SANAL OLMAYAN ;
 "FİKRİ HÜR, VİCDANI HÜR"
YAZARLAR TOPLULUĞUNA   HOŞ GELDİNİZ !
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

 

BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR!

SAYI 1  01-10-2008

İÇİNDEKİLER

YAZARLAR ALFABETİK DİZİNDE OLAN YAZILARINI İNCELEMEK İSTERSENİZ YAZILARA TIKLAYINIZ! 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Çalışma TELİF ESERİDİR izin almadan kullanmayınız!
Hazırlayan Mahmut Selim GÜRSEL
corumlu2000@gmail.com
Sitemiz ve yazarlarımız;hukuka, yasalara, telif haklarına ve kişilik haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir.

 01

FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

FİKİR DERGİSİ ismi  Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Atilla ALPAY
Atilla ALPAY HAYAT HİKAYESİ
İLİMİZİN  ÇEVRE  SORUNLARI VE ACİL ÇÖZÜM BEKLEYEN  MESELELER:
 
1/ ÇİMENTO FABRİKASI:
Yıllardır  kentin atmosferini  tehdit eden en büyük faktördür. Gecenin ilerlemiş saatlerinde filtreleri  devreden  çıkarılmakta ve kente kükürt  dioksit, kil ve atık gazlar saçmaktadır.Yapıldığı  yıllarda  ilimizin bu kadar büyüyeceği ve daimi rüzgarları hesaplanmadığı artık için kentin ortasında kalmış  en büyük sanayi  kuruluşudur. İlk  zamanların da sulu sistemle atık maddeleri  tutan filtreleme  olayı bugün kaldırılmış ve tehlike gün geçtikçe büyümüş; baca gazlarından etkilenen  insan sayısı artmıştır. Fabrika yaklaşım alanındaki semtlerin sağlık analizleri, çevredeki  etkilenen bitki florası ve faunası bunun çarpıcı sonuçlarını mutlaka ortaya çıkaracaktır.
2/TAŞ OCAKLARI:
Melikgazi  semti  tepesinde bulunan ve çevre  tüzüğüne  göre taşların  kırılması esnasında su püskürtülmesi gereken   tesislerde  maliyetlerin artması, su püskürtme sisteminin  elektrik harcaması, taşlık arazide kuyu açılamaması ve suyun  şehirden bozuk yollarla ve tankerlerle getirilmesi sonucu  bütün ocaklar  kuru taş kırma işiyle mıcır elde etmektedir.Aktif çalışan beş ocaktan en büyüğü  belediyenindir.
Taş kırılması esnasında ortaya çıkan toz bulutunun  uzmanlarca incelenmesi çok çarpıcı  tesbitleri  ortaya çıkaracaktır. Taşların ana maddesi  olan kalsiyum bileşiklerinden  başta kalsit olmak üzere silisyum dioksit,kuvars,kireçtaşı vs gibi mineral  yapılı bir çok doğal malzeme mikronize olmakta ve daimi  esen rüzgarlarla  bir bulut halinde şehrimizin  üzerine savrulmaktadır.İlimizin bütün yüzeylerine yapışan bu toz tabakaları  araçların  hareketi ve doğal sirkülasyonlar  neticesi havaya  kalkmakta atmosfere karışmakta ve solunumla insan akciğerlerine yerleşmektedir.Minerallerinin  mikroskobik iğneler  halinde olduğu bu  taş tozları bronşlara  saplanmakta ;orada  iltihap toplayarak bilhassa kış  aylarında koah ve benzeri hastalıklara sebeb olmakta; fark edilmediği  takdirde kansere kadar gidebilmektedir.
İlimizde hava  kirliliğinin  azalmasına ters orantılı olarak akciğer hastalıklarında  artış olduğunu uzmanlar gözlemlemişlerdir.
3/ BELEDİYENİN  ASFAST  FABRİKASI:
Bitümlü  kanserojen hidrokarbonları  ısıtarak  taşlara  yapıştıran ve 140  derecede  yüksek ısı, zehir ve toz saçan bu tesisin orada hala bulunması toprak,hava ve su kirliliği  açısından bir cinayettir.
4/TAVUK ÇİFTLİKLERİ ; BÜYÜKBAŞ HAYVAN ÇİFTLİKLERİ:
Yüz otuza yakın tavuk çiftliği ve doksan  adet büyükbaş hayvan çiftliğinin kuşatması altında  bulunan  talihsiz  şehrimiz gibi yeryüzünde  başka bir yerleşim yeri   daha bulunmamaktadır.
Birkaçı hariç hemen hepsi  atıklarını   araziye bırakmakta,  yer altı sularını   kirletmekte; atmosferimize  bilhassa yaz aylarında  ağır ve iğrenç kokular saçmaktadırlar. Maalesef  koku  tüzüğü diye bir çevre koruma  maddesi  olmadığı  için bu  madde hiç dert edilmemektedir.
 
5/ÇORUM ÇÖPLÜĞÜ:
Yangını  asla sönmeyen ve atmosfere devamlı metan gazı  saçan; arada bir küçük patlamalar  yapan, dumanı  uzaydan  bile görülebilen bu yer rakım olarak il merkezinden yüksekte  dev bir dağ oluşturmaktadır.Tıbbı atıklarında atıldığı  tepenin altında  büyükçe bir göl oluşmakta ; bahsedilen bu  iğrenç  bölgeye  kokudan dört km.den fazla -gaz maskesiz- yaklaşmak imkansız  bulunmaktadır.
Zehirli çöplük gölünün görüntüsü iğrençtir. Atmosfere  yazın buharlaşma ile saçtığı  kokuların içinde sanıyorum ki yeryüzünün bütün elementleri bulunmaktadır.Sayıları  kırka yaklaşan ve oraya her gelene saldıran  çöp adamlar  kabilesi geceleri de il genelinde  bidonları karıştırmakta; orada  eşelenen kedi ve köpekler mikrop taşımakta ve bu pisliklere konan kuşlar ilimizin  parklarında  tünemekteler.sadece  tıbbı atıklara çözüm bulunduğunu  işitiyoruz. Ama büyük çöplük için  henüz ufukta bir tasarı görülmemektedir.
6/BACA GAZLARI :
Evsel katı yakıt dumanları, sanayi bacaları,petrokok isleri vb..
7/Otomobil Egzostları ve Doğazgaz kombilerinin  bacaları  :
İlimizde üç kişide iki kişinin otomobili bulunmakta bunların da yarısı  doğal gazla  çalışmaktadır.Egzost ölçümleri yapılırken  doğaz gaz atıkları  olan başta ölümcül karbonmonoksit gazı ölçülmekte midir ?
Kan hemoglobininden  yapıştığı zaman çok güç ayrılan  karbonmonoksitin -karboksihemoglobin zehirlenmesinin- insan dolaşım  sistemi ve  damar  yapısı üzerinde  etkisi  tıp otoritelerinin  malumu  iken karbonmonoksit  zehirlenmesi  neden hiç konuşulmamaktadır.
Ayrıca şu anda yeni olan kombi bacalarından  araç ekzostları kadar bir miktarda karbonmonoksit ilimiz atmosferine karışmakta ve gizli bir ölüm tabakası  haline dönüşmektedir.
Benzinli motorların, sayıları  gittikçe artan motorsikletlerin,çevre yolunda seyreden ağır tonajlı vasıtaların zehirli gazlarını da  bunlara mutlaka eklemeliyiz.
8/ASBEST KİRLİLİĞİ :
Araç balatalarından fren yaptıkları esnada ayrılan ve koparak atmosfere karışan amyant  yani asbest lifleri  ilimiz atmoferinde  yılda birkaç yüz kg.lık bir zehirli  atık oluşturmaktadır. Asbest  liflerinin  akciğere yapışması sonucu oluşan asbestosis  hastalığı tehlikeli bir akciğer kanserine yol açmaktadır.
9/PERKLORETİLEN VE SİYANÜR KİRLİLİĞİ :
Kuru temizlemecilerin ana hammaddesi olan perkloretilen zehirli  bir kanserojendir.temizlenen elbiselerin üzerinde de kalmakta; kuru temizlemecilerin makinalarında ısıtılarak  buhar halinde  atmosfere  karışmaktadır. Bilhassa eskiyen ve madde kaçıran  bu makinaların ve kuru temizlemecilerin denetimi gerekir.Bunlar  katı atıklarını  çöpe ve sıvı atıkları da şehir kanalizasyonuna vermektedirler.
Fotoğraf  stüdyolarının  film yıkama kimyasalları ağır siyanür bileşiklerinden-Potasyum ferrosiyanür,hiposülfit,vb- oluşmaktadır.Bunlarda  bidonlarla  toplanarak  her akşam ilimizin ücra köşelerindeki semt çeşmelerine  boşaltılmaktadır.
Bu iki  maddenin  yer altı sularına bıraktığı  zehirliliğin önüne  geçmek imkansızdır.
10/ ATIK PİLLER,KADMİYUM  ZEHİRLİLİĞİ VE AĞIR METALLER….
11/GÜRÜLTÜ KİRLİLİĞİ ;
Egzostları sökülmüş ve sayıları gittikçe  artan motorsikletlerin meydana getirdiği hava ve gürültü kirliliği,yine eskimiş ,bakımsız egsoztlu  vasıtalar.Gereksiz  çalınan klaksonlar…
12/ELEKTROMANYETİK DALGA  KİRLİLİĞİ ;
baz istasyonları, radyo ve telsizler, cep telefonları, uydu antenleri…

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 02

FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Atilla ALPAY
Atilla ALPAY HAYAT HİKAYESİ

ÇORUMDA  YAŞAYAN  HALKI TEHDİT EDEN  KANSEROJEN FAKTÖRLER :

1/ İNSANLARIMIZIN  SİGARA  ALIŞKANLIĞI :
İlkokul üçüncü sınıfta başlayan sigara bağımlılığı dehşet  verici  bir boyuttadır. İl geneli ile komşu il ve ilçelerde  dahil olmak üzere  beş yıldır gönüllü  çalışmalarla ,seminer, film gösterisi ve konferanslarla bu konuda gönüllü olarak mücadele vermekteyim.En çok sigara   içilen yerlerin –sırasıyla-  hapishaneler, güvenlik kurumları,üniversiteler ve sonrada liselerimiz olduğu üzüntüyle müşahede  etmiş bulunuyorum.
Son yirmi yıldır ülkemizde  üretilen bütün sigaraların içerisine  yarı yarıya etil alkol, toz şeker, kakao ve bağımlılık yapan kimyasal   soslar katılmaktadır. Son bir yıldır da amonyak katılarak emilimin hızlandırılarak bağımlılığın artırıldığını öğrenmiş bulunuyoruz. Reklamların sinemanın ve medyanın da desteği ile genç neslimiz  akciğer kanseri başta olmak üzere bir çok tehlikeli kanser riski  ile karşı  karşıyadır.İl genelindeki  erişkin nüfus genel sayıma oranla yarı  yarıyadır. Bununda üçte ikisi  sigara müptelasıdır.
2/ALKOL ALIŞKANLIĞI :
Eski bir bağ ve üzüm memleketi olan ilimizin  alkol üretimi  şarapçılıkla başlamış ve bağlar tükenince bu alışkanlık ağır alkollü içkilerden  rakıya  dönüşmüştür.Tekelin  alkol üreten ve satan bölümünün satılması ile  fiyatlar düşmüş, ithalat yüzeli kat artmış ve medyanın da desteğiyle gençlerimiz alkolik olmuştur.Dizilerde alkol sofrası ve sahnesi olmayan bölüm  yok gibidir.Artan gelir  seviyesi hafif  alkollü içkilerden  ağırlarına doğru  çıkıldığını göstermektedir.2006 yılbaşı gecesi il merkezinde satılan alkollü içki miktarı 200 tankerdir.Bu bize sirozlar hepatitler, karaciğer kanserleri  olarak geri dönmektedir.
3/UYUŞTURUCULAR :
Merdivenaltı  laboratuar imalatı olan  halisünojenler ve benzeri  sentetik  uyuşturucular ile doğal ne kadar malzeme ve bunlara dair suç varsa  narkotik  şubenin malumudur. Yerel basındaki  haberleri  takib etmek ilimizin  büyük kentlerden  hiç de aşağı  kalmadığını  göstermektedir.Hemen her gün bunları eken ,yetiştiren, satan yakalanan ve hatta içenlerde maalesef  bu şehrin insanlarıdır.
4/KOLA HAMBURGER VE ENERJİ İÇECEKLERİ :
Yüksek kafeinli tonik etkili yeni bağımlılık türleri  olan bu  maddelerin  kullanımı  gençlerimizin kalp ve damar sağlığını ciddi bir biçimde  tehdit etmektedir. Akrilamid  içeren ve ağır tuzlu patates cipslerinden,içyağlı hamburgerlere kadar değişen mutfak kültürü insanımızı obezite ve getirdiği  hastalıklara teslim etmiştir.
Bilhassa küçük yaşlarda başlayan kolalı içecekler zamanla enerji içeceklerine ,oradan sigara ve alkole sonrada da uyuşturuya kadar tırmanmaktadır. Bunları üreten  ve satanlar  zehir tüccarlarının ta  kendileridir.Son günlerdeki  makalelere göre kolalar  karaciğer kanserlerinin, hamburgerlerde kolon kanserlerinin baş  sebebidirler.
5/ İNTERNET  KAFELER :
Gençler  için icadedilmiş meskenet yuvalarıdır. Çorumda yüz otuz internet  kafenin sadece üçünde  sigara içilmemektedir. Dörtte üçü  sağlık  ve belediye  kurallarına  uygun değildir. Hemen pek çoğu yaş sınırlamasını  uygulamamaktadır. Sis , gürültü , ahlak kirliliği,zaman öldürme alışkanlığı, tembellik, çeteleşme ve sigaraya  başlama yerleri olan bu kafelerin  sayılarına sınırlama getirilmelidir.
Ayrıca bu kafelerdeki monitörlerin %98 i  eski model  katod tüplü monitörleri kullanmaktadır. Böyle  birkaç  monitörün bulunduğu  bir beton oda kısa bir sonra  x ışınları yüzünden  nükleer füzyon odasına  dönüşmekte ve oralara giden gençlerimizin  üzerinde  bir yılda 300  röntgen filmi çekilmişcesine radyasyon yüklenmektedir. Monitör  sayısı arttıkça radyasyonda yükselmektedir.
6/CEP TELEFONLARI :
Beyin boz maddesi üzerinde  zararlı etkileri  Tübitak  tarafından artık iyice kesinleşmiştir.Sinir hastalıkları, endokrin sistem , beyin zarı kanserleri ve tümörleri  gibi çok sayıda hastalığın sebebi cep telefonlarına uydudan gönderilen izleme  sinyalleri ve bunlardan yayılan elektromanyetik radyasyonlardır.
7/EV  VE İŞYERLERİNDEKİ ESKİ MODEL MONİTÖRLER VE TELEVİZYONLAR ;bütün kanser türlerinin;
8/EVLERDE BESLENEN  KEDİ VE KÖPEKLER ; kist hidatiklerin ve karaciğer kanserlerinin;
9/PARFÜM VE DEODORANTLAR,ucuz kokular, kalitesiz kozmetikler ….
10/GIDA BOYALARI, HORMONLU  GIDALAR, merdiven altı  imalatları ;kaçak gıda maddeleri, aflatoksin içeren  baharatlar, ekmekler, besin  maddeleri,açıkta satılan  yiyecekler  vs….
Kanser başta olmak üzere  birçok   hastalığın yayılmasına; halkımızın  ruh ve beden sağlığının  bozulmasına kalp ve damar hastalıklarınının  artmasına sebeb olmaktadır.
Koruyucu hekimliğin  ve tıbbın bu kadar geliştiği  bu çağda  insanlarımızın bilgisizlik, iradesizlik , cahillik ve muhtelif  sebeplerle  pisipisine ölmeleri  adeta intihar etmeleri  inanılır gibi değildir.
 
HALKIMIZI KANSERDEN ve ÇEVRE  KİRLİLİĞİNİN  ETKİLERİNDEN KORUMAK İÇİN NELER YAPILMALIDIR :
1/BÜTÜN BU SAYDIĞIMIZ  TESBİTLERİ;
  Bilimsel raporlar ve istatistiklerle ,halk röportajları ile destekleyerek,hatta   medya desteğini de alarak  büyük bir seferberlik haline getirmelidir:
a/ Çimento ve Asvalt  fabrikası,Çorum çöplüğü,taş ocakları  derhal kaldırılmalıdır. Bu tarihi olay eğer gerçekleşirse  ilimizdeki  kanser oranları   yarı yarıya düşer. Hele tavuk çiftlikleri de kaldırılırsa bütün tıbbi  vakaların dörtte  üçü çözülmüş demektir.
b/Yeni bir çevre  yolu açılarak,ağır vasıtaları Çorum’dan  uzaklaştırmalıdır.Egzost ölçüm istasyonları artık karbon monoksiti , ve buna benzer diğer zehirli  gazları da mutlaka ölçmelidir.Hava analiz  istasyonlarına bu gibi  başka zehirli gazları ve tehlikeli elementleri  ölçen aletler de mutlaka yerleştirilmelidir.
c/Atmosferi ,suyu, yer altı sularını, çevreyi kirletenlere  en ağır cezalar  verilmelidir.
d/Ana caddemizde araç trafiği  yasaklanmalı elektrikli  tramvay gibi toplu taşıma araçlarına geçilmelidir. (Çorumda metro  neden olmaz ki.Konya ve Eskişehir deki elektrikli trenler,tramvaylar Çorum’da işleyemez mi ? )hava  kirliliğinin arttığı  günlerde  tekçift plaka uygulaması,bazı caddeleri trafiğe kapama gibi  tedbirler  neden alınmaz  ki.?
e/Resmi  dairelerde, belediye birimlerinde ,okullarda vb yerlerde sigara içmek  yasaklanmalı ve 4207 sayılı  yasa behemahal  işletilmelidir.Sigara ile  mücadele  ciddiye alınmalıdır.Bırakanlara  ödüller verilmeli ,basında ilan edilmelidir.
f/Eğitim çalışmaları,  konferanslar ,gezici ekipler, afişleme, bilgilendirme  konularında adeta bir seferberlik başlatılmalıdır. Bu çabaların  maliyeti kanserle  mücadele  çabalarının  masraflarının  milyonda biri bile değildir.halkı,gençlerimizi ve  insanlarımız bilinçlendirmek gerekmektedir.
g/Sağlıklı  beslenme konusunda ana çocuk sağlığı  merkezleri, halk eğitimler, kız meslek liseleri daha ciddi bir yapılanmaya gitmelidir.Kanserle savaş ve sağlıklı yaşama  konusunda  ek dersler  konulmalıdır.Artık  bazı yiyeceklerin evde kendimizce  hazırlanması  gerektiği ve hormonlu gıdalardan korunma  yolları öğretilmeli;doğal yolla beslenme metodları  geliştirilmelidir.
h/ Kanserle  mücadele  programlarında  iki önemli meslek mensubunun  sigarayı  mutlaka bırakması sağlanmalıdır.
 Onlar eğer  bırakmazsa bu konudaki  çabalarda  asla başarılı  olamıyacaktır.
Bunlar  hekimlerimiz ve öğretmenlerimizdir.
Hele  yukarıda  bütün saydıklarımızın hepsine birden  bilimsel çareler  bulunsa  kanser  merkezlerine bile ihtiyaç kalmayacağı  kanaatindeyiz.
Saygılarımızla…

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 03

FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Emine Sevinç ÖKSÜZOĞLU

Emine Sevinç ÖKSÜZOĞLU HAYAT HİKAYESİ

BABA İLE OĞUL’UN KADERİ
 
          Vatani görevini yapmak üzere, henüz yeni doğmuş olan oğlu Hakkı’ yı ve çok sevdiği karısı Hacer’i bırakıp gitmek zorunda kalmıştı. Onları böyle bırakıp gitmek istemiyordu, ama çaresiz mecburdu. Çünkü vatan borcu namus borcu idi.
          Mustafa;  askerliğini   doğuda  yer  alan,   Şırnak   ilinde  yapacaktı. Yüreğinde bir sıkıntı sürekli onu boğuyor, neredeyse nefes alamayacak kadar daralıyordu. İlk günler çok zor geçiyordu. Ara sıra eşi ile oğlunun fotoğraflarına bakıp, bir çocuk gibi kendini avutuyordu.  Oğlu Hakkı ve karısı Hacer gözünde tüter olmuştu. Sık sık mektup yazıyor, hasretini böyle dindirmeye çalışıyordu. Hele Hacer den mektup aldığı zamanlar, mektubu öpüyor, kokluyor, tekrar tekrar okuyordu.   Hacer de Mustafa’dan gelecek bir mektup ümidi ile, sürekli postacının yolunu gözler olmuştu. Kocasından gelen her mektup ta, adeta bir bayram çocuğu gibi seviniyordu. Mektubu okurken oğlu Hakkı’nın da dinlemesi için yüksek sesle  okuyor   sonra  da  oğlu  ile  konuşuyor, ona  uzun  uzun  babasını   anlatıyordu. Günler günleri, haftalar ayları kovaladı durdu. Sayılı gün geçmek bilmiyordu sanki.
1985 yılının soğuk ve çetin geçtiği bir kış günü, Cudi dağındaki teröristler için bir operasyon düzenlenmişti. Bu operasyonda Mustafa da yer alıyordu.  Mustafa sanki şehit olacağını hissetmiş gibiydi. Kağıdı kalemi bir kez daha eline alıp, karısına ve oğluna bir mektup yazdı. Mektup öyle bir mektuptu ki, okuyanın yüreği yerinden kopuyordu adeta. Operasyona katılmadan önce, oğlu ile karısının  fotoğraflarına  bir  kez  daha  bakıp,  fotoğrafları  cebine  koydu.
Hacer o gece kâbus denecek kadar kötü bir rüya görmüştü. Sabah uyandğında; “Hayır olsun inşallah” diyerek rüyayı kötüye yormak istemedi. Sürekli  kocasına  dualar  ediyor “Allah’ım onu sen koru.”  diyordu.
Mustafa  ise katıldığı  operasyonda “Allah’ım  eğer   bana   bir   şey   olursa,  oğlumu   ve   karımı  sana emanet ediyorum, senden başka  kimsem yok, sen kudret sahibisin, yaratansın, onları  koru  yarabbi.” diyerek,   karısı  ve  oğlu   için   sürekli   dualar   ediyordu.   Atılan   kurşunların   ardı   arkası kesilmiyordu. Kurşun sesleri Mustafa’nın  kulağında  tınılı  bir  ses oluşturmuştu sanki. Her geçen dakika da, ölüme biraz daha yaklaştığını hissediyor gibiydi. Zaten bu çatışmada, bu kurşun yağmurunun   arasından   sağ  çıkabilmek  mucize  gibi  bir  şey  olmalıydı. 
Ertesi gün Hacer’in kapısı acı acı çaldı. Hacer kapıyı açtığında, karşısında bir Jandarma ile rütbesini bilmediği bir asker duruyordu.  Hacer o an anlamıştı sanki
-Mustafa’m ! Mustafa’m ! Ona bir şey mi oldu yoksa?”  Diye sorabildi. Yüreğinde büyük bir acı vardı. Nedense bu acının adını bir türlü koyamıyordu. Kapıdaki Jandarma ve asker:
-Yok, Yok! Kocanıza bir şey olmadı.  Feryat  figan etmeyin lütfen, sadece  sizi  ona  götürmek  için  geldik.   Hemen  hazırlanırsanız  iyi  olur!
Hacer  hemencecik  üzerine  bir  şeyler  giydi,  oğlunu da  battaniyesine  sarıp, askerlerle birlikte İl Jandarma’ya doğru yola çıktılar. Yol bir türlü bitmek bilmiyor, uzadıkça uzuyordu. Hacer yol boyunca oğluna sıkı sıkıya sarılıp ağladı. İl jandarmaya gelindiğinde Hacer’i  yüksek rütbeli olduğunu düşündüğü, fakat kim olduğunu bilmediği bir asker karşıladı. Hacer’in sakinleşip, rahatlaması için onunla konuşuyor, sorular soruyordu.  Hacer ise;  yöneltilen bu sorular karşısında, utana sıkıla cevaplar veriyordu. Bir an da tüm cesaretini toplayıp:
-Buraya  neden  getirildiğimi anlamadım,  kimse bir şey söylemiyor,  yoksa Mustafa’ma  kötü  bir  şey  mi  oldu?”
Karşısında oturan asker  bir Hacer’e, bir de kucağındaki bebeğe baktı.   Sonra  da  başını  önüne  eğerek:
-Üzgünüm,  gerçekten   çok  üzgünüm.  Nasıl  söyleyeceğimi  bilemiyorum. Bunu   söylemek  benim  için  gerçekten  çok  zor.  Bu  gibi  durumlarda  ne yapılır,  nasıl  söylenir  onu  da  bilmiyorum.   Ne  yapacaksınız   kader  işte. Takdir-i ilahi. Başın sağ olsun bacım!  Duydukları  karşısında  adeta  dünyası  başına  yıkılmıştı  Hacer’in. Hıçkıra hıçkıra  ağlıyor,  göz  yaşlarını  tutamıyordu.  Kapı çalındı  ve  bir  asker  selam  vererek  odaya  girdi.  Masaya  bir  paket bırakıp odadan dışarı çıktı. Masada oturan yüksek rütbeli asker,  Hacer’e  bir  peçete uzattı.  Ardından gelen paketi vererek:
-Kocanızın üzerinden çıkanlar ve özel eşyaları. Bir kaç şehidimiz daha oldu, hepsi için resmi bir tören düzenlenecek. Törende siz de bulunursunuz. Hacer;  perişan  bir haldeydi. İl jandarma’ya ait resmi bir araç Hacer’i evine bıraktı. Yol boyunca kocasını ve birlikte yaşadıkları günleri düşündü. Geride bıraktıkları acı tatlı anıları, bir film şeridi gibi geçti gözünün önünden. Sonra oğlu Hakkı’yı düşündü. Onun babasız büyümesi içini acıtıyordu.  Bu  zamanda  nasıl  bakacaktı  ona  tek  başına?  Şu saatten sonra oğluna hem ana, hem baba olacaktı. Oğluna sıkı sıkıya sarılıp, öpüp kokladı, bağrına basıp, hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam etti. Gözyaşları  dinmek  bilmiyordu  bir türlü. Yüreği bu acıya dayanamıyordu. Evine gelir gelmez, kocasının üzerinden çıkan, özel eşyalarının bulunduğu paketi açtı. Bir kaç kıyafeti, karısına ve çok sevdiği oğluna mektup  yazdığı  kalemi, Hacer ile oğlu Hakkı’nın  bulunduğu  bir fotoğraf  çıktı  paketten. Hacer kocasının kıyafetlerini öpüp kokluyor, eşinin asker kıyafeti ile çektirdiği fotoğrafını eline alıp ağlıyordu. Ertesi  gün  cenaze  töreni  vardı  ve  kocası  toprağa  verilecekti. Hacer  bunca  acıya  nasıl  dayanacaktı?... Ya o her şeyden habersiz minicik yavrusu, hiç baba sevgisi tatmadan  nasıl  büyüyecekti?...  Hacer çok çaresiz ve yalnızdı…Allah’tan gelen  bu  ölümü  kabullenmekte  çok zorlanmıştı. Yüreği  yangın yerinin  küllerine  dönmüştü.  Adeta   kolu   kanadı   kırılmış,  oğlu   ile  bu  dünya da  yapayalnız  kalmıştı.   Şu an da  tek  varlığı oğlu  idi.  Hiç değilse onun  için   ayakta   kalmalı,  en   azından  kendine   daha   iyi  bakmalıydı.
Cenaze töreni olmuş bitmiş,  Mustafa’sını  ebedi  yolculuğuna  uğurlamıştı. Bu onun hayatındaki en acı günüydü. Bu acı yüreğine  kor olup düşmüştü.  Cenaze töreni sonrası evine geldiğinde, postacı eşinin ona şehit olmadan önce  yazdığı  mektubu  getirdi.  Hacer   mektubu  okudukça   yüreğindeki   yangın   daha  da  büyüyordu. Sürekli ağlıyor, kendini ağlamaktan geri koyamıyordu.  Gözleri  neredeyse fal taşı  gibi şişmiş ve kıpkırmızı  olmuştu. Bu acıya  nasıl  direnecekti bilmiyordu. Onsuz bu hayatın yükünü bir başına nasıl taşıyacaktı?...  Dahası çok sevdiği kocası,  Mustafa’sı  olmadan  nasıl  yaşayacaktı?...  Düşündükçe  çıldıracak gibi oluyor, üzerine çöreklenen bu sıkıntıdan bir türlü kendini kurtaramıyordu.  Her  geçen  günün  bu   acıyı   hafifleteceği   bir   gerçekti. Ama asıl önemlisi, bu günler nasıl geçecekti?... Hacer, minicik oğlu Hakkı ile bu acımasız dünyanın  ağır yükünü kaldırabilecek miydi?...
Günler haftaları, haftalar ayları, aylar yılları kovalamış.  Zorlu geçen 19 yılın ardından  Hakkı büyümüş genç,  yağız  bir  delikanlı olmuştu. Tek şey hariç, her geçen gün onlardan çok şey götürmüştü; o da kocası Mustafa’nın acısı,  bu  gün  gibi  yüreğinin  orta  yerinde  duruyordu  Hacer’in.  Tek yaşama gücü,  mutluluğu, her şeyi, canı - ciğeri, oğlu Hakkı idi. Hayatını ona adamış, onun  mutluluğu  ve  okuması  için  adeta  saçlarını  süpürge  yapmıştı. Hayatın  getirdiği  acımasız  ve  ağır  yaşam  koşulları,  onları  sefaletin  ve yoksulluğun içinde yoğurmuştu. Gün ne getirdiyse onunla  avundular. Bir  gün  buldularsa,  bir  gün  bulamadan  gün  geçirdiler.
Hacer kocasından bağlanan şehit maaşıyla kıt kanaat geçiniyordu. Bu nedenle  küçük  bir  iş  yerinde  temizlik  işçisi  olarak  işe  girmiş,  burada az   bir  maaşla  çalışıyordu.  Oğlu  ise;  ancak   liseyi   bitirebilmiş,   girmiş olduğu üniversite sınavını kazanamamıştı. Hacer bu duruma çok üzülüyor, oğlu üzülmesin diye ona belli etmemeye çalışıyor ve sürekli ona moral veriyordu.  Ne de olsa, oğlu onun dünyada ki  her şeyi, kıymetlisi, tek varlığı  ve  tek  yaşama  gücüydü. 
Günlerden bir gün Hakkı’ ya asker ocağından çağrı mektubu geldi.  Hakkı üniversite sınavını kazanamadığı için, askerliğini  yapıp  aradan çıkartmak istiyordu. Annesi ile bu durumu konuştu, fakat annesi bu duruma her ne kadar karşı geldiyse, Hakkı  annesini  dinlemek istemedi. Çünkü çalışmak, annesine yardımcı olmak istiyordu. Evde boş boş oturmak çok ağırına gidiyordu, lakin hangi iş yerine başvuruda bulunduysa işe alınmamıştı.  Bu  durum   Hakkı’nın   moralini    iyice   bozmuştu.  Her  şey  üst  üste  geliyor, bütün aksilikler bir an da yaşanıyordu. Her  ne  kadar Hacer  oğlunu ikna  etmek  için  uğraşsa da,  sonuç olumsuz oluyordu. Hakkı asker olup, vatani görevini yapmak,  vatan borcunu  ödemek  istiyordu.  Bu konuda annesinin sözünü  dinlememiş,  kararını çoktan vermişti bile.
Nihayet Hakkı’nın ana ocağından ayrılıp, asker  ocağına gideceği gün gelmişti.  Acemi  birliğini  Manisa  Kırkağaç’ da  yapacaktı.  Asker olmanın verdiği gurur ve heyecanla, gözü yaşlı annesinin elini öpüp, hayır dualarını  alarak  yola  çıktı.
Hacer oğlundan ayrı kalmanın acısını, yüreğinin taa orta yerinde hissediyordu.  Oğlu  için  sürekli  Allah’a   dualar  ediyor,   sık  sık  oğluna mektup yazıyordu.  Aldığı her mektupta derin bir “ohh” çekip,  biraz olsun yüreğindeki  sızıyı  dindirmeye  çalışıyordu.  Bir  yandan  Hakkı’nın  asker kıyafeti ile çektirip, kendisine gönderdiği fotoğrafa bakıyor, bir yandan da mektubu okurken gözyaşlarını tutamıyordu. Oğlunun kokusunu hissetmek için,  mektubu  öpüp  kokluyor  ve  fotoğrafı  baş  yastığının   altına  koyup,  öylece  uykuya  dalıyordu.  Bu ona çok huzur veriyordu.
Hakkı acemi birliğini bitirmiş, annesinin yanına dönmüştü.  Ana ile oğul uzun  uzun sarılıp, hasret giderdiler.  Hacer sağ salim oğluna kavuştuğu için  çok  mutluydu.  Ne  de  olsa   kaygıları,  onca   endişesi   boşa  çıkmıştı.  Hakkı’da  annesini  çok özlemişti.  Askerlik  anılarını  annesine  anlatarak,  hasret gidermeye  çalışıyordu. Bu kısa izin dönemindeki bütün gününü, çok sevdiği annesi ve arkadaşları ile geçirmişti.
Güzel günler su gibi geçmiş, Hakkı’nın usta birliğine gitme  vakti  gelmişti. Yalnız bir sorun vardı, Hakkı usta birliğine Şırnak’a gidecekti. Oğlunun Şırnak’a gitmesinden dolayı, Hacer’in yüreğine bir sıkıntı gölü dolu vermişti. Yüreği neredeyse nefes bile alamayacak kadar daralıyor, boğuluyordu. Gece olunca  uyumak için girdiği  yatağında, bir türlü gözüne uyku girmiyor,  sabahlara  kadar  sürekli  oğlunu ve şehit  verdiği  kocasını düşünüyordu.   Uyuduğunda  ise;   kabus   denilecek   kadar   kötü   rüyalar görüyordu.  Ne de olsa,  kocası  Mustafa’da  Şırnak’ta  askerliğini yaparken şehit düşmüştü. Oğlunun da babası ile aynı kaderi yaşamasını istemiyordu. Bu düşünce Hacer’i çok korkutuyordu. Hacer bunları düşündükçe daha da bir fenalaşıyor, yüreğinde sönen  yangın,  adeta  yeniden  alevleniyor,  içini yakıyordu. Çok mutsuzdu, çünkü çok sevdiği, tek yaşama gücü olan oğlundan  yine ayrılacaktı. Üstelik bir de,  kocasını şehit verdiği  topraklara  gönderecekti oğlunu. Sonunda ayrılık günü gelip kapıya dayanmıştı. Oğlunun acısı şimdiden çöreklenmişti yüreğine.
Hacer oğlunu otobüs terminalinde yolcu edip uğurlarken, hem acı acı ağlıyor  hem de  onu  bir  daha  göremeyecekmiş  gibi  sıkı  sıkıya  sarılıyor, onu   bırakmak  istemiyordu.   Hacer’in  bu  denli  ağlaması,  Hakkı’yı  çok üzüyor, annesinin daha fazla göz yaşı dökmemesi için, ona moral vermeye çalışıyordu.  Ancak  Hacer,  yüreğinde  yeniden  alevlenen  bu  yangına  dur diyemiyordu.  Sanki  bu acıyı  kocası  Mustafa’yı  şehit verdiğinde de, yıllar önce  bir  kez  daha  yaşamıştı.  Bu  nedenle  olmalı ki;  aynı  acıyı    bir  kez  daha  yaşayacak  gücü  yoktu.
Hakkı otobüse binip, Şırnak’a doğru yol almaya başlamıştı. Hacer ise; göz yaşları  içinde, oğlunun  arkasından  uzun  uzun el  sallayıp,  dualar  okudu. Günler  geçmek bilmiyordu. Her  geçen gün, yüreğindeki  sıkıntı biraz daha büyüyor, neredeyse  nefes almak ta  bile  zorlanır hale geliyordu.  Kendince dualar  okuyup,  Euzu  besmele  çekip,  rahatlamaya  çalışıyordu. Oğlundan gelen her mektup ta derinden bir “ohh” çekip, Allah’a şükrediyordu.  Hakkı annesine yazdığı bu mektubunda, okuyanın içini sızlatan ve yürek dağlayan bir şiirle mektubunu bitirmişti.
ŞEHİTLER ÖLMEZ Kİ, ÖLMEZ Kİ ANNE!!
“Anne bu bir ayrılık değil kavuşma
Bir oğlun babasına kavuşması gibi bir şey
Sen demez miydin ki, benim oğlum büyüyecek, askere gidecek
Aslanlar gibi vatanını bekleyecek
Vakit geldi, gidiyorum anne vatanı beklemeye
Anne ağlarsan sadece sevinçten ağla
 
Ancak böyle dayanırım gözyaşlarına
Dün gece nöbetteydim
Gece ilk defa bu kadar güzel ve anlamlıydı
Vatanı bekliyordum
Sen rahat uyu anne
Gözün arkada kalmasın anne
Eğer büyük görev gelirde vatan için can verirsem
Gözyaşların hüzünden değil, sevinçten gururdan olsun anne
Şehitler ölmez ki, ölmez ki anne”
                                          Oğlun Hakkı
 
Hacer  mektubu  okuduktan  sonra: “Hakkı’mın kokusu  var  bu  mektup  ta” diyerek öpüp  kokluyor, bağrına basıyordu. Nedense gelen her mektuptan sonra bile, Hacer’in içindeki sıkıntı geçmek bilmiyordu. Sanki kalbine bir bıçak saplanmış gibiydi. Öyle ki; oğlundan aldığı mektuplar bile, bu sıkıntıyı  geçirmiyordu.
          Yağmur çisil çisil yağıyordu. Adeta mavi gök eriyor, bahar oluyordu. Toprak kokusu güllerle buluşmuştu. Oysa ki mevsim henüz yaz’dı.  Daha dün’e kadar güneş durduğu yerden ayrılmadan, yerküreyi sıcacık sarıyordu. Yol kenarındaki ağaçlar ise; aralıklı olarak asker gibi dizilmiş doğayı  seyrediyordu.  Birden   bire   bardaktan   boşanırcasına   yağmurun böyle  yağmasına  bir  anlam  verememişti  Hacer.
Penceresinin önünde durup, dışarıda yağan yağmuru seyretmeye başladı. Uzun bir süre, yağan yağmurun penceresinin camına vurarak yere düşmesini seyretti. Sonra aklına, kocası Mustafa’nın şehit haberini aldığı gün geldi. O gün de böylesine deli bir yağmur yağmıştı ve hava çok soğuktu. Hacer’in gözlerinden iki damla yaş süzülüverdi yanaklarına. Birden  bire  akılına  oğlu  Hakkı  geldi.  Uzun uzun  oğlunu  düşündü. Koynundan  oğlunun  fotoğrafını  çıkartıp,  onu  sevdi  ve  oğlu  ile konuştu.
Tam  o sırada kapı çaldı.  Hacer kapının çalması ile birlikte  kendine geldi. Başındaki  eşarbını  düzeltip,  fotoğrafı  yeniden  koynuna  koydu  ve kapıyı açtı. Karşısında  bir  jandarma  eri ile, rütbesini bilmediği bir asker duruyordu. Hacer sanki yıllar önce yaşadığı o anı,  yeniden  yaşıyor gibiydi. Gözleri yine  yaşla  dolmuştu. Ağlamamak  için  kendini  ne  kadar  tutmak istiyorsa,   göz  yaşları da  o  kadar  sel  olup  akıyordu.  Ancak  kapısındaki askerler  daha  hiç  bir  söz  söylemeden,  onların  yüzüne  bakıp:
-Biliyorum, oğlum da şehit oldu değil mi? O da babası gibi bu vatan uğruna gözünü kırpmadan canını feda etti. Askerler ne yapacaklarını,  ne diyeceklerini  bilmez  bir haldeydiler. Sadece askerlerden biri:
-Başınız sağ olsun anacığım. Takdir-i ilahi. Bu cennet vatana hepimiz can kurban.  Oğlunuz  Allah’ın   sevgili   kuluymuş  ki;   şehitlik   mertebesi   ile onurlandırıldı.  İnanın  bana,  diyecek  bir  söz  bulamıyorum. Hacer  son   derece   sakin  ve metanetliydi.  İçindeki  bu  anlamsız  sıkıntının artık adını koyabiliyordu. Beyninde şimşekler çakıyor, bağrına taş basıyordu. Oysa ki kocası Mustafa’nın şehit haberini aldığında, bu kadar metanetli  ve  sakin  olamamış,   göz   yaşları  içinde  feryat   figan   etmişti.
Askerler hiç bir şey söyleyemiyor, ne yapacaklarını bilmez bir halde, kapıda  öylece  Hacer’i  izliyorlardı.  Hacer ise ağıt yakar gibiydi, yüreğinde ne varsa tek tek söylüyor ve ağlıyordu.  Ama  nafile,  giden  geri  gelmiyordu. Bir an askerlere bakara:
-Benim  Hakkı’m babasının oğluydu.  İçimde  hep  bir  sıkıntı  vardı  zaten. Demek bunun içinmiş,  demek  Hakkı’mın  ölüm  haberini  alacakmışım da ondanmış. Rabbim sizin acınızı sevdiklerinize göstermesin.  Bu acı hiç bir şeye benzemiyor,  yürek  yakıyor  evladım.
Koynundan   oğlunun   fotoğrafını   çıkartıp   uzun  uzun   baktı.   Sonra da:
-Sen de beni yalnız bıraktın oğlum. Tek dalımdın, canımdın,  umudumdun. Yaşama  sevincimdin,  mutluluğumdun.  Şehit karısıydım, bir de şehit anası oldum. Babanın ölüm haberini aldığım gün de böyle yağmur yağıyordu, senin  ölüm  haberini  aldığım  gün  de  yağmur  yağıyor.   Bu  yağmur  gibi, Allah rahmetinizi bol etsin. Mezarınız  nur’la  dolsun,  Bu   nasıl   bir   kadermiş   böyle  ki,   baba   oğul   aynı   kaderi   yaşadınız.                                    
14. 07. 2006  / ANKARA 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 04

FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Emine Sevinç ÖKSÜZOĞLU

Emine Sevinç ÖKSÜZOĞLU HAYAT HİKAYESİ

KİTAP TANITIMI EDEBİYAT DÜNYAMIZDAN HOŞ SEDALAR
Sevgili kadim dostum, pek muhterem Sn. Abdullah Satoğlu Beyefendinin 2. cildini çıkarmış olduğu “Edebiyat Dünyamızdan Hoş Sedalar” isimli bu kitap, derin araştırmalar sonucu doğmuş ve okuyucusu ile buluşmuştur. Kitapta 30 tanınmış edebiyat, fikir, kültür ve sanat adamının eserleri hakkında örneklemeler ve değerli bilgiler bulunmaktadır. Kitabın içinde yer alan bu değerli şahsiyetlerden tanıdığım ve usta kalem olarak adlettiğim bazı kalem arkadaşlarımı görmek beni son derece mutlu etti. Ayrıca kitaptan okuduğuma göre, kitabın basım aşamasında olduğu süreçte bazı değerli üstatlarımızın kitabı göremeden hayata veda ettiklerini öğrendim. İşte bu okuduğum satırlar yazımın ana başlığını “Edebiyat Dünyamızdan Hoş Vedalar” olarak koymama vesile oldu.
Ancak bana sorarsanız onlar şahsen aramızdan ayrılmış olsalar da, arkalarında bıraktıkları değerli eserleri ile daima gönüllerde yer alacaktır, yaşayacaktır.
Kayseri’nin yetiştirdiği değerli gazeteci, şair, yazar, kültür ve folklor adamı araştırmacı, mümtaz insan Abdullah Satoğlu; “Edebiyat dünyamızdan Hoş Sedalar” isimli bu kıymetli eserini son derece büyük bir titizlik içinde hazırlamış. Kitapta kimi anlatıyorsa, yazının baş sayfasına anlatılan kişinin fotoğrafını koymuş olması, kitabın daha kolay okunur ve anlaşılır olması bakımından kitaba ayrı bir ahenk katmış. Anlatılan portrelerde şiirlerinden seçilmiş örneklere yer verilmesi, beraberinde yer alan yazılarda lirik bir hava estirmiş.
Anlatımlarında son derece sade, temiz ve arı bir dil kullanan Satoğlu, bu güzel çalışması ile, Türk Edebiyat Dünyasına son derece önemli bir eser kazandırmıştır.
Sevgili dostum, değerli kalem arkadaşım Abdullah Satoğlu’nun güzel kişiliği, her daim gülen yüzü, misafirperverliği, beyefendiliği, insani yönünün kuvvetliliği, duyarlı yüreği, sevgili ve saygılı davranışları ile çevresinde son derece sevilen ve sayılan bir insan olduğu gözle görülür bir gerçektir. Bu gerçek duruş, gelecek kuşaklara muhterem bir kişilik içinde eserlerini büyük bir özenle bırakacaktır.
Bu gönül dostunu, mana da ve madde ayrı ayrı tanımak lazımdır diye düşünüyorum. Manada tanımak için; şiirlerini okumak, zaten onun ruh âlemi içine girmek demek olduğundan pek zor değildir. Maddede tanımak için ise; bu kadar da zahmete gerek yok. Ne kadar faal, ne kadar hareketli, ne kadar atılgan olduğunu, bu meziyetleri kadar da insan sevgisi ile dolu olduğunu ve dost olduğunu bilmeyen yoktur herhalde; çünkü o, bazen Yunus yüreğini taşır yüreğinde, bazen bir Evliya Çelebi olur yazılarında, bazen Molla Fenari olur aziz inancıyla, bazen de küçük bir çocuk olur yüzündeki gülüşüyle, ama her şeyden önce o Türk Edebiyat dünyasının ağabeyidir, kalemi kırılmaz güçlü ve muhterem bir edebiyatçıdır.
Birbirinden değerli birçok güzel esere imza atmış Satoğlu’nun bu kitabını okurken, ufkum ve gönlüm aydınlandı. İyi ki varsın, iyi ki yazıyorsun… Eline, yüreğine, gönlüne sağlık…
“Edebiyat Dünyamızdan Hoş Sedalar” Akçağ yayınlarında gün yüzü görmüş olup, 2. hamur kâğıda, ofset baskı tekniği kullanılarak 176 sayfadan oluşmaktadır.
“Edebiyat Dünyamızdan Hoş Sedalar” kitabını sizde okumak istiyorsanız;
Tuna Cad. No:8/1 Kızılay adresinden ya da 0312. 432 17 98 numaralı telefonu arayarak temin edebilirsiniz.

Emine Sevinç Öksüzoğlu
Edebiyat Araştırmacısı
Şair Yazar

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 05

FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Emine Sevinç ÖKSÜZOĞLU

Emine Sevinç ÖKSÜZOĞLU HAYAT HİKAYESİ

ANKARA
 
Ankara
Yabancı yüreğimin mahzun yarası
Esir alınmış duyguların yalnız hatırası
Karanlık gökyüzünü yırtan öksüz gülüş
Ve bitmeyen endişeli bekleyişin adı
 
Ankara
Sevdalar ülkesi memleketimin soğuk kenti
Soluğuma karışan bu yalnız ve ölü hava
Boğuyor beni ruhuma yapışan karbon monoksit kokusu
Ve kasıklarımda biriken endişeli ağrılar topluluğu
 
Ankara
Yaşamın içinde büyüyen bir rüya kenti
Islak ruhuma dar gelen yalnız sokaklar
Hapsolmuş düşüncelerin yalnız kadını
Ve kırmızı gecelerde terkedilmiş genç sevdalılar
 
Ankara
Yaşam gün yüzünü görmeden acı ile buluşur caddelerinde
Geçit vermez kurtuluşu olmayan keşmekeşlikler
Ruhumu acıtır oysaki kör olası sefil ayrılıklar
Ve sende esir kalmıştır seni yazan kalemler
 
Ankara
Bir katilin kaleminden kan kustum bu gece
Bu gece nezarete düştü sana haykıran yüreğim
Mor düşler kurdum gezinirken caddelerinde
Ve sana leylalandım bir yosmanın memesinde
 
Ankara
Gezindi gözlerim mülteci fahişenin bedeninde
Seni aradım sandım her köşe başında delice
Bilirim Ankara’da kar, Ankara’da yağmur
Ankara’da soğuk, Ankara’da ayaz var
Ve bilirim yüreğimde sen ellerimde kelepçe var 
 
10.03.2008 / ANKARA

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 05

FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Galip BARAN
Galip BARAN HAYAT HİKAYESİ
TARHAN ERDEM'İN YAZISI IŞIĞINDA; SINACI'YA ÖĞÜTLER VE HATIRLATMALAR
Sayın Mustafa Nevruz SINACI,
Siyaset Bilimci, Hukukçu, Araştırmacı-Yazar
Bilinç Üniversitesi Rektör Yardımcısı
ANKARA
Ekli yazıda, Tarhan Erdem, poliste ve cezaevinde ölen genç bir adamla ilgili yazısında, Başbakan, içişleri ve Adalet Bakanlarına istifa etmelerini önermiş...
Bizim ülkemizde, siyaset erbabının öyle kolay kolay istifa etmeyeceği bellidir. Bu konuda, rahmetli Ecevit'in Erbakan'la kurduğu hükümeti "hükümet etme anlayışımız farklı" diyerek bozduğunu, istifa ettiğini hatırlıyorum.
Sayın Erdem yazısının bir yerinde, "Adalet Bakanına soruşturma açmış (biz ne soruşturmalar duyduk); İçişleri Bakanı suskun! Basına yansıyanlardan ilgili Bakanların, sorumluluk alanlarındaki bu yüz karası olayla kendilerini ilgili görmedikleri anlaşılıyor!
Oysa böyle bir olayda bakanlar istifa ederse, polis ve infaz kurumları da yaptıklarından devletin utandığını anlar, bunu bilerek görev yaparlar!"demiş olduğu görülüyor.
Olaya bir de bizim açımızdan bakalım: Yalnız sıradan olanların değil, trafik ve çevik kuvvet polislerinin hatta avukatların (hukuk fakültesi mezunlarının) bile kural çiğnedikleri, yasalara uymadıkları biliyoruz. Bende fotoğrafları var. Bu durumu sen de Kızılay da gözleyebilirsin.
Bu gerçek karşısında çok sağlam ve avantajlı bir konumdayız, bana göre…
Bu devletin polisleri ile Başbakanı, İçişleri Bakanı ve Adalet Bakanı arasında yasa bilgisi, anlayışı, bilinci bağlamında bir fark olmadığının farkındayım.
Bir insan Başbakan, İçişleri veya Adalet Bakanı oldu diye bilinçlenemez ki. Başbakan, İçişleri, Adalet Bakanı olmazdan önce ne ise, odur. Bu değişmez...
Sayın SINACI,
Eğer sen Trafik Yasası'nın yayalarla ilgili kırmızı ışık kuralına uymuyorsan, (Trafik yasası bir bütündür. Yasanın bir kuralına uyup diğerine uymamanın bir anlamı yoktur) ya da uysan bile uymayanı en azından uyarmıyorsan, Avukat veya Hukukçu SINACI olsan bile, Bilinç Ünivesitesi'nden SIFIR alırsın...
Bu durum karşısında, "Devlet" olabilmenin "olmazsa olmaz" şartı olan "yasa" konusunda öğrendiklerimizi, bildiklerimizi yaşama geçirme yükümlülüğümüz, sorumluluğumuz var.
Bu konuda Başbakan, İçişleri Bakanı ve Adalet Bakanından da biz sorumluyuz.
Sayın Ergün Arıkdal'ın bu konuda söylediklerini bir hatırlayalım:
"Şimdi daha pratik bir şey söyleyeyim. Bir trafik yasası çıkarılıyor, değil mi?
Ancak bu cezalarla trafiği düzeltmek asla mümkün olmayacaktır, bakın istatistiklere, daha fazla kaza olacağını göreceksiniz. Bu insanlar cezayla, canı yanarak, maddesinden zarar vererek, egoizmasından (bencilliğinden) veya nefsaniyetinden veya menfaatinden yoksun bırakılarak terbiye edilmek istenmektedir.
Bu çok yanlış bir iştir.
Çünkü yönlendirici olmaları gerekenlerin ilkeleri, prensipleri yoktur. Her şeyden önce topluma trafik ilkesinin, prensibinin öğretilmesi gerekir. Trafiğin ne olduğunun anlatılması gerekir.
Bunu bize kim anlatacak?
Bu işi hiç bilmeyen, bir türlü öğrenememiş olanlar mı? Zaten bilseler bu şekilde yani cezaları artırarak eğitim vermeyi amaçlayan yasa tasarıları hazırlamazlar. Eğitim mükâfatla da cezayla da olmaz.
Eğitim şuurlu bir iştir. Bilgi, ancak şuur vasıtasıyla, bir anlayışla elde edilir. Siz anlayışları artırıcı imkanları sağlarsanız; onlar da ilkelerdir, prensiplerdir. İşte o zaman bir gelişim sağlanır.
Sayın Arıkdal'ın bu yazısında "eğitim şuurlu bir iştir" derken bizleri, Bilinç Üniversitesi'ni kastettiğini düşünüyorum...
Bu nedenle, "Yasa bilinci" ve "yasa bağımlılığı" gibi kavramlarını yaşama geçirme konusunda Bilinç Üniversitesi olarak hemen harekete geçmeliyiz.
Polisle, jandarmayla, iç güvenlikle ilgili kurumların tümünü bu konuda bir tür yakın işbirliği, eşgüdüm, takip ve baskı altına almalıyız.
İçişleri ve Adalet Bakanları ile Emniyet Genel Müdürlüğü nezdinde girişimde bulunup polis kolejlerinde, polis Akademisi'nde "Yasa Bilinci" ve "Yasa Bağımlılığı" kavramlarıyla ilgili konferanslar düzenlemeliyiz. Bu kavramları nasıl ürettiğimizi ileride Başbakan, İçişleri, Adalet Bakanı, Emniyet Genel Müdürü ya da Emniyet Müdürü olacak gençlere anlatmalı, onları bugünden bilgilendirmeliyiz.
Ta ki; bu ülkede, herkesten önce iç güvenlik görevlileri, "Yasa Bağımlısı" olamasalar bile "Yasa Bilinci"nin ne olduğunu öğrensinler. Öyle ki, üst düzey yetkililere istifa etmeleri önerilmesin.
Sayın SINACI, masa telefonunun gene çalışmıyor, yine birisi ahizeyi açık bırakmış anlaşılan, bilesin. Bana, bu gibi durumlarda sana ulaşmamı sağlayacak bir komşu telefonu numarası versen nasıl olur....
Galip BARAN
Bilinç Üniversitesi Rektörü
Galip'tir bu yolda MAĞLUP. Nam-ı diğer DELİ GALİP
Gönderen "BİLİNÇ ÜNİVERSİTESİ" TÜRKİYE //
http://www.bilinc-universitesi.blogspot.com
www.turkcelil.com
www.internethaber.eu
 

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 06

FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Hüseyin Hüsnü GÜREL
Hüseyin Hüsnü GÜREL HAYAT HİKAYESİ

RAPOR DUYURUSU  VE BİLGİ NOT

Marmara Bölgesi, Erzincan Şehri ve (Erzincan) Ovası Yeraltı Doğalgaz
Patlamaları; Meydana Gelen Korkunç Afetler ve Erzincan Ovasında 'Çok Zengin Doğalgaz Yataklarının Varlığı' Hakkında:

Dünyada yalnız Marmara bölgesi ile Erzincan şehrinde ve ovasında yeraltında kil tabakaları arasında düdüklü tencerelere benzer ortamlarda doğalgaz ve suya doygun zeminler yan yana ve beraberce bir arada bulunmaktadır.

 

Marmara bölgesi ile Erzincan şehrinde ve ovasında deprem hareketleri başlamadan kısa bir süre önce yeraltı düdüklü tencerelerinde doğalgaz patlamaları ve suya doygun zeminlerde meydana gelen sıvılaşma olayları ile bu zeminler aşağıdan yukarı itilmekte; yüzey arazi deniz gibi dalgalanmakta; binalar ile tesisler burgu gibi bükülerek canavarca parçalanmakta; Marmara denizinde doğalgaz patlaması ile deniz suyu havaya savrulmakta ve meydana gelen Tsunami yüksek deniz dalgaları ile Marmara denizi kıyılarında birçok yerler sular altında kalmakta ve yeraltında doğalgaz patlamaları ile dünyada benzeri olmayan kıyametler koparcasına korkunç afetleri meydana gelmektedir.

Deprem hareketleri başlamadan önce yeraltında doğalgaz patlamaları ve deprem olayları birbirinden farklı ve başka başka olaylar olduğundan ; bu çok korkunç afetlerin depremler ile hiçbir ilgisi yoktur. Bu afetlerin depremlerden ileri geldiği kabul etmek ile çok büyük yanılgı içerisine düşülmektedir.

1-) 1894 Depreminde faylardan 25-30 Km uzakta. olan İstanbul da Ambarlı' da meydana gelen sıvılaşma ile zemin yarılarak 3 Km . boyunda derin çatlak açılmış ve 1992 depreminde Erzincan ovasında fay olmayan yerde meydana gelen sıvılaşma ile D.D.Y rayı bükülmüş ve yeraltında doğalgaz patlamalarından ileri gelen sıvılaşma olaylarının canavarlar kudretinde olduğu belli olmuştur.

2-) 1999 Marmara depreminde Adapazarı'nda meydana gelen sıvılaşma ile; faylardan daha fazla hasar olmuş ve sıvılaşma olaylarının faylardan ve depremlerden daha çok kötü olduğu anlaşılmıştır.Adapazarı afetine sebep olan sıvılaşma olayı; Adapazarı civarında, Marmara denizinde , Prenses Adalarında, Yalova da ve Gölcük gibi yerlerdeki yeraltı düdüklü tenceresinde doğalgaz patlamalarından ileri geldiğinden; Adapazarı'nda meydana gelen bu afetin deprem ile ilgisi yoktur.

3-) Erzincan'da en şiddetli depremlere dayanıklı inşa edilen bütün B.Arme binaların kolonları, kirişleri, döşemeleri ve perde duvarları gibi taşıyıcı aksamları çok ufak sıvılaşmalara dayanamamış ve bu binaların bütün taşıyıcı aksamları çok tehlikeli şekilde çatlamışlardır. Bu çatlak binalar; ileride meydana gelecek çok şiddetli olmayan depremlerde bile; burgu gibi bükülerek canavarca parçalanmaya ve bu binalarda bulunan insanlar da pestil gibi ezilmeye mahkum bulunmaktadır.Depreme dayanıklı sağlam inşaatlar; DDY rayını bükebilen canavarlar kudretindeki sıvılaşma olaylarına dayanamadığından; bu konuda gerekli teknik önlemlerin alınması gerekmektedir.

4-) Depremleri önlemek mümkün olmadığı halde; yeraltı düdüklü tencerelerinde doğalgaz patlamalarından ileri gelen bu korkunç afetleri; çeşitli teknik önlemler ile önlemek mümkündür.1509 İstanbul depremi olup bittikten sonra yeraltı düdüklü tenceresinde doğalgaz patlamaları günlerce devam etmiş ve yüzey arazinin deniz gibi dalgalanmaları deprem sarsıntıları olarak algılanmıştır. Bu güne kadar yalnız Osmanlı padişahı II. BEYAZIT; 1509 depreminde İstanbul'un çeşitli yerlerine 400 kuyu kazdırmış ve çok az masraf ile İstanbul'u bu deprem sarsıntılarından kurtarmıştır.Bu kuyular ile yeraltı düdüklü tenceresine 400 delik açılmış; bu kuyular denge bacası görevi yapmış ve düdüklü tencerede meydana gelen basınçlar ve sıvılaşmalar bilimsel önlem ile önlenmiştir. Osmanlı padişahı II BEYAZIT başını mezardan kaldırsa; Marmara bölgesi ile Erzincan şehrinde ve ovasında 20-30-50-100 m. gibi az derinliklerde geniş çaplı kuyular kazdırarak; bu yerleri çok az masrafla kıyametler koparcasına çok korkunç afetlerden kolayca kurtaracaktır.

5-) Doğalgaz patlamaları ve sıvılaşma olayları ile suya doygun zeminlerde açılan çatlaklar ve kılcal çatlaklar ile bu zeminler çok mükemmel şekilde esneme özellikleri kazanmakta ve deprem hareketleri zeminlerin çok kısa mesafede esnemesi ile bu deprem hareketleri çok zayıflamaktadır.Marmara bölgesi ile Erzincan şehrinde ve ovasında doğalgaz patlamalarından ileri gelen afetler önlendiği takdirde; faylarda meydana gelen deprem hareketleri esneyen zeminlere ulaşınca; bu zeminlerin mükemmel şekilde esnemesiyle bu deprem hareketleri 50 m. gibi kısa mesafelerde çok zayıfladığından Marmara bölgesi ile Erzincan şehrinde ve ovasında fayların dışında kalan bütün yerleşim yerlerinde hiçbir deprem hasarı meydana gelmeyecek ve bu yerler deprem bakımından en emniyetli yerler olacak ve bu yerlerde çok katlı ve yüksek inşaatlar yapılabilecektir.

6-) Depremlerde Erzincan ovasında gökte doğalgazın alevle yanması ile; gökyüzü saatlerce ve günlerce kızıl renge bürünmektedir. Deprem geceleri Erzincan ovasında gökte yanan doğalgazın ısısı ile trilyonlarca m3 çok soğuk hava ısınmakta ve ovadaki donmuş karlar erimektedir. Erzincan ovasında her deprem gecesi Ülkemizin yıllık doğalgaz ihtiyacından daha fazla gökte doğalgaz alev ile yanmakta ve bu ovada çok zengin doğalgaz yatağı varlığı kesin olarak belli olmaktadır.Endonezya ve Malezya da olduğu gibi Erzincan ovasındaki faylar petrol ile dolu bulunmaktadır.Erzincan ovasındaki zengin doğalgaz yatağı ortaya çıkarıldığı takdirde; bu doğalgaz yatağı ile Ülkemizin bütün doğalgaz ihtiyacı karşılandıktan sonra; fazla doğalgaz harice ihraç edilecektir.Bu çok zengin doğalgaz yatağı ile Ülkemizin ve Erzincan'ın kaderi değişecek; Ülkemiz doğalgaz bakımında dışa bağımlılıktan kurtulacak ve yüz binlerce insana iş imkanı sağlanacaktır. Ekli olarak sunulan raporda belirtildiği gibi; Marmara bölgesi ile Erzincan şehrinde ve ovasında yeraltında doğalgaz patlamaları ve meydana gelen sıvılaşmalar ile kıyametler koparcasına korkunç afetlerin meydana geldiğini; bu korkunç afetlerin depremlerle hiçbir ilgisi olmadığını ve Erzincan ovasında çok zengin doğalgaz yatağı varlığını; doğa haykırarak bağırmakta ve bu gerçekler açıkça ilan edilmektedir. Japonlar 1995 Kobe deprem afetinin düşey yönlü hareketlerden ileri geldiğini bu depremin ilk günü keşfettikleri halde; Marmara bölgesi ile Erzincan şehrinde ve ovasında kıyametler koparırcasına çok korkunç afetlerin yeraltında doğalgaz patlamalarından, sıvılaşma ve düşey hareketlerden ileri geldiği ve Erzincan ovasında çok zengin doğalgaz yatağı varlığı konusundaki gerçekler henüz bilinmemektedir.Depremlerde hiçbir hasar meydana gelmediği kabul edilse bile; 1509 İstanbul depreminde olduğu gibi İstanbul'un sahil boyundaki ve Galata surlarını aşacak ölçüde Tsunami yüksek deniz dalgaları meydana geldiği takdirde; Marmara denizi kıyılarında yüz binlerce can kaybı ve trilyonlarca ABD doları gibi çok büyük mal kayıpları verilecek ve Ülkemiz vefat edercesine felç olacaktır.Masa başında oturarak bu konulardaki gerçekleri öğrenmek ve çare bulmak mümkün değildir.Mahallinde bilimsel araştırmalar yapılarak; görgü tanıklarıyla görüşülerek ve bu konudaki yazılı belgeler incelenerek; bu konulardaki gerçekler anlaşılacak ve bu konulara çareler bulunacaktır.Ekli olarak sunulan RAPOR' da verilen gerçek dışı ve yanlış bilgilere karşı çıkılmalı ; ve yanlış bilgi verenler en ağır şekilde cezalandırılmalıdır.Marmara bölgesi ile Erzincan şehrinde ve ovasında yer altında doğalgaz patlamalarından ileri gelen kıyametler koparcasına korkunç afetlere karşı bilimsel çözüm çareleri bulmak ve bu konulara gerekli teknik önlemler almak ve Erzincan ovasındaki çok zengin doğalgaz yatağı varlığını ortaya çıkarmak , Devletimizin, ilgili Kurumlarımızın ve insanlığın kutsal görevidir.

Bilgilerinize ve gereğini emirlerinize arz ederim.

Ek : (Aşağıda sunulan link 'WEB Adresinde' 1 Adet RAPOR ve 32 Adet yazılı Belge

SAYGILARIMLA,

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 07

FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Dr. Mahmut Naci ÇUHACI

MÜŞTERİ İLİŞKİLERİ YÖNETİMİ
 
“Uzun dönemde şirkete beklenenden de fazla katma değer kazandırması olası müşterilerin, seçimi ve yönetilmesi için geliştirilmiş bir iş stratejisi” olarak ifade edilebilecek Müşteri İlişkileri Yönetimi (MİY), yaygın kullanılan adıyla CRM (Customer Relationship Management), “şirketin müşterilerinin ayakkabısıyla yürüyebilmesidir” aslında…
Günümüzün var olan bilgisi ile yarın karşılaşabileceğimiz olası bilginin miktarının, artık kestirilemez durumda olduğunu düşünürsek; müşteri beklentilerinin de o denli değişik ve değişken olduğunu anlamak hiç de zor olmasa gerek. Şirketlerin var olma gerekçelerinden en önemlisinin müşteri beklentilerini karşılamak olduğu dikkate alınırsa, bu değişime ayak uyduramayanların zaman içinde ortadan yok olacağını hatırlatmaya bile gerek yoktur. O zaman, şirketler ne yapmalı ki varlıklarını borçlu oldukları müşterilerini artarak kendilerine bağımlı kılsınlar? İşte bu konuda yardımımıza koşan, son yıllarda profesyonel yönetim ilkelerini benimsemiş şirketlerin işe koştuğu CRM ilkeleri devreye girmektedir.
Köşe başlarında ve mahalle aralarında veresiye defterleri olan, her müşterisinin eve dönüşünde ne satın alacağını aşağı yukarı tahmin edebilen BAKKAL’ların yaygın olduğu dönemlerde her bakkal dükkanının duvarında şu özdeyiş asılı dururdu: “Müşteri velinimetimdir”. Süperlerinin ve Hiperlerinin her gün bir yenisinin açıldığı marketler ortaya çıkalıdan beri, bu özdeyiş yerini “XYZ kredi kartına 10 taksit!!”, “ZYX kredi kartına iki ay erteleme yapıyoruz” şeklinde çok büyük pankartlara bıraksa da; bu tür şirketler bakkalın duvarında yazılı özdeyişin anlamına ulaşma çabalarını artırarak sürdürüyorlar. Çünkü gelişen teknoloji her ne kadar yaşamı kolaylaştırsa da, “insan ilişkileri”, “iletişim”, “bağlılık”, “arkadaşlık”… gibi duyuşsal yeterliklerin ya kaybolmasına ya da ötelenmesine yol açtığını düşünüyorum. Oysa; bakkalın kredi kartı makinesi yerine “veresiye defteri” kullanıyor olmasına rağmen ne müşterisini inciten bir davranışı görülürdü, ne de müşterisi maaşını aldığında borcunu ödemeden evine giderdi… Günümüzde (market kültüründe) bu tür ilişki ortadan kalkmış olmasına karşın, yukarıda sözünü ettiğim bakkal-müşteri ilişkisi hep aynı yakınlık ve dostluk içinde sürdürülürdü.
Bir gün, şirketimizde açık bulunan “yönetim asistanlığı” kadrosu için görüşme yaptığım bir asistan adayına “sizin için müşteri kimdir?” sorusunu yöneltmiştim. Aldığım yanıt yukarıda ifade etmeye çalıştıklarımı çok iyi açıklıyordu: “Benim için sokaktaki herkes müşteridir”. Bu müşteriyi çok iyi tanımlayan bir yanıttı. Ancak; herkesi müşteri olarak görmek iyi de, bu müşterinin gerçek müşteri olmasını sağlamak, onları şirkete bağımlı kılmak nasıl olacaktı? İşte; CRM’in burada devreye girdiğine inanıyorum. Çünkü; müşterinin varlık nedeni olduğunu kavrayan şirketlerin salt ilk defada müşterisine ürününü satmak yerine, bu müşteriye gelecekte de ürününü satması, bu yolla yarattığı bağımlılık/bağlılıkla müşterisini kullanarak bir tür pazarlamasını da yapması gerekmektedir. Bunu sağlayabilenlerin uzun erimli şirketler olduğunu, ülkemize bakınca anlamak çok da zor olmasa gerek.
Başka bir deyişle uzun erimli şirketlere; öndekileri yakalama yarışı anlamında değişimi yöneten ve değişim sonunda dönüşümü gerçekleştirenlere “çevik şirket” demek daha doğru olur diye düşünüyorum. Bunun tam karşıtında bulunan durağan şirketlerin durumunu ise, “değişimi yönetemeyenleri değiştirirler” akibetinin beklediğini söylemek için kahin olmaya gerek yok sanırım. Bunu yaşadığım bir örnekle açıklamam gerekirse, demek istediğimin daha anlaşılır olacağını değerlendiriyorum. Bir gün, Ankara’da yerleşik marketler zincirinin bir şubesinde aldığım ürünlerle kasaya geldim, kasiyer ürünlerin fiyatlarını barkottan okuttuktan sonra atarcasına kasa tezgahına bırakınca, istem dışı olarak “bari başıma vursaydın” dedim. Kasiyerin asık suratlı ve kızgın bir tavırla verdiği yanıt donup kalmama neden oldu: “O, benim işim değil!..”
Bu kasiyerin mesleğine yönelik kabullenme, benimseme, sahiplenme ve kendini adama gibi duygulara ne derece sahip olduğunun, bu marketler zinciri sahibi ne kadar farkındadır, acaba? Tüm çalışanlarına hizmet süreci boyunca “pozitif duygular” ile donatacak bir ortam ile müşteriyi mutlu kılacak bir “psikolojik iklim” kurgulamasının temel hizmet felsefesinin olduğu gerçeğini, sizce onlara kim kazandıracaktır? Bu durumda, müşteriye ve sürece kulak vermek ne kadar da anlam kazanıyor, değil mi? Unutulmamalıdır ki, hizmet kalitesinde “silgi” yoktur.
Sonuç olarak, durağan şirketler hala yerlerinde sayarak “yine bir gün... yine bir müşteri...” nakaratını sürdürerek Ağustos Böceği rolünde yaşamlarını tamamlayacaklar ya da çevik şirketler gibi profesyonellik atölyelerinde “yeni bir gün... yeni bir müşteri...” rotasında dönüşümü gerçekleştirerek alanlarında lider olacaklardır.
Nitekim, günümüzün çevik şirketleri bilgi ve bilime –her kademedeki çalışanlarını da gözeterek- yatırım yapmakta ve böylece yönetim biliminin ölçülebilir verileri ışığında yaptıkları her bir girişimin onları daha da başarılı kılacağına inanmaktadırlar. Bu inancının sürdürülebilirliğinin müşterilerle ilgili yönünün ise CRM’in işe koşulması olduğunu değerlendiriyorum.
 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 08

FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mahmut Selim GÜRSEL

Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ
NEDEN BU DERGİ
     Ülkemizin yıllarca birikimlerini ve emeklerini firmaları ve özverileri ile Türkiye'ye gelenlere cömertçe sunan,her türlü hizmeti  açık ve kapalı ortamda çalışan bir avuç sevdalı.
     Bir site ve bir dergi amacını ülkeme katkı olur niyeti ile sizlerin bilgi ve katkıları ile yayınlayacağım.
     Birlikte bu bilgilerle kendi problemlerimizi ve bilgilerimizi bu sayfalardan sunarak,yine birbirimize faydalar sağlayacağımız gibi, Ülkemizin tanıtımını da sanal olarak ve bastırarak tanıtmış olacağız.
     Bence;Tanıtım sadece belli bir araçla tanıtılacak kadar kadar küçük bir çalışma değildir. Artık eskiden olduğu gibi sadece sadece kendimizi tanıtmak devri bitmiştir. Kendimizi tanıtırken de başka firmaları da tanıtmamız, onlarında  görüşü ve uygulamalarını görmemiz, site ziyaretçilerin istek ve arzuları ile ihtiyaçlarını karşılayacak bilgi ve imkanları Ülkemizde bulunmaktadır, bu imkanları da biz hem basılı hem de sanal olarak kullanmak istiyoruz.
     Bu derginin de sizlerin destek ve katkıları ile 19. sayfada bulunan Yayınevimizin yayınladığı dergi kadar uzun ömürlü olmasını diliyorum.
     Burada yaptıklarımız kendimizden çok hepimizi ilgilendiren çalışmaların sizlerle buluşması için yapılmıştır. Bende burada bulunmak isterdim diyorsanız aşağıdaki linkleri inceleyiniz ve bize yazınız.

BİLGİNİZE

Dergimize yazı yazacak veya tanıtım ortaklığı yapacak arkadaşlar muhakkak SUBDOMAİN BİLGİSİ bölümünü eksiksiz doldurmaları gerekmektedir. Örneğin bize yayınlanması için pek çok arkadaşımız müracaat etmelerine rağmen maalesef burada yazı ve kimlik sayfaları bulunanların kimlik bilgilerindeki eksiklikler yüzünden gözükmemecedirler. Bir yayının ciddi ve gerçekçiliği ise ilkelerinden taviz vermemesi olarak hepinizce malumdur. Bu nedenle yazı ve katkı ortaklıklarının kim olduğunu bilmemiz ve tanımamız gerekli. "Sarı Çizmeli Medet Ağa" yada "Sanal Kimlik" gibi bilinmeyenlerin lütfen bizi aramamalarını rica ederim. Bilindiği gibi sanal dünyada yazıları olanların yazılarını alıp yapıştırarak onun adına yollayabileceklerini de göz önünde bulundurulmasını dikkatinize sunarım.
Cidden sanal değilseniz ve ciddi iseniz  SUBDOMAİN BİLGİSİ tam ve eksiksiz doldurunuz. Yeni sayıda görüşmek üzere.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 09

FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mahmut Selim GÜRSEL

Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ
ÇÖPLÜKLE UĞRAŞMAK İSTİYORSANIZ; İŞTE ÇÖPLÜK
            Bu bizim insanlarımız yönlendirmeleri ne yazık ki yanlış anlıyorlar. İşte size bir örnek, hem de çok önemli bir örnek.
           Çorum’da “Çöplük Çarşısı” nı bilmeyeniniz yok. Bizim sitemizde de bulunan;  Çöplük diye andığımız ecdattan kalma , değerli ve kıymeti bilinmeyen, yıkılarak yer altına gömülecek bir çarşıda güncelliğinin resmi mercilerce devam ettirildiği, karşı çıkanların çoğunlukta olmasına rağmen Çorum için olmazsa olmaz felsefesini benimsemiş, dediğim dedik öttürdüğüm düdük misali ,yapılınca Çorum’a faydadan çok zararı olacak bir girişim olan ve bir çok esnafı mağdur etmeleri yetmez gibi bu esnafları da yapılabilirse yer altına indirerek ülkemizin zaten dar olarak ürettiği elektriğin çokça ve mecburen kullanılacağı bir mekan olan, burasının kanalizasyon ve havalandırma vesaire işlevlerini de elektrikle yapılacağı müthiş bir elektrik tüketim masraflarla tebelleş edecekleri, bu masrafları sonucu yine tüketici fatura edileceği  Çorum'da bululan insanlarımızın ödemek için fazladan para ödeyeceği ve buranın üzerinde betondan bir alan için yapılacak masrafın AŞAĞIDA YAZDIĞIM VE RESİMLEDİĞİM YERİN ISLAHI İÇİN KULLANILMASININ ÇORUM İÇİN DAHA ÖNEMLİ VE ÖNCELİKLİ OLDUĞUNU buradan yazmamın hiç bir şeyi değiştirmeyeceği gibi, beni destekleyecek bir Allah’ın kulununda çıkmayacağını bilerek en azından DOĞRU BİLDİĞİMİ kendi sitem de olsa yayınlamak istedim.
            Çöplükler; o toplumun medeniyet görüntüsüdür diyen kişi her halde derli toplu çöplükler için bu sözü söylese gerek.
            Bizim Çorum’un çöplüğü çöplük değil bir atıklar deposu olarak karşımıza çıkmakta. Katı atıklar ve sıvı atıklarla birlikte, tıbbi atıklarında aynı mekânda birazcık birbirlerine uzak gibi gözüken alanlarda olmasından başka bir özelliği olmayan atık toplama alanı bütünlüğü sayabiliriz.
            Atıklar; pek çok kişiye de ekmek kapısı olmuş durumdalar. Burada plastik ve diğer atıkları toplayarak geçimlerini sağladıklarını görmek ve onlarla da konuyu konuşmak istediysem de bu konulara pek yanaşan olmadı. Hatta resimlerini çekerken bile resim karesinden çıkmak için adeta kaçtılar. Ne de olsa ekmek kapılarından olma durumu var.
            Atık birikim alanında 2005 den bu güne epey birikimin olduğu gözükmekte. Bu birikimlerin ekonomiye kazandırılması ve geri dönüşümü olan atıkların de yeniden ayıklanarak işlenmesi gerekli değil im? Burada gömülerek kalacak ve daha önceki çöp dökme alanı gibi gömülerek kayıp edilecek mi?
            Bence burada tekrar edeceğim yatırım Çorum’un merkezinde bulunan ve “ÇÖPLÜK” diye anılan yerin düzenlemesine ayrılan para ile; Çorum Katı ve Sıvı Atıklarının döküldüğü alan olan Çöplükler topluluğunun düzenlenmesine harcanması Çorum’un daha sağlıklı bir taban suyu ile tarım ile hayvan ve insanların bilinmeyen toksinlerden meydana gelecek zararlardan korunmasına harcanmasının uygun olduğunu düşünmek istemeyenlerin adını sizin koymanızı rica ederim.

Resim 1 Benzinlikten Çöplük görünümü

Resim 2 Kardelen Atık yönetim sistemi levhası (Galanthus elwesii adlı kardelen türü 1874 yılında İzmir'in dağlık bölümlerinde bulunmuş ve botanik bilimine tanıtılmış. O günden sonra yapılan çalışmalarda çiçeğin ükemizde 10'a yakın türü olduğu keşfedilmiş  ) bence bu isim Çiğdem olsa daha gerçekçi (Crocus species (ÇİĞDEM) olurdu  

Resim 3 aracımızdan Çöplük dökülen alana giden köy yolunun resmi

Resim 4 Çöplük alanına giden köy yolundan TOKİ görünüşü

Resim 5 Tıbbi atıkların dökülüp yakıldığı alan

Resim 6 Tıbbi atıkların döküldüğü alan

Resim 7 Dezenfekte binasından Çöplük alanını genel görünümü

Resim 8 Dezenfekte binasından çöplük alanını diğer bir görünümü

Resim 9 Dezenfekte binasından gölet ve çöplük 

Resim 10 Gölet ve çöplük alanını kesiştiği sahil

Resim 11 Çöplükten Çorum'un görünümü

Resim 12 Çöplükten Çorum'un görünümü

Resim 13 Çöplükten Çorum'un görünümü

Resim 14 Çöplükten Çorum'un görünümü

Resim 15 Çöplükten İskilip yolunun görünümü

Resim 16 Yeni gelen çöpler dökülüyor

Resim 17 Nafakasını çıkartmaya çalışan bir vatandaş

Resim 18 Yararlı toplanan çöpler

Resim 19 Yararlı toplanan çöpler

Resim 20 Çöplükten bir bölüm

Resim 21 Çöplükten dezenfekte binasının görünümü

Resim 22 Toplanmış yararlı çöpler

Resim 23 İş makineleri

Resim 24 Çöplükten bir bölüm

Resim 25 Çöplüğün alt kısmından TOKİ ye giden yoldan Çorum'un görünümü

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 10

FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mahmut Selim GÜRSEL

Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ
İMDAT! GÖLET'İMİZ TAŞMAK ÜZERE
Geçenlerde bir arkadaş sohbetinde “Çorum Çöplüğüne” Özel İdare tarafından atıkların dezenfekte (arınık-arıtılma) yapılarak doğaya bırakılacağını duydum. Hemen aklıma Çorum’un Çöplüğünde bulunan kimyevi atıkların bulunduğu ve “Çorumlu 2000 Dergimizin YIL 7 – 15-  02 2005- 72.SAYI Sayımızda “İMDAT !GÖLET'İMİZ TAŞMAK ÜZERE!” Yazımız geldi. Sevimdim. Geçte olsa bahsi geçen atıkların toprağa karışmayacağı, gelecek nesillere kalacak olan Çorum’un taban suyuna karışmakta olan bu kimyevi atıklardan kurtulacağını düşünerek sevindim.
Malum bizim oralara gitmemiz için “Gaz” gerekli. Maaşın almamız ve harcama bütçemizi düzenlememiz gerekli. Aracımızın oralara gidebilmesi için fazladan bir harcama yapmamız lazım olduğunda ve ayrıca “Çorumlular Ve Çorum’a Hizmet Edenler” çalışmamızın da doğması için oldukça özveride bulunmamız gerekli idi. Ağustos Ayının 29’unda “gaz” bulundu bende çıktım yola.
            ÇÖPLÜKLE UĞRAŞMAK İSTİYORSANIZ; İŞTE ÇÖPLÜK Buradan nafakalarını çıkaranlarla konuştuktan sonra benim menşur gölet’imi görmek için aracıma bindim ve gölet’in etrafından çeşitli resimler çekmeyi planlandım.
Oldukça güzel resimler elde ettim. Yalnız beni gölet’in ülkemizdeki ve dünyadaki kuraklığa rağmen nerede ise taşacak şekilde büyümesi korkuttu. Ocak 2005’te ki kotundan bir eser kalmamıştı. İMDAT !GÖLET'İMİZ TAŞMAK ÜZERE! gözüken rengarenk akıntılar ve sıvı atık gölüne inebilmek için yazımızın sonundu yazdığımız bölümdeki çıkıştan girilince epey bir kot düşüklüğü ile inilmekte iken şimdi ise nerede ise düz bir yol halinde gözükmekte. Resim 3 e bakınız
Bu gölet’in oluşturanlar bizlerdik. Yani Çorumlular. Sıvı atıklarımızı buraya dökerek çevreyi temizlediğimizi sanıyorduk ve halen öyle olduğunu sanıyoruz.   Halbuki bu atıkların toprağın katmanlarına sızmasını önleyecek tabii bir iki tepe arasından başka bir önlem ve tedbirinde olduğunu düşünmüyorum. Bu gölet’in tabanında sızdırmama özelliğini koruyan bir kil tabakasının olduğunu ve bu atıkları buraya dökemeden önce de burada tabi bir havuzlama ve izolasyon işleminin yapıldığını da zannetmemekteyim. Buradan sızacak bu atıklarımızın yer altı sularını kirleterek Çorum'un geleceğini zehirlemesinin kaçınılmaz olduğu gözüken bir olgudur. Çorum’un zemin suyunun ve bur çanak olarak gözüken yerleşim yerinin alt tabakalarında bulunan ve artezyen ile çıkartılan diğer yer altı su kaynaklarına da ulaşması ihtimali büyüktür. Çanak olarak bu gölet çanak sularının kaynaklarından olarak gözüken yamaçta bulunması da af edilecek bir mazeret değildir.
Bizler neden: zemin suyunun kimyevi atıklarla doldurduğumuzu düşünmüyoruz? Yada neden düşünmek istemiyoruz?  Basiretimiz mi bağlandı. Yada bu günün beyliği beylik, gelecekten bana ne mi diyoruz?
Mahmut Selim Gürsel olarak 2005 yılında keşfettiğimiz yeri kim bilir hangi fi tarihinden o güne olduğunu nereden bilebilirim ki? Bilenler varsa yazsınlar bizde bilelim. Buraya dökülen atıklar ve sıvı atıkların hangi kararlarla buraya biriktirildiğini de sorgulamamız gerekli değil mi?
Şubat 2005 ve Ağustos 2008 epey zaman geçmiş olması ve atıkları için yapıldığı söylenen arıtım tesisi de beni sükutu hayale uğratması ile bu yazılarla karşınıza çıktım.  Bu dünyada doğru bildiğin ve halka faydalı olduğunu düşünebilen kimse isen, gerçekleri saklamamak gerekli olduğu “Yüce Yaratan” Niye söylemedin, sakladın diyeceği vakitte anlım ak olsun düşüncesi ile doğru bulduğumu sizlerle paylaşıyorum.
Gölet artık taşmak üzere.
Artık bir daha oraya da gitmem.
Kendini yormana ve üzmene ne gerek var?
Ben görevimi yaptığımı biliyorum.
Bilgimi paylaştım.
Yazdıklarımı da paylaştım.
Resimlediklerimi de paylaştım.
 

RESİMLER ALTTA

 

Resim1  Dumanların yükseldiği çöp yığınını altında yazımızda bahsi geçen yol gözükmekte

Resim2 Yukarıdaki resmin bir başka açıdan görünüşü

Resim3  Çöplerlerin kapattığı ve gölet'e kıyı olan iki tarafındı otlar olan sert alan daha önceki yılda geldiğim ve arabamla indiğim ÇORUM'UN YENİ GÖLET'İ HEPİMİZE HAYIRLI OLSUN yazımızı yazdığımız yol olsa gerek

Resim4 Sıvı atıkların yüzü sahi olarak çöp yığınından rüzgar etkisi ile gelen kağıt ve yüzebilen atıklarla kaplanmış

Resim5 Burada sıvı atıkların üzeri biraz olsun katı atıklardan soyutlanmış durumda.

Resim6-7 Burası da gölet bitimine yakın bölüm ve yola kotun birkaç metre kaldığı intibakını verse de attaki resim gölet'in en uçtan ve arabadan inmeden çektiği son bölüm olduğu karşıdaki yığından anlaşılmaktadır.

Resim8 Burası da gölet çevresinde devam eden yoldan çekilmiş bir resim

Resim9 Gölet'in son bölümü Karşı tepede tıbbi atıklar dezenfekte binası gözükmekte

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

11

FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mahmut Selim GÜRSEL

Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ
TIBBİ ATIK STERİLİZASYON BİNASI
 
Çevre yolunu geçip İskilip’e doğru yollanırken bir benzinlikten “Toki ve için için yanan “Çorum Çöplüğü”nü bizim fotoğraf makinesinin görüntüleyebildiği imkân dâhilinde resimledim.
Yola devam ettim, çöplerin döküldüğü mekâna dönen yoldan  dönerken gördüğüm levhayı da arabadan inmeden resimledim. Yavaş yavaş yol boyuna giderken yol paralelinden “Toki” yi yeniden resimledim.
 
Araçların şehir atıklarını döktükleri yere yaklaşırken tıbbi atıklarını bilindiği yerden keyifli bir duman havaya doğru süzülüyordu.
 
Çöplüğe girdikten Çöplükle kendilerine nafaka temin edenleri görüntüledim. Sonra karşıda gözüken yeni yapıldığı belli olan binaya gitmek için aracıma bindim.
 
Binanın önünde park ettim. Oradan konumuzun esas haberi olan gölet’e yaklaşa bildiğim kadar yaklaşarak resimleri çektim. Yukarıya çıkarak binanın resmini çektim Binanın dışı beni yaktı. İçi?
 
 
Binanın üzerindeki levhada T.C. Çorum Valiliği İl Özel İdaresi Kardelen Tıbbi Atık Yönetim Sistemi Projesi Tıbbi Atık Sterilizasyon Tesisi Yazılı levhadan buranın sadece tıbbi atıkları sterilizasyonu için yapıldığı anlaşılıyordu.
 
 
Hemen sola dönünce binada iki kapının daha olduğunu gördüm. İlkinde Temiz Konteynır çıkışı diğerinde de dolu konteynır girişi yazıyordu. 

 

 
Kapıyı açtım içeriye girdim.  İyi niyetli bir görevli fotoğraf çekmemi ve bilgi almam için gereken kolaylığı gösterdi.
Burası sadece “Tıbbi atıkların” dezenfekte edilerek sterilizasyonu yapıldıktan sonra normal çöplerle birlikte tıbbi atıkları için yapıldığını anlamış oldum.
.
 

Tıbbi atık konteynır

Yapılacak işlemleri şöyle sıralayabiliriz.
Hastaneden gelen küçük konteynır önce tartılıyor, steril edilmek için 138 derece ısılı buhar kazanında bekletiliyor buradan çıkan atıklar evsel atık olarak çöplere dökülüyor.

Tıbbi atık konteynır dezenfekte edileceği buhar ünitesi

Tıbbi atık kontrol odası

Tıbbi atık dezenfekte edilirken kullanılan buhar üreticisi

Konteynır temizleneme makinesine girip yeniden kullanılmak üzere hastane veya salık ocaklarına gönderiliyor. Gelen atıkların istatistiksel verileri de gelen yerlere bilgi olarak gönderildiğini öğrenmiş oldum.
Yalnız benim anlayamadığım bazı mikrop ve virüs ile bakterilerin yok olup olmayacağı düşüncesi ile gördüğüm "dağın bir virüs bile doğurmadığını" bu muazzam gölet’in bu gibi arıtmalarla yok olmayacağı üzüntüsü ile dışarıya çıktım.
 
Tıbbi atık saklama soğuk hava deposu

Tıbbi atık elektronik kontrol alarm panelleri

 

 
Tıbbi atık konteynır temizleme ünitesi
Dediğim gibi; "Dağ virüs bile doğurmamıştı" koca Çorum çöplüğü için yapılmış göstermelik bir çalışma yapılmış sadece tıbbi atıklar baz alınmıştı. Halbuki Çorum çöplüğünde daha ne atıklarımız vardı ki görülmeye değer  :-))  Binanın ön tarafında bulunan aracıma binerek binanın solunda bulunan yolu takip ederek gölet’in etrafını dolaşarak resimler çektim.(İMDAT! GÖLET'İMİZ TAŞMAK ÜZERE YAZIMIZA BAKINIZ)
Burada ayrılırken aracımdan bulunan kuşlardan da resim almaya çalıştım.
 
Çöplük ve kuşlar
Çöplük ve kuşlar
Çöplük ve kuşlar
Çöplük ve kuşlar
 
Aracımla çöplükte bulunan tıbbi atık levhasının bulunduğu yerde beni karşılayarak kovanları hiç kınamadım. Buranın esas sakinleri sayılan bu canlılar benim yaptıklarımı beğenmemiş olacaklar ki havlayarak kovaladılar. 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 12

FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mahmut Selim GÜRSEL

Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ
Anadolu Gazetesi 20 Sayı  09-09-200490-542-362 2 078  

BU NE PERHİZ;BU NE LAHANA TURŞUSU 

            Temizlik.
Bilhassa yiyeceklerimizin temiz tutulması.
Bu yiyeceklerin toptan satılan yerlerde hijyenik ortamların hazırlanarak,satışa sunulmadan bekletilen gıda maddelerinin her türlü toz,haşere ve uçucu böceklerden uzak olmaları gerekli değil midir ?
Bizde ise Çorum Toptancılar Sitesi her ne hikmetse Çorum Belediyesi Katı Atık Toplama Merkezinin karşısına yani Çorum Çevre Yoluna yapılmış. Halen  orada bulunmaktadır. Burada bekletilen çöplerin yaydığı nahoş koku ve sinek üreten ortamında üreyen sinekler bu çöplükten ayakları ve organizmalarına aldıkları mikropları fazla bir güç sağlamadan;Kandilkaya Rüzgarının etkisi ile Çorum Gıda Toptancıları Sitesine taşınmaktadırlar. Burada bulunan Çorum ve çevresine dağıtılan yiyecek kolilerine konarak mikropları bulaştırmakta,bu bulaşan mikroplar dağıtımı yapılan kolilerle bütün ile dağıtılmaktı. Kolileri tutan kişilerce de bu mikroplar açılan ürünlere bulaştırılarak bizlere satılmaktadır.

 

           
 
Ayrıca burası çevre yolunda olduğu için Karadeniz Ankara güzergahında seyreden kara taşıtlarında yolculuk yapan bilumum insanlarında gözlerine çirkin gözükmekte,hatta kuvvetli rüzgarda savrulan poşet atıkları arabaların camlarına yapışarak ma’az Allah kazalara sebebiyet te verebilecek cinsinden uçuşmakta ve bu naylon poşetler de çevreyi iyice kirletmekte.
Bu çöp toplama merkezinin buradan kalkması için Çorumlu 2000 Dergisinde bir iki kere yazdıysam da;hiçbir tepki alınmadı. Bu tepkisizliğe karşın hiçbir kuruluş veya şahısta evet bu çöp toplama ünitesi buradan kalkmalı demedi.
Gıda Toptancıları Sitesinin haricinde buraya yakın iki un fabrikası da  gıda üretmekte,yakınında bulunan okullar da cabası. Ayrıca bir de spor sahası var.
Çorum Belediyesi Katı Atık Toplama Merkezi olarak bu tesis hem mikrop üretmekte,hem de çevreden görünüşü çok çirkin. Birde bu yerin yakınında bulunanlar tehlikenin altında. Ayrıca kokusu da cabası. Burasının kaldırılarak başka müsait bir yere taşınması mümkün değil mi? Mümkündür de neden kaldırılmıyor ?
Şimdi gıda denetlemeleri Tarım İl Müdürlüklerinde. Sadece gıda üretilen yerleri,gıda satılan yerleri değil,gıdaların saklandığı yerleri de denetleyerek bizlerin sağlığı ile oynayanları uyararak sağlığımızı olacak salgınlardan korumalı değil mi ?
Gelecek hafta erersek,başka bir olumsuz görünümden bahsedeceğim.
 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 13

FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ
AVRUPA KONSEYİ’NİN TÜRKİYE ‘YOLSUZLUK’ RAPORU
Avrupa Konseyi Yolsuzluğa Karşı Devletler Grubu'nun (GRECO) Türkiye hakkında hazırlayıp Eylül ayında yayınladığı iki önemli materyalden 'değerlendirme raporu' içeriğinde vaki analizlere göre yoğun siyasi yolsuzluklar korkutuyor, ürkütüyor ve kaygı yaratıyor.
Avrupa Konseyi, yayınlanan değerlendirme raporunda, Türkiye'de yaptığı incelemeler ve gözlemler sonucunda, siyasi düzeydeki yolsuzluğun kaygı yaratacak, insan hakları, adalet ve hukuk sistemini sarsacak düzeyde derin, etkin ve yaygın olduğunu ifade ediliyor.
Raporda yapılan analizlerde bu husus şöyle dillendiriyor:
'GRECO Değerlendirme Ekibi tarafından toplanan bilgiye göre, Türkiye uzun zamandır yolsuzluktan geniş ölçüde etkilenmekte ve bu problemin yargı dahil tüm ülke kurumlarında yaygın olduğu görülmekte; Ayrıca siyasi düzeydeki yolsuzluğun kamu tarafından kaygıyla algılandığı anlaşılmaktadır.'
Raporda, TESEV'in bir araştırmasına atıf yapılarak: 'Bu araştırmaya katılanların çoğu, devlet sektöründe yolsuzluğun yüksek olduğunu (% 80) söylemişlerdir. Bu oldukça kötümser tablo uluslararası araştırmalar ve GRECO ekibi tarafından toplanan bilgilerle örtüşmekte' denilmektedir. GRECO, saydamlığın artırılması ve kamuda etkin yönetim eylem planı gibi çalışmalar nedeniyle hükümetin takdir edilmesi gerektiğini ancak, yolsuzluğa karşı çok etkin önlemler alınmasını ve daha radikal sistemler geliştirilerek uygulanmasını öneriyor.
İZLEME KURUMU
Ayrıca raporda, Türkiye'de yolsuzluğa karşı ulusal strateji geliştirme ve uygulamayı izlemekten sorumlu özel bir kurum oluşturulması önerisi var. Ekibin önerisi şöyle: 'GRECO değerlendirme ekibi, yolsuzluk konusunda yeni stratejiler önermek ve yolsuzluğa karşı ulusal stratejilerin uygulanmasını izlemekten sorumlu olacak şekilde bir kurumun teşkilini tavsiye etmektedir. Böyle bir kurum kamu yönetimini olduğu kadar sivil toplumu da temsil etmeli ve izleme fonksiyonunda bu kuruma belli ölçüde etkinlik ve bağımsızlık verilmelidir.'
ÖZEL SAVCI VE POLİS
GRECO değerlendirme ekibi'nin vardığı sonuçlardan biri de Türkiye'de yolsuzlukla mücadelede uzmanlaşma düzeyinin yeterli olmadığıdır. Avrupa Konseyi ekibi, bu amaçla uzmanlaşmış savcılar ve polislerden kurulu bir özel birim oluşturulmasını önermektedir:
'GRECO Ekibi, poliste veya savcılıkta, yalnızca yolsuzluk soruşturmalarına özgü özel bir birimin olmadığını öğrenmiştir. Bazı bölgelerde ve Ankara, İstanbul gibi büyük illerde yolsuzluk suçlarında bir nebze uzmanlaşmış savcıların bulunduğu söylenmiş olmakla; Türkiye de ‘özellikle yolsuzluk suçlarına bakan’ ne merkezi bir savcılık birimi ve ne de polis teşkilatı olmadığı görülmüştür. Türkiye'de tanımlanan yolsuzluk suçu genellikle kamu görevlileri ve siyasilerle bağlantılı olduğu ve önsoruşturmalar teftiş kurullarınca yapıldığından bu durum anlaşılabilir. Ancak Türkiye'de yolsuzluk suçlarının fazlalılığı ve özel sektörde çok daha yaygın yolsuzluğun kısıtlı tanımlanmış olması karşısında GRECO ekibi çok yönlü, genel, merkezi bir yolsuzlukla mücadele biriminin yolsuzluğun ortaya çıkarılması için gerekli kolluk ortamını (özel polis gücü/Adli Polis) sağlayacağı düşüncesindedir.'
Sonuçta: Avrupa Konseyi Türkiye'de yolsuzlukla mücadeleye ilişkin yasal boşluk, engel ve yapısal eksiklikleri saptamış ve alternatif öneriler geliştirerek hükümete sunmuş durumda. Önerilen raporda özellikle siyasi dokunulmazlıkların kaldırılması bir önkoşul olarak görülmekte ve memurin muhakemat Kanunu dâhil olmak üzere bütün dokunulmazlık, imtiyaz ve ayrıcalıklara “açıkça” son verilmesi istenmektedir. Dikkat ediniz lütfen! Bunu bir Avrupa kurumu istiyor. İslâm Konferansı değil. Hükümet için ne kadar acı, utanç ve hicap verici!...
Hatırlarsanız ilk yolsuzlukla mücadele bakanlığı daha 1980 öncelerinde kurulmuştu. 
Politik-ACI’lara sorulur!.. 30 yıldır ne yaptınız? Değilse, neden ve niçin yapmadınız? Tüyü bitmemiş yetimin (kul) hakkı, ancak “devletin malı deniz” modunu yaşayan domuzlarca korunmaz. İnsani boyut’un medeni hükümetleri adil-fazıl ve muktedirdir. Hadi bakalım!...

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 14

FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ
  • TÜRKİYE’DE GAZETECİLİK, HABERCİLİK VE MEDYA

    KONU BAŞLIKLARINA TIKLAYARAK GİDİNİZ

    ÖZGÜRLÜK VE GÜVENLİK
  • TÜRKİYE MEDYASININ MİSYONU: İLİM VE AKIL’DIR
    İLİM ve AKIL “HAYATTA, EN HAKİKİ MÜRŞİD İLİMDİR”
    İNSANLIK ALEMİ VE TÜRK YURTTAŞLARI İÇİN HEDEF
    ÖZELEŞTİRİ, YÜZLEŞME VE HESAPLAŞMA ZORUNLULUĞU
    TÜRKİYE CUMHURİYET BASINI NEDİR VE NASIL OLMALIDIR?
    SORUMLULUKTA ŞÜMUL (KAPSAM)
    BASIN HÜRRİYETİNİ İSTİSMAR, SUİİSTİMAL VE ÇÖZÜM 
    SORUN GİDERME METODU VE ÇÖZÜM YOLU
    BASIN VE YAYIN (MEDYA) AHLAKI
    BASIN KONSEYİ İLETİŞİM MESLEK İLKELERİ
    PROFESYONEL SORUMLULUK MODELİ
    ELEŞTİREL YAKLAŞIM
    EKONOMİK VE SİYASAL GÜCÜN ROLÜ
    HAK HABERCİLİĞİ 
    HABER DİLİ  
    POZİTİF AYRIMCILIK VE MEDYA
    İNSAN HAKLARINA DUYARLI HABERCİLİK
    BARIŞ GAZETECİLİĞİ
    MEDYANIN İŞTİGAL (FAALİYET) ALANI
    İLİM DIŞI YAKLAŞIMLAR 
    BU BİR KAOSTUR
    ÜLKE VE DÜNYA BARIŞI İÇİN BÜYÜK TEHLİKE
    ANADOLU BASINI MESELESİ!..
    TÜRKİYE’DE GAZETECİLİK, HABERCİLİK VE MEDYA
                Ülkemizde yaklaşık elli yıl önce başlayan ve giderek güç kazanan sübjektif gazetecilik dönem itibarıyla ticari haberciliğe dönüşmüş, objektivitesini yitirmiş, çürüme ve yozlaşmanın zirvesine dayanmış bulunmaktadır. Daha açık, net, reel ve güncel tabiriyle bu, “gazetecilik = habercilik/medya” alanı varlık nedeninden uzaklaşmış, amaçlarından sapmış ve yozlaşmadan yana taban yapmış demektir.
                Gelinen nokta itibarıyla ‘medyacılık’ da diyebileceğimiz ‘gazetecilik’ öyle garip, gerçek dışı, sanal ve sahteleşmiştir ki; Varlık nedeni, mana ve muhteva (içerik-kapsam) bağlamında halkı aydınlatmak, eğitmek, “objektif habercilik ve tarafsız yorumculuk” ilkesi çerçevesinde “yönetimin denetlemesine, siyasetin kontrol ve koordine edilmesine” katkıda bulunmak olan medya,  bahse konu süreçte çok farklı bir misyon üstlenerek adeta halkın yani, yönetilenlerin karşısına dikilmiş ve yönetenlerin safında yer almıştır.
                Oysa medyanın yeri, hükümet yanlışı veya karşıtı olmak değil; Tıpkı sivil toplum kuruluşu (enciyo) tanımında-kavramında yer alan “hükümet dışı” olmak, kamu-millet iradesi adına her derece ve düzeyde özgürce halkı temsil ve iletişim-bilişim görevini hakkıyla ve lâyıkıyla yerine getirmektir. Genel olarak matbuatın ve gazeteciliğin tarihi ve tabii görevi de zaten budur. Bu nedenledir ki, basına; Yasama, Yürütme ve Yargı’dan sonra gelen “dördüncü kuvvet” denilmiştir. Dördüncü kuvvetin başta gelen görevi bilgilendirme, yol gösterme, yönetimi takip, kontrol ve denetlemedir.
     
     
    ÖZGÜRLÜK VE GÜVENLİK
                Özellikle günümüz Türkiye’sinde çok tartışılan “Özgürlük ve Güvenlik” sorunu ve bu kronikleşmiş sorunsala çözüm üretme sorumluluğu bakımından bütün alan, kapsam, uzantı ve unsurlarıyla medya hayati bir önemi haizdir. Bu önem, değer, doğrudan sosyal sorumluluk, insani ve ahlaki yükümlülük, medyayı bir ticaret alanı olmaktan çıkartır ve doğal olarak demokratik hayatın vazgeçilmez unsuru haline getirir.
                Dolayısıyla medya çok büyük bir sorumluluk ve yükümlülük altındadır.
                Çok açık bir ifadeyle; İnsan Hakları, Adalet Ahlakı, Hukuk, özgürlük ve güvenliğin teminatı “bağımsız ve tarafsız/objektif” gazeteciliktir. Bu anlamda gazetecilik ve/veya güncel deyimi ile medya, Siyasi partiler için Anayasa da yapılan tanıma paralel bir fonksiyon icra etmekle memur ve mükellef bulunur. Yani: Demokrasinin vazgeçilmez unsurları, millet iradesinin olağan ve doğal uzantısı-yansıması basım ve yayın organlarıdır. 
     
           
    TÜRKİYE MEDYASININ MİSYONU: İLİM VE AKIL’DIR
                Konuyla ilgili ayrıntılara geçmeden önce, Cumhuriyetin kuruluş temelleri ve temayüz (gelişme, büyüme, çağdaş medeniyet seviyesine yükselme) ilkeleri konusunda ‘kurucu irade’ adına Mustafa Kemal Atatürk’ün bütün Türk halkı, Milletin şair’i, yazarı-çizeri ve medyasına hitabı, emanet ve vasiyetini arz edeyim.
     
    S              
    İLİM ve AKIL “HAYATTA, EN HAKİKİ MÜRŞİD İLİMDİR”
                “Ben, manevi miras olarak hiçbir âyet, hiçbir doğma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü zorluklar karşısında, belki gayelere tamamen eremediğimizi, fakat asla taviz (ödün) vermediğimizi, akıl ve ilmi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir. Zaman süratle ilerliyor, milletlerin, toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, aslâ değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur.
    Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır.
    Benden sonra, beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver (eksen) üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, mânevi mirasçılarım olurlar.” (Kemalist Devrim ve İdeolojisi, İsmet Giritli – 1980)
           
     
    İNSANLIK ALEMİ VE TÜRK YURTTAŞLARI İÇİN HEDEF:
                “İnsanlar daima yüksek, soylu ve kutsal amaçlara yürümelidirler.
    Bu davranış biçimidir ki, insan olanın vicdanını, aklını ve tüm insanlık kavramlarını doyurur. Bu şekilde yürüyenler ne kadar büyük esirgemezlikler gösterirlerse o kadar yükselirler ve bu hareket biçimi mutlaka alnı açık olur. Çünkü, alnı açık, aklı açık, kalp ve vicdanı açık (vicdanı hür, irfanı hür) insanlar tarafından yönetilebilen toplumlar, ancak bu anlamda hareketlerin takipçisi olabilirler., Güneşsiz kalmış bir dünya; İçinde “düşünce özgürlüğü olmayan” bir ülkeden daha iyidir.” (S.D. Cilt: 3, TDTE Yayını-1989, Sayfa: 119)
    Biz, cahil dediğimiz zaman mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz.
    Kastettiğimiz ilim, hakikati bilmektir. Yoksa, okumuş olanlardan “en büyük cahiller” çıktığı gibi, klâsik tahsil görmemiş olanlardan da ‘hakikati gören alimler’ çıkabilir.” (24 Ekim 1919 – Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri Cilt: 3, Sayfa: 14, TDTE yayını, 1989)
                Bu ruh, hedef, anlam ve bağlamda ve Cumhuriyetin temel ilkeleri korunarak; 15 Temmuz 1950 tarih ve 5680 Sayıyla çıkartılan Basın Kanunu, 24 Temmuz 1960’dan günümüze irdelene-parçalana paçavraya dönen basın mevzuatı ile 05 Aralık 1951 tarih ve 5846 Sayılı Kanunla kaim Telif Hakları Yasası veya namı diğer Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu, hak kavramına ilişkin hukuki ve cezai prosedür dahil günümüz medyasının serencamını da gözden geçirmek gerekir diye düşünüyorum. Dolayısıyla değişen ve gelişen şartlar muvacehesinde negatif sürece giren gazetecilik mesleğinin 09 Haziran 2004 tarih ve 5187 Sayılı Kanun bağlamında da incelenmesi gerekir.
               
     
    ÖZELEŞTİRİ, YÜZLEŞME VE HESAPLAŞMA ZORUNLULUĞU
                Daha açık bir deyimle: Öncesi 1990’lı yıllara dayanan ve fakat ancak 2007 yılında gün yüzüne çıkartılabilen ‘Ümraniye’ soruşturması (ergenekon davası) ile gündeme gelen 27 Mayıs kalkışması ve sonraki dönemin ‘TEMİZ ELLER’ operasyonu çerçevesinde  sorgulanıp ‘kamu vicdanı’ ve mahkemelerde yargılanması Türk basını için de zorunlu hale gelmiştir. Bunu mevcut iktidar yapmak zorundadır. Zira açıkça görülmüş ve anlaşılmıştır ki, son 50 yıl içinde vaki bütün olumsuzluk, devlet-millet aleyhine suç, anarşi-terör, tedhiş ve Türk İnkılâbına aykırı teşebbüslerde medyanın dahli (payı) vardır.
    Bir başka açıdan bakıldığında bu dönemde, medyanın esas görevini yapmadığı, halk, yani Cumhuriyetin (devletin) gerçek sahibi millet yerine, başkaca güçlere (dahili ve harici bedhahlara) hizmete yöneldiği ve yeltendiği gözlenmektedir. Elbette başta Anadolu Basını olmak üzere bütün veçheleriyle bu tahrik ve dezinformasyonun bütünüyle dışında kalan, hak ve halk düşmanlarının karşısında yer alan, hatta gerçeği görerek yıllardır tam bir azim, irade ve kararlılıkla haykırarak halkı uyaran gazeteler ve gazeteciler de vardır.
    Burada insani ve vicdani bir borç olarak minnet ve şükranlarımı iletirim ve belirtirim.       
                Ancak önce “Türk basınının ‘olması, korunması ve yaşatılması gereken’ temel ilke, objektif norm, kriter ve standartlara bir bakalım: Ki, miyarımız (ölçümüz) belli olsun.
     
     
    TÜRKİYE CUMHURİYET BASINI NEDİR VE NASIL OLMALIDIR?
                “Memlekette basın hürriyetinin de; (namuslu) demokrat (ve dürüst) bir idareye lâyık olgunlukla kullanılmasında daha dikkatli bulunulacağını ümit ederim. Hürriyeti kötüye kullanmanın doğurduğu birçok felâketleri çekmiş olan bu memlekette, bu dikkate özellikle gerek olduğu kanaatindeyim. (1930-Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: 1–TİTE, 1945)
                “Basın Hürriyetinin sakıncalarının giderilmesinin, yine basın hürriyeti ile mümkün olduğuna dair, bu büyük meclisin yol gösterme ve düzenleme sahasında tespit ettiği saygı duyulan esaslar, eğer Cumhuriyetin ruhu olan “faziletten” yoksun kendini bilmezlere, basında eşkiyalık fırsatı verirse, eğer halkı aldatan ve doğru yoldan çıkanların fikir sahasındaki kötü ve uğursuz etkileri, tarlasında çalışan masum vatandaşların kanlarını akıtmasına, yuvalarının dağılmasına sebep olursa ve en sonunda bozgunculuğun en zararlısını göze alan bu gibi doğru yoldan sapanlar, kanunlarda mevcut aksaklık ve açıklıklardan yararlanma imkânını bulurlarsa, Büyük Millet Meclisi’nin yola getirici ve ezici kudretinin müdahale ve uyarması elbette görevi olur. (1924-Atatürk, S.D., Cilt: 1-1945 /TİTEY-296)
    “...Bununla birlikte, basın serbestisinden meydana gelecek kötülükleri ortadan kaldıracak etkili vasıta, asla geçmişte zannedildiği gibi, basın hürriyetini kısıtlayan hususlar değildir. Aksine, basın hürriyeti’ nden doğacak sakıncaların giderilme vasıtası, yine basın hürriyetinin kendisidir.” (1930-Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Prof. Afet İnan, 1969-Türk Tarih Kurumu Yayını)
    “Gazeteler, kanunun ve toplum çıkarlarının aksine bir olaya şahit ve bir bilgiye sahip oldukları taktirde gerekli yayında bulunmalıdırlar., Memlekette kalem hürriyetinin de, demokrat bir idareye lâyık olgunlukla kullanılmasında ‘daha dikkatli olunacağını’ ümit ederim., Şuradan ve/veya buradan gelecek günlük fikirlere, sahte ve yanıltıcı sözlere asla önem vermeyecek bir olgunluk esastır.  (1923-30 Atatürk, S.D., Cilt: 1-2, 1945 - 1952 / 296)
    “Vatandaşı; Millete karşı milletin büyüyüp yaşaması için alınan tedbirlere karşı harekete geçirmek en büyük ihanettir. (1931-Atatürk’ün Adana Seyahati, Taha Toros-1981)
    “Demokrasi müesseselerinin başında basın hürriyeti olduğuna inananlar asil bir davanın takipçisidir. Basının üç işlevi vardır.
    Birincisi; Basın, halkı ülke sorunlarından ve siyasi partilerin bu sorunlarla ilgili önerilerinden halkı haberdar etme ve eğitme yükümlülüğü.
    İkincisi; Basın, vatandaş şikâyetinin serbest bir kürsüsü’dür. 
    Üçüncüsü: Basın hükümetlere yön vermelidir.
    Çünkü, “Bugün memlekette vazifesini bilen, güçlüklerle uğraşabilen siyasilere rağmen, siyaset adamlarına akıl verebilecek dirayette ve basirette gazetecilerimiz vardır. (Muhalefette İ. İnönü, 1956-1959, s. 95-113 / F. Otyam, Şu Bizim İ. Paşa, 1984 s. 107)
    İşte, Türkiye Cumhuriyeti’nin Gazetecilik ve Basın (medya) ilkeleri budur.
    Birinci bölümde yer alan kurucu unsurun basın-yayın/medya konusunda irad edip ortaya koyduğu temel ilke, düstur ve yol, mutlak surette yönetim erki, gazeteciler-yazarlar ve yayıncılar tarafından sahiplenilmeli, onurlu ve sorumlu yurttaşlarca takip edilmeli, tam bir dikkat, özen ve hassasiyetle, tavizsiz-ivazsız bir biçimde uygulanması sağlanmalıdır.
    Devletin sağlıklı gelişimi, halkın, huzur-güven, zenginlik ve mutluluğu ile bu ortamı sağlamakla memur ve mükellef hükümetlerin namuslu, dürüst ve demokrat bir yönetim politikası uygulamalarının emel şartı, vazgeçilmezi budur. İdarede meydana gelecek bir olumsuzluk, sorumsuzluk, görevi kötüye kullanma, zaaf veya ihmalin sorumlusu basındır.
     
     
    SORUMLULUKTA ŞÜMUL (KAPSAM)
    Bu sorumluluk en başta Cumhurbaşkanına, TBMM Başkanlığı ve milletvekilleri ile istisnasız bütün vatandaşlarımıza aittir. Şurası mutlaka bilinmelidir ki: İlgisizlik, lâkaytlık ve sorumsuzluk (bencillik ve bana-necilik) ulusun ve sürdürmeye çalıştığımız medeniyetin sonu, insanlığın felaketi, ilmin iflâsı, cumhuriyet ve demokrasinin sükut nedeni olabilir.
    Nitekim olmaya doğru hızla gitmektedir de…
    Zira cumhuriyet ve demokrasi: İlmen, fennen, bedenen ve ruhen kuvvetli ve yüksek seciyeli; Bir başka deyişle “yurdu ve milleti özünden çok seven” namuslu-dürüst nesillerin koruması, sahiplik ve sorumluluğu altındadır.
    Sorumsuz varlıklar aynı zamanda onursuz, onursuzlar ise yurdun, milletin, cumhuriyet, adalet, hukuk ve demokrasinin dumura uğramasına neden olacak kadar insani değerlerini yitirmiş varlıklardır.
    Bu varlıklar genellikle haymatlos karakterine sahiptir.
    Hiç kaygı duymadan “KIRMIZIDA GEÇEBİLİR”, rüşvet alabilir, hırsızlık-yolsuzluk yapabilir, toplumun vermiş olduğu hak, görev, yetki, makam-memuriyet ve sorumluluğu istismar ve suiistimal edebilirler.
    Yani, her onursuz ve sorumsuz potansiyel bir suçlu olup; Potansiyel suçluların üretim ve yaratım unsuru (Milli Eğitimin zaafı, isabetsiz müfredatı ve) medyadır. Bu nedenle basın-yayın/medya, daima gözaltında tutulacak, özenle takip olunacak ve ilkeleri hassasiyetle uygulanıp-korunacak önem ve değerdedir.
    Ve yine bu nedenledir ki! Medyanın makul alanlar ve sınırlar dışında, insanlığın mahvına neden olacak kadar muhteris (hırs ve ihtiras sahibi) ilimi ve ahlaki değerlerden uzak, din tüccarı, siyaset simsarı ve paraya tapan mahlukun eline geçmemesi zorunludur.            
    Şunu asla unutmayalım ki! İnsan hakları, adalet-hukuk ve demokrasinin olmazsa olmaz, kesinlikle vazgeçilmez ve ödün verilmez ilkesi namuskârlık, milli birlik-bütünlük, yönetimi denetleme ve devlete-millete karşı “BİLİNÇLİ” bireysel sorumluluktur.
    Keza demokrasi, ‘sadece ve yalnızca’ kamu-halk ve hak esaslı doğrusal bir rejimdir.
    Demokraside hiçbir özgürlük bireysel ve genel güvenliğin, kamu yararının, ülkenin birlik, huzur, tesanüt (uyumluluk, anlayış, barış ve tolerans) şartının önüne geçemez. Bir kişi veya kurumun özgürlüğü asla ve kesinlikle başka bir birey veya kurum özgürlüğüne kısıt, tahdit (sınırlama) ve baskı getiremez. İşte bu anlam ve bağlamda aşağıda gösterilen hedef, (konuyla ilgili olarak) Türkiye Cumhuriyeti yöneticileri için mutlak bir emirdir.

     

     
    BASIN HÜRRİYETİNİ İSTİSMAR, SUİİSTİMAL VE ÇÖZÜM    
    Basın Hürriyetinin sakıncalarının giderilmesinin, yine basın hürriyeti ile mümkün olduğuna dair, bu büyük meclisin yol gösterme ve düzenleme sahasında tespit ettiği saygı duyulan esaslar, eğer Cumhuriyetin ruhu olan “faziletten” yoksun kendini bilmezlere, basında eşkiyalık fırsatı verirse, eğer halkı aldatan ve doğru yoldan çıkanların fikir sahasındaki kötü ve uğursuz etkileri, tarlasında çalışan masum vatandaşların kanlarını akıtmasına, yuvalarının dağılmasına sebep olursa ve en sonunda bozgunculuğun en zararlısını göze alan bu gibi doğru yoldan sapanlar, kanunlarda mevcut aksaklık ve açıklıklardan yararlanma imkânını bulurlarsa, Büyük Millet Meclisi’nin yola getirici ve ezici kudretinin müdahale ve uyarması elbette görevi olur.” (1924-Atatürk, S.D., Cilt: 1-1945 /TİTEY-296)
    Bu, kurucu unsurun TBMM ve Milletvekillerine açık bir emridir.
    Ancak çözüm: Faziletten soyutlanan, eşkıyalık yapan, tüyü bitmemiş yetimin hakkına sahip çıkmayan, rüşvet, yolsuzluk ve suiistimallerin üstüne gitmeyen, anarşiye öncülük, terör ve tedhişe, dahili ve harici bedhahlara yardım-yataklık, öncülük ve sözcülük yapan medya organlarının kapatılması ve susturulması da değildir; Medya kendi mecraında (yolunda-yatağında) tedip ve terbiye edilmeli; Aleni tahrik, şiddet ve haksız hakaret içermediği sürece, Söz söyleme ‘ifade’ hürriyetinin kutsal olduğu çok iyi bilinmelidir.
    Yukarda açıklanan usul, esas, ilke ve kriterleri gözetmeyen yönetimlerse, şahsi ikbal ve ihtiras ile malul, işbirlikçi veya mütegallibe (zorba, hüküm ve hâkimiyetini millet idesini hiçe sayarak haksız, adaletsiz, zor, baskı, şiddet, devlet terörü ve zulümle yürüten) addolunur.

     

     
    SORUN GİDERME METODU VE ÇÖZÜM YOLU
    “...Bununla birlikte, basın serbestisinden meydana gelecek kötülükleri ortadan kaldıracak etkili vasıta, asla geçmişte zannedildiği gibi, basın hürriyetini kısıtlayan hususlar değildir. Aksine, basın hürriyeti’ nden doğacak sakıncaların giderilme vasıtası, yine basın hürriyetinin kendisidir.” (1930-Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Prof. Afet İnan, 1969-Türk Tarih Kurumu Yayını)
    Bu usul kadim “medeni siyaset” kavramında ifadesini bulan, geleneksel Türk, İslâm ve Osmanlı için de aynıdır. Itlaf (infaz) değil! Islah etmek. Şu kadar ki, Ziya Paşanın dediği gibi: “Nush (nasihat, uyarma, ikaz) ile uslanmayanın hakkı tektir. Tektir (ihtar) ile (aklını başına devşirmeyen) uslanmayanın hakkıysa kötek (fiili ceza-darp, dayak) tır.  

     

     
    BASIN VE YAYIN (MEDYA) AHLAKI
    Bu konuda Esra Ekşi isimli değerli bir Gazeteci-Yazar kardeşimizin Basın Konseyi Başkanı ve Hürriyet gazetesi Başyazarı Oktay Ekşi ile Basın-Yayın (medya) ahlakı üzerine yaptığı bir röportajdan alıntılar yapmak ve bazı örnekler vermek istiyorum.
    Önce Esra Ekşi’nin ‘gazetecilikle ilgili’ düşünceleri: “Gazetecilik kahramanlığı gerektiren bir şey değil. Zaten özünde gazeteci esas itibariyle gözlemcidir. Gazeteci kendini olayın dışında tutar. Olayın içine karıştığı, girdiği zaman o, gazeteci kimliğini kaybetmiş eylemci kimliğine bürünmüş olur." Ve söyleşi:
    EE, - Sizce Basın Ahlakı Nedir?
    OE, - Basın ahlakı, özünde herhangi bir insanın ahlak kuralları anlayışı değil. Ama bunu basın platformuna taşırsak, bence hem kendine hem de okuyucusuna hem de mesleğine saygı diye toparlayabileceğimiz üç nokta arasındaki bağı kurduğunuz ve üçünü de birlikte götürdüğünüz zaman basın ahlakına tam olarak uyarsınız. Tekrar ediyorum, kendine, mesleğine ve okuyucusuna... Bu nasıl olabilir? Gerçeğe saygılı olabilirsiniz, onu bozmadan, abartmadan, okuyucuya verebilirsiniz, insanların özel hayatına gereksiz yere burnunu sokan bir meslek anlayışından kaçarsınız, kamu yararını ön planda tutan bir meslek uygulamasını sürdürürsünüz... Uzatmayayım, aşağı yukarı bu çerçeve içinde olaya baktığınız zaman basın mesleğinde ahlak kurallarına uyarsınız. Birde bunun Basın Konseyi tarafından somuta indirgenişi var. Hem 1961 yılında kaleme alınmış 10 maddelik Basın Ahlak Yasası, hem de diğer ülkelerde aynı amaçla kaleme alınmış metinleri inceledikten sonra çalışma grubunun ortaya çıkardığı 16 maddelik bir metin var. Basın Meslek İlkeleri dediğimiz bu maddeler olayı somut olarak ifade eder ve o çerçeve içinde incelenir. Gerçi bunu zaman gösteriyor ki bazı eksiklikler var ama bu 16 madde en azından bu günkü aşamada basın ahlakı dediğimiz esas ve uyulması gereken ana ilkelerdir.
    EE, - Türkiye'de basın, özellikle özel televizyonlar yayın politikalarında basın ahlak ilkelerine ne kadar uyuyor?
    OE, - Dünyada genelde böyle bir şikâyet var. Basından şikâyet etmeyen bir ortam yok diyebilirim. Son bir belge okudum. Onda bir tek Litvanya'da basına güven var. Yapılan ankete göre ilk etapta % 60 küsurlara inen bir güven duygusu var. Ama yinede İngiltere'de, ABD'de, Türkiye'de yapılan yoklamalarda görülebilen sonuç, genel olarak basına güvenirlik dediğimiz kavramın olumsuz algılanmakta olduğudur. Türkiye'de bunun böyle olduğunu düşünüyorum.
    Ama dönüp dolaşılan bir nokta var. Bu genel bir noktadır. Kamuoyu en sonunda basına daha çok itibar ediyor. Basının verdiği mesajlara daha fazla kulak veriyor. Bu basının her şeye rağmen güvenirlilik düzeyinin toplumdaki diğer kurumlara oranla özellikle resmi kurumlara kıyasla daha çok olduğunu gösteriyor. Ama basın meslek ilkelerine uymayan, sansasyona kaçan daha çok var. Yalan, yanlış haber de bir hayli var. Ama bütün bunları topladığımız ve bir yere vardığımızda diyorsunuz ki çoğulcu demokraside birbirimizin yanlışlarını ortaya koymaya bizi zorlayan bir mekanizma var.
    İşte onlar en sonunda ortak aklın çizgisini bulmamıza yardım ediyor ve diyoruz ki biri yalan söylüyorsa öbürü onu düzeltir ve sonunda medya dünyasında sen hangisinin doğru söylediğini ayırabilecek kadar süzgece sahipsen oradan yararlanmak mümkündür.
    EE, - Kahraman gazeteci kimdir? Böyle bir şey olabilir mi? Gazetecinin işi zaten iyi haber yapmak değil midir?
    OE, - Gazetecilik kahramanlığı gerektiren bir şey değil. Zaten özünde gazeteci esas itibariyle gözlemcidir. Gazeteci kendini olayın dışında tutar. Oyanın içine karıştığı, girdiği zaman o, gazeteci kimliğini kaybetmiş, eylemci kimliğine bürünmüş olur. Hasan Tahsin bunun çok ilginç bir örneğidir. Hasan Tahsin gazetecilik kimliğini taşıyan bir eylemcidir. Yunan ordusunun karşısına çıkıp kahramanca yürüdüğü zaman Türkiye'nin vatanını seven evladı olarak o olayın içindeydi, gazeteci olarak değil. O’nu saygıyla anlamak lazım, ama vatanı böylesine savunduğu için. Ben yaptığını iyi bir gazetecilik olarak kabul etmiyorum. Gazetecilik ayrı bir şeydir. Gazetecilik insanları, o olayları götürecek, eyleme dönüştürecek kamuoyunu yaratmak olayıdır.
    EE, - İletim geleceğin gazetecilerine neler söylemek istersiniz?
    OE, - Sanıyorum bütün bu söylediklerimde geleceğin gazetecileri için söylenebilecek her şey var. Yani kendisini başkalarından akıllı saymayarak mesleğine, okuyucusuna ve kendisine saygısını hiçbir zaman elinden kaçırmayarak, iyi bir gazeteci olunabilir.
    Gerisi ayrı (!) bir konudur.
    YORUM:
    Dikkat ederseniz verilen cevaplar aslında sorulan sorulara cevap değil. Çok güncel. Politik ve yuvarlak. Açıklamalarda sarahat (açıklık-netlik), nicelik-nitelik, milli değerlere itibar, manevi ağırlık ve ulusal kimlik yok. Çok genel ve kapitalist-emperyalist, ticari yayıncılık bağlamında evrensel. En önemlisi de: Yukarda Atatürk’ün vecizelerinde, daha doğrusu emir, vasiyet ve emanetinde öngördüğü ilkelerden eser yok.
    Bahse konu 10 maddelik 1961 ilkeleri ise, gasp, demokrasiyi lağv ve Atatürk Anayasasını ilgadan suçlu bir kalkışma, dikta despotluk dönemi özenti ve saptamaları. Bunların tamamının Lozan Antlaşması, 1923-1938 Atatürk uygulamaları ve Türk İnkılâbı ile Atatürk ilkeleri perspektifinde revize edilmesi gerek. Yani, yapılan söyleşide, (her ne kadar iyi niyetli olarak) bahse konu edilse de tam bir açıklık, özgün bir tanım-tavsiye, öngörü yok.
    Yeri gelmişken hemen dikkatinize arz edeyim: Basın Ahlak Yasası, basın çalışanı gazetecilerin uymayı kabul ve taahhüt ettikleri, yasal dayanağı olmayan bir anlaşma metnidir.
                Bu yasa, hemen akla gelecek türden TBMM tarafından onaylı, yazılı ve resmi bir ‘kanun’ değildir. 14 Şubat 1952’de Uluslar arası Basın Enstitüsü’nün ilkeleri Türkiye için de geçerli sayılmıştır. Ayrıca, 1960 darbe sürecinde Türkiye Gazetecileri Cemiyeti (TGC), “Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi” adı altında bir metin hazırlamış ve bu  metin, 24 Temmuz 1960 tarihinde Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ile Türkiye Gazeteciler Sendikası 'nın ortak girişim sonucu düzenlenen törenle, gazeteciler ve yayın kuruluşları temsilcileri tarafından imzalanmıştır.
    Hatırlatma ve yukarıdaki röportajla ilişkilendirme bakımından ele alıyorum. İşte o metnin özgün hükümleri:
                1. Gazetecilik mesleği, kişisel yarar için ve kamu zararına kullanılamaz.
    2. Ahlaka aykırı ve müstehcen yayın yapılamaz.,
    3. Şeref ve haysiyetlere karşı haksız yayın yapılamaz, kişi ve kurumlar aleyhinde iftirada bulunulamaz..,
    4. Din istismarı yapılamaz.,
    5. Haberler doğruluğuna emin olunmadan yazılamaz.,
    6. Taraf tutan fikirler haber metninde verilemez.,
    7. Yayınlanmamak kaydıyla verilen bilgiler yayınlanamaz.,
    8. Yanlış yayınlar dolayısıyle gönderilen tekzipler en kısa zamanda yayınlanır.
    Bu sekiz madde ışığında mevcut basını mütalaa edin ve gözden geçirin lütfen. Mevut ve münteşir (yayını devam eden) basın-yayın (medyanın) kaç tanesi bu şartlara uymakta; Kişisel yarar gözetmeden kamu yararına yayın yapmakta? Ahlaka aykırı müstehcen yayın yapmamakta! Şeref ve haysiyete itibar etmekte, din istismarı yapmamakta, haberleri dosdoğru vermekte, taraf tutmamakta, taahhüt ve kayıtlara uymakta ve gönderilen tekzipleri mutlaka yayınlamakta!... Bilen varsa beri gelsin.
    Bunun dışında bir de, Basın Konseyince 15 Aralık 2001 tarihinde kabul edilerek yürürlüğe konulan; “Basın Konseyi İletişim Meslek İlkeleri” konu başlıklı bir metin daha bulunmaktadır. Sağlıklı ve mukayeseli bir değerlendirme yapılabilmesi bakımında bu ilkeleri de dikkatinize arz ediyorum. Buyurun:
     
     
    BASIN KONSEYİ İLETİŞİM MESLEK İLKELERİ
                1-Yayınlarda hiç kimse; ırkı, cinsiyeti, sosyal düzeyi ve inançları nedeniyle kınanamaz, aşağılanamaz.
    2-Düşünce, vicdan ve ifade özgürlüğünü sınırlayıcı; genel ahlak anlayışını, din duygularını, aile kurumunun temel dayanaklarını sarsıcı ya da incitici yayın yapılamaz.
    3-Kamusal bir görev olan gazetecilik, ahlaka aykırı özel amaç ve çıkarlara alet edilemez.
    4-Kişileri ve kuruluşları, eleştiri sınırlarının ötesinde küçük düşüren, aşağılayan ve iftira niteliği taşıyan ifadelere yer verilemez.
    5-Kişilerin özel yaşamı, kamu çıkarlarının gerektirdiği durumlar dışında, yayın konusu olamaz.
    6-Soruşturulması gazetecilik olanakları içinde bulunan haberler, soruşturulmaksızın veya doğruluğuna emin olunmaksızın yayınlanamaz.
    7-Saklı kalması kaydıyla verilen bilgiler, kamu yararı ciddi bir biçimde gerektirmedikçe yayınlanamaz.
    8-Bir basın organının dağıtım süreci tamamlanmadan o basın organının özel çabalarla gerçekleştirdiği ürün, bir başka basın organı tarafından kendi ürünüymüş gibi kamuoyuna sunulamaz. Ajanslardan alınan özel ürünlerin kaynağının belirtilmesine özen gösterilir.
    9- Suçlu olduğu yargı kararıyla belirlenmedikçe hiç kimse "suçlu" ilan edilemez.
    10-Yasaların suç saydığı eylemler, gerçek olduğuna inandırıcı makul nedenler bulunmadıkça kimseye atfedilemez.
    11-Gazeteci, kaynaklarının gizliliğini korur. Kaynağın kamuoyunu kişisel, siyasal, ekonomik ve benzeri nedenlerle yanıltmayı amaçladığı haller bunun dışındadır.
    12-Gazeteci görevini, taşıdığı sıfatın saygınlığına gölge düşürebilecek yöntem ve tutumlarla yapmaktan sakınır.
    13-Şiddet ve zorbalığı özendirici yayın yapmaktan kaçınılır.
    14-İlan ve reklam niteliğindeki yayınların bu nitelikleri, tereddüte yer bırakmayacak şekilde belirtilir.
    15-Yayın tarihi için konan zaman kaydına saygı gösterilir.
    16-Basın organları, yanlış yayınlardan kaynaklanan cevap ve tekzip hakkına saygı duyarlar.
    BİR BAŞKA AÇIDAN:
    Şimdi bir de; konuya daha farklı bir açılım kazandırmak amacıyla “Yardımcı Doçent Doktor Emel Baştürk Akça’nın TASAM’da yayınlanan 04 Ekim 2008 tarihli ‘Habercilikte Yeni Arayışlar Ve Hak Haberciliği’ başlıklı makalesini inceleyelim:
                Emel Baştürk Akça; “Bağımsız İletişim Ağı’nın hak haberciliği” konulu, “Batman’da yaşananlarla ilgili olarak Sabah gazetesi’nin haberi”, Curran, James’in “Medya ve Demokrasi: Yeniden Değer Biçme” ve “Uzun, Ruhdan (2006)”, “Gazetecilikte Yeni Bir Yönelim: Yurttaş Gazeteciliği” eser, inceleme ve araştırmalarını baz alıp referans gösterdiği özgün bir çalışma.
                Önce inceleme, değerlendirme ve önermeyi dikkatle okuyalım:
                BAĞIMSIZ İLETİŞİM AĞI’NIN HAK HABERCİLİĞİ
                “Medya ve özelde de gazeteciliğe/haberciliğe liberal demokrasilerin işleyişi içinde atfedilen hayati rol bir süredir tartışılmaktadır. Medyada yaşanan tekelleşme, doğru düşünceye, düşüncelerin serbest pazarında ulaşılabileceğini savunan liberal görüşü sorunlu hale getirmiştir. Çünkü düşünceler serbest bir pazarda dolaşma imkânını çoktan yitirmiş, haber ve bilgi tekelleri oluşmuştur. Bu yazıda medyanın geldiği bu noktada haberciliğin yeniden demokrasiyi besleyen temel alanlardan birisi haline gelebilmesi için ortaya konan farklı yaklaşımlar ele alınmıştır. Liberal yaklaşımın tam karşısında konumlanan eleştirel perspektif içinde dile getirilen barış gazeteciliği ve hak haberciliği kavramları açıklanmaya çalışılmıştır.
    LİBERAL DEMOKRASİ VE HABERCİLİĞİN SORGULANMASI
    Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından 1990’lı yıllar, kimi çevrelerce kapitalizmin mutlak zaferinin ilan edildiği yıllar olduğu kadar, liberal demokrasinin mevcut süreçlerinin de sorgulandığı yıllar olmuştur. Bir yandan liberal ekonomiye geçiş yapmaya çalışan Bağımsız Devletler ve Doğu Avrupa ülkeleri batıyı kendilerine model alırken, bir yandan da aslında bu modelin demokrasiyi ne kadar sağladığı da tartışılıyordu.
    Bu sorgulama süreci, liberal demokrasinin vazgeçilmez bir parçası olarak değerlendirilen gazetecilik ve daha genel anlamda medyanın rol ve işlevlerinin de sorgulanması sonucunu doğurdu. Habercilik, hem medyanın ekonomik yapısı, hem de habercilik pratikleri açısından yeniden masaya yatırıldı.
    DOĞRU DÜŞÜNCE VE DÜŞÜNCE PAZARI
    Liberal görüşün savunduğu gibi, doğru düşünceye düşüncelerin serbest pazarı içinde ulaşabilmek mümkün müydü? Yoksa gittikçe yoğunlaşan tekelci sistem içinde düşüncelerin serbestçe dolaşımı zaten mümkün değil miydi? Ekonomi-politik yaklaşımlar bu sorular ışığında medyanın ekonomik yapısının, haberciliğe yansımalarını tartışmaktaydı. Liberal yaklaşıma göre kitle iletişim araçlarının özel mülkiyet elinde bulunması ve siyasal iktidar tarafından bu araçların doğrudan baskı altında tutulmaması, iletişim özgürlüğünün temel ve yeter şartlarıdır. Ancak zamanla medyada yaşanan tekelleşme, düşüncelerin pazarda serbestçe dolaşımı ilkesini geçersiz kılar, haber ve bilgi tekelleri oluşmasına neden olur. Böylece liberal yaklaşımın gazeteciliğe yüklediği işlevler de tartışmalı hale gelir.
    HABERCİLİK VE TÜCCARLIK !...
    Haberciliğin içine düştüğü bu durum, liberal yaklaşıma hem içeriden, hem de dışarıdan eleştirileri beraberinde getirir. Yine liberal yaklaşım içinde kalınarak üretilen düzeltme çabaları, Avrupa’da “kamu hizmeti”, ABD’de ise “toplumsal sorumluluk kuramı” adı altında karşımıza çıkmaktadır. Bu düşünceye göre haberciler her şeyden önce bir kamu hizmeti yapmaktadırlar ve kamunun çıkarlarını ön planda tutarlar.
    Bu hizmetin iyi bir biçimde yerine getirilebilmesi için de habercilerin, bazı profesyonellik ilkelerine bağlı kalmaları gerekir. Başka bir ifadeyle, pazarın koşulları, düşüncelerin serbestçe dolaşımını kısıtlayıcı bir işlev görse de gazetecinin/habercinin profesyonel bir sorumluluk içinde olması bu kısıtlamayı ortadan kaldırmanın bir aracı olabilir. ‘Profesyonel sorumluluk’ ideolojisi, aslında liberal yaklaşıma bir eleştiri getirmekten çok, piyasanın işleyişini eleştirmektedir. Önerdiği çözüm ise Curran’ın da işaret ettiği gibi yapısal bir reform yapmadan, medyanın demokratik rolünün onarılmasına yöneliktir. “Haberin aktarılmasında sansasyona ve önemsizleştirmeye dönük pazar baskılarının, bilgilendirmeye bağlılıkla ortadan kaldırılabileceği düşünülür”.

     

     
    PROFESYONEL SORUMLULUK MODELİ
    Haberciliğin temel vurgusu özgürlüklerden, habercilerin sorumluluğuna kaymıştır. Habercilikte standart değerler belirlenmesi, haber değeri kriterlerinden haber yazımına, haberin sunumuna kadar her alanda belirli kriterler saptanmış olması, haberciliği kamuya ya da topluma karşı sorumlu kılmanın yoludur. Profesyonel sorumluluk modeli, elde edilen bilgileri doğrulamada, farklı kaynaklara yer vermede ve muhalif yorumlamaları aktarmada belli kuralların benimsenmesini önerir. Medyada etik üzerine yapılan çalışmaların büyük bölümü de haberciliği belli standartlara bağla çabasının ürünleridir.
    Ancak bu çabalar, medyanın ekonomi-politik yapısını, medya-iktidar/ideoloji ilişkisini tartışma dışı bıraktıkları için buz dağının görünen kısmını düzeltmeye çalışmaktan öte sonuçlar doğurmamaktadır.
    Liberal yaklaşıma dışarıdan gelen eleştiriler ise, yaklaşımın basın özgürlüğünün temel kriteri olarak gördüğü kitle iletişim araçlarının özel mülkiyet elinde bulunması düşüncesinden başlayarak, profesyonellik ideolojisini de sorgularlar. Kitle iletişim araçlarının kar amacı güden özel şirketlerin elinde olması, medyanın özgürlüğünü sağlamaktan çok, onu piyasanın baskısı altına sokmuştur. Tiraj/rating kaygısı, reklam verenlerin baskısı, siyasal iktidarla olan ilişkiler basın özgürlüğünün önündeki temel engeller olarak durmaktadır. ‘Profesyonel sorumluluk’ ideolojisi ise bütün bu yapının sorumluluğunu habercilerin üzerine yüklemekte, haberde yanlılık/taraflılığı habercinin kasıtlı manipülasyon çabasına indirgemektedir. Oysa ki, haberciler ‘doğru’ ve ‘dürüst’ habercilik yapmayı ilke edinse bile medyanın yapısı ve hatta profesyonellik ilkelerinin kendisi bir yanlılığa neden olmaktadır. Liberal görüşe dayanan etik çalışmalarının büyük bölümünde olduğu gibi, ‘iyi’, ‘doğru’ haberin kriterlerini, kurallarını belirlemeye çalışmak, öncelikle şu düşünceleri ön kabul olarak almak demektir;
    1- “iyi”, “doğru”, “gerçek” haber diye mutlak kavramların olabileceği,
    2- Yine bu kavramlara karşılık gelecek haber üretiminin de mümkün  olabileceği,
    3- Basın Ahlak İlkeleri’nin, “doğru”, “dürüst” bir gazeteciliğin yegâne sağlayıcısı oldukları…
     
     
    ELEŞTİREL YAKLAŞIM
    Eleştirel yaklaşım, haberin ‘gerçek’in kendisi olduğu düşüncesini reddeder. Haber, gerçeğin yeniden inşasıdır. Dolayısıyla ‘gerçeği’ olduğu gibi yansıtan bir haber biçiminden söz edilemez. Ayrıca habercinin tarafsız olabileceği düşüncesini de reddeder. Habercinin de bir ideolojisi vardır ve haber, her şey önce dili kullandığı için önce toplumdaki baskın ideolojiden, sonra da habercinin ideolojisinden bağımsız olamaz. Habercilikte standart kurallar, haberi ‘doğru’ ve ‘tarafsız’ kılmaz. Aksine bu kurallar, değerler ya da kriterler, haberdeki yanlılığı gizlemenin araçlarına dönüşmüştür.
    Her gün meydana gelen yüzlerce olaydan hangilerinin haber olarak seçileceğini belirleyen haber değeri kriterleri, hangi konuda kimin görüşüne başvurulacağını belirleyen ‘akredite haber kaynağı’ tanımı, haberlerin manşette ya da iç sayfalarda değerlendirilmesini sağlayan ‘öncelik sıralaması’ ya da hiyerarşisi, tekelci piyasa koşulları içinde işleyen bir medya ortamında biçimlenmiştir. Bu kriterlerin bir sonucu olarak haber metinleri, ekonomik ve siyasal iktidarı ve egemen söylemi yeniden üreten metinlerdir. Haberler, söylem seçkinlerinin görüşlerine başvurularak oluşturulur ve onların iktidarı yeniden kurulur.

     

     
    EKONOMİK VE SİYASAL GÜCÜN ROLÜ
    Ekonomik ve siyasal güce sahip olmayan (kadınlar, çocuklar, yoksullar, işçiler, engelliler ya da muhalifler) medyada ancak olumsuz biçimde haber olurlar. Yoksullukları nedeniyle muhtaç duruma düştüklerinde, cinayete kurban gittikleri ya da istismar edildiklerinde haber bültenleri ya da gazete sayfalarında görünürler.
    Bu durumlar dışında görüşlerine çok az başvurulur.
    Hatta kurban olduklarında bile yaşadıkları mağduriyeti kendi dillerinden anlatmak imkânına sahip olamazlar. İşte bu nedenle haberin kendisinin –kasıtlı bir manipülasyon çabası olmasa da – yalnızca belli kesimlerin sesine kulak veren, yanlı ve dolayısıyla hak ihlalleri içeren metinler oldukları kabul edilmektedir. Eleştirel yaklaşımın medyanın iktidar/ideolojiyle olan ilişkisi ve haber metinlerinin yapısal olarak yanlılık taşıyan metinler olduğuna ilişkin görüşleri, ideolojiyle ilgili çalışmaların da yoğunlaşmasıyla büyük ölçüde kabul görmüştür. Şimdi üzerinde durulan şey, haberde yapısal yanlılığa neden olan profesyonel haber pratiklerinin dönüştürülmesi çabasıdır. ‘Alternatif habercilik’, ‘hak haberciliği’, ‘barış gazeteciliği’ gibi isimler altında habercilikte yeni arayışlara tanık olunmaktadır.

     

     
    HAK HABERCİLİĞİ
    ‘Hak haberciliği’ kavramına Bağımsız İletişim Ağı (BİA2)’nın isim babalığı/anneliği yaptığı söylenebilir. Farklı bir habercilik anlayışını tartışan BİA, geçtiğimiz yıl İletişim Fakültesi öğrencilerine “Hak Haberciliği” ödülleri vererek, haberci adaylarının bu konuda bilinçlenmesine öncülük etmeye çalıştı.
    Hak haberciliği kavramı öncelikle, medya metinlerinin ve özelde de haber metinlerinin hak ihlalleriyle dolu olduğu düşüncesinden yola çıkmaktadır. Haberciler, kendilerine öğretilen egemen haber üretme ‘stratejileri’ne bağlı kalarak haber yaptıklarında, -bu yapının kendisinden kaynaklı olarak- hak ihlallerine neden olurlar. Haber etiğine ilişkin kurallar da bu hak ihlallerini engellemek için yeterli değildir. Çünkü bu durum haberin, etik olup olmamasından daha farklı bir şeydir. Haber metinleri etik kuralları ihlal etmediği durumlarda da hak ihlallerine neden olabilmektedirler.
    Örneğin son birkaç yıldır Batman’da yaşanan kadın ölümlerini, dokuz genç kızın intihar karşıtı eylemine kadar gündeme taşımamak bir hak ihlalidir. Haber değeri kriterleri açısından Batman’da yaşananlar, ölü sayısı ciddi rakamlara ulaşana kadar haber değeri taşımamıştır. Haberde kullanılan dil, farklılıkları ötekileştiren, ayrımcı bir dildir. Kadınlarla ilgili haberlerde bu ayrımcılığı açık biçimde görmek mümkündür.
    Haberlerde, kadınlar eğer fail konumundaysalar, metin içinde cinsiyetlerine yönelik bir vurgu neredeyse her zaman mevcuttur. “Kadın bakanın şaşırtan açıklaması”, “kadın bakan bir kadını kurtardı”, “kadın şoför alkollü çıktı”, “kızlar sokak ortasında kavga etti”… gibi örnekler medyada karşımıza çıkan haber başlıklarından bir kaçı.

     

    SAYFA BAŞINA GİTMEK İÇİN TIKLAYINIZ 
    HABER DİLİ
    Habercilikte standartlaşmış kurallar, haber dilini de belirler. Örneğin, siyasal iktidarın açıklamaları “belirtti”, “bildirdi”, “açıkladı” gibi kesinlik bildiren ifadelerle verilirken, sendikalar, işçi temsilcileri gibi sivil toplum örgütleri ve muhalif grupların açıklamaları iddia düzeyinde kalır. Bu sunuş biçimi, mevcut iktidarı meşrulaştırır, ona olan güveni tazeler. İktidar/güce sahip olmayanların düşünceleri, yapıp ettikleri ise en başından ikincil konuma itilir. Peki, hak haberciliği dediğimiz şey nedir?
    Hak haberciliği, haberdeki hak ihlallerini, ötekileştirmeyi, yok saymayı ortadan kaldırmak için belirli ilkeler, kurallar belirlemekten öte, habercilerin habere ve hak ihlaline bakışını değiştirecek girişimlere ihtiyaç duyulduğunun altını çizmektedir. Habercilik, yalnızca olay yerinde/anında olup biteni ‘doğru’ biçimde yansıtmanın ötesinde bir sorumluluk gerektirmekte, insan hak ve özgürlüklerine duyarlı bir bakış ve dilin yerleştirilmesi gerekmektedir.
     
     
    POZİTİF AYRIMCILIK VE MEDYA
    Hak haberciliği, medyanın tarafsız olamayacağı düşüncesini daha da ileriye taşıyarak, idealize edilen biçimiyle bir tarafsızlık söz konusu olsa bile, böyle bir tarafsızlığı hedeflememektedir. Medya, tarafsızlık bir yana, medyada sesini duyuramayanların, görünür olamayanların sesini duyurmak yönünde taraflı olmalıdır.
    Başka bir ifadeyle medyada pozitif ayrımcılık yapılmalıdır.
    Benzer biçimde barış gazeteciliği de yalnızca habercilerin değil, tüm medya çalışanlarının, savaşta tarafsız olmasını değil, barıştan yana tavır alması gereğini savunur.
    Hak haberciliği kavramı iki şeye işaret etmektedir.
    Birincisi, insan hakları ihlallerinin medya tarafından izlenmesi, haber yapılması, böylelikle korunup iyileştirilmelerine, demokratikleşmeye katkıda bulunulmasıdır. Başka bir ifadeyle medyanın insan hakları ihlalleri konusunda, bu alanda çalışan örgütlerle birlikte hareket ederek, ihlallerin önlenmesi için çalışması arzulanır.
    Yukarıda verilen Batman’da yaşanan kadın ölümleri örneğinde oldu gibi medyanın Batman’da yaşananları, ölü sayısının büyüklüğüne bakmaksızın takip etmesi, arkasında yatan nedenleri araştırması gerektiğini savunur.
    İkincisi ise ilkini bir adım daha ileriye götürerek, medyanın hem hak ihlallerinin takipçisi olması, hem de bizzat medya tarafından yapılan hak ihlallerinin de ortadan kalkması gibi bir düşünceyi ifade eder. İşte bizzat medya tarafından yapılan hak ihlallerini önlemin yolu da egemen haber pratiklerini, standart kuralları sorgulamak ve dönüştürmekten geçmektedir.
    BİA2 ve kadın örgütleri işe medyada kadınlara yönelik olarak kullanılan ayrımcı ifadeleri ortadan kaldırmaya çalışmakla başladılar. Kadının medyada görünür olması, kendini bir iktidarın dolayımına ihtiyaç olmaksızın ifade edebilmesinin yollarını aradılar. Bunun için kadınların kendi yayın organlarına sahip olmaları, kendi haberlerini kendilerinin yapması gibi yollar denendi. Ancak bu girişimler şunu gösterdi ki ana akım medyada bir değişiklik yaratılmadığı sürece, bu tür girişimlerin istenen hedefe ulaşabilmesi çok zor.
    Şimdi farklı bir habercilik anlayışının daha geniş kitlelere anlatılması ve bu habercilik örneklerinin çoğaltılması gerekmekte…
     
     
    İNSAN HAKLARINA DUYARLI HABERCİLİK
    Bunun için iletişim fakültelerinden başlayarak, medya çalışanlarına insan haklarına duyarlı bir habercilik anlayışı için eğitimler verilmesi başvurulabilecek yollardan biri.
    Nitekim BİA2 hem çeşitli seminerlerle, hem yayımladığı kitaplarla hak haberciliğini anlatmaya çalışmakta. Ancak, insan haklarına duyarlı bir haberciliğin yalnızca habercilerin eğitilmesi yoluyla sağlanabileceğini düşünmek, bizi liberal yaklaşım içinde anlattığımız ‘profesyonel sorumluluk modeli’ ile aynı noktaya getirmektedir.
    Daha açık bir ifadeyle, habercilerin insan haklarına duyarlı bir bakış geliştirmesi gereğine vurgu yaparak, sorumluluğu habercilerin omuzlarına yüklemektedir.

     

     
    BARIŞ GAZETECİLİĞİ
    Barış gazeteciliği, hak haberciliği gibi arayışlar, medyanın yarattığı hegemonyaya direnme, bir karşı hegemonya yaratabilme umudu olarak oldukça önemli çabalardır.
    Ancak medyanın ekonomik yapısını göz ardı ederek, habercilikte bir değişim yaratabilmek oldukça zordur. Habercilikte yeni arayışların, liberal yaklaşım içinde geliştirilen reform çabalarına yöneltilen eleştirilerden uzak kalabilmesi için ekonomi-politik yaklaşımla desteklenmeye ihtiyacı vardır.”
                YORUM:
                Akademik bir yaklaşımla yapılan bu araştırma da, tıpkı güncel versiyonları ve yakın dönem örnekleri gibi, gazeteciliği salt habercilik düzeyinde ele almakta, esas amaç, mana ve muhteva daraltmakta, güncel sorunlar irdelenmemekte ve adeta mukayesesiz bir mesleki kavram kargaşası ortaya çıkmaktadır.  
                Bu durum, şimdilerde yıkılma ve yok olma aşamasına gelen vahşi kapitalizm, insani değerler düşmanı sosyalizm, henüz net bir tanıma kavuşamamış liberalizm ve aleni insanlık düşmanlığı 70 yıllık uygulama sonucu sabit emperyalizm ile komünizmin (sömürgeciliğin) doğal ve beklenir sonucudur. Zira bunların tamamı hırs ve ihtirası öne çıkaran sistemlerdir. Oysa Türk İnkılâbı ‘insanı öne çıkaran’ ve ‘insan için devlet’ kavramını esas alan bir rejimdir. Ki, bu rejimin temeli ‘insanı yaşat ki devlet yaşasın’ inancını racidir.  
                Bu bağlamda mevcut medya insan hakları adalet ve hukuka da saygılı değildir. 
    Temeli Birinci Dünya Savaşı öncesine dayanan ve İkinci Dünya Savaşı ile ivme kazanan ‘yenidünya düzeni’ ütopyasınca üretilen hegemonik anlamda profesyonel gazetecilik, ilk bölümlerde tanımladığımız profesyonel sorumluluk ilkesini dejenere etmiş; İlerleyen süreçte gazetecilik haberciliğe, ‘objektif habercilik ve tarafsız yorumculuk’ da maalesef hâkim güç (iktidar) yalakalığı ile bir çeşit halk dalkavukluğuna dönüşmüştür. 
    Bu durum “liberal demokrasinin vazgeçilmez bir parçası olarak değerlendirilen gazetecilik ve daha genel anlamda medyanın (medyacılığın) güncel etki, rol ve işlevlerinin de sorgulanması sonucunu doğurmuş; Habercilik, hem medyanın ekonomik yapısı, hem de habercilik pratikleri açısından” yeniden masaya yatırılmasını zorunlu kılmıştır.
    Türk basın mevzuatı da 5680 Sayılı Kanunla başlayıp (1950) 5187 Sayılı yasaya (2004) kadar yaşanan süreç de, bu değişim ve dönüşümün olumsuz etkilerinden oldukça nasiplendi. Dünya örneklerinde olduğu gibi bizde de zaman içinde sektörde/medyada oluşan tekelleşme, düşüncelerin pazarda serbestçe dolaşımı ilkesini geçersiz kıldı. Buna paralel haber ve bilgi tekelleri oluştu. Tarihi ilkeler bir kenara itildi ve unutuldu. Böylece, gerçekten liberal yaklaşımın gazeteciliğe yüklediği işlevler tartışmalı hale gelerek sorunlaştı.
    Avrupa’nın yıllar sonra kavradığı, basın-yayın ve gazeteciliğin “kamu hizmeti”, ABD’ nin ise “toplumsal sorumluluk kuramı” adı altında karşımıza çıkardığı sözde yeni düşünceler aslında Türk İnkılâbının temel fikirleridir. Bu sözde yeni düşünceye göre (gazeteciler değil) haberciler her şeyden önce bir kamu hizmeti yapmaktadırlar ve kamunun çıkarlarını ön planda tutmak zorundadırlar. Yani çağdaş (!) denilen dünyanın bu gün geldiği nokta, Türkiye’nin ta 1930’larda bulunduğu ve yaşadığı noktadır. 
    SONUÇ: Bu gün kısaca ‘medya’ dediğimiz ancak, zaman içinde bütünüyle habercilik alanında kene gibi yoğunlaşan devasa bir sektöre dönüşen iş kolu; Ekonomik ve politik yapısını (sırtını) medya-iktidar/ideoloji ilişkisine dayamış bulunmaktadır. Bu meyanda halk arasında sıkça dile getirilen “medya-mafya-siyaset” söylemi boşuna değildir. Sektörün çıkar ilişkilerine dayalı bu yönü tabulaştırıldığı, tartışma dışı bırakıldığı ve bir nevi dokunulmazlık zırhına büründürüldüğü için görünen kısım sadece buz dağının su üstünü temsil eder. Görünmeyen yüzü çok, karmaşık, girift, karanlık, çözümsüz ve derindir.
    Mesele demokrasi, hukuk ve ahlaktan uzaklaşma, hegemonlaşma, tekelleşme ve tröstleşme sürecinde vuku bulan Liberalleşme sorunudur. Konuyla ilgili dışarıdan gelen eleştiriler ise, yaklaşımın basın özgürlüğünün temel kriter olarak gördüğü kitle iletişim araçlarının özel mülkiyet elinde bulunması düşüncesinden başlayarak, profesyonellik ideolojisini de sorgulamaktadır. Kitle iletişim araçlarının kâr amacı güden özel şirketlerin elinde olması, medyanın özgürlüğünü sağlamaktan çok, onu piyasa baskısı altına sokmuştur.
     
     
    MEDYANIN İŞTİGAL (FAALİYET) ALANI
    Oysa medyanın (gazeteciliğin) tarafsızlık ve bağımsızlığını koruyabilmesi ve bu özelliğin sürdürülebilir olabilmesi için medya şirketi, patronları, ortak ve iştirakçilerinin; Basımevi (matbaa), yayınevi, ajans, gazete, dergi, radyo, televizyon ve web dışında hiçbir imkan, kaynak, iş ve iştigale sahip olamamaları zorunludur. Aksi takdirde, yani medya patronlarının bakkal dükkanı dahil başkaca iktisadi, sınai ve taahhüt işleri yapmaları halinde bunlardan şantaj, baskı, rüşvet, istimal, yolsuzluk ve ülkemiz düşmanları ile iştirak ve işbirliği dahil her şey beklenebilir.  
    Tiraj/rating kaygısı, reklâm verenlerin baskısı, siyasal iktidarla olan ilişkiler basın özgürlüğünün önündeki temel engeller olarak durmaktadır. ‘Profesyonel sorumluluk’ ideolojisi ise bütün bu yapının sorumluluğunu habercilerin üzerine yüklemekte, haberde yanlılık/taraflılığı habercinin kasıtlı manipülasyon çabasına indirgemektedir.
    Oysaki haberciler ‘doğru’ ve ‘dürüst’ habercilik yapmayı ilke edinse bile medyanın yapısı ve hatta profesyonellik ilkelerinin kendisi bir yanlılığa nedendir. Liberal görüşe dayanan etik çalışmalarının büyük bölümünde olduğu gibi, ‘iyi’, ‘doğru’ haberin kriterlerini, kurallarını belirlemeye çalışmak, öncelikle şu düşünceleri ön kabul olarak almak demektir;
    Sorunsalın irdelenmesinde baz alınan ‘eleştirel yaklaşım’ haberin ‘gerçek’in ta kendisi olduğu düşüncesini reddetmektedir.
    Oysa burada söz konusu haberin kendisidir ve cereyan ediş biçimiyle verilmek, olduğu gibi kullanılmak zorundadır. Zira bu kamu vicdanının gereğidir. Ancak, haberle ilgili yorum ve köşe yazılarında farklı yönlerden incelenebilir, irdelenebilir, sebepleri üzerinde durulabilir ve farklı anlamlar yüklenerek; Kaynaklandığı sorun konusunda çözüm önerileri sunulabilir.
    Ancak haber bu yola tevessül edilmemesi gerekir.
    Zira objektif haberciliğin, doğrusal yönde gelişimini sürdürmesi lâzım gelen gerçek gazeteciliğin icabı budur. Farklı yaklaşımlar ve haberi konjonktüre göre sil baştan yeniden oluşturarak vermenin etikle bağdaşır yönü yoktur.
    Bu teşebbüs toplumu rencide ve kamu vicdanını rahatsız eder.
     
     
    BİLİM DIŞI YAKLAŞIMLAR 
    Sektör iddiaları arasında ‘haber, gerçeğin yeniden inşasıdır’ tezi vardır. Dolayısıyla ‘gerçeği’ olduğu gibi yansıtan bir haber biçiminden söz edilemez, denilmektedir. Ayrıca güncel görüş, habercinin tarafsız olabileceği düşüncesini de reddederler. Mevcut sektör ve (zihniyete paralel öğrenci yetiştiren) bilişim-eğitim kurumlarına göre: Habercinin de bir ideolojisi vardır ve habercinin (gazetecinin değil) işini yaparken bunu dikkate alması son derece olağan ve doğaldır. Kaldı ki haber, haberci tarafından her şeyden önce kendi ideolojik dilini, kalıplarını kullandığı ve ideoloji doğrultusunda şekillendirdiği için önce toplumdaki baskın ideolojiden, sonra da habercinin ideolojisinden bağımsız olamaz. Habercilikte standart kurallar, haberi ‘doğru’ ve ‘tarafsız’ kılmaz. Aksine bu kurallar, değerler ya da kriterler, haberdeki yanlılığı gizlemenin araçlarına dönüşmüştür.”
    Yani bir anlamda günümüz gazeteciliği ve/veya haberciliğinin sadece demagogluk ve popülizm olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır. Ki, bu tür bir gazetecilik veya yayıncılığın hem dünya geneli ve hem de Türkiye düzleminde gerçekliği yoktur. İnandırıcılığı da olamaz.
    Yine bu sakat zihniyete göre: (maalesef yaşanan gerçek budur) “Haber metinleri, ekonomik ve siyasal iktidarı ve egemen söylemi yeniden üreten metinlerdir. Haberler, söylem seçkinlerinin görüşlerine başvurularak oluşturulur ve onların iktidarı yeniden kurulur.” Bu da, dördüncü güç bağlamında bilimsel bir gerçek ve doğal bir gerek olarak topluma sunulmakta, böylece medya patronları tarafından kurulu ‘saadet zinciri’ her şeye rağmen korunmaya ve sürdürülmeye çalışılmaktadır. 
     
     
    BU BİR KAOSTUR
    İşte bu nedenle haberin kendisinin –kasıtlı bir manipülasyon çabası olmasa da – yalnızca belli kesimlerin sesine kulak veren, yanlı ve dolayısıyla hak ihlalleri içeren metinler oldukları kabul edilmekte ve haklı gösterilmeye çalışılmaktadır.
    Bu çabasını inat ve ısrarla sürdüren günümüz medya patronlarının büyük bölümü, yani kartel medyası (akredite basın) siyaset ve ticaretin her alanına yayılmış, topumu ulusal ve uluslar arası şirket ve iştirakleri ile adeta ahtapotun kolları gibi sarmış bulunmaktadır.
    Hatta o derece ileri giden medya patronları vardır ki, bu gücünü hükümetler üzerinde baskı kurmak, devlet ihaleleri almak, kamudan çıkar sağlamak, küresel emperyalist güçlerin manipülasyonu doğrultusunda yönlendirmeler yapmak, psikolojik savaşa alet olmak, daha da tatmin olmazlarsa şantaj ve darbe yaptırmaya kadar kullanabilmektedirler.
     
     
    ÜLKE VE DÜNYA BARIŞI İÇİN BÜYÜK TEHLİKE
    Bu durum, her şeyden önce yerel devletler ve dünya barışı için büyük bir tehdit ve tehlikedir. Ama maalesef ülkemiz ve dünyada medya, içerik, kapsam, anlam-kavramı, güç ve bağlam olarak bu tehlikeli noktaya kadar taşınmıştır. Bunun başta gelen nedeni: İlmi kalite, siyasi yeterlik, şahsiyet ve haysiyet yönünden yetersiz, buna mukabil ihtiraslı politikacılar yüzündendir. Çünkü onlar, iktidarı millete hizmet için değil çıkarları için istemektedirler.   
    Eleştirel yaklaşımın medyanın iktidar/ideolojiyle olan ilişkisi ve haber metinlerinin yapısal olarak yanlılık taşıyan metinler olduğuna ilişkin görüşleri, ideolojiyle ilgili açık eğilim çalışmaların da yoğunlaşmasıyla büyük ölçüde kabul görmüştür. Şimdi üzerinde durulan şey, haberde yapısal yanlılığa neden olan profesyonel haber pratiklerinin dönüştürülmesi çabasıdır. ‘Alternatif habercilik’, ‘hak haberciliği’, ‘barış gazeteciliği’ gibi isimler altında habercilikte yeni arayışlara tanık olunmaktadır.
    Şimdi nasıl, iflas eden 48 yıllık siyasetin yeniden yapılanması zorunlu hale geldi ise, gazetecilik, basın ve genel olarak medyanın da kendini toparlaması, yukarda ve aşağıda açıklanan temel ilkeler dâhilinde bir özeleştiri yapması ve kendi içinde bir sorgulama ve yargılama cihetine gitmesi lazımdır.  
    Bu özeleştiri objektif norm ve kriterler çerçevesinde gerçekleşir, politize oluş, Türkiye aleyhine angajmanlara girmiş, iş takipçisi, soygun-vurgun şebekesi ve şantaj organizasyonuna dönmüş paçavralar temizlenip, ayıklanabilirse eğer, basın camiası kendini kurtarabilir. 
    Kaldı ki medyanın bu özeleştiri, kendini bulma, kişilik ve kimlik kazanma çabası; Hem hak ihlallerinin takipçisi olması, hem de bizzat medya (kendi camiası) tarafından yapılan hak ihlallerinin de ortadan kalkması gibi bir iyi niyet, yaklaşım ve düşünceyi ifade eder. İşte bizzat medya tarafından yapılan hak ihlallerini önlemenin yolu da egemen haber pratiklerini, yukarda vazedilen ilkeler doğrultusunda mevcut aykırı standart ve olumsuz kuralları sorgulamak, yargılamak ve dönüştürmekten geçmektedir.
     
     
    ANADOLU BASINI MESELESİ!..
               Çalışmanın sonuna yaklaşırken burada iki önemli meseleyi vurgulamak isterim.
    Bunlardan birincisi aidiyet –bir başka anlatımla- anlayış (format) ve tiraj konusu, diğeri de giderek üzerindeki baskılar yoğunlaşan ve hayat damarları kopartılmaya çalışılan Anadolu Basını meselesidir.
    Buna göre: Genel söylem itibarıyla ‘Ali Kemal Medyası’, ‘akredite basın’ veya çok daha yaygın bir ifadeyle: “Türkiye de Türkçe yayın yapan kökü dışarıda yabancı medya” nın günlük tirajı 3 milyon civarında; Ülkemiz ve halkımız adına tarihi trendini ısrarla sürdüren ve ilkelerini kamu yararı yönünde koruyan ‘milliyetçi, sağcı veya ulusal’ diye muhtelif tarz, format ve biçimlerde tanımlayabileceğimiz milli basının tirajı ise, 60-70 bin dolayındadır. 
    Keza, benzer formatta yayın yapan Radyo ve Televizyonların da izlenme ve dinlenme oranları buna paralel olup; Akil insanlar arasında bu durum büyük kaygı yaratmaktadır.
    Şu kadar ki, söz konusu okuma, dinleme ve izleme oranları genel nüfus ile birey bazında kıyaslandığında, 3 milyon dolayında satış yapan, çokça dinlenen ve yoğunlukla izlenen medyanın inandırıcı ve belirleyici olmadığı gözlendiğinden, bu bir teselli unsuru olarak görülmektedir.
    Anadolu Basını’na gelince:
    Özellikle son 7-8 yıldır ulusal basın dediğimiz kartel medyası yerel ve bölgesel basını ele geçirebilmek için büyük bir çaba içine girmiş bulunmaktadır. Bir şekilde satın aldığı mahalli ve bölge gazetelerini ya derhal kendine benzetmekte veya kapatmaktadır. Onun için önemli olan, her şeyden önce “namuslu-dürüst, demokrat ve milli” basını susturmaktır. Buna muvaffak olamadığı taktirde bazı kampanya ve furyalarla Anadolu Basınını sesini kısmaya teşebbüs etmektedir.
    Son yılların en hain kalkışması da mahalli basının gelir kaynaklarını kurutmaktır.
    Hedef: Yerel Basın’ın mahalli ilan kaynaklarını kendine yönlendirmek, bu da mümkün olamıyorsa askı metodunu yaymaktır. Bu hususta enteresan örnekler yaşanmakta, örneğin bazı ilanların ‘tirajı en az 10 bin olan ulusal bir gazetede yayınlanması’ gibi şartlar ihtiva ettiği sıkça görülmektedir. Bunun gibi kısıtlayıcı ve sınırlayıcı tasarruflardan amaç, sadece ve yalnızca Anadolu Basını köreltmek, dumura uğratmak ve etkisizleştirmektir.
    Görülen o ki, mesele bununla da kalmamakta akredite medya mahalli basın kuruluşları ve yerel medya derneklerine sızmakta, fitne-fesat yaratmakta ve tesanüdü bozmak için elinden gelen her şeyi yapmaktadır.
    Bu teşebbüslerin pek çok amacı ve anlamı vardır. En önde geleni ise mevcut ve mer’i mevzuat uyarı oldukça büyüyen pastayı yandaşlarla paylaşmak, etki alanını mümkün olduğu kadar genişletmek, gücünü ülkeyi idare etme ve siyaseti belirleme yönünde kullanmak.    
    İZLENMESİ GEREKEN İLKELER:
    Bu çalışmada üç ayrı ilkeler grubu yerine göre açıklandı, değerli, dikkatli ve bilinçli okuyucuların mukayesesine sunuldu. Son olarak “Basın Konseyi Sözleşemesi” ni imzalayanların uymak zorunda (!) oldukları ilkeleri dikkatinize arz edeceğim. Böylece, umarım Türk ve/veya Türkiye medyasının içinde bulunduğu durumu, uyguladığı ilkeleri veya ilkesizliği daha iyi görür, anlar ve bundan böyle hangi gazeteyi okuyup, hangi radyoyu dinleyeceğinize ve hangi kanalı izleyeceğinize daha sağlıklı ve bilinçli olarak karar verirsiniz.
    BU KARARINIZ ÇOK ÖNEMLİDİR!...
    Evet, alacağınız gazete (ister okumak, ister resimlerine bakmak veya temizlik işlerinde kullanmak için alın), dinleyeceğiniz radyo ve izleyeceğini kanal çok önemlidir. Şunu asla unutmayınız ve göz ardı etmeyiniz ki: Asırlardır düşman bizim zaaflarımızdan yararlanmakta ve bilinçsizliğimizden beslenmektedir. Bu onursuzluk ve şuursuzluğa tamamı müthiş derece milliyetçi ve ulusalcı olan ABD ve AB ülkelerinde asla rastlayamazsınız. Peki, bizde niye?
    Türk’ler mutlaka ‘Türk, Türkiye, Din, değer ve ahlak düşmanlarından” daha onurlu, sorumlu ve duyarlıdır. Bu muhakkak!.. Haydi, şimdi bu hassasiyetimizi hayata geçirelim.  
    Basın konseyi sözleşmesini imzalayanların uymak zorunda oldukları ilkeler;
    0
    1. Yayınlarda hiç kimse; ırkı, cinsiyeti, yaşı, sağlığı, bedensel özrü, sosyal düzeyi ve dini inançları nedeniyle kınanamaz, aşağılanamaz.
    02. Düşünce, vicdan ve ifade özgürlüğünü sınırlayıcı; genel ahlak anlayışını, din duygularını, aile kurumunun temel dayanaklarını sarsıcı ya da incitici yayın yapılamaz.
    03. Kamusal bir görev olan gazetecilik, ahlaka aykırı özel amaç ve çıkarlara alet edilemez.
    04. Kişileri ve kuruluşları, eleştiri sınırlarının ötesinde küçük düşüren, aşağılayan veya iftira niteliği taşıyan ifadelere yer verilemez.
    05. Kişilerin özel yaşamı, kamu çıkarlarının gerektirdiği durumlar dışında, yayın konusu olamaz.
    06. Soruşturulması gazetecilik olanakları içinde bulunan haberler, soruşturulmaksızın veya doğruluğuna emin olmaksızın yayınlanamaz.
    07. Saklı kalması kaydıyla verilen bilgiler, kamu yararı ciddi bir biçimde gerektirmedikçe yayınlanamaz.
    08. Bir basın organının dağıtım süreci tamamlanmadan o basın organının özel çabalarla gerçekleştirdiği ürün, bir başka basın organı tarafından kendi ürünüymüş gibi kamuoyuna sunulamaz. ajanslardan alınan özel ürünlerin kaynağının belirtilmesine özen gösterilir.
    09. Suçlu olduğu yargı kararıyla belirlenmedikçe hiç kimse suçlu ilan edilemez.
    10. Yasaların suç saydığı eylemler, gerçek olduğuna inandırıcı makul nedenler bulunmadıkça kimseye atfedilemez.
    11. Gazeteci, kaynaklarının gizliliğini korur. kaynağın kamuoyunu kişisel, siyasal ekonomik vb. nedenlerle yanıltmayı amaçladığı haller bunun dışındadır.
    12. Gazeteci görevini, taşıdığı sıfatın saygınlığına gölge düşürebilecek yöntem ve tutumlarla yapmaktan sakınır.
    13. Şiddet ve zorbalığı özendirici, insani değerleri incitici yayın yapmaktan kaçınılır.
    14. İlan ve reklam niteliğindeki yayınların bu nitelikleri, tereddüde yer bırakmayacak şekilde belirtilir.
    15. Yayın tarihi için konan zaman kaydına saygı gösterilir.
    16. Basın organları, yanlış yayınlardan kaynaklanan cevap ve tekzip hakkına saygı duyarlar.

     

    DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    15

    FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    Mustafa Nevruz SINACI
    Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ
    Galip BARAN TARHAN ERDEM'İN YAZISI IŞIĞINDA; SINACI'YA ÖĞÜTLER VE HATIRLATMALAR
    Sayın Mustafa Nevruz SINACI,
    Siyaset Bilimci, Hukukçu, Araştırmacı-Yazar
    Bilinç Üniversitesi Rektör Yardımcısı
    ANKARA
    Ekli yazıda, Tarhan Erdem, poliste ve cezaevinde ölen genç bir adamla ilgili yazısında, Başbakan, içişleri ve Adalet Bakanlarına istifa etmelerini önermiş...
    Bizim ülkemizde, siyaset erbabının öyle kolay kolay istifa etmeyeceği bellidir. Bu konuda, rahmetli Ecevit'in Erbakan'la kurduğu hükümeti "hükümet etme anlayışımız farklı" diyerek bozduğunu, istifa ettiğini hatırlıyorum.
    Sayın Erdem yazısının bir yerinde, "Adalet Bakanına soruşturma açmış (biz ne soruşturmalar duyduk); İçişleri Bakanı suskun! Basına yansıyanlardan ilgili Bakanların, sorumluluk alanlarındaki bu yüz karası olayla kendilerini ilgili görmedikleri anlaşılıyor!
    Oysa böyle bir olayda bakanlar istifa ederse, polis ve infaz kurumları da yaptıklarından devletin utandığını anlar, bunu bilerek görev yaparlar!"demiş olduğu görülüyor.
    Olaya bir de bizim açımızdan bakalım: Yalnız sıradan olanların değil, trafik ve çevik kuvvet polislerinin hatta avukatların (hukuk fakültesi mezunlarının) bile kural çiğnedikleri, yasalara uymadıkları biliyoruz. Bende fotoğrafları var. Bu durumu sen de Kızılay da gözleyebilirsin.
    Bu gerçek karşısında çok sağlam ve avantajlı bir konumdayız, bana göre…
    Bu devletin polisleri ile Başbakanı, İçişleri Bakanı ve Adalet Bakanı arasında yasa bilgisi, anlayışı, bilinci bağlamında bir fark olmadığının farkındayım.
    Bir insan Başbakan, İçişleri veya Adalet Bakanı oldu diye bilinçlenemez ki. Başbakan, İçişleri, Adalet Bakanı olmazdan önce ne ise, odur. Bu değişmez...
    Sayın SINACI,
    Eğer sen Trafik Yasası'nın yayalarla ilgili kırmızı ışık kuralına uymuyorsan, (Trafik yasası bir bütündür. Yasanın bir kuralına uyup diğerine uymamanın bir anlamı yoktur) ya da uysan bile uymayanı en azından uyarmıyorsan, Avukat veya Hukukçu SINACI olsan bile, Bilinç Ünivesitesi'nden SIFIR alırsın...
    Bu durum karşısında, "Devlet" olabilmenin "olmazsa olmaz" şartı olan "yasa" konusunda öğrendiklerimizi, bildiklerimizi yaşama geçirme yükümlülüğümüz, sorumluluğumuz var.
    Bu konuda Başbakan, İçişleri Bakanı ve Adalet Bakanından da biz sorumluyuz.
    Sayın Ergün Arıkdal'ın bu konuda söylediklerini bir hatırlayalım:
    "Şimdi daha pratik bir şey söyleyeyim. Bir trafik yasası çıkarılıyor, değil mi?
    Ancak bu cezalarla trafiği düzeltmek asla mümkün olmayacaktır, bakın istatistiklere, daha fazla kaza olacağını göreceksiniz. Bu insanlar cezayla, canı yanarak, maddesinden zarar vererek, egoizmasından (bencilliğinden) veya nefsaniyetinden veya menfaatinden yoksun bırakılarak terbiye edilmek istenmektedir.
    Bu çok yanlış bir iştir.
    Çünkü yönlendirici olmaları gerekenlerin ilkeleri, prensipleri yoktur. Her şeyden önce topluma trafik ilkesinin, prensibinin öğretilmesi gerekir. Trafiğin ne olduğunun anlatılması gerekir.
    Bunu bize kim anlatacak?
    Bu işi hiç bilmeyen, bir türlü öğrenememiş olanlar mı? Zaten bilseler bu şekilde yani cezaları artırarak eğitim vermeyi amaçlayan yasa tasarıları hazırlamazlar. Eğitim mükâfatla da cezayla da olmaz.
    Eğitim şuurlu bir iştir. Bilgi, ancak şuur vasıtasıyla, bir anlayışla elde edilir. Siz anlayışları artırıcı imkanları sağlarsanız; onlar da ilkelerdir, prensiplerdir. İşte o zaman bir gelişim sağlanır.
    Sayın Arıkdal'ın bu yazısında "eğitim şuurlu bir iştir" derken bizleri, Bilinç Üniversitesi'ni kastettiğini düşünüyorum...
    Bu nedenle, "Yasa bilinci" ve "yasa bağımlılığı" gibi kavramlarını yaşama geçirme konusunda Bilinç Üniversitesi olarak hemen harekete geçmeliyiz.
    Polisle, jandarmayla, iç güvenlikle ilgili kurumların tümünü bu konuda bir tür yakın işbirliği, eşgüdüm, takip ve baskı altına almalıyız.
    İçişleri ve Adalet Bakanları ile Emniyet Genel Müdürlüğü nezdinde girişimde bulunup polis kolejlerinde, polis Akademisi'nde "Yasa Bilinci" ve "Yasa Bağımlılığı" kavramlarıyla ilgili konferanslar düzenlemeliyiz. Bu kavramları nasıl ürettiğimizi ileride Başbakan, İçişleri, Adalet Bakanı, Emniyet Genel Müdürü ya da Emniyet Müdürü olacak gençlere anlatmalı, onları bugünden bilgilendirmeliyiz.
    Ta ki; bu ülkede, herkesten önce iç güvenlik görevlileri, "Yasa Bağımlısı" olamasalar bile "Yasa Bilinci"nin ne olduğunu öğrensinler. Öyle ki, üst düzey yetkililere istifa etmeleri önerilmesin.
    Sayın SINACI, masa telefonunun gene çalışmıyor, yine birisi ahizeyi açık bırakmış anlaşılan, bilesin. Bana, bu gibi durumlarda sana ulaşmamı sağlayacak bir komşu telefonu numarası versen nasıl olur....
    Galip BARAN
    Bilinç Üniversitesi Rektörü
    Galip'tir bu yolda MAĞLUP. Nam-ı diğer DELİ GALİP
    Gönderen "BİLİNÇ ÜNİVERSİTESİ" TÜRKİYE //

     

    DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

     16

    FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    Mustafa Nevruz SINACI
    Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ
    BM GÜVENLİK KONSEYİ GEÇİCİ ÜYELİĞİ
                Türkiye BM Güvenlik Konseyi'nin 2009-2010 Dönemi Geçici Üyeliğine Seçildi
                Geçtiğimiz Cuma (17 Ekim 2008) günü BM Genel Kurulunda yapılan oylamada Türkiye 192 oyun 151'ini alarak Güvenlik Konseyi'nin 2009-2010 dönemi geçici üyeliğine seçildi. 1961'den bu yana Konsey'de görev almayan Türkiye, Batı Avrupa ve Diğer Ülkeler Grubundan seçildi. 1 Ocak 2009'da göreve başlayacak olan ülkemiz için bu haber millete moral oldu. Özellikle 85. kuruluş yılına yaklaştığımız günlerde çok sevindirici bir gelişme.
    Genel Kurul'da aldığımız 151 oy, uluslararası politikadaki saygınlığımızın açık bir göstergesidir. Zira, B.M. Güvenlik Konseyi'nde en son görev yaptığımızdan bu yana yarım asır geçse de, bu süre zarfında gerek bölgemizde gerekse dünyanın çeşitli yerlerinde yaşanan krizlerde öncülük ettiğimiz barışı koruma ve çatışmaları önleme rolünün şimdi geldiğimiz noktada çok etkili olduğunu görüyoruz. Ayrıca, Türkiye'nin katılımıyla 2009-2010 döneminde BM reform programında kayda değer adımların atılacağına inancımız sonsuzdur. Uluslararası kamuoyunda ülkemizin prestijini arttıracak bu gelişmenin gerçekleşmesi için bizim lehimize oy veren ülkelere Türk milleti olarak teşekkür etmeyi bir borç biliriz.
                MANA VE MUHTEVA
                Malum BM Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesi ABD gasp ve işgalcilikle, İngiltere ve Rusya sömürgecilikle, Çin 35 milyon Türk’e karşı esaret ve zulümle, Fransa  çifte standart, ikiyüzlü ve kalleş politikalar ile maruf. Konseyin bu adaletsiz ve faziletsiz daimi üyeleri yüzünden dünyada adalet, hakkaniyet ve hukuk kalmadı. İnsan hakları, evrensel hukuk ve adalet ahlakı hükümlerine aykırı olarak konseyde veto hakkına sahip işbu sözde kurucular dışında, dünyanın ümidi 10 geçici üyede. Artık Türkiye de bunlardan biri.
                Ancak BM Antlaşması gereği geçici üyeler, 5 kıtayı temsilen ikişer yıllığına rotasyon usulü seçilerek görev yapıyor. Aday ülkenin seçilebilmesi üyelerin en az üçte ikisinin oyuyla mümkün. Fakat bu süreçte Türkiye'nin diplomatik düzeyde yürüttüğü çabalara gölge düşüren bazı iç ve Yunanistan (GKRY) gibi dış mihraklar oldu maalesef. Ucu terör ve tedhiş örgütü tahkimatına dayalı muhalif unsurlar BM'nin en önemli organına katılma çabamızın önünde ciddi engel, yalan-iftira ve fesat barikatı oluşturdular. Türkiye bunu unutmamalıdır.
                Bu melanet unsurların iddiası, “Türkiye’nin üyelik için, öncelikle insan (!) haklarına (kastettikleri insan hakları falan değil, terör ve tedhiş yaltakçılığıdır) uluslararası hukuka (!) ve evrensel insanlık değerlerine saygısını, tüm uluslararası insan hakları sözleşmelerini onaylayarak kanıtlamak zorundadır” biçimindeydi. Onaylanması istenen sözleşmelerin başında: “TC’nin egemenlik ve hükümranlık haklarına aykırı” Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM), Roma Statüsü gelmektedir.. Bunlar; Terör ve tedhiş örgütünün ihtiras derecesinde talep ve telkin ettiği Mülteciler Yüksek Komiserliği konusunda henüz bir anlaşmanın olmamasını, “şimdiye dek GK'ne üye olan ülkelerin hiçbirinde böyle bir durum yoktur' savı ile karşı propaganda konusu yapmışlardır. Dahası bu platformlarda Türkiye Irkçılık, işkence, Milliyetçilik ve soykırımla suçlanmıştır. Şu kertede bu da asla unutulmamalıdır!..
    OYSA: Türkiye, BM Güvenlik Konseyinde 1951-1952, 1954-1955 dönemleri ve son olarak 1961 yılında Polonya ile paylaşılan 1 yıllık üyeliğiyle tecrübe kazanmış, temayüz etmiş, umur-u devlet ilkesi ve kadim siyaset geleneği olan, imparatorluk bakiyesi saygın bir Adalet ve Hukuk Devletidir. Dönem itibarıyla Türkiye’nin geçici üyeliği bile dünya barışı için özgürlük ve güvenlik bağlamında çok büyük bir atılım ve açılım fırsatı yaratacaktır. 
    Kaldı ki, Dışişleri Bakanı Ali Babacan, Türkiye’nin üyeliği için yapılan lobi faaliyeti ve kulis çalışmalarına 50 milyon dolar harcandığını açıkladı. Yaşadığımız siyasi, sosyal, kronik ekonomik ve güvenlik krizi sürecinde bu, millet için çok büyük fedakârlıktır. Oysa konseye seçilmek için 128 oy yeterliydi. Şimdi Oradan, Türk-İslâm ve TC düşmanlarını, haçlı ruhu ile ruhlanan ‘İslâmofobi’ simsarlarını ve azgın emperyalistleri hizaya getirme zamanıdır.
    Tek mesele: BM Güvenlik Konseyinde dört başı mamur bir, Türkçe duruştur.

    DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

     17

    FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    Mustafa Nevruz SINACI
    Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ

    TERÖR ÖRGÜTÜNE 10 MİLYON EURO

    Bakan Mehmet Ali Şahin "PKK'ya tavır almazsanız küçük düşersiniz" diyor.
    Edilen sözün sebebi hikmeti şu: “Belçika'nın, 1996 yılında 'Sputnik Operasyonu' ile el koyduğu 10 milyon Euro'yu şimdi bölücü terör örgütü PKK'ya iade etme ihtimali..”
    İhtimalin ötesinde; İadeye makul bir kılıf bulunması veya bizim deyimimizle ‘kitabına uydurulması’ halinde bu para terör-tedhiş örgütüne bal gibi gidecek ve Mehmetçiğe karşı mermi olup gelecek. Olay 06 Ekim 2008 günü basına sızdı. Ertesi gün AB, üç gün sonra, 11’inde de Türk ve dünya kamuoyu (medyasında) yer aldı. İlk tepki doğal olarak konuyla doğrudan ilgili ve hukuki muhatap, Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’den geldi. Şahin, Belçika'da Operasyon ile El Konulan PKK Terör Örgütüne Ait 10 Milyon Euro'nun Örgüte İade Edilme İhtimalinin Belirmesine Sert Cevap Verdi. İşte o “SERT CEVAP!..”
    Karabük'ün Safranbolu ilçesinde 10-12 Ekim tarihleri arasında yapılan Uluslararası 9. Altın Safran belgesel Film festivali etkinliklerine katılmak üzere gelen Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, Belçika'da operasyon ile el konulan PKK terör örgütüne ait 10 Milyon Euro'nun örgüte iade edilme ihtimaline dair bir gazeteci tarafından sorulan soruya sert cevap verdi:
    "Avrupa Birliği ve üye ülkelerini bu bağlamda küçük düşürücü tavır olur"
    Şahin devamla: “Biraz önce yolda öğrendim. Büyükelçimizden aldığımız bilgi kadarıyla, Belçika bu parayı, bu konuyu Lüksemburg'a devretmiş. Henüz bana anlatıldığı kadarıyla kesinleşmiş bir karar yok. Türk Dışişleri, bu konuyu diplomatik yoldan çözmek ve engellemek için yoğun bir çaba içinde. Adalet Bakanlığı olarak bize bir görev düşerse yerine getiririz. Bu tamamen Dışişlerimizin ve büyük elçiliğimizin takip edeceği bir konu…
    Özellikle AB ülkelerinin ve AB'nin PKK'nın terör örgütü olduğuna dair kararın arkasında durmalarını ve teröre destekleyen yayın organlarına para aktarımı ile ilgili bir takım tasarruflara mani olmalarını, Türkiye olarak bekliyoruz. Aksi halde AB ve üye ülkeler tutarsız bir tavır sergilemiş olurlar ki bu, AB ve üye ülkeleri, bu bağlamda küçük düşürücü bir tavır olur. Bir saat önce büyükelçimiz Fuat Bey'den aldığım bu bilgiler, bu istikamettedir. Bu konuyu yakından takip ediyorlar" demiş…

    BAKAN ŞAHİN " SİNEMA YÖNETMENLERİNE GIPTA İLE BAKIYORUM"
    Bakan Şahin, daha sonra Bağlar semti Arslanlar Kültür Merkezi'nde yaptığı konuşmada da, "Siyaseti seçmemiş olsaydım, belgesel film festivaline katılan yapımcı arkadaşlardan biri olabilirdim" dedi ve devamla: "Safranbolulu olmak bir ayrıcalıktır. Ama her ayrıcalığın bir sorumluluğu var. Safranbolulular bu sorumluluklarının gereği olarak bugüne kadar tarihi varlıklarını korudular. Onların yok olmaması için önlem aldılar. Ben sinema sanatını evrensel bir sanat olarak görüyorum. İnsanoğlunun birbiriyle şu anda çok iyi anlaşabileceği iki lisan var. Birisi kültür, sanat diğeri spordur, eğer siyaseti seçmemiş olsaydım, ben de bu festivale katılan yapımcılardan biri olabilirdim” dedi ve daha sonra festival meşalesini yakan "Asya Rüzgârı 21" Japon grubu kimono defilesini izledi.

    ŞİMDİ BAKAN’A SORULUR:
    On milyon euro kaç mermi, ne kadar mühimmat ve teçhizat eder? Anarşi, terör ve tedhiş örgütü için kaç lejyonerin maaş ve masrafını karşılar? Bu hain tahkimatın Türk Ordusu, masum ve mazlum halkı ile güvenlik kuvvetlerine tevcihinin maliyet ve tahribatı ne olur?
    Bakan ‘paranın iadesi halinde’ Belçika ve AB’nin ‘küçük düşeceğini” söylüyor.Ya önlem alınmaz ve ‘ne pahasına olursa olsun, bu devasa miktar nakdin örgüt eline geçmesi’ halinde Türkiye’nin düşeceği durum!
    AB zaten pişkin, çok standartlı, ikiyüzlü, kalleş ve kancıktır. ABD’de öyle değil mi?
    Şu hale nazaran Türk hükümeti ilke, umur-u devlet onuru, görev ve sorumluluk idraki ile hareket ederek “her ne pahasına olursa olsun” bu iade ve intikali önlemek mecburiyetinde midir, yoksa değil midir? Mesela bir Japon için bu, “Sorumluluğun mutlak gereğidir” .
    Türk’e ise: “Daha sert cevap vermek ve icabında Osmanlı Tokadı” atmak yaraşır.

    DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

       18

    FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    Mustafa Nevruz SINACI
    Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ
    “HÜKÜMET VE HARAKİRİ” AKAN KANI DURDURMAK!...
     

    Mesele bir evrensel (uluslar arası) hukuk sorunu ise; İşte cevabı:
    ANARŞİ VE TERÖR KONUSU BM ANTLAŞMASI
    Madde 51- Bu Antlaşmanın hiçbir hükmü, Birleşmiş Milletler üyelerinden birinin silâhlı bir saldırıya hedef olması halinde, Güvenlik Konseyi uluslararası barış ve güvenliğin korunması için gerekli önlemleri alıncaya dek, bu üyenin doğal olan bireysel ya da ortak meşru savunma hakkına halel getirmez. Üyelerin bu meşru savunma hakkını kullanırken aldıkları önlemler hemen Güvenlik Konseyine bildirilir ve Konsey’in işbu Antlaşma gereğince uluslararası barış ve güvenliğin korunması ya da yeniden kurulması için gerekli göreceği biçimde her an hareket etme yetki ve görevini hiçbir biçimde etkilemez.
    11 Eylül (sözde) provokasyonundan bu yana ABD, uluslar arası onay görmüş bu hükme dayanarak dünyanın yarısında terör estirmekte, maddeyi (Antlaşma hükmünü) tepe-tepe kullanmakta ve pervasızca kan akıtmaktadır.
    Antlaşma hükmü gereği Türkiye Cumhuriyeti Ordusu’nun da, gerektiğinde sınır ötesi harekât için hukuki-siyasi bir prosedür veya TBMM’nin tezkeresine ihtiyacı yoktur. Var diyen yalan söyler. Şu hale nazaran; 44 yıldır TSK’nın her ihlâlde derhal Irak’a girme ve gerekirse mütecaviz (terör ve tehdit unsurlarını) Bağdat’a kadar izleme ve tümüyle yok etme, kökünü kurutma hakkı vardır.
    Ancak, (her ne hikmetse) TSK hukuken sabit uluslar arası yasal hakkını bu güne değin kullanmaktan kaçınmış ve illa hükümetlerden teskere beklemiştir. Bu atalet, kararsızlık ve pasif politikanın bedeli on-binlerce can, mal, ayni ve nakdi değer kaybıdır. Kaldı ki, bu hadisede sınır güvenliğini sağlamakla sorumlu İçişleri Bakanlığı (Polis-Jandarma) ve MİT’in bağlı bulunduğu Başbakanlığın da çok büyük hata, ihmal ve sorumluluğu vardır.
    Bu hata, ihmal ve sorumluluk sadece ve yalnızca RTE Hükümeti ile sınırlı değil; Bilakis 1968’den itibaren bütün İçişleri Bakanı ve Başbakanları şamil bulunmaktadır. Yani, ülkemiz ve milletimizi bunca acı, kayıp, ıstırap ve şeamete mahküm eden hadise çok derindir.
    Devlet Denetleme Kurullarını çalıştırmayan ve kurumlar arası Anayasal eşgüdüm ve koordinasyonu sağlamaktan imtina eden dönem Cumhurbaşkanları da sorumluluk sahibidir.
    Peki, bu hak (iç veya dış fark etmez) ‘hangi ihanet şebekeleri’ yüzünden kullanılmaz?
    Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, İçişleri Bakanlığı ve Genelkurmay bu hakkı ve uluslar arası hukukun hükmünü bilir. Yıllardır tehlikenin farkındadır. Kamu vicdanının bu kin, kan ve hain katliam karşısındaki duyarlık ve rahatsızlığının pek ala idrakindedir.
    Dahası Türk devleti, ulusu ve ordusu’nun konuyla ilgili düsturu “İstiyorsan eğer devlette sulh-ü salâh, hazır ol cenge her daim” biçiminde olup; Büyük önder Mareşal M. Kemal Atatürk’ün “Yurtta sulh cihanda sulh” vecizesi, güçlü kuvvetli, kudretli, kararlı, hâkim ve güvenlik sorunlarında tek hükümran; İç ve dış düşmana karşı daima hazır-nazır ve müteyakkız bir ordu anlamını taşır. O, halkı daima hükümetlere karşı uyanık ve dikkatli olmaya ve fakat Peygamber Ocağı “Türk Ordusuna” ilelebet inanmaya, dayanmaya, itimat etmeye ve güvenmeye çağırmıştır. Zira Türk milleti zaten topyekün bir ordudur.
    TSK’nın Cumhuriyeti koruma ve kollama görevinin sebep ve hikmeti budur.
    Evveli kırk yılı bulan ve ahirinde; Başta ABD, AB, İsrail ve Ermenistan’ın yardım ve yataklığı sayesinde ülkemizin parçalanmasını hedefleyen bu menfur anarşi, terör ve tedhiş örgütünün; TBMM çatısı dahil olmak üzere, alenen faaliyet gösterdiği alanlar, kurumlar, kuruluşlar, şahıslar, gizlendiği inler, girip-çıktığı ve kullandığı bütün mekanlar net olarak (mahalle muhtarından, jandarma, emniyet ve MİT tarafından) bilinir ve devletçe takip edilirken!... Niçin? 12 Eylül 1980’de olduğu gibi TOPYEKÜN üzerine gidilmez ve bir kaç günde bataklık kurutulmaz? Acaba milli hukukta uygun bir karine mi yoktur?
    Bunu iddia eden varsa kör, cahil, aptal ve dumur, değilse ihanetle maluldur!...
    BAKINIZ “Mustafa Kemal ATATÜRK” NE DİYOR:
     

    “Asıl önemli olan ve memleketi temelinden yıkan, halkını esir eden, içerdeki cephenin suskunluğudur. Bu itibarla, kendiniz için değil, bağlı bulunduğunuz ulus için elbirliği ile çalışınız. Çalışmaların en yükseği budur” DEVAMLA:
    “Kendiniz için değil, bağlı olduğumuz ulus için elbirliğiyle çalışınız, çalışmanın en yükseği budur.Bir adam ki, memleketin ve milletin saadetini düşünmek yerine daha çok kendini düşünür, bu adamın kıymeti ikinci derecededir.En iyi kişi, kendinden çok, bağlı olduğu toplumu düşünen, kendini onun varlığının ve mutluluğunun korunmasına adayan insandır.Hususi menfaat, ekseriya, umumi menfaatle tezat halinde olur.Ulusları yönetenler için ilk ve en zor görev, kişisel bencilliğe kapılmaktan kendilerini korumalarıdır.”der.
    Kaldı ki Cumhuriyet Anayasası ve TCK terör ve tedhişe karşı idam ve infaz dâhil her türlü hükümle tahkim edilidir. Sanıldığı gibi ne hükümetin, ne Jandarma, güvenlik teşkilatı ve ne de TSK’nın eli bağlı değildir. Olsa-olsa ‘devletin içine çöreklenmiş’ el bağlayan, yol kesen ve engel olan bir takım harici ve dâhili bedhahlar’ ile terör örgütüne yardım ve yataklık eden ayan-beyan eşkıya vardır. Devlette millet adına hüküm süren, maaş alan ve halkın sırtından geçinen (seçilmiş veya atanmış) istisnasız her kamu görevlisinin görevi “bu menfur unsur ve vatan hainlerini” deşifre etmek, yakalayıp yargı önüne taşımak değil midir? Aksi takdirde kendilerinin “vatan haini” sayılacaklarını; Bidayette halkın pasif direniş, meşru müdafaa ve müdahale hakkının olduğunu bunlar hiç bilmezler mi? Yoksa milleti ahmak mı sanırlar?
    YOK ÖYLE ŞEY!...

    Üç Ekim günü öğle vakti 15 askerimiz alçakça şehit edilmiş; 4 Ekim günü akredite medya hain körler ve aptal sağırları oynamış; Genelkurmay ciddiyet ve kararlılıkla bastırınca ancak aklını başına devşirebilmiştir. (Bak: 4 ve 5 Ekim tarihli gazeteler)
    Şimdi artık kimse çıkıp da “kanları yerde kalmayacak” diye millete yalan söylemesin.
    Buna hiç kimsenin hakkı da yok, yüzü de. Üstüne üstlük hala birileri kalkıp ta “Kürt sorunu var” demesin!.. İşte bunlar ihanet şebekelerinin menfur mensupları, politik-ACILARI veya şeytanın avukatlarıdır.
    Aciliyetine rağmen teskereyi 1 Ekim’de gündeme koymayanlar da sorgulanmalı!
    Dahası halk 40 yıldır ‘kullanılan’ bu dümenin iç yüzünü, 500 milyar doları aşan sarfını ve bu sarfiyatın kendisine olan maliyetini de çok iyi bilmektedir. Ümraniye soruşturması kapsamında ortaya çıkan belgeleri, iddiaları ve bu güne kadar gizlenen gerçekleri de…
    Bu kez onurlu ve sorumlu devlet organlarının resen inisiyatif kullanma ve hükümetin konuyla ilgili ihlas ve samimiyetini ortaya koyma zamanı gelmiştir. Her kurum ve kişinin anayasa ve kanunda yazılan görev ve yetkisi bellidir. Ya herkes “DERHAL” görevini yapsın veya onur, şeref ve haysiyet sahibi ise istifa edip gitsin. Aksi takdirde “yönetimi sorgulamak ve yargılamak üzere” Cumhuriyetin Savcı ve Yargıçları derhal harekete geçmek zorundadır.
     

    HÜKÜMETE GELİNCE:
    Bu kertede gerekli tedbir ve radikal kararlar alarak derhal uygulamaya koymak en başta hükümetin görevidir. Aksi takdirde aczini itiraf ve istifasını vermek zorundadır. Mevcut ve mer’i siyasi partiler bu neticeyi temine memur ve mecburdur. Aksi takdirde Türkiye de siyasi parti yok demektir. Peki, hükümet her iki formülden birini yapmazsa ne olur? Her halde HARAKİRİ yapmış olur ki, bunun sonu, yalnızca ve sadece kendileri için değil millet için de büyük hayal kırıklığı, bunalım, buhran, muhtemel iç çatışma ve hüsrandır. Bunu ancak vatan hainleri göze alabilir. Aziz vatan, kutsal bayrak ve binlerce yıllık toprağın sahipleri asla!... Görelim mevlâm neyler, neylerse güzel eyler. On sözler:
    “Vatan benim için ne yapabilir değil, ben vatanım için ne yapabilirim diye sorun” J. F. Kennedy; “Bencil varlıklar kendileri için çalışırlar, ama onlar ulus için çalıştıklarını sanırlar.” Galip Baran; “Sen görevini yap, gerisini Tanrıya bırak.” Latin Atasözü; “Siz, öncelikle komşularınızı ve mahallenizi içinizden gelerek koruyun. çünkü düşman, komşunun evini talan ederse sıra sendedir.' Nuh Peygamber…

     

    DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

      19

    FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    Mustafa Nevruz SINACI
    Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ

    KASIT MI?  İHMAL Mİ?

    03  Ekim 2008 Cuma

    Bu konu 26 Eylül 2008 tarihli Anayurt Gazetesi’nin birinci sayfasına atılan “İhmal mi? Kasıt mı?” manşeti ile yakın zamanların kadim ve daim milliyetçisi, 64 yaşındaki usta gazeteci Ramazan Durmuş tarafından, tam bir ehliyet ve liyakatle işlendi.
    Olay, günümüzde Resim Heykel Müzesi adı ile tarihi Türk Ocağı yeri ve hatırasına kaim bina giriş sütunlarında yer alan “Türk Ocağı” yazısının son restorasyonda temelli kaldırılmış, imha edilmiş ve silinmiş olması vukuatıdır.

     

     

    Haberde; Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurucusu Büyük Önder Atatürk tarafından Türk Ocağı’na Genel Merkez olarak inşa edilen binadaki “Türk Ocağı” isminin silinmesinin bir ihmal sonucu mu ortaya çıktığı yoksa kasten mi silindiği henüz bilinmiyor.
    Lâkin, dünyanın hiçbir ülkesinde devlete ad veren halkın ismi, mutat anıt, müze veya sair tarihi bir doku-yapı bağlamında kâin öğenin silinmesi asla akla getirilemez.
    Silinmesi, kazınması, tahrip ve tahrifle yok edilmesi söz konusu bile olamaz.
    Bu menfur tasarruf, hain girişim, kasti ve kinayi teşebbüsler genellikle, Türk milletine karşı tarihi kin, nefret, aşağılık kompleksi, düşmanlık ve kıskançlık gibi insanlık dışı, hayvan altı duygularla depreşik ruh hastası Rum-Yunan: (Batı İyon, Balkan Yarımadası, 12 Adalar, Girit ve Kıbrıs’ta); Sırp, Hırvat, Romen, Ermeni ve Bulgarlar tarafından da ülkelerindeki Türk isim, eser, imaret, türbe ve kabristanlarını silen güruhlarda (hariçte) görülen hallerdendir.
    Bu aleni, alçakça ve kahpece düşmanlık AB’nin kronik ve müzmin hastalığıdır.
    Oysa Anadolu’da on binlerce yıllın kadim eserleri ayan beyan ortadadır. Hatta zaman içinde bazı ‘nesebi gayrisahih’ primitif (manyak) türler ortaya çıkar, bunlara “Anatolia” gibi isimler bile verirler. Ama başta AB ülkeleri olmak üzere 600 ilâ 1500 -2000 yıl dolayında hüküm sürdüğümüz hiçbir devlette değil bir eser, esame yaşayan geçerli ve kullanımda bir isim bile bulamazsınız. Şu melanet GKR yönetimi bile Lefkoşa’nın kendi tarafına Nikosia der. Durum yalnız batı veya Ermeni-Yunan-Yahudi cihetiyle değil, dünyanın başta gelen din tüccarı (vehhabi) Araplar için de geçerlidir. Şu bizim haritalarda gördüğünüz hiçbir isim Arap deltasında bizim atlaslarda yazdığı gibi değildir. Bir örnek daha: Kaptanı Derya Turgut Reis’ ten yadigâr: Trablusgarp Libyalı Arap ve Berberi’nin şimdi kullandığı isim ne? Cevap: Tripoli
     

    ŞİMDİ İYİ DÜŞÜNMEK GEREK!..
    Milli tarih, milli kültür ve milli hafızanın dirildiği, binlerce yıllık efsanenin dile gelip hayat bulduğu; Osmanlı’nın kozmopolit, karmaşık ve ümmet yapısı içinden “Türk İnsanı ve Türk Milleti adına” kutsal bir tepki ve ken­dini bulma akımı olarak şekillenen; Türk ilmi ve Türkçülük fikrinin uygun kıvam ve zengin düşünce atmosferi içinde teşkilatlanması ile ortaya çıkan bir cemiyetin, “Türk Ocağı” nın mabedi alenen tahrif ediliyor.
    Kazınıyor.. Sliniyor…. Fiilen kurulduğu 1911 yılından itibaren çok uluslu imparatorluk ya­pısından milli devlete dönüşüm sürecinde kültürel, siyasal, sosyal, fiili ve fikri hayata damga­sını vurmuş; En etkili ve güçlü Türk cemiyetinin adı, tarihi binası, hayat bulduğu, kurulduğu, siyasî ve fikir ortamını, mücadelesini ortaya koyduğu binadan siliniyor..
     

    BUNUN NERESİ İHMAL OLABİLİR?...
    Şu hale nazaran: Gaflet, dalalet ve hıyanetin adı ne zamandır ‘ihmal’ oldu?
    Yoksa Ertuğrul Günay’ın solculuk damarı mı tuttu? Türk isminin TC devletinde bir müze duvarından silinmesiyle ilgili şimdi gözler onun üzerinde.. Bakanlık, restorasyon yaptıran Altındağ Belediyesi ve Müze yönetimiyse hedef. Kaldı ki, restorasyonda sadece Türk Ocağı isminin silinmesiyle iktifa edilmemiş, mimarının ismi de okunamaz hale getirilmiştir.
    Şimdi: Fiil araştırılmalı, fail bulunmalı; Dahası en son 25 Ekim 1975 tarih ve 7/1172 sayılı BK kararıyla ‘Resim ve Heykel Müzesi’ yapılmak üzere Kültür Bakanlığı’na tahsis edilen binanın neden ve niçin gerçek hak ve mal sahibi Türk Ocakları’na iade edilmediği sorgulanmalıdır. Aksi takdirde vakıanın bir ihmal değil “apaçık kasıt olduğu” subut bulacak, Türk Milleti rencide edilecek ve kamu vicdanı derin bir rahatsızlık duyacaktır.

     

    DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

      20

    FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    Mustafa Nevruz SINACI
    Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ

    MEB Hüseyin ÇELİK NE YAPMAYA ÇALIŞIYOR?

     

    18 Mart 2008 Şehitler günü MEB’nın uluslar arası mason tarikatı alt kuruluşlarından Lions Kulüpleri ile bir eğitim ve işbirliği anlaşması yapıldığı ve bunun Bakan Doç Dr. Hüseyin Çelik tarafından onaylanarak uygulamaya konulduğuna dair haber ortaya çıktı.
    Şimdi de; (23 Eylül 2008) İmam Hatipler'de 'papaz ve haham' dönemi diye bir h
    aber gördük. Buna göre: MEB İmam Hatipler'de Dinler Tarihi dersine rahip ve hahamların davet edilmesini ve öğrencilere ders verdirilmesini istemiş!
    Olay şöyle: Bundan böyle
    MEB İmam Hatip Liseleri'ne yönelik başlattığı yeni uygulamayla, Dinler Arası Diyalog söyleminin hayata geçirilmesi konusunda bir adım daha attı. Böylece Bakanlık, İH'lerde Dinler Tarihi dersine rahip ve hahamların davet edilmesini ve gençlere ders verdirilmesini amaçlıyor. Bakan bu uygulamayla güya dinler arasındaki önyargıların ortadan kalkacağını savunuyor.
    AYKIRILIK VE İNKAR
    Eğer doğruysa, bu apaçık İslâm’a muhalefet, Kur’an-ı Kerim ve Al-i İmran suresi 19. âyetini tekzip ve inkardır. Zira bu sure, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Ramazan ayı boyunca bütün Camilere astığı “Doğrusu Allah katında din İslâm’dır” ayetine aykırı olup; Bakan veya bakanlığın böyle insanlık, din ve ahlak dışı bir teşebbüs ve tasarrufa asla hakkı ve yetkisi yoktur. Böylece Müslümanlar alenen rencide, Kur-an tahrif ve kutsal gerçek inâr edilmiş olmaktadır. Dolayısıyla vakıa tam bir vukuat, kasıt-art niyet ve din düşmanlığına matuf “fiilen suç teşkil eden” bir skandaldır. Özellikle adının başında “MİLLİ” kelimesi yer alan iki bakanlıktan birinde, uluslar arası mason tarikatının mütemmim cüzü Lionslar ile işbirliği anlaşması yapılması ve şimdi de İmam Hatip Liselerine papaz ve haham sokulması gibi alçakça bir eyleme teşebbüs, büyük Türk Milleti ve Yüce İslâm Dini’ne hakaret, tezyif ve alçakça bir tertiptir.
    Bu, en azından “MİLLİ SAVUNMA” bakanlığı ve Peygamber Ocağı Şerefli Türk Ordusuna Mason, Lions, Rotary ve bunların mütemmim cüzü; Dış kökenli ve uluslar arası menfur unsurların memur, Astsubay ve Subay olarak kabulü kadar “laneti mucip” bir hainlik, aslını inkâr, misyonu’nu terk ve Müslümanlar açısından çok ağır bir cürümdür. Ki, neseben gayrisahih ve gayrimüslim dönme ve devşirmelerin (koza ve kriptoların) askere alınmasına benzer. Sorumluları Türk ve Müslüman olarak kabul edilemez. Zira TSK ve MEB’de görev yapan Türk ve İslâm karşıtı unsurlar ancak ve sadece apaçık düşman, ajan, işbirlikçi, koza ve provokatör olarak kabul, tarif ve tavsif edilebilir.
    BİR DE OLACAKLARA BAKALIM!
    Milletçe kutsiyet izafe edilen iki hayati kurumda bu tür aykırı, insanlık ve İslamlık dışı uygulamalara müsamaha ve teşebbüs tam bir gaflet, dalalet ve hıyanettir.Sonuçta Misyonerlik devlet eliyle okullara girecek ve Ordu, moral ve maneviyat yönünden ağır bir tahribata maruz kalarak zaafa düşecek ve bidayette çökertilecektir.. Bu bir AB oyunudur ve sinsi düşmanlıktır.
    Bu plan, gençlere kendi okullarında rahip ve hahamlar aracılığıyla Hıristiyanlık ve Yahudilik propagandasına izin vermek, misyonerliğin de Bakanlık eliyle meşrulaştırılıp kamu kurumlarına kadar sokulması anlamına gelir.
    MEB'nın İHL'ne yönelik başlattığı bu menfur girişimin gerçek amacı tam bir yalan, hile ve safsata olan Dinler Arası Diyalog’dur. Bunu motive, destek ve takviye ettiği sürece Medeniyetler İttifakı söylemi de insanlık dışı, ahlaksız ve düşmanca telakki olunmak gerekir.
    Kaldı ki bu menfur teşebbüs ve tertiplerin MEB müfredatına girmesi Türk, İslam ve insanlık âleminin en büyük düşmanı Misyonerliğin meşrulaştırılması demektir.
    Eğer bu yolda gerçekten zaruri bir hizmet ifa edilmek isteniyorsa;
    Niçin BM ve NATO müktesebatı gereği TSK’da rütbeli İmam sınıfı ihya edilmiyor? Ve niçin din-ahlâk derslerine İmamlar girmiyor?
    BAK:::: WEB: www.mustafanevruzsinaci.blogspot.com, www.internethaber.eu,
    Mümkün olduğu kadar yayınlanması ve dağıtım yapılması ricasıyla;
    Gönderen: Mustafa Nevruz SINACI

    DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

     21

    FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    Murat HACIOĞLU

    Murat HACIOĞLU HAYAT HİKAYESİ

    ACILARA TUTUNMAK
                Bir şarkı sözü vardı, sanırım oradan aklıma geldi. Genel anlam itibariyle protest bir yaklaşım tarzı olarak algılanabilir yazı başlığı. Ancak içeriği kesinlikle protest bakış açısı içermiyor. Daha ziyade Polyanna Bakış açısı olarak adlandırabileceğimiz bir yaklaşımı ifade etmek istedim.
                Genel anlamda düşünülecek olursa hayatın dinamikleri arasında tatlı anlar olduğu kadar acı anlar ve hatıralar olması kaçınılmazdır. Her ne kadar gülmeyi sevsek ve her zaman gülmek istesek de, hayata adım atar atmaz ağlamaya başladığımızı lütfen aklınızdan çıkarmayın.
    Bebek doğduğu an ağlarken, belki de hayatın bu acı gerçeğinin farkına varıyordur.
                Hayata adım attığımızda ya da hayatın her hangi bir evresinde ağlamış olmamızın, gözlerimizden akan gözyaşları ve yüreğimize verdiği ağırlığın haricinde bize bir yük getirmediğini varsaymalıyız belki de.
    Önemli olan yaşarken ağlamak değil de, ölürken gülebilmektir, kim bilir?
                Veyahut bu dünyadan göçüp giderken arkamızda gülümseyebilen yüzler bırakabilmektir belki de hayatın erdemi.
                Hiçbir yolun düz ve engebesiz olduğunu hayal etmeyiz. Yürürken mutlaka ayağımızın takılabileceğini öngörebiliyorsak, hayat denen bu yolda da zaman zaman ayağımızın takılabileceğini ve hatta düşebileceğimizi unutmamalıyız galiba. Kimi zaman avuçlarımıza işleyen asfalt sürüntüsüdür bıraktığı izler, kimi zaman da çatlayan bir kemik.
                Toprağın çamura döndüğü bir bağ yolunda yürüyormuşçasına dikkatli atmak gerek adımları. Paçalarımızın çamura bulaştığına üzüleceğimize, varmak istediğimiz yere varabildiğimize şükretmeliyiz belki de. Ulaştığımız yerde içebildiğimiz bir tas sıcak çorbanın hazzını doyasıya yaşayabilmeliyiz.
                Ve yürürken yalnızca kendimizi düşünmeyip, arkamızdan gelecek kimselere de yol hakkında bilgiler bırakabilmeliyiz. Ayağımızın bıraktığı izleri takip edenler daha az çamurlu paçalarla kurtulabilmeli bu çileli yoldan.
    Ve eğer biz bundan mutluluk duyabiliyorsak hayatın erdemine ulaşabilmeyi hak etmişiz demektir.
                Çekilen sıkıntıların bir amacı varsa, sıkıntı çekmeye değer diyebilmektir erdem.
    Yaşamayı sadece yemek ve içmekten ibaret sayıyorsak zaten nafile bir çabadır anlatmaya çalıştıklarımız.
    Tatlıdan zevk aldığımız kadar acıdan da zevk alabiliyorsak damak tadımız gelişmiş demektir tıpkı hayattaki acılardan zevk almak gibi.
                Kimi zaman gülerken ağlar insan, kimi zaman da ağlarken gülebilir. Ağlarken gülebilmektir bilgeliğe giden yol. Çünkü ağlarken gülmeyi becerebilmektir sanat. Tıpkı ölürken yaşayabilmek gibi…
                Acılara da tutunmalıyız, sevinçlere tutunduğumuz kadar.
    Acılardan da zevk almalıyız (mazoşist olmadan). Siyah olmadan beyazın güzelliğini bilemeyiz. Ölüm olmadan yaşamanın kıymetini bilemeyeceğimiz gibi…

    DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

     22

    FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    Murat HACIOĞLU

    Murat HACIOĞLU HAYAT HİKAYESİ

    ACI VAR MI ACI?
    Yaşadığımız hayatı ne kadar iyi yaşayabiliyoruz? Siz de zaman zaman kendinize sormuşsunuzdur mutlaka…
    Sabah kalkar kalkmaz yaptığınız ilk şey nedir mesela? Sinirli mi uyanırsınız, yoksa gözlerinizi açmak bir tonluk bir kayayı kaldırmak kadar zor mu gelir. Ya da kafanızı yastığın altına gömerek uyumaya devam etmek mi istersiniz? Kimi de kolunu bilinçsiz bir şekilde sağa sola sallayarak çalar saati susturmaya çalışır değil mi? Hele ki gece geç vakitlere kadar uyanık kalındıysa, dünyanın en zor şeyidir sabah erken kalkmak… Çok sevdiğiniz bir dizi uzamış, geç vakitte bitmiş olabilir, güzel bir filmi geç saatlerde yayınlamış olabilirler, veya bilgisayarın başında oyun oynayarak zamanı geçirmişsinizdir de saatin farkına varmamışsınızdır. Belki de akşama yediğiniz yemekten sonra dişiniz ağrımaya başlamış ve bütün gece sizi uyutmayacak derecede devam etmiştir. Dünyaya yeni merhaba diyen bebeğiniz gece boyu mızmızlamış da olabilir. Ya da gecenin olmadık yerinde eşinizle tartışmış, tartışmanın da etkisiyle gerilen sinirler uykunuzu paramparça etmiştir. Kimbilir belki üst kat komşunuz gürültünün dozunu kaçırmıştır, ya da alt komşunun köpeği gece boyu susmak bilmemiştir. Tam yatacakken fark ettiğiniz bozuk bir musluğu tamir etmeye çalışarak uykunuzu satmışsınızdır. Mahallenizdeki sokak ortası düğünü gecenin geç vakitlerine dek devam etmiş, mahalledeki diğer yaşayanlardan habersiz ve duyarsız düğüncüler zılgıtlar eşliğinde halay çekerek gecenize biber olmuşlardır. Yaklaşan ödeme günü nedeniyle kredi borcunu nasıl ödeyeceğinize kafanız takılmış ve yatakta ödeme senaryoları yazmakla da meşgul olmuş olabilirsiniz… Türlü türlü sebepler olabilir. İşte bu ahval ve şerait içinde sabahleyin de erken kalkmak zorundasınız. Çünkü işe gideceksiniz… Nasıl kalkacaksınız, nasıl kalktınız, nasıl kalkarsınız…
    Homurdana homurdana terliğinizin tekini ararken kafanıza gelen ilk şey ne olur acaba. Sizi uykusuz bırakan sebeplerden bir tanesi mi, o sebeplere kızgınlığınız mı, gün içerisinde yapmanız gerekenler mi? Yavaşça banyonun yolunu tutarken uyku ile uyanıklık arası süreçte beyninizi zonklatan bir şey olur mu? Elbette uykusuzluğun getirdiği zonklamayı saymıyoruz. Yüzünüzü buz gibi suyla yıkarken ayılma hissinin verdiği bir ferahlık var mı, yoksa dondurucu bir yüz yıkama eylemi mi yaptığınız? Kerhen yapmak zorunda olduğunuz bir şey midir dişlerinizi fırçalamak, yoksa dişlerinizin aynasında içinizdeki coşkuyu fark ettiğiniz bir tören mi?
    Kendinize az da olsa geldiniz… Belki evden çıkmadan bir kahve ya da çay içeceksiniz. Yanında da kiminiz bir iki bisküvi atıştıracak, kiminiz duman tüttürecek, kimisi de hazır kahvaltı sofrasına kurulacak… Sıcak çaydan yudumlarken size hissettirdiği nedir? Ya kahvenin tüten dumanına bakarken içinizden geçenler? Çatalınızı batırdığınız peynir parçası size sadece beyaz mı görünür? Bisküvinin kıvrımlarını mı sayarsınız bitirene dek?.. Yoksa gözünüz pencereden sokaklara mı takılır birden. Telaş içinde yürüyen, bir yerlere yetişmeye çalışan insanlar mıdır gördüğünüz? Korna sesleriyle irkilir misiniz? Sokak başında okul servis aracı, bir az ötesinde ona doğru hızlı adımlarla yürüyen okullu çocuklar…
    Tam da sırasıydı şimdi, oldu mu yahu? Belki de bunu dedirtecek bir şey oluverdi o anda. O anda demediyseniz, ben şimdi demenizi sağlayacağım. İşte soruyorum; “Aşk Var mı Aşk?” Şimdiye dek tam da sırasıydı yani demediyseniz şimdi gönül rahatlığıyla diyebilirsiniz. Yazıya “Yaşadığımız hayatı ne kadar iyi yaşayabiliyoruz?” diye başlayıp yazıyı bu aşamaya getirmek mantıksız da gelebilir. Deminden beri ne anlatıyorum, şimdi de ne soruyorum değil mi? Esasında sormak gerekiyor da, bir sabah uyanarak evden çıkışınız ile ilgili ne olabilir diye de merak etmişsinizdir. Aslında direk olarak bir bağlantı yok tabi ki. Sormak istediğim hayatınız da aşkın var olup olmadığıdır.
    Aşk var mı aşk? Hayatınız da aşk var mı? Nelere ve kimlere dair aşk var? İlk aşık olduğunuz anı hatırlar mısınız? Şimdi gelin bir kurgulamaca oynayalım. İlk aşık olduğunuz günü düşleyin. Ve bu dün olsun. Dün aşık oldunuz, aşık olduğunuz anladınız, aşkınıza karşılık buldunuz vs her neyse… Yukarıda saydığım sebeplerden bir tanesi nedeniyle uykusuz kaldınız. Sabahleyin de uyanmakta güçlük çektiniz. Sabah uyandığınızda ne hissedersiniz? Nasıl kalkarsınız yataktan? Yüzünüzü yıkarken, ilk kahvenizi yudumlarken nasıl bir ruh hali içerisinde olursunuz?.. Her şey çok farklı olur değil mi? İşte bu yüzden “Yaşadığımız hayatı ne kadar iyi yaşayabiliyoruz?” diye soruyorum, bu nedenle “Aşk Var mı Aşk?” sorusunu yöneltiyorum. Aşk varsa her şey daha başka geliyor insana, öyle değil mi? Hele ki yeni aşk ise. Eskileri de eskitmemek lazım o zaman. Her daim yenilemeli, yeniden ilk coşkuyu hissetmeye çalışmalı. Eskimesine izin vermemeli. Yoksa sorumu “Acı var mı acı” diye değiştirmeniz gerekecek. Aşk ve sevgi dolu yeni yıl dileklerimle… Sevgiyle kalın…

     

    DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

     23

    FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    Murat HACIOĞLU

    Murat HACIOĞLU HAYAT HİKAYESİ

    NERESİNDEN BAŞLAMAK GEREK BİLMİYORUM…
    Hayallerden mi, beklentilerden mi, yoksa verilen sözlerden mi…
    Farkında varmadan yaşanan aşkların kırıntılarından mı yoksa lekelenmiş gururlardan akan pişmanlıklardan mı…
    İsteksizce geçirilen tatil günlerinden mi, yoksa farkına varılmadan geçen günlerden mi…
    Puzzle yapar gibi yaşanılan saatlerle mi dertleşmeyi yoksa, klavyenin eskimiş tuşlarındaki matlığını mı anlatmalı…
    Hüzzam şarkı gibi uyanılan sabahların mahmurluğundan mı dem vurmalı, an be an geçirilen nöbetlerin ruhumda yarattığı sarsıntıların kalıntılarından mı…
    İçilen sigaranın dumanıyla yapılan hayal yolculuklarının yüreğimde ateşlediği sevinç kıvılcımlarının aleve dönüşemeden sönüşünün hüznünü mü paylaşmalı, yoksa saklambaç oynar gibi aynı mekan içinde birbirini sobelemenin getirdiği uslanmaz kederli burukluğun işlediği mısraları mı yazmalı bir kenara…
    Aşk denilen yürek fırtınasının dinginliğinden sonra talan olan damar yollarındaki ezikliğin meydana getirdiği trafik sıkışıklığının, beyin denilen karmakarışık iletiler zincirinin, yine karmakarışık döngüler içerisinde algılamaya çalışan akıl denilen dumura uğramış kısmının halini mi tasvir etmeli fütursuzca ve vurdumduymaz halimle…
    Gecenin ilk dakikalarında henüz uyumamışken görülmeye başlayan kabusların siyah siluetlerinin içime düşürdüğü korku meyvelerinden damlayan esrarengiz elementlerin toplaştığı derin fakat bir o kadar da küçük kabımın taşmaya başladığı o anlarda, eklemlerimde hissettiğim çatırtılardan korkan ruhumun saklandığı gözbebeklerimin halsizliğini mi yazsam satırlara…
    Elimdeki kadehin yüzeyinde yüzen buz parçacıklarının dilime verdiği ferahlığı alıp götüren hasret ateşinin, aynı zamanda dişlerimde vuku bulan erozyona katkısını mı hesaplamak gerekir elimde erimiş ömür hesabında…
    Elemlerin paylaşıldığı içki masalarında kederin yanına kondurmak istediğim neşe kırıntılarını yiyen gamlı baykuşların sortilerinden usanmışlığın getirdiği öfkeyi mi düşmeli not olarak defterin bir kenarına yoksa baykuşlara meydan okuyan kekliklerin ötüşlerini mi, çalı çırpı arasındaki daracık patikalara…
    Balkonlara asılan çarşaflara mı yazmalı, ömrün geçip giden en güzel anlarının acı-tatlı hatıralarını, yoksa o balkonlarda uluyan finoların huzursuzluklarını mı dinlemeli gecenin sessiz saatlerinde, elinde bir fincan kahve ile…
    Olmayan sabahların çetelesini tuttuğumuz gecelerin derinliğinde kaybolmuş benliğimizin hafızasını mı silmeli bir çırpıda, yoksa sabah olacak ümitlerinin damıttığı şiirlerimizde mi anlatmalı gecenin en bilinmez anlarının ruhumuzda edindiği karanlık köşeleri….
    Ve yanımızda bağdaş kuran ümitsizliğin beslendiği debdebelerden hangi akıl yoluyla kurtulacağımızın boğuşmasını mı resmetmeli her bir köşesinden yırtılmış gönül mahkemelerine…
    Nesilleri tükendi sanılan dinozorların bir anda toplaştığı aklımın daracık dehlizlerinde, kapana kısılmış fare gibi, avazım çıktığı kadar bağırabilmeliyim içgüdüsüyle, bir-ki-üç ses kontrol diyemeden, notaların esrarengiz büyüsünden habersizce bam telime basa basa, gırtlağımın yırtıldığını hissederek ve frekansların en ucunda gezinerek söylediğim vuslat türküsünün mısralarında kaybolduğumun farkına varmaksızın, hala hayatın gayesine iniş yapmaya çalışmanın zavallılığından mı bahsetmeli son cümlelerde…
    Ve nihayet, bardaktaki son yudum içkiyi mi resmetmeli ellerimizin silinmez hafızasına, yoksa bedenin isyan çıkarmaya hazır yorgunluğunu mu silmeli gelmiş geçmiş istihbarat kayıtlarından…

     

    DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

     24

    FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    Muhsin AKTAŞ

    Muhsin AKTAŞ HAYAT HİKAYESİ

    VARLIK BENDE YOKLUK BENDE
     
    Kalleş şeytan ile ahbap olmuşum,
    Haram bende helal bende zül bende,
    Anlamadım ne acayip kulmuşum,
    Diken bende yara bende gül bende.
     
    Hem namazı kılar, hem haram yerim,
    Her günahı işler affeyle derim,
    Bilirim aslında olmaz hiç karım,
    Ağaç bende meyve bende dal bende.
     
    Günah işler pişman olur ağlarım,
    Ardından birkaç gün, kara bağlarım,
    Tövbeyi unutur, taban yağlarım.
    İsyan bende hata bende hâl bende.
     
    Bir yanım münafık, bir yanım mümin,
    Her gece gelince etsem de yemin,
    Ayağım altından kayıyor zemin,
    Zillet bende makam bende yol bende.
     
    Haram helal deyip pek ayırt etmem,
    İşimi bırakıp camide bitmem,
    Para ister diye, yoksula gitmem,
    Varlık bende yokluk bende pul bende.
     
    15.10.2008 1.15

     

    DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

     25

    FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    Muhsin AKTAŞ

    Muhsin AKTAŞ HAYAT HİKAYESİ

    ÇÖZEMEDİM ŞU SEVDAYI
     
    Gece gündüz hayaliyle yaşatır,
    Bin avradı bir celsede boşatır,
    Buhuruyla yürekleri kuşatır,
    Gâhî ne zor iştir, şu kara sevda.
     
    Bir buseyle deli gönlü avutur,
    Nefesiyle cehennemi soğutur,
    Hiç usanmaz ardım sıra seyitir,
    Kâh kuru kâh yaştır, şu kara sevda.
     
    Ayrılık yaşatır olursun deli,
    Vuslata koşarken el verir veli,
    Tadanların kalbi hep acı dolu,
    Gâh yaz gâhî kıştır, şu kara sevda.
    22.10.2008
     

    DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

      26

    FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    Muhsin AKTAŞ

    Muhsin AKTAŞ HAYAT HİKAYESİ

    ZALİM ŞEHİR
     
    Dört bir tarafından, bağlanır yollar,
    Engeller koymuşsun, sarılmaz kollar,
    Duvarlar örmüşsün, kavuşmaz eller,
    Derde koyup yaktın, ey zalim şehir.
     
    Hışmına uğrayan, yanar kül olur,
    Geleni bağlarsın, kapında kalır,
    Çekersin setleri, vuslat son bulur,
    Düşlerimi yıktın, ey zalim şehir.
     
    Dünyada ismini, bilmeyen yoktur,
    Dar sokaklarında, gözyaşı çoktur,
    Senden bana düşen, zehirli oktur,
    Etlerimi döktün, ey zalim şehir.
     
    Âşık’ı maşuktan, uzak sürersin,
    Seven gönüllere, tuzak kurarsın,
    Yârimle arama, perde gerersin,
    Canı tele taktın, ey zalim şehir.
     
    Aşkımla arama, hasret ekersin,
    Her gece gözüme, mermi sıkarsın,
    Kurduğum hayali, vurur yıkarsın,
    Canı çöle çaktın, ey zalim şehir.
     
    Söylemem ismini, içimde saklı,
    Masmavi gölüne, yüreğim ekli,
    Aldın da başımdan, azıcık aklı,
    İzanımı söktün, ey zalim şehir.
     
    Boran olur düşlerime yağarsın,
    Yağlı urganınla, beni boğarsın,
    Feryadımı duymaz, sanki sağarsın,
    Son perdemi çektin, ey zalim şehir.
     
    14.09.2008
     

    DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

     27

    FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    Muhsin AKTAŞ

    Muhsin AKTAŞ HAYAT HİKAYESİ

    PİNOKYO BEYLER
     
    Politika dediler, balıklama atladık,
    Sağda yedik doymadık, sola gidip katladık,
    Çalan çırpan herkesi, el sıkarak kutladık,
    Halktan gelen isteğe, başımızı salladık.
     
    Siyasete zıpladık, her gün bir parti kurduk,
    Hak hukuku unutup, herkese leke sürdük,
    Kim ihale verirse, onun cebine girdik,
    Halktan talep gelince, azarlayıp kolladık.
     
    Saldırdık kutsallara, bin bir galiz küfürle,
    Çok kez kol kola girdik, kan emici kâfirle,
    Kalbimiz kaplanmıştı, hırs denilen zifirle,
    Halk istedi yatırım, bir çay verip halledik.
     
    Bir iki rötuş atıp, çarşısına yoluna,
    Seçim zamanı geldi, girdik yine koluna,
    Tükürseler ne yazar, kızarmayan alına,
    Halka yutturmak için, yalan sözler dölledik.
     
    Ana baba kardeşler, hepsinin cebi doldu,
    Yedi sülale bile, yetecek nema buldu,
    Vatandaşı sorarsan, ona vaatler kaldı,
    Halk istedi aş ve iş, yüze gülüp külledik.
     
    Hiçbir zaman milletin, derdi ile olmadık,
    Yaş yetmişi devirdi, haddimizi bilmedik,
    Sözde feminist olduk, okullara almadık,
    Kadın hakları diye, palavralar salladık.
     
    Çağdaş Atatürkçüyüz, başkasını bilmeyiz,
    Halkçılık ilkemizdir, ajandadan silmeyiz
    Gerçek Atatürk çıksa, ondan korkar gelmeyiz,
    Çünkü yalan sözlerle, pinokyoyu solladık.
     
    Bu vatanı düşünüp, bir gün dudak gevmedik,
    Ülke için çalışan, karşı fikri övmedik,
    Gökten kuş tutsa bile, menfaatsiz sevmedik,
    Bizden değildir diye, anasını belledik.
     
    Çalışan başım üste, ona bir sözüm yoktur,
    Vatan için ölmeye, gönüllü vekil çoktur,
    Böylesi zatlar için, şehadet çoktan haktır,
    Onları da ihanet, yaftasıyla yolladık.
     
    27.09.2008

    DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

      28

    FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    Necati ÇAVDAR

    Necati ÇAVDAR HAYAT HİKAYESİ

    RAMAZAN DİLİ BU MU?
    24.09.2008
    Ramazan ayı içindeyiz.
    Herkes daha bir dikkatli olmalı.
    Eline mikrofonları alanlar aslında böyle davrandıklarını söylüyor.
    Ancak eylemler hiçte öyle göstermiyor.
    “ŞEREFLER” PAZARDA
    Bir  bakın, iktidarın siyasi temsilcisi konumundaki bir numara ile, ana muhalefetin baş sözcüsü konumundaki 70’lik delikanlının, “şeref” kelimesini pazara çıkarmaları..
    Ve bu iki cenahın iki numaralarının;  kılıçları çekip, Fırat gibi kabararak  birbirlerini TBMM’de düelloya davetleri..Yahu orası çözüm ve barış alanı mı, arana mı  mı, diyen yok.. Seyirciler coşkun.
     
    Ya “sıkıntım var” diyebilen çiftçinin,  azarlanması..
    İyi ki Ramazan. Ya bayramlık ağzını açsa ne olurdu..Güçlüye kedi, güçsüze kaplan kesilmek hangi psikolojinin eseri?
    Ramazanlık sayılabilir mi?
    Ramazanda “kılıçları kına sokmak” galiba halka özgü bir durum.
     
    Sermayeci medya sahipleri ile, siyasal iktidar taraftarlarının girdiği mücadeledeki kullanılan dil.. Dün diz dize, biz bize oturanlar, bu gün saç baş bir birine girdi.
    Meydan okumalar, kavga sayılmaz.
    Her halde  bir birlerine sevgi çiçekleri gönderiyorlar da, biz anlamıyoruz.
    İftar sofraları başında, bağırışlar her halde Ramazan’ın ruhuna  yakışmıyor.
    ÇARŞI - PAZAR AYRILIYOR
    Bir seri tutuklamalar sürüyor.
    İçerde adam ölüyor.
    Tutulanlar hastanede, ancak hala tutuklu.
    Adam gariban biri olsa  çoktan ölmüş, hala darbe yapacak korkusu içinde adamı tutmak neyin nesi.
    Hani hastalara, düşkünlere iyi davranmak ..
     
    Sivri dilli, bu vasfını paraya, şana, şöhrete çevirmekte mahir  ancak  ekonomik olarak batmış, siyeseten  toplum tarafından dışlanmış birisi..
    Siz  gidip hayal edemeyeceği kadar parayı kanalına  akıtıyorsunuz.
    Sonrada tutuklatıyorsunuz.
    Yansımaları, kendi  ile sınırlı değil.
    Sermayenin zirve temsilcisinin  iş yerinde, Başbakan’nın bir zamanlar  ürünlerinin pazarlamasını yaptığı  firmanın yeni ürünleri tanıtılıyor.
    Tuncay, efendinin estirdiği rüzgara kapılanlar.. Bir taraftan o firmanın farklı ürünlerini almak için raflara saldırırken diğer taraftan da hınçlarını  firmanın açıkça ismi yazılı  ürünlerini  harçlık parasına tanıtan  elamanlardan  çıkarıyorlar.
    Ve o firma ile  özdeşleştirdikleri siyasal iktidarı kast ederek  demediklerini bırakmıyorlar.
    Söylememiz o ki,  sadece evlere giren “medya” değil farkında olmadan çarşı -pazar ayrılıyor..
    Hem de Ramazan’ın “Rahmet” bölümünde..

    DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

     29

    FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    Necati ÇAVDAR

    Necati ÇAVDAR HAYAT HİKAYESİ

    BARIŞA TUZAK
    İngiliz'in Osmanlı mirasında stratejik çıkarları için kurdurduğu suni devlet İsrail.
    İsrail, Yahudi sermayesinin yönlendirdiği batılı yönetimler tarafından sürekli korundu gözetildi.Ve bu sermayenin kontrolündeki bölge ve diğer devletlerce her türlü insanlık dışı eylemleri sessizlikle karşılandı.
    Siz Kıbrıs'ta insan haklarını korumak için çaba sarf ediyorsunuz. Bölgede otuz yıldır kan dökülmüyor, kimsenin burnu kanamıyor. Birileri buna "problem" diyor ve çözülmesi için dayatıyor.
    Ama İsrail, her gün insan hakları çiğniyor, işgal ettiği topraklarda insanları öldürüyor, bununla yetinmiyor utanç duvarları inşa ediyor, bütün değerleri yok ediyor.Kimsenin sesi çıkmıyor.
    ” Stratejik Ortağımız’ın stratejik tercihi”, kendisine düşman  bildiğini anında yok etmek.
    Gerekçeleri ise “Terörizmle mücadele(!)”
    Sevsinler.
    Kim, kaç kişi terörist?
    Onların, yani devletimizin stratejik ortağının mantığına göre işgal edilmiş ülkesinin durumunu kabullenmeyen herkes.
     Olabilir mi?
    Ramazan ayında Birleşmiş Milletler denen ve ikinci dünya savaşı galiplerinin kurduğu mevcut düzeni korumakla  vazifeli teşkilat, sözde dünya barışını konuşmak üzere toplanıyor.
    Ama orada edilen laflar  barışa o kadar uzak ki?
    Ve temel argüman,  herkesin “Barışa” uzak durup, Allah’ın lanetlediği “Yahudi’nin dostu olması”..
     
    Son İslam imparatorluğunun köküne kibrit suyu konmasına neden olan, hayalci Enver - Talat - Cemal üçlüsü; Alaman gemilerine  Hilal takarak Karadeniz’e sürmüşlerdi.
    Ve sonuç da  dengeler değişmiş, ağırlık merkezi Haç’ın olmuş..Yer yüzünde Hillal’i temsil eden bir güç kalmamıştı.
    Şimdi ise  sözde insani yardımlar, taşınmak üzere ABD armadası  tarafından  Karadeniz’de kol geziyor.
    İnsanın “Turan’a giderken  vatanı  harap eden” Enver- Talat- Cemal üçlüsünün tavrı   daha  bir haysiyetli imiş diyesi geliyor.
    Hiç değilse Alaman zırhlılarına  “Ay- yıldızlı”  bayrağı  taktırarak Karadeniz’e  sürdürmüşlerdi.
    Şimdi ise ABD armadası resmen  pervasızca nefes borularımızdan geçerek ”Türkün bayrağına bakarak, çırpınan” Karadeniz’de  cirit atıyor.
    Ve Lübnan’da uluslar arası  zulüm düzenin devamı için “nöbet “ tutanlar,    Kafkasya’ya “bekçi“ getiriyorlar..
    O bekçi, Afganistan’a nasıl barış getirdi?..
    Irak’da ki  “özgürlük ve demokrasisi” ortada
    Öncekiler,  hatalarına rağmen haleflerine  göre daha bir onurlu, daha bir iddia sahibi mi idiler?
     
    Önümüz bayram.
    Allah,  bu millete bayramlar yaşatsın.
    İnsanlığa da bayram neşesini tatmayı..
    Bayramınız mübarek olsun..

    DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

     30

    FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    Necati ÇAVDAR

    Necati ÇAVDAR HAYAT HİKAYESİ

    BAYRAM HEDİYESİ
     
    Birleşmemişken bayramlarda bile
    Günleri farklı bayram, güldürürken ele
     
    Bayram namazına koşan Müslümanlara kelle hediye
    Zalim!
    Belki hak etmişti
    Amma..
    Haçlı eliyle katledilmesi kahretti beni
    Kurbana kurban mı, Saddam!
    Zulmün adı mı Saddam?
     
    Ya ipini çekenler!
    Ayrılık tohumunu ekenler...
    Zalimde olsa şahadet ediyorken
    Aynı şahadeti getirenler!
    “Söz”ün “öz”üne tahammül etmediler.
     
    Zalim, hödük belki ama...
    Sahte güce, suni ilahlara eğilmeyen bir baş
    Ve inandığı davaya verilen bir baş
    İnsanlık geçmişinin kah ışıklı, kah kanlı yolu
    Hak davanın yiğitleri; Hz. Ali ve Hz Hüseyin’e mesken
    Fırat ve Dicle’nin yuttuğu son iddia sahibi mi Saddam?
    Küre ölçeğinde rüya gören güçleri Dicle’ye gömen,
    Cihanı saran daha zalim düzene, kurban mı Saddam!
     
    Irak’da ışıkları söndüren kanlı geçmişin yadı
    Babil’e özdeş tarihin adı mı,  Saddam..
    2006-2007 Kurban  Bayram 1. Gün

    DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

     31

    FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    Rıza HARDAL
    Rıza HARDAL HAYAT HİKAYESİ
    BARIŞ KARDEŞLİK SEVGİ
     
    Bu cehalet yaktı gitti milleti
    Barış türküsünü çalalım dostlar
    Aramızda yok edelim illeti
    Sevgi saygı ile dolalım canlar
     
    Sevgi hoşgörüdür her işin başı
    Gözlerden akıtman kan ile yaşı
    Vahşi insanlara koyalım karşı
    Barış hoşgörüye erelim canlar
     
    Mayın patlamasın silah atılmasın
    İnsanlar çıkıp ta dağda yatmasın
    Büyük balık küçük balığı yutmasın
    Yutmadan barışa erelim dostlar
     
    Denizde yüzmesin filo gemiler
    Top götürmüş Mehmet kolun iniler
    Cana kıymasın talabaniler, caniler
    Barış hoş görüyü görelim canlar
     
    Herkes Vatan Milletini korusun
    RIZA der bulanık sular durulsun
    Çocuklar kundakta rahat uyusun
    Barış hoşgörüye erelim canlar.
    13/09/2008

    DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

      32

    FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    Rıza HARDAL
    Rıza HARDAL HAYAT HİKAYESİ
    İKİ BİN ÜÇ NASIL GEÇTİ BEYLER HEY
    İlkin başlayalım dünyadan söze
    Irak sebep oldu büyük krize
    Amerika ile sor İngiliz’e
    İki bin üç böyle geçti beyler hey!
     
    Afkan, Irak Müttefikler savaş olacak
    Yağmurun yerine bomba yağacak
    Amerikan bunda el koyacak
    İki bin üç böyle geçti beyler hey!
     
    Mimi kıracakta kimi yapacak
    İnsan cesetleri bir bir kokacak
    Yeniden daha çok kriz çıkacak
    İki bin üç böyle geçti beyler hey!
     
    Böyle olursa bu Kıbrıs Rum’a kalacak
    Yeşeren fidanlar bir gün solacak
    Zavallı Denktaş’ım nerde kalacak
    İki bin üç böyle geçti beyler hey!
     
    Amerikan Irak’tan çıkmam dedi
    Saddamcılar nerde kaldı neredeydi
    Iraklılar birbirini yedi
    İki bin üç böyle geçti beyler hey!
     
    Avrupa birliği yine almadı
    Tasdike çıkardı kabul olmadı
    Bush Irak’ı yıktı ama ama kurmadı
    İki bin üç böyle geçti beyler hey!
     
    Saddam’ın büstleri devrildi
    Irak işgal mi edildi
    Sebepse petrol idi
    İki bin üç böyle geçti beyler hey!
     
    İsrail de de  şiddet azdı
    Filistinlileri ezdi
    Arafat esir düştü.
    İki bin üç böyle geçti beyler hey!

    DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

     33

    FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    Rıza KOÇAK
    Rıza KOÇAK HAYAT HİKAYESİ
    YOLDA GİDEN BİR SERSERİ
     
    Gezen deli öğüt tutmaz
    Sevdası başından gitmez
    Çocuğuna gücü yetmez
    Şaştım dünyanın haline
     
    Hasta olmuş yatak kalkmaz
    Oğlan, uşak bana bakmaz
    Karısı yok ocak yakmaz
    Şaştım dünyanın haline
     
    Kaynar sütü, yoğurt tutmaz
    Hasta olur ilaç yutmaz
    Aklı yoktur alıp satmaz
    Şaştım dünyanın haline
     
    Kahvelerde oynar kumar
    Yanar içi çıkmaz duman
    Geçiyor böyle zaman
    Şaştım dünyanın haline
     
    Bakmaz olmuş o malına
    Kazanç yapmaz o yarına
    Gider şaşkın o yoluna
    Şaştım dünyanın haline
     
    Sevgi yoktur o insanda
    Yatar gece gündüz handa
    Karı durmaz bu adamda
    Şaştım dünyanın haline
     
    RIZA KOÇAK söyler sözü
    Delileri gördü gözü
    Dayanmıyor bunun özü
    Şaştım dünyanın haline
    30 Temmuz 2008

    DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

     34

    FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    Rıza KOÇAK
    Rıza KOÇAK HAYAT HİKAYESİ
    TERÖR OLAYI
     
    Bu nasıl adalet; bu nasıl düzen
    Şehitler çoğaldı bu bizi üzen
    Okundu dualar verildi ezan
    Terörün kör olsun çıksın gözleri”
     
    Jandarma bizimde canımız, gözümüz
    Terör sana koymaz ordumuz
    Vatan için akar bizim kanımız
    Terörün kör olsun çıksın gözleri!
     
    Arabaya kondu şehidin Salı
    Üzerinde gördüm Ay Yıldızlı alı
    Durmadan ağlıyor o nazlı yarı
    Terörün kör olsun çıksın gözleri!
     
    Şehitliğe döndü baktım araba
    Yol boyunda gidiyordu kalaba
    Açıldı mezarı kondu merkaba
    Terörün kör olsun çıksın gözleri!
     
    Eceli oymuş öldü yiğidim
    Yatak haneye kondu şehidim
    Yaşardı dünyada sende seyidin
    Terörün kör olsun çıksın gözleri!
     
    Terör kıydı şu oğlumun canına
    Şehit edip o gönderdi yanıma
    Bu kalır mı terör senin yanına
    Terörün kör olsun çıksın gözleri!
     
    RIZA KOÇAK acımaz mı yiğide
    Bitmeden vazife geldi geride
    Akar göz yaşlarım durmaz seli de
    Terörün kör olsun çıksın gözleri!
     

    DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

     35

    FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    Özkan KARACA
    Özkan KARACA HAYAT HİKAYESİ
    GÜLE SELAM; SANA KELAM.
    Semanın ufkunu saran karabulutlar dağılmış, baharın rikkatini yeryüzüne yayan ışıltısı sarmıştı. Güneşin enginliğini gözlerimize yapıştırarak, güllerin rengini ve kokusunu sinemizde yatıştırarak öteler ötesinin ufuk perdesi aralanmıştı. Güneşin sıcak yüzü tenleri yıkamaya başlamış, güllerin zarif yelleri açılmaya başlamıştı.
    Akşamın mehtabında sahillerin sürükleyişi hicranımı taşlamıştı. Zihnimin ince bezini yırtarak, fikrimin kalın tezini kırarak... Güllerin kanlarını yüreğimde kaçışımla ısırıyordum, günlerin tanlarını sözlerimde bakışımla ısıtıyordum. Kendimi kaybettiğim, hicranla ezildiğim yaralı ruhum. Belli belirsiz sahillin dilinde yutularak yürüyorum, karanlığın gizlediği ufuklara doğru yalnızlığa kapanıyordum... Gökyüzünün süslü perdesi yıldızlar başımda taç. Bedenimi ürperten ılık İlkbaharın esen uğultusu kafamın odasında dinmişti. Ruhumu saran, kafamın odasını soran sesin yankısı ise bende sinmişti. Bir yandan bakan güller, bin andan akan düşler.
    Güllerin rengi, günlerin derdi: Birinde gözlere kan akar, diğerinde izlere yan bakar. Varlık istikametinin var oluşu, karlık istirahatının yar oluşu yakalandığı an, ruhun sevincine şan takar: Gül ve günler... Güller izzet, günler ismet. Düşler ise; yüreklerin çizik izi, kafaların kırık dizi, günlerin yanık sisi.
    Zihnimin günlüğü artan adımlarımla tutuşmaya başlamıştı. Fikrimin külüne, izanımın gülüne yazdığım yırtık sayfalar. Benliğimi soldurduğu, irademi doldurduğu ve yüreğimi yaslarla yoğurduğu denizin kucağında! Hüzünlere gark olan gözlerime dalgalar çarpıyordu. Duygularıma vurulan balyozların hıçkırığıyla, düşüncelerime kurulan heyelanların kırıklığıyla yaslar ve yaşlar artıyordu. Aklım durmuş, ruhum donmuş, kalbim dalmış...
    Düşler! Boş bir avuntu, loş bir anı esintisi olarak beyhude ömrün tozu olarak dağılıp gider. Düşler sonunda kalan ise yalnızca kafalara biriken hecelerin hamal yüküdür. Yükler idraklerin derinliğine sızarak; hayatın değişimini kavranmasını zayıflatıyor, sağlam kişilik edinmesini hayıflanıyor, toplumun zengin birikiminde kaliteli kimlik edindiremiyor. Atıl ve sıradan hayatla, bereketsiz ve verimsiz zamanla, esefsiz ve esersiz özürlülükle ömür geçiriliyor. Anlık anlar dönüyor, geleceğin bilinmez karanlığına üfleniyor. Ruhları ve kalpleri karartan vasıtasız ve gayesiz düşler. Bunun sonucunda yüzler kırışmış, dişler kırılmış, düşler hayatının çarkında sıkışmış olarak yaşamın soluğu söner.
    Düşler... Gerçekçilikle birleşirse, gayelerin adımı akıl nimeti ile şekillenirse; hayatın anlamı, varlığın sırrı boşluk yerine hoşluk meydana getirir. Mana yarışının dinamizmine koşarak insanlık özelliği yakalanır. Geleceğin aydınlığında akılcı adımlarla, akıcı yaklaşımlarla merdivenleri çıkarak ihsanların kapısı aralanır.
    Güller; bize estetiğin ve güzelliğin resmini fısıldar, sevginin zarif tebessümünü yaslar. Kırmızılıklar gözlerin yaşlarını isletir, kırıklıklarla kan olarak yüzleri ıslatır. Güller sevdalara tılsımdır, yüreklerin yangınlarına biriken ayrılıkların yakarışıdır. Gayesiz düşlerden uzak, gayelerin derinliğine vakıf olarak, akıl izzetine akif kalarak güller varlığımda bana paye.
    Düşüncelerime yığılan, duygularıma çarpan kelimelerin önüne geçemeyerek; gözlerimin boğulandığı, ruhumun boğulduğu, kalbimin kasıldığı, dimağıma kadar biriken selin yığılışıyla ve fıtratımın fırtınalı coşkusuyla İstanbul Boğazının enginliğine haykırıyorum:
    Selam; yaşamın donanım işaretini sunan izler, varlığın gelişim iradesini açan güller. Adresi benliğimize ulaşan, zihinlerin duvarında buluşan, satırlara kazınan, hatıralara yazılan: Günler...
    Akşamın soğuk deminde, sahillerin millerce uzunlukta ki dilinde ağır ağır süzülüyordum. Kulaklarımda dalgaların sahile vuran tokadı, üzerimde martıların acı çığlığı, önümde karanlığın alnı, özümde hecelerin yağmurları takip eder. Her yanım kuşatılmış, her anım başıma gömülmüş. Rüyaların bulanık tablosu şiirle tüten duygularımın sandığından çıkarılarak, fikrimde seyir. Seyir ki hüzün bakış. Yüreğime ok atışı gibi; bedenimi eğen, ruhumu ezen çatlamış tablo.
    Zamanların akıntısında çağlarla sarılan, ruhların ufuk aşıntısında aralanan, anlık anların harabelerinden süzülen… Destansı sevdaların düşleri varılan, hicranlı ayrılıklarla yazılan; Üsküdar’ın dudağına yapışmış konağı, acı aşkların yanağı olan: Kız Kulesi karşımda durur. Tarihlerin kuyusunda çalkalanan sancıların yakıcı sırdaşı... Kim bilir hangi sevdanın ayrılıklarına tanık oldu, kim bilir hangi zahmetlerin kamcısı davasına vurdu. Nice hadiselerin tanığı, nice kasidelerin sanığı olarak yorgun duvarları fısıldar. Anıların mühründe öğütlenen, asırların dişinde öğütülen: Kız Kulesi
    İstanbul’un kalın ense kökünde, başıma yığılan ağırlığın közünde yürüyorum; karanlığın gizlediği ufuklara doğru. Uzaklıklar gözlerime koz, yıkıntılar gönlüme toz, hüzün taşkınlıkları artan doz... Sanki yılların çilesi ıslatmıştı. Boynuma ateş dolanmıştı. Günler; gözlerimde okunan hicranla yıkanmış, güllerin kanlarıyla dokunan isyanıyla sararmış, düşlere sokulan ıssızlıkla sıvanmıştı.
    Düşüncelerime yansıyan, güllere ayna. Şu satırların yazılmasına sebep kaynak. Düşlerimde bilenen, duygularımda şekillenen güllerin kanlarını yüreğime akıtan, yosunlu kuyuların acılığını yaşatan. Rüyalarımın penceresinden akan, kafa kağıdına yazdığım eserimden bakan. Şiirlerimin ilham yazısı seslenir, gül esintisini her andan nefesi kalbimin izinde savrulan, gün esaretinin her andan ruhumun gizinde kavrulan:
    İlk baharla açan güllere selam. Esaretiyle yüreğimi sürgünlere atan sana kelam...
    Kalıpta donan ruhum erimiş, satırda duran özlem kalbime inmişti. Güllerin aynasında ki kanlar dökülerek, kirpiklerimi ağrıtan anılar film şeridi gibi canlanmaya başlamıştı.
    Gül kokulu, şen dokulu; kafamın odasını altüst eden, fikrimin adasını işgal eden...
    Anlık tozların düşlerinde solukla yürüyen. Damarlarımın ininde uğultulu seslerle gezinen. İsmin canıma mimlenmiş, cismin kanıma damgalanmış. Benliğimi ansızın sisleyerek yürüyen sen...
    Sen izanımın bünyesinde, zamanlarımın bütünlünde gölgesin. Gölgenle izin izimi bulan varlık. Zihnimi ve fikrimi kemirip duran darlık...
    Sana sürgünüm: Sevdanın işaretinde atılan oklarla bilinmezin balçıklarına iten, karanlığın kubbesinde biten sürgün yüreğim
    Selamların haykırışı sesini bulsun. Satırlarım senin gözünü öpsün. Kelamlarım; kırgınlığını dindirerek, kızgınlığını sindirerek tutsun...
     

    DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

     36

    FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    Selma GÜRSEL

    Selma GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ

    TOYGA AŞI        
    MALZEMESİ: 2-3 porsiyon için,3 yemek kaşığı un yarım kilo katık (süzme yoğurt),1 çay bardağı pirinç (istenilirse yarma),1 yumurta,1 veya 2 kaşık tereyağı,yeterli kadar pul kırmızı biber,yeterli kadar nane.
    Yarım kilo katık, 3 yemek kaşığı un,bir çay bardağı pirinç (istenilirse yarma), bir yumurta kırılır su ilave edilerek karıştırılır. 
    Ateşin üzerine konularak devamlı karıştırılır. Bu karışım devamlı karıştırılmazsa çorba süt kesiği gibi olur.                   
    Kaynayan çorba ocaktan indirildikten sonra,bir miktar tereyağı eritilir,yağın içerisine pul kırmızı biber,nane katılır yağ kızdırılır. Kızgın yağ karışımı ocaktan indirilen çorba karışımının üzerine dökülür.  Bu çorba Çorum'un düğünlerinin birinci  yemeğidir. Düğün yemeklerinin üzerine ayrıca yumurta,un ve su ile katıca yoğrulan hamur serçe parmağı kalınlığında uzunca yuvarlanır kalınlığı kadar keskin bıçakla kesilerek kaynar yağda iyice kızartılır. Çorba servis yapılır.
    Düğünlerde bu üzerine krakerle beraber yağlı et suyu ile servis yapılır.

     

    DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

     37

    FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    Serkan ÖKÇE
    Serkan ÖKÇE HAYAT HİKAYESİ
    KINALI ALİ
     
    Yüreğine Ali…
    Tokat`tan çıkıp
    Gelibolu da açtı gülü
    Koşarken Ölüme
    Yüzü güldü 
    Gönlü güldü…
     
     
    Bizi eskiten zaman
    Kurutup;
    Ellerimizden ve ayaklarımızdan
    Hiç dokunmadı Ali`e
    Hala yaştır kınası
    Saçlarına yakmıştı
    Kurban olsun diye anası…

    DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

     38

    FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    Yaşar KILIÇ

    Yaşar KILIÇ HAYAT HİKAYESİ

    GİDELİM
     
    Karanlıkta giden gafil
    Aç gözünü,behey cahil,
    Yalan dünya için sefil
    Olma;Mevla’ya gidelim.
     
    Gel nefisine olma köle,
    Yanma nara bile bile,
    Bu dünyada Şeytan ile,
    Kalma Mevla’ya gidelim.
     
    Pişmanlık her geçen gün
    Kılavuzsuz bir gemisin,
    Yazık meçhule yelkenin
    Salma Mevla’ya gidelim.
     
    Miskin YAŞAR bak kendine,
    Kor düşmüş eteklerine,
    Dönmeden mahşer yerine
    Ağla Mevla’ya gidelim.
    29 / 11 1983

     

    DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

    BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

    FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

    FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

    Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

    DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR
     
     Hukuka, Yasalara, Telif  ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir.
    Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM

    02. SAYI FİKİR DERGİSİ NE GİTMEK İÇİN TIKLAYINIZ 01/11/2008