SANAL OLMAYAN ;
 "FİKRİ HÜR, VİCDANI HÜR"
YAZARLAR TOPLULUĞUNA   HOŞ GELDİNİZ !

ÇORUM ŞEKER FABRİKASI

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

 

SAYI 17 01/02/2010

İÇİNDEKİLER
Mehmet Akif ERSOY ÇANAKKALYE ŞEHİTLERİNE!

Ahmet CANBABA BAKKAL NASIL KURTULDU
Ahmet CANBABA AYDINLIK OLSUN
Ahmet CANBABA AYDINLIK VURGUNU
Ahmet CANBABA KURT KUZU

Atilla ALPAY 9 ŞUBAT DÜNYA SİGARAYI BOYKOT GÜNÜ..
Atilla ALPAY BORÇ

Mahmut Selim GÜRSEL YAZSAK NE YAZAR YAZMAZSAK NE YAZAR!
Mahmut Selim GÜRSEL İSMAİL PAMUK İLE YILLAR ÖNCE
Mahmut Selim GÜRSEL ZİYARETÇİLER; OKUYUCULAR VE YAZARLARIMIZ !
Mahmut Selim GÜRSEL ÇAL DOSTUM!
Mahmut Selim GÜRSEL GÖNÜL KIŞI “Zemherir”

Mustafa Nevruz SINACI ZAM, ZULÜM VE İŞKENCE DOĞALGAZ SOYGUNU
Mustafa Nevruz SINACI KÜRTLERİN LOZAN’A GÖNDERDİĞİ MEKTUP KEFERENİN “KÜRT DEVLETİ” FURYASI
Mustafa Nevruz SINACI HANGİ DÜNYA DÜZENİ
Mustafa Nevruz SINACI Müslüm TUNABOYLU
Mustafa Nevruz SINACI SORUMLULUĞU YETKİ KADAR SEVELİM

Selma GÜRSEL SALÇALI BULGUR PİLAVI
 
Çalışma TELİF ESERİDİR izin almadan kullanmayınız!
Hazırlayan Mahmut Selim GÜRSEL
corumlu2000@gmail.com
Sitemiz ve yazarlarımız;hukuka, yasalara, telif haklarına ve kişilik haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir.

 01

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

KİTAP ismi  Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE
 
Şuheda gövdesi, bir baksana dağlar taslar...
O, rüku olmasa, dünyada eğilmez başlar,
Vurulmuş temiz alnından uzanmış yatıyor;
Bir hilal uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş,asker!
Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid'i...
Bedr'in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi...
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
"Gömelim gel seni tarihe!" desem, sığmazsın.
Herc u merc ettiğin edvara ya yetmez o kitab...
Seni ancak ebediyyetler eder istiab.
"Bu, taşındır" diyerek Kabe'yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, rida namiyle,
Kanayan lahdine çeksem bütün ecramiyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan;
Yedi kandilli Süreyya'yi uzatsam oradan;
Sen bu avizenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken gece  mehtabı  getirsem yanına,
Türbedarın gibi ta fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile avizeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana.
“Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultani Salahaddin'i,
Kılıç Arslan gibi iclaline ettin hayran...
Sen ki İslâm’ı kuşatmış,doğuyorken hüsran,
O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, ruhunla beraber gezer ecramı adin;
Sen ki; a'şara gömülsen taşacaksın... Heyhat,
Sana gelmez bu ufuklar,seni almaz bu cihat...
Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber,
Sana ağucunu açmış duruyor Peygamber.”
                                     Mehmet Akif ERSOY

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 02

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Ahmet CANBABA

Ahmet CANBABA HAYAT HİKAYESİ

BAKKAL NASIL KURTULDU
Büyük bir Grosmarket de gözüne bir yazı ilişmişti.  ‘Bakkallar nasıl kurtulur’ diye. Bakkallar süper marketler karşısında ölüme mahkûm edilmişlerdi demek. Kurtuluşunu da gene süpermarketler düşünüyordu. Çevrede o kadar kurtulacak şeyler var ki çoğalt çoğaltabildiğin kadar. Emekli nasıl kurtulur, memur nasıl kurtulur, esnaf, köylü, çiftçi nasıl kurtulur. Daha da önemlisi Memleket nasıl kurtulur a kadar gidiyordu iş. Bu sanki Asiye nasıl kurtulur gibi bir şeydi demek. Hükümet memurun yakasına yapışmış, memur kurtulmaya çalışıyor. Kimi üç ay kalmış emekli olmasına  ‘bir emekli olayım’ kurtulacağım diyor. Neden kurtulacaksa! Çalışırken elektrik, su, doğalgaz, hastane kuyruğu vardı, bilmiyor ki garibim birde ‘emekli maaşı’  kuyruğu girecek devreye. Hadi bakalım kurtul kurtulabilirsen. Vergi kıskacına girmiş küçük esnaf; belki yirmi çeşit vergi. Birde bilinçsizlik var. Yığılmış kalmış vitrinlerde satılmayan mallar. Hele  ‘baharat’ cinsi küçük poşetlerdeki mallar, tarihleri geçmiş öyle duruyor raflarda. Müşteri bir şey alırken ayına, gününe bakıyor.
Fikri Bey nerede yeni açılan bir dükkân görse o dükkanı göz hapsine alır, tanıdığı pazarlamacıları yeni açılan dükkana gönderir, pazarlamacılara müşteri bulduğu için de komisyonunu alırdı. Ayrıca pusuya yatmış aslanlar gibi avını bekler, pazarlamacılardan aldığı ‘tiyo’ya göre hareket ederdi.
Fikri Beyin büyük grosmarketteki gözüne ilişen, ‘bakkallara verilen öğüt’ niteliğindeki yazı belleğinden hiç çıkmamıştı.
Sıddık Efendinin oğlu Fatih’inde gözü esnaflıktaydı. Hele bir emekli olsun  ‘o bilecekti’ ne yapacağını. Evlerinin karşısındaki apartman inşaatının bitmesine çok az kalmıştı. Alt kattaki dükkanlardan birini gözüne kestirmiş, her işe gidiş gelişte, dükkana alıcı gözüyle bakar, hayaller kurardı. Bu arada da dükkanın iç ölçülerini almış, kafasından nereye ne koyacağının hesabını çoktan yapmıştı.
Fatih emekli olmadan apartman inşaatı bitmiş, dükkanın bir başkası tarafından tutulmaması için,  ikide bir babasına ısrar ediyordu ‘bir an evvel dükkanı açalım’ diye. Babası Sıddık Efendide:
-Olum ne acelesi var hem bir emekli ol bahak! Dedikçe Fatih 
-Baba  açalım, ben emekli olana kadar  Yavuz’la  sen bakarsın dükkana.  Sabahları işe  gidinceye kadar sen, işten gelince de ben bakarım. Dükkana sen bakarsan, emekli olduğun için vergiyi az ödermişiz.” deyince  babası Sıddık’ta ‘olur’ demişti. Dükkan Sıddık Efendi adına kiralanır. Bütün işlemleri oğlu Fatih yürütür, babası dükkanın kendi adına açıldığının farkında bile değildir.
Sıddık  Efendi bankadaki  faizde yatan parasını çeker, borç olarak oğluna sermaye  yap diye  verir. Oğlu da birkaç ay sonra nasıl olsa emekli olacak, aldığı emekli ikramiyesini  babasına verip  borcunu kapatacaktır. Oysa Fatih  eline geçecek paranın üzerine biraz  koysa  oturduğu semtten bir daire alırdı. Ama onun kafası bakkal dükkanındadır. Yakınlarında başka dükkanlar vardır ama  ‘Allah herkesin kısmetini ayrı verir’ diye düşünür. Babasından aldığı parayla, dükkanın içini donatır. Artık pazarlamacılar Fatih’in  ayağına kadar gelmişler, pazarlayamadıkları ellerinde kalan malları Fatih’e satarlar. Çok geçmeden  Fatih nakit para sıkıntısı çekmeye  başlamıştır. Kendi  aylığını dükkana  harcadığı gibi babasının emekli maaşı da  alınan malların taksitine gitmektedir. Fatih gece geç saatlere kadar dükkandadır. Neyse ki sabahları babası açmaktadır dükkanı. Fatih akşamdan akşama uğramaya başlar  dükkana. Dükkanın satılmayan mallarla dolması  ve ellerinde dükkanı çevirecek sermayenin azalması  Fatih’in moralini bozmaktadır. Fatih’te  artık  akşam bir iki saat  bakıp dükkana, kasada beş kuruş bile bırakmadan ne var ne yok alıp, öyle gider olmuştu evine. Ertesi günde hep aynı şeyler tekrarlanıyordu.
Aradan zaman geçer, Fatih emekli olur. Emekli ikramiyesiyle babasına olan borcunu öder. Esnaflığın memurluktan daha zor olduğunu kavrar. Günde on beş,  on altı  saat çalışmanın  bıkkınlığı ile  sık  sık  dükkanı kardeşi Yavuz’a  ve babasına bırakıp gitmektedir. Esnaflık artık Fatih’in canına tak etmiştir. Ya  Babası  Sıddık Efendinin? O sanki halinden memnun mudur? Konuştuğu her müşteriye oğlundan dert yanmaya başlar. Fatih’in esas mesleği  şoförlüktü. Bir cahillik etmiş bakkal dükkanı açmış,  doldurmuştu satılmayan malları dükkanına. Kazandığı para ev kirasına ve arabasının benzin parasına gidiyordu.
Sıddık Efendinin okuma yazması olmadığından mahallenin çocukları  dükkana  yalnız Sıddık amcaları  olduğu  zaman doluşurlar, kimisi cips alır, kimi  sakız,  çikolata alır, parasını istediğinde:
-Sıddık amca deftere yaz  birazdan getireceğim” derler.  Sıddık Efendi de  çocukların yanında okuma yazma bilmediğinin anlaşılmaması için  veresiye defterini çıkartır,  kimin ne aldığını  aklında tutmaya  çalışarak yazıyormuş gibi yapıp deftere çizik atardı. Sonrada :
-Çabuk getirin parasını” diye birde tembih ederdi çocukları. Büyük insanlar bile biliyordu  Sıddık Efendinin okuma yazmasının olmadığını.  Çoğu kapıcılar da  aldığı şeyleri:
-Sıddık amca deftere yaz” deyip çıkıyorlardı  dükkandan. Herkesin sütüne kalmış bir şeydi  ödeyip ödememeleri. Herkes dükkanın başında Sıddık amcalarının olmasını isterlerdi.
Sıddık Efendinin kafasına yazdığı, kırmızı tişörtlü sakız, beyaz tişörtlü on yumurta, iki ekmek, kapıcı Kamil  apartman için aldığı on  ampul ve temizlik maddelerinin parası  haricinde,  kasada biriken  on beş  milyon lirayı da  akşam  oğlu Fatih geldiğinde almış üstelik babasına:
-Baba  hepsi bu kadar mı satışların?” dediğinde  Sıddık Efendi  kapıcının neler aldığını, kırmızı tişörtlü  çocuğun sakız, beyaz tişörtlü çocuğun da  on yumurta iki ekmek  aldığını  söyler. Fatih de:
-Hangi kırmızı tişörtlü çocuk baba? Beyaz  tişörtlü çocukta kim? Her zaman böyle mi  yapıyorsun?  Borçlarını ne zaman ödeyecekler?”  diye sorar.  Babası Sıddık:
-Ben onları biliyom olum, alırım onlardan. Esas sen dükkanının başında dur da  iyi işlet dükkanını “ dedi.
Sabah erkenden dükkanı açan Sıddık Efendi o gün dükkanına gelen çocuklardan  birine:
-On yumurtayla iki ekmek almıştın olum getdin mi parasını”  deyince  çocuk:
-Ne yumurtası!  Sıddık amca ben  yalnız ciklet aldım” dedi.  Sıddık efendi:
-Üzerinde  beyaz tişörtün vardı  ben bilmem mi  sendin olum.” dedi. Çocuk:
-Şimdi beyaz tişört giydiğime bakma Sıddık amca,  dün kırmızı tişörtüm vardı üzerimde,  ben yalnız sakız aldım. Al sakızın parasını”  deyip  Sıddık amcasına yirmi beş bin  lira  verdi ve dükkandan gene  bir şeyler alıp,  “parasını akşam veririm” dedi. Çocuk  çıktıktan sonrada üzerindeki  beyaz tişörtü belleğinde tutmaya çalışıyordu Sıddık Efendi.
Sıddık Efendi artık aklında renkleri de  karıştırmaya başlamış, kimin ne giyip de ne aldığını artık bilememektedir.  Oğlu  akşam dükkandan hesabı almaya geldiğinde de  münakaşaları eksik olmaz.
Fatih  emekli  olup dükkanı iyiden iyiye  babasına bırakmıştır. Kendisi her gün şoförlükle ilgili  gazete sütunlarında iş arar. Bir gün ‘bir makam şoförlüğü  aranmaktadır’ ilanı gözüne ilişir. İlanda ki kuruluşa müracaat eder ve hemen işe başlamasını söylerler.
Fatih artık  makam şoförü olarak bir özel sektörde çalışmaktadır. Dükkana akşamları hesap almak için  uğrar.  Dükkanın içinde mallar iyice boşalmaya başlamış, Sıddık Efendi  pazarlamacılardan aldığı malların parasını da ödeyemez duruma gelmiştir. Bazen pazarlamacı dükkana  alacağı için geldiğinde Sıddık Efendi:
-Akşamüzeri gel” diyor, pazarlamacı:
-Olur mu  amca her gün aynı şeyi söylüyorsun hangi akşamüzeri geleyim.  Bu akşam  son gelişim olsun”  deyip çıkıyor, bazı pazarlamacılara da,  dükkanına  alış veriş için gelen tanıdık  müşteriden:
-Akşam biriken hasılattan paranı öderim şu pazarlamacının işini bir  halledelim” deyip  para alıyordu. Müşteri akşam dükkana parasını almaya geldiğinde de:
-Bu gün senin paranı  ödeyecek kadar hasılat olmadı” deyip ertesi güne bırakıyordu. Ertesi günde, bir başka günden kalan  pazarlamacılar alacakları için geldiklerinde, elinde  avucunda ne varsa onu veriyor, bir şekilde borcu  günden  güne çoğalıyordu. Alacaklıların üçü beşi  akşam  geldiklerinde de başlıyor bir curcuna. Sıddık Efendi bunalıyor:
-Yav  hepiniz birden nerden çıktınız. Ben aha senden aldım”, diğerine dönüp:
-Senden ne zaman  para aldım arkadaş?” dediğinde, müşteri de:
-Etme, eyleme  Sıddık amca,  benden alıp ta  sütçüye vermedin mi,  üç gün önce? Deftere de yazdığını söyledin.  Hadi aç bakalım defteri” der.  Sıddık Efendi  yazmadığı belli olmasın diye:
-Pekiy öyleysem doğrudur. Günahı vebalı senin boynuna”  deyip, adama parasını veriyordu. Bunlar Sıddık Efendinin hep cepten ödediği paralardı. Ayın sonu  gelmeden  emekli  maaşını da  bu şekilde bitirmiştir. Sıddık Efendi tüm bu durumları da müşterilerine bir güzel anlatıp  oğlundan dert yanar olmuştu. ‘Kansızlar işletcez  diye açtılar dükkanı  sonnada benim başıma bırahtılar. Olu mu  canım bu bana’  deyip  müşterilerin kendisine  haklısın Sıddık amca demelerini beklerdi. Koskoca adam acınacak durumlara düşmüştü.  ‘Kendi kazancımı harcayamıyom, çoluk çocuğun maskarası oldum’ diye içi içini yiyordu. İyiki gecekondu arsasını mütahite  vermişti de  iki daire sahibi olmuştu.
Bir gün oğlu  Fatih’e:
-Dükkanı ne yapacaksanız yapın” dediğinde öğrenmişti,  dükkanın kendi üzerine olduğunu. Oğlu babasının adına dükkan işletiyordu ama  Sıddık Efendinin bundan haberi yoktu. Sonunda  ufak oğlu Yavuz’a, ‘devren satılık’ yazısı yazdırdı, gazeteye  ilan verdiler. Sıddık Efendi iki milyar istiyordu gelen müşterilerden. Gelenler şöyle bir bakıyor çekip gidiyordu. Komşusu  Can:
-Sıddık amca ne verirlerse ver kurtul” demişti de:
- Olumu Can Efendi, şindi alaman şu böyük buz dolabını iki milyara. Ben buzdolabı fiyatına veriyon aha bütün bu malları.” Sıddık Efendi  dükkanını bir övüyorki sormayın. Aradan onbeş gün geçiyor  bir müşteri  bir milyar veriyor.  Sıddık Efendi:
-Olumu canım bi buçuk vedilede vemedim”diyor.  Müşteri gittikten sonra komşusu Can:
-Verseydin ya Sıddık amca,  gün gelecek bu fiyata da müşteri bulamıyacaksın.” Dediğinde:
-Ölemi!  du bahak, Allah bizi biliyo” diyor. Bu arada  pazarlamacılarda  tanıdıkları Fikri Beye haber vermişler  müşteri olarak  Fikri Beyde çaktırmadan dükkanı göz altına almıştı. Sıddık Efendi gelen müşterilere dükkanı vermeye vermeye  en son bir müşteriyle münakaşa eder. Müşteriye:   “ -Yaharın gene vemen  beş yüze. Beş yüze olumu  canım” der. Tesadüfen  Can beyde  dükkandadır. Can  müşteri varken  eğilip Sıddık amcanın kulağına  sessizce:
- Bak bunu da  bulamayacaksın  ver kurtul”  demişti. Sıddık Efendi birden parlayıp Cana çatmış:
-Hep sizin yüzünüzden  veremedük  dükkanı” deyip,  müşteriyi kovmuştu dükkandan. Komşusu  Can bir gün pencereden baktığında dükkanın önünde bir hareketlilik  görür. Bir  pikap gelmiş  buzdolabını  yüklüyorlar. Can  üşenmez iner aşağı  Sıddık Efendinin oğlu  Yavuz’a sorar:
-Kaça devrettiniz dükkanı?” diye. Yavuz:
-Yalnız iki yüz milyona  buzdolabını sattık, biriken kira borcuna karşılık rafları dükkan sahibine bıraktık” der. Bu arada  bir yığın tarihi geçmiş baharatlar,  konserveler,  ufak tüplerdeki kalem uçları  gibi satılmayan malları da dışarı yığarlar. Mahallenin çocukları,  konu komşu alır malları da Sıddık Efendi  ‘kurtulduğunu’  sanır dükkandan. Aradan beş altı ay gibi bir zaman geçer, dükkanda kiralık  yazısı  halen durmaktadır.  Dükkanın çevresinde  bir adam dolaşır. İki ellerini siper ederek  dükkan camından içeri bakmaktadır. Adam dükkanın ne kadar zamandır boş olduğunu bilmektedir. Sıddık Efendinin kiraladığı fiyattan daha da aşağı dükkanı kiralar. Adam  dükkana fazla masraf yapmaz. Rafları,vitrinli dolabı, meşrubat soğutucusu  mevcuttur. Güzelce bir temizlettirir  ve dükkanın altındaki depoyu sürümü çok olan mallarla tıka basa doldurur.  Vitrinli koca  buzdolabını da getirip yerine  yerleştirir, kanuni işlerini halleder  işletmeye açar dükkanı.
Peşin aldığı malı veresiye vereceği zaman, fiyat hanesini boş bırakıp  müşteriden parayı alacağı zamanki  zamlı fiyatı  uygular müşteriye.  Yeni dükkan sahibi  Fikri  Beydi. Müşteriyle arasına bir mesafe koymuş, kendi sisteminden asla taviz vermiyordu. Gazetenin haricinde, domates, soğan, salatalık,  patates  gibi  ürünler koydu. Zaten bakkalı devralırken kazanmıştı. Sıddık Efendi çok yakınlarında açılan başka marketten dolayı şok olmuştu zamanında. Müşterilerine de market açıldı da ondan  işletemedik dükkanı diyordu. Fikri Beyin her fikri müşterilerinin hoşuna gidiyordu. Bakkal müşterisinin çok çeşit gibi bir beklentisi yoktu. Bunu bakkallar nasıl kurtulurdaki  yazıda da okumuştu.
Grosmarketin  yaptığı bakkala mal koyma deneyinde  1250 çeşit malın  425 adedi  işlem görmesine rağmen  bu 425 ürünün  163  çeşidi cironun % 90 ını oluşturuyor  diğer satılamayanlarda stokta  bulunuyor.  Sıddık Efendi stoktan kaybetmişti. Evinin tam karşısındaki arı gibi çalışan bakkalına baktıkça üzülüyordu. Bir gün bakkaldan alışveriş yaparken  bakkalın yeni sahibi Fikri Bey  Sıddık Efendiye:
-Beni tanıdın mı amca?” dedi. Sıttık Efendi:
-Yooh  ne biim canım kimsin.” Fikri Bey:
-Hani bana bir milyara  dükkanı devretmemiştin ya  işte ben o kişiyim. İki yüz  milyona  buzdolabını  aldım. İki yüz milyona da içini raflarıyla birlikte devraldım. İçinde bir aylık kirası da dahil.” Sıddık Efendi  dokunsalar ağlayacaktı. Birde üstelik  vergi  çıkıp gelmişti  işlettiği zamandan kalan. Hiç bir şey söylemeden  sessizce ayrıldı dükkandan.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 03

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Ahmet CANBABA

Ahmet CANBABA HAYAT HİKAYESİ

AYDINLIK OLSUN
 
Bir mum yakıp karanlığa ilk adım
Atalım yolumuz aydınlık olsun
Gücümüzü mutlu birlikteliğe
Katalım yolumuz aydınlık olsun.
 
Vatanımın hançer sokmuş bağrına
Hesap soramamak gider ağrıma
Neyimiz var neyimiz yok uğruna
Satalım yolumuz aydınlık olsun
 
Hasret kalarak özlenip yeniden
Tehlikelerden gizlenip yeniden
Tohum gibi filizlenip yeniden
Bitelim yolumuz aydınlık olsun.
 
Yurdumuzda askeriz bu seferde
Çare bulacağız bilinen derde
Fabrika bacası gibi her yerde
Tütelim yolumuz aydınlık olsun
 
 

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 04

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Ahmet CANBABA

Ahmet CANBABA HAYAT HİKAYESİ

AYDINLIK VURGUNU
 
Yozlaşmış bir düşüncedir izleri
Bilimsellikten uzaktır sözleri
Saplanmış bir karanlığa çabalar
Aydınlıktan vurgun yemiş gözleri

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 05

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Ahmet CANBABA

Ahmet CANBABA HAYAT HİKAYESİ

KURT  KUZU
Kader deyip acıya ağlamışlar
Kader yaratılmış katlansın diye
Kuzuları kazığa bağlamışlar
Kurtları salmışlar otlansın diye

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 06

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Atilla ALPAY
Atilla ALPAY HAYAT HİKAYESİ
9  ŞUBAT DÜNYA SİGARAYI BOYKOT  GÜNÜ...
15.yüzyılda Akdenizdeki İspanyol, Ceneviz ve Venedik korsanlarının  Piri Reis ve Barbaros’ların önünden kaçarak yeni yağma alanları bulmak ve yeni soygunlar yapmak bahanesiyle  sığındıkları  kıtada  buldukları bu zehirli ot; yani Tütün  yine  onlar eliyle önce Avrupa ya  getirilmiş ve oradan da Frenklerle  olan  ilişkilerini  ilerletenler eliyle de   bütün Osmanlı  ülkesine oradan da tüm Asya’ya hızla yayılmıştır.
Dünyanın en güzel  coğrafyasındaki  ülkemizin  ikliminin ; tütüne  elverişli  olması neticesi hızla her tarafta  ekilmiş , önceleri çubukla içilmiş sonra  nargile ile denenmiş ve yüz yıldır da  makinalarla sigara şekline getirilip  insanların istifadesine ( !)  sunulmuş bulunmaktadır.
Sömürgeci  haçlıların bizim  iyi sigara  içtiğimizi  keşfetmeleri  bana göre  son iki bin yılın en büyük keşfi  olmalıdır.Çünkü  makalenin ortasındaki sigara paketi 95  yıl önce  Almanya Dresden’deki Dünyanın en büyük sigara fabrikasında imal edilmiş ve Müslümanları kandırmak  için “ Selamualeyküm ” ismi  verilmiş  olan ve bugünkü “Salem ” sigarasının  Ata’sı  olan  sigara paketidir.
Bu dehşet verici  hadise  gibi  araştırmalarımız  neticesi   böyle nice reklam tuzaklarını ve insanlarımızı kandırmaya yönelik  sigara türlerini de antikacı ve koleksiyonculardan -ancak resimlerini- ele geçirmiş bulunmaktayız.(Ganimetimiz arasında (!) üzerinde Besmele yazılı paketlerden  tutun da  Selahattin  Eyyubi’yi at üzerinde  sigara içerken gösteren paketler ve “Mekke”  yazılı  sigaralar da bulunmaktadır.)
Nihayet  Cumhuriyetle  birlikte   ülkenin en büyük  lokomotif sektörü olan  Reji idaresi  Fransızlardan alınarak  İnhisarlar  idaresine tahvil olunmuş ; sonra da Tekel  adını  almış ve gittikçe büyüyerek 3-5 milyon insanın  bu sayede ekmek  yediği (!) bir sanayi  dev’i olup çıkmıştır.
Ama her gelen  iktidarın gafleti neticesi yabancılar –uzmanlarıyla- sigaramıza el atarak  Samsun ve Maltepe  haricindeki bütün Türk sigaralarına  toz şeker ,kakao ve Alkol kattırmış; onu katmerli  bir zehir haline getirtmiş ve bizlere  yeniden “ buyrun buradan yakın” diyerek bizim tütünümüzü bize yeniden ikram etmiş bulunmaktadırlar.
Sonra “Sizin tütününüz de çok meşhurdu  canım”  diyerek  ülkemize  şilepler dolusu  kendi Tütünleri  olan sulak yerde  büyümüş, radyoaktif  hormonlu Virginyalarını ve bundan mamül sigaralarını sokuşturmuş ve artık ülkemizi  kanserin kucağına da iyice  yerleştirmiş olmaktalar.
Bu sayede  “Canım  Türkiye’m ” günde  seksen milyon doları  her sabah  yakarak  akşama kadar tüketen ve ertesi gün  bir o kadarını daha yakarken  hem kendini hem de gelecek nesillerini  “yaktığını ” fark etmeyen bir   ülke  olup çıkmıştır.
Kendi  sigaralarının  reklamlarında  oynayan kovboyun  Akciğer kanserinden  ölmesine aldırmadan  hemen yerine dublörünü  yerleştirenler ; bizlerden bir plastik  damar karşılığında yüz elli  kamyon buğday istemekte ve Devletimiz de  günde  iki yüz elli  insanımızı  by-pass ameliyatı ettirerek savunma  bütcesi kadar  bir parayı sigaranın açtığı bu  yaraları  sarmaya harcamaktadır.(Bir anjiyonun devlete maliyeti dokuz,bir bypass ameliyatının maliyeti ise elli  milyar  liradır. )
Sigara  tütün ,alkol ,uyuşturucu ,kola ,fuhuş,aids ,frengi  zinciri gibi  çoğu ithal bir sürü felaketin  milli  hasletlerimiz olması kadar  bendenize  utanç veren bir başka konu daha yoktur.Bu özelliklere sahip olan Müslüman Türk insanı  profili ne yazık ki hep tekrarlanan “yüzde doksan dokuz safsatası” içine girmekte ; gerçekte ne olduğumuzu veya ne olmadığımızı da kimse  bilmemektedir.
Sigara  ile mücadele için çıkarılan 4207 sayılı kapalı  yerlerde sigara  içmeme  yasağı  tiryakilerin dışarı uğramasına sebep  olmuştur. Ama  ülkenin büyük  bir kısmı hala soğukta da  olsa  sigaralarını tüttürmeye devam etmektedirler.
Eğer kendimizi ve ülkemizi biraz  seviyor ve kendimize  biraz acıyorsak; bu “ korkunç zehiri ” bir an önce bırakalım  ve herkesin de   kurtulması  için çaba gösterelim. Zira bundan  büyük bir Milli  Dava olamaz. Her türlü milli  meselemizi de  ancak  yaşayan ve  sağlıklı  insanlar  çözecektir. Ulu mezarlıktaki  ölülerimiz  değil...
Saygılarımızla….

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 07

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Atilla ALPAY
Atilla ALPAY HAYAT HİKAYESİ
BORÇ
            Ülkeyi yönetenlerin iyi yönetemediği ve Amerika’nın Afganistan’ı vurduğu, iktisadi çöküş ve büyük maddi sıkıntılarının yaşandığı günlerdeydik. Hemen her gün yapılan zamlarla büyük bir sosyal çürüme içine giren halkın durumu da içler acısıydı. Yaşayan sosyal doku ve hala çözülmemiş akrabalık ilişkileri ile insanlar hayatını idame ettirmeye çalıyordu. Kış gelmişti. Herkes gibi bende en sıkıntılı günlerimi yaşıyor, nereye para yetiştireceğimi şaşırıyordum.
            Havaların soğuması hastalıkları artırmış, bu da tedavi ve yakacak giderlerini etkilemiş bütçemi de gerçekten perişan etmişti. Ülkede Amerika’nın saldırdığı Müslüman kardeşlerimizin yaşadığı Afganistan’ın para birimi olan Afgani bile abd doları karşısında yükselmiş; Türk Lirası ise değer kaybetmişti. Öyle ki bu kaybediş de hemen her gün hissediliyor döviz yükseliyor ve ona bağlı olan tüketim malzemelerini de etkiliyordu. Oysa garip olan bir başka konu da dünyada petrol fiyatlarının düşmesi Türkiye’de ise her gün ayarlanma bahanesiyle devamlı yükselmesiydi. İşte bu perişan günlerden bir gün evdeki bazı eşyaları satarak kışı atlatma kararı almış işe kıymetli kitaplarımdan başlamıştım. Hepsini itina ile ambalajlamış; alıp sahaflara götürmüştüm. Orada yapılan değer takdiri ile düşündüğümün onda biri kadar bile para verilmemesi, beni sükut-u hayale uğratmıştı. Yine koltuğumun altına alıp sevinerek eve getirmiş fakat yine de parasız kalmıştım. Öyle para edecek bir şeyim de pek yoktu. Ama maddi olarak da ömrümün en sefil günlerini yaşıyordum. Kiram birikmiş, ödenmeyen faturaların faizleri, katlanarak ödenemez hale gelmişti. Karanlıkta, soğukta kalacağım günler yakındı. Nihayet önce elektriğim, sonra gazım, sonra telefonum, sonra da suyum kesildi. Bidonlarla caminin şadırvanından su taşımak kolay değildi, mum ışığında oturmaya da zamanla alışmıştım, küçük tüple de yemeğimi hazırlıyordum. Eski odun sobamı kurup kömürlükteki hırdavatları ve bahçedeki kurumuş ağaçları yakarak bir müddet daha idare ettim. Kul sıkışmayınca Hızır’ın yetişmeyeceğini biliyorsam da yine de çok büyük ızdırap çekiyor; çaresizlik içinde kıvranıyordum. O gün ramazanın ilk günü idi. Evdeki nevaleyi ve cebimdeki son kuruşları sayarak kendime bir iftar sofrası hazırlamak üzereydim ki kapı çalındı:
            -Selamualeyküm.
            -Ve aleykümselam.
            -Hoş geldin, Mehmet, nereden böyle.
            -İçeri almayacak mısın? Bu soğukta.
            -Tabii  buyur gel, çok sevindim..Ee, hoş geldin.
            -Hoşbulduk, sen nasılsın?
            -Elhamdülillah!
            -Nereden böyle?
            -Libya’dan, uçaktan indim doğru sana geldim.
            -İyi ettin, sağ ol.Ama.
            -Aması  ne?
            -Biraz dardayım.
            -Niye? Hayırdır inşallah!
            -Ülkedeki  krizi görmüyor musun?
            -Ya evet, duyuyorum ama, bu kadar da olduğunu bilmiyordum.
            -Evet, maalesef öyle, hiç bir şeye para yetiştiremez olduk. Milletçe çok büyük sefalet çekiyoruz.
            -Allah  yardımcınız  olsun!
            -Cümlemizin.
            -Bu akşam sana misafirim, akşam oldu, yarın da memlekete hareket edeceğim.
            -Başımla beraber, memnun olurum. Çok iyi ettin, yalnız; yalnız..
            -Yalnız  ne?
            -Sana ikram edecek emin ol hiç bir şeyim yok.
            -Düşündüğün şeye bak. Hem önce şu emanetini bir al, al da ondan sonra daha da rahat konuşalım.
            -Ne emaneti?
            -Ben üç yıl önce Libya’ya giderken pasaport çıkarttıracak param bile yoktu. Hatırladın mı? Sonra yol parası bile bulamamıştım!
            -Eee
            -İşte o günlerde bana para vermiştin hatırlıyor musun?
            -Evet, şimdi hatırladım!
            -Senin o iyiliğini hiç unutmadım. Önce şu emanetini bir al, yani parayı. Sen o gün bana o parayı vermeseydin ben oraya çalışmaya gidemiyordum.
            -Sağ ol, Allah CC razı olsun,ilaç gibi geldi.Tam zamanında yetiştin.
            -Başka bir ihtiyacın var mı?
            -.....
            -Darda ve sıkıntıda olduğun her halinden belli.
            -İstemem,sonra ödeyemem.
            -Ne kadar  lazım?
            -Olmaz; alamam.!
            -Tamam,borç veriyorum oldu mu?
            -O zaman oldu.
            -Sana,o zamanlar senin bana verdiğin kadar kredi açıyorum. Sende bana üç yıl sonra geri ödersin  tamam mı? Şimdi itiraz etmeden al şu parayı.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 08

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mahmut Selim GÜRSEL

Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ
YAZSAK NE YAZAR YAZMAZSAK NE YAZAR!
            Yazan yazıyor.
Okuyoruz.
Aklımızın aldığını, desteklediğimizi kopyalayarak alıp kullanıyoruz.
            Bu yazıyı yazısında kopyalayarak yazan için ne kadar doğru?
            Bir yazıyı alıp kopyalayarak altına: Falanın filan kitabı sayfa bilmem ne, Ya da Filan yazarın fişkan sitesi yazmakla ne kadar doğru iş yapıyoruz?
            Bunlar bence yazan kişinin yazdığını alıp pardon “çalıp” ismini kullanarak kullanmak değil midir?
            Evet. Bu hırsızlığın daniskasıdır.
            Yazarlık değil aşırmacılıktan başka bir şey değildir.
            Yazsak ne yazar, yazmazsak ne yazar!
            Yazmaksak daha iye değil mi?
            İrdelersek:
            Kaynak olarak aldığımız satırlar, paragraflar, bölümler ne kadar yazıyı hazırlayan yazarın hakkını gasp etmek ve onun çalışmasını izinli veya izinsiz kendi yazınızda referans olarak göstermeniz için acaba o kişinin içtenlikle de olsa verdiği hakkını kendinizin yazısı gibi kullanılmasını ben anlayamıyorum.
            Peki! Şimdi ne yazalım?
            Yazmak birikim işidir. Birikiminiz varsa yazarsınız.
Birikiminiz yoksa falancanın yazısını çalışmanıza yapıştırır ve yazdım diyerek yayınlar veya yayınlatırsınız.
            Öğrendiklerinizi yazarak yayınlatınız. İlla ki filan kaynak demeyiniz. Sizi okuyan sizin o konu hakkındaki bilginizi ölçmek yada o bilgiyi öğrenmek için okuduğunu bilmemiz çok önemlidir. Okuyan zaten gazete ve TV den öğreneceklerini öğrenmektedir. Bizlerin o bilgilerde eksiklik veya yanlışlıklar varsa onları okuyanlarımıza kendi birikimimizle anlatarak onun ilgisini çekmemiz gerekmektedir.
            Diyorum ve talep ediyorum ki dergimizde yazılarınızın yayınlanmama sebebinin en büyük etkenliği budur.
            Kendi birikimlerinizi yazın ve yollayın.
            Güncel veya haftası kutlanacak ve bazıları 52 haftaya sığmayan önemli günlerimizi anlatırken bilgisayarımızın arama motorundaki bilgileri değil; bizlere düşünmeyi, fikir yürütmeyi ve bütün fiillerimizi yaptıran beynimizdekini yazalım lütfen.
            Dergimiz “DERLEME”, “AKTARMA” dergisi değildir.
            Adı üzerinde FİKİR DERGİSİ

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 09

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mahmut Selim GÜRSEL

Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 10

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mahmut Selim GÜRSEL

Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ

İSMAİL PAMUK İLE YILAR ÖNCE
            Yıllardan öncelere dayanan bir tanışın zamanını doldurunca ebedi aleme göçüşünün tarihine bakınca günlerin ne kadar çabuk geçtiğini anlıyoruz. O bu diyardan göçtüğünde seni 2001 yılını gösteriyordu.
            İş yerimde otururken her zamanki iri ve şen cüssesi ile kapıdan gözüktü ve selam verdi. Selamını alınca biraz İsmail Hocanın mırığının kırık (neşesiz) olduğunu gözlemledim. Takıldım:
            -Hocam ne haber; Bugün birisine mi kızdın? Neşen yok dedim. Bana yorgun gözlerle bakarak:
            -Selim ben artık uzatmaları oynamaya çalışıyorum. Biraz moralim bizim kalpte bir problem var Ankara’ya giderek ona bir revizyon yaptıracağım. Baktıracağım. Esas ben sana gelmemin sebebi helallik dilemek. Gidip gelmemek var, gelip görmemek var! Diyince ben ne söyleyeceğimi şaşırdım. Kekeleyerek:
            -Hayırlısı olsun; bunda bir şey yok dedim. Sustuk. Çaylar geldi içtik. Müsaade istedi. Bende işyerini kapatacağım beraber gidelim dedim ve arabaya binerek aynı yönde oturduğumuz mahalleye geldik. Arabada havadan sudan bahsettik.
            Birkaç gün sonra Uğur Pamuk dergimizin çizeri karikatür getirmek için işyerine uğradı. Sordum:
            Hocam geldi mi? Dedim. O da:
            Selim ağabey babam birkaç gün sonra pay-pas olması gerekiyormuş diye telefonda söyledi. Uğur’a hastanenin telefonu var mı dedim telefonunu verdi. Uğuru teselli ederek yolcu ettim. Eve gelince hastaneyi aradım. Hocam çıktı. Hal hatır sorduktan sonra bir ihtiyacının olup olmadığını, yapabileceğim bir şeyin olup olmadığını sordum. Ameliyat gününü sordum. Yarın saban bıçağın altına yatacağını söyledi, ben erkenden geleceğim dedi. Yemin verdi gelmemem için. Gelince burada beklemekten başka bir yapılacak iş olmadığını söyledi.
            Akşama doğru iş yerimin telefonu çaldı. Arayan Uğur’du:
            Selim Ağabey babamı kaybettik dedi. Şok oldum ve bir şey diyemedim. Günü gelince köye defnettik. Birkaç gün sonra da köye mevlidine gittik.
            Bir çınar böylece yok oldu zan edilse de dergimizde ve basında yazıları ile ve kalbimizde yaşamada. 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

11

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mahmut Selim GÜRSEL

Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ
ZİYARETÇİLER; OKUYUCULAR VE YAZARLARIMIZ !
            Sanal çalışmalarımın olduğunu sizler bu sayfalara girerek bilginiz dâhilinde olduğunu biliyorum. Ayrıca burada çalışmaları yayınlanan yazarlarımız da buralarda çalışmalarını sergilemekte. Yeni yapılandırmaya çalıştığım bu sanal yayını sizlere sunmanın gururu ve daha da iyi içerikler sunma arayışlarımızın sürmesi sonucunda bazı kesin kararlar alma zorunluluğu ortaya çıkmış bulunmaktadır.
            Yukarıdaki bilgilerin ışığında yapılması gerekenlerin neler olduğunu sizlerle paylaşmak istiyorum.
            Konuyu açmaya okuyucu ve ziyaretçilerimizle başlamayı uygun gördüm. Bu grup bililerimizi inceleyerek okur veya seyrederler. Faydalanıp faydalanmadıklarını ve onların bu konular hakkında görüş ve düşüncelerini 1997 tarihinden bu güne katıldıklarını ne yazık ki göremedim. Dergilerim olan Çorumlu 2000 ve Sarı Çiğdem Şiir defterini sanal olarak ve basılarak bizzat tek tek elimle dağıttığım zamanlarda da bu konuyu biraz irdelemiş ve sizlere yazmıştım. O zamanda medeni cesareti olan da olmayan da bir iki satır yazmaktan çekindi. Bu nedenle bu sitelerin ziyaretinin ancak sitelerde bulunan ziyaretçilerin tıklamaları ile anlamaya çalışmaktayız ziyaretçi trafiğinin yoğunluğundan bazen sitelerimizin barındırılan alanlarına erişilemeyecek boyutlara ulaşmaktadır.
Bu sayfalar bilindiği gibi üç gurup tarafından devamlılığı sağlanmaktadır. Bunlardan birincisi yayıncı olarak ben; yazarlar olarak burada çalışmaları ve bilgi ile tanıtımları yayınlanan sizler ve üçüncü grup olarak da bu yayınların işlerliği için bizlere yön veren okuyucu ve sitelerimize tıklamalar ile site ziyaretçilerimiz olan okuyucularımız olan sizlersiniz.
            Ayrıca okurlarımıza da bezi önemli günler ve dergilerimizin yayınları hakkında bilgiler sunduğum Çorumlular Google grupları olarak Fikir Dergisi Üye sayısı: 56606 Çorum ve Çorumlular Üye sayısı: 3489 e ulaşmış bulunmaktayız.  Grubumuzun bulunduğu adres   budur Buradan üye olabilir yada Çorum ve Çorumlular üye olmak isterseniz  e postasına mesaj yollayarak üye olmanız mümkündür yine  Fikir Dergisi için   yazabilirsiniz.
            Okuyucularımızın da fikir ve dergi ile sitelerimiz için görüşlerinin bizleri yönlendirdiğini unutmamamız gerekmektedir. Birkaç yazı ve öneri bizi tam bir sanal bileşime getirmemektedir.
            Gelelim bende dahil yazar arkadaşlarıma: Onlara ferdi olarak dergilerimizde yayınlanacak yazılarınızda başka yazılardan alıntı yapmayın, başka yazarların öz çalışmalarını tırnak içinde, dip not olarak kullanmayın, kaynak göstermeyi diye yazmaktayım. Onlar bu isteklerimi yanlış anlayarak kendi fikirlerini değil bir başkasının fikirlerini veya çalışmalarını kendilerinin ki gibi yayınlamamaların; sadece kendilerine ait fikir ve yazılarına o konular için yazmalarını istemekteyim. Bence yazarlar ansiklopedi değil kendi fikirlerini yazmaları önemli ve yazıları ile de okuyucularına bilgi ve yön vermeleri gereklidir. Kaynak vermeden nasıl yazalım, alıntı olmazsa o yazıya katılıp katılmadığımızı nasıl bilelim derseniz işte o zaman şunu salık veririm. Diyelim bu yazıya karşı veya katıldığınızı yazacaksınız. Yazıyı okursunuz buradaki tezim hakkında yazarsınız. Katıldıklarınızı kendinize göre yorumlar, katılmadıklarınızı ise aynı şekilde yazar veya çizersiniz. Bu yazı benim fikri çalışmamın bir ürünüdür, sizinki de sizin fikri ürününüzdür. Siz bu fikrinizi istenildiği gibi eğilip bükülerek; yazınızın tamamındaki öz bellek fikrini parçalanmış ve sizin demek istemediğiniz şekilde yayınlanmasına göz yumar mısınız?
            Şimdi sıra yayıncı olarak bende: Neler yapmaya çalışıyorum, neler yeni bunları da sitelerimi inceleyerek görebilirsiniz!
Sitelerimiz

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 12

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mahmut Selim GÜRSEL

Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ
ÇAL DOSTUM!
 
Çal da belli etme aldıklarını
Al da benim de aldıklarını
Yazda nasıl olursa yaz dostum
Okuyan okur, bilene ne deyeyim?
 
Çal dostum çalabildiğin her şeyi
Benim diye zannetme kandırdığını
Esas araştıranın zorlu emeğini
Zorluk kazanmadan yaz ben nedeyim?
 
Çal da izini belli etme cukkaları
Yaz benim diye elin bilgilerini
Yaz da nasıl olsa bilmezler diye
Alışa gelmiş dip notları ile.
 
09/02/2010 Çorum 12,20

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 13

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mahmut Selim GÜRSEL

Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ
GÖNÜL KIŞI “Zemherir”
            Zemherir: Cehennem'deki soğuk yer, soğuk cehennem. Zemherir’in soğukluğu pek şiddetlidir
Zemherir: Gün dönümü olara bildiğimiz 21 Aralık gününden sonra başlayan şiddetli soğukların 22 Aralıkta başlayarak 31 Ocak ayına kadar geçen süre olarak sözlüklerde kayıtlıdır.
Bu ay bilindiği üzere eski takvimlerde “Zemherir” halk arasında “r” harfi kullanılmayarak zemheri olarak kullanılmaktadır. Ben yine de gerçeğini yazacağım:
Atalarımız bir çok atasözleri ile kışın soğukluğunu anlatan atasözleri söylemişlerdir.
            Ağustos’ta gölge kovan zemheride karnını ovar!
            Zemheride yoğurt isteyen cebinde inek taşır!
            Zemheride kar yağmadan kan yağması iyi!
            Zemheriden sonra ekilen darıdan, kocasından sonra kalkan karıdan hayır gelmez!
            Ve başkaları da bulunabilir.
Bir Orta Anadolu Türküsünde
Bilmem şu gönlümün bende nesi var,
Her gittiğim yerde yar ister benden
Sanki benim mor sümbüllü bağım var
“Zemheri” ayında gittiği ister benden!                   
ve
Musa Eroğlu’nun
Sevdan uykulu düş gibi
Ayrılığı görmüş gibi
Bir manalı gülüş gibi
Zemheride sözüm …
Demiş.
Demiş diyenler. Artık bu devirde ne istersen her şey elinin altında! Tek elinin dönmesi, kesenin tıngırdaması varsa.
Artık “Zemheri”de gül de bulabilirsin, bülbülde bulabilirsin, her çeşit sebze de bulabilirsin. Yeter ki paran olsun.
Bu saman diliminde yaşadığımız için belki varlıklı olanlarımı çok şanslı. Kombisi olan ve doğal gaz parasını ödeyebilen yakabiliyor ve ısınıyor. Ya olmayanlar ne yapıyorlar? İte en önemlisi “Zemheride” olmayanların halleri.
Cehennemin bir bölümünün de soğuk olması ve gönlümüzün zemheri kışı olmaması dileği ile.

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 14

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ
ZAM, ZULÜM VE İŞKENCE DOĞALGAZ SOYGUNU
Azerbaycan Doğalgazı
12 Şubat 2010 Cuma günü itibarıyla bir m3 doğalgaz’ın fiyatı Ankara’da 72.02 kuruş.
Buna bilumum vergi ve sair gasp, iktisap ve mahsuplar dâhil.
Aynı günlerde Azerbaycan ile Türkiye arasında bir “doğalgaz fiyat uyuşmazlığı” vaki.           Bu nedenle bizzat Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in ağzından “Türkiye’ye doğalgaz satış; Türkiye’nin de fiyatını öğrendik”; diğerleri soygun sırrı olsa gerek, bilinmiyor. 
Neymiş? 1000 m3 Azeri Doğalgazının bedeli 120 Dolar.
Yani:
l20 x 1.5053 (12.Şubat.2010) = 180 TL/1000 m3
180 TL: 1000 m3 (180x100=18000krş) = 18 krş/m3
Buna göre:
Bir (1) m3 Doğalgaz’ın “BOTAŞ” alış fiyatı: 18 kuruş.
Vatandaşa 1 m3 doğalgazın satış fiyatı: 72 kuruş
Aradaki fark: 54 kuruş
Nihai alıcı vatandaş aleyhine tahakkuk ettirilen (+) fiyat farkı: % 300
Daha açık bir deyişle bu; Fahiş derece zamlı fiyat’tır.
Deyim yerindeyse; Apaçık gasp ve soygundur. Kamu istismarı yoluyla suiistimal ve vurgundur. Dahası: 18 kuruşluk Doğalgazın % 300 fazlası ile 72 kuruşa vatandaşa satılması insanlık düşmanlığı ve vicdansızlıktır. Doğalgaz almaya gücü yetmediği için (kurulu düzen ve tesisata rağmen) odun, kömürle ısınmaya çalışan; Sonra da sızıntı ve dumandan zehirlenerek ölen; Masum-müsemma, fakir-fukara, garip-guraba insanların taammüden katili olmaktır. Keza, fahiş fiyata doğalgaz almak için varını-yoğunu harcayan işçi-memur, asgari ücretli ve emeklinin; Hayati ihtiyaç, zorunlu gıda, giyim, minnacık bir konfor babından azıcık rahatlık, birazcık keyif ve insan olduğunun farkına varacak kadar huzur ve düzeninden kısarak maruz kaldığı çileli yaşam; Sebep olanların onursuzluk, şerefsizlik ve sorumsuzluğundandır.
İnsan hakları, adalet ve hukuk ihlâlidir.
Demokrasiyi anlamamak, bilmemek ve insana saygı duymamaktır.
Siyaset (idare) biliminden bihaber olmaktır.
ÖZELLİKLE: Duyduğumuza göre, Rusya’dan İngiltere ve daha uzak ülkelere bin m3’ü 65 - 100 dolara doğalgaz satılırken; 80’li yıllarda 32 dolara teklif olunan Kazakistan Doğalgazı yerine; Vatanın bağrına maviş’li hat ve hortumlar döşeyip, kamuoyunda sıkça söylendiğine göre 265 dolara gaz alacak kadar alçak hırsız ve domuzlara niçin hesap sorulmaz? Anayasa Mahkemesinde aklandılar diye mi? Öyleyse Anayasa Mahkemesi ve/veya üyeleri hesaba çekilmeli! Hiç “Mahkeme Kararı” haksız, adaletsiz ve sabit olan suçu ibra biçiminde olabilir mi?
Buna “olur” denilemez; “olur” da verilemez, ister Danıştay olsun üstüne yatılamaz!
O halde sorun bakalım!
Tüyü bitmemiş yetimin, dumandan boğularak; soğuktan donarak veya açlıktan kıvranarak ölenlerin hakkını!... Onlar hep “devlet babaya” inandılar, güvendiler, ama inandıkları ve güvendiklerinin kurbanı oldular. Nahak yere. İnsafsızca ve bazı domuzların “çatlayıncaya-patlayıncaya dek” zıkkımlanma hırs, heves ve ihtirasları uğruna. Bu kasıt, alçaklık ve vicdansızlıkların hesabı sorulmadan “doğalgaza zam” telâffuz eden “gişi’ler” biliniz ki apaçık halk düşmanı kene, aç domuz ve kara kanlı vampirlerdir.
 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

15

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ
KÜRTLERİN LOZAN’A GÖNDERDİĞİ MEKTUP
Hakikatte bilumum-u Yahudi, Ermeni, Rum, Sırp ve Cermen dönmesi oldukları halde; amansız bir aşk, şevk ve sevda ile “Kürt Meselesi” ne sarılan-soyunan sahtekârlara: “1923’ DE KÜRT   HALK  HEYETİNİN  LOZAN’A GÖNDERDİĞİ  TARİHİ  MEKTUP” ithaf olunur. “Bu günlerde (Lozan Konferansı görüşmeleri sırasında)  İngiltere yetkili kurul başkanı Lord Curzon’un Kürtlere bağımsızlık verilmesi fikrini ortaya atarak, Kürtlerin koruyucusu tavrını takınmasını, hayret ve şaşkınlıkla karşıladık!
Biz Kürtler, Turan neslinden bir kavimiz. Milli hatıralarımız ve özelliklerimizden dolayı Türkler bize, “yiğit ve cesur” anlamına gelen “Kürt” ismini vermişlerdir. Kürt adıyla anılan ve büyük hizmetleri geçen kahramanların isimlerinin yaşaması amacıyla Deminan, Hayderan, Kureyşan ve Lolan gibi isimler kabile ve aşiretlere verilmiştir. Bu aşiretler bugün anavatanın Doğu Türklerini oluşturmaktadır. Kürtlerin 1876 tarihinden önceki ve sonraki durumları araştırılacak olursa, “İranlı misyonerlerin” aşiretler üzerinde yaptıkları çalışmaların sonucunda Kürtler kendi öz dilleri olan Türkçe lehçesini ve öz kültürlerini yavaş, yavaş kaybettiler. Bundan dolayı Erzurum, Van, Bitlis ve Musul taraflarındaki aşiretler, Farsçadan başka bir şey olmayan, Kırmanç adı verilen Farisi lehçeyi konuşmaya başladılar. Bu misyoner faaliyetlerinden az etkilenen, Harput ve Diyarbakır taraflarındaki Kürt aşiretler ise ana dilleri olan Türkçe lehçesi ile karışık Zaza lehçesini konuşmaya başladılar. Bu Öz Türkoğlu Türkleri Yavuz Sultan Selim Han, Kürtlerin hanı Şeyh İdris-i Bitlisi’ye gönderdiği fermanla kendi ülkesine dâhil etti. O günden bu güne kadar, Türk akrabalarının şefkat ve himayelerinde huzurlu ve rahat yaşamakta ve Türk lehçesi ile de konuşmaktadırlar.
Yukarıda yapılan değerlendirmeden sonra, İngiltere yetkili kurul başkanı Lord Curzon’a sorarız ki;  İranlıların dilini biraz konuşmakla, o millete mensup olunduğu kabul edilirse, İngilizlere de dâhil her milletin durumu tartışılır. Doğu ülkelerini istila eden ve genellikle dünyanın kendi toprakları içerisinde olmasını hayal eden İngilizlerin, diğer milletlerin kabullenemediği  “müstemleke” kelimesinin yerine kulağa hoş gelmeyen ve aynı anlamı taşıyan “manda” kelimesinin de aslında aynı şey olduğunu Kürtler anlamıştır.
Dünyadaki zenginlik kaynaklarına sahip olmak isteyen İngilizlerin,  10/12si Türk olan Musul’u ve petrol kaynaklarını biz Müslüman Türk’lere çok görmesini hayretle karşılıyoruz. Lozan Konferansı’nda İngiltere yetkili kurul başkanı Lord Curzon’un,  Dersim (Tunceli) ve Bitlis olaylarından bahsederek tek millet olan Türk-Kürt arasına ayrılık düşünceleri sokma gayretini biz Kürtler anladık. Biz Kürtler, Avrupa ve İngiliz diplomatlarının parlak vaatlerinin altında kendi menfaatlerinin olduğunu biliyoruz. Bundan dolayı kendi direniş kuvvetlerimizi oluşturduk. 1917 yılında İngiltere yetkili kurul başkanı Lord Curzon gibi bağımsızlık vaatlerinde buluna Ruslara biz Kürtler: “Bizi anavatandan hiçbir kuvvet ayıramaz. Bizim rahata kavuşmamız sizin hemen bu topraklardan çekilmenizle olacaktır,” dedik.
İşte bugün bütün Kürtler, Lozan’daki Avrupa ve bilhassa İngiliz diplomatlarına aynı yanıtı veriyoruz. Kürtler bağımsızlıklarını, kendilerini yok edecek yabancılara değil, kendi ailelerinden olan Türk’lere ve Onları temsil eden Büyük  Millet Meclisi Hükümeti’ne emanet etmiştir. Sonuç olarak biz Kürtler, İngiltere yetkili kurul başkanı Lord Curzon’un bizler için fikirler üretmemesini rica eder ve Lozan’daki Temsil Heyetine ve başkanı sevgili hemşerimiz  (Kürt) İsmet Paşa hazretlerine başarılar dileriz.”
İMZALAR: Umum Kürt Amele ve Esnaf Cemiyeti; İstanbul Umum Kürtleri adına Reis Salih Kâhya; Lolan aşiret reisi; Sabık Erzurumlu İsazade Ahmet; Kürt Gençler Cemiyeti;  Düzerzade Dersimli Mehmet Sabri.
Kaynak: 24 Kânun-u Sani  (1339 - 24 Ocak 1923)  Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Başbakanlık Osmanlı Arşivi,  HR.İM, 60/

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 16

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ
HANGİ DÜNYA DÜZENİ
            1944’den bu yana bir “yenidünya düzeni” furyasıdır almış gidiyor.
            İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu söylem, insanlara çok hoş; Demokrasi, hak-adalet, barış ve hukuk vaat eden sevimlilikte pek sıcak ve ümit-var geliyordu.
            Evrensel bir yalan, kirli bir oyun ve düzen olduğu çok çabuk ortaya çıktı.
            Aradan geçen yıllar, bu teranenin hiçte samimi ve iyi olmadığını gösterdi. Bitti denilen savaş gerçekte hiç bitmedi. Açlık, yokluk, yoksulluk da öyle… Hiç bitmeden sürdü, sürüyor.. Çünkü daha o yıllarda türeyen “yenidünya” düzencileri, bir takım sahtekâr-düzenbaz, yalancı-talancı, dolandırıcı, mukallit ve mutlak surette “kene ve domuz cinsi” kan emici-sömürücü, terör-tedhiş odağı, bölücü ve faşist-anarşist idiler.
Bu nedenle, ileriki yıllarda 1. ve 2. Dünya Savaşları çok tartışıldı.
            Üstüne üstlük, yeni Çağ’ın adını da “BİLGİ ÇAĞI” koydular. 
            Ancak “bilgi” namına yapılan tertip ve teşebbüsler asla “bilge’ce” olmadı.
            Adına “aydın” dedikleri bir garip tür ve manipüle yaratıklar ortaya çıktı.
            Gerçek ilim-bilim adamları, kanaat önderleri ve halk filozofları ustalıkla dışlandı.
            İşte bu süreçte, kolektif düşünce ortamları, kurumsal beyin fırtınaları ve akil adamlar tarafından “dünya savaşları” ile bunların aptalca sebepleri ve korkunç sonuçları sorgulandı. Hattâ, her iki savaşın da “bilumum öncü ve artçıları ile” bir provokasyon olduğu iddia edildi. Milyonlarca insanın alçakça katledilmesi, muazzam maddi-manevi eser ve servetlerin mahvı, doğal dengenin onarılmaz bir darbe yemesi gibi felâketler doğurduğu değerlendirildi.          
            Nitekim şu anda, dünyanın tapusunu elinde tutan ve yeryüzü halkını amansızca sömüren kirli ve karanlık güçleri analiz ederseniz; Hakikatin aynen böyle olduğunu “sizde” görürsünüz.  Sağcılar ve solcular, maddeci-materyalistler, dindarlar ve din tüccarları!..  
            1944’den bu yana dünyanın bütün ülkelerinde uygulanan senaryo aynı.
            Zamanla bu arenada etnik kök, din-mezhep ve tarikat argümanları bile pazarlandı.
            Bir tarafta bütün unsur, uzantı ve bağlantılarıyla “yenidünya düzencileri” yer alıyor.
            Diğer tarafta, barışçı, pasif, insancıl, merhametli, üretimin ana unsuru ve dünyanın yükünü omuzlarında taşıyan “merkezi oluşturan” geniş halk kitleleri; Sadece anılan, anlatılan ve içtenlikle özlenen “medeni siyaset ve adalet ahlâkı”
            Ve, tarihin derinliklerinde kalan bir Nuşirevan!...
            Ve adına “kemirgenler, sömürgenler, hortumcular, kan emici kapitalist, emperyalist vampir, din tüccarı kene, siyaset hak ve adalet istismarsısı, sağcı-solcu, şucu-bucu” denilen İnsani boyut ve bilinç toplumu düşmanı alt varlıklar…
            Bunlar, adeta devasa bir ahtapot (canavar) gibi dünyayı sarmış, güçlü kollarıyla çoğu devleti pençeleri içine almış, kuşatmış, dini-donu, aidiyeti-milliyeti olmayan insanlık dışı yaratıklar olup; Gerçekte aynı olan ve fakat birbirinden ayrı gibi görünen iki koldan hareket eder ve faaliyet gösterirler.
Bunlardan birincisi ateist-pagan, din ve ahlâk, hak-adalet düşmanı, evrimci-devrimci sefih solcular; diğerleriyse dinci-kinci, yaradılışçı geçinen paracı-pulcu, fesat ve tefrikacı sözde sağcılar; Yerine göre farklı ad ve fraksiyonlar olarak tanımlanan tali gruplar…  
            Tek merkezden kontrol, koordine, tedvir, organize ve idare edilen “insanlık düşmanı” bu unsurlar, dünyanın bütün ülkelerinde var olup; Her yerde ve her şekilde tezahür ederler.  
            Örneğin meclisler, yönetim unsurları, köşe başları ve ekrandaki kuklalar!
Daha çok gazeteci, yazar ve akademisyenler arasından seçilen popülist demagoglar…
Her biri ellerine verilmiş senaryoları başarıyla oynuyorlar. Bir yazarın dediği gibi “bazısı bilerek bazısı habersiz, gaflet, dalalet ve hıyanet içinde yüzyılın oyununu sahneliyorlar..”
Bu yazar da onları ülkemiz özelinde (yerel bazda) iki kategoriye ayırıyor:
            “Birkaç kuşak kentli olanlar, Batı’yı Kâbe bilerek yoğrulmuşlar, kolejlerden çıkıp Avrupa ya da Amerika’nın yolunu tutmuşlar. Attila Ağabey’in deyişiyle, saatlerini hep Batı’ya ayarlamışlar.
Her gün ekranlarda “Türk Ulusu hiç olmadı ki!”, “Türkler etnik bir topluluk!”, “Türk sözü yasalardan çıkarılmalı!” demekteler. (İşin en garip ve enteresan yanı şu ki: Bunların kahir ekseriyeti kendilerini Atatürkçü, ilerici, aydın ve çağdaş olarak tanımlar! Ancak aralarında NUTUK’U okuyan nadir, Kuran’ı Kerim okuyanı ve namaz kılanı (!) hiç yoktur. Yine bu gruptakilerin çoğunluğunun Ermeni, Rum, Yahudi kökenli dönme-devşirme veya sabetaist, mason, misyoner ve koza-kripto olduğu gözlenir.) Biri “Batı’nın bu denli olumsuz bir imaja sahip olduğu bir ülkede, nasıl Batı yanlısı politikalar izlenecek?” diye iç çeker, bir başkası “Avrupa ve ABD Kürt Sorunu’nu çözmemizi istiyor, çözeceğiz!” diye çığlık atar, ani çark edişiyle dikkat çeken ötekisi “Türkiye bölgenin Amerika’sı!” diye yazarçizer, üstüne bir de kükrer!
İkinci grup kırsal kesimden gelen, tarikat ve cemaatlerin taa içinde yer alan, hilafetçi, şeriatçı söylemlerle ortada dolaşan, her türlü parasal ilişkileri beceriyle başaran, Amerika’yı Kâbe kabul edenlerdir. Büyük Ortadoğu Projesi’ni canhıraş savunurlar. Saltanata ve hilafete büyük bir iştahla sahip çıkarlar. Aynı sırtlan iştahıyla Gazi Mustafa Kemal’e saldırırlar!
            (Bu grup Müslümanlık iddiasındadır. İslâmi argümanları ince bir ustalık ve derin bir kurnazlıkla kullanırlar. Görüntü mükemmeldir. Oruç, namaz, hac hiç ihmal edilmez. Fakat, aralarında bir tane bile “samimi, muttaki, imanlı-şuurlu” gerçek Müslüman yoktur. Zira bu kategoriyi oluşturan tür; Yalancı, küfürbaz, kinci, üçkâğıtçı, düzenbaz-madrabaz, emanete hıyanet eden, kul ve yetim hakkı yemekte mahir, sözünde durmayan, çalan-çırpan, fırsat buldukça her namussuzluğu, sapkınlık, yolsuzluk ve soysuzluğu çok kolaylıkla, fütursuzca yapabilen çok tehlikeli yaratıklardır. İşin garibi, nesepleri araştırıldığında bunların da büyük çoğunluğunun Ermeni, Rum, Yahudi kökenli dönme-devşirme veya sabetaist olduğu gözlenir)     
            Batı’ya biat eden işte bu iki grup, Türk milleti ve Mustafa Kemal nefretinde birleşirler.
            Şu anda Türkiye’deki tüm kanalların başında Amerikalı Avrupalı “uzmanlar” var.
            Diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de medya bombardımanını yönetiyorlar. 10 yıl içinde millet, yarışmacı ve izleyici haline getirildi.
Zehirli bir toplum projesi halkın direnme gücünü sınıyor.
Her gün “demokrasi, hak hukuk, özgürlükler” adı altında!
AÇILIN; SAÇILIN; DEĞİŞİN!” diyenleri dinliyoruz.
Batı, Türk milletinden boşuna nefret etmiyor...
Tarihin çeşitli dönemlerinde tüm planlarını defalarca alt üst eden başka bir millet yok.
Halkını bin bir etnik gruba bölmeye çalışsalar da; Allah’la aldatmaya uğraşsalar, sahte dinleri dayatsalar da; beyaz camdan uyku hapları, zehirli iğneler fırlatsalar da; “aydın” kisveli deccalları besleyip besleyip büyütseler de, Türk milleti “mucize” bir millettir!
Çok yakında yeni mucizesini, tüm ağırlığıyla hainlerin suratına geçirecektir!”
NETİCE: 07.11.1982 Tarih ve 2709 Sayılı “mevcut” Anayasa’yı ilga ve sözde “sivil anayasa” yapmaya kalkışan (asker-sivil; sahibinin sesi) bilumum sulta ve cuntacılara “lütfen” DİKKAT ediniz!.. Bunların mütemmimi ve sadece bir kuşak öncesi de; TC’nin “Tek Sivil Anayasası” olan, Mustafa Kemal Atatürk’ün (1924/1928) Anayasası’nı 27 Mayıs 1960’da ilga, mahkum ve mülga etmişlerdi.   

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 17

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Müslüm TUNABOYLU

Müslüm TUNABOYLU HAYAT HİKAYESİ

SORUMLULUĞU YETKİ KADAR SEVELİM
Son günlerde yetki ve sorumluluklar konusunda medya da ,yerel basında,yazılı basında çok değişik görüşler öne sürülerek,yetkisi yok,yetkisi var,sorumlu değil ya da soruludur gibi sözcüklerden usandırıcı bir şekilde bahsedilir oldu. Hak, hukuk sözcüklerinden oluşan bir yazılı metini okuyucularına sunan değerli yazarlar, makalesini tamamladıktan  sonra sayfanın al kısmına  kondurduğu nokta ile gazetecilik görevini tamamladığını zanneder. Oysa, okuyucu tarafından okunan yazılı metnin yazarı için kullandığı sözcükler çok önemlidir. Yazar,kamuoyunda düşün ve düşüncelerinin ne ölçüde kabul gördüğünü ya da,yerildiğini bana göre bilmeli kısaca bir durum değerlendirmesi yapmalıdır. Ben görüş ve düşüncelerimi aktardım, bundan sonrası bana ait değildir diyemez basın mensubu, y ada görüşünü sunan yazılı metin yazarı, geleceği düşünmek zorundadır. Birkaç sözcükle vatansever olmak  ya da öyle görünmek yetmez.
Ülkede ki yöneticilerle iyi geçinmek varken neden hep olumsuzlukları bulup buluşturup kaleme almak daha güzel görünür.  Bu tür bir davranışı sergilemek belki bir süre için geçerli olabilir. Gelişmeler sizi geçici olarak haklı çıkarabilir. İşin bir de diğer yanını bir değerlendirmeye, kısaca sorgulamaya alalım. İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Trabzon, Erzurum, Diyarbakır, Urfa, Hakkâri, Edirne, Kırklareli, Zonguldak, Kocaeli, Erzincan gibi il merkezlerinde değil de küçük bir kentte, ya da kasabada gazetecilik mesleği ile uğraşıyorsanız, anılan kentlerde ki gibi sorunlara uzaktan bakamazsınız. Taşra gazeteciliği büyük kent gazeteciliğine hiç benzemez. Büyük kentte gazetecilik yapan meslektaşlarım, taşradan kendilerine ulaşan haberlerin ya da yorumların günler öncesinde gündeme düştüğünü, her zaman dikkate almalıdır. Meslektaşlarım, canım bugün artık zamanla yarış yapılıyor, çok kısa sürede bırakalım ülkemizi, yurt dışına ulaşmak bir an meselesidir, denebilir.
Geçtiğimiz günlerde tüm ülkemizi etkisi altına alan olumsuz hava koşullarının yaşamı nasıl etkilediğini birlikte gördük ve yaşadık. İşte öyle bir olumsuz hava koşulları sürerken TRT Kurumu sabah saat 0.730 da yayınlaması gereken ilk ana haber bültenini yayınlayamadı. Yönetici haber bülteninin olumsuz hava koşulları nedeniyle yayımlanamadığını söyleyerek, müzik yayınını sürdürdü. Canım ilk ana haber bülteni yayımlansa ne olur yayımlanmasa ne olur denebilir. Bu  düşünce kolay bir yanıttır. İlk ana haber bültenini yayımlamak için kendisine yetki verilen kişi ya da görevlinin görevini yerine getirememesi  nedeni  üzerinde durulmuş mudur? Durulmuşsa, sorumluluk sözcüğünün bir değerlendirmesi yapılmalıdır. Yazıp-çizerken yetkileri öne çıkarırken, sorumlulukları da dile getirmek ön koşuldur bana göre. Yetkinin  ya da, sorumluluğun  azı –çoğu olmaz. Kendini yetki ile donatan yasa, kişiye sorumluluk yüklemiyorsa bu tür bir yasa yeniden ele alınmalı, yeni düzenlemeler için gecikme olumlu karşılanmamalıdır diye düşünüyorum. Bu tür oluşumlar için  geçmişte ”SİNEK UFAK AMMA MİDE BULANDIRIR” deyimini kullanmışlardır.
Olayları yaşamak ayrı olaydır, yaşamış gibi görünmek, ya da  düşünmek ayrı olaydır. Taşra gazeteciliğinin bu dönemde  de geçmişte olduğu gibi olayları, yansız ve yalnız doğru ve dürüst olarak Kamuoyuna günün haberleşme olanaklarını kullanarak ulaştırmalıdır. Ulusal basında görevli meslektaşlarımız taşradan gelen haberleri değerlendirmeye tabi tutmadan çöp kutusunu kullanmamalıdır. Geçmişe göre bugünü bir değerlendirmeye tabi tuttuğumuzda ya da  sorguladığımızda düşün ve düşüncelerimizi okuyucularımıza ulaştırırken, kullandığımız sözcüklerin ne kadar kavgacı yada barıştı olduğunu saptamak baş görevimiz olmadır diyor  okurlarımı saygı ile selamlıyorum. MÜSLÜM TUNABOYLU/ÇORUM

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

   18

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Selma GÜRSEL

Selma GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ

SALÇALI BULGUR PİLAVI

Bir ölçü bulgur
İstendiği tadar tuz
1 yemek kaşığı margarin
1 yemek kaşığı salça
1 fincan zeytinyağı
İstendiği kadar karabiber
            Tencerede margarin eritilir. Bir yemek kaşığı salca erimiş margarinde eritilir. Tencereye 1,5 ölçü su konulur. Su kaynayınca bir ölçü bulgur konulur ve karıştırılır. Üzerine istenildiği kadar tuz ve karabiber ekilerek tekrar karıştırılır. Tencerenin kapağı kapatılarak suyu çekene kadar pişirilir. Bulgurun üzeri su çekilince göz göz olur, birkaç dakika bekletilerek dinlendirilen bulgur pilavı karıştırılarak sıcak servis yapılır.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR
 
 Hukuka, Yasalara, Telif  ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir.
Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM

18. SAYI FİKİR DERGİSİ 01/03/2010