DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

 

1

İÇİNDEKİLER TIKLAYARAK GİDİNİZ!

TAKDİM
HAYAT HİKAYESİ
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN  KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com
corumlu2000@gmail.com
Mahmut Selim GÜRSEL   
yazarlarımız yaptıkları paylaşımlardan sorumludur.
Sitemiz ve yazarlarımız;hukuka, yasalara, telif haklarına ve kişilik haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir.

 01

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

TAKDİM

            Bu sanal kitapta bulunan çalışmalar; arkadaşlarımızla birlikte basılı olarak yayımladığımız 53 sayı “Çorumlu 2000 Aylık Kültür Sanat Tarih ve Edebiyat” dergimiz ve 54’üncü sayıdan sonra da sanal olarak yayımladığımız dergi ile “Sarı Çiğdem Şiir Defteri” dergimizde yayımlanmış çalışmalardan derlenmiştir

Tarafımdan arkadaşıma bir ufak armağan olarak hazırladığım bu sanal çalışmamda onların da çalışmalarını derli toplu olarak sizlere sunmak amacı taşımaktadır.

Çalışmalarımın bir sanal kitaplık olarak sizlere ulaşması ve sizlerinde bilgilenmenizi ve ilgileneceğinizi ummaktayım.

Mahmut Selim GÜRSEL

 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN  KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 02

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

Teoman ŞAHİN

10.10.1961 yılında Çorum'da doğmuşum. Sırasıyla ; Gazipaşa İlkokulu,Eti Ortaokulu ve Çorum Lisesini bitirdim. 1985 yılında  avukatlığı başladım.  Aynı yıl  evlendim ve  kısa dönem askerlik  (8 ay) yaptım. 1986'dan bu  yana kesintisiz olarak avukatlık yapmaktayım . 
İlkokulda,lise  çağlarında fizik yada kimya eğitimi almak istiyordum. Bilimsel konulara, projelere  özel  bir ilgim vardı. " Kömürü  elmasa çevirmek " isimli  özel bir proje ile lise son sınıfta Tübitak'ın sergi davetine çağırıldım ama,çapsız öğretmenim  nedeniyle  katılamadım.  Daha sonra ailemin de etkisiyle Hukuk Fakültesine gittim. Bilimsel yayınlara ya da  konulara  ilgim  halen  devam etmektedir. Geleceğin dünyasına ilişkin bilimsel düşlerim halen sürmektedir. 
Başka bir meslekte çalışmadım. Söz konu su mevcut hukuk düzeninde yeni yetişen gençliğe avukat  olmalarını asla tavsiye etmem. Ancak basit düzeyde olsa hukuk bilgisi edinmelerini tavsiye ederim. 
Kimsenin  yazı yazmam için teşviki olmadı. İlkokuldan bu yana sürekli yazdım. Okul panolarından başlamak suretiyle birçok yerde çeşitli konularda  yazılarım yayınlandı. Yazmanın fıtrati yetenek dışında çok okumak ve düşünmekle ilgili olduğunu düşünüyorum. 
Herhangi bir ödülüm yoktur. Böyle bir beklentim yok Allah Rızası için,topluma faydalı olabilmek  için yazıyorum. Hak ve halk için yaşamak ve tavır  koymak  gerektiğine  inanıyorum.  Yazılarım bir tavır olarak düşünülmelidir. 
İdealim :  Bilim  adamı olmaktı. Fizik yada kimyacı olmak ve bu konuda güzel şeyler üretebilmekti, ancak bu olmadı. Bende başka ütopya,düş buldum. Şu andaki hayalim güzel ahlaklı insan olmaya çalışmak  ve  bu topluma yayarak toplumda güzel ahlaklı  olmasına  çalışmaktır. Tarihi süreçte toplumu bu  yönde etkilemek derdindeyim. İnsanlık  tarihinin  en güzel ahlaklı  insanları  olan " Ehli Beyt"i . On  İki  İmam'ları  örnek  almaya çalışıyorum. İnsan  gibi  insan ya da,adam olmaya çalışıyorum. Şu andaki düşüm,hayalim,ütopyam budur. Yani adam olmak ve bunu çok büyük çabalar gerektirdiğini yaşayarak öğreniyorum,başarmayı diliyorum. 
1989  yılında  " Alevilere Söylenen Yalanlar 1 " isimli  çalışmam  kitap  halinde yayımlandı. Şu an bu kitabın 2. Bölümünü hazırlamaya çalışıyorum. 
Din,tarih, felsefe,sosyoloji  ağırlıklı yazılar yazıyorum. Özel anlamda Alevilik üzerinde çalışmalarımı  yürütüyorum.    Daha  önceleri " Aşura " isimli dergide müstear isimle yazıyordum,bu dergi kapandıktan sonra,"14 Masum" isimli bültende sürekli yazılarım çıkıyor.Yayınevimizin basılmış ve sanal yayınlanmış dergilerinde yazıları bulunmaktadır.

Biralevi@hotmail.com

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN  KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 03

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

AYDIN DÜŞÜNCEYE KATKI SORULARI
1- Gerçek demokrasi gerçekten var mı?
2- Büyüdüğünde koyun olacağını bilen kuzu ne yapmalı?
3- Gözle görmeksizin akılla görmek mümkün mü?
4- Paranın global gücü ve savaş teknolojisin deki gelişme düşünüldüğünde ülkemizin jeopolitik önemi halen devam ediyor mu?
5- Kişi âşık olduğunu nasıl anlar?
6-Neden değerli insanların çoğu önemsiz ve önemlilerinde çoğu değersiz?
7- Ülkemizdeki kralların kaç tanesi çıplak?
8- Türk milliyetçisi olan bir kişi Yunanistan' da Rum bir anne  ve babanın çocuğu olarak  dünyaya gelseydi yine Türk milliyetçisi olur muydu?
9-İdeal bir aydının kaç tane hülyası olmalıdır?
10-Resmi tarihin prangalarını kırmak gençken mi, ihtiyarken mi daha zor?
11-Aynada gördüğün gerçekten sen misin?
12-Hz. Ali’nin yolunda cem, semah, saz, dede, baba olmadığı halde bunlar neden ısrarla Alevilik diye sunuluyor?
13-Harici ve dâhili düşmanların çokluğu masalıyla bütçeyi paylaşma sorunu arasında bir bağ var mı?
14-Empatinin ne olduğunu bilme sekte olur mu?
15 Kalp naklinde sevgilerde nakil olunur mu?
16-Bakışlardan zekâ düzeyi anlaşılır mı?
17-Hayatında hiç kimseyi beklememiş birisi ;” Bekledim de gelmedin” şarkısından tad alabilir mi?
18-Mehdi gelecek mi?
19-Bir başbakanın ayakta ya da oturarak yazılı ya da şifai demeç vermesi önemli mi?
20-Kanatsız uçup, dilsiz konuşup, kulaksız duyup, gözsüz görebileceğimiz bir yaşam biçimi mümkün mü?
21-Beyin nakli gerçekleştiğinde, beynini sattığı halde zarar görmeyecek kaç kişi tanıyorsunuz?
22-ALLAH varsa mı daha çok sevinirsiniz?  Yoksa mı?
23-Kurt ile kuzunun, aslan ile ceylanın birlik de otlanacağı; Bir bebeğin yılan deliğinin kenarında oynayabileceği bir dünya mümkün mü?
24-Adalet ve merhametin hâkim olduğu bir dünyayı dua ederek gerçekleştirebileceğine inanan birisi saf mıdır?
25-Trafik kazaları, bebek ölümleri ve fakirliğimiz kaderimiz mi?
26- Bir günde ortalama kaç soru soruyoruz?
27- Cennetin en zirvesinde her şey var mı?
28-  Üç öğün yemek yemeden yasayamayan insanların, bir öğün bile kitap okumadan yasayabilmeleri nasıl mümkün oluyor?
29- On sekiz yasındaki bir genç “nasıl geçti habersiz o güzelim günlerim” şarkısından duygulanır mı?
30-  Hawking:”Bir gün her şeyi bileceğiz ve Allah'a gerek kalmayacak” diyor. Doğrumu?
31-Trigonometri yi, cebir I, yerçekimini, kuantum fiziğini bulanları biliyoruz ama fasulyeyi, karpuzu, domatesi bulanları neden bilmiyoruz?
32-Dört eğilim varsa, beşincisi de mümkün mü dür?
33-Sürüden bir koyun kaybolsa yüreğim sızlar diyenler, binlerce faili meçhul katliam karşısında nasıl yasayabiliyorlar?
34-Şu anda dünyamızda ineklerin kutsallığına inanan kaç bilgisayar mühendisi yaşıyor?
35-Bir sorunun en fazla kaç cevabı olur?
36-Aydın umudunu hiç kaybetmeyen olduğu halde insanları ölüm orucuna nasıl ikna edebiliyorlar?
37-Partilere oy verme konusunda kararsızlık tabir kere kararlı olabilsek acaba ne olurdu?
38-Soru yanlışsa doğru cevap mümkün mü?
39-Ruhunu yüceltmek için çiviler üzerinde yatan Hindu yanılıyor mu?
40-Seçiyor muyuz? Onaylıyor muyuz?
41-Ölüm bizler için su içmek kadar gerçeklik olduğu halde neden hep başkaları ölüyor?
42-Bu dergiyi çıkaran arkadaş maddi çıkarı olmadığı ve manen de çok yorulup yıprandığı halde neden inat edip duruyor?
43-Gerçekliğin kaç tane ölçütü vardır?
44-Soruyu soranların cevapları bilmesi gerekir mi?
45-Ülkemizdeki bir Müslüman, Hindistan da Hindu bir anne ve babadan dünyaya gelseydi; yine Müslüman olur muydu?
46-Ben kimim? Nereden geliyor, nereye gidiyoruz soruları ne yapmalı sorusundan önce mi sonra mı sorulmalıdır?
47-Sorulacak tüm sorular sorulduğunda hayatin amacı ne olacak?
48-On iki konsül, on iki asker, on iki havari ve on iki imam arasında bağ var mi?
49-Bir tek soru sorma hakkiniz olsaydı neyi sorardınız?
50-BU SORULARI NEDEN SORDUĞUMU KİM BİLİIYOR?
 
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN  KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 04

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

ADL-İ İLÂHÎ ÇERÇEVESİNDE DEPREM
            Adl-i İlâhî konusu sonsuz Lütuf ve Merhamet sahibi Allah'ın kainatı, alemleri yaratırken, düzenlerken, tanzim ederken, işleyişine düzen verirken, boşluğa, manasız ve anlamsızlığa yer vermediği, zulmetmediği her iş ve oluşun anlamlı felsefesi olduğu konusunda alemler arasındaki bağ ya da geçişlere göre açıklamaya çalışan bir alandır.             İnsanoğlu; yaradılışı gereği, eğer bazı duygu ve yeteneklerini gerektiği gibi geliştirmezse aceleci, nankör ve dar görüşlere sahip olur. Bu da tüm hayatına yansıyan karar ve bakış yanlışlıklarına neden olur.  Bu tür  bakış ve görüşe sahip olanlar aceleci davranarak ön bakışlarını son bakış olarak  değerlendirir  ve hemen hüküm verirler, düşünmezler, geniş bakamazlar ve yanlış yollara yönelirler. 
Örneklersek: Bir deprem olayında ilk bakışta yıkılmış evler, hayatlarını kaybetmiş insanlar, yaralananlar, gözyaşları, maddi ve manevi kayıplar görülür.  İlk bakışa göre bütün bunlar kötüdür ve kötü etkileri ve sonuçları mutlaktır. Bu hüküm elbette ilk bakış olarak doğrudur ancak kısmen doğrudur, ilk bakışa göre doğrudur. Geniş bakışa göre; adli ilâhî bakışına göre ise eksik bakıştır, aceleci hükümdür. Çünkü; ilk bakışta  kötü  gibi gözüken  bir  olayın arkasında yada akabinde geniş bakışa göre, adli ilâhî bakışına göre birçok faydalar, güzellikler ve hayırlar gizlidir.
Yaşadığımız son deprem olayını yorumlayanlar ilk ve dar bakışla olayın ilâhî bir ceza olduğunu söyleyerek neden ve kimlere ceza olabileceği hakkında fikir yürütürler. Kimisinde nesnel bakışla olayın normal bir doğal afet olayı olduğunu ve nesnel tedbirlerle önünün alınabileceği yolunda sonuçlar çıkarırlar. 
Oysa olay üzerinde genel anlamda yıllarca düşünmemizi gerektiren bir niteliğe sahiptir.  Hemen söyleyelim ki; son yaşadığımız deprem "mutlak" anlamda ilâhî bir ceza değil, " nispî " anlamda bir cezaydı. Eğer mutlak anlamda ilâhî bir ceza olsaydı, deprem bölgelerinde sadece kötüler zarar görür, iyiler yani Allah'a, Kitaplarına, Peygamberlerine inanıp takva sahibi olmaya çalışan insanlar zarar görmezlerdi. Bizler mutlak anlamda ilâhî cezaların nasıl olduğunu, Nuh ve Lut Peygamberlerin zamanından hatta Ad ve Semud kavimleri olaylarından hatırlıyoruz.
Yaşadığımız olaylara baktığımızda nispî anlam daha belirgin olarak karşımıza çıkıyor. Çok küçük yaştaki çocuklar hayatlarını kaybetmişler, zarar görmüşler, Kıble Ehli insanlar, takva sahibi ol maya çalışan insanlar da birçok şeylerini kaybetmişlerdir. Dahası bazı kötü negatif tavırlı insanlar zarar geldiği de gözlemlenmiştir. O halde bu olay nispi anlamda bir cezadır. Yani uyarı niteliği, ders verme niteliği hâkimdir ve arka planda geniş bakı-şa göre olayda Merhamet ve Rahmet gizlidir.
            Tahlile girmeden bazı ön noktaları hatırlamak gerekiyor. Bizler biliyor ve inanıyoruz ki: "Allah'ın izni olmadan yaprak bile düşmez" Her iş Onun izniyle ve rızasıyla olur. Sebep-sonuç ilişkisinin ardında mutlaka Allah'ın iradesi son sözü söyler, kararı ya da izini verir. Hz. Ali'nin tanımlamasıyla:" Allah eşyanın içerisindedir, içine karışmak-sızın..." O mutlaka anlamda hâkimdir. Bu anlamda deprem Allah'ın izni dışında olmuş bir hadise değildir. Allah bu depremin olmasına ve sonuçlarının doğmasına razı olmuştur. Onun rızası dışında olduğunun düşünülmesi İslâmi Tevhidi anlayışa, nitelemeye aykırı yorum olur. Bu olayın olmasına ya da bu anlamda sonuçlarının olmasına Allah izin vermeyebilirdi de ancak; izin verdiğine göre bizler bu olay hakkında düşünmek zorundayız. Zira bizler biliyoruz ve inanıyoruz ki:"Allah insanlara zulmetmez, fakat insanlar kendi nefislerine zulmederler "," Allah zerre kadar dahi zulmetmez"," Kim iyi iş yaparsa kendisine yapmıştır, Rab’in kullarına zulmedecek değildir.”
            Yani; Allah'ın izni olmadan hiçbir iş gerçekleşemez ve Allah her türlü zulümden ya da kötülük ten uzaktır. O halde, depremin arkasındaki felsefe neler olabilir? Allah depreme izin vermiş ancak bu zulümde değilse nedir?  Hangi boyutlarda bu olayı değerlendirmek gerekir.
            Bizim tahlilimiz elbette kesinliği olan tezler değil sadece aklımıza gelen, kalbimize doğan ihtimallerdir. Ya da sesli düşüncelerdir. Ya da sesli düşüncelerdir. Yanılıyor olabiliriz ancak yanılgımız bu olayı düşünüp ders almamıza engel olmalıdır. Her türlü yanılgı ve günahımıza karşılık hayata sıkıca bağlanıp, hayatın her alanını yorumlayıp, dersler alıp kendinizi, bakışınızı olgunlaştırmaya çalışmak durumdayız. Öncelikle son deprem olayının nispî anlamda cezai yönüne ya da ibret ve uyarı içeren yönlerine bakıyoruz.
Büyüklenmek, ululanmak, kibirlenmek insanoğlu için kötü olgular ya da ruhsal hastalıklardır. Bu anlamda mallarıyla, evlatlarıyla, siyasal ege menliklerine dayalı güçleriyle, güzellikleri ya da fiziksel güçleriyle, güzellikleriyle yada fiziksel güçleriyle övünenler, kibirlenenler, ululananlar çok kısa bir anda övündükleri, ululandıkları şeylerin gerçek olmadıklarını görmüşlerdir.
Başka bir bakışla da ellerinde maddi güçleri olmamasına rağmen yoksulları, yetimleri gözetmeyen, mazlumların yanında yer almayan maddi güçlerini biriktirip, çoğaltmaktan başka bir düşünceleri olmayanlar boş olduğunu anlamışlardır. Ya da kötüler, zalimler, her türlü insani anlayışından yoksun olanlar için karşılık günü bu şekilde gelmiştir.
"Halka ihanet yasası" dediğim, Sosyal Güvenlik Yasasını çılgınlar gibi savunarak halktan yana değil, egemenlerden yana olduğunu kanıtlayan bir Bakanı seçen ve Meclise gönderen seçil bölgesine, orada yaşayan insanlara bir mesaj olabilir mi?
Yani İlâhî güç, egemen güç bu tür  "Halktan Kopmuş, yabancılaşmış insanları halk adına yetkilendirmeyin" mesajı vermiş olabilir mi? Zira bu konuda sağlıklı seçimleri yapamadığımız için başımıza pek çok bela, musibet ve zararlar sürekli gelmektedir. Bu anlamda tüm Anadolu insanına "Siz kendi nefislerini değiştirmedikçe biz de sizi değiştirmeyiz " türünden ilâhî mesaj verilmiş alabilir mi?
            Yine depremde devlet denilen organizma tüm unsurlarıyla sınıfta kaldığına göre, sistemin tüm unsurlarıyla birlikte sorgulanma sürecine yönelik mesajlar da olabilir mi?
Zira egemen güçlerin köleliğini, kulluğunu yapan odaklar ve temsilcileri hariç sistemin tüm unsurlarının ne kadar çürümüş ve kokuşmuş olduğunu en cahil insanlar bile gördü ve hatta bir kısmı bizzat yaşadı.
Acaba bu depremde "Sisteminizi ve yönetenlerinizi sorgulayın "ve“ İnsana yakışır biçimde değiştirin yoksa perişanlıklar ve rezillikler asla bitmeyecek" mesajı verilmiş olabilir mi?
Depremdeki kayıpların artmasına sebep olan negatif durumların doğmasına neden olanlar belki de deprem sonrasında halk ya da mevcut yasalarca ceza göreceklerdir. Bu itibar kaybetme, güven ya da makam kaybetme şeklinde olabileceği gibi, cezaevine düşme, mahkûm olma şeklinde de olabilir.
            Nispî ceza yönünden uyarı sadeci deprem bölgesine olmamıştır.  Zira Anadolu'nun her bir yanı bu depremden zarar görmüştür. Kimisi yakınlarını kaybetmiş, kimisi de depremin getirdiği olumsuz ekonomik gelişmelerden ve atmosferinden etkilenmiştir.
Yine bakışımızı başka bir yöne kaydırırsak bu olaydaki hayırları, Rahmetleri ya da güzelliklerin neler olabileceğini düşünelim. Çünkü "Allah'ın izin verdiği her şeyde hayır" mutlaka vardır. Bu tevhidi tanımlamanın da zorunlu bir sonucudur.          
Dikkat edilirse ülke çapında yardımlaşma, dayanışma çabaları artmış bölge üzerinde yoğunlaşmıştır. Yanı; ülke insanı hiç olmadığı oranda kenetlenmiştir. Birlik ve beraberlik duyguları gelişmiştir. Sadece ülkemiz için değil tüm dünya ülkelerinin dikkati bu yöne yoğunlaşmıştır. Bu noktada ülkelerarası siyasi sorun ya da meseleler arka planda kalmış, barış ve yumuşama havası gelmiştir. Yanı ilk bakışta kötü gözüken olay insanlar ve devletlerarasındaki yardımlaşma hisleri zenginleşmiştir. Çok iyi biliyoruz ki; birçok insanın deprem manzaraları karşısında kalbi yumuşamış, gözleri yaşarmıştır.  Ağlayanların çokluğu da dikkat çekicidir. Olay o derece dehşetlidir ki; en katı kalpler dahi hüzünlenmiş, yumuşamıştır. Zaten insan olma bilincinin temelinde de merhamet duygusu yatmaktadır. Bu anlamda deprem merhamet, paylaşma ve yardımlaşma süreciyle birlikte insan olma sürecine olumlu katkıda bulunmuştur. İnsanlık, insanlığını hatırlamış, insan olma sürecimiz güzelleşmiştir.
            Yine; deprem ve etkileri ülkemizdeki fesadi yapının bir süre gecikmesine sebep olmuştur. Birçok zalim bu nedenle zalimlik yapmamış, girdiği şok etkisiyle kötü tavır ve davranışlar bir sürede olsa dizginlenmiştir. Yani deprem kötülükleri ve fesatları bir sürede olsa önlemiştir. Eğer ciddi bir gözlem yapılırsa hırsızlık, cinayet, sarhoşluk gibi bazı negatif unsurların toplumsal süreçte bu aşamada azaldığı görülecektir.
            Yine evleri yıkılanlar açısından sosyal dayanışma ve yardımlaşma sürecinde daha güzel, daha sağlam evler yapılacağı muhakkaktır. Bu an lamda deprem bölgesi dışındaki insanlarda daha sağlıklı binalar yapmaya özen gösterecek, böylece ileride muhtemel benzer olaylarda zarar gören insan sayısı azalacaktır. Deprem bu dersi mesajı vermişse, verecekse bu anlamda faydalı olarak, güzel olarak değerlendirilebilir.
            Depremde hayatını kaybeden iyi insanlar için bu olay belki de Allah katında rahmet vesilesi olacak, günahları bu nedenle bağışlanacaktır. Kötü insanlar için belki de bu olay Allah’ın gazabını hafifletici etki yapmış olacaktır. Belki depremde hayatını kaybeder bazı küçük çocuklar ileride başlarına gelebilecek negatif durumlardan kurtarılmış olabilirler, ya da onların sebebiyet verebileceği negatif durumlardan toplum korunmuş olabilir. Bu acılara sabreden geride kalan insanlar içinse de sabırları Allah katında karşılıklarını bulabilir. Bu dayanışma ve yardımlaşmalara Allah çok iyi karşılıklar koymuş olabilir, böylece iyilik yapma konusunda zorlanan bizler için bu olay iyiliklere vesile olabilir. 
Hatta bu yardımlaşmalar bazı insanlar için kalıcı etki yapıp kalan ömürlerinde de devam edecek mahşerleri de olumlu olarak etkilenebilir. Hatta kendisini dünyanın merkezi zanneden, kibirli, ululanan, yetimi, yoksulu gözetmeyen sürekli mal biriktiren zenginler bu olaylardan ders alarak huylarını olumlu bir şekilde değerlendirilebilir, kazançlı çıkabilir. Belki makam sahibi olduğunu zannedenler gerçek makam sahibini tanıyacak ve ilahi gerçek azaptan kurtulacaklardır. Kalan insanlar hayat ve ölüm sınırlarının birkaç saniye olduğunu görerek birbirlerine insani anlamda daha da yakınlaşacaklardır.  Hata; birçoğumuz kulluk görevini ihmal ettiğimizi görecek ve kendimize bu noktada daha çeki, düzen vereceğiz.
En önemli noktalardan birisi de içinde yaşadığımız siyasal sistemin sürecinde çürük sistemin ve çürük insanların tasfiyesi fikri olumlu yönde gelişecek ve insanlar kendilerine layık daha insani düzenler. Sistemler aramaya girişecekler ve belki de bulacaklar ve bir dahaki doğal felaketler ya hiç olmayacak ya da hayatımıza başka olumlu anlamlar ve boyutlar katabilecektir. Çünkü hepimiz çok iyi biliyoruz ki; bizi yöneten insanlar içimizden çıkan ancak ya yanlış seçimimiz ya da halkına sonradan yabancılaşan, halktan kopmuş insanlardır.  Bu anlamda bizler asıl suçlunun kendimiz olduğunun farkına varıp, kendimizi düzelterek çevremizin de düzelmesine bu sayede katkıda bulu-nacağız. Belki de; depremin en olumlu katkısı bu olacak.
Ancak eğer; ibret yada mesajı alamıyorsak, mezar soyguncuları gibi, halen böbürlenmelerine devam eden, devletin ve milletin ne kadar büyük olduğunu söyleyip duran tipler gibi burnundan kıl aldırmayan siyasetçiler gibi, hırsızlık için deprem bölgelerine gidenler gibi ya da, hiçbir şey olmamış gibi deprem bölgelerine gidenler gibi, yada hiçbir şey olmamış gibi negatif tavırlarına devam eden insanlar gibi, fırsattan istifade halka ya-bancı ve zarar verici yasaları meclisten çıkaranlar gibi egemenliğe ve güce güvenenler gibi bunların gerçek  güç  olmadığını anlayamayanlar gibi yani, kısaca  mesajı anlamazsak halen övgüler düzenler gibi korkarım ki; bu tür olayların felaket tecellisi artarak devam edecek ve hepimiz zarar göreceğiz, bundan çünkü hepimiz sorumluyuz bu düzenden.
            Ölen şahıslar için ve kalanlar için ayrı, ayrı değerlendirmesi gereken bu olayı iyi düşünmek gerekiyor. Zira inancımıza göre ölüm son olmayıp yeni bir âlemde, yeni bir yaşama başlangıçtır. Depremde hayatını kaybeden küçük yada büyük küçük yada büyük olsun ölümden sonraki ilk aşama yada alem olan “Berzah” aleminde belki de nimetler içinde yaşıyorlardır, kesin olan herkes yaptığının karşılığını önünde bulmuş yada bulunacaktır. Allah merhametlerinin en merhametlisidir. Sonsuz lütuf sahibidir. Aslında tüm insanları bu olayda tek tek ele alıp kiminin ne masaj alması gerektiğinde düşünülmelidir, bu anlamda herkes kendi öz eleştirmesini yapmalıdır.  Ancak bizim dış bakışla daha fazla sözler söylememizde zordur, tehlikelidir. Son söz ilim şehrinin kapısı Hz. Ali’nin olsun.   Hz. Ali kader konusunda "Nehcül Belaga"da şunları söylüyor: " Kapkaranlık bir yoldur, gitmeyin. O yol pek derin bir denizdir dalmayın o denize. Allah'ın sırrıdır uğraşmayın onunla..."
 
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN  KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 05

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

HİTİT UYGARLIĞI KONUSUNDA ARKEOLOJİK ÇALIŞMALARDA RESMEDİLMİŞ BULUNAN ON İKİ ASKER MOTİFLERİ ÜZERİNE BİR TEZ
            Bilindiği kadarıyla Hititlerin dini anlayışları PUTPERESLİK esasına dayanıyordu. Bu konunun uzmanlarına göre Hititler tahmini iki bin yıl boyunca kendi yaptıkları putlara tapıyorlar ve bunları tapınaklarında bulunduruyorlardı.
            Oysa vahiy temeline dayanan dini inançlarda insanları tek bir Allah'a çağıran Resulün gelmesi zorunluluktur.
“Biz Peygamber göndermedikçe hiçbir topluluğu azaplandırmayız” İsra Suresi 15. Ayet.
            “And olsun biz her millet içinde Allah'a kulluk edin tağuttan kaçın diye elçi gönderdik” Nahl Suresi 36. Ayet.
            “Ey Peygamber gerçekten biz seni bir şahit, bir müjdeci ve bir uyarıcı, korkutucu olarak gönderdik,”Azhap Suresi 45. Ayet.
            Hz. Ali R.A. Nehcül Belaga'sinde şöyle diyor;”Allah unutulan nimetleri hatırlasınlar, gizli kabiliyet ve yetenekleri aşikâr etsinler diye Peygamberleri gönderdi” Demektedir.
            Tek tanrılı dinlerin ya da vahyin temel mantığına göre her topluma Resul veya Nebi türünden uyarıcıların gönderilmesi mantık gereğidir. Bu anlamda Hititlerin iki bin yıl boyunca sadece putlara veya benzer mantıkla başka cisimlere tapmış olması mümkün değildir. Allah C.C. hiçbir kavmin “Konuşmayan, görmeyen, duymayan ve hiç kimseye yarar ya da zararı olmayan” cisimlere tapması karşısında:
“Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Ben size (Gelecek olan) acı bir günün azabından korkarım ”Hud Suresi 26. Ayet.
“Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, onun dışında sizin başka ilahınız yoktur, yine de korkup sakınmayacak mısınız?” Müminun Suresi 23. Ayet.
“Yakup oğullarına: Benden sonra neye tapacaksınız? Dediği zaman dediler: Senin İlahına ve babalarının İbrahim, İsmail ve Ishak'ın İlanı olan tek bir İlaha tapacağız” Bizler ona teslim olanlarız” Bakara Suresi 134. Ayet.
Şeklinde topluma seslenecek bir insanı görevlendirilmemiş olması mümkün değildir. Zira birçok rivayette 124 bin Resul ya da Nebinin gönderildiği de belirtilmektedir.
Bu anlamda henüz kimliği tespit edilmemiş bile olsa Hititler zamanında yaşamış putlara karşı çıkmış ya da kırmış birisinin varlığı zorunludur.
Yine biliyoruz ki; gönderilen Peygamberlerin bazılarının varisleri, velileri ya da yardımcıları bulunmaktadır. Bu kimi zaman Musa ve Harun ilişkisi çerçevesinde olduğu gibi kimi zaman Hz. İsa A.S. ve 12 Havari ya da Hz. Muhammed S.A.V. ve 12 İmam ilişkileri gibi gözükebilmektedir.
            Bu ön kabullerle yola çıkıldığında ise yazılı kaya üzerindeki motifler ya da insan şekillerinin anlamlı olabilecekleri düşünülebilir. Hz. İsa'da Havarileri, Hz. Muhammed'de imam olarak gözüken 12 kişinin Hitit Peygamberinde 12 asker olarak gözükmesi mümkündür.
            Şüphesiz olayın çok eski çağlara dayanması hüküm vermemizi engellemektedir. Ancak bazı teorik açıklamalarda ileriki yıllar açısından yeni bulunacak yazıtların çözümü açısından faydalı olabilecekleri de ihtimal dâhilindedir.
            Bu anlamda Hititlerin Peygamberinin ya da Peygamberlerinin olması gerektiği düşüncesiyle söz konusu Peygamberi kimliğinin araştırılması önemli sorundur. Hitit Peygamberinin Hitit krallarından birisi veya askerlerinden birisi olma ihtimali üzerine düşünülmelidir. Muhtemelen Hitit krallarından en az birisinin aynı zamanda Peygamber de olması tezimizin ağırlık noktasıdır. Bu anlamda o kralın ve aynı zamanda Peygamberin yardımcısı olarak 12 askerin varlığı senaryo olmayabilir.
            Şu anda bilinen 19 Hitit kralının kabirleri bulunduğunda ya da onlarla ilgili ayrıntılı yazıtlar bulunduğunda o çağdan gelen anlatımlardan birisinde kralla 12 asker arasında yukarıdaki örneklerde olduğu gibi bir bağın varlığı tezi kuvvetlenecektir.
            Allah C.C. bazı Peygamberlere devlet başkanı olmalarını da irade etmiş olduğundan dolayı bu şahsın hem kral hem de Peygamber olabilmesi mümkündür.
            Yine yazıtlarda söz konusu kralın hayatının savaşlarla geçmesi ve kendi toplumuyla veya aile bireyleriyle uzlaşmaz çelişkilerin olması zorunludur. Zira insanların çoğu her zaman vahye yönelik tebliğlerde ya da davetlere karşı çıkmış ve söz konusu elçilerle sürekli çatışmış onu toplum dışına çıkartmaya zorlamıştır. Ve yine onlar için “Mecnun, deli, şair, hayalci, vehimci” gibi yakıştırmalarda bulunmuştur. Hitit krallarından birisi hakkında bu tip tavır ve yakıştırmaların olması bu konuda dikkat çekecek hususlardandır.
            Şüphesiz doğruluğu ya da yanlışlığı hakkında şüphe götürmez, kesin kanıtlar olması da aşağıdaki tezin ileriki çalışma yıllarında dikkate alınmasında fayda görüyorum.
TEZ: Bilinen Hitit krallarından birisi aynı zamanda Peygamberdir. Söz konusu kral halkın yerleşik dini inançlarına karşı çıkmış ve bu nedenler çevresiyle sürekli olarak teorik ve pratik çatışmalara maruz kalmıştır. Söz konusu Hitit kralının krallığı çevresince meşrutiyetini kaybetmiştir. Bu kişinin krallığının çevresince tartışmalı olduğu ya da açıkça reddedileceği, reddedildiği kesindir.   Hitit kralının 12 askeri bu çatışma ve çelişkilerde kendisine inanmış ve yardımcı olmuştur. Hitit Peygamberinin tebliği söz konusu bu 12 askerle ifade edilmiştir. Hitit kralının ya da Peygamberinin inançları çerçevesinde kısa süreli dahi olsa kazandığı bir an, zaman boyutu vardır. Şüphesiz bu çatışma 12 İmamın zuhuruna kadar sürecektir.
 
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN  KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 06

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

ODUN TOPLAYAN ADAMLARIN ÖYKÜSÜ
            Zamanın bir yerinde ülkenin birinde bir zalim kral yaşarmış. O ülkede sivil ve sosyal organize güçler, özgür akıllar, eleştirel bakışlar yokmuş. Halk; bir sürü tabusu ve doğmasıyla klasik tebaa biçiminde aydın da kendi çelişkilerini çözememiş biçimde yaşarmış. Ülkede kral; hiyerarşinin en üstünde bulunurken ondan beslenen askeri güçler ve kapıkulu zihniyetli
İdarecileriyle ülkeyi yönetirmiş.
Günlerden bir gün ülkenin dört yanına tepeden bir haber ulaşmış. Kral herkesin toplayabildiği kadar odunu toplayıp ülkenin merkezine getirmesini ve kendisinin de gelmesini buyurmuş. Ülkenin tüm idarecileri de bu iş için kolları sıvamışlar. Fermanı duymayan kalmamış ve zaten bu fermanlara alışık olan halk başlamış odun toplamaya herkesler harıl harıl odun toplayıp buldukları araçlara yığmışlar ve ülkenin merkezine doğru yola çıkmışlar. Kimse odunu neden topladığını da sormamış, çünkü soru sormaya alışık olmayan aydınlar halkı yönlendiriyormuş......
Neyse uzatmayalım beklenen gün gelip çatmış tüm ülke halkı odunları merkeze getirmiş ve ana meydana yığmışlar. O ülkenin en büyük dağı yüksekliğinde odundan bir dağ oluşmuş. İkinci bir emirle halkta bu odun dağının etrafına halka olmuş ve beklemeye başlamışlar. Bazı aydınlar fısıltı ile çok büyük bir gösterinin olacağını söylerken bir kısmı da çok önemli bir mesaj verileceği kanaatindeymiş.
Bir müddet sonra oldukça debdebeli ve abartılı bir biçimde kral meydana gelmiş ve kendisine ayrılan yüksekçe bir yere çıkarak tabasını selamlamış. Halk ta yıllardır olduğu gibi kralına sevgi gösterisinde bulunup coşkuyla karşılamış. Kral odunların yakılmasını emretmiş. Hemen emir yerine getirilip odunlar dört bir yandan tutuşturulmuş ama ne ateş; Kral hemen ardından:
-Getirin o rejim düşmanı asiyi diye gürlemiş. Bütün gözler kralın işaret ettiği yana çevrilmiş. Üstü başı perişan vaziyette, elleri ayakları zincirli yaşlıca bir adamı çevresinde bir sürü emir kulu asker meydana doğru yürüyerek getirmişler. Yaşlı adam içinde bulunduğu durumu umursamazcasına vakarlı bir biçimde meydana doğru yürürken etrafına da odun toplayanların ve bekleyenlerin haline acırcasına bakıyormuş. Ve kral son emrini vermiş:
-Atın o adamı ateşe....Meydanı bir uğultu kaplamış. Anlaşılan kral kendisine ve otoritesine karşı gelen bu adamı cezalandırarak ve bunu da büyük bir şölen şeklinde yaparak aynı zamanda ne kadar güçlü olduğunu ve kendi otoritesini kabul etmeyenlerin sonunun ne olacağına yönelikte bir mesaj vermek istiyormuş. Bazıları o anda neden odun topladıklarını da anlarken, bazıları halen bakalım ne olacak? Diye merakla beklerlermiş.
Çok az bir kısmı da: Hay ellerim kırılsaydı da toplamasaydım... Diyormuş. Yaşlı adamın etrafındaki adamlar O'nun zincirlerini çözmüşler ve el ve ayaklarından tutup kaldırarak ateşe doğru koşmaya başlamışlar ancak ateşin çevreye saçtığı sıcaklık o kadar fazlaymış ki daha fazla yaklaşamadan uzakta kalakalmışlar. Adamı bu şartlarda ateşe atmak mümkün değilmiş. Büyük şölen tam fiyaskoyla sonuçlanacakken kralın kurnaz danışmanlarından birisi:
-Onu ateşe uzaktan mancınıkla atalım demiş ve kralda derin bir nefes çekerek mancınık getirilmesi emrini vermiş.Yaşlıca adamı mancınığa yerleştirmişler ancak o halen kendisinden emin bir şekilde beklemedeymiş,yakın olanlar dudaklarının mırıldandığını da görüyorlarmış.Ve mancınığı gerip bırakmışlar ,yaşlı asi büyük bir hızla havadan ateş dağının ortasına doğru gidiyormuş..............öyküyü yaşlı asi havadayken bitiriyorum.
Gelelim öyküdeki çıkarımlara;
...Tarih odun toplayanların öykülerini yazar...
...Tarih havada uçanların öyküsüdür..
...Odun toplayan olmazsa kimseyi yakamazlar..
....Her asi asi değildir...
...Soru sormamak kötü bir huydur...
...Kral Nemrud bir kralmış...
...Tarihin temel çelişkisi Odun toplama emrini verenlerin taşıdığı değerlerle,havada uçanların taşıdıkları değerlerin çelişkisidir.…       
Şahsen ben havada uçanlardan yanayım...
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN  KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 07

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

BAKMAK VE GÖRMEK ÜZERİNE BİR DENEME
            Gözümüzün önemli bir organ olduğunu kimse inkar etmez. Ancak çoğu insan göz’ü görmek ile eşdeğer tutar. Oysa görmek akılla ilgilidir ve özünde idrak etmeyi barındırır. Göz ise sadece bakar. Bakmanın tek başına bir anlamı ve önemi yoktur. Bakmak bu anlamda sadece potansiyel bir pozisyondur. Aslolan görmektir ki buda akılla daha ötesi idrak yada bilinçle ilgilidir.
            Bakmak ile görmek farklı şeyler olmakla birlikte birbirlerinden de bağımsız değildirler. Bunların kendi aralarındaki ilişkinin çeşitli varyantları vardır.
            Baktığı halde göremeyenler olduğu gibi, bakmadan görenler de vardır. Çok bakıp çok görenler olduğu kadar az bakarak çok görenler yada az bakıp az görenlerde vardır. Bakışımızı güçlendirmek görüşümüzü güçlendirmek anlamına gelmeyeceği gibi görüşümüzü güçlendirmek içinde bakışımızı güçlendirmek gereken durumlarda mümkündür.
            Her halükarda bakmakta görmekte sonuçta beyin ile yakından ilgili olup bakmak göz vasıtasıyla, görmekte bilinç vasıtasıyla beyinle irtibatlandırılabilir.
            Eğer dünyada yaşayan ilk insan olsaydım ve “Dile benden ne dilersen” diye bir hitap duysaydım iki dilek hakkı isterdim ve Bir teleskop birde mikroskop isterdim. Mikroskop ile önce kendime bakardım. Hücrelerime bakardım. Hani şu metrenin yüz binde biri, ya da milimetrenin yüzde biri büyüklüğüne sahip geniş! Âleme göz atardım. Aktarayım; Bu âlem o kadar küçük ki bu hücrelerden ancak 10.000 tanesi bir araya geldiğinde bir toplu iğnenin başı kadar bir yeri ancak kaplayabiliyorlar. Ama bu küçük âlemin içinde ne doğumlar ne yaşamlar ne ölümler oluyor, cıvıl cıvıl bir hayat bunların içinde barınıyor. İçinde müthiş iş bölümleri, müthiş bilgiler barındırıyor. Hücrelerdeki bilgileri kâğıtlara döksek bilmiyorum dünyadaki ağaçlar kağıt için yeterli olur mu?
            Hoş zaten bunun için bilgisayar çiplerini keşfettik. Vinzıp’ı keşfettik Dünyanın bilgisini sıkıştırıyoruz ve gerektiğinde açıyoruz. Açıl susam açıl gibi. Bir atomu dünya kadar büyütsek içindeki elektron sadece bir elma kadar olabiliyormuş.
Mikroskop ile sonsuz küçüğün keşfine yolculuk yapmak mümkün. Elektronlar, Atomlar, moleküller, DNA lar, kromozomlar neler var neler.
Dünyadakilerin hepsini toplasak belki avucumuza sığacaklar! Zamanımız az ve yerimizde dar birazda teleskop ile bakalım. Bakalım neler göreceğiz. İlk gördüklerim güneş ve ay oluyor. Dediklerine göre en yakın bunlarmış. Işık hızı saniyede 300 bin km olduğuna göre Ay'dan çıkan ışık bize 1 saniyede, güneşten çıkan ışık ta 8 dakikada ulaşıyor.
Dediklerine göre güneş sistemine en yakın yıldız olan Alfa'nın şimdi yaydığı ışık bize 4 yıl sonra gelecek. Kutup yıldızı ise bizden sadece 45 ışık yılı uzaklıkta bulunuyor. Ha unutmadan bize en yakın galaksi olan Andremodea ise bize 2.5 milyon ışık yılı uzaklıktaymış. Hatırlatayım ki dünyadan 10 milyar ışık yılı uzaklıkta kuasarlarda mevcutmuş. Teleskop ile baktığımızda gördüğümüz bir ışığın ışık hızıyla bize rakamların yetmediği ve idrak etmekte güçsüz kaldığımız bir uzaklıktan geliyor olması da mümkün. Ve bu müthiş büyüklük ya da genişliğe bakabiliyoruz ama Görmek ne mümkün! Hatta henüz baktığımız da söylenemez. Hücreden yola çıkıp en uzak galaksiye gitmek isteyen bir canlı ışık hızıyla bile hareket etse sanırım ömrü! Yetmeyecek. Dilediği kadar yaşasın yinede o hızla hedefe ulaşması mümkün değil gibi görünüyor.
            Çevresine kuyudan bakan kişi ile deve hızıyla hareket eden bir insanın görebilmesi mümkün mü? Çevresine en yüce dağdan bakan bir kişi ses hızını bile aşsa ne kadar görebilir ki? Belki de görmek nereden baktığımız ve ne kadar hızla hareket ettiğimizle de ilgilidir. Ve ne ile baktığımız da önemlidir.Ama şu kesin ki hangi zirveden bakarsak bakalım,hangi hızla hareket edersek edelim,ya da bakış derinliği için hangi elemanı kullanırsak kullanalım görebilmemiz belki de nasip sorunudur. Tabi ne kadar görebileceğimizde; Her neyse özetlemek zor ama deneyeceğim:
            Mikrokosmos'dan ,makrokosmos'a yani sonsuz küçükten,sonsuz büyüğe kadar yolculuk yapsak ve her şeye baksak, her şeyde kelimelere sığmayan bir düzen, ahenk, ihtişam, işbölümü, koordinasyon, sistem, plan görebiliriz. Ama bu yolculuğu yapıp hiçbir şey görememekte mümkün! Ve bir şey daha var; bakılacak şeyin de görülecek şeyin de üst sınırı yok. Sonsuza sonsuz bakmak ve sonsuz görmekte mümkün! Ve belki de yaşam denen ve bizim ölüm ile bitmediğine inandığımız yolculuğumuz; bakılacak ve görülecek hicap perdelerinin yırtıla, yırtıla ilerlendiği bir yolculuktur.
            Peki yolculuğun ilk ayağında bakıp ta göremeyenler ileri ki ayaklarda görebilecekler mi? Konu uzun ama adı üstünde bu bir deneme yazısı ve bir an önce bitirmekte fayda var. Ama yinede bir son söz olmalı:
            Allah (C C) ile Eşya ilişkisini Hz. Ali (AS) şöyle ifade ediyor:
            “Allah eşyanın içerisindedir, içine karışmaksızın, eşyanın dışarısındadır; ayrı kalmaksızın.”
 
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN  KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 08

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

AŞURA GÜNÜ MÜ?  AŞURE ÇORBASI MI?
Peygamberimizin torunu İmam Hüseyin'in Kerbela'da şehit edildiği güne rast-layan ve Arapça onuncu gün anlamına gelen Aşura günü nedeniyle İslam dünyasının her yanında birtakım eylemlerin yapıldığı herkesçe bilinmektedir. Kimi yerlerde matem yapılırken, kimi yerlerde kutlamalar yapılmakta, kimisi namaz kılıp dua ederken ve ağlarken kimileride saz çalıp semah dönmekte kimileride adına Aşure aşı dedikleri bir tatlı türünü dağıtmaktadır. Bu konuda ülkemizde de diğer konularda ya da kavramlarda olduğu gibi bir kafa karışıklığı, kavram kargaşası yaşanmakta olup, bu sorunu aydınlatma amacıyla yazıyorum:
Dikkat edilirse her yıl Muharrem ayında ve özellikle de Muharrem ayının 10. Gününde halkın birbirlerine adına Aşure çorbası ya da tatlısı denilen bir yiyeceği ikram ettiği hatta bazen birbirlerini kutladıkları görülür.
Sebebi sorulduğunda da çoğunlukla “Bugün öyle mübarek bir gündür ki! Adem bu gün yaratılmış, yerler, gökler, melekler bu gün yaratılmış, Hz. Nuh gemiden tufandan bugün kurtulmuş, Hz. Yusuf zindandan bu gün çıkmış, Hz.Yakup'un gözleri bugün açılmış, Hz. Yunus bugün balık karnından kurtulmuş, Hz. Musa bugün firavundan kurtulmuş vs vs vs “cevabını alıp; temelsiz, uydurma yada saçmalıkları sürekli olarak duyar yada dinlersiniz.
Yine 'Güya Hz.Nuh'un kurtulunca gemideki hububatı karıştırıp dağıtmış ve insanları kutlamış!' olduğu anlatılır durur. Ve yine dikkat edilirse kendisini alevi ya da sünni kabul eden herkesin olayı bu şekilde izah edip sanki güzel bir iş yapıyorlarmış gibi birbirlerine aşure tatlısı dağıttıklarını da gözlemleriz.
Ne yazık ki sadece Anadolu'da değil Anadolu dışında da bu sözlere inananlar bulunmaktadır. Nitekim konuyu araştıran Aliyy'ul Kaarı bu uydurmaların bir kısmını 'Mevzuatu Kebir'isimli kitabında toplamıştır. Muharrem ayı hicri yılın ilk ayının adıdır.
            Bilindiği gibi Aşura kelimesi Arapça 10.gün anlamına gelmektedir. Ve yine bilindiği gibi Hz. Hüseyin hicri 61.yılda Muharrem ayında Kerbela çölüne ulaşmış ve 10. günde de şehit olmuştur. Peki nasıl oluyor da İmam Hüseyin gibi Allah ve Resulü katında övülmüş mübarek, masum bir kişi katlediliyor da insanlar hele de Müslümanlar! O günü bayram ilan ediyor ve kutluyorlar?
Ve dahası o gün insanlık tarihinin en vahşet görüntüleri sergilenmişken, tüm güzel şeylerin o güne denk geldiği söylenebiliyor? Burada bir tuhaflık yok mu? Hayır; çünkü Aşura günü yezidin başını çektiği küfür ve münafık grubu birçok sahte rivayet! Uydurarak kendi yaptıkları musibeti bayrama, kutlamaya çevirmek istediler ve tüm insanlara bu sahte kurtuluş masallarını anlatarak musibetlerini örtmek, kafa karıştırmak istediler. Ve ne acıdır ki kısmen de olsa başarılı oldular.
Dikkat ettiniz mi Muharrem ayının 10.günü geldiğinde artık sadece tatlı dağıtılmıyor ve sözüm ona bazı dernekler ya da kuruluşlarca özel törenler yapılıyor sazlar çalınıp, semahlar dönülüyor. Ve yine dikkat edilirse bu törenlere üst yetkililer, ilahiyatçılarda memnuniyetle! Katılıyorlar.Ne acıdır ki İmam Hüseynin şehit edildiği gün kutlamalarla!,yeme içme ve halaylarla anılıyor.
Oysa Bir Ehli Beyt dostu yada Müslüman o gün ne yapmalıdır? Sorusunun cevabı birçok tarihi nakilde açık açık veriliyor. Ama cahil bırakılmış halk'ın ve duyarsızlaştırılmış Müslüman aydının bunlardan haberi olmuyor.
Ehlibeyt Mektebinin büyük âlimlerinden olan Merhum Şeyh Mufid şöyle diyor:
“Muharrem ayının onuncu gününde Hz. Hüseyin (A.S.) şehit edilmiştir. İmam Cafer-i Sadık'tan gelen rivayetler gereğince bu günde neşeden uzak durmak, yas merasimleri düzenlemek ve öğle oluncaya kadar bir şey yiyip içmemek ve öğleden sonra, sadece yaslı insanların yediği içtiği miktarda bir şeyler yemek gerekir.”(1)  Devam edecek
1-Vesail-üş Şia c.10, s. 394.
Ehlibeyt Mektebinin en büyük hadisçilerinden olan Şeyh Saduk İmam Rıza (a.s)'ın şöyle buyurduğunu nakleder: “Aşura gününü kendisine hüzün ve musibet ve ağlama günü yapan kimseye, Allah kıyamet gününü sevinç ve neşe günü kılar.”(2)
Şeyh Saduk kendi senediyle İlelu’ş-Şerayi ve Emali kitaplarında Cibille-i Mekkiye’den şöyle nakleder:
“Hz. Ali (A.S)’ın sır dostlarından olan Meysem Temmar’dan şöyle nakleder: Allah’a yemin olsun ki bu ümmet kendi peygamberlerinin torununu Muharrem ayının onuncu günü öldürecekler ve Allah’ın düşmanları o günü bereket günü yapacaklar. Bu iş Allah’ın ilminde geçmiş kesin kazalardandır. Hz. Ali’nin bana öğrettiği ilim üzere ben bundan haberdar oldum.
Hz. Ali bana bildirdi ki tüm yaratıklar hatta çölün yırtıcı hayvanları, denizdeki balıklar ve gökte uçan kuşlar bile Peygamber’in torununa ağlayacaktır. Güneş, ay, yıldızlar, gök, yer, insan ve cinlerin Mümin olanları göklerdeki tüm melekler Rıdvan meleği (cennetin koruyucusu melek) ve cehennemle görevli olan Malik, tüm koruyucu melekler, gök ve arşı koruyan meleklerin hepsi Hüseyin'e ağlayacaklar.
Sonra Meysem şöyle dedi: Allah’a ortak koşanlara, Yahudi, Hıristiyan ve Mecusilere Allah’ın laneti gerekli olduğu gibi Hz. Hüseyin’i öldürenlere de bu lanet gerekli olmuştur. Cibille diyor ki Meysem’e “Nasıl halk Hz. Hüseyin’in şahadet gününü bereket günü bileceklerdir?” diye sordum.
Meysem bu soruya karşılık ağlayarak şöyle dedi:
Kendileri uydurdukları bir hadis gereğince Aşura gününün Hz. Adem’in tövbesinin kabul olduğu gün olduğunu söyleyecekler; oysa Hz. Adem’in tövbesi Zilhicce ayında kabul olunmuştur. Yine onlar Aşura gününde Yüce Allah’ın Hz. Davud’un tövbesini kabul ettiğini söyleyecekler; oysa Davud’un tövbesi de Zilhicce ayında kabul olmuştur. Onlar bu günde Allah’ın Hz. Yunus’u balığın karnından kurtardığını söyleyecekler; oysa Allah-u Teala Hz. Yunus’u Zilkaade ayında balığın karnından çıkarmıştır. Onlar Aşura gününde Hz. Nuh’un gemisinin sahile yanaştığını söyleyecekler; oysa bu Zilhicce ayının 18. günü vuku bulmuştur. Onlar bu günde Beni İsrail’in kurtulması için denizin Allah tarafından Hz. Musa (a.s) için yarıldığını söyleyecekler; oysa bu Rebiulevvel ayında gerçekleşmiştir....”
Ehlibeyt mektebinin kaynaklarında çeşitli senetlerle İmam Muhammed Bakır (a.s)'dan nakledilen ve Ehlibeyt dostlarınca sürekli okunan Aşura Ziyareti duasında şu cümleler yer almaktadır: “Allah’ım bu Aşura günü Ümeyye oğulları ve ciğer yiyen kadının oğlu tarafından kutlu ve mübarek bir gün olarak bilinir.... Bugün Ziyad oğullarının ve Mervan oğullarının Hz. Hüseyin’i (Allah’ın selamı ona olsun) öldürdükleri için sevindiği bir gündür. Allah’ım onlara olan lanet ve azabını iki kat eyle....”
Ehl-i Sünnet kaynaklarında bu konuda değişik nakiller ve rivayetler nakledilmiştir. Mesela bazısında diyor ki: “Allah Resulü (S.A.V) Medine’ye geldiğinde ve henüz Ramazan orucu farz kılınmadığı bir sırada, Yahudilerin Muharrem’in onu olan Aşura gününü oruç tuttuklarını gördü. Bunun sebebini sorunca, şöyle dediler: “Bu yüce bir gündür; bu günde Allah Musa ve kavmini kurtarmış ve Firavun ve kavmini suda boğarak (helak etmiştir).” Bunun üzerine Resulullah (S.A.V.) “Ben Musa’ya siz (Yahudilerden) daha evla ve onun orucunu tutmaya sizden daha layığım.” diyerek hem kendisi o günün orucunu tutmaya başladı, hem de (Müslümanlara) o günü oruç tutmalarını emretti.”(3)
Yine Aişe’ye dayandırılarak şöyle nakledilmiştir: “Cahiliyet zamanında Kureyşliler Aşura gününü oruç tutuyorlardı. Resulullah da onlar gibi o günü oruç tutuyordu. Medine’ye hicret ettikten sonra da hem kendisi tutmaya devam etti hem de başkalarına bunu emretti. Fakat Ramazan orucu farz kılındığında buyurdu ki “Artık isteyen bu günün orucunu tutar, istemeyen terk eder.”(4)
Sahih-i Müslim ve diğer bazı kaynaklarda Resulullah’ın Aşura gününü vefatından bir sene önce oruç tuttuğu da nakledilmiştir. (5)
 Bu aktarımlar muteber ve güvenilir değildir. Buna birçok delil zikredebiliriz. Ancak söz uzamasın diye bazılarına, hem de kısaca değinmekle yetiniyoruz (Akıllıya işaret yeterlidir):
1- Her şeyden önce bu rivayetlerin senetlerinde problem var; çünkü rical kitaplarına müracaat edip bu senetlerdeki ravileri araştıran herkes onların çoğunun şaibeli ve türlü türlü ithamlara maruz kalan kimseler olduklarını açıkça görür. Kaldı ki ravilerden bazısı hicretten yıllar sonra Medine’ye gelmiştir. Ebu Musa Eş’ari gibi, bazısı hicret zamanında daha küçücük bir tıfıldı, İbn-i Zübeyr gibi; bazısı da hicretten yıllar sonra Müslüman olmuştur, Muaviye gibi. Böyle ki bir durumda bu ravilerin Resulullah’la ilgili hicret öncesi, hatta İslam öncesi olayları bizzat görüp nakletmeleri nasıl düşünülebilir?!
2- Bu rivayetler arasında bir sürü çelişki söz konusudur. Örneğin birisinde Allah Resulü’nün Medine’de Yahudilere uyarak Aşura gününü oruç tutmaya başladığı söyleniyor; bir diğerinde, Resulullah’ın da müşrikler gibi ta cahiliyet zamanından beri Aşura gününü oruç tuttuğunu iddia ediyor. Yine birisinde Aşura orucunu Ramazan orucu farz kılındıktan sonra terk ettiğini söylüyor; diğer birisinde ise şöyle deniyor: “Resulullah (s.a.a) Aşura gününü oruç tuttuğunda, O’na dendi ki “Bu Yahudilerin değer verdiği bir gündür.” Bunu duyan Allah Resulü de artık gelecek yıldan itibaren (Muharrem’in) dokuzuncu gününü oruç tutma sözü verdi; ama gelecek yıl gelip çatmadan Resulullah vefat etti.”(6) Görüldüğü gibi bir rivayete göre Yahudilere uyarak oruç tutmaya başlıyor; diğerine göre ise tam tersine onlara muhalefet olsun diye, artık onuncu günü değil dokuzuncu günü oruç tutmaya karar veriyor, ama ecel mühlet vermiyor!
Bu rivayetleri araştırıp karşılaştıran her kes, bunlar gibi daha nice  çelişkileri tespit edebilir ki  bu kadarı dahi yeterlidir.
3- Yukarıda naklettiğim birinci rivayete bakarsak, bu rivayete göre Resulullah kardeşi Hz. Musa’nın sünnetini bilmiyordu ve bunu Yahudilerden öğrenmiş ve onlara taklit etmişti!! Oysa Allah Resulü Geçmiş peygamberlerin öğreti ve Sünnetlerini herkesten daha iyi biliyordu. Öyle olmasaydı son Peygamber olmasının, en üstün peygamber olmasının ne anlamı olurdu?! Bunu maalesef sadece burada söylemiyor ve “Resulullah kendisine emredilmeyen konularda Kitap Ehli’ne uymayı seviyordu.” diyerek işi daha ileri boyutlara taşıyorlar. Halbuki aynı kaynaklar, Allah Resulü’nün özellikle Yahudiler ve onlara taklit etme hususunda son derece hassas olduğunu da nakletmektedirler. Örneğin ezandan önce (güya) Yahudilerin borusu gibi boru çalınmasını veya Hıristiyanların çanından çalınmasını önerenlere muhalefet ederek kabul etmediğini, Yahudi ve Hıristiyanlara muhalefet etmek için Müslümanlara saç sakallarını boyamalarını emrettiğini, haiz kadınla muamele konusunda Yahudilerin tam tersini uyguladığını ve Kısacası İslam’da onlara taklit etmekten Müslümanları sakındırdığını nakleden yine onlardır(7)
Doğru olan da zaten budur. Zira kaynakların nakline göre Allah Resulü Yahudilere karşı bu sert tavrını öyle bir boyuta vardırmıştı ki Onlar “Bu adam bize ait muhalefet etmediği hiçbir şey bırakmadı kalsın!”(8)
İbn-ül Hac da kitabında şöyle yazıyor: “Allah Resulü (s.a.a) hiçbir konuda Kitap Ehli’yle mutabık kalmayı sevmezdi; öyle ki Yahudiler dediler ki “Muhammed bizim muhalefet etmediği hiçbir şeyimizi bırakmadı.”(9)
Ehl-i sünnet kaynaklarında şu hadis de nakledilmiştir: “Kim bir kavime kendini benzetirse, onlardan sayılır.”(10) O halde bu aktarımlara nasıl inanılabilir?
4- Aşura kelimesinin Muharrem’in onuncu gününe denilmesi, Hz. Hüseyin, Ehlibeyt’i ve ashabı Kerbela’da şehit düşüp, Ehlibeyt İmamları ve taraftarları tarafından yas ve anma merasimleri düzenlenmeğe başlandıktan sonra meşhur olmuş ve ondan önce tanınan ve yaygın olan bir isim değildi. Lügat âlimleri de bunu açıkça zikretmişlerdir. Örneğin meşhur lügatçi İbn-i Esir şöyle yazıyor: “Aşura İslami bir isimdir.”(Yani İslam’dan sonra kullanılmıştır.)(11)
Bir başka lügatçi olan İbn-i Düreyd ise şöyle kaydetmektedir: “Aşura İslami bir isimdir ve cahiliyet zamanında tanınmıyordu.”(12)
5- Aslında Yahudi kaynaklardan haberdar olan her münsif insan Yahudi şeraitinde Aşura orucu diye bir şeyin esastan olmadığını ve Yahudilerin ne eskiden ve ne de şimdi bu günü oruç tutmadığını görür. Yani bu konuda hiçbir belge elde bulunmamaktadır.
Bu konuda üzerinde durulması gereken bir diğer husus, Aşura gününde vuku bulduğu söylenen önemli tarihi olaylardır. Bazı Sünni kaynaklar bu konuda o kadar ileri gitmişlerdir ki tarihte vuku bulan en önemli ve meşhur olayların hemen hepsinin Aşura gününde vuku bulduğunu söylemektedirler. Hatta Resulullah’ın hicret ve doğum günlerinin dahi bu günde vuku bulduğunu kaydeden kaynaklar var!!(13) Oysa bunların Rebiülevvel ayında vuku bulduğunu, tarihten az buçuk haberi olan her makul düşünceli  insan teslim etmektedir.
Halbu ki bu olayda da yine Aşura cinayetini ört bas etmek isteyen Emevilerin parmağı vardır. Bunu, yukarıda Meysem-i Tammar’dan naklettiğimiz hadis açıkça teyid etmektedir. Yine Aşura kavramının İslami bir terim olduğunu ve İslam öncesi bu kelimenin tanınmadığını meşhur lügat alimlerinden size nakletmiştik. Ayrıca bu rivayetlerin çoğunun uydurma olduğunu bizzat Ehl-i Sünnet’in bir kısım rical alimleri de kabul etmektedir. Bu konuda örneğin şu kaynaklara müracaat edebilirsiniz: El-Lial-il Masnua Fil-Ehadis-il Mevdua, C.1, S.108 ila 116, Tezkiret-ül Mevduat, S.118, Es-Siret-ül Halebiyye, C.2, S.134.
Son olarak Ümeyyeoğulları’nın Aşura günüyle ilgili tutumları ve uygulamalarıyla ilgili iki tarihi belgeyi de aktarırsak:
Meşhur filozof ve tarihçi Ebu Reyhan Beyruni “El-Asar-ül Bakiye” isimli kitabında şöyle yazıyor: “Ümeyyeoğulları (Hz. Hüseyn’i öldürdükten sonra) Aşura günlerinde yeni elbiseler giyiyor, süsleniyor, sürmeleniyor ve bayram yapıyorlardı. Bu günde ziyafetler verip güzel yemekler ve tatlılar yapıp dağıtıyorlardı. Bu onların saltanatları boyunca devam edip bir gelenek haline dönüştü ve böylece onlardan sonra da Ehl-i Sünnet içerisinde devam etti… Ama Şiiler bu günde Hz. Hüseyn’in şehadeti münasebetiyle ağıtlar yakıp ağlıyorlar…”(14)
Meşhur Sünni tarihçi Makrizi “El-Hutat” isimli eserinde şöyle yazıyor: “Mısırdaki Ali taraftarları (Fatımiler), Aşura günlerini yas ve hüzün günü olarak bilip o günde pazarları tatil ediyorlardı. Onların devleti yıkılıp yerine Eyyübi sultanları iş başına geldiklerinde, onların tam aksine Aşura günlerini sevinç ve neşe gününe dönüştürerek, bu günde aile ve dostlarına ziyafetler vermeğe, hamama gitmeğe ve süslenmeğe başladılar. Bu vesileyle esasında Şamlıların Haccac-ı Zalim zamanından itibaren başlayan adetlerini, Şia’ya inat devam ettirmeği amaçladılar…
Sonra şöyle devam ediyor Makrizi: “Biz kendimiz bizzat Eyyubilerin, Aşura günlerinde yaptıkları sevinç gösterilerinin kalıntılarını gözlerimizle gördük.”(15)
Günümüzde sıkça rastlanan ve ölünün ‘Helvasını yapma’ya da başsağlığına giderken ‘Toz veya kesme şeker götürme gibi geleneklerin kökeninde de bu cahili dönemin izleri vardır.
Yani hem akıl ve hem de tarihi rivayetler şunu kanıtlıyor ki: Aşure çorbası yada tatlısı denilen olay cinayetlerini örtbas etmek isteyen ve de o günü kurtuluş günü! İlan etmek isteyen Ümeyye oğullarının uydurmasıdır.
Şimdi biz Müslümanlara ve özelliklede Müslüman aydınlarına düşen görevde tüm Müslümanlara bu gerçeği aktarmak ve hakkın açıkça ortaya çıkmasını sağlamak olmalıdır.
Unutmayalım ki hakkın açığa çıkması konusunda sessiz kalırsak bu masallar kuşaktan kuşağa geçecek ve Allah korusun mahşerde bizde bu yalanın sorumlularından birisi olarak hesap vereceğiz.
Bundan sonraki ilk muharrem ayında ve özelliklede 10.günde yani Aşura gününde halkımızı her türlü yolla bu konuda uyarmak ve Aşura gününde o musibet gününü matem yapılan yerlerde anmak bizim öncelikli görevimiz olmalıdır.
Yine bazı cahil kişilerin bu konuda ağlamayı, yas yada matemi islami görmediklerini üzüntüyle okuyoruz. Bu nedenle Yine Ehli sünnet kaynaklarındaki nakillerden birkaçını yazma gereği duyuyorum:
Hz.Muhammed buyuruyor ki:’Allah-u Teala cenneti, benim Ehli beytime zulüm ve ihanet edenlere, sövenlere, onlarla savaşanlara ve itretimi inciterek bana eziyette bulunanlara haram kılmıştır.
‘Resulullah bir gün kızının evinin önünden geçerken Hüseyin’in ağladığını duydu ve  Fatıma’ya ‘Bilmez misin ki Hüseyin’in ağlayışı beni incitir, diye buyurdu.
Yine Esma bint-i Ümeys şçyle naklediyor:
‘Hz.Hüseyin dünyaya geldiğinde Resulullah yanıma gelerek’Ey Esma, çocuğumu bana getir diye buyurdu. Ben Hüseyini beyaz bir kundağa sararak Resulullah’a verdim. Resul-i Ekrem(S.A.V.)sağ kulağına ezan, sol kulağına ikamet okuduktan sonra,Hüseyini bana verdi ve AĞLAMAYA başladı.Esma diyor ki:Anam babam sana feda olsun ey Allah’ın Resulü ağlamanızın sebebi nedir? Diye sorduğumda, Âlemlere Rahmet olarak gönderilen Peygamber ‘BU ÇOCUĞUMA AĞLIYORUM. Diye cevap verdi. Bu çocuk dünyaya yeni geldi diyen Esma’ya Hz. Peygamber: EY ESMA, BU YAVRUMU ZALİM VE AZGIN BİR GRUP ÖLDÜRECEKTİR. ALLAH-U TEALA BENİM ŞEFAATİMİ ONLARA NASİP ETMESİN. DİYE CEVAP VERDİ.Ey Esma bunu kızım Fatıma’ya söyleme,yeni doğum yaptı,henüz hazır değildir’ buyurdu.
Yine Ehli Beyt imamlarından nakledilen bazı hadisleri aktarırsak;
İmam Zeynel Abidin diyor:’Düşmanlarımız tarafından bizlere edilen zulüm ve eziyetlerden dolayı yanaklarına akacak şekilde ağlayan mümini Allah cennetteki doğruluk makamına yerleştirir.’
İmam Sadık(A.S.):’Bize yapılan zulme üzülen, mahsun olan kimsenin nefesi tesbih, üzüntüsü ibadettir, bizim için ağlayan her göz,Kevser havuzuna bakmakla nimetlenir ve susuzluğu giderilir .’
İmam Rıza(A.S.)’Kimin yanında musibetimiz anlatılır ve ağlar, diğerlerini de ağlatırsa bütün gözlerin ağlayacağı günde onun gözü ağlamaz.’
Yine tüm kaynaklarda Resulü Ekrem’in torunu Hüseyni her seferinde özellikle boğazından öptüğü ve onun musibetini aktardığı yazılıdır. Uzatmamak için yüzlerce kaynağı yazmıyorum hatta sırf bu konuları ört bas etmek için ‘Kimsenin gaybı bilemeyeceğini,buna  Resulü Ekrem’inde dahil olduğunu’’dahi söyleyebilen kaynaklara değinmiyorum,ve tüm müslümanlara  mutmain bir kalp ile aklı selim diliyorum.  
Saygılarımla
 
            
Kaynakları yeniden numarala
[3]-İlelu’ş-Şerayi, S.227.
[3]- Sahih-i Buhari, C.1, S.244, Sahih-i Müslim, C.3, S.150, Es-Siret-ül Halebiyye, C2, S.132-133, Tarih-ül Hamis, C.1, S.360…
[4]- Aynı kaynaklar…
[5]- Sahih-i Müslim, C.3, S.151
[6]- Sahih-i Müslim, C.3, S.151
[7]- Buhari, 60. kitap, 50.bab, 77. kitap, 67. bab, Sahih-i Müslim, 3. kitap, 16. hadis, Tirmizi, 44. kitap, 24. hadis, Nesai, 3. kitap, 48.bab, 83. hadis.
[8]- Es-Siret-ül Halebiyye, C.2, S.115.
[9]- El-Medhal (İbn-ül Hac), C.2, S.48.
[10]- Nihayet-u İbn-il Esir, C.3, S.240.
[11]- Nihayet-u İbn-il Esir, C.3, S.240.
[12]- El-Cemheret-u Fi Lugat-il Arap, C.4, S.212.
[13]- Tarih-ül Hamis, C.1, S.360-361, Es-Siret-ül Halebiyye, C.2, S.133-134
[14] El-Kuna Vel-Elkab, C.1, S.431 (Asar-ül Bakiye’den naklen).
 [15]- El-Hutat (Makrizi), C.1, S.490.
 
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN  KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 09

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

PAŞA ÇETEN İÇİN
İki yıl kadar önce büroma ziyarete gelmişti, böylece tanıştık ve zamanla aramızda sanki uzun yıllardır tanışıyormuşuz gibi bir  kontak oluştu.
Günün değişik saatlerinde arayıp son yazdığı bir şiiri ya da dörtlüğü okurdu. Onunla en son cuma günü Ehli Beyt cami çıkışında  kucaklaşarak ayrıldık.
Son sarılmamız olduğunun farkında değildim; öyleymiş.
Ya Rabbim;
Paşa Çeten bana doğru yolun Ehli Beyt olduğunu ve onların yolunda yürümek istediğini söylemişti. Belki yolun başındaydı ama SEN az  amele çok veren, niyetleri bile değerli kılan lütufkarsın, sevdiklerinin hatırına  bu noktadaki şahitliğimi kabul et ve ondan yüce  sınırsız merhametini ve şefaatçilerin şefaatini  esirgeme.
Amin.
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN  KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR!

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR
 
Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM
 Hukuka, Yasalara, Telif  ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir.