SANAL OLMAYAN ;
 "FİKRİ HÜR, VİCDANI HÜR"
YAZARLAR TOPLULUĞUNA   HOŞ GELDİNİZ !
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

 

SAYI 2  01-11-2008

İÇİNDEKİLER
Ahmet CANBABA BİLİNÇLİ YİYİN ZAYIFLAYIN
Ahmet CANBABA BEN ANLARIM
Ahmet CANBABA YASADIŞI

Atilla ALPAY ALBAYRAK İLKÖĞRETİM OKULU
Atilla ALPAY ÇORUM'UN KİRLİLİKLERİ
Atilla ALPAY MEZAR-I ŞE RİF
Atilla ALPAY OKULLARDA ŞİDDETİN ÖNLENMESİNE

Emine SEVİNÇ ÖKSÜZOĞLU KAMBUR FATMA
Emine SEVİNÇ ÖKSÜZOĞLU ZAMANSIZ

Galip BARAN HAC SÖZLEŞMESİ

Hüseyin Hüsnü GÜREL “TÜRKİYE PETROLLERİ (TPAO) GENEL MÜDÜRLÜĞÜ TARAFINDAN ERZİNCAN OVASI VE CİVARINDA PETROL VE DOĞALGAZ ARAMA FAALİYETLERİNİN SÜRDÜRÜLMESİ KARARI MEMNUNİYETLE KARŞILANMIŞTIR

İsa KAYACAN ETKİNLİKLERDE,SANAT MI, SİYASET Mİ?
İsa KAYACAN ŞEMSETTİN KÜZECİ'NİN “IRAK BASIN TARİHİ” KİTAPLAŞTIRILIYOR

Mahmut Naci ÇUHACI DEĞİŞİM VE YENİDEN YAPILANMA

Mahmut Selim GÜRSEL ON KASIM
Mahmut Selim GÜRSEL BÖYLE İNSANLAR VAR MIYMIŞ?
Mahmut Selim GÜRSEL MERHABALAR
Mahmut Selim GÜRSEL ZAMAZİNGO İŞLER
Mahmut Selim GÜRSEL İNSANSAK EĞER

Mesut ARTAR AHİLİK HAFTASI
Mesut ARTAR GELECEK NESİLLERE BIRAKACAĞIMIZ MİRAS NE OLACAK?
Mesut ARTAR GERÇEĞİ GÖRMEK ZORDUR, ÖZELLİKLE ONU GÖRMEK İSTEMEDİĞİMİZDE?.
Mesut ARTAR SENİ SEVİYORUM DİYEMEDİM

Muhsin AKTAŞ BİR BAKIŞTAN SIZANLAR 1
Muhsin AKTAŞ UZANSAM ELİM DEĞECEKTİ
 
Murat HACIOĞLU KALIPLARA LANET ETSEM
Murat HACIOĞLU TEHLİKE’NİN FARKINDA MISINIZ?
Murat HACIOĞLU ZAMANI DURDURMAK

Mustafa Nevruz SINACI ATATÜRK VE GAZETECİLİK
Mustafa Nevruz SINACI ADALET, ÖZGÜRLÜK VE GÜVENLİK
Mustafa Nevruz SINACI ANAYASA'DAN ÖNCE YASA !... 
Mustafa Nevruz SINACI FATİH TERİM'İN MAAŞI, HÜKÜMET VE SOSYAL ADALET
Mustafa Nevruz SINACI GELENEK; MENDERES ‘VASİYET-EMANET
Mustafa Nevruz SINACI KUTSAL MİRAS; IŞIK VE AŞK
Mustafa Nevruz SINACI MENDERES 'VASİYET-EMANET' VE DP
Mustafa Nevruz SINACI MÜZMİN KRİZDEN KURTULUŞ
Mustafa Nevruz SINACI ÖTEKİ GAZETECİLİK VE MEDYA TERÖRÜ
Mustafa Nevruz SINACI ŞİMDİ ZAMANI!?..

Necati ÇAVDAR ENDÜLÜS’TEN

Rıza HARDAL BİR GÜN
Rıza HARDALYİNE YERİMDE SAYARIM

Rıza KOÇAK KAYIP OLDU NAZLI YARİM

Özkan KARACA AYNALAR
Özkan KARACATARİHE SELAM

Selma GÜRSEL FIRINDA PALAMUT

Serkan ÖKÇE HESAPTAN DÜŞER
 
 
Çalışma TELİF ESERİDİR izin almadan kullanmayınız!
Hazırlayan Mahmut Selim GÜRSEL
corumlu2000@gmail.com
Sitemiz ve yazarlarımız;hukuka, yasalara, telif haklarına ve kişilik haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir.

 01

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

KİTAP ismi  Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Ahmet CANBABA

Ahmet CANBABA HAYAT HİKAYESİ

BİLİNÇLİ  YİYİN  ZAYIFLAYIN
Hemen  her gün  gazete  sütunlarında  zayıflamayla  ilgili  yazılar  okursunuz. Çamur  banyosunun iyi  geldiğiyle ilgili  bir  mankenden diyet reçetesi  alırsınız. Doktoru  şunu  yeyin,  bunu  yemeyin  demişte,  mankende  artık yiyeceği  şeyleri  seçmeye  başlamış. Alışveriş  yapmak  gibi  özel  hobisinin  yanında  yemek yemek  gibide    özel  bir  hobisi  vardı. Bilinçli  yemek  yiyerek  zayıflayabileceğini  kendisi  biliyordu  ama  bilinçli  alışveriş    yaparak  gar dolabını  doldurması  işi de oldukça  zordu. Medyada  artık kimin ne yiyeceğinin  tartışıldığı  bir  ortamda, bu zavallı  bir türlü  zayıflayamayan insanlarımızın  durumunu  varın  siz düşünün.  Manken filancası,  biraz  fazla  kilolu  diye iş  alamıyorsa  veya sevgilisine  şirin  görünemiyorsa,  bunun  acısını  yaşayan  ve en çokta  böyle  mankenlerin  halinden  şikayetçi  şişman  zengin  sosyetenin TV deki  münakaşalarını  evinde zeytin  ekmeğe  talim  eden zümre  yapmıyor mu?. 
            Kışın mayo  defilesi  yapılırken podyumlarda  yaza  hazırlık  diye, yaz  ortasında sıcakta  kürklü,  kazaklı  kalın kumaşlardan  yapılmış  giysilerle yapılan defilelerde sergilenen kıyafetleri sade vatandaş  seyrederken  bunlar beni ilgilendirmez diye  tepki  koyabiliyor mu?.  Nüfusumuzun 35 milyonu  açlık sınırındayken, yaz  geliyor  diye martta  tv’ de ve  gazetelerde boy  gösteren  zayıflama  rejimiyle  ilgili  öneriler  sade  vatandaşın  neredeyse  baş  sorunu  olup  çıkıyor. İşkence haline getirdikleri aç yaşamayı rejim diye anlatmaları toplumu ne  yerine  koymaktır,  ben bunu  söylemeye  bir  kelime  bulamıyorum. Üstelik birde sade  vatandaşlar  nasıl kandırılıyor. Hani  aç kalmak işkence ya işte sizi  bu işkenceden  aç kalmadan  ve  açlık  çekmeden zayıflamanın metotları. Önce hangi  yiyeceklerin kaç kalori  verdiğini  bileceksiniz. Metabolizmanızı tok tutma eğilimine sokan ve  aynı  zamanda size  enerji  veren yiyecekleri  tespit  ettiniz mi  gerisi  kolay. Hangi yiyecekler yağ ihtiva eder. Bir  defa yiyeceğiniz  besinlerin  posası ve proteini bol  olacak. İçindeki şeker yükü  az olacak. Bu  genel bilgiden yola  çıkarak  yiyecekteki  favorilerinizi  tespit  edin. Ama bu  arada  damak  tadınızı ve ne  yapacağınızı  uzmanına sorduğunuzda   “canım  zayıflayacaksınız ya,  zayıflamada damak  tadı  düşünülmez”  der.  Yağsız salatayla,  yağsız  bir  çorba  yapın  bakalım.  Önceden öyle iştah açacak  acı yok, öyle  sosmuş,  mayonezmiş  kullanmak  yok. Lokmaları ağzınızda zaman tutarak yiyin.  Bir lokmayı  bitirmek  en az birkaç  dakikanızı  almalı. Yiyeceğiniz bütün nesneleri gözünüzün önüne getirin. Bir tarafta pirzolalar  olsun,  bir tarafta  baklava,  börek.  Hindi dolması ile kuzu  şişini de  belleğinizden  geçirmeyi  sakın ha ihmal  etmeyin. Önce beyninizde tokluk  başlasın. Bunları TV den   uzman  anlatırken evinde çocuk  annesine  soruyor.  “Anne hindi  dolması diyor,  o da ne ki”.   “Sus kızım  manken  ablanızı işte  bu  uzman  aha  bizim  gibi  zayıflatacakmış.  Gelseler de zayıflama   metodunu  bana  sorsalar  olmaz  sanki”  der kadın. Çocuğu  annesinin  bu  mırıldanmasını  duymamıştı  bile. Diyelim ki  tokluk sinyali  onların  beynine ulaşırken garibanında  beynine  yokluk  sinyali  ulaştı.  Sofradaki  zeytinini  üç kere ısırarak  ekmeğine katık  etti  ve çocuklarına :
“Bah  gızım  televizyondaki  bu  program yarınki  günümüzün  bu  günden  daha iyi  olmayacağının  işareti.  Ben ne diyorsam  siz öyle  yapın” dedi.  Sonra tv deki  uzman demez mi ki,  “yemek  yerken   zaman zaman dinlenin.  Sofradan kalkıp ta  bir yere  yatın  demiyorum  sayın  seyirciler.  Birbirinizle  konuşarak  vakit  geçirin” der demez stüdyodaki  mankenlerde  birbirleri ile dedikodular  seyircilerin  önüne  seriliverdi. Kim kimin  sevgilisini  ayartmış,  kimin  göğüsleri  podyumda iş  kazasına  uğrayarak  açılmışta  seyirciler  gördüğü  için  nazar  değmiş.  Mankeninde  silikon  göğsü  o  ‘nazardan’  patlamış.   Artık iş  kavgaya  dökülüverecekti ki  uzman  “sevgili  bayanlar, şu  anda  sofra  başında değilsiniz  lütfen kendinize  gelin” dedi de münakaşalar  kesildi. Ve uzman “işte kıymetli  seyirciler, manken  arkadaşlarımızın bu kırk dakikalık tatlı  sohbetleri  kadar, yemek  arasında sohbet  etmelisiniz”. “Bir  defa diyette  hem  karnınız  doyacak,  hem de en kısa  zamanda zayıflayacağım diyeceksiniz. Bunun ikisi  bir  arada  olmaz. En  az  altı  ay  gibi  bir  zamana  ihtiyacınız  var” dediğinde  zeytinini  dört  parçaya  bölen  ve kırk  dakikalık  manken münakaşalarının  ardından  uzmanın  arkasından da  olsa  evinden uzmanı  çekiştirmek  zorunda  kalan vatanım  kadını,  dört  parçalık  rejime:  “Vallah  benim  çocuklar  dayanamaz.  Tivi deki zayıflama rejimine.  Uzman zayıflama rejimi  anlatırken, sanki  onun  evindeki normal  yaşamından  bahsediyordu. Uzmanın zayıflama rejimini,   ekonomik rejime uygulamak isteyen  hükümet,  açlık  sınırının  altında  yaşayan  sade  vatandaşı  isyan  ettirmişti.  Bir  zeytini  dört kerede  yiyerek  bunun  altı  ay  devam  etmesine  çocuklarımı  alıştıramam diye  isyan  etti  ama  “hele şu   diyet  rejiminin  sonunu  bir  dinleyek  bahak”  dedi.   Uzman: “Yağsız yiye yiye damağınız bu lezzete alışacak.  Altı  ay sonraki  lezzetsizlik,  sizde  lezzete  dönüşecek ve  zorunlu  olarak  yağ  kullanmaya  bir  alerjiniz  olacak. Gittiğiniz yerlerde  yağlı,  lezzetli ve şişmanlatıcı  yemekler  olduğu  için  sizi  yemeğe  davet  edenleri üzmemek  için tadımlık  olarak  az az alacağınız  yemeklerde  zaten sizi  şişmanlatmayacaktır. Fazla  yiyerek  obozite olmak  yerine  her şeyi  kararında yerseniz zaten  obozite  olmaktan da  kurtulmuş   olursunuz” .  Bu  sırada  okurlardan  alınan telefonları  yanıtlar  uzman.  Spiker  bir  seyircimizden  telefon  var diyerek  uzmanın  sözünü  kesip, Uşaktan  Hanım  çeneli: “Efendim   senin dediğini  anlamış  değilim. Ben  zaten  günde bir  öğün yemek  yiyordum.  Şimdi  ramazan  gelecek,  mevcut  bütçeme  göre  bunu  artırmam mümkün  değil. Ramazanda  bir  öğünümü  ikiye bölüp  yarısını sahurda yiyeceğim. Benim bütün  şikayetim  oğluma  ekmekten  başka  bir şey veremiyoruz. Bütçemiz  kafi  değil.Günde  belki  beş  ekmek  yiyor. Sekiz  yaşında  doksan  kiloda  nasıl rejim uygulayabiliriz” dediğinde  uzman. Bayana  “Siz  kilolarınızdan  şikayetçi  değimlisiniz?” der.  Bayan  şikayetçi olmadığını  söyler  uzman  bayanın  yaşını,  kilosunu,   boyunu  sorar aldığı  cevaplar  karşısında  “tam  normal  kilodasınız.  Nasıl   bir  rejim  uyguluyorsunuz  bize  yazıp  gönderin.  Bundan  sonraki  programımızda  sizin  yaptığınız  diyeti  anlatalım”  dedikten  sonra seyircisine  çocuğunun  sorunu   olarak yaptığı  diyet  neticesi zayıflayarak  ölümün  eşiğine  gelmiş  bayanlardan  şişmanlamak  isteyenlere  senin  çocuğunun   uyguladığı  diyeti  uygulatarak
Zayıflıktan  kurtulmak  isteyen   müşterilerimize tatbik  edeceğiz ve bundan dolayı  siz seyircimizin bütçesine  katkıda bulunacağız  deyip seyircisinin  adresini   alır .   “Çocuğunuz  bir  ay  bizim  misafirimiz  olacak,  bizim  havuzumuzda  yüzerek,  her gün  cim lastik  yaparak  hekim  nezaretinde  kontrollü  olarak  zayıflatacağız.” Uzman,  dinleyenlerden gelen bir  sürü  telefonları   yanıtlar.  Bu  arada  kendi  kliniğinin  ve tesislerinin  reklamını  yapmaktan da  geri  kalmaz
            Uzman kişi  rejim  yapmak  isteyenleri  yağ  kullanmaya  karşı  direnmeye  davet  ettikten  sonra. Şekerle  ilgili  tehlikeleri  sıraladı. Kandaki  şeker  oranınız  çok   önemli  üstelik  halkımız  bilinçsizce  yağla  şekeri  birlikte  tüketiyor. Bu  iştahınızı  tetikler  oburlaşırsınız dediğinde, tivi deki  diyeti  dinleyen  sade  vatandaşımız,  komşusunun  çay  alamadığı  için  sıcak  suya  şeker konularak   çay  yerine  içtiği  şerbet  aklına  geldi ve  komşusunun  duvarını  yumrukladı.  İki  dakika   sonra  gelen  komşusuna.  “Bak  komşu  kahvaltıda  kullandığın  margarin  yağıyla  birlikte  şerbet  içiyorsunuz  ya,  o  işte  çok  zararlıymış  bah  doktorumuz  ne diyor  dinle”  diyerek  o  anda  söylediği  sözü  tekrar eden  doktoru komşusu da  dinler. Bak  tüm  bunların  yerine  kurabiye, çikolata, baklava  yerine  meyve  yiyeceksin. Komşusu  doktora  dönerek  “hay  ağzına  sağlık  doktor  bizde  zaten  öyle  yapıyoz”.  Kendisini  çağıran  komşusuna  dönerek  “öyle  değilmi  gı” dedikten sonra  neden öğle  olduğunu da televizyondaki  doktorun  duymadığına  üzülerek anlattı komşusuna. “Komşum  sen  de  aynı  şeyi  yapıyon  hiç  pazarda  satıcıların  gofret  attığını  duydun mu? Hiç  çikolata  attığını  duydun mu?, ya  baklava  attığını?  Biz zaten  Pazar  artığı  olarak sebzemizi  meyvemizi  topluyoz..  Onun  için  canımız  istediğinde  zaten sebze  ve  meyvemizi  yiyoz. Uzmanın  anlattığı   doğru  gomşu  bahsana  çevrene  bizlerden  herkes diyette  herkes  tığ  gibi.” Diyetçi  uzman  doktor  bu  arada sık sık  ama  az yemekten  bahsetmez mi günlük  ancak tek  öğün    yemek yiyen  komşusunu  diğer  komşusu  uyararak. “bak  gördün mü  kaç kere dedim size  akşamınızı  sabaha,  öğleye,  ikindine,  yatsıya  paylaştırın diye.” Komşusu:  “her öğüne çeyrek  dilim  ekmek  hemi,  öylemi diyon yani  sen bana? Kız kim doy ar  çeyrek  dilimle  allasseen!”. Doktor: “Ara  dilimlerde   yüz kalori”  der demez  komşu  “işte şu kalori  hesabından  anlamıyom. Yüz kalori,  yani yüz gramı  demek  istıyo”. “Yoh  anam,  bi  dinne bakalım  sende.  Ağız  tadıyla  bir  program   dinletmiyon .
Bu  arada diyet  uzmanı  sudan  bahsettiğinde,  gelen  komşu  “kalk  anam  kalk  aha bi  sattır  işe  güce   bahmadan  kilitlenip  kaldık   televizyona.  Böyle havadan  sudan  şeylerle  vakit  geçiriyoz”  deyip de  kalktı gitti  evine.  Ama  ne yalan  söyleyim  benim  hala  gulağım  televizyonda  doktorda. Doktor hala şişmanlar için,  onlar  kendilerini  fiziksel  özürlü  olarak  görüyorlar normal kilolarında  olanları gören  şişmanların,  tanrım  beni  tekrar  yarat dediklerini  duyar  gibi  oluyorum.  O  hala  Bol  su  için  diyordu. Şehrin  içme  suyu da  mikroplu.  Ama bilmem ki  nasıl  içsek  bol sudan. Doktor  herhal  dışardan  bidonla  su  alanları  kastediyodur. Pazardan  artık  toplayarak  evin  geçimini  sağlayan  bizler  için  değildir  bu  sözler.Eee  günde  sekiz  on bardakta  su.  Diyelim ki  içtik.
            İşte bu  tivilerdeki  sağlık  saatleri  pek  bi  hoşuma  gider. Bak  bugün ki  hekimde ‘Ostropoz’ diyo  dur  bi  gomşuya  seslenek bahak  deyip üç  dört  kez komşusuyla  bitişik  olan   duvarını  gene  yumrukladı…
 Aradan bir  iki  dakika   geçmeden  komşusu  demir  rezleli  kapının eşiğinden  göründü   “gene  ne var sabah  sabah  daha  sofrayı  bile  kaldırmadım. “Bak anam  bacım  bizde  hiç bi  hayat  galmamış ta  bizim  habarımız  yok.  Biz  orta  yaşlı  sayılıyoruz  ama gören  zanneder ki  yetmişinde.  Doktor  düzenli D  vitamini  kullanmamız  gerekli diyo.  Baksana  bidefa  sofanızdan  balık  etini  eksik  etmeyin”   deyip te ardından televizyondaki doktor  ‘somon’  dediğinde  …. “eh  bizim  soframızdan  çok şükür  ‘somun’  eksik  olmaz”  dedi.   Komşusu:  “sus  hele  somunu  annadık canım.”  Doktor  ‘Ton’  dediğinde  “tonmuş” dedi  gelen  komşu  “ohooo”  dedi   “tonnan  somunu  tedarih  ederik  eee dohtor.” Doktor ‘ Levrek’ deyince komşusu  hemen  ardından  “Bah  görüyonmu  ekmek te  gevrek  olacakmış besbelli” dedi. Doktor  devamla     “ardından da  sardalye  üstüne  süt  ürünlerini  sayabiliriz dediğinde …evin hanımı  “demek ki  sütü de  sandalye  üstünde  içecekmişiz”  dedi.  Komşusu  “annadıysam  arap  oluyum. Osdurapusdan  korunacaaz ne demekse”  Doktor: “D vitamini  güneş ışığı yardımıyla  cildimizde üretilir  bol  bol  güneşlenin” dediğinde ….ev hanımıyla  gomşusu  sözleşmişcesine  “aha  bi  onu  yapıyoh  zaten  bizde”. Bu  arada gene  bir  seyirci  bağlandı  telofona  “doktrcuum  günde  sekiz,  dokuz saat  bi  güzel  uyku  çekiyom. Saat  on birde  on ikide  kahvaltıdan  kalktı mı  öğle  yemeğine de  hacet  kalmıyor.  Kahvaltıda  ağzınıza  layık bi güzel  beyaz  peynir.  Ardından yumurta,  tereyağı,  reçel”,  Doktor  “duur  orda”;  dedikçe  bayan  “niye  duracam,  kimse  durduramaz  beni  kaç  gündür  sabahları  programı  arıyom  hep  meşgul  çıkıyo  kimse  durduramaz  beni”  deyip “ardından  ikindiyi  çok  hafif  geçiştiririm kırmızı  et  ve  balıkla  etin  yanında  mutlaka  salata  vardır.    Akşama  gene  bunlara  benzer  bir  şey  yerim  ama  yanında muhakkak pilav  ve  arkasından  tatlı  vardır .  Geceleri  yoğurt  ve sütü  ihmal  etmem .Tatlının  yerine  bazen  muzu,  çileği,  elmayı  meyve  olarak  tercih  ederim.  Bazen  rahatlık  versin  diye  şarapta  içtiğim  olur.  Şu  yirmi dört saat  gün  olarak o kadar  kısa ki  doktorcum adam bile  kızıyo  bana.  Yemek içmekten dolayı  kendisiyle  ilgilenmiyormuşum. Doktorcuum  günde bir  tanede multivitamin  içiyorum  çokmuu?  Ama  maalesef  spor  yapamıyorum  bu yaptıklarım  sizce  doğrumu?”
            Doktor  sabırla  bayanı  dinleyip  “kaç  kilosunuz,  sizde fazlaca obesit  olmalısınız    herhalde. Sabahları  erken  kalkın.  Geç  kalkan  fazla  kalori  yakmaz,  hareket  edin, kollestrol  ve doymuş  yağlara  dikkat  etmiyorsunuz  karbonhidratlı  yiyecekleri  daha  az tüketin.4000 kalorilik  öğle  yemeği  saydınız  bana.” 
             Evinde komşusuyla  televizyonu  izleyen  Sakine  hanım  Sakinliğini ilk  defa  bozup  komşusuna  dönerek: “Sankim  onlar bana   hayal  tacirliği  yapıyor  gibime  geliyor. Zayıf  olanlara    şişmanlama,  şişman  olanlara da   zayıflama dersi  verenlerin istediği şey bize  göre değil. Kimler  neyi  hayal  ediyorlarsa  işte o  hayal  tacirlerine  müracaat  etsinler. Zayıflamanın  iki  yolu  var.   Kendimize  gerekli  günlük  enerjiden  az alırsak  zayıflarız,  fazla  alırsak  şişmanlarız. Sağlıklı  yaşamdan  büyük  ikramiye  kazanmış gibi yiyip içseler de şişmanlamayanlardan  bahsediyorum.   
Tüm böyle  rejimi tatbik  ederek  ölüm  döşeğine  düşmüş  bir  mankenin  acı  dramı  ve bu  arada zaten  tatsız, tuzsuz, yağsız,  etsiz  sofrası  olan  vatandaşın  gene öyle  zayıf  kalarak  zaten rejimde  olduğundan, ölmeden  açlık  sınırında  yaşamaya  devam  ettiğini,  halkını  düşünen  devlet  adamlarının,  zenginler gibi  hiç  para  harcamadan  halkı  rejimde tuttuğunu,   milletinde  bundan  rahatsızlık  duymayarak  gene  bizleri  açlığa  mahkum  edenleri  seçtiğimizi  anlatacağım.
Doğru  ve dengeli  besleneceez diye   bi  kalori  listesi  tutuşturuverir  diyetisyenler  insanların ellerine.  İhtiyaç  duyduğu  kalorileri herkes  kendi  bünyesine  göre  alırsa, diyetisyene  gitmeye  hacet  kalır mı?.  İnsan  ihtiyaç  duyduğu  kadar  kalsiyum  alırsa  ve  hangi  besinlerin  ne kadar  kalsiyum  ihtiva  ettiğini  bilirse,  kemik  yapısını  insan  dengede  tutamaz mı?.
            Artık eskisi  gibi  devletin himayesi  altında  değil  vatandaş.  Evvelden  devlet  babalık  yapardı.  Fakire  fukaraya  yetime  dula.  Şimdi  her şey  özelleştirildi.  Birey  olarak   ailelerde   özelleşti. Şimdi kadınlar kocasının,  çocuklar  anne  ve babasının sorumluluğunda  olmak  istemiyorlar. Çünkü  bireysel  özgürlükte  sevmek  ve sevilmenin de  şartları  değişti.  Her şey  gidebildiği  yere  kadar  gidiyor. Günübirlik  mutluluğu  sürekli  hale  getirmeye  çalışıyoruz.
Koca  baskısında  kalan  kadınlara  ‘sığınma’  evleri  açılması,  kadının  çaresizliğinde  sokakta  kalmaması  açısından ne  iyi”.  Sakine hanımı  hayretler  içinde  dinleyen  komşusu,:” Ne gadar da  çok şey  örenmişin  bacım  sen” Öğrenmeziyim  hiç geçende  bizim  adamada  biraz  bahsettim de  adam:  “Peki öyleysem  kadın  sığınma  evi  varda,   neden  bir  erkek  sığıma  evi  yok?”  dedi . “Napacaan”  dediydim, “valla  hanım senin bu  çok  bilmişliğinden başka  nasıl  gurtulacaam”  demez mi. Komşusu “Valla  adam  haklı, bahsana  neler  biliyon  canım. Fazla  bilmişlik pek hayır  getirmez  insana.”

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 02

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Ahmet CANBABA

Ahmet CANBABA HAYAT HİKAYESİ

BEN  ANLARIM 
 
Susar 
İçince  gözlerinden
Gider  susuzluğu 
Pınarın.
 
Bakışlarıma 
Hoş geldin  demek  yokmu 
Göz kırpıp
Bir tebessümünle. 
 
Sımsıkı  kucakla
Bu yeter
Ben anlarım 
Senin  elveda  deyişini.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 03

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Ahmet CANBABA

Ahmet CANBABA HAYAT HİKAYESİ

YASADIŞI  
 
Yaşama  sevincini  bitirir
Bir  kurşun
Yasa  dışı
 
Yaşama  sevincini  bitirir
Bir  karar
Yasa dışı
 
İşgalci  gelir  oturur
Yüreğinin  baş köşesine,
Yasak  bir  aşk  yaşarsın
Yasa dışı
 
İşgalci  gelir  oturur
Memleketinin  baş köşesine,
Onay  görmez  yaptığı
Yasa  dışı
 
Ve  sana 
Bir  direniş  göstermek  düşer,
Bir  direniş
Yasadışı

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 04

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Atilla ALPAY
Atilla ALPAY HAYAT HİKAYESİ

YEŞİLAY'DAN HABERDİR ALBAYRAK İLKÖĞRETİM OKULU
Yeşilay  ikinci kez Albayrak'ta…
Türkiye Yeşilay Derneği Çorum Şubesi ilimizdeki okulları dolaşmaya öğrencilere sigara alkol ve bağımlılık  yapan maddelerin zararlarını anlatmaya devam ediyor. Öncelikle sigaradan başlayarak  gençlerimizin  ruh ve beden sağlığını tehdit eden tüm faktörlere  savaş açtığını kaydeden Türkiye  Yeşilay
Derneği Çorum Şubesi  Başkanı Attila Alpay da gönüllü  bir insan olarak okulları dolaştıklarını ve bunu  yıllardır sürdürdüklerini, kimseden de bir şey beklemediklerini  belirterek  şunları  söyledi :
"Geçtiğimiz g ün  ikinci kere Albayrak ilköğretim okuluna davet edildik ve peş peşe iki konferans verdik.Yeşilay  genel merkezinin verdiği  yetki ile  bilindiği gibi çağırılan her yere giderek
insanları bilgilendiriyor ve ilköğretim okullarında da sigara ,kola ve enerji içecekleri  ile sağlıklı beslenme konularını da kapsayan madde bağımlılığı  ile mücadele seminerleri veriyoruz.
Zararlı maddelerin tüketimindeki artış  gençlerimizin ruh ve beden sağlıklarını da tehlikeye atmaktadır. Öğrencilerimizin olduğu kadar ebeveynlerinde bilgilenmeye ve konunun  takibini yapmaya şiddetle ihtiyaçları vardır. Eğitimcilere ve velilere çok iş düşmektedir.
Bu okula da ikinci gelişimiz. Okulumuzun  gayretli ve çalışkan Müdürü Sn.Salim Söylemez beyefendi  son derece güzel bir salon hazırlamış.Teknik donanım da muhteşem. Bizi  davet ederek teveccüh gösterdikleri ve bilhassa genç öğrencileri bilgilendirmemize imkân sağladıkları  için kendilerine Türkiye Yeşilay Derneği adına  çok teşekkür ediyor sonsuz şükranlarımızı  sunuyoruz."

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 05

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Atilla ALPAY
Atilla ALPAY HAYAT HİKAYESİ
ÇORUM'UN KİRLİLİKLERİ….

            Şehrimizde "çevrecilik" deyince aklımıza  ya belirli gün ve aylarda yapılan çam dikimleri ve hatıra ormanları  gelmekte veya da baca gazları ile ithal  kömürlerin fiyatı ile  atmosfer kirliliği
hatırlanmaktadır.
Vilayetin çevre ile ilgili kurumları da sadece hava kirliliği ile ilgilemekte; basılan  dergi ve süreli yayınlarda da sadece yeşil çevrecilik özlemi dile getirilmekte, yazarların  akademik tezleri
aktarılmakta ve Çorum' un  elde kalmış son bir avuç piknik alanlarının resimleri  yayınlanmaktadır.
Yerel basının ise çağırılan haberlere gitmekten  öte  "kendiliğinden akletiği hiçbir önerisi, çözümü veya cesaretle üzerine gittiği  bir tespiti "yoktur.
İki yıl önce tüp gaz taşıyan lpg'li otomobil sayısı ticari araçlarda iki bin kadar iken bu gün bu  sayının ne olduğunu ve sokaktaki vatandaşa ne zarar verdiğini kimse araştırmamaktadır. Cadde kenarında bulunan zehirli gaz ölçüm araçları ise yaz günlerindeki atmosferdeki egzoz gazının  miktarını ölçmemekte; ölçüyorsa da  nasıl tedbirler alındığını  kimse  bilmemektedir.
Bu otomobillerin gizli karbon monoksit  zehirlenmesine "dur!" diyebilecek cesarette ne bir hukuk; ne de bir tıp adamı çıkabilmiştir.  Evlerde  şofbenlere  baca önerenler bu zehirli atık
için hiçbir şey söylememektedirler. Benzine göre  tasarlanmış motorlar bu gazı tam yakmamakta ve hele  kış aylarında bu şehrin insanlarını yavaş yavaş öldürmektedirler. Her sene yapılan egzoz ölçümlerinde de
motorlar benzine çevrilerek gidilmekte, kimse bu yürüyen zehirli gaz bombalarının hatırını  sormamaktadır. Ama her  köşede bir gaz dolum tesisi veya arabaları " çevirecek" tamirci bulunmaktadır. Bu işten çok da iyi para kazanılmaktadır ama halkın sağlığını  düşünen kimse yoktur.
Zehirli gazların  içindeki en sinsi olanı kokusuz karbon monoksittir. Kandaki hemoglobine  yapışarak  karboksi hemoglobin denilen müthiş bir zehirlenme yapar. Bunu oksijen  çadırı ve maskesi ile de kimse önleyemez. Yapılacak hareket derhal kan değiştirilmesidir. Yüz elli bin kişinin kanını  kimse değiştiremeyecektir ama gizli gizli hastalanarak  vefat  edenler  için ulu mezarda  mutlaka bir yer
bulunacaktır.
Bu kentin  baş ucundaki  çimento fabrikası  birazda Fransızlar para kazansın diyerek  hâlâ kaldırılamamıştır. ( oraya " filtre takılmıştır , zararı  olmaz" söylentilerine inananları her sabah
namazı vakti su deposu çamlığına  duman deşarjını seyreylemeye çağırıyor ve yanlarında da gaz maskelerini de getirmeye davet ediyoruz.)
Ayakucumuzdaki belediyenin  asfalt  şantiyesi ile küçük ve büyük sanayilerin, şeker fabrikasının bacaları da arada  bir bu kirletmeye katılmakta, kentin kanalizasyonu ile et kesim-eski salyangoz
fabrikasının- tesislerinin, kimyasal maddelerin ve hele hele tıbbi atıkların  nereye gittiğini, 125 tavuk çiftliğinin ayak ve atıklarının gömülü olduğu arazilerde asit yağmurları ile birleşerek yeraltı
sularına karışıp karışmadığını da  kimse  sormamaktadır. Bölgede köy, ilçe ve  illerin  atık suları, lağımları ve kanalizasyonlarının  tam olarak kimyasal, fiziksel ve biyolojik olarak arıtıldığını, tabiata temiz su olarak salındığını  kimse söyleyememektedir.  Hele hele  denetimsiz su sondajları yeraltındaki
kil tabakalarını delik deşik etmiş ve kirli ve temiz sular birbirine karışmış, milletin  ortak malı olan yeraltı  su şebekeleri de böylece "halledilmiş"  bulunmaktadır.
Bütün  bunların yanında hacmi gittikçe büyüyen ve korkunçlaşan dev bir canavar niteliğindeki Çorum Çöplüğü de hemen her gün metan gazı patlamaları ile gelecekteki en büyük çevre felaketini adeta "haber" vermektedir. Hele bu çöplüğün altında biriken kirli suların oluşturduğu "çökek gölü" nün kokusu dört km. öteden bile duyulmakta ve çöplüğün  sürekli yanan dumanları uzaydan bile görünmektedir. En yakın yerleşim birimlerinden  Toki konutlarında oturanlar  daha kaldırım ve
pazaryeri şikâyetlerini  aşamadıklarından  yakında kendilerini yiyecek olan bu büyük çevre felaketini henüz fark edememişlerdir. Atmosfer kirliliği, yer altı suları kirliliği, mikrobik kirlilik ve koku  kirliliği  gibi birçok "hasleti" bünyesinde barındıran çöplüğümüz hakkında kimsenin henüz bir fikri yoktur.
Bu kirliliklerin  haricinde   birde  görünmeyen kirlilikler  vardır. Bizce en tehlikelisi de  bu tür kirliliklerdir.
Cep telefonlarının  baz istasyonu veya röleleri  denilen  şiddetli elektromanyetik dalga üreteçleri  gittikçe  şehrimizin  içlerine yerleştirilmekte,yüksek direk  kullanma mecburiyeti olduğu ve
insanlardan uzakta  kurulmaları gerekliliği  dururken ilimizde de evlerin duvarlarına monte edilmekte; insan sağlığı hiçe sayılmaktadır. Kalp pili veya kapakçığı olan hastaların, metal bacak veya organ
protezi taşıyan insanların bulunup bulunmadığına  bakılmadan, küçük çocuklar hesaplanmadan yerleştirilen bu rasgele antenler için TBTAK tebliğ üstüne tebliğ yayınlamakta ama kimse kaale almamakadır. Telsiz ve linksiz radyo vericileri, sayıları gittikçe artan cep telefonları ile atmosfer kirlilikleri ile hava su ve ışık kirliliği  Çorumluyu fizyolojik ve   tıbbi  olarak yaralamakta tabelalardaki  yabancı
kelimelerle meydana getirilen başka kirlilikler ise de  konuşma lisanımızdaki  hastalıklara  eklenerek bir "kültür  kirliliği " oluşturmaktadır.
İnsanlarımızın  okuma merakı   gitmiş yerine  televizyon seyretme hastalığı gelmiştir. Geleneksel ve helal kazanç peşinde koşan Türk insanının hassas yapısının yerini de  duyarsızlaşma, bencillik ve
lüks tüketim ile rantiyecilik hastalıkları  aldığı için  bu gizli rehasızlıklarda sinsice ilerlemektedir. Hele hele ülkemizin önde gelen  sektörlerinden  fuhuş  sektörü de alabildiğince  yükselmiş ve bu aziz
şehir artık " kerhanesi-genelevi- ile meşhur bir kent olup çıkmıştır. Konuşmaya  ve yazmaya utandığımız  bu hastalık ise kazanç sahipleri vergi rekormeni yapacak kadar  revaçtadır.
İstanbulun fethine giden sahabe ordularının nal seslerinin yankılandığı ve Anadoluyu Türkleştiren Alparslan' ın askerlerinin otağ kurduğu  Çorum ovası, böylesine  fuhuş yuvalarını  bünyesinde bulundurmakla bir talihsilik  yaşamakta ve buranın müdavimi olan insanlarımız da  başka bir boyutta  kirlilik  yaşamakta veya taşımaktadırlar.
Bütün bunlara  sebebiyet veren  esas kirliliğimiz ise  "ahlak kirliliği" olup  ; buna  çare bulunmadan  hiçbir  kirliliğe çare bulunacağı kanaatinde değiliz.
Saygılarımızla...

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 06

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Atilla ALPAY
Atilla ALPAY HAYAT HİKAYESİ
MEZAR-I  ŞERİF
-Sen takımınla indiğimiz yerde kalıp geriyi kollayacak, uydu bağlantısıyla devamlı hem bizimle hem de karargahla haberleşeceksin. Bir aksilik olursa yardım kodunu kullan ve üsse haber ver. Her ihtimale karşı üç helikopter ve Harrierlerin katılacağı hava desteği hazır bekliyor. Bu şerefi İngilizler de kendileriyle paylaşmamızı istediler.
-Sende adamlarınla kayalık arazide sürünerek ve saklanarak köyü kuşatacaksın. Üç manga askerin var.  Her binaya birisi yaklaşacak. Herkesin yaklaşacağı binalar belli. Gece olduğu için yağ kandili yakıyorlar. Işık gelen pencerelerden korkmayın, karanlıkta pusu kuracakları çok yer var. Açıkta başka bina yok, ama  esas korkumuz yeraltı  girişleri..
-Termal kamera timi önce bölgeyi tarayacak. Ondan okey gelince binaları kuşatacaksınız.
-Uydudan bugün bu köyde bir hareket olduğunu gözlemledik. Bu köyde yaşayan insanlar var. Hem savaşıyor hemde barınıyorlar. Mayın yok, çünki kendileri de burada geziniyor. Alışılmış bir güzergâh tespit edemedik.
-Toprak evlerde eğer siviller varsa onları  toplayın, mukavemetle karşılaşırsanız ateş açın. Bu tam bir sıcak çatışma da olabilir. Eğer biz çekilirsek Harrierler ve Kobralar buranın tozunu atacaklar.
-Benim en korktuğum bu toprak evlerdeki savaşçılar değil de şu ortadaki büyük taş yapı. İçine uydudan giremiyoruz. Termal kamera işlemeyecek kadar duvarları kalın. Tahminimize göre yeraltına açılan kapı burası. Ve buradan bütün bir kentin altına ulaşacak tünellere bağlanılıyor, bütün istihbarat ve lojistik destek karargâhları burada. Aylardır aldığımız telsiz sinyallerinin  merkezi de burası zaten,hiç şüphemiz yok.
-Ben Vietnam’da iken de böyle taş ve eski harabelerin çok iyi sığınak ve komuta merkezi olduğunu görmüştüm,onlara ne top işler ne de tankla girebilirsiniz. Belki bir metre kalınlığında ve nükleer savaş sığınakları standardında duvarları var.
-Sende adamlarınla bu binayı kuşatacaksın çavuş, yapının  hiç bir penceresi  yok, sadece üst kısmında çok küçük hava delikleri var, oradan içeri de gaz bombası atamayız. Nasıl gireriz şu anda bilmiyorum. İki adamın plastiklerle kapıyı uçursun, içeri el bombası atın, birisi spiral monitör ve termal robotla içeri baksın, sonra girin.
-İşte orası bizi yeraltına götürecek olan giriş kapısıdır. Bunu unutmayın.
-Albayım Pentagondan arıyorlar.General Rousse telefonda..
-Buyrun Albay Hawkings..!
-Evet efendim,
-Olur efendim...
-Dikkat ederiz efendim.
-Sağolun efendim..
 -Beyler haberler kötü. Uzmanlar o taş binanın Müslümanlar için çok kutsal bir yer olduğunu bildiriyorlar. Eğer bir tahribat yaparsak ve bu duyulursa çok kötü olacakmış Bilhassa İran’ın derhal Afganistan’ın yanında savaşa gireceğini söylediler.
Zaten Müslüman ülkeleri -Türkiye hariç- hepsi fırsat kolluyor, Cia nerede ise bütün adamlarını bu ülkelerde hükümetleri bizden yana olacak manevralarda kullanıyor. Cezayir deki ayaklanmayı da gericiler tehlikesine karşı cuntayı kışkırtarak  güçlükle başardık. Ama bu durum uzun sürmez.
-Komutanım!
-Evet!
-Orası  İran  için neden çok önemli acaba?
-Bilmiyorum, hem İran hem de diğer İslam ülkeleri için çok önemliymiş. Ama bize vız gelir. Amerikanın çıkarları hepsinden önemli. Belki  orası bir mezar,anıt veya başka kutsal bir yer olabilir. Ama ne olursa olsun bizim hedefimiz.
-Sen bir şey mi diyeceksin, Nijeryalı ?
-Şeyy, hayır efendim.
-Bu binayı bulup kapısını açınca çok büyük bir patlayıcı veya ateş desteği ile karşılaşırsak o zaman ne  yapalım?
-Hemen geri çekilin. Sen takımınla karargâha ve pentagona haber vereceksin. Zaten bir kısmımız o zamana kadar belki ölecek. Ama destek birlikleri gelince de orayı dümdüz edecekler. Sulandırılmış uranyum kullanma kararı aldık.
-Ama komutanım.
-Sus çavuş, başka çare yok, yerin on metre altında tüneller kazmışlar, atom bombası bile atsan işlemez, Ne ile gireceğini  sanıyordun, İşaret  fişeği ile mi ?
-Ama efendim,Cenevre konvans..İnsan hakları...Nato çerçevesi
-Hepsini  boş ver yüzbaşı.
-Pentagon bir kılıfına uydurur. İtiraz edenin ımf  ile bağlantısı, dış yardımları ve amerikan kredisi kesilir,dolarları üçe  katlanır, Rambo filmleri  bile seyredemez,bir daha asla hamburger yiyemez,kola da içemezler görürler seslerini yükseltmeyi..
-Suçsuz yere çok insan öldürdük efendim. Bunun  sorumluluğunu...
-İkiz kulelerde de beş bin yankee öldü. Kimse sordu mu   o zaman.. Bunun sorumluluğunu ben üstüme  alıyorum. Korkuyorsan karının yanına  dönüp ,tv da beyzbol maçı seyredebilirsin.
-Evet, bir sorusu olan?
-Sen bir şey mi diyecektin Nijeryalı..
-Hayır efendim..
-Hareket saatine  kadar  herkes hazırlıklarını gözden  geçirsin! Hepsi bu kadar .Hepinize bol şanslar.
-Sağ ol!
-Dikkaaaat !.
-Rahat.
 
-Emirleri duydunuz, herkesin malzemeleri hazırmı? Saat 24.00 de bizi almaya gelecekler. Siz bu ülkenin en seçilmiş otuzbeş adamısınız. Eğer başaramazsanız, rezil oluruz.
-Peki kapıyı açıp yeraltı girişini bulursak ne olacak yüzbaşım.
-Bizim görevimiz oraya kadar, arkadan gelenler halledecek onu.
-Ne yapacaklar.
-Sanırım zehirli gaz kullanılacak. Belki de napalm!
-Ama efendim.
-Evet,
-O tünellerdeki labirentlere girecek kadar enayi mi zannettin bizi. Bu çılgınlık olur.Hepimizi fare gibi avlarlar. İşleri bitince girer teker teker toplarız.
-Sen  iyi misin  Nijeryalı..
-Evet,komutanım,
-Biraz rahatsızsın herhalde..
-Hayır komutanım.
-Pekala, çocuklar, Sam amca bizden fedakarlık bekliyor. Hadi göreyim sizleri...
-Şimdi dağılabilirsiniz.
 
-Termal kamera  cevap ver...
-Evet, efendim.
-Köy temiz yüzbaşım, ortadaki  taş bina hariç hiç bir hayat belirtisi yok.
-Ben adamlarımla  köye giriyorum yüzbaşım,hoşça kalın..
-Hadi bol şanslar..
-Bu harekatın zamanlamasını yapanlar neden ayın safhalarını da hiç hesaba katmaz ki. Şu aydınlığa bak, gece görüş bile kullanmıyoruz. Eğer burada olsalardı  keklik gibi avlanacaktık.
-Bizde Nijeryalıyı gönderirdik.
-Niye?
-Herif zaten zenci,simsiyah  baksana, bir gözlerinin içi beyaz .Zaten onu görünce korkarlar..
-Kesin konuşmayı,şimdi iş zamanı,telsizi ver  Tom.!
-Alo , alo , gprs cevap ver.
-Seni dinliyoruz  yüzbaşım!
-Çavuş,  ben binayı  kuşatmaya gidiyorum, köyde  hiç bir canlı yok.Etraf temiz.Siz bulunduğunuz yeri  koruyun,eliniz tetikte olsun. Bir tuzak olabilir.
 
-Bu kadar  kolay  olacağını  ummuyordum.
-Evet, komutanım kimseler yok. Köyü boşaltmışlar, ama yine de dikkatli  olmak lazım. Bu kadar kendileri  için önemli bir yeri bu kadar boş  bırakmazlar. Bu işin içine bir iş var çavuş..
-Haydi Logan, ekibini  al ve binayı kuşat.
-Ok. Komutanım.
 
-Kapıya, patlayıcıları  yerleştirdiniz mi ?
-Evet efendim, bağlantıyı kesmeyin ,etrafta siper alın.
-Şimdi...
-Tamam çavuş içeri giriyoruz,
-Dikkatli olun yüzbaşım. Bol şans.
-Kapıda amma sağlammış, zor kırıldı, eski bir yapı burası. Kapının levhalarına bak, perçinlemişler birde..
-Burası  bir mezara  benziyor komutanım.
-Evet mezar tabii, pentagon öyle dedi. Hemde Müslümanlar için çok da önemli bir  mezar.
-Ne önemi varmış ki  bir taş bina  alt tarafı,
-Bob, termal  spiralini getir, başınızı uzatmayın ve bulunduğunuz yerden kıpırdamayın sakın
-Kimse ayağa kalkmasın.
-İçeride ne var bob, çevir  bana monitörü..
-İçerisi boş komutanım...Bomboş..Aa dip tarafta merdivenler var .Bir kapı görünüyor ama giriş kapalı, taşla  örülmüş  sanki...
-Tamam işte orası, bulduk yeraltı sığınağının  girişini bulduk .
-Ne yapacağız Komutanım.
-Uçuracağız Nijeryalı.
-Ama burası  bir türbe. Bir kutsal mezar,benim inancıma göre  buranın...
-Sahi,Sen Müslüman’dın değil mi ?
-Evet, efendim.. Şimdi anlıyorum tedirginliğini. Seni  niye bizimle  yolladılar ki ?
-Burası bir İslam ülkesi yüzbaşım, Nijeryalının bize çok faydası olabilir.
-Kes sesini  çavuş.Seninle sonra  konuşacağız Nijeryalı..
-İçeri  giriyoruz, gece görüşleri takın.
-Haydi,ileri.Marş.
 
-Buraya buraya ..Hiç girmeyecektik komutanım.
-Emir böyle. Binlercemizi öldüren adamlar buraya saklanmışlar, yeraltı sığınağına giden yolun ağzı burası...
-Burada duvarda yazılar var, ne yazıyor gel de oku Nijeryalı .
-Başüstüne komutanım.
"La seyfe illa zülfikar"..."La  feta illa Ali". Aman Allah’ım, Yarabbi beni Affet..
-Zenciye bak korkudan  bembeyaz oldu . Çok komik.
-Yamyam ağlıyor bak,
-Kes ağlamayı Nijeyalı ne oldu, niçin,cevap ver. Neredeyiz? Ya bu kapının üstünde ne yazıyor?
-Haza Kabr-ü Ali-yül Murtaza...Bin Ebu Talib .(RA). Allahu Ekber...
-Buradan çıkalım yüzbaşım, bende korkmaya başladım.
-Nijeyalı Yere kapandı Yüzbaşım. Burada önemli birisi olmalı..
-Korkmaktan bahsedeni alnından vururum. Çocuk musunuz siz.?
-Bu taş duvar  çok eski yüzbaşım. Yeni örmüş olamazlar. Girişin kenarları da örümcek ağları ile örtülü bunlar bir gecede olmaz.
-Valla hiç anlamam emir emirdir, patlatacağız ve içeri gireceğiz.
-Kes  ağlamayı Nijeryalı.Kalk ayağa Burayı sen uçuracaksın anlaşıldı mı ?
 
-Cevap versen...Yokse emre  itaatsizlikten...
-Şeytan diyorki  bir çatışma çıksa da şu pis zenciye bir kurşun ...
-Yüzbaşım, bir gürültü var dışarıda.
-Susun bu da ne?
-Müslümanlar geliyor, nal sesleri var.
-At kişnemeleri duyuluyor, geliyorlar, atlarla  geliyorlar.
-Jiple gelecek  değiller ya sersem, bu ilkel herifler
-Tuzak bu biliyordum. Bizi kıstırdılar işte.
-Herkes dışarı,çabuk kayaların arkasına  tam siper..Çavuş çavuş gprs ,pusuya düşürüldük. Karargâha haber ver. Helikopterler, harrierler gelsin,hava desteği...
-Çabuk makineliyi  kurun,.
-Yüzbaşım  sizi duyamıyoruz, neler oluyor orada.
-Alo, alo!
-Ateşş edin ateşşş.!
-Aaahhhh!
 
" Cnn den şimdi aldığımız bir haberi veriyoruz sevgili izleyiciler:
Amerikan deniz piyadelerinin mezar-ı şerif'e yaptıkları baskın başarısızlıkla sonuçlandı. Kafası kesilmiş durumda bulunan otuz dört amerikan askerinin katliamını üstlenen olmadı. Taliban'ın Pakistan’da bulunan sözcüsü ise kenti üç gün önce boşalttıklarını açıklarken Usame bin ladin in Sudana geçtiği ileri sürülüyor.
İran İslam Cumhuriyetinin operasyon ile ilgili olarak Abd ' ne nota vermeye hazırlandığı ve Endonezya ile Pakistan’ın da   harekatı protesto ettikleri bildiriliyor.
Öte yandan Türk hükümeti yetkilileri de  Abd başkanı  G.W.Bush' a  gönderdikleri mesajda Amerikan askerlerinin   katliamından büyük üzüntü duyduklarını ve teröre karşı mücadelede Amerikaya her zaman destek vereceğini açıkladılar.
Bu arada Amerikan ordusundaki zenci Müslüman askerlerin  ordudan firar ederek Taliban saflarına katılmak üzere Afganistana geçtikleri de  gelen haberler arasında"
 
La feta illa  Ali :Ali ra dan başka genç yok
La feta illa  zülfikar : Zülfikardan başka kılıç yok
Haza kabr-ü Aliyyül murtaza : burası Hz.Ali ra' nın kabridir.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 07

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Atilla ALPAY
Atilla ALPAY HAYAT HİKAYESİ
OKULLARDA  ŞİDDETİN  ÖNLENMESİNE DAİR BİR ARAŞTIRMA 
Okullarımızda  teknik ve kriminal anlamda  bir şiddet olduğu kanaatinde değiliz. Çok şükür ki ilimiz  dahilindeki okullarda çeteleşme, yaralama, kavga,cinayet vb gibi ağır suçlar görülmemekte ,öğretmenlerimiz şiddete  maruz kalmamakta ve öğrencilerin  mala ve cana  yönelik  taşkınlıkları bulunmamaktadır. Bize göre esas tehlike dışarıdadır. Büyük şehirlerdeki  istenmeyen  haller de   önümüzdeki -belki-bir on yıl içinde şehrimizde de görülmeye başlanacaktır. Bunun içinde  şimdiden  bazı tedbirlerin  alınması  gerekmektedir.
Okul müdürlerimizin ve değerli  eğitimcilerimizin  çeşitli vesilelerle  basına verdiği bilgiler içerisinde kayda değer disiplin suçları olmadığını ve okullarımızda  asayişin berkemal bulunduğunu da memnuniyetle  öğrenmiş  bulunuyoruz.
Ancak Türkiye  Yeşilay Derneği ;  ülkemiz çapında yaptığımız araştırmalar  ve anketler sonucu okullarımızda şiddet  diye bir kavramın -en az gelişmiş ülkelerdeki  oranlarda-bulunmamasının yeterli olmadığını; eğitimin ve  başarının artması için  gençlerimizin  ruh ve beden sağlıklarının da  yerinde olması gerektiğini düşünmektedir.
Bu itibarla tespit ettiğimiz  tehlikeler şunlardır:
1/ Yurdumuzda  1-17 yaş arası  genç nüfus 26 milyondur. Bunun on beş milyonu öğrencidir.Bu gençlerimiz yedi-on bir yaşları arasında sigara ve alkole başlamaktadır.Yakın yıllarda enerji içecekleri de bağımlılık yapan  maddeler  arasında yerini almış; sentetik uyuşturucular (extasy' ler ) bilhassa büyük  şehirlerimizde  adeta  salgın  haline gelmiş bulunmaktadır. Büyük  uyuşturucu  trafiğinin  köprüsü olan ülkemizde de hemen her gün zararlı maddeler  yakalanmakta, bunlarda büyük miktarlara  tekabül etmektedir.
Yurdumuzda seksenli yıllardan  beri gittikçe artan yabancı sigara bağımlılığı tekel idaresinin  tümüyle satılması  neticesi  çok uluslu şirketlerin eline geçmiş, propaganda, üretim ve çeşitlilikler gittikçe artarak hızlanmıştır. Sigara ile mücadele  yasası  çıkmasına rağmen ülkemizde sigara, alkolizm ,uyuşturucu ve buna benzer maddelerle mücadele ve eğitimi  adına  hemen hiçbir şey yapılmamaktadır.Ülkemizde  kanser salgın halindedir. Kolalı  içecekler  karaciğer  kanserlerine, içinde  kimyasal katı  maddeleri bulunan formülü meçhul sigaralar da akciğer kanserlerine kalp ve damar hastalıklarına  da zemin  hazırlamaktadır.
2/İlimiz çevre kirliliği olarak  önde gelen  vilayetler arasındadır.
Şehrin kuzeyindeki taş ocaklarının  atmosfere yaydığı  kalsit kristalleri  silikozis hastalığına, yanındaki  çimento fabrikası da yüksek atmosfer kirliliğine  yol açmaktadır. Otomobil sayısı fazladır.(üç kişide  ikisinin motorlu aracı bulunmaktadır.)Bu itibarla
kış aylarında atmosferdeki karbon monoksit miktarı  öldürücü seviyelere  yükselmekte baca gazları, egzoslar, tavuk ve büyükbaş hayvan çiftlikleri , baz istasyonları,gürültü  gibi  bir çok tehlikeli çevre  faktörü  ilimizde   yaşayan halkın ruh ve beden sağlığını haddinden fazla  tehdit etmektedir.
3/Her gün  beş-yedi hemşerimiz vefat  etmekte ve bunların yarısı da çok genç yaşlarında  ilk ve son kalp  krizleri ile ve yine  ilk ve son beyin kanamalarından hayatlarını  kaybetmektedirler.
4/Bütün bunlar yetmezmiş gibi  fast-food  türü beslenme rejimi ,popüler  kültür kirlilikleri medya, moda,sinema internet ve televizyon bağımlılığı  , kumar, her türlü  fuhuş ve zührevi hastalıklardan da  bilhassa  gençlerimiz  şiddetle  etkilenmekte ; bunun  neticesinde de kişilik kaymalarına  uğrayarak, milli ve  manevi  değerlerine  yabancılaşmış,istediğimiz vasıflardan uzak bir nesil haline gelmek üzeredir. İşte bugün  önemsemediğimiz  şiddet  o zaman tam olarak başlayacak ve bunun önünü de  kimse alamayacaktır. Yılda 160 bin insanımızı kanserden  kaybederken; kalp ve damar hastalıklarından ölenlerin  envanterini de  kimse tutmamaktadır.
5/Hemen  her ilimizde  AİDS’ten ölenler vardır, adi suçlar artmakta ve cinsel suçlar taciz ve tecavüz iddiaları  yüzümüzü  kızartmaktadır.
6/Ne yazık ki eğitimcilerimizin pek çoğunda  bunlara dair bir endişe bulunmamakta ; küresel kriz ve  artan çevre sorunlarına ve bunların fertlere  yükleyeceği sorumluluklara dair kimsede de bir endişe taşımamaktadır.
Bu saydıklarımız  müfredatlara, planlara ve programlara alınmadıkça ve  toplum önderlerinin  endişesi ve derdi  olmadıkça  önümüzdeki  on yılların  büyük sıkıntılar ve acılar getireceği  aşikardır.
Bunun için  Türkiye Yeşilay Derneğinin  ilgi ve mücadele alanlarına giren konular   açısından okullarımızda acilen alınması gereken tedbirler aşağıdadır:
1/Bu güne  kadar çalışmayan ve hemen hiçbir faaliyeti  bulunmayan Yeşilay Kulüpleri yeniden canlandırılmalı, çalışır hale gelmeli, gönüllü  öğretmenler ve öğrenciler  aracılığı  ile sigara alkol ve her türlü  madde bağımlılığı ile mücadele  edilmeli; gençler bilgilendirilmeli, bu gibi maddelerin insan bünyesine verdiği  zararlar  iyice öğretilmelidir. Bunlarla mücadele  için yarışmalar tertiplenmeli, kim ne kullanıyorsa  bıraktığı takdirde armağanlar verilmeli ve  sağlıklı yaşam teknikleri ,metotları ve biçimleri özendirilmelidir.
2/Gerek  okullardaki şiddet  ,gerek  madde bağımlılığı, gerekse de diğer ahlaki mevzuular hakkında  öğrencilerin olduğu  kadar ebeveynlerin de bilgilendirilmesine ve eğitimine yönelik projeler geliştirilmeli; okul  yönetimleri tarafından da öğrencilerin  takibine
 dair  gerekenler  mutlaka yapılmalıdır.
3/Dünyamızın  besin kaynakları hızla azalmakta ve iklimi değişmektedir. Bu itibarla  ne zaman bir tabii  afetle  veya besin kıtlığı ile karşı karşıya kalacağımız bilinmemektedir. Gençlerimize tasarrufu, nimetlerin  kıymetini, bulunmadığı  önceki yılların dramatik  hikayelerini  anlatmalı ve "büyük israf furyasının" önlenmesine  çalışılmalıdır.
4/Obezite artık gençlerimizin  en önemli  hastalığıdır. Sağlıklı yaşam bilgileri ile donatılmaları ve doğal yaşam  prensiplerini benimsemeleri ve bilmeleri ; spora ve buna benzer  faaliyetlere yönlendirilmeleri gerekmektedir.
5/İlimizde yüzü aşkın internet kafe, iki yüze yakın kahve ve çay ocağı bulunmaktadır. Pastane, kafeterya vb gibi gençlerin  gidebileceği yerlerin sayısı bilinmemektedir. Bunların hemen hepsinde sigara içilmekte ve yeterli denetimler yapılamamaktadır. Ayrıca
gençlerimizin  kimlerle arkadaşlık ettikleri, ne zaman evlerine gelmeleri  gerektiği, nasıl beslenmeleri ve paralarını  nerelere harcadıkları  ebeveynleri tarafından iyice denetlenmelidir.
6/Ebeveynleri tarafından  gençlerimizin yetenekleri, musiki ve güzel sanatlara; spora vb meşguliyetlere olan eğilimleri belirlenmeli; özendirilmeli ve takibi de   yapılmalıdır. Okul dışında dersler aldırılmalı, spor  salonlarına ve kültürel etkinliklere de yönlendirilmelidir.
7/Bütün bunlardan da en önemlisi " Dini ve Milli terbiyenin" okulların yanı sıra  aileler  tarafından da  yeterince verilmesi gerekliliği olmaktadır. Bu konuda  medyanın geliştirdiği  popüler kültür ve evlilik dışı yaşamların özendirilmesi, şiddet içeren tv dizileri ve
gayrı ahlaki şekilde yaşayan  sanatçı ve sporcu gibi insanların medyaya yansıyan hayat tarzları  maalesef gençlerimizi  içten içe etkilemekte hatta zehirlemektedir.Bunlarla  mücadele  için yeni projelerin geliştirilmesine ve acil tedbirlerin alınmasına  çok
ihtiyaç vardır.
Bütün bu yukarıda  saydıklarımız  ne yazık ki kimse önemsememekte, yine kimse bunlarla  mücadele konusunda  ciddi bir adım atmaya,plan ve proje üretmeye hatta tedbir almaya  yanaşmamaktadır.
8/Yine bu saydıklarımız  müfredatlara, okullara, ders kitaplarına ve programlarına  yerleşmedikçe, insanlarımızın  yaşama ve düşünce biçimi değişmedikçe ruh ve beden sağlığı yerinde  gençler yetiştirmemiz ,şiddeti  ve suçları önlememiz hatta kalkınmamız ve medeniyet
hamleleri  yapmamız  asla mümkün olmayacaktır.
Saygılarımızla…
 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 08

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Emine Sevinç ÖKSÜZOĞLU

Emine Sevinç ÖKSÜZOĞLU HAYAT HİKAYESİ

KAMBUR FATMA
          Güneydoğudaki bir şehrin, küçük ve şirin bir mahallesiydi burası. İnsanların birbirine yardım ettiği, güzel ilişkilerin kurulduğu, büyüğün küçüğü sevdiği, küçüğün büyüğü saydığı güzel bir mahalleydi. Komşuluk ilişkileri öyle güzeldi ki; sanki bir aile gibiydi mahalle halkı. Herkes birbirinin derdine koşar, yardımcı olurdu. Bu mahalle de yaşayan, gerçekte de kambur olan, ve adını sırtındaki kamburundan alan, kambur Fatma adında yaşlı,  hiç evlenmemiş  ve  kimsesiz   bir   hanım  yaşardı.
          Bu hanımla mahallede ki tüm çocuklar dalga geçer, alay ederlerdi. Mahallenin bir başından diğer başına kadar taş atarak kovalar, sonra da Kambur Fatma’nın canını acıtarak onu hırpalarlardı. Kambur Fatma bu duruma çok üzülse de bir şey demez, olanları çocukluklarına verirdi. Yalnız mahallede Hatice adında öyle bir kadın vardı ki; o kambur Fatma’yı hiç sevmez onu her gördüğünde yüzüne tükürür, kamburuyla dalga geçer ve alay ederdi. Çocuğunu da bu konuda sıkı sıkıya tembih eder, onunla dalga geçmesini söylerdi. Oğlu Hasan da annesinin sözünü dinleyerek arkadaşlarını etkileyip, kambur Fatma ile aşağılayıcı davranışlarda bulunurlardı.
Mahalleli Hatice’ye her ne kadar kambur Fatma’ya  böyle  davranmaması gerektiğini söylese de, o buna aldırış etmez alaycı tavırlarıyla komşularını hiçe sayıp, yine bildiğini okurdu. Kambur Fatma’nın ihtiyaçları ise mahalleli tarafından karşılanır, ona olan sevgilerini gösterirlerdi.
Günler günleri, kovaladı durdu. Aradan epey bir zaman geçti. Gel zaman git zaman, kambur Fatma ile dalga geçip, yüzüne tüküren Hatice hastalanıp, yatağa düştü. Çok acılar çekiyordu. Ağrıları yüzünden nefes bile alamaz hale gelmişti. Hatice’nin kocası Mahmut, sonunda Hatice’yi şehirdeki hastaneye götürdü. Röntgen filmleri çekildi, kan ve idrar tahlilleri yapıldı. Sonuç itibari ile Hatice böbrek yetmezliğinden dolayı son derece acı içinde kıvranıyordu. Acilen uygun bir böbreğe ihtiyacı vardı. Yoksa belli bir zaman sonra  böbrek  iflas  edecekti. Hatice ölümün  o  soğuk  nefesini  hissetmeye  başlamıştı  bile.  Hatice’nin kocası Mahmut, karısının çektiği acılara dayanamıyordu. Gün geçtikçe gözlerinin önünde karısı eriyip bitiyor ve Mahmut hiç bir şey yapamıyordu. Çünkü karısına böbreğini vermek istemiş fakat doktorlar çıkan tahlil sonuçlarının uygun olmadığını belirtmişlerdi.
Mahmut mahalledeki komşularına uygun bir böbrek aradıklarını, bulunmadığı takdirde karısının öleceğini söylemişti. Ne var ki; kim böbreğini vermek istediyse sonuçlar negatif çıkıyordu. Mahmut’un ümidi iyice azalmıştı. Hatice ise dinmek bilmeyen acılar içinde kıvranıp duruyordu.  Hatice acılar içinde inledikçe, Mahmut bir şeyler yapamamanın ezikliği içinde üzüntüden kahroluyordu. Karısını çok seviyordu, ne de olsa oğlunun annesiydi. Hatice hasta yatağında yatarken, Sürekli oğlu Hasan’ı ve kocasını düşünüyordu. “Eğer ölürsem oğluma kim bakar, kim ona annelik eder. Mahmut’uma kim aş pişirir, kim onun çamaşırlarını yıkar” diye düşünüp hayıflanıyordu. Özellikle oğlu Hasan gözünün önünden gitmiyordu bir türlü. O annesinin bir tanesiydi, kıymetlisiydi, canıydı, ciğeriydi çünkü.
Mahmut’un ve Hatice’nin ümidi iyice kesilmişti ki; günlerden bir gün mahallenin ileri gelenlerinden olan, Emine teyze adındaki yaşlı bir hanımla kambur Fatma, Hatice’nin hastanedeki odasına girdiler. Onları Hatice’nin kocası Mahmut “hoş geldiniz” diyerek karşıladı. Hatice’nin konuşacak dermanı olmadığından hiç seslenmedi, sadece konuşulanları dinleyebildi.
Emine teyze Mahmut’u dışarı çağırarak konuşmak istediğini söyledi.  Kambur Fatma, Emine teyze ve Mahmut odadan dışarı çıkıp, kapı önünde konuşmaya başladılar. Emine teyze Mahmut’a, kambur Fatma’nın böbreğini vermek istediğini söyledi. Mahmut şaşkınlık içerisinde, sonucun negatif çıkacağı ümidi ile kabul etti. Doktorla konuşup tahliller için gün alındı.  Emine teyze  ile  kambur Fatma tahlil günü hastaneye birlikte gittiler. Tahliller için gerekli işlemler yapıldı, sonuçlar için beklenmeye başlandı. Mahalleden bir çok kişi Hatice’ye  geçmiş olsun ziyaretine gelmişlerdi.
Doktor elindeki tahlil sonuçları ile birlikte odaya girdi.
“Eveeet… Hadi bakalım gözünüz aydın. Sonuçlar pozitif çıktı. Uygun böbreği bulduk.  Kurtuldun. Seni yarın ameliyata alıyoruz.”
Herkes  büyük  bir  şaşkınlık   içinde,   mutlulukla  birlikte  nasıl   olduğunu anlamadan, merak içinde sevinip Hatice’ye moral verdiler. Emine teyze, kambur Fatma ve Mahmut hiç kimseye bir şey söylemediler. Çünkü;  Fatma böbreği verenin kendisi olduğunun bilinmesini istemiyordu. Mahmut  onları  yolcu  ederken  Emine  teyzenin  elini  öpüp, başına koydu.
“Çok teşekkür ederim. Sağ olasın teyzem, var olasın.”
Emine teyze ise gülümseyerek;
“O teşekkürü bana değil, Fatma’ya yap oğlum.”
Mahmut kambur Fatma’ya duygu dolu, ağlamaklı gözlerle bakarak;
“Sağ olasın bacım, Allah senden razı olsun, Allah’ta senin yüzünü güldürsün, Hatice’m önce Allah’ın sonra da senin sayende yaşayacak.”
Mahmut’un yüzünde büyük bir sevinç, ve sesinde mutluluğun ifadesi vardı. Çünkü  karısı  sağlığına  kavuşacak,  eski  mutlu  günlerine  döneceklerdi.
Nihayet o mutlu gün gelmişti. Hatice ameliyat olacak, o inanılmaz acılardan kurtulacaktı.  Dahası  oğlu  annesiz,  kocası  onsuz  kalmayacaktı. Ameliyat olup bitmişti. Hatice narkozun etkisi ile baygın bir şekilde yatağında yatıyordu. Kambur Fatma ise böbreğini verdiğinin bilinmesini istemediğinden, başka bir odaya alınmış, orada yatıyordu. Emine teyze, kambur Fatma’nın başucunda onun ayılması için bekliyordu. Hatice kendine gelmişti.  Kocası Hatice’nin ellerini tutarak;
“Kurtuldun Haticem… Çok şükür Allah’ım karım kurtuldu.”
Birkaç gün sonra kambur Fatma taburcu edilip evine gönderilmişti. Emine teyze kambur Fatma’yı hiç yalnız bırakmamış, hastane de ona bakmıştı. Ne de olsa  onun  hiç  kimsesi  yoktu. 
Aradan biraz zaman geçmiş, Hatice’de iyileşmişti.  Doktor Hatice’yi de taburcu edip evine göndermişti. Hatice gün geçtikçe daha da iyileşiyor, yaşadığı   bu   ikinci   hayatın   tadını   çıkartmaya   çalışıyordu. 
Havanın güneşli olduğu, güllerin, kırmızı karanfillerin açtığı güzel bir gündü. Güneş tüm asaletiyle, gökyüzünde nazlı bir gelin gibi ışıklarını saçıyordu. Çocuklar sokakta oyunlar oynuyorlardı.  Mahalleden   bir   kaç kadın ise, köşe başındaki kaldırım taşına oturmuş koyu bir sohbet ediyorlardı. Kambur Fatma Emine teyzesinin yanına gidiyordu. Ona götürmek için, yol kenarında dikili olan güllerden, kırmızı karanfillerden koparıp, bir demet yapıp eline aldı.  Bu sırada Emine teyze de tam karşıdan geliyordu. Hatice ise penceresinin camından dışarı uzanarak, kambur Fatma ile eski günlerdeki gibi dalga geçiyor, alay ediyor, uzaktan ona tükürükler savuruyordu.
Kambur Fatma bu olan bitene hiç seslenmiyor,  bir Hatice’ye bakıp, bir de elindeki güllere bakıyordu. Bunu gören Emine teyze daha fazla dayanamayıp Hatice’ye çıkıştı.
“Hiç Allah’tan korkun yok mu be kızım, ayıp bu yaptığın. Sen ona o kadar hakaret edip, laf söylüyorsun,  yüzüne  tükürüyorsun,  o sana hiç sesini bile çıkartmıyor. Ne  istiyorsun  Allah’ın  garibinden?  Eğer bu gün  yaşıyorsan, onun sayesinde  yaşıyorsun. O sana böbreğini  vermeseydi,  şimdiye  kadar çoktan toprak olmuştun kızım. Senin bu yaptığına nankörlük denir. Onun yaptığını kimse cesaret edip de yapamazdı. O sana canının yarısını verdi. Sakın bir daha görmeyeyim ona kötü davrandığını.”
Hatice büyük bir şaşkınlık içindeydi. Davranışından dolayı çok utanmıştı.
“Bilmiyordum Emine teyze, yemin ederim ki bilmiyordum.”
Emine teyze yumuşak bir ses tonuyla;
“Fatma o kadar onurlu ki, senin istemeyeceğini düşünerek, böbreği verenin o olduğunun bilinmesini bile istemedi.”
Hatice tarifi edilmez bir duygu içinde, Emine teyze ile kambur Fatma’nın yanına doğru geldi. Kambur Fatma’nın yüzüne bakıp, bir zamanlar hiç sevmediği yüzüne tükürükler savurduğu bu kadının ellerini aldı ve öptü.
“Bundan böyle sen benim kardeşimsin, yaptıklarım için senden binlerce kez özür diliyorum, lütfen affet. Gerçekten ne diyeceğimi bilemiyorum, çok şaşkınım. Ama senin sayende Hasan’ım annesiz kalmayacak bunu bilmeni isterim. Ben sana çok kötü davrandım, sen bana can verdin. Çok pişmanım.”
Olanlardan dolayı Emine teyze çok mutlu olmuştu. Çünkü o mahallenin büyüğüydü. Bir kırgınlık, bir dargınlık olması onu çok üzüyordu. Yüzünü derin bir gülümseme sarmıştı.  Bu tebessüm  dolu  ifade  ile onları izliyordu. Hatice  kambur  Fatma’nın  boynuna  sarılıp  ağladı.
“Beni affettin mi Fatma?  Söyle hadi affettin mi kardeşim?” diye ısrarla sordu.
Kambur Fatma hiç konuşmadı.  Bir Emine  teyze’ye baktı, bir de Hatice’ye. Sonra da; elindeki gülleri Hatice’ye verdi, gözlerinin içine bakıp gülümsedi. Onu  çoktan  affetmişti bile.  Zaten  ona  hiç  kırılmamıştı…

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 09

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Emine Sevinç ÖKSÜZOĞLU

Emine Sevinç ÖKSÜZOĞLU HAYAT HİKAYESİ

  ZAMANSIZ
 
Aykırı şiirin ilk satırındayım henüz
İsmin dilimde titriyor daha söylenmeden
Bedenimi örseleyen aşk tutmuş dilimi
Söyletmiyor söylenmesi gerekeni nedense
Ve sen susuyorsun böyle zamansız
 
Yaşanmamış hüzünler ısmarladım gözlerime
Uzaklardan bir sıla ezgisi doluyor yüreğime
Yüreğimin üşüdüğü zamanlarda  geliyorsun düşlerime
Aşkın bütün iklimlerinde sevdim seni delice
Ve sen  gülüyorsun böyle zamansız
 
Gözlerinden gözlerime taşıyor zamansızlığım
Uçarı bir kuş tadında çeviriyorum yönümü rüzgâra
Tatlı bir esinti eşliğinde yarım yamalak mırıldanıyorum
“Seni seviyorum seni seviyorum”
Ve sen gidiyorsun böyle zamansız
 
Çoban yıldızlarından yakamozlar yapıyorum senin için
Aynaya her baktığımda kendimle yüzleşiyorum
Mazimden ne kalmışsa düne dair bir kez daha anıyorum
Yavaş yavaş siliniyor siluetin gözlerimden
Ve ben ölüyorum böyle zamansız
 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 10

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Galip BARAN
Galip BARAN HAYAT HİKAYESİ
HAC SÖZLEŞMESİ
KEŞKE, Hac Farizası’nı yerine getirenler de, bizler gibi,
BUNDAN BÖYLE;
(A)
Çevreyi kirletmeseler, aşırı tüketmeseler, trafik kurallarını çiğnemeseler, toplum sağlığına aykırı alışkanlıkları sürdürmeseler, vergi kaçırmasalar, rüşvet vermeseler/almasalar, iş ahlakının korunması için çaba gösterseler, milli servete zarar vermeseler, imar yasasına aykırı işler yapmasalar, her şeyi devletten beklemeseler, diğer deyişle, KIRMIZIDA DURSALAR,
(B)
Sayılan alanlarda KIRMIZIDA GEÇMEK isteyenleri, SOSYAL YAPTIRIM olarak bilinen yöntemle UYARSALAR,
(C)
Uyardıklarına, kendilerinin de başkalarını aynı yöntemle uyarmalarını ÖNERSELER.
 
KIRMIZIDA DURMAK: Canlı varlıkların yaşam ve yasal haklarına saygı göstermeyi, diğer deyişle, her türlü yanlış iş, davranış ve haksızlıktan kaçınmayı öngören bir “İLKE” dir.
SOSYAL YAPTIRIM: Kırmızıda geçeni, anında, yüzüne karşı, utanmaktan başka bir tepki gösteremeyecek şekilde uyarmaktır.
(*) : Yukarıda sayılan alanlarda yaptığımız “okul dışı eğitim” çalışmaları nefsimizin esaretinden kurtulmamızı, özgürleşmemizi sağlamış, bizleri “erdem”e yönlendirmiş, bu bağlamda bir “kılavuz” işlevi görmüştür.
Galip BARAN : 0535.844 84 76
Mustafa Nevruz SINACI : 0541.336 62 68
İsmet SEYHAN : 0532.584 93 33
Zeki KARAOĞLU : 0543.693 33 99
BİLİNÇ ÜNİVERSİTESİ Ameleleri
Turgutreis- BODRUM
 
EKLER:
EK: 1, Cevabı alınamamış bir soru:
 
EKLER:
EK: 1, Cevabı alınamamış bir soru:
 
DİYANET İŞLERİ BAŞKANI’NA ALTIN SORU…                  17 Aralık 2007
Sayın Ali Bardakoğlu, Size, haddim olmayarak, hoşgörünüze sığınarak “hac ibadeti” ile ilgili olarak aşağıdaki soruları yöneltiyorum:
T.C. Devleti, ekonomik bağımsızlığına gölge düşüren, “emir kulu” olmasına yol çan dış borç yükü / boyunduruğu altında kıvranırken, neden olduğu ekonomik kriz yüzünden toplumsal yaşamı altüst olmuşken, din kardeşlerimizin “hac farizası”nı yerine getirmeleri uygun mudur? Devlet, ülke, toplum bu şartlar altında adeta bir “yaşam savaşı” verirken hacca gitmek, deyim yerindeyse, “önce hac” demek “bencillik” sayılmaz mı??Her yıl yaklaşık 100 bin din kardeşimizin, “hac görevi”ni yerine getirmek için ödediği 3-4-5 bin EURO‘yu, bu yıl “Türkiye’yi dış borç yükünden kurtarmak” için bağışladığını düşündüğümde bi-hoş oluyorum. Türkiye Cumhuriyeti’ni “İMF Boyunduruğu”ndan kurtarmak amacıyla “gönüllü vergi” vermek için yıllardır çırpınan bir insan olarak ne kadar mutlu olabileceğimi takdirinize bırakıyorum… Böylesi bir davranışın; Türkiye’yi dış borç yükünden kurtarmanın ötesine sonuçlar doğuracağına; “tek yumruk”, “tek yürek”, “75 milyonluk dev bir aile” olmamızı sağlayacağına; yüreklerimize “birlik-beraberlik tohumları” atacağına; tüm varlığımla inanıyorum. Bu konudaki bir girişimin, başarılı bir “hareket”e dönüşmesi durumunda, bunun Türk Milleti için bir MİLAT olacağına, “Muasır medeniyet”i sollayacağımıza kalıbımı basıyorum… Sayın Bardakoğlu, Siz, Diyanet İşleri Başkanımız olarak “Önce Hac” deme gereğini duyabilirsiniz. Ama ben Sayın Lütfü Bardakoğlu’nun bu konudaki kişisel görüşünü öğrenmek istiyorum. Saygılarımla.Galip BARAN; Bilinçolog
 
EK: 2, Cevabı alınamamış bir başvuru:
SKY-Türk Televizyonu Turgutreis: 08.09.2008
“KUR’AN SOHBETLERİ” Program Yapımcısı’na
Sayın ilgili ve/veya yapımcı, Dün, (07 Eylül 2008 akşamı) Sayın Prof. Dr. Süleyman Ateş ile canlı yayında yaptığınız sohbette kendisine yönelttiğiniz; “Ülke borç ve fakrü zaruret içinde kıvranırken hac ibadetini yerine getirmek doğru mu” şeklindeki sorunuza kesin bir yanıt alamadınız.
Sayın Ateş bu sorunuza, “ben bu soruya dini yönden fetva verebilirim” kabilinden bir karşılık verdi. Ben, o sorunuza cevap olarak “doğru değildir” şeklinde bir yanıt beklediğinizi düşünüyorum.
Aynı soruyu, biz (Siyaset bilimci ve İlâhiyatçı Mustafa Nevruz SINACI ve ben) de, ekli mektupta görüldüğü üzere, Diyanet İşleri Başkanı Sayın Dr. Lütfü Bardakoğlu’na 17 Aralık 2007 tarihli bir mektupla sorduk.
Bu mektubumuza 15 Şubat 2008 tarihinde verilen cevapta, “dini içerikli sorularınızı web sitemizdeki dini sorular link’inden öğrenebilirsiniz” şeklinde sıradan ve genel bir yanıt verildi. O nedenle siteyi açmadık ve bakmadık. Sadece bu konudaki düşüncemizi Sayın Bardakoğlu’na iletmiş ve kamuoyuna açıklamış olmakla yetindik.
Konuyla ilgili 17 Aralık 2007 günü DİB’na gönderilen ve aynı gün kamuoyuna açıklanan mektup metni aşağıdadır.
Mezkür program bağlamında değerlendirileceği ümidiyle, selâm ve saygılar.
Galip BARAN; Bilinç Üniversitesi Rektörü
e.mail: galipbaran@ttmail.com, web: www.galipbaran.blogspot.com
http://www.bilinc-universitesi.blogspot.com/, http://www.turkcelil.com/, www.internethaber.eu, Gönderen "BİLİNÇ ÜNİVERSİTESİ" TÜRKİYE
 
FARZ'LAR.... 18 EKİM 2008
Sayın Prof. Dr. Süleyman Ateş,
Bodrum’un Turgutreis beldesinde yaşayan bir adam tanıyorum.
Bu adam:
Çevreyi kirletmiyor, aşırı tüketmiyor, trafik kurallarını çiğnemiyor, sağlığa aykırı alışkanlıkları önlemeğe çalışıyor, vergi kaçırmıyor, rüşvet vermiyor-almıyor, iş ahlakının korunması için çaba gösteriyor, milli serveti koruyor, imar yasasına aykırı işler yapmıyor, her şeyi devletten beklemiyor, eşdeyişle, KIRMIZIDA DURUYOR.
Sayılan alanlarda KIRMIZIDA GEÇMEK isteyenleri, SOSYAL YAPTIRIM olarak nitelediği bir yöntemle UYARIYOR.
Uyardıklarına, kendilerinin de başkalarını aynı yöntemle uyarmalarını ÖNERİYOR.
Ülkeyi yönetenlerin canını sıkan bu etkinlikleri “Okul dışı eğitim” olarak TANIMLIYOR.
Bireyi erdeme yönlendirdiğini savunduğu bu çalışmaları ülkeyi yönetenlerin engellemelerine karşın, yıllardır, inatla SÜRDÜRÜYOR.
“KIRMIZIDA DURMAK”, “Her türlü yanlış, iş, davranış ve haksızlıktan, kaçınmayı, öngören bir ilke”dir DİYOR,
SOSYAL YAPTIRIM’I, “Kırmızıda geçmeğe kalkışanı, anında, yüzüne karşı, utanmaktan başka bir tepki gösteremeyecek şekilde uyarmak” olarak NİTELİYOR,
Sayın Ateş,
Ülkeyi yönetenlere rağmen, çalışmalarına, “ölmek var dönmek yok” diyerek devam eden bu adamı izleyen vatandaşların bazıları, ona; “herkes senin gibi olsa”, “senin gibilerin sayısı çoğalmalı”, “senin hakkın ödenmez”, “sen ibadet ediyorsun”, “sen insanlık için çalışıyorsun”, “Allah senden razı olsun”, “babana rahmet” benzeri övgüler yağdırıyorlar. “Bir gün heykelini dikecekler”, “en azından bir sokağa adını verecekler” diyenler, türlü ikramlarda bulunanlar oluyor. Diğer taraftan, seyrek de olsa, anasına küfredenler hatta yumruklayanlar olduğunu da biliyorum…
Yeri geldiğinde, “yaşamım dinimdir” diyen bu adamın çabasını değerlendirmeğe çalışırken, aklıma farz-ı ayn ve farz-ı kifaye olarak bilinen dinsel kavramlar geldi…
Gerçekten “insanlık için” çalıştığı dikkate alındığında, bu adamın yaptıklarını farz-ı kifaye şeklinde değerlendirmek mümkün müdür?
Aydınlatırsanız sevinirim.
Galip BARAN
Rektör: Bilinç Üniversitesi, Turgutreis-BODRUM
TEL:0252) 382 34 77 / (0535) 844 84 76
E-posta: galipbaran@ttmail.com WEB:www.turkcelil.com, http://www.galipbaran.blogspot.com,/www. bilinc-universitesi.blogspot.com, http://www.internethaber.eu/

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

11

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Hüseyin Hüsnü GÜREL
Hüseyin Hüsnü GÜREL HAYAT HİKAYESİ

“TÜRKİYE PETROLLERİ (TPAO) GENEL MÜDÜRLÜĞÜ TARAFINDAN ERZİNCAN OVASI VE CİVARINDA PETROL VE DOĞALGAZ ARAMA FAALİYETLERİNİN SÜRDÜRÜLMESİ KARARI MEMNUNİYETLE KARŞILANMIŞTIR

17 Kasım 2008 Pazartesi


DEĞERLİ BASINIMIZ VE KAMUOYUNA AÇIKLAMA “TÜRKİYE PETROLLERİ (TPAO) GENEL MÜDÜRLÜĞÜ TARAFINDAN ERZİNCAN OVASI VE CİVARINDA PETROL VE DOĞALGAZ ARAMA FAALİYETLERİNİN SÜRDÜRÜLMESİ KARARI MEMNUNİYETLE KARŞILANMIŞTIR.”İnternette yayınlanan TPAO Genel Müdürlüğü’nün 24.10.2008/019229-3690 sayılı cevabi yazıları ile bu Genel Müdürlükçe Erzincan ovası ve civarında petrol ve doğalgaz arama çalışmalarının sürdürüldüğü konusunda verilen bilgi; çok büyük memnuniyetle karşılanmış ve yayınlanan 10.10.2008 tarihli rapor Türk ve Dünya kamuoyunda büyük bir ilgi görmüştür. .TPOA Genel Müdürlüğünce bu tarihe kadar Erzincan ovasında hiçbir ciddi petrol ve doğalgaz araması yapılmamış olduğundan Erzincan ovasında petrol ve doğalgaz aramalarına bu tarihten sonra sürdürüleceği anlaşılmaktadır. Esasen, Erzincan ovasında zengin doğalgaz yatağının varlığı kesin olarak belirlenmiş olduğundan; TPAO tarafından bu doğalgaz yatağının hangi derinlikte bulunduğu ve nerelere kadar devam ettiği konusunda araştırma yapılacaktır.Son zamanlarda doğalgaz fiyatlarının anormal ölçüde artması sebebi ile Erzincan ovasında varlığı belirlenmiş doğalgaz yatağından bir an önce üretim yapılması fevkalade önem kazanmıştır; Yetkili Makamlarca ve TPOA Genel Müdürlünce gerekli çabanın gösterilmesi ile Ülkemiz çok bol ve çok ucuz doğalgaza kavuşmuş olacaktır.TAMAMLAYICI BİLGİLER VE YENİ GELİŞMELER: Dünyada yalnız Marmara bölgesi ile Erzincan şehri ve ovasında yeraltı kil tabakaları arasında düdüklü tencerelere benzer ortamlarda deprem hareketleri başlamadan kısa bir süre önce doğalgaz patlamaları meydana gelmektedir.Bu patlamalar ile suya doygun zeminlerde meydana gelen canavarlar kudretindeki sıvılaşma olayları ile zeminler aşağı doğru itilmektedir. Zeminlerin itilmesiyle yüzey arazi deniz gibi dalgalanarak kıyametler koparcasına korkunç afetler meydana gelmektedir.Deprem hareketleri başlamadan önce yeraltı doğalgaz patlamalarından ileri gelen bu korkunç afetlerin deprem olaylarıyla hiçbir ilgisi yoktur.Depremleri önlemek mümkün olmadığı halde; yeraltında doğalgaz patlamalarından ileri gelen bu korkunç afetlerin çeşitli teknik tedbirlerle önlemek mümkündür. Bugüne kadar yalnız Osmanlı Padişahı II. BEYAZIT’ın 499 sene önce meydana gelen 1509 depreminde; İstanbul’un çeşitli yerlerine 400 kuyu kazdırmış, bu kuyular ile; yer altı düdüklü tenceresine 400 delik açılmış; bu kuyular denge bacası görevi yapmış ve Osmanlı Padişahı bu kuyular ile yeraltında doğalgaz patlamalarından ileri gelen sarsıntılardan İstanbul’u kolayca kurtarmıştır.Erzincan ovasında depremler esnasında gökte doğalgazın alev ile yanması ile gökyüzünün saatlerce ve günlerce kızıl renge büründüğü; deprem geceleri gökte yanan doğalgazın ısısıyla trilyonlarca m3 çok soğuk hava ısınması ile ve ovadaki karların erimesiyle; bu ovada zengin doğalgaz yatak varlığı kesin şekilde belirlenmiştir.Erzincan ovasında her depremde Ülkemizin yıllık doğalgaz ihtiyacından çok fazla gökte doğalgazın yandığını; bu doğalgaz yatağı ortaya çıkarıldığı takdirde; Ülkemizin bütün doğalgaz ihtiyacı karşılandıktan sonra fazla doğalgazın harice ihraç edileceği; bu çok zengin doğalgaz yatağı ile Ülkemizin ve Erzincan’ın kaderi değişeceği; Ülkemizin doğalgaz bakımından dışa bağımlılıktan kurtulacağı; yüz binlerce iş imkânı sağlanacağı; etrafı dağlar ile çevrili Erzincan ovasındaki bu doğalgaz yatağının erozyon aşınmasına karşın çok mükemmel şekilde korunduğu; masa başında oturarak bu konudaki gerçekleri anlamak mümkün olmadığı; mahallinde yapılacak bilimsel araştırma, soruşturma ve görgü tanıkları ile görüşme ve bu konudaki yazılı belgelerin incelenmesi ile bu konulardaki gerçeklerin öğrenileceği; bu konularda tarafımdan düzenlenen 10.10.2008 tarihli rapor Yetkili Makamlarına ve ilgili devlet kurumlarına ve kuruluşlarına sunularak; bu konulara ilgi gösterilmesi ve bu konularda yardımcı olunması dileğinde bulunulmuştur.Bu rapor http://www.milliservet.blogspot.com/ internet (WEB) adresinde açıklanıp yayınlanarak Kamu oyuna duyurulmuş ve kamuoyu bilgilendirilmiştir. .Bugüne kadar; Erzincan ovasından geçen faylar sebebiyle bu ovada petrol ve doğalgaz yatağının bulunmadığı ileri sürülmüştür. Tarafımdan düzenlenen 10.10.2008 tarihli raporda açıklandığı gibi; Arabistan platosu Anadolu’yu ve Erzincan ovasını muazzam kuvvetler ile itmektedir. Bu itme ile Anadolu her yıl Yunanistan’a doğru 2,5 cm. kadar yaklaşmakta ve her yıl Erzincan ovası 1-2 cm. kadar daralmakta ve Munzur Dağlarıyla Spikor dağları her yıl birbirine 1, 2 cm kadar yaklaşmaktadır. Arabistan platosunun Erzincan ovasını muazzam kuvvetlerle itmesiyle Erzincan ovasındaki fay yüzeyleri çatlıyarak kırılmakta ve fayların kırılmasıyla depremler meydana gelmektedir. Depremler esnasında çatlayan faylardan kaçan doğalgaz kaçakları deprem olayı olup bittikten sonra bu fay çatlakları kısa sürede vana gibi kapandığından doğalgazın dışarı çıkmasına izin verilmemektedir. Bu nedenle Erzincan da yeniden bir depremin meydana geleceği tarihe kadar 40-50 sene gibi çok uzun müddet faylardan doğalgaz çıkmadığından bu ovadaki doğalgaz yatağının zenginliği çok mükemmel şekilde korunmaktadır.Erzincan ovasındaki faylar depo görevi yapmakta ve bu fayların içi Endonezya da ve Malezya da olduğu gibi tıka basa petrol ve doğalgaz ile dolu bulunmaktadır.Erzincan ovasında açılacak petrol kuyuları ile petrol ve doğalgaz artezyen şeklinde fışkıracak ve çok ekonomik üretim yapılacaktır.AÇIK TEŞEKKÜR Maden Mühendisleri Odası Başkanlığının internette yayınlanan 27.10.2008/1807 sayılı yazıları ile Marmara Bölgesi ile Erzincan şehrinde ve ovasında yeraltında doğalgaz patlamalarından ileri gelen kıyametler koparcasına çok korkunç afetlerin önlenmesi ve Erzincan ovasındaki doğalgaz yatağının ortaya çıkarılması konularında tarafımdan düzenlenmiş olan 10.10.2008 tarihli bu raporun incelendiğini; bu konulara her türlü yardım ve desteğin verileceği bildirilmiştir. Maden Mühendisleri Odası Başkanlığı Ülkemize ekonomik katkı sağlamak için gerekli ilgi, vatanseverlik ve yüceliğini göstermiştir. Maden Mühendisleri Odası Başkanlığının gösterdiği bu çok büyük ilgi ve gösterilen bu tutum daima şükranla anılacaktır.İSTANBUL TEKNİK ÜNİVERSİTESİ REKTÖRÜ’NE BU KONUDA BİLGİSUNULDU Ankara’da Yüksek Mühendisler Birliği İTÜ Evinde; İstanbul Teknik Üniversitesi Rektörü Sayın Muhammed ŞAHİN; Teknik Üniversitenin hedefleri konusunda 8.11.2008 tarihli verdiği konferansta; İstanbul Teknik Üniversitesinin Araştırma Üniversitesi haline getirileceğini; insan ile ilgili yatırımlar yapılacağını; 20 yılda İstanbul’un yeniden inşaa edileceğini ve Ülkemizin kalkınması için TÜBİTAK ile işbirlikleri yapılarak; Ülkemiz için çok büyük projeler üretileceği konusunda fevkalade önemli bilgiler vermiştir.Sayın Rektör Muhammed ŞAHİN‘e; Marmara bölgesi ile Erzincan şehrinde ve ovasında yeraltında doğalgaz patlamaları ile kıyametler koparcasına çok korkunç afetlerin meydana geldiği; deprem hareketleri başlamadan kısa bir süre önce yeraltında doğalgaz patlamalarından ileri gelen bu afetlerin deprem olayları ile ilgisi olmadığı ve Erzincan ovasında Ülkemizin bütün doğalgaz ihtiyacını karşılayacak ölçüde çok zengin doğalgaz yatağı varlığı konusunda kısa bilgiler arz edilmiş ve bu konuda tarafımdan düzenlenen 10.10.2008 tarihli rapor verilerek; bu konuya ilgi gösterilmesi ve yardımcı olunması istenilmiştir.Mezun olmakla iftihar ettiğim İstanbul Teknik Üniversitesine; bu Üniversitenin Sayın Rektörüne; dünyada yalnız Marmara bölgesi ile Erzincan şehrinde ve ovasında yer altı düdüklü tencerelerine benzer kapalı ortamlarda doğalgaz patlamaları ile kıyametler koparcasına çok korkunç afetlerin meydana geldiği; depremleri önlemek mümkün olmadığı halde; alınacak teknik önlemler ile bu korkunç afetlerin önleneceği ve Erzincan ovasında çok zengin doğalgaz yatağı varlığı konusunda fevkalade çok önemli ve çok büyük bir proje sunulmaktadır.Marmara Bölgesiyle Erzincan şehrinde ve ovasında deprem hareketleri başlamadan kısa bir süre önce yeraltında doğalgaz patlamalarından ileri gelen kıyametler koparcasına çok korkunç afetlerin önlenmesi ve Erzincan ovasında çok zengin doğalgaz yatağı varlığı konularında; bütün vatandaşlarımızın yakın ilgi göstermesi ve bu konulara yardımcı olunması; yurttaşlığın kutsal görevi olarak kabul edilmelidir.Hüseyin Hüsnü GÜRELYük.İnş.Müh. (İTÜ-1953)

Gönderen Yüksek İnşaat Mühendisi, İTÜ-1953 zaman: 05:47 0 yorum

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 12

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

İsa KAYACAN

İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ

ETKİNLİKLERDE,SANAT MI, SİYASET Mİ?
Hemen ifade etmeliyim ki, ülkemizde siyaset, her şeyin içinde vardır, her şeyin önünde gitmektedir. Kabul etsek de, etmesek de, gerçek budur, bu yöndedir.
Mart 2008’in sonlarında; “Anadolu’daki etkinlik ve şölenlere sıklıkla katılmayacağım” ve “Anadolu’daki etkinlik ve şölenlerin olmazsa olmazları” başlıklarıyla yazdığım iki yazımı, merkezi Ankara’da bulunan Belde gazetesinin 28 ve 29 Mart 2008 tarihli sayılarında yayınladım. Sonra bu yazılar, Anadolu’daki pek çok gazetede yer aldı.
Bu yazıların yayınlanmasından sonra, Anadolu’dan ve yakın çevremden pek çok telefon aldım: “Bu yazıların altına biz de imza koyalım, bir deklarasyon-bildiri olarak yayınlayalım” dendi. Bunun doğru olmayacağını, ben kişisel tespitlerimi yaptığımı ve kamuoyuna açıkladığımı, bu yazılarımı da yayınlayacağım “Zor ve Kolay Yazdıklarım” adlı kitabımda yer vereceğimi söyledim.. Aradan günler geçti.
DİKİLİ EKİN DERGİSİ’NDE BAŞYAZI
Dikili ilçemizde, A.Ziya Öğütçen tarafından yayınlanan “Dikili Ekin” Dergisinin Temmuz-Ağustos 2008 aylarına ait 53 ncü sayısının başyazısında,” Bekilli’de sanatmı siyaset mi?”başlıklı bir değerlendirmenin yer aldığını görüp hemen okudum. Bazı satırların altını çizdim. Şimdi bu başyazıdan, daha doğrusu 22-24 Ağustos 2008 tarihlerinde Bekilli Belediyesi Kültür Sanat ve Şarap Festivali’nde A.Ziya Öğütçen ve Gürkan Ovalıoğlu’nun yaşadıklarından bazı kesitler verelim. Bakalım neler yaşanmış Bekilli’de:
1-Belediyeye giderek, Halkla İlişkiler Müdürüne toplantı için geldiğimizi söylediğimizde bize verilen cevap ilginçti: “Ne toplantısı benim haberim yok!”.
2-Burası Bekilli değil mi?. Belediye Kültür-Sanat ve Şarap Festivali tertip etmiş ve biz davet aldığımız için geldik;
-Benim haberim yok. Belki T. M. bilir, ona telefon edelim...
3-Kredi yurtlar kurumunun öğrenci yurduna vardık. Çok yataklı bir oda gösterilerek, “burada kalacaksınız” denildi. Daha öncede benzeri yerlerde kaldığımızdan, hoş karşıladık.
-”Hanım arkadaşlarımızın yeri nerede?” dediğimizde, “beraber kalacaksınız” sözü şaka gibi gelse de, arkadaşımla biz arabada yatarız sorun değil, hanım arkadaşlar kalır düşüncesiyle kabul ettik.
Kapı anahtarlarını istediğimizde, koruma görevlisinin” geceleri kontrol yapıldığını” söyleyerek anahtar bulunmadığını söylemesi üzerine otel aramak üzere oradan ayrıldık.
4-İlgilenen arkadaş Bekilli’de otel bulunmadığını, Ecem adlı bir pansiyonun bulunduğunu söylemesi üzerine, pansiyona gittik yöneticinin “yer olmadığı için dört kişilik odalarda ücretini ödeyerek kalabileceğimizi” söylemesi üzerine, İzmir’e dönmek istedik. Ameliyatlı ve tek araba kullanan ben olduğum için o gece istirahat etmemizin doğru olacağı kararına varıldı. Bekilli Pansiyonda ikişer kişilik odalar bulundu. İki saat sonra odalarımızdan çıktığımızda, loş salonda bir bayan, arkadaşlara:
-Hoş geldiniz, işe mi çıkıyorsunuz? Diye sorduğunda orada bulunan bir delikanlı, “Onlar yazarmış.. Yazı yazıyorlarmış. Sizden değil” diye cevap verdi. Bir bayan arkadaşımız:
- Ne işi ben anlamadım. Dediğinde oradan acele uzaklaşıyorduk.
5-Öğle sonu festival açılışında, bir milletvekili tarafından seçim mitinglerinden bir konuşma yapılarak % 47’lik oylarından bahsederken, karşı görüşlü bir kaç genç de alçak sesle de olsa kendi protestosu olan siyasi sloganlarını atıyorlardı.
SONRASI: Evet, Bekilli Belediyesi Kültür Sanat ve Şarap Festivalinde ondan sonra neler konuşulmuş, neler olmuş?. Bunlar önemli değil artık. Bir kültür ve sanat festivalinden kısa kısa kesitler sunduk efendim..
GÜNÜN KİTAP İSTEK HABERİ:
Şırnak İl’imiz İsmetpaşa İlk Öğretim Okulu sekizinci sınıf öğrencisi ve Kütüphane sorumlularından Nujin Zeynep Osal, kütüphaneleri için kitap, dergi ve benzeri yayınlardan beklediklerini yazıyor. “Lütfen, bize yardımcı olun” diye sesleniyor.
BAK: http://isakayacan.blogspot.com /
NOT: FOTOĞRAF VE BÜTÜN YAZILAR BU SİTEDE.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 13

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

İsa KAYACAN

İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ

ŞEMSETTİN KÜZECİ'NİN “IRAK BASIN TARİHİ” KİTAPLAŞTIRILIYOR
Araştırma ve değerlendirmeler yayın haline gelince anlam kazanıyor.
Kerküklü gazeteci araştırmacı yazar Şemsettin Küzeci’nin, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo TV ve Sinema bölümünde yapmış olduğu “Irak’ta Kitle İletişimi ve Basın Özgürlüğü” konulu Yüksek lisans tezini Fakülte yönetimince kitaplaştırılması kararlaştırıldı. İletişim Fakültesinin 40. Yıl kitaplığı kapsamında basılacak olan Yüksel Lisans Tezi, “ Irak Basın Tarihi” adıyla yeniden gözden geçirilerek fakülte bünyesinde yayınlanacak. Söz konusu yayına Başbakanlık Basın yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü tarafından da destek verildi.
“Irak Basın Tarihi” kitabının önsözünün bir yerinde Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Korkmaz Alemdar; “Şemsettin Küzeci’nin Irak Basın Tarihi başlıklı çalışmasının Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi 40. Yıl Kitaplığı içinde yayınlanmasına tanıklık etmek mutluluk verici bir olaydır. Bir kere Kerküklü olarak Irak’ta pek çok sorunla baş etmeye çalışırken bir tez çalışmasını tamamlayabilmesi ve bu tezden bir kitap üretebilmesinin coşkusunu paylaşmak başlı başına takdir konusudur. Şemsettin Küzeci pek çok öğrenci ve akademisyene örnek olacak bir çalışma disiplini içinde olmuştur” diyor.
Şemsettin Küzeci, ise kitabın teşekkür bölümünde hocalarına vefa borcunu yerine getirirken; “Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi’ndeki çalışmalarımda beni teşvik eden, yol haritamı çizen, iletişim tarihi araştırmalarına değer veren, şahsımı, Türkmen toplumunu ve ülkemi önemseyen, ilgi gösteren, tez danışmanım İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Korkmaz Alemdar’a ve mesleğimin dönüm noktasında bana fikir öğretmenliği yapan Gazeteci-Yazar İsa Kayacan’a ayrıca teşekkür ederim” şeklindeki görüşleriyle vefakârlığını gösteriyor.
Yakında bizlerle merhabalaşacak “Irak Basın Tarihi” adlı kitapta yer alanlardan: Irak’ta ilk gazete1869 yılında dönemin Bağdat Valisi Mithat Paşa’nın Osmanlı Devleti tarafından Irak’a Vali atanmasıyla çıkarılmıştır. Reformcu Vali Mithat Paşa tayininden iki ay sonra Paris’ten Irak’a ilk matbaayı getirmiş; Vilayet Matbaası adı altında faaliyete başlayan matbaa Irak’ta Zevra adı altında ilk gazete’yi Arapça ve Türkçe olarak 15 Haziran 1869 tarihinde yayınlanmaya başladı. Ancak, bazı kaynaklara göre Irak’ta yayınlanan ilk gazete Zevra değil, Jurnal Irak gazetesidir.
Irak’ta görsel basın 1952 yıllarına dayanır, O tarihlerde İngilizler tarafından Kerkük’te düzenlenen İlk Sanayi Fuarında bir televizyon istasyonu olduğu gibi Irak’a hediye edilmiştir. Dolayısıyla da 1953–1956 yıllarında Irak Televizyonu kurulmuş olup siyah beyaz olarak 1956 yılında yayına başladı. İktidarın kontrolünde yayın yapan Irak TV Kerkük-Musul ve Basra’da irtibat büroları açtı. Oralardan da bazı programlar ve belli zamanlarda yayın yapılmaya başladı. Irak televizyonu Kerkük Bürosu günde 8 saat bölgesel yayın yapıyordu. Bu yayınlar Kerkük ili sınırları dışında Irak’ın Kuzeyi Erbil, Süleymaniye ve Dohok illerinde de izleniyordu. 6 Saat Kürtçe, 75 dakika, Arapça, 15 dakika Süryanice ve 30 dakika Türkmence yayın yapan Kerkük TV Irak’ın Kuzey bölgesini kapsamaktaydı.
Yine kitap’ta yer alacak önemli bilgilerden: Saddam sonrası bir takım gazete, dergi, TV kanalları, radyo ve iletişim organları devletten izin almadan, serbestçe yayın yaptılar ve hala da yayınlarını sürdürüyorlar. Bunların yanında devlete ait TV kanalları, radyo istasyonları Irak İletişim Ağı’na bağlı olarak faaliyet göstermektedir. Ancak, Irak’ta yayın organları Planlama Bakanlığı’na bağlı Sivil Toplum Dairesi’nden ticari iş yaptıkları için çalışma müsaadesi ve izin belgesi almak zorundadırlar. Devletin dışında özel sektörce yayımlanan gazetelerin tek sıkıntıları güvenlik ve ekonomidir. Güvenlik ve basım giderleri temin edilirse yayınlar sürekli olarak devam eder. Bugün birçok gazete ve yayın organı iflas etmiştir. Birçok yayın organı da çalışanlarının can güvenlikleri tehlikede olduğu için kapatılmıştır.
Irak’ta 2003–2007 tarihleri arasında yaklaşık 2000 civarında gazete, dergi, bülten vs. yayınlar günlük, haftalık, 15 günde bir, aylık olarak, siyasi parti ve hareketler, sivil toplum kuruluşları tarafından ülkenin etnik guruplarının konuştukları muhtelif dillerde çıkarılmaktadır. Bu gazetelerin sayısı kadar gazete ve dergi de çeşitli nedenlerden dolayı birkaç ay yayınlanarak kapanmak zorunda kalmıştır. Ancak 2003–2007 tarihleri arasında Irak Gazeteciler Cemiyeti yayın yapmak için resmi izin başvurusunda bulunan gazete, dergi, haber ajansı, TV, radyo ve İletişim şirketlerinin sayısı 367 olarak tespit edilmiştir.
Irak Türkmenleri’nin Türkiye de ki fahri temsilcisi dostum gazeteci-yazar Şemsettin Küzeci’nin imzasıyla Günyüzü görecek bu kitapla, Türk ve Türk dünyasındaki Irak Basın tarihi ile ilgili kütüphanelerdeki boşluğun dolduracağına inanıyor, Gazi İletişim Fakültesi ile Başbakanlık Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğüne de böyle bilimsel eserlerin yayınlanmasında katkıda bulunmalarının onur verici bir yayın çalışması olduğu kanaatimi belirtmek istiyorum… Efendim.
GÜNÜN SÖZ VE HABERİ:
1. Eğer bir insan; hem çalışkan, hem akıllı ise, takdir et; Çalışkan, fakat akılsız ise, dikkat et; Akıllı, fakat tembel ise, ikaz et.
Hem akılsız, hem de tembel ise, imha et. (Rahmetli Vali Recep Yazıcıoğlu)
2. TRT Kurumunca, yeniden yapılanma adıyla yürütülen çalışmalar kapsamında, bölgesel yayın yapan Antalya Radyosu’nun teşkilat şemasından çıkarıldığı ve kapatılacağı haberi tamamen gerçek dışıdır. (İbrahim Şahin, TRT Genel Müdürü, Yenigün Gazetesi, Burdur, 22.11.2008)
BAK, WEB: http://www.isakayacan.blogspot.com,

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 14

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Dr. Mahmut Naci ÇUHACI

Yönetim Danışmanı ve Eğitmen
ARGEstar Danışmanlık Ltd.Şti.
DEĞİŞİM VE YENİDEN YAPILANMA
Günümüzde hızlı bir değişim yaşanmaktadır. Bireylerin mutluluğu ve şirketlerin başarısı kendilerini bu değişime adapte etmeleriyle doğru orantılı olarak görülmektedir. Çünkü, değişim hızlı veya yavaş devam ediyor ve insanların işlerini en iyi yapma arayışları da bu bağlamda sürüyor. Hem değişim hem de işi en iyi yapma arayışları kurumları yenileşmeye taşımaktadır. Geçmişte, “Sanayi Devrimi’nin baronları, çelik üreticileri iken, asrın ortalarında bankerlerin yükselişini görüyoruz. Günümüzde ise, en zengin adam, akli sermayesiyle parlayan Bill Gates’tir. Bu gelişme bize, çağımızın yükselen değerinin bilgi olduğunu göstermektedir. Bu gelişmeye ister devrim, isterse değişim ya da dönüşüm deyin, bu süreçleri şimdiden algılayıp ona göre yeniden yapılanma zorunlu hale gelmiştir. Öyle mi acaba?
Kamu tarafından bazı sözler duyar gibiyim… “Biz Devletiz… Tekeliz… Ne gerek var ki?” Haklısınız! Vergiyi toplayan bir kurumda, kurum tekel durumundaysa, vatandaşın bu hizmeti alması için gideceği başka kurum olmadığından, kurumda yönetişim uygun ve iyi işlemiyorsa bile o kurum yaşamını sürdürür. Ama böyle bir durum, doğrudan ve dolaylı pek çok soruna yol açar. Kurumun hizmet sürecinde, hizmeti üretecek olan kurumla, bu hizmetten yararlanacak vatandaşlar arasında uyuşmazlıklar, anlaşmazlıklar, tartışmalar oluşur. Hizmeti alacak olan vatandaşlar, kurumun sorunlu işleyişi nedeniyle sıkıntıya düşerler. Bu sıkıntılar kurum çalışanlarına da çeşitli şekillerde yansır, hem hizmeti üretenler, hem de alanlar mutsuz olurlar.
Hizmetin geç, güç ve işlememesi, yasalara göre, kurumları suçlu yapar. Elbette gerçek suçlular, o hizmeti geç, güç, hiç işleten insan gücüdür. Bu hizmet kusurları, hem o kurumun, hem de o kurumdan hizmet alacak olanların işlerini aksatır. Bu aksama, bir zincir şeklinde ülkenin pek çok işine yayılarak, çok yönlü, zamanlı, zararlı sonuçlar üretir. Örneğin, bir vergi dairesindeki kurumsal iletişim bozukluğu, hizmetlerde bozukluklar oluşturur. Bu bozukluk, o hizmetten yararlanacak olan kişi ve kurumların hizmetlerinde bozukluğa yol açar Bu kişi ve kurumların mal ve hizmetlerindeki bozukluk, onlarla ilişkili kişi ve kurumların mal ve hizmet üretiminde de sorunlara yol açar. İletişim yanlışları nedeniyle vatandaşın işini zora sokan bir kamu dairesi, onun yapacağı katkıyı az, geç, hiç yapmamasına neden olabilir. Bunun diğer vatandaşlara da yansıması, toplanan verginin azalmasına, bu da diğer vatandaşların devlet hizmetlerinden alacağı yararın azalmasına neden olur. Devletten alacağı hizmet azalıp aksayan kişi ve kurumların işleyişinde de sorunlar oluşur. Bu zincir böylece sonsuza kadar uzar. “Yanlışlar yalnız gezmez”. Her yanlış, geometrik bir artışla, yeni yanlışlar oluşturmayı sürdürür. Bir kurumda bir kişinin iletişim yanlışı bile, sonsuza uzayan bir sıkıntılar zinciri oluşturur. Bu zincirin yalnızca kendisi ile ilgili kısmını gören bu bir kişi, çoğu kez ne yaptığının ve bunun sonuçlarının bilincine varmadan, olayın orada sonuçlandığını sanır. Onun bu yanlışını amiri de düzeltmeyince, bu yanlışlar alışkanlık haline dönüşür, kanıksanır, akılsızlar ülkesini anlatan özdeyişlere dönüşür : “Böyle gelmiş böyle gider”.
Diğer yandan; bilgisayar kullanıcılarındaki artış ve internetin hızla yaygınlaşmaya başlamasıyla birlikte, insanlar masalarından kalkmadan, dünyanın her yerinde üretilen ürün ve hizmetlere artık kolaylıkla ulaşabiliyorlar. İçinde bulunduğumuz dönemde, fabrikalarda, laboratuarlarda ve sadece belli işlemlerde yararlanılan robotlar, ABD İleri Savunma Araştırma Projeleri Dairesi’nde Program Yönetici olarak görev yapan Hendler’a göre, 15 yıl sonra, laboratuarların dışına çıkmaya başlayacak. Hatta, evlerde kullanılan elektronik araçlar, bazı yeteneklere de sahip olacaklar. Başka bir deyişle, mikrodalga fırınlar daha akıllı olacak, bulaşık makineleri işini daha iyi yapacak, buzdolapları sakladıkları yiyecek ve içeceklerin listesini tutacak. Enformasyon Bilimleri Yöneticisi Eduard Hovy’e göre, bilgisayarlar artık dilimizi de anlayacak ve hatta bizimle konuşabilecekler. Örneğin, mikrodalga fırınınız ne pişirdiğinizi izleyecek, çamaşır makineniz gerektiğinde daha fazla deterjan isteyecek. ABD’deki Hastalık Kontrol Merkezi yöneticisi Doktor Jeffrey P. Koplan’a göre, bilim adamları ömrümüzü uzatmak ve yaşamımızı daha aktif ve sağlıklı geçirmemiz için de yollar arıyorlar ve önümüzdeki 10 – 20 yıl içinde yaşam süresinin belirgin bir şekilde uzadığını göreceğiz. İnsan yaşamı teorik olarak 120 yıl, hatta bazı kişilerce 150 yıl olarak tasarlanıyor, ancak çoğunlukla aşırı yemek yeme, spor yapmama, sigara v.b. kötü alışkanlıklar yüzünden ömrümüz kısalıyor. Son birkaç yıllık çalışmalarda bu tür alışkanlıkların, gen terapisi teknikleriyle düzeltilmesiyle, kalp krizi, kanser, şeker gibi hastalıkların riskinin de azaltıldığı görülüyor.
Sonuç olarak, Dünyanın bilimsel, teknolojik, ekonomik ve kültürel açıdan gelişmiş ülkelerinde, sözünü ettiğimiz ve burada sayamadığımız daha pek çok gelişmenin yakın zamanda hayata geçeceği yönünde beklentiler var. Peki, biz bu gelişmeleri ne kadar izleyebiliyor, ne kadarını yaşayabiliyoruz?
Bu soruya Bir Amerikalı Uzman’ın, bir iş teklifiyle geldiği Türkiye’de yaşadığı deneyimlerle ilgili sözleriyle cevap vermeye çalışalım:
“Teknoloji bölümüne yönetici olarak geldiğim şirkette ilginç şeyler görüyorum. Örneğin, ‘Zaman Yönetimi’ ile ilgili bir seminer düzenledik, ama herkes zamansızlıktan şikâyet ederek seminere gelmedi. Şirketteki tek ilginç şey bu değil tabii. İlk geldiğim gün, çok şaşırmıştım. Uçaktan inince, şirketin görevlileri beni direkt olarak şirkete götürdüler. Beni yönetim kuruluyla tanıştırdılar. Toplantı sürerken sayın başkan birden söz aldı ve konuşmaya başladı ve benim işimi nasıl yapmam gerektiğiyle ilgili uzun bir konuşma yaptı. Açıkçası şok olmuştum. Şirketin başkanı benim uzmanlık alanımda madem bu kadar bilgili ve uzmandı, niçin beni taa Amerika’lardan getirtmişti? Takım çalışması da çok garip. Herkes o kadar kendine odaklı ki. Her şeyi kendi istedikleri tarafa çekiyorlar. Ortak inandıkları şeyleri, ortak hedefleri yok.  Gelecekle de pek ilgilenmiyorlar. İstedikleri tek şey bugünü olduğu gibi sürdürmek.
Bir dil kursuna giderken, bütün dünyanın ‘Orta (Med) Deniz – Mediterane’ dediği yere, Türklerin neden ‘Akdeniz’ dediklerini anlayamamıştım. Belki de kuzeylerindeki denize Kara – Deniz dediklerinden... Onlar için bir şey ‘kara’ ise diğeri de ‘ak’ tır, ara renkler ve ince ayrımlar pek olmuyor Türklerde... Belki de Mediterane (Akdeniz) havasındandır diyorlar. Akdeniz’e kıyısı olan bütün ülkelere bir rehavet hâkimdir. İtalya, Yunanistan, Fransa, Tunus ve Cezayir ya da Türkiye’nin insanları nedense davranış olarak birbirine benziyor: Genelde az çalışıp çok tüketiyorlar ya da uyuyorlar. İşler, pek onları ilgilendirmiyor. Metot, teknik ya da disiplin, onlara yabancı kavramlar. Oysa bir işi başarmak için metot ve bilgi gerekir. Sadece bu ikisi de yetmez, çok çalışmak gerekir. Türklerde ben bunu pek göremiyorum, ama yine de bir şeyler üretmeye çalışıyorlar. Son dönemde, deneme ve hatalardan öğrenmeye çok önem veriyorlar. Belki de Türkler, sürekli bunu kullanarak hayatta kalmayı başarıyorlar, ama pek de öğrenmiş görünmüyorlar. Herkes sürekli konuşuyor. Hatta son dönemde bir slogan çıktı: ‘Konuşan Türkiye’. Şirkette de başımıza geldi. Örneğin, benim işimle ilgili olarak herkes konuşuyor. Ben susuyorum. Herkes konuşurken uzman da konuşursa, herkes kendini uzman sanır çünkü. Deprem sonrasında da buradaydım. Herkes konuştu, ama hiç kimse bir şey yapmadı. Dünyada ise kamuoyuna getirilen, konuşulan konular çözümlenir. Ama nedense bu Türklerde böyle olmuyor. Çok konuşulan konulardan birisi de değişim. Herkes birileri değişsin istiyor, ama kendini değiştirmek isteyeni henüz görmedim. Öyle ilginç şeyler oluyor ki... Örneğin yine bizim şirkette ‘Müşteri Odaklılık’ programları geliştiriyorlar, ama bütün çalışmaların odak noktası, yine bizim şirket. Örneğin, tanıtım broşürümüze bakıyorum, ilk sayfada patronun ve diğer üst yöneticilerin resimleri. Eğer müşteri odaklı olsaydık, broşürün baş sayfasına müşteri resimleri koyardık. Şirkette müşterilerin beklemesine ayrılan yer 6 metrekare,  patronun odası 150 metrekare. İşte size Türk usulü bir müşteri odaklılık...”
İşte, yukarıda yer alan Amerikanı’nın görüşleri ve şahsen benim de buna benzer yaşadığım örnekler….Türkiye, bu gelişmelerden ne yazık ki habersiz ya da “adam sendeci!”. Halbuki, dünyada olup bitenleri izleyecek ufuk ötesini görecek beyinlere ihtiyacımız var. Salt beyin mi, hayır! Beyin herkeste var. Yüreği olanlara ihtiyacımız var. Beynini ve yüreğini işe koşacak politikacılara, yöneticilere ihtiyacımız var.
Gelişmiş ülkelerdeki vizyoner, ufuk ötesini görebilen bu ufuk ötesinde oluşabilecek gelişmeleri önceden tahmin eden ve kurumunu ileriye taşımanın gayreti içerisinde olan “Lider Yönetici”ler ve “Öğrenen İnsan”lar; kendi kurumlarını/şirketlerini “Öğrenen Organizasyon” haline dönüştürmek için yoğun emek, para ve zaman harcamaktadırlar. Çünkü ayakta kalabilmek için ve ayakta daha iyi kalabilmek için uğraş veriyor onlar. Bu nedenle, yaşamımızın bu anlamda değişmesini istiyorsak, yaşamımızda değişiklikler yapmalıyız. Yaşamımızın değişmesi için beklersek yaşam da bekler! Kimse gelip de bize kaliteli ve coşkulu bir yaşam sunmaz. Kendimize mazeretlerle dolu bir yaşam sunarız.
Eğer, kişi öğrenemezse, sürekli kendini tekrar eden bir makine gibi yaşayan insanlar durumuna düşer. İşten atılan biri, genel müdüre, “Niçin beni işten atıyorsunuz, beş yıllık iş deneyimim var, neden daha deneyimsiz birini atmıyorsunuz?” diye sormuş. Genel müdür, “Evet, sen beş yıl bu şirkette çalıştın, ama beş yıllık iş deneyimin yok. Bir yıllık iş deneyimini beş yıldır tekrar ediyorsun!” demiş.
Yukarıda örneklemeye çalıştığımız olayımızda işten atılan kişi, öğrenememe hastalığına yakalandığından beş yıldır yaptığı işlere bir artı değer katamamıştır. Dolayısıyla değişim rüzgârını da yakalayamadığından şirketine (kendine) belki de, kardan çok zarar getirmektedir. İşimizi, işyerimizi yukarıdaki örnek olay çerçevesinde değerlendirdiğimizde, bazen yeni bir çalışanın, hem çalışanları/iç müşteriyi hem de dış müşteriyi memnun edebildiklerini gözlemlemekteyiz, öyle değil mi?
Birçok seminerimde ya da bir toplantıda katılımcılara her zaman sorduğum bir soru var; “2015 yılındaki özgeçmişinizin bugünden farklı olmasını ister misiniz?” Bu soruya, katılımcıların hemen hemen tümü coşkuyla “Evet” diye cevap verirler. Ardından, “Peki, bu farklılaşmanın hangi konularda gerçekleşmesini tercih edersiniz?” şeklindeki soruma ise çok az sayıda olsa değişik cevaplar gelmesine rağmen genel olarak herkes, “daha kaliteli bir yaşam”, “daha iyi bir yerde olmak” gibi sürekli gelişimi ifade ederler… Bunun üzerine tahmin edeceğiniz gibi, “Bunun için şimdiden ne yapıyorsunuz?” sorusu gelir ve hemen hemen hiç kimseden bir cevap alamam! Derin bir sessizlik kaplar salonu… Acaba, bunun adı Öğrenememe Hastalığımıdır? Ne dersiniz?
Gerçekten onlar bilmiyorlar mı, düşünmüyorlar mı ki; “bir yandan, kendimizle barışık olmak ve bunu sürekli kılmak... Diğer taraftan da, kendimizle yetinmemek ve bu ‘yapıcı doyumsuzluğu’ sürdürmek” anlayışının bizleri mükemmelliğe götüreceğini?..
            Elbette, bu noktada söylenecek söz, kendimizin “bir alışkanlık edinmemiz gerektiğidir”. Bu, “alışkanlıklarımızı gözden geçirme (sorgulama) alışkanlığı”dır. Sizlere de bir kez daha hatırlatıyorum; “En son ne zaman gözden geçirdiniz alışkanlıklarınızı?”…En azından, insan ilişkileri ile ilgili ve iş yapış biçiminiz ile ilgili alışkanlıklarınızı…
Diğer yandan, küreselleşmenin doğal bir sonucu olarak küresel sermaye, küresel işgücü ve küresel hizmet/mal serbestçe dolaşmakta ve ortaya çıkan uluslar arası acımasız rekabet ve müşteri, bizi değişmeye zorlamaktadır. Günümüzde rekabetin bir tek odağı vardır, o da müşteridir. Müşteriye istediğinin kaliteli ve hızlı bir şekilde sunulması gerekmektedir. Unutulmamalıdır ki, kalite ancak ve ancak, kaliteli malzemeyle, kalite çalışanlarla ve kalite ilişkilerle birlikte üretilebilir. Başka bir deyişle; sürdürülebilir rekabet üstünlüğü becerisi sergileyemeyen şirketler, zaman içinde yok olmaya mahkûmdur. Rekabet üstünlüğü sağlamak ve sürdürmek, birikimli bilgi (know-how, ustalık bilgisi) gerektirir. Kamu ve özel sektör, bu acımasız rekabet ortamında ayakta kalabilmek için Sürekli Gelişme (Kaizen) felsefesine sahip olarak “Müşteri ya da Vatandaş Odaklı Süreç Yönetimi” ni sağlamak zorundadırlar. Organizasyon ve yönetim yapılarını buna göre yeniden tasarlamak durumundadırlar, benden söylemesi…

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

15

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mahmut Selim GÜRSEL

Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ
10 KASIM
            Türkiye’mizin kurtarıcısı ve kurucusu Mustafa Kemal ATATÜRK’ÜN bu gün ebediyete gidişinin 70. yılında bulunmaktayız.
            Türkiye için kendi özverilerini ve dehasını kullanarak, ülkesi için çarpışmak ve ülkesindeki insanları birleştirerek Kurtuluş Savaşına hazırlamak gözüktüğü kadar kolay olmazsa gerek.
            Bir yokluk ve uzun yıllar çeşitli cephelerde savaşmış, yorgun ve fakir bir milleti özgürlüğe kavuşturmak için verilen çabaları takdir etmeyenler ATATÜRK’Ü kıskanlardan başkası olmayacağını burada söylememde bir beis görmüyorum.
            Bizlerin kuşağında 10 Kasım’lar bir yas ve anma günü olarak kutlanmakta iken, bu günün kuşaklarında ise başka türlü anılmaya başlamıştır.
            10 Kasım’da bir başka hatıralarımın da burada anlatmakta bir beis görmüyorum. Askerliğimin son bölümünü Çavuş olarak İstanbul Dolma Bahçe Sarayında yapmış olmam da ayrı bir 10 Kasım anısı olarak bende bulunmaktadır.
            Dikkat ettiniz mi bilmiyorum? Bizlerin hayatlarında da bazı önemli zaman dilimlerini biz yaşadığımız o zaman ve anda anlayamamakta ve sonradan da bu anıların kıymetini düşünmeden edememekteyiz.
            Bizler ATATÜRK’ÜN emanetini korumak ve yüceltmekten başka; ülkemizin Dünya ülkeleri içerisinde ön sıralara başkalarının yardımı ile değil, kendi güç ve bilgilerimiz ile birikimlerimizle ileriye gitmemizin gerekliğini bu vesile ile de sizlere teklif etmekteyim.
            “Ne Mutlu Türk’üm Diyene”

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 16

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mahmut Selim GÜRSEL

Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ

BÖYLE İNSANLAR VAR MIYMIŞ?

            Birkaç gün önce saat 19,30 haberlerini izliyordum. Kapı çalındı. Herhalde komşulardan birisi olsa gerek diye düşünürken mutfakta bulunan eşim kapıyı açtı. Karşısındaki bayan:
            -Selma Abla! Beni tanıdın mı? Diye sorduğunu bende oturduğum odadan duydum. Eşim de:
            -Evet tanıdım. Sen bizim apartmanda oturan filancanın kızısın. Duydum. Herhalde bizi ziyarete geldiler diye düşünürken, bayanla gelen beyi eşime:
            -Selma Abla Selim ağabeyin arabanın kapısına bir araç vurup kaçtı. Biz de plakasını aldık. Selim Ağabey yok mu? Diyince eşim bana seslendi. Oturduğum odadan kapıya doğru gittim. Gelenlere:
-Hoş geldiniz dedim. Erkek misafir doğrudan konuya girdi:
-Selim Ağabey; senin arabaya şu plakalı araç çarptı ve durmadan gitti. Ön kapıyı çökertmiş. Plakası bu. Dedi. Bende:
-Sağ olun fakat bu plaka ile o aracın vurduğunu ben ispat edemem. Şayet siz görgü şahitliği yaparsanız o zaman o aracın sahibinden şikâyetçi olabilirim. Dedim. Birlikte aşağıya indik. Cidden aracımın ön kapısı epey çökmüş vaziyette idi. Kapıyı açmak için uğraştım açılmamıştı. Yeni trafik kazaları yaptırımına göre taraflardan birisinin olmadığı için polisi aradım. Beş dakika sonra mahalli karakoldun bir ekip geldi. Gelenler aracın konumuna baktılar ve şikâyetçi iseniz karakola gelin dediler.
Bize bilgi veren arkadaşa baktım.
-Giderim ağabey diyince. Aracımın öbür kapısından araca binerek karakola gittik. Aracıma vuran plakayı araştırdılar, sahibinin cep telefonunun buldular, benim telefonumdan araç sahibini aradılar, karakola gelip uzlaşmamızı söylediler. Bir saat sonra aracıma vuran şahıs ile babası geldiler. Anlaştığımız için tutanak tuttular, karakoldan ayrıldık.
Olmuşla yitmişe çare yoktu. Araca vuranda yakın komşu idi. Ertesi gün komşuya telefon ettim, kapıyı yaptıralım mı diye sordum. Olur dedi ve sanayiye gittik. Oto boyacısından fiyat istedik, pazarlık yapıldı ve aracıma vuranın babası parayı ödedi. Birlikte benim araçla çarşıya geldik, arkadaşı bıraktım. Ben eve geldim.
Aracım kaporta ve boya olunca baktık ki; minderlerin kılıfları yağ ve kara olmuş. Bunlar üzerimize çıkar diye eşimle beraber kılıfları söktük ve eşim kılıfları yıkadı. İki gün sonra kılıfları evin önünde takarken benden yaşlı olan karşı komşum bana kolay gelsin ne var ne yok? Diyince, bende yukarıdaki olayı anlattım.  Beni dinledi ve ekledi:
-Böyle insanlar halen var mıymış? Dedi ve yoluna devam etti.
Evet böyle insanlar halen var. Bu insanların yüzü suyu hürmetine Ülkemiz halen ayakta. Allah rızası için gördüğünü söyleyen, bu dünyada da, öbür dünyada da şahit olacağımı bilen kişidir. Benden büyük olan komşunun şaşması gayet normal. Dünya korkanların, susanların dünyası. Yalan yere yemin edenlerin, yapılanları ve duyulanları görmedim, duymadım diyenlerin dünyası.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 17

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mahmut Selim GÜRSEL

Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ
MERHABALAR!
            Bu gün; 01 Kasım 2008 Yer İskilip Çorum yolu. Eşimle birlikte bu yol üzerinde bulunan kaynak pınarlarından birisinden su doldurarak Çorum’a doğru geliyoruz. Eşim:
            - Hacı! İki yıldır pancar (şeker pancarı) yemiyoruz. Gelirken bir kişi tarlada pancar söküyordu. Parası ile birkaç tane aslanda bu yıl hiç olmazsa yesek. Dedi. Bende:
            - Oraya gelince haber ver isteyelim. İsteyenin bir yüzü kara vermeyenin iki yüzü kürü dedim. Biraz sonra hacı hanım:
            -Hacı burası şu karşı tarla. Dedi. Bende arabayı durdurdum. İndim yalnız çalışan kişiye doğru yöneldim. Aramız 150 metre kadar vardı. Yaklaştım:
            -Merhaba! Kolay gelsin. Dedim. Tarlada çalışan yüzüme bakarak:
            -Merhaba Mahmut Amca! Satalı tıraş ettirmişsin tanıyamadım. Hoş geldin! Diyince şaşırdım ve sordum:
            -Sağ ol yeğenim fakat ben sizi hatırlayamadım. Dedim. Güldü.
            -Tabii hatırlayamazsın. Ben lisede okurken Kütüphaneye gelirdim. Herkese bilgi verdiğin gibi benim ödevlerim içinde kaynak gösterirdin. Çorumlu 2000 Dergisini çıkardın, birkaç tane de kitabın bende var. Diyince. Hay Allah! Ben şimdi bu adamdan nasıl pancar isterim ki. İçinden tanışlık gösterdik pancar istedi der diye düşündüm. Ve başka konu açtım:
            -Yeğenim neden yalnız çalışıyorsun?
            -Hocam! Pancar eskisi gibi getiri getirmiyor. Ben adam tutarsam bana para kalmaz. Kendim sürdüm, ektim, kendim de pancarı söküyorum, yeşilini kesiyorum. Bunları ben yalnız yapmazsam ekmek parası bana kalmaz. Diye cevap verdi. Ne diyebilirdim ki. Bir zamanlar sulak yerlerde tarlası olan köylü dört yılı iple çeker birkaç kuruş menfaatimiz olsun diye çabalardı. Ben bir şey diyemedim. Tarım öldü diyenler doğru söylüyorlar diye içimden düşündüm ve:
            -Yeğenim; bana müsaade. Arabada Hacı yengen var. Yolcu yolunda gerek. Saha kolay gelsin. Dedim. Döndüm arkamdan seslendi.
            -Hocam ! Tarlanın sonundan pancar al. Tadına bak dedi.
            -Teşekkür ettim. Üç tane alarak arabaya bindim. Hacı hanım:
            -Niçin az aldın diyince sadece güldüm.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

   18

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mahmut Selim GÜRSEL

Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ
ZAMA ZİNGO İŞLER
            “Zama Zingo” bizim buralarda bir zamanlar anlaşılmayan işler için kullanılan bir anlamsız sözdü.  Sorsan kimse ne manaya geldiğini bilmez fakat; bilmediği anlamadığı, aklının yetmediği işler için bu deyimi kullanarak konuyu geçiştirmeye çalışırlardı.
            Nereden çıktı bu söz dersen; Bizim buralarda insanlar artık ticari faaliyetlerde bulunmak yerine “Zama Zingo” işlerle meşgul oluyorlar.
            Akşama kadar dükkânlarının, iş yerlerinin işsiz ve boş oturduktan sonra evlerine giderken günün zararından çok bu gün yaptık diye kara kara düşünmektedirler.
            Cidden bu son yıllar içerisinde Türkiye ekonomisinin gerilemesindeki sebeplerin başında dışarıdaki ekonomik krizlerin Türkiye’ye de yansıması mı? Yoksa o konu haricinde Zama Zingo bazı işlerden dolayı mı Türkiye’de ekonomik kriz var diye gözükmekte.
            Ülkemiz bir zamanlar kendi ürettiği ile geçinebilen bir ticari yapıya sahip iken yanlış kararlar yüzünden nerede ise yediği somunu (ekmek) bile ithal eder duruma düşmüştür. Bu yanlışlık halen büyüyerek devam etmektedir. Neden kendi iç piyasamıza bazı kolaylıklar getirerek küçük iş yerlerinin devamını sağlayacak önlemler almıyoruz buna çok şaşıyorum.
            Küçük esnafı ayakta tutan memur, memur emeklisi ve işçi emeklileri ile kendi çalışma alanından sonra emekli olmuş şahısların gelir düzeylerinin kısılarak alış veriş çarkının canlanmasının sağlanması her nedense yapılmamaktadır. Asgari geçim gelirinin çok düşük tutulması Türkiye içinde esnaf ve sanatkârları da zor duruma düşürmekten başka bir uygulama olmadığı gözükmektedir.
            Gelir seviyesinin emekli maaşları ile çalışanların maaşlarında Avrupa standartları ölçüsüne getirilmesinin zamanının geldiği gözükmektedir. Maaşların iyileşmesi ile Türkiye içerisinde para dönüşümünün çoğalması enflasyonu getirir korkusu da bana göre yanlıştır. Sabit gelirli yani maaşlı insanların refahının artması esnafında refahının artması olarak gözükmekte, esnafın refahının artması ise iç malların üretimine hız verilerek iş istihdamının artmasına ön ayak olacağın kaçınılmaz olduğu gözükmektedir.
            Bence artık büyük marketlerin de hükmünün kalktığı bir ortam zamanının gözüktüğünü söylemek kâhinlik olarak görülmemektedir. Sabit ücretliler ellerinde bulunan kredi kartlarını 2009’un ortalarına kadar kullanmış sadece bu kartların borçlarını ödeme çabası ile robotlaşmış durumda olmaları düşündürücüdür.
            Ülkemizin kaynaklarının artık dış mihraklara peşkeş çekenlerin ayıklanmasının zamanı gelmişte geçmektedir. Satan kişiler için büyük gözüken bu paralar Türkiye’nin zenginliklerinin çalıştırılmaması ile Türkiye’nin sırtından paralar kazanmaya devam edecekleri ve ülkemizi bir sülük gibi emdikleri artık görülmesinin zamanı geldi de geçmektedir.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

  19

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mahmut Selim GÜRSEL

Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ
İNSANSAK EĞER
Biz insansak eğer;
Kaybetmeyi de
Kazanmayı da
Kovulmayı da
Sevmeyi de
Sevilmeyi de
Sevilmemeyi de
Yazmayı da
Okumayı da
Okutmayı da
Yaşamayı da
Yaşatmayı da
Yaşamı sevmeyi de
Hayatı da
Ömrü de
Zamanı da
Uyumayı da
Ölmeyi de
Kabullenmeliyiz.
02/11/2008 14,31 ÇORUM

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

  20

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mesut ARTAR
Mesut ARTAR HAYAT HİKAYESİ
AHİLİK HAFTASI
Türkiye Cumhuriyeti 85 yıl önce Osmanlı'dan devir aldığı yönetimi, Osmanlı da 700 yıl önce Anadolu Selçuklu devletinden almıştı. Anadolu Selçuklu devleti de Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun bir parçası olarak bu topraklarda yaklaşık bin yıl önce kurulmuştu. Görüldüğü üzere 1000 yıldır Türkler Anadolu toprakları üzerinde yaşamaktadır.
Türklerin tarihi aslında bin yıl ile sınırlı değildir. Bilinen en eski insanlık tarihine kadar uzanır. Oğuz Hanlığı, Uygur devleti, Göktürk devleti, Hun devleti M.Ö. 4000 yıldan beri, devletini ve kültürünü yaşatmaktadır. Dünyamızda bu süre içerisinde birçok devletler kurulmuş, kültürler yaşamış, bunlardan birçoğu yıkılmış ve kaybolmuşlardır. Türklerin altı binyıldır tarih sahnesinde oluşunun önemli bir sebebi kültür değerlerini korumalarından ileri gelir. Bu kültür değerlerinin özü Ahilik Kültürü biçimine dönüştüğü XI. yüzyıldan sonra yeni bir anlayışla devam eder.
Tarih boyunca Türkler daima iyiyi güzeli aramışlar ve bulduklarında da tereddüt etmeden almışlardır. Türkler bu değerler ile mücehhez olarak çağın en yüksek medeniyetini kurmuşlardır. Dünyada pek çok dinler, inançlar ile karşılaşan Türkler bazılarını denemişler fakat kendilerine en uygun gelen İslam dinini kabul etmişlerdir. Bu dini seçerken hiçbir zorlama, hiçbir baskı yapılmamış kendi istekleri ile bu yüce dine geçmişlerdir.
Ahilik tüm bu değerleri kaynaştıran ve hayata geçirilmesini sağlayan bir yeniliktir. Türklerin "Rönesans”ıdır.
Ahilik anlayışı, toplumda yaşayan fertleri birbirine yaklaştırmak ve aralarında dayanışma kurulmasını sağlamaktır.
Bir toplumda birlik ve dayanışmayı sağlayan en önemli unsur müşterek değerlerin korunması ile mümkündür. Türklerin Anadolu'da bin yıldan beri varlığını sürdürmelerindeki sır Ahilik anlayışı içerisinde bu değerlere saygı göstermeleridir.
Bu anlayışa göre din, dil, ırk farkı gözetmeksizin herkese eşit muamele yapılmıştır. Bir toplumda sosyal tabakalaşma olabilir. Kimi zengin, kimi fakir olabilir; fakat ikisi arasındaki fark fazla olmamalıdır. Ahilik zenginliğe karşı değildir. Çalışmak ve üretmek, alın teri ile kazanmak Ahilikte bir ahlak kuralıdır. Bunun için herkesin mutlaka bir mesleği ve işi olmalıdır. Ahilik, halkın sırtından geçinenlere, bir köşeye çekilip miskin miskin oturanlara karşıdır.
Ahilikte iş ve meslek ahlakı, kabul edilmesi mecburi kurallar haline gelmiştir. Kendinden önce başkalarını düşünmek ve kollamak, hak ettiğinden fazlasını istememek, kanaat ve tevazu ölçüleri içerisinde "hırs" ve "tamah”tan uzaklaşmak, kendi yeteneğine uygun bir işle meşgul olmak, sanatını mutlaka bir 3 üst addan öğrenmek ve birliğin, beraberliğin korunması için dayanışma içerisinde bulunmak ahiliğin mutlaka uyulması şart olan ahlak kaideleridir. Bu kaideler, Ahileri tekke ve türbelerde çöreklenerek, el açıp halkın kutsal duygularını sömürerek onların sırtından bedava geçinen asalak zümrelerden ayıran farklardır. Ahiler yeniliğe açık insanlar olup, halka sanat, meslek ve genel bilgiler öğretmek için var güçleriyle çalışırlar. Bu bakımdan Ahiliğin eğitimcilere ışık tutacak önemli özellikleri vardır.
Ahilik sisteminde, işyerinde çalışanlar ile çalıştıranlar arasında pek fark olmadığı gibi aralarında baba-oğul ilişkileri vardır. İşyeri aynı zamanda sanatın ve ahlakın öğretildiği bir okuldur. Burada üretilen mal, belli bir ihtiyacı karşılayacak şekilde kusursuz ve tam olarak üretilir. Emeğin karşılığı çalışanının alın teri kurumadan ödenir. İşyerlerinde çalışan ve çalıştıranlar dayanışma içerisindedir. Bu uygulama emek ve sermaye'nin barışık olduğu bir model oluşturur.
Ahilik düşüncesinin kurduğu Ahi Birlikleri'ni batıdaki ve doğudaki benzer teşkilatlardan ayıran özellik, din adamlarının da devlet adamlarının da Ahiler üzerinde herhangi bir etkisinin olmayışıdır. Bunun sonucu olarak Ahilik sivil toplum kuruluşlarının en eski bir modelidir.
Ahiler, daima toplum yararına hizmet yapmışlardır. 2000'li yılları yaşadığımız şu günlerde, Ahiliğin ahlak ve çalışmaya ait prensipleri kısaca Ahilik felsefesi, dünyamızda ilerleyen toplumların modeli olacaktır. Bu görüş bir kehanet değildir.
Bugün nasıl ki kalkınmış birçok ülkede Ahilik prensiplerinin izlerini görüyorsak, yarın da ilerlemiş toplumların yükselmesinde Ahilik ilkelerinin, önemli rol oynadığı görülecektir.
Ama artık hepimiz anlıyoruz ki, Kral çıplak Kral Çıplak' günümüze kadar ulaşmış eski bir masalın adı. Buna göre, çevresi yardakçılarla dolu bir kral, güya sadece akıllıların görebildiği, akıllı olmayanların asla fark edemedikleri bir elbise giyerek törene katılır.
Herkes kralın üstündeki hayali elbisenin ne kadar güzel desenleri, renkleri, dikişleri olduğunu konuşurken bir çocuk gerçeği haykırır: "Kral çıplak!"
Cumhuriyetimizin kuruluşundan beri her seçim zamanı milletvekili adayları binbir seçim vaadinde bulunur en aleni haksızlığı, adaletsizliği karşısında bile onlara toz kondurulamaz bu vaatler hep Ankara’ya gidene kadardır,
Sonra vatandaşın gözünün içine baka baka sizlere bu kadar şunları şunları yaptık derler acaba biz vatandaş olarak kralın terzilerinin gözüyle bakamadığımızı ima ederler.
Şehrimizin tüm yolları yeniden asfaltlandı, çeviz büyüklüğünde dahi bir çukur bulmak mümkün değilken, en ücra ara sokaklarımızın, kaldırımları, tratuvarları, parklarımız tertemiz, parklarda bulunan oyun grupları pırıl pırıl, çevre yolunda yapılan kavşaklar 100 m koşucusu hızıyla yapılıyor da acaba biz mi göremiyoruz. Şehrimizde oto park sorunu, sokak ve caddelerimizin keşmekeş olmadığını, parklarımızın, mesire yerlerimizin en ücra köşedeki parklarımızın keneyle mücadele edildiğini, Obruk Barajının faaliyete geçtiğini mi göremiyoruz.
Yok ama gördüklerimizde var yıllardır Arap saçına dönen Çorum -Samsun -Çorum-Ankara yol yapımı, Merzifon Hava alanının sivil trafiğe açılma çalışmaları, Hitit Üniversitemiz ne hikmetse bunları görebiliyoruz.
Değerli Vekiller, Sizden beklenenler aslında çok bir şey değil...
1) Onurlu dürüst ve saygılı(yani burnunuz büyümesin başınızı öne eğecek işler yapmayın adil olun şahsi menfaatiniz peşinde koşmayın)
2)Ülkemizin yöremizin ve insanımızın menfaatleri için proje üretin çalışın ve gerçekleştirin
3)Kimseyi satmayın Değişmeyin ve Parti değiştirmeyin Ta ki atılana kadar..Unutma ki seni seçen benim...(Değiştim diyen soldan sağa sağdan sola gidiyor.Biz değiştiysek zaten oyumuzu ona göre bir partiye veriyoruz.
4)Trafik kazalarını minimuma indirecek ve ticareti geliştirecek en önemli etken olan çift şeritli yolları Çorum`un tüm ilçelerinde görmek istiyoruz
5)Çorum`a yatırım yapabilecek insanları bir araya getirerek bir güç bir sinerji yaratın.Öncelik hangi işlerde olmalı fizibilite yapın yaptırın.Yol gösterin ışık tutun. Ve uzatmaya gerek yok Bağımsızlık özgürlük demokrasi Atatürk ilke ve İnkılapları sana ışık tutsun. Bunları yaparsan yapmaya çalışırsan çabalarsan Allah yolunu açık etsin...
Sadece daha iyi koşullarda insanca ve kardeşçe şehrimizde yaşamaktan söz ediyoruz.
Evet, doğrulara yaklaşımınızda ne teslimiyetçi ne de boş slogancı olmanıza gerek yok. Ama artık hepimiz anlıyoruz ki, Kral çıplak!

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 21

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mesut ARTAR
Mesut ARTAR HAYAT HİKAYESİ
GELECEK NESİLLERE BIRAKACAĞIMIZ MİRAS NE OLACAK?
Yıkık bir dünya, tükenen doğal kaynaklar, yüzyıllardır gelişme göstermeyen bir sosyal yapı falan? Geçmişin mirasını koruma ve geleceğe aktarma paniği? Acaba bize geçmişten kalan birikim nedir ki biz bu mirası geleceğe eksiksiz devretmeyi istiyoruz? Geçmişte neler yitirildiğini biliyor muyuz? Görülmeyen veya gözden kaçan fırsatlar var mıydı? Bunları hiçbir zaman tam olarak bilemeyiz. Elimizdekileri sağlıklı bir şekilde gelecek nesillere devretmek amacında olduğumuz söylenebilir. Ama bu amacın amacı nedir? İnsan uygarlığının sonsuza dek devamı mı veya evrene ve zamana hâkim olma düşü mü? Yoksa ölümsüzlük mü? İnsanlar iz bırakmaya, gelecek nesillere kendilerini tanıtmaya çalışır. Üretmeye çalışır. Bu doğrultuda ortaya fikirler atılır, eserler sunulur, çalışmalar yapılır. Üretme tatmininin tükenmeye başladığı noktada üreme fikri akla gelir ve üreme gerçekleşir. İnsanlar hatırlanmaya, hiç değilse öldükleri zaman geride yaşayan bir şey bırakmaya çalışırlar. Üretmek ve üremek düşüncesinin altında ölüm korkusunu bulmak hiç de şaşırtıcı olmaz. Yok olmak, hatırlanmamak nedense insanlara korkunç gelir. Çoğu zaman bellek hatırlanmak için hatırlar. Her hatırlayışta kendinden bir şeyler katıp hatırlanmak isteği vardır. Elindekilere kendinden bir şeyler katıp yeni bir şey yaratmak?
Yaratıcılık! Benzer noktalarda bazı kişiler ellerindekileri değerlendirip başarılı olmuş ve üst düzey eserlerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu eserler tarihe mal olmuştur. Tarih bir çeşit ortak bellek olmuş ve onu herkes kendine göre yorumlamıştır. Bu eserler, artık yaratanlarına ait değildir ve yaratıcılarını kaçınılmaz sondan kurtaramamışlardır. Toplum ise bu eserlere sahip olduğunu zanneder. Bu eserlerin algılanması ve yargılanması, zaman ve bakış açılarıyla farklılıklar gösterir. Toplumun tek bir belleği veya algılama şekli olamaz Her şey evrensel bir belleğe ait olacaktır. Ancak bence bu bellek tanrısal bir kusursuzluğa sahip değildir. Bu bellek belki toplumun, belki de dilin olacaktır. Yaşamın değişken dengesi içinde oluşmaktadır ve asla adaletli değildir ve de olmayacaktır. Amaca göre değişken olaylar ve eserler yer alacaktır bu bellekte. Kopuk kopuk ve anlamsız, sadece yüzeysel bir bellek kalacaktır ileriye? Unutuş ve unutuluş günden güne daha çok kemirecektir. Üretmek veya ilerleyen bir insanlık fikri bana her zaman şaibeli gelmiştir. Öyle ya da böyle kendi egolarını tatmin etmeye çalışan insanların ortadaki birtakım kombinasyonları deneyerek bunlardan bazı mantık düzeneklerine göre sonuçlar çıkarıp bu sonuçları, yaratıcılık ya da üretim olarak adlandırmaları ve bunlardan tatmin olmaları acıklıdır. Gelecek nesiller bizim ne kaybettiğimizle ilgilenecek mi yoksa gene bizimkine benzer bir düzenek içinde elindekilerle mi yetinecek? Belki onlar da geçmişten kalanı düşünmek yerine ileriye sağlıklı bir miras bırakmayı düşünürler. İnsanlar bu güne kadar birçok denge içinde yaşamayı öğrendiler. Bundan sonra ağaçlar yok olsa da insanlık ağaçsız yaşamayı öğrenecektir. Öğrenemeyen yok olur. Biz doğayı egemenliğimiz altına alamadık. Doğanın değişimine bakıp onu öldürdüğümüzü sanıyoruz ve doğa bizi de kapsayarak yoluna devam ediyor. Ağaçsız belki de insansız yeni dengelere doğru.
Geleceği düşünmek ve ona sahip olmak, onu yönlendirebilmek. Var olmak, yaşamak, insanlık, uygarlık ve sahip olduğumuzu sandığımız her şey. Kavramlarımız, tanımlarımız ve de geleceğimiz. İlerleme diye adlandırdığımız değişim. Biz eninde sonunda bir dinozor soyuyuz ve sonumuz, amaçlarımızın, hayallerimizin, ümitlerimizin çok dışında komik ve trajik olacak. Bundan eminim.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 22

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mesut ARTAR
Mesut ARTAR HAYAT HİKAYESİ
GERÇEĞİ GÖRMEK ZORDUR, ÖZELLİKLE ONU GÖRMEK İSTEMEDİĞİMİZDE?.
Olaylara her zaman objektif olarak bakabiliyor muyuz? Peki, bizim için çok önemli olan olaylara ne kadar objektif yaklaşa biliyoruz?
Maalesef genelde, yaşamımızda alacağımız karar ne kadar önemli ise, bizim objektif olarak kalabilmemizde o kadar güçtür. Arkadaşınızın yanlış biri ile çıkmasında onun objektif olarak olaylara bakamadığı, yani kör noktasının olduğu yerde, sizin bu olaylara daha objektif yaklaşıyor olmanız kolaydır. Bu beraber çalıştığınız biri ise daha zor, patronunuz ise biraz daha zor hele sizseniz çok, çok daha zor olacaktır.
Yaşam boyu bazı kararlar vermek zorundayızdır. Bunlar bazen bize acı verirler, bazen de sevindirirler. Genelde acı çekmek istemediğimizden, kaybetmekten korktuğumuz için ve duygularımız bizi uzun süreli realiteye körleştirdiğinden, en kolay, acısız ve çatışmasız çözümleri yeğleriz. Sayın Vekilim seçtiği bu yoldur. Sayın ÇESOB Başkanı ; sitemi bundandır ama unuttuğu veya görmek istemediği taraf daha öncesi eski ÇESOB başkanı bu yolla kendi partilerinde saf tuttuğudur. Bunu bir aile ortamında düşünerek örneklersek Bir kadının eşi sürekli olarak başka kadınlar ile flört ediyorsa, kadın bunun büyük olasılıkla farkına varacaktır. Ama ona âşıksa veya maddi olarak bağımlıysa ya da ilişki alışkanlık boyutunda ise, onun flört ettiğini görmek istemeyecektir, eşi de kendisine yakın davranıyorsa masum olduğunu düşünecektir. Buradaki kör noktalardan biri, eğer adamın hayatında başka biri olmasa eşine bu denli müşfik davranmayacağıdır.
Evet, bizler ne zaman gerçek bir tehlike ile karşı karşıya kaldığımızı hissedersek at gözlükleri takma eğilimine gireriz. Tatsız ve rahatsız edici şeyler karşısında, gözlerini kapamak ve aklını çalıştırmamak insanın doğasındadır. Gerçeği görmek zordur, özellikle onu görmek istemediğimizde.
Ancak bu eğilimlerimizi aşabiliriz, önce, bizi en çok üzecek şeyin, gerçekleri görmemezlikten gelmek ve kabul edeceğimiz yerde gerçeği çarpıtmak olduğunu anlamamız gerekir.
Duygusal olarak bağımlı olduğumuzda tam olarak objektif olamayız ya da bunu sürdüremeyebiliriz, bağımlılığımız ne denli güçlü ise akıl dışı davranma eğilimi o denli güçlü olur. Tutkumuz normale inene kadar, ilişkideki temel çatlakları bile gözden kaçırma eğilimine gireriz. Bu yüzden eğer duygusal olarak bağlı olduğumuz birini değerlendiriyorsak, en azından objektifliğimizi sürdüremeyeceğimiz konusunda temkinli olmalı, bunun bilincine varmalıyız. Daha objektif olabilecek bir dostumuza, arkadaşımıza danışmalıyız ve geriye bakmalıyız.
Zamanınız kısıtlı ise, kendimizi farklı tepkiler veriyor olarak bulabiliriz, ihtiyaç hali ile hareket ediyoruzdur ve olayları açık bir şekilde değerlendiremeyiz. Bu durumda başlangıç için geçici bir çözüm bulmalı, sonra esas çözüme odaklanmalıdır. Geçici çözümler kısa vadede daha uygunsuzdur, ancak uzun vadede iyi bir seçim için bize ihtiyacımız olan zamanı sağlar.
Aynı şekilde korkuda objektifliği etkileyen etkenlerden biridir. Aslında çokta iyi gitmeyen bir evliliği sonlandırmaktan korkarız, çünkü daha iyisini bulamamaktan çekiniriz. Bakış açımız acıdan kaçmak isteği ile bir miktar çarpılır. Ancak korkularımızın da üstesinden gelmek mümkündür.
Yukarıdaki örneğe dönersek, birkaç yıl sonra, günlerinizin sayılı olduğunu biliyor ve ayrılmayı düşünüyorsak, sizi rahatsız eden duygular içine girmiş olursunuz. Sizden ayrılmak için karşı tarafın bir fırsat arayıp aramadığını anlamaya çalışırsınız. Ne kadar objektif olursanız olun korkularınızı yenmek elinizden gelmez. Bu durumda korkularınızı yenmek ve daha nötr hale gelmek için iki liste yapmalısınız. Biri eğer evli kalırsanız yaşayacağınız mutsuz ve heyecansız hayata dair acı tecrübeleri, diğeri ise eğer ayrılırsanız yaşayacağınız tecrübeleri içermelidir.
Bu listeleri yaparak korkularınızı kontrol altına almaya başlayabilirsiniz. Bu listelerden biri açık şekilde daha kötü ise daha az acı verecek olanı seçebilirsiniz. Ancak ikisi de kıyaslanabilir riskler taşıyorsa o zaman korkularınız genel olmaktan çıkacak ve gerçek korkunuz hakkında objektif olabilmek için odaklanacaksınızdır. Liste yaparak kendiniz hakkında bilgiler elde edinirsiniz bundan sonra yakın bir arkadaş, dost bu insanlarla konuşarak daha objektif kararlar alabilirsiniz. Unutmayalım korkuya karşı en iyi silah bilgidir. Ancak topladığınız bilgiye dayanarak hareket edemiyorsanız birkaç çözüm varmış gibi davranın ve kendinize sorun, eğer yalnız olsaydım ve şu anda evli olduğum insana benzeyen biri ile tanışsa idim, bu insanla beraber olur muydum, yoksa başkasını mı arardım diye. .Şimdi elinizdeki bilgiyi objektif olarak değerlendirin, eğer kendinizi şu sıra başka bir ilişkiye meyleder bulursanız, bir değişimin zamanı gelmiş olabilir.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 23

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mesut ARTAR
Mesut ARTAR HAYAT HİKAYESİ
SENİ SEVİYORUM DİYEMEDİM
Gidemezdim yanına
Gitsemde de diyemezdim seni
SEVİYORUM……..

Gözlerine bakamazdım
Baksam da diyemezdim seni
SEVİYORUM…….

Adını söyleyemezdim
Söylesem de
Ben seni seviyorum diyemedim .

Tutamazdım ellerinden
Kokunu içime çekip
Sıcaklığını hissedemezdim
Diyemedim
Seni Seviyorum,

Öpemezdim dudaklarından
Sarılamazdım ona doyasıya
Seni Seviyorum diyemedim

Senin orucunu tuttum
Acıktım sana diyemedim
Susuzluktan kavrulurcasına
Sana susardım
Kana kana içemedim
Ölüyorum diyemedim

Mahkum oldum acılara
Son gidişinde
Ben sana
Seni Seviyorum diyemedim

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 24

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Muhsin AKTAŞ

Muhsin AKTAŞ HAYAT HİKAYESİ

BİR BAKIŞTAN SIZILAR !
             

                 İlk baharla yazın kucaklaştığı bir Cuma akşamı idi.İçim  bomboş,bir davetle koyulmuştum yola.Yol kenarlarında rengarenk ahenkle sallanan kır çiçekleri üzgün, hüzün kokuyordu.Akşam güneşi üzerlerine düştükçe hüzünleri yüzlerinden okunuyordu.Ben ise hem arkadaşlarla sohbet ediyor hem de içimdeki tarifsiz acılarla onlara bakıyor ve yol alıyordum.Çünkü onları oradan alıp eline tutuşturacağım bir sevgilim bile yoktu artık.Bu yüzden onlara bakınca kokusunu alınca, içimdeki mağara yalnızlığı saz çalmaya başlıyordu.
                Her yolun bir sonu olduğu gibi, bu yolculukta kısa sürmüş ve güzelim bir ilçeye düşmüştü yolum.Bir kaç dakika hoş peş çay sohbeti derken bir şeyler atıştırmak için dışarıya çıkmıştık.İşte ne olduysa ondan sonra oluverdi birden.Arkadaş bir yemek yiyelim sonra geliriz dediler.Bunda
garipsenecek bir şey yoktu tabi.Rutin bir yemekti işte.Dönüp biraz bekleyelim bir arkadaş daha gelecek onu da alalım dedi.
                Hiçbir şeyden habersiz,canhıraş önümüzden bir biri arkasına geçen araçlara bakarken bir güneş doğuyordu yavaş yavaş ahenk içinde.Yaklaştıkça yüzümü yüreğimi,gönlümü aydınlatıyordu olanca gücü ile.Elini uzattığında ellerim ellerinin içinden kalbine doğru yavaşça ilerliyordu.Bütün vücudumu ateş basmış buram buram terler döküyordu.Ellerinin sıcaklı yetim ve öksüz ellerimi üşümekten
kurtarıyordu.Ben ise kayboluyordum gözlerinin içinde.Çoktan uçup gitmiştim  arkadaşların arasından.Hayal aleminde çoktan volta atmaya başlamıştım.Yudum yudum kalbime iniyordu bakışların.Gergef gergef,nakış gibi  işliyordu yüreğimi.Artık ben bende değildim.Sana kilitlenmiştim. Bakışlarım boşluğa düşmüş iç aleminde yitiğimi arıyordum.Gözlerinden, kaşlarından,kirpiklerinden, gülüşlerinden, en ufak bir işaret bekliyordum. Kafamda bin bir çeşit düşüncelerle saatler ilerliyor ben bakışlarımı senden alamıyordum.
                 Oysa sadece bir merhaba deyip el sıkışmaktan öte seni tanımıyordum. Evli misin, bekâr mı? Hayatında başka biri var mı? bunların hiç birini bilmiyordum.Bu sorular beynimi bir hafriyat makinesi gibi
kazıyordu.Gönlüme teselli vermeye çalışıyorum dinlemiyordu.Kalbim bu iş olmaz,gönlüm ve altıncı hissim olur diye çarpışıp duruyordu.Damarlarımda kanım harekete geçmiş bir sağa bir sola hızla dolaşıyordu.Kalbim,Kör oğlu gibi atını mahmuzlamış dağlara dehlemişti çoktan. Program başlamış ben hala kendime gelememiştim.Şiir mi okudum senimi anlamadım.Gece ilerliyor nefesim boğazıma geliyordu.Saatler dursun yanında biraz daha kalayım diye Allah'a dua ediyordum.
                Hep seni izliyor konuşmalarını dinliyordum. İçimde  sam yeli gibi
sıcacık esintiler dolaşıyordu.Ne demeliydim, nasıl konuşmalıydım her şeyi bir anda unutmuş,hafızam sıfırlanmış gibi hissediyordum.İnsanların varlığından sana söyleyeceklerim boğazıma kadar hücum ediyor ben ise zorla yutkunarak bastırmaya çalışıyordum.
                Artık saatler epeyce ilerlemiş tatlılar yenmiş kahveler içilmişti.Zamanı durdurmak elimde olsa çoktan ipini çeker olduğu yere mıhlardım.Bu şansımın olmadığını bilen yüreğim acı biber yemiş gibi
yanıyordu.Ah bir yalnız kala bilseydim sana neler söylemezdim ki diye içimden geçiriyordum.
               Belli ki senin de içinde fırtınalar kopmuş,gözlerinde aradığını yıllar yılı bulamamışlığın izleri duruyordu sanki.Bakışların bunu ele veriyor,ayrılık ve acılardan izler taşıyordu.Belki yanılıyor,belki de söz dinlemez gönlümün rüzgarına kapılmış gidiyordum.İşte bu duygularla gecenin nihayetine doğru yol alıyorduk.Ayrılık saati gelip çatmaya yüz tuttuğunda soğuk sular başımdan aşağı boca edilmişçesine içim titriyor,ellerim buz kesiyordu.Siz konuşurken ben yüreğinizde sere serpe geziniyordum.Gözlerinizden gönlünüze çıkan bir yol bulmuştum nedense. İzin istemeden bir hırsız misali yürek duvarlarınıza yapışıp tutunmaya çalışıyordum. Belki bunun farkında değildiniz, belki de kararsızda olsanız ses çıkarmıyordunuz.
              Ayrılık saati gelmiş vedalaşıp ayrılmıştık. Daha ayrılalı birkaç dakika olmuştu, gayri ihtiyari sol yanımı yokladığımda kalbimi sende bıraktığımı anladım.Sende kalmıştı.Belki öyle olmasını istediğim için ses çıkarmamış,emin ellerde olduğu için unutmuş gibi yapmıştım.
              Artık kalpsiz bir ölü gibi yaşıyordum. Gece boyu bir sağa bir sola dönüp durdum.Her nereye baksam resmini görüyordum.Ben daha ulaşmadan ünlü bir ressam odalarımın bütün duvarlarını senin resimlerinle donatmıştı.Bana da doyasıya onları seyretmek düşmüştü.
              Sabaha karşı yorgunluğa daha fazla dayanamayan vücudum gülen resimlerini seyrederek hayallere dalıp gitmişti.
              İşte o gün bu gündür ben kendimde değilim.Her an her saniye senin hayalin var yanımda. Sonu ne olur bilmeden bir girdabın içinde dolaşıp duruyorum.Bir dahaki buluşma için sabırsızlıkla bekliyor,kalbimin arta kalanını,sakinleştirmeye çalışıyorum.Bu bir rüyada olsa,belki hiç başlamayacak bir hayalde olsa, sonu kısa bir hikayede olsa beynime söz geçiremiyordum.Beni hiç dinlemiyordu.İlk görüşte aşk derlerdi işte öyle bir şeydi galiba yaşadıklarım.Senden habersiz senden izinsiz bunları düşündüğüm için umarım bu garibi affedersin.
                Birde işin bu tarafı var ben kendi kitabım gibi almışım önüme hiçbir satırını atlamadan seni okuyorum.Belki senin bundan haberin bile yok.Bu yüzden umarım beni affedersin.
               Şimdi ise bu yazıyı sana ulaştırmak gerekli ama nasıl.Bu duygularımı nasıl karşılayacağını düşündükçe beynim zonkluyor,acılar içinde kıvranıyorum.Bu nedenden dolayı bu yazımı sana nasıl vereceğimi bir türlü kestiremiyorum.Umarım okuduğunda memnun olursun.Olmazsan da açıkça bana
gerekçeni söylemeni beklerim.İşte harika bir gün daha bu düşüncelerle nihayete erdi.Şimdi durup senin tepkini beklemek düştü bana da.
               Bütün bu duygu ve düşüncelerle kal sağlıcakla.Kendine dikkat et.Görüşmek,konuşmak, birlikte Ummanlara yelken açmak dilek ve temennisi ile gözlerinden gülücükler,yüreğinizden sevgi eksik olmasın.Sağlıcakla mutlu kalın.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 25

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Muhsin AKTAŞ

Muhsin AKTAŞ HAYAT HİKAYESİ

UZANSAM ELİM DEĞECEKTİ
 

Tüm denizleri gökyüzüne taşıdım bu akşam,
Dalgalar hırçınlaştı, ayı dövdü durmadan,
Ay küstü ben kızdım, yıldızları sürüp attık semadan,
Tek tek kaybolup gittiler, hiçbir sebep sormadan.

 

Dağları iğne deliğinden geçirdim bu akşam,
İçlerinde bir kırıntı aradım, kiraz dudaklarından,
Olmadı, güneşe kardelen çiçekleri diktim aldırmadan,
Hiç bıkmadım, gözyaşlarımla diplerini sulamaktan.

 

Gölgenin peşinden koşup yakaladım bu akşam,
Sığmadı avuçlarıma, korktum kaçırmaktan,
Ter bastı, adın dilimde, kumları saydım sıkılmadan,
İflas etti tüm sayılar, çıkamadım bunalımdan.

 

Yüzünü okşayan rüzgârları topladım bu akşam,
Bir koku arayıp durdum, narin yanaklarından,
Bulamadım, dünyayı yuvarladım ayağımın altından,
Sana ulaşmak için bir yol arayıp durdum, sonra uzaydan.

 

Gözlerime kazık çaktım kirpiklerinden bu akşam,
Dilim kurudu, uyuma diye gözlerime yalvarmaktan,
Saatler durdu, bülbüller sustu, gözlerime bakmadan,
Kora döndüm, ayazlı gecelerde sana yanmaktan.

Arşın kadar yakın, fersah fersah uzaktın bu akşam,
Sadece gözlerine bakabildim, ellerini sıkmadan,
Oysa uzansam ellerim değecekti saçlarına her an,
Yapamadım, sadece hayalinle avundum hiç bıkmadan.
04.06.2007

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

  26

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Murat HACIOĞLU

Murat HACIOĞLU HAYAT HİKAYESİ

KALIPLARA LANET ETSEM
Birçok kişiden itirazlar gelecektir, biliyorum. Bismillah daha bir şey okumadık, neye itiraz edeceğiz ki diyenleriniz de olacaktır. Yazıyı okuyunca, hatta daha bitirmeden içinizdeki itiraz meşaleleri tutuşacak, buram buram sitem dolu dumanlar yükselte yükselte yanacaktır. Bildiğimi söylemekten şaşacak değilim elbette. Bir nevi testi meselesi benim ki. Hani ben testi kırılmadan önlemimi alayım da, sonra benden bulmayın.
            Hayatımızda ne çok kalıp var, dikkat ettiniz mi? Günlük koşuşturmaca içinde belki dikkat etmeye fırsat bile bulamamışsınızdır. Öyle ya, sabah erkenden başlayan teknoloji koşusu, akşamın geç saatlerine dek devam ediyor. Dijital saatin dıt dıt sesleriyle uyanıyor, elektrikli su ısıtıcınızda ısıttığınız su ile hazırladığınız hazır kahve ile uyanmaya çalışıyorsunuz. Ardından cep telefonunuzu açıyorsunuz. Belki kiminiz gece boyunca cep telefonunuzu açık tutuyor da olabilirsiniz. Kiminiz evden çıkmadan televizyonu açarak günün önemli olayları hakkında fikir sahibi olmaya çalıyorsunuz. Kiminiz de benim gibi sevdiğiniz radyoyu açarak güne başlıyorsunuz. Sonra iş yerine yolculuk, iş yerinde sizi bekleyen dosyalar, işler, yapılacaklar vesaire. Bir de bakmışsınız öğle olmuş. Şanslı olanlar öğle yemeğini yedikten sonra işe devam ediyor, iş temposu hızlı olanlarımız belki yemeğini bile yiyemiyor. Aynı koşuşturmaca akşama dek devam ediyor…
            Ülkenin gündemindeki meseleler, terör olayları, üzücü ve can sıkıcı trafik keşmekeşliği, tatsız üçüncü sayfa haberleri ve daha neler neler var ki bunlara değinmiyorum bile. Akşam huzur içinde yemeğini yiyebilenlere ne mutlu…
            Hani demiştim ya, hayatımızda ne çok kalıp var, dikkat ettiniz mi? diye. Bu hengâmede dikkat edip bir de üstüne fikir yürüttüyseniz tebrik etmek gerek. Naçizane ben de o tebrik edilecekler tayfasından olduğumu düşünüyorum. En azından bu saydığım pür telaş hayat çemberi içerisinde bu meseleye kafa yordum. Yormak zorunda kaldım. Belki tembellikten, belki cimrilikten, bilemiyorum
            Kalıp dedik, orda kaldık hep. Nedir bu kalıp? En mühim olan bir kalıp bu aralarda herkesi telaşa veren, özel olduğu kabul edilen bir gün işte. Sevgililer günü. Bilmeyenlere global söylenişiyle; St.Valentine’s day. Yüzyıllar önce evlenmenin yasak olduğu dönemde gizlice sevgilileri evlendiren bir papaz varmış. İsmi Valentine olan bu papaz bir gün yakayı ele verince öldürülmüş. Tam da 14 şubat gününde. Aradan geçen onca yıldan sonra günümüzde kutsal sayılan günün hikayesi kısaca bu. İşin ekonomik boyutunun böyle bir gün yaratılmasında etkisi nedir, onu da size bıraktım.
            Rahmetli anneannem hayatta olsaydı ona kesinlikle sorardım. Cevabını da biliyorum amma, yine de sorardım işte. Nur içinde yatsın, rahmetli bir zamanlar (bir zamanlar dediysem ta 1980 li yılları kastediyorum) televizyona sırtını dönerdi, “şeytan işi bu” derdi. İşte şimdi olsa da ona sorsam, yine aynı cevabı alırdım kesinlikle. Tabi ben o kadar radikal düşünmüyorum, “şeytan işi” deyip kestirip atacak değilim amma, içimde bir yerlerden yükselen feryat, kalıplara da lanet olsun diyor işte.
            Yanlış anlaşılmasın, sevgililer gününe bir gıcıklığım söz konusu değil. St.Valentine’ne de hasımlığım yok. Hatta keşke yılda bir gün değil de 361 gün sevgililer günü olsa. (kalan 4 gün de kişiye özel kalsın artık) Benim kıllığım kalıplaşmış şeylere. Kalıplara bayılıyoruz. Kalıplar içerisine saklanıyor ve gerçekleri göz ardı ediyoruz. Kalıplarla yaşıyor, kalıplarla düşünüyoruz. Bir yılda sevgiliyi hatırlatacak, ona güzel bir hediye almayı sağlayacak, baş başa özel bir yemek planlatacak sadece bir gün mü var Allah aşkına. Alışveriş çılgınlığından başka bir işe yaramayan böylesi günlere neden her şeyimizle ve her yerimizle bağlanıp kalıyoruz ki. Yılın 364 günü sevgiline hediye alma, “seni seviyorum” deme, eee gelsin 14 Şubat, çiçekler böcekler lay lay lom…
            Oldum olası özel günlere ısınamadım. Hadi evlilik yıldönümü, doğum günü filan yine özel şeyler. En azından bizi direk ilgilendiren bir anlamı var. Doğduğumuz ya da evlendiğimiz günün özel yanı olabilir. Kişisel anlamda özel bir durumdur. Ya 14 şubat. Bütün dünya hep birlikte sevgililerimizin gününü kutlayacağız. Diğer yanda açlıktan ölenler, savaşlarda helak olanlar umurumuzda değil. Koca dünya madem ortak bir noktada hemfikir olabiliyor da neden insanlığı ilgilendiren diğer konularda hemfikir olamıyor. Ha bir de sevgilisi olmayanlar var. Onlar ne yapacak? Belki 15 Şubat’ta bir sevgilileri olacak ama kutlamayı kaçırmış olacaklar. Yazık değil mi onlara?
            Benim tuzum kuru demeyin. Tamam! Madem adettendir özel günleri de kutlayın. Ama diğer günleri, kafalarına çuval geçirip de dipsiz kuyulara atmayın. Sevgi özel günde verilecek bir değer değildir. Bir güne indirgenen sevgi özel değildir. Özel olmayan sevgi de sevgi değildir zaten.
            Sevgilinizi sadece 14 Şubat’ta hatırlayamayacağınız, yıl boyunca sevginin ve sevgilinin kıymetini bileceğiniz nice yıllar diliyorum. Sevgiyle kalın…

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 27

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Murat HACIOĞLU

Murat HACIOĞLU HAYAT HİKAYESİ

TEHLİKE’NİN FARKINDA MISINIZ?
Kan kusup kızılcık şerbeti içtim dercesine bir gizlilik içerisindeymişiz gibime geliyor. Veya “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın”cılıkla meşguliyeti seviyor gibiyiz…
Ve fark etmediğimiz, bizi de yakından ilgilendiren ve hatta bizzat içerisinde bile bulunabileceğimiz kaotik bir dönemin figüranlığını yaparak, dönen çarklara katkıda bulunduğumuzun farkında da değiliz sanki…
Hızlı yaşa genç öl, cesedine yakışıklı desinler “çakma atasözü”nden hareketle hızlı yaşamayı ve hızlı yaşam içerisinde yavaşlıkların farkına varamamayı dert edinmiş halimiz de yok…
Zamanı da tıpkı her değerli varlığımız gibi, hızlıca tüketmekten çekinmiyor; bilakis daha da hızlı akışına yardım etmeye de gayret ediyor izlenimindeyim…
Siyasetin gündemine düşen bombaların yarattığı pür telaş tellallarının dem vurdukları noktalardan nazarımızı alamayıp, kulaklarımızın dibinde çalan borazanlardan bihaber yaşamanın hafifliğindeyiz olsa gerek…
Futbolun artistliklerinden hareketle kurduğumuz pembe hayal dünyasında gerçeğe gözümüzü kapatarak, gündelik hayatımızın çalımları arasında kıvrıla kıvrıla belimizin bükülmekte olduğunu anladığımızda, yana yakıla doktor arayacağımızın ayırdında da değilmişiz…
Bel çevremizde biriken yağlarla birlikte, basenlerimizde zuhur eden selülit dedikleri portakal kabuğumsulaşmış cildimizin görüntüsüne kafayı taktığımız kadar, ruhumuzun köşelerinde yağ bağlamış, hantallaşmış fikir çarklarımıza alaka gösterebilsek…
Uykularımızı bölen karın ağrılarından mustarip olduğumuz gecelerin hıncını çıkarttığımız tatil gece yarılarındaki gibi, eğlencelik halimizin en saf çocuksuluğundaki tavrımızı, kalbimizin paslanmış damarlarındaki sevgi tomurcuklarını canlandırmak için de takınabilsek…
Musikinin icrasında gösterdiğimiz itinayı, içeriğindeki değerlerde de gösterebilsek ve nağmelerin bizi götürdüğü yerlerden sevgi adına yanmışlıklarla birlikte geri dönebilsek…
Gündemin işgalinden yüreğimi kurtarabildiğim bir saflık anımda soruyorum; çok hızlı gittiğimizin farkında mısınız? Farkında mısınız içinde bulunduğumuz acımasız cenderenin?
Farkında mısınız; etrafımızda cereyan eden bir çok olayın, bizi biz eden değerlerimizden, öyle yavaş yavaş da değil, hızlıca uzaklaştırdığının?…
Farkında mısınız; teknolojik yaşamanın duygularımızı körelttiğinin, hassasiyetlerimizi değiştirdiğinin?...
Farkında mısınız; insani değerlerimize gereken önemi vermezken, asla bizim olmayacak değerlere sahip çıkmaya çalıştığımızın?...
Ve farkında mısınız; bütün bunların bizi yavaş yavaş bitirdiğinin…
Tehlikenin farkında mısınız?

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

  28

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Murat HACIOĞLU

Murat HACIOĞLU HAYAT HİKAYESİ

ZAMANI DURDURMAK
Elimizde sihirli bir değnek olsa keşke. Sihirli değnekle zamanı durdurabilsek. Durdurabilsek süratli akan zaman nehrini…
Yaş 35 yolun yarısı diyebilsek, ve keşke yaş 35 olmadan durdurabilsek…
Akıp giden zamanla birlikte akıp giden aşklarımızı durdurabilsek…
Sabahın ilk ışıklarını dondurabilsek, dondurabilsek seher yelinin gönlümüze huzur veren serinliğini…
Bahar yağmurunun ardından, burnumuzu kaplayan o toprak kokusunun ferahlığını saklayabilsek… Saklayabilsek düşen damlaların çatılarda çıkardığı tıkırtıları…
Kış ortasında bembeyaz kar örtüsünün üzerinde yürürken çıkan seslerin kaydını tutabilsek…
Akşamüstü serinliğini fotoğraflayabilsek albümlerimizde…
Gecenin bir yarısında sokaktan gelen köpek seslerini dinlerken aklımıza gelen anıları çizebilsek uçsuz bucaksız tuvallere…
Durdurabilsek zamanı, zamanı durdurabilsek…
Geçen her günün tatlı anılarını paketleyebilsek, en güzel ambalajlarla…
Tatlı bir su sesi eşliğinde, bir derenin kenarında, sabitleyebilsek ömrümüzün yelkovanını…
Yüzümüzde beliren izlerin varlığını düşünmeden, gönlümüzü gençleştirebilsek hicaz melodilerin eşliğinde…
Taze tutsak yaşama sevincini, yüreğimizin erişilmez derinliklerinde ve tutsak kılsak gönlümüzün neşesini kırılmayan cam fanuslarımızda…
İnleyen nağmelerin anlattıklarını yaşatabilsek anılarımızda zamanı umursamadan ve zamanı fark etmeden geçirebilsek dakikaların dakikalarla dansını, ritimlere kaptırıp kendimizi…
Işıldayan gözlerde yakalayabilsek yaşama sevincini ve kaybetmesek bir anlık hevesimize kurban ederek…
Sevgilerimize dayanabilsek, aşklarımıza katlanabilsek, iliğimizi sömüren acılara aldırmaksızın ve katlanabilsek mantığın kaprislerinden uzaklaşarak hayatın kabullenilmiş gerçeklerine…
İnançlarımıza yüz çevirmeden özümseyebilsek tutkuların altında yatan gerçeğimizi ve bir değer biçmesek yaşanmışlıkların terazisinde duygularımıza…
Zamanı durdurabilsek; en güzel yerinde hayatımızın, ve durdurabilsek durdurmak istediğimiz bir anda coşkularımızın sarhoşluğunu…
Zamanı durdurabilsek, olmayacak bir anda, mucizelerle boy ölçüşecekmiş gibi…
Zamanı durdurabilsek, sevdiklerimizle geçirilen en güzel saatlerde…
Ve zamanı durdurabilsek; ömrümüzün en güzel anı dediğimiz bir anda…
Keşke…
 
Ve Yazının özeti;
Akıp giden zamanı, ah bir durdurabilsem
Döküversem yoluna, topladığım taşları
Azgın nehrin, bent gibi; önünde durabilsem
Sabitlesem takvimde akıp giden yaşları…

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 29

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ
ATATÜRK VE GAZETECİLİK
            Cumhuriyetin temelleri ve temayüz ilkeleri konusunda 'kurucu irade' adına Atatürk'ün gazetecililik hakkında irşadları ve Türk gazetecilerine emanet ve vasiyetidir: 
"Ben, manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir doğma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Manevi mirasım ilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin, köklü zorluklar karşısında, belki gayelere tamamen eremediğimizi, fakat asla taviz vermediğimizi, akıl ve ilmi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir. Benden sonra, beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar." (1)
"İnsanlar daima yüksek, soylu ve kutsal amaçlara yürümelidirler. Bu davranış biçimi, insan olanın vicdanını, aklını ve tüm insanlık kavramlarını doyurur. Bu şekilde yürüyenler ne kadar büyük esirgemezlikler gösterirlerse o kadar yükselirler ve bu hareket biçimi mutlaka alnı açık olur. Çünkü, alnı açık, aklı açık, kalp ve vicdanı açık (vicdanı hür, irfanı hür) insanlar tarafından yönetilebilen toplumlar, ancak bu anlamda hareketlerin takipçisi olabilirler., Güneşsiz kalmış bir dünya; İçinde "düşünce özgürlüğü olmayan" bir ülkeden daha iyidir." (2)
"Biz, cahil dediğimiz zaman mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz. Kastettiğimiz ilim, hakikati bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan "en büyük cahiller" çıktığı gibi, klâsik tahsil görmemiş olanlardan da 'hakikati gören âlimler' çıkabilir." (3)
"Memlekette basın hürriyetinin de; (namuslu) demokrat (ve dürüst) bir idareye lâyık olgunlukla kullanılmasında daha dikkatli bulunulacağını ümit ederim. Hürriyeti kötüye kullanmanın doğurduğu birçok felâketleri çekmiş olan bu memlekette, bu dikkate özellikle gerek olduğu kanaatindeyim. (4)
"Basın Hürriyetinin sakıncalarının giderilmesinin, yine basın hürriyeti ile mümkün olduğuna dair, bu büyük meclisin yol gösterme ve düzenleme sahasında tespit ettiği saygı duyulan esaslar, eğer Cumhuriyetin ruhu olan "faziletten" yoksun kendini bilmezlere, basında eşkiyalık fırsatı verirse, eğer halkı aldatan ve doğru yoldan çıkanların fikir sahasındaki kötü ve uğursuz etkileri, tarlasında çalışan masum vatandaşların kanlarını akıtmasına, yuvalarının dağılmasına sebep olursa ve en sonunda bozgunculuğun en zararlısını göze alan bu gibi doğru yoldan sapanlar, kanunlarda mevcut aksaklık ve açıklıklardan yararlanma imkânını bulurlarsa, BMM'nin yola getirici ve ezici kudretinin müdahale ve uyarması elbette görevi olur.(5) 
"Bununla birlikte, basın serbestisinden meydana gelecek kötülükleri ortadan kaldıracak etkili vasıta, asla geçmişte zannedildiği gibi, basın hürriyetini kısıtlayan hususlar değildir. Aksine, basın hürriyetinden doğacak sakıncaların giderilme vasıtası, yine basın hürriyetinin kendisidir." (6)
"Gazeteler, kanunun ve toplum çıkarlarının aksine bir olaya şahit ve bir bilgiye sahip oldukları taktirde gerekli yayında bulunmalıdırlar.,
Memlekette kalem hürriyetinin de, demokrat bir idareye lâyık olgunlukla kullanılmasında daha dikkatli olunacağını ümit ederim. Şuradan ve/veya buradan gelecek günlük fikirlere, sahte ve yanıltıcı sözlere asla önem vermeyecek bir olgunluk esastır. (7)
"Vatandaşı; Millete karşı milletin büyüyüp yaşaması için alınan tedbirlere karşı harekete geçirmek en büyük ihanettir.(8) "Demokrasi müesseselerinin başında basın hürriyeti olduğuna inananlar asil bir davanın takipçisidir. Basının üç işlevi vardır. 1.si: Basın, halkı ülke sorunlarından ve siyasi partilerin bu sorunlarla ilgili önerilerinden halkı haberdar etme ve eğitme yükümlülüğü., 2.si: Basın, vatandaş şikâyetinin serbest bir kürsüsü' dür., 3.sü: Basın hükümetlere yön vermelidir. Çünkü, "Bugün memlekette vazifesini bilen, güçlüklerle uğraşabilen siyasilere rağmen, siyaset adamlarına akıl verebilecek dirayette ve basirette gazetecilerimiz vardır. (9) İşte, TC'nin Gazetecilik ve Basın (medya) ilkeleri budur.
Bu ruh, anlam ve bağlamda Cumhuriyetin temel hedef ve ilkeleri korunarak çıkartılan 5680 S. Basın Kanunu, 1960'dan bu güne paçavraya dönen mevzuat ve 5846 S. K.'la kaim telif hakları kavramına dair hukuki prosedür ile 5187 S.K; Atatürk'ün koyduğu ilkeler, milli standart ve normlar muvacehesinde derhal TBMM'de ele alınmak; Gazetecilik mesleği te'dip ve terbiye edilmek ve "Medya Terörü" ne ivedilikle son verilmek zorundadır.
(Ek ve ayrıntılar için BAK: www.mustafanevruzsinaci.blogspot.com,)
KAYNAKLAR:
1. Kemalist Devrim ve İdeolojisi, İsmet Giritli – 1980
2. S.D. Cilt: 3, TDTE Yayını-1989, Sayfa: 119
3. 24 Ekim 1919 – Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri Cilt: 3, Sayfa: 14, TDTE yayını, 1989
4. 1930-Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: 1–TİTE, 1945
5. 1924-Atatürk, S.D., Cilt: 1-1945 /TİTEY-296
6. 1930-Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk'ün El Yazıları, Prof. Afet İnan, 1969-Türk Tarih Kurumu Yayını
7. 1923-30 Atatürk, S.D., Cilt: 1-2, 1945 - 1952 / 296
8. 1931-Atatürk'ün Adana Seyahati, Taha Toros-1981
9. Muhalefette İ. İnönü, 1956-1959, s. 95-113 / F. Otyam, Şu Bizim İ. Paşa, 1984 s. 107 ÖNEMLİ NOT: Bu makaleler mümkün olduğu kadar yayınlanması, okunması, yorumlanması ve değerlendirilmesi için gönderilmekte olup; Telif Hakları kapsamı dışında tutulmuştur. MNSÖZEL YAZIŞMALAR İÇİN MAİL: gercek.demokrat@hotmail.comWEB: http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 30

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ

ADALET, ÖZGÜRLÜK VE GÜVENLİK

İflas ve tefessüh etmiş (erimiş, çürümüş, yozlaşmış) bir uygarlık (medeniyet değil) olmasına rağmen bütün Avrupa müktesebatında özgürlük ve güvenlik 'adalet' ile birlikte mütalâa olunur. Gerçekten de birlikte yaşamanın (toplumsal hayat ve sosyalitenin) olmazsa olmaz şartı: Adalet, (bu çerçevede) özgürlük-hürriyet ve güvenliktir.
Eğer bir kişi ortaya çıkar da sadece 'özgürlük ve güvenlik' ten bahsederse o, ya saf bir aptal-primitif varlık, bilinç kaybına uğramış beyin özürlü veya çok büyük ihtimalle anarşist, terör ve tedhiş örgütü yanlısı ajan provokatördür. Tıpkı 'Türkiye'de Kürt sorunu vardır' diyen satılık beyinler, oligark ve kripto sözcüsü kozalar gibi…    
Önce hayati önemi haiz bu konunun birleşik kavramlarına bir bakalım:
ADALET: Halka zulüm etmemek; Hak sahibine hakkını vermek; Haksızlığı önlemek ve haksızları, asi ve zalimleri terbiye etmek.. Adaletin takip, tahakkuk, hüküm ve icra cihazı olan 'hukuk ahlâkına uygun" yaşam biçimini hâkim kılmak. Yüce İslâm dininin emrettiği gibi insanları her türlü kötülükten men ve iyiliği-insanlığı emrederek uygulamayı sağlamak...
ÖZGÜRLÜK / HÜRRİYET: Asla-kesinlikle başkasının hak, hukuk ve tasarruf alanına halel getirmemek kaydı-şartıyla 'doğru-dürüst, ilkeli-onurlu ve sorumlu' insan hakları, mal-can güvenliği, beslenme-barınma, inanma ve inandığı gibi yaşama biçimine karışmamak.
GÜVENLİK: Toplumsal hayatın temel objesi 'en değerli varlığımız' insan unsurunun yukarda açıklanan ve tanımlanan sınırlar içinde serbestçe, hiçbir baskı altında kalmadan, her hangi bir çekince ve korku duymadan 'onurlu yaşam ortamının' sağlanmış halidir. 
BUNA GÖRE: Halk tarafından kurulu devlet de hükümferma yönetimlerin hikmeti adalettir. Adaletsiz bir hükümet faziletsizdir. Faziletsiz olanlar meşruiyet iktisap edemez ve halkı idare edemezler. Hukuki meşruiyetin göstergesi adaletle hüküm, hürriyetin teminatı ve güvenliğin 'her ne pahasına olursa olsun' sağlanması ve sürekli kılınmasıdır.
Adalet ve hukukun hâkim olduğu rejimler Cumhuriyet, Cumhuriyet ise fazilettir.
Hakiki 'gerçek ve samimi, kurumsal' cumhuriyetlerin hâkim unsuru Demokrasidir.
Demokrasi, kadim Türk siyaset hayatında 'medeni siyaset' biçiminde tarif olunur.
MEDENİ SİYASET: Tam bir eşitlikle tüm yurttaşların hakkaniyet, adalet, özgürlük ve güvenlikle yaşadığı rejimin adıdır. Bu adla anılan rejimde haksızlık, yolsuzluk, anarşi, terör, tedhiş, gasp, irtikap, suiistimal ve yolsuzluk olmaz. Olamaz. Olursa hükümet cihazı suç üzere, mücrimle işbirliği halinde ve harici bedhahların güdümünde demektir. Bu takdirde: Adalet çöker; Hukuk hükmünü yitirir, emniyet suiistimal edilir, polis icra ve temsil gücünü kaybeder; Asker tartışılır. Hak, özgürlük, güvenlik ve hukuk kavramları anlamsızlaşır. Bu zaafın zuhuru halinde: Eğer iyi niyetli, samimi-dürüst, devlet bekasına sahip ve umur sahibi ise hükümetler, yasama ve yargı işbirliği ederek çok acil önlemler almaya mecburdur.
İşte şimdi Türkiye'de bu mecburiyet hali 'bilumum şartlarıyla' hâsıl olmuştur.
Yapılması gereken ilk şey, AB'nin şerefsizce, soysuzca, art niyet ve menfur amaçlarla hükümete dayattığı müktesebat direktiflerini (AB emirleri) çöpe atmak; Çok acil kaydıyla eşit ortaklık katılım tarihi istemek; AB'yi içişlerimiz, uluslar arası ilişkilerimiz ve maddi-manevi işlerimize karışmaktan 'ADALET, ÖZGÜRLÜK ve GÜVENLİK' nedeniyle derhal ve kesinlikle men etmektir. Buna TC hükümetinin hakkı vardır. Aksi takdirde hükümet derhal istifa etmek zorunda ve durumundadır. Zira AB-D karşısında etkisizleşmiş ve hükümranlık haklarını kullanamaz hale gelmek suretiyle meşruiyetini yitirmiş olacaktır.
VE HEMEN: Her ne şekil ve surette olursa olsun; Türk Polisini taşlamak, kamu malını tahrip, insan hakları, özgürlük ve güvenlik haklarına tecavüz, gasp-irtikap, yolsuzluk-hırsızlık, soygun-vurgun, tasallut-tecavüz, anarşi-terör-tedhiş erbabına 'TÜRK ADALETİ' ni uygulamak; Meşru bir hak, mutlak görev ve sorumluluktur. İlk önce ve derhal; Polisin görev ve yetkileri 1960 öncesine çekilmek, CMUK iptal edilmek ve ülkemiz şu ana kadar yürürlüğe konulmuş AB müktesebatından arındırılmak zorundadır. Aksini düşünenler için başa dön!... 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 31

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ
ANAYASA'DAN ÖNCE YASA !... 
            Gelinen nokta itibarıyla Türkiye'de siyaset tıkanmış, mutat eşhas ve siyaset kurumları Cumhuriyet tarihi'nin en kaotik bunalımına sürüklenmiş bulunmaktadır. Burada sorun sadece iktidar veya muhalefet değil, bütünüyle siyaset hukuku ve politik kurumlardır. Zira sıkıntı, milli (medeni) siyaset geleneğinin bilinçsizce terk edilerek evrensel insanlık davası, hak-hukuk, adalet ahlâkı ve "insana hizmet" felsefesiyle bağdaşmayan çıkar odaklı ve batı eğilimli karanlık mecralara girilmesinden kaynaklanmaktadır.
            Yaşanan kronik sorun: 'Zulümle abâd' ve "demokrasinin dışlanması" meselesidir.
Güncel politika, devlet idaresinde millet iradesini hâkim kılmaktan uzak,; demokratik hak-özgürlük ve güvenlik kavramlarında çelişkili, GSMH-refah payının hak kavramı ve adalet ahlakı yönünde tabana yayılmasında etkisiz; Batıcı bir zihniyetle 'artı değerin' belirli ellerde toplanmasına taraftar olmakla bu; Evrensel hukuk, milli hars, insani boyut, bilinç toplumu, siyaset felsefesi ve yönetim biliminin temel (insani, hukuki ve sosyal) ilkelerine aykırıdır.
            Dolayısıyla halka hizmet, adalet ve hukuk normlarında zaafa düşen siyaset sisteminin ivedilikle restore-rehabilite edilmesi; "Türk İnkılâbı" ile vazedilen objektif ve orijinal ilkelere dönülmesi gerekir. (Atatürk ilke ve inkılâpları) Aksi takdirde 48 yıldır sürüp giden yozlaşma, çürüme, maruz kalınan dezinformasyon, psikolojik savaş, anarşi-terör ve tedhiş, telâfisi kabil olamayacak kadar büyük toplumsal travma, zarar ve hasara neden olabilecektir.
            Bu nedenle, sürekli gündeme taşınan sivil Anayasa yerine, bunu sağlıklı, kalıcı-akılcı ve sürdürülebilir kılacak; Namuslu, dürüst ve demokrat millet temsilcilerinin seçim şartlarını oluşturmak çok daha önemli, acil-gerekli ve 'sistemin rehabilite edilmesi' zorunludur.
            Bu amaçla: AB süreç ve müktesebatının da (siyasi kriterler) gereği 2820 sayılı "SPK" ve seçim mevzuatı köklü bir değişikliğe tabii tutulmak, Siyasi Partilerde kesinlikle Genel Başkan sultası önlenmek; Genel Başkanlık süresi iki dönemle sınırlanmak; Siyaset ahlakına aykırı ittifaka teşebbüs, oy kaybı yahut seçimlerden kaçınmada görev hitamı; Mutlak üyelik aidatı; imtina halinde seçme ve seçilme hakkının kaybı; Halkın rıza ve muvafakatine aykırı; Haksız, yolsuz, keyfi, tek taraflı ve antidemokratik bir tasarruf; İnsan hakları, adalet-hukuk nizamının tahakkuk, demokrasinin tesis ve tedavülü (kurumlaşabilmesi) bakımından 'hazine yardımının' derhal ve bütünüyle kaldırılması gerekli ve zorunlu olup;
Marjinal, statükocu, yalancı-talancı, şirket görüntülü "antidemokratik vesayet-emanet, sahip-sulta partileri" (diktatörlükler) yerine "halka-millete ait, (milli irade kaynaklı) atılımcı, açılımcı, katılımcı, adalet ve hukuka saygılı, ilmi zihniyete dayalı, ilkeli, namuslu, dürüst ve demokrat" kitle partilerinin yolu açılmalıdır. Zira siyasi partiler; halka dayalı olmak, milletten kuvvet almak, gündemi tabandan belirlenmek, üyelerce denetlenmek, parti içi demokrasiyi tam yaşamak, yaşatmak ve milletin nabzını ve iradesini mutlaka yansıtmak zorundadır. 
Bu bağlamda, Parti içi demokrasi kesin ilke ve kurallara bağlanmalı, mevcut zorunlu organlara ilâveten "Denetleme Kurulları" kurulmalı, her tür kongre organ seçimi hür irade ve genel seçimlerde uygulanan tercihli-çarşaf liste ile yapılmalı, kulis yapanlar ve anahtar liste çıkaranların ihracına ilişkin hüküm konulmalı ve tüzükler buna göre tahkim edilmelidir.
Siyasi Partiler vaat, taahhüt ve projelerini YSK ve YCBS'na beyanla tescil ettirmeli, zamanaşımı olmaksızın vaatlerinden sorumlu tutularak siyasete onur, ilke, saydamlık ve sorumluluk kazandırılmalı, böylece toplumsal bilinç, ilim, yetenek ve kalite desteklenerek, gerçek hukuk devleti ve kavi demokrasilerde olduğu gibi, insan hakları ve adalet sisteminin gelişmesine katkı sağlanmalıdır.
Ayrıca iktidar, uygulamadığı proje, yerine getirmediği vaat ve taahhütten dolayı aleyhlerine dava ikame, tazminat, icra-i takip ve kapatma dâhil her türlü yasal hükümle SPK tahkim edilmeli. Açılacak davalar ücretsiz olmalı, adaylar ve Partilerince açıklanan hususlar Seçim Kurulları, Cumhuriyet Savcıları, mülki idare ve mahalli güvenlik kurumları tarafından belgelenip, tescil edilerek takibe konulmalıdır.
KİTLE PARTİLERİ NİZAMI
Siyasi partiler içinde vaki olaylar, hak gaspı, ihlal ve ihtilâflar ile bunlara karşı ikame edilebilecek davalar fevkalade mahdut, muğlâk ve merci-i muhataptan yoksundur. Oysa vuku-u halinde bu itiraz, şikâyet-takip ve davalara süre kaydı olmaksızın derhal bakmaya yetkili özel ihtisas mahkemeleri kurulmak zorundadır. Bu, üyeler yönünden bir hak ve acil ihtiyaçtır.
            298 Sayılı seçimlerin temel hükümleri ve seçmen kütükleri hakkındaki kanunla 2839 Sayılı milletvekili seçimi kanunu da sorunludur. Bu kanunlar bütün usul, esas, ruh ve ilkeleri ile bütünüyle değiştirilerek "temsilde adalet, yönetimde ilmi, insani ve demokratik istikrar" ilkesi esas alınmalıdır. Değişiklikte iki turlu dar bölge sistemi esas alınarak her bölge bir vekil çıkaracak şekilde düzenlenmeli, bakanlık sayısı zaten de'facto varit (örtülü olarak mevcut) başkanlık sistemine geçiş doğrultusunda yeniden düzenlenmelidir.  
            Sistemin yapılanmasında mutlaka "yedek vekillik" ihdas edilerek; Ölüm, yüz kızartıcı suç (cürüm), istifa (istifa müessesesi hukuken tek taraflıdır) ve parti değiştirme halinde derhal ilişik kesme ve yedekten çağrı esası uygulanarak, mevcut kokuşmuşluk, yozlaşma-çürüme ve dejenerasyona karşı radikal önlemler alınmalı, suiistimalci, din tüccarı, siyaset simsarı ve ihanet şebekelerince oluşturulan "ahlâksız vekil pazarları" dönemi ebediyen kapatılmalıdır.
Böylece, ara ve erken seçim sorunu ortadan kalkacak, büyük ölçüde maddi tasarruf sağlanacak;.Ülke gerçek istikrar, barış-huzur, ve devlet umuruna kavuşacaktır. Kemali basiret, adalet-hukuk ve insaniyet bu şekilde hâkim olur. Aşamalarla başkanlık sistemine geçilmesi halinde; Milletvekillerinin Yasama ve Denetleme-Araştırma-Soruşturma görevi hariç olmak üzere, bakanlık görevi dâhil yürütme de yer almaları mümkün olamaz. Bakanlık isteyenin ve bakan olanın milletvekilliği sona erer. Böylece Partiler, kitle ve halk iradesine rücu eder.
Kürsü masuniyeti hariç tüm ayrıcalık dokunulmazlık ve imtiyazların tamamına son verilmesiyle "namuslu-dürüst-ilkeli-kaliteli, onurlu-sorumlu demokrat" rejim imkân ve ortamı yakalanabilir. Dahası, TBMM kadrosu beher 10 vekile bir sekreter düşecek tarzda yeniden düzenlenmeli, meclisin bütün çalışan ve görevli sayısı azami vekil sayısı ile sınırlanmalıdır.
Ayrıca, Milletvekili maaşı asgari ücrete endekslenmeli "milletvekilleri asgari ücretin  katlarına endekslenmeli, emeklilik ve özlük hakları SGK'ya tabii vatandaştan farklı olamaz" hükmü "değiştirilemez bir kural" olarak ilgili yasa, tüzük ve Anayasaya konulmalıdır. Sosyal adaletin temini ve ücretler arasında denge bu kriterin konulması ve uygulanmasına bağlıdır.
Buna paralel yapılacak bir ekleme ve düzenleme ile de; Milletvekillerinin kamu kurum ve kuruluşları üzerinde cari tasallut, takip ve tahakkümlerine son verilmeli, vekillerin rüşvet yahut iltimasa teşebbüsleri suç sayılmalıdır. Zira asiller için suç teşkil eden fiil, faili olmaları halinde vekillere "ağırlaştırılarak" kapsama alınmazsa adaletin sağlanması, hukuk devletinin sağlıklı-kalıcı kılınması kabil değildir. Siyasette ve siyaset kurumlarında üretim, kalite, onur, ilke ve erdemi yakalamanın başkaca bir yolu yoktur.  
            Bu bağlamda il genel meclisi ve belediye meclisi üyeliği de "mahalle muhtarlığı" ile birleştirilerek belediyeler siyasetten soyutlanmalıdır. Uygulanacak iki turlu seçinin 1. turunda köy-mahalle muhtarları ile bağımsız belediye başkanları seçilmeli, ikinci turda (seçilememesi halinde) en fazla oy alan 2 başkan adayı yarışmalı, aynı zamanda birinci turda seçilmiş olan  muhtarlar arasından belediye meclisi ve il genel meclisi üye seçimleri yapılmadır. Hedef: Yerel yönetimlerde katılımcı demokrasi, uzlaşma kültürü ve etkin hizmet yolunun açılmasıdır. Bütün mevzuat bu doğrultuda yeniden ve yerinden yönetim ilkesi ile bireysel sorumluluk ve hukukun üstünlüğü "adalet ve demokrasi" ilkeleri esas alınarak yapılandırılmalıdır.
            Bu taktirde kalite yönetime taşınacak, yönetim kalitesi artacak, yerel imkân, kaynak ve potansiyel maksimize edilecek ve bu güne değin belediyelerce yapılan haksızlık, yolsuzluk ve suiistimaller önlenecektir. Sistemle katılımcı demokrasi, adaletli karar, sorumlu uygulama ve etkin denetim süreci başlatılabilecektir. Şu kadar ki, Vekiller için geçerli ilişik kesme-yedek yöntemi bu düzeyde de geçerli olmalıdır. İşte 'irade-i milliye ve kitle partisi' nizamı budur. 
            Seçim Kanunlarında hedef, evrensel demokrasinin norm ilke, standart ve kriterlerine ulaşıp, kurumlaştırmak suretiyle bir daha kesinlikle değiştirilmesini önleyecek tedbirler almak ve uygulamayı insan onuruna yakışır biçimde ve en adaletli şekilde (kalıcı ve sürekli olarak) sağlamaktır. Sanırım acele etmeye gerek yok !...
Önce hak, adalet ahlâkı, hukuk ve demokrasi yolu açılmak zorundadır.
Sonra! Temiz toplum ve temiz siyaset için "TEMİZELLER OPERASYONU"
Namuslu, dürüst, ilkeli, onurlu, sorumlu; gerçek demokratlar yönetime gelmeli ve eğer yapılacaksa "sivil anayasa" (sonra) dürüst bir kadro tarafından yapılmalıdır.
Olağan ve doğal olarak bu jest Türk hükümetinden umulur ve beklenirdi.
Zira bizde zenginler ve fakirler, memurlar, işçiler ve emekliler, üreticilerle tüketiciler, çalışanlarla yan gelip yatanlar, aracı-tefeci-komisyoncu, kayıt içi ve kayıt dışılar arasındaki uçurum akıllara ziyan. Buna yukarda örneklediğimiz taban ve tavan ücretleri, kategorik olarak çalışan ve emeklilerin kendi aralarındaki ayrıcalık, imtiyaz, akıl-mantık, hukuk ve ahlak dışı farklılıkları da eklediğimizde iş çığırından çıkıyor.
Sanki ülkemizde, İnsan haklarını gözeten bir tek kurum veya kuruluş, Cumhuriyet Savcıları, Yargı, Yasama, Devlet Denetleme Kurulu ve devletin olmazsa olmaz şartı, her hangi bir "denetim" organı yok gibi… 
Hollanda'ya nazaran çok ayıp, utanç ve hicap verici bir durum!..
Bir tarafta 8-9 bir YTL arası aylık maaş alan (sözde) millet-vekilleri; Diğer tarafta bu miktarın günlük olarak verildiği bir federasyon görevlisi. Öteki Türkler ise, açlık ve yoksulluk sınırı altında eziliyor. İnsanca falan değil, sadece 'hayatta kalabilme' mücadelesi veriyor.
 
DEVLET İDARESİ VE MİLLET İRADESİ   
Devletin vücut nedeni halk ve hak'tır. Hükümetlerin mutlak felsefesi de: "Milleti yaşat ki devlet yaşasın" şiarı (ilkesi) olmak zorundadır. Zira hükümetler halk için vardır. Halk'a hizmet HAK'a hizmet değil midir?
Şu hale nazaran; Her fırsatta, millet iradesinin demokratik tecelli-i sonucu iktidar olduğunu haykıran Recep Tayip Erdoğan, partisi ve hükümetinin bu ve buna benzer antidemokratik, haksız-bilinçsiz, hukuk ve ahlak dışı tasarruflarının tasvip edilmesi, onaylanması ve uygun görülmesi mümkün değildir.
 
BAŞBAKANLIK BLOKAJI
Üstüne üstlük, Tansu Çiller ve Ana-Sol hükümetleri zamanında cadde başlarına nizamiye (güvenlik kontrol noktası) konulduğunda, Başbakanlık halka kapatıldı, milletten soyutlandı diye kıyametler kopartılmış, yer yerinden oynamıştı. Şimdi Başbakanlığın güvenliği veya Başbakan'ın geliş güzergâhıdır bahanesiyle yollar kesilmekte ve Adalet Bakanlığı'nın duvar dibinde yer alan ODTÜ, 100.Yıl dolmuş durakları dahi kapatılarak (28, 29 ve 31 Ekim) vatandaş haksız ve gereksiz yere yollarda süründürülüp perişan edilmektedir. Buna kimsenin hakkı yoktur. Müteddit defalar tekrarlanan durak kapatma olayı, başta Ankara Valisi ve belediye başkanı olmak üzere, bütün yetkili ve sorumluların ayıbıdır.
Zira hükümetin, bakanların ve millet memurlarının görevi her hususta adaletli olmak, hukuk ve ahlâk kurallarına uymak, uymayanları tedip ve terbiye etmek, ekmek parası peşinde koşan, ıstırap ve çile içinde yaşam mücadelesi veren halkımıza hayatı kolaylaştırmaktır. Kaldı ki o halkın kahir ekseriyeti açlık ve yoksulluk sınırında hayat sürmekte, kronikleşen pahalılık, ulaşım ve doğalgaz zamlarından akıl almaz derece olumsuz etkilenmekte ve günden güne daha da fakirleşip yoksulluk girdabında üzülüp-ezilmektedir. 
Bu, sözde siyaset kurumları, yönetici kesim, adalet cihazı, yargı-yasama ve kayıt dışı edinim erbabı için çok utanç verici bir durum değil midir?
Zira şu geldiğimiz nokta itibarıyla ülkemizde refah içinde, varlık ve bollukla yaşayan, dünya standartlarında zengin sayılan insan/aile sayısı genel nüfusun % 5'ini geçmemektedir. Sonra gelen mutlu azınlıkta fazla değildir. Çeşitli verilere göre, artık orta sınıf bağlamında telakki edilen halkın yüzdesi de en fazla ancak bunların toplamı kadardır.
 
YA GERİSİ !...
İş bununla da kalmamakta, yönetim adeta halkı fakirleştirmek için seferber olmuş gibi bir görüntü vermektedir. Hele şu derin çelişkiye bir bakın! Hükümet, Diyanet İşleri Başkanlığının dört kişilik bir aile için Ramazan ayında belirlediği fitre rakamlarına 6 YTL X 4 = 24 X 30 = 720 YTL'ye mukabil; Yine (yetkili) bir kamu kurumu olan DİE marifetiyle açlık sınırını aynı kategori için 225 YTL olarak tespit ve ilan edebilmekte; İlgili Genel Müdür'se bir TV kanalında "bizden istenen bu" diyebilmektedir…
Açıkçası: Bu hükümete göre Türkiye'de 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı 225 YTL'dir.
Sendikalar ve STK'lara göreyse bu rakam: Açlık Sınırı'nda en az üç kat, 675 YTL, Yoksulluk Sınırı'nda da 6 kat. Yani: 1.350 YTL'dir. Şu hale nazaran mevcut hükümet ve  Başbakan nasıl olur da Fatih Terim'e 260 milyar lira aylık, 8 milyar dolayında günlük ücret verebilir? Kendileri her türlü insan hakkı, demokrasi, adalet, hukuk ve ahlak norm, ilke, standart ve kriterlerine aykırı olarak 9.000 YTL (9 milyar ve asgari ücretin yaklaşık 18 katı civarında) aylık maaş alırken; Niçin? Aylık maaşları miktarınca Fatih Terim'e günlük ücret öder; Fakir-fukara ve garip-guraba vatandaşı neden süründürür ve Terim'e niye bu kadar maaş verirler? İlgilinin diğer Türk vatandaşlarına kıyasen artı değeri ve milli ekonomiye reel katkısı nedir? Eğer ülkemizde insan hakları, adalet, hukuk, sosyal sorumluluk, demokrasi ve Yargı varsa bu durum sorgulanmalı ve mutlaka yargı konusu yapılmalıdır.
 
NEDEN?
Çünkü! Türkiye Cumhuriyeti'ni yönetenler "yurdu ve milleti" öz'lerinden çok değil; Hiç olmazsa "ÖZ'LERİ KADAR" sevsinler, Anayasa gereği eşitlik ilkesine uysunlar ve en değerli unsurumuz olan insanlarımızı bir bütün olarak "adaletle" kalkındırsınlar-geliştirsinler, memnun ve mutlu edebilsinler diye!... Aksi takdirde ülkemizde ne adalet, ne de hukuk ve ne de 'insan hakları' yok demektir.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

  32

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ
FATİH TERİM'İN MAAŞI, HÜKÜMET VE SOSYAL ADALET
Türkiye Futbol Federasyonu Milli Takımlar Sorumlusu Fatih Terim'in hizmet sözleşmesi 23 Ekim 2008 tarihinde; Yıllık 3 Milyon 120 bin YTL (3 trilyon 120 milyar TL) bedel/ücretle 2012'ye kadar uzatıldı. (24 Ekim 2008 tarihli gazeteler) Bu miktar aylık olarak hesaplandığında 260 bin YTL/TL bazında 260 milyar ve günlük 8 milyar 670 milyon lira etmektedir. Yani bir bakan veya milletvekili maaşı kadar günlük ücret!...
Federasyonun dayanağı ise devlettir.
Federasyon, Türkiye Cumhuriyeti devleti ve halkı adına iş görür.
Benzerlik yönünden bir karşılaştırma yapacak olursak, Türkiye'nin iki yıllığına BM Güvenlik Konseyi Geçici Üyeliği'ne seçilmesi olayını gösterebiliriz. Milletçe sevinerek ve büyük ümitler beklentisiyle taktirle karşılanan bu teşebbüs sürecinde aracılar ve lobicilere 50 milyon dolar (50x1.66=83 trilyon TL) dağıtıldığı bizzat Sayın Dışişleri Bakanı tarafından açıklanmıştır. Ki bu, bütçede hiçbir karşılığı olmayan ve halkın rızası hilâfına tasarruf edilen bir rüşvettir. Tasarruf sahibi ise hükümet;
Başka bir deyişle bu hükümet, salt aynı gayeye matuf mezkür maaş bağlamaya göz yumarak müsamaha etmiş olsa da, bu tasarruf bilinç yoksulu fakir-fukara ve garip-guraba Türk halkı nazarında büyük haksızlık, sosyal adalet ve eşitlik ilkelerine alenen aykırılık, apaçık bir yolsuzluk ve hovardalıktır.
Buna mukabil şu, (600'lü yılların İran hükümdarı) ateşperest Nü-şi'revan misal gâvur (!) dediğimiz Hollandalının yaptığına bir bakın: "Hollanda hükümeti, kamu kurum ve kuruluşlarıyla devletin ortak (taraf-muhatap) olduğu yarı resmi büyük şirketlerde çalışan üst düzey yöneticilerin yıllık gelirlerine 'toplumsal tepkiler nedeniyle' sınır getirdi" (Anayurt Gazetesi, 27 Ekim 2008-Pazartesi) 
HAYRET Kİ, NE HAYRET!..
Olağan ve doğal olarak bu jest Türk hükümetinden umulur ve beklenirdi.
Zira bizde zenginler ve fakirler, memurlar, işçiler ve emekliler, üreticilerle tüketiciler, çalışanlarla yan gelip yatanlar, aracı-tefeci-komisyoncu, kayıt içi ve kayıt dışılar arasındaki uçurum akıllara ziyan. Buna yukarda örneklediğimiz taban ve tavan ücretleri, kategorik olarak çalışan ve emeklilerin kendi aralarındaki ayrıcalık, imtiyaz, akıl-mantık, hukuk ve ahlak dışı farklılıkları da eklediğimizde iş çığırından çıkıyor.
Sanki ülkemizde, İnsan haklarını gözeten bir tek kurum veya kuruluş, Cumhuriyet Savcıları, Yargı, Yasama, Devlet Denetleme Kurulu ve devletin olmazsa olmaz şartı, her hangi bir "denetim" organı yok gibi… 
Hollanda'ya nazaran çok ayıp, utanç ve hicap verici bir durum!..
Bir tarafta 8-9 bir YTL arası aylık maaş alan (sözde) millet-vekilleri; Diğer tarafta bu miktarın günlük olarak verildiği bir federasyon görevlisi. Öteki Türkler ise, açlık ve yoksulluk sınırı altında eziliyor. İnsanca falan değil, sadece 'hayatta kalabilme' mücadelesi veriyor.
 
DEVLET İDARESİ VE MİLLET İRADESİ   
Devletin vücut nedeni halk ve hak'tır. Hükümetlerin mutlak felsefesi de: "Milleti yaşat ki devlet yaşasın" şiarı (ilkesi) olmak zorundadır. Zira hükümetler halk için vardır. Halk'a hizmet HAK'a hizmet değil midir?
Şu hale nazaran; Her fırsatta, millet iradesinin demokratik tecelli-i sonucu iktidar olduğunu haykıran Recep Tayip Erdoğan, partisi ve hükümetinin bu ve buna benzer antidemokratik, haksız-bilinçsiz, hukuk ve ahlak dışı tasarruflarının tasvip edilmesi, onaylanması ve uygun görülmesi mümkün değildir.
 
BAŞBAKANLIK BLOKAJI
Üstüne üstlük, Tansu Çiller ve Ana-Sol hükümetleri zamanında cadde başlarına nizamiye (güvenlik kontrol noktası) konulduğunda, Başbakanlık halka kapatıldı, milletten soyutlandı diye kıyametler kopartılmış, yer yerinden oynamıştı. Şimdi Başbakanlığın güvenliği veya Başbakan'ın geliş güzergâhıdır bahanesiyle yollar kesilmekte ve Adalet Bakanlığı'nın duvar dibinde yer alan ODTÜ, 100.Yıl dolmuş durakları dahi kapatılarak (28, 29 ve 31 Ekim) vatandaş haksız ve gereksiz yere yollarda süründürülüp perişan edilmektedir. Buna kimsenin hakkı yoktur. Müteddit defalar tekrarlanan durak kapatma olayı, başta Ankara Valisi ve belediye başkanı olmak üzere, bütün yetkili ve sorumluların ayıbıdır.
Zira hükümetin, bakanların ve millet memurlarının görevi her hususta adaletli olmak, hukuk ve ahlâk kurallarına uymak, uymayanları tedip ve terbiye etmek, ekmek parası peşinde koşan, ıstırap ve çile içinde yaşam mücadelesi veren halkımıza hayatı kolaylaştırmaktır. Kaldı ki o halkın kahir ekseriyeti açlık ve yoksulluk sınırında hayat sürmekte, kronikleşen pahalılık, ulaşım ve doğalgaz zamlarından akıl almaz derece olumsuz etkilenmekte ve günden güne daha da fakirleşip yoksulluk girdabında üzülüp-ezilmektedir. 
Bu, sözde siyaset kurumları, yönetici kesim, adalet cihazı, yargı-yasama ve kayıt dışı edinim erbabı için çok utanç verici bir durum değil midir?
Zira şu geldiğimiz nokta itibarıyla ülkemizde refah içinde, varlık ve bollukla yaşayan, dünya standartlarında zengin sayılan insan/aile sayısı genel nüfusun % 5'ini geçmemektedir. Sonra gelen mutlu azınlıkta fazla değildir. Çeşitli verilere göre, artık orta sınıf bağlamında telakki edilen halkın yüzdesi de en fazla ancak bunların toplamı kadardır.
 
YA GERİSİ !...
İş bununla da kalmamakta, yönetim adeta halkı fakirleştirmek için seferber olmuş gibi bir görüntü vermektedir. Hele şu derin çelişkiye bir bakın! Hükümet, Diyanet İşleri Başkanlığının dört kişilik bir aile için Ramazan ayında belirlediği fitre rakamlarına 6 YTL X 4 = 24 X 30 = 720 YTL'ye mukabil; Yine (yetkili) bir kamu kurumu olan DİE marifetiyle açlık sınırını aynı kategori için 225 YTL olarak tespit ve ilan edebilmekte; İlgili Genel Müdür'se bir TV kanalında "bizden istenen bu" diyebilmektedir…
Açıkçası: Bu hükümete göre Türkiye'de 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı 225 YTL'dir.
Sendikalar ve STK'lara göreyse bu rakam: Açlık Sınırı'nda en az üç kat, 675 YTL, Yoksulluk Sınırı'nda da 6 kat. Yani: 1.350 YTL'dir. Şu hale nazaran mevcut hükümet ve  Başbakan nasıl olur da Fatih Terim'e 260 milyar lira aylık, 8 milyar dolayında günlük ücret verebilir? Kendileri her türlü insan hakkı, demokrasi, adalet, hukuk ve ahlak norm, ilke, standart ve kriterlerine aykırı olarak 9.000 YTL (9 milyar ve asgari ücretin yaklaşık 18 katı civarında) aylık maaş alırken; Niçin? Aylık maaşları miktarınca Fatih Terim'e günlük ücret öder; Fakir-fukara ve garip-guraba vatandaşı neden süründürür ve Terim'e niye bu kadar maaş verirler? İlgilinin diğer Türk vatandaşlarına kıyasen artı değeri ve milli ekonomiye reel katkısı nedir? Eğer ülkemizde insan hakları, adalet, hukuk, sosyal sorumluluk, demokrasi ve Yargı varsa bu durum sorgulanmalı ve mutlaka yargı konusu yapılmalıdır.
 
NEDEN?
Çünkü! Türkiye Cumhuriyeti'ni yönetenler "yurdu ve milleti" öz'lerinden çok değil; Hiç olmazsa "ÖZ'LERİ KADAR" sevsinler, Anayasa gereği eşitlik ilkesine uysunlar ve en değerli unsurumuz olan insanlarımızı bir bütün olarak "adaletle" kalkındırsınlar-geliştirsinler, memnun ve mutlu edebilsinler diye!... Aksi takdirde ülkemizde ne adalet, ne de hukuk ve ne de 'insan hakları' yok demektir.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 33

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ

GELENEK; MENDERES

‘VASİYET-EMANET’
VE

DEMOKRAT PARTİ

Süleyman Soylu Başkanlığında ‘Beyaz Yürüyüş’ ünü tamamlayan Demokrat Parti, 15- 16 Kasım 2008 Cumartesi-Pazar günü 9. Olağan Büyük Kongresini yapacağını açıkladı. (26 Ekim 2008 tarihli gazeteler)

Haberi duyunca, 5.05.2007 günü Doğru Yol Partisi (DYP, Mehmet Ağar) ile Anavatan Partisi (ANAP, Erkan Mumcu) arasında yaşanan tatsız-tuzsuz, seviyesiz tartışmalar, basına yansıyan demagoji-polemik ve iğrenç atışmalar geldi aklıma. (01 Nisan 2007 - 14 Mayıs 2007 tarihleri arası)
Doğrusu olayın en önemli aktörlerinden biri de bendim. En azından öyle sanıyordum.
Derdim siyasi gelenek, kanun-ahlâk ve hukuk bakımından dört başı mamur bir birleşme ve bütünleşme olsun idi.
Fakat sonradan öğrendim ki, mesele ne logo, ne tüzük ve ne de program değil; Sadece ve yalnızca para imiş.
Sonraki hezimet malum, buna ‘DP’nin lâneti denir. Amma lâkin en iyisini Murat Uzman’la Aydın Menderes bilir.
Hani şu: “Çarşıya kadar değil, pazara kadar değil, mezara kadar meselesi..”
O’da, BDP’yi ‘para meselesinden’ DP’ye katmıştı.
Şık olmadı, iyi gelmedi.
Bilen bilir.

Başta Cemal Külâhlı, Rasim Cinisli ve muazzam bir teşkilât olmak üzere, çok değerli bir kadro harcandı gitti!..
Buna asla hakları yoktu.
Netice itibarıyla:
2007’de DYP’nin adı “Demokrat Parti” olarak değişti.
AP’nin ilk logosu (kutsal) kitap’ı tekmeleyip hışımla savuran at, sırtını halka dönüp AB’ye karşı oturdu.
Oysa DP’nin başvurduğu Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) idi, sonra AT oldu… Şimdi de AB!..

Ne Atatürk’ün vasiyet ettiği buydu ve ne de
Başvekil Menderes’in.
Ama CHP ve MHP’nin bile zerresinden taviz vermediği logo’ya, tüzüğe ve programa DYP samimiyet ve sadakatle sahip çıkamadı.
Çıkmadı.
AP’ye sahip çıkabildi mi sanki?
Olay bu kadar basit değil.
Örneğin:
DP son 10. Olağan Büyük Kongresini 02 Mayıs 2004’de yaptı.
Şu hale nazaran silsile takip edilerek, tarihe, mana ve misyona saygı duyularak bu kongrenin 11. Olağan Büyük Kongre olarak ilânı gerekti.
Yine bu kongrede, (halâ umulur ve beklenir ki) büyük bir samimiyet-sadakat, geleneğe saygı, ahde vefa ve tazimle revize edilip YCBS tarafından onaylanan 2002 DP tüzüğü hayata geçsin, kongre no’su 11. olsun,
Yeter !.. Söz Milletindir”...
anlamına gelen logo onaylansın ve zımmi iktidarı süren DP;
Beyaz Yürüyüşten sonra “İktidar Yürüyüşüne” başlasın.
Bakınız!  
Şehit Başvekil, Merhum Adnan Menderes’in apaçık bir ‘emanet, vasiyet ve dava sahiplerine işaret’ anlamına gelen son sözlerine:
“Size dargın değilim.
(Biz) Sizin ve diğer zavallıların iplerinin hangi efendiler tarafından idare edildiğini biliyoruz.
Onlara da dargın değilim.
Kellemi onlara götürdüğünüzde deyiniz ki:
“-Hürriyet uğruna ortaya koyduğu başını on yedi sene evvel alamadığınız için size müteşekkirdir.”
İdam edilmek için ortada hiçbir sebep yok.
Ölüme bu kadar metanetle gittiğimi, silahların gölgesinde yaşayan kahraman efendilerinize acaba söyleyebilecek misiniz?
Şunu da söyleyeyim ki;
Milletçe, bir gün kazanılacak hürriyet mücadelesinde sizi ve efendilerinizi yine ben, 1950’de olduğu gibi kurtarabilirdim. Dirimden çekinip korkmayacaktınız!
Ancak, milletçe el ele vererek ölüm (masumiyetim-eserlerim ve naaşım);
Ölünceye kadar sizi takip edecek ve bir gün sizi silip süpürecektir.
Buna rağmen, merhametim, yine de sizinle beraberdir.”
…dedikten sonra yüksek sesle şahadet getirerek ruhunu teslim ederek Rahmet-i Rahman’a yürümüştür.
(Prof. Dr. İsa Kayacan, Mezarlık Kültürümüzden Örnekler, s: 366)
İ ş t e !.....
Ülkeyi içinde bulunduğu kaos, bunalım ve buhrandan kurtaracak;
Dikta, despot ve mütegallibeye;
“Yeter!..
Söz Milletindir”
diyecek;
48 yıl sonra tekrar millet iradesini devlet idaresine taşıyacak;
Cumhuriyet’i Demokrasiyle buluşturup adalet ahlâkı,
hak ve hukuk’u hakim kılacak dava-misyon,
gelenek ve gerçek mefküre budur.
Şimdi, ‘isim değiştirdiği zehabıyla’ omuzlarına aldığı yükün ve yükümlülüğün farkında olmayan kadim DYP’li kardeşlerime soruyorum:
“Gerçek:
'DEMOKRAT PARTİ'
olmaya var mısınız?”
 

gercek.demokrat@hotmail.com

P.K. 118 [06442] Yenişehir-ANKARA
DP., 7. ve 9. dönem Genel Başkan Yardımcısı, son Tüzük Kom. Bşk.,

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 34

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ
KUTSAL MİRAS; IŞIK VE AŞK
Mustafa Kemal Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen anlatıyor: Bir gün Gazi Orman Çiftliğinde dolaşıp hava alırken, oldukça yaşlı bir kadına rastladık. Atatürk attan inerek sessizce bu ihtiyar kadının yanına sokuldu.
-Merhaba Nine,
Kadın Ata'nın yüzüne bakarak hafif, ürkek, mütereddit ve titrek bir sesle;
-Merhaba dedi,
-Nereden gelip nereye gidiyorsun? Kadın şöyle bir duralayıp,
-Neden sordun ki, dedi. Sen buraların sabısı mısın? Yoksa bekçisi mi?
Paşa gülümsedi.
-Ne sahibiyim ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar Türk milletinin malıdır. Buraların sahibi de, bekçisi de Türk milletinin bizatihi kendisidir. Şimdi nereden gelip nereye gittiğini söyleyecek misin?
Kadın başını salladı.
-Tabii söyleyeceğim, ben Sincan'ın köylerindenim bey, otun güç bittiği, atın geç yetiştiği kurak, kavruk köylerinden birindenim. Bizim mıhtar bana bilet aldı trene bindirdi, çıktım doğru Angara'ya geldim.
-Muhtar niçin Ankara'ya gönderdi seni?
-Gazi Paşamızı görmem için. Başını pek ağrıttım da... Benim iki oğlum gâvur harbinde şehit düştü. Memleketi gâvurdan kurtaran kişiyi bir kez görmeden ölmeyeyim diye hep dua ettim durdum. Rüyalarıma girdi Gazi Paşa… Bende gün demeyip mıhtara anlatınca, o da bana bilet alıverip saldı Angara’ya, giceleyin geldimdi. Yolu neyi de bilemediğimden işte ağşamdan belli böyle kendimi oradan oraya vurup duruyom bey.
-Senin Gazi Paşa'dan başka bir isteğin var mı?
Kadının birden yüzü sertleşti.
-Tövbe de bey, tövbe de! Daha ne isteyebilirim ki... O bizim vatanımızı gurtardı. Bizi düşmanın elinden gurtardı. Şehitlerimizin mezarlarını onlara çiğnetmedi daha ne isteyebilirim ondan? O’nun sayesinde şimdi istediğimiz gibi yaşıyoruz. Şunun bunun gâvur dölünün köpeği olmaktan  onun sayesinde kurtulmadık mı? Buralara bir defa yüzünü görmek, O’na sağol paşam! demek için düştüm yollara. O’nu görmeden ölürsem gözlerim açık gidecek. Sen efendi bir adama benziyon, bana bir yardım ediver de Gazi Paşayı bulacağım yeri deyiver.
Atatürk'ün gözleri dolu dolu olmuştu, çok duygulandığı her halinden belliydi. Bana dönerek:
-Görüyorsun ya Gökçen, işte bu bizim insanımızdır... Benim köylüm, benim vefalı Türk anamdır bu…
Attan indim. Yaşlı kadının elini tuttum :
-‘Anacığım’ dedim, sen gökte aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen, seni buralara kadar koşturan Gazi Paşa yani Atatürk işte karşında, yanı başında duruyor.
Köylü kadın bu sözleri duyunca şaşkına döndü. Elindeki değneği yere fırlatıp, Atatürk' ün ellerine sarıldı. Görülecek bir manzaraydı bu. İkisi de ağlıyordu. İki Türk insanı biri kurtarıcı, biri kurtarılan, ana oğul gibi sarmaş dolaş ağlıyorlardı. Yaşlı kadın belki on defa öptü atanın ellerini. Ata da onun ellerini öptü. Sonra heybesinden küçük bir paket çıkarttı. İçinde beze sarılmış bir köy peyniri vardı. Bunu Atatürk'e uzattı:
-Tek ineğimim sütünden kendi ellerimle yaptım Gazi Paşa, bunu sana hediye getirdim. Seversen gene yapıp getiririm. Paşa hemen oracıkta bezi açıp peyniri yedi. Çok beğendiğini söyledi. Sonra birlikte köşke kadar gittik. Oradakilere şu emri verdi; "Bu Anamızı alın burada iki gün konuk edin. Sonra köyüne götürün. Giderken de kendisine üç inek verin, benim armağanım olsun.
KISSA’DAN HİSSE: İşte! Krizler, bunalımlar ve kaotik buhranlar karşısında dimdik duracak, Türk olmanın onur ve erdemiyle, yurdunu ve milletini öz’ünden çok severek çözüm üretecek sır (basiret, beka, deha, kudret ve kuvvet) bu anı’da gizlidir. Gözyaşlarınız dinince, siz de düşünün biraz…
Yüreğiniz, Türk İnkılâbının ışık ve aşk’ına, idrakine açıksa EĞER!...

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 35

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ
MENDERES 'VASİYET-EMANET' VE DP
            Süleyman Soylu Başkanlığında 'Beyaz Yürüyüş' ünü tamamlayan Demokrat Parti, 15- 16 Kasım 2008 Cumartesi-Pazar günü 9. Olağan Büyük Kongresini yapacağını açıkladı.
            Haberi duyunca, 5.05.2007 günü Doğru Yol Partisi (Mehmet Ağar) ile Anavatan Partisi (Erkan Mumcu) arasında yaşanan tatsız-tuzsuz, seviyesiz tartışmalar, basına yansıyan demagoji-polemik ve iğrenç atışmalar geldi aklıma. Doğrusu olayın en önemli aktörlerinden biri de bendim. En azından öyle sanıyordum. Derdim siyasi gelenek, kanun-ahlâk ve hukuk bakımından dört başı mamur bir birleşme ve bütünleşme olsun idi. Fakat sonradan öğrendim ki, mesele ne logo, ne tüzük ve ne de program değil; Sadece ve yalnızca para imiş.
Sonraki hezimet malum, buna 'DP'nin denir. Bilen bilir. Amma lâkin en iyisini Murat Uzman'la Aydın Menderes bilir. Hani şu: "Çarşıya kadar değil, pazara kadar değil, mezara kadar meselesi.." O'da, BDP'yi 'para meselesinden' DP'ye katmıştı. Şık olmadı, iyi gelmedi. Başta Cemal Külâhlı, Rasim Cinisli ve muazzam bir teşkilât olmak üzere, çok değerli bir kadro harcandı gitti!.. Buna hakları yoktu. Amma onlar aşağıdaki gerçekleri bilmiyorlardı.
ÖZETLE: "1950-1960 Dönemi: Bilindiği gibi DP,1950' de oyların %53.3 ünü, 1954'de %56.6'sını ve 1957 'de %47.3' ünü almış, 1960 ta da bir erken seçim sözü verilmiş iken (26 Mayıs 1960, A.Menderes Eskişehir Mitingi) dünya tarihinde eşi-emsali görülmemiş ve doğrudan tek partiye karşı yapılmış antidemokratik ve yasadışı kara bir darbe yapılarak, cebren ve hile ile gerici, çıkarcı, yobaz, çağdışı ve halk düşmanı bir kesimce iktidardan uzaklaştırılmıştır. Bu cihetle DP, hukuken ve fiilen iktidarı devam eden ve bu durumunun resmen kabulü lazım gelen "masum ve mazlum bir misyon" mesabesindedir.
DP 10 yıllık iktidar dönemi; Türk halkının açlık, kıtlık, yokluk, cehalet, sefalet, fakirlik, kriz bunalım ve buhran, yoksulluk, işsizlik ve kıtlığın hüküm sürdüğü ve Cumhuriyet tarihinde "az gelişmişlik ve geri kalmışlığın" en kritik noktaya dayandığı yerden başlar. Aynı dönemde siyaset yozlaşmış, rüşvet, yolsuzluk, ayırma-kayırma ve suiistimal almış yürümüş, çok katı, karanlık ve despot, bir dikta rejimi halkı canından bezdirmiştir.
Türkiye tıpkı bugünkü gibi yaşanamaz ve tahammül edilemez bir haldedir. Dahası milli değerler ve manevi mukaddeslere karşı oluşturulan düşmanca tavır ve politikalar, prototip insan yaratma eğilimi, yok edilen köylü, esnaf ve malını çalmaya zorlanan çiftçi ile "yol vergisi + milli koruma kanunu" adı ardında sürüp giden halk partisi güdümlü jandarma zulmü.. Bunun yanında Halk Partisi saflarında yerleşen, belirginleşen ve giderek devleti bütünüyle ele geçiren, sömürgen bir "mutlu azınlık" buna mukabil ezilen, üzülen ve ıstırap çeken bir "çarıklı çoğunluk". İşte DP bütün bunlara son verdi. İktidar olduğu gün Cumhuriyeti demokrasi ile buluşturdu, halkı devleti ile barıştırdı. Büyük Atatürk' ün en büyük hasret, emel, hayal ve idealini gerçekleştirdi. Millet idaresini, devlet idaresine taşımak suretiyle 1946 dan beri ilk kez "Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir." ilke ve vecizesini hayata geçirdi.14 Mayıs 1950, O güne kadar eşi benzeri görülmeyen bir büyük coşkuyla kutlandı ve "DEMOKRASİ BAYRAMI" ilan edildi. Ayrıca; Atatürk' ün programını bütünüyle uygulamak suretiyle, Cumhuriyet tarihinin en büyük değişim-dönüşüm, kalkınma-gelişme, bütün alan ve sektörleri içine alan (çok yönlü) yeniden yapılanma, çağdaşlaşma ve modernleşme hareketini gerçekleştirdi. İşsizlik kısa sürede sıfırlandı. Bütün ekonomik göstergeler en yüksek düzeye çıkarıldı. Milletimiz yok olan milli, ilmi, maddi-manevi, sosyal, bilimsel ve kültürel değerlerine kavuşturuldu. Halk devletle, devlet halkla barıştı. İnsan Hakları, anlayış, barış, adalet, insan hakları, hukukun üstünlüğü ve demokrasi bütün kurum ve kuralları ile evrensel norm, standart ve kriterleri ile hayata geçirildi. Alevi ve Roman (Çingene) vatandaşlarımıza ilk kez Nüfus hüviyet cüzdanı verilerek kimlik ve kişilik kazandırdı. Tıpkı Atatürk döneminde olduğu gibi, TL'nin kıymeti arttı. Doların değeri değişmedi. NATO normlarına göre 10 yılda 100 yıl karşılığı (dünya tarihinde eşi–emsali görülmemiş) bir kalkınma ve iktisadi-siyasi-manevi-sosyal-bilimsel ve kültürel gelişme ve büyüme hareketini hayata geçirdi. Sosyal devlet, Cumhuriyet ve laiklik ilkesini çağdaş modern ve muasır düzeyde, norm-standart, kriter ve ilkelere kavuşturdu. Toplumsal barış, karşılıklı anlayış huzur, varlık, bolluk zenginlik ve refah ortamı sağladı. Ülkemizi geri, çağdışı, ilkel bir durumdan kurtarıp dönemin birinci sınıf dünya devletleri düzeyine ulaştırdı. Milli, moral ve manevi değerleri geliştirdi. İnsan Hakları, Adalet ve Hukuk hayata geçti.
DP mefküresi; 46 ruh-dava ve misyonu olarak, TC' nin, geleneksel ve evrensel bir devlet olma sürecini tamamladı. İçeride ve dışarıda onurlu, itibarlı ve muteber devlet trendini yakaladı. Dış politikada barış itimat ve istikrar dönemini başlattı Türkiye lehine en kalıcı, geleceğe yönelik anlaşma ve ittifakları oluşturdu. (BM-NATO-AET) Kıbrıs konusunu çözümledi. Lozan'a rağmen tekrar "Milli Dava" düzeyine taşıdı. Fakirlik, yoksulluk, yolsuzluk ve cehaleti yendi. İşsizliği sıfırladı. Sendikacılık, sosyal güvenlik sigorta ve emeklilik, iş güvenliği ve iş barışını getirdi. Endüstriyel, ekonomik ve teknolojik kalkınma ve gelişme yanında iyi insan, onurlu ve sorumlu vatandaşlık bilincini geliştirdi. Eğitim kalitesini yükseltti. ODTÜ dâhil yeni üniversite ve eğitim kuruluşları oluşturdu. Tarım-Ticaret ve Sanayi Odaları ile Meslek birliklerini kurdu. Dış ticareti ve turizmi geliştirdi. Özelleştirme, yabancı kredi, dış finansman gibi sözcükleri ilk defa iktisat ve ticaret hayatına ve devlet literatürüne kattı. Tarımdan enerjiye akıllara durgunluk veren ve 1949 a göre %500' lere varan ve %26' ları bulan bir kalkınma, yatırım üretim ve sanayileşme atılımını hayata geçirdi"
Netice itibarıyla 2007'de DYP'nin adı "Demokrat Parti" olarak değişti. AP'nin ilk logosu (kutsal) kitap'ı tekmeleyip hışımla savuran at, sırtını halka dönüp AB'ye karşı oturdu. Oysa DP'nin başvurduğu Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) idi, sonra AT oldu… Şimdi de AB!.. Ne Atatürk'ün vasiyet ettiği buydu ve ne de Başvekil Menderes'in.
Ama CHP ve MHP'nin bile zerresinden taviz vermediği logo'ya, tüzüğe ve programa DYP samimiyet ve sadakatle sahip çıkamadı. Çıkmadı. AP'ye sahip çıkabildi mi sanki? Olay bu kadar basit değil. Örneğin: DP son 10. Olağan Büyük Kongresini 02 Mayıs 2004'de yaptı. Şu hale nazaran silsile takip edilerek, tarihe, mana ve misyona saygı duyularak bu kongrenin 11. Olağan Büyük Kongre olarak ilânı gerekti. Yine bu kongrede, (halâ umulur ve beklenir ki) büyük bir samimiyet-sadakat, geleneğe saygı, ahde vefa ve tazimle revize edilip YCBS tarafından onaylanan 2002 DP tüzüğü hayata geçsin, kongre no'su 11. olsun, "Yeter !..  Söz Milletindir" anlamına gelen logo onaylansın ve zımmi iktidarı süren DP; Beyaz Yürüyüşten sonra "İktidar Yürüyüşüne" başlasın. Bakınız! Şehit Başvekil, Merhum Adnan Menderes'in apaçık bir 'emanet, vasiyet ve dava sahiplerine işaret' anlamına gelen son sözlerine:
"Size dargın değilim. (Biz) Sizin ve diğer zavallıların iplerinin hangi efendiler tarafından idare edildiğini biliyoruz. Onlara da dargın değilim. Kellemi onlara götürdüğünüzde deyiniz ki: "-Hürriyet uğruna ortaya koyduğu başını on yedi sene evvel alamadığınız için size müteşekkirdir." İdam edilmek için ortada hiçbir sebep yok. Ölüme bu kadar metanetle gittiğimi, silahların gölgesinde yaşayan kahraman efendilerinize acaba söyleyebilecek misiniz? Şunu da söyleyeyim ki; Milletçe, bir gün kazanılacak hürriyet mücadelesinde sizi ve efendilerinizi yine ben, 1950'de olduğu gibi kurtarabilirdim. Dirimden çekinip korkmayacaktınız! Ancak, milletçe el ele vererek ölüm (masumiyetim-eserlerim ve naaşım); Ölünceye kadar sizi takip edecek ve bir gün sizi silip süpürecektir. Buna rağmen, merhametim, yine de sizinle beraberdir." dedikten sonra yüksek sesle şahadet getirerek ruhunu teslim ederek Rahmet-i Rahman'a yürümüştür.(*)
İşte! Ülkeyi içinde bulunduğu kaos, bunalım ve buhrandan kurtaracak; Dikta, despot ve mütegallibeye "Yeter!.. Söz Milletindir" diyecek; 48 yıl sonra tekrar millet iradesini devlet idaresine taşıyacak; Cumhuriyet'i Demokrasiyle buluşturup adalet ahlâkı, hak ve hukuk'u hakim kılacak dava-misyon, gelenek ve gerçek mefküre budur. Şimdi, 'isim değiştirdiği zehabıyla' omuzlarına aldığı yükün ve yükümlülüğün farkında olmayan kadim DYP'li kardeşlerime soruyorum: "Gerçek DP olmaya var mısınız?" * Prof. Dr. İsa Kayacan, Mezarlık Kültürümüzden Örnekler, s: 366

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 36

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ
MÜZMİN KRİZDEN KURTULUŞ
Dünkü makalemi okumuş olmalısınız. Sonucu bağladığım “Gözyaşlarınız dinince, siz de düşünün biraz. Yüreğiniz, Türk İnkılâbının ışık ve aşk’ına, idrakine açıksa EĞER!” sözü ne kadar anlamlı, özgün, önemli ve değerlidir bilir misiniz?
Tıpkı Mustafa Kemal Atatürk’ün; “Hayatta, en hakiki mürşit (yol gösterici) ilimdir” ve “Türk demek: Türkçe düşünmek, Türkçe konuşmak ve Türkçe yaşamaktır. Ne mutlu Türk’üm diyene” tanımlamasını içeren vecize gibi..
Bu kavramlar, vecizeler, emir, tanım, hedef ve talimatların içi boş değil!
Hepsi bir değer. Milli devletin ‘değişmez-değiştirilemez’ umdeleri.
Mürşidin irşadı açık, anlamaya ve yaşamaya çalışmak gerek!..
Hele dünya çapında bir krizin devasa dalgaları üstümüze yönelmiş iken; Daha derin düşünmek, kalıcı ve sürdürülebilir çözümler üretmek ve bunları adaletle, toplumun her kesimini kapsayacak biçimde uygulamak
Lozan Antlaşması ile TC Müslüman bir devlet olarak kurulmuş, esas kurucu halk (günün terminolojisi uyarı) Müslüman, Müslüman olmayanlar ise tali unsur, yani gayrimüslim biçiminde tanımlanmıştır. Millet iradesinin devlet idaresinde, tereddütsüz (mutlak) tecelligâhı “egemenlik kayıtsız ve şartsız milletindir” emrinin muhatabı TBMM’dir. İdare cihazı vekiller, milletin; ‘illimde kadim, ehli vukuf, fazilet ve liyakatte yüksek, seçkin, madden mutmain (maddi hırs, egoizm-bencillik ve ihtiraslarından arınmış) manen Müslüman ve dindar” insanlar (!) arasından seçilmek zorundadır. Bu, Cumhuriyet geleneğinin esasını teşkil eder.
Bahse konu dindar sözcüğü illâ Muhammedi olmak zaruretini mucip değildir. Elbette dininde samimi İseviler ve Museviler de idarede ‘vekil’ sıfatını haiz olarak seçilebilir ve yer alabilirler. Mesele dinsiz güruhun devlete sızmasını önlemektir.
Zira, Türk idare sisteminin öznesi “İNSAN” dır. İnsan, “sadece ve yalnızca iyi, namuslu, dürüst, onurlu-sorumlu ve hukuka saygılı kişiler” olarak tanımlanır. TC, insanlık onuru, adalet ahlakı ve hukuk temeli üzerine inşa edilmiş bir devlettir. Bunu idrak edemeyen gafil, cahil yahut da bedhahtır. Bunlar ‘derhal’ uygulanması lâzım gelen ilkelerdir.
Aksi takdirde enflasyon minimize edilemez. Pahalılık, yoksulluk, yalan-talan, hırsızlık ve yolsuzluk önlenemez. Kronik krizlerin önü alınamaz. Kaotik buhran ve bunalımlara “dur” denilemez. Ta ki, ‘dip dalga’ ayağa kalkar ve yeni bir milli mücadele başlayıncaya kadar.
Bilmeyenlere bildirelim. Öncelikli ve ACİL, krizden kurtulma çareleri şunlardır:
1. Halen müstahsil tarafından üretilen bir mal veya hizmet, tüketiciye fiyatı katlanarak intikal etmekte, aracı-tefeci-komisyon ve spekülatör % 300’den 3 binlere kadar haksız çıkar sağlamakta dolaylı vergiler (kdv-ötv) nihai fiyat üzerinden tahakkuk ve tahsil edilmekte; % 67’lere varan kayıt dışı nedeniyle vatandaş soyulmakta, devlet büyük oranda istismar ve suiistimal edilmektedir. Önce bunun önlenmesi, üretici-tüketici arasında vaki bütün hukuk ve ahlak dışı unsurlar derhal ‘sosyal devlet’ mucibi temizlenerek diskalifiye edilmelidir.
2. Her ne pahasına olursa olsun, milletin kanını-devletin canını emen nüfuz ticareti, yolsuzluk-görevi kötüye kullanma biçimi ‘yandaş-yoldaş’ ekonomisi nizama sokulmak; Başta fahiş fiyatlandırma, sabit ücret, rızaya muhalif mücbir kesinti gibi zoraki gasp ve irtikaplara ‘teşmil kararlarıyla’ son verilmek; Fakir-fukara yardımları, kaynak ve sarf cetvelleri itibarıyla şeffaflaştırılmak; Kişi ve kurum borçları ülkenin her tarafında mutlaka tahsil edilmek; Makam ve memuriyet saltanatına son verilmek; Özelleştirilmeler durdurulmak ve her derece-düzeyde teyakkuz derecesinde tasarruf tedbirleri alınarak adaletle uygulanmak zorundadır.
3. Ayrıca, yukarıdaki ilkeler dâhilinde gelir adaletsizliği önlenmeli.. 3000 YTL üstü maaşlar ile fiyatlar dondurulmalı. Haksız zamlar geri alınmalı. Bütün sektörlere ücret ve kâr haddi sınırı getirilmeli; İşten atmalar durdurulmalı, servete dayalı acil vergi reformu ile haksız edinim ve saadet zincirleri kırılmalı, kamu hastaneleri ücretsiz olmalı ve asgari ücret derhal vergi dışı bırakılarak, yürürlükte olan tüm ayrıcalık, muafiyet ve imtiyazlara son verilmelidir.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 37

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ
ÖTEKİ GAZETECİLİK VE MEDYA TERÖRÜ
            Günümüzde sübjektif bir sektör haline gelen gazetecilik, giderek haber tüccarlığına dönüşmüş, objektivitesini yitirmiş, meslek ilkeleri tabana vurmuş, çürüme ve yozlaşma zirve yapmış bulunmaktadır. Daha açık, net, reel ve güncel tabiriyle bu, 'gazetecilik = habercilik / medya alanı' varlık sebebi, kaynak, dayanak ve "asli unsurundan" uzaklaşmış, amaçlarından sapmış, ilkesizlik, onursuzluk ve değersizlik hâkim unsur haline gelmiştir.
            Buna mukabil; 'öteki medya' dediğimiz ilkeli-onurlu ve sorumlu gazetecilik mağdur ve perişan edilmekte; Rüştünü İstiklâl savaşıyla ispat etmiş Anadolu Basını ile bir avuç Milli medya iflasın eşiğine sürüklenmeye, daha açık bir deyimle kendi öz vatanında boğulmaya ve bu şekilde er meydanı, bedhahlarca (iç ve dış düşman) işgale çalışılmaktadır.
Gerçek şu ki: Ticari medya alanı, ekserisi insanlık aleyhine faaliyet gösteren, edinim hırsıyla gözü dönmüş, kanun-kural tanımayan, hırs, inat ve ihtirasla tek belirleyici olmaya ve dünyayı yönetmeye kalkışan 'sorunlu sektör'e, gerçek anlamıyla "medya terörü" ne dönüşmüş bulunmaktadır. Üstelik bu sorumlu sektörün içyapısı da olabildiğince sorunludur. Zira medya patronları ilkeli-onurlu objektif-tarafsız gazeteciliğe tahammülsüz; Etik ve hukuk standartları dâhilinde bile ulusal-milli, insani ve medeni bilinç toplumuna karşıdırlar. 
            Özellikle, Karen Foog ve Soros ürünü Açık Toplum Örgütleri ile bunlara paralel siyasi -ticari medya yoluyla emperyalizmin yeni kölelik adlı küresel sermaye ve yoğun sömürü hareketine öncülük etmekte, aysberg'in su üstünde kalan/görünen yüzüyle bu menfur hareket, yer yüzünde 4. kuvvet olarak dünya barışına hizmet etmek yerine, bütün erklerin önüne geçip 'tek güç-tek kuvvet' olma yolunu seçmiş bulunmaktadırlar. Bu insanlık için çok tehlikelidir. 
            Gerçekte sorun, olağan ve doğal hayatın bütün usul, unsur, uzantı ve kapsamı üzerinde etkilidir. Bilhassa, özgürlük ve güvenlik, hürriyet-hâkimiyet, bağımsızlık, demokrasi, insan hakları, hak, adalet-hukuk kavramları üzerinde erozyon, kronik çürüme, kavga-kargaşa ve yozlaşma nedenidir. Dolayısıyla eski Yugoslavya'nın bölünmesinden, SSCB'nin zevaline, son Gürcistan olayları ve Türkiye'de yıllardır mevcut anarşi, terör-tedhiş örgütüne kadar; Dünya barışını sözde 'adalet-hukuk, barış ve demokrasi' adına tehdit/tarumar eden bir oluşmadır.
            Şimdi hemen bu medya terörünün masaya yatırılarak tüm boyutlarıyla irdelenmesi, değerlendirilmesi ve doğal-yasal sınırlarına çekilmesi gerekir. Zira günümüzde 'gazetecilik' öyle garip, gerçek dışı, sanal ve sahteleşmiştir ki; Varlık nedeni, halkı aydınlatmak, eğitmek, "objektif habercilik ve tarafsız yorumculuk" ilkesi çerçevesinde "yönetimin denetlemesine, siyasetin kontrol ve koordine edilmesine" katkıda bulunmak olan medya, süreçte çok aykırı ve farklı misyon edinerek halkın karşısına dikilip, yönetenler ve sermaye safında yer almıştır.
            Oysa medya, hükümet yanlısı yahut karşıtı değil; Tıpkı STK (enciyo) kavramında olduğu gibi "hükümet dışı" kamu-millet iradesi adına her derece ve düzeyde özgürce halkı temsil, iletişim-bilişim görevini özgürce yerine getirmek zorunda ve durumundadır. Genelde matbuatın tarihi seyri ve tabii görevi budur. Basına Yasama, Yürütme ve Yargı'dan sonra 4. kuvvet denilmesinin nedeni de… Mezkür kuvvetin görevi halkı bilgilendirme, yol gösterme, 'halk adına' yönetimi takip, kontrol-koordine, doğrusal yönde motive ve denetlemedir.
            Konuya özellikle çok tartışılan "Özgürlük ve Güvenlik" bağlamında bakılırsa, soruna çözüm üretme sorumluluğu bakımından bütün alan, kapsam, uzantı ve unsurlarıyla medyanın hayati önemi haiz olduğu görülür. Bu önem, ağırlık, değer ve sosyal sorumluluk, insani ve ahlaki yükümlülük, medyayı bir ticaret alanı olmaktan çıkartır, demokratik hayatın vazgeçilmez bir unsuru haline getirir. Kamusal alanın istikrarı ile yükümlü kılar.
            Çok açık bir ifadeyle; İnsan hakları, adalet ahlakı, hukuk, özgürlük ve güvenliğin teminatı: Bağımsız, tarafsız habercilik ve objektif yorumculuktur. Bu anlamda gazetecilik, veya güncel deyimi ile medya, Siyasi partiler için Anayasa da yapılan tanıma paralel bir fonksiyon icra etmekle memur ve mükelleftir. Yani: Demokrasinin vazgeçilmez unsurları, millet iradesinin olağan ve doğal yansıması basım-yayın organları olan medya'dır.  

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 38

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ
ŞİMDİ ZAMANI!?..
Geçtiğimiz hafta sonu 2007 yılı Mayıs ayında adını DP olarak değiştiren DYP'nin 9. Büyük Kongresi vardı. 993 oyun 922'sini alan Soylu genel başkanlığını korudu. Böylece bir dönemi daha garanti eden Soylu, kongreden sonra televizyonlara çıkarak yeni vizyonunu ve yaklaşan yerel seçimlerdeki stratejisiyle güncel olaylara ilişkin görüşlerini açıkladı.
KISACA ÖZETLERSEK
"Bizim pozisyonumuz net, sapma, oynama yok. Yerimiz AKP ile milletin arasıdır. Bir tarafta AKP ve millet var. Öteki tarafta CHP.. Bugünkü sistemde temel problem ve siyasetteki tıkanıklığın temel nedeni CHP''nin pozisyonudur. AKP ile DP arasında bir benzeşme kurmak Türk siyaseti ve demokrasi tarihine haksızlık olur. AKP kurgulanmış bir partidir. Milletin kendi talebiyle oluşturulmuş değildir.
Biz, korku üzerinden siyaset üreterek geldik buraya. Politikada etkisizleştirildik. Merkez Sağ toplumun tamamını görmedi, Ankara Partileri haline geldi. Bundan Medya sorumludur. Medya AKP ile CHP arasındaki kutuplaşma siyasetinin esiri olarak, kamu bilinci eksikliğiyle beraber soruna alet edilmiş ve kutuplaşma siyasetinin tam odağına oturmuştur.
Meselâ 20 bin kişilik bir kongre yapıyor ve büyük heyecan yaşıyoruz... Medyanın  tamamı orada.. Özgürlükler, anayasa, ekonomi konusunda bütün söylediklerimizi yok sayıyor, ondan sonra kalkıp haksız bir şekilde 'alternatif yok' diyorlar. Kamuoyu şirketlerinin tamamı başarısız, DP'yi sıfır göstersinler bana göre hiç önemi yok. Kesinlikle inandırıcı değiller. AKP'nin 10-12 tane böyle şirketi var Amaçları kamuoyunu yönlendirmek. Biz 3 araştırma yaptırdık. 22 Temmuz seçimlerinden ilerdeyiz. Çeyrek asrın en önemli seçimlerine geliyoruz. Önümüzdeki 6 ay AKP'ye de CHP'ye de  bu meydanı boş bırakmayacağız. Tekirdağ, Yalova ve Çerkezköy'ü kazanacağız.  Türkiye'de AKP'yi yere serebilecek bir tek parti var o da biziz.
MERKEZ SAĞDA (!) BİRLEŞME
Mumcu ile 20-25 kere bir araya geldik. Risk aldım. Haziran ayı sonunda olağanüstü kongreye gidelim, başkanlığım dâhil, her şeyin tartışılabildiği bir kongre yapalım dedim. Ama millet koltuğunun yarısını bile vermiyor. Karşılıklı güven kaybı oluşmuş, travma yaşanmış. Tamir edilmesi kolay değil. Ben kendi adıma bunu tamir edebilmek için elimden gelen her şeyi yaptım. Merkez sağa bir konsensüs ve danışma anlayışı getirmek gerekir.
Merkez sağ dürüst olmaya mecburdur. Başka bir gücü yok."
ŞİMDİ ZAMANI !?..
Bunlar kongreden sonra söylenenler. Kongrede söylenenler bu kadar bile değil!..
Samimi, içten ve gerçek demokratların hayal kırıklığı, ümit kaybı ve derin hüsranı ile sonuçlanan; Bir kez daha hançerlenip, nahak yere rencide, istismar ve suiistimal edildikleri, yürekten yaralandıkları sıradan bir AP-DYP toplantısı. "Yeter!.. Söz Milletindir" ikaz ve ihtarı yerine, metrolar, meydanlar ve salon duvarlarına asılan anlamsız bir spot: "Şimdi zamanı" Adama sorarlar: Bu anlamsız ve derinliksiz ifade neyin nesi. Bunun neresinde azim, irade, milli uyanış, gelenek, manâ-misyon, zulme başkaldırı, insan hakları, adalet ahlâkı ve hukuk adına diriliş-şahlanış ve kararlılık var? Konuşmalar neden baştan sona spekülâtif, pasif, hamasi ve palyatif? Niçin halkın yaşadığı kriz, bunalım, buhran ve kaos, bütün fail, fiil ve ayrıntılarıyla gözler önüne serilmedi? Yoksa yukarda dillendirilen korku, etkisizleştirme ve çekingenliğin sonucu mu bu? Hani 1946-50'nin ve 14 Mayıs'ın fazilet mücadelesi nerede?
Ya o Tüzük rezaleti!. Bütün ihsas-ısrar, talep ve hukuki-ahlâki zorunluluğa rağmen vukuatlı-şaibeli, dönek AT taassubu… En azından, ikame DYP ile aynı amblemin seçimlerde yol açacağı fiili ve hukuki tenakuzu görecek kadar akıl ve basiret sahibi bir partili yok mu idi?
Hasılı bu kongrede DYP, DP olamadı. DP'yi at tepti. Mâşeri vicdanın miyarı, ülke ve halkın de'facto iktidarı aslına rücu edemedi. Olamadı değil! olmadı. Bilerek ve isteyerek oldurulmadı. Yine hile-desise ve çok ucuz bir yol olan misyon tacirliği tercih edildi ne yazık! Ne diyelim? Kudret elini tutamayanlar Truva atı ile nereye kadar gidebilecek göreceğiz!.. 
 
WEB: http://www.mustafanevruzsinaci.blogspot.com,
Sadece Özel Yazışmalar İçin Adres: gercek.demokrat@hotmail.com
Yayın, Gönderi-Mektup: P.K. 118 [06 442] Yenişehir/ANKARA

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 39

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Necati ÇAVDAR

Necati ÇAVDAR HAYAT HİKAYESİ

ENDÜLÜS’TEN ....
Mercan kaseler dolu su
Yürekler soğutan
Elhamra’dan akan su
Dan...  dan... dan...  dan...
Delerken çeliği, mermeri
Duyulmaz ki engel var
Aşılmaz sesler Prene’den
Ah...Prene geçit ver
Fatih’in nal sesleri; inletirken cihanı,
Süleyman’ın krallar titreten fermanı;
Taçlı Haçları “tarken”,
Ahmer’e götüremediler.
Tutuşsaydı aynı eller,
İki koldan koşarken devler,
Al yeleli atlar  saçarken  alevler
Umranlar mı, ümranlar mı,
Kesti yolları?.. Geçirmediler..
Raks sesini  Mehter vuruşuna,
Hangi  güç..?
Yetiremediler.
Yetiremediler.
MERCAN’ın  “Çınarı”,
Elhamra’dan  granitler delen,
Gönüller serinleten suya,
Doğudaki tanı batıda aya,
Balkanda ki kolu,
Endülüs’teki ayağa yetiremediler
Hayali, düşe götüremediler.
Kınalı ellerin, dualı dillerin
-“İmdat”diyen  son nefesleri 
Duyulmaz ki ;
Alplerden ..
Haç, Hilal’e   örmüş çelik kafesleri
Bir bülbül ötse,
Rakkase sesi duysam
Onu görürüm rüyalarımda
Yedi yüz yıllık parlak medeniyetin
Canı çekilirken beşeriyetin
Bir nahif sanata denk gelsem
Bilirim Elhamra’dan...
Hoş  bir ses duysam,
Ne güzellik görsem,
Bilirim  Endülüs’ten
Bir ah işitsem
Hatırlarım Endülüs’ü
 
Yine bir  gündönümü
Yedi yüz yıl sonra
Balkanlar kustu
Endülüs’te ki... Tanıdık ahı
 
Gemileri yakıp dönmemek için,
İddialı medeniyet için gidenler,
Medeniyet(!)e gidenler,
Gel- gitlerle frenler Preneler...
Yedi yüz yıl sonra   iddiasız gidenler,
Sığınak oldu şimdi o Preneler...
Yeni bin yılda  bin medeniyet için
Çürümüş insanlığa biraz merhem için
Geliyor,
Alp erenlerin hayat veren sesi;
Gürüldüyor artık
Alplerden tertemiz kar suyu
Yeni bir “tan ağartısı” ...                                
5.6.2000/ Ankara

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

  40

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Rıza HARDAL
Rıza HARDAL HAYAT HİKAYESİ
BİR GÜN
 
Can iğini ten yününden
Sarar kirmen,ular bir gün.
Sulu yalçınlar önünden
Açılar gül solar bir gün.
 
Gül dalna bülbül konar
Diken güle vermez zarar
Suna saçın baştan tarar
Saçlarını yolar bir gün.
 
Dünya oyur bir gün harap
Ne gül kalır,ne de turap
RIZA sebep olan harap
Gözlerine iner bir gün.
 
Kutret kazanı kaynama
Katılmış seyreder ona
Ecel kolunu boynuma
Habersizce dolar bir gün.
 
Acı tatlı yenmez olur
Yalan gerçek denmez olur
Hep kesilir sular bir gün
 
RIZA sözlerini bitirir
Bülbül gülünü yitirir
Dört mişi alıp götürür
Gelmediğe döner bir gün

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 41

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Rıza HARDAL
Rıza HARDAL HAYAT HİKAYESİ
YİNE YERİMDE SAYARIM
 
Dokuz aylık yoldan geldim,                      
Hem ağladım hem güldüm.                       
İnsan olduğumu bildim,                             
Yine yerimde sayarım.                             
 
Doğuş yaştan altmışa denk
Güller açar benek benek
Taa uzaklar yakına denk
Yine yerimde sayarım.
 
İnsanlara baktım gitmiş,                            
Meyvelerim dalda yetmiş,                         
Yaşım elli altmışı bulmuş,                       
Yine yerimde sayarım.                              
 
Aşka sevdaya doymadım
Azları çoğa koyamadım
Hızlı gittiğimi sandım
Yine yerimde sayarım.
 
Ömrüm geçti Ah çekmekle,                      
Gözlerimden yaş dökmekle,                     
Felek belimi bükmekle,                             
Yine yerimde sayarım.                              
 
Ben bu hallerime şaştım
Hayalden hayale düştüm
Eşe dosta kavuşmadım
Yine yerimde sayarım.
 
Çok çalışıp fazla koştum                          
Boranlı dağları aştım.                               
Taa üst kattan yere düştüm,                     
Yine yerimde sayarım.                             
 
HARDAL'ım der acep nettim
Nice kervanları güttüm
Şu dünyada nöbet tuttum
Yine yerimde sayarım.
25.05.1989

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 42

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Rıza KOÇAK
Rıza KOÇAK HAYAT HİKAYESİ
KAYIP OLDU NAZLI YARİM
Beş yıl oldu yardan haber gelmedi
Ne selamı geldi ne kendi geldi
Yoksa hasta olup orada mı kaldı
Nazlı yardan alamadım bir haberi
 
Yerim yurdum ateş oldu duramam
Ölse gitse böyle karı bulamam
Ciğerlerim acıyor bende gülemem
Nazlı yardan alamadım bir haberi
 
Ne kara günlerde doğurmuş anam
Bu merak yüzünden geçmiyor zaman
İki ineğim aç kaldı meleyor danam
Nazlı yardan alamadım bir haberi
 
Bu talihsiz günler beni ayırdı
Geçti günler kaderime sayıldı
Evimizde parça parça dağıldı
Nazlı yardan alamadım bir haberi
 
Gördüğüm dağların ormanı yandı
Çocuklar evimde ağladı kaldı
Sevgililerim bir birine uyardı
Nazlı yardan alamadım bir haberi
 
Çocuklar anasız durmaz oldu
Ağlayı ağlayı benzi de soldu
Bu yankılar benim bedenimi yordu
Nazlı yardan alamadım bir haberi
 
RIZA KOÇAK der ki; nedip neyleyim
Kaderime uğrun uğrun ağlayım
Dertlerimi komşulara söyleyim
Nazlı yardan alamadım bir haberi
17 Ağustos 2008

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 43

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Özkan KARACA
Özkan KARACA HAYAT HİKAYESİ

AYNALAR

Her sabah yüzümü okuyan aynalar
Bu sabah şaşırdı, kömür saçlar beyazlara karıştı
Alnımı dokuyan kırışıklar
Hayatımın esaretinde enseme vuran kırbaçlar
Adımlarımla sürüldüğüm taşlı meşaleler
Dertleşir benimle, birde ruhuma sarılan hakikatler

Sen beni tanırsın, yoksa bunlar düşmü
Yalanlar küstü, hakikatlerin külü ellerime düştü

Daha dün çocuktuk, oynardık topaç
Mutluluğun remzine uzanan kaçak
Saklanırdık halimizden, yarınları umursamadan
Zaman nasılda eridi habersiz
Yarınlar gerçek oldu,
Geleceğin toprağı önüme doldu

Senelik imzadan sonra, hayata serilen kilim
Saatlerin kuyusunda damlayan dilim
Bilinmez yarınların yokuşunda halim
Kaçınılmaz vuslata uzanacağımız mı sağ salim

Anılar yüreğimde ısıttığım yakacaktır
Aynalar yüzümde ısırdığım yaralardır
Hayatın yokuşuna çöken ruhum geçmişe küstü
Kırılan aynaların çığlığı beynimin arazisine düştü
Geçmişin safyasında ikram olan alnım
Nasılda habersiz çizgilere karışmış
Hatıralar aklın odasında tozlara yapışmış
Duygularım aşkın adresinde buzlanarak yatışmış

Yarınlar avuçlara kurulmayacak
Saatlerin akrebi kusmayacak
Yalnızca kuyuların karanlığına kapanacak
Aynaların şahitliğinde yüz ve güzler

Aynalar söylermisin ben kimim
Bir hakikatın kitabına konu olmuş izzetmi
Yoksa oyalanan düşlerin ızdırab ibretimi
Anladım ki aynaların içinde haykırılan sır var

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 44

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Özkan KARACA
Özkan KARACA HAYAT HİKAYESİ
TARİHE SELAM
Selam Sana! Bin bir çile ve zahmetlerle yoğrulmuş, al kana bulanmış, gözyaşı ile sulanmış, toprağının her bir karışı- bin tarağı şehitlerin kemikleri ve sulbünden geldiğimiz atalarımızın ten(r) i ile süslenmiş eşsiz güzellikte, zarif özellikte ülke: Türkiye’m
Anadolu’nun kapısını Malazgirt’te (Ağustos 1071) ’ de yıldırım yumruğuyla aralayarak giren: Veli duruşlu muzaffer komutan Alparslan ve akıncıları… Hilal etli bedenlerini, çelik bileklerini, azim dolu başlarını feda ederek on beş yıl içinde Anadolu’nun tapusu bütünü ile kıyamete kadar; çağların mirasında, dağların mevkisinde, bağların meyvesinde, şehirlerin menzilinde ikamet eden nesillerine geçti.
Bozkır kültüründen, İslam medeniyeti dairesine giren atalarımız yerleşik mekânlarda toplanarak, şehirler kurup geliştirerek; kültür, sanat ve sosyal müessesler tesis ederek bulundukları yerleri izanların derinliğinde; bileklerini yorarak, dileklerini geleceğe sorarak imar seferberliğinde geliştirmeye başladılar. Böylece çağların alnında parlayan, zamanların yelkovanını güzelliklerle yakalayan, gönüllerin duvarını paklayan ve günümüze de ışık tutan: Kıymetli mimari eserleri ile Anadolu’yu ve fethettikleri üç kıtanın; yer in bakırını, gök’ün bakışını! İnci gerdanla, yakut endamla, altın cevherle süslediler. Bilek terinde, beyin zerinde, kalbin yerinde hayırla yâd edilen ecdadımızın pak ruhlarına, hak sürurlarına selam…
Osmanlı Ordusu önce insanların; dil, din, ırk ne olursa olsun kucaklarını açarak, toprak fethinden önce kalpleri fethederek topraklarını: Avrupa’nın Viyana kapısına, Orta Doğu’nun ve Orta Asya’nın yapısına ve Afrika’nın çöl ortasına kadar geliştirdiler.
Edirne başkenttir. Devasa Osmanlı Devletinin bağrında duran fitne ocağı, fesat kucağı Bizans Devletine son verilmelidir. Altın asrın kutlu peygamberimizce Muhammet Mustafa (S.A.V) ’in mutlu sahabelerine dile getirdiği “Kostantiniyye (İstanbul) , elbette fetih olunacaktır. O’nu fetheden komutan ne güzel komutan, O’nun askeri ne güzel askerdir.” Müjdeye mazhar olabilmek toplandılar. Tarih boyunca yıkılmaz ve aşılmaz denilen İstanbul surlarına nemli gözlerini sürdüler. Şanlı Komutan 2. Mehmet ve neferleri, Bizanslıların; Rum ateşine, ok adedine, kılıç aletine karşılık… Canları yere yıkılarak, kanları sur’lar da yıkanarak: Ulubatlı Hasan’ın burçların üzerine çıkardığı ve göklerin işaretinde al kanlı bayrağımız kıyamete kadar dalgalanmak üzere göndere çekilmiştir. Bu büyük gelişmeyle de Avrupa oldukça sarsılarak reform hareketi başlattılar. Zaferle (Mayıs 1454) Bizans Devleti bir daha dirilmemek üzere tarihin kaçınılmaz boşluğuna yuvarlanmıştır. O zamana kadar Osmanlı ‘Devlet ‘ olarak isimlendiriliyordu. İstanbul’un Fethi ile Osmanlı ‘ İmparator ‘ olarak Cihan hâkimiyetini pekiştirerek anılmaya başlayacaktır. Bir çağı kapatıp, yeni bir çağ açan Fatih in fatih yürekli torunları olan sizler… Selam.
Fatih Sultan Mehmet’ten birkaç yıl sonra tahta oturacak olan, Yavuz Sultan Selimle gelen Mısır’ın fethi bereketi ile Abbasi devletinden hilafeti alarak, bundan sonra da Osmanlı padişahları İslam Halifesi olarak tarihin sayfalarına kayıt düşülecektir. Yavuz Selimin hemen ardından: Kanun yapan, adaleti gözeten olarak ta zikredilen oğlu Kanuni Sultan Süleyman’ la; sosyal, siyasal, kültürel seferberlikle iman ve izan inşası seferberliği hızlanacaktır. Kanuni ile Osmanlı İmparatorluğu zirveye oturacaktır. Osmanlı ordusu öncü kuvvette kalplerin fethini kazanarak, dünyanın nizamını hak- hukuk sesinde açarak: Arş, arş üç kıtaya kadar ayak ritmini açarak gelişleşmişti. Ne var ki tarih tekerrürü aynalardan yansıyarak; çağların ağlayan beyin kürekli, bilek yürekli banileri zamanın bulutlarını yürek yangınlarına emerek güzden güne Osmanlının devasa toprağının eridiğini gösterecektir.
Osmanlının kaynakları ve dayanakları tarumar edilerek beli bükük, yorgun düşmüştü. Öyle yorgun ki Avrupa’nın ellerini ovuşturarak, dilleri coşturarak adlandırdığı “ Can çekişen hasta adam.” Ve hasta adamın! Göz kamaştıran zenginliğini harita üzerinde, mücrim ellerle paylaşılan pasta. Bir millet mozaiği; Türk, Kürt, Laz, Çerkez ve daha sayamayacağımız irili ufaklı ırktan mensuplarla, var oluş istikbali kaybetmemek için istiklal mücadelesine girmiştir. Acı savaşın mücadelesinin sonucu olarak; düşmanın sırıtkan süngüsü, gürültülü topu ve hedefli namlusuna karşı iman dolu göğüslerini siper ederek: Dini sağlam örgüsü, geleceğin beyaz örtüsü ve neslin özgürlüğü için şehit yada gazi olan nice isimsiz kahramanların evlatları olan sizler. Selam…

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 45

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Selma GÜRSEL

Selma GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ

FIRINDA PALAMUT

          1 adet palamut Flatosu,3 adet büyük soğan,3 adet büyük patates,Tuz,Sıvı yağ,Limon
          3 adet soğan soyulur,kangal olarak doğranır. Patatesler de soyulur kangallanır.
         Balıkçıdan alınan palamut temizletilir ve ortadan ikiye fileto olarak böldürülür. Eve gelince balık güzelce yıkanır ve süzgece konarak suyu süzdürülür.
         Fırın içi sıvı yağla yağlanır. Kangal olarak doğranmış soğan en alta,onun üzerine kangallanmış patatesler dizilir.
         İstenildiği kadar tuz ekilir. Soğan ve patateslerin üzerine palamut filetosu konularak üzerine az miktar yağ ekilerek fırına konuk. Kızgın fırında kızarana kadar kızartılır.
         Sıcak,sıcak servis yapılır.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 46

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Serkan ÖKÇE
Serkan ÖKÇE HAYAT HİKAYESİ
HESAPTAN DÜŞER 
 
Ay düşer
Hayal düşer
Hasret düşer
Dalgalar çarpar
Suratımdan gurbet düşer
Bakma gözlerim ıslak
Gamdan değil…
Felek hesaptan düşer
 
Yıllar düşer
An düşer
Yürekten sevda düşer
Soğur yatağım,
Yalnızlık payıma
Bir çember olur
Dolanır, dolanır
Sensiz düşer
Hayat alnıma çizer
Makbuzunu
Felek hesaptan düşer
 
Yağmur düşer
Gün düşer
Çizgi çizgi yol
Bir han düşer
Her gelen kalır ve göçer
İmam paklar
Kara toprak aklar
Felek hesaptan düşer…

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR
 
 Hukuka, Yasalara, Telif  ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir.
Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM

03. SAYI FİKİR DERGİSİ NE GİTMEK İÇİN TIKLAYINIZ 01/12/2008