|
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
Hazırlayan
Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi corumlu2000@gmail.com |
|
İÇİNDEKİLER TIKLAYARAK GİDİNİZ! |
TAKDİM |
Mustafa TURAN HAYAT HİKAYESİ |
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
corumlu2000@gmail.com |
Mahmut Selim GÜRSEL |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
01 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
TAKDİM
Bu sanal kitapta
bulunan çalışmalar; arkadaşlarımızla birlikte basılı olarak
yayımladığımız 53 sayı “Çorumlu 2000 Aylık Kültür Sanat Tarih ve
Edebiyat” dergimiz ve 54’üncü sayıdan sonra da sanal olarak
yayımladığımız dergi ile “Sarı Çiğdem Şiir Defteri” dergimizde
yayımlanmış çalışmalardan derlenmiştir
Tarafımdan arkadaşıma bir ufak armağan olarak hazırladığım bu
sanal çalışmamda onların da çalışmalarını derli toplu olarak
sizlere sunmak amacı taşımaktadır.
Çalışmalarımın bir sanal kitaplık olarak sizlere ulaşması ve
sizlerinde bilgilenmenizi ve ilgileneceğinizi ummaktayım.
Mahmut Selim GÜRSEL
|
|
|
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
02 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
Mustafa TURAN
1957’de Bilecik’te doğan Mustafa Turan,
ortaöğretimini Bilecik ve Bursa’da, yüksek tahsilini de İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde yaptı.
“Türkiye İlim ve Edebiyat
Eserleri Meslek Birliği ve Türkiye Yazarlar Birliği” üyesidir.
Düzenlenen yarışmalarda çeşitli ödülleri de bulunan Yazarın, 15 kitabı
yayımlandı.
Güldüren ve Düşündüren Tarih
Destanlaşan Çanakkale.
Başarıya Uzanan Köprü
Evinizdeki Okul
Söğütten Viyana’ya
Şafak Sökerken
Yavuz Padişah Sultan Selim Şah kitaplarından bazılarıdır.
2004 yılında, yılın
Edebiyat Sanatçısı ödülünü alan Yazar, Kişisel Gelişim Uzmanı olarak,
“Türkiye Okuyor” çerçevesinde “Kültürümüzde Kitap”, “Başarıda
Motivasyon”, “Aile İçi İletişimde Anne-Baba ve Çocuk Eğitimi”, Tarih
sohbetleri çerçevesinde de,“Mevlana’dan Akif’e Kültürel
Dinamiklerimiz” “Kutsal Topraklarda Osmanlı İzleri” ile “Destanlaşan
Çanakkale” konularında yurt içinde ve yurt dışında seminer ve
konferanslar vermektedir.
Mustafa Turan, evli
ve iki çocuk babasıdır. Internet’te Yazarımız http://corumlu2000.dergisi.info
, Dergimizde yazıları yayınlanmaktadır.
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
03 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
- ATATÜRK VE GAZETECİLİK
- Cumhuriyetin temelleri ve temayüz ilkeleri
konusunda ‘kurucu irade’ adına Atatürk’ün gazetecilik hakkında
irşatları ve Türk gazetecilerine emanet ve vasiyetidir: “Ben,
manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir doğma, hiçbir donmuş ve
kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Manevi mirasım ilim ve akıldır.
Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin, köklü
zorluklar karşısında, belki gayelere tamamen eremediğimizi,
fakat asla taviz vermediğimizi, akıl ve ilmi rehber
edindiğimizi tasdik edeceklerdir. Benden sonra, beni benimsemek
isteyenler, bu temel mihver üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini
kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar.”
- “İnsanlar daima yüksek, soylu
ve kutsal amaçlara yürümelidirler. Bu davranış biçimi, insan
olanın vicdanını, aklını ve tüm insanlık kavramlarını doyurur.
Bu şekilde yürüyenler ne kadar büyük esirgemezlikler
gösterirlerse o kadar yükselirler ve bu hareket biçimi mutlaka
alnı açık olur. Çünkü, alnı açık, aklı açık, kalp ve vicdanı
açık (vicdanı hür, irfanı hür) insanlar tarafından yönetilebilen
toplumlar, ancak bu anlamda hareketlerin takipçisi olabilirler.,
Güneşsiz kalmış bir dünya; İçinde “düşünce özgürlüğü olmayan”
bir ülkeden daha iyidir.”
- “Biz, cahil dediğimiz zaman
mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz. Kastettiğimiz ilim,
hakikati bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan “en büyük cahiller”
çıktığı gibi, klâsik tahsil görmemiş olanlardan da ‘hakikati
gören âlimler’ çıkabilir.”
- “Memlekette basın hürriyetinin
de; (namuslu) demokrat (ve dürüst) bir idareye lâyık olgunlukla
kullanılmasında daha dikkatli bulunulacağını ümit ederim.
Hürriyeti kötüye kullanmanın doğurduğu birçok felâketleri çekmiş
olan bu memlekette, bu dikkate özellikle gerek olduğu
kanaatindeyim.
- “Basın Hürriyetinin
sakıncalarının giderilmesinin, yine basın hürriyeti ile mümkün
olduğuna dair, bu büyük meclisin yol gösterme ve düzenleme
sahasında tespit ettiği saygı duyulan esaslar, eğer Cumhuriyetin
ruhu olan “faziletten” yoksun kendini bilmezlere, basında
eşkıyalık fırsatı verirse, eğer halkı aldatan ve doğru yoldan
çıkanların fikir sahasındaki kötü ve uğursuz etkileri,
tarlasında çalışan masum vatandaşların kanlarını akıtmasına,
yuvalarının dağılmasına sebep olursa ve en sonunda bozgunculuğun
en zararlısını göze alan bu gibi doğru yoldan sapanlar,
kanunlarda mevcut aksaklık ve açıklıklardan yararlanma imkânını
bulurlarsa, BMM’nin yola getirici ve ezici kudretinin müdahale
ve uyarması elbette görevi olur!
- “Bununla birlikte, basın
serbestisinden meydana gelecek kötülükleri ortadan kaldıracak
etkili vasıta, asla geçmişte zannedildiği gibi, basın
hürriyetini kısıtlayan hususlar değildir. Aksine, basın
hürriyetinden doğacak sakıncaların giderilme vasıtası, yine
basın hürriyetinin kendisidir.”
- “Gazeteler, kanunun ve toplum
çıkarlarının aksine bir olaya şahit ve bir bilgiye sahip
oldukları taktirde gerekli yayında bulunmalıdırlar., Memlekette
kalem hürriyetinin de, demokrat bir idareye lâyık olgunlukla
kullanılmasında daha dikkatli olunacağını ümit ederim. Şuradan
ve/veya buradan gelecek günlük fikirlere, sahte ve yanıltıcı
sözlere asla önem vermeyecek bir olgunluk esastır.
- “Vatandaşı; Millete karşı
milletin büyüyüp yaşaması için alınan tedbirlere karşı harekete
geçirmek en büyük ihanettir.
- “Demokrasi müesseselerinin
başında basın hürriyeti olduğuna inananlar asil bir davanın
takipçisidir. Basının üç işlevi vardır. 1.si: Basın, halkı ülke
sorunlarından ve siyasi partilerin bu sorunlarla ilgili
önerilerinden halkı haberdar etme ve eğitme yükümlülüğü., 2.si:
Basın, vatandaş şikâyetinin serbest bir kürsüsü’ dür., 3.sü:
Basın hükümetlere yön vermelidir. Çünkü, “Bugün memlekette
vazifesini bilen, güçlüklerle uğraşabilen siyasilere rağmen,
siyaset adamlarına akıl verebilecek dirayette ve basirette
gazetecilerimiz vardır.
- İşte, TC’nin Gazetecilik ve
Basın (medya) ilkeleri budur. Bu ruh, anlam ve bağlamda
Cumhuriyetin temel hedef ve ilkeleri korunarak çıkartılan 5680
S. Basın Kanunu, 1960’dan bu güne paçavraya dönen mevzuat ve
5846 S. K.’la kaim telif hakları kavramına dair hukuki prosedür
ile 5187 S.K; Atatürk’ün koyduğu ilkeler, milli standart ve
normlar muvacehesinde derhal TBMM’de ele alınmak ve “Medya
Terörü” ne son verilmek zorundadır.
-
-
-
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
04 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
- NEREDE O ESKİ RAMAZANLAR?
- Ramazanları,1970’li yıllarda bir
dönem Osmanlı’ya başkentlik yapmış ve hâlâ buram buram tarih
kokan Bilecik ve Bursa’da,1980’li yıllarda da ondan daha fazla
Osmanlı olan ve tarihi, coğrafyası ve kültürüyle dünyada bir
benzerinin daha bulunmadığı İstanbul’da yaşadım. Dolayısıyla bir
mukayese yapma imkanına sahip olduğumu düşünüyorum.
- Ramazanı yaşama noktasında her üç tarihi yer de birbirine
benzemekle birlikte, aralarında küçük nüanslar vardı.
- Ancak Bilecik ve Bursa
Osmanlı’nın kuruluş devirlerinde şekillendiği için, daha çok
Selçuklu mimari yapısı görülürken, gelenek, görenek ve sosyal
yaşantı açısından da Selçuklu Osmanlı sentezi hissedilirdi.
Mesela; Ulucami’de Kur’an sesiyle, şadırvanın su sesinin
izdivacından doğan, mimari yapı ve ahengin kristalize ettiği
havayı yaşayarak teravih namazı kılmanın hazzı, hiçbir kavramla
ifade edilemez. Ancak yaşanır. Aynı aheng ve manevi havanın
belki de daha zenginleştirilmişini İstanbul Eyüp Sultan’da
yaşamanız mümkündür. Serin bir Ramazan akşamında henüz yatsı
ezanı okunmadığı halde, cami içi ve dışıyla beraber hınca hınç
dolması üzerine, birer kağıt seccade temin ederek, değerli bir
dostumla birlikte mabedin yaklaşık 150 metre ötesinde ve beklide
imamın da önünde, minareden yükselen şahane ve davudi bir ses
eşliğinde kıldığımız teravihin muazzam zevki, hâlâ dimağımdadır.
Her dört rekatın arasında teravihin bitmemesi ve bu manevi
hazzın biraz daha uzaması için dua ettiğimi hatırlıyorum.
- Süleymaniye’de, Fatih’de,
Sultanahmet’de, Hırka-i Şerif’de gördüğünüz ve sahura kadar
devam eden coşkulu insan seli ve o manevi atmosfer insana
Ramazanı daha güzel yaşatıyor. Ramazan pideleri ve o kutsal aya
mahsus tatlılar, börekler, her çeşit zengin menüler, bunları
büyük zevkle hazırlayan insanlarımız hem maddi, hem de manevi
açıdan adeta iple çekiyorlar bu mübarek ayı. Bu yönüyle Ramazanı
buralarda yaşamak ayrı bir zevk konusu oluyor. Elbette her yerin
ayrı gelenek, görenek ve adetleri vardır. Ama değişmeyen ortak
payda şudur: Her biri bu mübarek ayı büyük bir sevinçle
karşılıyor ve hüzünle uğurluyor. Gereği gibi de değerlendirmeye
çalışıyor.
- Öte yandan Ramazan ilahileri,
manileri ve fıkraları da toplumumuzda çok yaygın olarak
kullanılıyor. Bir kaçını burada verelim.
- Koca Ragıp Paşa konağında iftar
vermiş ve oruç üzerine sohbet yapılıyordu. Paşa bir ara Şair
Haşmet’e dönerek:
- “ – Senin de borcun var mı?” dedi. Haşmet de: “
Var efendim, hiç olmaz mı? Bakkala bin kuruş, kasaba 500 kuruş…”
derken, Paşa güldü ve:
- “ – Be adam ben onu sormuyorum, oruç borcun var
mı?” diye soruyorum. Haşmet de:
- “ – Kusura bakmayın Paşam siz ancak kul borcunu
sorarsınız. Oruç borcunu Allah sorar” diye cevap verdi.
- Rahmetli dayım vardı. Çevresinde Hasan ağa diye
tanınırdı. Kalabalık bir iftar sofrasında yemek başlıyor.
Köylerde daha ziyade yemekler ortaya konur ve herkes aynı kaptan
yer. Çorba gelir sofraya, herkes basar kaşığı, tam tabakta çorba
bitmek üzereyken, bizim dayıya:
- “-Çek Hasan Ağa! Sünnetleyiver
çorbayı” denir. Sırada etli kuru fasulye vardır. Yine herkes yer
ve azalınca: “Çek Hasan Ağa! Bunu da sünnetleyiver”.Pilav gelir
aynı şekilde. Nihayetinde sofraya bir tepsi nefis ve leziz
baklava gelir. Herkes baklava yemeğe başlar. Tepsi yarıyı
geçmeye başlayınca, bizim dayı bakar ki, kimse çek Hasan Ağa
demiyor. Kocaman baklava tepsini tutar ve biraz da yüksek sesle
kendi kendine: “Çek Hasan Ağa” diyerek kendi önüne çekince
sofradakiler bakakalırlar.“ Her yemeği biz sünnetliyoruz da
baklavayı niye biz sünnetlemeyelim” deyince, topluca gülüşürler
ve haklısın afiyet olsun derler.
- Bir defasında iftar sofrasında
Hz. Peygamber sahabeyle beraber iftar ediyorlardı. Allah Resulü
sırf bir gönlü sevindirsin diye, yediği zeytinlerin
çekirdeklerini fark ettirmeden Hz. Ali’nin önüne koyuyordu.
Yemeğin sonunda Hz. Ali’nin önünde bolca zeytin çekirdeği
birikmişti.
- Allah Resulü:
- “ – Ya Ali ! Sen ne kadar çok
zeytin yemişsin öyle” buyurdular. Hz. Ali de şöyle dedi:
- “ – Ben de deminden beri onu düşünüyordum. Acaba
Allah’ın Resulü zeytini çekirdeğiyle birlikte mi yiyor diye.”
- Hani bir tekerleme vardır:
- “Muhammed’den oldu muhabbet
hasıl,
- Muhammed’siz muhabbetten ne
hasıl?
- ”On bir ayın sultanı Ramazanda
muhabbetler daha bir koyu olur. “Gönül ne kahve ister, ne
kahvehane. Gönül ahbap ister kahve bahane.” denildiği gibi,
arkadaşlıklar, ahbaplıklar, komşuluklar daha da pekişir
Ramazanlarda. Gönüller sevindirilir, kırık kalpler onarılır,
bayramlarda küskünler barışır. İnsanlar hayır ve hasenatta
yarışır. Açlar doyurulur. Çıplaklar giydirilir. Düşenler
kaldırılır. Öksüz ve yetimler sevindirilir. Ağlayanlar
güldürülür. Yediden yetmişe topluma bir huzur, bir manevi hava
hakim olur.
- Gerek sosyal, gerekse manevi açıdan
baktığımızda, Ramazan, bizim tarihimizde ve kültürümüzde çok
önemli bir yer tutar. Bir takım değerlerimiz bir miktar erozyona
uğrasa da bugün hâlâ canlılığını korumaktadır. Her ne kadar
gençliğimiz teknolojik gelişmelerin etkisinde kalsa da, gelenek,
görenek, örf ve adetlerine bağlıdır. Dînî ve Milli değerlerini
canından aziz bilecek duyarlılığa sahiptir. Ancak yine de bizi
biz yapan dinamiklerimizi, yüce özelliklerimizi ve ulvi
güzelliklerimizi muhafaza edip yaşatmak noktasında her türlü
hassasiyet gösterilmelidir
-
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
05 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
- KUTSAL TOPRAKLARDAKİ
ATMOSFER
- Bugüne kadar bir çok ülke
ziyaret ettik. Ancak Kutsal Toprakları ziyaret, insanın ruh
dünyasında daha farklı bir manevi atmosfer oluşturuyor. Mesela,
ilk Medine seyahatimizin o günkü atmosferinin kısa bir bölümünü
bugün sizlerle paylaşmak isterim.
- Bâbü’s-Selam’dan içeri girerken
kalbimiz adeta yerinden çıkacakmışcasına güm güm atıyor. Heyecan
dorukta. Zira biraz sonra, bir ömür boyu ayağının tozuna
yüzümüzü sürmeyi canımıza minnet bildiğimiz, uğruna her şeyi
göze aldığımız, hicranıyla yandığımız, hasretine göz yaşı
döktüğümüz o Sevgililer Sevgilisi ve Âlemlerin Efendisi’nin
huzuruna çıkacağız. Böyle bir mana atmosferinde insan nasıl olur
da heyecanlanmaz? Mescid-i Saâdet’te 24 saat boyunca yoğun bir
insan sirkülâsyonu yaşanıyor.
- Binlerce insan aynı heyecan ve
coşku içinde Rasülüllah’a koşuyor. Feryat edenler, ağlayıp
gözyaşı dökenler, “Essalâtü vessselâmü aleykeyâ Rasülallah” diye
ihtiramda bulunanlar ve meraklı bakışlarla Ravza’ya doğru
ilerleyen yoğun insan seline biz de katılıyoruz. Peygamber
Mescidine girer girmez buram buram öyle lâhuti bir kokuyla
karşılaşıyoruz ki, yok dünyada bir benzeri. İnsanı tepeden
tırnağa etkileyen manevi bir atmosferi hücre hücre duyuyorsunuz
bütün varlığınızda. Zaten gül ile sembolleştirilmiş Allah Rasülü.
Lâkin yeryüzündeki bütün gülleri toplasanız, toplamının
kokusundan daha farklı ve güzel bir koku var Mescid-i Nebevi’de.
Oraya “Cennet Bahçesi” dendiğine göre, insanı mesteden kokunun
ne kokusu olduğunu anlamak da güç olmuyor.
- Aslında Peygamber şehri denen
“Medinetü’n- Nebi” baştanbaşa sanki bir gülistan. Yer yer de o
koku hissediliyor. İnsanları ise olabildiğince munis ve
mütevazi. Veliler Allah Rasülü’nün beş vakit cemaat arasında
olduğunu söylüyorlar. Allah Rasülü’nün içinde olduğu bir mekânda
insan mutlu, huzurlu ve bahtiyar olmaz mı? Hem öyle bir haz ki,
öyle bir huzur ki, izah etmekten vareste oluyor insan. O
keyfiyet, ancak yaşanarak hissedilebilir. İşte tam bu
noktadayım şimdi . Güneşi gören kar misâli, zihnimden yüreciğime
kadar sanki ben benden geçip erir gibiyim. Alabora tüm
duygularım. Sırıl sıklamım tepeden tırnağa. Acep bu ne hal?
Yoksa rüyada mıyım? Çağlar kulvarında ve zaman tünelinde gider
gibiyim.
- Bu hal, cezbeye benzer bir
haldi? Biliyordum ki bastığım yer, vahyin en çok geldiği bir
mahaldi. Birçok mucize burada gerçekleşmişti. Sular, O güzeller
güzelinin beş parmağından bu iklimde çağlamıştı.
- Bilal bu mescitte okumuştu o
yanık ezanlarını. Rasülüllah işte şu mihrapta kıldırmıştı
namazlarını. İşte şuracıktaki minberde irat etmişti Cuma ve
Bayram hutbelerini. Şu kubbenin, şu minberin şu mihrabın, şu
zeminin, şu direğin bir dili olsa da konuşsalar görüp şahit
olduklarını.
- Ebû Hanife, kırk defa
Beytullah’ı tavaf etmiş, , kırk defa Peygamber Efendimizin
mescidinde onun huzurunda elpençe divan durmuştur. Ama kırk
defasında da çadırını bir kilometre öteye kurmuştur. Ne büyük
bir adep duygusu değil mi? “Niçin Medine-i Münevvere’de ikamet
etmiyorsunuz?” diye sorulunca, büyük İmam şu manidar cevabı
veriyordu: “Medine’de oturup, içimde Küfe’nin aşkını
taşımaktansa, Küfe’de durup Medine’yi arzulamayı yeğlerim. Çoluk
cocuğumu, Evlad-u iyâlimi hatırlarım belki . Kalbime itimad
edemedim.”
- Medine’de olduğu sürece,
edebinden ayaklarını uzatıp yatmamıştı. İmam-ı Şafii de, atına
hiç binmemiştir o iklimde. Kafkas kartalı Şeyh Şamil, Medine’ye
ulaştığında, Ravza’ya yüz metre kala atından iniyor ve o büyük
huzura, attığı her adımda iki rekat namaz kılarak varıyordu.
Ömrünün geri kalan kısmını Mescid-i Nebevi’nin hizmetciliğine
adıyor ve vefat edince de Cennetü’l Bâki’ye gömülüyordu.
- Necip Fazıl,” Hac Hatıraları”
adlı eserinde Peygamber’in huzuruna varışını şöyle anlatıyor:
“Cidde’nin çelik bir levha gibi düz ve parlak hava alanına, bir
nar-ı Beyza-beyaz ateş- müstevisine (düzlüğüne) ayak basarcasına
sağ ayağımı kondurdum.Ne demek?
- Peygamber ikliminin kapı eşiğine
ayak atıyordum ve bütün melekelerim yerinde olduğu halde
kendimde değildim.” Dağlar, tepeler ve kayalar, bana Peygamber
ikliminden mahrem manalar fısıldıyor ve içimi haşyetle
dolduruyordu.
- Ey insanlık ehramının zirve
taşı! Seni kelimelere ısmarlamak, durgun suda mehtabı balık
kepçesiyle yakalamaya davranmak gibidir.
- İçimde bu manalardan bir
çağlayan, mukaddes ravzayı halkalayıcı parlak, sarı parmaklığın
bir buçuk m. Yakınında, yine içimden çığlığı basmaktayım:
Essalâmü aleyke yâ Rasülallah!
- Burada, bu Arş ve Kürsüden
faziletli yerde, toprak altında, yüzü Kâbe istikametinde, hayy(diri)
olarak her şeyi ve beni seyrettiğini bildiğim Allah’ın Sevgilisi
ve benim aşk sermayemin topyekun sahibi yatıyordu. Bana öyle
geldi ki, o kalabalık içinde, bomboş bir düzlükteyim…Ne eşya, ne
insan… O,yere uzanmış, sağ elini sağ yanağına dayamış, beyaz
aydınlığa “sön” emrini veren siyah aydınlık gözleri ve bir hayal
edilemez güzelliğiyle bana bakıyor.
- Çıldıracak gibi oldum; fakat
kimse gözlerimden boşanan soğuk yaşlardan başka bir şey
göremedi. İçimden yalvarıyordum:
- Peygamberim, Peygamberim,
yüzü-suyu hürmetine hayat kazandığım Sevgili Peygamberim!..Seni
seven Allah’tan iste: Bana ve müminlere sıhhat ve kuvvet
versin!...Kıyamet gününe kadar bâki dininin zaferini, ya da
zafere doğru yol buluşunu dünya gözüyle görmeden ruhumu
kabzetmesin. Duamız bu; bunu istiyor ve bu duanın kabulü için
muazzam ruhaniyetine yapışıyoruz! Dile Allah’tan, sana “sen
olmasaydın, âlemleri yaratmazdım” diyen Allah’tan dile!
- (Halifelerin huzurlarında da)
ben yine içimden çırpındım, yırtındım, kavruldum; ve can çekişen
bir insan toniyle: Essalâmü aleyke yâ Halifeti Rasülüllah! Diye
inledim durdum.
- Girdiğimiz kapıya (Cebrail kapısı) geldik. Ayakkabılarımızı
nasıl bulup, nasıl giyebildiğimizi, nasıl yürüyebilip, nasıl
istikamet tutabildiğimizi bilmeden otelimizin maroken
koltuklarına çöktük. Gece…Medine’nin semasında, içinde
yıldızları öğüten bir huniden boşalırcasına bir nuranilik…
- Necip Fazıl!.. Meğer bu günü
görmek için dünyaya gelmişsin!..Secdeye kapan ve hamdet!..”
- İşte Üstad Necip Fazıl’ın mana
yüklü bu duyguları yakalayıp, o büyük huzura böyle varmak
gerekiyor. Ben o huzurda öyle samimi Cenab-ı Hak ve Peygamber
âşıkları gördüm ki, gözlerinden akan billur taneleri
yanaklarından süzülüp elbiselerini yıkamış vaziyette, âdeta
ceryana tutulmuşcasına tir tir titriyor ve ellerini açmış dua
ediyorlardı. Duaların kabul olacağını da biliyorlardı. Açıp
ellerini Allah’a, gözyaşı döküp ağlıyorlardı. “Ya Rab! Sen
affedicisin. Affetmeyi seversin. Bizi de affet” diyorlardı. Çoğu
kere, kendi mana atmosferime nokta koyup, onların dualarına âmin
dedim. “Senin aşkına yanan şu gönül sahibini affettiğin gibi,
beni de affet Ya Rabbelâlemin” dedim.Islâhı ve hidâyeti mümkün
değilse şayet, cezasını ve belâsını ver Filistin’deki,
Keşmir’deki, Çeçenistan’daki, Doğu Türkistan’daki, Irak ve
Afganistan’daki ve bütün dünyadaki inananlara zulmeden zâlimin”
dedim..“Âcizim, günahkârım ve fakat peşimânım ya Rab!.
Mahcubiyetimden dilimle ifade edemesem de , Sen her şeye
vâkıfsın ve her şeye kâdirsin. Okuyuver duygularını, şu perişan
pür melal hâlimin dedim.
- Tarihi olaylar geçit yapıyor
hafızamda bir bir. Gönlümde kasırgalar var, dilimde tekbir.
Düşündüklerimi döksem yazıya, ne satırlara sığar, ne sayfalara,
ne de cilt cilt kitaplara…Bugün bu kadaruyla iktifa edelim. Şu
naatımızla birlikte kalın sağlıcakla.
-
- YA MUHAMMED DİYE DİYE
- Sular gibi çağlıyorum,
- Ya Muhammed diye diye
- Hasretine ağlıyorum,
- Ya MUHAMMED diye diye.
-
- Hak mizanını koyunca,
- Ümmetim sesin duyunca,
- Koştum bir ömür boyunca,
- Ya MUHAMMED diye diye.
-
- Kalem olsaydım elinde,
- Kelam olsaydım dilinde,
- Yüzem ümmetin gölünde
- Ya MUHAMMED diye diye.
-
- Hakka davet şu ezanda,
- İşim yok şüphede zan’da,
- Hesabım versem mizanda,
- Ya MUHAMMED diye diye.
-
- Vazgeçtim dünya süsünden,
- Ayrılmam Hak ölçüsünden,
- Koşsam sırat köprüsünden,
- Ya MUHAMMED diye diye.
-
- Her kul bilir kemâlini,
- Mahşerde yüce halini,
- Seyretsem gül cemalini,
- Ya MUHAMMED diye diye.
-
- Lügattan dert siliyorum,
- Derman sende biliyorum,
- Şefaatın diliyorum,
- YA MUHAMMED DİYE DİYE.
-
-
-
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
06 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
- ÖNCE SELAM SONRA KELAM
- Millet olarak bizim: ”Önce selam
sonra kelam “diye bir düsturumuz vardır. Selam; saygıdır,
sevgidir, muhabbettir. Selam; esenliktir, iyilik ve güzelliktir.
Selam; hayırdır, hasenattır. Dünyada bütün insanlığa ortak hitap
edecek bir selam şekli yok. Bu durum, antropoloji ve etnoloji
sahalarında da ilmen tespit edilmiştir.
- Mesela; Yeni Zelanda’daki
Maori’ler selamlaşmak için burunlarını birbirlerine sürterken,
Tibetliler de dillerini çıkararak selamlaşırlar.
- Eski Türk selamlarına gelince,
atalarımız birbirleriyle selamlaşırken sağ ellerini kalplerinin
üzerine koyduktan sonra, göğüslerinde soldan sağa doğru bir
işaret çekerler ve bu şekilde selamladıkları kimselerin
gönüllerinde yerleri olduğunu ifade ederlerdi. Bu hareket, aynı
zamanda sen benim kalbimdesin demekti.
- Bu şekilde selamlanan kimseler ise:
- “-Sen benim hem kalbimdesin, hem
başımla berabersin.”şeklinde karşılık vermek için sağ ellerini
göğüslerinden sonra başlarını da göstermek üzere, alınlarına da
çıkarmışlardır.
- Zamanla kalp işareti unutularak, ikinci şekil
selam şeklini almıştır. Hali hazırda ki askeri ve polis
selamları, bu selamın disiplinize edilmiş, ama ona paralel
gelişmiş bir versiyonudur. Batıda ki askeri selamın kaynağı da
budur.
- Bir de “temenna” vardır. Bunda da iki hareket
bulunur. Önce el çeneye, sonrada alnın ortasına getirilir.
Önceki selamda elin kalbe götürülüşü,temenna da çene şekline
dönüşmüştür.Yer yer hala bu selam şekilleri günümüze kadar
gelmiştir.
- Türklerin İslamiyetçi kabul etmesiyle, bu şekli
selam:“Esselamü Aleyküm ve rahmatullah” (Allah’ın selamı ve
rahmeti senin üzerine olsun) diye karşılama şeklinde kavli
selamla takviye edilmiştir.
- Hz. Peygamber :“İşlediğiniz takdirde
sevineceğiniz bir şeyi size söyleyeyim mi? Aranızda selamı
yayınız.” buyurdu. Başka bir hadiste ise :“Allah-ü Teala Adem A.S'ı
yarattığı vakit : “Git şu oturan meleklere selam ver. Selamını
nasıl karşılayacaklarını dinle. Zira onların karşılığı senin ve
evladının selamı olacaktır.” Buyurdu. Bunun üzerine Hz. Adem:
“Esselamü aleyküm” dedi. Melekler de:”Esselamü aleyke ve
rahmetullah”diye mukabelede bulundular şeklinde bilgi
verilmektedir.
- Batı toplumlarının da kendine özgü selam
şekilleri bulunmaktadır. Biz de şapkanın kabul edilmesiyle,
sokakta şapkayı çıkarma veya kalabalıklarda şapkayı sallama
şeklinde selam biçimleri de uygulanmıştır. Kapalı yerlerde de
kafayı eğmek bir çeşit şekli selam biçimidir.
- Şimdilerde öz kültürümüzden çok şey
kaybettiğimizden midir nedir? Genellikle akşam eve gelen ihtiyar
dede evdekilere:“Selamün aleyküm”derken, orta yaş oğul:“Hayırlı
akşamlar” diyor. Torundaki:”Günaydın-Tünaydın”şekli, torun’un
çocuğunda ,”N’aaber”,“Baaay” hafif bir el işareti ve kıvırtma
ile “ hello” şeklinde görülüyor.
- Demek ki, her konuda olduğu gibi kültürümüzün bu
en güzel geleneği konusunda da büyük bir dejenerasyon yaşıyoruz.
Millî, dînî , ahlâkî ve insanî değerler idealini kumara
verircesine harcayan milletlerin, geleceğinin pek parlak
olamayacağı gerçeğini hatırdan çıkarmamak gerekir.
-
-
-
-
-
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
07 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
- BAYRAM DEYİNCE
- Bir bayramı daha idrak etmenin mutluluğu
içerisindeyiz. Sağlık ve afiyet içinde bizleri bugünlere
kavuşturan Rabbimize sonsuz şükürler olsun.
- Bayramlar, birliğimizi pekiştiren, Mevlana
iklimlerinde hoşgörü çiçekleri yetiştiren, nefsimizi Yunus’un
sevgi çağlayanlarından kana kana sulayıp geliştiren, örf ve
adetlerimizin yaşanmasına vesile oluşturan, küsleri barıştırıp
kaynaştıran, bütün bir milleti dostça yaşamaya alıştıran neşe ve
sevinç günlerimizdir.
- Yahya Kemal’in: “Doludur gönlüm
ışıklarla bu bayram sabahı” mısralarında ifadesini bulan ve
içten gelen samimi duygu ve hislerle camilerin tıklım tıklım
dolması, hep birden coşkuyla okunan tekbirler, bayram namazının
ardından bayramlaşmalar imanların dışa yansıyan tezahürleridir.
Öte yandan temiz ve yeni elbiselerini giymiş cıvıl cıvıl
çocukların büyükleriyle bayramlaşmaları da mana iklimlerinde
ayrı bir zevk ve mutluluk esintisi meydana getirir.
- Gerek Ramazan, gerekse Kurban gibi dini
bayramlarımızın ve milli bayramlarımızın ayrı özellik ve
güzellikleri vardır. Kurban kesmenin, günah ve kötülükleri de
kesme işareti olarak kabul edilmesi, fakir ve yoksullara kurban
etinin dağıtılması, Ramazan’ın ise, iftar ve sahurlarındaki
muhabbet ve bereket, fıtır ve sadakalarıyla kimsesizlerin
sevindirilmesi suretiyle, tüm gönüllerde manevi bir zevk
yaşanması ne güzel bir duygudur. Milli Şairimiz M. Akif, Bayram
şiirinde toplumda görülen neşe ortamını:
- “Afak bütün hande, cihan başka
cihandır
- Bayram ne kadar hoş, ne
şetaretli zamandır. ”mısralarıyla ne güzel tasvir edip
resimlendiriyor. Ancak son zamanlarda özellikle de Ortadoğu ve
Güney Doğu Asya’da meydana gelen savaş ve afetler, bayramların
sevinçten ziyade acı ve buruk bir atmosferde yaşanmasına sebep
olacaktır. Onun için Şair de şöyle feryat ediyor:
- Ya bayramlar bayram olsun
kurtulsun,
- Ya da takvimler cayır cayır
yırtılsın.”
- Allah’ı kendilerine yar ve
yardımcı edinenlerin asıl bayramı, Hacı bayramı Veli’nin
ifadesiyle:
- “Bayramım imdi, bayramım imdi
- Yar ile bayram edelim şimdi.
”diyerek Rablerinin cemalini gördükleri ve ona kavuştukları
zamandır. Biz de bayramları, bazen neşe, bazen hüzün gözüyle
değerlendirmekle beraber, asıl bayramı gönlümüzden gelen şu
duygularla dile getirelim:
- Bayram; İyilik, güzellik ve hayra yarışıncadır.
- Bayram; Engin tarih ve zengin kültürümüzle
barışıncadır.
- Bayram; Üçler, yediler ve kırklara
karışıncadır.
- Bayram; Sevgi ve hoşgörüyü şahikalarda bayraklaştırıncadır.
- Bayram; İçimizi dibi görünen sular kadar
berraklaştırıncadır.
- Bayram; Alnımızı aklaştırıp, gönlümüzü
paklaştırıncadır.
- Bayram; Ubudiyette kalbimizi Hakka
yaklaştırıncadır.
- Bayram; Toplumu bir ve bütün edecek safları
sıklaştırıncadır.
- Bayram; Kin ve düşmanlık buzlarını eritip
kalpleri sıcaklaştırıncadır.
- Bayram; Yediden yetmişe milletimizi dostlukla
kucaklaştırıncadır.
- Bayram; Sevgi güftesini besteleyip dillerde
şarkılaştırıncadır.
- Bayram; Ülkemizi kalkındırıp süper güçlerle
karşılaştırıncadır.
- Bayram; Kirden arındırıp, temiz toplum özlemini
oluşturuncadır.
- Bayram; İnsanlarımızı onur iklimlerinde
buluşturuncadır.
- Bayram; Muhabbetle gönül fethetmeye
çalışıncadır.
- Bayram; İnanç, azim ve gayretle yaşamaya
alışıncadır.
- Bayram; Allah’a kul olma makamına ulaşıncadır.
- Bayram; Sev,sevdir,sevindir kemerini
kuşanıncadır.
- Bayram; “Bugün Allah için ne yaptın? ”diye
nefsine danışıncadır.
- Bayram; Son nefesimizde imanla gitme zevkini
taşıyıncadır.
- Bayram; Meleklerle meleküt semalarında
dolaşıncadır.
- Bayram; Dünyadan Ukba’ya sevap yükleriyle
taşınıncadır.
- Bayram; Kabirde bana yoldaş olacak amelimle
buluşuncadır.
- Bayram; Mizanda sevaplarımız günahlarımızı
aşıncadır.
- Bayram; Sırattan yıldırım ve şimşek hızıyla
koşuncadır.
- Bayram; İçim içime sığmayıp ten kabuğundan
taşıncadır.
- Bayram; Livaü’l-Hamd denen sancağın altında
coşuncadır.
- Bayram; Cennete girip tertemiz Hakk’a
kavuşuncadır.
- Bu duygu ve düşünceler içinde değerli
okuyucularımın Kurban Bayramını kutlar, her şeyin gönüllerince
olmasını Yüce Mevla’dan niyaz ederim.
-
-
-
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
08 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
- 26 AĞUSTOS’UN TÜRK
TARİHİNDEKİ YERİ ve ANLAMI
- Milletlerin ve devletlerin yaşamlarında bazı
zamanlar ve bazı olaylar vardır ki, hayati öneme haizdirler.
Mazi, hal ve istikbal köprülerini sağlam tesis eden milletlerin
çağdaş bir yapıya kavuşarak, gelişip yükselecekleri ve
varlıklarını ilanihaye devam ettirecekleri tabidir.
- 26 Ağustos 1071 Malazgirt zaferi ile, Atatürk’ün
başkomutanlığında 26 Ağustos 1922’de başlayıp 30 Ağustos zaferi
ile neticelenen Büyük taarruz, Türk tarihinin seyrini değiştiren
olaylardandır.
- 26 Ağustos 1071;Feth-i Mübin’in müjdesi,
Anadolu’yu yurt edinmenin ve vatan sevgisinin bir ifadesidir.
- 26 Ağustos 1922 ise; Anadolu’nun sonsuza dek
Türk yurdu kalacağını, dünyaya ilan eden bir milletin gür sesi
ve fırtına olup düşmanı denize döken kuvvetli nefesidir.
- Aslında Ağustos ayının her günü Türk
zaferleriyle doludur. Tarihin en kesin neticeli ve iki saatlik
meydan savaşı olan Mohaç ile Ertuğrul Gazi’ye Bizans sınırında
bir dirlik verilmesine sebep olan Yassı Çemen savaşı da Ağustos
zaferlerindendir.
- Bütün zaferlerimizde olduğu gibi, Ağustos
zaferlerimizin temelinde yatan neden de, bizdeki vatan
sevgisidir. Bilindiği üzere bizde vatan kutsaldır. Çünkü hadiste
vatan sevgisinin imandan geldiği ifade edilir. Hatta Vatan Namus
olarak telakki edilir. Onun için ona kem bakan gözler oyulur,
ona uzanan eller kırılır. ”Vatanın her karış toprağı vatandaşın
kanıyla sulanmadıkça terk olunmaz ”ilkesi kanun kabul edilir. Bu
bağlamda Napolyon der ki: “İnsanları yücelten iki büyük meziyet
vardır. Erkeğin cesur, kadının namuslu olması! Bu iki meziyetin
yanında hem kadını hem de erkeği şereflendiren iki fazilet
vardır. İcabında tereddütsüz canını feda edebilecek kadar
vatanına bağlı olmak. İşte Türkler bu meziyetlere ve fazilete
sahip kahramanlardır. Bundan dolayıdır ki, Türkler öldürülebilir
lakin mağlup edilemezler.”
- Eskiden Türk ordusu İlkbaharda sefere çıkar,
genellikle Ağustos ayında düşmanla karşılaşır ve kısa sürede
zaferi kazanarak kıştan önce geri dönerdi. İşte bu sebepledir
ki, Ağustos ayı zaferler ayı olarak tarihimize geçmiştir.
- Tarihimizde önemli bir yer tutan Ağustos
zaferlerimizin anlamını düşünerek tümünü 26 Ağustos’un içinde
toplayıp özet olarak sunmak gerekirse, çok önemli yorumlar ve
neticeler ortaya çıkar.
- Peki, o halde taşıdığı anlam itibarıyla 26
ağustos nedir?
- 26 Ağustos; Bizans’ın kalesine atılan bir gol,
Altaylardan Viyana’ya uzanan bir yol ve “Ordular ilk hedefiniz
Akdeniz’dir. İleri!” diye kalkan bir koldur.
- 26Ağustos;Malazgirt’te kükreyen Alparslan’dır.
Surlara bayrak asan Ulubatlı Hasandır. Dumlupınar da Başkomutan,
Çanakkale’de patlayan volkan, Sakarya’da akan alkan ve yurdunu
alçaklara çiğnetmemek için toprak altında kefensiz yatandır.
- 26 Ağustos; Ünü şahikalara yükselmiş kahramanlık
destanları hayranlıkla dinlenen muzaffer bir ordunun, her
zaferin yâd edilişinde inleyen bir Anadolu’nun Hak’kı, haklıyı
ve mazlumu kaldırıp, zulmü çiğneyen bir milletin yükselişidir.
- 26 Ağustos; Türk’ün kendine güveni olan değişmez
bir kanaat, düşmanın üzerine uçmak için takınılan bir çift kanat
ve harp meydanlarında icra edilen üstün bir sanattır.
- 26 Ağustos; Şehadetleri dinin temeli olan
ezanlarımızın gür sesi, bağımsızlığımızın sembolü istiklal
marşımızın bestesi ve milletimizin neşesidir.
- 26 Ağustos; Bize açılan saadet kapısı,
İstanbul’un fethedilmesine zemin oluşturan fethin altyapısı ve
ebedi olarak Türk yurdu kalacağını tescil eden cennet
Anadolu’muzun tapusudur.
- 26 Ağustos; İlelebet üzerinde yaşayacağımız yurt
ülküsü, İlây-ı Kelimetullah uğrundaki bir milletin zevkli
çilesi, kahramanlık tarihimizin öyküsü, uğrunda seve seve can
verilen yurdumuzun süsü ve bağımsızlığımızın ölçüsüdür.
- 26 Ağustos; Attığını vuran, tuttuğunu koparan
bir bilek, esareti, korkuyu ve tembelliği lügatinden silen bir
yürektir.
- 26 Ağustos; ”Ya istiklal, ya ölüm” parolasıyla
cepheden cepheye koşan bir vatandaş, “O ruku olmasa dünyada
eğilmez başlar” mısrasında ifadesini bulan onurlu bir baş ve bu
cennet vatan için verilen kutsal bir savaştır.
- 26 Ağustos; Ne doğuda Çin seddinin, ne kuzeyde
buzulların, ne güneydeki çöllerin, ne de batıdaki kuvvetli
orduların hızını kesemediği coşkulu bir sel, kılıcı ve kalemiyle
yiğitliğini tarihe altın harflerle yazan mutlu bir eldir.
- 26 Ağustos; Maziyi âtiye bağlayan kuvvetli bir
bağ, uygarlık yolunda başkalarının hayalinin dahi ulaşamadığı
görkemli bir dağ ve Türk toplumunun önüne aydınlık ufuklar açan
bir çağdır.
-
-
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
09 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
- KAHRAMANLAR VE ZAFERLER
GEÇİDİ
- Milletler ve devletler zaferleri ile yükselir
kahramanları ile yücelirler. Kahramanları ve zaferleri olmayan
milletlerin tarihi sığ bir göl gibidir.
- Oysa kahramanları ve zaferleri bol olan
milletlerin tarihi engin bir deryaya benzer. Engin ve zengin bir
tarihe sahip olan bu Milletin, ne kahramanlarını saymakla
bitirebiliriz, ne de zaferlerini anlatmakla tüketebiliriz.
- Tam 22 asır önce Çin Seddi
üzerinden kanatlanan Mete Han’dan bahsetsek, özgürlük yolunda 39
arkadaşıyla dev gibi Çin’e meydan okuyan Kürşad’ın haykırışını
duyar gibi olursunuz.
- “Her nereye bir saray yapsam,
yanına bir cami ile minare dikmezsem Allah’tan haya ederim”
diyen Sultan Tuğrul Bey’i ansak,26 Ağustos 1071 de Malazgirt
ovasında, ”Şehit olursam bu beyaz elbisem kefenim olsun.”
diyerek Bizans’ı yenen ve Anadolu’nun kapılarını açan
Alparslan’ın kükreyişini işitir gibi olursunuz.
- Anadolu’nun sonsuza dek Türk ve
İslam yurdu olduğunu belgeleyen Miryakefalon’un muzaffer
kumandanı II. Kılıçaslan’ı yadetsek, Söğüt ve Domaniç
yaylalarında bir elinde kılıç bir elinde kalkan, kalbinde volkan
gibi bir iman, etrafında bir düzine kahraman ile: ”Biz Allah’ın
kitabının bulunduğu odada ayaklarımızı uzatarak yatmaktan haya
deriz” diyen, infilak eden bir çekirdek gibi Sakarya ile kol
kola girerek kabuğunu yırtan ve Bursa üzerine yürüyen Osman
Gazi’yi görür gibi olursunuz.
- Kosova’da şehit olmayı canına
minnet bilen Gazi Murat Hüdavendigar’ı hatırlasak, Niğbolu
Kalesi önünde “Bre Doğan” diye haykıran Yıldırım’ın düşüşündeki
ve şimşeğin çakışındaki ve göklerin gürleyişindeki eda ile adeta
bir Hızır gibi imdada yetişen Yıldırım Han’ı temaşa eder gibi
olursunuz.
- İlk kez kendi arzusuyla tacını
ve tahtını oğluna terk eden II.Murad’dan dem vursak Hz.
Peygamber’in:”Kostantiniyye mutlaka fethedilecektir. Onu
fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden asker ne güzel
asker” hitabının muhatabı olma bahtiyarlığına eren Fatih Sultan
Muhammet Han’ın yeri, göğü inleten mehter ve tekbirle Topkapı
surlarından İstanbul’a girişindeki o coşkulu heyecanı yaşar gibi
olursunuz.
- Sultan Bayezid-i Veli’yi
düşünsek, Allah Rasülünün daveti üzerine Mısır seferine çıkan ve
Mercidabık zaferinin ardından Kudüs’e girerek 12 bin kandille
aydınlanan Mescid-i Aksa’da hacet namazı kılıp Sina Çölünden
Kahire’ye yürürken atına binmeyen, sebebi sorulunca da: Allah’ın
Resulü önümde yaya yürürken ben hangi cüretle ata binebilirim”
diye gözyaşı döken Yavuz Sultan Selimle kol kola Sina çölünü
aşar gibi olursunuz.
- Denizlere yelken açan ve
Akdeniz’i bir Türk gölü haline getiren Barboros Hayrettin
Paşa’dan bahsetsek, Ben ki; sultanların sultanı, kralların kralı
ülkelerin hükümdarlarına taç giydiren Allah’ın yeryüzündeki
gölgesi Akdeniz’in ve Rumeli’nin ve Anadolu’nun ve Karaman’ın ve
Rum’un ve Vilayet-i Zülkadriye’nin ve Diyarbekir’in ve
Azerbeycan’ın ve Acem’in ve Halep’in ve Mısır’ın ve Mekke ve
Medine’nin ve Kudüs’ün külliyen Diyar-ı Arab’ın ve Yemen’in ve
dahi bir çok memleketin ki aba-i kiram ve ecdat-ı izamın
kuvvet-i Kahireleriyle fethettikleri ve Cenab-ı celalet meabım
dahi tiğ-ı ateşbar ve şemşir-i zafer-nigarım ile feth eylediğim
nice diyarın sultanı ve padişahı Sultan Bayezit Han oğlu, Sultan
Selim Han oğlu Sultan Süleyman Han’ım.
- Sen ki, Fransa vilayetinin kralı
Françesko’sun.…”Kralların sığınağı olan Osmanlı hükümetine
yolladığınız mektuptan öğrendiğime göre ,düşman ülkenizi yağma
ve tahrip ederken, sizi de hapsetmiş. Yüreğiniz teselli bulsun,
ruhunuz hiçbir zaman ümidini kesmesin. Gece gündüz atımız
eğerlenmiş ve kılıcımız kuşanılmıştır.”diye haykıran Muhteşem
Süleymanla Tuna boylarında koşar gibi olursunuz.
- Kanije’de 5 bin kişilik mütevazi
bir kuvvetle volkan gibi püskürerek, Ferdinand’ın 50 bin kişilik
güçlü ordusunu tuz buz eden Tiryaki Hasan Paşa’dan söz açsak;
Plevne’de Rusya’nın dev gibi bir ordusu karşısında destanlar
vücuda getiren ve:
- ”Tuna nehri akmam diyor
- Etrafımı yıkmam diyor
- Şanı büyük Osman Paşa
- Plevne’den çıkmam diyor.” diye
marşlara konu olan Gazi Osman Paşayla birlikte coşar gibi
olursunuz.
- Avrupa’yı kasıp kavuran
Napolyon’u Akka kalesi önünde rezil rüsvay eden 90 lık Cezzar
Ahmet Paşa’yı zikretsek; "Ben size taarruz etmeyi değil, ölmeyi
emrediyorum" emrini veren ve Bomba sırtını anlatırken
de:"Karşılıklı siperler arasındaki mesafe 8 m. Yani ölüm
muhakkak. Birinci siperlerin hiç biri kurtulmamacasına kâmilen
düşüyor. İkincidekiler onların üzerine gidiyor. Fakat ne kadar
şâyân-ı gıpta bir itidal ve tevekkülle biliyor musunuz? Öleni
görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, en ufak bir futur
göstermiyor. Sarsılmak yok. Okumak bilenler ellerinde Kur'an-ı
Kerim cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler kelime-i
şahadet getirerek yürüyorlar. Bu Türk askerindeki ruh kuvvetini
gösteren şâyân-ı hayret ve tebrik edilecek bir misaldir.
- Emin olmalısınız ki, işte bize
Çanakkale muharebelerini kazandıran bu yüksek ruhtur"diyen Gazi
Mustafa Kemal Paşayla birlikte Çanakkale’yi yaşar gibi
olursunuz.
- Orta Asya, Azerbaycan, Kafkaslar deseniz, bütün bir Türk
dünyasının kalbini hoplatırsınız. Nişabur, Kaşkar, Taşkent,
Semerkant, Buhara deseniz bütün bir milletin derin hafizasında
tarihleri büyük depremler meydana getirirsiniz.
- Kırım, Kazan, Azak, Eflak,
Boğdan, Kili, Akkerman deseniz, ”Çırpınırdı Karadeniz, bakıp
Türk’ün Bayrağına..” marşıyla kol kola girmiş 70 milyonu
coşturursunuz. Balkanlar, Rodop ve Şar dağları, Kosova, Üsküp,
Kanije, Estergon, Uyvar, Nazlı Budin, Bosna, Viyana, Sofya,
Selanik, Manastır deseniz küllenmiş nice yaraları deşersiniz.
Çanakkale, Afyon, Dumlupınar, Sakarya deseniz bütün bir Anadolu
inler ve kıyam eder.
- Pekii tarihi, siyasi ve askeri
açıdan bu böylede, kültür ve medeniyet açısından farklı mı?
Hayır. Nasıl ki, bu milletin zaferleri ve kahramanları
sıradağlar gibi geçit yapıyorsa, kültürel dinamiklerimiz de
elbette bundan farklı değildir.
- Mevlana’lar, Yunuslar, Hoca
Ahmet Yeseviler, Hacı Bektaş Veliler, Edip Ahmet’ler, Hacı
Bayram-ı Veliler, Nasrettin Hocalar Müslüman Türk’ün bahçesinin
şakıyan bülbülleridir.
- Mazi ile öğünmek müflislerin
harcıdır derler. Fakat mazi milletlerin köküdür. Anadolu’da kökü
toprağın altına dal budak salmış olan ağaçlara, ulu çınar
derler.
- Biz mazimizle kuru kuruya
iftihar etmiyoruz. Ondan kuvvet, ibret ve ilham alarak istikbale
yürüyoruz.
- Biz tarih boyunca adalet ve
hoşgörü ile kolkola yürümüş bir milletiz. Başka halkların
değerlerine kültürlerine ve inançlarına saygıyı esas alan
özelliğimizi dost söyler, düşman söyler. İnsanları asıp-kesen,
kültür ve medeniyetleri yakıp- yıkan değil, sahip çıkarak
yaşatan bir toplumuz biz.
- Hz. Peygamber’in Mekke’yi, Hz.
Ömer’in Kudüs’ü, Fatih’in İstanbul’u fethettikleri zaman,
kılıçtan geçirilmeleri beklenen halkı affetmeleri, hatta
dinlerinde, dillerinde ve mülklerinde serbest olduklarını ilan
etmelerindeki hoşgörü ve merhametli davranışa, acaba dünya
tarihinin hangi safhasında rastlanmıştır?
- Bizdedir sevilmeden sevmek.
Yaşatma isteğiyle yanıp tutuşmak. Bizdedir hoşgörü, şefkat,
iyilik ve fazilet. Bizdedir adalet, insanlık, vicdan, izan,
insaf ve edep. Bizdedir misafirperverlik. Bizdedir komşusu açken
tok yatmamak. Kendisi için arzu ettiğini başkası için de arzu
etmek. Bizdedir kahramanlık, yiğitlik ve mertlik. Bizdedir din,
vatan ve bayrak uğruna seve seve ölüme koşmak.
- O halde niye biz kendimizi,
kültürümüzü, tarihimizi ve o güzel hasletlerimizi genç
nesillerimize anlatamıyoruz. Tarihimizin özellik ve
güzelliklerini öğretemiyoruz.
- Tarih boyunca 100’den fazla
devlet kurmuş ve meydana getirdiği kültür ve medeniyeti dünya
kültür ve medeniyetine öncülük etmiş, binlerce yıllık engin ve
zengin geçmişi olan bizden başka bir millet olmadığı halde, ne
yazık ki tarihi yaptığımız kadar yazdığımız ve gelecek nesillere
bu misyonu kazandırdığımız söylenemez.
- Hani nerde bizim, Malazgirt ve
Kosova’ların, Varna ve Çaldıran’ların, Preveze ve Pilevne’lerin,
Çanakkale ve Sakarya’ların destanı ve türküsü?
- Hani göğsünü siper edip yurdunu
adi ve alçaklara çiğnetmeyen kahraman ve yiğitlerin kümbeti ve
türbesi?
- Hani bayrağımızı uçsuz bucaksız
deryalarda şan ve şerefle dalgalandıran Hamidiye’lerin,
Yavuz’ların, Alemdar’ların, Muavenet ve Nusret’lerin
şahikalarda taçlanan ülküsü?
- Hani Mete Han’ların,
Alparslan’ların, Barbaros’ların ve daha nice yiğitlerin
serencamesi ve kitabesi?
- Hani eserleri Avrupa
Üniversitelerinde yüzyıllarca ders kitabı olarak okutulan dünya
tıp literatürünün şahı İbn-i Sina’ların, beş asır önce çizdiği
mükemmel haritaları hâlâ bugün ilim adamlarını şaşırtan Piri
Reis’lerin, Matematik dalında dünyada çığır açan Musa
Kardeşler’in, Felsefe dalında Farabi’lerin, daha pek çok ilmin
öncüsü Akşemseddin’lerin, Uluğ Bey’lerin, Ali Kuşcu’ların
şarkısı ve hikayesi?
- Hani İstanbul surlarında ilk
bayrağı diken Ulubatlı Hasanların, Çanakkale’de 276 kilo mermiyi
“Ya Allah” diyerek kaldırıp, fizik kanunlarını alt üst eden
Seyit Onbaşıların, İzmir’de düşmana ilk kurşunu sıkan Hasan
Tahsinlerin, Sütçü İmamların, Şahin Beylerin, Nene Hatunların
destanı?
- Belki tarihimize bütünüyle bir
“Kahramanlar Tarihi” demek daha doğru olur. Zira, Tarihinde her
alanda böylesi bir kahramanların geçit yaptığı başka bir millet
yoktur.
- Öyleyse neden, gençlerimize milli şuur kazandırmak amacıyla
bu hakikatleri veremiyor ve öğretemiyoruz? Her türk vatandaşı
elini kolunu sıvayıp, üzerine düşeni yapmalıdır. Aksi durumda
ecdadımızın hatırasına en büyük saygısızlığı yapmış olacağız
demektir. Ayrıca bu işin vebali de ağırdır
-
-
-
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
10 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
- İSTANBUL’UN FETHİ’NİN
GENEL DEĞERLENDİRİLMESİ
- Tarihimizde bazı zamanlar ve
bazı olaylar vardır ki, hayatî öneme haizdirler. Aynı zamanda bu
olaylar, tarihimizin de dönüm noktasını teşkil ederler. İşte
İstanbul’un fethi de bu olaylardan birisi, belki de en
önemlisidir.
- İstanbul’un fethini, tarihimizin
bu altın sayfasını bir defa daha yad etmekle, bu mutlu anı
tekrar yaşamak imkanı bulmuş olacağız. Sevgili Peygamberimizin
müjdesine nail olan ecdadımızın ruhlarını da bir kez daha şad
edeceğimizi umuyorum.
- Biz burada fetih olayını tarihî
açıdan ele alıp, Türk-İslâm tarihine ve dünya tarihine
etkilerini değerlendirmeye çalışacağız.
- Fetih, bir beldenin silahla elde
edilmesinden öte, çok daha derin manalar ihtiva eder. Bu sebeple
hem maddi, hem de manevi açıdan ele alınıp değerlendirilmelidir.
Zira, Fatih’le Akşemseddin arasındaki münasebeti sağlıklı
kavramadan ne Fatih’i ne de fethi gerçek veçhesiyle anlamak
mümkündür. Daha sonra Fatih’in şahsiyeti ve idealinden
bahsedeceğiz. Ancak daha önce bir anekdotla Fatih’in azim ve
kararlılığını tesbit etmede yarar vardır.
- Fatih 1461’de Trabzon’un fethine
giderken geçit vermez dağları nice güçlüklere katlanarak aştı.
Bunu gören Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın annesi Sare Hatun:
“Padişahım, bunca zahmet bir kale için değer mi?” deyince,
Fatih’in verdiği cevap onun idealinin en güzel resmidir!
Maksadımız kale fethetmek değildir. Bu zahmet din yolundadır.
Eğer bu zahmeti ihtiyar etmezsek bize gazi demek yalan olur.”
- İşte İstanbul’un fethindeki
derin manayı da aynı kategoride değerlendirmek gerekir. Çünkü
Fatih’in ideali çok yüce idi. Rumeli Hisarı yapılırken, buna
engel olmak niyetiyle gelen Bizans İmparatorunun elçilerine:
“Benim gücümün ulaştığı yere imparatorunuzun hayali dahi
erişemez. Varın imparatorunuza böylece söyleyin” sözü de bu yüce
ideali ifade etmektedir. Kuşatma esnasında da Bizans’ın anlaşma
karşılığında vergi vermeyi kabul edeceğini bildiren elçilere
Fatih’in: “Buradan gitmekliğim mümkün değildir. Ya ben Bizans’ı
alırım. Ya da Bizans beni.” İfadeleri de Onun bu konudaki
kararlılığını göstermektedir. Napolyon gibi Fatih de, kurulacak
bir cihan imparatorluğuna ancak İstanbul’un başkentlik
yapabileceğine inanmaktaydı. Fatih’in ecdadından devraldığı
misyon gereği, ülkesinin ortasında bağrına saplanmış bir hançer
gibi duran Bizans İmparatorluğunu yıkıp İstanbul’u alması icap
ediyordu. İstanbul fethedildiği takdirde Anadolu ve Rumeli
toprakları birbirine bağlandığı gibi, haçlı tahrikleri de son
bulacaktı. Askerî güvenlik sağlanacak, denizlerde hakimiyet
kurulacak ve Anadolu Türk birliği de tesis edilmiş olacaktı.
Bütün bunların bir de dini boyutu vardı. Zira Peygamberimiz bir
hadisinde: “Kostantiniyye mutlaka fetholunacaktır. Onu fetheden
kumandan ne güzel kumandandır. Onu fetheden asker ne güzel
askerdir” buyurmak suretiyle fethi hedef göstermişti.
- Büyük Selçuklular 1071’de
Malazgirt Zaferiyle, Anadolu’nun kapılarını Müslüman Türklere
açmıştı. 1176’da Miryakefalon’da Anadolu Selçuklularının
kazandığı zafer, Anadolu’nun sonsuza dek Türk yurdu olduğunun
tescili idi. Osmanlıların Anadolu ve Rumelideki fetihleri de
İstanbul’un fethinin zeminini hazırlamıştı. İsmail Hami
Danişmend’in ifadesine göre: “İstanbul ideali Arap’tan Türk’e
bütün dinî ve efsanevî motifleriyle beraber intikal etmişti.”
Üstelik İstanbul tarih boyunca stratejik önemi ve tabii
güzellikleriyle bütün milletlerin ilgi odağı durumundaydı. Şair
Yahya Kemal: “Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer” diye
tavsir ediyordu İstanbul’u.
- “Kostantiniyye dünyevi olduğu
nisbette uhrevî bir saadet yoluydu. İstanbul üzerine yürümek din
ve dünya cennetine sefer etmek gibiydi.” (51) Şehrin kuşatılması
safhasında Tarihçi Barbara der ki: “İstanbul halkının tamamının
bir ayda yapamayacağını Türk ordusu bir gecede yapmayı
başarmıştı.” Tacizade Cafer Çelebi de: “Öyle bir hazırlık
başladı ki; bir yılda yapılan bir aya, bir ayda yapılan bir güne
sığdırılmalıydı” ifadesine yer verir.
- 6 Nisan 1453’te başlayan kuşatma
devam ederken Fatih, dünya savaş tarihinin en dâhice kararını
verir, ve bir gecede gemileri karadan yürüterek Haliç’e indirir.
53 gün süren kuşatmadan sonra 29 Mayıs 1453’te fetih müyesser
olur ve Fatih muzaffer bir komutan olarak şehre girip doğruca
Ayasofya’ya gider. Kilisede toplanan Hristiyan halka
Peygamberimizin Mekke’nin fethinde, Hz. Ömer’in de Kudüs’ün
fethinde gösterdikleri hoşgörüyü gösterir. Şayet Fatih’in
yerinde Hristiyan bir hükümdar olsaydı ve İstanbul halkı da
Müslüman olsaydı, böyle bir zafer sarhoşluğu içinde halkın
hepsini kılıçtan geçireceğinden hiç kuşku yoktur.
- Çünkü tarih bu şekilde nice
olaylara şahittir. Tarihçi Yılmaz Öztuna’nın: “Son Bizans
başbakanının ‘Bizansta kardinal külahı görmektense, Osmanlı
sarığı görmeyi tercih ederim’ sözü cihan tarihinin pek maruf
sözleri arasında yer almıştır. Çünkü Avrupa’nın toleransı
Türklerinkine nisbetle pek ilkeldi” tesbiti büyük bir gerçeği
yansıtmaktadır. “Artık Fatih ünvanını hak kazanmış olan II.
Sultan Mehmet, hiç değilse o zamanki harp kaidelerine uyarak,
esir ettiği halkı başka yerlere sürer yahut satabilirdi. Bu
türlü hareket etmeyi isteseydi mucip sebebi de hazırdı. Halbuki
genç Fatih, değil o devrin, XX. asrın dahi anlayamayacağı bir
yumuşaklık ve şefkatle, esir aldığı bu şehir halkını uzun vadeli
taksitlere bağlayarak kurtulmaları esasını kabul etti. Halbuki
ayın tarihlerde, Akdenizin garp ucundaki engizisyon mahkemeleri,
insanları fikirlerinden dolayı ateşte yakıyordu.”
- İstanbul’un fethi, sadece
Türk-İslâm dünyasında değil, tüm dünyada sonuçları itibarıyla
büyük yankılar uyandırmıştır. Öncelikle Türk-İslâm dünyasındaki
yankılara baktığımız zaman görürüz ki; bu fetih tarih boyunca
Türk milletine nasip olmuş en büyük şereftir. Çünkü olayın
çağlara damgasını vuracak çok önemli bir boyutu vardır. Zira
İstanbul’u fethetmek bütün İslamlar için en yüce bir idealdi.
“Bir ayette geçen BELDETÜN TAYYİBETÜN ibaresinden İstanbul’un
kastedildiği manasını çıkaran alimler, ebced hesabıyla fetih
tarihini bularak Türklerin Cenab-ı Hakkın böylesine büyük
lütfuna mazhar olduğu manasını çıkarmışlardır. Büyük Hakan Fatih
Sultan Mehmet’in hocası Akşemseddin’in velilik gözü ile fetih
vaktini tayin edip, gün, saat ve yerini söylemesi de bu inancı
doğrulamaktadır.”
- Sevgili Peygamberimiz de fethi
gerçekleştirecek orduyu müjdelemişti. Bu yüzden bunu
gerçekleştirmeyi her müslüman cana minnet bilmekteydi. Önce
Emeviler, daha sonra da Abbasiler İstanbul’u kuşattılarsa da bir
sonuç elde edememişlerdi.
- O günün şartlarında çok muhkem
surları ve güçlü savunması olduğu için, Bizansı ne Yıldırım’ın,
ne Musa Çelebi’nin ve ne de II. Murat’ın, kuşattığı halde
alamadığını görmekteyiz. Şimdi yüzyıllar boyu uğraşılıp ta bir
türlü erişilemeyen fethi gerçekleştiren, başta Fatih olmak üzere
onun askeri ve halkı ile, tüm Türk-İslâm dünyasının sevinmesi
kadar doğal bir şey olamaz.
- Bir yandan Mısır Memlüklü
Devleti’nde bayram havası eserken, öte yandan Güney Hindistan’da
Behmeni Sultanlığı elçiler yollayarak Fatih’e tebriklerini
bildirmekteydi. Abbasi halifesi ise Türk şehitlerinin ruhuna
Kur’ân ziyafeti çekiyordu. İstanbul’da da başta gaziler olmak
üzere günlerce süren zafer şenlikleri yapılmakta ve halk bayram
sevinci yaşamaktaydı. Büyük tarihçi Hoca Sadettin Efendi: “Çan
sesleri sustu, yerini tekbir sesleri aldı.” İfadesinde
bulunuyor. Prof. Osman Turan da, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi
Tarihi adlı eserinde diyor ki: “Nihayet bu büyük fetih II.
Sultan Mehmet’e nasip olmuş ve Fatih “Müjdelenen kumandan”,
askerleri de “Müjdelenen askerler” olmak şerefine kavuşmuştur.”
Böylesi bir şeref şahikasında taçlananların bayram yapmaları en
tabii haklarıdır.
- “İslam tarihinde bu bir
gelenektir. Fetihten sonra hemen bir cami yaptırılır, buna zaman
yetmediği hallerde fethedilen bölgenin en büyük kilisesi camiye
çevrilir. Ve İslâm’da hürriyet ve hakimiyetin sembolü olan cuma
namazı kılınırdı. Cuma namazında sultan veya onun adına bir âlim
hutbe okur, hutbenin ikinci kısmının sonunda beldenin fatihinin
de adı anılırdı, devletinin-milletinin payidar olması için dua
edilirdi. Fatih de öyle yaptı. Şehrin en büyük kilisesini (Ayasofyayı)
camiye çevirdi ve ilk cuma namazını kıldı.” (54) “Fatih Sultan
Mehmet sur dahilinde ilk defa Ayasofya odalarını medreseye
çevirdiği gibi sur haricinde de bugün Eyüp dediğimiz mahalde
Peygamberimiz ashabından (Medine’ye hicret buyurdukları zaman
bir müddet evinde misafir kaldığı) Halit b. Zeyd Ebu Eyyub
Ensari’nin kabrinin yanına bir cami, bir de medrese yaptırarak
az zamanda buranın imarını temin etmiştir.”
- “Fatih İstanbul’u fethedip büyük
zaferi kazandıktan sonra, diğer hükümdarlar gibi acaba niçin
mağrur olmadı?” sualine N. Sami Banarlı şöyle bir tesbitle cevap
verir: “Tereddütsüz söylenebilir ki, misafir olduğu odasının
rafında bir Kur’ân bulunduğu için gece sabaha kadar ayakta
bekleyen Osman Bey’in torunu bu vicdan terbiyesini o asırlardaki
Türk ruhunu yine asırlarca beslemiş böyle manevi bir kaynaktan
almıştı.”
- Fethin gerçekleşmesinden sonra Türk tarihinin olduğu gibi,
dünya tarihinin seyri de değişmiştir. Özellikle Avrupa’nın
tutumu kelimenin tam anlamıyla güçsüzlüğe işaret etmektedir.
- Alman İmparatoru III. Friedrich
papaya yazdığı bir mektupta şöyle diyor: “Mehmet çoktandır
aramızda hükümferma bulunuyor. Türk kılıcı çoktan beri başımızın
üzerinde asılıdır. Karadeniz çoktan bize kapalı ve Romanya
çoktan Türklerin hakimiyetindedir. Oradan Macaristanı ve sonra
Almanya’yı ele geçirecekler. İngiltere ve Fransa kralları
birbirlerine karşı silaha sarıldılar. İspanya nadir anlardaki
huzura kavuşuyor. İtalya ise asla sulha kavuşamayacaktır.” Alman
imparatorunun bu mektubundan Avrupa’nın siyasi yapısını ve
perişan halini görmekteyiz.
- İstanbul’un fethi sırasında
dünyanın toplam nüfusu 400 milyon civarındadır. Yılmaz
Öztuna’nın ifadesine göre bu nüfusun 275 milyonu Asya da, 70
milyonu Afrika’da yaşamaktaydı.
- Fetih’ten sonra Avrupa Türklere
karşı bazı tedbirlere başvurduysa da hiç bir netice alamadı.
Papa’nın haçlı seferi düzenleme çabaları da bir işe yaramadı.
Aslında aşırı bir Türk düşmanı olan tarihçi G. Sclumberger der
ki: “Türkler tarafından İstanbul’un fethi, cihan tarihinin en
büyük hadiselerinden birini teşkil etmiştir. Bu fethin,
Avrupa’nın mukadderatı üzerindeki tesiri, büyük olmuştur. Doğu
Avrupa’da Türklere, asırlar boyunca üstünlük temin etmiştir...
Bu hadise hemen hemen tarihin akışını değiştirmiştir. “Yine bir
tarihçi olan Franz Babinger de: “Cihan tarihinde bir dönüm
noktası meydana getirecek olan bu saatin tesiri her yerde
hissedildi. Batıda bu hadisenin yarattığı muazzam akis herkesi,
İstanbul’un memleketler değer bir belde olduğuna inandırdı.”
demektedir.
- Şehirleri çevreleyen surların
top gülleleriyle yıkılabileceği anlaşılmış ve bu sayede krallar,
Avrupadaki derebeylik düzenine son vermişlerdi. İpek ve Baharat
yolunun Türklerin eline geçmesiyle, Avrupa’lı denizciler başka
deniz yolları aramaya başladılar. Böylece coğrafi keşifler
ortaya çıktı ki bu durum Avrupa’nın daha sonraları maküs
talihini yenmesine vesile olacaktır. Zira artık Rönesans ve
Reform hareketleriyle, ilimde, inançta, teknikte, edebiyat ve
sanatta Avrupa’nın önü açılacak, sanayi inkılabıyla da hızlanıp
güçlenecektir. Avrupalı bilim adamlarının pek çoğu, Rönesansın
Fatih’in İstanbul’u ilk fethiyle başladığına, Fatih, II. Beyazıt
ve Yavuz’un toleransı sayesinde amacına ulaştığına inanmaktadır.
- Tarihçi Hammer: “Bizans
İmparatorluğunun düşmesi bin yıllık bir mevcudiyetten sonra taht
şehri İstanbul’un Türklerin eline geçmesi, Avrupa milletleri
için bir mücadele devresi açmıştır. Bu mücadele Avrupa için
felaketli geçecektir” demektedir.
- Fransız Akademisinden Rene
Grousset-İstanbul’un fethi hadisesini hazırlayan sebepleri,
L’Empire Du Levant adlı eserinde, dile getirir ve der ki: “Eğer
Bizans seddi yıkılsa idi, Müslüman fethi 1453’de değil 673 veya
717’de gerçekleşse idi, henüz rüşdünü idrak etmemiş olan
Avrupanın hali ne olurdu? Hiç bir rönesans hareketi mümkün
olmazdı. Araplar ancak Suriye’yi, Mezopotamya’yı ve Mısır’ı
Yunanlılıktan kurtarmışlar ve yeniden Sami’leştirmişlerdir.
Türkler ise, Küçük Asya’nın en büyük kısmını Yunanlılıktan
ayırdılar ve Turanileştirdiler... 1064’den 1081’e kadar, Anadolu
yarımadası yeni bir Türkistan oldu... 1453, 1081’de
gerçekleşiyordu. Batının müdahalesi durumu değiştirdi... Sözümü
şu noktayı belirterek bağlamak isterim ki kitabım, Avrupa dışı
kültür ve medeniyetlere karşı hiç bir peşin hükümle malül
değildir. Avrupa medeniyeti dışında bilhassa İslâm dininden olan
milletler, insanlık medeniyetine o kadar yüksek safhalar
yaşatmışlardır ki, taraf tutmayan bir tarihçi, onlara düşman hiç
bir temayüle sahip olamaz. Sonunda Roma İmparatorluğunun fethi
işini Osmanlılar başarmışlardır. Çünkü Marmara kıyılarında
idiler. Çünkü birbirini takip eden çok büyük hükümdarlara sahip
olmak mazhariyetine erişmişlerdir. Bu hükümdarlar, mukayese
kabul etmez askerlik dehasına sahiptiler. Ne istediklerini
bilmişler ve fütuhattan başka hiç bir emel taşımıyorlardı.
Osmanoğulları, Peygamberin seferlerindeki mukaddes gayeyi,
asırlar sonra canlandırmışlardır.”
- Bu devirde her alanda Türklerin
Avrupalılardan üstün olduklarını müşahede ediyoruz. Dolayısıyla,
Fatih onlardan bir şey almayı düşünmemekteydi. Onun gayesi,
Bizansı yıkıp Ortodoksluğu himaye ettiği gibi, İtalya’yı da alıp
İslâmi esaslarla Eski Roma İmparatorluğunu tekrar ihya etmekti.
Tarihçi Yılmaz Öztuna: “Kimse 21 yaşındaki II. Mehmet’in deha
derecesini, asırlardan beri görülmemiş kudrette bir şahsiyet
olduğunu kestiremezdi. Kimse büyük topları ve başka görülmemiş
silahları tahmin edemezdi. Karadan donanma yürütüleceğini
kimsenin aklı kesmezdi” diyerek bu açıdan bakıldığında fethin
ihtişamına dikkat çekiyor.
- Öte yandan batılı ilim adamı
Grenard da Türklerin büyük başarılarının sırrını şöyle dile
getiriyor: “Türklerin Balkanları ve Anadolu’yu tek devlet
halinde toparlayabilmelerinin sırrı, Türkler’in atalardan kalma
otorite ve disiplin gelenekleri ile Osmanoğulları hanedanının
istisnai derecede devamlılık kudretindedir.”
- Hangi açıdan ele alınıp
değerlendirilirse değerlendirilsin İstanbul’un fethi, dünya
tarihine altın harflerle yazılmış emsali bulunmaz bir
kahramanlık destanı ve Türklerin en büyük zaferlerinden biridir.
Türk tarihinde ve Cihan tarihinde önemli bir dönüm noktası
meydana getiren fethi gerçekleştiren kutlu kumandan Fatih’i ve
onun müjdeli askerlerini rahmet ve minnetle anıyoruz.
- Fetih olayı ve Fatih’i kaleme
aldığımız şiirimizin son kıtasıyla noktalayalım inşallah.
- Güzel komutan, güzel er beraatın
aldın,
- Ey Yüce Fatih! Övgü dolu Rasûl
sözünden,
- Çağlar üstünde cihan tarihine
nam saldın,
- Rehber kılıp İslâmı, yürüyünce
izinden.
-
-
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
11 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
- ÖĞRETME; ÖĞRETMEN OLUNCA
- Keyfiyet, her zaman kemiyetten
önemlidir dostlar. Bu ülkeye çok değil, ideal sahibi öğretmen
lazımdır. Herkes öğretmen olabilir. Ancak, mesele ideal sahibi
iyi bir öğretmen olabilmektir. Öğrencilerin gönüllerinde ve
zihinlerinde iyi bir ad, güzel bir yad bırakabilmektir.
Ehliyetli, dirayetli, liyakatlı, on parmağında on hüner olan,
donanımlı ve performans sahibi öğrenciler yetiştirip bu vatana
ve aziz millete sıradan değil, sıra dışı üstün hizmetler
sunabilmektir.
- Hz. İsa (as) da bir öğretmendi.
Çarmıha gerilmeyi göze alarak yetiştirdiği 12 havarisiyle
(öğretmeniyle) o kadar etki bıraktı ki, bu gün dünyanın yarıdan
fazlası O’nun dininin temsilcisidir. Demek ki öğretmen öğretmen
olunca mağarada dahi yetiştirdiği öğrenciler dünyayı
şekillendirebiliyormuş.
- Hz. Muhammed (sav) de bir
öğretmendi. “Ben ancak bir muallim olarak gönderildim” diyordu.
Tek başına ortaya çıkan bu insanlık ehramının zirve taşı, gaye
insan ve ufuk Peygamber, Rabbinden aldığı ilk “OKU!” mesajıyla,
kaba saba, cahil cuhela bir toplumu kısa zamanda temelinden
dönüştürüp, dünyaya örnek olan ve yön veren İslam medeniyetinin
temellerini atabiliyordu. Medinede Mecid-i Nebevi’nin bir
köşesine kurduğu Ashab-ı Suffa okulu ile, ilmin kapısı Hz. Ali
gibi nice alimler, Ebu Hureyre gibi nice muhaddisler, Musab Bin
Umeyr gibi nice öğretmenler yetiştirmişti. Uhut savaşına ben de
gideceğim diye 9 yaşında beline taktığı kılıç kendinden büyük
Said El-Hudri’ye Kainat Efendisi: “Ya Said! Biz savaşa
gidiyoruz. Medine de korunmaya muhtaç yaşlılar var. Kadınlar
var. Sen de dön onları koru” diyerek öğretmenlik formasyonunun
en âlâ ve en muşahhas numunesini veriyordu. Demek ki, öğretmen
öğretmen olunca, çöl ortasında ve hurma dallarının gölgesinde
yetiştirdiği öğrencilerle dünyayı, bir başka dünyaya
dönüştürebiliyordu.
- Hoca Ahmet Yesevi de bir
öğretmendi. Yeriştirdiği talebeleri olan Horasan Erenleri, bütün
bir Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşmasını sağlamışlardı.
Mevlana’da bir öğretmendi. Ama O öyle bir evrensel öğretmendi
ki, vefatından 800 yıl sonra, bir yılda Topkapı Sarayı’nı
ziyaret eden insandan, daha fazla insanı, dünyanın her
tarafından Konya’ya ve huzuruna bir günde toplayabiliyor ve
İzzeddin Keykavus gibi cihan hükümdarı yetiştirebiliyordu. Hacı
Bektaşi Veli de bir öğretmendi. Ama O, incinse de incinmeyen,
eline, beline, diline sahip, ilim, irfan ve edep sahibi
öğrenciler yetiştirmişti. Şeyh Edebali de bir öğretmendi. Ama O
öyle bir öğretmendi ki, Cihan devletinin temellerini atan Osman
Gazi gibi nice öğrenciler yetiştirmişti. Molla Gürani, Molla
Hüsrev ve Akşemseddin de birer öğremen idiler. Onların elinde
şekillenen ve eleğinden geçen Fatih, İstanbul gibi bir dünya
şehrini fethedebilmişti. Öğretmeninin karşısında O’nun elleri
titriyor ve surlardan içeri girerken kendisine çiçek sunan
Bizans kızlarına: “Siz bu çiçekleri benim öğretmenime verin”diye
Akşemseddin’i işaret ediyordu.
- Molme de bir öğretmendi. Ama O
yetiştirdiği öğrencisi Napolyon’nun yumruklarına hedef olmuştu.
Çünkü O’nun ölçeği yanlıştı. Ölçek yanlış olunca, ölçümler de
yanılmıştı. Buna karşı, Kemalpaşazade’nin yetiştirdiği Cihangir
Yavuz, öğretmeninin atının ayağından sıçrayan çamuru şeref
olarak addediyor ve ona saygı duyuyordu. İşte bu performansla 8
yılda Osmanlı coğrafyasına iki Osmanlı daha ilave edebiliyordu.
- Öğretmen Ebussuud Kanuni’yi,
Öğretmen Sadettin Efendi III. Mehmet’i, öğretmen Aziz Mahmut
Hüdai de I. Ahmet gibi cihan hükümdarları yetiştirmişlerdi.
- Kemal Bey de bir Matematik öğretmeniydi. Ama O, Mustafa
Kemal gibi bir öğrenci yetiştirmişti ki, o öğrenci Çanakkale’de
düşmanı durdurmakla kalmıyor, peşine taktığı bütün bir milletle,
hileyle değil çileyle, cehaletle değil, ilim ve irfanla Türkiye
Cumhuriyeti’ni kuruyor ve mensubu olduğu milletin Başöğretmeni
oluyordu. Hedef olarak da muasır medeniyeti gösteriyordu.
- Yıllarca bu milletin başına
geçip onu idare ettiğini sanan liyakatsız, dirayetsiz, çapsız ve
hicapsız, Rabbini ve haddini bilmeyen sözde devlet adamlarını
yetiştirenler de birer öğretmendi. Ama O öğretmenler
yetiştiremedikleri öğrencileri ile, muasır medeniyeti yakalamada
bu millete yarım asırdan daha fazla zaman kaybettiriyorlardı. Bu
büyük utanç ve vebal onların omuzlarında mahşere dek devam
edecektir.
- Öğretmen, o öğretmendir ki, yedi
veren güller gibi vatan, bayrak kokan, ilim, irfan kokan, başarı
ve performans kokan öğrenciler yetiştirerek koca bir milletin
maküs talihini değiştirir. Bu ideal öğretmeni alkışlamak da,
benim uçsuz bucaksız bir bahtiyarlığım olur. Selam olsun böylesi
eli öpülecek öğretmenlere.
-
-
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
12 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
- TARİHİMİZİN EN BÜYÜK
DESTAN ŞAİRİ
- “Sessiz yaşadım, kim beni,
nereden bilecektir?” Diyen Akif’in, kendisi ve devasa eserleri,
bugün hala milletin hafızasında canlılığını korumakta ve
gönlünde yaşamaktadır.
- Şunu belirtmek gerekir ki, Akif bir sohbete, bir konferansa,
bir kitaba sığmayacak kadar büyüktür. C. Şahabettin onu :”Yalnız
bizim asrımızın değil, tarihimizin en büyük destan şairidir”
diye tanımlar.
- H.Cahit :“Mehmet Âkif’in hayatı,
eserlerinden çok daha muhteşem bir şiirdir...”derdi.. Gerçekten
de hayatında hep doğru bildiklerini yaptı. Hiç eğilip bükülmedi.
İnandıklarından zerre kadar taviz vermedi. Çanakkale destanı ile
taht kurdu bu milletin kalbine. İstiklal Marşı ile taçlandı
şahikalarda ve ölümsüzleşti.
- Çanakkale Zaferi haberini
alınca, sevincinden hıçkırıklara boğuluyor ve ellerini Rabbisine
açıp şükrettikten sonra: “Ya Rabbi! Bu zaferin destanını
yazmadan ruhumu alma” diye yakarıyordu. “Çanakkale Destanı”nı
bitirince de, “Artık ölebilirim Eşref! Gözlerim açık gitmez!”
Diyordu. Bu destanı okuyunca, heyecanlanıp kanatlanan S. Nazif:
"Allah'ın şehitleri olduğu gibi, şairleri de var" demekten
kendini alamayacaktı İstiklal Marşı için de: “O marş bir daha
yazılamaz. Onu ben de yazamam. O şiir artık benim değil milletin
malıdır. Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın
”temennisini dile getiriyordu.
- Prof.Halil Yüksel, onu şu
sözleriyle yüceltecekti: ”Bu vatana hiçbir hizmetin olmasa dahi,
İstiklal marşımızın şairi olman bile yeter.”
- İstiklal Marşı içinde:” Hakkıdır
hür yaşamış bayrağımın hürriyet, Hakkıdır Hakk’a tapan
milletimin istiklal” sözleri Atatürk’ün en sevdiği mısralardı.
Kurtuluş Savaşı için Ankara’ya gelen Akif’i gören Mustafa Kemal
Paşa ona yaklaşır ve ;“Sizi bekliyordum efendim; tam zamanında
geldiniz. Şimdi görüşmek mümkün olmayacak; ben size ziyarete
gelirim."der ve diyalog içinde çalışırlar.
- Atatürk ile Akif’in arasının
açık olduğu yazılıp söylenir. Evet biçim ve şekil yönünden
frekans farkı olmakla beraber, derin bir düşmanlık olduğunu
söylemek zordur. Eğer gerçekten Atatürk Akif’e düşman olsaydı.
Onun şiirini de başa taç etmez ve İstiklal Marşı olarak
bırakmaz, değiştirirdi. 1930’larda Atatürk’ün karşısında duracak
bir güç mü vardı? Şayet Akif Atatürk’e düşman olsaydı, Mısırda
bulunduğu süre içerisinde, o muhteşem ve güçlü kalemini ve
sanatını Atatürk’ün aleyhine kullanmaktan onu kim men
edebilirdi? Ben Mısır hayatında yazdığı bu tarz bir satır
şiirine rastlamadım.
- Âkif, ahlâksız edebiyata
düşmandır. Samimiyetsiz, sahte ve taklitçi olanları sevmemiştir.
Şiirlerinde halk deyimleri, atasözleri, halk kelimeleri bol bol
yer alır.
- Safâhat’ı ise;1911- 1930 yılları arasında Türk toplumunun
hemen bütün meselelerini aksettiren bir ayna hüviyetindedir
- Akif’i anlamak için “SAFAHAT”
mutlaka okunmalıdır. Hem de birkaç kez.Yoksa
- Bu gün sorsak Ankara‘da Tacettin Dergahı’nı kaç kişi bilir?
- Fatih Sarıgüzel hâlâ bedbaht ve
perişan, metruk… Moskova’da Aleksandr Puşkin, öylemi?
- Tam üç evi bulunuyor ve
yaşatılıyor. Londra’da Şekspir de öyle. Pakistan’da Muhammed
İkbal’e toz kondurulmaz. Ecdadımız kadirşinastı, vefalı idi!
- Ya biz?
- Mimar Sinan' ve tarihimizin bu
en büyük destan şairini, bir kez daha rahmet ve minnetle
anıyoruz.
-
-
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
13 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
- DÜN ÂLİME SAYGI VARDI
- “Âlimler, amirler ve hâkimler bozulduğunda
kıyameti bekleyiniz” mealinde bir söz vardır. Bugün gelinen
noktayı etüd ettiğimizde durumun hiç de iç açıcı olmadığı
görebiliriz. Peki dün nasıldı? Dün özellikle âlimlere saygı ne
durumdaydı? Bugünkü sohbetimizde bu konuyu işleyelim istedik.
- Osmanlı hükümdarı II. Murat, her
hafta iki kez tanınmış alim ve şairleri sarayında toplayıp
sohbet ederdi. Şehzadeliği döneminde ulema muhiti tarafından
bütün ünitelerin seferber edilmesiyle yetiştirilen Fatih de,
aynı yolu daha dikkatli bir şekilde takip ediyordu.
- Sık sık yapılan bu sohbetlerin birisinde,
tevhide dair bir konu açılmıştı. O devrin en ünlü âlimlerinden
Molla Zeyrek'le Hoca zade, Fatih'in huzurunda bu konuyu tam yedi
gün boyunca tartıştıklarını tarihi kayıtlardan öğreniyoruz.
- Molla Gürani, Bursa kadısıyken Fatih'in
huzurunda eğilmediğini sadece selam verip el sıkıştığını, batılı
tarihçi Hammer ifade etmektedir. Fatih uleması ilmin izzetini ,
her şartta korumuştur.
- Tanınmış bir matematik bilgini olan Sinan Paşa,
Padişahın hışmına uğrayıp hapsedildiğinde, âlimler derhal
tepkilerini göstermişler ve Hoca Sinan serbest bırakılmadığı
takdirde, bütün eserlerini yakacaklarını, ardından da İstanbul'u
terk edeceklerini Fatih'e bildirmişlerdir. Bu olay üzerine Sinan
Paşa derhal serbest bırakılmış ve ulemanın bu eyleminden dolayı
da herhangi bir takibat yapılmamıştır.
- Fatih'in huzurunda sadrazamlar, vezirler ve
bütün devlet erkanı ayakta dururken, âlimler ve hocaların
oturması, hükümdarın ilme ve âlime saygısını göstermez mi? Prof.
Süheyl Ünver:"Fatih'in huzurunda ilmi mübahese ve münakaşalar
ki, bunlar adeta birer Kollegium ve Sempozyum mahiyetindedir. Bu
ilim meclislerinde, hükümdar asla müdahale etmemiş, tamamen
tarafsız kalmıştır. Fatih'in görüşlerine aykırı görüşler
söyleyen alimler çok görülmüş ve onlar ilmi istiklallerini ne
bahasına olursa olsun koruyarak münazaradan ayrılmamışlardır"
tespitini yapmaktadır.
- 18. yy Türk ressamı Levnî, Fatih devrinin ilim
hayatını çok iyi bildiği için, belki de derin bir özlem duyduğu
için o devri minyatüründe, bir müderrisin (Prof) omuzlar
üzerinde bir tahtırevanla evinden medreseye götürülüşünü
canlandırmıştır. Gerçekten de mesela, Fatih'in, hürmeten ayağa
kalktığı ve "Zamanımın İmam-ı Azamı" dediği Ayasoyfa
müderrislerinden Molla Hüsrev, evinden medreseye törenle
getirilip götürülürdü. Talebeleri tarafından evinden alınarak
atla medreseye getirilir, ders bittikten sonra da aynı minval
üzere evine götürülürdü. Bu merasim, halk tarafından büyük bir
hayranlıkla seyredilirdi.
- Timur'un torunu olan Uluğ Bey'in Semerkand
medresesinde müdür iken, Uluğ Bey'in ölümü ve Fatih'in çağrısı
üzerine, yüz kişilik maiyetiyle birlikte İstanbul'a gelen büyük
bilgin Ali Kuşçu'ya ,o gün çok büyük bir meblağ olan her gün bin
akçe yolluk ödenmiştir.
- Mısır seferinden dönerken yağmurlu bir havada
devrin âlimlerinden Kemal Paşazade'nin atının ayağından sıçrayan
çamur Yavuz'un kaftanını batırmıştı. Sert mizaçlı olan Padişahın
kızacağı sanılmıştı. Oysa Yavuz: "Ulemanın atının ayağından
sıçrayan çamur bizim için şereftir" demiş ve kaftanının
öldüğünde sandukasına konulmasını istemiştir. İşte Yavuz bu
tavrıyla zirvelerde bayraklaşırken, Napolyon ise hocası Molme’yi
tokatladığı an; büyük ölçüde irtifa kaybetmiştir.
- Pek tabiî ki, alim de kolay yetişmiyordu. Mesela
Endülüslü Alim İbni Rüşt, biri evlendiği gece, biri de babasının
vefat ettiği gece olmak üzere tüm hayatı boyunca sadece iki
gece kitap okuyamamıştı. Büyük Alim İbni Teymiye,uykusu
gelmesin diye uzun saçlarını tavana asarak kitap
okuyordu.Sahih-i Buhari’nin yazarı ulaştığı her hadisi, kitabına
kaydetmeden önce abdest alıyordu.
- Öte yandan takdir edilir ki Âlim de, hürmet,
itibar ve himaye ile yetişir. Fatih, Akşemseddin'i ziyarete
gittiğinde hoca ayağa kalkmazdı. Oysa Akşemseddin Fatih'in
huzuruna çıkınca Padişah onu ayakta karşılardı.
- Harun Reşit'de gözleri görmeyen bir âlimin
ellerine su dökerek şöyle demişti: "Elimizden başkaca şey
gelmiyor. Hiç olmazsa ilminizin kadrini böylece yükseltelim."
- Roma Germen İmparatoru Şarlken, Venedik’e
vardığında, Ressam Titien'i ziyaret etmişti. Ressamın yere düşen
fırçasını, eğilip yerden alan ve ressamın eline veren Şarlken:"Sizin
gibi bir sanatkâra hizmet etmek büyük bir şereftir" diyordu.
- Şimdi âlime olan itibar, eskisi kadar değil.
Peki, bu keyfiyetteki suç sadece devlet ricalinde ve halkta mı?
Hayır. İlim ehli de ilim yolunda çok irtifa kaybına uğradı.
- “Gör zâhadi kim sahibi irşâd
olayın der
- Dün mektebe vardı bugün üstâd
olayın der”
- anlayışı hakim olursa, sonuç da elbetteki böyle bir tablo
kaçınılmaz olacaktır.
-
-
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
14 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
- ÇOBANLIKTAN YAZARLIĞA
NASIL GEÇTİM?
- Çocukluğum, her defasında bir
film şeridi gibi gözümün önüne geldiğinde, iç çekip dakikalarca
derinlere dalar giderim. Çocukluğumu, bir çocuk gibi doyasıya
yaşama imkânından yoksunluğuma üzülürüm hep. Çünkü ben, normal
bir çocuğun ne yaşantısına, ne oyuncaklarına, ne de lüksüne
sahiptim. Hayvan tüylerinden oluşan yuvarlaktı gündüzleri benim
yegâne topum. Geceleri bir kandil ışığından ibaretti bütün
ışığım. Çelik çomaktı en lüks oyunum. Uçurtma uçuracak renkli
bir kâğıttan dahi yoksundum. 20-25 haneli küçücük bir köydü
benim bütün dünyam.
- Böylesi olumsuz şartlarda ve
mekânlarda bitirmiştim ilkokul’u. Birleşik sınıflarda günde bir
saat ders görerek, muhtemelen de hep vekil olan öğretmenlerde
okumuştum.
- Henüz 10-11 yaşlarında körpe bir çocukken, kaderde
hayvanların peşine düşmek de varmış. Sabahları, önümde koyunlar,
ardımda çoban köpekleri dağlara doğru yol alırken, annemin kendi
eliyle dokuduğu bezden diktiği çantama, ekmek ve peynirle
beraber, öğretmenimden ödünç aldığım bir de kitap koymayı ihmal
etmiyordum.
- Akşama kadar o kitabı bitiriyor,
çoğu kere de kitapların gizemli dünyasına sırılsıklam tutulduğum
için, hayvanları kaybederek gözü yaşlı dönüyordum köye. Artık
kitaplar süslüyordu benim küçücük dünyamı. Kitaplarla o kadar
yakın dost olmuştum ki, yalnızlığımı onlarla yenmiştim. Gece
gündüz okuduğum kitaplarla avunuyor, birini bitirip diğerine
başlıyordum. İsli kandillerin ve ağır gaz kokulu lambaların
cılız ışığında yorgana bürünüp gece yarılarına kadar okuyor ve
kitapla sarmaş dolaş dalıyordum uykularıma.
- Koyunları otlatırken dağdan köye
dönmenin yaklaştığı akşamın alaca karanlığında, Baltalı Köyü’nün
meşhur Dalaksuyu mevkiindeki yüksek Nâre tepesinden Bilecik ve
Eskişehir’in, gökyüzüne yansıyan kızılımsı ışıklarını görünce,
başımı iki elimin arasına alıp, dakikalarca hayallere dalıyor ve
kendi kendime: “Mahkûm muyum ben bu dağlara ve bu çobanlığa?
İşte medeniyet orada! Ben o medeniyete gitmeliyim…” diyordum.
Ardından da, hafızamda şehirlerde yaşama hayalleri kuruyordum
dakikalarca.
- Döksem şimdi o çocuksu
hayallerimi yazıya, sığması mümkün değil ciltler dolusu
kitaplara. Çünkü dünyadan habersiz hayat sürüyorduk o loş ışıklı
gaz lambasıyla, yarı aydınlanan kerpiç evlerde. Elektrik yoktu.
Su, kaplarla taşınırdı köy çeşmesinden. Bilmezdik şimdi
kendisine esir olduğumuz televizyon kutusunu. Tanımazdık şimdi
yanımızdan hiç ayırmadığımız telefonu. Gelmezdi köyümüze ne
dergi, ne de gazete. Şimdi müzeleri süsleyen o bataryalı hantal
radyolar dahi, ancak köyün ağasında bulunurdu. Bütün bunlar, o
günün dünyasında lükstü bizim için. Düşünün bir kere, o günün en
hızlı ulaşım aracı yalnızca attı. Sadece öğretmen ve imamdı
köyün bilenleri ve aydınları.
- Yedi yaşında öksüz kalan babam,
okuma-yazmayı kendi kendine öğrenmiş, takvim yaprağı, eski
gazete, eski dergi ve kitap ne bulursa okuyan bir insandı. O,
birçok yönüyle diğer babalara hiç benzemezdi. Öyle sanıyorum ki,
okuma aşkı bana rahmetli babamdan geçmişti. Çünkü O, bana her
fırsatta, okuduklarıyla elde ettiği birikimden örnekler ve
öğütler verirdi. Ders alınacak nitelikte ibretli ve hikmetli
hikâyeler anlatır ve alınacak dersi açıkça ifade ederdi. Babasız
büyümenin ezikliğini yaşadığını ve okuyamadığını her defasında
iç çekerek anlatır, ardından da: “Kaderimiz böyle yazılmış
evlat, elden ne gelir” diyerek kendini teselli eder ve “buna da
şükür daha kötü durumda olan insanlar da var ”derdi.
- “Evladım!” diye başlayan
öğüdüne: “Sakın ola ki, vaktini boşa harcama. Her gün yeni
şeyler oku ve öğren. Hiç bir şey yapamıyorsan bol bol imza at…
Hayatta hiçbir zaman ben kimden yana olacağım deme. Benden yana
olacak var mı de. Dürüst ve mert ol. Doğruluktan ayrılma.
Kötülüğe meyletme”… Şeklinde sıralardı ard arda öğütlerini.
Küçükken kekeme olan birinin keçisiyle konuşa konuşa büyük bir
hatip olduğunu, daha sonra çok çalışıp Amerika başkanlığına
kadar yükseldiğini ballandıra ballandıra anlatır ve : “Evlat!
İnsan azmettikten sonra, bu dünyada başaramayacağı bir iş
yoktur” derdi. Çoğu kere tarlada kara sabanla çift sürerken yanı
başında yürüdüğüm o sıralarda, babamın bana verdiği, doğrusu o
gün için pek de mana veremediğim bu altın öğütlerin, bende ne
büyük doping etkisi yaptığını neden sonra ancak anlayacaktım.
Nitekim yıllar sonra kaleme aldığım Timaş yayılarından çıkan ve
yeni yeni baskılar yapan , “Tarih Boyunca Babaların Çocuklarına
Öğütleri” adlı eser, belki de bilinç altında yer etmiş bu
duyguların bir tezahürüydü.Ara sıra evde bir telaş görür ve
rahmetli neneme sebebini sorardım. O da: “Evladım! Hoca (imam)
nöbeti var, baban birazdan tarladan gelir. Yemek hazırlıyorum.
Köy odasına yemek götürecek” derdi. Kızartılan börekler, yapılan
pekmezli tatlılar ve hazırlanan en leziz yemekler köy imamı
içindi. Köyün imamına herkes büyük saygı duyar ve onu kemal-i
hürmetle dinlerdi. Köy odasında başköşede o oturur, çay önce ona
ikram edilir, köyün bir bileni olarak sohbet ve muhabbetin
sahibi de hep o olurdu. Çok büyük bir insan olmalıydı.
- Hayal dünyalarımın perisini
bulmuş ve oracıkta kararımı vermiştim. Ben de o güzel
yemeklerden tadmak ve saygın olmak için imam olacaktım. Bu
çocuksu fikrimi babama açtığımda, gülümsedi ve gayet makul
karşıladı. Rakımı çok yüksek dağ köyünden 17 km uzaktaki kazaya
inmiş hafızlık yapıyordum artık. Öylesine bu işe yoğunlaşmıştım
ki, gündüzler bir yana, geceleri dahi uykudan kalkıp saatlerce
Kur’an’ı ezberlemekle meşguldüm. Tamamını ezberleyince hafızamda
meydana gelen değişimleri ve gelişimleri hissedebiliyordum.
Zihnimdeki bu açılım, bana öylesine bir potansiyel kazandırmıştı
ki, ileride hoşuma giden beyitleri, rubaileri, gazel, kaside,
kelime, kavram ve özdeyişleri artık bir iki kez okumakla çok
rahat hafızama alabilecektim. 600 sayfa Kur’an’ı hıfzettikten
sonra, bunları ezberlemek benim için çocuk oyuncağından
farksızdı.
- Ufkum da açılmış olmalı ki,
hedeflerim büyümüştü. Çünkü, bir gün kazada bulunan tüm
imamların bir toplantısına şahit olmuştum. Dışardan birisinin
gelmesiyle hepsi ayağa kalkarak saygı göstermişlerdi. Meğer
müftüymüş o. Benim imrendiğim imamdan da büyük bir müftünün
varlığını tanımıştım o gün. Kararımı o anda değiştirip, müftü
olmayı koymuştum kafama. Artık gözlerim hep müftü üzerindeydi.
Bir gün kazada kutlanan Cumhuriyet Bayramını izlemeye
gitmiştim. Ortaokul öğrencileri ellerinde trampetler,
üzerlerinde tertemiz elbiseler ve boyunlarında kravatlarıyla
düzenli yürüyüş yaparak, çevresini halkın doldurduğu, meşhur
Gölpazarı Horhor çeşmelerinin bulunduğu alanda sıra olmuşlardı.
Gözümü üzerinden ayırmadığım Müftü Bey, birkaç kişiyle
koltuğunda oturmakta iken, birisinin gelmesiyle derhal ayağa
fırlayıp ceketini düğmeleyerek saygı gösterdiğini görünce, kim
olduğunu sormuştum. Böylece müftünün de üzerinde bir Kaymakamın
olduğunu öğrenivermiştim o gün oracıkta. Madem öyle, ben de
Kaymakam olmalıydım. Bütün bu gelişmeler olurken, imamlığı
çoktan unutmuş ve köye tekrar dönmeyi düşünmez olmuştum artık.
Ortaöğretim için bir anda Bilecik’te bulmuştum kendimi.
- Benim için, varlığımın bir
parçası olan kitapların yazarlarına olan ilgim ve hayranlığım da
epeyce artmıştı bu arada. Bu yazarlar, çok büyük insan
olmalılar. Onlar büyük şehirlerde yaşarlar, ulaşmak çok zor
olmalı diyordum. Bir gün okulun bahçesinde gördüğüm Türkçe
öğretmenim Ruknettin Avcı Bey’in yanına koştum ve karşısında
durarak yekten : “Hocam, ben de yazar olabilir miyim?”
deyiverdim. Biraz da tebessümle mânâlı mânâlı yüzüme bakıyordu
öğretmenim. Benim ise kalbim neredeyse yerinden
fırlayacakmışçasına güm güm atmaktaydı. Çünkü “olamazsın” der
diye ödüm patlıyordu. Babacan bir tavırla ellerini omzuma atan
öğretmenim, beni şefkatle kendisine çektikten sonra, bir yandan
başımı okşarken, bir yandan da : “Evet olursun Mustafa Turan.
Hem de iyi bir yazar olursun. Ama bir şartla” diyordu. Heyecanla
o şartın ne olduğunu sorunca da : “Önce çok okumalısın yavrum,
hem de çook. Çünkü okumadan yazar olunmaz” cevabını almıştım.
Teşekkür ettim. Artık, istediğim o umutlu cevabı almanın
mutluluğu içindeydim.
- Bir gün kendi yazdığım kitabın
hayallerini çoktan kurmaya başlamıştım bile. Bundan sonra ikinci
adresim kütüphaneydi. Beyin mızrabımda vuruşları hissediyordum
ve sanki kitaplar beni Mevlanaca çağırıyordu: “Gel! Ne olursan
ol yine gel”. Bu düşüncelerle girdiğim kütüphanede binlerce
kitabı su gibi, yudum yudum içmeliyim diyor ve artık bana hayat
verecek iksire kavuştuğumu düşünüyordum. Arşimed’in suyun
kaldırma kuvvetini bulduğu andaki heyecanı yaşıyor gibiydim. Bir
yandan da raflarından çektiğim kitapları kokluyor, bağrıma
basıyor ve Yunusca haykırıyordum :”Ballar balını buldum. Kovanım
yağma olsun.” Bu duygular içinde, hiç bir ayırım yapmadan ne
bulursam sürekli okuyordum.
- İhtiyaç duyduğum kitapları
satın alacak param olmadığı için, il halk kütüphanesine gidip
orada okuyarak geçiriyordum çoğu zamanlarımı. Bir gün yağmurlu
ve soğuk havada gitmiştim okula. Ayakkabılarım tabanlarından
su aldığı için, çoraplarım ıslanmış ve ayaklarım hem üşümüş, hem
de uyuşmuştu. Hissetmiyordum artık ayakkabılarım içinde onları.
Sobaya yakın bir sırada oturuyordum. Ders esnasında öğretmen
tahtaya döndüğü anda, ayaklarımı sobaya uzatıyor, geriye dönünce
de aynı hızla çekiyordum. Bir sonraki derse, öğretmen elinde bir
listeyle girmiş ve fakir öğrencileri tespit ederek ihtiyaçlarını
not ediyordu. Utancımdan arkadaşlarımın içinde “benim ayakkabıya
ihtiyacım var” diyemezdim elbette.
- Ayağımın birisini sıranın dışarısına özellikle çıkarmıştım
ki, o yırtık pırtık ayakkabımı öğretmen görsün de, kendisi beni
listeye yazsın diye dua edip bekliyordum. Gerçekten bir süre
sonra fark edip beni tahtaya çağırmış ve ayakkabını çıkar
bakayım demişti. Tek ayak üzerinde diğer ayağımı çıkarınca,
vıcık vıcık su içindeki çorabımı görmüştü de: “Evlâdım! Bak
ayakkabıların delik deşik niye parmak kaldırmıyorsun” diye
sormuştu. Ben ise utancımdan yerin dibine girercesine, sadece
boynumu bükmüş ve sessiz kalakalmıştım. Listeye, ayakkabı ve
çoraba ihtiyacı var diye yazınca, derin bir nefes almış ve bir
süre sonra da yenilerini giyince, bilseniz ne mutlu olmuştum.
İşte bu yoksulluktur ki, beni daha çok okumaya motive ediyordu.
Bu birikimle olmalı ki, orta birinci sınıf sonunda yapılan
oldukça zor bir sınavı kazanıp, Bursa’ya geçen iki öğrenciden
birisi ben olmuştum. Artık ihtiyaçlarımı devlet karşılayacaktı.
Maddi açıdan epeyce rahatlamış ve aileme de yük olmaktan büyük
oranda kurtulmuştum. Bursa’daki orta ve lise yıllarım dolu dolu
geçmişti.
- Şehirdeki konferansları, panelleri ve kültürel faaliyetleri
hiç kaçırmıyordum. Şehir kütüphaneleri ve kitapçılar en çok
uğradığım mekânlar olmuştu. Okul kütüphanesinin müdavimlerinden
biriydim. Artık kitaplara aşık olurcasına tutulmuştum. Sanki bir
güç beni büyüleyip kitaplara tutsak etmişti. Ben de kitap okuma
zevkine köle olmuştum. Kitap okurken Ramazan’ın letafetiyle
iftar sofralarındaki hazzı alıyordum. Çatlamış dudaklarıma bir
zemzem gibiydi o kitaplar adeta. Bu zevkle orta hacimli bir
kitabı okuyup bitiriyordum her gün. Okuduğum kitapların, beni
kanatlandırıp bambaşka alemlere uçurup götürdüğünü
hissedebiliyordum. Nehirleri kitapla geçtim. Denizlerden
okyanuslara kitapların kanatlarında ulaştım. Kitaplarla nice
merhaleler aşıp, aradım ilim ummanındaki en nadide incileri. Bu
kutlu yolculukta alemleri seyran eyleyüp nice bilgi
hazineleriyle karşılaştım.
- Yapılan bir şiir yarışmasına ben de katılmıştım. Çok da
iddialı değildim ama, yarışma neticesinde ikincilik ödülünü
kazanmıştım. Bu başarı, beni daha fazla motive edip yazmaya
yöneltiyordu. Şehre konferans için gelen konuşmacıları izlerken,
onlara hayran oluyordum. Onların toplulukların karşısına geçip
konuşmaları çok cazip gelmişti bana. Bir defasında Bursa
Heykel’de Ahmet Vefik Paşa Tiyatro salonunda bir konferansa
dinleyici olarak gidip, geri sıralarda ancak yer
bulabilmiştim. Önümde yüzlerce insan vardı ve ben onların
enselerini seyrediyordum. Oysa konferans veren Yazar’ın
karşısında, hep yüzler vardı. O da yüzleri seyredip onlara hitap
ediyordu. İşte o gün orada kendi kendime demiştim ki: “Bir gün
sen de o kürsüde olmalısın ve yüzler seyretmelisin.”
-
Çocukluğumdan beri hedeflerim mütemadiyen büyüyordu. Artık iyi
bir hatip olmak da girmişti hedeflerimin arasına. Bu amaçla,
şehre gelen kültürel hatiplerin yanında, siyasi hatipleri de
kaçırmıyordum. İyi bir hatip olmak için de, daha çok kitap
okumam gerektiğine inanmıştım.
- Yılların birbirini kovaladığı ve
benim zafer bayrağımı her yıl bir üst sınıfa diktiğim bu zaman
tünelinde, bir yandan derslerime çalışıyor, bir yandan da
harçlığımı temin etmek maksadıyla hafta sonları inşaatlarda
tuğla taşıyordum. Yaz tatillerinde de deniz kenarlarında
garsonluk yapıp, kışın ki ihtiyaçlarım için harçlık
biriktiriyordum. Bazen de iki arkadaş İstanbul’a gidip,
kolilerle indirimli kitaplar alıyor ve öğrencilere satıyorduk.
Böylelikle hem harçlığımıza katkı sağlarken, hem de okuyacağımız
kitapları temin ediyor ve zengin bir kitap koleksiyonuna da
sahip oluyorduk. Nedim’in bir taşına bütün acem mülkünü feda
ettiği, Yahya Kemal’in, sade bir semtini sevmek dahi bir ömre
değer dediği ve N. Fazıl’ın : “ Ana gibi yar olmaz, İstanbul
gibi diyâr. Güleni şöyle dursun ağlayanı bahtiyar…” diye tasvir
ettiği dünyanın incisi o güzel şehir İstanbul’u, engin tarihi ve
zengin coğrafyasıyla ilk gördüğümde büyülenmiştim adeta. Galiba
dünyadaki cennet budur diyordum kendi kendime.
- Ne imamlık, ne müftülük, ne de
kaymakamlık yoktu gözümde artık. Çoktan unutmuştum bu çocukluk
tutkularımı. Kültür, sanat ve edebiyat gibi yeni yeni sevdalara
tutulmuştum. Artık çocukluk hayallerimin çok ötesinde, yalnızca
üç hedefim vardı: Biri İstanbul, diğeri Üniversite, üçüncüsü de
edebiyat. Zira okuduğum kitaplar beni büyülemişti sanki ve
edebiyatın cazibe yüklü dünyasına çekmişti.
- 1977 yılında üç bin mevcutlu
okulun seçip Üniversiteye hazırlık için İstanbul’a gönderdiği
dört öğrenciden birisiydim. Hiç durmadan test çözerek gece
gündüz Üniversite sınavlarına hazırlanıyordum. Bu yoğun sınav
trafiğinde dahi, kitaplardan kopamıyordum. Çocukluğumdan beri
okuduğum kitapların, bende derin bir bilgi ve kültür birikimi
sağladığını hissedebiliyordum.
- Yaklaşık bir aylık hazırlıktan
sonra, en büyük hedefim olan, üç temel ögeyi birleştirip,
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi öğrencisi olmuştum. Bu
keyfiyetin, bana kazandırdığı mutluluğu ifade edecek kelimeyi
bulmak çok güç.
- Üniversite tahsilim boyunca,
beni arayanlar için Fakülteden sonraki ikinci adresim,
Üniversite ve Fakülte kütüphaneleri ile birlikte, Beyazıt,
Süleymaniye, Atıf Efendi, Ragıp Paşa ve Edirnekapı Millet
kütüphaneleriydi. Beyaz Saray, Sahaflar ve Cağaloğlu kitap
vitrinleri de üçüncü adresimdi. Kitaplardan başka hiç bir şeyi
gözüm görmüyordu.
- Hocam’ın: “Yazmak için önce okumalısın “ Sözü çınlıyordu
her dakika kulaklarımda.
- Okuduğum kitaplardan da şu
sözleri not etmiştim: “Düşlerini gerçekleştirmek isteyenler,
uyanık kalmak zorundadırlar.” “Nereye gideceğini bilen bir
insana yol vermek için, dünya bir tarafa çekilir.” Atatürk de:
“Ben çocukken fakirdim. İki kuruş elime geçse bunun bir kuruşunu
kitaba verirdim. Eğer böyle olmasaydı bu yaptıklarımın hiç
birini yapamazdım” demişti. Önüme aydınlık ufuklar açmıştı bu
tür sözler benim.Artık uykuda bile zihnim kitaplarla ve okumakla
meşguldü. Vapurda, otobüste, trende gece, gündüz her zaman her
yerde okuyordum. Ders aralarındaki boşluklarda arkadaşlarım
Çemberlitaş ve Beyazıt’daki sinemaları tercih ederken, ben
rotamı kütüphanelere çeviriyordum.
- Tarih öğrencisi olmam dolayısıyla, Topkapı Sarayına
kimliğimi gösterip ücretsiz girebiliyordum. Sık sık saraya gidip
ziyaretlerimi yaptıktan sonra, boğazın büyüleyici manzarasını
dakikalarca seyrederek okuyordum kitaplarımı. Üniversiteden
mezuniyet tezimi de İstanbul kütüphanelerinde ve ağırlıklı
olarak da Topkapı Sarayı içindeki III. Ahmet kütüphanesinde
hazırlamıştım. Topkapı Sarayı, hayatımın ayrılmaz bir parçası
olmuş ve adeta mesken edinmiştim bu canlı tarih hazinesini.
Saray, sonraları benim tahsil hayatımda olduğu kadar, diğer
alanlarda da o kadar derin izler bırakacaktı ki, bir daha ömrüm
boyunca unutamayacaktım o hatıraları. Çünkü birkaç yıl sonra
eşim olacak bayanı da, Güzel Sanatlar Fakültesi’nin tezhip ve
ebru öğrencisi olarak, yine o sarayda bulacaktım. Ve bundan
sonra artık gönlümde esen fırtına ile, içim içime sığmayacak ve
saraya daha canlı ve heyecanlı gidecektim. Zira sarayın çekici
cazibesi kat be kat artmıştı artık benim nezdimde. Ayaklarım
beni oraya, yürüyerek değil koşarak götürüyordu sanki. Dört
yıl, göz açıp kapayıncaya kadar geçmiş ve 1981’de mezun olmuştum
bu tarihi üniversiteden.
- Tahsil hayatımın üç tarihi şehir
olan ve üçü de Osmanlıya başkentlik yapan, Bilecik, Bursa ve
İstanbul’da geçmesi benim için tarifi imkânsız bir
bahtiyarlıktı. Sonraları bu keyfiyeti bilenler tarafından :
“Tahsil hayatınız üç tarihi şehirde geçtiği için mi Tarihçi
oldunuz?” Sorusuna muhatap olacaktım sık sık. Bu arada bir
kıtada okuyup, diğer kıtada oturmak, Boğazın o muazzam
güzelliğini doya doya temaşa ederek bir kıtadan diğerine gidip
gelmek, dünyada kaç kişiye nasip olurdu acaba? İşte ben de o
şanslı insanlardan biri addediyordum kendimi. Ama kader bizi
Üniversite tahsilinden sonra, önce vatani görev için Lefkoşa’ya,
ardından da öğretmenlik için Türkiye’nin öbür ucu olan Artvin’e
savurmuştu.
- Türkiye’nin diğer ucunda genç ve
idealist bir öğretmendim artık. Derslere her akşam saatlerce
kaynaklardan enine boyuna hazırlanıyor, elde ettiğim birikimi
eskileriyle sentezleştirerek ertesi gün öğrencilerimle
paylaşıyordum. Sarfettiğim enerjiyle tatlı bir yorgunluğun
neticesinde, geceleri başıma yastığa koyduğumda, vazifesini
bihakkın yapabilme çabasının verdiği huzurla, mutlu dalıyordum
uykularıma. Çok seviyordum yarınlarımız demek olan bu yaramaz
minyatürleri. Derse girme vaktini iple çekiyordum adeta ve ders
bitsin istemiyordum. Genellikle öğretmenler, kendilerine takılan
isimden pek memnun olmazlar. Ancak oradan ayrılırken, çalıştığım
lisede öğrencilerimin bana taktıkları ismi öğrendiğimde,
hepsinin gözlerinden öpesim gelmişti. Aralarında bize “Ayaklı
Kütüphane” diye hitap ederlermiş. Bu durum, yukarıda anlatılan
kısa öyküyü tamamlar mahiyette olması açısından önemlidir
sanırım.
- Artık hızlı okuma tekniklerini
de öğrenmem sebebiyle az zamanda çok kitap okuyabiliyordum. Bu
şekilde okuduğum kitaplar binlerle ifade edilecek boyuttaydı.
Kitap okuma gayretim, öğretmenliğimde de devam ediyordu. Bir
yandan da Milli Eğitim, Türk Edebiyatı, Seviye, Kümbet, Diyanet,
Ana Kültür Sanat, Erciyes, Ozan gibi dergiler ile bazı
- gazetelerde yazıyordum. O sıralarda, bir gazete ya da
dergide yazı ve şiirimizin çıkması, bizi ziyadesiyle mutlu
etmeye yeterdi. O gün nereden bilebilirdim ki, bir gün gelecek
seçkin bir grup arkadaşla “Irmak Kültür Sanat Dergisi”’ adında
bir dergi çıkarıp yazı işlerini deruhte edeceğimi. Ve yine
nereden bilebilirdim ki, kısa adı İLESAM olan Türkiye İlim ve
Edebiyat Eserleri Meslek Birliği ve Türkiye Yazarlar Birliği
gibi seçkin kuruluşların bir üyesi olacağımı, Türkiye genelinde
yapılan yarışmalarda dereceler elde edeceğimi ve “Yılın Edebiyat
Sanatcısı” ödülü gibi onurlu bir ödüle sahibi olacağımı.
- Ve artık 1990’lı yıllarda ilk
kitabım “Temel Sorunların Analizi” adıyla çıkmış, böylece
çocukluğumdan beri kurduğum hayallerim gerçekleşmişti. Şairler
ve yazarlar derneği genel Başkanı merhum Göktürk Mehmet UYTUN
örnek kitabı Ankara’dan kalkıp görev yaptığım Bolu’ya getirmiş
ve mutluluğu bizimle paylaşmıştı.
- Adeta ilk çocuğun doğuşu gibi,
tarifi imkânsız bir duyguydu bu. Çok arzu ettiği oyuncağına
kavuşan çocukların sevincindeki halet-i ruhiye içinde, bağrıma
basmıştım ilk kitabımı. Evirip çevirip ona Alaaddin’in sihirli
lambası gibi bakıyordum. İlk kitabımı cilveli bir edayla ve
büyük bir mutlulukla, bana verdiği katkı ve desteğe de teşekkür
ederek imzalamıştım eşime.
- Sonra da çantama 20 kadar kitap
koyup İstanbul’un yolunu tutmuş ve Cağaloğlu’ ndaki
kitapçılardan başlamıştım dolaşmaya. “Ben de bir kitap yazdım
vitrininize koyar mısınız?” diyordum lakin, uğradığım hiçbir
kitapçı benimle ilgilenmiyordu. Beyazıt’a çıktığımda aynı
manzara yine devam ediyordu. Beyaz Saray’a geçtiğimde de durum
değişmemişti. O gün uğradığım bütün kitapçılardan eli boş dönmüş
ve kitaplarım çantamda kalmıştı. Dönüşte Eminönü’nde bindiğim
Kadıköy vapurunun bir köşesinde üzgün otururken, dokunsanız
ağlayacak haldeydim. İşte o dakikalarda kendi kendime :”Daha çok
çalışmam gerek” demiş ve devam etmiştim: “Öyle bir gün gelecek
ki siz benim kitaplarımı vitrinlerinize koyacaksınız. Ben de
onları seyretmeye geleceğim.” Artık o hedefe ulaşma azmiyle hiç
durmadan çalışıyor, çalışıyordum.
- Sonraki yıllarda Şafak Sökerken,
Cihan Hakimiyetine Giden Yol, Serzeniş, Tarih Boyunca Babaların
Çocuklarına Öğütleri, Güldüren ve Düşündüren Tarih, Destanlaşan
Çanakkale, Tarih Anekdotları, Başarıya Uzanan Köprü, Evinizdeki
Okul, Sultan II. Abdül Hamit Han ve Yavuz Padişah Sultan Selim
Şah, Okuyan Türkiye İçin Kitap ve Atatürk, Bir Tarihçi Gözüyle
Haccı Yaşamak gibi kitaplarım bir birini kovaladı ve kitapçı
vitrinlerinde yer almaya başladı. Meşhur yayınevlerinden çıkan
kitaplarımdan, baskıları yüz binleri aşanlar oldu. Sadece yurt
içinde değil, kitaplarım yurt dışında da okunan kitaplar arasına
girdi.
- Artık yıllar önce küçük bir çocukken kurduğum düşler gerçek
olmuştu. O dağ başındaki ücra köyden de, çobanlıktan da kitaplar
sayesinde kurtulmuştum. Ama yıllar var ki, hiç unutamadım o
çocuksu düşlerimi. Şimdi ne zaman Bursa’nın Tophane’sinden,
İstanbul’un Çamlıca’sından, Sakarya’nın Beşköprü’sünden akşam
üstleri şehrin ışıklarına baksam, hep o çocukluk günlerimi ve
kurduğum düşleri hatırlıyorum.
- Bu gün hâlâ aynı duyguları
taptaze yaşıyorum hafızamda. İşte hayalini kurduğum medeniyet…
Artık çok uzaklarda değil burada, yanı başımda… Şimdi ise hamd
ve şükretme makamındayım. Rahmetli babam:”Evlat! Azmin elinden
hiçbir şey kurtulmaz” demişti ve ben kulağıma küpe olan bu sözün
doğruluğunu yaşamıştım adım adım. Eve t, beni çobanlıktan
yazarlığa getiren faktör, çok kitap okuma fiilim olmuştu. Zaten
Yazar Fahri Tuna da öyle diyordu: “Okuyan kurtulur, okuyan
kurtarır.”
- Hedeflerimi gerçekleştirme
yolunda, mademki kitaplar bana bu derece hayati bir katkıda
bulunduysa, ben de başkalarına, kitap okumanın önemini ve
gereğini anlatmak zorunda hissediyordum kendimi. Evet bu
bağlamda, her şeyimi önce Yüce Kudret’e, sonra da kitaplara
borçlu olduğumu düşünüyorum.
- Şimdi, kitap okuma alışkanlığını
tüm topluma yaymak amacıyla, gayret sarfetmek durumunda
olduğumuzun bilinciyle ve aldığım Kişisel Gelişim eğitimiyle,
“TÜRKİYE OKUYOR” proğramı çerçevesinde, Valiliklerin,
kaymakamlıkların, Milli Eğitim Müdürlüklerinin, okulların,
Müftülüklerin ve sivil toplum kuruluşlarının davetiyle, sürekli
yurt içinde ve yurt dışında, öğrencilerden öğretmenlere,
güvenlik mensuplarından din görevlilerine, geniş halk
kitlelerinden idarecilere kadar geniş kesimlere “Kültürümüzde
Kitap” konulu seminer ve konferanslar veriyoruz.
- İnsan azmedince ve çalışınca
önünde hiçbir engelin duramayacağı gerçeğini işleyen konu
çerçevesinde de sınavlara hazırlanan öğrencilere “Başarıda
Motivasyon” ve “Hızlı Okuma Teknikleri” seminerleri ile, bu
başarıda en temel faktörün aile olduğu gerçeğinden hareketle
velilere de “ Çocuk Eğitiminde Anne-Babanın Rolü” konferansları
veriyoruz. Çeyrek asırdır verdiğim mücadele, yukarıdaki
yaşanmış öyküyü de içine alarak, “Başarıya Uzanan
Köprü-Kitapların Sırrı” adıyla bir kitap olarak çıktı ortaya.
- Bu eserde dünyada başarılı olmuş
insanların tamamının kitap okuyarak başardıklarının öyküsünü
anlattık. Kitabı niçin ve nasıl okumalıyız? Sorusunun açılımını
yaparak, kitapla ilgili özlü sözlerden, şiirlere, kitapla
ilgili anekdotlardan istatistiklere kadar geniş bir armoni
hazırladık.
- Bu konuda hazırladığımız ikinci
kitap da “Okuyan Türkiye İçin Kitap ve Atatürk” adını taşıyor.
Bu eserde Atatürk’ün kitap okuma tutkusu ve kitaba olan
sevgisini araştırdık.
- Eğer kitaplar, bu kadar olumsuzluklar içinden
beni çekip çıkarmış, çobanlıktan yazarlığa ulaştırmış ve hitabet
sanatına da sahip kılmışsa, daha nice insanımıza, çocuğumuza ve
gencimize de aynı özellik ve güzellikleri kazandırması
muhakkaktır diyerek, her zaman kitapları vazgeçilmezlerimiz
arasına koyalım temennisiyle sevgi ve saygılar sunuyorum.
- Sözün özünü de şu şiirimizle
taçlandıralım istiyorum:
- BU KERVANA KATIL ARKADAŞ
- Kütüphaneler ilim alıp, ilim satarken
- Kalpler, din, vatan, bayrak sevgisiyle atarken
- Kitap okuma zevki, canlara can katarken,
- Diril ve kalk ayağa, bu meydana atıl arkadaş,
- Durma hadi sen de, bu kervana katıl arkadaş.
-
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
15 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
- İLGİNÇ ŞAİR VE YAZAR
HATIRALARI
- Şairler ve yazarlar pratik
zekâlı ve esprili insanlardır. Bu sebeple diğer insanlara göre,
hayatı daha renkli ve dolu dolu yaşarlar. Tıpkı Hz. Davud’un
elinde yumuşayan demirin kolayca her şekle sokulması gibi, onlar
da hadiseleri kolayca değerlendirip sağlıklı yorum yapabilme
yeteneğine sahiptirler. Genelde sevgi dolu, neşeli ve
müsamahakârdırlar. Zaten iyimser ve neşeli olmak kendine güvenin
bir işaretidir.
- Şairlerin ve yazarların ruh
asaletinden doğan fikirleri bir şelale haşmetiyle gürül gürül
akar ve çorak gönülleri kana kana sular. Mümtaz Tarhan’ın
ifadesiyle onlar: “Cehli örten kumaşın harıl harıl
satıcılarıdır.” Her yönüyle dünya medeniyetine katkımız olduğu
gibi espri açısından da, hatırı sayılır bir yerimiz vardır
dünyada. Şair ve yazarlar söz ustalarıdır. Espri ise, sözün
gamzesidir. Bu yazıda meşhurların hatıralarına yer vereceğiz. Bu
hatıraların çoğu da nükte tarzında olduğu için zevkle
okunacağını düşünüyorum.
- Abdülhak Hamid’in otomobili ile
Beyoğlu tarafına geçen bir dostu anlatıyor: Biz, direksiyonda
Hamid olduğu halde Abdülhak Hamid caddesinden geçiyorduk. Baktım
üstat hem iç çekiyor hem gülüyordu. Sebebini sorunca bana dedi
ki:
- -İstanbul Belediyesi benim
ismimi bu caddeye vereceğine, bu caddenin bir apartmanını bana
verseydi daha çok makbule geçerdi. Dedi.
- Yine bir sohbette Abdülhak
Hamid’e sormuşlar:
- -Efendim zenginlikle züğürtlüğün
farkı nedir?” O da demiş ki:
- - Zenginin derdi bin türlü
iktisadi gailesidir. Fakirin derdi de besleyemediği ailesidir.
- Onun için aralarında bir fark
yoktur. Çünkü ikisinin de derdi çoktur.
- Meşhur yazarlarımızdan ve
hemşerimiz olan rahmetli Faik Baysal bir gün bize şu hatırasını
anlattı : Ben bir gün Beyoğlu’nda gezerken, bir bayan çıktı
karşıma ve hayretle:
- -A! siz Faik Baysal değil
misiniz?” dedi. Ben de:
- -Olmaz olsaydım hanımefendi”
dedim.
- -Neden” dedi. Dedim ki:
- Paris’te bir roman yazarı
yazdığı kitabın geliriyle bir villa satın alabilir. Ben 76 kitap
yazdım. İstanbul’da bir dairenin balkonunu bile alamadım. Dedim.
Bu şaka yollu serzenişim karşısında Hanımefendi de dedi ki:
- -Ama olsun efendim. Sizi de
bütün Türkiye tanıyor. Dedi.
- Yine bir gün bir dergide çıkan
yazımın telif ücretini almak üzere bankaya gitmiştim. Kimliğimi
unutmuşum. Görevliye derdimi anlatırken Banka Müdürü benim
adımın Faik Baysal olduğunu duymuş. Hemen geldi ve memura
çıkışarak:
- - Niye zorluk çıkarıyorsun” dedi
ve benim koluma girerek:
- -Aman efendim kusura bakmayın.
Ne demek derhal öderiz. Lütfen buyurun bir çay içelim” diye beni
odasına soktu. İzzet ikram etti ve kısa sohbetimizde benim yazar
olduğumu anladı ve derhal yerinden kalkarak:
- Ne! Yani siz şimdi keresteci
Faik Baysal değil misiniz? Dedi. Ben de:
- -Hayır deyince, bana kapıyı
gösterdi ve ücretimi de alamadım. Yani o zaman bir kalas
olmadığıma hayıflandım.
- Yine bir gün büfe önünde kuyruk
olmuş öğrencilere sordum:
- -Siz Sait Faik’i tanıyor
musunuz?
- -Evet! Hikâyecidir. Dediler.
- -Peki dedim Faik Baysal’ı
tanıyor musunuz? Hiç ses çıkmadı, içlerinden biri:
- - Ben tanıyorum dedi.
- -Peki kim dedim.
- -Bizim mahallede manavdır. Dedi.
Yani bir manav da olamadık tanınmak için.
- Genç Ziya Gökalp
Diyarbakır’dayken dostları babasına,
- -Artık Ziya’yı Avrupa’ya gönder,
orada tahsilini tamamlasın. derler. Babası:
- -Avrupa’ya giderse gavur olur
diye korkarım! Der. Arkadaşları:
- -Peki ya burada kalırsa? Diye
sorarlar. Babası içini çekerek şöyle cevap verir:
- - O zaman da eşek olur!”
- İbnülemin Mahmut Kemal edebiyat
tarihcilerimizdendir. Konağında musıki faslı verilirken adı
şaibeli bir çok hadiseye de karışan milletvekili sordu:
- -Siz burda ne çalıyorsunuz? Bu
soru üzerine İ.Mahmut Kemal şu ilginç cevabı verdi:
- -Biz burada saz çalıyoruz, ya
siz mecliste ne çalıyorsunuz?”
- Mehmet Niyazi Özdemir anlatıyor:
Bir sempozyumda laf dönüp dolaşıp Harem’e geldi. Bir doçent
hışımla konuşmaya başladı. Zavallı zenciyi alıp, hadım ediyor ve
onu karının başına bekçi dikiyorsun. Karını bekle be adam. Çatık
kaşlı doçent konuşmasına devam ederken yanımda oturan Batılı bir
tarihçi kağıtlarını toplamaya başladı.
- -Niçin acele ediyorsunuz? Diye
sormam üzerine şu cevabı verdi:
- -Galiba sizde bilmediği konuda
konuşmak marifet sayılıyor. Bu meslekdaşa Harem ağalığını nasıl
anlatmalı? Yalnız Osmanlı’ya ait bir husus değildi ve Osmanlı
onları hadım etmiyordu. Harem, bu beyefendinin söylediği gibi
Padişah karılarının, cariyelerinin tıkıldığı bir kümes de
değildi.
- Osman Gazi, Orhan Gazi
dönemlerinde Harem yoktu. Peki sonra niçin kuruldu? Sebep
bilinmeden, zuhurat anlaşılmaz. Ne anlatayım, nasıl anlatayım?
- Bilindiği gibi İslam hukukunda
hadımlaştırma yasaktır. Bu hadımlar Orta Afrika bölgesinden
getirilip Mısır ve İstanbul’a Akdeniz limanlarından satılan
insanlardır.
- Necip Fazıl’a:
- -Özel arabanız var mı? Dediler.
O da:
- -Olmaz olur mu? Ona en son
bineceğim.” dedi.
- Çıkmış olduğu mahkemelerin
birinde Hakim, Üstada derki:
- -Bak dostum, seni bundan böyle
bir daha huzurumda görmeyeceğim değil mi? Bunun üzerine, Necip
Fazıl da hayretler içinde:
- -Hayrola Hakim bey, yoksa istifa
mı ediyorsunuz? Diye nükteli bir cevap verir. Üstad bazı kötü
insanları alçak diye nitelemenin, alçak kelimesine hakaret
olduğu zira alçağın da bir seviyesinin bulunduğu, bu tür
insanlara Çukur demenin daha uygun olacağı kanaatını ifade eder.
- Arif Nihat Asya’ya sormuşlar:
- -Mini etek konusunda neler
diyeceksiniz? O da şöyle cevap vermiş:
- -Onlar diyorlar mini etek; Ben
diyorum hani etek?
- Seyrani gözleri kör olmuş bir
dostuna rastlar ve hal hatır sorar. O da:
- -Ne bileyim ben de dünyayı
görecek göz kalmadı! Der. Bunun üzerine Seyrani de:
- -Üzülme dostum, zaten dünyada da
bakılacak yüz kalmadı. Diye cevap verir.
-
-
-
-
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
16 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
- KİTAPLARIN DİLİ
- Dünyanın en büyük
kütüphanelerinden birini örnek göstererek; “Bir avuç insan
dışında dünyanın müessese ve değerleri yok olsa, yalnız bu
kütüphane sayesinde bu günkü medeniyeti kurmak mümkündür” diyen
bilim adamı, kültür ve medeniyetin kaynağının kitaplarda saklı
olduğunu veciz bir şekilde açıklamış oluyor.
- Bu gün uluslararası bilgi ağının
kurulmasıyla iletişim yaygınlaştırılmakta ve hızlı bir bilgi
sirkülasyonu sağlanmaktadır. Ciltler dolusu bir kitap küçük bir
diske,ya da CD’ye yerleştirilebilmekte, bilemediğimiz bir
sözcük için lügatlerle zaman kaybetmek yerine bir tuşa basmak
yeterli olmaktadır. Fakat bütün bu gelişmelerin kitaba olan
ilgiyi ve okuma olayını azalttığını iddia etmek yanlıştır.
- Okumayı hobi haline getiren bir
kişi için, ne can sıkıntısı vardır, ne de arkadaş ihtiyacı.
Günde 24 saat az gelir ona. Fikir, görgü ve kültür itibariyle
bilgi hazinelerinin sultanıdır o. Ülkemizde bu gün kitap okuma
alışkanlığının çok düşük bir düzeyde olması sebebi ile,
istenilen bilgi ve kültür birikimi hedefine ulaşma yolunda, daha
büyük çabalar sarf etmemiz gerekecektir. Bu engeli aşmamız için
vakit geçirmeden köklü ve sağlıklı tedbirler alma lüzumu
ortadadır.
- Sosyal, kültürel ve ekonomik
yönden çağdaş bir millet olmak istiyorsak, okuyan, düşünen ve
araştıran bir toplum olmak zorundayız. Eskiden kitap okunurken,
kitabın kenarına not düşerlermiş.
- Prof. Süheyl Ünver’in tespit
ettiği bu notlardan bir kaçını buraya alalım. “Kitabımın
kağıdının bir köşesini her kim ki nişan için bükerse, bana
hançer çekmiş, kanımı dökmüş bir katil olur.”” “Eğer kendine
hilesiz dost istersen, yalnız olduğun zaman eline kitap al,
benim için dünyada en aziz, en mukaddes ve en hayırlı arkadaş
ve dost kitaptır.” “Dostların kitabına tema’ etmek kötü
huyluluktur. Okuyup geri vermemekse civanmertlik değil,
namertliktir.”
- “Benim sevgilim kitap ve kalemdir. Geride kalanların hepsi
mihnet, endişe ve gamdır.”
- “Kitabın yüzüne baktıkça gönlüm eğlenir. Emdiğim şeker
kamışının sütü gibidir. Sakın kitabımı benden isteme. Çünkü bu,
elimden sevgilimi almak gibidir.”
- Kitaplar, binlerce yıllık
geçmişin olaylarını, bu günün gelişmeleri ile geleceğin
yorumlarını bizlere ulaştıran vasıtalardır. Kitaplar, günlük
hayatın bir parçası olduğu kadar, fertlerin ve milletlerin
yaşayışını değiştiren, geliştiren ve yenileştiren hayat
iksirleridir.
- Kitaplar, istikbalimizin teminatı olan gençliğimizi, sigara,
alkol, kumar, uyuşturucu ve benzeri kötü alışkanlıklardan
koruyan kalkandır. Kitaplar, bize acı söz söylemeden kızmadan,
hediye ve para istemeden, gece gündüz her zaman emrimizdedirler.
Gücenmezler, alınmazlar, incinmezler ve alay etmezler.
Rafımızdan çektiğimiz kitaplar, bize 24 saat hocalık ederler.
- Kitaplar, bilime giden yoldur.
Çağımızın buluşlarını kitap, dergi gazete gibi yayın
organlarından izleriz. Kitaplar, bizim sevgili dostlarımızdır.
Onlar bizi dünyadaki gelişmelerden ve değişmelerden haberdar
ederler. Kitaplar, zengin kültür ve medeniyetlerin kaynağı,
bilgi hazinelerinin de anahtarıdır. Kitaplar, her biri bir alim
niteliğindedir. Kütüphanemizin zenginliği nispetinde onları
konuk ediyoruz demektir. Hem öyle bir konuk ki, yemek içmek,
yatıp, kalkmak istemeyen bir konuk!
- Her biri bize adeta şöyle
sesleniyor: “Bana soru sorun size cevap vereyim. Ben size soru
sormam. Sadece bilgi veririm. Size kızmam, yorulmam, uyumam.
Bana 24 saat boyunca müracaat edebilirsiniz…”
- Kitapların dilinden de
bahsedebiliriz. Yukarıda kendisinden bahsettiğimiz ve tam bir
kitap dostu ve aşığı olan Prof. Süheyl Ünver böyle bir konuda
unutulur mu hiç? Dursun Gürlek, “Çınaraltı Kitap Sohbetleri”
adlı eserinde, Hoca’nın kitapla sohbetini özetle şöyle
naklediyor: “Benim her şeyim, saadetim, neşem kitap. Sen
olmasaydın beşeriyet ne olurdu? Buna rağmen beşeriyet ümit
ettiğimiz merhaleye hâlâ varamıyor. Bunda muhakkak ki seni ihmal
edenlerin tesiri var. İnsanları ve yazanları ebedileştiren
kitap! Sen birçok insanları kurtardın. Birçok yenilikleri sen
keşfettirdin. Âlimler ve kâşifler sana neler borçlu olduklarını
unutamazlar. Sen olmasaydın medeniyet olmazdı. Sen bize yalnız
bu günden değil, dünden de heber veriyorsun. Yarın sende yazılı
değil, fakat ya0rınımızı bugün doğuracaktır. Ne bahtiyarsın
kitap. Bize de bu bahtiyarlığı aşılamaya çalışıyorsun.
- Ey kitap!
- Sen pek cömert ve mütevazisin.
Elverir ki sen dilinden anlayacak birisinin eline geçmiş
bulunasın. Tabiatta cansız zannedilen birçok mevcudatın hal dili
olduğu temsili olarak kabul edilebilir. Kitap da nasıl bize
bildiğini tekrar ediyorsa, lisan-ı haliyle de konuşabilmektedir.
Onun için biz kitapları, bizden malümatını esirgemeyen alimlere
benzetebiliriz…”Kitapla ilgili yazımızı On Hersel’in güzel bir
sözüyle noktalayalım: “Evren an için yaratılmıştır. Okuma
zevkini öğrenen mutlu bir insandır. Bizim, ecdadımızdan gelen
kitaba ve kütüphane'ye hürmet gösterme ve hizmet etme gibi
kutsal bir misyonumuz vardır. Çünkü tarihte görüyoruz ki,
medreselerde, saraylarda, camilerde tekke ve külliyelerde
kütüphaneler kuran ecdadımız, buralardan istifade için her türlü
tedbiri de almıştır.
- Matbaanın ilk kez Uygurlarda
görülmesi, kitaptan başka neyin ifadesidir acaba? Selçuklular
devrinde Nizamiye medreselerinde bulunan kitap miktarı bu gün
nice insanın dudağını uçuklatacak boyuttadır. Sigrit Hunke,
“İslam’ın Güneşi Avrupa Üzerinde” adlı eserinde der ki: “Necef
gibi küçük bir kasabada bile kırk bin ciltlik bir kütüphane
bulunur. Camiler, hastaneler ve daha bir çok sosyal kuruluş
kitaplarla donatılmıştır. Nâsiruddin Tûsi, Meraga’daki
rasathanesinde dört yüz bin ciltten oluşan muazzam bir
koleksiyon meydana getirmiştir.…”
- Fatih'in fetihten sonra, Zeyrek
Medreselerine ve Eyüp'te inşa ettirdiği camiye kitap vakfedip
İstanbul'da ilk kütüphaneyi kurduğu bilinmektedir.
Samanoğulları devletinde suç işleyenler kütüphanelere
kapatılıyor ve belirli kitabı okuma sonucunda serbest
bırakılıyordu. Kısa süre önce Sakarya’nın Kocaali ve Ferizli
ilçelerinde de hâkimlerimiz suçlulara aynı yönde cezalar
verdiler. Bu keyfiyet kitap okumaya verilen önemi vurgulaması
açısından fevkalade anlamlıdır.
- Ne yazık ki, ülkemizde
kütüphanelere gereken önem verilmemektedir. Şu zamanlarda en
yalnız, en buruk, en garip mekanlar kütüphanelerimizdir. Kitabın
pahalı olduğunu söyleyen insanlara sormak lazım:
- -“Kitabın bedava olduğu
kütüphanelere neden gitmiyorsunuz?”
- Evet, Seneca: “Kitapsız hayat
kör, sağır ve dilsiz yaşamaktır” diyerek, kitap olmadan geçen
hayatın yavanlığına işaret eder. Okuyan bir toplumu oluşturmada
en büyük görev devletin tüm kurum ve kuruluşlarına, özellikle de
Milli Eğitim camiasında yer alan öğretmenlerimize düşüyor.
İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi Müdür Yardımcısı, değerli bir
dostum olan Emir Eş Bey’dir. Bir süre önce görüştüğümüzde burada
ne kadar yazma eser bulunuyor soruma, 125 bin rakamını telaffuz
etti. Bu zenginliğimizi öğrenmenin verdiği mutluluktan doğan
hayretimi görünce, “Diğer kütüphanedekileri de ilave edersek bu
rakam 200 bin’i bulur” demişti.
- Gerçekten kültürümüzün şu
zenginliği karşısında mutlu olmamak mümkün mü? Dünyada hangi
devlet, ya da millet böylesi bir sermayeye sahiptir? A.Hamdi
Tanpınar “Beş Şehir”inde: ”Eski medeniyetimiz; tamamen dini bir
medeniyetten ibarettir” der. Bizim bu güçlü medeniyetimize kitap
medeniyeti de denmektedir. Eski Türk devletlerinden Uygurlar,
Gazneliler, Büyük Selçuklular ve Osmanlıların kitap ve
kütüphanelere verdikleri önemi anlamak için, o devir
kaynaklarından başka, bugünkü izler de bunun en büyük şahidi ve
tercümanıdır. Anadolu'da bir insana "kitapsız" demek en büyük
hakaret sayılır. Biz cehaleti korkunç bir hastalık olarak kabul
edersek, bu derdin şifası ve ilacı kitaptır. Güneşin her tarafı
aydınlattığı gibi, kitap da cehalet denen karanlığı aydınlatır.
Öte yandan kitap okuma seferberliği konusunda ki faaliyetlerin
yazılı ve görsel medyaya da taşınmasının ve geniş kitlelerin bu
yöne kanalize edilmesinin sayılamayacak kadar çok faydası
vardır.
- Kitap okumayan bir toplum haline
geldiğimiz gerçeğinden hareketle, bu kısır döngüden
kurtulabilmek için geniş kitlelere Necip Fazıl’ca seslenmek
gerekiyor:
- “Haykırsam kollarımı makas gibi
açarak
- Durun kalabalıklar bu cadde
çıkmaz sokak.”
- Sevseler ve okusalar
insanlarımız deste deste kitapları, silseler lügatlerindeki kin,
nefret, kavga, düşmanlık, gıybet, fitne, fesat, haset, yalan
gibi kavram ve düşünceleri. Ve hayatlarında hakim kılsalar sevgi
ile saygıyı, adaletle hoşgörüyü, doğrulukla dürüstlüğü, iyilikle
güzelliği, ahlakla fazileti. Gerektiğinde tereddütsüz
uygulasalar almadan vermeyi, sevilmeden sevmeyi, yaşamadan
yaşatmayı…
- Diliyorum ki; kitap sevgisi
iksiri toplumumuzun gönül ve sosyal hayatına tam bir hakimiyet
sağlasın. İstiyorum ki; kitap sevdası öğretmenin dersinde,
öğrencinin ilgisi ve bilgisinde, komutanın emrinde, askerin
tekmilinde, doktorun dermanında, hakimin fermanında, annenin
ninnisinde, çobanın kaval sesinde, şairin güftesinde ve
sanatçının bestesinde en geniş şekliyle ifadesini bulsun.
Kitapların diline kulak verdiğimizde bize diyorlar ki: “Bizi
yeniden keşfedin. Sizler bize yabancı değilsiniz. Siz bizimle
cihan hakimiyetini kurdunuz. Bizden uzaklaşınca büyük ölçüde
irtifa kaybına uğradınız. Yücelme ve yükselmenin adresiyiz biz.”
Gerçekten biz millet olarak bu değerlere sahibiz.
- Kültürümüzde arzu edilen bu
atmosferi yaşadığımız aydınlık devirlerimiz olmuştur. Bize
yabancı olmayan bu güzellikleri tekrar yaşayabiliriz. Yeter ki
dün olduğu gibi, bu gün de bizi dinamize edecek köklü
kültürümüze sahip çıkalım. Kitap okuma konusundaki misyonumuzda
olduğu gibi, daha nice erozyona uğrayan değerlerimizi tekrar
diriltebilelim.
-
-
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
17 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
- TEPKİLERİN DOZU
- Yaz aylarında havaların
ısınmasıyla birlikte insanlarımızın sinir kat sayıları da
artıyor. Sinirlerin zapt edilememesi bazen vahim olaylar da
doğura biliyor. Hoşgörü, sevgi, şefkat ve merhamet duyguları,
kumara verircesine harcanıyor. Onların yerine ise, kavga,
tahammülsüzlük ve sabırsızlık hâkim oluyor.
- Bir hadiste: “Asıl pehlivan
güreşte rakibini yenen değil, kızdığında sinirine hakim olandır”
buyrulurken, başka bir hadiste ise: “Sizden biriniz kızdığınız
zaman, sükut etsin.” Buyrulur.
- Maalesef sinirlerine hâkim olma
noktasında insanlarımız biraz zafiyet göstermektedirler.
- Kuyruklarla yaşamak zorunda olan
bir toplum haline geldik. Her yerde kuyruk! İnsanlarımız ise ya
açıkgöz ya da kaderci. Geçenlerde böyle bir kuyrukta beklerken,
arzu edilmeyen bir kavgaya tanık oldum ve aklıma sıra ihlaline
tepki çeşitleri aklıma geldi. Bu gün onları sizlerle paylaşayım
istedim.
- Klasik tepki: "Sıraya geç
kardeşim!"
- Neoklasik tepki: "Şeker kardeşim
sıraya geçiver!"
- Realist tepki: "Sıra var"
- Sürrealist tepki:
"Sallandıracaksın bunlardan ikisini Kızılay'da bak bir daha
yapabiliyorlar mı?"
- Romantik tepki: "Beyefendi
galiba sırayı görmediniz"
- Naturalist tepki: "Sırana geç"
- Modern tepki: "Efendim insanımız
eğitimsiz. Halbuki Avrupa'da…"
- Post-Modern tepki: "Sırana geç
lan ayı!"
- Uzlaşımcı tepki: "Acelesi olmasa
öne geçmezdi; Üzmeyin garibi"
- Devrimci tepki: "Altyapı
sorunları çözülmeden halkımız sıraya geçmez. Devrim olunca
herkes hizaya gelecek"
- Kaderci tepki: "İki dakika fazla
beklesek kıyamet mi kopar? Kısmetse hepimizin işi görülür"
- Felsefeci(Sempatik-kuşkucu)
tepki: "Ön ve arka kavramları görecelidir. O tarafın ön olduğuna
kim karar verdi? Öne geçtiğini zanneden aslında arkaya geçmiş
olabilir."
- Kant'cı tepki: "Efendim
algılanmayan şeyler yok demektir. Bakmayın o tarafa adam yok
olur."
- Kötümser varoluşçu tepki:
"Herkes bir gün ölecek. Onurlu bir şekilde bekleyin. Bir gün o
adamda ölecek!"
- İyimser varoluşçu tepki:
"Sıkmayın canınızı, şu anın tadını çıkarmaya çalışın. Bakın ne
güzel hayattasınız ve birileri önünüze geçebiliyor."
- Hümanist tepki: "İnsanlık bir
bütündür. Birimiz hepimiz birimiz için. Dolayısıyla birimiz öne
geçince, aslında hepimiz öne geçmiş oluyoruz!"
- Kendimizi bir test etsek, acaba
hangi gruba gireriz?
- Aslında üslubum değil ama
istedim ki bu gün madem böyle bir sohbet ettik. Sohbetin kalan
kısmını da biraz tebessümle tamamlayalım. Bir Pasta Memuru
anlatıyor:
- “Sene 1965.Bir genel müdürlükte
özel kalem müdür yardımcısıyım. Bayrama 10 gün var. Benim müdür
hastalandı. İşe gireli iki hafta olmuş, olmamış. Genel Müdür Bey
çağırttılar:
- -Tebrik kartları hazır mı?
- -Hangi kartlar efendim?
- -Aman evladım! Şükrü Bey sana
söylemedi mi? Bayram geldi tebrik kartları şimdiye kadar hazır
olmalıydı tüh tüh…Çabuk hemen hazırlayın!
- -Emredersiniz Efendim! Dedim.
- Genel Müdür Bey, bütün kartları
çini mürekkebiyle ve en güzel yazımla yazmamı istediler. İki bin
tanesini alt makamdakilere, “Bayramını kutlar gözlerinden
öperim. ”,bin tanesini de üst makamdakilere, “Sizin ve eşinizin
bayramını saygıyla kutlarken, sıhhatli ve başarılı günler niyaz
ederim.” şeklinde yazacaktım.
- Sabaha kadar 3000 kart
yazacağım. Düşünebiliyor musunuz? Kolları sıvadım, Bayramını
kutlar gözlerinden öperim.1,5,10,18,38,78,108,188,588…Yazıyorum,
yazıyorum bitmiyor. Nasıl sıkıntı bastı anlatamam.738,998…iki
buçuk Samsun’u bu arada bitirmişim. Öyle işkence çekiyorum ki,
ekmek parası olmasa bırakıp kaçacağım. Sıra 2000.karta
geldiğinde şafak söküyordu. Ben de bitmişim ama önümde hala
yığınlar duruyor. Bin tane de üst makamlara yazılması gereken
var. Dördüncü paket sigarayla birlikte, “Sizin ve eşinizin
bayramını saygıyla kutlarken, sıhhatli ve başarılı günler niyaz
ederim.” diye yazmaya başladım.1,5,10,19,69,109…
- -Sizin ve eşinizin saygısını
bayramla kutlarken sıhhatli ve başarılı günler niyaz ederim!
- -Niyaz ederim başarılı günler,
sizinle eşinizin bayramını kutlarken!
- -Kutlarken eşinizin bayramını
saygıyla, sıhhatli günler diler Niyazi ile beraber ederim!
- -Önce bayramınızı eder, sonra eşinizle Niyazi’ye
başarılı günler dilerim.
- -Sizin de eşinizin de Niyazi’nin de bayramını
saygıyla niyaz eder, sıhhat dilerim!
- -Sıhhatli eşinizin bayramını saygıyla kutlarken,
Niyazi’ye başarılar diler aynı zamanda niyaz ederim”
- -Bayramınıza etmeden önce eşinizi saygıyla
kutlar, Niyazi’nin gözlerinden öperim!
- -Sizin de, eşinizin de, Niyazi’nin de bayramını
da, tatilini de, gelmişini de, geçmişini de saygıyla niyaz
ederim!
- Sabah tam mesai saatinde, bunalmış bir vaziyette
ve gözlerim kan çanağı içinde kartları yetiştirdim. Genel Müdür
bir, ikisine şöyle bir baktı ve
- -Aferin! Güzel yazmışsın. Hemen postalayın!
Dedi.
- Hemen kartlar postalandı.
- Üç gün sonra bizim Genel Müdürü,
ardından da bendenizi postaladılar…
-
-
-
-
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
18 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
- ÜNİVERSİTENİN BÖYLESİ DE
VARDI
- Bolu İzzet Baysal
Üniversitesinden bir davet almıştım. “BİLİM TOPLULUĞU” denen
öğrenci oluşumu bizi“ Asılsız Ermeni Soykırım İddiaları” ile
ilgili bir konferansa çağırıyorlardı.26 Nisan Salı günü saat
13.30’da zamanını kararlaştırdık ve önceki gün bu amaçla Bolu’ya
giderek yoğun bir gün yaşadık.
- Hazır Bolu’ya gitmişken Milli
Eğitimdeki arkadaşlar da “Kitap Okuma ve Başarıda Motivasyon”
konulu bir seminer hazırlamışlar. Lise öğrencilerine öğleden
önce verdiğimiz bu seminere öylesine ilgi vardı ki,1,5 saat
olarak düşündüğümüz programı saat 13’ü geçerek anca
tamamlayabildik. Ardından apar topar kampüse vardığımızda,
Üniversitenin Kültür Merkezi Salonu hınca hınç dolmuş ve ayakta
da yer olmamacasına bizi bekliyorlardı. Bu ilgi ve coşku
karşısında doğrusu biraz şaşırdığımı da ifade etmeliyim.
- Konferansa başlamadan önce, ön
sırada oturan Dekanlara ve Öğretim üyelerine dedim ki: “Bu
manzara karşısında büyük bir mutluluk duyduğumu belirtmek
istiyorum!
- Üniversitelerimizde özlediğimiz
manzarayı şu an karşımda görmekteyim. İdeolojik saplantılar ve
terör yerine, böylesine güzel sosyal ve kültürel faaliyetlerin
hâkim olduğu ortamlarda okumayı o kadar isterdim ki! .Fakat bize
her gün 20-30 insanın terörden hayatını kaybettiği ve olayların
merkez noktasında bulunan İstanbul-Beyazıt’ta can derdi ve stres
altında okumak nasipmiş. Üstelik fakültenin 2 gün açık, anarşik
olaylar üzerine 3 gün kapalı bulunduğu zamanlarda. İyiki bu
zamanlarımı birçok arkadaşımın yaptığı gibi sinemalarda değil
de, kütüphanelerde geçirmişim. Bugün sizlere hitap etme
konumundaysam, işte bu keyfiyet neticesindedir. Üstelik böylesi
güzel bir programın hazırlayıcısı öğrenciler olunca, bu etkinlik
daha da anlamlı olmuş. Üniversite gençliğinin bu yöne kanalize
olması ne kadar sevindirici ise, sizlerin de öğrencilere
güvenerek bu ortamı oluşturmanız her türlü takdirin üzerindedir.
Merak ettiğim şey ise, bu ideal manzaranın diğer
üniversitelerimizde de olup olmadığıdır.”
- Öğrenciler o kadar seviyeli ve
olgun ki,2 saat devam eden ve sunuyla da takviye ettiğimiz
konferans boyunca ilgi devam etti ve hiçbir taşkınlık yaşanmadı.
Sorular çok anlamlı ve nazik olduğu kadar, konunun
özümsenmesinin de bir ifadesi gibiydi. Aslında bu tür ortamlarda
genellikle havayı bozan birilerinin çıkması muhtemeldir ama
olmadı. Onların kitaplarımızı alıp imzalatmak için sıraya
girmeleri ve ardından da samimi teşekkürleri beni ayrıca mutlu
etti ve duygulandırdı.
- Bilim Topluluğu yönetiminde
bulunan öğrenciler bize Üniversiteyi gezdirdiler ve çevreyi
tanıtarak bilgi verdiler. Tarih bölüm başkanını ziyaretten
sonra, Üniversite yönetiminin kendilerine tahsisi ettiği büyük
ve geniş bir yere giderek birlikte çaylarımızı içip, sohbet
ederken “Bilim Topluluğu Bolu Rehberi” adlı bir dergi takdim
ettiler. Onu inceleyince öğrenciler gözümde bir o kadar daha
büyüdü.
- Bakın daha ne faaliyetler
gerçekleştirmişler:
- Prof. Dr. Erdal İnönü, “Bilim ve
Kültür Konferansı”
- Doğan Cüceloğlu,“Geleceğine Yön
Veren İnsan Konferansı
- Cesur Kubat, “Şiir Dinletisi”
- Kemal Şahin, “Başarılı
Olmanın Yolları Konferansı
- İbrahim Sadri, “Söyleşi”
- Ahmet Işıkara “Depremle
Birlikte Yaşamak Konferansı
- Ayrıca Kitap Paylaşım
Kampanyası, Kitap Fuarı, Bilişim Tekno Günleri, Çanakkale
Şehitlerini Anma, Ankara ve İstanbul Gezileri, Matematik, Sağlık
ve Kariyer Planlama seminerleri ve konferanslar gibi daha pek
çok aktiviteleri var. Bu gençler takdir edilip alkışlanmaz mı?
Zaten bir süredir birçok üniversite sürekli irtifa kaybederken,
İzzet Baysal Üniversitesinin gerek puanlarının artışı gerekse
ilginin oraya yönelmesi ile her geçen gün popülaritesinin
yükselişi tesadüf değilmiş.
- Elbette bu başarıda bir İzzet
Baysal faktörü görülüyor. Ancak böylesi güzel oluşumların ortaya
çıkması ve sosyal ve kültürel etkinliklerin yapılması için de
,her üniversiteye bir İzzet Baysal gerekmez. Bu gelişmeler beni
ziyadesiyle mutlu etti. Çünkü bazı üniversitelerimizde görülen
ve her gün basında yer alan yolsuzluklar, elemen alımında
kayırmalar ve suiistimaller, Osmanlının yıkılışını hızlandıran
beşik ulemasının benzeri versiyonlarının yer yer ve sık sık
görülmesi, ilmi çalışmalardan ziyade şekli uygulamaların ön
planda tutulması, halka biraz tepeden bakılması gibi
olumsuzluklar ile üniversitelerin hem imajı zedelenmiş, hem de
halktan kopuk kurumlar gibi değerlendirmelere yol açmıştı.
- Boluda kültür ve sanatın nabzını elinde tutan okur yazar
dostlarla da sohbet etme imkanı bulduk. Üniversiteyi sordum ve
dedim ki: “Sizin Üniversiteniz de tepede kurulmuş. Sizde de mi
Üniversite şehre ve halka hep yukardan bakıyor?”
- “Kesinlikle hayır” dediler. Biz de Üniversite
halkla bütünleşmiştir. Elbette öyle olmalı. İsmin başına birkaç
harf ilave etmekle her şey bitmiyor. Aslında başlıyor. Ne kadar
güzel halkın içinde ve kalbinde olmak ve onunla bütünleşmek!
- Böylesi üniversitelerimiz de
vardı.
-
-
-
|
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
19 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
- YAVUZ KÜRTLER’E
KARŞIMIYDI?
- Kürd’e fırsat verme Yâ Rab!
Dehre Sultan olmasın
- Ayağını çarık sıksın asla iflah
olmasın
- Vur sopayı, al haracı karnı bile
doymasın
- Şol çeşmeden gavur içsin, Rum
içsin, Kürd’e nasip olmasın.
- Yavuz’a izafe edilen Kürtlerle
ilgili yukarıdaki dörtlük, gerçekten Yavuz’a mı aittir? Yoksa
ona izafe edilmiş bir iftira mıdır? Konu incelendiğinde, bu
dörtlüğün Yavuz’a ait olduğuna dair hiçbir sağlam bilgiye
rastlanmamaktadır. Güya Yavuz, Mısır seferine giderken Muş
yakınlarında bir çeşme yaptırmış, zaferi kazanıp da geri
dönerken yaptırdığı çeşmeyi harap edilmiş bir vaziyette bulunca
çok kızmış ve çeşmenin üzerine, yukarıdaki dörtlüğü yazdırmış.
Zaten Rum’un da gavur olduğunu çok iyi bilen Yavuz, bir mısrada
hem gavur, hem Rum ifadesinin kullanılmayacağını bilir ve böyle
saçma sapan şiir yazmaz. Üstelik Yavuz’un Almanya’da basılan
Divanı’nda da böyle bir şiire rastlanmaz. Hakikatte de bu tarz,
Sultan Selim’in kişisel özelliği ve üslubuna terstir. O halde bu
yaklaşım, Yavuz’a yapılacak en büyük bühtandır. Üstelik Yavuz’un
bir Kürt âlimi olan İdris-i Bitlisi’ye olan sevgi ve itimadı ve
ona tanıdığı imtiyaz da ortadadır.
- Meselenin siyasi, sosyal, askeri
ve dinî boyutları göz ardı edilerek, hissi ve ideolojik bir
yaklaşımla nasıl ki Yavuz, 40 bin Şii Türkmen’i öldürttü diye
haksız suçlamalara maruz kalıyorsa, aynı şekilde Yavuz’un Kürt
kardeşlerimize de düşmanca bir politika güttüğü maalesef
söylenebilmektedir. Oysa Sünni Kürt aşiretlerinin tamamı, Yavuz
döneminde İdris-i Bitlisi’nin telkinleri ile Osmanlı’nın yanında
yer aldıkları gerçeği bilinmektedir. Şimdi hadiseye sadece bu
çerçeveden dahi bakılsa, Yavuz’un Kürtlere karşı olması için,
hiçbir sebep bulunamaz. Belki bu suçlamalar, Şii Kürt unsurlar
tarafından ortaya atılmış bir iddia olması muhtemeldir.
- Bu konuda Prof. Ahmet Akgündüz
diyor ki: “ Bu iddianın tam tersi doğrudur. Yavuz olmasaydı,
bugün Doğu Anadolu’daki ehl-i sünnet olan Kürtler, Şî’a’nın
tasallutu altında olurlardı. Çaldıran zaferinin kazanılmasında
tamamen Sünnî olan ve gazada Yavuz Selim'in yanında yer alan
Sünnî Kürt ve Türkmen aşiret beylerinin de büyük rolü vardı.
Osmanlı Devleti sahip olduğu topraklar üzerinde, ırka ve maddî
sömürüye dayanan bir ayırıma gitmiyordu. Bütün Müslüman ahali
de bu ülkenin aslî vatandaşı kabul ediliyordu. Zaten Osmanlıyı
Avrupa'dan ayıran en önemli hususiyet de buydu”
- Kürt Beyleri Yavuz’a
gönderdikleri bir mektupta şöyle demişlerdi: “Can ü gönülden
İslam Sultanı’na bî’at eyledik. İslam Sultanı’nın nâmı ile şeref
bulduk ve İslam Padişahı’nın yollarını gözledik. Bu muhlis ve
size iteat eden bendelere yardım edesiniz. Sadece Allah’ı bir
bilip Muhammed (sav) ümmeti olduğumuzda ittifak halindeyiz.”
Şimdi bu hâlisane duygularını Yavuz’a gönderen ve Osmanlı’ya
bağlılıklarını ifade eden Kürt tebasına Yavuz’un karşı olmasının
bir mantığı olabilir mi? Hem de etnik anlamda dünyada
milliyetçilik fikrinin daha doğmadığı o devirde böyle bir şeyin
söz konusu olduğunu iddia etmek, gafletten değilse art niyetten
olduğu aşikardır.
- Böylesi etle tırnak haline gelen
ve yüzyıllar boyu aynı kaderi paylaşarak, aynı vatanı, aynı
cephede, aynı düşmana karşı kardeşçe omuz omuza çarpışarak
koruyan Türk ve Kürt unsurları ayrıştırıp kavga ettirmek
isteyenlere karşı, prim verilmeyeceğinden eminiz. Belki de
Yavuz’un Kürtlere karşı olduğu yalanı da aynı düşman çevreler
tarafından yayılmaktadır. Her türlü provakosyona karşı sağduyu
elden bırakılmamalı, dayanışma ve bir bütün olma idealinden
taviz verilmemelidir.
- Diğer taraftan Yavuz Sultan
Selim, siyasi ve askeri dehası yanında sanat’a, edebiyat’a,
satranc’a ve şiir’e de çok düşkün bir hükümdardır. Şah İsmail de
benzeri özelliklere sahiptir. Hatta Şah, sarayında bilginleri,
şairleri ve sanatçıları barındırmaktadır. Onlarla zaman zaman
satranç da oynamaktadır. Selim Trabzonda Şehzade Vali olarak
bulunduğu sıralarda, tebdil-i kıyafet ederek gezginci bir derviş
kılığında İran’a girmiştir. Hanlar ve kervansaraylarda satranç
oynayarak herkesi yenmiş ve bu mahareti kulaktan kulağa ta Şah’a
kadar ulaşmıştır. Bir gün Şah İsmail ferman buyurur: “Çağırın şu
gezginci dervişi de, bir de biz satranç oynayalım kendisiyle
bakalım”
- Böylece Şah’ın huzuruna çıkan
Şehzade Selim, satranç oyununda Şah İsmail’i yener. Bu yenilgiyi
hazmedemeyen Şah ise çok sinirlenir ve konuğuna : “" Sen edep
nedir bilmez misin bre adam? Hiç şahlar mat edilir mi?" diyerek
elinin tersiyle ona bir tokat atar. Şah’ın çok kızdığını gören
Selim, paçayı kurtarmak için onu yücelten şiirler okumaya başlar
ve huzurdan ayrılırken de şu meşhur dörtlüğü okur ki, bu
dörtlük edebiyat tarihinde de tam bir şahaserdir. Zira şiirdeki
ifadeler, yan yana da okunsa, yukarıdan aşağıya da okunsa aynı
dizeler ortaya çıkar ki, divan edebiyatında bu tarza vezn-i aher
deniyor. Bu durumda biz Yavuz’un, divan edebiyatının
derinliğine ve genişliğine bütün özelliklerini bildiğini ve
uyguladığını görmekteyiz.
- Şah’a atfen yazılan bu şiirinde
Şehzade Selim der ki:
- Sanma Şah’ım /herkesi sen /
sadıkane / yâr olur
- Herkesi sen / dost mu sandın /
belki ol / ağyâr olur
- Sadıkane / belki ol / alemde bir
/ dildar olur
- Yar olur / ağyar olur / dildar
olur / serdar olur. "
- Şah bu şiri sükûnetle dinlemiş
ancak, o da şiirin inceliklerine hâkim olmasına rağmen, bu sırlı
ifadelerde kendisinin anlatıldığını ve anlatanın da Yavuz
olduğunu anlayamamıştır.
- Ne zaman ki, Yavuz Çaldıran da
Şah İsmail’i yenecek tacını, tahtını, hazinesini ve en sevdiği
hanımını ele geçirecek, işte o zaman bu sır da çözülecektir.
Çünkü Yavuz yediği tokatı hiç unutmamıştı. Çaldıranda Şah’a
okkalı bir Osmanlı tokatı attıktan ve satrançta olduğu gibi,
savaş meydanında da onu mat ettikten sonra, bir mektup yazarak o
günkü tokatı hatırlatacak ve ardından şöyle yazacaktır:
“Atacaksan tokatı, işte böyle atacaksın.”
- Bu gün biz de, dostuna
kucaklaşmak için adım atacak, düşmanına da okkalı Osmanlı tokatı
atacak yiğit Yavuzlara muhtacız. Lakin bu iklimde Yavuzlar’ın
neşv-ü nema bulmasından ve ülkemizin yücelmesinden rahatsız
olup, yüce Türk milletinin iradesi dışında, Şah ve Bizans
oyunları sahneye koyanlara da hukuk çerçevesinde böyle tokatlar
gerekmez mi?
- Sohbetin sonunda tam bir
Peygamber sevdalısı olan Yavuz’un naatından iki kıta sunalım:
- Kimse sensiz bulamaz Hakk’a
vusûl,
- Feyz-i lütfunla olur merd-i
kabül
- “Rahmet-en li’l – âlemîn” sin yâ
Rasul,
- El-meded ey mâden-i nur-u Hûdâ.
- Günahkar (olarak) sayısız suç
işledim.(nefislerinin) hevasına uyan şahıslarla yoldaş oldum. Ey
kerem sahibi! (Peygamberimiz! Bu) isyanım (için) şefaat eyle! Ey
Allah’ın nurunun madeni (olan peygamberimiz) meded kıl!...
- Ey kerem-kân-ı Rasul-ü Kibriyâ,
- Kemterindir bu Selîmî pür-hatâ
- Dergâhından iltica eder atâ,
- El-meded ey mâden-i nur-u Hûdâ
- Ey cömertliğin kaynağı (olan)
yüce Peygamber!(Bu) hata ile dolu Selim, (senin) aciz (bir
kölendir). Dergâhına sığınarak bağışlanmayı diler. Y. Kemal:”
Seyr eylesün felek kaderin şehsuvarını.
- Fethetti bir seferde nebiler
diyarını.”
-
-
-
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
20 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
- VAKTİN KIYMETİNİ BİLMEK
- Seminer ve konferanslarımda yeri
geldikçe sık sık muhataplarıma şu sözü hatırlatırım:“İnsan
kadar vaktini öldüren katil yoktur.”Eşimin bana naklettiği bu
sözü ,derslerde hocası Ord.Prof. Süheyl Ünver çok tekrar
edermiş.Gerçekten de üzülerek belirtelim ki,zaman mefhumunun
kıymetini bilemeyen ve bu sermayeyi har vurup harman savuran bir
toplumuz.
- Randevulaşma vakitleri bizde genelde yaklaşık
olarak verilir ve denir ki :“Şurada saat 13 ile 14 arasında
buluşalım.Oysa zaman kavramında çok hassas olan Batı
toplumlarında buluşma vakitleri dakika olarak verilir ve herkes
bu disipline riayet eder.Aslında bizim kültürümüzde zamanın
kıymeti çok çok önemlidir.Bu öneme binaendir ki,Yüce Kudret
vakit üzerine yemin eder.Atalarımız ise:“Vakit
nakittir.”derler.Zaman bir kılıçtır.Sen onu kesmezsen o seni
keser.Bişri Hafi:“Dün öldü,bugün can veriyor,yarın ise henüz
doğmadı.Zamanınızı bu açıdan görün ve yararlı iş yapın.”diyerek
vaktin önemine işaret ederken,Mevlana da:“Yarın yaparım,yarın
yaparım deme.Zira kaç yarın geçti ne yaptın ki yarın ne
yapacaksın?Tembel çiftçinin tohumu heybesinde kaldığı gibi,senin
de hevesin kursağında kalmasın.Ne yapacaksan bu günden yap.”der.
- Ömür takviminin yaprakları her
gün kopmaktadır.Bir sonraki güne kavuşup kavuşamayacağı na
senedi olmayan insan,acaba neye güvenerek zamanı kumara
verircesine boşa harcamaktadır?Kitap okumamasını “vaktim yok”
gerekçesine bağlayan yığın yığın insanlar,kahvehanelerde,TV
başında,çarşıda, pazarda ve fındık kabuğunu doldurmayan avcı
muhabbetleriyle zaman harcamalarını hangi mantıkla izah
edeceklerdir?Zaman,sessiz bir testere gibi ömür sermayesini
kesip yok etmektedir.Onun için basit insanlar zamanını nasıl
harcayacağını bilmeden gaflet içinde hareket ederken,akılı
insanlar da onu ,pahası biçilmez bir cevher olduğu bilinci
içinde, saniyesini hesap ederek ve değerlendirerek çok cimrice
harcama gayreti içindedirler.
- Peygamberimiz bu hususa işaret
ederek buyurur ki:“İnsanlar iki nimetin kıymetini gereği gibi
bilemezler. Bunlardan biri boş vakitleri, diğeri de
sıhhatleridir.” Tüm insanlara eşit olarak tahsis edilen ender
nimetlerden biri de zamandır. Biz onun her saniyesini bir altın
olarak düşünürsek, her sabah bankamızdaki hesabımıza 86 400
altın yatırılmakta ve ertesi güne devretmeden o gün harcamamız
istenmektedir. Bu keyfiyette de irademize herhangi bir baskı
yapılmamaktadır.Böyle bir durumda her gün akşam olunca,ben bu
gün bunca altını nerede,nasıl harcadım diye bir hesap yapmayan
ve karını,zararını hesap etmeyen insanın,iflas eden tüccar
durumuna düşme tehlikesi yok mudur?En basitinden her gece sekiz
saat uyuyan bir insan yılda,dört ay uyumuş oluyor.Başka bir
ifade ile bir yılın üçte birini uyuyarak geçirmektedir.Her gün
dört saatini kahvehanede geçiren bir insan da,yılın dörtte
birini,yani tam üç ayını,altmış yıllık ömrünün de on beş
senesini bu şekilde harcamaktadır.
- İsterseniz zamanlarını akıllıca
kullanan insanlardan bir kaç misal verelim ve hangi şartlarda
neler başardıklarını görelim:
- Büyük Türk hakanı Yavuz, savaş
meydanlarına kütüphanesini de götürüyor ve her gün 7-8 saat
okuyordu. Günde bir öğün yemek yiyor ve az uyuyordu. Bu sayede
seksen senede olacak işleri sekiz seneye sığdırmıştı.
- Nelson, bütün başarılarının
sırrını işlerini vaktinde yapmaya borçlu olduğu şeklinde
açıklamıştır.
- Ünlü Hatip Dr.Parker Cadman,11
yaşında girdiği maden ocaklarında el arabasını kömürle
dolduruyordu. Bir başkası onu boşaltırken geçen iki dakikaları
okuyarak değerlendiriyordu. Bu olumsuz şartlarda vaktini
değerlendirip okuduğu binden fazla kitap sayesinde bu makama
ulaşıyor.
- ABD’nin başkanlarından Abraham
Lincolin, çocukluğunda bir çiftçinin yanında ırgat olarak çift
sürerken hayvanlara ıstırahat verdiğinde, daha sonra da bir
bakkal çıraklığı yaparken müşteri olmadığı zamanlarda kitap
okuyarak vaktini değerlendirmiştir.Bu birikimle dışardan
okulları bitirmiş ve o makama çıkmıştır.
- Madame de Genlis, kitaplarından
çoğunu, ders verdiği asilzadeleri beklerken geçen boş
zamanlarında yazdığını, Dr.Burney de, müzik dersi vermek için at
sırtında bir öğrencisinden ötekine giderken yolda geçen boş
vaktinde Fransızca ve İtalyancayı öğrendiğini belirtirler.
- Churchill, yaptığı resmi
ziyaretlerde kalacağı oteldeki odasına okuyacağı kitapların
konulmasını her defasında isterdi. Bu alışkanlığı sayesinde 6
ciltten meydana gelen “II.Dünya Harbi Tarihi”adlı eserini yazmış
ve Nobel ödülünü kazanmıştır.
- Zamanında bir adım atmayan tembel, sonradan yüz
adım atmak zorunda kalır. Zamanın değerini yapacak işi olan
bilir.
- Daguesseau, eski Fransız başbakanlarından dır. O
da sofrada yemek vaktini beklerken kalın hacimli bir kitap
yazmıştır.
- Elihu Burrıtt, demirci olarak çalıştığı
sıralarda sekiz dil ve yirmi iki Avrupa lehçesini öğrendiğini
ifade ile, kendisini yetiştirmesini dehasına değil,“boş
vakitler” denen değerli zaman parçalarını kullanarak elde
ettiğini belirtmektedir.
- Walt Disney, bir firmanın pazarladığı ürünlerin
resmini, farelerin cirit attığı bir bodrumda çiziyordu.
Saniyesinin dahi hesabını yaparak çalışıyor ve bu yöntemle hem
işini yapıyor, hem de“Miki Fare”yi yazma performansını
gösteriyordu.
- Bu örnekleri daha da çoğaltmak mümkündür.
Tarihte ve bugüne baktığımız zaman; başarılı tüm insanların,
vakitlerini değerlendirerek hayatlarını tanzim eden insanlar
olduğunu görürüz.
- Zamanı değerlendirme hususunda, akşamki işi
sabaha bırakmadan ve günlük işleri öncelik sırasına göre
planlayarak hareket etmek gerekir. Zaman bize değil, biz zamana
hâkim olmalıyız. İnsanlarımız faydasız işlerden ve maleyani
lakırdıdan uzaklaşarak, en önemli işlerini en üretken saatlerde
yapmaya odaklanmalıdır. Bu arada iki işi bir anda yapmayı
öğrenerek, hedefler belirlenmeli ve bu hedeflerin
gerçekleştirilmesi esnasında da vakti nakde çevirebilmelidir.
Unutmayalım ki, bizim hoyratça kullandığımız zamanı,gelişmiş
ülkeler çok rasyonelce kullanarak bu başarıyı yakalamışlardır.
-
-
-
-
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
21 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
- ZIKKIMIN KÖKÜNÜ İÇ
- Toplumda sigara içenlerin sayısı
maalesef hızla artıyor. İçme yaşı da düşüyor. Vatandaşları
zararlı alışkanlıklardan korumak anayasa gereğidir. Bu amaçla
alınan tedbirleri ve takibini memnuniyetle müşahede ediyoruz.
Batı dünyası bu tehlikeyi çok önceden görmüş olmalı ki,
vatandaşlarını koruyacak tedbirleri de alması sonucu sigara
içenlerin oranı son yıllarda gözle görülür biçimde azalmış.
ABD’de sigara içenlerin III. sınıf vatandaş kabul edildiği ve
sığır çobanlarıyla eşdeğer görüldüğü anlatılıyor.
- Sigara insan sağlığını bozuyor
ve içinde 3 binden fazla zararlı madde içeriyor. Boyu 2 metre,
yaprakları da 70 cm olan tütün bitkisine, avanak otu da deniyor.
Bu bitkiyi İspanyollar keşifler sırasında Amerika’dan
getirmişler. Avrupa’da 1560’larda, bizde de bundan yarım asır
sonra yaygınlaşmaya başlıyor. Ancak bizde, zararlı olduğundan
ziyade dine aykırılığından dolayı bir asra yakın tartışılmış ve
yasaklanmıştır. Hatta zaman zaman içenlere ölüm cezası dahi
verilmiştir.1874 yılından sonra yurt içinde üretimi serbest
bırakılmıştır. Önceleri elle sarılırken,1860 lı yıllardan
itibaren makinelerde sarılmaya başlanmıştır.
- Sırf sigaradan her yıl dünyada
30 milyon civarında insan hayatını kaybetmektedir. Akciğer ve
gırtlak kanseri ile damar tıkanıklıklarının % 90’ı sigaradan
kaynaklanıyor. Kadınların düşük yapma oranının da % 80’i yine bu
yüzden oluyor. WHO (Dünya Sağlık Örgütü) verilerine göre
yanmakta olan sigara dumanında 4 binden fazla kimyasal bileşik
bulunuyor. Günde bir paket sigara içenin kansere yakalanma riski
% 58,1 seviyesinde görülüyor. Orman yangınlarının % 70’i bu
yüzden çıkıyor. Günde bir paket sigara yerine bir kitap alsa bir
insan, elli senede 20 bin kitaptan meydana gelen dev bir
kütüphane oluşturabiliyor. İçilen her sigara, ömrü 11 dakika,
ortalama ömrü ise 12 yıl kısaltıyor.
- Daha sayfalarca sigaranın
zararlarını ekonomik ve sağlık açısından açıklamak mümkündür.
Öyleyse bu zıkkımı içmek için, bir insanın aklını peynir ekmekle
yemesi lazım. İşin garip tarafı bu zıkkımı, bu konuda topluma
örnek ve önder olmaları gereken çoğu öğretmenler ve doktorlar
içiyor. Ben aslında ağzında sigara gördüğüm seviyesi ne olursa
olsun her insana (kavram bulmakta zorlanıyorum ama) ibretle
bakıp acıyorum. İradesine hâkim olamayan zayıf bir karakter
portresi çiziyorum beynimde. Allah akıl, fikir versin diye dua
etmeyi de ihmal etmiyorum. Tüm seminer ve konferanslarımda da
bir yolunu bularak parantez içinde bu zıkkımın zararlarına
dikkat çekiyorum.
- Bizim Fahri bu konuda daha da
katı. “Sigara içen babam dahi olsa evimden ve odamdan kovarım.”
sözü ona ait.
- Evde salona bir pano halinde
astım. “ Bu evde bir gün sigara içilir. Bir gün içilmez. Bu gün
içilmeyen gündür. Sigara içmediğiniz için teşekkür ederim.” Tabi
her gün bu gün olduğu için, bu kibar hatırlatma her zaman için
geçerlidir. Ama neredeeeeee? Başta akrabalar bu yasağa uymuyor.
Bu kez çocuklara tembih ettim. Özel kül tablalarını getirin.
Edremit’ten aldığım içi yazılı ve çok manalıları var. Mesela
“ZIKKIMIN KÖKÜNÜ İÇ” bunlardan biri. Ama işi pişkinliğe
vurmaları insanı çıldırtıyor. Misafir oldukları için de bir şey
söyleyemiyorum. Aslında ailece misafiri çok sevdiğimiz halde,
Vallahi bu durumlarda acaba ne zaman gidecek diye
sabırsızlanıyorum. Allah aşkına sizin süfli bir zevkiniz uğruna
çoluk çocukla dolu kalabalık bir ortamın havasını bozmaya ve
onları zehirlemeye ne hakkınız var?
-
-
-
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
22 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
- ÖNCE FİGÜRAN OLUP, SONRA
PİŞMAN OLMAK
- Milli Şairimiz M. Akif:”
İkiyüzlü insanları sevmeye başladım. Bin yüzlü, insanları
görünce” der ya. Batı’nın acaba kaç yüzü var düşündük mü hiç?
- Bir örnekle konuyu vuzuha kavuşturalım.
- Filozof Şair Rıza Tevfik şu
ilginç ve düşündürücü hatırasını anlatıyor:“1908 ihtilalından
evvel, bizleri başta İngiliz sefiri olmak üzere, Fransız,
İtalyan sefirleri de çok teşvik ettiler. Onlardan büyük mikyasta
yardım ve teşvik gördük. Hey Rıza! Meğer kimlere hizmet etmiş.
- Nihayet hürriyeti de kimlere
ilan ettik. Bir gün Talat’a (Talat Paşa) dedim ki: biz bu
ihtilal için ecnebi sefirlerden hayli teşvik gördük. İşte
hürriyeti ilan ettik. Gidelim teşekkür edelim. Evvela İngiliz
sefaretine gittik. Galatasaray’daki o muhteşem binayı tam bir
ölü sessizliği içinde bulduk. Ben emindim ki Sefir içerde idi.
Kimi sorduysak yok dendi. Bir mana veremeden dönmüştük.
- (Yıllar sonra) Oğlum Said,
İngiltere’de oturuyordu. Onu ziyarete Londra’ya gitmiştim. Lord
Nikılsın’ı (1909’da İngiltere’nin Türkiye büyükelçisi) ziyarete
gittim. Sohbet esnasında o soğuk adem-i kabulün sebebini sordum.
- -Dostum Rıza Tevfik Bey! Biz Jön
Türkleri teşvik ettik. Onlardan büyük bir netice bekliyorduk.
İhtilal olacak, Sultanla beraber Hilafet müessesesi de alaşağı
edilecek diye bekliyorduk. Fakat aldanmış olduk. Tekrar sordum:
- -İngiltere’yi Hilafet müessesesi
bu derece şiddetle neden alakadar ediyor?
- -Ha; dostum! Biz Mısır’da,
bilhassa Hindistan’da İslam kitlelerini idare altına alabilmek
için milyonlarca altın harcadık, muvaffak olamadık. Hâlbuki
Sultan, yılda bir defa selam-ı Şahane, bir de Kur’an-ı Kerim
gönderiyor, bütün İslam ümmetini emrinde tutuyor. İşte biz
ihtilaldan ve siz Jön Türklerden kitleleri avucunda tutan
kuvvetin de devrilmesini bekledik, aldandık. İşte bu sebeple
soğuk adem-i kabul gördünüz!”
- Sonraları başta Talat Paşa olmak
üzere pek çok İttihatçı, Sultan Hamid’i Ermeniler ve Yahudilerle
birlikte tahttan indirmenin ne büyük felaketlere yol açtığını
görmüşler ve dış devletlerin oyununa gelerek yaptıklarından
pişman olmuşlardır. Sultan, Umumi Harbin sonlarına doğru ölünce;
yığın yığın halkın cenazedeki gözyaşları, senin kıymetini
bilemedik der gibiydi. Şair Süleyman Nazif:
- “Kaç zamandır gelmemişken yade
biz
- Padişahım hasret olduk eski
istibdada biz.”
- Diye üzüntüsünü belirtirken,
İttihatçıların içinde olan Şair Rıza Tevfik de, II. Abdülhamit
Han için itirafını şöyle dile getiriyordu:
- “Tarihler adını andığı zaman,
- Sana hak verecek ey koca Sultan!
- Bizdik utanmadan iftira atan,
- Asrın en siyasi padişahına!
- Divane sen değil meğer bizmişiz;
- Sade deli değil edepsizmişiz
- Tükürdük atalar kıblegahına!
- Sadece atalar kıblegahına
tükürseler iyi, ittihatçılar ( Enver-Talat-Cemal üçlüsü) ve
avenesi koca bir devletin de idam fermanını imzaladılar.
- Almanlara figüranlık ettiklerini
anladıklarında artık çok geç olmuştu. İşte bu Batı anlayışı.
Kendi menfaati için kullanır ve atar. Dün böyleydi. Bu gün de
böyledir.
-
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
23 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
- AŞK BAHÇESİNİN BÜLBÜLÜ
- Mevlana 17 Aralık 1273’de Büyük
Sevgili’ye kavuştu.Bu geceye Şeb-i Arus (Düğün-Vuslat Gecesi)
deniyor.Mevlana’ya mensup olup yolundan gidenler de Mevlevi diye
anılıyor.Nef’i,Şeyh Galip gibi şairler,Itri ve İsmail Dede
Efendi gibi meşhur besteciler Mevlevi’dir.Sonraları şehirlerin
en işlek yerlerinde Mevlevihaneler kurulmuştur. Sema denilen
mistik bir raks ile ney, kudüm ve rübap çalgılarından oluşan
musiki, Mevleviliğin en önemli özelliklerinden biridir.
- Bizim tarihi zenginliğimiz kadar
kültürel zenginliğimiz de dünyaca bilinmektedir. Ama ne yazık
ki, Şair’in: “Ol mahiler ki derya içredür deryayı bilmezler”
dediği gibi,bizi biz yapan dinamikleri ve kültürümüzün üstün
şahsiyetlerini gereği gibi tanımamakta ve
tanıtamamaktayız.Mevlana hakkında yabancıların bizden fazla
bilgiye sahip olduklarını yapılan bir anketten öğrendik.Yüz
Konyalıdan ,91’i O’nun nerede doğduğunu,78’i bu yılın kaçıncı
vuslat gecesi yıldönümü olduğunu ,59’u en önemli eserinin ne
olduğunu bilmiyor.
- “Hamdım, piştim, yandım.”diyerek
insani değerler idealini ruhunda ve çevresinde gerçekleştiren
Mevlana, kendi çağını ilmi ve nuruyla aydınlattığı gibi, bütün
çağlara da hoşgörü ve sevgi ilkelerini armağan etmiştir. O,
insanları sırf insan oldukları için sevmiş ve saygıdeğer
bulmuştur. Yer yer devlet adamlarını dahi ikaz etmekten
çekinmemiştir. Nitekim Selçuklu Sultanı II. İzzettin Keykavus
huzuruna gelip öğüt isteyince şöyle diyecektir:“Ne diyeyim sana,
çoban ol demişler kurt oluyorsun. Bekçilik et demişler,
hırsızlığa kalkıyorsun. Rahman seni Padişah yapmış, sen
tutuyorsun şeytana uyuyorsun.”
- Mevlana, bir gün yolda yürürken
kavga edenlere rastlar ve biri diğerine:“Bana bir söyle benden
bin işitirsin.”deyince, hemen yanına yaklaşır ve:“Ne
söyleyeceksen bana söyle. Benden bir bile işitemezsin.”diyerek
onları sakinleştirip kucaklaştırır. Oğlu Sultan Veled’e:
- “Oğlum, eğer düşmanını, düşmanının da seni
sevmesini istiyorsan,40 gün hayrını ve iyiliğini
söyle,göreceksin ki o düşman ,senin en yakın dostun
olacaktır.Çünkü gönülden dile,dilden gönüle yol vardır.”tarzında
yaptığı tavsiyelerle onu,dolayısıyla tüm insanlığı sevgi ve
dostluğa yönlendirir.
- “Kusursuz dost arayan dostsuz
kalır.”diyerek insanları hoşgörüye davet eden Mevlana’ya ve onun
fikirlerine, bu gün insanlık her zamankinden daha fazla
muhtaçtır.Onun lakabı “ Vedud” tur ki,seven ve sevilen anlamına
gelir.O bütün insanları sevdiği için,800 yıldır da sevilmektedir
ve hep sevilecektir.Biz de :“Sev,sevdir,sevindir.”ilkesinden
hareketle ,bu büyük insanı, rahmet ve minnetle anarken, şu altın
sözlerini de bir kez daha hatırlayalım:
- “Şefkat ve merhamette güneş gibi
ol.
- Tevazuda toprak gibi ol.
- Hiddet ve asabiyette ölü gibi
ol.
- Cömertlikte akarsu gibi ol.
- Hoş görürlülükte deniz gibi ol.
- Olduğun gibi görün, göründüğün
gibi ol.”
-
-
-
-
-
-
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
24 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
- ÖSS ÇIKMAZI
- Merhum ve meşhur valimiz R.Yazıcıoğlu
mezar taşıma şöyle yazın demişti:”Adam gibi bir memlekette
yaşayamadan gitti.” Gerçekten bizim diyarda yaşayıp da strese
girmemek için gözün görmeyecek kardeşim, kulağın duymayacak,
kafan da çalışmayacak. Yoksa aklın, mantığın, izan ve insafın
yanına, yöresine uğramadığı olaylar zincirinin halkaları
arasında her an can çekişme kaçınılmazdır.
- Küçük oğlum geçtiğimiz yıl OKS
sınavlarına hazırlandı. Ona dedim ki:”Bu yıl sıkı çalış Fen
Lisesini kazan. Gelecek yıl ve bir sonraki yıl dinlenirsin. Son
iki sene de ÖSS’ye hazırlanırsın.”Çocuk o ümitle derece yaptı ve
Fen Lisesini kazandı. Ancak bu yıl dershane dedi ki: ”Kesinlikle
bu mantıkla olmaz. Yarıştan kopmamak gerekir.” Haydi bakalım bu
yıl da dershaneye başladı ve ÖSS maratonuna girdi. Üstelik
gelecek yılki dershane sınavlarına da girerek bu yıldan gelecek
yılın kaydı yapıldı. Şimdi çocuk haklı olarak diyor ki:”Yahu
baba, bana yalan söyledin. Hani ben iki yıl dinlenecektim.
Çocukluğumu yaşayamıyorum. İlkokul 4. sınıftan itibaren OKS’ye
koştum. Ardından 4 yıl da ÖSS’ye koşacağım. Bu ne biçim bir
iştir? Ben bu dünyaya koşmaya mı geldim? Bu mantığa, bu sınav
sistemine itiraz ve isyan ediyorum.
- ”Allah aşkına çocuklarımızın bu
sitemine :”Haklısınız. Bizim size yaptığımız bu zulmü yeryüzünde
hiçbir düşman yapamaz” demekten başka ne denebilir ki?
- Dünyada çok daha makul ve
mantıklı sınav sistemleri varken böylesi genç dimağları yanlış
bir sisteme kurban edenler ve potansiyel bir neslin bütün
enerjisini heba edip onların adeta bir robot hale gelmesine
müsaade edenler, acaba diyorum yeryüzünde hiçbir düşmanın
dışında daha başkaları mıdır?
- Geçtiğimiz günlerde Einstein’ın
zeka testinden 200 puan üzerinden 199, 37, Picasso testinden de
360 üzerinden 357 alan ve dünyanın en genç profesörü unvanına
sahip olan, üstelikte tam 7 dil bilen bayan Nadia Camukova,
Moskova Beyin araştırmaları Enstitüsü tarafından dünyanın en
zeki insanı ilan edildi. İşte dünyanın bu en zeki insanı da
bizim ÖSS sınavlarına isyan ve itiraz ederek, ”Türkiye’de
Üniversiteye girmeye kalksam, ÖSS’yi ben de kazanamam.”dedi.
Peki ben de bu noktada diyorum ki:”600 bin öğretmeni OKS
sınavına soksak acaba kaçı kazanır? Ya da başta YOK başkanı
olmak üzere üyelerini, rektörleri, dekanları ve tüm profesörleri
ÖSS sınavına soksak, ortaya acaba nasıl bir garabet çıkar?
- ”Bir insanın hayatını 3 saate sığdırmanın yanlış olduğunu,
Türkiye’deki üstün potansiyelli insan özelliğinin dünyanın
hiçbir yerinde olmadığını, Türkiye’nin dâhilerinin yabancı
ülkeler tarafından bilinçli olarak yok edildiğini ve Türkiye’de
bulunan 70 dâhiden en az 60’ının normalleştirilerek
çürütüldüğünü” belirten Prof. Nadia, bizim önemli ve temel bir
yaramıza parmak basarak. Şüphelerimizi doğruluyor adeta. Bu
çıkmazda velilerimizin dişinden tırnağından biriktirdiği
milyarlarca parayı yıllar boyunca dershanelere akıtmaları
nedendir? Hem okullar varken bu dershaneler de neyin nesidir?
Yoksa bu devleşen sektörün kaymağını yiyenler mi bu yanlışın
devamından yana? Bu paraların sadece % 10’u okullara aksa
eğitimin kalitesi bakın nasıl değişir.
- Bu gün, bu Yüksek öğretim ve
ÖSS çıkmazını aşalım diyen her görüşe, yanlışta israr eden en
başta YÖK karşı çıkıyor.Ve ben bu güne kadar YÖK dendiğinde
yüzünü ekşitmeyen ve memnuniyetsizliğini izhar etmeyen bir tek
insana rastlamadım.O halde YÖK değiştirilemez bir nass mıdır?
Ya da kimdir % 100’e yakın insanımızın karşı çıktığı bu sınav
sistemini savunan ve koruyanlar? Ben Üniversite’yi 3 yıl
YÖK’süz, bir yıl da YÖK’lü okudum. Nerden bilebilirdim ki,
YÖK’ün doğuşunda desteklediğimiz, fakat çeyrek asır sonra
toplumda halka rağmen bu hale geleceğini. Hem acaba niye bu
konuda bir refarundum yapılmaz ki? Madem demokrasilerde halkın
dediği olursa!
- Bütün bunlara hallerine çok
acıdığım öğrencilerim isyan ediyor. Velilerim karşı çıkıyor.
Çocuklarım itiraz ediyor. Arkadaşlarım sitem ediyor. Ben de
bütün bu duygu ve düşüncelere tercüman olarak bunları yazıyorum.
- Allah aşkına bütün bu olanlara
akıl erdiren birisi varsa bize izah etsin de biz de anlayalım.
Yoksa geleceğimizin teminatı olan neslimiz köreltiliyor ve
kumara verircesine harcanıyor. Bu çocuklar ÖSS sınavına
harcadıkları enerjiyi bilime, kültüre ve sanata kanalize
etseler, bakın ne dahiler ortaya çıkacak ve ülkemizin önüne nice
aydınlık ufuklar açılacaktır.
- Değilse dua ediyorum: ”Allah’ım! Sen benim aklımı muhafaza
eyle!
-
-
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
25 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
- YAZARLAR MI KİTAPLAR MI?
- Yazarları mı kitapları
hatırlatıyor, yoksa kitaplar mı yazarları? Sorusu gündeme gelse
acaba ne cevap veririz! İlk akla gelen şey, ikisi de birbirini
hatırlatır olur her halde. Çoğu yazar onlarca kitabı arasından,
tanınmış ve tutulmuş biriyle isim yapar genelde.
- Çünkü Kaşgarlı Mahmut deyince
hemen, kitabı “Divan ü lügati’t-Türk” akla gelir. Yusuf Has
Hacip ismi ,“Kutat Gu Bilig” i çağrıştırır. Firdevsi’den söz
edildiğinde, şaheseri “Şehname”sanki yüzümüze güler.
- Yunus’tan dem vursak “Divanı “
nı hatırlarız. Mevlana ile “Mesnevi” si kol kola yürür. Sadi’nin
adı geçse, hemen “Gülistan” canlanır hafızamızda. Fuzuli,“Su
Kasidesi”yle öyle yücelir ki, yürürken yıldızlar takılır
ayaklarına. Evliya Çelebi, seyahatnamesiyle özdeşleşmiştir.
Katip Çelebi desek, sayıveririz kitaplarını bir çırpıda. İbni
Sina’yı yad etsek , “El-Kanun”un Avrupa’yı aydınlattığını görür
gibi oluruz. Gazali’yi zikretsek, “İhya”sının dünyayı ihata
ettiğini temaşa ederiz. Mehmet Akif ‘le “Safahat”ı ikiz kardeş
gibidir Asım Köksal’ın, “İslam Tarihi”nde Asr-ı Saadet’in
muştusunu duyar gibi oluruz. Cemil Meriç adı; “Bu Ülke”ile
zirveleşmiştir. Arif Nihat Asya,“Bayrak”la pervaz etmiştir mavi
göklere . Yaşar Kemal’in “İnce Memed”ini kundaktaki çocuk dahi
bilir. Ali Fuat Başgil,”Gençlerle Başbaşa”sında, ebedileşmiş ve
abideleşmiştir. Necip Fazıl ismi,”Sakarya” ile
kucaklaşmış,”Çile” ile ölümsüzleşmiştir. Şair Yılmaz
Güney,”Sonsuz Bekleyişi”yle taht kurmuştur gönüllere. Cahit
Sıtkı,“35 yaş”ıyla oturmuştur edebiyatımızın zirvelerine. Necati
Cerrah’ın “Güle Hasret”i duygulandırıp, kanatlandırır ve boğar
sizi gözyaşlarına. Oktay Sinanoğlu’nun “Hedef Türkiye”si sizi,
rihteri yüksek bir depremle sarsar. Ahmet Kabaklı, “Temellerin
Duruşması”yla şahikalarda taçlanmıştır.
- Geçtiğimiz Mart ayında TV deki
bir sobet esnasında, sunucu bana: “Hocam! Sizin isminizi,
cisminizi, resminizi ne zaman ve nerede, görsem Çanakkale’yi
görür gibi oluyorum.” diye açış yapmıştı. Bu yaklaşımı, bana
seslendirenlerin çokluğundan tahmin ediyorum ki, demek ki biz de
okuyucu üzerinde, “Destanlaşan Çanakkale” ile iz bırakmışız.
- Ne mutlu o kişiye ki, kitaplarla
yakın dostluklar kurma bahtiyarlığına ulaşmıştır.
-
-
-
-
-
-
-
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
26 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
- YORUMA AÇIK BİR SOHBET
- Bugün, sizlerle biraz güldüren,
biraz da düşündüren ve dahi yoruma açık olan bir sohbeti uygun
bulduk. Efendim Ömer Hayyam bir rubâi ustasıdır. Ömrü boyunca
170 rubâi yazdı ve hemen hepsi de batı dillerine tercüme edildi.
O, rubâilerinde, zamanın yanlış ve köhne inanışlarını işler ve
eleştirel bir dille yaşamı sorgulardı.
- “Gökyüzünde bir öküz var ki adı Ülker’dir, Başka
bir öküz de yerin altında saklıdır. Sen ey zeka, gözünü aç da bu
iki öküzün, Arasında ne kadar eşek bulunduğunu gör.”
- Diyen Hayyam, başka bir
rubâisinde de garip manzaranın resmini şöyle çizmişti:
- “ Bir elde kadeh, bir elde
Kur’an, Bir helaldir işimiz, bir haram
- Şu yarım yamalak dünya’da,
- Ne tam kâfiriz, ne Müslüman”…
- Namık Kemal, II. Abdulhamid'i
tahtından indirme suçlamasıyla mahkemeye verilmişti. Kızı:
“Babacığım Sultandan korkmuyor musun?” deyince, kızına şu
manidar cevabı verdi:
- "- Kızım! Abdülhamit söylendiği gibi kötü bir
adam değildir. Hem sonra bir hakim vardır ki, yarın o en büyük
hâkim olan Allah'ın huzurunda ben de Abdülhamid de varıp hesap
vereceğiz. Ben asıl o hâkimden korkarım"…
- Cenazenin kulağına ne söylediğini soranlara,
Bekri Mustafa şu yoruma açık cevabı veriyordu:
- “-Cenazeye dedim ki, öbür dünyaya vardığında
sana dünyada ne var ne yok diye sorarlarsa de ki, Bekri Mustafa
Sultanahmet Camiine imam olmuş gerisini siz düşünün”…
- İspanya Kralı II. Filip, sarayının baş seyisini çağırdı ve
büyük meblağda bir parayı vererek: "Git Drahistandan bana iyi
cins bir Arap atı getir" dedi.
- Sarayın soytarısı ise, elindeki deftere aptal
işler yapanların isimlerini kaydederdi. Bu olaya şahit olunca,
Kralın ismini de deftere kaydetti. Kral defteri görünce bunu
niye yaptığını sordu. O da: “ Siz bu kadar parayı ona teslim
edince, yaptım” dedi. O zaman Kral:
- "Peki ya seyis geri dönerse, o zaman ne
yapacaksın" diye sorunca, soytarı da yoruma açık şu cevabı
verdi:
- "O defterden sizin adınızı silip
onun adını yazacağım efendim"…
- Enderun’da Tifli lakablı bir zât
vardı.
- Bir gece sarhoş olmuş ve
Karacaahmet mezarlığına giderek, bir süre önce ölen arkadaşının
başında nara atmış ve kahkalarla gülmeye başlamıştı ki, subaşı
kendisini yakalayıp karakola götürdü.
- “Ne yapıyordun?” sorusunu: "-Arkadaşıma üç
ihlas bir fatiha okuyordum komiserim." Diye cevapladı. Komiser:
“Ulan nara atarak ve kahkahayla fatiha okunduğu nerde
görülmüştür?" deyince, Tifli’nin verdiği cevap da gerçekten tam
yoruma açık bir cevap oldu ve :
- "Komiserim sen bilmezsin, orada yatan ancak
bundan anlar"dedi…
- Meşhur İtalyan Şairi Alfieri’ye sormuşlar :“
- -Siz eskiden demokrattınız. Sonra birden bire
aristokrat oldunuz. Böyle nasıl değişiverdiniz.” O da demiş ki :
- “ – Eskiden büyükleri gördüğüm için demokrat
olmuştum. Şimdi küçükleri gördüğüm için aristokrat oldum.”…
- Abdülhak Nasuhi Bey, gençliğinde Tahran elçisi
bulunan babasının onu Tahran’a çağırması, annesinin de
göndermemesi üzerine iki ara bir derede kalmış ve yoruma açık şu
nükteyi söylemişti:
- “ Bir taraftan babam kılar davet, Bir taraftan
anam komaz gideyim, Söyle Ya Rabbi ! Şimdi ben ne halt edeyim?”
- Dalgalar azdıkça azıyordu. Kaptan tayfalara, ula uşaklar
şunu ceturun bunu ceturun diye emirler yağdırırken,Tayfalar
başka ne getirelim dediler. Kaptan, bir kuduran denize baktı,
bir de can korkusundan sararan tayfaların yüzüne baktı ve yoruma
açık olarak şöyle seslendi.
- “ – Ula uşaklar bari Kelime-i Şahadet ceturun
da” Bir başka sohbette buluşmak ümidiyle dileğim Yüce Mevla’dan,
her geceniz KADİR, her gününüz BAYRAM olsun.
- Kalın sağlıcakla…
-
-
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
27 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
- FİLİSTİN SORUNUNUN İÇ YÜZÜ
- “Yahudi devleti” adlı bir kitap
yazan Avusturyalı gazeteci Yahudi Teodor Hertzel 1892 yılında
İsviçre’nin Bazel kentinde ilk Siyonist Kongresini toplamış ve
dünyanın en zenginlerinden biri olan Yahudi Roçilt’in de
desteğini almıştı. Fikir platformundaki bu oluşumun hedef haline
gelişi, ilk örgütlü Siyonizm hareketinin 1897’de ortaya
çıkışıyladır.
- Artık bundan sonra Yahudilerin bir devlete kavuşma
isteklerinin dile getirildiği görülmektedir. Yer olarak da önce
Uganda düşünülmüş, sonra Filistin’de karar kılınmıştı.
- Siyonizm ise, 1897 Basel
Konferansı'yla teşkilatlanmaya başlayan bir ideolojik oluşumdu.
Bu oluşum, adını Kudüs yakınlarındaki Sion dağından alan, dağın
ve çevresindeki (Arz-ı Mevud) vaat edilmiş topraklarda büyük
İsrail’i kurma idealinin siyasal ve ideolojik hareketiydi. Bu
hareketin, fikir ve eylem bazında başını ise Teodor Hertzl
çekmişti.
- Merkez olarak seçtikleri yer
Osmanlı toprağı olduğu için, elde etmek için de başvurulacak ve
görüşülecek adres elbette ki Osmanlı hükümdarı Sultan II.
Abdülhamid’di.
- Bu görüşmeye ve ardından Yahudilerin teklifleri ile
Sultan’ın tepkisinin ne olduğuna değineceğiz. Ancak yıllar var
ki, Filistin sorunu sürer gider. Çünkü Siyonizm, dünyanın büyük
bir problemidir. Peki, bu problem nasıl ortaya çıktı ve gelişti?
Bu sorunun kısa bir fotoğrafını çekelim istedik ki, Sultan II.
Abdülhamid’in bu konudaki politikasını daha iyi anlayalım.
- Bu gün dünya gündeminin ilk
sıralarında yer alan Filistin’in önemi tarihteki statüsünden
gelmektedir. Çünkü semavi dinlerin tamamında özel bir yere sahip
olan Filistin (Kudüs), bazı peygamberlerin yaşadığı ve Allah’ın
topraklarını kutsal kıldığını bildirdiği bir bölgedir. Bölge,
Bizans’ın elindeyken, İslamlar tarafından 7. asrın ilk yarısında
ve Hz. Ömer zamanında fethedilir. Yahudiler ve Hristiyanların
karma yaşadığı bir yerdi Kudüs. Bu fetihten sonra İslamların
dahil olmasıyla, üç dinin mensuplarının ortak ve kutsal şehri
hüviyetini kazandı. Aslında Hz. Ömer’in o engin hoşgörüsü
olmasaydı Yahudi ve Hristiyanlar Kudüs’te kalamayacaklardı.
Şehir İslamların olacaktı. Fakat İslam’ın hoşgörü çerçevesinde
üç dinin mensuplarının da tam bir güven ve din hürriyeti içinde
yaşamaları maksadıyla, Hz. Ömer’in bir eman vermesi, bu gün dahi
özlenen ideal davranışın en güzel örneğiydi.
- Haçlı seferlerinde Kudüs,
Hristiyanların eline geçince, korkunç bir katliama sahne olmuş
ve 70 bin Müslüman kılıçtan geçirilmişti. Kudüs sokaklarında
akan Müslüman kanının, Hristiyanların atlarının dizlerine kadar
ulaştığına tarih şahit olmuştur. Selahattin Eyyubi’nin II. defa
Kudüs’ü fetih etmesiyle tekrar bölgeye Müslümanlar hâkim olur.
Başka devletlerarasında birkaç kez el değiştiren Filistin
bölgesi, 1516’da Yavuz’un Memluk seferiyle Osmanlıya geçer. Ve
ilk defa Yavuz, Filistin’e Yahudi göçünü engeller. Artık bölge
1917’ye kadar Osmanlı’da kalacaktır.
- Yahudilerin Filistin ‘de mülk
edinmesi, esas itibarı ile Kanuni döneminde başlar. Çünkü Yahudi
Yusuf Nassi Kanuni’nin yakın dostluğunu kazanmıştır. Kanuni de
dostuna Taberiye Gölü çevresinde genişçe bir arazi bağışlar.
Kanuni nereden bilebilirdi ki, dünyanın en büyük fitnesinin ve
belasının tohumlarını buraya ektiğini. İşte Ortadoğu’nun
çıbanbaşı İsrail’in Filistin’de toprak edinmesinin nüvesi bu
şekilde oluşur. Ancak 1918’e kadar Yahudiler, Kanuni’den elde
ettikleri araziyi üs olarak kullanıp, ancak 650 bin dönümlük bir
arazi elde edebilmişlerdi. İsrail’in temel taşı Kibuts denilen
çiftliklerdir. Bu toprakların bir kısmını, yaklaşık 2 bin 600
dönüm araziyi, Sultan Abdülaziz bağışlamıştır. Amaç biraz da
Ziraat Okulu yapılması içindi. Ama Yahudiler bu katkıyı, ileride
İsrail devletine giden yolda mihenk taşı olarak kullanacaklardı.
Arazilerin önemli bir kısmı da İttihatçıların Yahudilere
kolaylık sağlaması neticesinde kazanılmıştı.
- Yahudilere gelince, nemenem bir
kavimdir ki bunlar, hangi taşı kaldırsan altından çıkmakta ve
dünyayı kana boyamaktadırlar. Hz. İbrahim Peygamber’in oğlu olan
İshak’ın soyundan gelenlere İsrail oğulları (Yahudiler) deniyor.
Hz. Musa’yı dinlemeyip buzağıya tapıyorlar, haşa pazarlık edip
gökten kudret helvası ve bıldırcın eti istiyorlar. Hz. Şuayp,
Hz. Zekeriya ve Hz. İsa’yı öldürüyorlar. Hz. Muhammed (SAV)’e
inanmıyorlar. Bunlar hakkında Kur’an da pek çok ayet bulunuyor.
Birinde de: ”Yahudiler Peygamberlerle alay ederek kalplerimiz
perdelidir dediler. Hayır, küfür ve isyanları sebebiyle Allah
onlara lanet etmiştir” deniliyor. (1)
- Yahudiler var olduklarından bu
yana yeryüzünde, hep problemli bir toplum olmuşlar ve olmaya da
devam etmektedirler. Kur’an ın ifadesiyle lanetli bir toplum.
Ağlama duvarında birkaç damla gözyaşı dökmekle bunların
günahları affedilecek gibi değildir. Topu bir araya gelip,
sellerce gözyaşı akıtsalar, insanlığın vicdanındaki sadece son
Lübnan katliamlarını dahi af ettiremezler.
- Allah katındaki suç ve
günahlarını bilemeyiz elbette Allah’u âlem. Ama bunların ne
Allah korkuları var, ne de insandan utanmaları. Dünya siyaseti
ve ekonomisine hâkimdirler. Biri yüksek sesle: “Dünya işlerini
bağlayan ipin ucu George W. Bush’un elinde değil, Bush’u
bağlayan ipin ucu Yahudilerin elindedir” diyordu. Hani haksız da
sayılmazdı yani. Tarihte Hz. Davut ve Hz. Süleyman devirlerinde
parlak bir dönem yaşanıyor. “İnançlarına göre Hz. Süleyman bütün
tapınakları kapatarak, tek ibadethane olan Kudüs’teki Tanrı’nın
oturduğu yer anlamına gelen Yerüşalim’i yaptırdı. Buna Süleyman
tapınağı da deniyor. Bu ibadethanenin günümüzde sadece batı
duvarı kalmıştır. Museviler bu duvarın önünde üzüntülerini
belirtmek üzere ağladıklarından buraya “ağlama duvarı” denir.
Tapınak alanının diğer kısmına ise Ömer Camii (Kubbetü’s-Sahra)
yapılmıştır.” (2) Asurlular Yahudilerin tapınaklarını yıkıp,
kendilerini Asur’a sürgüne götürdüler. Bir zaman sonra geri
dönen Yahudilere, bu defa da Babiller aynı muameleyi yaptılar.
Uzunca bir zaman sonra yine dönüp mabetlerini yenilediler. Bu
kez de Romalılar bölgeyi ele geçirip, hem mabetlerini yıktılar,
hem de Filistin bölgesinde ne kadar Yahudi varsa topunu birden
Filistin’den çıkarıp sürdüler. Onlar da bir daha Filistin’e
dönemediler.
- Bu gün dünyanın her tarafında
dağınık olarak bulunan Yahudi nüfus, işte bu keyfiyetin bir
sonucudur. Bir kısmı 1948’de İsrail işgal devleti kurulunca
bölgeye döndüler. Tabi bu arada Avrupa’da Yahudiler yüzyıllar
boyu aşağılanıp horlandılar. Hatta 1492’de İspanya’da katliama
tabi tutulduklarında biz kendilerine kucak açıp bağrımıza bastık
ve topraklarımıza yerleştirdik. Rusya’nın zulmünden kaçan Kırım
Yahudilerine biz sahip çıktık. Hatta bu Yahudiler, diğer
ırkdaşlarına mektuplar yazarak Osmanlı idaresindeki rahat ve
huzura onları da davet ediyorlardı. Ah nereden bilebilirdi
Osmanlı, sizin cemaziyelahirinizin ihanet olacağını! Yoksa
besler miydi kargayı, yahut yılanı böyle koynunda.
- Görüşme arzularını birkaç kez
geri çeviren II. Abdülhamid, nihayet, 1902’de bir Yahudi
heyetini kabul etmiştir. Teodor Hertzl ile Haham Başının da
bulunduğu Yahudi heyeti, Tahsin Paşa yoluyla padişaha, Kudüs’ü
ziyaret etmelerine izin verilmesi ve Filistinde bir kanton
kurmalarına imkân tanınmasına karşılık şunları taahhüt
etmişlerdi:
- 1.Osmanlı devletinin otuz üç
milyon İngiliz altınına ulaşan borçlarının tamamını ödemeyi,
- 2.İmparatorluğu korumak için 120
milyon altın frank’a mal olacak deniz filosu yaptırmayı,
- 3.Devletin mali durumunu
canlandırmak için otuz beş milyon altın lira faizsiz borç
vermeyi.
- Bu teklifler karşısında
sinirlenen II. Abdülhamid, Mabeyn Başkâtibi Tahsin Paşa’ya:
"Tahsin! Onlara de ki: Devletin borçları onun için bir ayıp
değildir. Çünkü Fransa gibi başka devletlerin de borçları vardır
ve borçları onlara zarar vermemektedir. Kudüs-i Şerif'i İslam'a
ilk önce Hz. Ömer (R.A.) fethetmiştir. Burayı Yahudilere satma
kara lekesini ve Müslümanların korumam için bana tevdi ettikleri
emanete ihanet etme suçunu yüklenemem.
- Eğer Bay Hertzl, senin benim arkadaşım olduğun gibi
arkadaşın ise ona söyle bu meselede ikinci bir adım atmasın. Ben
bir karış dahi olsa toprak satamam. Zira bu vatan bana değil
milletime aittir. Milletim bu imparatorluğu kanlarını dökerek
kazanmış ve yine kanlarıyla mahsuldar kılmışlardır. O bizden
ayrılıp uzaklaşmadan tekrar kanlarımızla örteriz. Benim Suriye
ve Filistin alaylarımın efradı birer birer Plevne'de şehit
düşmüşlerdir. Bir tanesi dahi geri dönmemek üzere muharebe
meydanında kalmışlardır. Türk imparatorluğu bana ait değildir.
Türk milletinindir. Ben onun hiçbir parçasını veremem. Bırakalım
Yahudiler milyarlarını saklasınlar. Benim imparatorluğum
parçalandığı zaman onlar Filistin'i hiç karşılıksız ele
geçirebilirler. Fakat yalnız bizim cesetlerimiz taksim
edilebilir. Ben canlı bir beden üzerinde otopsi yapılmasına
müsaade edemem."
- Nitekim Teodor Hertzl de
anılarında Padişahın söylediklerini, farklı cümlelerle aynen
teyit eder. Bu girişimden ümidini kesen Hertzl şöyle diyecekti;
"Halen birtek plan aklıma geliyor, Sultan'a karşı kampanya
açmalı, bunun için de sürgün edilmiş prensler ve Jön Türklerle
temas kurmalı. Türkiye’ye mali ambargo uygulamalı. (sonra da)
Türkiye'nin dağılmasını beklemeliyiz."
- Yahudilerin Filistin deki süfli
emellerini anlayan II. Abdülhamid, Yahudi göçünü saltanatı
boyunca engelledi. Hatta ziyarete gidenlerin dahi pasaportlarına
gümrükte el koyup, dönüşte verdirdi. Yahudilere toprak
satışlarını da yasakladı. Siyonistler hangi kanaldan girseler,
II. Abdülhamid tarafından engelleniyorlardı. Hedeflerine ulaşmak
için önlerinde engel gördükleri II. Abdülhamid’i tahtından
indirme mücadelesi başlattılar. Evet, daha önce Ermenileri
karşısına alan Sultan, şimdi de Yahudileri karşısına almıştı.
Topraklarını satmak isteyen Filistinlilerin topraklarını şahsi
parasıyla II. Abdülhamid kendisi alarak, “Emlak-ı Şahane” haline
getirmiş, bu şekilde Filistin Çiflikat-i Şahanesi meydana
gelmişti. O bölgede Osmanlı nüfusunu artırma yoluna da giden II.
Abdülhamid, artık Ermeniler, Yahudiler ve onlarla kol kola
çalışan yerli İttihatçıların hedefindeki tek adamdı.1905 deki
bombalı saldırı, bu şer koalisyonunun başarısız bir
faaliyetiydi.
- Osmanlı Devletinden ümidi kesen
Yahudiler, İngiliz ve diğer Avrupa devletleriyle temasa geçmekte
gecikmediler. Osmanlı’yı parçalamak için aralarında anlaşan
Avrupa devletleri için de, bu durum iyi bir fırsattı.
Kullanmakta bir an olsun tereddüt etmediler. Çok geçmeden
İngiltere Hükümetinden Belfür Deklarasyonu geliyor ve şöyle
deniyordu: “Haşmetli İngiliz kraliyet hükümeti, Filistin'de
Yahudi halkı için milli bir devlet kurulmasını memnuniyetle
karşılıyor. Bu gayeye ulaşmayı kolaylaştırmak için en değerli
mesailerini harcayacaktır.” Nitekim 1918’de Şerif Hüseyin’in
yardımıyla İngilizler Filistin’i ele geçirdiler. Şerif Hüseyin
gibi Hicaz ileri gelenlerini II. Abdülhamid Şuray-ı Devlet
azalığı verip İstanbul’da gözaltında tutuyordu. Ama İttihatçılar
böyle ince siyasetten anlamadıkları için, idareyi alınca onu
serbest bırakıp Mekke Şerifi yaptılar. Filistin’e Yahudi göçünü
yasaklayan II. Abdülhamid’in bu yasağını kaldırıp, Yahudilerin
toprak alımını da serbest bıraktılar. Şerif Hüseyin ilk iş
olarak Osmanlı’ya isyan etmiş ve Filistin bölgesini İngilizlere
kazandırmak için onlarla ittifak yapmıştı. Daha sonra Suud
ailesi Hicazda idareyi ele geçirince, İngilizlerin desteğiyle
Şerif Hüseyin de bu günkü Ürdün krallığını kuracaktır.
- Filistin bölgesine yerleşen İngilizler, 1922 yılında bugünkü
Birleşmiş Milletlerin yerinde olan Milletler Cemiyeti’nden
Filistin’i himayelerine aldıklarını tescil ettirdiler. Artık
rahat rahat Yahudileri bu bölgeye toplama planlarına
başlayabilirlerdi. İngiliz oyunları tarihte pek meşhurdur. Bakın
Yahudilere Filistin’de toprak kazandırmak için İngilizler ne
gibi bir oyun oynamışlardır.
- İlk önce Filistinlilerin
ödeyemeyecekleri oranlarda çok fahiş vergiler koydular. Filistin
yerli halkı da vergisini ödeyemeyince, toprağına el koydular.
Sonra da bu toprakların büyük bir kısmını Yahudilere
bağışladılar. Bir kısmını da sembolik, çok cüzi fiyatlarla ve
paslaşarak yine Yahudilere sattılar. Yahudiler ise, dünya
kamuoyunu bu toprakları Filistinlilerden aldıklarına
inandırdılar. Hatta bizim kamuoyunu dahi.
- Pek çok Tarihçi de “Niçin topraklarınızı Yahudilere
sattınız?” diyerek kabahati masum Filistinlilerde buluyordu. Bir
miktar toprağı bu şekilde Filistinliler de satmıştırdı. Ama bu
devede kulak mesabesindeydi. (Binde 9 gibi falan). Esas
toprakların büyük bölümünün satılması, İngilizler tarafından
yukarıda anlatıldığı gibi, bir de ihanet içinde olan emlakçılar
kanalıyla yapılmıştır.
- Siyonistler, toprak alımı
konusunda hain emlakçıları aracı yapmışlardı. Emlakçılar
kendileri değerin üzerinde toprağı Filistinliden alıp, daha
yüksek değerle Yahudilere satıyorlardı. Filistinli toprak
sahibi: “Yahudi’ye satışına rızam yok” şartına rağmen, emlakçı
araya başka şahısları koyarak ve kitabına uydurarak toprağı
Yahudice satıyordu. İş işten geçtikten sonra bu emlakçılar fark
edilmiş bir kısmı cezalandırılmış, bir kısmı da ülke dışına
kaçmıştı. Bütün bu katakullilere rağmen 1948’de işgalci İsrail
Devleti kurulduğun da Yahudilerin tapulu toprağı 2 milyon dönüm
dolaylarındaydı ki, tüm Filistin’in % 7 si demekti. Daha önce
belirttiğimiz gibi, bu miktarın 650 bin dönümü Osmanlı zamanında
alınmıştı.
- Her nasılsa bu zamana kadar toprak edinmenin bir kuralı,
şartı, şurtu varken, 1948’ den sonra Yahudilerin toprak edinmesi
tamamen gaspa, cinayete, savaşa ve zorbalığa dayalı olarak
gerçekleşmiştir. Bütün dünya da maalesef bu duruma seyirci
kalmıştır. Ancak dünyadan önce Filistinlileri satan hain ve
işbirlikçi Arap yönetimleridir.
- 1967 savaşında yaklaşık 2
milyonluk İsrail, bütün bir Arap dünyasına meydan okuyarak ve
çoğuyla aynı anda savaşarak, nasıl olup da Gazze’yi ve Sina
Yarımadasını Mısır’dan, Doğu Kudüs’ü Ürdün’den, Golan Tepelerini
Suriye’den alabilmiştir? Bu soru halen bu gün cevap
beklemektedir. 1933 lerde bütün teşviklere rağmen, 200 bin
Yahudi Filistin’e gelmişken, bu tarihten sonra esen Nazi
fırtınası dolayısıyla göç bilinçli olarak hızlandırılmıştır.
Hitler’in çok yakın çevresinde Yahudiler de bulunduğuna göre,
öyle abartıldığı gibi Yahudi katliamı pek mantıklı
gözükmemektedir. Hatta Hitler’in Siyonistlerle göç konusunda
anlaştığı da söylenmektedir. Bu şekilde bazı Yahudilerin
öldürüldüğü, diğerlerine de gözdağı verildiği, böylece 600 bin
civarında Yahudi’nin Filistin’e göç ettiği belirtilmektedir.
- Bir deyim haline gelen “Yahudi
yaygarası” “Yahudi pazarlığı” gibi kavramları biliyoruz.
Dolayısıyla dünyada kendilerini acınacak bir durumda göstermek
için 6 milyon Yahudi’nin Naziler tarafından öldürüldüğü yalanını
rahatlıkla pazarlayabilmekte, bunları örnek alan Ermeniler de,
Osmanlıda bütün nüfusları 1 milyon 295 bin olduğu halde, 1,5
milyon Ermeni’yi soykırıma tabi tuttuğumuz yalanını
söyleyebilmektedirler. Şayet böyle bir durum olsa bu, 300
kişilik tam 5 bin toplu mezar demektir. Bunun mümkünü var mıdır?
Ya da nerede bu toplu mezarlar diye sormak gerekir?
- Filistin’de, İngilizlerin
bölgeye hâkim olmasıyla başlayan terörizm 1948’e kadar
sürmüştür. Filistin’de köyler basılmış çoluk çocuk demeden masum
insanlar öldürülmüş, bazen köyler dahi haritadan silinecek
boyutlarda terör olayları yaşanmıştır. İşte bu terörist
grupların başındakiler İsrail kurulunca, devletin en üst
seviyelerinde görev almışlar, o günden bu yana da Başbakan
Tayyip Erdoğan’ın ifadesiyle, devlet terörü yapmaktadırlar. Bu
bağlamda ilk İsrail Başbakanı Ben Gurion’un, II. Abdülhamid
döneminde İstanbul Hukuk Fakültesi'nde okuduğunu ve
İttihatçılarla beraber çalışmış biri olduğuna dikkat çekmek
isterim. BM bu yeni Yahudi devletini İngiliz ve Amerikan
etkisiyle tanırken, ne gariptir ki, onu ilk tanıyan ülkelerden
birisi de Türkiye olmuştur. Şimdi her İsrail saldırısında başta
Amerika ve İngiltere olmak üzere dünya İsrail’in arkasında yer
almakta, bütün bir Arap ve İslam dünyası da seyirci konumunda
kalmakta, ellerinde petrol gibi bir silah olmasına rağmen, ne
yazık ki, Arap yönetimlerinin Filistin davasında samimi
olmadıkları çok net bir şekilde anlaşılmaktadır.
- Bu arada İngilizlerin, I. Dünya
savaşı esnasında, Osmanlı toprakları olan yerlere hâkim olmaları
sırasında, Filistinlilerin de dâhil olduğu Araplar, Osmanlı’ya
ihanet edip İngilizlerle işbirliği yaptıkları için, kıyamete
kadar bu bölgeye barış gelmeyecektir görüşü de yaygındır.
- Sultan II. Abdülhamid’in bir
karış Filistin toprağı dahi vermemek pahasına, her şeyi, bu
arada canını, tahtını dahi feda etmeyi göze aldığı halde ve göze
aldığı şeyler başına gelmesine rağmen, bu fedakârlıklara
katlanırken, İttihatçıların bu hassasiyeti göstermemelerinin,
bölge halkının da ihanetinin, hesabı burada olmasa da mahşerde
sorulmaz mı? Kendisine velilik atfedilen Sultan II.
Abdülhamid’in ahı, acaba bölge insanını yakmaz mı?
- Yoksa Sultan II. Abdülhamid
bilmez miydi Yahudilerin o cazip tekliflerini kabul edip,
tahtını ve tacını sağlamlaştırmayı ve eğer Sultan bunları kabul
etseydi, böylece borçları ödenmiş ve donanması dört dörtlük
olmuş, üstelik de 35 milyon faizsiz kredi eline geçirmiş bir
Osmanlı’yı kimse tutabilir miydi? Bu güçle ve başında da II.
Abdülhamid gibi bir hükümdarla temsil edilen Osmanlı’nın, I.
Dünya savaşında etkin bir rol oynayıp savaşın seyrini istediği
tarafa çevirebileceği muhakkaktı. Böylece, masaya galip oturarak
kaybettiği eski topraklarını geri alması hiçten bile değildi.
Sultan II. Abdülhamid bütün bunları elinin tersiyle itmişti.
Böyle olsun için mi yapmıştı bunu acaba? Elbette hayır. O halde
Sultan Hamid’e ve Osmanlı’ya ihanet eden kim olursa olsun, onun
ahından kurtulması mümkün olmayacağı pek tabiidir. Nitekim şu
beddua aynen Sultan’ın kendisine aittir: "Allah bu hallere sebeb
olanları kahhâr ismiyle kahretsin.”
- Acaba Sultan II. Abdülhamid’i
tahttan indiren Meclis’e baskı yapan paşalardan, Mahmut Şefket
Paşa’nın hemen 6 ay sonra yine yoldaşlarınca öldürülmesi,
diğerlerinin ise sonunda, memleketi düşman çizmeleri altında
bırakarak kaçmaları sonucunda, Talat Paşa’nın, 1921’de
Berlin’de, Enver Paşa’nın 1922’de Türkistan’da, Cemal Paşa’nın
da 1922’de Tiflis’te öldürülmeleri bu bedduanın tutmuş
olmasından mıdır? Sabık Sultan, Selanik günlerinde muhafız
birliğinden Yüzbaşı Zünnun Bey’e sanki o günleri yaşarmışcasına
şunları anlatıyordu:
- "Bana en çok dokunan; bir mason
taslağı Yahudi'nin, tahttan indiriliş kararını tebliğ edişi
olmuştur. Yıldız'a gelen mebuslar heyetinde Emanuel Karaso'yu
hiç unutamıyorum. Bu suretle makam-ı hilâfete hakaret
edilmiştir. Yahudilerin Hazret-i Peygamber (ASM.) zamanından
beri sadr-ı İslam’a ve Makam-ı Hilâfete karşı duydukları kin ve
nefret cümlenin malumudur. Ben Osmanlı tahtında iken,
siyonistlik davası için bir gün huzuruma beynelmilel Yahudi
teşkilatının kurucusu Teodor Hertzel ile Hahambaşı gelmişlerdi.
Bunları Yıldız Sarayı'nda kabul etmiş ve maksatlarını
dinlemiştim. Her ikisi Yahudiler için bir yurt dileğinde idiler.
Bunun için de Kudüs'ü gösteriyorlardı. Hatta utanmadan o Teodor
Hertzel:'Zat-ı Haşmet penâhîlerine arz edelim ki, Kudüs için her
kaç milyon altın tensip buyurursanız (isterseniz), derhal
takdime hazırız.' demez mi? "Kan beynime sıçramıştı. Düşün ki,
yüzbaşı, makam-ı saltanatımızda bu iki yahudi, rüşvet teklifi
cesaretinde bulunmuşlardı.' Terk edin burayı, vatan para ile
satılmaz!' diye bağırmıştım. İçeri giren saray adamlarına da,
her ikisini almalarını söylemiştim. İşte bundan sonra, Yahudiler
bana düşman oldular. Şimdi burada Selanik'te çektiklerim,
Yahudilere yurt göstermeyişimin cezasıdır!"
- Evet, Sabık Sultan tespitini
yapmıştı. Eğer Yahudilere yurt göstermiş olsaydı, onu tahtından
ölünceye kadar, değil İttihatçılar Kudret-i İlahi’nin dışında
hiçbir güç indiremezdi.
- Peki, şimdi sormak gerekmez mi? Bütün suçu Ermenilere ve
Yahudilere vatanından bir karış toprak vermeyen Sultan II.
Abdülhamit Han’a, tahtından indirme tebliğini sırf ona hakaret
olsun diye yine bir Yahudi ve Ermeni ile bildiren, ardından
sürgüne göndermeyi reva gören ve Yahudiler adına bu cezayı
uygulayanlar kimdi? Elbette Mahmut Şefket Paşa, Talat ve Enver
Paşalarla diğer ittihatçılardı. Padişah, İttihatçılar için şöyle
diyordu: "Devleti on sene idare edebilirlerse 'bir asır idare
edebildik' diye sevinsinler!" Bu hükmün ne kadar doğru olduğunu
tarih 10 yılda gerçekten gösterecekti.
- Bütün bunlara rağmen Sultan,
kendi tebası olan tüm azınlıklara gösterdiği toleransı
Yahudilere de göstermekteydi. Bu amaçla İstanbuıl’da inşa edilen
bir Yahudi ibadethanesinin korumasını bizzat üsleniyordu. Ve bu
Musevi Sinagog’u II. Abdülhamid’in himayeleriyle yapılmış ve
1899’da bitirilmişti. Yahudiler Sultan’ın bu desteğini ve
jestini unutmadılar ve Sinagog’a "İsrail'in Hamdi (Şükranı)" ve
"İsrail'in Hamid'i" "Hemdat İsrael Sinagog’u ismini verdiler.
- Yani Yahudiler II. Abdülhamid’e
“Yahudi ülkesinin padişahı” diyorlardı. Siyonistlerle bu kadar
mücadele eden, onlara Filistinde bir karış toprak vermeyen bir
Osmanlı Sultanı, Osmanlı hükümdarlarının tebasına karşı
sorumluluğunu müdrik bir şekilde, Musevilere kol kanat germekten
ve onlara her türlü desteği vermekten de geri durmuyordu. Çünkü
II. Abdülhamid biliyordu ki, bu oluşum masumanedir. Filistin
deki isteğin amacıysa siyasi ve ideolojiktir. Birine destek
olurken, ötekine köstek olmayı milli bir görev addediyordu.
- İsrail 1948 yılında kurulmasından bu yana, hala devlet olma
vasfını kazanamadığını görmekteyiz. Kanun, nizam tanımaz ve
hukuk bilmez korsan devlet anlayışından da kurtulabilmiş
değildir. Elbette böyle davranmasının altında yatan bazı
gerçekler vardır. Batı Hristiyan alemi, özellikle de İngiliz ve
Amerika tarafı İsrail’i bilakaydü şart desteklemektedir.
Birleşmiş Milletlerde İsrail’in haksızlığını gösteren tüm
kararlar ABD tarafından veto edilmekte ve yürürlüğe
girememektedir. Amerika’nın adeta bir kuklası durumunda olan
Arap devletleri ise, ellerinde pek çok ekonomik ve siyasi koz
olduğu halde, korkularından İsrail zulmüne göz yummaktadırlar.
- Yıllardır Filistin’e kan
kusturan İsrail, aynı şekilde Gazze’ye de denizden ve karadan
ekonomik ambargo uygulamakta ve orayı adeta bir açık hapishane
haline getirmiştir. İsrail’in bu zulmüne ne yazık ki, Mısır
yöneticileri de ataları Firavun’un yolundan giderek zulme destek
olmaktadırlar.
- İsrail son olarak da 31 Mayıs
2010 tarihinde insani yardım taşıyan gemileri, uluslararası
karasularında, yine uluslararası hukuku ihlal ederek saldırmış
ve 20’ye yakın suçsuz insanı öldürüp, birçoğunu da yaralamıştır.
Dünya nizamına meydan okuyan ve Allah (cc) tarafından
lanetlenmiş bu toplum ve özelikle de liderleri, gözü dönmüş bir
haydut çetesi gibi davranma küstahlığında bulunma hakkını kimden
ve nereden almaktadırlar? Hitler’in zulmü altında kala kala,
zulüm yapmayı öğrenmiş ve mağdur rolünde onlar da başkalarına
zulüm yapmaktadırlar. Üstelik Avrupa bunları orta çağda tu kaka
ilan edip, her yerde aşağılar, hayat hakkı tanımazken, İspanya
zulmünden kaçanlara biz kucak açmıştık. Ekmeğimizi onlarla
paylaşmıştık. Şimdi ise, bu nankörlerin yaptıkları şu
kepazeliklere ve vahşete bakın ki, bizim insani yardım taşıyan
insanlarımızı gözlerini kırpmadan öldürebilmektedirler. Beslenen
karga, şekilde görüldüğü gibi gözümüzü aynen oymuştur.
- Bütün bu olanlar karşısında,
Arap dünyasının nutku tutulmuş vaziyettedir. Dünya’dan ise çok
cılız sesler lütfen yansıyabilmektedir. Bu noktada batı basınına
da değinmek gerekiyor. Avrupa kamuoyunu aydınlatması gereken
basın kuruluşları olayı yok farzedip ilgisiz kalabilmektedirler.
İngiliz yayın kuruluşu BBC gün boyunca sadece İsrail
yetkililerine bağlanarak, olayları Yahudi yalanıyla Avrupa’ya
lanse ederken, tek bir Türk yetkiliye bağlanma zahmetinde
bulunmuyor. Üstelik BM Güvenlik Konseyi’nde mesele görüşülürken
canlı bağlanıyor, ancak sıra Dışişleri Bakanımızın konuşmasına
gelince, derhal yayını başka yöne kanalize ederek konuşma
bittikten sonra tekrar bağlantı kuruyor. Bunların hepsinin canı
Cehenneme. “Atalarımız “gavurdan dost olmaz” diyor. Ama Müslüman
Arap dünyasının pısırıklığı da ortada.
- Hoş Avrupa basınını yanlı
olmakla eleştirirken bizim basınımız da sütten çıkmış kaşık
değil. Batı medyalarını suçlamaktan çok, içimizdeki medya
anlayışını sorgulamak gerekiyor herhalde. Artık yetti gâri. Bu
korsan ve haydut devlet hizaya getirilmeli. Tam da suçüstü
yakalanmışken. Ama ne yazık ki, televizyonlarda bazı emekli
paşaları görüyorum. Ahkam kesmekteler. Dışişleri emekli
monşerlerini ibretle izliyorum. Koro halinde bağırıyorlar
suçladıkları yer belli. Sizin laf ebeliğinizi ve çok bilmiş
tavrınızı kasketli köylü Mehmet Ağa bile yutmuyor artık. Ey
Ağalar, emekli paşalar, emekli monşerler, salyalarını saça saça
bağıran şarlatan akademisyen beyler ve “göbeğini kaşıyan” diye
bu necip milletle alay eden yoldaş gazeteciler, böyle ciddi bir
memleket meselesinde, bu kadar radikalleşmek, bir akıl tutulması
mıdır acaba? Yoksa neyin nesi? Bizim derdimiz Gazze iken,
İsrail tarafından hunharca öldürülmüş insanlarımız iken, dünya
kamuoyuna İsrail’in kötü sicilini anlatmak iken, sizin derdiniz
bağcı dövmek midir? Milleti bu tavırlarınızla çıldırttığınızın
farkında mısınız?
- Bu milletin bir daha uyumamak
üzere, artık uyandığını hala mı fark edemediniz?
-
-
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
28 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
- ANLAYAMAYANLAR
AĞLAYAMAZLAR
- Yemen türküsünü dinleyen
Cumhurbaşkanı Gül, gözyaşlarına hakim olamamıştı.
- Yazılı ve görsel basın, bu
kareyi kom önemsedi. Hakikaten de önemsenmeye değer bir
manzaraydı. N. Fazıl’ın, Reis Bey adlı eserinde bir sahne
vardır. Eseri okuyan okuyucularımız hatırlayacaklardır. İdama
mahkum edilen gencin infaza götürülmeden önce Reis Bey’in
başında bulunduğu heyetle karşılaştığı o meşhur sahne! İdama
mahkum edilen genç : “Etmeyin Reis Bey! Siz ağlayamazsınız!
Ağlayabilseydiniz, anlayabilirdiniz. Siz merhametten, acıma
duygusundan yalnız kötülük doğacağına inanmışsınız. Rahmet
kaldırılmış sizin kalbinizden! Buz çölünde yol alıyorsunuz!”
diyordu. Gerçekten işin püf noktası bu noktada düğümlü!
- Ağlama fiilini kadınlara özgü
bir davranışmış gibi gösterip “erkekler ağlamaz” diyen halt
etmiş.
- Ağlamak ve anlamak…
Ağlayamayanlar hiçbir şeyin mahiyetini anlayamazlar.
- Ağlamak; anlamaktır,
hissetmektir, hissettirmektir, yaşamak ve yaşatmaktır.
- Ağlamak; edeptir, erdemdir,
fazilettir, meziyettir, merhamettir, şefkattir, sevgidir,
saygıdır.
- Ağlamak, insana hiçbir şeyin
kalıcı olmadığını ve dünyanın yalancılığını hatırlatır. Ve insan
ağladıkça insanlaşır. Kibirden ve gururdan arınır.
- Ağlama kavramına yabancı
insanlara acımışımdır her zaman ve şu hadis gelmiştir her
defasında aklıma: “Şeyet Allah(cc) senin kalbinden merhameti
söküp almışsa ben ne yapabilirim ki?” Seyrani de ne güzel
söylemiş: “Toplansalar yüz bin Ferhâd bir yere. Taş kalpli
insanın bağrını aslâ delemez.”
- “Gözyaşı katılmazsa, mûsikî bile
çılgınlıktan başka bir şey değildir” diyen şarkın ve garbın
büyük filozofu Muhammed İkbal’e karşı, Yunus da şöyle ses verir
Anadolu yaylalarından:
- “Bu fenâda bir garibsin, Gülme
gülme ağla gönül,
- Derdin dahi çoktur senin, Gülme
gülme ağla gönül”
- Bu satırların yazarını
okuyucular iyi bilirler ki, siyasete mesafelidir. Siyasi
içerikli yazılar yazmaktan mümkün olduğunca imtina eder. Tamamen
siyasi mülahazalardan uzak olarak baktığımda, ağlayabilen birkaç
devlet adamına rastladım. Rahmetli Özal bunlardan biriydi.
Türkmenistan da kültür ateşesi olarak görev yapan yazar bir
dostum, o devletin kültür bakanının kendisine şöyle dediğini
benimle paylaşmıştı: “Sizin iki cumhurbaşkanınızı tanıdım.
Birine imrendim. Diğerinden iğrendim. Türkmenistan
ziyaretlerinde her ikisine de ben mihmandarlık yapmış ve onları
Sultan Sencer’in türbesine götürmüştüm. Özal daha türbeye
yaklaşırken “Vah Sencerim vah! Diye gözyaşlarını boşaltmış ve
sandukasına başını vura vura, biz sizin gibi bir ecdada layık
olamadık” diyor ve hüngür hüngür ağlıyordu. Diğeri ise, aynı
türbeyi ziyaret ederken çevresindekilerle geyik muhabbeti
yapıyordu. İşte iki devlet adamı ve bir birine zıt iki ayrı
yaklaşım. Üstelik ikisi de milletine kendilerini muhafazakar
olarak takdim etmiş ve oy istemişlerdi.
- “Yemen Türküsü” nü dinlerken
ağlayabilen ve anlayabilen bir Cumhurbaşkanı daha tanıdık. Yemen
deyince, bütün bir Anadolu kıyam eder ve 73 milyon insanımızın
kalbi atar ve heyecanlanır. İşte milletin Cumhurbaşkanı milletin
hislerinin en güzel tercümanlığını yapmakta olduğuna şahit
oluyoruz. Millete yabancı değil. Milletin değerlerine bîgâne
değil. Milletiyle ağlayıp milletiyle gülebilen bir devlet adamı.
Yıllar boyu işte bu manzarayı bekledi bu necip millet. Kendisine
tepeden bakmayan bir devlet adamı özlemi içerisinde bastı
bağrına onu ve koydu başına taç olarak. Gönül sarayının köşkünde
de özel bir yer ayırıp oturttu O’nu baş köşeye.
- Ağlayabilenler, “Dil benim, dîde
benim, eşk benim; Neden ağır geliyor ağlayışım ağyâre” deyip
geçerler. Bu hâlisane dökülen gözyaşlarını timsah gözyaşlarına
benzeterek, alay etme seviyesizliğini göstermenin bir manası
olabilir mi? Bu tavırla milletin hislerini de hafife almanın
gereği yok. Ü. İlter’in, “Ey güzel Anadolu’m! Asırlar var ki
sana deli gömleği giydirir gibi amerikan bezinden, avrupa
basmasından muasır medeniyet denilen kefeni biçiyorlar” sözünü
dert edinmiş olan bu aziz milleti anlamak lazım ve onun
dertlerine çözüm üretip ağlayabilmek lazım.
- Gözler yalan söylemez. Hangi
gözlerin ağladığını, hangi gözlerin timsah gözyaşı döktüğünü,
âlim olmayan, ama ârif olan bu halk, çok iyi anlar, bilir ve
değerlendirir. Bizi dinamize eden dinamiklere çok ihtiyacımız
vardır. Onları dinamitlememek lazım!
- Özdemir Asaf “AĞLAMAK” adlı
şiirinde der ki:
- Ağlamak, unutmak kadar kolaydır
inan.
- Sevin ağlayabiliyorsan. Sevin
ağlıyorsan.
- Gül ağlayabiliyorum diye.
- Gül, ağlıyorum, ağlıyorum diye.
- Sana bir şey yapamam.”
- “Nasıl etmelide ağlayabilmeli,
farkına bile varmadan.
- Nasıl etmelide ağlayabilmeli,
- Ayıpsız, aşikare. Yağmur misali”
dizeleri de Nazım Hikmet’e aittir.
- Ağlayabilenden değil,
ağlayamayandan çekinmek gerekir. Zira, eski devirlerde Fransız
filozof René Descartes, ağlayabilen insanın sevme ve merhamet
etme becerisine sahip olduğunu söylüyordu. Ağlayamayan insanın
içi, sürekli artan bir nefret ve korkuyla dolduğu da
bilinmekteydi. Hatta Romalı şair Ovidius, 2000 yıl önce:
"Ağlamak, öfkeyi siler", demişti. İstatistikler de, normal bir
insanın yaşamı boyunca 95 litre, yani yaklaşık 10 kova gözyaşı
döktüğünü söylüyor. Bırakın bugün bir insanın hayatında 10 kova
gözyaşı döktüğünü, bir damla dahi gözyaşına yabancı yığın yığın
insan içinde yaşamaktayız. Çoğu kalpler taşlaşmış ve gözü yaş
değil, kan bürümüş.
- Dinimizde de gülmek ve ağlamak
kavramlarına atıfta bulunulur. Mesela Ebû Zer Gifârî (ra)
Resulullah’ın (sav) şöyle buyurduğunu anlatır: “Eğer bildiğim
kadarını bilseydiniz, az güler çok ağlardınız” “Eğer benim
bildiğim kadarını bilseydiniz, dağlara çıkardınız Eğer bildiğim
kadarını bilseydiniz, durmadan Rabbinize yalvarır, ağlardınız
Yataklarınızda duramazdınız” (Tenbihü’l–Gafilin,
c1/222)Mevlana:“Allah bize yardım atmek dilerse gönlümüze
ağlayıp inleme isteği verir”der.
- “Ağlarım ağlatamam hissederim
söyleyemem
- Dili yok kalbimin ondan ne kadar
bizarım” diyen Akif de, şöyle devam eder:
- Gitme ey yolcu! Beraber oturup
ağlaşalım.
- Elemim bir yüreğin kârı değil,
paylaşalım.”
- “Gözlerden dökülen, inci
mercanın “O” için değilse ne anlamı var?
- Her türlü yanlışa hüküm
katmanın“O” için değilse ne anlamı var?
- Kokladığın gülde “o”
kokmuyorsa, Gözlerin her daim “o” bakmıyorsa,
- Adını anınca kalp atmıyorsa
“O”nsuz heyecanın ne anlamı var? Diye soran N. Şimşek, gözlerden
akan yaşın Cenab-ı Hak ve Peygamberi Hz. Muhammed(sav)’in
hicranı, aşkı ve sevgisi için olması gerektiğini vurguluyor.
- Gözyaşı üzerine yıllar önce
kaleme aldığım iki şiirimizle bu sohbeti tamamlayalım inşallah.
-
- BAK
- Tohumların toğrağı delip yarışına bak
- Şu ipek böceğinin koza sarışına bak
- Ölüm fermanı ile çağrılınca her insan,
- Dört kişi omzunda,Hakk’a varışına bak.
-
- Şu gökgürlemesine,şimşek çakmasına bak
- Rabbimin gece gökte kabdil yakmasına bak
- Öyle ibret dolu bir alemdir ki bu dünya,
- Göz pınarlarından şu suyun akmasına bak.
-
-
- GÖRDÜM
- Bakıp güzelliğine çok aldananlar gördüm
- İnsanlığı parada, pulda sananlar gördüm
- Ömründe hiç anmamış, can boğaza gelince,
- Tevbe edip Allah’ı nice ananlar gördüm.
-
- Nefse harp açıp onu bağlayanları gördüm
- Bugünden ukbasını sağlayanları gördüm
- Gözler çağlayan olmuş, durmadan gece gündüz,
- Kâbe yolunda nice ağlayanları gördüm.
-
- Kutad Gubilig adlı eserinde Y.
H. Hacip: “İnsanın güzelliği yüzdedir. Yüzün güzelliği de
gözdedir. Kalbin güzelliği dildedir. Dilin güzelliği de
sözdedir. Göz görür, basiret ise görünenin sırrına erer” der. Ne
kadar acınsa azdır, o basireti bağlı olan ve ağlayamayan
kimselere. Ağlayanlara imrenen Goethe’nin dediği gibi
“Gözyaşları olanlara ne mutlu!” Ne kadar imrenilse azdır,
basireti açık gözlere sahip o bahtiyar insanlara. Çünkü o gözler
ancak gerçeği görerek, hem anlayabilir, hem de ağlayabilir.
-
-
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
29 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
- BİR GÜNEŞİM BİR BABAM BİR
DE TERLİKLERİM
- Yaklaşık iki yıldır üzerinde
çalıştığım “Hz. Peygamber’e Hürmetimiz Mekke- Medine’ye
Hizmetimiz” adlı 16. Kitabımı bitirmek üzereyim inşallah. 300
küsur sayfalık bu eserin son rötuşlarını yaparken ve
Edebiyatımızda Peygamber Sevgisi ve Na’tlar bölümünü düzenlerken
“Güzeller Güzeli”ni anlatan güzel bir na’t’a rastladım. İlk
okumaya başladığımda gözlerim buğulanıvermişti. Okudukça
yanaklarıma doğru süzülüverdi gözlerimden inci, mercanlarım.
Na’t’ın sonuna geldiğimde ise, hıçkırıklar içerisindeydim.
- İstedim ki, aynı duyguları
okuyucularım da yaşasın. Belki biraz nesir havası da olsa, ben
bu çalışmayı en güzel na’t kabul ediyorum. Eminim ki, benim
yaşadığım duyguları sizler de yaşayacaksınız.
- Medine’de doğan ve yedi yaşına kadar da orada
yaşayan ve babasını Cennetü’l- Bâki’ye defnederken terliklerini
de gömen Muhammed Nebi Doğanay’ın, bu nefis ifade ve duygularını
gelin bir de birlikte okuyalım:
- “Bir ilkbahar gününde, güller
gibi kokan Medine'de dünyaya gözlerimi açmışım.
- Doğduğum hastahane, Ravza'nın
hemen yanı başında olduğu için, duyduğum ilk koku,
- Sen'in bahçenin gül kokuları olmuş.
- Babam gelip de, daha kulağıma
ezan okumadan, kulaklarım mescidinin ezan sesiyle
- şereflenmiş.
- Kırk günlük olduğumda ilk
ziyaretimi de Hâne-i Saadet'ine yapmışım.
- Hemen hemen yaptığım her ilkte,
Sen varsın.
- Daha konuşmayı öğrenmeden,Sen'i
sevmeyi öğrenmişim.
- İlk adımlarımı Ravza'nın
mermerlerinde atmış ve
- Rabb'imle ilk buluşmamı, ilk
secdemi Sen'in mescidinde yapmışım.
- Evini her ziyaret edişimizde
Sen'i görmesek bile, varlığını hisseder, evinden her
ayrılışımızda da hüzünlenirdik.
- Çocuklar evde sıkılınca isterler
ki, babaları onları parka, eğlence yerlerine götürsün.
- Medine'de yaşadığımız sürece,
bunları hiç istemedik babamızdan.
- Canımız sıkılmaz mıydı acaba
hiç?
- Sanırım Medine'deki hiçbir
çocuğun canı sıkılmazdı.
- Çünkü burada hiçbir yerde
olmayan Gül Bahçesi ve bahçenin "Biricik Efendisi" vardı.
- Vaktimizin çoğu, o bahçede
geçerdi. Sen'in bahçenin mermerlerine ayakkabıyla basamazdık.
- Yalın ayak dolaşırdık
mermerlerin üstünde.
- Korkardık belki bahçenin
güllerine basmaktan kim bilir.
- Yazın mermerler ayaklarımızı
yakar, bu hoşumuza giderdi.
- Babama sormuştum bir seferinde:
- Babacığım Medine neden bu kadar
sıcak?
- Evlâdım, (dedi)Medine'de iki
Güneş var da ondan.
- Nasıl olur babacığım, Güneş tek
değil mi?
- Babam gülerek: Doğru yavrum,
bütün dünyayı ısıtan bir tane Güneş var.
- Bir de âlemleri aydınlatan ve
ısıtan öyle bir Güneş daha var ki;
- O da (sas) Medine'de olunca
sıcaklık iki kat oluyor.
- Babamın bu cevabı çok hoşuma
gitti. Gerçekten mermerler ayaklarımızı ısıtıyordu;
- Sen'in sıcaklığın içimizi daha
çok ısıtıyordu.
- Medine'den ayrıldıktan sonra
belki ayaklarımız üşümedi; ama içimiz bir türlü ısınmıyor.
- Çünkü gönlümüzün Güneş'ini orada
bırakmıştık.
- Artık O'nun (sas) evine,
bahçesine gidemiyor, mermerlerinde yalın ayak koşamıyorum.
- Artık O'nun (sas) evine,
bahçesine gidemiyor, mermerlerinde yalın ayak koşamıyorum.
- Gerçi ışığın tâ buralarda da
bizi aydınlatıyor; ama içimi ısıtması için Ravza'na koşmam
lâzım.
- Bahçende yürürken güzel ezanlar
okunurdu, sanki Bilâl-i Habeşi okurdu.
- Biz de mescide koşar, babamın
yanında namaz kılardık.
- Bazen o an yanımıza usulca bir
kedi sokulurdu.
- Babam: ‘İncitmeyin sakın, onlar
Ebû Hüreyre'nin (ra) kedileri.’ derdi. Biz de onları severdik.
- Çarşamba günleri Uhud'a gider,
Sen'in çok sevdiğin amcanı ziyaret ederdik.
- O bizim de amcamızdı.
Kardeşlerimle Ayneyn Tepesi'ne çıkar, oradan Uhud'da yatan 70
şehide selâm verirdik.
- Uhud da, Ravza'n gibi gül
kokardı. Orası da ayrı bir gül bahçesiydi sanki.
- İşte benim yedi senem ki; en
değerli, en güzel yıllarım,
- Sen'in Köyünde, Gül Bahçende,
savaştığın yerlerde,
- Sen'inle dopdolu geçti.
- Sen'i görmesem de, Sen'inle
yaşamaya o kadar alışmıştım ki,yanından ayrılırken, sanki bir
parçam orada kalmıştı.
- Buraları bana gurbet oluverdi.
- Elimde olsa hemen yanına koşar
gelirim, ama hep, "Büyüyünce gidersin." diyorlar.
- İşte sırf bu yüzden hemen
büyümek istiyorum.
- Yanına gelince büyümüş bile
olsam, bahçendeki mermerlerde yalın ayak dolaşacağım.
- Tâ ki Güneş'im, içimi ısıtıncaya
kadar.
- Hasretinden, gönlüm üşüyor.
- Belki hasretin herkesin içini
yakar; ama beni üşütüyor işte.
- Çünkü benim ruhum, doğduğumdan
beri, sevginle ısınmaya alışmış.
- Sıcaklığına o kadar muhtacım ki;
ne olur sana gelemesem bile, Sen beni hiç bırakma, evimizi
şereflendir.
- Işığınla gecelerimize nur ol,
sıcaklığınla bütün zerrelerimizi ısıtıver.
- Benim adım Nebi. Bu ismi bana,
Sen'i çok seven biri koymuş.
- Diğer adım, Muhammed. Bu ismi de
Köyünde bıraktığımız babacığım vermiş.
- Ben de Sen'in gibi babasız
büyüyorum.
- Ama Sen, asla yetimliğimizi
hissettirmiyorsun.
- Medine'den ayrıldığımızdan beri,
hep yanı başımızdaymışsın gibi hissediyorum.
- Geceleri korkmadan güvenle
uyuyorum.
- Sen'i tanıdığım ve sevdiğim için
Rabb'ime binlerce kez teşekkür ediyorum.
- Babamı kabre koyarken,
ağabeyimin terlikleri onun kabrine düştü ve orada kaldı.
- Ben o terlikleri çok kıskandım.
- Çünkü ağabeyimin terliği hep
babamla kalacaktı.
- “Bir Ulü’l-emr idin emrine
girdik, Ezelden bey’atli hâkânımızsın Az idik sayende murada
erdik, Dünya ve ahiret sultânımızsın” dizelerini yazarken
gözyaşı döken ve ne
- meşakkatlerle senin şehrin Medine’yi cansiperâne savunan
İdris Sabih ve Fahrettin Paşa’nın meramları, bizim de
merâmımızdır ya Rasülallah!
- “Ya Nebi! Şu halime bak! Nasıl
ki, bağrı yanar gün kızınca sahrânın, Benim de ruhumu yaktıkça
yaktı hicrânın” mısralarıyla sana duyduğu hasreti dile getiren
Mehmet Akif’in hasreti, bizim de sana olan hasretimizdir ya
Rasülallah!
- "Gubâr-i pâyine almam cihânı Ya
Rasülallah, Değişmem mûyine heft âsumânı Ya Rasülallah.”
(Ayağının tozuna karşı cihanı verseler almam, bir kılına yedi
kat gökleri
- değişmem) sözleriyle sana olan sevgisini izhar eden Ebubekir
Kâni’nin, sevgisi bizim de sana olan sevgimizdir ya Rasülallah!
- Sultan Ahmet: “N’ola tâcım gibi
başımda götürsem dâim, Kadem-i resmini ol Hazreti Şâh-ı Rasül’ün”
mısralarını yazmış ve ömrünün sonuna kadar tacında taşımıştı.
Sen, bizim de
- başımızın tâcısın ya Rasülallah!
- “Gönlüm sana âşık, sana
hayrandır Efendim. Bir ben değil, âlem sana kurbandır Efendim"
sözleriyle hayranlığını dile getiren Ali UIvi Kurucu’nun sana
olan hayranlığı, bizimde hayranlığımızdır ya Rasülallah!
- “Ey yetimler yetimi! Ey garipler
garibi! Düşkünlerin kanadıydın. Yoksulların sahibi. Nerde kaldın
ey Rasûl! Nerde kaldın ey Nebî!... Hacdan döner gibi gel!
Miractan iner gibi
- gel… " feryadıyla senin yollarını gözleyen Arif N. Asya’nın
iştiyâkı, bizim de sana olan iştiyâkımızdır ya Rasülallah!
- “Muhabbetten Muhammed oldu
hâsıl. Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl?” Sözünün sahibi
Mihrimah Sultan’ın sana olan muhabbeti, bizim de muhabbetimizdir
ya Rasülallah!
- III.Selim:“Cevheri hâki kudûmü
tûtiyâdır çeşmime” (Hz. Peygamber’in ayak tozunun cevheri benim
gözüme sürmedir) diyordu. İşte ceddimizin bu yaklaşımı, bizim
sana olan
- hislerimizin de en güzel tercümanıdır Ya Rasülallah!
- Sultanımız, rehberimiz,
efendimiz ve yegane şefaatcımız sensin ya Rasülallah! Seni,
dünyayı şereflendirdiğin kutlu doğum yıldönümünde her yıl 14-20
Nisan tarihlerinde, salevatlarla ve çeşitli proğramlarla yâdeden
biz günahkar ümmetini, kıyamet gününde şefaatından mahrum etme
ya Rasülallah.
- Dostlar!
- Abdullah b. Ömer'in naklettiğine
göre, Hz. Peygamber bir defasında dudaklarını Hacerülesved'in
üzerine koyarak uzun süre ağlamış, daha sonra dönüp Ömer'in de
ağladığını
- görünce şöyle demişti: “Tuskabu’l- abarat Ya Ömer!”
- "Ey Ömer! Göz yaşlan burada
dökülür.”
- O Mukaddes Topraklar’a gidince,
ya da manen ve ruhen gitmiş gibi olunca, göz yaşı döküp
ağlayalım.Ağlayamıyorsak, niçin ağlayamadığımıza ağlayalım.
Ağlamasını bilmeyen
- gözler, sevmesini de bilmezmiş. Sevgililerin en sevgilisi
Allah(cc) ve Rasülüllah(sav) dır. Unutmayalım ki, anlayamayanlar
ağlayamazlar.
- Son olarak bir dua:
- “Ya Rab! Bizi İslam’ı
anlayanlardan, kulluğun sırrını kavrayanlardan, daha bu
dünyadayken ukbâsını sağlayanlardan, günahlarına ağlayanlardan,
kör nefsini bağlayanlardan,sevgi nehri olup gönüllere doğru
çağlayanlardan eyle. AMİN!
- Kalın sağlıcakla…
-
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR! |
Hazırlayan
Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi corumlu2000@gmail.com |
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
|
Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL
adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM |
Hukuka, Yasalara,
Telif ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir. |
|