SANAL OLMAYAN ;
 "FİKRİ HÜR, VİCDANI HÜR"
YAZARLAR TOPLULUĞUNA   HOŞ GELDİNİZ !
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

 

SAYI 3  01-12-2008

İÇİNDEKİLER
Ahmet CANBABA TAKLİTÇİLİK (ŞİİR HIRSIZLIĞI)
Ahmet CANBABA HATİCEM
Ahmet CANBABA KUŞ GRİBİ VE KURBAN BAYRAMI
Ahmet CANBABA MENDERES ÇIKMAZI
Ahmet CANBABA OYYY DEME OY İSTEME

Atilla ALPAY TAVLA
Atilla ALPAY ERTUĞRUL FİRKATEYNİ

Emine SEVİNÇ ÖKSÜZOĞLU ERTELENMİŞ DÜŞLERİN ŞAİRİ ŞEVKİ DİNÇAL
Emine SEVİNÇ ÖKSÜZOĞLU Emine SEVİNÇ ÖKSÜZOĞLU 2009 YILI KÜLTÜR SANAT VE BAŞARI ÖDÜLLERİ SAHİPLERİNİ BULACAK

Galip BARAN ÇÖZÜM

Hüseyin Hüsnü GÜREL Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu Başkanlığı’na ANKARA İlgili

İsa KAYACAN TÜRKÇE YAZ, TÜRKÇE OKU
İsa KAYACAN TÜRK OCAĞI” YAZISI YERİNİ ALDI
İsa KAYACAN BİR ANLATIM ZENGİNLİĞİ
İsa KAYACAN SEVİNÇ DOĞANCAN GÜVEN’DEN İSMET İNÖNÜ’YE
İsa KAYACAN KÜTÜPHANE; HEM TEFENNİ’DE, HEM ECE’DE OLMALI
İsa KAYACAN ÇAĞDAŞ AZERBAYCAN ŞİİRİ
İsa KAYACAN YILIN SÖZLERİNDEN SONRA
İsa KAYACAN ŞEHİRLER, ŞEHİRLERİMİZ
İsa KAYACAN ABDURRAHİM KARAKOÇ
İsa KAYACAN NAZLI’NIN BUZ PATENİ ŞAMPİYONLUĞU
İsa KAYACAN BULGARİSTAN’DAN TUNA BOYU DERGİSİ
İsa KAYACAN AMATÖRDEN PROFESYONELE
İsa KAYACAN DR. FARUK FAİK KÖPRÜLÜ’NÜN “CANIM KERKÜK”Ü
İsa KAYACAN OSMAN APAYDIN’I UNUTMAMAK
İsa KAYACAN SORUMLULUK
İsa KAYACAN RAMİZ MEHDİYEV’DEN DEMOKRASİYE GİDEN YOL
İsa KAYACAN İSTİKLAL MARŞIMIZIN YAZILDIĞI EV VE ÇEVRESİ GÜZELLEŞTİRİLDİ
İsa KAYACAN BELEDİYE BAŞKANLARIMIZDAN
İsa KAYACAN YENİGÜN VE SES-15’E YENİDEN MERHABA
İsa KAYACAN BURDUR’DA 1. ULUSLARARASI MEHMET AKİF SEMPOZYUMU
İsa KAYACAN AZERBEYCAN'IN MİLLİ ŞAİRİ AHMET CEVAT
İsa KAYACAN REŞAT NURİ GÜNTEKİN’İN EŞİNE İMZALADIĞI “MİSKİNLER TEKKESİ” MİRASCISINA VERİLECEK

Mahmut Selim GÜRSEL KİMİMİZ
Mahmut Selim GÜRSEL KURBAN VE BİZ
Mahmut Selim GÜRSEL SEN
Mahmut Selim GÜRSEL SEN Kİ!
Mahmut Selim GÜRSEL NE VAR NE YOK
Mahmut Selim GÜRSEL BENİM DE GÖNLÜM VAR MIYDI?

Murat HACIOĞLU AŞK VARSA BEN DE VARIM
Murat HACIOĞLU GECE TERÖRÜ
Murat HACIOĞLU HAYAT BAZEN

Muhsin AKTAŞ HAYALLERİN
Muhsin AKTAŞ BİR BAKIŞTAN SIZANLAR


Mustafa Nevruz SINACI KUNDAKLANAN CAMİLER
Mustafa Nevruz SINACI ŞEHREMİNİ VE ‘3Ç’ TEORİSİ HAKKINDADIR
Mustafa Nevruz SINACI KAMU HİZMETİNİN KILCAL DAMARLARI BELEDİYELER
Mustafa Nevruz SINACI BİLİNÇLİ MİLLİ SİYASETE DÖNÜŞ
Mustafa Nevruz SINACI DEVLET HÜKÜMET VE HALK
Mustafa Nevruz SINACI DÖRDÜNCÜ GÜC SORUNU VE MEDYA TERÖRÜ
Mustafa Nevruz SINACI KÜRESEL UYGANLIK KRİZİ
Mustafa Nevruz SINACI MİLLİ SİYASET
Mustafa Nevruz SINACI SABİT ÜCRET REZALETİ
Mustafa Nevruz SINACI TERÖR ÖRGÜDÜNE 10 MİLYON EURO
Mustafa Nevruz SINACI TÜRKİYE İÇİN BAŞKANLIK SİSTEMİ

Rıza HARDAL BİR GÜN
Rıza HARDAL YİNE YERİMDE SAYARIM

Özkan KARACA HÜZÜN YAĞMURU

Selma GÜRSEL KURU MANTI

Serkan ÖKÇE DÖNÜŞ YOK

Yaşar KILIÇ MEMLEKETİM
Yaşar KILIÇ AHRET KAPISI

 
Çalışma TELİF ESERİDİR izin almadan kullanmayınız!
Hazırlayan Mahmut Selim GÜRSEL
corumlu2000@gmail.com
Sitemiz ve yazarlarımız;hukuka, yasalara, telif haklarına ve kişilik haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir.

 01

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

KİTAP ismi  Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Ahmet CANBABA

Ahmet CANBABA HAYAT HİKAYESİ

TAKLİTÇİLİK (ŞİİR HIRSIZLIĞI)

Modayı  ve markayı  takip  eden bayanlar ne  giyerlerse  giysinler  kendi  üzerlerindeki  giysileri  bir  başkasının  üzerinde  görmekten  hoşlanmazlar.  “Şimdi  benden  görür  aynısını  diktirir  veya   keşke  satın  aldığım  yeri  söylemeseydim” diye  çoğu  zaman  kendini  suçlar. Tabiî ki  komşusu, ‘oda  alır’  aynısını.   Komşusunun üzerinde  gördüğü kendi  bluzunun  aynısını   değil mi,  kanı  beynine  yürür ve  ‘ben yeni  bir şey  giyemeyecek miyim’  diye  feryat  eder.

Türk moda   endüstrisinin tasarım  odaklı markalaşma  stratejisi  piyasaya  yeni  ürünlerini  sürer. Kimi  zaman  mutluluk  şık  görünmektir. Tabiî ki  bir  emek  verilerek  üretilen  sitiller modayı  üzerlerinde  taşıyanların  estetiği  düşünülerek  dizayn  edildiği için  her  işletme  sahibi  ürünlerini  tescil  ettirirler. Bu  bütün  ürünlerde  böyledir. Mobilya da İmalat  haneye modelleri  çalınacak  diye  yabancıları  sokmazlar. Teknoloji  ve  sanayi  hırsızlığı da  aynı  yöntemlerle  yapılır.  Ama  günümüzde artık  bu tür çalma  çırpmalarla  işletmeler  başa  çıkamaz  oldu. Açılan tekstil  ürünleri,   , yapı  teknikleri, bilgisayar  ürünleri, gibi  otomobilinden,  uçağa  tankından,  füzesine  kadar  her  şey   sergilenerek  satışa  sunuluyor. İşte  gerek  mini  fotoğraf  makineleri  ve gerekse  cep  telefonları  sergilenen  ne  varsa  hepsini  görüntüleyebiliyor.

            Tabiî ki  buda  taklitçiliği hortlatıyor. Düşünün  müzik  sektörü taklit  kaset ve   CD’ lerle  başa  çıkabiliyor mu?

Çinliler gamma knife cihazından bir tane  satın almışlar tabiî ki  kullanmak için  değil. Cihazı  söküp  parçalamışlar benzerini  yaparak satmaya  başlamışlar.

Hani  bir  işe  yeni  başlasanız  özentiden  ustanızı  taklit  edebilirsiniz,  ya  sonra  sonrası.  Siz  ustanıza  benzedikçe  onun  yapıtlarını zirveye  taşırsınız. Oysa kendinize  özgü bir şeyler yaratarak  kendiniz  olsanız,  sanırım  bir  zaman  gelir  zirveye  oturan  siz  olursunuz.

Siyasette de  taklit  yok mu dur? Yıllarca  Erbakan Hocamız iktidarlara  batı  taklitçiliği  yaparak  bir  yere  varamazsınız  demiyor muydu? Batılı  taklit  ederek bir yere  varamayacağımızı  söyleyenler  iyiyi,  doğruyu  taklit  edin  diyor. Yani  imam ne yaparsa  sizde  imamın  yaptığını  yapın. Onların  taklitten  anladığı  ahlak  kavramıdır. Biz  onların  ahlakını  taklit  ederek  toplumumuzu  bozuyoruz,  toplumu  ahlaksız  yapıyoruz. Yani  batının  temizlik  kavramıyla  kendisini  Müslüman  görenlerin  temizlik  kavramları  arasındaki  farkı  görmelerini  isterdim  doğrusu. Örnek  alınmakla  taklitçiliği de  karıştırmamak  gerekir  diye  düşünmeliyiz. Eğer  yaptığınız  taklit  bir  başkasını  zarara  sokmuyorsa  ama  o  taklit  ettiğiniz  şey  toplumun  menfaatineyse o şeyi  taklit  etmekte de    yarar  vardır. Tabiî ki  biz  buna  örnek  alınma  demeliyiz.

Şimdi  düşünelim  Müslümanlığın  bütün kurallarını  taklit  ederek  yükselmiş,  zengin olmuş  bir  devlet  var mıdır? Ama kendilerini Müslüman görüp, para toplayarak birisi zengin olmuşsa, aynen onu taklit ederek bir başkası da halkın dini duygularını istismar etmiş,  para  toplayarak  zengin  olmuşlardır. Şimdi  o  zengin olanlar  başımızda, çevremizde  bizi  idare  ediyorlar. Bankalarıyla,  ibadethaneleriyle, okullarıyla bizleri kuşatmışlar. Taklitçilikle kazandıkları milyarlar halkı fakirleştirmiş,  bir  zamanlar  parası  pulu olup ta  onlara  muhtaç  olmayanlar  şimdi  onların  verdikleri  yardımlarla  yaşar  duruma  gelmişlerdir.

İnsanlar beğendikleri  her şeyin taklidini,  sahtesini,  hırsızlığını  yapmaya  çalışıyorlar.  Yalnız şiir mi dersin?  İlacından giydiği ayakkabıya,  elbiseye, bilgisayarından,  telefonuna kadar  her şey taklit. Aşkta, acıda, kederde sahtecilik  yok mu  sanırsın. Cinayeti işleyen  kişilerin  öldürdüğü  kişinin  ailesinin  yanında  sahte  gözyaşları  döktüğü,  dostlukların  sahte  olduğu  insan hayatında  her  zaman  vardır.

Üretmek mi?  Üretmek  akıl  ister. Fikir  taklidi,  hele  aynısını  yazarsan  adına  hırsızlık  denir. Herkesin  beğendiği  yapıtın  sahibi  alkış  alır  sen kıskanırsın  ve  herkesten  büyük olma  krizine  girersin,  ne  yapacaksın  o  zaman. Taklit  edeceksin. Çünkü  taklitte  zahmet  yoktur. Zahmet  olmadığı  zamanda  karşımıza  korsan plaklar,  korsan  kitaplar  gibi  bir  korsan  sektörü  çıkar ki  emeği,  üretimi  ayaklar  altına  alır.

Topluma  zararı  dokunan taklitçilerle  elbirliğiyle  mücadele  etmemiz  gerekir. Her  yazar, her şair kendi  arkadaşlarının  yapıtlarının  takipçisi  olmalı  hatta  tanımadığımız  büyüklerimizin  bile  yapıtlarına  bir  başkası  benim  diye  sahip çıkabilir.Ve  böyle  bir  kültür hırsızlığını yakalıyorsak  şayet  onlarında  haklarını  korumak  bizlerin  görevi  olmalı.

Her  yazarın  kendine  özgü  bir yazı yazma  sanatı  vardır. Birbirlerini  tanıyan  yazarlar,  şairler  kendi üsluplarına  göre cümlelerini  kurar,  belleklerindeki  kelimeleri  ona  göre  seçerler. Ancak  tabiî ki  okuyup  kendi  güncelinde yenilikler  yaratma, beyninin  laboratuarında yeni  denek kelimelerle  harmanlanmış  yeni  akımlar  getirmekte  olasıdır.

Edebiyatta biraz  isim  yaptınız mı  onun  rantı da  peşinden  gelir. Ancak rant sağlayacağım diye de  kaliteyi  düşürmek olmaz. Siz  kendi  doğrunuzda  devam  ederken  bir başkasının  gözü  kulağı  sizin üzerinizdedir. En kısa  zamanda  bir  bakmışsınız bir  yerden  taklidiniz  sürgün  verivermiş.  Tabiî ki  sizin  tiryakileriniz  yani okurlarınız boş  duracak  değiller ya,  bir yerlerde  okunan  bir  şiir  sizin  tiryakinize  tanıdık  gelip  o okunan  şiire  kulak kabartabilir. Bizde de öyle oldu. 

Şiirler bizim şiirlerimiz olmayabilir gene de  böyle şiir  taklitçiliğine  göz  yummayarak  eser  sahipleri  arkadaşlarımızın, dergi  ve  gazete  sahibi  dostlarımızın  taklitçilik  ve  hırsızlık  olaylarından haberdar  edilmeleri  gerektiğini   düşünüyorum. Bu  gibi  kişilerin  ispatlanmış  çalıntı  eselerlerle  yayınlanmış kendi  eserlerinin birlikte  görüleceği bir  liste yapılarak  tüm  şairlerin  kendi  arşivlerinde    bulundurması  zaruret  haline  gelmiştir

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 02

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Ahmet CANBABA

Ahmet CANBABA HAYAT HİKAYESİ

HATİCEM
 
Eş için ağaca bez asma  sakın
Arama  boşuna  yatır  Haticem
Ne çıkarsa şansa  bahtıma  deyip
Aşkı  bu kadarla  yetir  Haticem
 
Bu  sade  sevginin  bakma  çapına
Kaç kişiyiz  şurda  topu topuna
Arsız yapma  beni  gönül  kapına
Kırgınlığı  burda  bitir  Haticem
 
 İçten  bakışınla yaramı  sarsan
Geleceğin  hüzün   bensiz  yaşarsan
Hayatın tadına  hele  bir  varsan
Yerim  seni  çıtır  çıtır  Haticem
 
 Ruhun, aşkta gıda çoğunluğunu
Yaşa   tüket  sevgi  öğünlüğünü
İçindeki  duygu  yoğunluğunu
Kağıda  dök   iki  satır  Haticem
 
Herkese  yaşamdan  olmalı   dersin
Senin  gibi herkes  murada  ersin
Açık kapı  bırak içeri  girsin
Mutluluğu  geri  getir  Haticem
 
Arzu  ettiğinde çalınsın  zilin
Aşkı çok yaşasan  tükenmez  pilin
Yılanı dost eder bir tatlı  dilin
Kırmayasın  gönül  hatır  Haticem
 
Ekmişim  bir  tohum içimde  bitir
Gelecek  kar  gibi  zaman  eritir
Solmasın  sulayım   bir  demet  getir
Sevda  bahçesinden  ıtır  Haticem
 
Kötülük   bulma sen  şerre  gelme  sen
Mutluluk kapında  hüzün  bilme  sen
Benim  yüreğimde  bensiz  kalma  sen
Geç  gönül  köşküme  otur  Haticem

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 03

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Ahmet CANBABA

Ahmet CANBABA HAYAT HİKAYESİ

KUŞ  GRİBİ  ve KURBAN BAYRAMI  
 
Her sene
Bir hayvan  katliamı  bayramı yaşanır.
Çifte  sürülen  öküz
Ağzı  süt  kokan  kuzular
Koçluğunu  yaşayamamış koçlar
Buzağı  veren  inek
Biriniz  hastalanınca şaptan
Hepiniz  öldürülürsünüz.
Kurunuz  yaşa  karışır
Ölüm  yanlarınız  ağır  basar.
 
Kuyrukta  kurbanlıklar kesilmeye durur.
Kaçanlar  kurtulamaz
Katliamlar  kuyrukta.
Ne  koyunlar  gitti,
Ne danalar, ne  develer.
Hayvanlar  öldü
Biz bayram yaptık.
 
Bir  tomurcuk  gül  gibi 
Bir  öpücük  düşmüştü  gagasına  civcivin
Civcivi  seven  bir  çocuktan.  
Sen  kesilmeye  büyürsün  civciv
Tavuk olup.
Kazanç kapısısın  insanların.
Kimi zaman yaşamın  kundaklanır  
Sarmışsa yurdumu
Kasıp kavurmuşsa  hele grip.
Canlı  canlı  gömülür  toprağa,
Diri diri  yakılır  gözyaşları.
Ne tavuklar  gider 
Ne horozlar   hindiler  sayısız.
Her yerde can pazarı.
Ölümler  karışır   birbirine
Ölümler çeşit  çeşit.
Yalnız bizde ilkellik.
Yalnız bizde her taraf
Canhıraş mahşer  yeri.
Yalnız  bizde  ölümün kaderi
Biraz daha  vahşi
Biraz daha  acımasız
Biraz daha  beterin  beteri.
 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 04

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Ahmet CANBABA

Ahmet CANBABA HAYAT HİKAYESİ

MENDERES  ÇIKMAZI
 
Sevda  türküleri  söylerken 
Sevgililer  fısıltılarla
Aldandım.
 
Ölüm  düştü 
Ölümler düştü
Parçalanmış  bedenlere
Kahbe  bir bombada
Haber  soludum.
 
Görgü  tanıkları
Olay yeri
Feryat  figan.
Muammer,  güler
Gözlerim boşaldı
Hain ve acımasız teröristlere 
Lanet  okudum.
 
Korku  cam kırıklarında
Darmadağın.
Hırsından  kilitlenmiş  dil
Ve  hırsından kilitlenmiş  yumruk
Ve  gözyaşından  ıslanmış  mendil.
Ağıtlar  çökmüş  gözlere
 
Acılara  sağır  ten 
27 Temmuz  gecesi. 
Dağılmış  sokaklara  korkulu  gözler
Kangölüne  düşmüş  suretler
Damarlarda  çürümüş kan
Ölüm  sebil.
 
Can  çıkmazına  döndü  sokak 
Teselliye  kaçmış  üzüntüler
Hain  tuzaklara  yem.
Zavallılar  sürüsü
Bu gün 
Utanç  duvarına  çarpmış.
 
Amerikan uşağı  pkk
Dönekler  ordusu  yaratmış
Bir habis  ur gibi  memleketimde.
Burjuvazi
Yaşamda  bir  devinim
İleri,  geri  sağ,  sol
Orta  yol
Oltada  yem.

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 05

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Ahmet CANBABA

Ahmet CANBABA HAYAT HİKAYESİ

OYYY  DEME  OY  İSTEME   
 
Deme  niçin?  
Anlıyorsunuz
Bilinçsiz  bir  ölüm  için
Tekrar  dön işsizliğine.
 
Sana  arka  çıkanlar
Elinden  tutarlar  belki.
Süzülüp  imbiğinden  geçerken
 
Hayatın,
Her  gülüşüne 
Bir  kıvılcım  tütsülenir.
 
Yaşamı  borç  bil. 
Acısını  yaşayıp
Gözlerinin  içine  sokulurcasına
 
Köle pazarının  hazırlıklarında
Saldırgan  yüzleri
Vampir  çığlıklarının.  
 
Sen hayatını koyarsan
Koy
Bir  hırka 
Bir lokma ya.
 
Un 
Sabun
Pirinç yağ
Peşinden
 
Oyyy 
Oy.
 
Herkesin  bir  duruşu  var
Hayat  denen  oyunda.
 
Tedirginlik  hörgücü
Bir  dağ  gibi  durur
Önünde. 
 
Ne  bentler  kurulur 
Rüyalarının  önüne,
Ne  seğirtmelerle  yetişilebilir
İnsan 
Düş e.
 
Düşe düşe 
Döllendikçe  dert,
Yağlı  bir  urgana
Asılı kalır ömür,
Ya da kömür
Ya da erzak
Oy  olmuş
Oyyy
Oy.
 
Küflü  bir  kaçışın ardından
Işıkla  ıslandılar
Bilimin  sırrıyla  beslenip
Sığ  sularda.
 
Mevsimler  suskun. 
Yağmurlar  uyur 
Yağmur  duasına  inat.
 
Birşeyler  fısıldıyor
Bir  günlük  yaşamım.
 
Irgatlığım   günlük.
Günlük  satılmalarım
Ya  borç  aramakla  geçer
Ya iş.
 
Güneş  aldatır  beni
Gök  kara  bulutlarla  kapanmış
Yağmur  aldatır. 
 
Yada
Kendimizi  eskitmek 
Kalır yanımıza  kar
Yasaklı  dudaklarım 
Ve isyanlarımızla  birde
Hışmını  üstüne  çekti mi
Para babalarının
İş öksüzüyüz
Aş  yetimi
İhanet  şimdi
Bol kepçe
Böyle yaşamda
Kimseye mihnet  edilmez
İlle kelepçeli yaşamak mı
Mahkumiyet  dediğin
İş yok
Aş yok
Son 
Muson
Yağmurlarından 
İçimdeki  sel
Canım  yanıyor
Oyyy
Oy
 
Üryandık
Lal  dudaklarda
Suskunluk  payına  baş  eğmeler
Nasıl  tedirgin 
Doğduğumuz  topraklar
Bir  lokmacık  aş  veremiyorsa
Yangın  söner  yüreğimde
Hiç kimsenin  nesine
Ben yanarım
Sen  farkında  değilsin
Hiç kimse 
Aldırış  etmiyor
Hiç kimsenin  sesine
Bende  doğmayı  unutmuş 
Onda  batmayı  bir  güneş
Sabır  aşı
Sarı  tütün
Bir  rüzgarki  eylül lodosu
Gün yanığı  yüzlerde
Dikilmek  ayrık  otuna
Yokluğa  uyanmak
En  acısı
Nasır  tutsun  dertler  bende
Tiryakisi  olmalıyım  diyorum
Tiryakisi
Acının   
İstemediğiniz her şey
Bende  kalsın
Yüksünmem
Oyyy  oy  deme
Oy
İsteme
Oy  oy

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 06

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Atilla ALPAY
Atilla ALPAY HAYAT HİKAYESİ
TAVLA
 
Ortalığı kavuran güneş batmak üzereydi. Ecabad'a giden karayolunun kenarındaki şirin bir köyün asmalı kahvesinde ahali oturmuş dinleniyordu. Kimi yoldan geçen araçları izliyor, kimisi tv seyrediyor, kimisi nargile tokurdatıyor, kimisi de çay içiyordu. Ortadaki alçak mermer  havuzun etrafına serpiştirilmiş masalarda oturanlar yine yorgun  ve sıcak bir günün sonunda akşam serinliğini  bekliyorlardı.
Bir yolcu otobüsü geçti. Peşinden bir başka özel vasıta. Derken başka bir  araç göründü, sinyallerini yaktı, yavaşladı, yaklaştı ve kahvenin önünde durdu. Bir müddet dışarı  çıkmamak için duraklayan yolcular nihayet pencerelerden başlarını uzatıp, çevreyi incelediler. Direksiyondaki; aracın kaputunu açan çubuğu çekti ve  aşağı indi, bunu diğeri takip etti. İki orta yaşlı turistti gelenler. Kahveci birkaç adım öne çıktı. Yüksek bir sesle bağırdı.
-Welkam,velkam..Kola var,pepsi var,ayran var.
Nargile içenler,tavla oynayanlar,velhasıl herkes o tarafa dönmüş gelenlere bakıyordu.
-Bunlar turist galiba !
-Tabii turist baksana.
-Yoksa ne işleri var burada.
-Ne olacak dedelerinin mezarlarını  ziyarete geldiler. Başka neden gelsinler ki
-Bunlar İngiliz, çocuklar,
-Nereden anladın Gazi dede.
-Birde soruyorsun,Gazi Deden elli yıl önce kimlerle çarpıştı, burada..
-Elbette tanır,insan dostunu da tanır düşmanını da.
-Öyle değil mi Gazi dede.
-Öyledir İnşallah,Allahualem..
 
Turistler  ilerlediler,kadın olanı etrafa bakınırken kahveci  koca bir maşrapa su ile yanında belirdi.. Araç su kaynatmıştı. Radyatör kapağından buhar çıkıyordu. Durum anlaşılmıştı.
-Ben var şok teşekür etmek.
-Birşey değil , buyrun,velkam, cold cola,soğuk ayran,türkiş kafi..
Kahvenin önündeki çeşmede yüzlerini yıkadılar, birkaç köylü ayağa kalktı, içeri buyur etti. Bir tanesi ellerini sıktı. Herkes kendince bir şeyler söyledi. Ortadaki havuzun kenarına, kahvenin en serin yerine oturttular misafirleri.
Herkes merakla bakıyordu gelenlere. Hâlbuki turistlere alışkındılar. Hemen her sene binlercesi gelir, harp sahalarını ve abideleri ziyaret  eder,köyden alışveriş yapar,burada oturur dinlenir,sonra da giderlerdi.
-Biğğ kola and biğ türkiş kafi,please.
-Okey, mr. Allright kafi sade mi olsun,normal ?
-Sağde,sağde,su da,cold water,
Kalabalığın ilgisi misafirlerden  yavaş yavaş çekildi. Onlarda rahat rahat serinlemeli ve misafirperverlikte bir kusur edilmemeliydi.
-Where are you came from, Mr.?
Birden  bütün başlar havuzun öbür başında tavla oynayan Gazi Dede' ye döndü.
Turist birden silkindi,şaşkındı.
-Ooo,Yeaa.Good, We came from İstanbul.!
-Why?
-Visiting , For memory ,For my dads grave..
Kimse şaşkınlığını üzerinden atamamıştı
-Vay Gazi Dedem ingilizce de biliyormuş.
-Biliyormuş da bizim haberimiz yokmuş.
-Ne dedi bu gavur Gazi Dede.
-Büyükbabasının mezarını ziyarete gelmiş.
-Sen nereden biliyorsun İngilizceyi dede, Ya,
-I.cihan harbinde bizi Glasgowa, bunların memleketine gemi almaya gönderdilerdi. O zamanki harbiye-i umumi reisi Enver paşaydı. Orada üç ay kaldık ve kurs gördük. Bende çarkçıbaşıydım.
İstanbul da idadiyi bitirmiştim.Harp çıkınca askere çağrıldım. Sonra muharebe başlayınca vermeye yanaşmadılar,halbuki parasını ödemiştik,,bizde kalkıp gelip harbe katıldık. Hepsi bu.
-Vay amma hikaye ha, roman gibi.
-Bu konuya film çevrilir be Gazi Dede..
-Susun bakayım, edepsizlik etmeyin. Şurada misafirlerimiz de var.
-Bırak çocukları, sevdiklerinden böyle yapıyorlar. Benim bir şikâyetim yok.
-Tabii, biz bu günleri onlara borçluyuz.Benden bir çay Gazi Dede'me..
-Allah uzun ömürler sıhhat ve afiyetler versin.
-Seni başımızdan ve köyümüzden eksik etmesin.
-Amiin.!
 Turistlerin biraz dinlendikleri her hallerinden belliydi. Dede onlara da İngilizce olarak durumu anlattı. Sonra karşısındaki ile tavlaya kaldığı yerden devam etmeye koyuldu. Turistlerin şaşkınlıkları ve hayranlıkları daha da artmıştı. Nihayet kahveci kola ve kahveyi getirdi..
 
Bir ara erkek İngiliz’in tavlaya aşina olduğu anlaşıldı. Çünkü  oturduğu sandalyeyi biraz çekerek  dedenin masasına yaklaştırmış,, hem kahvesinden bir yudum alıyor;  hem de dedeyi izliyordu
Köyün en yaşlı insanı ve bir Çanakkale gazisiydi. Yaşı yetmişi geçeli çok olmuştu. Sempatik cana yakın bir ihtiyardı. Bastonuna  dayanarak hemen her gün bu kahveye gelir, önüne gelenle tavla oynar, herkesi yener,çayını içer ve akşam namazında tam ezan okunurken de  giderdi.Öyle ki  birkaç  gün kahveye gelmese hemen merak eder ve evine yollanır halini sorarlardı
Nihayet tavla bitti. Oynadığı köylü yenilmişti. Saf saf dedeye bakıyordu.
-Benden bir çay dedeme..Vallahi  pes.Bu yaşta bu zeka..Maşaallah...
-Eyvallah, sende dikkatli oynasaydın.
Kahveci çayı getirdi.
Turistler merak içindeydi. İngilizce konuşan ihtiyar bir tavla ustasıydı.
-Sen var benle oynamak, bekgamın.
-okey,mr,sitdown,wait a minute, I,m drinking tea, my tea time,now.
-allright ,I 'm waitin here
Ortalık  derin bir sessizliğe bürünmüştü. Gazi Dede keyifle çayını  yudumluyordu.
 Rakibi de kalktı, aracına doğru ilerledi otomobilinin suyunu koydu,radyatörün kapağını kapattı. Hanımı da aracın içini yerleştirmeye koyulmuştu.
-Yes Sir, I,m Okey. Lets play the backgammon.
-Okey, I am ready,
Güneş iyice köyün arkasındaki dağlara gömülüyor, hafif hafif esen bir meltem asmalı kahvenin çardağına hoş bir serinlik getiriyordu.
Nihayet oyun başladı. Bütün köylü halka olmuş, sandalyelerini dizmiş oyunu seyrediyorlardı.
-Şeş!
-Five!
-Düşeş
-Gate,
-okey
-Yek,
Asrın maçıydı sanki.Nefesler tutulmuş, gözler bu iki oyuncuya kilitlenmiş, dikkatler yoğunlaşmış, kaşlar çatılmıştı..
Epey bir zaman geçti. Oyun öyle güzel gidiyordu ki İngiliz' in de yaman olduğu anlaşıldı.
Nihayet bir gürültü  koptu. Gazi Dede son pulu hızla tavlaya indirdi . ve "tuuş" diyerek oyunun bittiğini ve zaferini ilan etti.
İngiliz şaşkındı, nasıl bu kadar çabuk ve güzel yenilmişti. Hala şoktaydı, adeta dili tutulmuştu.
-Dede kazandı.Yendi İngiliz’i.
-Evet, İngiliz mağlup,
-Hayret, Bravo Dede ,Ya.
-Maaşallah Dede,Maaşalah..
Gazi Dede havuzun kenarına astığı bastonunu aldı ve ayağa kalktı. Bir eliyle bastonuna dayanırken bir eliyle de tavlayı kapattı.
-Give me your hand !
İngiliz elini  uzattı ve sıkacak  zannetti. Dede tavlayı koltuğunun altına sokarak.
-Take your backgamın(tavlanı al),geçmiş olsun.its okey.dedi..
Herkes şaşkınlık içindeydi. Kalabalıktan ve İngiliz’den çıt çıkmıyordu. Dede yeleğinin cebinden köstekli saatini çıkardı ve baktı. İlerde köyde minareden ezan sesi yükseliyordu. Sonra kalabalığa döndü. Yaşlı Çanakkale gazisinin ağzından dökülen cümleler kahvenin ortasında bir top gibi patladı.
-Biz bunlara burada yenilmedik, tavlada mı yenileceğiz?

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 07

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Atilla ALPAY
Atilla ALPAY HAYAT HİKAYESİ
ERTUĞRUL FİRKATEYNİ
2.Abdülhamit Han’ın emriyle japonya ile Devlet-i Ali' i Osmani arasındaki dostluk ilişkilerini pekiştirmek amacıyla bir  gemi hazırlanır.
İçinde kalabalık bir seçkin insanlar heyeti ve hediyelerle Japonya’ya gidilecek ve imparatora Ulu hakanın selamları ve dostluk mesajları sunulacaktır.
Zamanın en büyük gemilerinden yelkenli ve üç direkli Ertuğrul firkateyni bu sefer için günlerce hazırlandı.
Japon imparatoruna nadide mücevherler, doru atlar, gümüş eyer ve koşum takımları, atlas çadırlar,hanedan üyelerine  ipekler ,tüller, halis dokumalar, ibrişim,incili ve simli kaftanlar, sedef kabzalı kılıçlar, tombak miğferler ve kalkanlar, gergedan boynuzu yaylar, çakmaklı altın kaplama kundaklı tüfekler; ülkedeki meyva ,sebze ve yemişlerden hazırlanan kumanyalar ve buna benzer değişik armağanlar itina ile hazırlanmış ve nihayet  yola çıkılmıştı.
Bir buçuk ay süren  yolculuk neticesi Japonya’ya  varıldı. İmparatorun huzuruna çıkıldı. Ziyaret de, oradaki geziler de , karşılamalar da her şey muhteşemdi. Osmanlı uleması, fen adamları ve sanatkârlar için bu ülke adeta bambaşka bir yer ve bir masal ülkesiydi.
-Ama efendim..Bu kadar  kısa zamanda bu hazırlığı yapamayız. Tamam heyeti  karşılarız ,devlet konukevine  yeleştiririz. Fakat..Baş üstüne Efendim..anlaşıldı efendim..
Heyet çok kalabalık efendim. Konukevine sığmadılar... oteline yerleştirdik. Heyette bir çok da budist rahibi var.
-Bu heyet  ne gerekçeyle gelmiş, gelmeden önce konsolosluğumuza  bildirmişler mi ?
-Evet efendim,
-Peki konsolos bize bildirmiş mi?
-Evet Efendim.
-Peki  bizim niye haberimiz yok.
-Bu kadar ciddiye alacaklarını sanmıyorduk efendim.
-Neyi
-Ertuğrul gemisinin batışının ..yılını anmak üzere ülkemize gelerek dini bir tören yapmak isteyeceklerini..
-Hoppala, ne yapacağız. Bunları, Ayasofya’ya mı götürsek,ya biz laik bir ülkeyiz. Ne dini töreni. Hemen dışişlerini ve başbakanlığı arayın.
-Haber geldi mi.
-Evet ,gereğini yapınız diyor.
-İyi bizde  protokole  haber verelim bari..Ama herkesin işi gücü var .
-Nereyi ayarladınız..
-Dolmabahçe sarayı, muayede salonunu.
-Ala , haydi  kolay gelsin..
O gün çok ekren saatlerde kalabalık Japon heyeti için Dolmabahçe sarayı açıldı.  Sabah gün doğmadan boğazın sularına karşı Dolmabahçe rıhtımında Budist rahipler tarafından yapılan Ertuğrul şehitlerini anma duası ve töreni ile boğaza bırakılan çelenk görülmeye değerdi. Ülkemizde bu kadar çok sayıda Budist rahibi ve onların gerçekleştirdiği bir dini tören ilk defa oluyordu. Bir daha da olacağı yoktu. Sonra salona geçtiler. Tütsüler yakıldı. Güneş yavaş yavaş doğuyordu. Garip enstrümanlardan çıkan ince ve titrek sesler eşliğinde yine dualar edildi. Daha sonra herkes derin bir sessizliğe gömüldü. Saatler süren bekleyiş sona erdi. İstanbul protokolü nihayet korumalar ve eskortlarla tantanalı bir şekilde saraya geldi. Kapılar açıldı, telsizler çalışıyor, korumalar birbiri ile yarışıyor, bir hareketliliktir gidiyordu.
Türk heyeti  Muayede  salonunun kapısında frak ve smokinleri ile göründüğünde içerden güzel tütsü kokuları yayılıyor ve garip enstrümanlardan ince ve ahenkli duygusal sesler çıkıyordu. Kimono ve ulusal giysileri, nahif makyajları içinde bayanlar bir kenarda oturuyor, saz heyeti  bir başka kenarda iken Budist rahipleri de ellerini  kavuşturmuş dua ediyor; erkekler de samuray kılıçları ve topuz yapımı saçlarıyla,ince sarkık bıyıkları ve sert bakışlarıyla bağdaş kurmuş birer buda heykeli gibi oturuyorlardı.
Heyet birden durmak zorunda kaldı. Çünkü kendilerini  ayakta karşılayan  frak,smokin veya koyu renk elbiseli güler yüzlü adamlar yoktu. Sanki bir tarihi film dekorundan çıkmışçasına yüzü aşkın Japon Dolmabahçe Sarayının o tarihi dekorunda ince minderler üzerinde yere   oturmuş dua ediyorlardı.
Kısa bir sessizlik oldu. Kimse yerinden kıpırdamıyordu. Sonra bir Budist rahip yüksek ve davudi bir sesle dua etmeye başladı. Diğerleri de tasdik eder bir hece ile mırıldanıyorlardı.
Bu arada görevliler bir yerlerden sessizce sandalye taşıyor, heyet üyeleri için Japon’ların tam karşılarına bir yer hazırlıyorlardı.
Törenin sonuna gelindiği anlaşılıyordu. Bir kenardan kısa boylu zayıf bir Japon görevli zuhur etti ve heyetin en önündeki resmi görevlinin kulağına eğilerek heyet adına bir konuşma yapılacağını bildirdi.
En öndeki samuray kılıçlı ve heybetli ,saçları topuzlu mahalli kıyafetli Japon ,sert ve kısa hecelerden oluşan bir konuşma  yaptı. Anında tercüme edildi. Türk heyetinden bir başka yetkili de Japon  heyetine duyarlılığından ötürü teşekkür etti. Bir genç Japon kızının verdiği çiçeği ve küçük bir kutu içindeki armağanı aldı. Sonra resmi görevli Japon sordu. Ve sorusu heyet başkanına tercüme edildi.
-Bizim duamız ve törenimiz bitti. Sizin din adamlarınız nerede, onlarda kutsal kitabınızı okuyup dua etmeyecekler mi ? Veya yapacağınız bir şey yok mu ?
Hazırlıksız yakalanılmıştı. Bir yetkili hemen yakınlardaki Beyoğlu Cihangir Camii imamını getirtmeyi düşündüyse de sonra vazgeçildi. Japonlar da durumu anlamışlardı ve hiç itiraz etmeden sırayla  kalkarak sandalyelerinde oturan heyeti eğilerek selamladılar ve birer birer saraydan dışarı çıktılar.
Son olarak yine zayıf Japon görevli  ortaya çıktı ve heyetin şimdi de o dönemin imparatoru 2.Abdülhamit Hanın türbesine gitmek istediğini bildirdi.
Yine telsizler çalıştı. Eskortlar, makam arabaları, korumalar koşuşturdu. Smokinli insanlar sarayın merdivenlerinden hızla indi. Japonlar birkaç turist otobüsünde büyük bir disiplin içinde yerlerini almışlardı. Makam arabaları, trafik ekipleri ve konvoy hızla Cağaloğlu’na oradan da Divanyolu’na yöneldiler.
Nihayet büyük türbenin önünde duran otobüslerden Japonlar indi ve sırayla türbenin dışında yan yana ilkokul çocukları gibi dizildiler. Halk durmuş ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Kalabalık gittikçe arttı. Nihayet kapılar açıldı. Japon heyeti küçük guruplar halinde türbenin içine girerek dua etmeye ve daha sonrada geri geri giderek ve arada bir eğilerek türbeden dışarı çıkmaya başladı.
En son bir yetkili türbenin bir kenarına bir buket çiçek yerleştirdi.Yine bir kutu bıraktı.
Toplantı ve ziyaret kısaca  her şey bitmişti. Japonlar da, Türk heyeti de yavaş yavaş dağıldılar.
Ertesi günün gazetelerindeki başlıklar ilginçti.
Ertuğrul firkateyninin  Japonya’da batışının ..yıldönümünde  bir parlamenter ve protokol  heyeti,kırk Japon samurayı,on bayan görevli,bir musiki heyeti  ve yirmi Budist rahibi İstanbul’a gelerek Dolmabahçe sarayında büyük bir anma töreni gerçekleştirdiler.
Sabah gün doğmadan Dolmabahçe rıhtımında duaya başlayan Japonlar boğazın sularına çelenk bıraktı. Hiçbir gazetecinin ve televizyonun bulunmadığı bu töreni gören balıkçılar  böyle muhteşem bir hadise görmediklerini ve Japonların birer çocuk gibi gözyaşı döktüklerini söylediler.
Öğlene doğru saraya gelen Türk heyetinde din adamı olmaması ve Japonya topraklarında şehit olan 165 denizci, ilim ve Din adamlarından oluşan Osmanlı heyeti için de törende rol alınmaması protestolara yol açtı.
Daha sonra Abdülhamit Han türbesini ziyaret etmek isteyen heyet için “bakanlar kurulu izni” gereken türbe önceden giden görevliler tarafından kapısı kırılarak açıldı ve başka bir mahcubiyetten de böylece  kurculundu.
Japon heyetinin türbede  dua ettikleri ve eğilerek geri geri  dışarı çıktıkları gözlenirken Türk heyetinden kimsenin türbenin içine girmediği de gözlerden kaçmadı.
Kimono ve Samurai kılıçlarıyla Dolmabahçe de  ince minderlerde saatlerce oturarak dua eden japonlara mukabil ;Türk  heyetinin sandalyelerde oturarak hiç dua etmedikleri de toplanının hoş olmayan ayrıntılarındandı.
Japon Meiji Hanedanından  İmparatorun kardeşi ile saray erkanından bir çok hanedan üyesinin de Samuray kıyafetiyle katıldığı  törende  resmi bir Türk Din görevlisinin bulunmaması büyük bir skandal olarak nitelendiriliyor.
Heyet İstanbul Vali Muavinine bir buket ve kutu takdim etti. Bunların bir eşi ise Abdülhamit Han türbesine bırakıldı. Kutuda; Japonya’daki Ertuğrul Şehitlerinin kabirlerinden alınan toprak olduğu ve buketin ise Türk denizcilerin mezarlarında yetişen kiraz çiçeklerinden hazırlanıldığı öğrenildi.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 08

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Emine Sevinç ÖKSÜZOĞLU

Emine Sevinç ÖKSÜZOĞLU HAYAT HİKAYESİ

ERTELENMİŞ DÜŞLER'İN ŞAİRİ ŞEVKİ DİNÇAL
 
Senden başka yar bilmem ömür boyu gözüme
Bak de yeter bakarım başım gözüm üstüne
İster aşk denizine ister hicran gölüne
Ak de yeter akarım başım gözüm üstüne
 
Türk şiirinde bir usta isim Şevki Dinçal. O şiirlerine yüreğini akıtmış, şiirlerini sevgisi ile damıtmış bir şair. Şiirleri ile olduğu kadar, son derece enteresan yaşamı ile de dikkatleri üzerine çekmektedir.
1952 Sivas / Sarkışla doğumlu olan şairimizin, çocukluk yaşamı sokaklarda geçmiş. Bir sokak çocuğu olarak büyüyen ve hayatına kendi elleri ile yön veren, yaşamı herkese ibret olacak bir usta isim. Polis Akademisi'nden 1973 yılında mezun olarak İzmir Emniyet Müdürlüğü' nde komiser yardımcısı olarak göreve başlamış. İzmir-Şanlıurfa-Ankara ve Bursa illerinde Emniyetin çeşitli kademelerinde görev yapmış. 1997-1999 yılları arasında 2 yıl Bilecik İl Emniyet Müdürü olarak çalışmış. Yurt dışında mesleği ile ilgili olarak çeşitli kurs ve seminerlere katılıp, ülkesi için özveri ile çalışıp büyük başarılar göstermiş. Halen Emniyet Genel Müdürlüğü emrinde üst düzey görevini Emniyet Müdürü olarak sürdürmekte, evli ve 1 erkek çocuk babasıdır.
“Ertelenmiş Düşler” şairin en çok ses getiren kitaplarından biridir. O büyük bir ustalıkla kaleme aldığı şiirlerini sevgi ile yoğuruyor, aşk ile dokuyor. Kısacası Şevki Dinçal şiiri iyi biliyor.
 
“Ertelenmiş Düşler” isimli kitabından, sayfa 60
“Mutluluk” isimli şiirinden.
 
Tenine kaç çiçek esansı sinmiş
kokladıkça sarhoşluğum ondandır
kaç mehtap sevgiyle aşk ile inmiş
mutluluk yüzüne baktığım andır.
 
Türk şiirinin beyefendi ismi Şevki Dinçal, yaşamında elde ettiği başarılar kadar, şiirde de son derece başarılı bir isimdir. Yalın dizeleri sevgi, dostluk, barış, özgürlük, doğa izleklerini oluşturuyor. Öznel, güncel olaylar içtenlikle işlenmiş şiirlerinde. Duygular geniş bir yelpazede, bir bir gün ışığına çıkıyor. O şiiri iyi biliyor, güzel nakşediyor kalemiyle. Yer yer karamsar, yer yer iyimser, boyun eğen, kimi kez başkaldıran şiirlerde her şey sevgi için. Beklenti, düş kırıklığı, özlemlerin dile getirilişinde; anılarında, özdeyişlerinde çok şeyin yalan, yalnızca sevginin gerçek olduğunu düşünerek, kapılarınızı karamsarlığa kapatıp sevgiye açıyorsunuz.
“Ben Seni Sevdim Ya” diyen şairimizin bir diğer kitabının adı. Şiirin evreninde dolaşmak ve şiirin içinde yer almak, birbirine çok yakın anlamlar taşıyan iki cümle. Şevki Dinçal için söylenebilecek sözcüklerin en güzelleridir. Çünkü şiirin evrenine ulaşmak için şiirin içinde olmak gerekir. Şairimiz tam isabetli bir noktadadır. Şiirin teması ağırlıklı olarak sevgi, aşk, insan ve doğadır. Sevgi deyince şairde, her türlü sevgi yüreğinde saklıdır ve sevgiyle doludur. Onun aşkı Yunus aşkı gibi yüksek ve derindendir. Suya, yağmura, insana, sanata, doğaya, arkadaşa. Çiçekten böceğe her türlü aşk vardır şiirlerinde.Yani aşk yelpazesi çok geniştir.
 
“Ben Seni Sevdim Ya” isimli kitabından, sayfa 7
“Ben Seni Sevdim Ya” isimli şiirinden.
 
Ben seni sevdim ya ötesi yalan
Bilmesen ne olur bilsen ne olur
Alıştı gözlerim akan yaşlara
Silmesen ne olur silsen ne olur
 
Şiirlerinde yalın Türkçenin mis gibi kokuları tütmekte. Arı saf bir şiir dili var. Anlaşılır sözcükler ile şiirler daha da bir güzelleşmiş durumda. O’nun şiirlerini okuyan herkes kendisinden bir parça bulur. O şiirleriyle, anlaşmazlıkla şiirin şiir olacağını savunanlara da yanıt vermiş oluyor. Doğanın kanunu olan aşkı, insanı giz tutarak sözcüklerde nasıl anlatabilir. Şair o az dille bilinen sözcüklerle ancak anlatılır. O Türk şiirine mührünü basmış usta bir kalem, usta bir şair...
“Ben Seni İki Kişilik Sevdim” şairimizin bir diğer kitabı. Adeta kelimelerle vals yapan, sözcükler arasında ustalıkla köprü oluşturan ve şiirlerine bir mimar edasıyla hükmeden bir şairle karşı karşıyayız. O ne büyük ustalıktır ki; yer yer şiirlerinde sevgiyi sunarken okuyucularına, yer yer bir an da köpürüp kızan bir sevgili olabiliyor. Bu ne büyük bir şiir aşkıdır ki; sevdiklerini şiirlerine konu edebiliyor. Öyle ki oğlu için yazmış olduğu “Sorma Bana Oğlum” isimli şiir bunun için en büyük örnektir.
 
“Ben Seni İki Kişilik Sevdim” isimli kitabından, sayfa 154,155,156
“Ben Seni İki Kişilik Sevdim” isimli şiirinden.
 
Ben seni hep iki kişilik sevdim
Düşlerimiz ayrı olsa da gecelerimiz birdi
Gök kubbenin yıldızları altında
Aynı havayı soluyor aynı sulardan içiyorduk
Aynı zaman içinden birlikte geçiyorduk
Hayalinle yatıyor seninle uyuyordum
Aşkımın ötesinden sesini duyuyordum
O ses ki sen uzakta olsan bile yüreğime yakın kaldı
Mutluluğun yolunda
Ben seni hep iki kişilik sevdim
 
"Söz uçar yazı kalır" demiş atalarımız. Kitap, yazılı bir kaynaktır. Sözle söyledikleriniz unutulabilir, belki hatırlanmaz bile. Ancak, yazılanlar kalıcıdır. Kitap gelecek kuşaklara bırakılabilecek en büyük mirastır bir yazar için. Bundan bin yıl sonra bile bir kitap şairinin adını yaşatır. Çünkü şairler yaşadıkları çağın en büyük tanığıdırlar. Şevki Dinçal'da çağının en büyük tanığı olarak, geleceğe çok nadide eserler bırakacak bir usta isimdir.
“Aşk Ve Ötesi” Şairimizin bir diğer yapıtının adıdır. Daha önce yukarıda da belirttiğim gibi, aşkı şiirlerine ilmek ilmek dokumuş bir isim Şevki Dinçal. Satır aralarına gizlediği yaşamı onun şiirlerine ışık tutmuş, yol gösterici bir rehberi olmuş. Onca yaşadıklarına rağmen hayata sıkı sıkıya bağlanmış. Her daim hayatta yaşadıklarını kaleme alarak, büyük incelik ve ustalıkla şiire aktarmış.
 
“Aşk Ve Ötesi” isimli kitabından, sayfa 100
“Ömrü Yoksa Bu Aşkın” isimli şiirinden.
 
Gece gündüz demeden seni düşünüyorum
Öyle çaresizim ki gönül şaşkın göz şaşkın
Ya gel bitsin hasretim ya da bırak ne olur
Koparılmış gül kadar ömrü yoksa bu aşkın
 
Hatta ülkemizde okuyan insanımızdan çok yazan insanımızın var olduğunu biliyoruz. Hatta öyle bir toplum olduk ki, okumadan yazar çoğunluğu sağlayan bir toplumda yaşıyoruz. Ancak bu çoğunluk içinde şair ve yazar olarak adını duyurabilmek, gelecek kuşaklara kalıcı eserler bırakabilmek çok zor bir durum. Ne var ki, Şevki Dinçal beyefendi bu zoru çoktan aşmış ve adını Türk Şiirine kabul ettirmiş, kitapları ile gelecek nesillere güzel şiirler bırakabilecek bir şairimizdir.
“Sessiz Sesim” Şevki Dinçal beyefendinin, şiirde ben de varım dediği kitaplarından birinin adıdır. Bu kitabı okurken şiirin ruhani derinliklerinde kaybolmamak mümkün mü?Gönül çağlayanından akıp gelen aşk, sevgi ve her temadaki şiirleri o kadar sıcak ve gizemli ki…O’nu okurken duygu dolu, esrarlı içli aleminin deruni ufuklarında seyrana dalıyor insan. Şair adeta tüm ruhunu şiirlerine dökmüş, yüreğindeki haykırışları okuyucularına sunmuş. Bu kitapta topladığı şiirlerinde dikkatimi çeken bir diğer unsur da, hece ölçüsü ve serbest vezinle yazılmış şiirlerini aynı kitapta toplamış olması idi. Şiirsel yolculukta farklı boyutlara ulaştırıyor okuyucularını. İnanıyorum ki dizelerin sıralanışındaki ahenk ve akış, sizi gözlerinizi kırpmadan devama zorlayacaktır...
 
“Sessiz Sesim” isimli kitabından, sayfa 125
“Yağmurlar Dursun Sözünde” isimli şiirinden.
 
Yağmurlar son defa dursun sözünde
Sevgi toprağında çatlasın tohum
Benim için bir kez yansın özünde
Açılan güllerden dem alsın ruhum
 
Şevki Dinçal beyefendi, yaşadıklarının gölgesinde kalmayıp, kendisi nereye giderse gölgeyi o tarafa yönlendirmiş bir isimdir. Belki de şiirde bu kadar başarılı olmasının sırrı da bu olsa gerek. Çünkü o yaşıyor, yaşadıklarını ilmek ilmek dokuyup şiirle buluşturuyor, sonra da okuyucularına sunuyor. Her şeyden önce büyük bir yürek taşıyor ve o yürek şairimize bu güzel dizeleri yazdırıyor.
“Arayış” diyen şairimiz, bir solukta okunan şiirleri ile başarılı bir yapıt sergiliyor okuyucularına.. Şiirlerinde sevgi ne kadar ağır basarsa, o kadar da duygu çiçekleri gönül bahçesinde açar. Günleri şiire gebe… Şevki Dinçal, şiiri bir arayış içinde olan ve şiirle iletişim kurmak, yaklaşmak, bir şefkat yüreğiyle sığınmak, ısınmak istiyor. Ne kadar güzel…Şiirlerinde bir beklentiyi, sevgiyi, barışı, nefretten uzak kalmayı yeğliyor, daha doğrusu sevgi görüşünün ürünlerini buluyoruz bu kitabında. Bu görüş çok net çıkıyor karşımıza. Hiç zorlanmadan dizeleri yerli yerinde oturtuyor. Hiç sınır tanımadan özgürce dolaşıyor şiir. Yalın, süs-müs yok, duygu dolu dizeler...
 
“Arayış” isimli kitabından, sayfa 11
“Arayış” isimli şiirinden.
 
Duydum beni çağıran mutluluğun sesini
Yol yürüdüm iz sürdüm hissettim nefesini
Sevgi şölenlerinde nice aşkla tanıştım
Sabrım o sonsuzluğun kaldırdı peçesini
 
Sevgili Dinçal; şiiri iyi biliyor. Kendine özgü ve hayat yaşamı içinde sevgi taşıyıcısı oluyor. Yer yer şiirlerinde duygusallığından umutsuzluğa kapılıyor, karamsarlığıyla karşı karşıya kalıyor. Ölü bir beden ya da bir iskelet oluyor. Ama yine de ümidini kaybetmiyor. Genelde sevgiyle nakşediyor şiirlerini. Belli bir başarı çizgisine ulaşmış olması, bize bundan sonra ki çalışmalarının daha da farklı olacağı hakkında umut veriyor...
 
“Hüzün Sokağında Aşk” sevgili kalem arkadaşım Şevki Dinçal beyefendinin en farklı, göze çarpan yapıtlarından biridir diyebilirim. Bu kitabında her kıta arasına bir motif döşemesi yapılmış, okuyucunun ruha olduğu kadar, göz zevkine de hitap edilmiş...
Bilirsiniz ki; bir şairin bütün şiirleri aynı düzeyde olamaz. Bir kitabı bazı şiirler kurtarır; çünkü şair sanatçılık damgasını asıl o şiirlere vurmuştur. Şevki Dinçal beyefendi de; duygulu, içten bir insan ve şair arkadaşımızdır. Onu yakinen tanıyor olmam bana bu satırları yazarken hiç zorlamaya düşmeden yazmama vesile oluyor. Şiirleri umut veriyor ve her an yeni, özgün ürünler doğuracağına inanıyorum...
 
“Hüzün Sokağında Aşk” isimli kitabından, sayfa 37
 
Ey hayaller ötesi ey zamanlar öncesi
Senin adınla dolu artık gönül güncesi
Kim bilir sen de bir gün sevmeyi öğrenirsin
Senin de yüreğinden duyulur aşkın sesi
 
Şiir dostum, sevgili arkadaşım Şevki Dinçal beyefendinin kaleme aldığı şiirlerinde, arı, duru ve yoğun duygular içinde kaleme alınmış olması, her insanın iç dünyasında tezahür edebilen acılar, özlemler, arayışlar, haykırışlar, baş kaldırılar göze çarpmakta. Şiirlerinde estetik ve mesaj önemli yer tutmakta. Her insanın yaşayabileceği, hayallerin ve yaşadığı hayat kesitlerinden pasajlar bulmak mümkün. Zaten şiirin kalitesi halkımızın anlayacağı nitelikte olanıdır. Şairimiz de bu dili şiirde ustaca kullanmış. Bu çalışmalarının devamı daha da kalitede eserler çıkartacağının bir işaretidir...
“Mevlanaca” şairin tasavvuf aleminde gezinti yaptıran, son derece güzel şiirlerinin toplandığı kitabının adıdır. Güzel gören, güzel düşünür, güzel yazarmış. Şevki Dinçal da güzellikleri görüp, düşünmüş ve ustaca kaleme almış bir şairimizdir...
Bazı insanlar vardır; uzun yaşamak için değil, doğru yaşamak için çalışıp çabalarlar.
Bazı insanlar vardır; başkaları ile ilgilenir, çok kısa zamanda dost bulur, dost kazanır.
Bazıları da; başkalarının kendisi ile ilgilenmesini bekler ve hayatı boyunca dost bulamaz.
Bunları yazmakla nereye varmak istediğimi, ne demek istediğimi, Şevki Dinçal beyefendiyi benden daha iyi tanıyanlar gayet basit anlamışlardır diye düşünüyorum. İyilik, doğruluk, dost kazanmak, mertlik, kadir bilirlilik ve alçak gönüllülük meziyetlerine şiir kitapları ile doğru yaşamak için çalışıp çabaladığını da bizlere göstermiştir. “Mevlanaca” isimli kitabı ile; sevgi ekmiş, sevgi biçmiş adeta...
 
“Mevlanaca” isimli kitabından, sayfa 45
“Mevlanaca” isimli şiirinden.
 
Şu hayatın gözlerine
Bak bakalım Mevlana'ca
Bin ırmağın suyu ol da
Ak bakalım Mevlana'ca
 
Bu gönül dostunu, mana da ve madde de ayrı ayrı tanımak lazımdır. Mana da tanımak için; şiirlerini okumak, zaten onun ruh alemi içine girmek demek olduğundan pek de zor değildir.
Madde de tanımak için ise; bu kadar da zahmete gerek yok. Ne kadar faal, ne kadar hareketli, ne kadar atılgan olduğunu, bu meziyetleri kadar da insan sevgisi ile dolu olduğunu ve dost olduğunu bilmeyen yoktur herhalde. Hele ki Mevlana üzerine yazılmış bu kadar şiirlerinden sonra ne denilebilir ki!...
“Yokluğa Adanmış Aşk” şairin Eylül 2008 de gün yüzü görmüş bir diğer kitabı. Şiir; insan ve onun içinde yer aldığı toplumun sürekli beslediği, geliştirdiği, birikimlerini kuşaktan kuşağa aktardığı bir sevgi dağarcığı, bir sevgi seli, bir iletişim aracıdır. İnsanlar arasında sevgiyi en güzel anlatan; söz olursa şiir, nağme olursa şarkıdır. Gerçeğin ta kendisi ve evrenseldir. Güzelliği, sevgiyi simgeleyen en etkili iletişim aracıdır şiir. Bu aracı en güzel şekilde kullanan Şevki Dinçal beyefendi ise; aşk' a dair neler adamamış ki şiirlerinde?...
Kendini şiir dünyasına kabul ettirmiş bu usta isim; şiirlerinde neyi konu ediyorsa, okuyucusunun o konunun derinliklerinde adeta kayboluşuna zemin hazırlıyor olması da dikkat çekici bir diğer unsurdur. Şiirin tadını okuyucusuna öyle tattırıyor ki, okuyucu şiirlerinden vazgeçemiyor. Şiir tadını zedelemeyen, serbest ve hece vezniyle harmanladığı şiir kitabında kendi mesajını veriyor okuyucuya sevgili Dinçal. Zaten şiir mesaj demektir... İyi veya kötü mesaj...
 
“Yokluğa Adanmış Aşk” isimli kitabından, sayfa 122,123
“Yokluğa Adanmış Aşk ” isimli şiirinden.
 
Ah benim dalgın gönlüm
Dağınık duygularda arama yarını
Rengi ıslak bakışlarla
taşımaz kendini uzağa gözler
Hep aynı düşmez
güne zamanın gölgesinde
Suskunluğu giyinse de
dilde eğlenmez sözler
 
Şevki Dinçal... Aşk şairi.
Şevki Dinçal... Mevlana şairi.
Şevki Dinçal... Arayışların şairi.
Şevki Dinçal... Ertelenmiş düşlerin şairi.
Şevki Dinçal... Sessiz seslerin şairi.
 
Daha başka ne söylenebilir ki onun için.... Onu tanımaktan son derece gurur duyduğum sevgili kalem arkadaşımın bu güne kadar yayımlanmış yapıtları ise şunlardır:
 
Şiir Kitapları
Sır Defteri
Sır Değil Artık
Damladan Deryaya
Rubailer
Ertelenmiş Düşler
Arayış
Aşk ve Ötesi
Sessiz Sesim
Hüzün Sokağında Aşk
Melekler Aşk Acısı Çeker mi
Ben Seni Sevdim Ya
Ben Seni İki Kişilik Sevdim
Mevlanaca
Güncel Anı
İçimizdeki Yarın
 
Emine SEVİNÇ ÖKSÜZOĞLU
Edebiyat Araştırmacısı
Şair Yazar
YAZARIN DİĞER ÇALIŞMALARINI GÖRMEK İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNKE TIKLAYINIZ
"Düşünce Okyanusu Mevlana" Celal Oymak-Nevin Balta / Emine SEVİNÇ ÖKSÜZOĞLU
"Düşler Köpüğünde" ve "Sevil Mısırlıoğlu" / Emine SEVİNÇ ÖKSÜZOĞLU
"Gönlümden Gönlüne” - Dursun Yeşil / Emine SEVİNÇ ÖKSÜZOĞLU
“Türk Dünyasından Bir Usta Kalem” - Prof. Dr. Elçin İskenderzade / Emine SEVİNÇ ÖKSÜZOĞLU
“Sırça Yürekte”te Bir “Yalgın” Şair - Münevver Düver / Emine SEVİNÇ ÖKSÜZOĞLU
Türk Edebiyatında Bir Usta Çınar-İsa Kayacan / Emine SEVİNÇ ÖKSÜZOĞLU
"Sevdan Yüreğimde Saklı" - Hüseyin Güler / Emine SEVİNÇ ÖKSÜZOĞLU 
"Daracık Düşler" Mehmet Turan Yarar / Emine SEVİNÇ ÖKSÜZOĞLU
“Yüreğim Sende Kalmış” ancak “Sensiz de Yaşanırmış” - İsmet Bora Binatlı / Emine SEVİNÇ ÖKSÜZOĞLU /
 “Edebiyat Dünyamızdan Hoş Sedalar” Abdullah Satoğlu / Emine SEVİNÇ ÖKSÜZOĞLU
 KİTAPLARIN DÜNYASINDAN MERHABA / Emine Sevinç

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 09

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Emine Sevinç ÖKSÜZOĞLU

Emine Sevinç ÖKSÜZOĞLU HAYAT HİKAYESİ

“EMİNE SEVİNÇ ÖKSÜZOĞLU 2009 YILI KÜLTÜR SANAT VE BAŞARI ÖDÜLLERİ”
SAHİPLERİNİ BULACAK”
Türk Edebiyat dünyasında önemli yer tutan, Türk Edebiyat’ına ve Türk Şiirine hizmet vermiş usta kalemlerin onurlandırıldığı,
“Emine Sevinç Öksüzoğlu Kültür Sanat ve Başarı Ödülleri”
20 Ocak 2009 da Azerbaycan Bakü'de düzenlenecek büyük bir törenle sahiplerini bulacak.
Bu yıl yedincisi verilecek olan bu ödüller, gerçek anlamda edebi kariyeri olan ve Türk Edebiyat dünyasına ciddi anlamda hizmet vermiş olan kişilere takdim edilmektedir.
Türk Edebiyatına değerli hizmetlerde bulunmuş ve bir çok önemli projede yer almış Sayın Celal Karalı beyefendinin sponsorluğunda gerçekleşen ödül törenimize destek olan herkese yürekten teşekkür ediyoruz.
GASAT (Gaziantep Sanat Topluluğu)
“2009 yılı Emine Sevinç Öksüzoğlu Kültür Sanat ve Başarı Ödülleri” nin sahipleri
ve ödül alacağı dallar, ödül kurulu tarafından şöyle tespit edilmiştir:
“Gaziantep Altın Fıstık Türk Edebiyatı Üstün Hizmet Madalyası”
Ve Gaziantep Özel el işi Nakkaşe
“Uluslararası VECTOR İlim ve Edebiyat Eserleri Araştırma İnceleme Merkezi olarak değerli katkı ve çalışmalarından,
Azerbaycan Türk Dünyası Edebiyatına yapmış olduğu üstün hizmetlerden dolayı;
Prof. Dr. Sn. Elçin İsgenderzade beyefendiye takdim edilecektir. (Azerbaycan)
“Emine Sevinç Öksüzoğlu Türk Edebiyatı Onur Ödülü”
İstiklal Şairi Sn. Bahtiyar Vahabzade beyefendiye takdim edilecektir. (Azerbaycan)
“Emine Sevinç Öksüzoğlu Türk Edebiyatı Şeref Beratı”
Beynelhalk sanat dergisi olarak Bakü’de yayımlanan BAYATI dergisindeki değerli hizmetlerinden ve İlmi çalışmalarından dolayı;
Prof. Dr. Sn. Elçin İsgenderzade beyefendiye takdim edilecektir. (Azerbaycan)
“Emine Sevinç Öksüzoğlu Türk Dünyası Edebiyat Şeref Ödülü”
Yaşamının büyük bölümünü Azerbaycan Türk Dünyası Edebiyatına adayarak, sayısız çalışmalara ve kitaplara imza atmıştır.
Azerbaycan Türk Dünyası Edebiyatındaki üstün hizmet ve değerli çalışmalarından dolayı;
Azerbaycan Yazarlar Birliği Başkanı Sn. Anar Rızayev beyefendiye takdim edilecektir. (Azerbaycan)
“Emine Sevinç Öksüzoğlu Türk Dünyası Edebiyatı Üstün Hizmet Ödülü”
Balkanlarda Türkçe’nin Rumeli yakasında, Türk kültürünün onur kapısı olan Prizren’in sesini duyurarak,
Ciddi anlamda Edebiyat dünyasına yapmış olduğu değerli hizmet ve çalışmalarından dolayı;
Ressam Şair Yazar Sn. Zeynel Beksaç beyefendiye Takdim edilecektir (Kosova)
“Emine Sevinç Öksüzoğlu Usta Kalem Başarı Ödülleri”
Şair Yazar Sn. Qardaş Alişoğlu Ismayılov beyefendiye takdim edilecektir. (Azerbaycan)
Şair Yazar Doç. Dr. Dr. Tamilla Abbashanlı Aliyeva hanımefendiye takdim edilecektir. (Azerbaycan)
Şair Yazar Sn. Feride Leman hanımefendiye takdim edilecektir. (Azerbaycan)
“Emine Sevinç Öksüzoğlu Türk Edebiyatına Katkı Ödülü”
Azerbaycan ile Türkiye arasındaki dostluk köprüsünün oluşumuna değerli katkılarda bulunan,
Azerbaycan Kültür Bakanı Sn. Abulfas Karayev Beyefendiye  takdim edilecektir. (Azerbaycan)
 “Emine Sevinç Öksüzoğlu Kültür Sanat Ve Başarı Ödülleri Ödül Kurulu”
Ödül Kurulu Başkanı:         Emine Sevinç Öksüzoğlu (Edebiyat Araştırmacısı / Şair – Yazar)
Ödül Kurulu Başkan Yrd:    İsmet Bora Binatlı  (Şair - Yazar) 
Danışma Kurulu Bşk:          Ahmet Otman (Şair – Yazar / Bizim Ece Edebiyat Dergisi Sahibi)
Danışma Kurulu Bşk. Yrd:  Mehmet Nuri Parmaksız (Edebiyat Öğretmeni / Şair)
Ödül Yazmanı:                      Nuray Doğan, Melahat Öksüzoğlu (Şair)
Ödül Sekreterliği:                Semiye Ozan, Adem Çoban

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 10

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Galip BARAN
Galip BARAN HAYAT HİKAYESİ

Ç Ö Z Ü M ?..
29 Mart 2009 Yerel Seçimlerinde,
BELEDİYELERE :

KADIN BAŞKAN !
***
Neden mi ?... ÇÜNKÜ !...
ERKEK “ŞİDDET” İ,
KADIN
“YARADILAN” I
SEVER ...
***
ERKEK “ŞİDDET” TEN,
KADIN
“SEVGİ”DEN
ANLAR

Galip BARAN
BİLİNÇ ÜNİVERSİTESİ
TURGUTREİS-BODRUM
Gönderen "BİLİNÇ ÜNİVERSİTESİ" TÜRKİYE
web: http://www.bilinc-universitesi.blogspot.com
e.Mail: galipbaran@ttmail.com

20 Aralık 2008 Cumartesi

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

11

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Hüseyin Hüsnü GÜREL
Hüseyin Hüsnü GÜREL HAYAT HİKAYESİ

Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu Başkanlığı’na ANKARA İlgi :

01 Aralık 2008 Pazartesi

*Yüksek Mühendis Hüseyin Hüsnü Gürel'den TÜBİTAK'a: "Erzincan da Doğalgaz arama ve afetlere karşı önlem süreci başlatılmalıdır." ***Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu Başkanlığı’naANKARA İlgi : 16 Ekim 2008 Tarih ve B.02.1.TBT.0.06.03.00.165 -754 Sayılı yazınız,Konu : 10 Ekim 2008 tarihli rapor sunumu ve başvurumuz,İlgide kayıtlı başvurumla alakalı olarak tarafıma gönderilen; Araştırma Destek Programları Başkanı Prof. Dr. M. Arif Adlı imzalı cevabi yazıda: “Kurumumuza yazıyla iletilmiş önerinizle ilgili olarak TÜBİTAK tarafından, bireysel araştırma projelerine destek verilmemesi nedeniyle, herhangi bir girişimde bulunulması söz konusu olamamaktadır. Çalışmanıza Kurumumuz tarafından maddi veya teknik yardım sağlanması ancak önerilerinizi bu konuda yetkin bir ekiple vermeniz ve TÜBİTAK proje değerlendirme süreci sonunda desteklenmesine karar verilmesiyle mümkün olabilir. … Bilgilerinizi saygılarımla rica eder, çalışmalarınızda başarılar dilerim” denilmektedir.OYSA:1. Benim taraf ve Kurumunuza sunduğum raporda; Marmara Bölgesi ile Erzincan şehri ve ovasında (yeraltında doğalgaz patlamalarından ileri gelen kıyametler koparcasına oluşan çok korkunç afetler konusu ve Erzincan Ovasında) zengin “Doğalgaz yatağının varlığı” açıklanmakta, Kurumunuza ihbar edilmekte ve konuyla ilgili gerçekler yazılı belgelerle bilimsel olarak ortaya konularak ispatlanmaktadır.2. İlgi yazınızın ikinci paragrafında yer alan: “Çalışmanıza Kurumumuz tarafından maddi veya teknik yardım sağlanması ancak önerilerinizi bu konuda yetkin bir ekiple vermeniz ve TÜBİTAK proje değerlendirme süreci sonunda desteklenmesine karar verilmesiyle mümkün olabilir” denilmekle, benim maddi destek bağlamında her hangi bir talebim, ihtiyacım ve beklentim yoktur. Teşekkür ederim.3. Mahallinde bir inceleme-soruşturma ve görgü tanıklarıyla görüşme gereği duyulduğu takdirde; Bu görev kurumunuzca görevlendirilecek uzman-teknik personel tarafından yapılmalıdır. Zira benim yaptığım vatandaşlık görev ve sorumluluğu buraya kadar olup; Bundan sonraki yasal sorumluluk ve yükümlülük kurumunuza ait olacaktır.Ülkemizin “doğalgaz” konusunda çok büyük sıkıntı içinde bulunduğu ve meydana gelen korkunç afetler nedeniyle büyük kaygılar yaşadığı bilinen bir gerçektir; Raporumda açılanan bilimsel ve teknik hususlar üzerine gidilmesi resmi, yasal ve sosyal bir sorumluluktur diye düşünmekteyim.NETİCE VE İSTEK:Kurumunuza sunulan 10.10.2008 tarihli raporun, teşkil edilecek bir “yetkin kurul” tarafından bütün belge ve ekleriyle incelenmesini; Benim de bu heyete mutlak surette davet olunarak görüşlerimin alınmasını; Kurul’un ikna olması halinde derhal “doğalgaz patlamalarından ileri gelen afetlerin önlenmesi ve Erzincan Ovasındaki çok zengin doğalgaz yatağından istifade edilmesi için” ilgili kurum ve yetkili makamlar nezdinde acil bir “doğalgaz arama” ve “afetlere karşı önlem” faaliyet sürecinin TÜBİTAK öncülüğünde başlatılmasını arz, teklif ve talep ederim.SAYGILARIMLA,Hüseyin Hüsnü GÜREL, İnş. Yük. Müh., (İTÜ-1953)ADRES: Ahenk Sokak No: 10/11, Çankaya / ANKARAE.mail: hhgurel@hotmail.com, WEB : http://www.milliservet.blogspot.com/TEL: 0312.418 12 37


Gönderen Yüksek İnşaat Mühendisi, HHGUREL, İTÜ-1953
Mümkün Olduğu Kadar Yayınlanması,
Sahip Çıkılması ve Değerlendirilmesi Ricası iledir.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 12

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

İsa KAYACAN

İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ

TÜRKÇE YAZ, TÜRKÇE OKU
 
Dilimiz üzerindeki hassasiyetimiz, titizliğimiz giderek artması gerekirken, adeta bu hassasiyet ve titizlikte azalma sözkonusu.
Halbuki; Türkçe yazmalı, Türkçe okumalıyız. Türkçe konuşmalı, Türkçe dinlemeliyiz. Türkçe nefes almalı, Türkçe nefes vermeliyiz.
Bulvar, cadde ve sokaklarımızdaki işyerlerinin adı, özbe öz Türkçe olmalı. Yabancı hayranlığımızla, çağdaşlığımız hayaline kapılmadan, özümüzle-sözümüzle yaşamanın huzurunu, gururunu duymalı, hissetmeliyiz.
Türk Dil Kurumu, Türkçe’miz üzerindeki hassasiyetiyle dikkat çekiyor. Bu Kurumun Başkanı Prof. Dr. Şükrü Haluk Akalın, her fırsatta dilimiz üzerindeki yanlışlıkların sürdürülmesindeki rahatsızlığını ortaya koyuyor.
Kuruluş aşamasında tescil edilen şirket isimlerinin Türkçe olmasına rağmen, açılan mağazaların tabelalarına yabancı ad verilmesinin bir çelişki olduğu hatırlatılarak; “Kağıt  üstündeki ismi tabelaya da taşımakta neden kararlı olunmuyor?” diye soruluyor. Sormalıyız, sorgulamalıyız. Sahi neden böyle oluyor?..
Bazı arkadaşlarım tanıdıklarım var. Bulundukları şehirlerde, yabancı isimle faaliyet gösteren lokanta-restaurant sahipleriyle görüşerek, ismin değiştirilmesini istiyorlar. İsim değişmezse, değiştirilmezse, o lokantaya, restaurant’a gitmemekteki kararlılıklarını gösteriyorlar. “Şehrimde Avrupa hayranlığı” başlığı altında yazdıklarıyla dikkat çekiyorlar. Bunlar küçük örnekler gibi görünebilir. Ama bilinçliliğin örnekleridir sözkonusu  edilenler.
Yine bazı Belediye Başkanlarımız, Başkanlıklarımız var, “İşyerlerimize Türkçe ad koymak demek; kendimize, ülkemize ve güzel Türkçemize özen göstermek demektir” diyerek, uyarıda bulunuyorlar ve bu konudaki ısrarlarını sürdürüyorlar.
Ülke genelindeki tüm Belediyelerimizin, Belediye Başkanlarımızın bu hassasiyeti mola vermeden sürdürmelerini istiyor, bekliyoruz, rica ediyoruz efendim.
Türk Dil Kurumu Başkanı Prof. Dr. Şükrü Haluk Akalın’ın ısrarla üzerinde durduğu, Türkiye’deki bazı şirketlerin resmi evrak üzerindeki isimlerinin Türkçe olmasına rağmen, kurdukları şirketlerin yada mağazalarının tabelalarına yabancı isim vermelerinin anlaşılamadığı yönündeki üzüntülerin, Sanayi ve Ticaret Bakanlığınca dikkate alınarak yasal boşluğun-boşlukların giderilmesi, Türkçe lehinde doldurulması gerektiğinin hatırlanması ve harekete geçilmesinin zorunluluğu vardır.
Bir şehrin tabelaları, o bölgede yaşayan insanlarla, toplumla özdeşleşmiş olmalı. İşyeri sahipleri bu konuda dikkatli, özenli ve seçici olmalılar.
Bu gün, ülke genelinde yüz dolayında belediyenin Türkçe tabela kullanımını teşvik için değişik yaptırımlar uyguladığını biliyoruz. TDK’ da bu kurumların Türkçe isim verilmesine yönelik çabalarını ödüllendiriyor.
Dili Türkçe olan bir ülkede, Türkçe ad kullanılmasını teşvik ettiği için, belediyelerin ödüllendirilmesi, üzerinde durulup, kara kara düşünülmesi gereken bir tablo değil midir?
Medya kuruluşlarımızda görev yapanlar, muhabirinden spikerine kadar, dilimiz üzerine dikkatle eğilerek, hata oranlarını hızla düşürmelerini, hatta yok etmeleri gerekmiyor mu?
İlkokul 4 ncü sınıfta okuyan torunum Nazlı ile Ankara-Emek mahallesinde bir caddede gezerken “Alışveriş home” tabelasıyla karşılaşınca; “Bu adamlar, alışveriş evi mi demek istiyorlar Nazlı?” diye sordum. Cevap ilginçti; “Yarısı Türkçe, yarısı İngilizce olmuş mu dede?”. Sahi, yarısı Türkçe, yarısı İngilizce yazılarak, ne söylenmek istenmiş? Ankara’da “Tepe Mobilya” olarak bilinen kuruluş varken gidiniz büyük alışveriş merkezlerine, “Tepe home”yle karşılaşırsınız.. Ayıp değil mi?. Bu işyeri isimlerinin /isimleri Türkçe olsa, alışveriş edenlerin sayısında azalma mı  olacak acaba?
 
YILIN SON HABERİ:
Gazeteci-Yazar İsa Kayacan’a 209.cu plaket, kısa adı SAKÜDER olan “Sanat ve Sanatkârlar Topluluğu” Derneği’nden geldi. Söz konusu plakette yazılanlar:
Prof. Dr. Sayın İsa Kayacan; Cumhuriyetimizin 85. ci yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın katkılarıyla düzenlemiş olduğumuz “Atatürk ve Cumhuriyet” konulu şiir yarışmamızda Jüri Üyesi olarak katkılarınız nedeniyle, teşekkürlerimizi sunarız. (Sevgi Eser, SAKÜDER Yönetim Kurulu Başkanı-24 Aralık 2008, Ankara)

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 13

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

İsa KAYACAN

İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ

TÜRK OCAĞI” YAZISI YERİNİ ALDI
www.isakayacan.blogspot.com
Bazen öyle yanlışlıklar yapılıyor ki, insanın “aklı duruyor”..
İnanmak, hatta duymak istemiyor.
25 Eylül 2008 tarihinde mensubu bulunduğum Anayurt gazetesinin yazı işleri koordinatörü, tecrübeli gazeteci Ramazan Durmuş, gazetenin ertesi günkü manşeti hakkında ve üzüntü içinde bilgi verirken; “Günümüzde, Resim Heykel Müzesi olarak kullanılan Ankara’daki tarihi Türk Ocağı binasının giriş sütunlarındaki- Türk Ocağı-yazısı son restorasyonda kaldırıldı” cümlesinin verdiği rahatsızlığı gözlerinden okumuş, önce inanamamış, sonra doğruluğu kabul etmek zorunda kalmıştım.
Bu konuda, “Türk Ocağı kelimelerini kaldırmak yanlıştır” başlığıyla kaleme aldığım yazdığım yazı:
 
1- Belde Gazetesi (Ankara, 04.10.2008)
2- Anayurt Gazetesi (Ankara, 13.10.2008)
3- Çoruh’un Doğduğu Yer Gazetesi (Bayburt,07.10.2008)
4- Sorgun Postası Gazetesi (11.10.2008)
5- Babaeski Söz Gazetesi (14.10.2008)
6- Burdurlunun Sesi Gazetesi (14.10.2008)
7- Kent Gazetesi (Kilis, 14.10.2008)
8- Tefenni’nin Sesi Gazetesi (15.10.2008)
9- Van Postası Gazetesi (18–25 Ekim.2008)
10- Şafak Gazetesi (Aydın 20.10.2008)
11- Sonsöz Gazetesi (Ankara, 29.10.2008)
12- 24 saat Gazetesi (Ankara, 08.11.2008)
13- Gündem Gazetesi (Ankara, 03.12.2008)
 
adlı gazetelerde yayınlandı.
Bu makale için açıklamayı, restorasyonu gerçekleştiren Altındağ Belediye Başkanlığından, bundan öncede Kültür ve Turizm Bakanlığından gelmesini bekliyordum ki, konuyla ilgili bir açıklama ve “Türk Ocağı yazısı bina girişindeki yerini almıştır” cümlesiyle biten teşekkür yazısı Türk Ocakları Derneği Genel Merkezinden geldi… Nereden gelirse gelsin, yanlıştan dönülmüş ya, “Türk Ocağı” yazısı yerini almış ya!... Türk Ocakları Derneği Genel Merkezinin 13 Aralık 2008 tarih ve Genel Başkan Yardımcısı Yücel Hacaloğlu imzalı 110-1054 sayılı yazısını aşağıda sunuyorum efendim:
“Sayın Prof. Dr. İsa Kayacan,
Anayurt Gazetesi Kültür ve Sanat Danışmanı;
1912 yılında devletimizin zor durumda olduğu bir dönemde milli şuuru canlandırmak amacıyla zamanın Türk aydınları tarafından kurulan ve kurulduğu günden beri amacından sapmadan aziz milletimizin hizmetinde olan derneğimize gösterdiğiniz ilgiye teşekkür ederiz.
Geçirdiği birçok badireden sonra bugün artık “Resim ve Heykel Müzesi” adıyla Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın hizmetinde olan ve Atatürk döneminde Türk Ocağı Binası olarak yapılan asıl hizmet binamızın ana girişinde yer alan “Türk Ocağı” yazısı, yenileme çalışmaları gerekçe gösterilerek kaldırılmıştı. Genel Merkezimizin girişimlerinin yanı sıra Anayurt Gazetesi’nin 26 Eylül 2008 tarihli nüshasında konunun tarihi seyri de anlatılarak dile getirilmesi, ayrıca zat-ı âlinizin aynı gazete ve bilahare diğer başka gazetelerdeki köşenizde ele almanızdan sonra Türk Ocağı yazısı bina girişindeki yerini almıştır.
İlginize tekrar teşekkür eder, çalışmalarınızda başarılar dilerim.
(Yücel Hacaloğlu, Genel Baflkan Yardımcısı)
 
YILIN SÖZLERİ (1):
1- Kırgınlıklarımla, kızgınlıklarımla sana söylediklerimin, yazdıklarımın hepsi tamamı yalan.
Sensiz yapamadığımdır, seni sevdiğim, özlediğimdir gerçek, doğru olan (18.12.2008)
2- Artık eskisi gibi; kızmayacağım, kırmayacağım, kırılmayacağım,
Yanlışlarımı tekrarlamayıp, düzeltme çabası ve yorgunluğu içinde olamayacağım,
Tüm delil ve tanıklarımla, vicdanımda kurduğum mahkemede, mutlaka berat edip aklanacağım. (19.12.2008)
3- İsimsiz yazılanlar; olaylar, konu veya konulardan haberleri olanlarca, 50 veya 100 kişi tarafından bilinerek okunur, yorumlanır,
İsimli yazılanlar, gönderilen 350 yayın organının sayfa ve sütunlarında, 8-10 bin hatta daha fazla kişi tarafından, bilinerek, hatırlanarak okunur. (20.12.2008

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 14

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

İsa KAYACAN

İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ

BİR ANLATIM ZENGİNLİĞİ
www.isakayacan.blogspot.com
Anlatımlar vardır zenginlik içindedir. Anlatımlar vardır kısırlık içindedir… Bu anlatımlar hem düz yazıyla, hem de şiirle olunca zenginlik kazanır, anlam kazanır. 1958 yılında yazdığım, doğduğum köyün o gün ki genel görünümünü” dile getiren, duyduklarımı, hissettiklerimi dile getiren “Ece Köyünde Akşam” şiirimin yazılış öyküsünü kaleme alırken epey zorlanmıştım. Yani hem yazıyla, hem şiirle yapılan anlatımlar zordur, sıkıntılıdır. Ama yazıldıktan, anlatıldıktan sonra her iki bölümdeki genel görüntüyle keyiflenirsiniz.
           
ŞÖYLE GİRİVERSEN KAPIMDAN
Yıllarca Burdur ilimizde çalışan, sonra Isparta ilimize naklen geçen, tayinen geçen Fatma Uçarlar, Eylül 2008’de yayınladığı “İçimde Söz Dinlemez Deli Var” adlı, şiir kitabında yer yer şiirlerinin anlatımlarını da sayfalara aktarmış. Bir başka kitabının adı olan “Şöyle Giriversen Kapımdan” başlığıyla ortaya koyduğu genişçe, uzunca bir anlatımı var. Sonra, şiirle ortaya koyduğu duyguları geliyor. Bitimi, bitirilişi yine yazılı anlatımın..
“İçimde Söz Dinlemez Deli Var” adlı kitabın 55,56 ve 57 nci sayfalarında yer alıyor bu anlatım efendim:
“Biliyorum, şu an bana ulaşmak için yollardasın. Aklın sıra yola çıkacağını  hissetmemem için az önce aradın ve her zaman ki rutin konuşmaların gibi havadan, sudan bahsettin. Ama biliyorum, sürpriz yapıp ansızın karşımda oluvereceksin. Yapmak istediğin sürprizi bozmamak için, ben de gelecek misin? diye sormadım. Az önce seni aradım, telefonunda aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor, sinyal  sesinden sonra mesajınızı bırakın iletisini dinledim. Anlıyorum ki, yollardasın ve ararım düşüncesiyle yola çıktığını bilmem için telefonunu kapattın” diye başlıyor Fatma Uçarlar anlatımı… Sonra, Gar Müdürlüğü aranıyor, trenin kaçta hareket ettiği öğreniliyor, sabah kaçta gelinebileceği-gelebileceği hesabı yapılıyor.
Bir ara istasyonda karşılayıp sürprizi bozmak istiyor Fatma hanım. Ama süprizin tadını kaçırmamak için vazgeçiyor. Beklediğinin, sabah eve mis gibi börek kokuları içinde girmesini istiyor. Başka hazırlıklarını da yapmak aklından geçiyor. Beklediğinin önceki zamanlarda telefon konuşmalarından rahatsız olduğunu hissediyor, “hasta mısın?” sorusuna “hayır” cevabını alıyor. “Sen de uykuya dalmışsındır ve bir an önce sabah olsun istiyorsundur. Sabah kavuşmak üzere iyi geceler yakışıklım” diye bu bölümün noktasını koyuyor.
Ayak seslerinin kapısı önünde durmasını, zilinin basılmasını, kapısının iki kez tıklatılmasını istiyor. Tren gelmiş olmasına rağmen, beklediğinin gelmeyişini hayretle karşılıyor. “Neden gelmedin?, taksi mi bulamadın? Anca mı geleceksin?. Yoksa çiçek almak için mi oyalanıyorsun?. Bilmiyor musun en güzel hediye de çiçek de sensin” diye devam ederken, “Hadi gel! Zile de basma, çıkar anahtarını kendin aç evimizin kapısını” dedikten sonra duygularını mısralara döküyor Fatma Uçarlar:
 
Şöyle giriversen kapImdan,
Şaşiriversem geldiğine,
Yüreğim çıkıverecek gibi olsa boğazımdan,
Elimden ayağımdan can çekilse,
Oturup kalsam,
Dilim tutulsa, konuşamasam,
Şöyle giriversen kapımdan..
Yazının, anlatımın bitişi, bitirilişi: Ben mi yanlış duyuyorum? Bu ayak sesleri senin, evet senin ayak seslerin, tamam anahtar da kilitte dönüyor, dayanamayacağım artık kapıyı açacağım. Hoş geldin, oğulcuğum, hoş geldin…
 
YILIN SON HABERİ:
Gazeteci-Yazar İsa Kayacan’a 209.cu plaket, kısa adı SAKÜDER olan “Sanat ve Sanatkârlar Topluluğu” Derneği’nden geldi. Söz konusu plakette yazılanlar:
Prof. Dr. Sayın İsa Kayacan; Cumhuriyetimizin 85. ci yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın katkılarıyla düzenlemiş olduğumuz “Atatürk ve Cumhuriyet” konulu şiir yarışmamızda Jüri Üyesi olarak katkılarınız nedeniyle, teşekkürlerimizi sunarız. (Sevgi Eser, SAKÜDER Yönetim Kurulu Başkanı-24 Aralık 2008, Ankara)

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

15

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

İsa KAYACAN

İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ

SEVİNÇ DOĞANCAN GÜVEN’DEN İSMET İNÖNÜ’YE
www.isakayacan.blogspot.com
Sevinç Doğancan Güven şair, yazar, ressam. Yazdıkları, yayınladıkları dikkat çekiyor, göz dolduruyor.
Bir zarf dolusu şiiri geldi geçenlerde Sevinç hanımın. Bunlar içinde, rahmetli İsmet İnönü’ye gönderi, gönlüyle söyleşileri, Çanakkale anlatımları, arayışları, askerlere yazılan mektupları, artılar-eksiler var mısra mısra şekillenmiş.
 
İSMET İNÖNÜ’YE GÖNDERİ
Sevinç Doğancan Güven, rahmetli İsmet İnönü’ye duygularını gönderiyor, sonunda da acele cevap bekliyor. Önce selam gönderiyor, mübarek ellerinden öpüyor İsmet İnönü’nün. Doğu şivesiyle “Nasılsın iyi misen? diye soruyor. 
 
Şehrin tüm ışıkları,
Yandı paşam,
Bizleri soriysan,
Karanlıklar, sisler içindeyiz.,
 
Diyerek, Ankara’nın suskunluğundan rahatsız olduğunu dile getiriyor. Ankara’nın mahsunluğu, Kalenin küskünlüğü, Türk bayrağının üzgünlüğü karşısındaki sıkıntılarını birbir sayıyor Sevinç Doğancan Güven.
 
Ötede Tunalı..
Tunalı, renk cümbüşü,
Kırmızı, turuncu, mor, sarı,
Paşam, Tunalı bir düş..
Genç kuşağın otağı,
Ve de varsılların moda sarayı..
 
Mısralarıyla yakınmalarını sıralamaya devam ediyor Sevinç hanım. Bugün, Altındağ’ın, Çankaya’nın ve Ankara’nın tüm semtlerinin, mahallelerinin, şehrin bütününün tanınacak halde olmadığını sıralıyor, sıralıyor. Sonra mısralara dökülen duygularıyla karşılaşmamız sürüyor:
 
Keçiören ocak olmuş, yanıyır,
Etlik onulmaz yara, kanıyır,
Atam, Bahçeli’de,
Rasattepede,
Kırgın-üzgün,
Boylu boyunca yatıyır.
 
Ankara’nın derdi her geçen gün arttığı için, bu sıkıntıların sıralanışında zorlanıldığını dile getirerek; “Başkent’ten /binlerce saygı, selam Paşam/ Nurlarda yatsın Atam/Oğullarım, askerlerim, Makbule anam/Nurda yatsın Mevhibe anam” dedikten sonra, gönderinin sonuna geliniyor ve şöyle bitiriliyor efendim:
 
Nemleketim cennet ama,
Milletimdir cayır cayır yanan,
Paşam
Mektubu hürmetle sonliyrem,
Hemi de,
Acele cevap bekliyrem…
 
Sevinç Doğancan Güven’e İsmet İnönü’den cevap gelirse ve bu cevap bize ulaştırılırsa, o cevaptan da sözederiz inşallah!
YILIN SON HABERİ:
Gazeteci-Yazar İsa Kayacan’a 209.cu plaket, kısa adı SAKÜDER olan “Sanat ve Sanatkârlar Topluluğu” Derneği’nden geldi. Söz konusu plakette yazılanlar:
Prof. Dr. Sayın İsa Kayacan; Cumhuriyetimizin 85. ci yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın katkılarıyla düzenlemiş olduğumuz “Atatürk ve Cumhuriyet” konulu şiir yarışmamızda Jüri Üyesi olarak katkılarınız nedeniyle, teşekkürlerimizi sunarız. (Sevgi Eser, SAKÜDER Yönetim Kurulu Başkanı-24 Aralık 2008, Ankara)

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 16

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

İsa KAYACAN

İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ

KÜTÜPHANE; HEM TEFENNİ’DE, HEM ECE’DE OLMALI
www.isakayacan.blogspot.com
Doğup büyüdüğüm, manevi borcumun bulunduğu Burdur ili, Tefenni ilçesi Ece Köyün deki “İsa Kayacan Kütüphanesi”nin açılışını 01 Kasım 2008 tarihinde gerçekleştirdik. Burdur’un değerli Valisi Sayın İbrahim Özçimen başta olmak üzere, Burdur merkez ve Tefenni Protokolünün katılımıyla açılan kütüphane, karar verdiğim 2007 yılının Ekim ayından başlamak üzere bir yıl için de oluştu ve 7 bin 635 kitap, dergi antoloji, ansiklopediyle açıldı.
TEFENNİ’YE DAHA ÇOK YAKIŞIRMIŞ!..
            Tefenni ilçemiz merkezinde, rahmetli dostum Yunus Serttaş’ın  31 Ekim 1975 tarihinde kurduğu ve halen yayınlanan “Tefenni’nin Sesi” Gazetesinin 03 Aralık 2008 tarih ve 1765 nci sayısında, Halk Eğitim Müdür Yardımcılığı görevini yürüttüğünü öğrendiğim ve gazetede “Alice’den Söyleşiler” gerçekleştiren Ali Gül’ün “Oradan, buradan, şuradan” başlığı altında “çeşitleme” diyebileceğim bir yazısı, yorumlar bütünü yayınlandı. Kendisiyle de telefonla görüştüm, yorumu üzerinde fikir alışverişimiz oldu. Ali Gül hemşehrim, Ece Köyü’nde bu kütüphanenin işleyemeyeceğini, yararlı olamayacağını savunuyor. Önce söz konusu yazının kütüphane bölümünde yer alanları aşağıya aynen nakletmek istiyorum (Ece Köyü’nün nüfusunun 100 değil 159 olduğu değişikliğini yaparak)
Ali Gül’ün görüşleri:
“Bu arada geçen ay Tefenni’nin yetiştirdiği değerli insan, gazeteci ve yazar İsa Kayacan Ağabeyimiz köyüne kütüphane açtı. İşte ilk duyduğumda kendi kendime yine yanlış yapılıyor diye düşündüm. Yine Tefenni’de olması gereken bir kütüphanenin 100 nüfuslu bir köyde ne işi var diye düşündüm. İsa ağabeyimiz öyle uygun görmüş artık yapılacak bir şey yok. Tefenni’de bu konuyu birkaç kişi ile konuştum. Hemen hemen herkeste benim gibi düşünüyordu.
Açılışa gidemediğim için aslında çok da söz söyleme şansım yok. Ama gidenlerden ve basından açılış ile ilgili bilgiler aldım. Çok güzel bir program olmuş. Üst düzey bürokratlar katılmış. Açılış Ece köylüler ve İsa Ağabey için güzel bir hatıra olarak hatırlanacaktır. Tamam, köyüme böyle bir kütüphane açmak istedim diyorsan diyeceğim yok. Ama bence Tefenni’ye bu kütüphane çok daha güzel yakışırdı İsa Ağabey. Neden mi?
Bir kere Ece Köyü’nde okul yok ve öğrencileri merkeze taşıma sistemi ile geliyorlar.
Ece Köyü’nde İlköğretimde ve lise de okuyan öğrenci sayısı 15 ile 20 arasında olsa gerek.
Bu kütüphanenin her gün açık olacağını düşünemiyorum. Sanırım belli saatlerde açılacak ki oda öğrencinin ve halkın müsait olduğu zaman olur mu? Zor diyesim geliyor.
Bu kütüphane merkezdeki okulların bünyesinde olmasının çok daha faydalı olacağı da aşikardır.
Hatta ilçemizde açılacak olan Meslek Yüksek Okulu’nun bünyesinde olsaydı çok daha güzel olurdu. Oraya da şöyle güzelce sizin isminizi yazardık ve kütüphanenin işlerliğini de sağlamış olurduk.
Bence Ece Köyü’nde öncelikle öğrencilerin faydalanabileceği bir internet bağlantısı olan 3 bilgisayar ve çıktı alabilecekleri bir yazıcı olması çok daha iyi olurdu. Bu bilgisayar odası çocukların okuldan geldiği zamandan saat 21.00 e kadar açık kalacaktı. Bu konuda köyün imamı da buradan sorumlu olursa çok daha güzel olurdu. Okumak için hafta içi servisle, hafta sonu kurslarına ise kimi zaman yaya, kimi zaman traktörle, kimi zaman diğer araçlarla her gün ilçemize gelen Meltem ASLAN gibi kızlarımız içinde çok güzel bir eğitim kaynağı olurdu. Kızma İsa Abi sadece benim düşüncelerim bunlar naçizane.”
 
TEFENNİ İLÇE HALK KÜTÜPHANESİNE GÖNDERİLENLER
            Kasım 2008 itibariyle, Burdur ağırlıklı olmak üzere ülkemiz geneline ve yurtdışındaki bazı kuruluşlara bağışladığım kitap ve dergi sayısı 28 bin 895’e ulaştı. Bunların 6 bin 127’si Burdur merkez ve ilçelerindeki kitaplık ve kütüphanelere Burdur İl Halk Kütüphanesine 5 bin 978 kitap ve dergi, Tefenni İlçe Halk Kütüphanesine 2 bin 850 kitap ve dergi bağışında bulundum.
Bu bağışlar, Ankara’da Kültür Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğüne listeler halinde, detaylı doküman yapılarak, tutanakla ilgili Genel Müdürlük personeline, Burdur merkez ve Tefenni’deki kütüphanelere ulaştırılmak üzere evimden alındı, gönderildiler.
69 paket kitap ve derginin alındığına ilişkin, zamanın Genel Müdürü Hasan Duman imzasıyla tarafıma yazılan yazıyla teşekkür edildi. Tarih 09.01.1997
Günlerden bir gün Tefenni’deki ilçe Halk Kütüphanesine yolum düştü. Bağışladığım kitapların kolilerinin açılmadığını görüp, akıbetiyle ilgili bilgi alamadım. “Tefenni’de masallaşan kitaplar” başlığıyla bir yazı yayınladım. 13.06.2002 tarihinde yayınlanan yazımı, Kültür Bakanlığı Kütüphaneler Genel Müdürlüğüne bir üst yazıyla gönderdim.
Bu arada anılan yazı Burdur gazetelerinde de yayınlandı. Hatta Burdur gazetesinin 05.10.2002 tarihli sayısında, “Gazeteci-Yazar İsa Kayacan isyan ediyor” başlıklı bir başka haber yer aldı.
O günün Burdur Valisi Kadir Koçdemir imzasıyla bana gelen yazıda, konunun Tefenni Kaymakamlığına intikal ettirilerek, kitapların akıbeti hakkında bilgi istendiği bildirildi.
Sonuçta, kütüphane çalışanları “işimizi artırıyorsunuz” şeklinde düşünmüş olacaklar ki, oturup 2 bin 850 kitap ve dergiyi, kendi ölçülerine göre değerlendirmişler “seri noksan, bu konuda yayın var” gibi gerekçelerle 2 bin 850 rakamını 514’e indirmişler ve bana cevap verilmesini sağlamışlardır.
 
TEFENNİ’YE DE KÜTÜPHANE AÇARIZ
Tefenni İlçe Halk Kütüphanesinin, bağışlara bakışıyla ilgili genel görüntü yukarıda verildi. Şimdi Tefenni’de açılacak Yüksek Okul için böyle bir kütüphane gerekli olabilir. Tefenni merkezindeki okulların yararlanması sağlanabilir.. Ama benim manevi borcumun olduğu Ece Köyü’ne açılan kütüphaneyle ilgili “yanlış olmuştur, orada işlemez” gibi ifadeleri doğru bulmuyorum.. Gelin oturup konuşalım ve Tefenni’de açılacak kütüphaneyle ilgili hazırlıklara başlayalım… Bu Kütüphane Belediye bünyesinde mi olacak? Yoksa İlçe Halk Kütüphanesi içerisinde mi olacak? . Ama İlçe Halk Kütüphanesinin bağışlara bakışı yukarıda anlatıldı… Yazmak, konuşmak, eleştirmek kolaydır..Ya sonrası!..
 
YILIN SÖZLERİ (2):
1- Dünyanın neresinde Türk varsa, ellerimizi uzatmalı ve kucaklaşmalıyız,
2- Milli davalar, sözle, tek gözle değil; çift gözle, fiiliyat olarak izlenmeli ve değerlendirilmelidir (İsa Kayacanı
3- Yazılar, kitaplar, yazarın çocukları gibidir. Yaramaz, uslu, akıllı, esmer, sarışan, güzel, çirkin, tembel, çalışkan, nitelikleri ne olursa olsun, çocuklarını sever, analar, babalar. Gönüllerinde her çocuğun ayrı, özel bir yeri vardır. Şiirlerim, yazılarım, benim sevgili çocuklarım ve torunlarım gibidir (Mustafa Kemal Yılmaz-Ankara)

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 17

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

İsa KAYACAN

İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ

ÇAĞDAŞ AZERBAYCAN ŞİİRİ
www.isakayacan.blogspot.com
Azerbaycan çıkışlı yayınlar, yazılar yanında, Azerbaycan çıkışlı olup, Türkiye’de günyüzü gören, yayınlanan kitaplar da var. Bunlardan biri, merkezi Ankara’da bulunan Bengü Yayınları arasında günyüzü gören “Çağdaş Azerbaycan Şiiri” adlı antoloji. Azerbaycanlı şairlerden pek çoğunun kısa biyografileri yanında, şiirlerinden örnekler verilmiş.
Proje yönetmeni; Ekber Goşalı. Editörler: Ekber Goşalı, İmdat Avşar, Aktarmalar: Resmiye Sabir, Oktay Hacımusalı, Namık Hacıhaydarlı.
Kısa adı DGTYB olan, Dünya Genç Türk Yazarlar Birliği’nin Başkatibi Nergiz Cabbarlı’nın takdimi, sunuş yazası var uzunca. Cabbarlı sunuşunun bir yerinde: “Bu kitaptaki şiirler, belli bir yaşta ve belli bir edebi akıma mensup şairlerin şiirleri değildir. Bu antolojide, bugün Azerbaycan’da yaşayan ve eserler veren, çok farklı edebi akımlara mensup şairlerini okuyabilirsiniz” diyor, antolojiyle ilgili açıklık getiriyor.
İçindekiler bölümünde, şairin adı soyadı yanında, şairlerin isimlerinden de söz edilmiş. Şairlerin-şairelerin isimleri üzerine bir göz atalım, buyurun:
Elçin İskenderzade, Mübariz Mesimoğlu, Elbariz Memmedli, Ekber Goşalı, Resmiye Sabir, İlgar İlkin, Hamlet Kazımoğlu, Fuzuli Sabiroğlu, Oktay Hacımusalı, Seher, Zahir Ezemet, Elçin Mirzebeyli, Qulu Akses, Melahat Yusufkızı, Ali Rıza Hasret, Aydın Efendi, Ay Nur, Celil Cavanşir, Faik , Gülhare Cemalettin, Nafız Hacıhalil, Hatıra, Hayat Şemi, İbrahim İlyaslı, Elhan Zal, İtimat Baskeçit, Mina Reşit, Mahir Mehdi, Namık Delidağlı, Namık Hacıhaydarlı, Naringül, Ali Şirin Şükürlü, Sevinç Pervane, Şafak Sahipli, Alemdar Cabbarlı, Vasif Süleyman, Ulvi Bunyatzade, Faik Balabeyli, Nizami Aydın, Kemale Nesrin, Kısmet.
Bu şairler ve şaireler içinde tanıdıklarım var, görüşüp merhabalaştıklarım, kitaplarından önceki yazılarımda bahsettiğim, sözettiklerim var. 150 sayfalık “Çağdaş Azerbaycan Şiiri” adlı antoloji içinde yeralanların şiirlerinden kısa kısa bölümler almak, nakletmek istiyorum:
 
ŞEHİT DÜĞÜNÜ (Elçin İskenderzade)
 
Bu evin yüzü gülmez,
Bu eve gelin gelmez,
Ne yapsın şehit anası,
Bir güzel ağlar komşuda,
Ah, bu kız bir su sunası…
 
BİZ TANRISIZ DOĞMADIK (Ekber Goşalı)
 
Eller duaya açıldı,
Mübarek gökyüzüne,
Yaşamı boyunca,
Hep yaratmış kişinin,
Ruhu dolaşır,
Gökyüzünde.
 
İLAHİ SEVGİ (Resmiye Sabir)
 
Ben eriyen mumların,
Kimsesiz akşamların,
Ölümüne ağladım.
Anne, sense benim gözyaşlarıma..
 
Yer sınırlılığı nedeniyle, Azerbaycan’lı öteki şairlerin ve şairelerin şiirlerinden örnekler veremedim. Özür dilerim efendim.
 
YILIN SÖZLERİ (2):
1- Dünyanın neresinde Türk varsa, ellerimizi uzatmalı ve kucaklaşmalıyız,
2- Milli davalar, sözle, tek gözle değil; çift gözle, fiiliyat olarak izlenmeli ve değerlendirilmelidir (İsa Kayacanı
3- Yazılar, kitaplar, yazarın çocukları gibidir. Yaramaz, uslu, akıllı, esmer, sarışan, güzel, çirkin, tembel, çalışkan, nitelikleri ne olursa olsun, çocuklarını sever, analar, babalar. Gönüllerinde her çocuğun ayrı, özel bir yeri vardır. Şiirlerim, yazılarım, benim sevgili çocuklarım ve torunlarım gibidir (Mustafa Kemal Yılmaz-Ankara)

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

   18

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

İsa KAYACAN

İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ

YILIN SÖZLERİNDEN SONRA
www.isakayacan.blogspot.com
Genel bir değerlendirmeyle ortaya konulanlar. Bunların artı ve eksileriyle karşılaşılan sonuçlar. “Vicdan Mahkemesi”nde hakim önüne çıkıp, yanlışları-hataları karşısında “özür dileyenler”in mahkeme kararı ve sesleri karşısında suskunluk ve ısrarlılık içine girmenin ne derece doğru olduğu tartışılabilir…
Yılın sonunda, ortaya konulan sözler, nelerdir, ne anlam ifade etmektedirler?. Birlikte okuyalım, birlikte yorumlayalım buyurun:
 
YILIN SÖZLERİ:
1- Kırgınlıklarımla, kızgınlıklarımla sana söylediklerimin, yazdıklarımın hepsi tamamı yalan.
Sensiz yapamadığımdır, seni sevdiğim, özlediğimdir gerçek, doğru olan (18.12.2008ı
2- Artık eskisi gibi; kızmayacağım, kırmayacağım, kırılmayacağım,
Yanlışlarımı tekrarlamayıp, düzeltme çabası ve yorgunluğu içinde olamayacağım,
Tüm delil ve tanıklarımla, vicdanımda kurduğum mahkemede, mutlaka berat edip aklanacağım. (19.12.2008ı
3- İsimsiz yazılanlar; olaylar, konu veya konulardan haberleri olanlarca, 50 veya 100 kişi tarafından bilinerek okunur, yorumlanır,
İsimli yazılanlar, gönderilen 350 yayın organının sayfa ve sütunlarında, 8-10 bin hatta daha fazla kişi tarafından, bilinerek, hatırlanarak okunur. (20.12.2008ı
4- Dünyanın neresinde Türk varsa, ellerimizi uzatmalı ve kucaklaşmalıyız,
5- Milli davalar, sözle, tek gözle değil; çift gözle, fiiliyat olarak izlenmeli ve değerlendirilmelidir (İsa Kayacanı
6- Yazılar, kitaplar, yazarın çocukları gibidir. Yaramaz, uslu, akıllı, esmer, sarışan, güzel, çirkin, tembel, çalışkan, nitelikleri ne olursa olsun, çocuklarını sever, analar, babalar. Gönüllerinde her çocuğun ayrı, özel bir yeri vardır. Şiirlerim, yazılarım, benim sevgili çocuklarım ve torunlarım gibidir (Mustafa Kemal Yılmaz-Ankara)
 
GÜL KARDEŞİM, ÜZGÜN GÖRMEK İSTEMEM (Mustafa Ertaş)
 
Avuçların açık elin havada,
Yüzün mahsun, mahsun gönlün duada,
Gel gezelim Taşeli’nde ovada,
Gül kardeşim, üzgün görmek istemem.
 
Yüz yirmi dört kitap imzanı attın,
Balsın, süzülmüşsün kültüre kattın,
Görmeyeli hep dost neyledin nettin?
Gül kardeşim, üzgün görmek istemem.
 
Kitap göndermişsin elime aldım,
Birem, birem okudum derine daldım,
Söyle bu dünyaya ben niye geldim.
Gül kardeşim, üzgün görmek istemem.
 
Mal verdi, mülk verdi hepisi yalan,
Bir mezardan başka, yok elde kalan
Varmı şu dünyanın ötesini bilen?
Gül kardeşim, üzgün görmek istemem.
 
Gülmek en güzeli, bilmek ötesi,
Peygamberimizin evrende sesi,
Bırakalım can dost ağıtı yazı,
Gül kardeşim, üzgün görmek istemem.
 
Doğum Ece köyü, yaşam Ankara,
Gece gündüz hep yalvara yalvara,
Çok dualar ettim, düşmezsin dara,
Gül kardeşim, üzgün görmek istemem.
 
Eserini aldım, sağlıklı sağ ol,
Vatan’a hizmetten başka var mı yol?
Saygı, sevgi, selam, gönderdim bol bol,
Gül kardeşim, üzgün görmek istemem,
 
Ertaş der ey dostum, İSA KAYACAN,
Beni benden aldı gel gör heyecan,
Lale, sümbül gibi gönlünü açan,
Gül kardeşim, üzgün görmek istemem
Mustafa ERTAŞ (Araştırmacı-Yazar, 19.10.2008 – Konya)

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

  19

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

İsa KAYACAN

İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ

ŞEHİRLER, ŞEHİRLERİMİZ
www.isakayacan.blogspot.com
Şehirler, şehirlerimiz… Kentler, kentlerimiz. Her iki başlıkta geçerli.
Şu veya bu nedenle gerçekleştirilen seyahatler sonunda görülen, gezilen şehirlerimizin, yerleşim birimlerimizin satırlara, mısralara dökülerek anlatımları geniş kareli fotoğraf çekimi, sergilenmesi, albümlere yerleştirilmesi gibidir. Fatma Uçarlar, şair ve yazar. Her gittiği yerle ilgili, yerleşim birimiyle ilgili gördüklerini, duygularını sayfalara, mısralara aktarıyor.
-“Çocukluğumdan beri Türkiye hatırasını incelerken, Ege Denizi ile Akdeniz’in birleştiği yer olan Datça ve Bodrum yarımadaları ile Karadeniz’e burnunu biraz fazlaca sokmuş olan Sinop’un bulunduğu bölge, daha doğrusu Doğu Karadeniz Bölgesi en çok ilgimi çekerdi” (Bir Sevda oldun yüreğimde’nin girişiı
-“Fazla yağmur almayan Şebinkarahisar’ın havası bize oyun oynamıştı/Giresun’a kadar gittikten sonra Trabzon’u Sümela’yı görmesek olur mu?” İki cümleyi, iki paragrafın anlatım hazırlıkları Fatma Uçarlar’dan.
 
ISPARTA GÜLÜ
Fatma Uçarlar’ın altı dörtlükten meydana gelen “Isparta Gülü” başlıklı şiirinde Isparta anlatılıyor. Isparta ile ‘gül’ün bütünleştiği noktasından hareket edilerek bir dörtlüğünde şöyle anlatılıyor:
 
-Bülbül figân eder, dalda yaprakta,
Büyür Isparta gülü, dağda, toprakta,
Gülyağı damla damla, akar imbikte,
Yârin yollarına ser, Isparta gülü…
 
Fatma Uçarlar, yıllarca görev yaptığı Burdur’dan da sıkça sözeder şiirlerinde. Duygularını ortaya koyar içten, samimi; anlamlı;
 
BURDUR
Ben sende Burdur’u gördüm,
O yüzden sevdam sana değildi,
Kollarını açtığın an,
Bir kolunda Tefenni’yi,
Bir kolunda Ağlasun’u gördüm,
Bu yüzden sevdim bu kolları,
Ben bu kollarda tüm  Burdur’u sevdim..
Benim sevdam Burdur’aydı,
Ben sende Burdur’u sevdim, Burdur’u..
Arkasından Yozgat ilimiz gelir. “Kayboldum Yozgat ilinde” başlığıyla Fatma Uçarlar, avuç içi kadar Yozgat’ta kaybolur. Demek ki görünüm genişliği var. Yozgat’ın.
 
YOZGAT
Annemin sevdiği türkü dilimde,
Bozok Yaylası’nda yürür dururum.
Vatanımın güzel Yozgat ilinde,
Tarihime içten selam dururum.
 
Bir başka kentimiz, Bodrum’da görürüz Fatma Uçarlar’ı. Bodrumla ilgili duygularını da dile getirir uzunca şiiriyle. Bir dörtlüğü bu şiirin:
 
BODRUM
Beyaz iki katlı, evlerin hepsi,
Kalenin üstünde mehtabın tepsi,
Denizin dalgasız, suyun ipeksi,
Yüreğim sevdaya daldı, sevindim. .
 
YILIN SÖZLERİ (1):
1- Kırgınlıklarımla, kızgınlıklarımla sana söylediklerimin, yazdıklarımın hepsi tamamı yalan.
Sensiz yapamadığımdır, seni sevdiğim, özlediğimdir gerçek, doğru olan (18.12.2008)
2- Artık eskisi gibi; kızmayacağım, kırmayacağım, kırılmayacağım,
Yanlışlarımı tekrarlamayıp, düzeltme çabası ve yorgunluğu içinde olamayacağım,
Tüm delil ve tanıklarımla, vicdanımda kurduğum mahkemede, mutlaka berat edip aklanacağım. (19.12.2008)
3- İsimsiz yazılanlar; olaylar, konu veya konulardan haberleri olanlarca, 50 veya 100 kişi tarafından bilinerek okunur, yorumlanır,
İsimli yazılanlar, gönderilen 350 yayın organının sayfa ve sütunlarında, 8-10 bin hatta daha fazla kişi tarafından, bilinerek, hatırlanarak okunur. (20.12.2008)

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

  20

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

İsa KAYACAN

İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ

ABDURRAHİM KARAKOÇ
www.isakayacan.blogspot.com
Zaman zaman, şairlerimizden, yazarlarımızdan sözettiğim oluyor. Bu seri de onlardan biridir. Ankara’da, 29 Kasım 2008 tarihinde gerçekleştirilen “Altındağ’da Şiir Akşamları” programında yer alanlardan:
 
ABDURRAHİM KARAKOÇ
1932 yılında Elbistan’da doğdu. Edebiyatla, özellikle şiirle iç içe bir aileden gelmektedir. Şair olan dedesi ve babasının etkisiyle küçük yaşlardan beri şiire ilgi duymaya ve yazmaya başladı. Ayrıca kardeşleri de kendisi gibi küçük yaşlardan beri şiir yazmaktadır.
Gençliğinde uzun yıllar çiftçilik yaptıktan sonra Elbistan Belediyesinde (1958–1985ı muhasebeci olarak çalıştı. Emekli olduktan sonra Ankara’ya yerleşerek gazeteciliğe başladı.
1958 yılına dek yazdığı yüzlerce şiiri yakıp yok eden Karakoç aynı yıllarda yazmaya başladığı değişik düşünce ve yorumları içeren “Hasan’a Mektuplar” (1964ı adlı ilk kitabını yayımladı.
Sonraki yıllarda ise şiirlerinin bir bölümünü topladığı, “Akıl Karaya Vurdu”, “Vur Emri”, Beşinci Mevsim”, “Suları Islatamadım”, “Kan Yazısı”, Gök Çekimi”,”Dosta Doğru” ile sohbet, mektup ve röportajlardan oluşan “Çobandan Mektuplar” adlı kitapları yayımlandı. Bu kitaplardan bazıları yaklaşık 20 baskı yaptı.
Çeşitli radyo ve televizyon programlarına katılan Karakoç’un şiirleri bugüne dek birçok araştırmada aktarıldı.
 
MİHRİBAN (Aşk)
 
Sarı saçlarına deli gönlümü
Bağlamışlar, çözülmüyor Mihriban,
Ayrılıktan zor belleme ölümü
Görmeyince sezilmiyor Mihriban,
 
 ‘Yar’ deyince, kalem elden düşüyor
Gözlerim görmüyor, aklım şaşıyor
Lambamda titreyen alev üşüyor
Aşk, kâğıda yazılmıyor Mihriban.
 
 
Önce naz, sonra söz ve sonra hile…
Sevilen, seveni düşürür dile
Seneler, asırlar değişse bile
Eski töre bozulmuyor Mihriban.
 
Tabiplerde ilaç yoktur yarama
Aşk deyince ötesini arama
Her nesnenin bir bitimi var ama
Aşka hudut çizilmiyor Mihriban.
 
Boşa bağlanmamış bülbül, gülüne
Kar koysan köz olur aşkın külüne…
Şaştım kara bahtın tahammülüne
Taşa çalsam ezilmiyor Mihriban.
 
Tarife sığmıyor aşkın anlamı
Ancak çeken bilir bu derdi, gamı
Bir kördüğüm baştan sonra
Tamamını çözemedim…
Çözülmüyor Mihriban.
 
 
DUA
Kur’an’ın ismi Azam’ın hürmetine
Bizlere rahmet ver, rahmet ver Allah’ım
Türk Milletine ve İslam Ümmetine
Huzur ver, sükun ver, rahat ver Allah’ım
 
İlk Şehit, ilk emir, son haber hakkına
Gazilerin akıttığı, ter hakkına
Ve Habibin olan Peygamber hakkına,
Tövbe ver, fellah ver, necat ver Allah’ım
 
Beşeriz şaşarız. Sen şaşırtma bizi
Gurur, kibir verip te, şişirme bizi
Nefsimizin peşine, düşürme bizi
İlim ver, İrfan ver, sanat ver Allah’ım
 
Yarab! Rahmetin gazabından büyüktür
Talebim ne şöhret, ne mal, ne de mülktür
Zayıflık, acizlik sırtımızda yüktür
İman ver akıl ver, sıhhat ver Allah’ım
 
Bilsek te, bilsek te gene bilmek için
Hatadan, günahtan dönebilmek için
Küfür ile zulmü gene bilmek için
Nusret ver, derman ver, takat ver Allah’ım.
 
Hem dünya, hem ahirette yakma bizi
Kerem kıl, rahmetinle kucakla bizi,
Kin alış-verişinden Sen sakla bizi
Sevgi ver, saygı ver, şevkat ver Allah’ım
 
Yalnızca Sana inanan Sana bağlı
Senin Resul’ün olan Sultana bağlı
Gönlüyle, bedeniyle Kuran’a bağlı
Komşu ver, gardaş ver, evlat ver Allah’ım
 
Kirden, küfürden aranıp, yunmamıza
Benlik atına binersek, inmemize
Yanlış yola saparsak, dönmemize
Zaman ver, imkân ver, fırsat ver Allah’ım
 
Gadirsin, Ganisin mülkün de yok değil
Ver bize helal ne istersek, çok değil
Beşikten mezara kadar uzak değil,
Azim ver, sabır ver, sebat ver Allah’ım.
Abdurrahim KARAKOÇ(Ankara)
 
YILIN SÖZLERİ (1):
1- Kırgınlıklarımla, kızgınlıklarımla sana söylediklerimin, yazdıklarımın hepsi tamamı yalan.
Sensiz yapamadığımdır, seni sevdiğim, özlediğimdir gerçek, doğru olan (18.12.2008)
2- Artık eskisi gibi; kızmayacağım, kırmayacağım, kırılmayacağım,
Yanlışlarımı tekrarlamayıp, düzeltme çabası ve yorgunluğu içinde olamayacağım,
Tüm delil ve tanıklarımla, vicdanımda kurduğum mahkemede, mutlaka berat edip aklanacağım. (19.12.2008)
3- İsimsiz yazılanlar; olaylar, konu veya konulardan haberleri olanlarca, 50 veya 100 kişi tarafından bilinerek okunur, yorumlanır,
İsimli yazılanlar, gönderilen 350 yayın organının sayfa ve sütunlarında, 8-10 bin hatta daha fazla kişi tarafından, bilinerek, hatırlanarak okunur. (20.12.2008)

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 21

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

İsa KAYACAN

İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ

NAZLI’NIN BUZ PATENİ ŞAMPİYONLUĞU
Her canlı, hareket ediyor, düşünüyor, hedef veya hedefler tespit ediyor. Bu hedeflerin ulaşılması için gayret gösteriyor.
Nazlı Aykut torunum. Gelecek için hayalleri var, hedefleri var. Düşünce bazından eyleme dönüştürmek istiyor. Başlangıç çalışmaları var düşündükleriyle ilgili. Başarılı görünüyor maşallah. Bir masal anlatımıyla dile getirdiklerinden Nazlı’nın:
BUZ PATENİ SEVGİSİ
Nazlı buz pateni sevgisiyle ilgili şöyle bir düşünce oluşturmuş zihninde. Şampiyonluğa kadar gitmek istiyor. Buyurun Nazlı’nın anlatımından dinleyelim:
Sevgili arkadaşlar; Merhaba. Benim adım Nazlı. Ankara, Özel Arı Okullarının 4-A sınıfında okuyorum. Şimdi sizlere buz pateniyle ilgili bir düşünce yumağı sunmak, anlatmak istiyorum:
19 Şubat 1999 tarihinde çok karlı bir kış gününde Nazlı diye küçük bir kız çocuğu, daha henüz doğmamış, annesinin karnında doğmayı bekliyormuş. O gün annenin karnı sancılanmaya başlamış ve acilen hastaneye, doktora gitmişler. Anne ameliyat olmuş ve dünyaya “Nazlı” adında bir bebek gelmiş.
Orada Nazlı’nın, babası, anneannesi, dedesi iki de teyzesi varmış. Nazlı’yı görünce hemen kucaklarına almışlar.
Yıllar geçmiş ve bu kız büyümüş. 3 yaşında buz patenine merak salmış. Annesi O’nu 5 yaşında bir kulübe yazdırmış ve böylece devam etmiş. O gün bu kız, buz pateninde Dünya Şampiyonu olmak istemiş. Bu azmi ve kararlılığı O’nu şampiyonluğa yükseltmiş. İlk önce Türkiye şampiyonasında birinci olmuş ve daha sonraki yıllarda, Dünya Şampiyonluğuna katılmış. Dünya Şampiyonluğunda da birinci olarak, ülkesine madalya kazandırmış.
NAZLI’NIN HEDEFLERİ
Nazlı’nın yukarıdaki anlatımı kendisinin hayali ve hedefini gösteriyor. Çocukların, bütünüyle insanların hayali ve hedefinin, hedeflerinin olması ne güzel ve anlamlı değil mi?
Gelecek düşüncesi, planları ve hedefleri olmayan insanların geleceği olabilir mi?
NAZLI SORUYOR
Nazlı bazı bilgiler derlemiş. “Bunları biliyor musunuz?” diye soruyor. Bunlarla ilgili bilgiler efendim. Buyrun:
1- Elektrikli sandalye bir dişçi tarafından icat edilmiştir.
2- Hindistan’da oyun kağıtları yuvarlaktır.
3- Zürafaların ses telleri yoktur.
4- 18 Şubat 1979 tarihinde Sahra Çölü’ne kar yağmıştır.
5- Kangurular geri geri yürüyemezler,
6- Yunuslar bir gözü açık uyurlar,
7- Bir karınca kendi ağırlığının 50 katını taşıyabilirmiş.
SONUÇ
Torunum Nazlı Aykut’un dünyasında yer alanlar bunlar. O düşünüyor, gelecek için kendi çerçevesinde planlar yapıyor. Araştırıyor, derlemelerinin sonuçlarını arkadaşlarıyla paylaşıyor. Nazlı’nın gelecekte düşünceleriyle birlikte gelişmesi ve planladığı başarıların sahibi olması dileklerim ve tebriklerimle Nazlı’yı ve O’nun gibi düşünen çocuklarımızı kucaklıyorum efendim.
Gönderen PROF. DR. İSA KAYACAN
BAK: http://www.isakayacan.blogspot.com

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 22

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

İsa KAYACAN

İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ

BULGARİSTAN’DAN TUNA BOYU DERGİSİ
www.isakayacan.blogspot.com
Merkezi Bulgaristan’da bulunan “Goren Dunav Vakfı”nın yayınorganı olan “Tuna Boyu” dergisi dikkat çekmeye devam ediyor. Sözkonusu Vakfın, Türk ve Bulgar kültürünü araştırmalarıyla bilindiğini de kaydedelim.
Tunaboyu Dergisi, iki ayda bir yayınlanarak 52 nci sayısına ulaştı. Eylül-Ekim 2008 aylarında ait 51, Kasım-Aralık 2008 aylarına ait 52 sayısı masamızda efendim.
           
DERGİ SAYFALARINDA
Tuna Boyu Dergisinin, “Goren Dunav” Bulgaristan’da Türk ve Bulgar Kültürünü Araştırma Vakfı adına sahibi ve yazı işleri müdürü: İsmail I. Kelov, yayın koordinatörü: Sarper Selhep, yayın danışmanı: Servet I. Osmanova.
Derginin Halkla İlişkiler Müdürü: Zümrüt İsmailova, yayın kurulu var. Yurtiçi ve Türkiye temsilcileri var. Yazışma adresi: Paisiy Hilendarski sk. no: 11, 7163 Karan Vırbovka-Ruse-Bulgaristan.
Tuna Boyu Dergisinin 51 nci sayısında, imzası görülenlerden: İsa Cebeci, Prof. Dr. Hamza Eroğlu, Dr. Sabri Ata, Prof. Dr. Hüseyin Memişoğlu, Latif Karagöz, Bayram Kuşku, Nazlı Raha Gürel, İsa Kayacan, İsmail Çavuş...
52 nci sayıda imzası görülenlerden: M. Fuad Köprülü, M. Arslan Cumalı, Prof. Dr. Stoyan Andreev, İsmail Tunalı, M. Alev Kocamustafa, İsmail Çavuş, N. İbrahim Akbıyık, Hüseyin Özgür, Dr. Orlin Sıbev, Yılmaz Öztuna, Latif Karagöz, Sabri Alagöz.
Tuna Boyu dergisinin sayfalarında geçmişten örnekler, kesitlerin verildiği araştırmalar çoğunlukta. Bunlardan biri:
18 Ekim 1925 tarihinde imzalanan, Türkiye Cumhuriyeti ile Bulgaristan Krallığı arasındaki dostluk antlaşması efendim.
Dr. Sabri Ata’nın, Batı Trakya şiirinde göç başlıklı araştırması, Prof. Dr. Hüseyin Memişoğlu’nun, Bulgaristan’da Türk-İslam Kültürü ve sanatı başlıklı yazısı, araştırması vermek istediğimiz örneklerin başında geliyor efendim.
51 nci sayının 28 nci sayfasında, bendenizden sözediliyor. Başlık: Gazeteci yazar, şair, araştırmacı, editör Prof. Dr. İsa Kayacan için yazılanlar... Bu üç ayrı imza sahibinin görüşlerinin hemen altında bir “Teşekkür” eklemişler, Tuna Boyu Dergisi yayın kurumu imzasıyla. Bu teşekkür şöyle:
Teşekkür: Bulgaristan’da “Goren Dunav” (yukarı Tuna), Türk ve Bulgar Kültürünü Araştırma Vakfı tarafından Türkçe olarak yayınlanan “Tuna Boyu” Dergisinin,  Türk basınında hakkında en çok yazı yayınlanan gazeteci-yazar, şair, araştırmacı Prof. Dr. İsa Kayacan’a, kendisiyle gurur duyduğumuz ve çalışmalarının devamını dilediğimizi “Tuna Boyu” Dergisi yayın kurulu (Tuna Boyu Dergisi, Eylül-Ekim 2008, Sayı: 51, Ruse-Bulgaristan)
Efendim, ben de teşekkürlerimi sunmak istiyorum. Milli davalar, sözle değil, fiiliyat olarak izlenmeli ve değerlendirilmelidir.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 23

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

İsa KAYACAN

İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ

AMATÖRDEN PROFESYONELE
www.isakayacan.blogspot.com
İsmiyle yeni yeni karşılaştığımız şair, şaire adaylarımız. İsimleri bilinen, yazdıkları yayınladıkları alkışlananlar...
Ayrı ayrı değerlendiriliyor, değerlendirilmelidir.
 
BURDUR’DAN KEZİBAN SEZER
Dört-beş ay önce bana bir hemşehrimiz aracılığıyla ulaşan hemşehrimiz Keziban Sezer. Şiir denemeleri var. “Noktalama işaretlerinden sıkıldım. Biraz da okuyucuya bırakmak düşüncesiyle, noktalamayı bırakalım” diye yola çıkan hemşehrimin bu görüşünün doğru olmadığını sözlemek istiyorum öncelikle. Noktalama işaretleri, şiirin-yazının dış sıvası gibidir. Sıvası olmayan bir yerde oturmak, soğuk almamız anlamına gelmez mi?
Keziban Sezer’in kısa kısa şiir denemeleri var. Bazıları özlü söz şekline daha yakın. Bunlardan; “Seni nasıl suçlamam ki/ Pembe rüyalarımda/ Mahsun-mahsun uyurken/ Hayalin acı çığlıklarıyla uyandırdın”.
- Kötülerin bile/ Mutlak iyi bir kapısı vardır/Arayıp görebilirsen/Senden bahtiyarı yoktur/Bütün iyi kapıların/ Şifresini çözebilirsen...
- Mevsimlerden kışı sevdim/ Beyazı sevmedim ama/ Karı sevdim.
- Toprağı sevmedim ama/ Yaşamak geçiciydi/ Ölümü sevdim...
Keziban Sezer hemşehrim, öncelikle çokca şiir kitabı okumalı, mısraların nasıl yan yana getirildiğini, mısraların bütünlüğüyle şiirin nasıl tamamlandığını, şekillendiğini görmelidir.
 
FATMA UÇARLAR’DAN
Fatma Uçarlar, yıllarca Burdur’da görev yaptı. Sonra Isparta’ya naklen-tayinen geçti. Burdur’da çalıştığı yollarda, 06 Haziran 2004 tarihinde bendenizle ilgili bir şiir yazmış, beni Akrostiş olarak anlatmış. Teşekkürlerimi yineleyerek bu şiiri aşağıya alıyorum efendim.
 
Akrostiş -İSA KAYACAN
 
İlim edinme sevdası,
Sarınca her yanını,
Ankara olmuş mekanı.
 
Kaya gibi direnmiş,
Arsızların, riyakârların karşısında,
Yazarak almış gıdasın kana kana,
Anayurdun dışına taşmış adı,
Can olmuş Burdur’a Azerbaycan’a
Adını duyurmuş ilinin, dört bir yana,
Nebisi matbaanın denmiş, O’nun adına.
 
Yazımızın üçüncü bölümündeki isim ve imza, yine Isparta ilimizden efendim:
 
ÖLÜM YAKIN
Isparta ilimiz merkezinde yaşayan Zeki Çelik “Ölüm Yakın” şiirinde, ölümün insana yakınlığı üzerinde duruyor ve beş dörtlükten meydana gelen şiirinin bir dörtlüğünde şöyle sesleniyor:
 
- Makam mertebe dinlemez,
Parayla kimse önlemez,
Müslüman yalan söylemez,
Ölüm her insana yakındır...
 
Sağlıklı ve başarılı bir yaşam diliyorum efendim.
 
GÜNÜN HABERLERİ:
            1. Ankara-Türkocağı binasından kaldırılan “Türkocağı” yazısı tepkiler üzerine bina girişindeki yerini (yeniden) aldı.
            2. Burdurlu iş adamı Mehmet Cadıl, ”krizle başa çıkabilmek için, ticaret erbabı ve şirketler ileriyi görerek ticaretine yön vermelidirler” dedi.
            3. Bakılan değil, okunan gazete “Yenisöke Gazetesi” 4 bin 478. sayısıyla 16. yayın yılına merhaba dedi.
            4. İyinin, güzelin, doğrunun yanında olan, yazarlarının sayısı değişik zamanlarda 52’ye ulaşan “Sorgun Postası Gazetesi” bin 877. ci sayısıyla 29. yayın yılına girdi.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 24

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

İsa KAYACAN

İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ

DR. FARUK FAİK KÖPRÜLÜ’NÜN “CANIM KERKÜK”Ü
www.isakayacan.blogspot.com
İnsanlar doğup büyüdükleri yerle, yerlerle ilgili duygularını dile getirirken sayfa ve sütunlara aktarırken, değişik duygular içine girerler. Doğruluk, netlik içindeki görüntüleriyle dile getirirler, görüşlerini ortaya koyarlar.
Dr. Faruk Faik Köprülü, Kerkük’ten sesleniyor. Burada yaşıyor. Eğitimci, şair ve yazar. “Canım Kerkük” adlı bir şiiri var elimizde.
Dokuz bölümden meydana gelen bu şiirin ilk üç dörtlüğünü, bir başka yazımın sonunda yer vermiştim. Şimdi bu üç bölümün dışında yer alan “Canım Kerkük” şiirinin mısraları arasında gezmek istiyorum efendim:
 
CANIM KERKÜK (devamı)
Dr. Faruk Faik Köprülü, Kerkük’ün şehirlerin ziyneti, dedelerin kalası, olduğundan sözettikten, “Canım Kerkük iman ettim kur’an a” dedikten sonra, devam ediyor. Anılan şiirin iki bölümü:
 
- Canım Kerkük karaaltun bulağı,
Nurun saçır yakın eyler ırağı,
Kervancılar misafirler durağı,
Yeryüzünde cennet varsa tek sensin,
Sen sultansın, sen ağasın sen beksin.
 
Canım Kerkük gürgürbaba nurusun,
Madenlerin yakutusun durusun,
Can evimizin perisisin hurusun,
Sevinç sende, kerem sende, sen sende,
Türk dünyasın toplayan destan sende.
 
Kerkük’ü yıldırımların çakışı, karlı, yağmurların yağışı, kızıl güllerin kış karnında çıkışı, hep Dr. Faruk Köprülü’yü yüreğinden yaralar. Her şey Kerkük içindir. Kerkük sevgisinin dalga dalga dağılışı, Kazakistan, Taşkent ve Türkistan’da, Türk dünyasında yaşanışıdır arzu arzu düğümlenen. Sonra;
 
- Sen ey tutsak güvercinler kabını
Kilitleme güneş kokan kapını,
Sende renk, süs, bilim, sanat, tapını,
Yurtseverlik, efendilik, sendedir,
Dost severlik, beraberlik sendedir.
 
Senin için yeşillenir emeğim,
Gün doğmadan doğar gönül çiçeğim,
Sen ey köyüm, suyum, şehrim, meleğim,
Türklüğüm olmuş başım belası,
Ey Irak’ın ikincisi Kerbelası...
 
Türklüğün insanın başının belası olması, Şemsettin Küzeci’nin dediği gibi “Suçum Türk Olmak”tır sözündeki, gerçeğinde olduğu gibi, Türk olmanın, Türklüğün insanlar için sıkıntılar vermesi ne kadar üzücü, düşündürücü değil mi?
 
 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 25

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

İsa KAYACAN

İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ

OSMAN APAYDIN’I UNUTMAMAK
www.isakayacan.blogspot.com
Bizim Türk milleti olarak vefasızlığımız belli, ortada. İnsanların sağlığında pek kıymetlerini, değerlerini bilmeyiz. Osman Apaydın, Burdur’un Kozluca beldesinde yaşayan, şair ve yazar arkadaşlarımızdan, hemşehrilerimizden biriydi. Kozluca’da pek çok sosyal ve kültürel etkinliklere imza atan Osman Apaydın Ramazan Bayramının birinci günü 23.10.2006 tarihinde sabah 08.00 sularında vefat etti. Aynı gün Kozluca (Belde) mezarlığında toprağa verildi.
Mayıs 2007’de yayınladığım “Aramızdan Ayrılanlar” adlı kitabımın 106 ncı sayfasında fotoğrafı ve biyografisiyle birlikte verilen “Tanrım” adlı şiirinden iki dörtlükle hatırlanan Osman Apaydın için, bu satırların yazarı İsa Kayacan, Melahat Ecevit, H. Hüseyih Yıldız, Şevket Aksöz, Sabahat Gümüş, A.Ali Bilgen ve Durmuş Öcal’ın Osman Apaydın hakkındaki kısa görüşleri yeralıyor.
 
OLMADI OSMAN OLMADI
Fatma Uçarlar, Burdur’da uzun süre görev yaptı. Sonra Isparta’ya naklen aynı görevini yürütmek üzere geçti. Osman Apaydın’ı da yakından tanıyor. Eylül 2008’de yayınlanan “İçimde Söz Dinlemez Deli Var” adlı şiir kitabının 96 ve 97 nci sayfalarında “Olmadı Osman Olmadı” adlı, başlıklı bir şiiri var Fatma Uçarlar’ın. Şöyle söze başlıyor Fatma Hanım:
 
Aklıma gelmezdi veda edeceğin,
Böyle tutunmuşken hayata,
Böyle severken dostlarını,
Ve böyle severken dostların seni,
Aklıma gelmezdi veda edeceğin,
Böyle apansız,
Hoşça kal! diyeceğin...
 
Arkasından Fatma Uçarlar’ın soruları geliyor: “Hani bayramlar, bayrama yakışır kutlanmalıydı?/ Hani bayramlarda ayrılık olmamalıydı?/ Olmadı Osman, olmadı/ Bu gidişin hiç ama hiç olmadı”...
Devam ediliyor Fatma Uçarlar anlatımıyla, Osman Apaydın’a seslenişler: “Bu bir şaka olmalı dedim kendimce/Hem kötü bir şaka/Aramanı bekledim/ Korkma şakaydı, daha vadem dolmadı, demeni/ Keşke şaka olsaydı/Hatta eşek şakası olsaydı/ Razıydım ama olmadı”...
 
- “Sen başının üstünde taşıdın gönül dostlarını/Biz, ellerimiz üstünde taşıyamadık seni/ Affet bizleri/ Affet Osman/ Ama o an/ Duyacağını hissettim tüm yüreğim de/ Ve senin için okudum o çok sevdiğin/ Umurumda değil şiirimi”... Devam ediyor Fatma Uçarlar:
 
 
- Mutat toplantılarımızda,
Seni arayacak gözlerimiz.
Kim senin kadar güzel okuyacak,
“Sol yanım acıyor anne”yi?
Bu gidişin,
Annenin de sol yanını acıttı Osman!,
Olmadı Osman olmadı!
Bu gidişin hiç ama hiç olmadı!

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

  26

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

İsa KAYACAN

İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ

SORUMLULUK
www.isakayacan.blogspot.com
Hepimizin, her konuda sorumluluğumuz vardır. 09 Mayıs 2005 tarihinde kaybettiğimiz, şiirimizin beş yıldızlı çınarı Ahmet Tufan Şentürk ağabeyimin “sorumluluk” adlı şiiri, birlikte hazırlayıp, yayınladığımız “Armağan–4” adlı kitabın 124 ncü sayfasında yer aldı. Bu şiir, bizzat bana yazdırdığı “Değerli dostum Ali Topçu’ya” ithafıyla sayfalarda, sütunlarda yer aldı.
Şiir üç bölümden oluşuyor. “Bu yirminci yüzyıl, bu uzay çağı/Avuç içi kadar küçüldü evren/Ay uzakta değil, komşu kapısı/Gelişen bilim ve teknik/Söylesin elektronik beyinler/Açları doyurmak, hastaları yaşatmak için/İnsan sorununa bir çözüm var mı?/ Ölüm araçlarını icat edenler” bölümüyle, sözleriyle başlıyor.
Sonra Ahmet Tufan Şentürk hoca, insanların vatan için, özgürlük için, ekmek için yaşadığı gerçeğinden hareket ediyor, “her doğan sevmek ister,. Yaşamak ister” noktasının karşısında, öldürmek çabası içinde olanların ne yapmak istediklerini soruyor bir yargıç edasıyla. Ve bu şiirin bitiminde;
 
Irkın, dinin, milliyetin,
Ne olursa olsun, önemli değil,
İnsan isen dünyanın bir parçasında,
Seven bir yüreğin varsa, sızlayan,
Gözlerin görüyorsa, duyuyorsa kulakların,
Dövüşenleri, ölenleri, öldürenleri,
Korkuyorsanız eğer gördüğünüz düşten,
Ölüm araçlarını icad edenler,
 
Burada Ahmet Tufan Şentürk hocanın “Sorumluluk” adlı şiirinin noktasını koyuyoruz. Bir başka şairimiz Murat Duman’ın Ahmet Tufan Şentürk’le ilgili duygularına dönüyoruz efendim.
 
MURAT DUMAN’DAN
Murat Duman Ankara’da yaşayan şairlerimizden…
09 Mayıs 2005 tarihinde kaleme aldığı, “Hakka Yürüdü” başlıklı, Ahmet Tufan Şentürk Baba’ya ithaflı bir şiiri var beş ayrı dörtlükten meydana gelen. Şöyle başlıyor söze Murat Duman:
 
Serilmiş yatağa bir ulu çınar,
Her gün biraz daha soluyor hocam,
Dokunmayın, dostlar yüreğim yanar,
Dostların kalbini deliyor hocam..
 
Sonra Murat Duman, yatakdaki hocanın dermanı kalmadığını, canıyla yaşama savaşı vermesine rağmen başarılı olmakta zorlandığını, dile getirdikten sonra; “Altın harfle yazdım, silinmez yeri/ Bağlandım ezelden, dönemem geri/Nerde babam, diye gönül erleri/Yalancı yüzlere gülüyor hocam” dörtlüğünden sonra, “Alevler içinde dindir özünü/İncitmesin toprak, geliyor hocam” diye noktasını koyuyor ama üzüntülerinin ardı arkası gelmiyor, sürüp gidiyor, sürüp geliyor. Murat Duman’ın ayrıca, Ahmet Tufan Şentürk’ün ölümünün 40 ncı günü olan 18.06.2005 tarihinde  yazdığı Ahmet Tufan Şentürk’e ithaf edilen bir başka şiiri var.
 
FATMA UÇARLAR’DAN
Isparta ilimiz merkezinde yaşayan Fatma Uçarlar’ın 11.09.2004 tarihinde Denizli’de yazdığı “Kerim Aydın Erdem’e adlı altı dörtlükten meydana gelen bir şiiri var elimizde. Bu şiirde Fatma Uçarlar, kaybedilen bir dosttan yılların gerisinden gözlerimiz önüne gelen duygulardan söz ediyor, buradan yola çıkıyor, mezarına yapılan ziyaretten bahsediyor ve bir dörtlüğünde duygularını şöyle dile getiriyor efendim:
 
Bir yıl kadar önceydi, tanışmıştım O’nunla,
Kitabını vermişti, aldım büyük gururla,
Ne de zarif bir insan, ne de hassas duygular,
Okuyanın, insanın büsbütün içi sızlar.
 
 
Azerbaycan’dan Gülaye Rizayeva
Prof. Dr. İSA KAYACAN
www.isakayacan.blogspot.com
Zaman zaman, şairlerimizden, yazarlarımızdan sözettiğim oluyor. Bu seri de onlardan biridir. Ankara’da, 29 Kasım 2008 tarihinde gerçekleştirilen “Altındağ’da Şiir Akşamları” programında yeralanlardan:
 
GÜLAYE RİZAYEVA
İsmail kızı Gülaye Rızayeva, 29.07.1964 tarihinde Azerbaycan’ın Gedebey kasabasının Düzresullu köyünde dünyaya geldi. İlköğrenimine 1971 yılında yine bu şehirde başladı. İlk ve orta öğrenimini 1981’de tamamladı, Rizayeva, 1982 yılında evlendi ve bugün üç çocuk sahibidir. Bakü’ye 1983 yılında gelen Rizayeva, 1987–1991 yılları arasında Maliye ve Ekonomi Yüksek Okulu’nda okumuştur.
Şaire ve edebiyata küçük yaşlardan itibaren ilgi duyan Rizayeva, orta öğrenimi yıllarında yazdığı şiirleri Azerbaycan’da çıkan bazı dergi ve gazetelerde yayımlandı. O yıllardan bu yana Rizayeva, edebiyata olan ilgisini sürdürmeye devam ediyor.
Azerbaycan Radyo Televizyonu’nda şairin şiirleri 1992’den itibaren yayımlanmaya başlar. Şairin şiirlerinin dinleyici ve seyirci ile televizyonda ilk buluşması Aşık Peri Meclisi adlı program ile başlar. Bu programda sanatçının şiir yaratıcılığında yer alan eserleri, Azerbaycan Televizyonu Devlet Kanalı’nda uzun yıllar dinleyici ve seyirci ile buluşturulmuştur. Özellikle Gülaye Rızayeva’nın sanatkarlığı yönünde çeşitli yerlerde birçok etkinlik düzenlenmiştir. Bu etkinliklerden sonuncusu Atatürk Kültür Merkezi’nde düzenlenmiş ve bu programda Gülaye Rizayeva’nın sanatçı kişiliği üzerinde durulmuştur.
Çeşitli kitle iletişim araçlarında şiirleri okunan Rizayeva, Azerbaycan Devlet Televizyonunda “Sazın-Sözün Şehrinde” adlı programın yürütücüsüdür. Ayrıca Rızayeva, Orta Asya Cumhuriyetlerinde ve Türkiye’de çeşitli programlara davetli olarak katılmıştır, Şair, şiir yaratıcılığında gösterdiği başarı nedeniyle birçok ödüle layık görülmüştür. Bunlardan bir tanesi Bursa’da düzenlenen Türk Dünyası aşıklarının ve şairlerinin yarışması sırasında kendisine verilen birincilik ödülüdür. Güleye Rizayeva edebi hayatı boyunca Ay Menim Gözleri Kör Mehebbetim. Bir Şair Yaşayır Gamın İçinde, Gelmişem ki Diyem Gemliyecem, Zaman Ağlattı Meni adlı dört kitabı yayınlanmıştır ve şiirleri çeşitli antolojilerde yer almıştır. Ayrıca İlgarımda İlgarsıza Uduzdum, Gizletmişem Güle Güle Derdimi, Meni Sensizliğe Sen Öğretmişen, Ömrümün Laylaları adlı şiir albümleri çıkmıştır. Bu  albümlerde şairin şiirleri Azerbaycan’ın tanınmış sanatçıları tarafından seslendirilmiştir.
Gülaye Rızayeva’nın manzum aşk ve duygu temalı hikâyeleri ile ilgili birçok sinema ve televizyon klibi hazırlanmış ve hazırlanmaktadır.
Gülaye Rızayeva, Aşık Peri Meclisi’nin, Aşıklar Birliği’nin ve Azerbaycan Yazarlar Birliği’nin üyesidir. Gülaye Hanım bu gün de edebi faaliyetlerini sürdürmektedir.
 
SALAMELEKÜM
 
Salamla başlanıb ezeli ülfet
Salamla balanıb xilgete hörmet
Salamla başlanıb mehr-mehebbet;
Secde eyleyirse salama her kim
Salameleküm
            İnsanı insana yovuşdurubdur
            Xatadan, beladan sovuşdurubdur,
            Seveni sevene govuşturubdur
            Adalet eşgine verilen höküm
            Salameleküm
Derin deryalarım, gur axan çayım
Gündüzler güneşim, geceler ayım
Salamdır chana sovgatım payım
İncidir, gövherdir hem de lel yüküm
Salameleküm
            Ne ucuz tut onu ne yarıda gir
            Salamdan bahalı bexşiş var mıdır?
            Salam yeradana etiramımdır
            Ezeli-ebedi güdretli hakim
            Salameleküm
Çaılan seherler düşen axşamlar
Ümidler goynunda alışan Şamlar
Migeddes ayalar, şahi imamlar
Cismime can veren möcüzü hakim
Salameleküm
            Gülayayam, özüm gördüm bihalam
            Adını çeken tek geyb oldu belam
            Sacdağahım Kaba evim, Kerbalam
            Her an seninledir eşgim meslekim
            Selamelekum
 
Gülaye ŞINIXLI

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 27

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

İsa KAYACAN

İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ

RAMİZ MEHDİYEV’DEN DEMOKRASİYE GİDEN YOL
www.isakayacan.blogspot.com
            Bana ulaşan yayınlar, değişik kanallarla masam üzerinde, gündemin içinde yer almaya devam ediyorlar.
            Hayrettin İvgin dostumun bana ulaştırdığı kitap ve yayınlardan biri, Ramiz Mehdiyev imzasıyla 674 sayfayla gün yüzü görmüş, İstanbul’da basılmış “Geçmişin Işığında Demokrasiye Giden Yol” adının taşıyıcısı efendim.
            Prof. Dr. Ramiz Mehdiyev, 17 Nisan 1938 tarihinde Bakü’de doğmuş. 1993 yılında felsefe dalında “ilimler doktoru” unvanıyla çalışmalarını sürdürmüş. Bakü’de Devlet Müsteşarı olarak çalışmalarına devam eden Ramiz Mehdiyev, Azerbaycan Devleti ve toplumunun gelişim problemleri hakkında 100’ün üzerinde bilimsel makale ve çok sayıda eserin müellifidir.
 
            SAYFALARA
            Geçmişin ışığıyla Demokrosiye giden yol, adlı kitabın sayfalarına doğru bir adım atalım. Gördüklerimizden:
            Kitabın Türkiye Türkçesi’ne çevrilişinde görev alanlar, ayrıca ihtisas editörleri var. Kitap için; “Felsefe profesörü Ramiz Mehdiyev bu kitabında demokrasi ve insanlığın sürekli olarak kendi egemenliğini oluşturma çabasını incelemiştir” deniyor.
            Bu arada, anılan yayında, dünya düzeni, katı merkeziyetçilik, olumsuz sonuçları aynı zamanda Azerbaycan’ın Yeni Dünya düzenindeki rolü ve yerinin incelendiğini görmekteyiz.
            Konu detaylandırılması yapılırken de kitap içindekiler şöyle sıralanıyor:
-İnsanlığın tarihi gelişiminde demokrasinin yeri ve rolü,
-Medeni dünyanın “halk egemenliğine” doğru sürekli ilerleme çabalarının ortaya konulması,
-Milli demokratik geçişin bilimsel şekilde araştırılması,
-Azerbaycan’ın sosyo-politik geleceğine kısa bir bakış…
 İçindekiler sayfasındaki ara başlıklardan da birkaç örnek verilim dilerseniz:
-Istıraplı yollardan yıldızlara, E. Pluribus Unum-Birliği formülü, Devrimden evrime: Siyasi realiteye dönüş. Azerbaycan 2005, Demokratik konsolidasyon dediğimiz demokrasinin toplumsal ilişkilerde yerleşik hale gelmesi, Ulusal gelişimin felsefesi, milli model.
Prof. Dr. Ramiz Mehdiyev, önsözünün bir yerinde: “Bizler benzersiz özgürlüklere sahip bir dönemde yaşıyoruz. Demokratikleşme ile birlikte bu konular arasında ben, başında enerjik ve iradeli bir liderin önderliğinde kurulan güçlü bir Azerbaycan Devleti konusu ile karşılıyorum. Böyle bir devletin kurulması dünyanın karşısında duran en önemli konulardan birisidir” diyor.
            Sayfa 638’den: “Sağlam bir demokrasinin gelişmesinin temeli, cemiyetin kazandıkları ve kaybettikleri, başarıları ve mağlubiyetleri hakkında bilgilendirecek bağımsız kitle iletişim araçlarının oluşturulmasıdır. Bunun neticesinde her bir bilgi birey seçimlerde düşüncesinin doğruluğunu ölçebilir”.
            Sayfa 639’dan: Azerbaycan devamlı olarak gelişmiş sivil toplumu ve sağlam demokrasisi olan bir devlete doğru ilerlemektedir. Böyle bir devlette tam olarak her bir vatandaşın hakları, siyasi özgürlükleri yaşanacaktır.
            Türkiye’de “da yayıncılık” tarafından gün yüzüne çıkarılan, yayınlanan bu kitap okunmalıdır.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

  28

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

İsa KAYACAN

İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ

İSTİKLAL MARŞIMIZIN YAZILDIĞI EV VE ÇEVRESİ GÜZELLEŞTİRİLDİ
www.isakayacan.blogspot.com
Hani bir fotoğraf çekersiniz…
Yıllar önceye dayanır, eskilere aittir. Bakar bakar değerlendirirsiniz.
İllerimiz, ilçelerimiz, beldelerimiz, köylerimiz, mahallelerimiz de öyledir. Birkaç yıl uğramadığınız yerlerin tanınmayacak ölçüde güzelleştiği veya terk edildiği görüntüleriyle karşılaştığınızda, sevinir veya üzülürsünüz.
Ankara, Hamamönünde 1965–1980 yılları arasında Göztepe Sokakta oturduk. Ece Sanat Dergisinin yayın yıllarındaki adresimiz Göztepe Sk. 5/A idi. Ankara’nın eski semtlerinden, binalarının yer yer yok olmak üzere oluşuyla karşılaşılan bir semtti Hamamönü.
Ama şimdi bakıyorum, Hamamönü’nün Samanpazarının, Koyunpazarının, Çıkrıkcıların çehresi-çehreleri değişmiş. Restore edilen binalar, sokakların düzenlenişi ferahlık getiriyor.
Hele İstiklal Marşımızın şairi Mehmet Akif Ersoy’un yaşadığı evin restore edilip, etrafının park haline getirilmesi “Mehmet Akif Ersoy Kültür Parkı”nın açılışı, yemyeşil bir alan haline getirilişi beni duygulandırıyor..
Altındağ Belediyesinin hizmetleri gözle görülen, elle tutulan bir görünüm arzediyor.
Mehmet Akif Ersoy Kültür Parkının, genç kuşaklara tarih bilinci aşılaması, doğru konulan teşhislerden biri.
Son yıllarda, yatırımlarını hızla artıran Altındağ  Belediyesi parkları ve prestij yapılarıyla Altındağ’a hak ettiği değeri kazandırıyor.
Altındağ Belediyesi yetkilileri, projenin uygulama amacını şöyle açıklıyorlar:
Mehmet Akif Ersoy’un şahsı ve anısına saygının yanı sıra, genç kuşaklara, tarih bilincinin aşılanması. Merhum şair Mehmet Akif Ersoy’un İstiklal Marşını yazdığı ev olan Taceddin Dergâhı’nın müze olarak bulunduğu park, tarihi anlatan yapılarıyla tam bir kültür ve tarih merkezine dönüşecek.
Mehmet Akif Ersoy Kültür Parkına ayrı bir önem veren Altındağ Belediye Başkanı Veysel Tiryaki; “İstiklal Marşının yazarının, bu eseri yazdığı evin bulunduğu bölgenin mezbelelik görüntüsü, göreve geldiğim ilk günden beri içimi acıtıyordu. Bu nedenle arazinin sahibi olan Hacettepe Üniversitesi ve Kültür ve Turizm Bakanlığı ile pek çok defa görüşerek projenin startını verdik. Uygulaması Altındağ Belediyesi tarafından yapılan parkın, Mehmet Akif Ersoy anısına yakışır olmasını umuyorum” cümleleriyle yaptığı değerlendirmenin doğru ve anlaşılır olduğunu ortaya koyuyor.
Ortaya konulan hizmetler, gözle görülmeye, hissedilmeye ve eskisiyle yeninin mukayesesinin yapılmaya başlanmasıyla, daha bir netlik kazanıyor, hizmet sahiplerinin de alkışlanması gerekiyor. Altındağ Belediyesi’nin bu olumlu hizmetlerini kutluyor, diğer Belediyelere örnek olmasını diliyorum efendim.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 29

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

İsa KAYACAN

İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ

BELEDİYE BAŞKANLARIMIZDAN
www.isakayacan.blogspot.com
Ülkemiz genelinde faaliyet gösteren Belediyelerimiz, bu belediyelerimizin hizmetlerinin genel değerlendirilişleriyle ilgili tablolar bölgeden bölgeye, ilden il’e, ilçeden ilçeye, beldeden beldeye değişiklik gösterebilir.
Gördüklerimiz duyduklarımız vardır bu belediye başkanlarının içinde. Tarsus Belediye Başkanı Burhanettin Kocamaz, Fethiye Belediye Başkanı Behçet Saatcı, kültürel faaliyetleriyle bilinen, alkışlananlardan sadece ikisidir. Tarsus’ta, Karacaoğlan Şelale Şiir Akşamları uluslar arası seviyede her yıl gerçekleştirilirken, Fethiye Belediye Başkanı Behçet Saatcı’nın, Ünal Şöhret Dirlik, Recai Şahin, Birdal Can Tüfekçi, Cahit Begenç gibi pek çok şair ve yazarın kitaplarının yayınlanışında katkıda bulunduğunu biliyorum.
Burdur Belediye Başkanı Sebahattin Akaya, bendenizin, Burdurla ilgili bir kitabımın yayınlanmasını sağladı. Burdur-Bucak Belediye Başkanı Arsal Sarı’da kültüre önem veriyor. Burdur Ticaret Borsası Başkanı Baki Varol, Fatma Üçarlar’ın bir kitabının yayınlanmasına destek verdi. Eğirdir Belediye Başkanı Ömer Şengöl yine Fatma Uçarlar’ın bir kitabının yayınının gerçekleşmesine katkıda bulundu. Adana ilimize bağlı Ceyhan Belediye Başkanımızın da kültüre önem verdiğini duyuyoruz. Gümüşhane Belediye Başkanımızda kültürel destekleriyle bilinenler arasında sayılıyor. Ankara-Altındağ Belediye Başkanı Veysel Tiryaki’de bunlardan biri.
 
TARSUS BELEDİYE BAŞKANI
Tarsus Belediye Başkanı Burhanettin Kocamaz aynı zamanda şair. Şiirleri var yayınlanmış, kitapları var günyüzü gören. 2008 Kurban Bayramı vesilesiyle gönderdiği kutlamasının iç yüzünde “Bayramlar essahlı bayram olmalı” başlıklı bir şiiri var Burhanettin Kocamaz’ın Buyurun birlikte okuyalım:
            BAYRAMLAR ESSAHLI BAYRAM OLMALI
(Burhanetti Kocamaz)
 
Gönül bu öyle bir bayram istiyor,
Şu dünyada ezilen yok, ezen yok,
Tüm kainat mutlu olsun istiyor,
Eziyet ve çile çeken canlı yok.
 
Zenginler fakire otağ kurmalı,
Aç olan doymalı, çıplak giymeli,
Yardımlaşma hep dorukta olmalı,
Bayramsa gerçekten bayram olmalı.
 
Huzursuzken bayram, bayram olmuyor,
Çileliyken millet huzur bilmiyor,
Ağlayana gülen derman bulmuyor,
Bayramlar gerçekten bayram olmalı.
 
Çocuklar bayramı bayram bilmeli,
Bayramlık giymeli yüzü gülmeli,
Lunaparklar onlar ile dolmalı,
Bayramlar gerçek bir bayram olmalı.
 
Bayramlar coşku ve şenlik olmalı,
Açlıklar yok, işsizlik yok olmalı,
Vatanında milli birlik olmalı,
Onurlar korunmalı, dirlik olmalı.
 
Şehitler sırasıyla gelmesin artık,
Analar gözyaşın dökmesin artık,
Yöneten gaflete düşmesin artık,
Bu bayram essahlı bayram olmalı.

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 30

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

İsa KAYACAN

İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ

YENİGÜN VE SES-15’E YENİDEN MERHABA
www.isakayacan.blogspot.com
Zaman içinde oluşanlar, sonuçları itibariyle karşımıza çıkanlar. Süreklilik içinden ayrılıp “mola” verişler. Ayrılışların ardından yine aynı yayın organının sütunlarında görülmeye başlayan imzalar.
Burdur ilimiz merkezinde günlük yayınlanan “Yenigün” Gazetesi… Burdur ilimize bağlı Bucak ilçemizde günlük yayınlanan “Ses 15” gazetesi. Bu gazetelerin sütunlarında yazılanlarımızın sizlerle yeniden merhabalaşmaya başlayışları.
 
YENİGÜN GAZETESİ
Burdur ilimiz merkezinde günlük yayınlanıyor. Kuruluş tarihi: 01.09.1954. Kurucuları: Osman Şan, Muharrem Tuncel, Sahibi: Muharrem Tuncel. Yazı İşleri Müdürü ve Genel Yayın Yönetmeni: Kürşat Tuncel. Sayfa Editörü: Şadiye Ünal. Muhabirler: E. Selcan Tuncel, Harun Sivrikaya, Ali Kapan.
Sekiz sayfalık Yenigün Gazetesinin 14 Kasım 2008 tarih ve 16 bin 570 sayılı nüshasının ilk sayfasında, “Prof. Dr. İsa Kayacan tekrar aramızda… Uzun yıllar gazetemizde köşe yazarlığı yapan. Hemşehrimiz, Anadolu Basınının hamisi, yazar-şair Prof.Dr. İsa Kayacan ara verdiği yazılarına tekrar başladı. Üstad Kayacan’a aramıza tekrar katıldığı için teşekkür eder, başarılar dileriz”. şeklinde bir anons.
Yenigün’ün köşe yazarlarından gazeteci hemşehrim Mesut Madan, 19 Kasım 2008 tarihli Yenigün’deki makalesinde “hoş geldin usta” başlığıyla, bana iltifatlarda bulunarak,”kısa bir aradan sonra yazılarıyla aramızda. Hoş geldin büyük usta İsa Kayacan” cümleleriyle beni şımarttı. Teşekkürler sevgili Madan.. Sende mütevaziliğini hiç bozmadın biliyor musun?.
Yenigün’ün masamda bulunan sayılarından bazı başlıklar aktarmak istiyorum:
-Kilise “Fosil Müze”ye dönüşecek (16577), Piribaşlar Evi’nin restorasyon ihalesi yapıldı (16576) Akif’e yakışan etkinlik (16575), Baki Varol, Demokrat Parti Merkez Karar Kurulu’na seçildi (16575), Burdur’da Akif rüzgarı (16574), MAKÜ, ek ödenekte de birinci sırada yeralıyor (16574), Başkan Akaya, AK Parti’den Aday adaylığı için dün müracaat etti (16573).
Not: S. Selcan Tuncel, Şadiye Ünal, Harun Sivrikaya, Ali Kaplan’ın biyografileriyle birer fotoğrafını (Burdur’un Saz ve Söz Ustaları–2) adlı kitabım için bekliyorum (İK).
 
SES–15 GAZETESİ
Burdur iline bağlı, Bucak ilçesinde pazartesi hariç günlük yayınlanan 8 sayfalık gazete. Kuruluş tarihi: 23 Kasım 1999. Sahibi: Bucak Radyo TV A.Ş, Mesul Müdürü: Melike Korkmaz Elibol, Sayfa editörü: Fatma Aktaş, Burdur Temsilcisi: Nuri Yıldırım, Muhabirleri: Duray Çitekçi, Hüseyin Dilek, Ramazan Arısoy.
Hayırsever işadamı Mehmet Cadıl’ın medya kuruluşlarından biri olan Ses–15 Gazetesinin değişik sayıları masamda. Bu sayılardan aldığım haber başlıklarından bazıları efendim:
-Cadıl’dan öğrencilere moral (1362), Sorun teknoloji değil, çırak olmayışı (1363), Bucak’ta konut fiyatları düştü (1364), kışlık ayakkabı alırken dikkat (1365), Sanatçı Sümer Ezgü bir röportajında, “Öldüğümde mezarımı doğduğum yer olan Bucak’ta olmasını istiyorum” dedi. Anadolu Lisesi birinci oldu (1366), Polonya ile işbirliği ve dostluklar pekiştirildi (1367), Vefat etmiş öğretmenler unutulmadı (1368).
Not: Hüseyin Dilek, Melike Korkmaz Elibol, Fatma Aktaş, Duray Çitekçi, Ramazan Arısoy’un biyografi ve fotoğraflarını (Burdur’un Saz ve Söz Ustaları-2) adlı kitabım için bekliyorum (İK).

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 31

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

İsa KAYACAN

İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ

BURDUR’DA 1. ULUSLARARASI MEHMET AKİF SEMPOZYUMU
www.isakayacan.blogspot.com
Burdur ilimizde bir üniversitenin kurulması ve adının “Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi” olması için, yıllarca, aylarca mücadele verildi. Hepimiz, herkes üzerine düşen görevin fazlasını yerine getirdi-getirdik. Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi 2006 yılında kuruldu ve faaliyete geçti. Oluşumu sağlandı.
2006 yılında yeni kurulan 15 üniversite içerisinde yeralan MKÜ, 2008 yılında 5 bin 478 öğrenci aldı. Üniversite mevcudu 13 bin 713’e ulaştı. Bu mevcudun 4 yıl sonra yaklaşık 22 bine ulaşacağı kesinliği var.
MAKÜ Rektörü Prof. Gökay Yıldız, “Hedefimiz 15 üniversite arasında ilk 3 sırada yeralmak” diyor.
            MEHMET AKİF ERSOY SEMPOZYUMU
            Burdur Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Rektörlüğü, üniversitenin adını aldığı Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy için “I. Uluslararası Mehmet Akif Ersoy Sempozyumu”nu 19, 20, 21 Kasım 2008 tarihlerinde üniversitenin sergi ve konferans salonunda gerçekleştirdi.
Sempozyuma konuşmacı olarak katılan; Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri, edebiyatçı Prof. Dr. Mustafa İsen, kültür dünyasının bilinen isimlerinden, Prof. Dr. Talat Halman, Gazeteci-Yazar Doğan Hızlan ve Prof. Dr. İrfan Morina, Mehmet Akif’i anlattılar.
Açılış gününde Yrd. Doç. Dr. Hatice Keten ve Yrd. Doç. Dr. Melek Şahan’ın çalışmalarından oluşan serginin açılışı yapıldı. Mehmet Akif’in bütün yönlerinin ele alındığı, poster bildirileri ve panel oturumlarıyla Sempozyum amacına ulaştı.
I. Uluslararası Mehmet Akif Ersoy Sempozyumu’nun açılışına Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’da katıldı. Üç günde 3 ayrı salonda 103 sözlü bildiri 4 poster bildirinin sunulduğu, tartışıldığı sempozyumun açılış konuşması MAKÜ Rektörü Prof. Gökay Yıldız tarafından yapıldı. Konuşmalardan:
1- Bağımsızlığın simgesi olan İstiklal Marşı’nın şairi, Cumhuriyet dönemi fikir ve sanat öğrencilerinden Mehmet Akif Ersoy’un adını almakla büyük bir onur ve ayrıcalık taşıyan üniversitenin vatan şairinin adını yaşattığı için büyük bir mutluluk duyuyoruz. (Prof. Gökay Yıldız, Rektör)
2- Milli şair Mehmet Akif Ersoy çok yönlü bir insandır. O’nun asıl yaşamının örnek alınması gerekir. Dürüslüğüyle, ahlakıyla, erdemli duruşuyla Mehmet Akif Ersoy örnek şahsiyettir. (Ertuğrul Günay, Kültür ve Turizm Bakanı)
3- Bu sempozyum çok önemli bir organizasyon. Milli şairin, adının aldığı üniversitede ele alınması gurur verici, çok büyük bir mutluluk. (İbrahim Özçimen, Vali)
Burdur Milletvekilliği de yapan Mehmet Akif Ersoy için düzenlenen sempozyumun sonunda üç ayrı oturum salonunda gerçekleştirilen anketlerin değerlendirilmesinde ortaya çıkan sonuçlar, Rektör Yardımcısı Prof. Dr. M.Zeki Yıldırım tarafından açıklandı. Buna göre:
- Üniversitede Mehmet Akif Ersoy Araştırma Merkezi kurulmalıdır. (Üniversitede bu araştırma merkezi kurulmuştur.)
- Sempozyuma sunulan bildirilerin kitaplaştırılmasında geç kalınmamalıdır.
- Bu sempozyumların belirli aralıklarla yapılması sağlanmalıdır.
- Bildirilerde bilimsel disiplin içerisinde bilimsel söylemle bildiriler sunulmalıdır. Bu üniversitede okuyan her öğrencinin, Mehmet Akif’in kim olduğunu mutlaka bilmesi gerektiği için, bu konuda bilgilendirme sağlanmalıdır.
 
GÜNÜN SÖZÜ: Mehmet Akif hiçbir şey yapmasa bile, İstiklal Marşını yazmasıyla büyüktür. ( Ertuğrul Günay, Kültür ve Turizm Bakanı, Burdur. 19.11.2008)

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

  32

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

İsa KAYACAN

İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ

AZERBAYCAN'IN MİLLİ ŞAİRİ AHMET CEVAT
Türk dünyasının büyük şairlerinden, Azerbaycan'ın milli şairi Ahmet Cavat Ahundzade hakkında bilgilerimizin fazla olduğunu söyleyemiyoruz. Ahmet Cavat Ahundzade 1918 -1920 yıllarında kurulan Azerbaycan Halk Cumhuriyetinin kurucularındandır.
Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği Kümbet Dergisinin Nisan-Eylül 2008 aylarına ait 12 nci sayısında yer alan Rahman Salmanlı'nın “Azerbaycan'ın İstiklal Şairi Ahmet Cevat” başlıklı araştırmasından yararlanmak istiyorum. Zaten sayın Salmanlı'da 4 ayrı kaynaktan yararlanarak yazısını, araştırmasını hazırlamış efendim:
Ahmet Cevat ilk Azerbaycan Parlamentosunun üyesi ve sekreteridir. Şair, Azerbaycan'ın dünyaca ünlü bestecisi Üzeyir Hacıbeyov'la yakın dostluk kurmuştur. Azerbaycan'ın devlet marşının sözleri A. Cevat'ın, musikisi Üzeyir Hacıbeyov'undur.
Azerbaycan'ın üç renkli bayrağı da onun faaliyetlerinin sonucu ortaya çıkmıştır, çıkarılmıştır.
Ahmet Cevat, şiir-sanat âlemine atıldığı ilk günden itibaren Türk dünyasının en ünlü şairleri arasına girmeyi başarmıştır. O'nun “Çırpınırdın Karadeniz” şiirine Ü. Hacıbeyov musikisiyle bestelemiş ve bu şarkı 75 yıldan beri, Azerbaycan ve Türkiye'nin radyo ve televizyonlarında sürekli seslendirilmektedir.
Atatürk, “Çırpınırdın Karadeniz” şarkısını ilk defa dinlerken, çok duygulanmış, gözleri yaşarmıştır.
Ahmet Cevat 1918 yılında iftihar ve onur duygularıyla Gence'den seslenir:
“Bayrağına hain bakan,
Hain göze ben dikenim.
Vurulursam gölgesinde,
Helal olsun ona kanım.”
07 Aralık 1918 tarihinde Azerbaycan Halk Cumhuriyeti Parlamentosunun açılışı sırasında, binanın çatısına çıkanların kalpleri vatan aşkıyla çarpıyordu. Gördüklerini mısralara döken A. Cevat yüzünü bayrağa tutarak şöyle diyordu:
“Türkistan yelleri öpüp alnını,
Söylüyor derdini sana, bayrağım,
Üç rengin resmini Kuzgun Denizden,
Armağan yollasın yara, bayrağım.”
Ahmet Cevat'ın bayrağa sarılışıyla, bayrak sıradan bir kumaş olmaktan çıkıyor. Yüceliyor, kutsallaşıyor, canlı bir varlık gibi insanlarla ve şairin kendisiyle konuşuyor:
“Gül renginde bir bayrağın,
Ortasında bir hilal,
Ey, al bayrak, senin rengin,
Söyle neyçin böyle al?.”
Ahmet Cevat, ömrünün sonuna kadar Azerbaycan'ın özgürlük mücadelesinin içinde, başında yer alır. Azerbaycan, 28 Nisan 1920 tarihinde Sovyetler tarafından işgal edildiğinde, milli bayrağa hitaben şöyle seslenir:
“Çok ayrı düştüm,
Üç renkli bayraktan,
Ay dostlar, ben yoruldum,
Bu gizli ağlamaktan..”
Savaştaki acılar şairin kalbini incitir:
“Karları boşamış mazlumların kanı
Ölenler çok fakat mezarı hanı?
Ayaklar altında şövketi-şanı
Kalanları görüp feryada geldim”.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 33

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

İsa KAYACAN

İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ

REŞAT NURİ GÜNTEKİN’İN EŞİNE İMZALADIĞI “MİSKİNLER
TEKKESİ” MİRASCISINA VERİLECEK
Aralık 2008 Perşembe
Yılların hızla ilerleyişi... Edebiyatımızın ustalarından Reşat Nuri Güntekin’in meşhur “ Miskinler Tekkesi” adlı İnkılâp Kitabevi yayınları arasında 1946 yılında günyüzü gören kitabı. Burdur’da bir hemşerimin elinde bulunan ve eşine imzaladığı bu kitabın, Reşat Nuri Güntekin ustanın mirasçılarına verilme düşüncesi. Aranılan Reşat Nuri Güntekin mirascısı veya mirasçıları, yakınları... “MİSKİNLER TEKKESİ -1946”
Bir gün Burdur’dan, amatör sporumuzun usta yöneticilerinden, duayenlerinden, haberci-yayıncı dostum Nuri Yıldırım telefonla arayarak, Burdur’da Gençlik ve Spor İl Müdürlüğünde çalışan Metin Şenoğlu’nun elinde, Reşat Nuri Güntekin’in bir kitabının, eşine imzaladığı nüshasının bulunduğunu, mirasçılarına armağan etmek istediğini, söyleyerek benden araştırma yardımı rica etti.
Sonra, e-mail adresime konuyla ilgili bilgi ve görüntüler geldi. Metin Şenoğlu hemşerimi telefonla arayıp, detaylı bilgi aldım. Eline tesadüfen geçen, yıllardır muhafaza ettiği Reşat Nuri Güntekin’in “Miskinler Tekkesi” adlı kitabının (iç) kapağında rahmetli ustanın eşine imzaladığı cümle bulunduğunu, kendi el yazısıyla imzasının bulunduğu bu kitabı yaşayan miraslılarına armağan etmek istediğini, telif hakkı sahibinin “Ela Güntekin” olduğunu öğrendiğini söyledi. Detaylı bilgi istedim ve postayla ilgili imzalı kitap sayfasının fotokopisi ve bir de mektup aldım Metin Şenoğlu hemşerimden, Burdur’dan. Mektup şöyle:
- Hocam, sayın İsa Kayacan: Öncelikle göstermiş olduğunuz yakın ilgi ve alakanız için bir kez daha teşekkür ederim. Araştırmacı-Yazar ve Gazeteci kimliğinizle böyle bir konuya duyarsız kalmayacağınızdan, yardımlarınızı esirgemeyeceğinizden adım gibi eminim.
Sayın hocam, 1984 yılında dolaylı olarak elime geçen söz konusu kitap; ünlü bir yazarımızın eseri olarak, kitaplığımda misafir olurken, bir süre önce yazarımızın 1946 yılında, “En sevdiğim kitap en sevdiğim insana, yani Hadiye’ye. 30.10.1946” (Reşat Nuri Güntekin-imza) diye atfen imzaladığı kişinin, kitabın kanuni sahibi ve aynı zamanda eşi olduğunu tesadüfen öğrendim. O günden beri de kitabı ayrı bir özenle muhafaza etmekle birlikte, gerçek sahiplerine ulaştırmak için yaptığım tüm girişimler sonuçsuz kaldı.
Manevi değerine denli büyük olduğu konusunda benimle hemfikir olduğunuzu düşündüğüm ve emanetin, eski siyah-beyaz bir aile fotoğrafı gibi muhatap kişilerin özel arşivlerinde yerini alması, en büyük arzularımdan birisidir. İlgili kişilerin eline geçmesi, benim için büyük bir mutluluk kaynağı olacaktır.
Yazarın kendi ifadesinden de anlaşılacağı gibi, en sevdiğim eser diye bahsettiği “Miskinler Tekkesi” adlı kitap, 30.10.1946 tarihinde eşine hitaben imzalanmış olup, tamamı 211 sayfadan ibaret. Kahverengi, deri ciltli, sarı yapraklı ve iple ciltlenmiş bir kitaptır. Eğer mümkün olursa, kanuni varislerine, kitabı bizzat teslim etmekten onur duyacağım. (26.11.2008-Burdur) (Metin Şenoğlu, Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü, Burdur, 0248 -2331356 Cep: 0532-6738593) Rahmetli Reşat Nuri Güntekin’in varisleri, lütfen arayınız. Manevi bir emanet sahipleri olarak size, sizlere teslim edilecektir.
Metin Şenoğlu bu davranışı, hassasiyeti nedeniyle kutlanmalıdır. Kutluyorum. Zerafet ve incelik dolu bir davranış karşısında bu satırların yazarı olarak ben de duygulandım.
Ela Güntekin hanımefendinin yazları İstanbul Büyükada’ya geldiğini, Yavuz Bülent Bakiler ağabeyimden öğrendim. İzmir, İstanbul veya başka yerlerdeki şair ve yazar arkadaşlarımdan rica ediyorum, öncelikle de Ela Güntekin hanımefendiden rica ediyorum, lütfen Metin Şenoğlu hemşerimle görüşünüz, yardımcı olunuz.
Kitap hakkında detay: Reşat Nuri Güntekin külliyatından: 8, Roman, Yazan: Reşat Nuri Güntekin, Kanuni sahibi: Hadiye Güntekin, ikinci basılış, İnkılâp Kitabevi İstanbul-Ankara Caddesi.
DİL YANLIŞLIKLARIMIZDAN İKİ ÖRNEK:
1- 28 Kasım 2008, Kanal-A televizyonu. Çifte Yürek Programı (THM) programı. Nuray Hafiftaş konuşuyor: “Gülşen Kutlu hanımla, telefonla görüştüm. TRT’de jüri olduğu için, şimdilik gelemeyeceğini söyledi”
TDK sözlük: Jüri; Seçiciler kurulu... bilgi ve açıklamasını yapıyor. Gülşen Kutlu “Jüri” denerek, seçiciler kurulu olarak mı ifade ediliyor.. “Jüri üyesi olduğu için” denilse, doğru olmaz mı?
2- 29 Kasım 2008, Ankara-Altındağ’da Şiir Akşamları programının sunucusu. (TRT kökenli olduğu söylendi); “Burada şiir adamları” var diyor. “Şiir kadınları” da diyecek miyiz? “Şairler, şaireler var” denilse daha doğru olmaz mı?
GÜNÜN HABERLERİ:
1. 31 yılı aşkın bir süredir başkent Ankara’da “Ankara’nın Gazetesi” olarak yayınlanan Tasvir gazetesi 01 Aralık 2008 tarihinden itibaren “YARIN” adıyla yayınlanmaya başladı.
2. “Malkara Emek” gazetesi 43. yayın yılına merhaba dedi.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 34

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mahmut Selim GÜRSEL

Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ
KİMİMİZ!
Kimimiz onu yanımızda sanırız;
Kimimiz onu görürken görmeyiz;
Kimimiz sevdiğimizi sanarak ağlar
Kimimiz sevgilim var diye bağlanırız.
Kimimiz ne olduğunu bilmeden yaşar;
Kimimiz onu ararken kaybederiz.
Kimimiz bilmeden kırar, yok ederiz
Kimimiz ise gördüğümüzü zannederiz.
Kimimiz sevgi denen illete düşmekten
Kimimiz sevgisizlik ilacını içmekten
Kimimiz ise zor olduğunu bilip de
Kimimiz onun hep peşinden gideriz.
Mahmut Selim GÜRSEL.
21 Aralık 2008 saat 12,58

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 35

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mahmut Selim GÜRSEL

Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ
KURBAN VE BİZ
            İnsanoğlu’nun semavi kitaplarla başlangıcı olduğunu inananlar bilirler. İnanmayanlar da kendi bildiklerini okurlar. O da onların problemleridir.
            Hazreti İbrahim; Allah-u Teâlâ bir oğul verirse, onu Allah C.C. için kurban edeceğini dilemesi üzerine Hazreti İsmail dünyaya geldi. Allah-u Teâlâ verilen sözü yerine getirmesini Hazreti İbrahim’e rüyada bildirildi.
            Semavi kitaplara inananlar Hazreti İbrahim’in Allah C.C. tarafından imtihan edilmesinin ve biz insanlarında bu imtihandan geçmemizin emaresi olarak Peygamber efendimiz, Eshab-ı kirama, (Kurban kesmek, babanız İbrahim’in sünnetidir) buyurdu. Hakim)
Dinen zengin sayılmayan kimsenin, borcu yoksa, gücü de yeterse, kurban kesmesi çok iyi olur. Hadis-i şerifte, (Bayramda kurban kesmekten daha faziletli bir amel yoktur. Ancak sıla-i rahm bundan müstesnadır) buyuruldu. (Taberani)
            Bu bizim dünyada malımızla imtihan edilmemizin delaleti olarak her yıl karşımıza çıkar.
            Bilerek veya bilmeyerek bu imtihandan dikkat ederek çıkmamız gereklidir. Müslümanların bu dini vecibelerine de başka inanıştakilerin de dikkatli olarak incelemelerini ve bu sosyal bir yardımlaşma olarak incelenmesinin gerektiğini de göz ardı etmemeleri gereklidir. Çünkü herkesin inanışı kendisini bağladığı için başkalarının inancına da karışmak insanlık dışı bir anlayışın eseri olur.
            Kurban bayramınızı bütün yazarlarım adına buradan tebrik ederek nicelerine ermemizi dilerim.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 36

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mahmut Selim GÜRSEL

Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ
SEN
Sen
Ben
O
Biz
Siz
Onlar
Ya sonra?
Sonsuzluk mu?
Geçersiz mi hayat?
Saklanmaz mı kabahat?
İşte sen;
Burada ben;
Şurada o;
Yoktur biz;
İşteyiz siz;
Orada onlar;
Bizde sonunda oradayız;
Sıranı kendin belirleme,
O zaten yazılı anlında.
23/12/2008 22,45

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 37

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mahmut Selim GÜRSEL

Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ
SEN Kİ!
Sen ki bir gecede olmadın bu gezegende
Sen ki bilinmeden getirilmedin dünyaya
Sen ki bilmezin sende saklı kendi kimliğini
Sen ki sensiz olmazdı bu dünyanın düzeni
Sen ki kendini tanımak için çalışmazsan
Sen ki bilemezsin o nerede bu ne zaman
Sen ki sevmezsen kendi kendini bir an
Sen ki olamazsın o zaman olsan da bir insan
Sen ki bak, gör, duy, öğren ve bildiğinle
Sen ki yaz, çiz, dağıt, anlat öğrendiğini
Sen ki bil işte o zaman insan olduğunu
20 Aralık saat 17,25

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 38

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mahmut Selim GÜRSEL

Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ
NE VAR NE YOK?
            Bu soruyu bilerek veya bilmeyerek sorarız. Ne haber?
            Haberler postada. Bir şeyler yaptık, iyiyiz, sağlığımız yerinde, koşuşturuyoruz gibi pek çok cevap vererek karşımızdakinin sorduğu cevaplamaya çalışırız.
1945 yılında Pennsylvania Üniversitesi’nden J.P. Erkert ilk işlevsel bilgisayar olan 30 ton ağırlığındaki ve saniyede 5 bin işlem yapabilen ENIAC ‘Elektronik Sayısal Doğrulayıcı ve Bilgisayar” geliştirdi. ENIAC, 30 ton ağırlığında, 167 m2 büyüklüğünde bir bilgisayardı. 1959-1964 yılları arasında üretilen bilgisayarlarda transistorlar kullanılmaya başlandı.”
Bu bilgiler meraklılarının ve bilim çevrelerinin dergi ve radyolardan öğrendiği yüzeysel verilerle bizlerin merakını tatmin ediyordu.
Bu verileri neden yazdığımı yazımızın başlığı olan “Ne var, ne yok”
1960’larda Türkiye’de pek popüler olan bir fıkrayı hatırladığım kadar anlatmaya çalışayım diye yazdım.
Amerika bilgisayarı çalıştırınca Birleşmiş Milletler temsilcilerine tanıtmak için bulunduğu binaya götürmüşler. Mihmandan (dolaştıran) kişi üyelere dönerek istediğiniz soruyu kendi dilinizle yazın cevabını yazılı olarak karlarla verecektir diye bilgi vermişler.
Bilirsiniz ülke alfabetik sıra üzerine delegeler akıllarına gelen soruları sormuşlar. Kimi ülkesinin kaç metre kare olduğunu, kimi hangi kıtada olduğunu, kimi nüfusunu, kimi başbakanının ismi sormuş ve hepsine de birkaç saniye içinde doğru cevaplar almış ve takdirle bilgisayarın önemini birbirlerine anlatmaya başlamışlar.
Sıra bizi Türk Delegesine gelmiş:
- Ne var, ne yok? Demiş. Birkaç saniye sonra cevap gelecek diye beklerken bilgisayarıdan ses seda çıkmamış. Manika çalışıyor fakat sorunun cevabını bir türlü bulamıyormuş. Aradan dakikalar geçmiş sonunda bir kart gelmiş.
CEVAP YOK hemen mühendisler koşmuşlar Türk Delegesine sormuşlar?
Ne sordunuz da cevaplayamadı? Delege gülmüş.
Hani bu makine her şeyi biliyordu?
Hepimiz her şeyi bilmeyiz. Bilemeyiz de. Ben her şeyi biliyorum diyenlere cevabını sizin vereceğini biliyorum.
Hoşça Kalınız!

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 39

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mahmut Selim GÜRSEL

Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ
BENİMDE GÖNLÜM DE VAR MIYDI?
            Bir gencin, bir kimseye vereceği neler olduğunu o delikanlılık çağında anlamasının imkânı ve ihtimali yoktur.
            O; yaşadığı dönemin etkisi ile kanının kaynadığı ve başındaki kavak yelleri ideali olmadan arkadaşları ve sevdiklerinin katkısı ile hayatın daima böyle olacağını zen etmesi çok tabidir.
            O; yaşadığının farkına varana kadar pek çok ileride ona lazım olacak yatırımları yapamamış, birçok fırsattan faydalanamamış olarak okumaya çalıştığı üniversitesindeki kol için uğraşırken hayatının ileriki döneminde kaybettiklerinin ve kazandığı bilgilerin etkisinde ve bilincinde yaşamına devam eder.
Bu yaşamının sonu olmadığı ve arkasına dönüp baktığında kimlere, nelere, nerelere ve o andaki hayatının düzenin bakmadan gününü gün etmeye çalışır.
Çevre ve arkadaşlarında görerek özentilerle kötü alışkanlıklar, sonradan edinilmiş huylar ve ileride kendisine pek çok sıkıntılar verecek bir çevre ile büyür ve gelişir.
Gün gelir o artık bir sorumluk sahibi olduğunu anlamış, iş başa düştüğünü görmüş ve yaşamının artık hayalle, arkadaşlarının hay huyları ile ve gezip tozduğu yerlerin, çevresinin ona verdiği zararları görür. Pişmanlığı artık fayda vermez, geriye dönülemez bir zaman diliminde yaşadığını farkına varır.
Bir meslek edindiğini zannettiği anda o eski birikimlerinin, zarar veren alışkanlıkların karşısına dikildiğini görünce şaşırır. Heyhat artık onları bir sünger çekerek silse sile, beyaz bir sayfa ile hayatına başlasa bile o eski çevre ve alışkanlıkları bir yerlerde çıkar karşısında dururu.
Basen bu geçmişini saklayarak mesleğinde ilerlese bile, belirli bir makama geldiğinde o eski birikimlerinin kaybolmadığını birileri ona anlatır. Birileri o eski arkadaşlar, eski alışkanlıklar ona en önemli yükselme zamanında bir Çin Setti gibi karşı durur ve onu mat eder.
Benim de gönlüm var mıydı? Sorusu ileriki yaşlarda düşünüldükçe ortaya çıkan bir soru olarak beynimizi kurcalar. Her insan gibi bu soruyu soranlar da hatalar yapmak için belirli olgu ve sahalarda bulunmuş ve bu hatalardan kaçınmasını bilerek yaşamışlar, arkadaşları tarafında hor görülmelerine rağmen belirli bir yaşa geldiklerinde bunun mükâfatını görerek hayatlarına devam ederler.
Gençlerin dikkat edecekleri bu davranış, arkadaş seçme, kötü alışkanlıktan kaçma en önemlisi ise kendi gözünün önüne bakması onun menfaatidir.
 “Nasihat veren çok olur. Para veren olmaz” derler.

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

  40

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Murat HACIOĞLU

Murat HACIOĞLU HAYAT HİKAYESİ

AŞK VARSA BEN DE VARIM
İnsanoğlu var olduğundan beri aşk ile iç içedir. Konuşmanın olmadığı ilkçağ dönemlerinde dahi gözlerdeki ışıltılarla iletişim kurmuş insanoğlu. Tabi o zamanlarda belki sevgi sözcükleri yoktu. “Seni seviyorum aşkım” diyemiyordu insanoğlu. Evet belki diliyle bunu belirtemiyordu ancak bakışlarıyla, homurtularıyla bunu belli etmiyor muydu? Elbette ki bu evrimci bakış açısından baktığımızda böyle. Diğer yanda nasıl? En büyük aşk Adem ile Havva arasında değil midir? Kutsal kitaplarda anlatılana bakacak olursak öyle değil miymiş? Adem Havva’ya olan aşkından yasak elmayı bile yemiş. Meseleye hangi taraftan bakarsak bakalım, gerek evrimci bakış açısıyla, gerek ilahi bakış açısıyla bakalım; sonuçta aşk gerçeği ile karşılaşıyoruz…
Peki hiç belgesel izliyor musunuz? Penguenlerle ilgili belgeselleri dikkatle izlemenizi öneririm. Dişi ve erkek penguenin aşk için yaptığı fedakârlığı gördüğünüzde ağlamamak için kendinizi zor tutacağınızdan eminim. Elbette ki ebeveynlik içgüdüsünün de etkisi vardır, ancak penguenlerin çok sadık hayvanlar oluşu dikkate değer doğrusu. Dişi penguen yumurtladıktan sonra yumurtayı erkek penguen alır ve dişisi denizlere açılır. Aylarca denizlerde kalır. Bu sürede o karda kıyamette erkek penguen yumurtayı ayaklarının üzerinde vücuduna yakın tutarak korur. Yerinden bile kımıldamaz. Çünkü kımıldayacak olsa yumurtanın yere düşme ve donma tehlikesi vardır. Sonra anne geri döner ve nöbeti devralır, baba denizlere açılır…
Kim bilir daha bilmediğimiz ne aşk mucizeleri vardır doğada… Zaman zaman televizyonlarımızda çeşitli belgesellerde bunları izlemekteyiz.
Ya insanoğlu. Aşkı için göze alanından tutunuz da dağları delenine kadar bir sürü hikaye dolaşır dillerde. Çöllerde aşkını arayan Mecnun, dağları delen Ferhat belki abartılı aşk hikayeleridir, ancak bu bile aşka verilen değeri anlatmaya yeter zaten…
Aşk nedir? diye sorsak, bir sürü cevap alırız eminim. Ancak temelinde tek bir olgu yatar… O da; bir insanı kendinden daha çok sevmek, daha çok düşünmek, uğruna her fedakarlığı yapabilmek, kavuşmak için her şeyi göze almak, ulaşmak için engelleri aşabilmektir. Düşünmek için saatler, günler yetersiz kalıyorsa, aklınıza geldiği her anda içinizde kıpırtılar başlıyorsa, uykusuz gecelerinizde sabahı hayaliyle getirdiyseniz siz aşıksınız. Yapmakta olduğunuz iş her neyse bir an önce işi bitirip sevdiğinize kavuşma arzusuyla yanıp tutuşuyorsanız, boğazınızdan lokmalar geçerken onun elinden yermişçesine huzurluysanız, ölümden döndüğünüz bir anda gözünüzün önünden hayali geçtiyse aşk sizin de bacanızı sarmış demektir. Aldığınız her nefeste, attığınız her adımda onun ismini sayıklar buluyorsanız kendinizi, onunkilerle değiştirdiyseniz masalarınızdaki resminizi, onun için her şeyden mahrum bıraktıysanız nefsinizi işte siz de o büyülü dünyaya ayak basmışsınızdır…
Aşk varsa ben de varım diyebiliyorsanız, haydi durmayın, kalkın yerinizden… Aşka dair yapabileceğiniz her ne varsa erinmeden ve üşenmeden başlayın yapmaya… Yıllar öncesindeki aşksız hayatınızı düşünün. Ne kadar mutluydunuz? Ne kadar huzurluydunuz? Şimdi ne kadar mutlu ve huzurlusunuz? Tartın. Ölçün. Biçin. Ve aşk elinizdeyken kıymetini bilin. İncitmeyin, kırmayın, üzmeyin, küstürmeyin… Hayalleri suya düşürmeyin. Bir anlık öfkenize yenik düşürmeyin onu. Bir anlık dalgınlığınıza kurban vermeyin. Geçici heveslerinizle idam sehpasına itmeyin. Çünkü hayatta sahip olabileceğiniz en büyük hazinenizdir. Onu saklayın,koruyun. Kendinizi koruduğunuz kadar…

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 41

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Murat HACIOĞLU

Murat HACIOĞLU HAYAT HİKAYESİ

GECE TERÖRÜ
Yorgun geçen bir günün ardından ılık bir duş alıp uzandığınız yatakta gözleriniz ağırlaştıkça... Parmak uçlarınızdan başlayarak bütün vücudunuzu adım adım kaplayan yorgunluğun taa kemik iliğinize kadar işlediğini hissettikçe... Her biri birer ton ağırlığında gelen gözkapaklarınızı yummadan tavandaki çizgileri saymaya çalıştığınızda... Üzerinize aldığınız yorganın kenar işlemelerinde gezen parmaklarınızı hissetmemeye başladığınızda... Ve uyuşan beyninize hükmedememeye başladığınızda, zihninizi dolduran aşk damlacıklarının beyninizin bir bölümünden bir bölümüne uçuşuna tanık oldunuz mu?
Hayatınızda hiç tanımadığınız yüzlerle haşır neşir olurken, bedeninizi hissetmeden istediğiniz her anda ayaklarınızı yerden keserek uçabilirken, susuzluktan diliniz damağınız kuruduğunda birdenbire önünüzde nehirler akmaya başlarken, sonra hiç bilmediğiniz bir yerde kendinizi buluverdiğiniz rüyanızdan kalbinizin çarpıntısıyla uyandığınızda; alnınızdan akan terleri silmek için peçeteye uzandığınızda yatağınızın bir yanının boş olduğunu görerek gerçeğe aydınız mı?
Sırılsıklam terle uyandığınız da sizi sakinleştirecek bir sevgilinin o anda yanınızda olmadığını bilmenin dayanılmaz acısını yaşadınız mı?...
Belki sizden çok uzaklarda bir başına uyuyan sevgilinizi düşlediniz, belki de hiç olmayan sevgilinin hayalini düşündünüz... Oysaki bir zamanlar elinizi uzatıverdiğinizde sıcacık bir ele rastlıyor, içinizi dolduran huzuru ve dinginliği doyasıya yaşayarak yeniden tatlı uykunuza dalıyordunuz.
Gece terörünün hangi gece başlayacağınızı bilememek sizin suçunuz değil elbette. Hangi gün, hangi soğuk gecede sizi bombalayacağını da bilemezsiniz. Kaç gecenizi parçalayacak, kaç hayalinizi çalacak, kaç mutluluğunuzu örseleyecek hesap edemezsiniz.
En umulmadık zamanlarda kapınızı çalacağı aşikardır.
Tan yeri ağarana dek sürecek bahtsızlığınız, ama bitmeyecek. Belki sizi meşgul eden günlük yaşantınızın ayrıntılarında unutacaksınız. Ama bir başınıza kaldığınızda yeniden hortlayacak. Ve en dingin zamanınızda, gecenizde misafiriniz olacak. Gecenize damgasını vurmakla kalmayacak, gözlerinizdeki ışıltıyı söndürecek. Sabaha dair beslediğiniz ümitlerinizin heyecanını azaltacak, hevesinize limon sıkacak...
O zaman ne yapmalısınız? Ne yapmalıyız?...
Gece teröründen uzak yaşantınızda onu size getirecek herşeyden olabildiğince uzaklaşmak gerekecek. Ya yaşadığınız aşk vurgunlarından uzanıp küstürdüğünüz sevgi meleklerinizle yeniden barış imzalayacak, ya da elinizde var olanların kıymetini bileceksiniz.
Yokluk yaşanmadan varlığın kıymetini anlayamamak galiba en zayıf yanımız. O zaman kaybetmeden kıymet bilmeyi öğrenmemiz gerekmiyor mu?
Gece terörü rüyalarımıza,hayallerimize sirayet etmeden güvenlik önlemlerini arttırmamız gerekmiyor mu?
Gecenin bir vakti o "bomba" patladığında vakit geçmiş olabilir... Aman dikkat!

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 42

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Murat HACIOĞLU

Murat HACIOĞLU HAYAT HİKAYESİ

HAYAT BAZEN
Hayat bazen bitmeyecekmiş gibi geliyor. Sanki yıllar ucu ucuna eklenmiş ve her bir geçen tekrar sıraya girerek zincirin kopmasına izin vermiyormuş gibi. Kimi zaman da bir anda bitiverecekmiş gibi.. Bir nehrin kıvrıla kıvrıla gidip denize dökülüvermesi gibi... Bir kuşun kilometrelerce kanat çırpışından sonra inivermesi gibi...
Ve bazen acımasız geliyor hayat. Gaddar bir babanın evladını doğraması gibi lime lime ediyor sanki yaşayanları. Bir karabulut gibi semalarda dolanırken birden öfkesini kusuyor bardaktan boşanırcasına... Fitili ateşlenmiş bir dinamit gibi patlayıveriyor avuçlarında... Taşıdığı ağırlıktan yorulmuş bir urgan gibi kopuveriyor...
Kimi zaman bitmez tükenmez sevinç oluveriyor. Rüzgarın ahengine kendini bırakmış bir uçurtma gibi süzülerek semalarda... Annesini emmiş bir bebeğin yüzündeki mutluluk gibi coşkun... Yağmurdan sonra çıkmış bir gökkuşağı gibi rengarenk...
Hayat eşit davranmıyor herkese. Kimine az verirken kimine vermedeki ölçüsü bozulmuş. Kimine can veriyor, kimine canan, kimine kan veriyor, kimine gözyaşı, kimine vermede cimri bir kase aşı... Öyle bir düzen ki kurulan; kimi vuran, kimi vurulan...
Her şeye rağmen, acısına, düzensizliğine, sefaletine rağmen, yine de yaşanır işte. Yaşamak için türlü türlü sebepler var ki, yaşanır olmuş. Dalga dalga eserken dışarda fırtınalar, sükunet içindeki yüreğin dinginliği yoksa nereden gelecek. Yoksa nereden tutacak, tutunacak; bütün dallar yağlanmış, urganlar kertilmiş, tutamaçlar koparılmışken...
Bir fidan gibidir sevgi, aşk, sevda.. Bir fidandır evet, ama önce bir tohumdur. İlk bakışma ile tutuşur meşalesi tohumun. Gönülden gönüle giden bakışlardır gözlerden geçerek meşalenin ateşini yakan. Su alır topraktan, hava gelir incecik gözeneklerden. Bir tohumdur henüz ama meşale tutuşmuştur artık, yavaş yavaş büyüyecektir artık. Gözlerin gücüyle sulanır, yüreğin sesinden oksijen alır. Toprağı gönüldür işte. Bereketlisi de olur bereketsizi de. Her tohum her toprakta yeşermez ya, ondan. Yavaş yavaş gelişmektedir tohumcuk. Filiz vermiştir. Başını uzatmıştır etrafa. Neredeyim dercesine bakınır. Sonra gözlerini açar sıcak ve güneşli bir dünyaya... Şaşkındır önce. Bildiği ama kısa bir süreliğine de olsa unuttuğu yere gözlerini açmıştır çünkü. Coşkuludur. Belki çok kısa belki çok uzun kalacağı bir dünyadadır artık. Kısa da olsa uzun da olsa orada bulunmak güzeldir düşüncesine göre. Hala suyunu topraktan alacak olsa da artık hava almak için toprak gözeneklerine muhtaç değildir. Daha hızlı büyüyebilecek, daha çok oksijen alabilecektir artık. Çünkü oksijen yürektir, yüreğin sesidir. Ama bir o kadar da korumasızdır şimdi. Topraktaki güvenlik yoktur şimdi. Etrafını saran, onu koruyan toprağı aşağıda kalmıştır. Şimdi o yağmurlara, fırtınalara açıktır. Bir ayak gelip ezebilir, bir koyun gelip koparabilir belki de. Hâlbuki yeryüzündeki en zararsız hayvandır koyun. Ama onun için değil. Onun için en zararsızlar en zararlı olabilir. Fakat o hiçbir şey bilmez, hiçbirini tanımaz. Yaşadıkça öğrenecektir. Öğrendikçe yaşayacak......ya da......ölecek. Hayat belki çok kısa olacak ona; bir saniye, hatta daha da kısa, belki de çok uzun olacaktır bir ömür hatta bir asır. Kim bilir? Kim bilebilir? Hayat yaşadıkça farkında olunan bir şey değil midir zaten. O da yaşadıkça fark edecektir sadece. Fark etmediği zaman zaten hayatta olmayacaktır ... Bir süre dayanabilirse güçlüklere belki de güçlenecek ve daha da dayanıklı olacaktır. En hassas zamanıdır şimdi onun. Bir filiz iken önce fidan olacak sonra da ağaç olacaktır. Ama o zaman kadar kim bilir ne badireler atlatacaktır... ya da atlatamayacak. Ah bir büyüse. Ah bir güçlense. İşte o vakit en sert fırtınalara karşı koyabilecek, en güçlü hayvanlarla baş edebilecek, en acımasız katillere göğüs gerebilecektir. Hayatını sürdürme şansı daha fazla olacaktır artık.... Ama işte bütün mesele büyümekte değil mi zaten. Büyümek ve güçlenmek. Hiç kolay değil ki. O kadar badireleri atlatıp güçlü bir ağaç olabilmek ve en nihayet bir ömür boyu varlığını sürdürebilmek. Ve "çınar gibi ayakta öldü" sözüne uygun veda edebilmek.... Ama belki de çok kolaydır kim bilir? Kim bilir ki kolayın ya da zorun ne olduğunu? Kime göre kolay kime göre zor? Neye göre kolay neye göre zor? Kim bilir? Kim bilebilir? Kimin bildiği doğrudur?
Hayat bazen kolaydır, bazen de zor. Kime göre kolay, kime göre zor? Neye göre kolay? Neye göre zor?....

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 43

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Muhsin AKTAŞ

Muhsin AKTAŞ HAYAT HİKAYESİ

  HAYALLERİN
Tam uykuya dalıyorum derken,
Yokluğun düşer ellerime,
Susar kalır düşlerim,
Avuçlarımda bir tutam hayalin kalır,
Kendimi sokaklar kışkışlarım.

Kâinat derin bir uykuya dalmışken,
Ben sokaklarda dolaşırım.
Kayan yıldızlarda seninle olmanın verdiği
Tarifsiz hazzı yaşarım,

Köprü altlarında duraklarım bir an,
Kimsesiz çocukların başlarını okşarım,
Yıldızlar yağar kirli fakat günahsız saçlarına,
Avuçlarımda tuttuğum hayalinle dertleşir ağlarım,
Düşmesin diye hayallerini yüreğime bağlarım.

Beden işçisi kadınlar görürüm,
Köhne köşelerde,
Oyuncaktır matiz erkelerin ellerinde,
Yoksul evlerden aç karın gurultuları gelir kulağıma,

Filistin'e, Irak'a, Afganistan'a uğrar yolum,
Umutları yıkılan çocuk gözyaşları takılır dimağıma,
Gözlerimden çiğ taneleri düşer yanaklarıma,
Buz tutar gök yüzü, ay dede ile birlikte ağlarım.

Yorulur ayaklarım dolaşmaktan,
Bir sabahçı kahvesinde alır soluğu,
Sandalyeye ilişmiş uyumaya çalışan
Sıcak yatak özlemi çeken insanlar görürüm,
Hayalini yüreğimdeki yerinden çıkartıp elime alırım,
Sabahçı kahvesini seyre dalar birlikte ağlarım.

Bayat çaydan bir yudum çeker,
Acıyla sokağa fırlarım,
Hayalin sımsıkı ellerimde,
Hayalin üşümesin diye, ellerim ceplerimde,
Düş kırıklığı uykusuzluk demir atmış bağrımda.

Şafak doğudan selam çekmeye başlar,
Evren uyanmaya yüz tutmuştur,
Etrafı seyre dalmıştır mahmur bakışlar,
Uykulu gözlerle hayalinle konuşmaya başlarım,
Herkes güne uyanırken,
Ben ise avuçlarımda tuttuğum hayallerinle uykuya dalarım.
 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 44

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Muhsin AKTAŞ

Muhsin AKTAŞ HAYAT HİKAYESİ

BİR BAKIŞTAN SIZANLAR 2
Daha ilk akşamda ateş bacayı sarmış, ev tutuşmuş, yanmaya başlamıştı. İçinde eşyaları da bırakarak ben çoktan senin kalp köşküne davetsiz misafir gibi taşınmıştım. Hem de gizlice sana sormadan haber dahi vermeden. Baş köşeye oturmuş birde kendi kendime ahkam kesmeye başlamıştım.
Birkaç gün sonrası davet için sözleşmiştik birlikte olacaktık. Yaşadığım şehirden biraz uzakta idi. Biliyordum ki o davette sen vardın.O günü iple çekmiştim.Bir kere ateş düşmüştü yüreğime, yakıp yıkıp kül ediyordu beni.Yüzünü görmeyi sesini duymayı hayal ediyordum saatler boyu.Artık geceleri yalnız değildim.Rüyalarım silik ve fulu değildi senden sonra. Sen rüyalarımı bin bir renk çiçekle süslemeye başlamıştın. Kabus görmez olmuştum geceleri. Hep seni hayal ederek çekiliyordum odama. Hiç bir şey umurumda değildi senden gayri.
          Yüreğimdeki yaralar kıpırdamaya başlamış, kanlar akıp akmamakta kararsıca seni yaşamaya başlamıştı. Kendine senli bir dünya kurmaya çalışan deli gönlüm çiçek bahçelerinde sana dereceği çiçekleri seçmeye başlamıştı bile.
Ben bunları düşünüp hayal ederken aracımın tekerlekleri canhıraş gayretle beni sana ulaştırmaya çalışıyordu. Yollar artık eskisi gibi sıkıcı gelmiyor, seni düşleyince seyahati seviyordum. Nihayet derdimi anlatacağım saçlarına dokunup, göğsünde uyuyacağım birini buldum diye hayaller kuruyordum. Geçekten de bu bir hayal olabilirdi. Çünkü daha bunları sana söyleyememiş, kendi kendime hayal etmiştim. İşte o zaman deli yüreğime nasıl söz geçirir sakinleştirirdim onu da bilmiyordum.
            Bu duygu ve düşüncelerle randevu yerine nasıl geldiğimi hatırlamıyorum bile. Hatta öylesine senli dünyalara dalmışım ki duracağım yeri kilometrelerce geçince kendime gelebildim.
            Nihayet mekâna gelmiştim, sizlerin de yeni geldiğini gördüğümde kalbim mancınıktan fırlayan ok gibi yerinden fırlayacak oldu. Zorda olsa ellerimle kalbimi bastırmaya çalışıyordum. Göz göze geldiğimde derinlerden nazlı bir eda ila gözlerin acılarını bana doğru fırlatıyordu. Belli ki çok üzgündün. Kısacık bir selamlaşma ardından sohbet başlamıştı. Ben hem konuşuyor hem içindeki sancıların arasında kolaçan ediyordum. Gelen telefonlarla daha
da üzülüyordun. Yüzün renkten renge giriyor, bazen benzin küle dönüyordu. Ben ise bir çare bulamamanın acısıyla kıvranıyordum. Çektiğin sıkıntıyı iki katıyla bende çekiyordum. Ben senin hep gülüşünü gecelerime ekmiştim. Hep öyle gülmeni bekliyordum. Bizimle konuşuyordun fakat kafan başka yerlerde sorunlarla savaşıyordu.
            Bedenin yanımda bir nefes ötemde fakat ruhun acılar cehenneminde yanıyordu. Ben bunu görüyor bir şey yapamıyordum. İçin için ağlıyor kalp sızılarına ortak olamaya çalışıyordum.
Gülen yüzünün altındaki acılarını en iyi ben anlayabilirdim. Yıllar yılı ağlarken gülme rolü bana reva görülmüştü. Ben bu çileyi çeke çeke pişmiştim. Onun için seni çok iyi anlıyordum fakat ellin içinde elinden tutup teselli veremiyordum.
            Kısacık gece nede çabuk bitmişti. Gidiş saatin gelmiş ayaklanmıştın. Benim ise kalbim senden önce ayağa kalkmış önden yol almaya başlamıştı bile. Nereye gidiyorsun diyemedim. Çünkü o seninle olmaya çoktan karar vermiş bir daha benim yanıma dönmemeye ant içmişti sanki. Ruhum ve kalbim önden sen arkadan ceset torbamı arkada bırakarak çekip gitmiştiniz. Gözden kayboluncaya kadar mecalsiz bakışlarımı arkanızdan gönderdim.
            Artık bana kalan leşi alıp geriye dönmekti. Fakat ayaklarımda derman kalmamış oturduğum yerden kalkmak istemiyordum. Belki döner umuduyla uzatmaları oynamayı sürdürüyordum.
            Zorda olsa arkadaşların gidiyoruz demesiyle, hayallerini ve hüzün kokan gözlerini yanıma alarak yola koyuldum. Bir kuvvet beni arkadan çekiyordu sanki. Gözyaşlarım hiç durmadan benden özgürlük istiyordu. Verdim istediklerini boncuk boncuk yanaklarımı okşayarak salınıverdiler aşağı doğru. Karanlık gecem daha da kararmıştı artık.Her gecenin bir sabahı,her günün bir akşamı olduğu gibi, çok sıkıcı, fakat senin olmanla aydınlanan bir
gece daha nihayet bulmuş,yatağımda tavandaki resimlerini seyrederek uyumuştum.Kısaca içmeden senin aşk şarabınla sarhoş olup sızmıştım. 06.06.2007

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 45

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ
KUNDAKLANAN CAMİLER
Aralık ayının ikinci haftasından itibaren ülkemiz ve halkımız; milli birlik, huzur, barış, güvenlik ve bütünlüğümüze yönelik yeni saldırılar ile bazı menfur prokasyonlara maruz kaldı.
Bunların başında İstanbul’da art arda sabote edilen, yangın çıkartılan ve alçakça saldırıya uğrayan camiiler geliyor. Şu ana kadar vaki sabotaj, kundaklama sayısı yedi. Türk milleti’nin maşeri vicdanı, milli kutsallara, manevi mekânlara, Allah’ın mübarek evleri ve mukaddes ibadethanelere karşı çok hassastır. Buraya uzanan kirli eller tez bulunur ve hemen kırılır. Yoksa Ebu Leheb gibi Camilerin sahibi çarçabuk belalarını verir ve defterlerini dürer.
Buna paralel olduğu şüphe götürmez bir başka furya da “Ermenilerden özür dileme” kampanyası. Bir takım dönme, devşirme, dâhili bedhaht (gizli iç düşman) koza ve kriptolar tarafından yürütülüyor. Dink’in cenazesinde “hepimiz Ermeni’yiz” diye bağıranların ihanet şebekeleri adına feryadı. Aslında sinsi tehdit, beyanda imzası bulunan ilk 100 kalkışmacının kahir ekseriyeti oradaydı. Cenaze fırsatını ganimet bilerek sergiledikleri tehdit-tedhiş ve nümayişte talepleri, katilin yakalanması, adaletin tecelli-i falan değil; 301’in ivedilikle kaldırılması idi. Akabinde AB marifetiyle aba altından sopa gösterttiler. Menfur cinayet bahane edilerek dayatılan bir talimatname ile iş bitti.
Aslında orada ismi yazılı olanların ‘vatana ihanetten yana’ sicilleri hayli bozuk İçlerinde, 27 Mayıs kalkışmasına çanak tutan, 68 jenerasyonuna anarşi, terör ve tedhiş kuşağı bağlatan, alevi-Sünni ayrımcılığını körükleyen, papanın dinler arası diyalog projesine aktör, din-iman, ümran ve irfana hain-nankör olan, Kürt sorunu gibi çok sanal bir ütopyayı ‘Ermeni diasporası” adına taşeron sıfatıyla üstlenen, Candaşları-kandaşları pamuk’u Nobel’e taşıyan, iğrenç yalan ve iftiralarını sahiplenen gaflet, dalalet ve hıyanet erbabı gani. Dahası, KKTC’ni ‘Kıbrıs sorunu’ yaftasıyla ilgaya, mübadeleyi Yunanistan lehine işleyerek Elen iddialarına destek olmak gibi her melanet ve ihanet bu kalkışmacılar, ajan provokatör ve kurnaz dessaslar arasından çıkıyor. Üstüne üstlük, karanlıktan ilham alan bu nankörlere ‘aydın’ deniliyor!..
Bu ve benzeri, ihanetten beslenen dâhili ve harici bedhahlara dünyanın hiçbir yeri ve devletinde rastlamak mümkün değildir. Zira hiçbir ‘hukuk devleti’ vatan hainine hayat hakkı tanımaz. De’Facto AB iktidarının hüküm sürdüğü ülkemiz hariç! Ama onlar, aslında tarihi ve tabii hoşgörü sayesinde böylesine şımarık ve semirik olabildiklerinin farkında bile değiller. Zaten varlıkların nedeni bu. İstismar ve suiistimal, yalan-talan, soygun-vurgun, anarşi-terör, nümayiş, tedhiş… Bir elleri halkın cebinde, diğeri terör örgütü; Ermenistan-Yunanistan, ABD ve diaspora’nın belinde. İspat mı istiyorsunuz? İşte belgesi:
Brüksel Zirvesi Sonuç Bildirisi "Türkiye" başlıklı bölüm; (Presidency Conclusions) Madde: 23.."..müzakerelerin yalnız Türkiye'yle değil, diğer devletlerle de yapılabileceğini... Müzakereler sırasında Türkiye birkaç devlete bölünürse veya güneydoğu bölgesinde bir Kürt devleti kurulursa, yeni bir karara gerek olmaksızın onlarla da müzakere yapılacağına” yazıyor.
Şu hale nazaran: Batıkent Camii Derneği Başkanı sevgili Kadir Parlak’ın gazetelerde yer alan ve beni de hususi olarak bilgilendirdiği güncel Camii yangınlarının ucu muhtemelen bu menfur ve müseccel kombinasyona dayanıyor. Eylem apaçık kundaklama, ağır tahrik, insanlık dışı saldırı ve provakasyondur. Önce kalabalık mahal ve mağazalara, korumasız masum ve müsemma insanlara, köşe bucakta park edilmiş araçlara, hâsılı bilumum milli, ilmi ve kültürel servetlere; Şimdi de manevi eser, ibadethane ve mabetlere yönelmiş durumda.
Bunlara alet olanları, art-yan ve yörelerinde yer alanları, yardım ve yataklık yapanları insanlar ve Müslümanlar olarak kınıyor; Yüce Allah (CC)’dan bu cahil ve gafillere akıl-fikir ihsanı ve ıslahlarını diliyoruz. Zira bu efendiler aynı zamanda siyaset ve yönetime taliptirler.
İşte onlara hüküm ve hükümete görev: “Ben ülkemde iş başına gelecek insanın soyuna-sopuna bakmam, ancak ihanetlerini gördüğüm vakit damarlarındaki kanına bakar (ve icabını yapar) ım" (Mustafa Kemal Atatürk) Haydi bakalım: Ülkemizdeki demokratik kalite, “özgürlük ve güvenlik” diyenler iş başına. Ey hüküm sahipleri!.. Şimdi değil de ne zaman?...
Gönderen Mustafa Nevruz SINACI

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 46

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ
ŞEHREMİNİ VE ‘3Ç’ TEORİSİ HAKKINDADIR
Cumhuriyet döneminin ilk zamanları ve öncesinde belediyelerin adı “şehremaneti” (şehir emaneti), belediye başkanlarının adı da “şehremini” (şehir emini) idi.
Güncel anlamda dünün belediyeleri, şehrin esas sahibi ve yerleşik sakinleri adına kurulu, ahalinin iş hayatı, medeni ilişkileri ve müşterek yaşamının iktisadi, sosyal ve yasal gereklerini ‘hak, adalet, hukuk ve vukufla’ düzenleme görevi yüklenmiş, kişiler için geçici- emanet, doğrusu (yerel halk adına) emanetçi kurumlar idi.
Bunlar, kul hakkı dayanaklı iş, icraat, işlem ve faaliyetler olduğu içindir ki, şehir emaneti, yani belediye’nin başına (belediye başkanlığına) halk içinde muteber, çok emin, namuslu, dürüst, erdemli bir adam getirilir ve bunun adına da şehir emini denilirdi.
Her ne kadar zaman içinde anılış biçimi, isim ve hukuki muhtevası değişmiş olsa bile; Cumhuriyetle birlikte bu usul, esas, anlam ve yüklem asla değişmemiştir. Halk daima her belediye başkanını şehir emini olarak görmek, bilmek, ona inanmak, güvenmek ister.
            Zaten temeli dürüstlük, çimentosu eşitlik, adalet ve hakkaniyet olan bu temiz yönetim anlayışın değişmesi beklenemez ve istenemez!.. Belediyelerde şeffaflık, doğruluk ve dürüstlük kavramı, anayasanın ‘değişmez-değiştirilemez ve değiştirilmesi dahi teklif edilemez’ hükümleri gibidir. Nasıl ki, bir devlette baş, hayati önemi haiz ise; Tabanın temayüz mebdei olan belediye başkanı da en az onun kadar ‘yaşamsal’ önemi haizdir. Bu anlamda atalarımızın ‘balık baştan kokar’ darbı meseli, öncelikle mahalli lider, yani halk önderi, milletin öncüsü ve sözcüsü pâyesini paylaşan belediye başkanları için geçerlidir.
Başkanlar meclisleri ile bir bütündür. Başı şaibeli, başarısız ve kötü bir belediyenin meclisi de, adeta kanalizasyon çukuru gibi düşünülür. Böyle belediyelerin birinci derecede temin ve tevziye memur ve mükellef oldukları içme suları dahi temiz, berrak ve içilebilir değildir. Kirlilik, yozlaşma, çürümüşlük ve kokuşmuşluk sokaktan sulara her yere ve her şeye adeta nüfuz etmiştir. Esnafı kurnaz, sahteci, hileci, mürai, üçkâğıtçı ve pahacıdır. Lâ ilâç sadakaya muhtaç, fakr-u zaruret içinde belediyeye seçilenlerin, birkaç yıl sonra besili domuzlar gibi semirdiğini ve şehrin en mutena yerlerini tutarak zenginleştiği görülür. Üstelik halkın deyimiyle bu güruh saman altından su yürüten, sinekten yağ çıkartıp belini incitmeyen, her işini kitabına uyduran ustalık ve kurnazlıktadır. Denetim unsuru bunlar için işlemez, işlese de zerre miskal kusur ve kabahatleri bulunamaz. Bunlar, kirlilik-kibirlilik, bencillik ve insanlık dışılığı yönünde kitlece namussuz, onursuz, sorumsuz bir çeteden neş’et (türeme) bireyler bazında seçilmiş keneler, lâğım fareleri, sülükler, vampirler ve domuzlar gibidirler.
Halka hırsızlık, yolsuzluk, soygun-vurgun ve şehir rantıyla zulmeden ‘şehir eşkıyası’ bir belediyenin başkanı da birdir, onun partisi de, aday gösteren genel başkanı da. Bu nedenle, devlet idaresinde “emin ve ehil insanların” halkın takdir ve tasvibi ile seçilmesini esas alan “demokrasi ve fazilet” geleneğinin yerleşebilmesi için yıllarca umur görmüş valiler belediye başkanlığını da üstlenmiştir. Çünkü!.. Şehir eminleri asla emanete hıyanet etmez, halkı adaletle idare ve hizmetleri faziletle sevk ve ikame ederlerdi. Cumhuriyet’in ilk zamanları ve öncesini (Osmanlı) bilerek, kötüleyip tahrif eden bazı art niyet ve menfur emel sahiplerinin paçavraları dikkate alınmazsa, belediyelerinin gerçekten önem ve anlamına uygun biçimde faaliyet gösterdikleri, insanların huzur, emniyet, adalet, saadet ve itimadına vesile oldukları açıkça görülür. Sonradan ‘belediye’ adını alan bu kurumların temeli adalet, fazilet ve hikmet; Halk’a ve hak’a, tam bir ehliyet, liyakat, sorumluluk ve namuskârlıkla hizmettir.
29 Mart’ın yaklaşmakta olduğu şu günlerde kahir ekseriyetine ‘şehir eşkıyası, Ali baba ve kırk haramiler’ denilen; hırs ve ihtiras zebunu, şirretlik ve şaibe ile maruf, akıl ve ilim fukarası, rüşvet-iltimas, yalan-talan erbabına çok dikkat etmek zamanıdır. Zira temelde bu mazarrat olabildiği sürece, asla temiz, berrak ve dürüst bir yönetim tavanı inşa edilemez.
Aslında doğrusu, belediyelerin siyasi partilerden bağımsız olması değil midir?
BAŞBAKAN RTE’NİN “3Ç” TEORİSİ
Başbakan 12 Aralık 2008 tarihinde yaptığı bir açıklamada AKP belediyeciliğinin 3Ç üzerine kurulu olduğunu belirterek, "Belediyenin asli görevi, çöp, çukur, çamur… Diğerleri bunun üzerine inşa edilecek fantezilerdir, bu işin ambalajıdır, güzellikleridir" dedi.
Antalya, Serik konuşmasında 29 Mart seçimlerini hatırlatan ve “seçimlerine yönelik çalışmaların devam ettiğini söyleyen Erdoğan, "Şu anda yoğun bir şekilde teşkilatımız bu çalışmaları sürdürüyor" dedikten sonra tarihi açıklamasını yaptı. Buna göre AK Pati'nin Türk siyasetinde farklı bir konumu olduğunu kaydeden Erdoğan, “AK Parti belediyeciliğinin üzerine kurulu olduğu” 3Ç teorisini şöyle tanımladı:
ÇÖP, ÇUKUR, ÇAMUR !...
"Çöp, çukur, çamur... Bunlar belediyenin asli görevidir. Bir belediye eğer çöpü kaldırmıyor, çukuru, çamuru yok etmiyorsa görevini yapmıyor demektir. Bunun dışındakiler, üzerine bina edeceği fantezidir, bu işin ambalajıdır, güzellikleridir. Bu kardeşiniz, İstanbul Büyükşehir belediye başkanlığından gelmiş bir başbakan. Çöpü, çukuru, çamuru, hava kirliliğini iyi bilir. İstanbul Büyükşehir’i kimden devraldı bunu da İstanbullu bilir. Biz İstanbul'u devraldığımız zaman çöp dağları vardı, susuzluk vardı, hava kirliliği vardı, affedersiniz sokak aralarında çukurlar ve çamurdan geçemezdiniz. 90'lı yılların İstanbullusu iyi bilir. Şimdi İstanbul'da böyle bir şey var mı? Yüzde 90 itibariyle yok oldu. İstanbul farklı bir gelişimin içinde… Yapılmayanlar yapılıyor. Bu belediyeciliği biz hamdolsun Antalya'ya da taşıdık. Serik ilçesi de bu güzelliklere kavuşsun. Antalya nasıl kavuştuysa, Serik'te kavuşsun. Çöpten, çukurdan, çamurdan kendinizi kurtarın. Aşılmayacak hiçbir iş yok. Yeter ki azmedin, çalışın, yolsuzluğa prim vermeyin, bu iş lafla olmuyor. Lafla peynir gemisi yürümüyor. Yaptıkları bir şey varsa, şunu yaptık desinler. Biz de şunu, şunu yaptık diyelim. Hangisi ağır basıyorsa... Terazinin sahibi burada... Demokrasi terazisinin sahibi millet" dedi.
Türk siyaset tarihi ve 12 Aralık’ta yerel seçimlere dair başbakan tarafından yapılan bu “belediyecilik” açılımı çok önemlidir. Neticeyi bağladığı “yolsuzluğa prim vermeyin” emri ile yukarda açıklanan “şehremini” tanımı örtüşmektedir. Bu nedenle Erdoğan’ı iyi anlamak, Kasımpaşalı sıfatıyla ‘sözünün eri’ olmasını istemek ve içtenlikle kutlamak gerek. Zira bu teoride çöp, çukur ve çamur söylemlerinin yalın (açık-net) ifadelerinden ziyade mecâzi anlamlarına bakmak gerek. Özellikle söylem içinde ‘bütüne münhasır biçimde’ yer alan: “Terazinin sahibi burada” ve “demokrasi terazisinin sahibi millet” ifadeleri; Yerel yönetimlerin mutlak millet iradesi, insan hakları, adalet ahlâkı, fazilet anlamında Cumhuriyet, özgün (kadim) hukuk ve demokrasinin kaleleri olduğunu betimlemesidir.
Mezkür konuşmada altı çizilen ve teoremin esasını teşkil eden çöp, çukur ve çamur şifreleri (betimlemeleriyle); Kişisel veya organize-kitlesel, çıkar örgütlerine dayalı insanlık dışı eylem, gasp-irtikap gibi edinimler ve pis işler kastedilmekte; Hitabın gerçek muhatabı: Yasa, hukuk ve ahlâk dışı kirli işlerle iştigal eden menfur kişi, grup ve kesimler olmaktadır.
Yani bu açıklamadan: 29 Mart seçimlerinde RTE ve AKP tarafından mevcutlardan adı kötüye çıkmış, şaibeli, sicili bozuk, ahlâken düşük-çürük başkanların tasfiye edileceği; Halka içilebilir sağlıklı su, yaşanabilir çevre, temiz toplum ve temiz-ucuz belediye hizmeti sunamayan güruh yerine “gerçekten” namuslu, ilkeli, onurlu, sorumlu mert, samimi ve dürüst kişilerin aday gösterileceğini umuyor, anlıyor ve uygulamayı bu istikamette görmek istiyoruz.
Gönderen: Mustafa Nevruz SINACI //
BAK: http://www.mustafanevruzsinaci.blogspot.com

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 47

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ
KAMU HİZMETİNİN KILCAL DAMARLARI BELEDİYELER
İktisadi hayatın can damarı perakendecilik, halka hizmetin ulaşma-başlangıç noktası ise belediyeciliktir. Vücuda hayat veren kılcal damarlar misali bu iki unsur, hayatı yaşanabilir kılan sacayağının ana öğeleridir. Bu üçgeni tamamlayan üçüncü ayak üretimdir.
Tabiat ana da (eko-sistem) üç unsur üzerine kuruludur. Varlığını, eskilerin ‘anasır-ı erbaa’ dedikleri toprak, hava ve su üçleminde sürdürür.
Üretim ve tüketimi destekleyen, örgütleyen ve hayatiyet kazandıran, motive eden en önemli faktör ise belediye teşkilâtlarıdır. Devlet, genellikle yurttaşla belediyeler vasıtasıyla buluşur. Bu nedenle belediyeler, devlet teşkilâtının can damarını teşkil eden hayati önemi haiz kurum ve kuruluşlardır.
Halk genellikle bunun farkında bile değildir.
Ama ‘farkında-bilincinde’ olmak zorundadır.
Zira kundaktan kabire kadar, insan dahi, bütün yaşam formları üzerinde belediyeler etkin bir unsur olarak fonksiyonunu sürdürür. Kısaca realize edecek olursak: Toplumsal yapının her katmanında, her derece ve düzeyinde belediye vardır. Sağlık, mutluluk, ucuzluk-pahalılık, temizlik-güzellik, güvenlik ve güncel hayatın huzurla devamı bile belediyelerle ilgilidir. Bu nedenle belediye çok önemlidir.
Önce belediye başkanı olmak üzere, bu teşkilatta görev alacak bütün kişilerde hakeza.
Nitekim 29 Mart 2009 günü tekrar sandık başına gidilecek ve bu hayati organların ana unsuru yeni yöneticiler seçilecektir. Gerçekte bu milletvekili seçmekten çok daha önemli, onurlu ve sorumlu bir iştir.
Hani eskilerin ‘şehir emini’ diyerek;
Yerleşim yerinin en temiz ve mütemayiz insanını seçtikleri alan budur. Zira oraya sadece ve yalnızca namuslu-dürüst, onurlu-sorumlu, adaletli ve hakikatli insanoğulları lâyıktır.
Hayatlarında zerre kadar şaibe, insanlık, hukuk, hakkaniyet ve ahlak dışı temlik ve tasarruf bulunan kimseler, belediye kapılarına (hâşa) köpek kavliyle dahi bağlanamaz. Köy ve mahalle muhtarından, belediye başkanı ve meclis üyelerine kadar o makamlar bütünüyle; Namuslu-dürüst, onurlu-sorumlu, “Vatanı ve milletini öz’ünden çok seven” bencillikle malul olmayan ve kişisel ikbal peşinde koşmayan “adaletli ve faziletli” bilge kişilerin yeridir.
ASLA BİR YANLIŞLIK YAPMAMAK GEREK!...
Aşağıda görüleceği üzere belediye hizmetleri zaten olabildiğince kurumlaşmış, özleşmiş, yerleşmiş ve sadece namuslu-dürüst bir yöneticiyi gerektirir aşamaya varmıştır. Asli görevi ve varlık nedeni itibarıyla halka dürüst, kaliteli ve ucuz hizmet sunmakla yetkili ve görevli bu kuruluşlar; Yerine ve durumuna göre hırsızlık, yolsuzluk, suiistimal ve sahteciliğin de uç noktaları olabilmekte ve çok kötü niyetlerle “halkı soymak-sömürmek için” pekalâ kullanılabilmektedir. Günümüzde yaygın örnekte budur. İşte bu nedenle “seçici” sıfatıyla, hem aday olana ve hem de aday gösterene çok dikkat etmek zorundayız. Belediyelerin teşkilat ve görevlerine dair 03.07.2005 tarih ve 5393 sayılı yasa, belediyeleri idari ve mali özerkliğe sahip kamu tüzel kişiliğe dönüştürmüş ve çok açık bir ifade ile resmen olmasa da fiilen halka mâletmiş bulunmaktadır.
Eğer 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanununu bir yana bırakıp münhasıran, 5393 sayılı Belediye Kanununu esas alırsak, belediyelerin temel görevlerinin; B.şehir Belediye Kanununda özellikle düzenlenmeyen alanlarda 5393 sayılı Kanununda yer alan hükümlerin ilçe ve ilk kademe belediyeleri için de geçerli olduğunu görürüz.
MEVZUAT HAKKINDA:
Bilindiği gibi, 5393 sayılı Kanun, belediyelerin görev, yetki ve sorumlulukları ile belediye idarelerine tanınan imtiyazlar konusunda kapsamlı bir düzenleme getirmiş; Kanunun 14. maddesi "Belediyenin görev ve sorumlulukları" başlığı altında şu hükme yer vermiştir:
"Belediye, mahallî müşterek nitelikte olmak şartıyla;
İmar, su, kanalizasyon, ulaşım gibi kentsel alt yapı, coğrafî ve kent bilgi sistemleri, çevre, çevre sağlığı, temizlik ve katı atık; zabıta, itfaiye, acil yardım, kurtarma ve ambulans, şehir içi trafik; defin ve mezarlıklar; ağaçlandırma, park ve yeşil alanlar; konut, kültür ve sanat, turizm ve tanıtım, gençlik, spor; sosyal hizmet ve yardım, nikâh, meslek ve beceri kazandırma, ekonomi ve ticaretin geliştirilmesi hizmetlerini yapar veya yaptırır.
Nüfusu elli bini geçen belediyeler, kadınlar ve çocuklar için koruma evleri ile okul öncesi eğitim kurumları açabilir. Devlete ait her derecedeki okul binalarının inşaatı ile bakım ve onarımını yapabilir veya yaptırabilir. Her türlü araç-gereç ve malzeme ihtiyaçlarını karşılayabilir. Sağlıkla ilgili her türlü tesisi açabilir ve işletebilir. Kültür ve tabiat varlıkları ile tarihî dokunun ve kent tarihi bakımından önem taşıyan mekân ve işlevlerinin korunmasını sağlayabilir. Bu amaçla bakım ve onarım yapabilir. Korunması mümkün olmayanları aslına uygun olarak yeniden inşa edebilir. Öğrencilere, amatör spor kulüplerine malzeme verir, destek sağlar. Amatör spor karşılaşmaları düzenler. Yurt içi ve yurt dışı müsabakalarda üstün başarı gösteren veya derece alan sporculara meclis kararıyla ödül verebilir. Gıda bankacılığı yapabilir. Belediye, kanunlarla başka bir kamu kurum veya kuruluşa verilmeyen mahallî müşterek nitelikli diğer görev ve hizmetleri de yapar veya yaptırır.
Hizmetlerin yerine getirilmesinde öncelik sırası, belediyenin malî durumu ve hizmetin ivediliği dikkate alınarak belirlenir.
Belediye hizmetleri, vatandaşlara en yakın yerlerde ve en uygun yöntemlerle sunulur.
Hizmet sunumunda özürlü, yaşlı, düşkün ve dar gelirlilerin durumuna uygun usul, esas ve yöntemler uygulanır.
Belediyenin görev, sorumluluk ve yetki alanı belediye sınırlarını kapsar.
Belediye meclisinin kararı ile mücavir alanlara da belediye hizmetleri götürülebilir.”
Düzenlemede görüleceği üzere ‘mahalli ve müşterek nitelik’ Belediye Kanunu ve belediye idaresinin en önemli ayırt edici özelliğidir.
Gerek sahip olunan yetkiler gerekse bu yetkilere istinaden görevlerin ifası bağlamında Türk belediye sistemi, beldeden B.şehir’e kadar nüfus ve imkânlar bakımından önemli farklılıklar gösterir. B.şehir dâhilinde olmayan belediyeler temelde 5393 sayılı Kanuna tabi olup; B. şehir belediyeleri ile ilçe ve ilk kademe belediyeleri hem 5216 sayılı Kanun hem de 5393 sayılı Kanunla ilgili diğer kanunlar gereği görev yapar ve sorumluluk taşırlar.
HALK’A HİZMET, HAK’A HİZMET:
Buradaki ortak özellik: Hakkıyla ve lâyıkıyla doğrudan halka hizmettir.
Halka hizmetin adil, eşit ve dürüst olması şarttır.
Aksi takdirde sosyal adalet zedelenir, kamu vicdanı rahatsız olur.
Toplumsal barış temelinden sarsılır ve bozulur. Belediyelerde bozukluk hükümetlerdekine benzemez. Etkisi ani, sonuçları ağır ve pahalıdır. Bu nedenle kamu hizmetinin kılcal damarı olan belediyeler asla dumura uğramayacak sağlamlıkla tahkim edilmek ve yarınki makalemizde açıklık getireceğimiz “Şehir Eminleri” anlayışı-yaklaşımı içinde ikame olunmak zorundadır.

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 48

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ
BİLİNÇLİ MİLLİ SİYASETE DÖNÜŞ
Kelime ve kavram olarak "milli siyaset" ve "milli devlet" 1924 Anayasası'nın temel umdesi (vazgeçilmez ilkesi) olmasına rağmen, 1960 kalkışması büyük ürküntü duyduğu ve menfur emelleri için sakıncalı gördüğü bu esası lağvetmiş ve Atatürk'ün 36 yıllık kanuni esasisini çöpe atmakta asla tereddüt etmemiştir.
ÜNİTER DEVLET VE MİLLİ DEVLET MUKAYESESİ: Bunun yerine ikame edilen "üniter devlet" kavramı temelde "unsurlar birliği"ni esas alır. Yani: "Üniter devlet (Etat unitaire, unitary state)"e, "tek devlet" veya "basit devlet (Etat simple)" de denir. Buna mukabil "Milli Devlet" daha mukavim (sağlam-güçlü) ilkeler ve daimi bir konsensüs'ü içerir. Üniter devlet'in zaafı kurucu unsurların (parçaların varlığını) de'facto olarak kabul etmesidir. Danimarka, Fransa, İngiltere, İrlanda, İspanya, İsrail, İtalya, İzlanda, Hollanda, Japonya, Lüksemburg, Norveç, Portekiz, Yunanistan, Türkiye gibi devletler birer üniter devlettir.
ÜNİTER DEVLET'İN ESİN KAYNAĞI VE GİZLİ GERÇEKLER: Şu kadar ki, 1961 Anayasası için cuntanın esinlendiği örnek lâik köktencilik ve fanatik evrimciliğin fundamentalist kalesi Fransa'dır. İnsani ve ilmi değerlere karşı ağır bir başkaldırı ve kâfir derecesinde sapkın fundamentalistler, insan formunun ne kadar sadist, bencil (egoist) ve hayvanlaşabileceğinin baz örneklerini teşkil ederler ve onlar emperyalizmin (kan emici vampirlik ve keneliğin) en açık göstergesidirler. Fundamentalizm sadece ve yalnızca İsevi inancına karşı bir direniş ve tepki değildir. Masonik ve kabalist kökten gelişleri nedeniyle yer yüzünde tek dinin İslâm ve Hazreti Adem'den, İslâm'ın son peygamberi Hazreti Muhammed' e kadar bütün Peygamberlerin Müslüman olduğunu çok iyi bilirler. Onların ana davası insani bilinç, namuslu-dürüst, adaletli ve doğru yaşam ilkelerini yok etmektir. Başkaca herhangi bir ideolojinin de kendi fundamentalistleri (köktencileri) vardır. Bu prototipler vahiy kaynaklı hâkim (orijinal) ahlâk sistemlerini yerle bir etmek için oraya konmuş truva atları gibidirler.
Adalet ahlâkı ve kadim hukuk penceresinden bakıldığında bunlar, şeytanın askerleri, öncü ve sözcüleri gibidirler. Ama onlar da -gerçektir ki- karanlıklar ve kâbusların ürünü olan şer ve şeytani ideolojilerine çok sıkı bir biçimde bağlıdırlar. Hatta, "insan insanın kurdudur" felsefeleri gereği en bağlı olan da onlardır!.. Çünkü sistemlerinin insani ve ahlaki boyutu yoktur. Mutlak edinim, yalan-talan, soygun-vurgun, güçlülerin haklılığı ve çıkar ağırlıklıdır.
GÜÇLÜLERİN HAKLILIĞI: Oysa bon-sens (erdemlilik, haklıların güçlülüğü) zordur. Cahil nefse ağır gelir.
Onlar, laik fundamentalizmi yeryüzünde hakin kılmak için durmadan "izm" üretirler. Bu nedenle "dünyadaki bütün izmler iğrençtir" Bu laf büyük bilim adamı Cemil Meriç tarafından söylenmeden önce de bu böyleydi, hala da öyle. Hakikat Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet'in kurucu unsurları tarafından çok iyi bilindiği ve kavrandığı içindir ki, Türkiye Cumhuriyeti, bu lanetli izmler temelinde inşa edilmemiş; Emperyalizmin korkulu rüyası olan "insan odaklı" fazilet anlamında ve Cumhuriyet bağlamında kurulmuştur. Zira milyonlarca insanın katili olan kapitalizm ve emperyalizm insani boyut ve bilinç toplumuna, adalet, hukuk ve evrensel barış ilkelerine aykırıdır.
Ama buna rağmen, başta ABD-AB (vahşi batı) olmak üzere; Zulmün zalim havarileri (paraya, şehvete ve şöhrete tapan) fundamentalistler, aklınıza gelebilecek her yerde ve her konuda, her fikirde, hatta müzik gruplarının hayranları olarak, önce dernekleşerek (stk) sonra da cinsi sapık bir zihniyetle kendileri gibi düşünmeyenlere saldırarak iyiliği inkâr, hak, adalet, hakikat ve hukuku ret, fanatizm ve körlükte sınır tanımayan, saç telinden ayak tırnağına kadar uzanan bir körlük, kötülük ve koyu taassupla yaşamaya ve nefret yaratmaya devam ederler.
Üstelik bu primitif varlılar ve mutasyon mağduru tipolojiler kendilerini aydın sanırlar.
Oysa bunların ilham kaynağı ve dayanağı, sadece muzlim karanlıklar ve zalimlerdir.
Bilgi çağının çökmesi, eko-sistemin bozulumu ve dünyanın iğrenç bir yer olmasında sorumlular listesi yapılsa, bu varlıklar baştan ilk üçe rahatça girerler. Lâkin sahip oldukları izm etiketi nedeniyle ideolojileri o listelerde gözükür. Soykırımın kara kitabı, bilmem neyin katliam politikası diye anlatılır dururlar. İnsanlık âlemi onları (keneleri) çok iyi bilir ve tanır.
ANALİTİK TANIM, ARADAKİ FARK VE İNCE AYAR: Üniter devlet, anayasa hukuku metinlerinde, devletin, ülke, millet ve egemenlik unsurları ve keza yasama, yürütme ve yargı organları bakımından teklik özelliği gösteren devlet şeklidir. O halde, üniter devleti, devletin unsurlarında ve organlarında teklik özelliğiyle tanımlanmakta, ancak, milli devlet'in aksine azınlıklar dışında da "unsurların varlığını" kabul etmektedir. Nitekim ülkemizde 1961 öncesi her hangi bir unsur, başkaca bir halk veya etnik kök dillendirilmez iken, üniter devlet lâfzı ile bu dillendirme önceleri de'facto sonraları ise alenen yapılmaya başlamıştır.
1. Devletin Unsurlarında Teklik
Devlet, ülke, millet ve egemenlik unsurlarından oluştuğuna göre, üniter devlette, tek ülke, tek millet ve tek egemenlik vardır. Diğer bir ifadeyle üniter devlet, tek bir ülke üzerinde, tek bir milletin, tek bir egemenliğe tâbi olduğu devlet şeklidir. Bu nedenle, üniter devlette, devleti oluşturan unsurlar tek ve bölünmez bir bütündür. (DENİLİR!..) Şöyle ki:
a) Üniter devlette, devletin ülkesi tek ve bölünmez bir bütündür. Şüphesiz ki, üniter devletin ülkesi de "il" ve "ilçe" gibi birtakım bölümlere ayrıllır. Ancak bunlar, basit idarî bölümlemelerdir. Bu birimlerin sadece idarî yetkileri vardır. Yasama ve yargı yetkileri yoktur. Bunların hepsi aynı egemenliğe tâbidir. Hepsinde aynı anayasa ve aynı kanunlar, kısacası aynı hukuk düzeni uygulanır.
b) Diğer yandan üniter devlette, millet unsuru da tek ve bölünmez bir bütündür.
Milleti teşkil eden insanların millet unsurunu oluşturmalarında din, dil, etnik grup vb. bakımlardan ayrım yapılamaz. Üniter devlette "toplum"lar veya "cemaatler" temelinde egemenlik yetkilerinin kullanılmasında farklılık yaratılamaz. (!) Üniter devlet sadece yer bakımından federalizme değil, aşağıda göreceğimiz cemaatler bakımından federalizme yani "korporatif federalizm"e de kapalı ve karşıdır.
c) Nihayet üniter devlette egemenlik de tek ve bölünmez bir bütündür. Tek olan egemenliğin sahası bütün ülkedir. Bu egemenliğe tâbi olan da bütün millettir. Egemenliğin kaynağı bakımından da ayrım yapılamaz.
Dikkat edilirse eğer, a, b, c tanımlamalarında yer alan çok ince bir ayardır. Ki bu 24 anayasasında söz konusu bile değildir. Dolayısıyla, başta AB dayatmaları olmak üzere bölge bazında oluşturulmaya çalışılan "Kalkınma Ajansları"nın bile yasal dayanağı bu tanımlardan kolaylıkla çıkabilmektedir. Aynı bağlamda; "Türkiye'de Kürt v.b. sorunu var" demek de suç olmaktan çıkmıştır. Oysa Türkiye'nin gerçekte her hangi bir etnik sorunu yoktur.
2. Devletin Organlarında Teklik Üniter devlette, devletin ülke, millet ve egemenlik unsurlarında teklik olduğu gibi, devletin yasama, yürütme ve yargı organları bakımından da teklik söz konusudur.
a) Üniter devlette tek yasama organı vardır. Ülkenin bütünü için geçerli kanunlar, merkezde bulunan tek bir yasama organı tarafından yapılır. Örneğin Türkiye'de tek yasama organı Ankara'da bulunan TBMM'dir.
b) Üniter devlettin yargı organı da üniter niteliktedir. Şüphesiz yargı organı üniter devletlerde de mahiyeti gereği birçok mahkemeden oluşur. Ancak, ülkenin her yerinde aynı tür mahkemeler vardır ve bunların üst mahkemeleri aynıdır. Bir üniter devlette, birden fazla ceza mahkemesi, birden fazla idare mahkemesi olabilir; ama iki tane Yargıtay, iki tane Danıştay olmaz.
c) Üniter devlette, yürütme organı bakımından esas itibarıyla bir "bütünlük" vardır. Yürütme organının tepesinde, parlâmenter hükûmet sistemlerinde "bakanlar kurulu", başkanlık sistemlerinde "başkan" vardır. Bakanlar kurulu veya başkana şimdilik "merkezî idare" diyelim. Üniter devletlerde yürütme yetkisi esas itibarıyla, bu "merkezî idare"de toplanır. Ancak, ülke genelinde bütün yürütme ve idare fonksiyonunun, başkentteki bu "merkezî idare" tarafından yerine getirilmesi mümkün değildir. Yani, üniter devletin yürütme ve idare organlarının mutlak bir şekilde üniter nitelikte olması imkansızdır. İşte bu nedenle, üniter devletlerde de, idare organının tekliği mutlak nitelikte değildir. Bu bakımından üniter devletler, kendi içinde "merkezî üniter devlet" ve "adem-i merkezî üniter devlet" olmak üzere ikiye ayrılabilir.
İkinci bölüm açıklama ve tanımlamalarında görüleceği üzere, sistemde derin çatlaklar ve çelişkiler vardır. Örneğin: (a) şıkkına göre yasama organı tektir. Ama oluşum biçimi milli devlette "Hakimiyet kayıtsız şartsız milletin" iken, 1961 yapılanması, siyasi partiler ve seçim mevzuatında giderek halktan ayrışma ve laik Fransız fundamentalizmi yönünde örgütlenen seçkinci elitlere idareyi terk ve teslim anlayışı yatmaktadır. İlerleyen süreç içinde bu kaygı gerçekleşmiş ve sonuçta politika oligarşik bir yapılanmanın eline geçerek, millet ve milli irade mefhumları adeta tarihe karışmıştır.
(b) bölümünde tanımlanan mahkeme ve yüksek mahkeme tanımı da aldatmacadır. Zira bugün sivil alt-yerel ve yüksek mahkemelerin tamamı askeri örgütlenme içinde de vardır. Üstelik durum demokrasinin kurumsal yapısı, eşitlik, insan hakları, adalet ve hukuk ilkesine açıkça aykırılık teşkil etmesine rağmen…
Buna mukabil "Milli Devlet" modelinde "kuvvetler birliği" esası geçerli olup; Tek kuvvet ve tek irade millettir. Millet adına bu yetki, bütün kurumları kapsamak üzere TBMM tarafından kullanılır. Üstelik 1924/28 anayasasında geçerli siyasi partiler mevzuatı 1946 -50 şekillenmesi ile "Millet iradesinin devlet idaresinde" çok şeffaf ve dürüst bir şekilde temsiline imkan vermektedir. Mevcut düzende buna imkan ve ihtimal dahi yoktur.
MUKAYESELİ BİLİM VE AÇILIM: Bilindiği üzere ülkemiz, kavga, kargaşa, anarşi, terör-tedhiş, kriz, bunalım ve buhran gibi kavramlarla 1960'dan sonra tanışmıştır. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 müdahalelerinin sebebi hikmeti de 1961 anayasasıdır. 1982 Anayasası ise 61'e göre geriye gidiş, ancak ülke şartlarına göre 1924 anayasasına yöneliştir. Çünkü 1924 (1928) anayasası, Atatürk, Türk ve Türkiye düşmanları tarafından ilga edilmeseydi, şu an için Türkiye istiklal ve istikrarın en tepesinde / zirvesinde olacağı gibi, dünyanın da en zengin ve güçlü devletleri arasında olabilir, çağdaş medeniyet seviyesini aşabilir ve konjonktürel bağlamda bir-kaç belirleyici aktör arasına pek alâ girebilirdi.
11 Kasım 1938 – 13 Mayıs 1950 dönemi hezimetinden sonra, 14 Mayıs 1950'den itibaren kazanılan ivme ve tekrar hayata geçirilen Atatürk ilkeleri ve Türk İnkılâbı bunu başarmaya muktedir olduğunu göstermiş ve ispatlamıştı. Mukayeseli bilim, siyasi tarih, ülke ve dünyanın genel gidişatı bunu açıkça göstermektedir. 1970, 80 ve 90'lı yıllarda üst üste yaşanan ekonomik, sosyal ve siyasal krizler, tarihe karışan hakkı müktesepler ve devlet beş sente muhtaç düşürülürken; Kendileri dünyanın sayılı zenginleri arasına giren politik-ACI, kapitalist ve yerli emperyalistler, adeta savaş zengini gibidirler. Günümüzde yaşanan kriz,
Bunalım, buhran, gerilim, anarşi-terör ve tedhiş bu Cumhuriyet, hürriyet, adalet, hukuk, ahlak ve demokrasi düşmanlarının eseridir. Sistemi tıkayan, ülkeni önünü tutan, yolunu kesen zihniyetin sahibi de onlardır.
Şimdi "onlar kim" diyeceksiniz!.. Buyurun inceleyelim:
ŞİMDİ BU DÖNEMİ YENİ BAŞTAN İNCELEYELİM:Birinci Cumhuriyetin fiilen sona erdiği gün olan 10 Kasım 1938, Türk milleti için 12 yıl aralıksız sürecek olan ve ancak 14 Mayıs 1950'de, demokratik bir halk hareketi ile "dur" denilebilen mâkus talihin (diktatörlük, despotizm ve dönme-devşirme, ateist-pagan-sabetaist, şaibeli ve şer kadroların bürokrasiye taşındıkları faşizmin) başlangıç tarihidir. Ertesi gün, asrın devlet adamını kaybetmekten dolayı bir yanda derin bir hüzün, diğer tarafta devletin geleceği ve bekası yönünden ağır basan endişe ve kaygı yaşanmaktadır. Sonuçta, kaygı galip gelmiş ve literatürel anlamda "İkinci (sanal) Cumhuriyet" olarak adlandırabileceğimiz yeni dönemin başlangıcında sağduyu sahipleri (Kemalistler) haklı çıkmışlardır. Zira, artık, Atatürk döneminde temelleri atılan ve sistematik bir düzenle yaşam boyutuna ve devlet hayatına geçirilmeye başlanan "demokrasi", "insan hakları" (halkçılık), "adalet" ve "hukukun üstünlüğü" ve bu norm (objektif) ilkelere dayalı "lâiklik-lâyiklik" gibi kavramlar artık yoktur. Çok kısa bir sürede, bütün esas ve unsurları ile fiilen ve resmen bir karşı devrim başlatılmış, halkı kucaklayan 'inkılap' süreci kapatılmış, adına 'devrim' denilen zorbalık dönemi başlamıştır. Akabinde Atatürk usulen ve tefhimen "ebedi şef" ilân edilmiş ve kadrocuların öteden beri özlem duydukları ve ilhamını İtalyan faşizmi ile gayri ahlaki, aykırı lâik Fransız fundamentalizminden aldıkları "milli şef" ile tam bir diktatörlük tesis ve ilân edilmiştir. (Önemli not: Orijinal anlamda lâiklik yani Atatürk'ün deyimi ile lâyıklık esasta bir İslâmi terimdir. Herkesin özgürce din seçebileceği ve inandığı dini, icaplarına uygun olarak yaşayabileceği anlamına gelir. İnanma ve inandığı gibi yaşama hürriyeti.)
GİZLENEN REJİM: KEMALİZM (Türk İnkılâbı) Bu süreçte, Türk inkılâbının izleri, Atatürk ilke ve inkılâpları ve Cumhuriyetin 16 yıllık eserleri şuursuzca yok edilmiş; Stalin'in, Lenin'i silme harekâtında bile göze alamadığı madeni para ve banknotlardan kurucu liderin (Atatürk) resmi ve ismi dahi silinip atılmıştı. "Halka rağmen-halka hizmet" ve "halk için devlet" değil "devlet için halk" anlayışı ile yönetimi ele geçirenler "sözde batılılaşma", büyük Atatürk'ün vefatını fırsat bilen vahşi batılı emperyalistler ise "Sevr'in intikamını almak ve Lozan'ı yok saymak" adına, (dahili bedhahlar ile işbirliği içinde olarak) istiklâl savaşıyla kutsal topraklardan kapı dışarı edilen bütün "kapitalist ve emperyal" emel ve menfur amaç sahiplerine ülkenin kapılarını ardına kadar açmış ve Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesinden saptırılması-arındırılması ve uzaklaştırılması için, milli devletin temellerine dinamit koymak, yükselen değerleri (milliyetçilik, din, dil, Türk kültürü vd) her ne gerekiyorsa (maalesef) hepsi fazlasıyla yapılmış ve yaptırılmıştır.
Atatürk ilkeleri ile bütün esas ve unsurları dahil Türk inkılâbının yok sayıldığı, Kemalizm'in gizlenmek, hafızalardan silinmek ve tarihin karanlıklarına gömülmek istendiği bu dönem; Seksen yılı mücavir Cumhuriyetin kayıp ve karanlık, despotluk ve koyu-kara diktatörlük yıllarıdır. İnönü hem cumhur başkanı ve hem de Halk Partisi genel başkanı, devletin vali, kaymakam ve belediye başkanları ise dikta partisinin il ve ilçe başkanlarıdır. Halktan kopuk, seçkinci, zengin-güçlü, varlıklı ve esas itibarıyla kapitalist ve emperyalist eğilimli; Milli ve manevi değer yoksunu, dini-imanı para, kâbesi vahşi batı olan, halk düşmanı bir kadro devleti ele geçirmiş olmakla;
Büyük Atatürk ve Türk inkılâbının "Avrupa'nın endüstriyel veri, bilim ve salt teknolojisinden yararlanma" esaslı batı politikası bu defa; Tefessüh etmiş bir medeniyetten kültür ithal etme gaflet ve dalâletine dönüştürülmüş ve adına "batılılaşma" denilerek, önce Cumhuriyetin lâiklik anlayışı ret ve inkâr edilip "dahili bedhah, ateist-pagan, din düşmanı ve sabetaist zümrece pek beğenilen Lâtin-Grek ve Anglosakson bozması bir tür din, vicdan ve insanlık düşmanı anlayış 'lâiklik' adı altında ithal ve ikameye kalkışılmıştır. Böylece yakın tarihin en büyük Atatürk, Türk ve insanlık düşmanlığı icra ve ifa edilmiş ve batının 1000 yıllık arzu, hedef ve ihtirası hayata geçirilmiştir.
Zira, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyetine karşı, Gümrük Birliğine katılma, zorunlu eğitimi bilim, din-ahlak ve sanat öğrenimini yok etme pahasına sekiz yıla çıkartma gaflet, ihanet ve dalâletinden önceki en büyük hıyanet budur. Bu vakıayı her kesin bilmesi ve her kesimin kabullenmesi, yargılaması ve sorgulaması şarttır.
Ki, bundan böyle; Gerçek anlamda aydınlık, arı-duru, ilkeli-onurlu, sorumlu, namuslu-dürüst, temiz ve berrak, vatan topraklarında hâkim ve "milli devlet" olarak hükümran bir vasıfla bu yolda ve bu uğurda emin adımlarla yürünebilsin...
Mâkus (kötü) talih ve tarihin tekerrür etmemesi (tekrarlanmaması), ibret ve ders alınması bakımından; "TBMM'nin üstünde ve üyeleri seçimle değil atamayla gelecek" faşist bir konseyin dahi kurulmasına kalkışılmış kapkara bir döneme, biraz daha (oralara) gerilere dönüp bakalım.
ÜÇÜNCÜ CUMHURİYET: İkinci (sembolik) Cumhuriyet, Ocak 1946'da, büyük Atatürk'ün en büyük ideal ve özlemi olan "çok partili siyasi hayata geçilmesi ile" derinden sarsılmış, bütün karşı devrim, (inkârcı duruş) ve ısrarlı direnmelere rağmen 4.5 yılda tükenmiş, 14 Mayıs 1950'de ise, Türk milleti tarafından "bir BEYAZ İHTİLÂL ile" ülke fiilen kurtarılarak, karanlık ve kâbus dönemi resmen sona erdirilmiştir. (Gerici, yobaz ve irticai kesimler bu harekete karşıdevrim demek utanmazlığını gösterirler) Olaya tarafsız gözle bakar ve objektif bir değerlendirme yaparsak, başlayan süreci bu defa "Üçüncü (GERÇEK) Cumhuriyet dönemi" olarak adlandırabiliriz. Zaten bunun böyle olması gerekir. Zira, bu dönemler arasında çok derin uçurumlar ve farklılıklar vardır. Başka bir şekilde tanımlamak ve açıklamak da mümkün değildir. Zira, Atatürk'ün ve Türk İnkılâbı'nın "halkçılık" felsefesine uygun biçimde "halkın iktidar olduğu" iki dönem vardır. 1923-1938 ve 1950-1960 arası. Yani, birinci ve üçüncü Cumhuriyet... Zira, Cumhuriyet, demokrasi ile kaim ve daim bir rejimdir. Bütün usul, esas, kurum ve kuruluşları ile demokrasi olmaz ve "CUMHURİYET FAZİLETTİR" ilkesi bütün onur ve erdemi ile fiilen yaşanmazsa cumhuriyetten bahsetmek mümkün değildir.
Tasnife göre, ancak 10 yıl devam edebilen bu "Üçüncü Cumhuriyet dönemi" "Türk İnkılâbına ait" kaybolan (kaybettirilen) bütün değerlerin büyük bir özenle tekrar hayat bulduğu, ülkemiz ve insanımızın baskı, zulüm, işkence, eziyet ve esaretten, despotluk, diktatörlük ve faşizmden kurtularak, özlenen "milli rejim" Kemalizm' e kavuştuğu, "milli devlette" huzur, güven, insicamın ve istikrarın sağlandığı, halkın devletle, devletin halkla barıştığı, Cumhuriyet ve demokrasinin "millet iradesinin devlette" tecelli-i ile örtüşüp, bütünleştiği ve devletin halk tarafından idare edildiği, demokrasinin "bütün usul, esas, kurum ve kuruluşları ile" temayüz ettiği adeta bir "asrı saadet" dönemidir. Atatürk döneminde ortalama % 23.5 olan kalkınma hızına, Celâl Bayar ve Menderes hükümetlerinde çok yaklaşılmış ve % 20.5'lara kadar varılmıştır. Daha da önemlisi, refah tabana yayılmış, işsizlik, yokluk, yoksulluk, hastalık ve cehalet önlenmiş, muasır medeniyetin imkân ve araçları kullanılmaya başlanmış, 1938-1950 arasında vaki "kapalılık" fobisi aşılmış, Atatürk'ün "devletçilik" ilkesi ve anlayışına uygun "karma ekonomi" sistemine geçilmiş ve medeni dünya ile "karşılıklılık ve eşitlik" kuralına dayalı onurlu bir entegrasyon gerçekleştirilmiştir.
4. CUMHURİYET'İN AYAK SESLERİ: Ancak, 3. Cumhuriyet fazla uzun sürmedi. Daha doğrusu sürdürülmedi. Zira, insanlık aleminin ezel-ebed düşmanları vahşi kapitalist, ateist, Darwinist-pagan, kökten din ve ahlak düşmanı Fransız fundamentalist ve emperyalistlerin önündeki tek ve yegâne engel, yani Atatürk Türkiye'si günden güne gelişmekte, büyümekte ve 12 yıllık mâkus sürede ABD ve AT/AET ülkeleri tarafından başına musallat edilen belâ, musibet, felâket ve dahili bedhahlar yoluyla kasıtla ayaklarına dolanan (ABD ve batı ile bilinçsizce imzalanan) "antlaşma" nam aykırı prangalardan sıyrılma-kurtulma yoluna girmekte idi.
Bu zaman zarfında çok büyük eser ve hizmetlere imza atıldı. Geri kalmışlık, cehalet, içine düşülen maddi-manevi, ilmi-dini-milli ve kültürel sefalet aşıldı. Kalkınma, sanayileşme ve gelişme 1938'de düşürüldüğü yerden maharetle kaldırıldı. Muasır medeniyetler seviyesine gerçekten ve kesinlikle ulaşıldı. Öyle ki, Türkiye tıpkı Mustafa Kemal'in hayal ettiği gibi; İleri, çağdaş ve modern bir dünya devleti oldu. Halk zengin ve mutlu, devlet "BOP ve BİP" gibi emperyalist uşak ve küresel-evrensel çetelerin icadı sömürü projelerine "dur" diyecek kadar güçlü-kuvvetli-muktedir bir hâl aldı. Demokrasi yerleşti. Cumhuriyet gelişti. "Milli Devlet" ilkesi yeniden hayata geçti. Halk kişilik ve kimliğine kavuştu.
KISKANÇLIK, PANİK VE KORKU PSİKOZU: Ama, kıskançlık, panik, korku ve endişeye düşen dahili ve harici bedhahlar (gizli düşmanlar) bunu çekemediler, hazmedemediler. Saat 9'u 5 geçe başlattıkları menfur emellerine artık kavuşamayacakları zehabına kapıldılar. Zira, gelişen Kemalizm, yok olması mukadder kapitalizm ve kan emici emperyalizmin eceli demekti. Gerçek demokrasi Türkiye' de hayat bulmuş ve kalıcı olma yoluna girmişti.
VAHŞİ BATI'NIN KABUSU: GÜÇLÜ-KUVVETLİ VE KUDRETLİ TÜRKİYE
Hariçte panik büyüdü. Ya diğer milletler de, "Türkiye gibi uyanırsa" !.. Veya, "uyanan ve Kemalizm'i örnek alıp uygulayan devletlerin sayısı çoğalırsa !.." İşte bu, korku, kâbus ve kaygı yüzünden; İç ve dış düşmanların iştirak, vatana ihanet ve işbirliği ile 3. Cumhuriyeti kesintiye uğratan ve cumhuriyet tarihinin en büyük 'kırılma' hareketi olan 1960 darbesi hazırlanarak alçakça uygulandı. İnsan hakları, adalet ve hukukun utancı, siyasi tarih ve ahlâkın yüz karası ve yeniden karanlık günlere, yıllar sürecek kâbusa dönüş böylece başladı. Demokrasi ilga edildi. Muasır ve medeni anlamda gerçek Cumhuriyet son buldu. Kâbus çöktü ve karanlıklar geri geldi
ÇOK YAMAN BİR ÇELİŞKİ! Cuntanın handikabı Atatürk adına "Atatürk düşmanlığı" yapmış olmaktır.
Bu çok kötü bir tohum olmuş, sonraları şekillenen 'türedi zihniyet' (tanrı uludur, halk İsmet'in kuludur zihniyeti) devrimbazlık, koyu fanatizm, irtica, gericilik, yobazlık, ayrışma, bölünme-çözülme, parçalanma gibi güncel tehdit unsurlarını yeşertmiş ve 1938 karşıdevrimi ile ekilen nifak tohumlarını amansızca diriltmiştir.
BÜYÜK UTANÇ!.. Sonuç: Kemalizm'in ezeli düşmanları sözde "Atatürkçülük" adına ve kan dökerek, hırs ve intikam hislerini tatmin pahasına ülkenin ve milletin kaderine cebren ve hile ile el koydular. Milli devletin esası ve sarsılmaz mayası olan ve tam 37 yıl kesintisiz uygulanan "Atatürk'ün Anayasası"nı Atatürkçülük adına kaldırdılar, ilga ettiler. Bu ne büyük bir utanç ve yüzkarasıdır bilir misiniz? Ama onlar asla utanmazlar.
Demokratik seçimle gelmiş siyasiler ile samimi Kemalist, namuslu ve dürüst vatanseverlerin tasfiyesi için gerekli finansman dışardan sağlandı. Cumhuriyet ve demokrasiye ara verildi. 14 Mayıs "Demokrasi Bayramı" derhal kaldırarak, utanmadan ve bu günün adına "kinâyeten" (kin ve nefretlerinden dolayı) "hürriyet ve demokrasi bayramı" denildi !.. Oysa, demokrasi bitmiş ve 3. Cumhuriyet de sona ermiş ve tekrar Atatürk, Türk İnkılâbı ve ilkelerini hedef alan "karşı devrim" başlatılmıştır !..
Fazla değil, sadece 9 yıl içinde (1971) hükmünü fiilen yitiren ve 20 yılda ülkeyi tam bir kaos, kriz, kargaşa, anarşi, terör, kardeş kavgası, kargaşa ve felâketin eşiğine getiren 1961 Anayasasına "Milli Devlet" yerine, tam da plân, hedef ve çıkarlarına uygun (ırkçılık ve ayrılıkçılığı çağrıştıran) "milliyetçi" deyimi ile zaten bölünmüşlüğü ifade eden "üniter" (kümenin birleşik biçimi, çokluğu oluşturan varlıkların birliği) kelimesini koyarak, günümüzde yaşanan nifak, fesat ve tefrikanın temellerini attılar.
BÖYLECE: Çok kısa bir sürede, sadece 45 yıl içinde; Millet iradesi, devlet idaresinden kayıtsız, şartsız soyutlandı, dışlandı. Devam eden süreçte gerçek anlamda millet iradesinin, devlet idaresine yansıması olan Demokrat Parti tarafından 31 Temmuz 1959 tarihinde tam bir eşitlilik, dengeli ve ilkeli ortaklık ve her hususta mutlak mütekabiliyet esaslarına dayalı olarak başlatılan AET ortaklık süreci önce bir süre inkıtaa uğradı.
AET, AB DEĞİLDİR!.. Halihazır dayatma, emir-talimat ve direktifler çerçevesinde sürdürülen AB uyum ve müktesebata entegrasyon sürecinin 31 Temmuz 1959 tarihli başvuru ile uzak-yakın hiçbir ilgisi ve alakası yoktur. O, ekonomik bir entegrasyon ve piyasa olayı idi. Bu tam tersi.
Daha sonra tamamen karşı tarafın istekleri baz alınarak, AET'e boyun eğilerek ve hattâ teslimiyet yolu açılarak (minnet borcu ödenircesine) 12 Eylül 1963'de Ankara antlaşması imzalandı. İmzalanan antlaşma 1 Aralık 1964'de yürürlüğe sokuldu ve ülkemizin, önce Kıbrıs bunalımından başlamak suretiyle özgürlük, hakimiyet ve hükümranlık haklarından peyderpey taviz verilmeye başlandı.
Milli mevcudiyetin maddi, manevi, ahlâki, siyasi, ilmi, sosyal ve kültürel temelleri sarsıldı; 1 Ocak 1996 tarihinde resmen yürürlüğe giren "Gümrük Birliği" ile hızlanan süreçte milletin en değerli hazinesi olan kutsal vatan topraklarının yer altı-yer üstü değer, eser, işletme ve servetleri (özelleştirme yoluyla peşkeş çekilip) adım-adım kapitalist ve emperyalist düşmana satılmaya başlandı; (Oysa AB ülkeleri özelleştirme konusunda çok temkinli idi. Bu uygulamayı çok asgari ve sınırlı tuttular. Ancak, Cumhuriyetin birikimleri ve milletin öz malını kapış-kapış kapmak için ülkemize koştular. Şimdi iş tersine döndü. Kriz kapıya dayanınca özelleştirme yapanlar zararlı, yapmayanlar kârlı çıktı. Bizdeki gözü dönmüş AB sevdalıları bunu göremediler. Basiret ve beka gösteremediler. Açıkça oyuna geldiler.) Ülkenin Atatürk ve Türk İnkılâbı ile aydınlanan istiklâli ve istikbali karartıldı; Milleti bu hazineden mahrum ederek "Lozanı" yok sayıp "sevri" getirmek isteyen dahili ve harici bedhahlar her yanı sardı; Atatürk döneminde ret ve ilga edilen Masonluk ve misyonerlik (1974 CHP-MSP iktidarı döneminden itibaren) bütün yurdu kapladı; İstiklâl ve Cumhuriyet tehlikeye düştü; Ekonomik bağımsızlık fiilen sona erdi.
Ülkemizin iktisadi sınırları kaldırılarak; Kapitalist ve emperyalistlerin ezeli-ebet oyunu olan "küreselleşme ve globalleşme" aldatmacası ile memleket bir sömürge ve açık Pazar haline getirildi. Milli İktisat, Milli Savunma ve Milli Eğitim politikalarına çok ağır darbeler vuruldu. Misak-ı Milli sınırları dahilindeki arka bahçemiz Kıbrıs, Musul-Kerkük, 12 adalar, Selânik davası dumura uğradı, kırmızı çizgiler yok sayıldı, "Milli Dava Kıbrıs" Rum'un insafına terk edildi;
BİR AVUÇ ANARŞİST:Bir avuç anarşist, militan ve menfur terörist devletimizi tehdit eder hale geldi; Huzur, emniyet, istikrar ve güvenlik kalmadı; Hükümet, adeta teröre boyun eğdi, Ordumuzun, Jandarmanın ve Polisimizin eli-kolu bağladı; Komutanlarımız katil ve kansız, insanlık düşmanı vicdansız teröristlerle el sıkışmak mecburiyetinde bırakıldı; Ülke-Vatan "demokratikleşme gereğidir" bahanesi ile paylaştırılmaya kalkışıldı; AB emretti diye Türk milleti ve devleti aleyhine yasalar dayatıldı; AB korkusu yüzünden ihanet şebekeleri himaye edilir ve bebek katili beslenir oldu;
SÖZDE DİNDARLARIN DURUMU: Dindarız diyen ve fakat dini-imanı para olan "aç köpek misali" takiyyeci "din tüccarları" ve siyasi şirket sahipleri halkı kandırma, aldatma, yalan-talan, soygun ve vurgunlarını hızlandırdı; Kirli el ve emel sahibi 'vicdanı ve irfanı satılık' menşei karanlık politika simsarları kapitalist ve emperyalist ABD ve AB'nin emrine girdi; Ülkenin başbakanı hakkında ABD'ye "atmayın, kullanın" denildi;
Milli Ekonomi IMF'e, milletin kaderi dünkü hasım ve ezeli düşmanın eline teslim edildi; Bankalara, fonlara, kurumlara ve soyguncu-vurguncu mafya ve ülkelere hortum bağlandı; Türk hekim, Mimar ve Mühendisleri, İlim, İrfan ve Fen adamları bir kenara atıldı; Ülkenin Banka Liman, Hava Alanı ve Sanayi işletmeleri yabancılara peşkeş çekildi; Bütün imkân, kuvvet ve kaynakları namüsait hale, acz ve zevale düşürüldü; İç ve dış borç büyüdü, milli ekonomi "bilerek ve istenerek" örtülü bir kapitülâsyon sürecine sokuldu.
Her gün "Al Bayrağa sarılı "ŞEHİT" tabutları gelirken; Milletin bağrından çıkan 58 belediye başkanı, bir kısım etkilisi, yetkilisi, bürokratı terörist olmuşken; Emniyet güçleri, ihanet ve şeamet erbabı anarşist, terörist, hırsız, yolsuz, hortumcu, sahtekâr, kap-kaççı, gaspçı, kaçakçı, ırz düşmanı ve vatan haini karşısında eli kolu bağlı aciz ve çaresiz bırakıldı; Dahili hain ve harici düşmanlar tarafından suni olarak yaratılan terörü yabancı işbirlikçilerin emri ile siyasallaştırma, affetme ve hainleri legallleştirme çabaları sürer, sınırlarımızdan 5000 terörist rahatça içeri girer ve Türk vatanında sanal azınlıklar yaratma niyet ve gayretleri; Mason, misyoner, din ve ahlâk düşmanı ateist ve pagan faaliyetleri olanca azgınlığı, hainliği ve bölücülüğü ile hız kazanırken;
Kurucu ve kurtarıcı Atatürk'ün: "Paramızı, hayatımızı harici düşmanların etki ve saldırısından kurtarmak, bu millet ve memleketin harici düşmanlara esir olmasına müsaade etmemek ne kadar lâzımsa; Aynı zamanda ve onlardan daha fazla bir uyanıklıkla dahili (iç) düşmanlara (milletin kötülüğünü isteyen ve kötülük için çalışan hainlere), dahildeki zararlı adamlara da dikkatle bekçilik yapmak ve onların her hareket ve faaliyetlerini gözden kaçırmamak mecburiyetindeyiz. Biz, ancak bu gayretle, bu intibahla çalışarak muvaffak olacağız. Böylece: Bütün dünya Türkiye'nin saygın varlığına özenecek ve milletimize lâyık ve müstehak olduğu yüksek mevkii ayıracaktır" (*) biçiminde 'mutlak riayet ve mükellefiyeti mucip' bir hedef ve vasiyetle ülkeyi emanet etmesine rağmen, menfur AB'nin art niyetli "hain" isteklerine ne yazık ki boyun eğildi.
BEBEK KATİLİ : Otuz bin küsur insanın katili bu süreçte idam sehpasından indirilip, adeta misafir haneye koyuldu. Reva mı? Aziz ve büyük Dinimizin "kasten ve taammüden öldüreni siz de yaşatmayın öldürün" emrine rağmen tefessüh etmiş AB'nin dediğini yapmak!.. Ve bu emri yerine getirecek kadar küçülen, alçalan dönemin muktedir zihniyeti.. Şu geldiğimiz noktada bin türlü ıstırap, meşakkat, mezalim, endişe içinde "her türlü özgürlük ve bağımsızlığın tükendiği, namuslu-dürüst, ilkeli, onurlu ve sorumlu vatandaşlar için 'açlık, yokluk, yoksulluk, esaret ve sefaletin' fiilen başladığı, insan hakları, adalet ve hukukun siyasallaştığı, ülkemizin "Gümrük Birliği anlaşması" ile sömürgeleştiği, halkın köleleştiği, siyaset ve çoğu sivil toplum kuruluşlarının AB ve ABD'ye koşulsuz entegre (teslim) olduğu; Ülkemiz, milletimiz ve devletimizi geleceğe taşıyacak 'genç nesillere' çok kötü bir mirasın hazırlandığı bu durum ve dönemde:
MİLLİ EGEMENLİK VE MÜŞTERİ MİLLET : Milli Egemenlik, milli devlet, milli iktisat, milli eğitim, milli savunma, özgür millet, cumhuriyet, demokrasi ve bağımsızlık" (?!.) ülkeyi yönetenlerin "meşruiyeti", dahil olmak üzere; Adalet ve siyaset kurumları, partiler ve seçim kanunları tartışılır hale gelmiş bulunmaktadır. Dahası, bu vahim süreçte sosyal "halk için" devlet ilkesi unutulmuş, zengini daha zengin; Fakiri daha ziyade fakirlik, açlık, yokluk, yoksulluk, zillet ve zulmün pençesine iten-terk eden "işveren devlet-MÜŞTERİ MİLLET" misal 'insanlık dışı" sömürü zihniyeti hâkim olmuştur. Daha da önemlisi 3. Cumhuriyetten itibaren 45 yıl süren aymazlık ve gaflet ile haricen uygulanan psikolojik savaş, ajitasyon ve dezinfornasyon sonucu Türk insanı pasif ve paralize, (tepkisiz) bir topluma dönüştürülmüş, ekseri medya mütareke sermayesinin emrine girerek, dahili ve harici bedhahların eline düşmüş, gerçek Türk vatandaşlarının Demokratik tepki, hak, hukuk ve adalet arama yolları neredeyse kapanmış ve tıkanmış; Başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, Cumhuriyetin kurucu unsurları tarafından öngörülen "insan, yurttaş, ayırımsız bütün halk-vatandaş, yani millet merkezli" eklektizm yerine, epistomolojik ve ontolojik sistemlerin "para ve sermaye odaklı" kapitalist, çıkarcı ve emperyalist, insanlık dışı teorileri baz alınmıştır.
Ayrıca, yargı hakim unsur yönünde siyasallaşmış, Cumhuriyetin denetçi ve Savcıları pasive edilmiş, Siyaset tekelleşmiş-yozlaşmış-çürümüş, topluma cebren ve hile ile dayatılan küreselleşme, modernite, globalleşme yoluyla ideolojik-kültürel saldırılar (psikolojik savaş) yoğunlaşmıştır. Saldırılarda tek hedef "Türk Milleti ve İnsanını" bir tarih öznesi olmaktan çıkarmaktır.
Bu sistematik süreç ve bağlamda insanlarımızın "milli-manevi, ahlâki, siyasal-sosyal ve kültürel" iradi mücadelesinin gereksiz, anlamsız ve boşuna bir çaba olduğu "bilinci" genel, sosyal ve toplumsal davranış kategorisi haline getirmesi amaçlandı. Buna paralel olarak yozlaşma ivme kazandı. Çürüme, deformasyon, mutasyon ve erozyonu hızlandırmak amacıyla: Küresel kapitalizm ve emperyalizmden zarar gören halkın ilmi bilgi ve "milli şuur" yolları kapatıldı. Milli iktisat politikası terk edilerek maliye IMF ye, Milli Eğitim ne olduğu meçhul (ajan provokatör kılıklı) yabancı uzmanlara teslim edildi.
Milli Savunma ise NATO, BM ve AB güdümüne entegre ve emir kulu olmaya zorlanmakta. Dahası 45 yıldır Türk toplumunun dejenerasyonu için özel Sosyoloji, siyaset ve felsefe kitapları yayınlandı. Atatürk'ün, "Türk milletinin milli dini İslâm'dır" demesine rağmen, Türk İnkılâbı ve İslâm'ın temeli olan lâiklik manâ ve muhtevasından saptırılarak menfur amaçlar ve milleti dinsizleştirmek için kullanıldı. Bir yandan "Milli Tarih şuur ve hafızası" yok edilmeye çalışılırken, diğer taraftan kelime ve kavramlar üzerinde oyunlar oynanarak nesiller arasındaki denge bozuldu, aşılması kabil olamayacak uçurumlar yaratıldı. Dildeki bozulum, erozyon ve kavram kargaşası sonucu demokrasi ve uzlaşma kültürü, toplumsal iletişim, dayanışma, yardımlaşma, anlaşma ve 'tek vücut-yek vücut olma' kültürü baltalandı. Tevekkeli, temsilde adalet denilerek demokrasi, yönetimde istikrar iddiası ile "yönetim kalitesi" huzur, düzen ve insicam bozuldu.
Aslında bu kapitalist ve emperyalistlerin yolu, menfur strateji ve metodudur. Dünyanın her neresine adalet adına gittilerse, adaleti; Demokrasi adına gittilerse demokrasiyi; İnsan hakları adına gittilerse "hak-hukuk ve adaleti" yok ettiler. Bu bakımdan gerçeğe ve bilime asıl ihtiyacı olanlarda onlardı. İnsan, millet ve fert olarak "gerçekte" onların da Mustafa Kemal Atatürk'ün "Türk İnkılâbının" esas ve ilkelerine ihtiyacı vardı. Bu olmadığı içindir ki, beyinsel faaliyetleri metalaştı. "İnsani boyut ve bilgi toplumu" bağlamında en az bizim insanımız kadar, onlarında akıl ve iradelerinin kurtarılması zorunlu, insani yönden zayıf ve zavallı hale geldi. insanlık ve uygarlık böyle vahim bir döneme girmişken, eleştirel-doğrusal bilgi ve objektif düşünce her zamankinden daha büyük bir gereksinim halini aldı. Bu da, Atatürk ilke ve "Türk inkılâbının" kısaca "Kemalizm" in evrensel boyutta "emsalsiz ve tartışmasız, mutlak bir REJİM ve lider bir DOKTRİN" olduğunu (1950-1960 uygulaması dahil) bütün uluslar (devletler) için gerekliliğini "tarihi süreç içinde" bir kez daha kanıtladı.
İşte bu nedenle: Bütün kurum ve kuruluşları ile Türkiye Cumhuriyeti devleti ve milleti "1.Cumhuriyet" döneminin deneyim ve kazanımları, ATATÜRK ilkeleri ve Türk İnkılâbı, yani "Kemalizm'in" ışığı ve yolunda, yorulmadan, milli değer, ilmi bilinç-şuur ve heyecana sahip "Vatansever duayenler" önderliğinde Türkiye halkının milli birlik ve beraberlikteki samimiyetine inanarak ve güvenerek; Şimdi tekrar "ama hukuki ve demokratik" bir mücadeleye "halk hareketine" başlamak zorunda ve durumundadır. Bu mücadele, kimseyi yüceltme ve karalama derdiyle değil, sadece "milli dava Kemalizm" misyonu ve "Türk İnkılâbı" vizyonu dahilinde olmak ve bu kapsamda kalmak zorundadır. Yani, yeni, bilinçli ve, "1960'dan günümüze doğrudan iktidar olmuş veya dolaylıda olsa bu iktidarlar içinde yer almış, deformasyon, dumur ve dejenerasyona uğramış, yozlaşmış, kapitalist ve emperyalist unsurlarla iç içe girmiş, her zerresine haram, yalan ve talan bulaşmış parti ve parlâmenterler dışında" büyük bir halk hareketi biçiminde oluşmak ve netice almak zorundadır.
Günümüz Türk yurttaşı, ülke'nin kasıtla-bilerek, inatla sürüklendiği bu kritik noktada; Vatansever-Kemalist, "Cumhuriyetçi-Demokrat" onurlu-sorumlu ve özgür insanlar olarak, ülkeyi uçurumdan çekmek, çıkarmak, kurtarmak ve günümüzün Ali Kemalleri ile diğer dâhili ve harici bedhahlara dur demek zorundadır.
Çıkış noktası: Gerçek vatansever, Kemalist ve milliyetperverler olarak; İnsanlığın, bilimin ve bilincin evrensel değerlerinin Türkiye ve Türk halkı ile tekrar bütünleşmesine engel olan her türlü çıkarcı, işbirlikçi, siyasal, sosyal, kültürel hortumcu ve Küresel kapitalizme Ülkeyi peşkeş çekenlere karşı: "Namuslu, dürüst, ilkeli, onurlu ve sorumlu, basiretli ve bilge, çalışkan ve üretken birey, gerçek insan sıfatıyla" cevap ve alternatif olmayı ve ülkemize çöreklenerek halkın kanını-canını iliklerine kadar sömüren 'vahşi kapitalist ve emperyalistleri' kovmayı vazgeçilmez bir şart olarak kabul etmektir.
Sevgili Vatansever insanlarım, bu yolda ve bu uğurda; Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ü asla unutmayınız. Çanakkale ruhu ile ruhlanan ve istiklâl savaşı gibi bir büyük efsaneyi bu onur ve ruhla yaratan Kuvva-i Milliye, Müdâfaa-i Hukuk Hareketini hatırlayınız. Bu ülkenin Vatanseverleri; Mustafa Kemal Atatürk'ün yoluna baş koyan:
Namuslu, onurlu, ilkeli ve dürüst gerçek anlamda "milli devlet" ve Kemalizm'den yana olan "namus borcu, kumar borcu bulunmayan" alnı ak, yüreği pek, vicdanı hür, irfanı hür, boğazından haram lokma geçmemiş "GERÇEK İNSANLARIN" kendini millete adayan ve vatan-millet, hürriyet, adalet ve hakimiyet-istiklâl yoluna baş koyanların etrafında örgütlenin. Ve gelin hep beraber yeni, demokratik hak, adalet ve hukuka dayalı beyaz ihtilâli oluşturalım, günümüz Ali Kemallerine karşı duralım ve yeniden ATA' nın emanet ve vasiyeti olan CUMHURİYET' i kuralım.
Fakat, eğer, her şeye rağmen bu utanç verici hale rıza göstermek niyet, gaflet ve dalâletine düşmüş olanlar varsa ve/veya bir okuyucu olarak siz eğer böyle iseniz biliniz ki, her hangi bir "geleceğiniz" (?) olmayacaktır. Amma, yeniden hür, hakim, özgür, onurlu ve hükümran olmak istiyorsanız: YENİDEN:
"YA İSTİKLÂL, YA ÖLÜM" demelisiniz.
Milli Devlet; Hürriyet ve istiklâlimize, dolayısıyla "Türk'ün insanca yaşamasına" hayır diyen, kendince azimli, kararlı ve sabırlı, onursuz, insanlık dışı, hain ve alçak dahili ve harici düşmanlarca "delikten süpürülmek ve "İkinci Ergenekon" Anadolu'dan kovulmak veya mahvolmak yerine; Bu şuursuz ve çılgınca gidişe gem vurmak, tam bir azim, irade ve kararlılıkla "DUR" demek bir insanlık, onur ve namus borcudur.
Unutmayınız ki, namuslu ve dürüst insanlar da, en az hırsız, arsız, yolsuz, soysuz ve namussuzlar kadar cesur, atılgan, çalışkan ve cesur olmadıkça bu vatan kurtulamaz. Devlet, harici (bedhahlar) ihanet şebekeleri ile dahili (bedhahlar) yerli işbirlikçiler konum ve durumundaki çetelerden kurtulamaz.
Yozlaşmış, çürümüş ve kokuşmuş rejimin "rüşvet, iltimas, yolsuzluk, soysuzluk, gasp, irtikap, suistimal, kap-kaç, kaçakçılık, sahtecilik, hortumculuk, kayıt ve kapsam dışılık, ayrıcalık, imtiyaz ve dokunulmazlık gibi insanlık, ahlâk, cumhuriyet ve demokrasi dışı" alışkanlık, adet ve haram-haksız kazanç yolları tıkanamaz. Nihayet, doğrusal yönde iş gören açık, saf, temiz, dürüst ve şeffaf hükümetler kurulmadıkça; Devlet idaresinde millet iradesi hakim kılınamaz; Süratle yayılan ahlâksızlık, edepsizlik ve şerefsizlik önlenemez.
Şu anda siyasette, medyada, kamu kurum ve kuruluşları ile bazı sektörlerde ve bürokratik oligarşide 'hakim unsur' olarak yuvalanan, hayasızca ve sorumsuzca davranarak kendilerini ve ülkemizi kullandırmayı yeğleyenlerin iktidarında, bölücü anarşist ve terörist yandaşı, yatakçı ve destekçilerinin ülkemizi bir baştan bir başa, pervasızca dolaşmasına göz yumulduğu ve fakat teröre karşı şanlı bayrağımızın altında öfke ve tepkimizi dile getirmemizin dahi mümkün olmadığı, millete ait kal-â'ların hile, haksız işgal ve desise ile tek-tek düşürüldüğü böyle vahim bir dönemde "ulusal egemenlik, hürriyet, hak, adalet ve özgürlük" için çok daha görkemli ve bilinçli bir mücadele vermek gerekmektedir.
Aksi taktirde, 27 Mayıs darbesi ile açılan "Lozan'ı ilga ve Sevr'i ihya" yolunda, bütün 'milli güç, irade ve engelleri" çiğneyerek ilerleyen; Gümrük Birliği anlaşması ile iktisadi sınırlarımızı kaldıran, ülkemizi bir 'Açık Pazar' serbest sömürü alanı, manda ve müstemleke haline getirmeyi amaçlayan; Milli dava Kıbrıs'tan vazgeçen, Kerkük' de kırmızı çizgileri sorumsuzca silen, Ege, Kırım ve Musul üzerindeki haklarımızdan geri adım atan, Türk dünyası ve Balkan politikalarında pasifleşen ve bütün uluslar arası çıkarlarından ABD ve AB lehine feragat eden, gayri Milli ve gayri Müslim "mütegallibe" er veya geç bu menfur yolda muvaffak olacaktır.
Dip dalga ve "gerçek derin devlet" sıfatıyla Milli hâkimiyet ve milli menfaatleri koruma yükümlülüğünü doğal olarak üstlenen ve % 5'e karşı % 95'le kahir ekseriyeti teşkil eden "MİLLET", milli rejim Kemalizm, (medeni siyaset) Atatürk ilke ve Türk İnkılâbının müktesep hak, hukuk ve esaslarına sahip çıkmak ve yeniden hayata geçirmek zorundadır. "Asıl önemli olan ve memleketi temelinden yıkan, halkını esir eden, içerideki cephenin suskunluğudur" diyor, Mustafa Kemal Atatürk. Bunu unutmayalım. Türk Milleti için asla esaret ve sömürü bir kader olamaz.
Şimdi ses vermek ve "olanca gücümüzle" haykırmak zamanıdır:
ÖZELLİKLE!.. 2008 yılı itibarıyla duçar olduğumuz ekonomik kriz, eğer Milli Siyaset yolunda yürünseydi ülkemizi asla etkilemezdi. Teoride Türk İnkılâbı anlaşılıp, samimiyet ve sadakatle uygulansaydı milletin sayısı 40 milyona varan kahir ekseriyeti fakirlikten ve yoksulluktan kırılmazdı. Ve büyük Önder Atatürk'ün: "Bütün dünyanın Müslümanları, Allah'ın son Peygamberi Hazreti Muhammed'in gösterdiği yolu takip etmeli ve O'nun verdiği talimatlar, tam olarak tatbik edilmeli. Tük İslâmiyet'in hükümleri, olduğu gibi yerine getirilmeli. Zira ancak, bu şekilde insanlık kurtulabilir ve kalkınabilir" (Ankara Gönül Erleri, Sıddık Demir, Ankara-2000) Biçimindeki son emanet ve vasiyetine uyulsaydı, şimdi Türkiye Cumhuriyeti dünyanın en güçlü, zengin ve müreffeh devletleri arasında olurdu.
Şimdi gelin; Yeter artık, "YETER, SÖZ MİLLETİNDİR"diyelim!..
Aziz Milletimizin bu haysiyetsizlikleri daha fazla taşıması mümkün değildir!
Bu kadar zûl, zulüm, hor-hakir görme ve işkence eşyanın tabiatına aykırıdır.
Amma!.. Hiç kuşkunuz, endişeniz, korkunuz olmasın; Elbette bir gün zalimler;
GELDİKLERİ GİBİ GİDECEKLER..
 
YARARLANILAN KAYNAKLAR:1. Atatürk'ün Söy. ve Demeçleri, Cilt: 1, 1952-Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yay.132-1332. Gizlenen Rejim Kemalizm, Tanı Yayınları-2005, Tayyip Yelen3. Globalleşen Dünyada AB Kapısında Türkiye İçin Çağdaş Çözüm, Tanı Yay.-2005, H.Aksu4. Atatürk'ü Tanımak ve Anlamak, Anayurt Yayınları- 2004, Behzat Şaşal5. Tek Çare Kemalizm, Tanı Yayınları-2006, Süleyman Akdemir6. Seni Anlasaydık Bu Hale Gelmezdik, Akasya-2005, İbrahim Candan7. Küresel Almanak, Tanı Yayınları-2006, Mustafa Nevruz Sınacı8. Hedefteki Müslüman Halklar ve İslâm, Kül Sanat Yayıncılık-Ankara, 2005 Yusuf Küpeli

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

49

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ
DEVLET; HÜKÜMET VE HALK
Bilgi çağının çöküşü ve “bilinç çağı”na geçişin en önemli nedenlerinden biri de; dünya çapında kelimeler ve kavramlar üzerinde oynanan oyun ve bu bağlamında insan hakları, adalet, hukuk ve demokrasi sözcüklerinin anlamsız kılınması ve içlerinin boşaltılmasıdır.
Örneğin: Türkiye Cumhuriyeti ‘Ermeni soykırım yalanı’ konusunda bu kastın kurbanı;
Afganistan, Pakistan, Irak ve pek çok Müslüman ülke de; İnsan hakları ve demokrasi söyleminin mağdurudur. Bunun başlıca üç ana nedeni vardır:
Birincisi: Yenidünya ‘düzen’i peşinde koşan kene, vampir, sülük ve pire türü kan emici (insani değer ve erdemler yönünden mutasyona uğramış ve vahiy ahlakından arınmış) varlıkların içine düştüğü vahşet, şehvet, şöhret, hırs ve ihtiras; Çok öz ve anlamlı bir tanımla, ilâh, silâh ve ilâç tüccarları;
İkincisi: Bunlara, aynı zaaflar ile malul olmaları nedeniyle yardım ve yataklık eden; Milliyet, mensubiyet, insani değer, medeni mefküre (ilmi dava), hamd, kanaat, şükür, samimi inanç, sevgi-saygı, tolerans, ibadet ve ihlâstan arınmış primitif ve prototip yöneticiler;
Üçüncüsü: Tıpkı kurbağa örneğinde görüldüğü gibi beyni uyuşmuş, içine kapanmış, onursuz ve sorumsuzlaştırılmış, miskin, medeni cesaretten yoksun, bütün insani, milli ve manevi duyguları, asil-aziz ve harsi (kültürel) erdemleri korku, baskı, zulüm, maddi-manevi işkenceler ile bastırılmış pasif-palyatif ‘sürü psikolojisi’ içine sürüklenmiş toplumsal yapı. Bu örnekte halkı idare eden, hâkim ve hükümran, başına buyruk bir çoban, millet ise icabında azgın köpeklerce korkutulan, hizaya sokulan sürü mesabesindedir.
İşte bütün dünyada siyaset sisteminin tıkanması, kaynakların tükenmesi ve ekolojik sistemin temelden sarsılmasının nedeni budur. Sahipsizlik ve sorumsuzluk… Ortak değerler,  toplumsal müşterekler ve evrensel dengeler konusunda kafa yormamak, bilinç ve bilhassa inisiyatif geliştirmemek. Kurumsal ve bireysel sorumluluk almamak...
Tıpkı fanatik ve cahil softaların ileri sürdüğü bir sapkınlık olan ‘kaderciliğe’ geleceğini, özgürlüğünü, yaşam hakkı ve güvenliğini şuursuzca teslim etmek; Kötülerin bilinçle yürüttükleri “gasp-irtikap ve haksız edinim” mücadelesine iyi insan ve iyi vatandaş olarak kayıtsız kalmak. Bütünüyle gayrimeşru, şiddet, tehdit, baskı, yalan-talan, hırsızlık-yolsuzluk ve özellikle: İnsan hakları, adalet ahlâkı, eşitlik ve hukuk istismarı ile yönetilmeye karşı “meşru direnme” hakkını kullanmamak!..
BİLİNÇ ÇAĞINA DOĞRU
Oysa, başta insanlık tarihinin tek ve yegâne semavi (vahiy kaynaklı) dini olan İslâm; İslâm’ın son peygamberi Hazreti Muhammed’in, bütün zamanları şamil mukaddes Kitabı Kur’an; İlim yolunun kanaat önderleri, dünyanın ‘kendilerini insanlık ve medeniyet davasına” adamış örnek ve önder şahsiyetleri, namuslu bilim ve siyaset adamları ve nihayet Türk siyaset ve devlet hayatının aynası; Özgür insanlık âlemi ve davasının ışığı-nihai lideri Mustafa Kemal Atatürk; “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” diyerek yol göstermiştir.
Dünyayı yeniden keşfetmeye gerek yoktur. Bilinçli, kendinde ve farkında olmak yeter.
Tekâmül nazariyesinin esası, her defasında sıfırdan başlamak değil, gelinen noktadan itibaren alarak ilmin yolunu ve önderlerin ışığını takip etmektir.
Konuyu bu bağlamda ele alacak ve bir yol haritası çizecek olursak!..        
MANA VE MUHTEVA OLARAK DEVLET:
Kelime, kavram ve anlam (manâ ve muhteva) olarak devlet, “Siyasi, idari ve merkezi bir teşkilâta sahip, belirli ve müseccel sınırlarla muhkem ve mukayyet, toprakları üzerinde hâkim, halkıyla hür, müstakil, özgür ve hükümran, (tam bağımsız) ülke;
Üzerindeki insan topluluğunu, mutlak bir adâlet, hukuk, eşitlik ve hakkaniyetle yöneten, refahı tabana yayan, dengeli kalkınan, doğrusal yönde hareket eden, milletin işlerini tam bir dürüstlükle, vukuf, ehliyet ve liyakatle yürüten, insan haklarına sahip ve hukuka saygılı meşru bir hükümetle ‘milli hakimiyet’ tesis etmiş bulunan evrensel bir kurumdur.
Esas olarak devlette kanunlar Anayasa’ ya, Anayasalar ise insana ve insan tabiatına (doğuştan var olan insan haklarına) aykırı olamaz. Devlet insan için vardır. İnsanlar, halk, millet, yani yurttaşlar tarafından “Namuslu, dürüst, katılımcı, saydam-şeffaf, ilkeli, onurlu, sorumlu, hak-hukuk ve bilumum medeni tasarruflarda mutlak eşitlik esasına dayalı”, özellikle demokrasi ve demokrasinin mutlak mütemmimi (ayrılmaz parçası olan) Cumhuriyetle yönetilmek zorunda ve durumundadır.
Bu insana ve İslâm’a uygun bir toplumsal sözleşmedir.
Toplumsal sözleşmeler kuruluşla birlikte ikame olunur.
Zaman içinde değiştirilmez. Geliştirilir ve mükemmelleştirilir.
İNSAN ODAKLI “ORİJİNAL” DEVLET
Bilinen ve belli olan tarihte ilk kez bu ideolojik tanım ve siyaset felsefesi günümüzden 2500 yıl önce Plâton (Eflâtun) tarafından vâzedilmiş; Bu rejim ve siyaset felsefesinin en ileri ve çağdaş-modern versiyonu ise, Atatürk ilke ve inkılâpları bağlamında “İnsan odaklı” doğru, demokratik ‘İnsani Boyut ve Bilgi Toplumunun ideal rejimi’ “Türk İnkılâbı” (Atatürk’ün kendi deyişi ile) “KEMALİZM” olarak biçimlenmiş devlet-rejim budur.
Günümüzde, orijinal ve objektif bir rejim olan bu yönetim biçimini örnek alan veya uygulayan, (dünyada) gerçek devlet sayısı iki elin parmakları kadar azdır. Yakın ve uzak tarihte ise, ağırlıklı olarak Türk ve İslâm devletleri ile 20.500.000 km2’de yaklaşık 600 yılı mücavir süre ile “huzur iklimi” olarak adâletle hüküm süren Osmanlı örneği ile 1923-1938 dönemi Türkiye Cumhuriyeti gösterilir.
Dünya devleri ve devletlerinin pek çoğu bilime kıyasen çete devletidir.
Bunlar tasallutla tasarruf eder, evrensel hukuk ve adalet ilkelerini tanımazlar.
GİZLENEN REJİM KEMALİZM
Şu anda ülkemizde de Kemalizm maalesef ‘gizlenen rejim’ durumunda olup, 1961’ den itibaren terk edilmiştir. Ancak, AB Komisyonunca onaylanan Ortlander raporunda yer aldığı veçhile batı, Türkiye’nin kesinlikle Atatürk’ü unutmasını istemektedir. Zira, kapitalist ve emperyalist küresel sermaye, önünde en büyük tehlike olarak “Kemalizm” i görmektedir.
Bu talep ve yaşanan gerçek yönünde biz yine de konuyu irdelemeyi sürdürelim:
Devletler, halk tarafından tesis ve idame ettirilen hükümetler eliyle yönetilir.
Hükümetlerin mutlak şartı meşruiyettir. Hüküm ve hikmet meşruiyetle mümkündür.
HÜKÜMET VE MEŞRUİYET:
Gücünü sadece ve yalnızca halktan alan ve halka dayanan, kuvvet, kudret ve hakimiyet-hükümranlık hakkını “halkla birlikte-halk için kullanan”, halkın emrinde ve hizmetinde olan ve bu (hüküm ve hikmet) hakkını; Ulusal ve evrensel hukukun kabul görmüş ilke, norm, standart ve kriterleri muvacehesinde; İlmi değer, manevi mukaddes, milli mefküre, temel inanç, adet, örf, yerleşik töre, birikim ve gelenekleri doğrultusunda kullanan;
Halkın gücü, kudreti, irade ve adâlet ahlâkı “doğrudan milletçe onaylanmış” müşterek hak, hukuk ve menfaatleri tavizsiz-ivazsız bir “kamu ahlâkı dairesinde” yönetme erkidir.
Bu, Türk milleti ve TC devleti bağlamında bir “Kuvâ-i Milliye” veya “Çanakkale” rûhu, nizamı; Yani, halk iktidarı anlamına gelir. Halk iktidarı ‘hak iktidarı’ demektir. Diğer bir anlamda, kamu yönetiminde ‘kamu onayı ve kamu vicdanı’ esastır. Türk milletinin kamu vicdanı: Mustafa Kemal ATATÜRK, O’ nun ilkeleri ve Türk İnkılâbıdır.
            CUMHURİYET FAZİLETTİR, ERDEMDİR:
Türk İnkılâbı ‘Cumhuriyet Fazilettir” ilkesine dayalıdır. Mutlak dürüstlüğü esas alır. Yani; Türk devleti (orijinal Fransızca da ‘bon-sens’ denilen) haklıların güçlülüğü, hak, adalet ve hukukun mutlak hakimiyeti; her türlü ayırma, kayırma, farklılık, üstünlük, imtiyaz ve kanunsuz koruma dışında ‘tam eşitliği’ öngörür. Bilimin, milli birikimin ve insani bilincin gereği olan ‘doğrusal yönde temlik ve tasarrufu”, “En hakiki mürşit ilimdir” ilkesini esas alır.
Türk milleti ve TC devleti, vahşi kapitalizm ve küresel emperyalizme karşıdır.
Türkiye, hür, müstakil, hakim ve kendi hukuku ile kaim medeni bir dünya devletidir.
Türkiye Cumhuriyeti; Binlerce yıllık devlet geleneğinin gereği; Namuslu bir devlettir.
DEVLETİN NAMUSU:
Yukarda açıklanan usul, esas ve münhasıran “Türk İnkılâbı” çerçevesinde ‘Türk Devleti’ “CUMHURİYET FAZİLETTİR” ilkesi bağlamında kuruludur. Cumhuriyet’in ana ilkelerinden biri de: Haklıların güçlülüğü ilkesidir. Güçlülerin haklılığı değil…
“Fazilet” Türk ve dünya lügatlarında;
“Doğruluk, dürüstlük, değer, meziyet, iyilik, ilim, irfan ve iman itibarı ile yüksek, adalet ve ahlâk-edep sahibi, hürmet ve muhabbete lâyık, saygınlık” anlamına gelir. Tek kelime ile fazilet: Kişisel ve kurumsal bazda namuslu, dürüst ve demokrat olmaktır. Gerçek anlamda namuslu, dürüst ve demokrat olmayanın devlette işi yoktur.
Bu tanımları, günümüzde yaşanan ‘derin’ kavram kargaşasını açıklamak için yaptım.
ASIL MESELE NEDİR:
83 yıllık cumhuriyet tarihini “Hakiki devlet ve namuslu hükümetler” bağlamında büyüteç altına koyduğumuzda ortaya çıkan profil şudur: 1923-1938 dönemi: Tam bir yokluk, yoksulluk ve kıtlıktan; Taban ve tavan arasında makul bir denge korunarak, el ve gönül birliği ve “millet olma” bilinci içinde kalkınma ve gelişme yolunda büyük mesafe alınmış; Kurucu önderi, bütün ayni ve nakdi mal varlığını milletine ve milletin kurumlarına bağışlamış, bütün dünyanın saygı duyduğu “kederde ve kıvançta bir” yüksek bir medeniyet bu dönemde yaşanmıştır. Atatürk dönemi, tertemiz ve pırıl pırıl bir dönemdir.
1938-1950: Karşı devrim adına, her şeyin yerle bir, Türk inkılâbınınsa ter-yüz edildiği, ilk yolsuzluk ve suistimallerin uç verdiği, demokrasinin yerini despotluğun aldığı kıtlık ve kâbusların hortladığı karanlık ve kara bir dönem. Kayıp yıllar...
1950-1960 : Türk inkılâbının düştüğü yerden ayağa kalktığı, Atatürk programlarının tekrar, özenle yürürlüğe konduğu, milletçe kalkınma-gelişme, devletçe yükselme ve ‘muasır medeniyet seviyesine ulaşma” seferberliğinin başladığı ve ülkenin karanlıktan aydınlığa çıkarılarak birinci sınıf bir dünya devleti noktasına yükseldiği, taşındığı harika yıllar.
DİKKAT:
14 Mayıs 1950 seçimlerinde ‘beyaz ihtilâl’ olarak tarihe geçen ve büyük bir halk hareketi ve kuvâ-i milliye ruhuyla “demokrasi zaferi” kazanan parti, halk partisi tarafından “devr-i sabık” yaratmama konusunda uyarılmış, aksi taktirde askeri darbe ile tehdit edilmiş olmakla; DP, demokrasiye geçiş evresi nedeniyle bu şartı kabule mecbur kalmıştır.
DARBE:
27 Mayıs 1960’da, başta halk partililer ile Cumhuriyet, Demokrasi, Atatürk, Adalet, ahlâk ve milli değerler düşmanı, hukuk özürlü dahili ve harici bedhahların iştirak ve işbirliği sonucu yapılan darbe, 10 yıldır yaşanan “asr-ı saadet” dönemini sonlandırdı. Bir değil binlerce “DEVR-İ SABIK” yaratma ihtirası uğruna kurulan ‘adalet ve hukukun yüz karası, utancı’ güdümlü mahkemelerde binlerce masum insan, memur, müsdahdem, genel müdür, genel kurmay başkanı, bakan, başbakan ve cumhurbaşkanı alçakça sorgulandı ve yargılandı. Nâhak yere üç masum ve müsemma lider hunharca asıldı. Ancak, örtülü ödenek dahil devletin ve hükümetin bütün hesapları tertemiz çıktı... Devr-i Sabık yaratamadılar. Çünkü devlet bu dönemde Atatürk’ün yolunda ve izinde yürümüştü.
Atatürkçülük, yani ‘Kemalizm’ ile yalan-talan ve yolsuzluk birleşmezdi.
Oysa, müsebbipler 1950’de devri sabık yaratılmamasını şart koşmuşlardı.
Çünkü 1938-1950 döneminde devleti yönetenler, reddi miras etmişlerdi. Ortam pisti.
NEREDEN NEREYE:
Emekli Jandarma Kurmay Albay ve dönemin Jandarma Genel Komutanlığı Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanı; Namus ve fazilet timsali büyük insan, gerçek bir Türk Askeri, Kuvva-i Milliyeci Aziz ERGEN’ in “Kirli Ellerin İttifakı” isimli kitabı yayınlandığı gün bana geldi. Türünün nadir örneklerinden olan bu kitabı; Yukarda irdelediğim siyaset bilimini (Türk inkılâbını) baz alıp, “1960-2006” döneminde olup bitenleri düşünerek büyük bir dikkat ve itina ile satır satır okudum. Başlangıçta vaki açıklama ve tanımlar doğrultusunda mukayeseli bir şekilde inceledim, değerlendirdim.
Daha sonra Kuvvai Milliye Derneği Genel Başkanı Bekir Öztürk, Talât ŞALK (DGM eski, emekli Cumhuriyet Başsavcısı) ile Aziz ERGEN tarafından; Ankara Sürmeli Otel’ de yapılan ‘tanıtım amaçlı basın toplantısını izledim. Evet, demek artık, ‘yeni bir beyaz sayfa daha’ açmanın değil; ‘iyice kirlenen’ son 40 yılın hesabını sormak zamanı gelmişti
“KİRLİ ELLERİN İTTİFAKI” ADLI KİTAP
Bahusus toplantıda, Aziz Albayın son derece ağır başlı, temkinli ve (emekli de olsa) temsil ettiği camia ve emekli olduğu kurumun onur ve erdemini düşünerek verdiği cevaplar ile Talât ŞALK’ ın açıklamalarını ‘bu amaçla’ not aldım. Akabinde aldığım önemli notlar ve kitabı bir kenara koyarak, ertesi günden itibaren İnternet, radyolar, yazılı-görsel medya ve televizyonlarda yer alan haber ve programları dikkatle izlemeye başladım.
Acaba, Türkiye’yi sarsacak nitelikteki bu açıklamaların yansıması ne olacaktı?
Halkın tutumu, hükümetin tavrı, başta insan hakları örgütleri olmak üzere, sivil toplum kuruluşlarının ve genelde kamuoyunun tepkileri konusunda ciddi beklentilerim vardı.
Sanki bütün medya harekete geçecek, aziz ve necip Türk halkı ayağa kalkacak, STK’ lar (Hrant Dink’in cenazesi ve 301.madde konusunda olduğu gibi) hepten teyakkuz durumuna geçecek, başta Sayın Cumhurbaşkanı, Devlet Denetleme Kurulu, Başbakan, Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu, Bakanlar ve Bakanlık Teftiş Kurulları derhal işe el koyacak; Dönem itibarıyla kayıp, kaçak, gasp, hırsızlık ve yolsuzlukla hortumlanmış, kitapta açıklanan ‘millete ait’ 500 milyar doların peşine düşerek;
‘DEVLETİN NAMUSUNU” kurtaracaklardı…
Zira, dönemin hayali ihracat komisyonu başkanı ve eski Aksaray milletvekili Mahmut ÖZTÜRK, Manisa eski milletvekili Tevfik DİKER (Anayurt), o gün için vizyondaki “Kurtlar Vadisi” dizisinin yapımcıları, konuyla ilgili başkaca kitaplar yazan yazarlar, dönem içinde konuyla ilgili dizileri yayınlayan gazeteler ve gazeteciler sayesinde (Aziz Albay kadar olmasa bile) yine de ‘harekete geçmeye yetecek kadar’ pislik, kirlilik, hırsızlık, yolsuzluk, yozlaşma, erime ve çürüme ortaya çıkmıştı.
Üstüne üstlük bir de, ‘dokunulmazlara’ ait dosyalar vardı.
TÜYÜ BİTMEMİŞ YETİMİN HAKKI
Böylece tüyü bitmemiş yetimin hakkı söke söke geri alınacak, Aziz Türk milletinin alçakça çalınan geleceği kurtarılacak, suçlular yakalanacak, adil mahkemelerde yargılanacak ve kamu vicdanı rahatlatılacaktı. Bu son derece olağan, doğal, masum ve yasal bir beklenti idi. Zira, devlet ve hükümetler bunun için vardı. Hiç olmazsa beyaz enerji dahil, aysbergin dışarıda kalan, görünen bölümü aydınlandı. Kirli eller, kara vicdanlar ve irin dolu yüreklerin sırrı ayândı artık. Devlet varsa (ki, vardır) şimdi harekete geçmeliydi. Zira;
Aziz Ergen’in kitabı, izah ve itirafları bir bakıma rüşvetin, hırsızlığın, hortumculuğun ve devleti kullanarak milleti soymanın aleni belgesi idi. Üstüne üstlük bu güne kadar benzer konularda yayınlanan hatırat, belge, bilgi, kitap ve itirafları da tamamlıyordu. Hazır, Anayasa mahkemesi, yerel mahkemeler ve Cumhuriyet Savcıları da konu üstünde idi.
NELER GÖRDÜK, NELERE ŞAHİT OLDUK
Bir tarafta aleni dolandırıcılıktan yakalanan bakan, diğer tarafta sahtecilik, görevi kötüye kullanma, rüşvet, iltimas, suistimal, nüfuz ticareti gibi yüz kızartıcı suçlarla yargılanan eski bakan ve vekiller; Diğer tarafta, aynı suçlara ilâveten bölücülük, teröre destek, yardım-yataklık ve dahi vatana ihanete kadar varan iddialarla suçlanan, ancak insan onuru, adalet ahlâkı, demokrasi, anayasa’ nın eşitlik ilkesine aykırı bir biçimde dokunulmazlık zırhı ile korunan ‘milletvekilleri’ vardı.
Hattâ, buna rağmen yalan-talan, soygun ve vurgun bütün şiddeti ile devam etmekte idi.
Üstüne üstlük, şimdilerde Türkiye’yi soyanlar ve hortumlayanlar kervanına İMF, AB kurumları, Dünya Bankası ve ülkemizin “Milli İktisat”sınırlarını yok eden “Gümrük Birliği” çeteleri bile vardı. Ülkemizde mafyalar cirit atıyor, organize çıkar örgütleri “Medya-Mafya-Politika” şeytan üçgeninde, rahatça hareket ediyor ve diledikleri gibi faaliyet gösteriyordu.
Evet, devlet, hükümet ve halk bütün kurum ve kuruluşları ile harekete geçmeliydi.
Şimdi tam zamanı idi. Artık, ‘hiçbir şey eskisi gibi olmamak’ zorundaydı.
AMA HAYRET!..
Alenen suçlanan ve marifetleri deşifre edilen kesimlerden çıt yok. En küçük bir ret, tekzip veya itiraz bahis konusu değil. Mütareke medyası popülizm peşinde. Tutturmuş bir ‘Amerikalı albay nasıl soyuldu’ konusu speküle edip duruyor. Milliyetçi, sağcı ve muhafazakâr yayın organları da, sanki söz birliği etmişçesine “Çuvalın intikamını alan albay” teranesine sarılmakta. Ortada tam bir sağırlar ve körler diyalogu ‘pandomima’ var.
Tedbir olarak sadece, devletten ve halktan alenen çalınan 300 milyar dolarlık miktarı mücavir olaylar ve saiklerine ilişkin bölüm nedeniyle, “KURTLAR VADİSİ” dizisi kapatıldı.
SUÇ VE CEZA: (ADALET, ÖZGÜRLÜK VE GÜVENLİK)
Öteden beri ve günümüzde yurttaşlarımız mahalle marketlerinden, ülke bakanlarına kadar ulaşan yolsuzluklardan bıkmış, yılmış ve usanmıştır. Sokaklarda gasp, devlette irtikap ve yolsuzluk vardır. Suç patlamıştır. Suçlu rahattır. Yargı, Hukuk, Adalet ve ceza kurumu dumura uğramıştır. Mâşeri vicdanı ATATÜRK olan millet rahatsızdır. Durum kriz boyutunu aşmış, ümitsizlik, güven bunalımı ve buhrana dönüşmeye başlamıştır.
GELECEK VE GERÇEK!..
Oysa, gelecekle ilgili umut ve inanç yaratmak, her türlü yolsuzluğa karşı toplumsal refleks oluşturmak ve doğal stabilizatörleri tekrar hayata geçirmek gerekir. Bu meyanda, Aziz Albay tarafından açıklanan dehşet verici olaylar; Zati şehadetle taraf olunan, vakıaların kamu tarafından sorgulanması, müsebbiplerin yargılanması ve cezalandırılması şarttır. Bunun yanı sıra, 1960’dan günümüze ‘devlet erki kullanılmak ve kuruluşlar istismar edilmek” suretiyle, siyaset kurumları ve siyasi partiler de alet edilerek yapılan ve boyutları dönem itibarıyla 500 milyar dolarlara varan dehşet verici devasa soygun, vurgun, yalan ve talan anatomisi ‘keyifle ve korkusuzca’ menfur icraatını sürdürememelidir. Bu soyguna “DUR” demek zamanıdır.
Suç ve suçlu ‘cürüm’ cenneti haline getirilen ülkede namuslu insanlar güvende değil. Suçlular küstah ve acımasız. Masumlar ve mazlumlar korumasız. Yeni TCK ve AB sayesinde suçlulara avukat verilmekte, mağdurlar ise daha da mağdur ve perişan. 1923-1938 ilâ 1950-60 dönemi devlet anlayışı unutulmuş, herkes Atatürkçü, fakat, Atatürkçülük, Kemalizm ve Türk inkılâbından eser yok. Bu ne iki yüzlülük, mürailik ve münâfıklıktır ki; Milliyetçiler, sağcılar, solcular, dinciler dahil bütün kesimlerden hırsız, yolsuz ve hortumcu çıkabilmekte.
Adama (vatandaşa) sorarlar !
Hani ilkelere ne oldu. Hani binlerce yıllık tertemiz Türk medeniyeti !
Bize pırıl pırıl, tertemiz ve berrak bir Cumhuriyet emanet eden Atatürk’e ihanet niye ?
Cemiyetin temeli adâlet ahlâkıdır. Ancak, adaleti kaim olan kanun hukukidir.
Türk inkılâbının amacı kanun devleti değil; Hukuk devletidir. Hukuk devletinde suç cezasız kalmaz. Ceza, suça mümasil (denk) olmak zorundadır. Ne eksik, ne fazla.
Evet, İnsan elbette özgür bir varlıktır. Lâkin bu, suç işleme özgürlüğünü kapsamaz.
Kanun ve kuralları belirleme hakkı, ‘güçlülerin’ değil, haklı-doğru ve dürüstlerindir.
Demokrasilerde hırsız, yolsuz, hortumcu, yıkıcı ve bölücü unsurlara; Cezalarını çekip ıslah olmadan “halk içinde” serbestçe dolaşma hakkı tanınamaz.
Hukuk devletinde ‘suç işlemek’ herkes için yasaktır. Mutlak kaide budur.
DEVRİ SABIK YARATMAK GEREK:
Şimdi tam zamanıdır.
            Zira kapımıza tekrar bir ekonomik kriz dayanmıştır.
            Bizim yeteri kadar kriz, kaos, bunalım ve buhranımız varken buna dayanamayız.
Millet, meri hükümet, ‘durumdan vazife çıkartarak’ Anayasa Mahkemesi veya yüksek yargı önce cürmün milâdı olan 27 Mayıs’ın hesabını sormalıdır. Bununla birlikte o mâkus günden itibaren bu güne değin yapılan bütün haksızlık, hırsızlık, gasp, irtikap ve yolsuzluğun hesabı muhakeme edilmeli; Ülkemiz, istiklâl ve istikbalimiz aleyhine işleyen AB süreci behemahal durdurulmalı, Gümrük Birliğinden derhal çıkılmalı, devlet “namuslu-dürüst ve demokrat” Atatürk’çü-Kemalist Cumhuriyet konumuna tekrar çekilerek; 46 yıllık kâbusun kara vicdanlı, kirli el’li ve kansızlar (damarlarında asil kan akmayan) hain, dönme, devşirme, ateist, pagan ve Türklüğünü kaybetmiş insanlık düşmanları sorgulanıp, yargılanarak ‘devr-i sabıkları” yaratılmalıdır.
Temiz devlet ve temiz toplum için bu şarttır. Türkiye’nin kendi kendisi ile yüzleşme ve yönetenlerin halkla hesaplaşması zamanı gelmiştir. Yarın çok geç olabilir.
DEVLETİN MALI DENİZ:
Bu söylemin doğrusu, haksızlıktan, rüşvet, hırsızlık ve yolsuzluktan bıkmış-bunalmış, bu alt varlıklara karşı illet ve nefretle muzdarip halkımın, kinayeten söylediği bir söz olup; DOĞRUSU şöyle: “Devletin malı deniz, hırsızlık, haksızlık ve yolsuzluk yapan domuzdur.”
Bu manâ ve muhtevada “Domuzlar” devr-i sabıklar olsa gerektir.
Devlet gibi devlet, adam gibi adam olmanın yolu da; Ülkemiz ve devletimizi her tür haksızlık, yolsuzluk, adaletsizlik ve hukuksuzluktan arındırmaktan geçer. Bu konuda fert ve millet olarak günün hükümetine güvenmek isteriz. 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 50

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ
DÖRDÜNCÜ GÜÇ SORUNU VE MEDYA TERÖRÜ
            Ülkemizde yaklaşık elli yıl önce başlayan ve giderek güç kazanan sübjektif gazetecilik dönem itibarıyla ticari haberciliğe dönüşmüş, objektivitesini yitirmiş, çürüme ve yozlaşmanın zirvesine dayanmış bulunmaktadır. Daha açık, net, reel ve güncel tabiriyle bu, “gazetecilik = habercilik/medya” alanı varlık nedeninden uzaklaşmış, amaçlarından sapmış ve yozlaşmadan yana taban yapmış bulunmaktadır.
            Şu haliyle gazetecilik, yayıncılık ve genelde ‘medya’ sektörü, kahir ekseriyeti insanlık aleyhine hüküm süren, edinim hırsıyla gözü dönmüş, kanun-kural tanımayan, hırsla-ihtirasla tek belirleyici olmaya ve dünyayı yönetmeye kalkışan ‘çok sorunlu bir küresel sektör’ olarak karşımıza çıkmıştır. Üstelik sektörün içyapısı da sorunludur. Medya patronları ilkeli-onurlu ve sorumlu gazeteciliğe tahammülsüz; Medeni, ahlaki ve hukuki standartlar dâhilinde bile olsa, her tür ulusalcılık, milliyetçilik, insani boyut ve bilinç toplumuna karşıdırlar. 
            Özellikle AB (Karen Foog ve diğerleri) ile ABD (Soros) Açık Toplum Örgütleri ve bunlara paralel oluşturulan siyasi ve ticari medya yoluyla küresel emperyalizm, yeni (modern) kölelik adı verilen bir küresel sermaye ve yoğun sömürü hareketine öncülük etmektedir.
            Aysberg’in su üstünde kalan ve görünen yüzüyle bu hareket; Yer yüzünde dördüncü kuvvet olarak kalmak ve dünya barışına hizmet etmek yerine, bütün erklerinde önüne geçerek ‘tek hâkim güç-tek kuvvet’ olma yoluna girmiş görünmektedir. 
            BU BİR SORUN VE MEDYA TERÖRÜDÜR 
            Araştırma bağlamında bütün ayrıntıları ile inceleyeceğimiz ve değerlendireceğimiz bu sorunsal, olağan ve doğal hayatın bütün usul, unsur, uzantı ve kapsamı üzerinde etkilidir. Etki, bilhassa özgürlük ve güvenlik, hürriyet-hâkimiyet ve bağımsızlık ile demokrasi, insan hakları, adalet ve hukuk kavramları üzerinde çok büyük bir erozyon, çürüme-yozlaşma biçiminde kendini göstermektedir. Dolayısıyla bu eski Yugoslavya’nın bölünmesinden, Sovyetlerin parçalanmasına, son Gürcistan olayları ve Türkiye’de yıllardır faaliyetini sürdüren anarşi, terör ve tedhiş örgütüne kadar; Dünya barışını (öz’de değil!) sözde ‘adalet-hukuk, barış ve demokrasi’ adına tehdit eden bir oluşumdur.
            Bu nedenle, gazetecilik-basın, yayın ve medya konusunun artık masaya konulması ve bütün ayrıntılarıyla incelenmesi, irdelenmesi ve doğal-yasal sınırlarına çekilmesi gerekir.
            Şimdi bunun tam zamanıdır.        
            Gelinen nokta itibarıyla ‘medyacılık’ da diyebileceğimiz ‘gazetecilik’ öyle garip, gerçek dışı, sanal ve sahteleşmiştir ki; Varlık nedeni, mana ve muhteva (içerik-kapsam) bağlamında halkı aydınlatmak, eğitmek, “objektif habercilik ve tarafsız yorumculuk” ilkesi çerçevesinde “yönetimin denetlemesine, siyasetin kontrol ve koordine edilmesine” katkıda bulunmak olan medya,  bahse konu süreçte çok farklı bir misyon üstlenerek adeta halkın yani, yönetilenlerin karşısına dikilmiş ve yönetenlerin safında yer almıştır.
            Oysa medyanın yeri, hükümet yanlışı veya karşıtı olmak değil; Tıpkı sivil toplum kuruluşu (enciyo) tanımında-kavramında yer alan “hükümet dışı” olmak, kamu-millet iradesi adına her derece ve düzeyde özgürce halkı temsil ve iletişim-bilişim görevini hakkıyla ve lâyıkıyla yerine getirmektir. Genel olarak matbuatın ve gazeteciliğin tarihi ve tabii görevi de zaten budur. Bu nedenledir ki, basına; Yasama, Yürütme ve Yargı’dan sonra gelen “dördüncü kuvvet” denilmiştir. Dördüncü kuvvetin başta gelen görevi bilgilendirme, yol gösterme, yönetimi takip, kontrol ve denetlemedir.
            ÖZGÜRLÜK VE GÜVENLİK
            Özellikle günümüz Türkiye’sinde çok tartışılan “Özgürlük ve Güvenlik” sorunu ve bu kronikleşmiş sorunsala çözüm üretme sorumluluğu bakımından bütün alan, kapsam, uzantı ve unsurlarıyla medya hayati bir önemi haizdir. Bu önem, değer, doğrudan sosyal sorumluluk, insani ve ahlaki yükümlülük, medyayı bir ticaret alanı olmaktan çıkartır ve doğal olarak demokratik hayatın vazgeçilmez unsuru haline getirir.
            Dolayısıyla medya çok büyük bir sorumluluk ve yükümlülük altındadır.
            Çok açık bir ifadeyle; İnsan Hakları, Adalet Ahlakı, Hukuk, özgürlük ve güvenliğin teminatı “bağımsız ve tarafsız/objektif” gazeteciliktir. Bu anlamda gazetecilik ve/veya güncel deyimi ile medya, Siyasi partiler için Anayasa da yapılan tanıma paralel bir fonksiyon icra etmekle memur ve mükellef bulunur. Yani: Demokrasinin vazgeçilmez unsurları, millet iradesinin olağan ve doğal uzantısı-yansıması basım ve yayın organlarıdır. 
            TÜRKİYE MEDYASININ MİSYONU: İLİM VE AKIL’DIR
            Konuyla ilgili ayrıntılara geçmeden önce, Cumhuriyetin kuruluş temelleri ve temayüz (gelişme, büyüme, çağdaş medeniyet seviyesine yükselme) ilkeleri konusunda ‘kurucu irade’ adına Mustafa Kemal Atatürk’ün bütün Türk halkı, Milletin şair’i, yazarı-çizeri ve medyasına hitabı, emanet ve vasiyetini arz edeyim.
            İLİM ve AKIL “HAYATTA, EN HAKİKİ MÜRŞİD İLİMDİR”
            “Ben, manevi miras olarak hiçbir âyet, hiçbir doğma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü zorluklar karşısında, belki gayelere tamamen eremediğimizi, fakat asla taviz (ödün) vermediğimizi, akıl ve ilmi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir. Zaman süratle ilerliyor, milletlerin, toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, aslâ değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur.
Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır.
Benden sonra, beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver (eksen) üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, mânevi mirasçılarım olurlar.” (Kemalist Devrim ve İdeolojisi, İsmet Giritli – 1980)
İNSANLIK ALEMİ VE TÜRK YURTTAŞLARI İÇİN HEDEF:
            “İnsanlar daima yüksek, soylu ve kutsal amaçlara yürümelidirler.
Bu davranış biçimidir ki, insan olanın vicdanını, aklını ve tüm insanlık kavramlarını doyurur. Bu şekilde yürüyenler ne kadar büyük esirgemezlikler gösterirlerse o kadar yükselirler ve bu hareket biçimi mutlaka alnı açık olur. Çünkü, alnı açık, aklı açık, kalp ve vicdanı açık (vicdanı hür, irfanı hür) insanlar tarafından yönetilebilen toplumlar, ancak bu anlamda hareketlerin takipçisi olabilirler., Güneşsiz kalmış bir dünya; İçinde “düşünce özgürlüğü olmayan” bir ülkeden daha iyidir.” (S.D. Cilt: 3, TDTE Yayını-1989, Sayfa: 119)
“Biz, cahil dediğimiz zaman mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz.
Kastettiğimiz ilim, hakikati bilmektir. Yoksa, okumuş olanlardan “en büyük cahiller” çıktığı gibi, klâsik tahsil görmemiş olanlardan da ‘hakikati gören alimler’ çıkabilir.” (24 Ekim 1919 – Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri Cilt: 3, Sayfa: 14, TDTE yayını, 1989)
            Bu ruh, hedef, anlam ve bağlamda ve Cumhuriyetin temel ilkeleri korunarak; 15 Temmuz 1950 tarih ve 5680 Sayıyla çıkartılan Basın Kanunu, 24 Temmuz 1960’dan günümüze irdelene-parçalana paçavraya dönen basın mevzuatı ile 05 Aralık 1951 tarih ve 5846 Sayılı Kanunla kaim Telif Hakları Yasası veya namı diğer Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu, hak kavramına ilişkin hukuki ve cezai prosedür dahil günümüz medyasının serencamını da gözden geçirmek gerekir diye düşünüyorum. Dolayısıyla değişen ve gelişen şartlar muvacehesinde negatif sürece giren gazetecilik mesleğinin 09 Haziran 2004 tarih ve 5187 Sayılı Kanun bağlamında da incelenmesi gerekir.
            ÖZELEŞTİRİ, YÜZLEŞME VE HESAPLAŞMA ZORUNLULUĞU
            Daha açık bir deyimle: Öncesi 1990’lı yıllara dayanan ve fakat ancak 2007 yılında gün yüzüne çıkartılabilen ‘Ümraniye’ soruşturması (ergenekon davası) ile gündeme gelen 27 Mayıs kalkışması ve sonraki dönemin ‘TEMİZ ELLER’ operasyonu çerçevesinde  sorgulanıp ‘kamu vicdanı’ ve mahkemelerde yargılanması Türk basını için de zorunlu hale gelmiştir. Bunu mevcut iktidar yapmak zorundadır. Zira açıkça görülmüş ve anlaşılmıştır ki, son 50 yıl içinde vaki bütün olumsuzluk, devlet-millet aleyhine suç, anarşi-terör, tedhiş ve Türk İnkılâbına aykırı teşebbüslerde medyanın dahli (payı) vardır.
Bir başka açıdan bakıldığında bu dönemde, medyanın esas görevini yapmadığı, halk, yani Cumhuriyetin (devletin) gerçek sahibi millet yerine, başkaca güçlere (dahili ve harici bedhahlara) hizmete yöneldiği ve yeltendiği gözlenmektedir. Elbette başta Anadolu Basını olmak üzere bütün veçheleriyle bu tahrik ve dezinformasyonun bütünüyle dışında kalan, hak ve halk düşmanlarının karşısında yer alan, hatta gerçeği görerek yıllardır tam bir azim, irade ve kararlılıkla haykırarak halkı uyaran gazeteler ve gazeteciler de vardır.
Burada insani ve vicdani bir borç olarak minnet ve şükranlarımı iletirim ve belirtirim.       
            Ancak önce “Türk basınının ‘olması, korunması ve yaşatılması gereken’ temel ilke, objektif norm, kriter ve standartlara bir bakalım: Ki, miyarımız (ölçümüz) belli olsun.
            TÜRKİYE CUMHURİYET BASINI NEDİR VE NASIL OLMALIDIR?
            “Memlekette basın hürriyetinin de; (namuslu) demokrat (ve dürüst) bir idareye lâyık olgunlukla kullanılmasında daha dikkatli bulunulacağını ümit ederim. Hürriyeti kötüye kullanmanın doğurduğu birçok felâketleri çekmiş olan bu memlekette, bu dikkate özellikle gerek olduğu kanaatindeyim. (1930-Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: 1–TİTE, 1945)
            “Basın Hürriyetinin sakıncalarının giderilmesinin, yine basın hürriyeti ile mümkün olduğuna dair, bu büyük meclisin yol gösterme ve düzenleme sahasında tespit ettiği saygı duyulan esaslar, eğer Cumhuriyetin ruhu olan “faziletten” yoksun kendini bilmezlere, basında eşkiyalık fırsatı verirse, eğer halkı aldatan ve doğru yoldan çıkanların fikir sahasındaki kötü ve uğursuz etkileri, tarlasında çalışan masum vatandaşların kanlarını akıtmasına, yuvalarının dağılmasına sebep olursa ve en sonunda bozgunculuğun en zararlısını göze alan bu gibi doğru yoldan sapanlar, kanunlarda mevcut aksaklık ve açıklıklardan yararlanma imkânını bulurlarsa, Büyük Millet Meclisi’nin yola getirici ve ezici kudretinin müdahale ve uyarması elbette görevi olur. (1924-Atatürk, S.D., Cilt: 1-1945 /TİTEY-296)
“...Bununla birlikte, basın serbestisinden meydana gelecek kötülükleri ortadan kaldıracak etkili vasıta, asla geçmişte zannedildiği gibi, basın hürriyetini kısıtlayan hususlar değildir. Aksine, basın hürriyeti’ nden doğacak sakıncaların giderilme vasıtası, yine basın hürriyetinin kendisidir.” (1930-Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Prof. Afet İnan, 1969-Türk Tarih Kurumu Yayını)
“Gazeteler, kanunun ve toplum çıkarlarının aksine bir olaya şahit ve bir bilgiye sahip oldukları taktirde gerekli yayında bulunmalıdırlar., Memlekette kalem hürriyetinin de, demokrat bir idareye lâyık olgunlukla kullanılmasında ‘daha dikkatli olunacağını’ ümit ederim., Şuradan ve/veya buradan gelecek günlük fikirlere, sahte ve yanıltıcı sözlere asla önem vermeyecek bir olgunluk esastır.  (1923-30 Atatürk, S.D., Cilt: 1-2, 1945 - 1952 / 296)
“Vatandaşı; Millete karşı milletin büyüyüp yaşaması için alınan tedbirlere karşı harekete geçirmek en büyük ihanettir. (1931-Atatürk’ün Adana Seyahati, Taha Toros-1981)
“Demokrasi müesseselerinin başında basın hürriyeti olduğuna inananlar asil bir davanın takipçisidir. Basının üç işlevi vardır.
Birincisi; Basın, halkı ülke sorunlarından ve siyasi partilerin bu sorunlarla ilgili önerilerinden halkı haberdar etme ve eğitme yükümlülüğü.
İkincisi; Basın, vatandaş şikâyetinin serbest bir kürsüsü’dür. 
Üçüncüsü: Basın hükümetlere yön vermelidir.
Çünkü, “Bugün memlekette vazifesini bilen, güçlüklerle uğraşabilen siyasilere rağmen, siyaset adamlarına akıl verebilecek dirayette ve basirette gazetecilerimiz vardır. (Muhalefette İ. İnönü, 1956-1959, s. 95-113 / F. Otyam, Şu Bizim İ. Paşa, 1984 s. 107)
İşte, Türkiye Cumhuriyeti’nin Gazetecilik ve Basın (medya) ilkeleri budur.
Birinci bölümde yer alan kurucu unsurun basın-yayın/medya konusunda irad edip ortaya koyduğu temel ilke, düstur ve yol, mutlak surette yönetim erki, gazeteciler-yazarlar ve yayıncılar tarafından sahiplenilmeli, onurlu ve sorumlu yurttaşlarca takip edilmeli, tam bir dikkat, özen ve hassasiyetle, tavizsiz-ivazsız bir biçimde uygulanması sağlanmalıdır.
Devletin sağlıklı gelişimi, halkın, huzur-güven, zenginlik ve mutluluğu ile bu ortamı sağlamakla memur ve mükellef hükümetlerin namuslu, dürüst ve demokrat bir yönetim politikası uygulamalarının emel şartı, vazgeçilmezi budur. İdarede meydana gelecek bir olumsuzluk, sorumsuzluk, görevi kötüye kullanma, zaaf veya ihmalin sorumlusu basındır.
SORUMLULUKTA ŞÜMUL (KAPSAM)
Bu sorumluluk en başta Cumhurbaşkanına, TBMM Başkanlığı ve milletvekilleri ile istisnasız bütün vatandaşlarımıza aittir. Şurası mutlaka bilinmelidir ki: İlgisizlik, lâkaytlık ve sorumsuzluk (bencillik ve bana-necilik) ulusun ve sürdürmeye çalıştığımız medeniyetin sonu, insanlığın felaketi, ilmin iflâsı, cumhuriyet ve demokrasinin sükut nedeni olabilir.
Nitekim olmaya doğru hızla gitmektedir de…
Zira cumhuriyet ve demokrasi: İlmen, fennen, bedenen ve ruhen kuvvetli ve yüksek seciyeli; Bir başka deyişle “yurdu ve milleti özünden çok seven” namuslu-dürüst nesillerin koruması, sahiplik ve sorumluluğu altındadır.
Sorumsuz varlıklar aynı zamanda onursuz, onursuzlar ise yurdun, milletin, cumhuriyet, adalet, hukuk ve demokrasinin dumura uğramasına neden olacak kadar insani değerlerini yitirmiş varlıklardır.
Bu varlıklar genellikle haymatlos karakterine sahiptir.
Hiç kaygı duymadan “KIRMIZIDA GEÇEBİLİR”, rüşvet alabilir, hırsızlık-yolsuzluk yapabilir, toplumun vermiş olduğu hak, görev, yetki, makam-memuriyet ve sorumluluğu istismar ve suiistimal edebilirler.
Yani, her onursuz ve sorumsuz potansiyel bir suçlu olup; Potansiyel suçluların üretim ve yaratım unsuru (Milli Eğitimin zaafı, isabetsiz müfredatı ve) medyadır. Bu nedenle basın-yayın/medya, daima gözaltında tutulacak, özenle takip olunacak ve ilkeleri hassasiyetle uygulanıp-korunacak önem ve değerdedir.
Ve yine bu nedenledir ki! Medyanın makul alanlar ve sınırlar dışında, insanlığın mahvına neden olacak kadar muhteris (hırs ve ihtiras sahibi) ilimi ve ahlaki değerlerden uzak, din tüccarı, siyaset simsarı ve paraya tapan mahlukun eline geçmemesi zorunludur.            
Şunu asla unutmayalım ki! İnsan hakları, adalet-hukuk ve demokrasinin olmazsa olmaz, kesinlikle vazgeçilmez ve ödün verilmez ilkesi namuskârlık, milli birlik-bütünlük, yönetimi denetleme ve devlete-millete karşı “BİLİNÇLİ” bireysel sorumluluktur.
Keza demokrasi, ‘sadece ve yalnızca’ kamu-halk ve hak esaslı doğrusal bir rejimdir.
Demokraside hiçbir özgürlük bireysel ve genel güvenliğin, kamu yararının, ülkenin birlik, huzur, tesanüt (uyumluluk, anlayış, barış ve tolerans) şartının önüne geçemez. Bir kişi veya kurumun özgürlüğü asla ve kesinlikle başka bir birey veya kurum özgürlüğüne kısıt, tahdit (sınırlama) ve baskı getiremez. İşte bu anlam ve bağlamda aşağıda gösterilen hedef, (konuyla ilgili olarak) Türkiye Cumhuriyeti yöneticileri için mutlak bir emirdir.
BASIN HÜRRİYETİNİ İSTİSMAR, SUİİSTİMAL VE ÇÖZÜM    
“Basın Hürriyetinin sakıncalarının giderilmesinin, yine basın hürriyeti ile mümkün olduğuna dair, bu büyük meclisin yol gösterme ve düzenleme sahasında tespit ettiği saygı duyulan esaslar, eğer Cumhuriyetin ruhu olan “faziletten” yoksun kendini bilmezlere, basında eşkiyalık fırsatı verirse, eğer halkı aldatan ve doğru yoldan çıkanların fikir sahasındaki kötü ve uğursuz etkileri, tarlasında çalışan masum vatandaşların kanlarını akıtmasına, yuvalarının dağılmasına sebep olursa ve en sonunda bozgunculuğun en zararlısını göze alan bu gibi doğru yoldan sapanlar, kanunlarda mevcut aksaklık ve açıklıklardan yararlanma imkânını bulurlarsa, Büyük Millet Meclisi’nin yola getirici ve ezici kudretinin müdahale ve uyarması elbette görevi olur.” (1924-Atatürk, S.D., Cilt: 1-1945 /TİTEY-296)
Bu, kurucu unsurun TBMM ve Milletvekillerine açık bir emridir.
Ancak çözüm: Faziletten soyutlanan, eşkıyalık yapan, tüyü bitmemiş yetimin hakkına sahip çıkmayan, rüşvet, yolsuzluk ve suiistimallerin üstüne gitmeyen, anarşiye öncülük, terör ve tedhişe, dahili ve harici bedhahlara yardım-yataklık, öncülük ve sözcülük yapan medya organlarının kapatılması ve susturulması da değildir; Medya kendi mecraında (yolunda-yatağında) tedip ve terbiye edilmeli; Aleni tahrik, şiddet ve haksız hakaret içermediği sürece, Söz söyleme ‘ifade’ hürriyetinin kutsal olduğu çok iyi bilinmelidir.
Yukarda açıklanan usul, esas, ilke ve kriterleri gözetmeyen yönetimlerse, şahsi ikbal ve ihtiras ile malul, işbirlikçi veya mütegallibe (zorba, hüküm ve hâkimiyetini millet idesini hiçe sayarak haksız, adaletsiz, zor, baskı, şiddet, devlet terörü ve zulümle yürüten) addolunur.
SORUN GİDERME METODU VE ÇÖZÜM YOLU
“...Bununla birlikte, basın serbestisinden meydana gelecek kötülükleri ortadan kaldıracak etkili vasıta, asla geçmişte zannedildiği gibi, basın hürriyetini kısıtlayan hususlar değildir. Aksine, basın hürriyeti’ nden doğacak sakıncaların giderilme vasıtası, yine basın hürriyetinin kendisidir.” (1930-Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Prof. Afet İnan, 1969-Türk Tarih Kurumu Yayını)
Bu usul kadim “medeni siyaset” kavramında ifadesini bulan, geleneksel Türk, İslâm ve Osmanlı için de aynıdır. Itlaf (infaz) değil! Islah etmek. Şu kadar ki, Ziya Paşanın dediği gibi: “Nush (nasihat, uyarma, ikaz) ile uslanmayanın hakkı tektir. Tektir (ihtar) ile (aklını başına devşirmeyen) uslanmayanın hakkıysa kötek (fiili ceza-darp, dayak) tır.  
BASIN VE YAYIN (MEDYA) AHLAKI
Bu konuda Esra Ekşi isimli değerli bir Gazeteci-Yazar kardeşimizin Basın Konseyi Başkanı ve Hürriyet gazetesi Başyazarı Oktay Ekşi ile Basın-Yayın (medya) ahlakı üzerine yaptığı bir röportajdan alıntılar yapmak ve bazı örnekler vermek istiyorum.
Önce Esra Ekşi’nin ‘gazetecilikle ilgili’ düşünceleri: “Gazetecilik kahramanlığı gerektiren bir şey değil. Zaten özünde gazeteci esas itibariyle gözlemcidir. Gazeteci kendini olayın dışında tutar. Olayın içine karıştığı, girdiği zaman o, gazeteci kimliğini kaybetmiş eylemci kimliğine bürünmüş olur." Ve söyleşi:
EE, - Sizce Basın Ahlakı Nedir?
OE, - Basın ahlakı, özünde herhangi bir insanın ahlak kuralları anlayışı değil. Ama bunu basın platformuna taşırsak, bence hem kendine hem de okuyucusuna hem de mesleğine saygı diye toparlayabileceğimiz üç nokta arasındaki bağı kurduğunuz ve üçünü de birlikte götürdüğünüz zaman basın ahlakına tam olarak uyarsınız. Tekrar ediyorum, kendine, mesleğine ve okuyucusuna... Bu nasıl olabilir? Gerçeğe saygılı olabilirsiniz, onu bozmadan, abartmadan, okuyucuya verebilirsiniz, insanların özel hayatına gereksiz yere burnunu sokan bir meslek anlayışından kaçarsınız, kamu yararını ön planda tutan bir meslek uygulamasını sürdürürsünüz... Uzatmayayım, aşağı yukarı bu çerçeve içinde olaya baktığınız zaman basın mesleğinde ahlak kurallarına uyarsınız. Birde bunun Basın Konseyi tarafından somuta indirgenişi var. Hem 1961 yılında kaleme alınmış 10 maddelik Basın Ahlak Yasası, hem de diğer ülkelerde aynı amaçla kaleme alınmış metinleri inceledikten sonra çalışma grubunun ortaya çıkardığı 16 maddelik bir metin var. Basın Meslek İlkeleri dediğimiz bu maddeler olayı somut olarak ifade eder ve o çerçeve içinde incelenir. Gerçi bunu zaman gösteriyor ki bazı eksiklikler var ama bu 16 madde en azından bu günkü aşamada basın ahlakı dediğimiz esas ve uyulması gereken ana ilkelerdir.
EE, - Türkiye'de basın, özellikle özel televizyonlar yayın politikalarında basın ahlak ilkelerine ne kadar uyuyor?
OE, - Dünyada genelde böyle bir şikâyet var. Basından şikâyet etmeyen bir ortam yok diyebilirim. Son bir belge okudum. Onda bir tek Litvanya'da basına güven var. Yapılan ankete göre ilk etapta % 60 küsurlara inen bir güven duygusu var. Ama yinede İngiltere'de, ABD'de, Türkiye'de yapılan yoklamalarda görülebilen sonuç, genel olarak basına güvenirlik dediğimiz kavramın olumsuz algılanmakta olduğudur. Türkiye'de bunun böyle olduğunu düşünüyorum.
Ama dönüp dolaşılan bir nokta var. Bu genel bir noktadır. Kamuoyu en sonunda basına daha çok itibar ediyor. Basının verdiği mesajlara daha fazla kulak veriyor. Bu basının her şeye rağmen güvenirlilik düzeyinin toplumdaki diğer kurumlara oranla özellikle resmi kurumlara kıyasla daha çok olduğunu gösteriyor. Ama basın meslek ilkelerine uymayan, sansasyona kaçan daha çok var. Yalan, yanlış haber de bir hayli var. Ama bütün bunları topladığımız ve bir yere vardığımızda diyorsunuz ki çoğulcu demokraside birbirimizin yanlışlarını ortaya koymaya bizi zorlayan bir mekanizma var.
İşte onlar en sonunda ortak aklın çizgisini bulmamıza yardım ediyor ve diyoruz ki biri yalan söylüyorsa öbürü onu düzeltir ve sonunda medya dünyasında sen hangisinin doğru söylediğini ayırabilecek kadar süzgece sahipsen oradan yararlanmak mümkündür.
EE, - Kahraman gazeteci kimdir? Böyle bir şey olabilir mi? Gazetecinin işi zaten iyi haber yapmak değil midir?
OE, - Gazetecilik kahramanlığı gerektiren bir şey değil. Zaten özünde gazeteci esas itibariyle gözlemcidir. Gazeteci kendini olayın dışında tutar. Oyanın içine karıştığı, girdiği zaman o, gazeteci kimliğini kaybetmiş, eylemci kimliğine bürünmüş olur. Hasan Tahsin bunun çok ilginç bir örneğidir. Hasan Tahsin gazetecilik kimliğini taşıyan bir eylemcidir. Yunan ordusunun karşısına çıkıp kahramanca yürüdüğü zaman Türkiye'nin vatanını seven evladı olarak o olayın içindeydi, gazeteci olarak değil. O’nu saygıyla anlamak lazım, ama vatanı böylesine savunduğu için. Ben yaptığını iyi bir gazetecilik olarak kabul etmiyorum. Gazetecilik ayrı bir şeydir. Gazetecilik insanları, o olayları götürecek, eyleme dönüştürecek kamuoyunu yaratmak olayıdır.
EE, - İletim geleceğin gazetecilerine neler söylemek istersiniz?
OE, - Sanıyorum bütün bu söylediklerimde geleceğin gazetecileri için söylenebilecek her şey var. Yani kendisini başkalarından akıllı saymayarak mesleğine, okuyucusuna ve kendisine saygısını hiçbir zaman elinden kaçırmayarak, iyi bir gazeteci olunabilir.
Gerisi ayrı (!) bir konudur.
YORUM:
Dikkat ederseniz verilen cevaplar aslında sorulan sorulara cevap değil. Çok güncel. Politik ve yuvarlak. Açıklamalarda sarahat (açıklık-netlik), nicelik-nitelik, milli değerlere itibar, manevi ağırlık ve ulusal kimlik yok. Çok genel ve kapitalist-emperyalist, ticari yayıncılık bağlamında evrensel. En önemlisi de: Yukarda Atatürk’ün vecizelerinde, daha doğrusu emir, vasiyet ve emanetinde öngördüğü ilkelerden eser yok.
Bahse konu 10 maddelik 1961 ilkeleri ise, gasp, demokrasiyi lağv ve Atatürk Anayasasını ilgadan suçlu bir kalkışma, dikta despotluk dönemi özenti ve saptamaları. Bunların tamamının Lozan Antlaşması, 1923-1938 Atatürk uygulamaları ve Türk İnkılâbı ile Atatürk ilkeleri perspektifinde revize edilmesi gerek. Yani, yapılan söyleşide, (her ne kadar iyi niyetli olarak) bahse konu edilse de tam bir açıklık, özgün bir tanım-tavsiye, öngörü yok.
Yeri gelmişken hemen dikkatinize arz edeyim: Basın Ahlak Yasası, basın çalışanı gazetecilerin uymayı kabul ve taahhüt ettikleri, yasal dayanağı olmayan bir anlaşma metnidir.
            Bu yasa, hemen akla gelecek türden TBMM tarafından onaylı, yazılı ve resmi bir ‘kanun’ değildir. 14 Şubat 1952’de Uluslararası Basın Enstitüsü'nün ilkeleri Türkiye için de geçerli sayılmıştır. Ayrıca, 1960 darbe sürecinde Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC), “Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi” adı altında bir metin hazırlamış ve bu  metin, 24 Temmuz 1960 tarihinde Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ile Türkiye Gazeteciler Sendikası'nın ortak girişim sonucu düzenlenen törenle, gazeteciler ve yayın kuruluşları temsilcileri tarafından imzalanmıştır.
            Hatırlatma ve yukarıdaki röportajla ilişkilendirme bakımından ele alıyorum. İşte o metnin özgün hükümleri:
            1. Gazetecilik mesleği, kişisel yarar için ve kamu zararına kullanılamaz.
2. Ahlaka aykırı ve müstehcen yayın yapılamaz.,
3. Şeref ve haysiyetlere karşı haksız yayın yapılamaz, kişi ve kurumlar aleyhinde iftirada bulunulamaz..,
4. Din istismarı yapılamaz.,
5. Haberler doğruluğuna emin olunmadan yazılamaz.,
6. Taraf tutan fikirler haber metninde verilemez.,
7. Yayınlanmamak kaydıyla verilen bilgiler yayınlanamaz.,
8. Yanlış yayınlar dolayısıyle gönderilen tekzipler en kısa zamanda yayınlanır.
Bu sekiz madde ışığında mevcut basını mütalaa edin ve gözden geçirin lütfen. Mevut ve münteşir (yayını devam eden) basın-yayın (medyanın) kaç tanesi bu şartlara uymakta; Kişisel yarar gözetmeden kamu yararına yayın yapmakta? Ahlaka aykırı müstehcen yayın yapmamakta! Şeref ve haysiyete itibar etmekte, din istismarı yapmamakta, haberleri dosdoğru vermekte, taraf tutmamakta, taahhüt ve kayıtlara uymakta ve gönderilen tekzipleri mutlaka yayınlamakta!... Bilen varsa beri gelsin.
Bunun dışında bir de, Basın Konseyince 15 Aralık 2001 tarihinde kabul edilerek yürürlüğe konulan; “Basın Konseyi İletişim Meslek İlkeleri” konu başlıklı bir metin daha bulunmaktadır. Sağlıklı ve mukayeseli bir değerlendirme yapılabilmesi bakımında bu ilkeleri de dikkatinize arz ediyorum. Buyurun:
BASIN KONSEYİ İLETİŞİM MESLEK İLKELERİ
            1-Yayınlarda hiç kimse; ırkı, cinsiyeti, sosyal düzeyi ve inançları nedeniyle kınanamaz, aşağılanamaz.
2-Düşünce, vicdan ve ifade özgürlüğünü sınırlayıcı; genel ahlak anlayışını, din duygularını, aile kurumunun temel dayanaklarını sarsıcı ya da incitici yayın yapılamaz.
3-Kamusal bir görev olan gazetecilik, ahlaka aykırı özel amaç ve çıkarlara alet edilemez.
4-Kişileri ve kuruluşları, eleştiri sınırlarının ötesinde küçük düşüren, aşağılayan ve iftira niteliği taşıyan ifadelere yer verilemez.
5-Kişilerin özel yaşamı, kamu çıkarlarının gerektirdiği durumlar dışında, yayın konusu olamaz.
6-Soruşturulması gazetecilik olanakları içinde bulunan haberler, soruşturulmaksızın veya doğruluğuna emin olunmaksızın yayınlanamaz.
7-Saklı kalması kaydıyla verilen bilgiler, kamu yararı ciddi bir biçimde gerektirmedikçe yayınlanamaz.
8-Bir basın organının dağıtım süreci tamamlanmadan o basın organının özel çabalarla gerçekleştirdiği ürün, bir başka basın organı tarafından kendi ürünüymüş gibi kamuoyuna sunulamaz. Ajanslardan alınan özel ürünlerin kaynağının belirtilmesine özen gösterilir.
9- Suçlu olduğu yargı kararıyla belirlenmedikçe hiç kimse "suçlu" ilan edilemez.
10-Yasaların suç saydığı eylemler, gerçek olduğuna inandırıcı makul nedenler bulunmadıkça kimseye atfedilemez.
11-Gazeteci, kaynaklarının gizliliğini korur. Kaynağın kamuoyunu kişisel, siyasal, ekonomik ve benzeri nedenlerle yanıltmayı amaçladığı haller bunun dışındadır.
12-Gazeteci görevini, taşıdığı sıfatın saygınlığına gölge düşürebilecek yöntem ve tutumlarla yapmaktan sakınır.
13-Şiddet ve zorbalığı özendirici yayın yapmaktan kaçınılır.
14-İlan ve reklam niteliğindeki yayınların bu nitelikleri, tereddüte yer bırakmayacak şekilde belirtilir.
15-Yayın tarihi için konan zaman kaydına saygı gösterilir.
16-Basın organları, yanlış yayınlardan kaynaklanan cevap ve tekzip hakkına saygı duyarlar.
BİR BAŞKA AÇIDAN:
Şimdi bir de; konuya daha farklı bir açılım kazandırmak amacıyla “Yardımcı Doçent Doktor Emel Baştürk Akça’nın TASAM’da yayınlanan 04 Ekim 2008 tarihli ‘Habercilikte Yeni Arayışlar Ve Hak Haberciliği’ başlıklı makalesini inceleyelim:
            Emel Baştürk Akça; “Bağımsız İletişim Ağı’nın hak haberciliği” konulu, “Batman’da yaşananlarla ilgili olarak Sabah gazetesi’nin haberi”, Curran, James’in “Medya ve Demokrasi: Yeniden Değer Biçme” ve “Uzun, Ruhdan (2006)”, “Gazetecilikte Yeni Bir Yönelim: Yurttaş Gazeteciliği” eser, inceleme ve araştırmalarını baz alıp referans gösterdiği özgün bir çalışma.
            Önce inceleme, değerlendirme ve önermeyi dikkatle okuyalım:
            BAĞIMSIZ İLETİŞİM AĞI’NIN HAK HABERCİLİĞİ
            “Medya ve özelde de gazeteciliğe/haberciliğe liberal demokrasilerin işleyişi içinde atfedilen hayati rol bir süredir tartışılmaktadır. Medyada yaşanan tekelleşme, doğru düşünceye, düşüncelerin serbest pazarında ulaşılabileceğini savunan liberal görüşü sorunlu hale getirmiştir. Çünkü düşünceler serbest bir pazarda dolaşma imkânını çoktan yitirmiş, haber ve bilgi tekelleri oluşmuştur. Bu yazıda medyanın geldiği bu noktada haberciliğin yeniden demokrasiyi besleyen temel alanlardan birisi haline gelebilmesi için ortaya konan farklı yaklaşımlar ele alınmıştır. Liberal yaklaşımın tam karşısında konumlanan eleştirel perspektif içinde dile getirilen barış gazeteciliği ve hak haberciliği kavramları açıklanmaya çalışılmıştır.
LİBERAL DEMOKRASİ VE HABERCİLİĞİN SORGULANMASI
Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından 1990’lı yıllar, kimi çevrelerce kapitalizmin mutlak zaferinin ilan edildiği yıllar olduğu kadar, liberal demokrasinin mevcut süreçlerinin de sorgulandığı yıllar olmuştur. Bir yandan liberal ekonomiye geçiş yapmaya çalışan Bağımsız Devletler ve Doğu Avrupa ülkeleri batıyı kendilerine model alırken, bir yandan da aslında bu modelin demokrasiyi ne kadar sağladığı da tartışılıyordu.
Bu sorgulama süreci, liberal demokrasinin vazgeçilmez bir parçası olarak değerlendirilen gazetecilik ve daha genel anlamda medyanın rol ve işlevlerinin de sorgulanması sonucunu doğurdu. Habercilik, hem medyanın ekonomik yapısı, hem de habercilik pratikleri açısından yeniden masaya yatırıldı.
DOĞRU DÜŞÜNCE VE DÜŞÜNCE PAZARI
Liberal görüşün savunduğu gibi, doğru düşünceye düşüncelerin serbest pazarı içinde ulaşabilmek mümkün müydü? Yoksa gittikçe yoğunlaşan tekelci sistem içinde düşüncelerin serbestçe dolaşımı zaten mümkün değil miydi? Ekonomi-politik yaklaşımlar bu sorular ışığında medyanın ekonomik yapısının, haberciliğe yansımalarını tartışmaktaydı. Liberal yaklaşıma göre kitle iletişim araçlarının özel mülkiyet elinde bulunması ve siyasal iktidar tarafından bu araçların doğrudan baskı altında tutulmaması, iletişim özgürlüğünün temel ve yeter şartlarıdır. Ancak zamanla medyada yaşanan tekelleşme, düşüncelerin pazarda serbestçe dolaşımı ilkesini geçersiz kılar, haber ve bilgi tekelleri oluşmasına neden olur. Böylece liberal yaklaşımın gazeteciliğe yüklediği işlevler de tartışmalı hale gelir.
HABERCİLİK VE TÜCCARLIK !...
Haberciliğin içine düştüğü bu durum, liberal yaklaşıma hem içeriden, hem de dışarıdan eleştirileri beraberinde getirir. Yine liberal yaklaşım içinde kalınarak üretilen düzeltme çabaları, Avrupa’da “kamu hizmeti”, ABD’de ise “toplumsal sorumluluk kuramı” adı altında karşımıza çıkmaktadır. Bu düşünceye göre haberciler her şeyden önce bir kamu hizmeti yapmaktadırlar ve kamunun çıkarlarını ön planda tutarlar.
Bu hizmetin iyi bir biçimde yerine getirilebilmesi için de habercilerin, bazı profesyonellik ilkelerine bağlı kalmaları gerekir. Başka bir ifadeyle, pazarın koşulları, düşüncelerin serbestçe dolaşımını kısıtlayıcı bir işlev görse de gazetecinin/habercinin profesyonel bir sorumluluk içinde olması bu kısıtlamayı ortadan kaldırmanın bir aracı olabilir. ‘Profesyonel sorumluluk’ ideolojisi, aslında liberal yaklaşıma bir eleştiri getirmekten çok, piyasanın işleyişini eleştirmektedir. Önerdiği çözüm ise Curran’ın da işaret ettiği gibi yapısal bir reform yapmadan, medyanın demokratik rolünün onarılmasına yöneliktir. “Haberin aktarılmasında sansasyona ve önemsizleştirmeye dönük pazar baskılarının, bilgilendirmeye bağlılıkla ortadan kaldırılabileceği düşünülür”.
PROFESYONEL SORUMLULUK MODELİ
Haberciliğin temel vurgusu özgürlüklerden, habercilerin sorumluluğuna kaymıştır. Habercilikte standart değerler belirlenmesi, haber değeri kriterlerinden haber yazımına, haberin sunumuna kadar her alanda belirli kriterler saptanmış olması, haberciliği kamuya ya da topluma karşı sorumlu kılmanın yoludur. Profesyonel sorumluluk modeli, elde edilen bilgileri doğrulamada, farklı kaynaklara yer vermede ve muhalif yorumlamaları aktarmada belli kuralların benimsenmesini önerir. Medyada etik üzerine yapılan çalışmaların büyük bölümü de haberciliği belli standartlara bağla çabasının ürünleridir.
Ancak bu çabalar, medyanın ekonomi-politik yapısını, medya-iktidar/ideoloji ilişkisini tartışma dışı bıraktıkları için buz dağının görünen kısmını düzeltmeye çalışmaktan öte sonuçlar doğurmamaktadır.
Liberal yaklaşıma dışarıdan gelen eleştiriler ise, yaklaşımın basın özgürlüğünün temel kriteri olarak gördüğü kitle iletişim araçlarının özel mülkiyet elinde bulunması düşüncesinden başlayarak, profesyonellik ideolojisini de sorgularlar. Kitle iletişim araçlarının kar amacı güden özel şirketlerin elinde olması, medyanın özgürlüğünü sağlamaktan çok, onu piyasanın baskısı altına sokmuştur. Tiraj/rating kaygısı, reklam verenlerin baskısı, siyasal iktidarla olan ilişkiler basın özgürlüğünün önündeki temel engeller olarak durmaktadır. ‘Profesyonel sorumluluk’ ideolojisi ise bütün bu yapının sorumluluğunu habercilerin üzerine yüklemekte, haberde yanlılık/taraflılığı habercinin kasıtlı manipülasyon çabasına indirgemektedir. Oysa ki, haberciler ‘doğru’ ve ‘dürüst’ habercilik yapmayı ilke edinse bile medyanın yapısı ve hatta profesyonellik ilkelerinin kendisi bir yanlılığa neden olmaktadır. Liberal görüşe dayanan etik çalışmalarının büyük bölümünde olduğu gibi, ‘iyi’, ‘doğru’ haberin kriterlerini, kurallarını belirlemeye çalışmak, öncelikle şu düşünceleri ön kabul olarak almak demektir;
1- “iyi”, “doğru”, “gerçek” haber diye mutlak kavramların olabileceği,
2- Yine bu kavramlara karşılık gelecek haber üretiminin de mümkün  olabileceği,
3- Basın Ahlak İlkeleri’nin, “doğru”, “dürüst” bir gazeteciliğin yegâne sağlayıcısı oldukları…
ELEŞTİREL YAKLAŞIM
Eleştirel yaklaşım, haberin ‘gerçek’in kendisi olduğu düşüncesini reddeder. Haber, gerçeğin yeniden inşasıdır. Dolayısıyla ‘gerçeği’ olduğu gibi yansıtan bir haber biçiminden söz edilemez. Ayrıca habercinin tarafsız olabileceği düşüncesini de reddeder. Habercinin de bir ideolojisi vardır ve haber, her şey önce dili kullandığı için önce toplumdaki baskın ideolojiden, sonra da habercinin ideolojisinden bağımsız olamaz. Habercilikte standart kurallar, haberi ‘doğru’ ve ‘tarafsız’ kılmaz. Aksine bu kurallar, değerler ya da kriterler, haberdeki yanlılığı gizlemenin araçlarına dönüşmüştür.
Her gün meydana gelen yüzlerce olaydan hangilerinin haber olarak seçileceğini belirleyen haber değeri kriterleri, hangi konuda kimin görüşüne başvurulacağını belirleyen ‘akredite haber kaynağı’ tanımı, haberlerin manşette ya da iç sayfalarda değerlendirilmesini sağlayan ‘öncelik sıralaması’ ya da hiyerarşisi, tekelci piyasa koşulları içinde işleyen bir medya ortamında biçimlenmiştir. Bu kriterlerin bir sonucu olarak haber metinleri, ekonomik ve siyasal iktidarı ve egemen söylemi yeniden üreten metinlerdir. Haberler, söylem seçkinlerinin görüşlerine başvurularak oluşturulur ve onların iktidarı yeniden kurulur.
EKONOMİK VE SİYASAL GÜCÜN ROLÜ
Ekonomik ve siyasal güce sahip olmayan (kadınlar, çocuklar, yoksullar, işçiler, engelliler ya da muhalifler) medyada ancak olumsuz biçimde haber olurlar. Yoksullukları nedeniyle muhtaç duruma düştüklerinde, cinayete kurban gittikleri ya da istismar edildiklerinde haber bültenleri ya da gazete sayfalarında görünürler.
Bu durumlar dışında görüşlerine çok az başvurulur.
Hatta kurban olduklarında bile yaşadıkları mağduriyeti kendi dillerinden anlatmak imkânına sahip olamazlar. İşte bu nedenle haberin kendisinin –kasıtlı bir manipülasyon çabası olmasa da – yalnızca belli kesimlerin sesine kulak veren, yanlı ve dolayısıyla hak ihlalleri içeren metinler oldukları kabul edilmektedir. Eleştirel yaklaşımın medyanın iktidar/ideolojiyle olan ilişkisi ve haber metinlerinin yapısal olarak yanlılık taşıyan metinler olduğuna ilişkin görüşleri, ideolojiyle ilgili çalışmaların da yoğunlaşmasıyla büyük ölçüde kabul görmüştür. Şimdi üzerinde durulan şey, haberde yapısal yanlılığa neden olan profesyonel haber pratiklerinin dönüştürülmesi çabasıdır. ‘Alternatif habercilik’, ‘hak haberciliği’, ‘barış gazeteciliği’ gibi isimler altında habercilikte yeni arayışlara tanık olunmaktadır.
HAK HABERCİLİĞİ
‘Hak haberciliği’ kavramına Bağımsız İletişim Ağı (BİA2)’nın isim babalığı/anneliği yaptığı söylenebilir. Farklı bir habercilik anlayışını tartışan BİA, geçtiğimiz yıl İletişim Fakültesi öğrencilerine “Hak Haberciliği” ödülleri vererek, haberci adaylarının bu konuda bilinçlenmesine öncülük etmeye çalıştı.
Hak haberciliği kavramı öncelikle, medya metinlerinin ve özelde de haber metinlerinin hak ihlalleriyle dolu olduğu düşüncesinden yola çıkmaktadır. Haberciler, kendilerine öğretilen egemen haber üretme ‘stratejileri’ne bağlı kalarak haber yaptıklarında, -bu yapının kendisinden kaynaklı olarak- hak ihlallerine neden olurlar. Haber etiğine ilişkin kurallar da bu hak ihlallerini engellemek için yeterli değildir. Çünkü bu durum haberin, etik olup olmamasından daha farklı bir şeydir. Haber metinleri etik kuralları ihlal etmediği durumlarda da hak ihlallerine neden olabilmektedirler.
Örneğin son birkaç yıldır Batman’da yaşanan kadın ölümlerini, dokuz genç kızın intihar karşıtı eylemine kadar gündeme taşımamak bir hak ihlalidir. Haber değeri kriterleri açısından Batman’da yaşananlar, ölü sayısı ciddi rakamlara ulaşana kadar haber değeri taşımamıştır. Haberde kullanılan dil, farklılıkları ötekileştiren, ayrımcı bir dildir. Kadınlarla ilgili haberlerde bu ayrımcılığı açık biçimde görmek mümkündür.
Haberlerde, kadınlar eğer fail konumundaysalar, metin içinde cinsiyetlerine yönelik bir vurgu neredeyse her zaman mevcuttur. “Kadın bakanın şaşırtan açıklaması”, “kadın bakan bir kadını kurtardı”, “kadın şoför alkollü çıktı”, “kızlar sokak ortasında kavga etti”… gibi örnekler medyada karşımıza çıkan haber başlıklarından bir kaçı.
HABER DİLİ
Habercilikte standartlaşmış kurallar, haber dilini de belirler. Örneğin, siyasal iktidarın açıklamaları “belirtti”, “bildirdi”, “açıkladı” gibi kesinlik bildiren ifadelerle verilirken, sendikalar, işçi temsilcileri gibi sivil toplum örgütleri ve muhalif grupların açıklamaları iddia düzeyinde kalır. Bu sunuş biçimi, mevcut iktidarı meşrulaştırır, ona olan güveni tazeler. İktidar/güce sahip olmayanların düşünceleri, yapıp ettikleri ise en başından ikincil konuma itilir. Peki, hak haberciliği dediğimiz şey nedir?
Hak haberciliği, haberdeki hak ihlallerini, ötekileştirmeyi, yok saymayı ortadan kaldırmak için belirli ilkeler, kurallar belirlemekten öte, habercilerin habere ve hak ihlaline bakışını değiştirecek girişimlere ihtiyaç duyulduğunun altını çizmektedir. Habercilik, yalnızca olay yerinde/anında olup biteni ‘doğru’ biçimde yansıtmanın ötesinde bir sorumluluk gerektirmekte, insan hak ve özgürlüklerine duyarlı bir bakış ve dilin yerleştirilmesi gerekmektedir.
POZİTİF AYRIMCILIK VE MEDYA
Hak haberciliği, medyanın tarafsız olamayacağı düşüncesini daha da ileriye taşıyarak, idealize edilen biçimiyle bir tarafsızlık söz konusu olsa bile, böyle bir tarafsızlığı hedeflememektedir. Medya, tarafsızlık bir yana, medyada sesini duyuramayanların, görünür olamayanların sesini duyurmak yönünde taraflı olmalıdır.
Başka bir ifadeyle medyada pozitif ayrımcılık yapılmalıdır.
Benzer biçimde barış gazeteciliği de yalnızca habercilerin değil, tüm medya çalışanlarının, savaşta tarafsız olmasını değil, barıştan yana tavır alması gereğini savunur.
Hak haberciliği kavramı iki şeye işaret etmektedir.
Birincisi, insan hakları ihlallerinin medya tarafından izlenmesi, haber yapılması, böylelikle korunup iyileştirilmelerine, demokratikleşmeye katkıda bulunulmasıdır. Başka bir ifadeyle medyanın insan hakları ihlalleri konusunda, bu alanda çalışan örgütlerle birlikte hareket ederek, ihlallerin önlenmesi için çalışması arzulanır.
Yukarıda verilen Batman’da yaşanan kadın ölümleri örneğinde oldu gibi medyanın Batman’da yaşananları, ölü sayısının büyüklüğüne bakmaksızın takip etmesi, arkasında yatan nedenleri araştırması gerektiğini savunur.
İkincisi ise ilkini bir adım daha ileriye götürerek, medyanın hem hak ihlallerinin takipçisi olması, hem de bizzat medya tarafından yapılan hak ihlallerinin de ortadan kalkması gibi bir düşünceyi ifade eder. İşte bizzat medya tarafından yapılan hak ihlallerini önlemin yolu da egemen haber pratiklerini, standart kuralları sorgulamak ve dönüştürmekten geçmektedir.
BİA2 ve kadın örgütleri işe medyada kadınlara yönelik olarak kullanılan ayrımcı ifadeleri ortadan kaldırmaya çalışmakla başladılar. Kadının medyada görünür olması, kendini bir iktidarın dolayımına ihtiyaç olmaksızın ifade edebilmesinin yollarını aradılar. Bunun için kadınların kendi yayın organlarına sahip olmaları, kendi haberlerini kendilerinin yapması gibi yollar denendi. Ancak bu girişimler şunu gösterdi ki ana akım medyada bir değişiklik yaratılmadığı sürece, bu tür girişimlerin istenen hedefe ulaşabilmesi çok zor.
Şimdi farklı bir habercilik anlayışının daha geniş kitlelere anlatılması ve bu habercilik örneklerinin çoğaltılması gerekmekte…
İNSAN HAKLARINA DUYARLI HABERCİLİK
Bunun için iletişim fakültelerinden başlayarak, medya çalışanlarına insan haklarına duyarlı bir habercilik anlayışı için eğitimler verilmesi başvurulabilecek yollardan biri.
Nitekim BİA2 hem çeşitli seminerlerle, hem yayımladığı kitaplarla hak haberciliğini anlatmaya çalışmakta. Ancak, insan haklarına duyarlı bir haberciliğin yalnızca habercilerin eğitilmesi yoluyla sağlanabileceğini düşünmek, bizi liberal yaklaşım içinde anlattığımız ‘profesyonel sorumluluk modeli’ ile aynı noktaya getirmektedir.
Daha açık bir ifadeyle, habercilerin insan haklarına duyarlı bir bakış geliştirmesi gereğine vurgu yaparak, sorumluluğu habercilerin omuzlarına yüklemektedir.
BARIŞ GAZETECİLİĞİ
Barış gazeteciliği, hak haberciliği gibi arayışlar, medyanın yarattığı hegemonyaya direnme, bir karşı hegemonya yaratabilme umudu olarak oldukça önemli çabalardır.
Ancak medyanın ekonomik yapısını göz ardı ederek, habercilikte bir değişim yaratabilmek oldukça zordur. Habercilikte yeni arayışların, liberal yaklaşım içinde geliştirilen reform çabalarına yöneltilen eleştirilerden uzak kalabilmesi için ekonomi-politik yaklaşımla desteklenmeye ihtiyacı vardır.”
            YORUM:
            Akademik bir yaklaşımla yapılan bu araştırma da, tıpkı güncel versiyonları ve yakın dönem örnekleri gibi, gazeteciliği salt habercilik düzeyinde ele almakta, esas amaç, mana ve muhteva daraltmakta, güncel sorunlar irdelenmemekte ve adeta mukayesesiz bir mesleki kavram kargaşası ortaya çıkmaktadır.  
            Bu durum, şimdilerde yıkılma ve yok olma aşamasına gelen vahşi kapitalizm, insani değerler düşmanı sosyalizm, henüz net bir tanıma kavuşamamış liberalizm ve aleni insanlık düşmanlığı 70 yıllık uygulama sonucu sabit emperyalizm ile komünizmin (sömürgeciliğin) doğal ve beklenir sonucudur. Zira bunların tamamı hırs ve ihtirası öne çıkaran sistemlerdir. Oysa Türk İnkılâbı ‘insanı öne çıkaran’ ve ‘insan için devlet’ kavramını esas alan bir rejimdir. Ki, bu rejimin temeli ‘insanı yaşat ki devlet yaşasın’ inancını racidir.  
            Bu bağlamda mevcut medya insan hakları adalet ve hukuka da saygılı değildir. 
Temeli Birinci Dünya Savaşı öncesine dayanan ve İkinci Dünya Savaşı ile ivme kazanan ‘yenidünya düzeni’ ütopyasınca üretilen hegemonik anlamda profesyonel gazetecilik, ilk bölümlerde tanımladığımız profesyonel sorumluluk ilkesini dejenere etmiş; İlerleyen süreçte gazetecilik haberciliğe, ‘objektif habercilik ve tarafsız yorumculuk’ da maalesef hâkim güç (iktidar) yalakalığı ile bir çeşit halk dalkavukluğuna dönüşmüştür. 
Bu durum “liberal demokrasinin vazgeçilmez bir parçası olarak değerlendirilen gazetecilik ve daha genel anlamda medyanın (medyacılığın) güncel etki, rol ve işlevlerinin de sorgulanması sonucunu doğurmuş; Habercilik, hem medyanın ekonomik yapısı, hem de habercilik pratikleri açısından” yeniden masaya yatırılmasını zorunlu kılmıştır.
Türk basın mevzuatı da 5680 Sayılı Kanunla başlayıp (1950) 5187 Sayılı yasaya (2004) kadar yaşanan süreç de, bu değişim ve dönüşümün olumsuz etkilerinden oldukça nasiplendi. Dünya örneklerinde olduğu gibi bizde de zaman içinde sektörde/medyada oluşan tekelleşme, düşüncelerin pazarda serbestçe dolaşımı ilkesini geçersiz kıldı. Buna paralel haber ve bilgi tekelleri oluştu. Tarihi ilkeler bir kenara itildi ve unutuldu. Böylece, gerçekten liberal yaklaşımın gazeteciliğe yüklediği işlevler tartışmalı hale gelerek sorunlaştı.
Avrupa’nın yıllar sonra kavradığı, basın-yayın ve gazeteciliğin “kamu hizmeti”, ABD’ nin ise “toplumsal sorumluluk kuramı” adı altında karşımıza çıkardığı sözde yeni düşünceler aslında Türk İnkılâbının temel fikirleridir. Bu sözde yeni düşünceye göre (gazeteciler değil) haberciler her şeyden önce bir kamu hizmeti yapmaktadırlar ve kamunun çıkarlarını ön planda tutmak zorundadırlar. Yani çağdaş (!) denilen dünyanın bu gün geldiği nokta, Türkiye’nin ta 1930’larda bulunduğu ve yaşadığı noktadır. 
SONUÇ: Bu gün kısaca ‘medya’ dediğimiz ancak, zaman içinde bütünüyle habercilik alanında kene gibi yoğunlaşan devasa bir sektöre dönüşen iş kolu; Ekonomik ve politik yapısını (sırtını) medya-iktidar/ideoloji ilişkisine dayamış bulunmaktadır. Bu meyanda halk arasında sıkça dile getirilen “medya-mafya-siyaset” söylemi boşuna değildir. Sektörün çıkar ilişkilerine dayalı bu yönü tabulaştırıldığı, tartışma dışı bırakıldığı ve bir nevi dokunulmazlık zırhına büründürüldüğü için görünen kısım sadece buz dağının su üstünü temsil eder. Görünmeyen yüzü çok, karmaşık, girift, karanlık, çözümsüz ve derindir.
Mesele demokrasi, hukuk ve ahlaktan uzaklaşma, hegemonlaşma, tekelleşme ve tröstleşme sürecinde vuku bulan Liberalleşme sorunudur. Konuyla ilgili dışarıdan gelen eleştiriler ise, yaklaşımın basın özgürlüğünün temel kriter olarak gördüğü kitle iletişim araçlarının özel mülkiyet elinde bulunması düşüncesinden başlayarak, profesyonellik ideolojisini de sorgulamaktadır. Kitle iletişim araçlarının kâr amacı güden özel şirketlerin elinde olması, medyanın özgürlüğünü sağlamaktan çok, onu piyasa baskısı altına sokmuştur.
MEDYANIN İŞTİGAL (FAALİYET) ALANI
Oysa medyanın (gazeteciliğin) tarafsızlık ve bağımsızlığını koruyabilmesi ve bu özelliğin sürdürülebilir olabilmesi için medya şirketi, patronları, ortak ve iştirakçilerinin; Basımevi (matbaa), yayınevi, ajans, gazete, dergi, radyo, televizyon ve web dışında hiçbir imkan, kaynak, iş ve iştigale sahip olamamaları zorunludur. Aksi takdirde, yani medya patronlarının bakkal dükkanı dahil başkaca iktisadi, sınai ve taahhüt işleri yapmaları halinde bunlardan şantaj, baskı, rüşvet, istimal, yolsuzluk ve ülkemiz düşmanları ile iştirak ve işbirliği dahil her şey beklenebilir.  
Tiraj/rating kaygısı, reklâm verenlerin baskısı, siyasal iktidarla olan ilişkiler basın özgürlüğünün önündeki temel engeller olarak durmaktadır. ‘Profesyonel sorumluluk’ ideolojisi ise bütün bu yapının sorumluluğunu habercilerin üzerine yüklemekte, haberde yanlılık/taraflılığı habercinin kasıtlı manipülasyon çabasına indirgemektedir.
Oysaki haberciler ‘doğru’ ve ‘dürüst’ habercilik yapmayı ilke edinse bile medyanın yapısı ve hatta profesyonellik ilkelerinin kendisi bir yanlılığa nedendir. Liberal görüşe dayanan etik çalışmalarının büyük bölümünde olduğu gibi, ‘iyi’, ‘doğru’ haberin kriterlerini, kurallarını belirlemeye çalışmak, öncelikle şu düşünceleri ön kabul olarak almak demektir;
Sorunsalın irdelenmesinde baz alınan ‘eleştirel yaklaşım’ haberin ‘gerçek’in ta kendisi olduğu düşüncesini reddetmektedir.
Oysa burada söz konusu haberin kendisidir ve cereyan ediş biçimiyle verilmek, olduğu gibi kullanılmak zorundadır. Zira bu kamu vicdanının gereğidir. Ancak, haberle ilgili yorum ve köşe yazılarında farklı yönlerden incelenebilir, irdelenebilir, sebepleri üzerinde durulabilir ve farklı anlamlar yüklenerek; Kaynaklandığı sorun konusunda çözüm önerileri sunulabilir.
Ancak haber bu yola tevessül edilmemesi gerekir.
Zira objektif haberciliğin, doğrusal yönde gelişimini sürdürmesi lâzım gelen gerçek gazeteciliğin icabı budur. Farklı yaklaşımlar ve haberi konjonktüre göre sil baştan yeniden oluşturarak vermenin etikle bağdaşır yönü yoktur.
Bu teşebbüs toplumu rencide ve kamu vicdanını rahatsız eder.
BİLİM DIŞI YAKLAŞIMLAR 
Sektör iddiaları arasında ‘haber, gerçeğin yeniden inşasıdır’ tezi vardır. Dolayısıyla ‘gerçeği’ olduğu gibi yansıtan bir haber biçiminden söz edilemez, denilmektedir. Ayrıca güncel görüş, habercinin tarafsız olabileceği düşüncesini de reddederler. Mevcut sektör ve (zihniyete paralel öğrenci yetiştiren) bilişim-eğitim kurumlarına göre: Habercinin de bir ideolojisi vardır ve habercinin (gazetecinin değil) işini yaparken bunu dikkate alması son derece olağan ve doğaldır. Kaldı ki haber, haberci tarafından her şeyden önce kendi ideolojik dilini, kalıplarını kullandığı ve ideoloji doğrultusunda şekillendirdiği için önce toplumdaki baskın ideolojiden, sonra da habercinin ideolojisinden bağımsız olamaz. Habercilikte standart kurallar, haberi ‘doğru’ ve ‘tarafsız’ kılmaz. Aksine bu kurallar, değerler ya da kriterler, haberdeki yanlılığı gizlemenin araçlarına dönüşmüştür.”
Yani bir anlamda günümüz gazeteciliği ve/veya haberciliğinin sadece demagogluk ve popülizm olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır. Ki, bu tür bir gazetecilik veya yayıncılığın hem dünya geneli ve hem de Türkiye düzleminde gerçekliği yoktur. İnandırıcılığı da olamaz.
Yine bu sakat zihniyete göre: (maalesef yaşanan gerçek budur) “Haber metinleri, ekonomik ve siyasal iktidarı ve egemen söylemi yeniden üreten metinlerdir. Haberler, söylem seçkinlerinin görüşlerine başvurularak oluşturulur ve onların iktidarı yeniden kurulur.” Bu da, dördüncü güç bağlamında bilimsel bir gerçek ve doğal bir gerek olarak topluma sunulmakta, böylece medya patronları tarafından kurulu ‘saadet zinciri’ her şeye rağmen korunmaya ve sürdürülmeye çalışılmaktadır. 
BU BİR KAOSTUR
İşte bu nedenle haberin kendisinin –kasıtlı bir manipülasyon çabası olmasa da – yalnızca belli kesimlerin sesine kulak veren, yanlı ve dolayısıyla hak ihlalleri içeren metinler oldukları kabul edilmekte ve haklı gösterilmeye çalışılmaktadır.
Bu çabasını inat ve ısrarla sürdüren günümüz medya patronlarının büyük bölümü, yani kartel medyası (akredite basın) siyaset ve ticaretin her alanına yayılmış, topumu ulusal ve uluslar arası şirket ve iştirakleri ile adeta ahtapotun kolları gibi sarmış bulunmaktadır.
Hatta o derece ileri giden medya patronları vardır ki, bu gücünü hükümetler üzerinde baskı kurmak, devlet ihaleleri almak, kamudan çıkar sağlamak, küresel emperyalist güçlerin manipülasyonu doğrultusunda yönlendirmeler yapmak, psikolojik savaşa alet olmak, daha da tatmin olmazlarsa şantaj ve darbe yaptırmaya kadar kullanabilmektedirler.
ÜLKE VE DÜNYA BARIŞI İÇİN BÜYÜK TEHLİKE
Bu durum, her şeyden önce yerel devletler ve dünya barışı için büyük bir tehdit ve tehlikedir. Ama maalesef ülkemiz ve dünyada medya, içerik, kapsam, anlam-kavramı, güç ve bağlam olarak bu tehlikeli noktaya kadar taşınmıştır. Bunun başta gelen nedeni: İlmi kalite, siyasi yeterlik, şahsiyet ve haysiyet yönünden yetersiz, buna mukabil ihtiraslı politikacılar yüzündendir. Çünkü onlar, iktidarı millete hizmet için değil çıkarları için istemektedirler.   
Eleştirel yaklaşımın medyanın iktidar/ideolojiyle olan ilişkisi ve haber metinlerinin yapısal olarak yanlılık taşıyan metinler olduğuna ilişkin görüşleri, ideolojiyle ilgili açık eğilim çalışmaların da yoğunlaşmasıyla büyük ölçüde kabul görmüştür. Şimdi üzerinde durulan şey, haberde yapısal yanlılığa neden olan profesyonel haber pratiklerinin dönüştürülmesi çabasıdır. ‘Alternatif habercilik’, ‘hak haberciliği’, ‘barış gazeteciliği’ gibi isimler altında habercilikte yeni arayışlara tanık olunmaktadır.
Şimdi nasıl, iflas eden 48 yıllık siyasetin yeniden yapılanması zorunlu hale geldi ise, gazetecilik, basın ve genel olarak medyanın da kendini toparlaması, yukarda ve aşağıda açıklanan temel ilkeler dâhilinde bir özeleştiri yapması ve kendi içinde bir sorgulama ve yargılama cihetine gitmesi lazımdır.  
Bu özeleştiri objektif norm ve kriterler çerçevesinde gerçekleşir, politize oluş, Türkiye aleyhine angajmanlara girmiş, iş takipçisi, soygun-vurgun şebekesi ve şantaj organizasyonuna dönmüş paçavralar temizlenip, ayıklanabilirse eğer, basın camiası kendini kurtarabilir. 
Kaldı ki medyanın bu özeleştiri, kendini bulma, kişilik ve kimlik kazanma çabası; Hem hak ihlallerinin takipçisi olması, hem de bizzat medya (kendi camiası) tarafından yapılan hak ihlallerinin de ortadan kalkması gibi bir iyi niyet, yaklaşım ve düşünceyi ifade eder. İşte bizzat medya tarafından yapılan hak ihlallerini önlemenin yolu da egemen haber pratiklerini, yukarda vazedilen ilkeler doğrultusunda mevcut aykırı standart ve olumsuz kuralları sorgulamak, yargılamak ve dönüştürmekten geçmektedir.
ANADOLU BASINI MESELESİ!..
Çalışmanın sonuna yaklaşırken burada iki önemli meseleyi vurgulamak isterim.
Bunlardan birincisi aidiyet –bir başka anlatımla- anlayış (format) ve tiraj konusu, diğeri de giderek üzerindeki baskılar yoğunlaşan ve hayat damarları kopartılmaya çalışılan Anadolu Basını meselesidir.
Buna göre: Genel söylem itibarıyla ‘Ali Kemal Medyası’, ‘akredite basın’ veya çok daha yaygın bir ifadeyle: “Türkiye de Türkçe yayın yapan kökü dışarıda yabancı medya” nın günlük tirajı 3 milyon civarında; Ülkemiz ve halkımız adına tarihi trendini ısrarla sürdüren ve ilkelerini kamu yararı yönünde koruyan ‘milliyetçi, sağcı veya ulusal’ diye muhtelif tarz, format ve biçimlerde tanımlayabileceğimiz milli basının tirajı ise, 60-70 bin dolayındadır. 
Keza, benzer formatta yayın yapan Radyo ve Televizyonların da izlenme ve dinlenme oranları buna paralel olup; Akil insanlar arasında bu durum büyük kaygı yaratmaktadır.
Şu kadar ki, söz konusu okuma, dinleme ve izleme oranları genel nüfus ile birey bazında kıyaslandığında, 3 milyon dolayında satış yapan, çokça dinlenen ve yoğunlukla izlenen medyanın inandırıcı ve belirleyici olmadığı gözlendiğinden, bu bir teselli unsuru olarak görülmektedir.
Anadolu Basını’na gelince:
Özellikle son 7-8 yıldır ulusal basın dediğimiz kartel medyası yerel ve bölgesel basını ele geçirebilmek için büyük bir çaba içine girmiş bulunmaktadır. Bir şekilde satın aldığı mahalli ve bölge gazetelerini ya derhal kendine benzetmekte veya kapatmaktadır. Onun için önemli olan, her şeyden önce “namuslu-dürüst, demokrat ve milli” basını susturmaktır. Buna muvaffak olamadığı taktirde bazı kampanya ve furyalarla Anadolu Basınını sesini kısmaya teşebbüs etmektedir.
Son yılların en hain kalkışması da mahalli basının gelir kaynaklarını kurutmaktır.
Hedef: Yerel Basın’ın mahalli ilan kaynaklarını kendine yönlendirmek, bu da mümkün olamıyorsa askı metodunu yaymaktır. Bu hususta enteresan örnekler yaşanmakta, örneğin bazı ilanların ‘tirajı en az 10 bin olan ulusal bir gazetede yayınlanması’ gibi şartlar ihtiva ettiği sıkça görülmektedir. Bunun gibi kısıtlayıcı ve sınırlayıcı tasarruflardan amaç, sadece ve yalnızca Anadolu Basını köreltmek, dumura uğratmak ve etkisizleştirmektir.
Görülen o ki, mesele bununla da kalmamakta akredite medya mahalli basın kuruluşları ve yerel medya derneklerine sızmakta, fitne-fesat yaratmakta ve tesanüdü bozmak için elinden gelen her şeyi yapmaktadır.
Bu teşebbüslerin pek çok amacı ve anlamı vardır. En önde geleni ise mevcut ve mer’i mevzuat uyarı oldukça büyüyen pastayı yandaşlarla paylaşmak, etki alanını mümkün olduğu kadar genişletmek, gücünü ülkeyi idare etme ve siyaseti belirleme yönünde kullanmak.    
İZLENMESİ GEREKEN İLKELER:
Bu çalışmada üç ayrı ilkeler grubu yerine göre açıklandı, değerli, dikkatli ve bilinçli okuyucuların mukayesesine sunuldu. Son olarak “Basın Konseyi Sözleşemesi” ni imzalayanların uymak zorunda (!) oldukları ilkeleri dikkatinize arz edeceğim. Böylece, umarım Türk ve/veya Türkiye medyasının içinde bulunduğu durumu, uyguladığı ilkeleri veya ilkesizliği daha iyi görür, anlar ve bundan böyle hangi gazeteyi okuyup, hangi radyoyu dinleyeceğinize ve hangi kanalı izleyeceğinize daha sağlıklı ve bilinçli olarak karar verirsiniz.
BU KARARINIZ ÇOK ÖNEMLİDİR!...
Evet, alacağınız gazete (ister okumak, ister resimlerine bakmak veya temizlik işlerinde kullanmak için alın), dinleyeceğiniz radyo ve izleyeceğini kanal çok önemlidir. Şunu asla unutmayınız ve göz ardı etmeyiniz ki: Asırlardır düşman bizim zaaflarımızdan yararlanmakta ve bilinçsizliğimizden beslenmektedir. Bu onursuzluk ve şuursuzluğa tamamı müthiş derece milliyetçi ve ulusalcı olan ABD ve AB ülkelerinde asla rastlayamazsınız. Peki, bizde niye?
Türk’ler mutlaka ‘Türk, Türkiye, Din, değer ve ahlak düşmanlarından” daha onurlu, sorumlu ve duyarlıdır. Bu muhakkak!.. Haydi, şimdi bu hassasiyetimizi hayata geçirelim.  
Basın konseyi sözleşmesini imzalayanların uymak zorunda oldukları ilkeler;
01. Yayınlarda hiç kimse; ırkı, cinsiyeti, yaşı, sağlığı, bedensel özrü, sosyal düzeyi ve dini inançları nedeniyle kınanamaz, aşağılanamaz.
02. Düşünce, vicdan ve ifade özgürlüğünü sınırlayıcı; genel ahlak anlayışını, din duygularını, aile kurumunun temel dayanaklarını sarsıcı ya da incitici yayın yapılamaz.
03. Kamusal bir görev olan gazetecilik, ahlaka aykırı özel amaç ve çıkarlara alet edilemez.
04. Kişileri ve kuruluşları, eleştiri sınırlarının ötesinde küçük düşüren, aşağılayan veya iftira niteliği taşıyan ifadelere yer verilemez.
05. Kişilerin özel yaşamı, kamu çıkarlarının gerektirdiği durumlar dışında, yayın konusu olamaz.
06. Soruşturulması gazetecilik olanakları içinde bulunan haberler, soruşturulmaksızın veya doğruluğuna emin olmaksızın yayınlanamaz.
07. Saklı kalması kaydıyla verilen bilgiler, kamu yararı ciddi bir biçimde gerektirmedikçe yayınlanamaz.
08. Bir basın organının dağıtım süreci tamamlanmadan o basın organının özel çabalarla gerçekleştirdiği ürün, bir başka basın organı tarafından kendi ürünüymüş gibi kamuoyuna sunulamaz. ajanslardan alınan özel ürünlerin kaynağının belirtilmesine özen gösterilir.
09. Suçlu olduğu yargı kararıyla belirlenmedikçe hiç kimse suçlu ilan edilemez.
10. Yasaların suç saydığı eylemler, gerçek olduğuna inandırıcı makul nedenler bulunmadıkça kimseye atfedilemez.
11. Gazeteci, kaynaklarının gizliliğini korur. kaynağın kamuoyunu kişisel, siyasal ekonomik vb. nedenlerle yanıltmayı amaçladığı haller bunun dışındadır.
12. Gazeteci görevini, taşıdığı sıfatın saygınlığına gölge düşürebilecek yöntem ve tutumlarla yapmaktan sakınır.
13. Şiddet ve zorbalığı özendirici, insani değerleri incitici yayın yapmaktan kaçınılır.
14. İlan ve reklam niteliğindeki yayınların bu nitelikleri, tereddüde yer bırakmayacak şekilde belirtilir.
15. Yayın tarihi için konan zaman kaydına saygı gösterilir.
16. Basın organları, yanlış yayınlardan kaynaklanan cevap ve tekzip hakkına saygı duyarlar.

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 51

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ
KÜRESEL UYGARLIK KRİZİ…
Günümüzde yaşanan ve bütün dünyayı derinden etkileyen kriz, gerçek anlamda bir uygarlık krizidir. Görünen yüzüyle madde temelinde etkindir. İlerleyen zamanda bilgi (!) çağının çöküşüne paralel, manevi etkileri de ortaya çıkacaktır. Esas büyük sarsıntı odur. Yani bu gidişle insanlık, madde ve manâ dengesini (ruh ve madde barışını) bozan uygarlığın,  medeniyetten uzaklaşma, değersizleşme ve yozlaşmanın bedelini çok pahalıya ödeyecektir.
Bu nedenle, dönemin çok iyi analiz edilmesi ve yaşanan sorunların kökten incelenmesi şarttır. Süreçte mutlak ve mukadder olan bir çöküşün etki ve tepki (tesir ve nüfuz) alanının en aza indirilebilmesi hedeflenmelidir. Zira bütün insanlığı tehdit eden çok boyutlu bir felâketin basiretle önlenebilmesi, zamanı (dönemi-süreci) iyi anlamaya-bilmeye ve şimdiki zamana, yakın ve uzak geçmişten ders ve ibret alarak yoğunlaşmaya; En önemlisi de alternatif çözüm penceresinden olaylara ve olanlara “inançlı ve bilinçli” bir gözle bakmaya bağlıdır.
Çünkü maddeci, materyalist, evrimci emperyalist, hegemonik, egoist ve goşist, Hegel, Marx ve Darwin kafasıyla süreci durdurmak, felaketi önlemek, sorunlara çözüm bulmak ve eko-sistem dahil  gidişatı ‘barışla’ sonlandırmak mümkün değildir. Böylesi fos-boş düşünce dayatmaları ve özgür insan yerine prototip yaratık (sürü) özlemi çeken, entelektüel cahil, primitif tür, insani-ilmi değerler ve erdemler (Cumhuriyet, demokrasi, adalet ahlâkı, hukuk ve lâiklik) yönünden mutasyona uğramış fikri sefalet sahibi varlık ve yaratıkların ürünüdür.
 Evet, küresel uygarlık adına on yıllardır sergilenen vahşet, dehşet, egoizm ve bütün nimetlerine karşın yeryüzüne uygulanan yıkıcı faşizm, tepkisini nispi bir krizle göstermiş ve dünyayı yanlış “hor ve hakir” yönetenlere ihtarını vermiştir. Her satırında bir hinoğlu hinlik saklı İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, AB şartları, Kyoto protokolü falan da artık çare değildir. Çözüm tekrar “medeniyete, ümrana ve insanlığa” avdet etmektir.
İnsanlığa dönüşün öğesi bilinç ve samimi inançtır. Bilinç Çağı’na geçiş; Namuslu, dürüst, ilkeli, onurlu ve sorumlu olmaya, orijinali üretmeye, israftan uzak, kanaat ve şükürle tüketmeye; İnsana, hayvana, havaya-suya, hâsılı bütün yaratılmışlara “yaratandan ötürü” sahip ve saygılı olmaya bağlıdır. (Hz. Yunus) Eğer insanlık aklını başına toplar, hatalarını i’mar, tamir ve telâfi ederse, gidişat bilgi çağından, ‘bilgelik ve insanlığa’ yani, Bilinç Çağı’na doğrudur. Yoksa, Hazreti Muhammed’den önceki İslâm Peygamberi Hazreti İsa’nın öğretisini tahrif eden ruhbanların insanları korkuttuğu kıyamet anlamına milenyum kapıdadır!.
ŞİMDİKİ ZAMANA YOĞUNLAŞMAK   
‘Şimdiki zamana yoğunlaşmak’, başta ekonomik, siyasal ve sosyal sorunlar, krizler, kaoslar, bunalım ve buhranlar dâhil “insanı ve insani fonksiyonları merkeze alarak” fiilen yaşanan güncele odaklanmak.. İnsanların huzur, güvenlik, tabana yayılı refah ve mutluluğu için kısa vadede çözüm aramak, kamu vicdanı adına doğru tespitlerde bulunmak, orijinal ve objektif çözümleri (adalet ve hukuku) dürüstçe uygulamak; Bu bağlamda aile, yerleşkeler halkı ve bütün yaşam formları adına huzur-güven, refah-saadet vesilesi olmak. Şirket, devlet, dernek-vakıf yönetirken, meslek veya aile yaşamında bu zihinsel ve eylemsel, ahlâki ve insani yoğunlaşma, odaklanmanın önemini idrak. Diğer yandan, şimdiki zaman dilimi (an), geçmiş ve gelecek zamanların sonsuzluğa uzanan seyri içinde evrensel düşünmekte, küresel stratejik çerçevenin bilincinde olmakta birçok artı değer, fayda ve zaruret vardır.
Bugünü anlamak, geleceği oluşturmak ve güncel sorunları doğruca aşmak için bütün zamanları kucaklayan bir boyutta düşünebilmelidir; Zira Müslüman ‘çağdaş olan’ değil, çağlar üstü yaşayan, çağ açan ve bütün çağlara ışık tutan, çağları aydınlatan üstün varlık, yani “eşrefi (en şerefli) yüksek mahluk”tur. Bu sıfatla zalime ve zulme karşı durmak, sadece maddi kalkınma, bencillik, israf ve bilinçsiz tüketime dayalı uygarlıktan yana değil; İnsanlık âlemi ve bütün dünyanın anlayış, uyum ve barış içinde “madden ve manen” gelişmesini esas alan “medeniyetten” yana olmak zorunda ve durumundadır. İnsan için dava, çözüm ve izlenmesi gereken yol budur. Yani, önce kendinde-kendinle barış. Sonra: “Yurtta ve cihanda barış”     
Şimdi, değerli düşünür, akademisyen ve bilim adamı Dr. Bahadır Kaleağası’nın TASAM’da yayınlanan benzer bir çalışma ve araştırmasını alıntı (*) yaparak, konuyu yer-yer örtüşen ve bütünleşen yaklaşımlarıyla “genel düşünce” mecraına taşımak ve okuyanlara bir mukayese imkânı sunarak tamamlamak istiyorum.
Açılım, tanım ve yaklaşımları lütfen dikkatle inceleyiniz.
            “Dünyanın zamanı:
Yaşam yolumuzun ortasında, Karanlık bir ormanda buldum kendimi.Doğru yol kayıptı.
Dante 1300’lerin başında tamamladığı (İlahi) Komedya başlıklı eserinde Cennet’ten Cehennem’e inişi bu mısralarla tanımlıyor. Cahit Sıtkı Tarancı’nın ‘Otuzbeş Yaş’  şiirinde olduğu gibi, Dünya gezegeni de yolun yarısında, 4,6 milyar yaşında. Bir o kadar daha yaşayacak, sonra Güneş soğuyacak, patlayacak. Bir metre küp hacminde bir kutu düşünün. İçindeki kum tanelerinin toplamı evrende hesaplanabilen yıldız sayısına eşit: 10.000.000.000.000.000.000.000. Daha okunaklı bir şekilde şöyle ifade edilebilinir: evrende 100 milyar galaksi var. Her birinde de 100 milyar yıldız. Güneşimiz bunlardan biri. Bir kum tanesi. Gezegenimiz ise, bir kum tanesi bile değil. Evrenin sonsuzluğunda bu kadar küçük kalan Dünya’nın üzerinde bu kadar zengin bir doğa ve karmaşık bir insanlık uygarlığı olması çok etkileyici. Nice olaylar, icatlar, savaşlar, ihtişamlar, yıkımlar, yaratıcılıklar ve de milyarlarca yaşamlar geldi, geçmekte.
Birçok canlı türü var oldu ve kayboldu 4,6 milyar boyunca. Küresel ısınma, buzullaşma, volkanik patlama gibi nedenlerle doğanın dengesi birçok kere değişti. Yaşam yenilendi, devam etti. Milyonlarca yıl yalnızca denizlerin içindeki yaşam türleri ikamet etti yeryüzünde. Daha sonra milyonlarca yıl dinozorlar hüküm sürdü; ta ki uzaydan büyük asteroitin yeryüzüne çarpması sonucunda soyları tükenene kadar. Memeliler bu sayede gelişebildi daha sonraki milyon yıllarda. İnsan cinslerinin ortaya çıkması 4,6 milyar yıllık gezegen tarihinin yalnızca yüzde 0.15’lik bir bölümünü kapsıyor. Homo Sapiens ise 230 bin yıllık bir geçmişe sahip. Son buzul çağının bitmesi 10 bin yıl önce, yazının gelişmesiyle başlayan tarih 6 bin yıllık. Elektrik 150, otomobil 110, televizyon 60, internet yirmi yıllık zaman dilimlerinde gelişti. Belki de insanlar daha önce de uygarlık kurdular ve yok oldular. Belki batan uygarlıklar Atlantis ve Mû efsanelerinin dayandığı gerçek bir geçmiş zaman var.
‘Enerjiobur’ uygarlık: (**) İnsanlar binlerce yıl teknik bir ilerleme içinde olmadılar. İlk yontma taş aletlerle mikroçip arasında birkaç yüzbin yıl var. Uzun çağlar boyunca teknolojik ilerlemenin doğa üzerindeki etkileri yerel ve sınırlı kaldı. Sonra 19. yüzyılda Batı Avrupa ve K. Amerika’da sanayi devrimi ile değişim olağanüsütü hızlandı. Dünyanın ekonomik ve ekolojik dengeleri kökten değişti.
Tarihin derinliklerinden 1850’lere kadar olan dönemde insanlığın enerji kaynakları tüketimindeki artış eğrisi çok düşük seviyelerde. İkinci Dünya Savaşı’na kadar uzanan yıllarda ise önce kömür, sonra petrol yükseliyor.
Asıl dönüm noktası 1950. Savaş sonrası Batı’da tüketim toplumuna geçiş, bağımsızlaşan eski sömürgelerde patlayan kente göç ve kısmi ekonomik kalkınma ve de teknolojinin küreselleşmesi. Altmış yıl içinde kömür, petrol, doğal gaz, hidrolik ve nükleer enerji tüketiminde muazzam bir patlama kaydedildi. Yıllık miktarlar üçe, beşe, onbeşe katlandı. Son yüz yıl içinde dünya nüfusu beş kat, enerji tüketimi onsekiz kat arttı. İlerleyen uygarlık etobur olduğu kadar aynı zamanda enerjiobur.  ./…
İnsanlık tarihinde ilk defa 1950’li yıllarda doğanlar, yaşamları sona ermeden dünya nüfusunun ikiye katladığını gördüler. Yirminci yüzyılın başında dünyalıların yüzde 10’u kentlerde yaşamaktaydı. Nüfusu 1 milyonu geçen kent sayısı 1950’de 83, 2007’de 435 oldu. Dünya tarihinde ilk defa nüfusun yarıdan fazlası kırsal alanda değil. Aslında kent yaşamı enerji tasarrufu açısından verimli olabilir. Fakat düzensiz kentleşme her yerde farklı derecelerde bir sorun. Mumbai, Kahire, Sao Paulo, Pekin, İstanbul veya Paris gibi farklı kentlerin karmaşık sorun yumakları var. Kaldı ki, 1 milyardan fazla insan gecekondu ile çöplük arasında tanımlanabilecek alanlarda yaşıyor.
Ayrıca iki milyar insan elektriksiz. Evlerinde priz yok. Elektrik faturası ödemiyorlar.
H2O : Eski zamanlarda olduğu gibi, hala elektriğin sağladığı kolaylıklardan ve refahtan yoksun yaşanabiliyor. Fakat 4,6 milyar yıllık Dünya tarihinde susuz yaşam mümkün olmamış. Bugün ne yazık ki 1,3 milyar insan günlük temiz su tedariki güvencesine sahip değil. Her yıl çoğu çocuk beş milyon insan suya dayalı hastalıklardan ölüyor.
Büyük olasılıkla 4,4 milyar yıl önce uzaydan düşen meteoritlerle gelen yaşam iksiri su aslında yeryüzünde çok az bulunan bir madde. Uzaydan bakınca yeryüzüne hâkim olan mavilik yalnızca yüzeyde. Gezegenin toplam kütlesinin yüzde 0,2’si su. Bunun da ancak yüzde 0,3’ü insan tarafından kullanılabilinir bir kaynak. Tüketimin çoğu içme suyu değil. Yüzde 70’i tarıma, yüzde 20’si sanayiye gidiyor. Bir kilo buğday için bin litre, bir bilgisayar çipi için otuz litre tatlı su gerekmekte. Kişi başına tüketim her ülkede farklı: ABD’de 2 bin 500 m3, Fransa’da 1.900, Çin’de 700. Bu artık günümüzde dünyayı anlamak ve yeni siyasetler üretmek için gerekli bir gösterge: ‘su izi’.
Mars’ta suyun belirtilerini ararken, Dünya’daki kaynakları temiz korumak kaygısı giderek artmakta. Birleşmiş Milletler araştırmalarına göre 2050 yılında dünya nüfusunun yarısının su sorunu olacak. Ortada toplumsal, ekonomik, teknolojik ve siyasal bir kriz var. Su yüzünden 1950’den beri 507 silahlı çatışma çıktı. En önemlisi, su ile birlikte dünyanın canlı türleri de yok oluyor, ormanlar seyrekleşiyor, arılar azalıyor, doğa kuruyor.
Doğal kaynaklarına ve yağış miktarına bakıldığında Türkiye su yoksulu bir ülke ve durum daha da kötüleşmekte. Temiz içme suyu, sanayinin suyu arıtması, yenilenebilir su teknolojilerine yatırım gibi konularda Türkiye de önemli atılımlar yapmak zorunda. Avrupa Birliği süreci bu yönde olumlu etkide bulunur. Yeter ki siyasetçiler geniş zamanda düşünebilen, şimdiki zamanda çözüm getirebilen bilgelikte olsunlar.
Karbon izi : Dünya bir alışveriş merkezi. İnsanlar daha çeşitli yiyor, içiyor, tüketiyor, geziyor. Son yıllarda UNDP gibi uluslararası kuruluşların da katkısıyla açlık ve kıtlık sorunlarının çözümünde ilerleme var. Fakat yiyecek üretimi, tarlaları ve hayvancılığı ile doğayı yıpratmakta. Çünkü dünya tüketirken karbondioksit harcıyor, iklim ısınıyor, doğanın dengesi bozuluyor. Son yirmi yılda dünyanın gelir seviyesi yüzde 50, uluslararası ulaştırma trafiği ise yüzde 170 arttı. Taşıtların enerji kaynağı yüzde 98 petrol.
Günlük ürünlerin maliyetinde ulaştırmanın payı en fazla yüzde iki. Dolayısıyla, ekonomik değil ekolojik bir maliyet ön planda. Bir kap yoğurttan, cep telefonuna her ürünün yapısında birçok ülkeden katkı bulunuyor.
Binlerce kilometre ve tonlarca karbondioksit söz konusu. Bir hevenk muzdan, kot pantolona her ürünün atmosferde bıraktığı bir “karbon izi” var. İnsanlar ise zaten evlerinde, kentlerinde, seyahatlerinde ve tüketimlerinde gelecek kuşaklara kirli hava borcu devretmekteler.
Sorunlar iç içe. Bir taraftan zengin ülkeler kendi tarım ve hayvancılık sektörlerine verdikleri maddi destekle daha pahalı ürünler tüketiyor. Bu yüzden, kalkınmakta olan ülkeler çok daha ucuz olan ürünlerini ihraçta zorlanıyor.
Diğer taraftan, dünya ticareti artınca, atmosferin ısısı yükseliyor. Zaten uçak kargosunda son elli yılda 75 kat artış var. Havayolu taşımacılığı denizyoluna göre 60 kere daha fazla karbondioksit yaymakta.
Sera etkisi yaratan gaz yayımında uluslararası trafiğin payı yüzde 25. Kentlerdeki otomobillilerin de katkısı aynı oranda. Ciğerler zehirleniyor her gün. 2020 yılına kadar dünyadaki otomobil sayısı 10 milyarı aşacak. Petrol ise hızla tükenmekte..
İnsanlığın beslenme biçiminde önemli bir yeri olan hayvancılık sera etkisini tetikleyen metan gazı, pirinç ise önemli bir karbondioksit kaynağı. Dünya ekonomisinin 2009 sonbaharında içine düştüğü kriz girdabında, başta ABD, AB ve Japonya ve hızla kalkınan ve kirleten Çin, Hindistan Rusya, Brezilya ve Meksika gibi ülkelerin gündeminde şimdiki zamandan geniş zamana yayılan asıl önemli konu da bu: küresel iklim değişikliği.
Çözüm zamanı: Bilinen insanlık uygarlığı çok yeni. Çok çabuk da yok olabilir. Bugün hep kalıcı varsayılan insanlığın izleri de kısa sürede silinir gider. Örneğin insanlık yaşamı aniden son bulsa, New York metrosu iki günde sular altında kalır, Panama Kanalı yirmi yılda toprakla dolar, birkaç yüzyılda kentler yeni bir doğa örtüsünün altında kalır.
Birkaç on bin yıl gibi kısa bir sürede ise ancak ileri teknolojiye sahip arkeologların alanına dönüşüverir şimdiki insanlığın kentleri, fabrikaları, fiber optik ağları. Belki yeni bir uygarlığın, belki de başka bir gezegenden arkeologların ve antroplogların. Tabii insanlığın gelecek yüzbin yıllara bırakacağı kalıcı bir miras var: plastik, kimyasal ve zehirli atıklar, çöpler. Bir de halen evrende sonsuz bir yolculuk içinde olan şimdiye kadar ki tüm radyo ve televizyon yayınlarının dalgaları; uygarlığımızın uzayda seyir halindeki sesleri ve görüntüleri... Yüz milyarlarca yıldız sisteminden neden şimdiye kadar başka bir uygarlıkla temas gerçekleşmedi? Belki de başka gezegenliler Dünya’yı gözetliyor, farkında değiliz. Bir teoriye göre ise, uygarlıkların galaktik seyahat teknolojisi üretmeye ömürleri yetmiyor. Yükseliyorlar ve bir süre içinde kendilerini yok etme eğilimleri baskın çıkıyor.
Dünya gezegeninde de insanlık için durum kötü fakat çözüm yolları var. Cehenneme inmeye gerek yok. Her şeyden önce sorunların teşhisi, toplumsal bilinç, sivil toplumsal hareketlilik ve siyasal sorumluluk boyutlarında son yıllarda büyük atılımlar gerçekleşti. Küresel sorunlar karşısında uluslararası ortak çözüm yolları gelişmekte. Daha temiz ve etkin enerji teknolojileri insanlık uygarlığını bekleyen yeni devrim evresi olacak. Bireylerin tüketim davranışlarının değişmesi ise belirleyici bir etken..Suyu, havayı, ormanları ve tüm canlıları koruyan insanlar, seçmenler ve vergi mükellefleri. Yeşil üretim, yeşil tüketim, yeşil devlet.
Mavi gezegen, beyaz kutuplar, yıldızlı geceler.
 
Yararlanılan Kaynak ve alıntılar:
(*)TASAM, 27.11.2008-Dr. Bahadır Kaleağası
(**) Dünya’nın ekolojik geleceğini bilim ve sanatla etkileşim içinde anlatan etkileyici bir sergi Nisan 2009 sonuna kadar Brüksel’de: www.expo-terra.be

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 52

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ
MİLLİ SİYASETE DÖNÜŞ
Kelime ve kavram olarak “milli siyaset” ve “milli devlet” 1924 Anayasası’nın temel umdesi (vazgeçilmez ilkesi) olmasına rağmen, 1960 kalkışması büyük ürküntü duyduğu ve menfur emelleri için sakıncalı gördüğü bu esası lağvetmiş ve Atatürk’ün 36 yıllık kanuni esasisini çöpe atmakta asla tereddüt etmemiştir.
ÜNİTER DEVLET VE MİLLİ DEVLET MUKAYESESİ:
Bunun yerine ikame edilen “üniter devlet” kavramı temelde “unsurlar birliği”ni esas alır. Yani: “Üniter devlet  (Etat unitaire, unitary state)”e, “tek devlet” veya “basit devlet (Etat simple)” de denir. Buna mukabil “Milli Devlet” daha mukavim (sağlam-güçlü) ilkeler ve daimi bir konsensüs’ü içerir. Üniter devlet’in zaafı kurucu unsurların (parçaların varlığını) de’facto olarak kabul etmesidir. Danimarka, Fransa, İngiltere, İrlanda, İspanya, İsrail, İtalya, İzlanda, Hollanda, Japonya, Lüksemburg, Norveç, Portekiz, Yunanistan, Türkiye gibi devletler birer üniter devlettir.
ÜNİTER DEVLET’İN ESİN KAYNAĞI VE GİZLİ GERÇEKLER:
Şu kadar ki, 1961 Anayasası için cuntanın esinlendiği örnek lâik köktencilik ve fanatik evrimciliğin fundamentalist kalesi Fransa’dır. İnsani ve ilmi değerlere karşı ağır bir başkaldırı ve kâfir derecesinde sapkın fundamentalistler, insan formunun ne kadar sadist, bencil (egoist) ve hayvanlaşabileceğinin baz örneklerini teşkil ederler ve onlar emperyalizmin (kan emici vampirlik ve keneliğin) en açık göstergesidirler. Fundamentalizm sadece ve yalnızca İsevi inancına karşı bir direniş ve tepki değildir. Masonik ve kabalist kökten gelişleri nedeniyle yer yüzünde tek dinin İslâm ve Hazreti Adem’den, İslâm’ın son peygamberi Hazreti Muhammed’ e kadar bütün Peygamberlerin Müslüman olduğunu çok iyi bilirler. Onların ana davası insani bilinç, namuslu-dürüst, adaletli ve doğru yaşam ilkelerini yok etmektir. Başkaca herhangi bir ideolojinin de kendi fundamentalistleri (köktencileri) vardır. Bu prototipler vahiy kaynaklı hâkim (orijinal) ahlâk sistemlerini yerle bir etmek için oraya konmuş truva atları gibidirler.
Adalet ahlâkı ve kadim hukuk penceresinden bakıldığında bunlar, şeytanın askerleri, öncü ve sözcüleri gibidirler. Ama onlar da -gerçektir ki- karanlıklar ve kâbusların ürünü olan şer ve şeytani ideolojilerine çok sıkı bir biçimde bağlıdırlar. Hatta, “insan insanın kurdudur” felsefeleri gereği en bağlı olan da onlardır!.. Çünkü sistemlerinin insani ve ahlaki boyutu yoktur. Mutlak edinim, yalan-talan, soygun-vurgun, güçlülerin haklılığı ve çıkar ağırlıklıdır.
GÜÇLÜLERİN HAKLILIĞI
Oysa bon-sens (erdemlilik, haklıların güçlülüğü) zordur. Cahil nefse ağır gelir.
Onlar, laik fundamentalizmi yeryüzünde hakin kılmak için durmadan “izm” üretirler.
Bu nedenle “dünyadaki bütün izmler iğrençtir” Bu laf büyük bilim adamı Cemil Meriç tarafından söylenmeden önce de bu böyleydi, hala da öyle. Hakikat Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet’in kurucu unsurları tarafından çok iyi bilindiği ve kavrandığı içindir ki, Türkiye Cumhuriyeti, bu lanetli izmler temelinde inşa edilmemiş; Emperyalizmin korkulu rüyası olan “insan odaklı” fazilet anlamında ve Cumhuriyet bağlamında kurulmuştur. Zira  milyonlarca insanın katili olan kapitalizm ve emperyalizm insani boyut ve bilinç toplumuna, adalet, hukuk ve evrensel barış ilkelerine aykırıdır.
Ama buna rağmen, başta ABD-AB (vahşi batı) olmak üzere; Zulmün zalim havarileri (paraya, şehvete ve şöhrete tapan) fundamentalistler, aklınıza gelebilecek her yerde ve her konuda, her fikirde, hatta müzik gruplarının hayranları olarak, önce dernekleşerek (stk) sonra da cinsi sapık bir zihniyetle kendileri gibi düşünmeyenlere saldırarak iyiliği inkâr, hak, adalet, hakikat ve hukuku ret, fanatizm ve körlükte sınır tanımayan, saç telinden ayak tırnağına kadar uzanan bir körlük, kötülük ve koyu taassupla yaşamaya ve nefret yaratmaya devam ederler.
Üstelik bu primitif varlılar ve mutasyon mağduru tipolojiler kendilerini aydın sanırlar.
Oysa bunların ilham kaynağı ve dayanağı, sadece muzlim karanlıklar ve zalimlerdir.
Bilgi çağının çökmesi, eko-sistemin bozulumu ve dünyanın iğrenç bir yer olmasında sorumlular listesi yapılsa, bu varlıklar baştan ilk üçe rahatça girerler. Lâkin sahip oldukları izm etiketi nedeniyle ideolojileri o listelerde gözükür. Soykırımın kara kitabı, bilmem neyin katliam politikası diye anlatılır dururlar. İnsanlık âlemi onları (keneleri) çok iyi bilir ve tanır.
ANALİTİK TANIM, ARADAKİ FARK VE İNCE AYAR
Üniter devlet, anayasa hukuku metinlerinde, devletin, ülke, millet ve egemenlik unsurları ve keza yasama, yürütme ve yargı organları bakımından teklik özelliği gösteren devlet şeklidir. O halde, üniter devleti, devletin unsurlarında ve organlarında teklik özelliğiyle tanımlanmakta, ancak, milli devlet’in aksine azınlıklar dışında da “unsurların varlığını” kabul etmektedir. Nitekim ülkemizde 1961 öncesi her hangi bir unsur, başkaca bir halk veya etnik kök dillendirilmez iken, üniter devlet lâfzı ile bu dillendirme önceleri de’facto sonraları ise alenen yapılmaya başlamıştır.
1.Devletin Unsurlarında Teklik
Devlet, ülke, millet ve egemenlik unsurlarından oluştuğuna göre, üniter devlette, tek ülke, tek millet ve tek egemenlik vardır. Diğer bir ifadeyle üniter devlet, tek bir ülke üzerinde, tek bir milletin, tek bir egemenliğe tâbi olduğu devlet şeklidir. Bu nedenle, üniter devlette, devleti oluşturan unsurlar tek ve bölünmez bir bütündür. (DENİLİR!..) Şöyle ki:
a) Üniter devlette, devletin ülkesi tek ve bölünmez bir bütündür. Şüphesiz ki, üniter devletin ülkesi de “il” ve “ilçe” gibi birtakım bölümlere ayrıllır. Ancak bunlar, basit idarî bölümlemelerdir. Bu birimlerin sadece idarî yetkileri vardır. Yasama ve yargı yetkileri yoktur. Bunların hepsi aynı egemenliğe tâbidir. Hepsinde aynı anayasa ve aynı kanunlar, kısacası aynı hukuk düzeni uygulanır. 
b) Diğer yandan üniter devlette, millet unsuru da tek ve bölünmez bir bütündür.
Milleti teşkil eden insanların millet unsurunu oluşturmalarında din, dil, etnik grup vb. bakımlardan ayrım yapılamaz. Üniter devlette “toplum”lar veya “cemaatler” temelinde egemenlik yetkilerinin kullanılmasında farklılık yaratılamaz. (!) Üniter devlet sadece yer bakımından federalizme değil, aşağıda göreceğimiz cemaatler bakımından federalizme yani “korporatif federalizm”e de kapalı ve karşıdır.
c) Nihayet üniter devlette egemenlik de tek ve bölünmez bir bütündür. Tek olan egemenliğin sahası bütün ülkedir. Bu egemenliğe tâbi olan da bütün millettir. Egemenliğin kaynağı bakımından da ayrım yapılamaz.
Dikkat edilirse eğer, a, b, c tanımlamalarında yer alan çok ince bir ayardır. Ki bu 24 anayasasında söz konusu bile değildir. Dolayısıyla, başta AB dayatmaları olmak üzere bölge bazında oluşturulmaya çalışılan “Kalkınma Ajansları”nın bile yasal dayanağı bu tanımlardan kolaylıkla çıkabilmektedir. Aynı bağlamda; “Türkiye’de Kürt v.b. sorunu var” demek de suç olmaktan çıkmıştır. Oysa Türkiye’nin gerçekte her hangi bir etnik sorunu yoktur. 
2.Devletin Organlarında Teklik
Üniter devlette, devletin ülke, millet ve egemenlik unsurlarında teklik olduğu gibi, devletin yasama, yürütme ve yargı organları bakımından da teklik söz konusudur.
a) Üniter devlette tek yasama organı vardır. Ülkenin bütünü için geçerli kanunlar, merkezde bulunan tek bir yasama organı tarafından yapılır. Örneğin Türkiye’de tek yasama organı Ankara’da bulunan TBMM’dir.
b) Üniter devlettin yargı organı da üniter niteliktedir. Şüphesiz yargı organı üniter devletlerde de mahiyeti gereği birçok mahkemeden oluşur. Ancak, ülkenin her yerinde aynı tür mahkemeler vardır ve bunların üst mahkemeleri aynıdır. Bir üniter devlette, birden fazla ceza mahkemesi, birden fazla idare mahkemesi olabilir; ama  iki tane Yargıtay, iki tane Danıştay olmaz.
c) Üniter devlette, yürütme organı bakımından esas itibarıyla bir “bütünlük” vardır. Yürütme organının tepesinde, parlâmenter hükûmet sistemlerinde “bakanlar kurulu”, başkanlık sistemlerinde “başkan” vardır. Bakanlar kurulu veya başkana şimdilik “merkezî idare” diyelim. Üniter devletlerde yürütme yetkisi esas itibarıyla, bu “merkezî idare”de toplanır. Ancak, ülke genelinde bütün yürütme ve idare fonksiyonunun, başkentteki bu “merkezî idare” tarafından yerine getirilmesi mümkün değildir. Yani, üniter devletin yürütme ve idare organlarının mutlak bir şekilde üniter nitelikte olması imkansızdır. İşte bu nedenle, üniter devletlerde de, idare organının tekliği mutlak nitelikte değildir. Bu bakımından üniter devletler, kendi içinde “merkezî üniter devlet” ve “adem-i merkezî üniter devlet” olmak üzere ikiye ayrılabilir.
İkinci bölüm açıklama ve tanımlamalarında görüleceği üzere, sistemde derin çatlaklar ve çelişkiler vardır. Örneğin: (a) şıkkına göre yasama organı tektir. Ama oluşum biçimi milli devlette “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletin” iken, 1961 yapılanması, siyasi partiler ve seçim mevzuatında giderek halktan ayrışma ve laik Fransız fundamentalizmi yönünde örgütlenen seçkinci elitlere idareyi terk ve teslim anlayışı yatmaktadır. İlerleyen süreç içinde bu kaygı gerçekleşmiş ve sonuçta politika oligarşik bir yapılanmanın eline geçerek, millet ve milli irade mefhumları adeta tarihe karışmıştır.
(b) bölümünde tanımlanan mahkeme ve yüksek mahkeme tanımı da aldatmacadır. Zira bugün sivil alt-yerel ve yüksek mahkemelerin tamamı askeri örgütlenme içinde de vardır. Üstelik durum demokrasinin kurumsal yapısı, eşitlik, insan hakları, adalet ve hukuk ilkesine açıkça aykırılık teşkil etmesine rağmen…
Buna mukabil “Milli Devlet” modelinde “kuvvetler birliği” esası geçerli olup; Tek kuvvet ve tek irade millettir. Millet adına bu yetki, bütün kurumları kapsamak üzere TBMM tarafından kullanılır. Üstelik 1924/28 anayasasında geçerli siyasi partiler mevzuatı 1946 -50 şekillenmesi ile “Millet iradesinin devlet idaresinde” çok şeffaf ve dürüst bir şekilde temsiline imkan vermektedir. Mevcut düzende buna imkan ve ihtimal dahi yoktur.
MUKAYESELİ BİLİM VE AÇILIM
Bilindiği üzere ülkemiz, kavga, kargaşa, anarşi, terör-tedhiş, kriz, bunalım ve buhran gibi kavramlarla 1960’dan sonra tanışmıştır. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 müdahalelerinin sebebi hikmeti de 1961 anayasasıdır. 1982 Anayasası ise 61’e göre geriye gidiş, ancak ülke şartlarına göre 1924 anayasasına yöneliştir. Çünkü 1924 (1928) anayasası, Atatürk, Türk ve Türkiye düşmanları tarafından ilga edilmeseydi, şu an için Türkiye istiklal ve istikrarın en tepesinde / zirvesinde olacağı gibi, dünyanın da en zengin ve güçlü devletleri arasında olabilir, çağdaş medeniyet seviyesini aşabilir ve konjonktürel bağlamda bir-kaç belirleyici aktör arasına pek alâ girebilirdi.
11 Kasım 1938 – 13 Mayıs 1950 dönemi hezimetinden sonra, 14 Mayıs 1950’den itibaren kazanılan ivme ve tekrar hayata geçirilen Atatürk ilkeleri ve Türk İnkılâbı bunu başarmaya muktedir olduğunu göstermiş ve ispatlamıştı. Mukayeseli bilim, siyasi tarih, ülke ve dünyanın genel gidişatı bunu açıkça göstermektedir. 1970, 80 ve 90’lı yıllarda üst üste yaşanan ekonomik, sosyal ve siyasal krizler, tarihe karışan hakkı müktesepler ve devlet beş sente muhtaç düşürülürken; Kendileri dünyanın sayılı zenginleri arasına giren politik-ACI, kapitalist ve yerli emperyalistler, adeta savaş zengini gibidirler. Günümüzde yaşanan kriz, 
Bunalım, buhran, gerilim, anarşi-terör ve tedhiş bu Cumhuriyet, hürriyet, adalet, hukuk, ahlak ve demokrasi düşmanlarının eseridir.
            Sistemi tıkayan, ülkeni önünü tutan, yolunu kesen zihniyetin sahibi de onlardır.
            Şimdi “onlar kim” diyeceksiniz!..
            Buyurun inceleyelim: 
ŞİMDİ BU DÖNEMİ YENİ BAŞTAN İNCELEYELİM   
Birinci Cumhuriyetin fiilen sona erdiği gün olan 10 Kasım 1938, Türk milleti için 12 yıl aralıksız sürecek olan ve ancak 14 Mayıs 1950’de, demokratik bir halk hareketi ile “dur” denilebilen mâkus talihin (diktatörlük, despotizm ve dönme-devşirme, ateist-pagan-sabetaist, şaibeli ve şer kadroların bürokrasiye taşındıkları faşizmin) başlangıç tarihidir.
Ertesi gün, asrın devlet adamını kaybetmekten dolayı bir yanda derin bir hüzün, diğer tarafta devletin geleceği ve bekası yönünden ağır basan endişe ve kaygı yaşanmaktadır. Sonuçta, kaygı galip gelmiş ve literatürel anlamda “İkinci (sanal) Cumhuriyet” olarak adlandırabileceğimiz yeni dönemin başlangıcında sağduyu sahipleri (Kemalistler) haklı çıkmışlardır. Zira, artık, Atatürk döneminde temelleri atılan ve sistematik bir düzenle yaşam boyutuna ve devlet hayatına geçirilmeye başlanan “demokrasi”, “insan hakları” (halkçılık), “adalet” ve “hukukun üstünlüğü” ve bu norm (objektif) ilkelere dayalı “lâiklik-lâyiklik” gibi kavramlar artık yoktur. Çok kısa bir sürede, bütün esas ve unsurları ile fiilen ve resmen bir karşı devrim başlatılmış, halkı kucaklayan ‘inkılap’ süreci kapatılmış, adına ‘devrim’ denilen zorbalık dönemi başlamıştır. Akabinde Atatürk usulen ve tefhimen “ebedi şef” ilân edilmiş ve kadrocuların öteden beri özlem duydukları ve ilhamını İtalyan faşizmi ile gayri ahlaki, aykırı lâik Fransız fundamentalizminden aldıkları “milli şef” ile tam bir diktatörlük tesis ve ilân edilmiştir. (Önemli not: Orijinal anlamda lâiklik yani Atatürk’ün deyimi ile lâyıklık esasta bir İslâmi terimdir. Herkesin özgürce din seçebileceği ve inandığı dini, icaplarına uygun olarak yaşayabileceği anlamına gelir. İnanma ve inandığı gibi yaşama hürriyeti.) 
GİZLENEN REJİM: KEMALİZM (Türk İnkılâbı)
Bu süreçte, Türk inkılâbının izleri, Atatürk ilke ve inkılâpları ve Cumhuriyetin 16 yıllık eserleri şuursuzca yok edilmiş; Stalin’in, Lenin’i silme harekâtında bile göze alamadığı madeni para ve banknotlardan kurucu liderin (Atatürk) resmi ve ismi dahi silinip atılmıştı. “Halka rağmen-halka hizmet” ve “halk için devlet” değil “devlet için halk” anlayışı ile yönetimi ele geçirenler “sözde batılılaşma”, büyük Atatürk’ün vefatını fırsat bilen vahşi batılı emperyalistler ise “Sevr’in intikamını almak ve Lozan’ı yok saymak” adına, (dahili bedhahlar ile işbirliği içinde olarak) istiklâl savaşıyla kutsal topraklardan kapı dışarı edilen bütün “kapitalist ve emperyal” emel ve menfur amaç sahiplerine ülkenin kapılarını ardına kadar açmış ve Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesinden saptırılması-arındırılması ve uzaklaştırılması için, milli devletin temellerine dinamit koymak, yükselen değerleri (milliyetçilik, din, dil, Türk kültürü vd) her ne gerekiyorsa (maalesef) hepsi fazlasıyla yapılmış ve yaptırılmıştır.
Atatürk ilkeleri ile bütün esas ve unsurları dahil Türk inkılâbının yok sayıldığı, Kemalizm’in gizlenmek, hafızalardan silinmek ve tarihin karanlıklarına gömülmek istendiği bu dönem; Seksen yılı mücavir Cumhuriyetin kayıp ve karanlık, despotluk ve koyu-kara diktatörlük yıllarıdır. İnönü hem cumhur başkanı ve hem de Halk Partisi genel başkanı, devletin vali, kaymakam ve belediye başkanları ise dikta partisinin il ve ilçe başkanlarıdır. Halktan kopuk, seçkinci, zengin-güçlü, varlıklı ve esas itibarıyla kapitalist ve emperyalist eğilimli; Milli ve manevi değer yoksunu, dini-imanı para, kâbesi vahşi batı olan, halk düşmanı bir kadro devleti ele geçirmiş olmakla;
Büyük Atatürk ve Türk inkılâbının “Avrupa’nın endüstriyel veri, bilim ve salt teknolojisinden yararlanma” esaslı batı politikası bu defa; Tefessüh etmiş bir medeniyetten kültür ithal etme gaflet ve dalâletine dönüştürülmüş ve adına “batılılaşma” denilerek, önce Cumhuriyetin lâiklik anlayışı ret ve inkâr edilip “dahili bedhah, ateist-pagan, din düşmanı ve sabetaist zümrece pek beğenilen Lâtin-Grek ve Anglosakson bozması bir tür din, vicdan ve insanlık düşmanı anlayış ‘lâiklik’ adı altında ithal ve ikameye kalkışılmıştır. Böylece yakın tarihin en büyük Atatürk, Türk ve insanlık düşmanlığı icra ve ifa edilmiş ve batının 1000 yıllık arzu, hedef ve ihtirası hayata geçirilmiştir.
Zira, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyetine karşı, Gümrük Birliğine katılma, zorunlu eğitimi bilim, din-ahlak ve sanat öğrenimini yok etme pahasına sekiz yıla çıkartma gaflet, ihanet ve dalâletinden önceki en büyük hıyanet budur. Bu vakıayı her kesin bilmesi ve her kesimin kabullenmesi, yargılaması ve sorgulaması şarttır.
Ki, bundan böyle; Gerçek anlamda aydınlık, arı-duru, ilkeli-onurlu, sorumlu, namuslu-dürüst, temiz ve berrak, vatan topraklarında hâkim ve “milli devlet” olarak hükümran bir vasıfla bu yolda ve bu uğurda emin adımlarla yürünebilsin...
Mâkus (kötü) talih ve tarihin tekerrür etmemesi (tekrarlanmaması), ibret ve ders alınması bakımından; “TBMM’nin üstünde ve üyeleri seçimle değil atamayla gelecek” faşist bir konseyin dahi kurulmasına kalkışılmış kapkara bir döneme, biraz daha (oralara) gerilere dönüp bakalım.
ÜÇÜNCÜ CUMHURİYET
İkinci (sembolik) Cumhuriyet, Ocak 1946’da, büyük Atatürk’ün en büyük ideal ve özlemi olan “çok partili siyasi hayata geçilmesi ile” derinden sarsılmış, bütün karşı devrim, (inkârcı duruş) ve ısrarlı direnmelere rağmen 4.5 yılda tükenmiş, 14 Mayıs 1950’de ise, Türk milleti tarafından “bir BEYAZ İHTİLÂL ile” ülke fiilen kurtarılarak, karanlık ve kâbus dönemi resmen sona erdirilmiştir. (Gerici, yobaz ve irticai kesimler bu harekete karşıdevrim demek utanmazlığını gösterirler) Olaya tarafsız gözle bakar ve objektif bir değerlendirme yaparsak, başlayan süreci bu defa “Üçüncü (GERÇEK) Cumhuriyet dönemi” olarak adlandırabiliriz. Zaten bunun böyle olması gerekir. Zira, bu dönemler arasında çok derin uçurumlar ve farklılıklar vardır. Başka bir şekilde tanımlamak ve açıklamak da mümkün değildir. Zira, Atatürk’ün ve Türk İnkılâbı’nın “halkçılık” felsefesine uygun biçimde “halkın iktidar olduğu” iki dönem vardır. 1923-1938 ve 1950-1960 arası. Yani, birinci ve üçüncü Cumhuriyet... Zira, Cumhuriyet, demokrasi ile kaim ve daim bir rejimdir. Bütün usul, esas, kurum ve kuruluşları ile demokrasi olmaz ve “CUMHURİYET FAZİLETTİR” ilkesi bütün onur ve erdemi ile fiilen yaşanmazsa cumhuriyetten bahsetmek mümkün değildir.
Tasnife göre, ancak 10 yıl devam edebilen bu “Üçüncü Cumhuriyet dönemi” “Türk İnkılâbına ait” kaybolan (kaybettirilen) bütün değerlerin büyük bir özenle tekrar hayat bulduğu, ülkemiz ve insanımızın baskı, zulüm, işkence, eziyet ve esaretten, despotluk, diktatörlük ve faşizmden kurtularak, özlenen “milli rejim” Kemalizm’ e kavuştuğu, “milli devlette” huzur, güven, insicamın ve istikrarın sağlandığı, halkın devletle, devletin halkla barıştığı, Cumhuriyet ve demokrasinin “millet iradesinin devlette” tecelli-i ile örtüşüp, bütünleştiği ve devletin halk tarafından idare edildiği, demokrasinin “bütün usul, esas, kurum ve kuruluşları ile” temayüz ettiği adeta bir “asrı saadet” dönemidir. Atatürk döneminde ortalama % 23.5 olan kalkınma hızına, Celâl Bayar ve Menderes hükümetlerinde çok yaklaşılmış ve % 20.5’lara kadar varılmıştır. Daha da önemlisi, refah tabana yayılmış, işsizlik, yokluk, yoksulluk, hastalık ve cehalet önlenmiş, muasır medeniyetin imkân ve araçları kullanılmaya başlanmış, 1938-1950 arasında vaki “kapalılık” fobisi aşılmış, Atatürk’ün “devletçilik” ilkesi ve anlayışına uygun “karma ekonomi” sistemine geçilmiş ve medeni dünya ile “karşılıklılık ve eşitlik” kuralına dayalı onurlu bir entegrasyon gerçekleştirilmiştir.
4. CUMHURİYET’İN AYAK SESLERİ
Ancak, 3. Cumhuriyet fazla uzun sürmedi. Daha doğrusu sürdürülmedi. Zira, insanlık aleminin ezel-ebed düşmanları vahşi kapitalist, ateist, Darwinist-pagan, kökten din ve ahlak düşmanı Fransız fundamentalist ve emperyalistlerin önündeki tek ve yegâne engel, yani Atatürk Türkiye’si günden güne gelişmekte, büyümekte ve 12 yıllık mâkus sürede ABD ve AT/AET ülkeleri tarafından başına musallat edilen belâ, musibet, felâket ve dahili bedhahlar yoluyla kasıtla ayaklarına dolanan (ABD ve batı ile bilinçsizce imzalanan) “antlaşma” nam aykırı prangalardan sıyrılma-kurtulma yoluna girmekte idi.
Bu zaman zarfında çok büyük eser ve hizmetlere imza atıldı. Geri kalmışlık, cehalet, içine düşülen maddi-manevi, ilmi-dini-milli ve kültürel sefalet aşıldı. Kalkınma, sanayileşme ve gelişme 1938’de düşürüldüğü yerden maharetle kaldırıldı. Muasır medeniyetler seviyesine gerçekten ve kesinlikle ulaşıldı. Öyle ki, Türkiye tıpkı Mustafa Kemal’in hayal ettiği gibi; İleri, çağdaş ve modern bir dünya devleti oldu. Halk zengin ve mutlu, devlet “BOP ve BİP” gibi emperyalist uşak ve küresel-evrensel çetelerin icadı sömürü projelerine “dur” diyecek kadar güçlü-kuvvetli-muktedir bir hâl aldı. Demokrasi yerleşti. Cumhuriyet gelişti. “Milli Devlet” ilkesi yeniden hayata geçti. Halk kişilik ve kimliğine kavuştu.
KISKANÇLIK, PANİK VE KORKU PSİKOZU
Ama, kıskançlık, panik, korku ve endişeye düşen dahili ve harici bedhahlar (gizli düşmanlar) bunu çekemediler, hazmedemediler. Saat 9’u 5 geçe başlattıkları menfur emellerine artık kavuşamayacakları zehabına kapıldılar. Zira, gelişen Kemalizm, yok olması mukadder kapitalizm ve kan emici emperyalizmin eceli demekti. Gerçek demokrasi Türkiye’ de hayat bulmuş ve kalıcı olma yoluna girmişti.
VAHŞİ BATI’NIN KABUSU:
GÜÇLÜ-KUVVETLİ VE KUDRETLİ TÜRKİYE
Hariçte panik büyüdü. Ya diğer milletler de, “Türkiye gibi uyanırsa” !.. Veya, “uyanan ve Kemalizm’i örnek alıp uygulayan devletlerin sayısı çoğalırsa !..” İşte bu, korku, kâbus ve kaygı yüzünden; İç ve dış düşmanların iştirak, vatana ihanet ve işbirliği ile 3. Cumhuriyeti kesintiye uğratan ve cumhuriyet tarihinin en büyük ‘kırılma’ hareketi olan 1960 darbesi hazırlanarak alçakça uygulandı. İnsan hakları, adalet ve hukukun utancı, siyasi tarih ve ahlâkın yüz karası ve yeniden karanlık günlere, yıllar sürecek kâbusa dönüş böylece başladı. Demokrasi ilga edildi. Muasır ve medeni anlamda gerçek Cumhuriyet son buldu. Kâbus çöktü ve karanlıklar geri geldi.
ÇOK YAMAN BİR ÇELİŞKİ!
Cuntanın handikabı Atatürk adına “Atatürk düşmanlığı” yapmış olmaktır.
Bu çok kötü bir tohum olmuş, sonraları şekillenen ‘türedi zihniyet’ (tanrı uludur, halk İsmet’in kuludur zihniyeti) devrimbazlık, koyu fanatizm, irtica, gericilik, yobazlık, ayrışma, bölünme-çözülme, parçalanma gibi güncel tehdit unsurlarını yeşertmiş ve 1938 karşıdevrimi ile ekilen nifak tohumlarını amansızca diriltmiştir.  
BÜYÜK UTANÇ!..
Sonuç: Kemalizm’in ezeli düşmanları sözde “Atatürkçülük” adına ve kan dökerek, hırs ve intikam hislerini tatmin pahasına ülkenin ve milletin kaderine cebren ve hile ile el koydular. Milli devletin esası ve sarsılmaz mayası olan ve tam 37 yıl kesintisiz uygulanan “Atatürk’ün Anayasası”nı Atatürkçülük adına kaldırdılar, ilga ettiler. Bu ne büyük bir utanç ve yüzkarasıdır bilir misiniz? Ama onlar asla utanmazlar.
Demokratik seçimle gelmiş siyasiler ile samimi Kemalist, namuslu ve dürüst vatanseverlerin tasfiyesi için gerekli finansman dışardan sağlandı. Cumhuriyet ve demokrasiye ara verildi. 14 Mayıs “Demokrasi Bayramı” derhal kaldırarak, utanmadan ve bu günün adına “kinâyeten” (kin ve nefretlerinden dolayı) “hürriyet ve demokrasi bayramı” denildi !.. Oysa, demokrasi bitmiş ve 3. Cumhuriyet de sona ermiş ve tekrar Atatürk, Türk İnkılâbı ve ilkelerini hedef alan “karşı devrim” başlatılmıştır !..
Fazla değil, sadece 9 yıl içinde (1971) hükmünü fiilen yitiren ve 20 yılda ülkeyi tam bir kaos, kriz, kargaşa, anarşi, terör, kardeş kavgası, kargaşa ve felâketin eşiğine getiren 1961 Anayasasına “Milli Devlet” yerine, tam da plân, hedef ve çıkarlarına uygun (ırkçılık ve ayrılıkçılığı çağrıştıran) “milliyetçi” deyimi ile zaten bölünmüşlüğü ifade eden “üniter” (kümenin birleşik biçimi, çokluğu oluşturan varlıkların birliği) kelimesini koyarak, günümüzde yaşanan nifak, fesat ve tefrikanın temellerini attılar.
BÖYLECE:
Çok kısa bir sürede, sadece 45 yıl içinde; Millet iradesi, devlet idaresinden kayıtsız, şartsız soyutlandı, dışlandı. Devam eden süreçte gerçek anlamda millet iradesinin, devlet idaresine yansıması olan Demokrat Parti tarafından 31 Temmuz 1959 tarihinde tam bir eşitlilik, dengeli ve ilkeli ortaklık ve her hususta mutlak mütekabiliyet esaslarına dayalı olarak başlatılan AET ortaklık süreci önce bir süre inkıtaa uğradı.
AET, AB DEĞİLDİR!..
Halihazır dayatma, emir-talimat ve direktifler çerçevesinde sürdürülen AB uyum ve müktesebata entegrasyon sürecinin 31 Temmuz 1959 tarihli başvuru ile uzak-yakın hiçbir ilgisi ve alakası yoktur. O, ekonomik bir entegrasyon ve piyasa olayı idi. Bu tam tersi. 
Daha sonra tamamen karşı tarafın istekleri baz alınarak, AET’e boyun eğilerek ve hattâ teslimiyet yolu açılarak (minnet borcu ödenircesine) 12 Eylül 1963’de Ankara antlaşması imzalandı. İmzalanan antlaşma 1 Aralık 1964’de yürürlüğe sokuldu ve ülkemizin, önce Kıbrıs bunalımından başlamak suretiyle özgürlük, hakimiyet ve hükümranlık haklarından peyderpey taviz verilmeye başlandı.
Milli mevcudiyetin maddi, manevi, ahlâki, siyasi, ilmi, sosyal ve kültürel temelleri sarsıldı; 1 Ocak 1996 tarihinde resmen yürürlüğe giren “Gümrük Birliği” ile hızlanan süreçte milletin en değerli hazinesi olan kutsal vatan topraklarının yer altı-yer üstü değer, eser, işletme ve servetleri (özelleştirme yoluyla peşkeş çekilip) adım-adım kapitalist ve emperyalist düşmana satılmaya başlandı; (Oysa AB ülkeleri özelleştirme konusunda çok temkinli idi. Bu uygulamayı çok asgari ve sınırlı tuttular. Ancak, Cumhuriyetin birikimleri ve milletin öz malını kapış-kapış kapmak için ülkemize koştular. Şimdi iş tersine döndü. Kriz kapıya dayanınca özelleştirme yapanlar zararlı, yapmayanlar kârlı çıktı. Bizdeki gözü dönmüş AB sevdalıları bunu göremediler. Basiret ve beka gösteremediler. Açıkça oyuna geldiler.)
Ülkenin Atatürk ve Türk İnkılâbı ile aydınlanan istiklâli ve istikbali karartıldı; Milleti bu hazineden mahrum ederek “Lozanı” yok sayıp “sevri” getirmek isteyen dahili ve harici bedhahlar her yanı sardı; Atatürk döneminde ret ve ilga edilen Masonluk ve misyonerlik (1974 CHP-MSP iktidarı döneminden itibaren) bütün yurdu kapladı; İstiklâl ve Cumhuriyet tehlikeye düştü; Ekonomik bağımsızlık fiilen sona erdi.
Ülkemizin iktisadi sınırları kaldırılarak; Kapitalist ve emperyalistlerin ezeli-ebet oyunu olan “küreselleşme ve globalleşme” aldatmacası ile memleket bir sömürge ve açık Pazar haline getirildi. Milli İktisat, Milli Savunma ve Milli Eğitim politikalarına çok ağır darbeler vuruldu. Misak-ı Milli sınırları dahilindeki arka bahçemiz Kıbrıs, Musul-Kerkük, 12 adalar, Selânik davası dumura uğradı, kırmızı çizgiler yok sayıldı, “Milli Dava Kıbrıs” Rum’un insafına terk edildi;
BİR AVUÇ ANARŞİST
Bir avuç anarşist, militan ve menfur terörist devletimizi tehdit eder hale geldi; Huzur, emniyet, istikrar ve güvenlik kalmadı; Hükümet, adeta teröre boyun eğdi, Ordumuzun, Jandarmanın ve Polisimizin eli-kolu bağladı; Komutanlarımız katil ve kansız, insanlık düşmanı vicdansız teröristlerle el sıkışmak mecburiyetinde bırakıldı; Ülke-Vatan “demokratikleşme gereğidir” bahanesi ile paylaştırılmaya kalkışıldı; AB emretti diye Türk milleti ve devleti aleyhine yasalar dayatıldı; Avrupa korkusu yüzünden ihanet şebekeleri himaye edilir ve bebek katili beslenir oldu;
SÖZDE DİNDARLARIN DURUMU
Dindarız diyen ve fakat dini-imanı para olan “aç köpek misali” takiyyeci “din tüccarları” ve siyasi şirket sahipleri halkı kandırma, aldatma, yalan-talan, soygun ve vurgunlarını hızlandırdı; Kirli el ve emel sahibi ‘vicdanı ve irfanı satılık’ menşei karanlık politika simsarları kapitalist ve emperyalist ABD ve AB’nin emrine girdi; Ülkenin başbakanı hakkında ABD’ye “atmayın, kullanın” denildi;
Milli Ekonomi IMF’e, milletin kaderi dünkü hasım ve ezeli düşmanın eline teslim edildi; Bankalara, fonlara, kurumlara ve soyguncu-vurguncu mafya ve ülkelere hortum bağlandı; Türk hekim, Mimar ve Mühendisleri, İlim, İrfan ve Fen adamları bir kenara atıldı; Ülkenin Banka Liman, Hava Alanı ve Sanayi işletmeleri yabancılara peşkeş çekildi; Bütün imkân, kuvvet ve kaynakları namüsait hale, acz ve zevale düşürüldü; İç ve dış borç büyüdü, milli ekonomi “bilerek ve istenerek” örtülü bir kapitülâsyon sürecine sokuldu.
Her gün “Al Bayrağa sarılı “ŞEHİT” tabutları gelirken; Milletin bağrından çıkan 58 belediye başkanı, bir kısım etkilisi, yetkilisi, bürokratı terörist olmuşken; Emniyet güçleri, ihanet ve şeamet erbabı anarşist, terörist, hırsız, yolsuz, hortumcu, sahtekâr, kap-kaççı, gaspçı, kaçakçı, ırz düşmanı ve vatan haini karşısında eli kolu bağlı aciz ve çaresiz bırakıldı; Dahili hain ve harici düşmanlar tarafından suni olarak yaratılan terörü yabancı işbirlikçilerin emri ile siyasallaştırma, affetme ve hainleri legallleştirme çabaları sürer, sınırlarımızdan 5000 terörist rahatça içeri girer ve Türk vatanında sanal azınlıklar yaratma niyet ve gayretleri; Mason, misyoner, din ve ahlâk düşmanı ateist ve pagan faaliyetleri olanca azgınlığı, hainliği ve bölücülüğü ile hız kazanırken;
Kurucu ve kurtarıcı Atatürk’ün: “Paramızı, hayatımızı harici düşmanların etki ve saldırısından kurtarmak, bu millet ve memleketin harici düşmanlara esir olmasına müsaade etmemek ne kadar lâzımsa; Aynı zamanda ve onlardan daha fazla bir uyanıklıkla dahili (iç) düşmanlara (milletin kötülüğünü isteyen ve kötülük için çalışan hainlere), dahildeki zararlı adamlara da dikkatle bekçilik yapmak ve onların her hareket ve faaliyetlerini gözden kaçırmamak mecburiyetindeyiz. Biz, ancak bu gayretle, bu intibahla çalışarak muvaffak olacağız. Böylece: Bütün dünya Türkiye’nin saygın varlığına özenecek ve milletimize lâyık ve müstehak olduğu yüksek mevkii ayıracaktır” (*) biçiminde ‘mutlak riayet ve mükellefiyeti mucip’ bir hedef ve vasiyetle ülkeyi emanet etmesine rağmen, menfur AB’nin art niyetli “hain” isteklerine ne yazık ki boyun eğildi.
BEBEK KATİLİ
Otuz bin küsur insanın katili bu süreçte idam sehpasından indirilip, adeta misafir haneye koyuldu. Reva mı? Aziz ve büyük Dinimizin “kasten ve taammüden öldüreni siz de yaşatmayın öldürün” emrine rağmen tefessüh etmiş AB’nin dediğini yapmak!.. Ve bu emri yerine getirecek kadar küçülen, alçalan dönemin muktedir zihniyeti..
Şu geldiğimiz noktada bin türlü ıstırap, meşakkat, mezalim, endişe içinde “her türlü özgürlük ve bağımsızlığın tükendiği, namuslu-dürüst, ilkeli, onurlu ve sorumlu vatandaşlar için ‘açlık, yokluk, yoksulluk, esaret ve sefaletin’ fiilen başladığı, insan hakları, adalet ve hukukun siyasallaştığı, ülkemizin “Gümrük Birliği anlaşması” ile sömürgeleştiği, halkın köleleştiği, siyaset ve çoğu sivil toplum kuruluşlarının AB ve ABD’ye koşulsuz entegre (teslim) olduğu; Ülkemiz, milletimiz ve devletimizi geleceğe taşıyacak ‘genç nesillere’ çok kötü bir mirasın hazırlandığı bu durum ve dönemde:
MİLLİ EGEMENLİK VE MÜŞTERİ MİLLET
“Milli Egemenlik, milli devlet, milli iktisat, milli eğitim, milli savunma, özgür millet, cumhuriyet, demokrasi ve bağımsızlık” (?!.) ülkeyi yönetenlerin “meşruiyeti”, dahil olmak üzere; Adalet ve siyaset kurumları, partiler ve seçim kanunları tartışılır hale gelmiş bulunmaktadır. Dahası, bu vahim süreçte sosyal “halk için” devlet ilkesi unutulmuş, zengini daha zengin; Fakiri daha ziyade fakirlik, açlık, yokluk, yoksulluk, zillet ve zulmün pençesine iten-terk eden “işveren devlet-MÜŞTERİ MİLLET” misal ‘insanlık dışı” sömürü zihniyeti hâkim olmuştur.
Daha da önemlisi 3. Cumhuriyetten itibaren 45 yıl süren aymazlık ve gaflet ile haricen uygulanan psikolojik savaş, ajitasyon ve dezinfornasyon sonucu Türk insanı pasif ve paralize, (tepkisiz) bir topluma dönüştürülmüş, ekseri medya mütareke sermayesinin emrine girerek, dahili ve harici bedhahların eline düşmüş, gerçek Türk vatandaşlarının Demokratik tepki, hak, hukuk ve adalet arama yolları neredeyse kapanmış ve tıkanmış; Başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, Cumhuriyetin kurucu unsurları tarafından öngörülen “insan, yurttaş, ayırımsız bütün halk-vatandaş, yani millet merkezli” eklektizm yerine, epistomolojik ve ontolojik sistemlerin “para ve sermaye odaklı” kapitalist, çıkarcı ve emperyalist, insanlık dışı teorileri baz alınmıştır.
Ayrıca, yargı hakim unsur yönünde siyasallaşmış, Cumhuriyetin denetçi ve Savcıları pasive edilmiş, Siyaset tekelleşmiş-yozlaşmış-çürümüş, topluma cebren ve hile ile dayatılan küreselleşme, modernite, globalleşme yoluyla ideolojik-kültürel saldırılar (psikolojik savaş) yoğunlaşmıştır. Saldırılarda tek hedef “Türk Milleti ve İnsanını” bir tarih öznesi olmaktan çıkarmaktır.
Bu sistematik süreç ve bağlamda insanlarımızın “milli-manevi, ahlâki, siyasal-sosyal ve kültürel” iradi mücadelesinin gereksiz, anlamsız ve boşuna bir çaba olduğu “bilinci” genel, sosyal ve toplumsal davranış kategorisi haline getirmesi amaçlandı. Buna paralel olarak yozlaşma ivme kazandı. Çürüme, deformasyon, mutasyon ve erozyonu hızlandırmak amacıyla: Küresel kapitalizm ve emperyalizmden zarar gören halkın ilmi bilgi ve “milli şuur” yolları kapatıldı. Milli iktisat politikası terk edilerek maliye IMF ye, Milli Eğitim ne olduğu meçhul (ajan provokatör kılıklı) yabancı uzmanlara teslim edildi.
Milli Savunma ise NATO, BM ve AB güdümüne entegre ve emir kulu olmaya zorlanmakta. Dahası 45 yıldır Türk toplumunun dejenerasyonu için özel Sosyoloji, siyaset ve felsefe kitapları yayınlandı. Atatürk’ün, “Türk milletinin milli dini İslâm’dır” demesine rağmen, Türk İnkılâbı ve İslâm’ın temeli olan lâiklik manâ ve muhtevasından saptırılarak menfur amaçlar ve milleti dinsizleştirmek için kullanıldı. Bir yandan “Milli Tarih şuur ve hafızası” yok edilmeye çalışılırken, diğer taraftan kelime ve kavramlar üzerinde oyunlar oynanarak nesiller arasındaki denge bozuldu, aşılması kabil olamayacak uçurumlar yaratıldı. Dildeki bozulum, erozyon ve kavram kargaşası sonucu demokrasi ve uzlaşma kültürü, toplumsal iletişim, dayanışma, yardımlaşma, anlaşma ve ‘tek vücut-yek vücut olma’ kültürü baltalandı. Tevekkeli, temsilde adalet denilerek demokrasi, yönetimde istikrar iddiası ile “yönetim kalitesi” huzur, düzen ve insicam bozuldu.
Aslında bu kapitalist ve emperyalistlerin yolu, menfur strateji ve metodudur. Dünyanın her neresine adalet adına gittilerse, adaleti; Demokrasi adına gittilerse demokrasiyi; İnsan hakları adına gittilerse “hak-hukuk ve adaleti” yok ettiler. Bu bakımdan gerçeğe ve bilime asıl ihtiyacı olanlarda onlardı. İnsan, millet ve fert olarak “gerçekte” onların da Mustafa Kemal Atatürk’ün “Türk İnkılâbının” esas ve ilkelerine ihtiyacı vardı. Bu olmadığı içindir ki, beyinsel faaliyetleri metalaştı. “İnsani boyut ve bilgi toplumu” bağlamında en az bizim insanımız kadar, onlarında akıl ve iradelerinin kurtarılması zorunlu, insani yönden zayıf ve zavallı hale geldi. insanlık ve uygarlık böyle vahim bir döneme girmişken, eleştirel-doğrusal bilgi ve objektif düşünce her zamankinden daha büyük bir gereksinim halini aldı. Bu da, Atatürk ilke ve “Türk inkılâbının” kısaca “Kemalizm” in evrensel boyutta “emsalsiz ve tartışmasız, mutlak bir REJİM ve lider bir DOKTRİN” olduğunu (1950-1960 uygulaması dahil) bütün uluslar (devletler) için gerekliliğini “tarihi süreç içinde” bir kez daha kanıtladı.
İşte bu nedenle: Bütün kurum ve kuruluşları ile Türkiye Cumhuriyeti devleti ve milleti “1.Cumhuriyet” döneminin deneyim ve kazanımları, ATATÜRK ilkeleri ve Türk İnkılâbı, yani “Kemalizm’in” ışığı ve yolunda, yorulmadan, milli değer, ilmi bilinç-şuur ve heyecana sahip “Vatansever duayenler” önderliğinde Türkiye halkının milli birlik ve beraberlikteki samimiyetine inanarak ve güvenerek; Şimdi tekrar “ama hukuki ve demokratik” bir mücadeleye “halk hareketine” başlamak zorunda ve durumundadır. Bu mücadele, kimseyi yüceltme ve karalama derdiyle değil, sadece “milli dava Kemalizm” misyonu ve “Türk İnkılâbı” vizyonu dahilinde olmak ve bu kapsamda kalmak zorundadır. Yani, yeni, bilinçli ve, “1960’dan günümüze doğrudan iktidar olmuş veya dolaylıda olsa bu iktidarlar içinde yer almış, deformasyon, dumur ve dejenerasyona uğramış, yozlaşmış, kapitalist ve emperyalist unsurlarla iç içe girmiş, her zerresine haram, yalan ve talan bulaşmış parti ve parlâmenterler dışında” büyük bir halk hareketi biçiminde oluşmak ve netice almak zorundadır.
Günümüz Türk yurttaşı, ülke'nin kasıtla-bilerek, inatla sürüklendiği bu kritik noktada; Vatansever-Kemalist, “Cumhuriyetçi-Demokrat” onurlu-sorumlu ve özgür insanlar olarak, ülkeyi uçurumdan çekmek, çıkarmak, kurtarmak ve günümüzün Ali Kemalleri ile diğer dâhili ve harici bedhahlara dur demek zorundadır.
Çıkış noktası: Gerçek vatansever, Kemalist ve milliyetperverler olarak; İnsanlığın, bilimin ve bilincin evrensel değerlerinin Türkiye ve Türk halkı ile tekrar bütünleşmesine engel olan her türlü çıkarcı, işbirlikçi, siyasal, sosyal, kültürel hortumcu ve Küresel kapitalizme Ülkeyi peşkeş çekenlere karşı: “Namuslu, dürüst, ilkeli, onurlu ve sorumlu, basiretli ve bilge, çalışkan ve üretken birey, gerçek insan sıfatıyla” cevap ve alternatif olmayı ve ülkemize çöreklenerek halkın kanını-canını iliklerine kadar sömüren ‘vahşi kapitalist ve emperyalistleri’ kovmayı vazgeçilmez bir şart olarak kabul etmektir.
Sevgili Vatansever insanlarım, bu yolda ve bu uğurda; Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü asla unutmayınız. Çanakkale ruhu ile ruhlanan ve istiklâl savaşı gibi bir büyük efsaneyi bu onur ve ruhla yaratan Kuvva-i Milliye, Müdâfaa-i Hukuk Hareketini hatırlayınız. Bu ülkenin Vatanseverleri; Mustafa Kemal Atatürk'ün yoluna baş koyan:
Namuslu, onurlu, ilkeli ve dürüst gerçek anlamda “milli devlet” ve Kemalizm’den yana olan “namus borcu, kumar borcu bulunmayan” alnı ak, yüreği pek, vicdanı hür, irfanı hür, boğazından haram lokma geçmemiş “GERÇEK İNSANLARIN” kendini millete adayan ve vatan-millet, hürriyet, adalet ve hakimiyet-istiklâl yoluna baş koyanların etrafında örgütlenin. Ve gelin hep beraber yeni, demokratik hak, adalet ve hukuka dayalı beyaz ihtilâli oluşturalım, günümüz Ali Kemallerine karşı duralım ve yeniden ATA’ nın emanet ve vasiyeti olan CUMHURİYET’ i kuralım.
Fakat, eğer, her şeye rağmen bu utanç verici hale rıza göstermek niyet, gaflet ve dalâletine düşmüş olanlar varsa ve/veya bir okuyucu olarak siz eğer böyle iseniz biliniz ki, her hangi bir “geleceğiniz” (?) olmayacaktır. Amma, yeniden hür, hakim, özgür, onurlu ve hükümran olmak istiyorsanız: YENİDEN:
“YA İSTİKLÂL, YA ÖLÜM” demelisiniz.
Milli Devlet; Hürriyet ve istiklâlimize, dolayısıyla “Türk’ün insanca yaşamasına” hayır diyen, kendince azimli, kararlı ve sabırlı, onursuz, insanlık dışı, hain ve alçak dahili ve harici düşmanlarca “delikten süpürülmek ve “İkinci Ergenekon” Anadolu’dan kovulmak veya mahvolmak yerine; Bu şuursuz ve çılgınca gidişe gem vurmak, tam bir azim, irade ve kararlılıkla “DUR” demek bir insanlık, onur ve namus borcudur.
Unutmayınız ki, namuslu ve dürüst insanlar da, en az hırsız, arsız, yolsuz, soysuz ve namussuzlar kadar cesur, atılgan, çalışkan ve cesur olmadıkça bu vatan kurtulamaz. Devlet, harici (bedhahlar) ihanet şebekeleri ile dahili (bedhahlar) yerli işbirlikçiler konum ve durumundaki çetelerden kurtulamaz.
Yozlaşmış, çürümüş ve kokuşmuş rejimin “rüşvet, iltimas, yolsuzluk, soysuzluk, gasp, irtikap, suistimal, kap-kaç, kaçakçılık, sahtecilik, hortumculuk, kayıt ve kapsam dışılık, ayrıcalık, imtiyaz ve dokunulmazlık gibi insanlık, ahlâk, cumhuriyet ve demokrasi dışı” alışkanlık, adet ve haram-haksız kazanç yolları tıkanamaz. Nihayet, doğrusal yönde iş gören açık, saf, temiz, dürüst ve şeffaf hükümetler kurulmadıkça; Devlet idaresinde millet iradesi hakim kılınamaz; Süratle yayılan ahlâksızlık, edepsizlik ve şerefsizlik önlenemez.
Şu anda siyasette, medyada, kamu kurum ve kuruluşları ile bazı sektörlerde ve bürokratik oligarşide ‘hakim unsur’ olarak yuvalanan, hayasızca ve sorumsuzca davranarak kendilerini ve ülkemizi kullandırmayı yeğleyenlerin iktidarında, bölücü anarşist ve terörist yandaşı, yatakçı ve destekçilerinin ülkemizi bir baştan bir başa, pervasızca dolaşmasına göz yumulduğu ve fakat teröre karşı şanlı bayrağımızın altında öfke ve tepkimizi dile getirmemizin dahi mümkün olmadığı, millete ait kal-â’ların hile, haksız işgal ve desise ile tek-tek düşürüldüğü böyle vahim bir dönemde “ulusal egemenlik, hürriyet, hak, adalet ve özgürlük” için çok daha görkemli ve bilinçli bir mücadele vermek gerekmektedir.
Aksi taktirde, 27 Mayıs darbesi ile açılan “Lozan’ı ilga ve Sevr’i ihya” yolunda, bütün ‘milli güç, irade ve engelleri” çiğneyerek ilerleyen; Gümrük Birliği anlaşması ile iktisadi sınırlarımızı kaldıran, ülkemizi bir ‘Açık Pazar’ serbest sömürü alanı, manda ve müstemleke haline getirmeyi amaçlayan; Milli dava Kıbrıs’tan vazgeçen, Kerkük’ de kırmızı çizgileri sorumsuzca silen, Ege, Kırım ve Musul üzerindeki haklarımızdan geri adım atan, Türk dünyası ve Balkan politikalarında pasifleşen ve bütün uluslar arası çıkarlarından ABD ve AB lehine feragat eden, gayri Milli ve gayri Müslim “mütegallibe” er veya geç bu menfur yolda muvaffak olacaktır.
Dip dalga ve “gerçek derin devlet” sıfatıyla Milli hâkimiyet ve milli menfaatleri koruma yükümlülüğünü doğal olarak üstlenen ve % 5’e karşı % 95’le kahir ekseriyeti teşkil eden “MİLLET”, milli rejim Kemalizm, (medeni siyaset) Atatürk ilke ve Türk İnkılâbının müktesep hak, hukuk ve esaslarına sahip çıkmak ve yeniden hayata geçirmek zorundadır. “Asıl önemli olan ve memleketi temelinden yıkan, halkını esir eden, içerideki cephenin suskunluğudur” diyor, Mustafa Kemal Atatürk.
Bunu unutmayalım. Türk Milleti için asla esaret ve sömürü bir kader olamaz.
Şimdi ses vermek ve “olanca gücümüzle” haykırmak zamanıdır:
ÖZELLİKLE!.. 2008 yılı itibarıyla duçar olduğumuz ekonomik kriz, eğer Milli Siyaset yolunda yürünseydi ülkemizi asla etkilemezdi. Teoride Türk İnkılâbı anlaşılıp, samimiyet ve sadakatle uygulansaydı milletin sayısı 40 milyona varan kahir ekseriyeti fakirlikten ve yoksulluktan kırılmazdı. Ve büyük Önder Atatürk’ün: “Bütün dünyanın Müslümanları, Allah’ın son Peygamberi Hazreti Muhammed’in gösterdiği yolu takip etmeli ve O’nun verdiği talimatlar, tam olarak tatbik edilmeli. Tük İslâmiyet’in hükümleri, olduğu gibi yerine getirilmeli. Zira ancak, bu şekilde insanlık kurtulabilir ve kalkınabilir” (Ankara Gönül Erleri, Sıddık Demir, Ankara-2000) Biçimindeki son emanet ve vasiyetine uyulsaydı, şimdi Türkiye Cumhuriyeti dünyanın en güçlü, zengin ve müreffeh devletleri arasında olurdu.
Şimdi gelin; Yeter artık, “YETER, SÖZ MİLLETİNDİR”diyelim!..
Aziz Milletimizin bu haysiyetsizlikleri daha fazla taşıması mümkün değildir!
Bu kadar zûl, zulüm, hor-hakir görme ve işkence eşyanın tabiatına aykırıdır.
Amma!.. Hiç kuşkunuz, endişeniz, korkunuz olmasın; Elbette bir gün zalimler;
GELDİKLERİ GİBİ GİDECEKLER..
 
YARARLANILAN KAYNAKLAR:
1. Atatürk’ün Söy. ve Demeçleri, Cilt: 1, 1952-Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yay.132-133
2. Gizlenen Rejim Kemalizm, Tanı Yayınları-2005, Tayyip Yelen
3. Globalleşen Dünyada AB Kapısında Türkiye İçin Çağdaş Çözüm, Tanı Yay.-2005, H.Aksu
4. Atatürk’ü Tanımak ve Anlamak, Anayurt Yayınları- 2004, Behzat Şaşal
5. Tek Çare Kemalizm, Tanı Yayınları-2006, Süleyman Akdemir
6. Seni Anlasaydık Bu Hale Gelmezdik, Akasya-2005, İbrahim Candan
7. Küresel Almanak, Tanı Yayınları-2006, Mustafa Nevruz Sınacı
8. Hedefteki Müslüman Halklar ve İslâm, Kül Sanat Yayıncılık-Ankara, 2005 Yusuf Küpeli

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 53

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ
SABİT ÜCRET REZALETİ
Gazeteci-yazar Cengiz Önal (Tarakçıoğlu) Türk (!) Telekom’dan yüksek derece bir memuriyetten emekli... 27 Kasım’da “Sabit Ücret İadesi”ni konu alan bir makale yayınlamış. İki sayfadan ibaret yazıyı üzüntü, ibret ve dehşetle okudum. Cengiz Önal özetle;
“Son günlerde Telekom’un sabit ücret iadesi haberleri ayyuka çıktı.
Özellikle sanal ortamda yayılan ve aslı astarı olmayan bilgiler oldukça rağbet görmeye başladı. Telekom, güya abonelerinden aldığı sabit ücreti iade ediyormuş. İnternet haberlerine göre; başvurduğunuzda sabit ücret karşılığı olarak 820.-YTL alıyorsunuz.  Bir tüketici derneği şubesine gittim. Görevli konuyu açıkladı. Buna göre: Son aya ait sabit telefon faturanızı veriyorsunuz, dernekte size bir form dolduruyorlar. Karşılığında eğer yanınızda varsa (bunu özellikle belirtiyorlar) 10.-YTL hizmet parası alıyorlar. Peki, sonra ne yapıyorsunuz?
Doldurulan belge ile ilçeniz Tüketici Hakları Hakem Heyeti’ne başvuruyorsunuz. Büyük bir ihtimalle lehte çıkacak karar Telekom’a bildiriliyor. Siz de gidip söz konusu parayı alıyorsunuz. Böyle söylüyor ve Telekom’un bir üst Tüketici Mahkemesine gidebileceğini ve buradan aleyhinize karar çıkması halinde Telekom’a 140.-YTL civarında bir avukatlık ücreti ödeme riskiniz olduğunu da hatırlatıyorlar” diyor ve soruyor: “-Kazanılan davaya karşılık, sabit ücret iadesi alan var mı?, -Geriye doğru neden on yıllık ödeme? 20-25 yıllık abonelik ne olacak?, -Ferdi başvuru mümkün değil mi? Neden bir derneğe başvuruluyor?’
İki yıl kadar önce konu yine gündemdeydi. İlgilendim ve elimdeki bilgileri gazetemin yetkililerine verip gerekli başvuruyu yapmalarını önerdim. Yaptılar. Kısa bir süre sonra Telekom cevabı yapıştırıverdi. Beykoz’daki işçinin kazandığı dava işe yaramadı. Telekom bir üst mahkemede açtığı davadan bahisle, alınan ücretlerin, sabit hatların sürekli açık tutmak için yapılan masraf karşılığıdır gibi bir yığın gerekçe göstermiş ve herhangi bir aboneye böyle bir ödeme yapılmayacağı hususunda karar almıştı. Sonuçta avukatlar takipten vazgeçtiler.
Olaydan belki beş yıl kadar önce aynı haberler cep telefonları için yayılmıştı.
Aynı firmaya ait üç adet aboneliğim vardı. Önce Tüketici Hakları Hakem Heyeti’ne başvurdum. Lehime çıkan kararı aldım. Araştırdım. Sonuçta yerel Tüketici Mahkemesi’ne gittim. Epey gayret gösterdikten sonra olayın takibinden vazgeçtim. Neden mi? Anlatayım:
Elinizdeki Hakem Heyeti kararıyla Tüketici Mahkemesi’ne gidiyorsunuz. Diyelim ki davayı kazandınız. Mahkeme kararını alıyor ve Telekom gayrimenkulünün bulunduğu bir yer tespit ederek, ilgili İcra Müdürlüğü’ne başvuruyorsunuz. Muhatap itiraz ediyor. İnatla ve haklı olarak ısrar ediyorsunuz. Hesap düzeltmesi isteniyor. Sabırla bekliyor ve hesabın yanlışlığı konusunda üst mahkemelere gidiyorsunuz. Tekrar bilirkişi tayini, ardından başka duruşmalar. Adaletin gerçekleşmesine sabır ve gücümün yetmeyeceği kanaatiyle vazgeçtim. Muhatabın imkânları, benimkine göre sınırsız. Ben, olayı avukatsız götürmeye çalışırken, Telekom bir Avukatlar ordusunu seferber ediyor. Zira davayı kaybetmesi halinde kasasından çıkacak para büyük. Bunun için elbette elinden geleni yapacak!..”
Sayın Önal’ın makalesine www.cengizonal.blogspot.com adresinden ulaşabilirsiniz.
Netice ve çare: Öncelikle mesele, milyonlarca insanı ilgilendiren vahim bir adalet, hak ve hukuk sorunu olup;.Uygulama biçimiyle sabit ve cep’te mezkür ücret, herhangi  bir hizmet, avans yahut mahsuba taalluk etmediğinden haksız, gayriahlâki ve hukuksuz; Emsal karar ise yerinde ve doğrudur. Şu hale nazaran: Milyonlarca insanı mahkeme kapılarına yığarak zulüm,  israf ve yargıda yığılıma neden olmaktansa; Türk Medeni Kanunu hükümleri gereği Bakanlar Kurulu, dava ehliyetini haiz bir kurum (Sendika, Siyasi Parti, Vakıf veya Dernek) Cumhuriyet Savcı’sı; Yahut re’sen bir üst mahkemenin “teşmil” kararı ile sorun kökünden halledilebilir.
Şimdi soruyorum: Neden? Dava ehliyetini haiz bunca kurum veya Bakanlar Kurulu bir teşmil kararı almıyor, aldırmıyor da, millete haksız yere zulmedip insanları süründürüyor?
Hani? Adaletli, faziletli, sosyal hukuk temelli, umur-u devlet nerede?
            Bizim Başbakan R. T. Erdoğan ‘Nuşirevan” kadar dahi, adaletli değil mi?..

 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 54

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ
TERÖR ÖRGÜTÜNE 10 MİLYON EURO
            Bakan Mehmet Ali Şahin "PKK'ya tavır almazsanız küçük düşersiniz" diyor.
            Edilen sözün sebebi hikmeti şu: “Belçika'nın, 1996 yılında 'Sputnik Operasyonu' ile el koyduğu 10 milyon Euro'yu şimdi bölücü terör örgütü PKK'ya iade etme ihtimali..”
            İhtimalin ötesinde; İadeye makul bir kılıf bulunması veya bizim deyimimizle ‘kitabına uydurulması’ halinde bu para terör-tedhiş örgütüne bal gibi gidecek ve Mehmetçiğe karşı mermi olup gelecek. Olay 06 Ekim 2008 günü basına sızdı. Ertesi gün AB, üç gün sonra, 11’inde de Türk ve dünya kamuoyu (medyasında) yer aldı. İlk tepki doğal olarak konuyla doğrudan ilgili ve hukuki muhatap, Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’den geldi. Şahin, Belçika'da Operasyon ile El Konulan PKK Terör Örgütüne Ait 10 Milyon Euro'nun Örgüte İade Edilme İhtimalinin Belirmesine Sert Cevap Verdi. İşte o “SERT CEVAP!..”
            Karabük'ün Safranbolu ilçesinde 10-12 Ekim tarihleri arasında yapılan Uluslararası 9. Altın Safran belgesel Film festivali etkinliklerine katılmak üzere gelen Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, Belçika'da operasyon ile el konulan PKK terör örgütüne ait 10 Milyon Euro'nun örgüte iade edilme ihtimaline dair bir gazeteci tarafından sorulan soruya sert cevap verdi:
"Avrupa Birliği ve üye ülkelerini bu bağlamda küçük düşürücü tavır olur"
Şahin devamla: “Biraz önce yolda öğrendim. Büyükelçimizden aldığımız bilgi kadarıyla, Belçika bu parayı, bu konuyu Lüksemburg'a devretmiş. Henüz bana anlatıldığı kadarıyla kesinleşmiş bir karar yok. Türk Dışişleri, bu konuyu diplomatik yoldan çözmek ve engellemek için yoğun bir çaba içinde. Adalet Bakanlığı olarak bize bir görev düşerse yerine getiririz. Bu tamamen Dışişlerimizin ve büyük elçiliğimizin takip edeceği bir konu…
Özellikle AB ülkelerinin ve AB'nin PKK'nın terör örgütü olduğuna dair kararın arkasında durmalarını ve teröre destekleyen yayın organlarına para aktarımı ile ilgili bir takım tasarruflara mani olmalarını, Türkiye olarak bekliyoruz. Aksi halde AB ve üye ülkeler tutarsız bir tavır sergilemiş olurlar ki bu, AB ve üye ülkeleri, bu bağlamda küçük düşürücü bir tavır olur. Bir saat önce büyükelçimiz Fuat Bey'den aldığım bu bilgiler, bu istikamettedir. Bu konuyu yakından takip ediyorlar" demiş…
BAKAN ŞAHİN " SİNEMA YÖNETMENLERİNE GIPTA İLE BAKIYORUM"
Bakan Şahin, daha sonra Bağlar semti Arslanlar Kültür Merkezi'nde yaptığı konuşmada da, "Siyaseti seçmemiş olsaydım, belgesel film festivaline katılan yapımcı arkadaşlardan biri olabilirdim" dedi ve devamla: "Safranbolulu olmak bir ayrıcalıktır. Ama her ayrıcalığın bir sorumluluğu var. Safranbolulular bu sorumluluklarının gereği olarak bugüne kadar tarihi varlıklarını korudular. Onların yok olmaması için önlem aldılar. Ben sinema sanatını evrensel bir sanat olarak görüyorum. İnsanoğlunun birbiriyle şu anda çok iyi anlaşabileceği iki lisan var. Birisi kültür, sanat diğeri spordur, eğer siyaseti seçmemiş olsaydım, ben de bu festivale katılan yapımcılardan biri olabilirdim” dedi ve daha sonra festival meşalesini yakan "Asya Rüzgârı 21" Japon grubu kimono defilesini izledi.
ŞİMDİ BAKAN’A SORULUR:
On milyon euro kaç mermi, ne kadar mühimmat ve teçhizat eder? Anarşi, terör ve tedhiş örgütü için kaç lejyonerin maaş ve masrafını karşılar? Bu hain tahkimatın Türk Ordusu, masum ve mazlum halkı ile güvenlik kuvvetlerine tevcihinin maliyet ve tahribatı ne olur?
Bakan ‘paranın iadesi halinde’ Belçika ve AB’nin ‘küçük düşeceğini” söylüyor.Ya önlem alınmaz ve ‘ne pahasına olursa olsun, bu devasa miktar nakdin örgüt eline geçmesi’ halinde Türkiye’nin düşeceği durum!
AB zaten pişkin, çok standartlı, ikiyüzlü, kalleş ve kancıktır. ABD’de öyle değil mi?
Şu hale nazaran Türk hükümeti ilke, umur-u devlet onuru, görev ve sorumluluk idraki ile hareket ederek “her ne pahasına olursa olsun” bu iade ve intikali önlemek mecburiyetinde midir, yoksa değil midir? Mesela bir Japon için bu, “Sorumluluğun mutlak gereğidir” .
Türk’e ise: “Daha sert cevap vermek ve icabında Osmanlı Tokadı” atmak yaraşır.

 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 55

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ
TÜRKİYE İÇİN BAŞKANLIK SİSTEMİ
            İçinde bulunduğumuz konjonktür, her kesin ve her kesimin ‘eğri otursa bile’ doğru konuşmasını zorunlu kılmaktadır. Zira Türkiye 48 yıldır sistematik olarak sürdürülen çürüme, çürütme ve yozlaştırma politikaları sonucu siyaseten çökmüş, ekonomik ve sosyal bağlamda ise fevkalade büyük bir tahribata uğratılmıştır.
            Bu erozyon sürecinde en çok tartışılan konuysa siyasettir.
            Zira siyaset geleneksel ve doğal sınırlarından sapmış, reddimiras etmiş, tarihi temelleri sarsılmış, dengeleri bozulmuştur. Şimdi yeniden yapılanma, medeni siyasete dönme ve tarihi, kadim temeller üzerine tekrar oturma zamanıdır.
            Gerçek şu ki; Aslında Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan bu güne değin uygulanan sistem de-facto (örtülü) başkanlık sistemidir. Merhum ve müstesna Mustafa Kemal Atatürk de zaman zaman “ben Türkiye Cumhuriyetinin Başkanıyım” gibi sözlerle bu hususu teyid eden ifadeler kullanmıştır. (AOÇ, Amerika Büyükelçisiyle görüşme) İnönü, Cumhurbaşkanlığı süresince despotluk ve diktatörlük derecesinde hükümran olmuş; Celal Bayar Menderes’in etki alanında kalmış; 1960’dan sonra ise giderek Başbakanlığın ağırlığı artmıştır.
            Değişen ve dönüşen dünya düzeni de bunu gerekli kılmaktadır.
            Örneğin: Bu gün için AB kralları veya Cumhurbaşkanları sadece semboliktir. İstisnai durumlar hariç bu kral ve cumhurbaşkanlarının her hangibir ağırlığı, etkinliği ve belirleyiciliği kalmamıştır. Şu kadar ki; Sağlam ve sağlıklı bir başkanlık sisteminin bizdeki temelini teşkil eden ‘bağımsız yargı’ ve ‘bağımsız yasama” ayaklarının güçlü, onurlu ve sağlıklı bir biçimde oluşması zorunludur. Bu güne kadar kamuoyunda vaki sistemle ilgili tartışmalar ise, ABD başkanlık usulünü baz aldığı cihetle ilmi olmaktan uzak, duygusal ve spekülâtiftir.
            BİZE UYAN SİSTEM:   
Devlet Başkanının iki dereceli olarak (birinci turda %50'den yukarı en fazla oy alan; ikinci turda asgari % 50 + 1 oy almak şartıyla) halk tarafından doğrudan seçileceği, kuvvetler ayrılığı ilkesinde "yürütmeyi" temsil ve ilzam edecek ve güçlü, kararlı ve istikrarlı bir sisteme kısa sürede geçilmesi; İnsan hakları, adalet, hukuk, çevre şart ve emsalleri ile kamu yararı ve halk menfaatleri yönünden gerekli ve zorunludur. Zaten Cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili olarak yapılan Anayasa değişikliğide bunu muciptir. Sistem üzerinde kesinlikle yozlaşma ve dejenerasyona kapalı “soylu” bir model oluşturulmalıdır. Seçilen model yine de halkın bilgi ve tasvibine sunulmalı ve en geniş anlamda tartışıldıktan sonra bir Anayasa değişikliği ile yürürlüğe konulmalıdır.
Burada tek, vazgeçilmez ve ödün verilmez amaç: Adalet ahlakı ilkesi ve demokrasi esaslarının mükemmel bir biçimde uygulanması ve millet iradesinin devlet idaresinde en etkin biçimde yansımak suretiyle temsil edilmesidir. Bu amaçla tek çare olan ve farklı bir modeli ABD’de de uygulanan "milli delege sistemi" ihdas olunarak; Siyasi Parti, diğer siyaset kurumları ve Sivil takip, kontrol ve denetim unsurlarının (STK-Enciyo)  yozlaşması-dejenere olması ve katılımcı demokrasi" nin önünün kapanması yasal düzenlemelerle önlenmeli ve yargı erk’ i buna göre hukuken tahkim edilmelidir.
Zira, halkın rıza, muvafakat ve iradesine dayanmayan, kahir ekseriyetin özgür iradesi ile samimi katkı ve katılımını yansıtmayan, demokratik olmayan, adalet, ahlâk ve hukuk normlarına uymayan hiçbir uygulama meşru değildir. Halka rağmen, geniş halk kitlelerini ve ülkenin geleceğini ilgilendiren konu, konum ve alanlarda tasarrufta bulunan kurum, kuruluş ve hükümetler de asla meşru olamazlar. Bu sınırların çok net ve belirgin olarak çizilebilmesi ve uygulanabilmesi için; Mustafa Kemal ATATÜRK’ ün “kuvvetler birliği anlamında” tanımladığı ve fakat mutlak surette “kuvvetler ayrılığını ifade eden” esas ve ilkesi hayata geçirilmeli, bu usul, esas ve ilkeler muvacehesinde: Öncelikle, mutlaka ve acilen “Adalet ve Hukukun” bağımsızlık ve tarafsızlığını teminen gerekli düzenlemeler birinci aşama olarak derhal yapılmalıdır. Aksi takdirde, üç kâğıtçılar denen (Borsa-Döviz-Faiz) ile şer ve şeytan üçgeni olarak adlandırılan (Medya-Mafya-Siyaset) sultası kırılamaz.
Bünyesinde rüşvet, iltimas, hırsız, yolsuz, su istimal erbabı, sahtekâr, anarşist, terörist, alçak, namussuz ve nesebi gayri sahih dönme ve ihanet şebekeleri barındıran; Özgürlük ve güvenlik sorunu yaşayan bir toplum asla “devlet” olamaz. Demokrasiyi kuramaz. Yaşatamaz. Hak, adalet ve objektif hukuku hakim kılamaz. Çürüme ve yozlaşma önlenmedikçe başkanlık sistemine geçemez, devlet denetimi, adalet-hukuk, liberal (serbest piyasa) ekonomisi, dürüst rekabete dayalı “demokrasiyle özdeş” ekonomik, sosyal ve siyasal kurumları hayata geçirip, gerçekleştiremez. Bu aşamada ilk yapılması gereken icraat: Temizeller operasyonudur. 
            Başkanlık sistemine ilişkin altyapının oluşturulup, geliştirilmesine paralel olarak; Devlet asli görevlerine çekilmeli, Maliye, Adalet, İç ve Dış Güvenlik-Savunma-Denetleme ve Düzenleme dışında yer alan diğer alan ve sektörlerden sür’ atle çekilmelidir. Esas itibarıyla bunun alt yapısı yıllar önce bizzat Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından “geleneksel çizgide” hazırlanmıştır. Buna göre: Orijinali 1. Celâl BAYAR Hükümeti (1936) ve Aziz ATATÜRK' e ait Parti Programında, (1946-1960) Devletin içinde bulunduğu durum ve halkın çektiği sıkıntı ve mahrumiyetler dikkate alınarak; Özel sektörün muktedir olamadığı ve giremediği alanlarda, "Vakti zamanı gelince özelleştirilmek ve kamu yararına hizmet üretmek" amacıyla  kamu kurum ve kuruluşu niteliğinde iktisadi teşebbüsler ve işletmeler teşkil edilmiş;  bunların pek çoğu bizzat Atatürk (Sümerbank, Etibank v.d.)  bir bölümü de DP tarafından kurulmuştur. Bu meyanda ve program gereği ilk özelleştirme de yine DP tarafından yapılmıştır. 1960 darbesi olmasa idi, DP' nin niyeti en geç 1963-1970 arası özelleştirmeyi tamamlamaktı. Dolayısıyla, Atatürk ve Milli Mücadele (gelenek) çizgisinin “çağ ötesi bir basiret ve beka eseri olarak terekküp ve teşekkül eden politikalar bağlamında” tek siyaset kurumu olan DP, devletin "çok zorunlu alanlar dışında" ticaret, sanayi ve üretim sektöründe rol almasına tarihen karşıdır. Bu nedenle: DEVLET; Asli fonksiyon ve unsurları olan Adalet, İçişleri, Dışişleri, Güvenlik, Denetim ve Kamu Maliyesi ile "Sosyal Devlet İlkesinin zorunlu kıldığı" alanlar dışında hareket etmeyecek ve kesinlikle faaliyet gösteremeyecektir. Yani, tüccarlık yapamayacak; iyi bir düzenleme, destekleme ve denetleme (3D) mekanizması teşkil ederek namussuz, ahlâksız, dessas ve halk düşmanı, çok standartlı, spekülâtör, sansasyonel, stokçu ve sömürücü, kan emici, (bazı) tüccar nam insanlık düşmanlarına da asla fırsat vermeyecektir. Yurt içi Tekelleşme ve tröstleşmenin kesin olarak önüne geçecek ve “serbest rekabeti” üretici- tüketici lehine; Aracı, tefeci, stokçu, fırsatçı, sömürgen ve komisyoncu aleyhine, sektörleri  “namuslu-dürüst, temiz ve şeffaf” olmaya mecbur eden bir sistem kurarark yürütmek zorunda olacaktır. Ancak, dengeleyici, düzenleyici, denetleyici ve haksız rekabet karşısında "en aziz varlığımız olan insan unsurunu koruyucu" müdahale hakkı saklı tutulacaktır. Örnek: Eğitim, Sağlık ve Sosyal Güvenlik. Çok sıkı takip, kontrol ve denetim her alanda esastır.
“Kimsesizlerin kimsesi ve sahipsizlerin sahibi devlettir” ilkesiyle devlet Türk halkının  onur, erdem ve insanlık davasına yakışan, vahşi kapitalizme karşı çıkan bir usul ve esasa oturtulmak zorundadır. Başkanlık sisteminden amaç, her adım ve evrede “insani boyut ve bilinç toplumunun” asla göz ardı edilmemesidir. Dünyadaki aykırı örneklerin aksine Türkiye devleti insan odaklıdır. Her insan bir devlettir felsefesi temelinde yükselir. Devlet, insana hizmet, güvenlik, zenginlik, mutluluk, sosyal şart, eşitlik adalet ve hukuk” için vardır.

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

56

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Rıza HARDAL
Rıza HARDAL HAYAT HİKAYESİ
BİR GÜN
 
Can iğini ten yününden
Sarar kirmen,ular bir gün.
Sulu yalçınlar önünden
Açılar gül solar bir gün.
 
Gül dalna bülbül konar
Diken güle vermez zarar
Suna saçın baştan tarar
Saçlarını yolar bir gün.
 
Dünya oyur bir gün harap
Ne gül kalır,ne de turap
RIZA sebep olan harap
Gözlerine iner bir gün.
 
Kutret kazanı kaynama
Katılmış seyreder ona
Ecel kolunu boynuma
Habersizce dolar bir gün.
 
Acı tatlı yenmez olur
Yalan gerçek denmez olur
Hep kesilir sular bir gün
 
RIZA sözlerini bitirir
Bülbül gülünü yitirir
Dört mişi alıp götürür
Gelmediğe döner bir gün

 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 57

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Rıza HARDAL
Rıza HARDAL HAYAT HİKAYESİ
YİNE YERİMDE SAYARIM
 
Dokuz aylık yoldan geldim,                      
Hem ağladım hem güldüm.                       
İnsan olduğumu bildim,                             
Yine yerimde sayarım.                             
 
Doğuş yaştan altmışa denk
Güller açar benek benek
Taa uzaklar yakına denk
Yine yerimde sayarım.
 
İnsanlara baktım gitmiş,                            
Meyvelerim dalda yetmiş,                         
Yaşım elli altmışı bulmuş,                       
Yine yerimde sayarım.                              
 
Aşka sevdaya doymadım
Azları çoğa koyamadım
Hızlı gittiğimi sandım
Yine yerimde sayarım.
 
Ömrüm geçti Ah çekmekle,                      
Gözlerimden yaş dökmekle,                     
Felek belimi bükmekle,                             
Yine yerimde sayarım.                              
 
Ben bu hallerime şaştım
Hayalden hayale düştüm
Eşe dosta kavuşmadım
Yine yerimde sayarım.
 
Çok çalışıp fazla koştum                          
Boranlı dağları aştım.                               
Taa üst kattan yere düştüm,                     
Yine yerimde sayarım.                             
 
HARDAL'ım der acep nettim
Nice kervanları güttüm
Şu dünyada nöbet tuttum
Yine yerimde sayarım.

25.05.1989

 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

  58

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Özkan KARACA
Özkan KARACA HAYAT HİKAYESİ
HÜZÜN YAĞMURU
Genç adam gecenin karanlık örtüsünde ruhunun hazin yankısı çığlık kopartarak sahilde yürüyordu. Dilinde dökülen özlem ve söylemler uzaklığın kanlı deresine itilmişti. Dişinde sıkışan kırgınlıkla hayallerinin fotoğrafı karanlığı ısırmıştı.
Seni diyordu genç adam ‘ - Seni geleceğimin atlasına gül olarak ekmiştim, günlerin başaklarında seni görmüştüm, canım seninle cananlığa kavuşmuştu. Şimdi ise yüreğimin dileğine çıkılan hayal merdivenlerinden düştüm. Gözlerimde ve gönlümde hüzün yağmuru döktüm...’
Ruhunun hazin kamcısı acıyla döverek başı düşmüş, dizleri eğilmiş olarak ağır ağır yürümeye devam etmişti. Kulaklarını şaklatan dalgaların sahile vuran sert tokadı, kalbini yaralayan dert sakatı her yanını sarmıştı, her anı ruhunu tırmalayarak artmıştı. Boğazı ışıklarıyla öpen karşı kıyının betonuna gözleri takıldı.
Genç adam ‘ - İşte sevdiğim şu evlerin kör penceresinde ikamet ediyor. Acı aşkların fısıltısı duvarlarını ıslatmış Kız kulesinin üstünde bulunuyor. Tarih kokan, heybeti ile Haydar paşayı tutan, boğazın maviliğine gülümseyen kışlanın yakınında, Selimiye mahallesinde sevdamın ayaklarını vurduğu yerdir ‘... Başında hüzün yağmuru akar, soğuk ürpertiyle denizin ağlaması bakar. İntizarın hicranında ufuklar karanlık balçıkla kararak gönlü sararmış, umutları sönmüş, hayalleri yıkılmış olarak geleceğin perdesini kav la tutuşturarak yakar. Hüzün yağmuru şiddetlenmişti... Kederin kader alnında terlemeye başlamıştı. Ruhunu ıslatan hüzün yağmuruyla sarsılmış ve kederle terleyen kalb titremiş olarak sahilin çapağı olan taşın beline yığıldı. Başını ayaklarının arasına sıkıştırarak söylenmeye başlar
‘ Ey aşk acısı, ey gönül yarası, ey derdin karası... Sana sığınırım, Sevgimin adını düşlerim... Onun yokluğunda sürgün kaldım, günlerim onsuzlukla zindan oldu. Bir çıkış ver, bir ferahlık ser. Hani gözleri gözlerime kilitleniyordu, hani sözleri sözlerimi sarıyordu bir zamanlar’... Zihnine film şeritleri yayılır, anıların sahnesi açılır. Ela gözleri karanlığı yırtan ayla kendisine bakmış, siyah saçları denizin dalgasında ellerine düşmüş, oval çenesi ufukların köşesinden bakarak gözlerine çökmüş, güzel yüzü sahilin ıssız belinde kafa odasını kırmıştı. Derbeder durumda sürüklenip duruyordu, sevda ölümünün soluğunu yutarak hüzün yağmuruyla: Duyguları kanlanış, sözleri kurumuştu.
Dudaklarına yapışan hüzün melodisi tütsülenir, karanlık siyah saçın dalgasına. Öylece durup izler sevdiğinin hayalini...İkametgahı gözlerine batarak gölgesi yanı başında buluşmuştu. Gölgeye sorar ‘ Ey hayal sulületi karanlığın aynasından çıkarak ellerimi tutsan, geleceğimizin inşasını beraber kursak‘... Hayal sulület donuk kalır, ağzından tek kelime, gözlerinde bir gram bakış görülmez gözleri kapalı, hayattan kopuk, cansız et yığını gibi durur. Genç adam yaklaşır, hayal geriye çekilir. Genç adam adımlarını hızlandırır, hayal de gerisin geri hızlanır. Daha çabuk kavuşma özlemiyle kollarını açar, feryat koparır. ‘- Ey canım benim niye kaçarsın benden, niye uzak kalırsın yardan. Gel ellerimi tut, gel gönlümü nefesinle yıkat’... Hayal cesedi Boğazın dalgasını yararak Selimiye’nin duvarlarına sokularak kaybolur. Karabasanlar bedenini tutarak kahkahalarını kafasında yankılandırırlar. Hafakanlar ayaklarına serilerek denizin çağıran sesine itekler. Hüzün yağmuru ıslattığı gibi denizin çağıran kolları gözlerine çarparak: Gel diyordu. - Senin yangınını söndüreyim, hüzün yağmurundan kaç, esaret ayaklarını bana dokundur, senin bedenini karanlık derinliğimde kapatayım. Aşkın keder kalemi yüreğine bir kere yazıldı mı iz kalır, kalbinde hep sızısını hissedersin. Genç adam öylece durur düşüncelerin dehlizinde dolaşır. Karanlığın alnında çağıran ses, kalbinin acı nefesi buhramlara atarak çıkmazlarda bocalıyordu. Hüzün yağmuru artmış artık meçhulün adresine sürüklüyordu ‘ Ya ölümün vuslatında hayata son vermek, yada yeni bir hayatın menzillerine uzanmak. Başı kah denizde batıyordu, kah sahil yolunun uzaklığına çevriliyordu. Bir kedi gelir ayaklarına dolanır, kedinin mırıltısı silkeler kendisini. Yorgun ayaklarını isteksiz sürükleyerek sahilin karanlık ağzına girerek kaybolur. Sahilin tokadı artar, kedinin mırıltısı denizin tokadına yanıt verir

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

  59 

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Selma GÜRSEL

Selma GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ

KURU MANTI
MALZEMESİ : 2-3 porsiyon-200 Gram kıyma 1 baş büyük soğan,4 bardak un,1 bardak un hamur açılırken kullanmak üzere,1 yemek kaşığı tuz,1,5 su bardağı ılık su,1 kaşık margarin veya yarım çay bardağı sıvı yağ
Her zaman yapılmayan,yada misafir geldiği zaman hazırlanan bir mantı çeşididir.
Özelliği,hamurunun diğer mantı hamuruna göre biraz daha sert ve kalın olmasıdır. 
Önce mantının içerisine konacak harç hazırlanır.
Hazırlanışı: 4 bardak una 1 kaşık tuz konularak un,su ile katıca yoğrulur.
Yoğrulan hamur üç yumak haline getirilir
Her yumak oklava ile  2 milim kalınlığında açılır.
Hamur çay bardağı ile yuvarlak olarak kesilir .
İçerisine kavrulmuş kıyma ve ince doğranmış maydanoz,istenirse kıymanın içine soğan doğranarak haşlanarak konulur.
Çay bardağı ile kesilen hamurların içlerine aldığı kadar bu malzeme konulur
6-7 kanat olarak uçları birleştirilerek bükülür.
Bükülen kısımlar altı yağlanan tepsiye bükülen taraflar tepsinin altına gelecek şekilde tek tek dizilir.
Tepsi dolunca tepsi ateşte döndürülerek kızartılır,
alt tarafı kızaran kuru mantı ters yüz edilerek üst kısmı da  aynı şekilde kızartılır.
Kızarma işlemi bitince,tepsiye salçalı ve yağlı su ilave edilerek ateşin üzerinde tepsi çevrilerek mantı pişirilir.
İsteğe göre bu işlem su kalmayana kadar pişirilebildiği gibi hafif sulu olarak ta pişirilebilir.
Pişen mantı soğumaya bırakılır. Ilık olarak tabakla yada tepsi ile servis yapılır. Üzerine bol sarımsaklı yoğurt dökülür. 

 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 60

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Serkan ÖKÇE
Serkan ÖKÇE HAYAT HİKAYESİ
DÖNÜŞ YOK
 
Bir çizgi uzar
Uzar sınır çizer
Yol yok, gidiş yok
Demir parmaklıklar örülür
Görüş yok,
Varsam diyorum tutsam
Eli deyse elime
Deyse de dönüş yok
Mavi bir buluttan düşüyorum
Düşüyorum saçlarına
Dikenli tel gibi bedenin
Kanar, kanar…
Bir kere
Deymiş temine tenin …
 
O son anı var
Ağır ağır bakışı
Gidişi
Yabancı bir diyar
Söylediğim gurbet türküsü
İçinde sen var,
Feryat var,figan var
Harman gibi dağılmış saçlarının örgüsü
Ayrılık dediğin aramıza örülmüş bir duvar
Döşenmiş tel örgüler
Kapalı kapılar
Bir çizgi gibi
Uzar sana giden yollar
Uzar bir daha mı sevmek
Bir daha mı
Gözlerin gözlerime düşer
Üstümüze
Çekilmiş kurma kolları
Sürülmüş sürgüler…
 
Tutuşmak
Sevişmek bir daha mı
Umut, umut bir daha mı
Çok bekleyeceksin
Daha çok
Gidişi vardı
Dönüşü yok…

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 61

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Yaşar KILIÇ

Yaşar KILIÇ HAYAT HİKAYESİ

MEMLEKETİM
Memleketim;köyümde uzaklarda bir yer var.
Kırk yıldır ki;bir hayal,arzu beni kamçılar.
Dağın derinliğinde,nurdan ayna bir pınar,
Dalar dalar giderim,o ücra güzel yere.
 
Tepede beyaz mabet,sarmaşıklar içinde.
Mihrab,mimber.kürsü,Kabe,Kıbla ucunda.
Vecd içinde kıyamı,rüku hamd secdesinde,
Dolar dolar,feyziyle çıkarım seherlere.
 
Canlı cansız kainat her şey O’nu ararlar
Yıldızlar,ay ve güneş sıra ile yanarlar,
Susuz ceylanlar,kuşlar,çiçekler hep kanarlar
Sular sular doyulur,rezzaktır rızık vere.
 
Akşam;siyah saçını salıverir ormana.
Tüm mahlukat,figanla haykırır Rahman’a,
Ahenkle,ağaç,çiçek katılırlar kervana,
Salar salar nameyi derler,Allah tek çare.
 
Topluluklar içinde nice yalnız bulunur.
İnsan isterse ıssızda dostla olunur,
Ömür kısa,ey YAŞAR dünyada ne kalınır.
Solar solar gül beniz,yolculuk var son kere.
05.05.2002

 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 62

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Yaşar KILIÇ

Yaşar KILIÇ HAYAT HİKAYESİ

AHRET KAPISI
 
Şu lahuti kabristan;sırlarla dolu şehir.
Cennat bahçesi,ya da cehennemden bir çukur.
Alim-i evrahtan gelip,ukbaya akan nehir,
Tefekküre daldıran,gizemli,sakin belde,
İşte ahret kapısı;heveslenme,sen gel de.
 
Maddi gözler,kulaklar,görmez,duymaz orayı,
Günahkara cendere,iyiye nur sarayı,
Gitmişler hep gitmişler,bırakmışlar burayı,
Ötelerin muştusu gizemli,sakin belde,
İşte ahret kapısı;heveslenme,gel gel de.
 
Hep güzellikler burada,nice erler meskundur,
Zalimlere kabustur,iyilere efsundur,
Gidenler dönmemişler,demek ki çok memnudur
Tefekküre daldıran,gizemli,sakin belde
Bura ahret kapısı;heveslenme,sen gel de.
 
Yaşlı,çocuk,bebekler gül gibice kokuyor.
Mezarların taşında,gören bahtını okuyor.
Gönül buruk,göz yaşlı,ibret ibret bakıyor,
Ötelerin muştusu;gizemli sakin belde,
İşte ahret kapısı;heveslenme,gel gel de.
 
Resul,Nebi,Sahabi,Tabiinler geçtiler,
Şehit erler,erenler ecel meyli içtiler.
Dünya fani,Hak beği ne YAŞARLAR göçtüler,
Tefekküre götüren gizemli,sakin belde,
Ey ahret kapısı heveslenme,sen gel gel de.
15.06.2001

 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR
 
 Hukuka, Yasalara, Telif  ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir.
Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM

04. SAYI FİKİR NE GİTMEK İÇİN TIKLAYINIZ DERGİSİ 01/01/2009