YIL 15     SAYI 175    25 Eylül 2013 

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

DİKKAT ; BU BİLGİLER TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMDEN  İZİN ALINMADAN KULLANMAYINIZ!

YAZARLARIMIZIN HAYAT HİKAYELERİNE GİTMEK İÇİN TIKLAYARAK GİDİNİZ!

Aşağıdaki dizinler ile tıklayarak üye olmadan sayfalara girebilir ve inceleyebilirsiniz!1

 

BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR!

 
Mahmut Selim GÜRSEL TERBİYE
Mustafa Nevruz SINACI52. YILINDA “DİN LİSANINDA EZAN”
Mahfi EĞİLMEZ HİTİT BİRLİĞİ
Suhubi Ulvi CIRIL KANSERLİ HASTADAN ÖNERİLER
SAKİN KARAKAŞ TOSYANIN ADI YOK
İsa KAYACAN ÇAĞDAŞ AZERBAYCAN ŞİİRİ
Selma GÜRSEL KARNIYARIK (İmam Bayıldı)
Ayşe ÇOBAN KÖPRÜ
Adile TÜRKMEN KIBLEMİ,KABE’Mİ SANA BAĞLADIM,
Ahmet CANBABA BİR YETKİLİ  GÖRMEZ Kİ 
 
 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 01

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mahmut Selim GÜRSEL
Mahmut Selim GÜRSEL Hayat Hikayesi
TERBİYE
Terbiye insan aklının dış görünüşü olarak insanlara gözükür. Dış görünüşü terbiyeli gözükmek insanın siyaset aklını kullanmasını önemini ve insanlık vasfında da akıl öne çıkar. Terbiyeden noksan olan insanın aklının olmadığını, aklını terbiyesizle kullanamayan da insanlık kişiliği düşer. Terbiye insanın zırhı ve onun koruyucusudur. Terbiyenin de kendisine göre bir hukuku ve nizamı vardır. Akıl bu hukuku gerektiği gibi kullanarak terbiye sınırlarını belirleyebilme insanın en önemli vasıflarından birisidir. Terbiye insanın sözüne inanılır, güvenilir ve insanlar tarafından beğenilir yapar.
Terbiye bakımından eksikliği olan; hangi yüksek mevki ve makama ulaşsa onun ayıplarını örtmez. Onu övenler ve dost olarak bildikleri sonradan onun ayıplarını görerek yargıya ve düşmanlıklara dönüştürürler onu ulaştığı mevkiden uzaklaştırarak onun gerçek hak ettiği yere indirir. Terbiye bakımından eksik olanlar eninde ve sonunda layık oldukları yerde kalırlar. Terbiye mal ve mülkle elde edilmez. Kendisini terbiye ile birlikte yaşamayı öğrenmek için çalışmak ve ilim ile kendisini terbiye olmayı arzulaması gerekir. Bu durumda olduğunu gören kişi kendisini terbiye kazanmaya başlar ise aklı da artar. Aklı arttıkça terbiyenin ona verdiği bilgilerle kuvvetlenme ve yücelmeye başlayabilir. Terbiyeli kişi mal bakımından zengin ise; bulunduğu toplumun ileri gelenleri ile birlikte olur. Terbiyeli kişi mal bakımından fakir ve muhtaç kişi ise bulunduğu toplumda terbiyeli ve edepli kişiye ihtiyaç duyduklarından kendilerine yardım talebinde bulunarak terbiyesinden faydalanırlar.
            Terbiye; edep olarak insana yansır. Hayvanlarda terbiye edilebilir fakat edep sıfatı ile anılmazlar. İnsanın yaşamı ve onun bilgisi terbiye ile edep olarak yaşamında gözükür. Aile terbiyesi ile edebini bulan insan ilim, bilgi, mal, mülk ve etraf kazanabilir. Ebeveynlerinin ona bırakacağı mal ve mülk terbiye ve edepten yoksun birisi için kendisine kalan birikimleri kaybederse edep ve terbiyeden mahrum ise kaybettikleri karşısında edebini daha da kaybeder. Bu kayıp kendisine vereceği zarar ile etrafına da büyük bir kayıp olarak gözükür.
            Terbiye insanların geçici istek ve arzularını durdurma için gerekli bir bilgi birikimidir. Terbiye bilgisini kullanmayan kişi sonunda başkalarının yanında yaptığı terbiye dışı davranışları küçük görülür ve alaya alınma ihtimali yüksektir.
            Terbiyenin önemli bir aracı da beş duyuyu ve nefsi kontrol altına almak gerekmektedir. İşitme duyusunun önemi büyüktür. İnsan duyduğu her şeyi dikkatli incelemeli ve doğruluğunu anlamadıkça inanmamalıdır. Etrafında bulunabilecek kişilerden bazılarının ona dalkavukluk yapabileceğini ve onun güzel ve hoş sözleri ile kendisini yanılgıya düşürebileceğini bilmelidir. Terbiye edeceğimiz en önemli duyu organımızdır. Dedikodu ve iftiraları incelemeden kabul etmememiz gerekmektedir.
Dokunma duyusu ise insanın karşı tarafa vereceği enerji ve hissin önemini anlatır. Yaratılanlara sert ve kaba bir şekilde dokunulursa tepkinin aynen kendisine yansıyacağını, nazik ve güven verici şekilde bir dokunuşun ise o dokunulanda aynı nezaket ve duygu ile geri döneceğini bilmek gerekmektedir. İnsanlar karşı hemcinslerine bu dokunma duyusunu edep ve terbiye ile mecbur kalmadıkça tatbik etmelidir. Karşı cinsin sizin hakkınızdaki kararlarını tam bilmediğiniz için daha büyük bir hata ile karşılaşılma imkânı muhakkaktır. Görme duyumuz ise her gördüğümüzün aklımıza doğru yansımayacağını düşünerek bilmemiz gerekmektedir. Görüntünün insan beynindeki etkisi ise daime doğru olacaktır diye bir kuralı yoktur. Gördüğünüz şeklin ahlaki olarak insanların görünüşü ve davranışı ile onun o andaki halini aksettireceğini düşünmelisiniz. Koklama duyusu ise bizlere verilen güzel bir duyudur. Kötü kokuları duyarak, güzel kokuların bastırılmasını önlememelidir. Tat duyumuz olan dil yiyecek ve içeceklerin tadından başka konuşmamıza en gerekli organımızdır. Dilimizi güzel kullanmak karşımızdaki kişilere hitap ederken nazik ve terbiyeli kullanmamız gereken ve küfür ve kötü sözlerden uzak tutmamız gereklidir.
            Terbiyle insanın istek ve arzularının her istediğini yapma. Onlardan seni doğru ve önemli işlerden uzaklaştırırken yanındakilerin de sana zararı olacağını düşünmen gerekir.
            Terbiyenin en zor kısmı gerçeği görene kadar hiçbir şeyi küçük görme, önemsiz gözüken işler bile senin terbiyeni etkileyebilecek sonuçlar doğurabilir. Etrafında bulunanların terbiye bakımından iyi olduğu kişilerle birlikte ol. Onlardan öğrenebileceğin pek çok şey olabilir yapacağın en güzelini yapmanı sağlayabilecek arkadaşların olur.  

 

Telif Eseridir izinsiz kullanmayınız

 
 
 
 
 
 02

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI Hayat Hikayesi
52. YILINDA “DİN LİSANINDA EZAN”
Bu toprakların gerçek sahibi kadim Müslüman Türklerin, (1941-1950) 10 yıl hasretini çektiği Ezana yeniden kavuşmasının üzerinden 52 ve/veya 63 yıl geçti.
Büyük hasretin giderilmesine hizmet edenlere Rahmet osun.
Anayasal vatandaşlığın temel hakkı olan “Din ve Vicdan Hürriyetini” kısıtlayıp halka sebepsiz yere manevi huzursuzluk veren, “Ezanın Din Lisanında” okunmasını TCK hükmü ile yasaklayan kanun; 9. Dönem TBMM’nin Anayasa’ya sadakat ve samimiyetle bağlı, vatan ve millet sevdalısı; Vatanperver Milletvekillerinin yasama iradeleriyle kabul ettikleri 5528 Sayılı Kanun hükmü ile.; 16 Haziran 1950’de yürürlükten kaldırıldı.
Türkiye’nin 1946’da gerçekleşen halk hareketi (Beyaz İhtilâl) ile çok partili siyasi hayata adım atmasıyla beraber;, Önceden dayatılmışlar dâhil dayatılan türlü siyasi ve sosyal tasarım  projeleri karşısında eğilmeden, kanun yollarında yürümeye sadakat göstererek sürdürülen destansı demokratik bir mücadele ile açığa çıkan 14 Mayıs 1950 Milletvekili Genel seçimi  iradesinin; ülkede kapılarına  kilit vurulmuş pek çok  yoksunluk için anahtar olduğu ışıltılı bir gerçektir.
            7-12 Haziran 1945’in denetim (milli murakabe)  talebi ve antidemokratik ortam ile mücadele hareketi; 7 Ocak 1946’da  Demokrat Parti adını aldığında, önüne dikilen çok sert, dayatmacı, antidemokratik ve statükocu yapıya teslim olmamak için bir çare bulmayı, önemli ve acil ana dava olarak gördü ve büyük bir isabet ile “Hürriyet Misak-ı” ve “Sine-i Millet” kavramları ile donandı.
Türkiye’nin İstiklâl Savaşından sonra ilk ve tek halk hareketinde; Özne’nin bizatihi Millet olduğu yürüyüşe önderlik edenler ve bu harekete vücut verenler, ülkedeki sessiz ve yük taşıyan kesimin hücrelerine nüfus ettirilen samimi ve saf fikir hareketinin bayrağını taşırken; varlığı insan için temel hak gören bakış açıları ile ülkenin ve milletin yoksunluk envanterini kolayca  belirledi. Sorunlar, “objektif ve orijinal alternatifleri; Namuslu, dürüst ve demokrat çözüm yolları” en açık, net ve dürüst biçimde ortaya konuldu.
Diyanet  İşleri Başkanlığı 18 .VII.1932 tarihinde  yayınladığı  bir tamimle yeryüzünün her yerinde  Müslümanlar için namaza çağrı olan Ezan’ın Din Lisanında okunmasına yeni ve değişik bir usul getirdi ve Ezan yerine bir kurul tarafından belirlenen Türkçe namaz çağrısının okunmasını tavsiye etti. Deneme mahiyetinde bir sosyal tasarım projesi olarak ortaya atılan ve Müslüman halka Türkçe Ezan okunmasını ihtiva eden proje;, Başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere Müslüman halk tarafından benimsenmediği için öneri uygulamaya geçmedi...
1937 yılında Celal Bayar’ın Başbakanlığı döneminde Din Lisanında Ezan okunmasına yönelik eğilimler neredeyse yok oldu ve unutuldu. Ancak, çok arzu edilmesine rağmen Hatay meselesi, Atatürk’ün hastalığı ve TBMM’de yeni bir irade olmaması nedeniyle Ezan hakkında arzu edilen değişikliğe gidebilmek mümkün olamadı ve Türkçe Mealli ezan okuma adet’i yer yer sürdürüldü. 1939’da Celal Bayar’ın Başbakanlıktan ayrılmasını müteakip;, C. Halk Partisi tarafından “sosyal
tasarım projesi” olarak uygulanan Türkçe Ezan okunmasını topluma nüfuz ettirmek için Din Lisanında Ezan okuyanların ceza yaptırımı görüşü hükümeti nezdinde hayli ağırlık kazandı. 1941 senesinde TCK’nın MD -526  TBMM’de değiştirildi ve  Din Lisanında Ezan ve Kamet okuma suç kabul edildi ve  bu suçu işleyenler için hapis ve para cezası kondu. Ülkenin Camilerinin Minareleri için için ağlıyordu…  Merhum Celâl BAYAR der ki:  “1. Dünya savaşından sonra el atılan sadece para - pul olsaydı, hatta sadece İstanbul’da bir hükümranlık peşinde olsalardı, “kader” der İstanbul’un  o zaman ki iradesine boyun eğer, belki de hiç sorgulamazdık. Ama ne zaman mukaddesatımıza, dinimize, namusumuza, toprağımıza el attılar; İşte o zaman, İstiklâl Savaşı (milli mücadeleye) karar verdik. Alçak ve menfur düşmanlar İzmir’e ve Ege’ye göz diktiler. Kur-an’a el attılar, Ezanı susturdular. İşte o zaman silahlı mücadeleye karar verdik’’
HASRET BİTTİ, KUTLU VUSLAT’A VARILDI  
14 Mayıs 1950 günü seçimleri kazanarak, emsalsiz bir halk hareketi ile iktidar olan DP ve Menderes Hükümeti; 9. Dönem TBMM 16 Haziran 1950 günü saat 15’te, TBMM Başkan Vekili, İstanbul Milletvekili Fuad Hulusi Pemirelli, Manisa Milletvekili Muzaffer Kurbanoğlu ve Bursa Milletvekili Raif Aybar kâtipliğinde toplandı. 1. Menderes Hükümetinin TBMM’ye sevk ettiği TCK MD-526 değiştirilmesi hakkında kanun tasarısı ile Kayseri Milletvekili İsmail Berkok ve 13 arkadaşı ve Tokat Milletvekili Ahmet Gürkan’ın önerge ve teklifler hakkındaki Adalet Komisyonu raporu gündemiyle TBMM’nin 9. oturumu açıldı. İçtüzükte Adalet Komisyonu raporunun TBMM’de gündeme alınması için 48 saat geçmesi hükmü gereği ilk olarak İstanbul Milletvekili Başvekil Adnan Menderes söz aldı ve Genel Kurula “Muhterem arkadaşlar; Arapça ezan hakkında Demokrat Parti Meclis Grubunda verilen kararın gazeteler ve radyo ile yayınlanması neticesinde kanuni mâniin kaldırılmış olduğu telâkkisinin hâsıl olması ve bâzı vatandaşların Arapça ezan okuması muhtemel olduğu için bu bap/ta Hükümetçe Meclise sevk etmiş olduğumuz Kanun teklifinin bugünkü gündeme alınmasını ve öncelikle müzakere edilmesini yüksek tasvibinize arz ediyorum” dedi.
    Başvekil Adnan Menderes’in konuşması ardından oturumu yöneten Başkan, teklifin gündeme alınmasını oylamaya sundu ve yasa önerisi gündeme alındı. Ezanın Din Lisanında Okunabilmesi serbestisi getirecek kanun teklifinin müzakerelerinde ilk sözü; Cumhuriyet Halk Partisi Trabzon Milletvekili Cemal Eyüboğlu aldı ve  ‘Hükümetin bugün huzurunuza  getirdiği kanun tasarısı hakkındaki C. H. Partisi Meclis Grubunun görüşünü arz ediyorum: “Bu memlekette Millî Devlet ve Millî şuur politikası, Cumhuriyetle kurulmuş ve C. H. Partisi bu politikayı takip etmiştir. Bu politika icabı olarak ezan meselesi de bir dil meselesi ve Millî şuur meselesi telâkki edilmiştir. Millî Devlet politikası, mümkün olan her yerde Türkçenin kullanılmasını emreder. Türk Vatanında ibadete çağırmanın da Öz dilimizle olmasını daima tercih ettik. Türkçe ezan, Arapça ezan mevzuu üzerinde bir politik münakaşa açmaya taraftar değiliz. Millî şuurun konuyu, kendince halledeceği inancıyla Arapça ezan meselesinin ceza konusu olmaktan çıkarılmasına aleyhtarı olmayacağız” dedi.
            Demokrat Parti Gurubu adına  Seyhan Tekelioğlu: “Sayın arkadaşlar; Atatürk her şeyi Türkçeleştirmek kaidesini ortaya attığı zaman acaba İslâm dinine ait olan kitapların Türkçeye tercümesi mümkün müdür diye bir tecrübeye başvurulmuştu. Bu meyanda ilk olarak ezan’ın Türkçe okunması düşünüldü. Atatürk’ten sonra ise Arapça ezan okuyanı tecziye etmek üzere de bir ceza müeyyidesi olarak, Ceza Kanununa bir hüküm kondu. Arkadaşlar; şayet Atatürk sağ olsaydı hiç şüphe yok ki, o da bu büyük Meclisin düşündüğü gibi düşünecek, elimizdeki Allah Kanununun Türkçe ile tercümesine imkân olmadığını, din ulemalarının vermiş olduğu karara göre, anlayacak ve ezanı din diliyle okutacaktı. 
Arkadaşlar; Atatürk inkılâbı gazetelerin yazdığı gibi umdesi değil, Atatürk memlekette yapmış olduğu inkılâpların millet tarafından hazmedilmesini esas olarak kabul etmişti. Bu bir dil meselesi değil; Allahû Ekber ile Tanrı Ulu­dur kelimeleri ikisi bir manâya gelmez. Biz eski zamanlara ait kitapları okursak, birçok tanrılar olduğunu görürüz, yağmur tanrısı, yer tanrısı, ve saire. Binaenaleyh Tanrı Uludur deyince bunların hangisi uludur? Binaenaleyh İslâm dini, Müslüman dili kaidelerine göre camilerinde ancak din dili ile olur. Ve bunu da memleketin yüzde doksan sekizi, bizi seçenler, bizden istemişlerdir. Kaldı ki, Hıristiyanlar bile bir ölümü ilân için çan çalarlar, onlar çan çalınırken çanın ne demek istediğini anlıyorlar. Müslümanlar bir sala sesi duymuyorlardı. Dışardan Türk dili ile ezan okunurken, içerde yine din dili ile Kuran okumaya müsaade ediliyordu. Binaenaleyh arada birbirine uymayan, zıt esaslar vardı.
Ben Menderes Hükümetine ve  Hükümetin istinat etmiş olduğu milletin reyi ile mutlak reyi ile buraya gelen DP milletvekillerini tebrik ediyorum…”
Sonuçta: TBMM'nin 16 Haziran 1950 tarihli oturumunda görüşülen tasarı alkışlarla yasalaştı ve 17 Haziran 1950'de resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe girdi….

 

Telif Eseridir izinsiz kullanmayınız

 
 
 
 

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mahfi EĞİLMEZ
Mahfi EĞİLMEZ Hayat Hikayesine tıklayarak gidiniz!
 
HİTİT BİRLİĞİ

 

Avrupa Birliği'ne girmeye çabalayan Türkiye'nin topraklarında bundan 3500 yıl önce Hitit birliği kurulmuştu. Babası II. Sethi'nin yaptığı Mısır'ın egemenlik alanlarını genişletme çabasını sürdürmek isteyen Firavun II. Ramses, tahta çıkışının 5. yılında, Hititlerin, Mısır egemenliğinden koparıp aldıkları bugünkü Suriye'deki toprakları geri almak için harekete geçti. Bu yolculukta ilk hedefi Asi Irmağı'nın hemen kıyısında yer alan Kadeş kale kentini ele geçirmekti.

O sırada Hitit tahtında oturan Kral II. Muvatalli, II. Ramses'in böyle bir sefere çıkacağı duyumunu çoktan almış ve Hitit başkentini bugünkü Çorum/Boğazkale'de yer alan Hattuşa'dan güneydeki Tarhuntaşşa'ya taşımıştı. Bu taşınma kimilerine göre lojistik destek açısından savaş alanına yakın yere gitmekle ilgiliydi, kimilerine göre de II. Muvatalli'nin, kardeşi Hakpiş kralı III. Hattuşili'nin desteğini alabilmek için Hattuşa'yı ona bırakmış olmasının sonucuydu. II. Muvatalli, II. Ramses'in niyetini öğrendiğinde Anadolu'da savaş birliği çağrısı yapmış ve Hititlere bağlı krallıkları kendisine destek olmaya davet etmişti. Bu çağrısına olumlu yanıt aldıktan sonra savaş planlarını yapmıştı.

Kadeş savaşına giderken Hitit birliğini oluşturan krallıkların sayısı 15 idi. Bunlar: Hakpiş, Pitassa, Seha Nehri Ülkesi, Arzaha Ülkesi (Viluşa, Mira, Hapalla), Lukka, Masa, Karkisa, Aravanna, Kizzuvatna, Kargamış, Mitanni, Ugarit, Halpa, Nuhaşşe ve Kadeş idi. Mark Healy'nin Kadeş Savaşı adlı kitabında Hititlerin 5 bin asker ile katıldığı bu birliğin toplam olarak 30 bin asker sayısına ulaştığı sanılıyor. Sonuçta savaşı Hititler kazandı. II. Ramses ne Kadeş'i ne de Amurru topraklarını ele geçirebildi. Böylece Anadolu'nun yanı sıra Suriye topraklarının önemli bir bölümü de Hititlere kalmış oldu.

Bu, aslında ikinci Hitit birliğiydi. İlk Hitit birliği bir Anadolu birliği biçiminde kurulmuştu. M.Ö. bin 700'lerde başlayan Hitit çıkışı, yüzlerce yıl süren Asur ticaret kolonisi sömürüsüne son vererek Anadolu birliğinin oluşmasını sağladı. Bu birlik Anadolu'yu birdenbire Mezopotamya'nın ekonomik gücüne ortak etti. O zamana kadar hiçbir kent krallığı bir Anadolu birliği sağlayamamış ve dolayısıyla Mezopotamya güçlerinin sömürüsüne açık kalmıştı. Asurlular, Anadolu'yu bir anlamda ticaret üssü haline getirmişler, borç vererek, yüksek faizler uygulayarak Anadolu'daki krallıkların bir güç olmasını önlemişlerdi. Bu kısır döngüyü Hititler kırdı. Önce Anadolu birliğini sağlayarak, sonra da Mısır'a karşı güç gösterisi yaparak yaşadıkları yüzyıllara damgalarını vurdular. Bunu yaparken herkesin dinine, inancına saygı gösterdiler, hiç kimseye kendi dinsel inançlarını empoze etmediler.

ABD ve Japonya karşısında ikinci, hatta üçüncü plana düşen Fransa ve Almanya'nın bir Avrupa birliği kurarak güçlerini bir araya getirme düşüncesiyle Hititlerin Mezopotamya'ya karşı Anadolu birliği oluşturma çabası arasındaki tek fark 3 bin 500 yıllık zaman dilimidir. Hititler bu gücü oluştururken Anadolu'daki hiçbir krallığı kenarda bırakmadılar. Hepsinin bu birliğe farklı bir güç katacağının bilincindeydiler. Ve öyle de oldu.

Bundan 3 bin 500 yıl öncesinde olduğu gibi bugün de Anadolu ancak ve ancak bir birlik oluşturduğunda önemli bir yer olmaktadır. Hititlerden sonra o birliği oluşturabilen toplumlar imparatorluklar kurmuş ve dünya gücü olmuşlardır. İşte Bizans, işte Selçuklular, işte Osmanlılar.

Avrupa Birliği üyeliğine ilk adımı atmanın eşiğinde olan Türkiye'nin hoşgörüyle, barışla, insan haklarıyla, farklı dinsel inançlara ve aynı dinin farklı mezheplerine göstereceği saygıyla ilk önce kendi iç birliğini yani Anadolu birliğini sağlamlaştırması gerekiyor. Anadolu birliğini gerçekleştiren bir Türkiye'nin AB üyeliğini gerçekleştirmesi çok daha kolay olacaktır.

Not: Hahfi EĞİLMEZ'DEN Tabibimiz üzerine sitesinden alınarak dergimizde yayınlanmıştır!

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 03

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Suhubi Ulvi CIRUL
Suhubi Ulvi CIRIL Hayat Hikayesi
KANSERLİ HASTADAN ÖNERİLER
Bana 2010 yılında KLL (Kronik Lenfositik Lösemi) teşhisi konuldu, tedavi oldum, iyi oldum derken 2012 yılında hastalık yeniden çıktı, buradan da şunu anladım ki bu hastalık çok sinsi ve fırsat bulduğu anda yeniden ortaya çıkabiliyor. Bunun için çok dikkatli olmak ve tedbiri elden bırakmamak gerekiyor. 2012 yılından bu yazıyı yazdığım 2013 yılına kadar iki yıldır yeniden tedavi olmama ve değişik ilaçlar denenmesine rağmen, bazı tedavi usullerini de ben araştırmalarımda riskli ve uzun süreli tedavi gerektirdiği için kabul etmediğim için tedavimde kesin bir başarıya ulaşılamadı.
Benim ağır almamdaki sebeplerden biri her geçen gün yeni, basit ve daha ekonomik tedavi usulleri ile vücut yorulmadan tedavi usulleri üzerinde yapılan araştırma ve çalışmalardır. Bu günkü tedavi şartları bunu getiriyor bu yüzden hiçbir doktor ve sağlık çalışanını üzmeye hakkım yok, onlar tüm içtenlik ve özveri ile benim ve tüm hastaların en kısa sürede, en başarılı bir şekilde tedavilerini yapmak istiyor ona tüm kalbimle inanıyor saygılarımı sunuyorum. Ama ben de dört yıldır moralim çok iyi olmasına rağmen ruhen, bedenen ve maddeten çok yoruldum, bazen karamsar bir tablo çiziyorsam buna bağlanmasını rica ediyorum.
Kanser tedavisi gören biri olarak yaşadıklarımı toplumumuzla ve ulaşabildiğimiz yetkili kişilerle paylaşarak, kanserle ilgili sorunları en az sıkıntılarla nasıl atlatırız, hasta olanlara nasıl faydalı oluruz onu düşündüm. Ben yaşadığım sıkıntıları, gördüğüm eksiklikleri, olmasını istediğim işleri anlatırken amacım kişi ve kuruluşları suçlayıp rencide etmek değil, “sorunlar söylensin ki çözülsün, çözümler söylensin ki uygulansın” mantığı ile sorunların çözümüne katkı sağlamaktır.
Hastalığım nasıl belli oldu, belli olmadan önce belirtileri nelerdi onlardan başlayarak yazıma devam ediyorum.
Hastalığım 2010 yılında belli olmadan iki üç yıl öncesinde ülkemize bir grip mikrobu gelse beni bulur, Doktora muayene olup verilen ilaçları kullanmama rağmen en az iki üç ay griple uğraşırdım. Sürekli terleme, halsizlik, sürekli öksürük aylarca devam etti. Birkaç defa doktora muayene oldum o zaman kuş gribi salgın idi sebebi ona bağlanıp netice alamayınca kaderimize razı olup bekledim. Benim olduğum kanser de bu belirtiler oluştu, her kanser türünde ve her kişi de belirtiler başka başkadır. Hâlbuki bu belirtilerin bir kısmı bağışıklık sisteminin zayıflaması sonucu ortaya çıkan belirtilerdi, o zamanlar kan tahlili alınıp araştırılsa idi, daha erken teşhisle daha kolay tedavi usulleri ile bu kadar maddi manevi sıkıntı çekmezdim diye düşünüyorum.
Daha sonraları isteğimin dışında kilo kaybetmeye başladım iki yılda 20 kg. kaybettim, merdivenleri zor çıkmaya başladım, benim rahatsızlığım KLL (lösemi) olduğu için kanser ilerleyip kronikleşince, dalağım kanı temizlemede yetersiz kalınca şişip kalbime baskı uygulamaya başladı. Daha sonra sürekli koltuk altımı ve boğazımı elle kontrol ettiler, tedaviden önce buralarda bezeler oluşmuştu. Hastaneye gidip şikâyetlerimin iyice arttığını söyleyince sağ olsunlar çok teferruatlı bir kan tahlili aldılar, tahlil neticeleri kötü çıkınca ilimizde Hematoloji (kan hastalıkları) bölümü olmadığından çok acilen bir araştırma hastanesine gitmen lazım dediler, Ankara’ya sevkimi istedim ve gittim.
Kız kardeşim ve ailesinin Ankara’da olması benim çok işime yaradı. Rabbim; onlardan, tüm sağlık kuruluşları ve personellerinden ve benimle ilgilenen tüm herkesten çok razı olsun. Bu arada bir takdirimi belirtmeden geçemeyeceğim, bana kalırsa en zor ve en kutsal meslek: sağlık hizmetleri diyorum sebebi mi; bir yakınımız hastalandığında üç gün sonra hepimiz usanıyoruz, sağlık çalışanları bedava çalışmıyorlar ama ömürlerini de bizim üç gün dayanamadığımız hizmetlerde kullanıyorlar. Şifa Rabbimden ama onlar da vesile oluyor, hep dua ediyorum.
 Bir zamanlar beşinci katlara koşarak çıkan ben, adımlarımı atarken zorlandığım günlerim oldu. Onların yardımı olmasaydı bırakın tedaviyi, teşhis, ilaç temini prosedürü, kan bulma, tedavi, kontroller derken aylar süren bu işlemleri onların yakın ilgisi olmasaydı yapmam mümkün değildi. Peki senin ilgilenin varmış ilgilenmişler, ya başkaları nasıl işin içinden çıkıyorlar diyenlere çekilen zorlukları anlatmaya çalışıyor, bazen öneri getirip, bazen de ne yapabiliriz de herkes için bu zorlukları nasıl aşarız diye onun için çabalıyorum.
Ankara’ya sevkimi aldıktan sonra yaklaşık iki ay tetkiklerim sürdü defalarca kan verdim, iki defa kemiğimden ilik aldılar. Teşhis ve tetkiklerin bu kadar uzun sürmesi bildiğim kadarıyla Lösemi; dört gurup ve her bir gurup altı kademeden (safhadan) oluşuyor. Teşhisim konuldu: KLL Kronik Lenfositik Lösemi) denildi.
Kemoterapi tedavisi uygulanması (serum tedavisi) gerekiyor denildi, benden ve ailemden izin alınıp resmi makamlardan da onay alındıktan sonra kemoterapi için gün verdiler ve gittiğim araştırma hastanesinin kemoterapi ünitesinde kemoterapi almaya başladım, benim ilk tedavi şeklim: altı ay süreyle, her ay, üç hafta sonunda dördüncü hafta, her seferinde kan tahlili verip dört gün üst üste koltukta oturarak kolumdan serum tedavisi uygulaması şeklinde yapıldı.
Gittiğim hastanenin kemoterapi ünitesinde 25 adet koltuk bulunmakta, ve günde çoğunluğu il dışından ortalama 50-60 hastaya hizmet verilmektedir. Bu sayıya yatarak tedavi gören hastalar dahil değildir. Bu ünitede ayakta tedavi gören hastalar, tetkik ve teşhis için gelenler hastanede kalamadıkları için kalma sorunu yaşanmaktadır.
Ayrıca çok ağır ve yorucu bir tedavi olan kemoterapiden sonra vücut çok yorgun düştüğü için çoğu zaman hemen kalkıp gelinememekte, bir tarafta ağır bir hastalık, diğer tarafta başta kalacak yer olmak üzere ekonomik ve birçok sorun yaşanmaktadır. Burada verdiğim sayı bir hastanede ki sayıdır, ülkemizdeki araştırma hastaneleri de hesaba katıldığında rakam korkunçtur, üzerine önemle etkin çözümlerle gidilmesi gereken bir konudur.
Denilen tarihte ilaçlar temin edilip kemoterapi almak için koltuğa oturdum mabthera denilen serumu takıp verdikleri anda dünyam karardı, öyle ya kaç yıldır kronikleşmiş kanser hücreleri kendilerini yok etmeye gelen ilaca karşı mutlaka karşı koyacaklardı, akşama kadar epey ecel teri döktüm, sağolsunlar orada bulunan doktor ve hemşireler büyük bir özveri ve gayretle hemen yoğun bakıma aldılar, sürekli kontrol ederek vücudumu ilaca alıştırdılar, sonraki günlerde çeşitli sıkıntılar yaşayarak 2010 yılında altı aylık kemoterapi tedavisini tamamladım. O zaman benim tedavi uygulaması ilk olduğu için galiba tedavi başarılı oldu. Daha sonra 2012 yılında hastalık yeniden çıkınca beş ay kemoterapi uygulanmasına rağmen kanser hücreleri ilaçlara bağışıklık kazanmış olacak ki tedavi başarılı olamadı. 2013 yılı olmasına rağmen tedavim devam etmektedir.
ÇEKTİĞİM SIKINTILARDAN BAZILARI ŞUNLARDI
Kemoterapi alındığında kanserli hücreler yok edilirken sağlıklı iyi hücrelerde zarar görüp bağışıklık sistemi iyice zayıfladığından kendimizi hastalık ve mikroplardan korumamız gerekmektedir, bunda biraz ihmallerim oldu, ağzım burnum çok yara oldu, ağzımı açamadığım için yemek yiyemediğim günlerim oldu.
Kemoterapi alındığı süreçte ishal veya kabızlık, özellikle de kabızlık genellikle olmaktadır. Yorgunluk, iştahsızlık, halsizlik, hastalığın türüne göre elde ve ayakta uyuşukluk, kemiklerde ağrı, kansızlık ve bende son iki yıldır akciğerlerimde su toplanması gibi kanserin türü ve hastanın durumuna göre çeşitli rahatsızlıklar olabilmektedir. Örneğin bende, moralimi yüksek tutmama rağmen aşırı stres ve sıkıntıdan oluşan ve çok ağrılı bir yara olan ZONA oluştu.
KANSERLE İLGİLİ OLARAK YETKİLİLERDEN İSTEKLERİM
1.İlimizde ve ülkemizde kanser vakaları gittikçe artmaktadır, tüm illerdeki SGK kayıtlarından kanser hastalarının ve hangi tür kanser olduklarının, tedavi olan, kontrollere giden, tamamen iyileşen veya kanser den ölen kişilerin tespit edilmesi. Ülkemizin; kanser haritasının oluşturulması,
2.Tespit edilen sayı ve değerlere göre Kanser araştırma merkezleri kurularak, kanser oluşumuna neden olan etkenlerin belirlenmesi.
3.Kanser oluşumuna neden olan etkenler varsa, onların ortadan kesinlikle ortadan kaldırılması.” olmaya devlet, cihan da bir nefes sıhhat gibi “ denildiği gibi, alınan bir nefesin, atılan bir adımın kıymeti devlet olmayla eşdeğerdir, bunu çekenlere sorun. Hiçbir şey sağlıktan önemli olamaz. Hastalarımız yanlış anlamasın, sağlıksız insan üretken olamaz. Sağlıklı olabilmek için önce toplum ve kişi sağlığını tehdit eden, sağlığa zarar veren tüm etkenlerin ortadan kaldırılmasıdır, sigaraya getirilen kısıtlamalar iyi bir başlangıçtır.
4.Umarım sağlığı tehdit eden tüm olumsuzlukların tamamen yok edilip, sağlıklı ve mutlu bir yaşam oluşturulmalıdır, bu da bu işe inanarak, toplumun her kesiminin isteyerek gayretiyle ancak olur.
5.Cennet ülkemizin bereketli toprakları boş dururken, seralarda, çiftliklerde vs. yerlerde çok kazanma hırsıyla yapılan GDO’lu, hormonlu gıda üretimlerinin yasaklanması, hormonsuz, katkısız, organik gıda üretimlerinin teşvik edilip, zorunlu hale getirilmesi.
6.Özellikle Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO) ile yapılan tarımsal ve hayvansal üretimlerin kanserojen madde ihtiva ettiği iddiası yaygındır. Bu konunun bilim adamlarınca iyice incelenip, toplumun bu konuda bilgi ve bilinçlendirilip, özellikle ithal gelen bu tür tohum ve üretimlerin önüne geçilmesi,
7.Kimyasal ilaçlarla yapılan tarım ürünlerini yiyen yenilebilir av hayvanlarının bu ilaçlardan dolayı öldüklerini zaman zaman duymaktayız. Hatta arıların tarım ilaçlarından etkilenerek verimlerinin ve bal kalitesinin düştüğünü, bu yüzden bazı arıcı ve arıcı kooperatiflerinin organik bal üretmek için, tarım arazilerinden uzak yerlerde üretim yaptıklarına kendim görerek şahit oldum. Geçenlerde ihraç edilen bazı meyvelerin ilaçlandığı ilaçların tesiriyle, yıkansa bile temizlenmediği ve kanserojen madde taşıdıkları için geri gönderildiklerini yazan bir haber okumuştum. Bunların adam sende, sana mı düştü denilmeden, duyum da olsa, söylentide olsa araştırılmalı ve önlem alınmalı. Şu an ortada gerçek olan bir şey varsa oda kanser hastalıklarının hızla arttığıdır. Bütün işlerde tedbir ve önlem, tedaviden daha kolay, daha ekonomik olmakla beraber, halk sağlığından daha önemli olamaz.
8.Kanserin türü, kesin teşhisi ve tedavisi uzun zaman almaktadır, zor ve çok pahalı bir öneri ama, hastaların çektiği, kalacak yer, aşırı yorgunluk derdi, gerek vatandaşın gerek devletin cebinden çıkan özellikle dar gelirli aileleri madden zora sokan parasal yükleri düşünerek; kanserle ilgili olarak her ilde göğüs hastalıkları hastaneleri gibi mikroplara duyarlı hastaları koruma altına alacak şekilde kanser hastaneleri yapılıp kanser hastalarının teşhis, tedavi ve kontrollerinin kendi illerindeki kanser hastanelerinde yapılması.
Sebebini de söyleyeyim, kanserli hastalara; kalabalıklara girmeyin, mikroplu ortamlardan uzak durun deniliyor, ondan sonra da bazen yüz, iki yüz hastanın olduğu hastane ortamlarında muayene yapılıp, kan tahliline, röntgene, vs. birimlere tetkik ve teşhis için hasta gönderiliyor. Bu tür olumsuzluklar tedaviyi uzattığı gibi bazen de yapılan tedaviyi boşa çıkartmaktadır. Yeni hastane yapmak uzun zaman alabilir, geçici olarak mevcut hastanelerde kanser hastaları için ayrı bir birim oluşturulabilir.
9.Birçok kanser türünde kemoterapi tedavisi ayakta tedavi şeklinde her ay bir hafta olmak üzere altı ay sürmektedir. Daha sonra en az bir yıl her ay kontrole gidilmektedir, hasta kemoterapiyi aldıktan sonra hastane dışında kalmak zorundadır, hatta bir haftalık kemoterapi sonunda öyle yorgun düşülüyor ki günlerce insan yerinden kımıldayamıyor. Sağ olsun devletimiz tüm kanser ilaçlarını ve tedavilerini özel hastaneler dahil katkı payı almadan karşılamaktadır. Umarım Devletimiz, her ile kanser hastaneleri yaparak bu sorunu da çözecektir. Rabbim bu imkanları verenlerden razı olsun.
10. Kanser tedavisi uzun süreli olarak, çoğunlukla da ayakta yapıldığı için kalma sorunu yaşanmaktadır. SGK’nın verdiği yol ve sevk parası  otel, yemek masraflarını karşılamaktan çok uzaktır, hele bir de enfeksiyon kapmayım deyip özel araçlara binilirse buna kimsenin dayanabileceğini zannetmiyorum, bu yüzden bu hastalığa yakalananlar bir de ekonomik sorunlarla uğraşmak zorunda kalmaktadır. İlk etapta, yapılan harcamaların gerçek harcama tutarları üzerinden ödenmesi.
11.  Kalma sorununa bir önerim de bu kadar çok hastaya hastanelerde yer bulunamayacağından, il dışından gelip ayakta tedavi gören hasta ve yakınları için misafirhane temin edilip hastaların tedavi süresince servislerle taşınması.
12. Kanser tedavisi uzun ve yorucu bir tedavi olduğu için büyük şehirlerdeki hastanelerdeki yığılmaları önleyip, her ilin kendi bünyesinde onkoloji ve lösemiyi ilgilendiren hematoloji uzman doktorlarına kadro açarak kemoterapi ünitesi kurulup, uzman doktorlar nezaretinde teşhis, tedavi ve kontrollerinin yapılması. Bu şekilde olursa hasta kendi ilinde yorulmadan teşhis ve tedavisini olur, kemoterapisini alır, bir de mümkün olur da diyaliz hastaları gibi servislerle evlerine götürülüp getirilirse, hasta kendi evinde daha rahat eder, hasta ve devletimiz açısından daha ekonomik olur diye düşünüyorum. Öneri bizden, değerlendirmek yetkililerimizden!
KANSER HASTASI ve YAKINLARINA TAVSİYELERİM
1.Moralinizi bozmayın ülkemizdeki kanser tedavi imkanları birçok ülkeden daha iyi durumdadır.
 2.Allah korusun kendiniz veya bir yakınınız hasta oldu veya olursa tıp ilminden şaşmayın, doktorların dediklerinden başkasını uygulamayın. Bu hastalığın teşhisi de, tedavisi de zor ve uzundur. Telaşa kapılıp, acele edip, çabukça iyi olacağım derken daha çok acı çekip tedaviyi uzatırsınız. Her ayakkabı ve numarasının herkese iyi gelmediği gibi piyasada, tv’ler aracılığı ile umut ışığı gibi sunulan, ilaç değil takviye amaçlı denilen ama, halkımızın ilaç gibi gördüğü ürünler herkese iyi gelmeyebilir, hatta kemoterapi döneminde zarar bile verebilir. Doktorlar birçok araştırmadan sonra tedaviye başlarken, hasta üzerinde hiçbir araştırma yapmadan bu tür ürünler nasıl fayda sağlar iyice düşünmek gerekir
3.Bazı besinler sağlıklı iken alındığında faydalı olurken, hasta olduktan sonra hastalığı artırabiliyor. Bunu bazı hasta yakınlarından zaman zaman duyarsınız: şurdan şunu aldık, buradan bunu getirttik faydasını göremedik gibi. Örneğin ısırgan otu ve bazı bal ürünleri hastalanmadan önce koruyucu etkisi olmasına rağmen, kanser oluşup hücreler bölündükten sonra kanser hücrelerini de beslediği için kansere yakalandıktan sonra bu tür besinler kullanıldığında kanser daha hızlı büyümektedir.
Bu tür yanlışlıklardan da
nılmalı, doktorların tavsiyelerine kesin uyulmalıdır. Hangi tür gıda ve besinlerin yenilip yenilmeyeceği ve bu konuların tıp bilimiyle uğraşanlar tarafından araştırılıp halkımız bilinçlendirilmelidir.
4.Sadece kanser değil, birçok hastalığın oluşması,  artması, yayılması ve uzamasının sebeplerinden birisi her tür kirliliktir. Buna çevre kirliliğinden tutun aklınıza gelebilecek her türlü kirliliği sayabiliriz. Özellikle yiyeceklerden yıkanabilir olanları bol su ile yıkayıp, sirkeli suda bekletip gerekli hijyen sağlandıktan sonra pişirin veya tüketin, kemoterapi alındığında kabuğu soyulamayan meyvelerden yemeyin.
5.Sık sık banyo yapın, giysilerinizi sık sık temizleri ile değiştirin, hele terinizi üzerinizde hiç bırakmayın.
6.Kemoterapi alındığında ateşlenmeler olur, onun belirtisi üşümedir, ilk anda ılık duş alın, yine geçmezse doktora gidin.
7.Hastanın bulunduğu yerleri ve odasını sürekli havalandırın.
8.Havadar olmayan, pis yerlerde bulunmayın, zorunlu olmadıkça kalabalık yerlere girmeyin, kalabalık ortamlarda bulunmayın.  Kemoterapi alınmaya başladıktan itibaren sürekli olarak ağızlık takmayı ihmal etmeyin. Alınacak bir enfeksiyon size çok sıkıntı verip tedaviniz uzayabilir.
9.Tuvalet hijyenine azami dikkat edin, hatta evde imkan varsa tedavi süresince hasta ayrı bir tuvalet kullansın.
10.Kemoterapi müddetince bol su için ki, kemoterapi ilaçlarının zararlı yan etkilerinden çabuk kurtulun.
11.Kemoterapi aldığınızda günde iki üç şeftaliyi soyduktan sonra yerseniz kemoterapi ilacının zararlarından daha çabuk kurtulursunuz. Ara sıra muz yerseniz mideniz rahat eder, bulantı az olur. Herhangi bir şekilde ağzınızın içi yara olursa önerim: karadut şurubu, reçeli benim tavsiyemdir. Aslında kemoterapi başlarken hastaya ne yapıp yapmayacakları liste halinde veriliyor ama bende rahat ettiğim hususları paylaşmak istedim. Yine de bu gibi hususlar tedavi olunan doktorlarla görüşülürse sizin durumunuzu en iyi onlar bileceği için size en uygun olanı, en doğru şekilde onlar söyleyecektir.
12.Moral, tedavinin en büyük yardımcısıdır! Hastalık ne kadar ağır, tedavisi ne kadar uzun sürse de mutlaka iyi olacağınıza inanın, uzun bir tedavi olduğunun bilincinde, sabırla inanarak, dua edin. İnanın buna, moralinizi bozmadan, ben seni mutlaka yeneceğim diyerek büyük moralle düşman üstüne giden asker misali hasta da bu mücadelede galip olacaktır.
13.Moralinizi bozan ortam ve kişilerden uzak durun, sizi üzecek film, dizi, haberleri mümkün olduğunca izlemeyin, sizi güldürüp, neşelendirecek dizi ve filmleri izleyin, yaptığınız her işte moralinizi yüksek tutacak olanları tercih edin.
14.Hasta mikrop kapmasın diyerek hastayı bir odaya kapattığımızda farkında olmadan hastaya en büyük kötülüğü yapıyoruz. Hijyenle tecritti birbirine karıştırıp, hastayı tecrit ediyoruz. Hastalığın sıkıntısıyla boğuşan hastayı yanlış bir uygulama ile yalnızlığa itiyoruz. Hasta temiz bir ortam içinde, ağzına ağızlığını takarak, çok kalabalık olmamak üzere, gelenlerde onu üzmeden, moralini bozmadan acıma hissi ile değil, iyi olduğunu, daha da iyi olacağını söyleyerek sevdikleri insanlarla beraber olmalı, hastanın morali yüksek tutulmalı.
15.Sadece kanserde değil, birçok hastalıkta ve normal yaşamda hareketsiz kaldıkça vücut tembelleşir, bir müddet sonra insan iyice hantallaşır. Sağlıklı olmak için, kan değerleri ve vücut yürümeye uygun durumda ise, yorulmadan, normal güneşli, bol oksijenli yerlerde en azından havanın temiz olduğu sabah saatlerinde parklarda yürüyüp güneşin vitaminini alıp, ciğerlerimizi bol oksijenle doldurup, kanımızı temizlersek daha sağlıklı oluruz. Bunu ben bizzat bir arkadaşımın ısrarıyla yaşadım.
Üçüncü kür kemoterapiden sonra idi. Merdivenleri çıkamadığım bir zamanda eve geldi ısrarla seni çatak mesire yerine götürüp hava aldıracağım dedi ve gittik. Hava güneşli idi, çamların gölgesinde güneşle iliklerime kadar ısındım, yürümeye çıktık, aha şura, aha bura derken çatağın zirvesine çıktık. Anladım ki tedavinin biri de temiz hava ve güneşmiş. Benimle ilgilenen tüm arkadaş ve yakınlarımdan, özelliklede sağlık personellerinden Rabbim razı olsun.
Bu yazımı kendi yaşadığım şartlar ve gördüğüm sıkıntılara göre yazdım. Kanser hastalığı çok çeşitli, belirtileri de, tedavileri de farklı, farklıdır ama çekilen sıkıntılar birbirine benzer sıkıntılardır, önerilerime eklenecek veya çıkartılacak bölümler olabilir. Hatta önerilerimin birçoğu hasta olmadan uygulayabileceğimiz tavsiyelerdir.
Toplumumuzun kendini ve toplumun her kesimini ilgilendiren tüm konularla beraber, sağlık ve kanser hususunda da nemelazımcılığı bırakarak, bu konuda ne yaparımda nasıl faydalı olurum diyerek düşünmeli ve bir şekilde sorunların çözümüne katkı sağlamalıdır.
Sağlıklı, huzurlu, mutlu bir yaşam dileklerimle saygılarımı sunarım. 21-Temmuz - 2013

 

Telif Eseridir izinsiz kullanmayınız

 
 
 
 
 
 04

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Sakin KARAKAŞ
Sakin KARAKAŞ Hayat Hikayesi
 TOSYA’NIN  ADI YOK
            Son bir ay içerisinde pirinç fiyatları %150 ye varan oranlarda yükseldi. Pirinç fiyatlarındaki yükselişle ilgili olarak sürekli açıklama yapılıyor. Konu ile ilgili olan kamu ve özel kuruluşlar televizyonlarda yorumlar yapıyor.
            Pirincin fiyatı artar yada düşer. Bu dalgalanma dünya yad yerli piyasa oyunlarından olabilir ya da bu durumu kuraklığa bağlayanlar da olur. Bütün bu yorumlar uzar gider. Benim ilgim ise işin Osmancık’la ilgili olan kısmı. Nedir o önemli gördüğün husus diyecek olursanız. Konu ile ilgilenen  Kamu ya da sivil kuruluşların beyanatlarından anlaşılıyor ki  diyeceğim. Türkiye’nin artık iki pirinç türü var. Bunlardan bir tanesi “Osmancık pirinci” diğeri ise “Baldo” olarak adlandırılan Trakya menşeili pirinç.
Buradan şöyle bir sonuç çıkıyor. Pirinç sektöründe artık Tosya’nın adı yok. Bir başka deyişle Tosya adında bir pirinç türü yok. Pirinç Tosya’da da yetişse bile artık Türkiye’de pirincin adı Osmancık. Pirinç denildiğinde artık Osmancık adı geçiyor. Bakliyatta pirinç konu olduğunda hep Osmancık pirinci konuşuluyor. Tabii ki her Osmancık pirinci Osmancık’ta yetişmiyor. Trakya’dan Çukurova’ya,Gönen’den Terme’ye ve Bafra’dan Tosya’ya kadar ülkenin bütün pirinç ekim alanlarında Osmancık pirinci ekiliyor. Yani Türkiye’de artık pirincin adı Osmancık.
Peki pirincin adı nasıl Osmancık oldu. Dilerseniz kısa öyküsünü anlatalım. Türkiye’de pirinç tarımı Cumhuriyetin ilk yıllarında başladı. Pirinç tarımının başlaması ile birlikte Tosya’ya Kamu iktisadi teşebbüsü olarak devlet tarafından bir pirinç fabrikası kuruldu. Bu fabrikayı takiben bir de özel teşebbüs tarafından kuruldu ki Tosya’ya yakın yerler olan Boyabat,Kargı ve Osmancık’ta üretilen   çeltikler pirinç olmak için Tosya’nın yolunu tuttu.
Doğal olarak kamu kuruluşları başta olmak üzere  bütün kurum ve kuruluşlar pirinç ihtiyacını Tosya’dan karşıladılar. Dolayısı ile Tosya’ya yakın bölgelerin pirinçleri de Tosya pirinci adı ile anılır oldu. Oysa ki söz konusu bölge içerisinde yetişen ve Tosya’da pirinç olan çeltikler içerisinde Tosya sınırları içerisinde yetişeni %20 yi geçmiyordu.
Tosya bu haksız rekabette on yıllarca önde gitti.Oysaki zaten dağlık olan ve düz arazisi Osmancık yöresinin ancak onda biri kadar olan Devrez çayı kenarına dizilmiş yarım yamalak arazilerde Türkiye’nin önemli oranda ihtiyacını karşılayacak pirincin yetişmesi mümkün değildi. On yıllarca zamandır Kargı ve Osmancık bölgesinden  kamyonlarla pirinç Tosya’ya gitti ve Tosya pirinci olarak pazarlandı. Maalesef bu uygulama hale devam etmektedir. Tüketiciler şunu bilmelidir ki Tosya’da pazarlanan pirincin adı da Osmancık’tır.
Bu haksız rekabete bir yerde dur demek gerekiyordu. Osmancık’lılar bu haksız rekabeti sonlandırmak için 1995 yılında çalışmalara başladılar. Çalışmalar 1997 yılında meyvesini verdi ve yörenin iklimine en uygun ve verimli çeltik türü seçilerek Osmancık 97 adında tescillendi.  Osmancık 97 çeltik tohumu aradan geçen yıllar içerisinde Çeltik tarımı ile uğraşan çiftçilerin tercih nedeni oldu. Gün geldi Osmancık pirincinin çiftçi açısından tercih edilme oranı %90 ları buldu. Hatta Osmancık 97 Yunanistan,Romanya ve Bulgaristan’da da tercih edilmeye başlandı. Doğal olarak aynı isimle ambalajlandı ve pazarlandı. Osmancık pirinci Türk gıda sektörünün en önemli markalarından birisi oldu ve Osmancık pirinçte aranılan ve tercih edilen bir marka oldu. Hatta gün geldi Osmancık pirincinin şöhreti Osmancık ilçesinin bile önüne geçti.
Evet kolay değil Osmancıklılar pirincin cefasını çekmelerine rağmen sefasını Tosya sürüyordu. Yıllarca Tosya’nın haksız rekabeti altında ezildiler. Sonra da yukarıda açıklamaya çalıştığım süreç başladı. Şimdi bu haksız rekabet sona erdi ve artık pirincin adı Osmancık oldu. Dolayısı  ve doğal olarak artık pirinçte Tosya’nın adı yok.

Telif Eseridir izinsiz kullanmayınız

 
 
 
 
 
 
 
 05

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

İsa KAYACAN
İsa KAYACAN Hayat Hikayesi
ÇAĞDAŞ AZERBAYCAN ŞİİRİ
Azerbaycan çıkışlı yayınlar, yazılar yanında, Azerbaycan çıkışlı olup, Türkiye’de günyüzü gören, yayınlanan kitaplar da var. Bunlardan biri, merkezi Ankara’da bulunan Bengü Yayınları arasında günyüzü gören “Çağdaş Azerbaycan Şiiri” adlı antoloji. Azerbaycanlı şairlerden pek çoğunun kısa biyografileri yanında, şiirlerinden örnekler verilmiş.
Proje yönetmeni; Ekber Goşalı. Editörler: Ekber Goşalı, İmdat Avşar, Aktarmalar: Resmiye Sabir, Oktay Hacımusalı, Namık Hacıhaydarlı.
Kısa adı DGTYB olan, Dünya Genç Türk Yazarlar Birliği’nin Başkatibi Nergiz Cabbarlı’nın takdimi, sunuş yazası var uzunca. Cabbarlı sunuşunun bir yerinde: “Bu kitaptaki şiirler, belli bir yaşta ve belli bir edebi akıma mensup şairlerin şiirleri değildir. Bu antolojide, bugün Azerbaycan’da yaşayan ve eserler veren, çok farklı edebi akımlara mensup şairlerini okuyabilirsiniz” diyor, antolojiyle ilgili açıklık getiriyor.
İçindekiler bölümünde, şairin adı soyadı yanında, şairlerin isimlerinden de söz edilmiş. Şairlerin-şairelerin isimleri üzerine bir göz atalım, buyurun:
Elçin İskenderzade, Mübariz Mesimoğlu, Elbariz Memmedli, Ekber Goşalı, Resmiye Sabir, İlgar İlkin, Hamlet Kazımoğlu, Fuzuli Sabiroğlu, Oktay Hacımusalı, Seher, Zahir Ezemet, Elçin Mirzebeyli, Qulu Akses, Melahat Yusufkızı, Ali Rıza Hasret, Aydın Efendi, Ay Nur, Celil Cavanşir, Faik , Gülhare Cemalettin, Nafız Hacıhalil, Hatıra, Hayat Şemi, İbrahim İlyaslı, Elhan Zal, İtimat Baskeçit, Mina Reşit, Mahir Mehdi, Namık Delidağlı, Namık Hacıhaydarlı, Naringül, Ali Şirin Şükürlü, Sevinç Pervane, Şafak Sahipli, Alemdar Cabbarlı, Vasif Süleyman, Ulvi Bunyatzade, Faik Balabeyli, Nizami Aydın, Kemale Nesrin, Kısmet.
Bu şairler ve şaireler içinde tanıdıklarım var, görüşüp merhabalaştıklarım, kitaplarından önceki yazılarımda bahsettiğim, sözettiklerim var. 150 sayfalık “Çağdaş Azerbaycan Şiiri” adlı antoloji içinde yeralanların şiirlerinden kısa kısa bölümler almak, nakletmek istiyorum:
 
ŞEHİT DÜĞÜNÜ (Elçin İskenderzade)
 
Bu evin yüzü gülmez,
Bu eve gelin gelmez,
Ne yapsın şehit anası,
Bir güzel ağlar komşuda,
Ah, bu kız bir su sunası…
 
BİZ TANRISIZ DOĞMADIK (Ekber Goşalı)
 
Eller duaya açıldı,
Mübarek gökyüzüne,
Yaşamı boyunca,
Hep yaratmış kişinin,
Ruhu dolaşır,
Gökyüzünde.
 
İLAHİ SEVGİ (Resmiye Sabir)
 
Ben eriyen mumların,
Kimsesiz akşamların,
Ölümüne ağladım.
Anne, sense benim gözyaşlarıma..
 
Yer sınırlılığı nedeniyle, Azerbaycan’lı öteki şairlerin ve şairelerin şiirlerinden örnekler veremedim. Özür dilerim efendim.
 
YILIN SÖZLERİ (2):                    
1- Dünyanın neresinde Türk varsa, ellerimizi uzatmalı ve kucaklaşmalıyız,
2- Milli davalar, sözle, tek gözle değil; çift gözle, fiiliyat olarak izlenmeli ve değerlendirilmelidir (İsa Kayacanı
3- Yazılar, kitaplar, yazarın çocukları gibidir. Yaramaz, uslu, akıllı, esmer, sarışan, güzel, çirkin, tembel, çalışkan, nitelikleri ne olursa olsun, çocuklarını sever, analar, babalar. Gönüllerinde her çocuğun ayrı, özel bir yeri vardır. Şiirlerim, yazılarım, benim sevgili çocuklarım ve torunlarım gibidir (Mustafa Kemal Yılmaz-Ankara)

Telif Eseridir izinsiz kullanmayınız

 
 
 
 
 
 06

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Selma GÜRSEL
Selma GÜRSEL Hayat Hikayesi
KARNIYARIK (İmam Bayıldı)
1 kilo patlıcan   250 gram kıyma     2 orta baş kuru soğan
2 orta boy domates     1 kaşık salça
5-6 adet sivri biber3-5 dal maydanoz
5 çay bardağı sıvıyağı   Gerekli kadar tuz ve biber
            Patlıcanların başı alınarak aralıklı olarak soyulur. Bir kısmından bıçakla çizilerek arası açılır. Bol suda yıkanarak süzgece alınır tuzlanır ve bir tavaya koyduğumuz sıvı yağ kızdırılarak patlıcanlar kızartılırlar. İyice kızaran patlıcanlar bir kenara alınarak tavaya soğan doğranır ve üzerine kıyma konarak kavrulur. 
Kavrulurken yarım kaşık salça konur üzerine doğranan domates ve biber ilave edilir. Biraz kavrulunca ocaktan alınmadan maydanoz ilave edilerek tuz ve biber ilave edilir ve iki üç kere karıştırılarak ocaktan alınır.
Kızartılıp ve karnı yarılan patlıcanların içine bu karışım kaşıkla konulur ve bir tencereye dizilir patlıcanların yarısını kapatacak kadar sıcak su ilave edilerek pişirilir ve yarım kaşı daha salça ilave edilerek bir miktar pişene kadar kaynatılır sıcak olarak servis edilirler.

Telif Eseridir izinsiz kullanmayınız
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 07

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Ayşe ÇOBAN
Ayşe ÇOBAN Hayat Hikayesi
KÖPRÜ
Gurbet ellerde okumak için,
Bin bir sıkıntıyla kayıt oldular,
Ayrılık acısı,sıla özlemi,
Geçti yavaş yavaş huzur buldular...
Yurtlar kayıt açtı vakfımız kucak,
Sağ olsun Milletim,sönmez bu ocak,
Vatana Millete,hizmet sunacak,
Hakk rızası için görev aldılar...
Halktan vakfımıza bağışlar geldi
Okullar açıldı,yurtlar yükseldi.
Nice gariplerin yüzleri güldü,
Teşekkürler deyip memnun kaldılar.
Aynalarda gördüğümüz yüzleri,
Karanlığı boğacaktır sözleri.
Dua edip anacaklar sizleri,
Demet demet güller ile geldiler.

Telif Eseridir izinsiz kullanmayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
  08

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Adile TÜRKMEN
Adile TÜRKMEN Hayat Hikayesi
KIBLEMİ,KABE’Mİ SANA BAĞLADIM,
Gül yüzlü sevdiğim neme gücendin,
Senden başkasını sevdiğim mi var ?
Kıblemi,Kabe’mi sana bağladım,
Senden başkasını sevdiğim mi var ?
 
Aşkına düşeli yüzüm gülmedi,
Çok bekledim yarden haber gelmedi.
Çalışıp çabala oda olmadı,
Senden başkasını gördüğüm mü var ?
 
Akarsu sevmezse düşer mi dile.
Sevda bir çiçektir,götürmez hile.
Değil hakikatte düşümde bile,
Senden başkasını gördüğüm mü var ?

Telif Eseridir izinsiz kullanmayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 09

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Üzeyir Lokman ÇAYCI
Üzeyir Lokman ÇAYCI Hayat Hikayesi
YARIN GÜNEŞ BİZİM İÇİN DOĞACAK
Üşüme kavşağında
Soğuklukların…
Dilinin döndüğünce
Anlat şeklini
Korkulukların...
Nasıl olsa,
Yarın güneş
Bizim için doğacak...
 
Umursanmaz mı hiç
Sana yapılanlar?
Geceyi yaşamak gibi,
Gündüzün aydınlığında…
Biliyoruz nasil olsa,
Kılıfı hazır
Kabalıkların…
Yarın güneş
Bizim için doğacak.
Emeğinle parlatsan
Kararan yamaçları...
Belli değil,
Var mısın…
Yok musun aralarında?
Biliyoruz,
Seni hiçe saymak
Amaçları…
Bırak…kendine dert edinme
Bütün olanları…
Nasıl olsa
Yarın güneş
Bizim için doğacak...
 
Magnanville, 16.03.2000

 

Telif Eseridir izinsiz kullanmayınız

 
 
 
 
 
 
 10

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Ahmet CANBABA
Ahmet CANBABA Hayat Hikayesi
BİR YETKİLİ  GÖRMEZ Kİ 
Halk ekmeği kuyruğunda  öleni
Halkım  görür  bir  yetkili  görmezki
PKK  ya  yapılan   her  şöleni
Halkım  görür  bir  yetkili  görmezki
 
Fabrikanın  kirli  atık  suyunu 
Vererek   zehirler,    akan çayını 
Siyasinin gizli  rüşvet   huyunu
Halkım  görür  bir  yetkili  görmezki
 
Yakıyoruz  bize  fayda  sunanı
Kötülüğün  olmaz  Türkü  Yunanı
Ormanlara  avantadan  konanı
Halkım  görür  bir  yetkili  görmezki
 
Sıra  sıra oto yolda yazları
Aşka  davet  eder  sizi  sözleri
Fuhuş için  el kaldıran  kızları
Halkım  görür  bir  yetkili  görmezki
 
Alem yapar  gençler  erkekli  kızlı
Yaşarlar hayatı  oldukça  hızlı
Uyuşturucuyu  alırken   gizli
Halkım  görür  bir yetkili  görmezki
 23-8-2008

 

YAZARLARIMIZIN HAYAT HİKAYELERİNE GİTMEK İÇİN TIKLAYARAK GİDİNİZ!

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

DİKKAT ; BU BİLGİLER TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMDEN  İZİN ALINMADAN KULLANMAYINIZ!
YAPTIKLARIM YAPACAKLARIMIN GARANTİSİ ALTINDADIR!

1

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

 Hukuka, Yasalara, Telif  ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir.

1

Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM

BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR!

176 SAYI 25 Ekim 2013 SAYIYA Gitmek İçin Tıklayınız!