-
BATI
TIRAKYA’YA DOĞRU 20 Mayıs 2003
-
Mayıs’ın son
günleri. Bir otobüste kırk kişiyiz. İzmir’den Çanakkale yoluyla Balkanlara
gidiyoruz.
-
2003 yılının
baharı oldukça geç geldi. Adeta nazlana nazla teşrif etti. İyi ki öyle yapmış.
Bu yüzden yaz başlangıcında baharın kırlarda yeşil, mavi, pembe, sarı renkleri
olanca güzellikleriyle taptaze. Sarı çiçekli, nefis kokulu katır tırnakları
bütün renklere baskın görünüyor.
-
Gelibolu’dan sonra
başlayan Koru dağı ormanı yalnız çamlardan oluşmuş. Çamların yüzü ışıltılı,
pırıl pırıl. Yağmur canlılık, dirilik vermiş. Epeyce uzayıp giden çam ormanı
bir yere gelince birden sona eriveriyor. Aşınmış düzlüklerden oluşan Trakya
bozkırı başlıyor. Hiç bitmeyecek gibi uzayıp gidiyor. Tarlalarda arpaların
ağarmasına, buğdayların bozarmasına karşın step hâlâ bir yeşillik denizi gibi.
Eğer buradan bir ay sonra geçseydik bir çöl içine düştüğümüzü sanabilirdik.
Bozkır bütün tüyünü tüsünü dökmüş olurdu o zaman. Yeşil renk insanda
bıkkınlık, kötümserlik duygusunu silip atıyor. Yeşile bakarken kendimi doğaya,
insanlara, kuşlara, gökyüzünün maviliğine, çılgın bulutlara daha yakın
duyumsuyorum.
-
Otobüsün biraz
ilerisinde kara bir yılan kıvrıla büküle yolu geçmeye çabalıyor. Bayanlar
çığlık atıyorlar. Ayağa kalkıp bakıyorum. Tekerlekler altında ezilmekten
kurtardı kendisini. Yılanları da seviyorum. Elsiz ayaksız, boynuzsuz kulaksız
yaşıyorlar. Öyle olduğu halde, sanırım yaşamdan hiçbir şikâyetleri yok. Yolu
geçti, ekin tarlasının içine girdi, orada bir yerde kıvrılıp kalacak. Türküler
söyleyerek yakınından geçen bir tarla faresine pusu kuracak. Yakalayıp ağır
ağır yutacak. Sonra da en az bir hafta sürecek bir tembellik uykusuna yatacak.
Siz yılanların öğle sıcağında vızır vızır fink attıklarına bakmayın.
Midelerine tüyü ile, teleği ile, kemiği ile bir kuşu tıkıştırınca gel keyfim
gel. Toprağın sıcak bağrında on gün istirahat. Belki de uykusu, karanlık bir
boşlukta geçmeyecek. Düşler görecek. Pembe, mavi, mor çiçekler arasında
vicirdeyip duran farelerle, tarla kuşlarıyla oyunlar oynayacak.
-
Yaşamaktan memnun,
bir çözülüp bir kıvrılarak tembellik uykusunu sürdürecek.
-
Ben bunları
düşünürken İpsala kapısından geçiyoruz. Aslında biraz zor geçiyoruz. Her şey
değişiyor. Mesafeler kısalıyor. Zaman gittikçe hızlanıyor. Ama anlı şanlı Türk
bürokrasisi hiç değişmiyor. Hep yerinde sayıyor. “Ben devlet memuruyum! Devlet
memuruna karşı mı geliyorsun?” böbürü yüzlerinden hiç silinmiyor. Otobüsteki
arkadaşlarımızın çoğunluğu parlamenter olduğu, aramızda bir tane de yeni
seçilmiş bir vekil bulunduğu halde bizi iki saate yakın bekletiyorlar. İki
şoförümüz de Bulgar göçmeni. Onlardan birinde takılacak bir nokta bulmuşlar.
Bulgaristan’dan aldığı ehliyetteki adı ile Türkiye’den aldığı pasaporttaki
adında bir harf birbirini tutmuyormuş. Onu İpsala’da bırakmak zorunda
kalıyoruz.
-
Türk gümrüğü ile
Yunan gümrüğü arasındaki tampon bölge Türkiye’ye giriş yapmak isteyen tırlarla
tıkanmış. Tır sürücülerine soruyorum. “İki saattir bekliyoruz abi,” diyorlar.
“Daha ne kadar bekleye-ceğimizi bilmiyoruz.”
-
Memurlarımıza
geçişte neden bu kadar bekleniliyor, diyoruz. Suçu Yunanlılara atıyorlar.
Girişlerde çıkışlarda sorun çıkarıp duruyorlarmış. Gördüğüm kadarıyla tampon
bölgede Türkiye’ye girmek isteyen araçlar, Yunanistan’a girmek isteyen
araçlardan dört kat daha fazla.
-
Dostlukları hep
sözde kalan Yunanlılar da bizi bir saatten fazla bekletiyorlar. Onların
polisleri de aynı havada. Bürokrasi Yunanistan’da da Avrupa normlarına uymamış
daha. Amirane pozları bizimkilerin aynısı. Biz beklerden Avrupa ülkelerinin
arabaları vızır vızır Türkiye topraklarına giriyor. Türkiye’den gelenler de
fazla bekletilmeden Yunanistan topraklarına dalıyorlar. Yunan gümrüğünden
çıkarak yola koyuluyoruz. Yeşil yükünü tutmuş Trakya stebi, Batı Trakya’da da
uzayıp gidiyor. Yunanlılar sınıra kadar bir otoyol uzatmışlar. İki geliş, iki
gidiş dilimi var. Oldukça bakımlı bir yol. Eskiden Avrupa, Avusturya’dan
başlardı. Avrupa sınırı Türk topraklarına dayanmış. Düzgün işlenmiş, ekili
toprakları geride bırakıyoruz. Yol boyunca tarlalar arasında küçük küçük
bağlar görünüyor. Bizim Gediz havzasında olduğu gibi geniş alanlar kaplamıyor
bağlar. Asmalar askıya alınmış. Bazı bağların üzerleri kırmızı ya da gri
renkli, gözenekli örtülerle örtülmüş. Neye karşı bu önlemi almışlar? Belki de
doluya ve yağmacı kuşlara karşı bir koruma örtüsüdür. Bağcılıkta yeni bir
uygulama gibi görünüyor.
-
Gümülcine’yi otuz
beş yıl önce de görmüştüm. Tipik bir Anadolu kasabasıydı. Şimdi çok büyümüş.
Her taraf yeni apartmanlarla dolmuş. Temiz, bakımlı bir kent. Nüfusun
çoğunluğunu yakın zamana kadar Türkler oluşturuyordu. Yunanlılar göçmenler
getirerek bu dengeyi bozmuşlar.
-
Yunanlılar şu on
yıl içinde bir Türk kenti olan Gümülcine’de ve de İskeçe’de bazı oyunlar
tezgâhlamışlar. Rusya’da, Gürcistan’da yaşamakta olan 150 bin Pontusluyu
getirip buralara yerleştirmek istemişler. Amaçları, adını bile kullanmaya
izin vermedikleri Türkleri azınlıkta bırakmak. Bu Pontuslular denilenler, Rum
mu değil mi, belli değil. Konuştukları dili Yunanlılar anlamıyor.
-
Birinci Dünya
Savaşı’nda doğu Karadeniz bölgesinde yaşayan, Rum denilen, bir kısım Osmanlı
yurttaşı, Türkleri taciz etmeye başlamışlardı. Balkan Savaşı’ndan dönebilen
Türk erkekleri, hemen ardından Seferlik’e katılmışlar, geride yaşlı dedeler,
nineler, açlıktan ölmemek için keçilerin zor çıktığı bayırlarda bir evlek
fasulye ekmeye, dört kök mısır dikmeye uğraşan kadınlar kalmıştı. Kışkırtılan
Rumlar Doğu Karadeniz’de bir Pontus devleti kurma düşlerine kapılmışlardı.
Meydanı boş bulduk sanarak dağa taşa eli kanlı çeteler saldılar.
-
Atatürk Nutuk’un
girişinde der ki: “Sonradan elde edilen belgelere dayalı bilgilerden anlaşıldı
ki İstanbul Rum Patrikhanesi, Mavri Mira derneği, illerde çeteler teşkil
etmek, mitingler ve propagandalar yapmakla uğraşıyor... Yunan Kızıl Haçı ile
devletin izniyle kurulmuş göçmen komisyonu, Mavri Mira’nın çalışmalarına
yardım etmektedir. Mavri Mira tarafından yönetilen Rum okullarının izci
teşkilatları yirmi yaşını geçen gençlerden birlikler kuruyor.”
-
Doğu Karadeniz’de
Pontuslu olduklarını söyleyen vatandaşlarımız, kışkırtmalar sonucu Türkleri
canından bezdirecek biçimde rahatsız etmeye koyulunca karşı tepki görmekte
gecikmediler. Her zorbalığın dayanıp duracağı, kırılıp büküleceği bir nokta
vardır. Bölgedeki insanlarımız yapılan yağmalar, soygunlar, öldürmeler
karşısında ne yapacaklarını şaşırmış durumda iken Giresun’da, Balkan
Savaşı’nda topal kaldığı için Seferberlik’e katılamayan bir Topal Osman Ağa
çıkıyor ortaya. Gözü kara bir adam. Karşı çeteler oluşturuyor. Rum çetelerini
silip süpürmeye başlıyor. Rumlar tatlı dilli insanlardır. Dost görünmesini çok
iyi beceren insanlardır. Yalnız kötülük yaparken acımak, merhamet etmek hiç
akıllarına gelmez de kendilerine bir fiske vurulsa kıyameti koparırlar.
Seslerini dünyanın dört bucağına duyururlar. Ağlamasını çok iyi becerirler.
Mavri Mira aracılığıyla “Türk çeteleri bizi öldürüyor! Mallarımızı
yağmalıyor!” çığlığını, Çanakkale’de yenilen anlı şanlı zırhlılarını İstanbul
önüne demirlemiş bulunan İngiltere/Fransa/İtalya üçlüsüne yetiştiriyorlar.
Osmanlıya ültimatom: “Karadeniz’deki çeteleri yakalayıp cezalandırın. Yoksa
oralara da asker çıkarırız.”
- Mustafa Kemal aslında, Kurtuluş Savaşı’nı
başlatsın diye değil, Pontuslulara karşı canlarını mallarını, namuslarını
korumak için uğraş verenleri cezalandırsın diye Anadolu’ya gönderiliyor. Ama o
durumu İstanbul’dakilerin gözlükleriyle görmüyor. Daha Samsun’a ayak basar
basmaz hangi tarafın haklı, hangi tarafın haksız olduğunu saptıyor. Merzifon’a
geldiğinde telgrafla davet ettiği Topal Osman Ağa ile burada buluşuyor. Ondan
bölge hakkında bilgi alıyor, gerekli buyrukları veriyor. Pontusluların bir
kısmı, Topal Osman’ın yılgısı ile daha Kurtuluş Savaşı sonucunu ve 1924 nüfus
değişimini bekleyemeden Gürcistan’a, Rusya’ya göç ediyorlar. Göç edenlerin
sayısı iddia edildiği gibi yüz binlerce değil en fazla birkaç bin kişidir.
-
İşte Yunanlılar
Pontuslular denilen ve çoğu Rumca bilmeyen Rusları, Gürcüleri, Ermenileri,
sosyalizmin çökmesinden sonra, yani şu on yıl gibi kısa bir zaman içinde
Rusya’dan, Gürcistan’dan derleyerek Yunanistan’a getirmeye başlıyorlar.
Hedefleri 150 bin kişidir. Ancak otuz bin kadar insan getiriyorlar. Bunları
Türklerin çoğunlukta oldukları İskeçe’ye, Gümülcine’ye yerleştiriyorlar.
Pontuslu göçmenlerin bir kısmı buralarda barınamadığı için başka yerlere,
özellikle batı Avrupa’ya gidiyor. Bir öğretmenin söylediğine göre Yunanlılar
gene de yalnız İskeçe’nin nüfusunu kendi lehlerine on bin kadar artırmışlar.
- Dışardan insan derleme, getirip Batı Trakya’ya
yerleştirme eyleminin sona ermediği, halen sürüp gittiği anlaşılıyor.
Gümülcine’de haftalık olarak yayınlanan 05.05 2003 tarihli Türkçe İleri
gazetesinde şu kısa yazı yer almıştır:
-
“Bildiğiniz gibi,
Batı Trakya’daki nüfusu dengelemek için değil; o çoktan bozuldu ve Rumluk üçte
iki oldu. Rodop İli’ndeki nüfusu ayarlamak da değil, çünkü o da oldu. Türk
nüfusu üstüne çıkarmak için Rumluğu, Rusya taraflarından gelenlerin çoğunluğu,
elbet devlet gücüyle, buralarda tutuldu. Senelerce bunlara aylık verildi.
Boktan püsürden işler bulundu ve evlerinin kiraları ödendi. Bütün bunlardan
sonra da, çok ucuz faizlerle ve yirmi yıllığına, ev yaptırmaları için,
krediler verildi. Ama adamlar ev yaptırmıyorlar ki... Sanki saray
yaptırıyorlar ve elbet tamamlamağa da paraları yetmiyor.
-
Bakan sayın
ÇOHACOPULOS’un 04 Nisan 2003 tarihinde burada (Gümülcine’de) yaptığı konuşma
metnini dikkatle okudum. Bir yerinde diyor ki: “Yeni evler için, 1500 kadar
olacak, yeni arsalar bulmak gerek. Hem de şehir içinde veya çevresinde...” Bu
cümleleri okurken daha içim cız etti. Çünkü yeni yapılan Pontuslular
mahallesinde, bizim yedi dönüm arsamız EKTENOPOL tarafından, tavuk fiyatına
istimlâk edilmişti. Ne Bidayet (mahkemesi), ne de İstinaf (mahkemesi)...
-
Aaahhh... Ah!!!
Batı Trakya Türk’ü yalnız bir yerden kazık yemedi ki???”
- Yunanlılara taşıma su ile değirmen dönmeyeceği
anlatılmalıdır. Bütün bu gayretleri eninde sonunda sonuçsuz kalacaktır. Nüfus
artışında milleti oluşturan bireyler üretkenliklerini kaybetmişse, ne
yapılırsa yapılsın o ülkenin nüfusunda önemli bir artış sağlanamaz. Sonra
arkalarında, Türkiye’nin olduğu gibi, nüfus artırıcı bir hinterlantları da
yok. Yunan nüfusu uzun yıllardan beri artmıyor. Yunanlı madamlar çocuk
büyütmenin sıkıntısını göze alamıyorlar. Tıpkı şimdi el ele verdikleri
Avrupalı bayanlar gibi.
-
Türklerin
Gümülcine’de ticari yaşamda bir ağırlıkları yok. Yıllarca ezilmiş, sömürülmüş,
kısıtlanmış bir toplum. Ne var ki Türk, toprağına sağlam tutunan insandır.
Binlerce yıldan beri görülmüştür ki insanımız savaşlar, yenilgiler, kıtlıklar,
kırgınlar karşısında varlığını hep koruyabilmiştir. Bu belki de bilinçsiz bir
devamlılık bilincidir. Kırk beş yıl önce İstanbul’da, yönetimin zaafından
yararlanan çapulcuların bir günlük gösterileri İstanbul Rumlarını ürkütmüş,
kısa zamanda güzelim İstanbul’u terk ederek Yunanistan’a göçmelerine neden
olmuştu. Türkler Batı Trakya’da her zorluğa, her zorbalığa dayanıyorlar. Hâlâ
Doğu Türkistan’da, Rusya’da, İran’da, Bulgaristan’da, Makedonya’da, Kosova’da,
Saraybosna’da dayandıkları gibi.
-
Batı Trakya’da
Türkler ne iş tutuyorlar? Ne ile geçiniyorlar? Soruyoruz. Türklerin büyük
çoğunluğu tarımla uğraşıyor. Tütün yetiştiriyor. Avrupa Birliği’ne girildikten
sonra inşaat işleri oldukça canlanmış. Gençler inşaat işçiliği yapıyor. Dükkân
işletenler yok değil. Bunlar bakkaliye, kahvehane, manav gibi yerler. Ana
çarşıda Türkler yok gibi.
- Türkiye, Lozan Antlaşması’na dayanarak Batı
Trakya Türklerinin ana vatana göçmesini istemiyor. Böyle olmasına karşın gene
de Türkiye’de çok sayıda Batı Trakyalı Türk yaşıyor.
- Batı Trakya Türkleri Türkiye’ye sığınamayınca
yönlerini batı Avrupa’ya çevirmişler. Anlattıklarına göre, başta Almanya olmak
üzere, Avusturya’da, Hollanda’da, Belçika’da, Fransa’da çok sayıda
Gümülcine’li, İskeçeli Türk çalışıyormuş.
-
O gün Gümülcine’de
Türklerle temas olanağımız olmadı. Kafile başkanımız hem Türk konsolosuna hem
de Gümülcine Türk Birliği’ne telefon etti. Dönüşte tekrar Gümülcine’ye
uğrayacağımızı bildirdi, görüşme isteğimizi iletti. Bir süre çarşıda biraz
dolaştık. Yunan drahmisi tarihe karışmış. Geçerli olan Euro. Türkiye’de Euro
yerine dolar almıştım. Küçük esnafın bir kısmı Dolar’ı kabul etmedi. Daha
sonra görecektik ki Avrupa Birliği üyesi olmayan öbür Balkan ülkelerinde de
Dolar geçerliliğini yitirmiş gibi. İtibari hiç yüksek değil. Türklerin
yayınladıkları yerel gazeteleri arayıp bulmak için ona buna sorarak
koştururken arkadaşlarımız otobüse binip gitmişler. Biraz ilerleyince
yokluğumu fark ederek harıl harıl beni aramaya koyulmuşlar.
-
Gümülcine’den
ayrılıyoruz. Pencereden seyrederken gözlerimin önünde tarih canlanıyor.
Yunanlıların Komotini adını verdikleri bu güzel kent beş yüz elli yıl Osmanlı
kenti olarak kaldı. Bilinen ilk adı Phoros’tu. Eski bir Odrys kentiydi. Phoros,
Helenlerle akraba olmayan Trak budunlarından birinin kahramanıydı. Ölümünden
sonra tanrılık mertebesine yükseltilmişti.
-
Romalılar burayı
topraklarına kattıklarında adını Komarkhio olarak değiştirdiler. Gümülcine I.
Murat tarafından 1361 yılında ele geçirilince adını Gömenciye diye söylediler.
Gümülcine kısa zamanda bir Türk yurdu oldu. 1580 yılının zeamet kayıtlarında
Gümülcine’ye bağlı 588 köy, 87 mezra, 7 çiftlik ve bir Tanrıdağı Yörük toplumu
bulunduğu yazılıdır. Eski kayıtlarda geçen köy adları burasının bir Türk ili
olduğunu, Türkleştiğini göstermektedir: Böri kasabası, Yeniköy, Çalılu,
Kakçalı, Çırpılu, Kütüklü, Dursun, Yöneldik, Beyli, Şahin Adası, Elmalu,
Veysan, Saruyar, Uğurluviranı, Darıderesi. Ardıçlı, Ilıcaderesi, Uzuntepe,
Çıracık, Gülcük, Akpınar... Ayrıca Yörük obaları Buruncuk, Tosyalu, Köseler...
- Osmanlıya geçtikten sonra Gümülcine kısa sürede
gelişerek önemli bir tarım merkezi haline gelmişti. Hicrî 896 (1492) yılında
Gümülcine kadılığında 5237 hane yağcılıkla, 1019 hane de çeltik tarımı ile
uğraşıyordu.
-
Gümülcine 1879
yılında Edirne ilinin yeniden düzenlenmesi sırasında Edirne’ye bağlı birinci
sınıf sancak yapıldı. İskeçe. Darıdere, Sultanyeri, Ahiçelebi ilçeleri de
buraya bağlandı. Bu güzel yurt köşemiz 1912 Balkan Savaşı’nda elimizden çıktı.
Kesin olarak Yunanistan sınırları içinde kalması, 1920 yılındadır.
-
Türkiye’ye candan
bağlı insanların yaşadığı Gümülcine’yi, dönüşte bir daha uğramak niyetiyle
geride bırakıyoruz.
-
İpsala’dan
Selanik’e kadar yol boyunca önemli bir endüstri etkinliği göze çarpmıyor. Yer
yer ormanlara rastlanıyorsa da Yunanistan’da orman, bizim ormanlarımız gibi
yaralı. Yanmış, seyrekleşmiş, yenilenmemiş. Eskiden ormanlık olan tepeler
kelleşmiş. Özellikle Selanik’ten batıya doğru uzayan dağlık alanlarda
yangınların ormanları büyük ölçüde ortadan kaldırdığı görülüyor. Yanmış
alanlarda önemli bir ağaçlandırma çabasına rastlanmıyor.
-
Selanik’e yaklaşırken Ege denizinde Kalkidikya
yarım adasının zor seçilen burnu görülüyor. Atos dağıdır orası. Hagion Oros
manastırları var orada.. Yunanlıların Hagion Oros, (kutsal dağ) bizim Aynaroz
dediğimiz yer. Bin yıldır varlığını sürdürüyor. Orada Yunanistan’dan bağımsız,
nüfusu yalnız erkeklerden oluşan, aralarına hiçbir dişi hayvan bile sokmayan
bir Rum keşişler cumhuriyeti var. Genişliği 314 km kare. Yunan hükümetinin
otoritesi burada geçerli değil. Gerçi Yunan hükümeti buraya bir vali atıyor
ya, yönetim yetkisi valide değil, papazların seçtiği yirmi konsülün elindedir.
İlk kez 968 yılında kurulmuş Aynaroz papazlar manastırı. Osmanlılar buralara
egemen olduğunda manastırlar bölgesini bir ilçe sayıp yönetici atamışlar.
Fakat bu son derece tutucu papazların keyfine dokunmamışlar. Varlığını hep
korumuş Aynaroz. Aynaroz sınırları içinde pek çok manastır var. Bunlardan
yirmi kadarı eski çağların korsanlarına karşı tahkim edilmiş, inilmesi
çıkılması zor mekânlardır. Keşişler dünya işleriyle ilgilenmezlermiş ama
ekimle, dikimle, bazı sanatlarla uğraşır, dini kabartmalar yapar, pazar ve
panayırlarda bunları satarak gelir elde ederlermiş. Sevimli seyyahımız Evliya
Çelebi, bizim gibi Aynaroz’a uzaktan bakıp geçmemiş. Kara sakallıların
homurdanmasına aldırmamış, içeri girip görmeyi başarmış. Papazlar az yiyip az
uyurlarmış, öyle pek yağlı ballı yemekler yemezlermiş ama zenginliklerine
diyecek yokmuş. Evliyamız Seyahatnamesinde Aynaroz’un bir bolluk ve zenginlik
kenti olduğunu söylüyor. İngiliz ansiklopedisi de Evliya’yı onaylamaktadır.
Burasının Bizans sanat eserleriyle, ilk ve orta çağlardan kalma el
yazmalarıyla dolu olduğunu belirmektedir.
-
Kimi zaman deniz
kıyısına yaklaşarak kimi zaman uzaklaşarak Selanik’e doğru gidiyoruz. Yol
bakımlı. Dikkat ediyorum, yol kıyısında sık sık haçlı küçük anmalıklar
görülüyor. Bunlar trafik kazalarında ölenler için dikilmiş. Kilise maketi gibi
şeyler. Tepelerinde birer haç. Göğüslerinde ölenlerin adları yazılı. Yakınları
ölenler için dikilen anmalıkları sık sık ziyaret ederek mumlar dikiyorlarmış.
Bunların çokluğuna bakıyorum, Yunanlılar da nerdeyse bizdeki kadar trafik
kazası yaşamışlar diye düşünüyorum.
-
Sonunda saat 17
00’ye doğru Selanik’e varıyoruz. Acaba gene İzmir’e mi döndük diye küçük bir
kuşku uyandı içimde. Gerçekten İzmir’i andırıyor Selanik. Yalnız konumuyla
değil evleri, ağaçları, havasıyla da İzmir’i andırıyor. Ne var ki biraz içine
girip dolaşınca İzmir’den farklı yönleri de olduğu ortaya çıkıyor. Kent
oldukça bakımlı ve temiz. Çoğu iki katlı, İzmir’deki Rum evlerinin benzeri
evlerden oluşan kıyı mahallelerin sokakları bile tertemiz. Kıyı mahallelerin
bir sokağından geçerken orta yaşlı bir kadını, sağ elinde çalı süpürgesi, sol
elinde faraş, evinin önünü süpürüyor gördük.
-
İndiğimiz dört
yıldızlı otel, beş yıldızlı ayarında tv, buzdolabı, klima var. Öbür Balkan
ülkelerinde de otellerde klima var ama hiç biri doğru dürüst çalışmıyordu.
Yatakları kaliteli. Akşam yemeğinde çorba, tavuk, salata, hafif tatlı yedik.
Yemeklerin bizdekilerden farkı porsiyonlarının oldukça yeterli oluşuydu. Ne
var ki tavuk, Türkiye’de yemek zorunda kaldığımız tavuklardan daha berbattı.
Tatsız, saman gibi bir şeydi.
-
Yemekten sonra
dolaşmaya çıktık. Saat akşamın sekiz suları. Bütün cafe’ler, pastaneler,
içkili lokantalar tıklım tıklım dolu. Çoğunluğunu kızlı erkekli oturmuş
gençler oluşturuyor. Hemen bütün mekanlarda masalar açık havada. Ortalık cıvıl
cıvıl. Aralara yerleşmiş üçer kişilik, dörder kişilik saz takımları. Fazla
yaygara koparmadan çalıyorlar, şarkılar söylüyorlar. Hopörler düzeni
kullanılmıyor. Müzik, ses büyütücüleriyle azdırılarak mahallelerin üzerine
gönderilmiyor. Ellerindeki üç çalgıdan biri mutlaka buzuki. Yanında gitar,
keman ya da nefesli bir çalgı.
-
Selanik’te sokaklar
bizde olduğundan daha fazla otomobil dolu. Hiçbir yerli arabaya rastlayamadık.
Gördüklerimiz Avrupa, Japon arabaları. Tek tük de olsa Rus arabaları
görülüyor. Bir de motosiklet bolluğu var. Gece açık hava cafelerinin,
lokantalarının yanlarına birçok motosiklet park edilmiş. Her halde buraların
müdavimi gençler motosikletleriyle geliyorlar.
-
Selanik’te
telefonlar bizde olduğu gibi yedi rakamlı. Ama batıda, Makedonya’ya yakın bir
kasabada bir dişçinin astığı tabela dikkatimi çekti. Bu tabelada dişçinin
telefonu beş rakamlı idi. Anlaşılan telekominikasyondaki gelişmeyi Yunanlılar
ülkenin tamamına yayamamışlar.
-
Yunanlı Euro’dan
pek memnun değil. Çat pat Türkçe konuşan bir esnaf, Euro ile yaşamın
pahalandığını, geçimin zorlaştığını söyledi.
-
Yunanlılar
giyimleri kuşamları hal ve tavırlarıyla tam bir Avrupalı. Bir yaya sokağa ayak
basmışsa arabalar hemen duruyor. Bizde olduğu gibi, bütün Balkan ülkelerinde
olduğu gibi, insanın üstüne araba sürmüyorlar, küfür etmiyorlar.
-
Yunanlıların kimi
Avrupa ülkelerinden Avrupalı olmada üstünlükleri bile var. Almanlar gibi, öbür
kuzey Avrupalılar gibi neşesiz değiller. Ölçülü bir yaşama sevinciyle hal
hamur olmuşlar.
-
Beyaz Kule’den
başlayarak deniz kıyısı boyunca, hepsi aynı tipte, aynı boyda ahşap kulübelere
rastladık. Meğer kitap fuarı varmış. Dört yüzden fazla kulübe uzayıp gidiyor.
Alış veriş edenler var. Ama kitap imzalayan tek bir yazara rastlayamadık.
Çocuk kitapları yazarıyız ya, Ezop kitaplarını toplayayım dedim. Ezop’u
Avrupalılar Yunanlı bilir. Bütün ilkçağ Akdeniz ve Anadolu uygarlıklarını
Yunanlıların yarattıklarını sandıkları gibi Ezop’u da Yunanlı sanırlar. Hiçbir
kitapçıya Ezop’u anlatamadım. Ezop dedim, Ezopus dedim, Aisopos dedim. Sonunda
çok güzel olduğu kadar gözlerinden çok zeki olduğu anlaşılan genç bir kız “Ezope!”
diye çığlık attı. Önüme üç kitap koydu. Her biri on altışar sayfa. Ama
kalantor bir ansiklopedi boyundu. Kalın karton ciltli. Her sayfada üçer satır
yazı. Sayfaların bütün yüzeyi boşluksuz resimlenmiş. Onları aldım, geri dönüş
yaparak tüm kitapçılara gösterdim. Hiç birinde Ezop yoktu. Yazdığım ilk çocuk
kitabım Ezop üzerine idi. Orada Ezop’un Anadolulu olduğunu vurgulamıştım. Bir
Frigya yurttaşı olan Ezop gerçekten de Anadoluludur. Kütahya’da doğmuştur. MÖ
yedinci-altıncı yüzyıllar arasında yaşamıştır. Kambur, kekeme, topal bir
adamdı. Yaşlılığında Atinalı cimri bir zengine köle olarak satıldı. Anlattığı
masallar gerçekte Hititlerden, Frigyalılardan beri devam edip gelen Anadolu
masallarıydı. Yazıya Yunanistan’da geçtiği için Yunanlı sayıldı. Yunanlı
yayıncıların Ezop’a bizde olduğu gibi fazla yer vermemeleri beni şaşırtmadı.
Biz hisseli kıssalı konuşan bir toplumuz. Nasrettin Hocayı aramızda
yaşattığımız gibi Ezop’u da yaşatıyoruz., Ezop’u en çok biz tanırız. Bizde
Ezop en çok basılan bir kaynaktır. Ezop çocuklar için basılır ama en çok
okuyan büyüklerdir.
-
Kitap fuarı önünde
biri erkek. Öbürü kadın portre yapan iki ressama rastladık. Çizdikleri
portreler kusursuzdu. Bir tane de közlediği mısırları satmaya çalışan bir
seyyar satıcı gördük. Seyyar dedim ya aslında gezici değildi. Kömür yaktığı
büyükçe mangalı ortaya koymuş, küçük bir jeneratörle tezgahını aydınlatıyordu.
-
Selanik’te, bizde
olduğu kadar bereketli olmamakla birlikte tek tük dilenciye rastlanıyor.
Ayrıca sokakta yatıp kalkanlar da görülüyor. Kentin ortasında, harabe haline
gelmek üzere olan, minareleri çoktan yıkılmış, çevresinde yükseltilen çirkin
binalarla adeta gözlerden gizlenilmek istenilmiş büyük bir Türk camisinin
duvar girintilerinde çula çaputa sarılmış yatan kişiler vardı. Deniz kıyısında
Kitap fuarının önündeki meydanda Çingeneler davul zurna çalarak dileniyorlar.
-
Selanik’te hiçbir
dikili minare görülmüyor. Kent mekezinde rastladığımız bir cami ile bir Türk
hamamı harabe olmuş durumdaydı. Dört yanına duvar duvara yeni binalar yaparak
gözlerden gizlemişler. Yunanlılar hangi yüzle Türklerin Bizans eserlerini yok
ettiklerini, kiliseleri camiye çevirdiklerini haykırıp duruyorlar?
Seksen-doksan yıl gibi kısa sayılacak bir zaman dilimi içinde Selânik’te,
Drama’da Serez’de, Kavala’da, Filorina’da ve daha birçok kent, belde ve
köylerde binlerce camiden, mescitten, medreseden, tekkeden, türbeden,
mezarlıktan namı nişane kalmamıştır. Camilerin hemen hepsi minareleri
yıkılarak kiliseye çevrilmiştir. Eğer yolunuz Kavala’ya düşerse, güzel bir
deniz kıyısında korkunç bir beton yığınına dönüştürülen kentin kordonunda, ilk
sıra binaların arkasında bir kilise göreceksiniz. Bu kilise Kanuni’nin damadı
İbrahim Paşanın yaptırdığı selatin bir camidir. Yalnızca minarelerini
yıkmışlar. Şimdi bu eski Osmanlı camisi içinde, ortodoks papazlar, ağızları
köpüre köpüre, “Dinlere hürmet Allah’ın emridir. Türkler Bizans kiliselerini
yıktılar, camiye çevirdiler. Günah işlediler. Cehennemin dibinde cayır cayır
yanacaklardır,” diye vaaz edip duruyorlar.
-
Eğer Kavala’ya yolunuz düşerse, kente girişte sol tarafınıza bakarak gidin.
Yol kıyısında kocaman bir pano göreceksiniz. Bir Kıbrıs haritası. Kuzey
Kıbrıs’tan güney Kıbrıs üzerine kanlar damlıyor. Kıbrıs’ta çocuklarıyla
birlikte anneleri banyo kuvvetlerinde kurşunlayan, öldürdükleri masum
insanları greyderlerle toprağa gömen kanlı ellerin çizdiği harita böyle kanlı
olur.
-
ATATÜRK’ÜN EVİNDE
-
Ertesi gün Atatürk’ün doğduğu eve ve Türk
konsolosluğuna gidiyoruz. Çevresi yüksekçe duvarlarla çevrili, uzayıp giden
iki katlı çok büyük bir binaya rastladık. Türk kışlası imiş. Çok geniş bir
avlu içinde. Aldülhamit’in hal edildikten sonra 1909–1917 arasında yaşadığı
Alâtini köşkü de bu avlu içinde. Bina dökülüp dağılmamış ama bakımına özen
gösterilmediği ilk bakışta anlaşılıyor. Avlu kıyısından geçip gittik. Otobüsün
penceresinden bakıyorum. Yaşlı bir adam, yanı başındaki otobüs durağındakilere
aldırmadan kışlanın duvarına çişini yapıyor.
-
Atatürk Evi’ni arayıp bulduk. Bina Türk
konsolosluğu ile yan yana. Oraya girmeden önce konsolosluğun kapısı çaldık.
Geleceğimizden haberleri vardı. Konsolos Türkiye’ye çağrılmış. Yaş durumundan
emekli edilmesi söz konusuymuş. Konsolosa vekâlet eden yardımcı konsolos Osman
İlhan Şener genç bir diplomat. Türkiye ve Orta Doğu Üniversitesi’nden mezun
olmuş. Kibar, sempatik, aydınlık yüzlü bir insan. Bizi çok nazik bir biçimde
karşılıyor. Bütün kafileye çay ve kuru pastalar ikram ediyor. Bir süre Selanik
ve TürkYunan ilişkileri üzerine konuşuyoruz. Genç diplomat, depremden sonra
başlayan TürkYunan ilişkilerindeki sıcaklığın, Güney Kıbrıs’ın AB’ne
girmesinden sonra serinlemeye başladığını söylüyor. “Yunanlılar Türkiye’nin
AB’ne girmesini desteklemekten vazgeçecek gibi görünüyor,” diyor.
-
Şu son günlerde Türk jetlerinin sık sık Yunan hava
sahasına girdikleri, Yunan uçaklarını taciz ettikleri yaygarasını koparıp
durmaları boşuna değil. Yetkililer susuyorlar ama halkımız Yunanlıların
“Sitteisevir, her gün bir tevir,” politikası izlediğini çok iyi biliyor.
-
Konsolos önümüze düşerek hemen bitişikteki Atatürk
Evi’ni gezdirdi. Ali Rıza Efendinin bu evi daha Atatürk doğmadan önce
yaptırdığı biliniyor. Atatürk bu evde doğmuştu. 1839 doğumlu Ali Rıza Efendi,
Selanik evkaf dairesinde katiplik, gümrük koruma memurluğu, sonra
gönüllülerden kurulan Selanik Asakiri Milliye taburunda üsteğmen görevlerinde
bulundu. Bir ara memurluktan ayrılıp kereste ticareti yapmaya başladı. Eline
biraz para geçince bu evi yaptırdı. Ne var ki ticaret hayatı fazla süremedi.
Ormanlara kereste almaya gittiğinde karşısına Rum eşkıyaları çıkıyor,
istiflediği keresteleri tutuşturup yakıyorlardı. Yeniden memurluğa döndü,
Selanik yakınlarında Çayağzı’ında gümrük memuru iken 28 Kasım 1893’de elli
dört yaşında öldü. Babası öldüğünde Mustafa Kemal ilkokul son sınıf öğrencisi
idi.
-
Atatürk on altı yaşına kadar bu evde yaşadı.
Askeri öğrenci olunca tatil günlerini de burada geçiriyordu.
-
Ev müze olarak oldukça bakımlı, tertemiz.
Türkiye’den getirilmiş Atatürk’ün kişisel eşyaları ve her şey güzel
yerleştirilmiş. Konsolosun anlattığına göre ev, 1924 nüfus değişiminde
Türkiye’den gelen bir Rum ailesine verilmiş. Zemin kattaki odalar, sokağa
kapılar açılarak üç dükkân yapılmış. Epeyce hasar görmüş. Türkiye evi birkaç
kere onarttırmış.
-
Kafilemizin ve Türk Parlamenterler Birliği İzmir
şubesinin başkanı Mustafa Öztin, konsolos vekiline İzmir’in mahalli renklerini
yansıtan küçük armağanlar sundu. Konsolosluktan görevlilere teşekkür ederek
ayrıldık.
-
Selanik’ten ayrılırken şoförümüz yolu zor çıkardı.
Bir saat kadar dolaşıp durduk. Dükkân tabelalarına bakıp dururken bir şeyin
farkına vardım. Burada dil kirlenmesi yok. Bütün dükkân, müessese, iş yerinin
adı Yunanca. Yalnız tanınmış Dünya markalarının adı nasılsa öyle yazılmış.
Onların da altlarına Yunan alfabesiyle Yunanca’sı belirtilmiş. Ülkemizde en
küçük beldelerde bile tabelalarda Türkçe’den çok yabancı adlar, özellikle
İngilizce adlar görülmektedir. Hele lokanta, ayakkabı, tekstil, giyim
üretiminde Türkçe adlar büsbütün unutulmuştur. Dil bir bilinçlenme işidir. Dil
bilinci körlüğü, zaman içinde millî benliği de eritir. Tarihte adları bilinen
ama bugün yeryüzünden silindikleri sanılan kavimlerin insanları aslında
yaşamaktadırlar. En korkunç bir savaş, en kötü bir yenilgi bile bir toplumu
toprağından sürüp atamaz, toptan yok edemez, O toplumlar zorlayıcı bir nedenle
topraklarını, evlerini barklarını terk edip başka topraklara göçseler bile
dillerini korudukları sürece varlıklarını sürdürürler gene. Dil eriyip bittiği
zaman millet de eriyip biter..
-
Sonunda yolu doğrulttuk. Önemli bir Osmanlı ilini
geride bıraktık. Selanik vaktiyle Osmanlının önemli bir ili olduğu kadar
önemli bir kültür ve fikir merkeziydi. Jöntürklük burada başladı. İhtilalci
dernekler burada ortaya çıktı. İttihat ve Terakki cemiyeti yasal bir partiye
dönüştükten sonra ilk yasal kurultayını Selanik’te yapmıştır. Diyarbakır
delegesi Türk milliyetçisi Ziya Gökalp bu kurultayda genel idare kurulu
üyeliğine seçilmiştir.. Batılıların Tanzimat döneminden beri süre gelen iç
işlerimize karışma alışkanlıklarına ilk kez bir halk ayaklanmasıyla burada
oldukça sert bir karşılık verilmiştir. Selanik Olayı adıyla tarihe geçen
başkaldırının nedeni şudur ki, Selanik yakınındaki Avrathisarı bucağında
oturan bir Bulgar kızı, Müslüman olmak için yaşmaklı olarak trenle Selanik’e
gelmiştir. Müftülüğe başvurup gerekli işlemeri yaptıracaktır. Bunu işiten
Amerikan konsolosu Rum asıllı Pirikli Lazaris arkasına yüz, yüz elli kadar Rum
takarak kızı istasyonda yakalayıp konsolosluğa götürür. layı işiten çok sayıda
Müslüman Amerikan konsolosluğunun önüne toplanarak kızı isterler.. Selanik
çalkalanmaktadır. Fransa ve Almanya konsolosları, kendilerini büyük
devletlerin otoriter temsilcileri yerine koyarak koşup gelirler. Gözdağı
vererek halkı dağıtmaya kalkışırlar. Aslında her iki konsolos da bilgili
kişilerdir. Toplum psikolojisinin nasıl bir kibrit aleviyle tutuşabileceğinin
pek âlâ farkındadırlar. Ama bu kural Avrupalılar için geçerlidir. Eline
vurulunca ekmeği ağzından alınan bir toplumun psikolojisi mi olur?
Ukalalıklarını sürdürüp tehdide başlayınca olan olur. Kalkan bir yumruğu
binlercesi izler. Sonuç, her iki diplomatın da orada ahret yolculuğuna çıkması
gibi acıklı bir alın yazısı gerçekleşir.
-
Rum asıllı Amerikan konsolosu, yediği naneye bin
pişman, mekanından toz olur, günlerce ortaya çıkma cesaretini gösteremez. O
gösteremez ya, Almanya ile Fransa’nın hatta olayla uzaktan yakından ilgisi
bulunmayan Avustuya’nın, İtalya’nın ayranları kabarır. Çöküntü durumunda olan
bir devletin insanları nasıl olur da batılı diplomatları öldürmeye cesaret
edebilir? Cenazeleri almak için Selânik’ten geçen tren yolu yeterli iken deniz
yoluyla zırhlılar gönderirler. Zırhlılar gelip kentin önünde demirlemiş,
toplarını da kente çevirmiştir. Osmanlı hükümetine sert bir ültimatom:
“Suçluları cezalandırın, yoksa savaş açarız!”
-
Sultan Aziz devrinin hükümeti, “Efendiler,
konsolosların görevleri, kendi vatandaşlarının haklarını korumak, dostluk ve
ticari ilişkileri geliştirmektir. Konsoloslarınız bizim iç işlerimize
karışmak, ilimizde emniyet müdürlüğü yapmaya kalkışmak yetkisini kimlerden
almıştır?” diyeceği yerde hemen darağaçları kurarak suçlu suçsuz birçok kişiyi
sallandırıvermiştir. Şimdi de batılıların her işimize karışmaya kalkışmaları o
eski günleri hatırlatmıyor mu?
-
Makedonya’yanın bir ili olan Manastır’a gidiyoruz.
Makedonya’ya Üsküp üzerinden değil batı Yunanistan’dan gireceğiz. Orada
Manastır asker lisesini, kentin ortasında bulunan çeşme ile havuzu göreceğiz.
Bu eski Türk kentini selamayacağız. Birçok tümülüsün yer aldığı Teselya
ovasından geçiyoruz. Giderek yolumuz dağların arasına düşüyor. Otobüsümüz akıp
giderken koltuğumda uyuyakalmışım. Gözlerimi açtığımda yanımda oturan sayın
Nail Atlı’ya soruyorum:
-
“Çok mu uyudum?”
-
“Epeyce uyudunuz,” diyor.
-
Görmem gereken görünümleri kaçırdığıma üzülüyorum.
-
“Önemli yerlerden geçmedik, dağlar tepeler
arasından geçtik hep,” diyor Nail Bey.
-
Pencereden geçtiğimiz yerleri dikizlemeyi
sürdürüyorum. Hâlâ dağlar arasında gidiyoruz. Yunanistan’ın batısı oldukça
dağlık, engebelik. İzmir’den bu yana geç gelen bahar yeşilliği burada da
canlılığını sürdürüyor. Doğaya pür dikkat bakıyorum. Bu yeşillik orman
yeşilliği değil. Gelip geçici bahar yeşilliği. Tepeler üzerinde orman
belirtileri var ama bodur ağaçlar, baltalık çalılar bunlar. Vaktiyle yangın
geçirdikleri besbelli. Yolumuz uzayıp gidiyor, ne var ki yangınların
keltoşlaştırdığı dağlar tepeler eksilmiyor.
-
Yunanistan’ın bu taraflarında otoyol yok. İki
dilimli, bakımlı asfalt yollar.
-
Sınıra yakın Edhessa adlı bir kente ulaştık, 24
metre yükseklikten dokülen bir çağlayanı varmış. Vaktimiz olmadığından gidip
göremedik. Dağların arasında şirin bir kent. Burada küçük bir mola. Daracık
sokağın içindeki bir halk kahvesinde halkın arasına oturup çay kahve içtik.
Küçük bir şişe su ve neskafe birer Euro. Arkadaşlardan bitişik börekçide börek
yiyenler oldu. Börekler çok güzelmiş. Sanki bir Anadolu kasabasındayız.
İnsanlar içtenlikli. Yalnız kılık kıyafetleri bizden daha düzgün. Yaşlı bir
adama tuvaletin nerde olduğunu soruyorum. Önüme düşüp tin tin yürüyerek beni
iki yüz metre ötedeki mini parkın yanına götürüyor. Helâ bu parkın altında.
Tertemiz, suları akıyor.
-
Kahve molasını istemeyerek sona erdiriyoruz. Gene
dağların arasında kıvrılıp bükülerek ilerliyoruz.
-
Edhessa’dan sonra birden karşımıza Florina
çıkıveriyor. Eski bir Osmanlı kenti. O zaman Manastır iline bağlı bir ilçe
idi. Merkezde on bin, köyleriyle birlikte kırk beş bin nüfusu barındırıyordu.
Florine edebiyat tarihimizde geçen bir addır. Fecri Âti topluluğu içinde yer
alan bir Florinalı Nazım (1883-1939) vardır. Şiirleriyle değil şiir
deliliğiyle ünlüdür. Şiiri ömrünün her dakikasında baş uğraşı yapmıştı.
Kendisine Şiir Kralı adını vermişti. Ömrü İstanbul’da geçti. Emniyeti
Umumiye’de şube müdürlüğü, polis dergisi yazı işleri müdürlüğü gibi görevlerde
bulundu. Son günlerinde şiirleri dergilerde yayınlanmaz olunca gazetelerin
ilan sayfalarında para ödeyerek yayınlatmaya başlamıştı.
-
Florina’dan geçip gidiyoruz. Görünürde ne bir
minare ne bir kubbe... Florina ahalisinin büyük çoğunluğu Müslüman’dı. İçinden
bir yabancı gibi geçerken şiir kralını hatırladım ve rahmet diledim.
-
Niki diye söylenen gümrük kapısına geliyoruz. Issız
bir yer. Fazla gelip giden yok. Gözümüze ilk çarpan şey büyükçe bir levha
oluyor. Üzerinde İngilizce “İngilizce konuşmayın, Yunanca konuşun!” sözleri
yazılı. Kapıdan fazla beklemeden geçeceğimizi ümit ederken bizi bir buçuk
saatten fazla bekletiyorlar. Yunan halkı değil, bürokratları bize pek dostça
bakmıyorlar.. Onlar da bürokratlıkta bizimkilerden hiç de aşağı değiller.
Hatta fazlaları bile var. Dolaşıp duruyoruz. Yunan polisi hemen buyurmaya
başlıyor: “Büroya sokulmayınız!” Otobüsümüz kırk santim kadar ileride durmuş.
Elli santim geri aldırıyor.
-
Ertesi gün İskeçe’de biraz dolaştık. Vaktimiz
kısıtlı olduğundan eski Türk eserlerini göremeden Gümülcine’ye gitmek üzere
yola koyulduk. Gümülcine’de ilk uğrak yerimiz Türk konsolosluğu oldu. Konsolos
sayın Hüseyin Avni Botsalı’nın geleceğimizden haberi vardı. Türkler tarafından
çok sevilen bir diplomat olan sayın Botsalı, o gün yapılan TürkYunan iş
adamları toplantısına katılmak üzere Dedeağaç’a gitmiş bulunuyordu. Onun
yerine bizleri zarif eşi İnci Botsalı hanımefendi ile muavin konsolosumuz
sayın Hami Aksoy karşıladılar. Gümülcine Türklerinin değerli temsilcileri
Rodop Milletvekili Galip Galip’in eşi Ayşe Galip, eski milletvekili İsmail
Rodoplu, Gümülcine Türk Gençler Birliği başkanı Adnan Selim, Yüksek
Tahsilliler Derneği başkanı Murat Yunus, Elbeceri ve Meslek Edindirme Kursu
öğretmenleri Mediha Bekiroğlu ve Pervin Hayrullah, Cumhuriyet Gazetesi genel
müdürü ve başyazarı Şüheda Halil, Gündem Gazetesi sahibi Hülya Emin
konsoloslukta hazır bulunuyorlardı. Konsolosluğun geniş bahçesinde hazırlanan
masalara oturduk. Konsolosluk görevlileri bize çay, kuru pasta, börek ikram
ettiler. Burada bir on beş dakika oturduk, sohbet ettik. Konsolosluk
yetkililerine teşekkür ederek Türk Gençler Birliği lokaline gittik. Lokalin
kapısında tabela yoktu. Bir hafta önce Yunun polisi söküp götürmüş. Üzerinde
Türk Gençler Birliği yazdığı için. Yunanlı Türk adının kullanılmasını
yasaklamış. “Onlar söküp götürüyorlar, biz yenisini yazarak tekrar asıyoruz,”
diyorlar. Söküp götürmekle yetinmiyorlar, dava da açıyorlarmış Türkler
aleyhine. Yunanlılar Batı Trakya’nın tümünde, hangi amaç için olursa olsun,
Türk adının kullanılmasına izin vermiyorlar. Lozan’da buradaki Türk varlığı
Müslüman azınlık olarak geçtiği için ülkemizde Türk azınlığı yoktur, Müslüman
Yunanlılar var diyorlar. Ama Türkler inatla ve gururla Türk adını
kullanıyorlar.
-
Yunanlılar Lozan Barışı sonrasında bir süre Türk
adından gıcık kapmamışlar. Ama Türkiye büyüdükçe, güçlendikçe korkuları da
depreşmeye başlamış. Türk adını yasakladıkları gibi Lozan’da düzenlenen
azınlık statülerini, buna dayanarak oluşturulan iç hukuk düzenlemelerini
(yasaları, tüzükleri, yönetmelikleri, yönergeleri) birer birer Türklerin
aleyhine değiştirmeye, başlamışlar. Batı Trakya’da Türk yaşamını kabusa
çevirmişler.
-
Gençler Birliği lokalinin bahçesinde ulu bir çınar
ağacının gölgesinde ikram edilen kahveleri içtik. Bu çınar ağacını eski bir
milletvekilimizin babası dikmiş. Türk Birliği üyeleriyle kısa süren
sohbetimizde hep aynı sorunları konuştuk. Gençler Birliği başkanı sayın Adnan
Selim, ısrarla bizi yemeğe davet etti. “Bir gece birlikte olacağımızı
umuyorduk,” dedi. Vakit ikindi üzeriydi. Gezimizi, o gece İzmir’e yetişmek
üzere programlamıştık. Nazik yemek davetine uyamadık. Sevimli Adnan Selim,
yemek yediremeyince nereden buldurttu ise hepimize birer paket çekilmiş kahve
ikram etti. Gümülcine kahvesi çok ünlüymüş. Bir fincan kahvenin kırk yıl
hatırı var. O kahveyi içip bitirdik ama, Gümülcineli, İskeçeli dostlarımızı
unutmadık. Yalnız Batı Trakyalı soydaşlarımızı değil Arnavutluk’ta, Kosova’da,
Makedonya’da bıraktığımız güzel insanları da unutamayız.
-
Gümülcine temiz, bakımlı bir kent. Türkler daha çok
arkalarda, kıyılarda oturuyorlar. Kent merkezinden bakılınca görünmüyor Türk
mahalleleri. Türklerin ana çarşıda da ağırlıkları yok. İskeçe Türkleri gibi
Gümülcine Türkleri de umutlarını Türklere bağlamışlar. Ana vatan olarak
Türkiye’yi bellemişler. Türkiye’nin her şeyi ile ilgileniyorlar. Burada
yayınlanan Türk gazeteleri de İskeçe’dekiler gibi, sayfalarını Türkiye
haberleri dolduruyor. Başarılarımızla gururlanıyorlar, üzüntülerimizle
üzülüyorlar. Hatta denilebilir ki, Batı Trakyalı soydaşlarımız bizlerden daha
fazla tanıyorlar Türkiye’yi. Bizlerden daha çok seviyorlar. Zulüm, baskı,
haksızlık onları bilemiş, yüreklerini pekiştirmiş. Gümülcine’den ayrılırken
göz yaşlarımızı içimize akıtıyoruz.
-
İki Türk kentine yaptığımız kısa ziyaret sonunda
Türk halkın not edebildiğimiz sayısız sorunları o kadar çok ki hepsini yazmak,
ayrıntılarına girmek büyük bir çalışmayı gerektirmektedir. Bunların bir
kısmını kısa bölümler halinde değerli okuyucularımızın dikkatlerine
sunuyoruz.
-
1.TÜRKLERİ ASİMİLE ETME VE
YUNANİSTAN’DAN KAÇIRMA POLİTİKASI UYGULANIYOR.
-
Türkleri asimile etme ve Yunanistan’dan kaçırma
politikası uygulanıyor.
-
Yunanistan, Batı Trakya’daki
Türk soydaşlarımızdan, devlet düzenine son derece uyumlu davrandıkları halde,
öteden beri rahatsızdır. Sağlıklı aile yapısı ile gittikçe nüfusları artan,
dinamik, çalışkan, her zaman birlik, beraberlik içinde olan Türklerden korku
duymaktadır. Türklerden kurtulmak için elinden ne geliyorsa uygulamaktadır.
Hedeflerinin batı Trakya Türklerini göç ettirerek, asimile ederek Batı
Trakya’daki varlıklarını ortadan kaldırmak olduğu anlaşılmaktadır. Yunanistan
yetkilileri, Türk azınlığı ‘Müslüman Yunanlı, Pomak ve Çingenelerden oluşmuş
homojen olmayan bir topluluk’ olarak tanımlıyor. Vaktiyle serbest iken Türk
adının kullanılmasını zorba yöntemlerle yasaklıyor. Türkleri özellikle dini
kimliğiyle tanıyıp etnik kimliklerini inkâr etmekle Türkiye ile
bağlantılarının zayıflamasını hedefliyor.
-
Türk toplumunu, ekonomik yönden
gelişmesini, kalkınmasını, yasa dışı, hatta insanlık dışı uygulamalarla
önleyerek göçe zorluyor. Bugün Türkiye’de Yunanistan’dan zoraki göç etmiş,
vatandaşlık hakkı elinden alındığından bin bir zorluğu göğüsleyerek Türkiye’ye
sığınmış çok sayıda Batı Trakya Türkü yaşıyor. Ayrıca otuz bin kadar Türk de
Avrupa’ya, Avustralya’ya göç etmiş bulunuyor.
-
Yunanistan 1998 yılına kadar
yeryüzünün hiçbir ülkesinde görülmeyen bir Vatandaşlık Yayası uygulamıştır, Bu
yasanın 19. maddesi kara faşizmin somut bir örneğidir. 19. madde, 11 Haziran
1998’de, belki de ne kadar demokrat bir ülke olduğunu Avrupa Birliği’ne
yutturmak amacıyla, parlamentoda iptal edilmiştir ki, bu maddenin metni şöyle
idi:
-
Kökende Yunan olmayan bir
kişi geri dönme niyeti olmaksızın Yunanistan’dan ayrılırsa, bu kişinin Yunan
vatandaşlığını yitirdiğine hükmedilebilir. Bu hüküm, yurt dışında doğmuş ve
oturmakta olan Yunan olmayan etnik kökenli kişilere de uygulanır.
Anababasından ikisi birden veya hayatta olanı vatandaşlığını yitirmiş olan
reşit olmayan çocuklardan yurt dışında yaşayanlar da vatandaşlığını yitirmiş
olarak ilan edilebilir. Vatandaşlık Konseyi’nin aynı yönde alacağı karara
dayanarak bu konuda iç işleri bakanı hüküm verir.”
-
Bir çok ülkede zulüm, kıyım
uygulanmıştır ya, böylesine insanlık dışı bir hükmün yasalara kadar sokulduğu
pek görülmemiştir. Yunanistan’da yaşama hakkı yalnız Yunanlılara, bir de
onlara uyum gösteren, seslerini çıkarmayan Hıristiyan azınlıklara
tanınmaktadır. Yunanlı olanla Yunanlı olmayan ayrıcalığı, maddede keskin
çizgilerle yer almaktadır. Yunanistan’da Müslüman Türk ve Müslüman Pomaklardan
başka çok sayıda Makedon, Ulah, Arnavut, Bulgar ve Çingene yaşamaktadır. Gerçi
bu azınlıklara nasıl davranıldığını, onların ne gibi sorunlarla
karşılaştıklarını bilmiyoruz. Yunanistan 194549 yılları arasında bir iç savaş,
çetin bir gerilla savaşı yaşamıştır. Yunanistan’ı Sovyet Rusya liderliğindeki
komünist ülkeler safına sokmaya çalışan komünist gerillalardan başka, aynı
yıllarda Yunanistan sınırları içinde yaşayan Makedonlar, merkezi Selanik olan
ve ilk çağlardan beri Makedonya adıyla anılan kuzey bölgesinde; İtalyanlarla
işbirliğine giren Ulahlar da Yunanistan’ın orta kesiminde birer bağımsız
devlet kurmak çabasına girişmişlerdi. Yunanlılar 1945’li yıllarda baş
kaldıranlara ve bunların mallarına karşı uygulamaya koydukları iç hukuk
düzenlemelerini kaldırmak yerine bugüne kadar Türk azınlığa uygulamışlardır.
Halen aynı uygulamaya bütün şiddetiyle devam ettirmektedirler..
-
Faşizan 19. madde kaldırılmıştır
ya, şimdiye kadar mağdur bırakılan, ezilen, yurt dışı edilerek süründürülen
insanların hakları iade edilmemiştir. Çünkü iptal maddesine yasa hükmünün
geriye işlemeyeceğine dair bir hüküm eklenmiştir.
-
Yunanistan hükümetleri, 11
Haziran 1998 tarihine kadar Yurttaşlık Yasası’nın faşizan 19. maddesini
insafsızca işleterek 60.000 civarında Türk’ü vatandaşlıktan atmıştır. Hem öyle
bir atmıştır ki, Alman nazizminin Yahudilere uyguladıklarından hiç de geri
kalır yanı yoktur. Keyfi olarak vatandaşlıkları iptal edilen Türkler hemen
polis nezaretinde hududa kadar götürülmüşler, ancak burada vatandaşlıktan
çıkartıldıkları kendilerine haber verilmiştir. Böylece geri dönerek yasal
yollara başvurma olanağı kendilerine tanınmamıştır.
-
2. TÜRKLER
EKONOMİK YÖNDEN EZİLİYORLAR
-
Yunanlılar öteden beri Türklere
iş vermiyor. Ne resmi makamlar ne de Yunanlıların sahibi olduğu özel
kuruluşlar hiçbir Türk’ü işe almıyor. Yalnız Yunanistan Avrupa Birliği’ne
girdikten sonra göz boyar gibi birkaç Türkü polislik, çöpçülük gibi görevlere
almışlar. Türkler çiftçilik yapıyor, tütün yetiştiriyor. Şu sıralarda gelişme
durumunda olan inşaat sektöründe çalışıyorlarmış. Müteahhit ya da inşaat
şirketi sahibi olarak değil. İnşaatlarda kazma kürek işçiliği
yapabiliyorlarmış.
-
Türkiye Batı Trakya Türkünü
göçmen olarak kabul etmiyor. Ne var ki Yunanlılar doğu kapısından
süremedikleri Türkleri batı kapısından ülkelerinden uzaklaştırıyorlar.
İskeçe’nin merkez nüfusu elli bin. Bu nüfusun % 3537’sini Türkler oluşturuyor.
Ama İskeçe’ye bağlı çok sayıda yalnız Türklerin yaşadığı köy var. Yunanlılar
bir taraftan göçmen derleyip getirerek Türkleri azınlığa düşürmeye çalışıyor,
öbür taraftan iş vermeyerek Almanya’ya, Fransa’ya, Hollanda’ya göçe zorluyor.
Bugüne kadar batı ülkelerine, Avusturalya’ya 30 binden fazla Türk göçmüş.
-
Yunanistan son on yıl içinde
Gürcistan’dan, Rusya’dan Pontuslu süsü vererek 30.000 yoksul Gürcü ve Rus’u
getirip Batı Trakya’daki Türklerinin topraklarına yerleştirmiştir. Kitabın baş
tarafında bundan söz açmıştık. Tekrara düşmemek için yinelemediğimiz bu olay
dünyanın hiçbir ülkesinde görülmeyen etnik bir sahtekârlıktır. Okurlarımızın
kitabın başına dönerek o bölümü yeniden okumalarında yarar vardır.
-
Taşınmaz
mal edinmekte Türklere en despot bir devlette bile uygulanmayan zorluklar
çıkarılıyor. Yunanistan Avrupa Birliği üyesi oluncaya kadar Türklere yapı
ruhsatı vermezlermiş. Türkler toprak satın alamazlarmış. Evleri yıkılacak
kadar harap olanlara tamirat izni yokmuş. Bu nedenle yakın zamana kadar
Türkler harabe gibi yerlerde otururlarmış. Avrupa Birliği’ne girdikten sonra
tamir iznini vermeye başlamışlar. Arazi ve arsa almaya gene izin yokmuş.
Türkler arsa alıp yeni bir ev yaptıramıyorlar. Tamirat izni istelerinde de
mahalli yöneticiler akla hayale gelmedik zorluklar çıkarıyorlar.
-
Kendi vatandaşı olan Türklere bir metre kare toprak
satın alma izni vermiyorlar ya, Türklerin ellerindeki toprakları sudan
bahanelerle ve “tavuk fiyatına” kamulaştırarak ellerinden alıyorlar. Pontus
denilen aslında çoğu Gürcü ve Kafkas asıllı olan göçmenleri Gülümcine ile
İskeçe’ye yerleştirirken yaptıkları evlerin arsaları zorla Türklerden alınmış.
Türklerin yerel mahkemelere, bölge mahkemelerine, yargıtaya yaptıkları
itirazların hiç biri kabul edilmemiş. Demokrasi. hukuk, hukuk düzeni, hukuk
devleti denilince mangalda kül bırakmayan iki yüzlü Yunan hükümetleri, Avrupa
Birliği üyesi olarak bize utanmadan demokrasi dersi veriyor, iç işlerimizi
düzene koymamızı istiyor. Dış işleri bakanlarımız başını kaldırıp da küstah
Yunanlıya ağzının payını veremiyor. Ya Batı Trakya Türklerinin durumunu
bilmiyorlar ya da Avrupa Birliğine girebilmemiz için onlardan medet
bekliyorlar.
-
Batı Trakya Türklerinin geçim durumlarına yeri
geldikçe değinmiştik. Büyük çoğunluğu tarımla uğraşıyor. Tarım, Türkiye’de
olduğu gibi Yunanistan’da da ne onduruyor ne de donduruyor. Özellikle Türk
asıllı çiftçilerin ürettiği tütün, pamuk, üzüm gibi ürünler yok pahasına
ellerinden alınıyor. Bazı çiftçiler çiftçiliği bırakarak ticarî yaşama geçmek
istiyorlar. Ticaret küçük de olsa bir sermaye ister. Çift bozan soydaşlarımız
Yunan resmi ya da özel bankalarından tüm ön şartları yerine getirerek kredi
isteğinde bulunduklarında, kredi almak şöyle dursun, alay, istihza, hakarete
varan davranışlarla karşılaşıyorlar.
-
Bir internet sitesinde kuduğumuz bir haberi aynen
aktarıyoruz:
-
“15 Haziran (2003) Atina’da yayınlanan
Elefterotipiya gazetesi. Yunanistan Dış İşleri Bakanlığı’nın üst düzey bir
yetkilisinin Batı Trakya’da yaptığı incelemelerin ardından hazırladığı 20
Aralık 2001 tarihli raporda, Türk azınlık üyelerinin aleyhinde ayrımcı
politikalar uygulandığını yazdı.
-
Gazete “ele geçirdiğini belirttiği” raporda, son
yıllarda azınlık üyelerinin tarım sektöründen kentlerdeki ticari faaliyete
kaydıklarını, ancak karşılarında Yunan bankacılık sistemini bulduklarının
yazılı olduğunu belirtti.
-
Raporda, Türk azınlık üyeleri tüm ön şartları
yerine getirseler bile bankaların hizmet vermeyi reddettiklerinin
vurgulandığını kaydeden Elefterotipiya, Bakanlık üst düzey yetkilisine göre,
bankalar Müslüman iş adamlarına karşı katı bir davranış, büyük bir çekimserlik
ve güvensizlik gösteriyorlar,” dedi.
-
Dış İşleri Bakanlığı yetkilisinin, sorunun büyük
olduğunu ve bu politikanın değişmesi gerektiğini vurguladığını belirten
gazete, raporda şu çözüm önerilerine yer verildiğini yazdı:
-
“Bölgedeki bankacılık ağına, başta Ethniki,
Emboriki gibi kamu bankalarına, ardından da devletin etkileyebileceği özel
bankalara, Müslüman azınlık üyelerine karşı daha açık ve dostane bir ilişki
kurmaları yönünde talimat verilmelidir.”
-
İnternet sitesinin açık ve duru bir anlatımla
özetleyemediği haberden anlaşıldığına göre, Yunan bankalarının Türklere kredi
vermediklerini Yunanistan hükümeti de bilmektedir. Neden gerekli gördüyse,
belki de gene Avrupa Birliği’nin gözünü boyamak için, bölgeye bir dış işleri
yetkilisini (dış işleri görevlisinin bankacılıkla ne ilgisi varsa?) gönderip
inceleme yaptırmıştır. Sonra da yetkilinin hazırladığı ve bazı önerilerde
bulunduğu raporu yayınlayıp uygulamaya koyacağı yerde gizli tutmuştur. Bu olay
bile, Yunan hükümetinin Türk azınlığı; dinde, eğitimde, iş tutmada, arazi
edinmede olduğu gibi parasal destek yönünden de baskı altında tutmaya kararlı
olduğunu göstermektedir.
-
3.
YUNANİSTAN LOZAN’I ÇOKTAN RAFA KALDIRDI
-
Lozan Antlaşması’nda İstanbul’da yaşayan Rumlarla
Batı Trakya’daki Türklerin birer azınlık oldukları hükme bağlanmıştır.
Azınlıkların din ve ırk farkı gözetilmeksizin her türlü vatandaşlık
haklarından yararlanmaları, dini ibadet ve inançlarını özgürlük içinde
sürdürmeleri, sosyal ve ticari yaşamda her hangi bir engelle karşılaşmamaları
Lozan’da karşılıklı olarak taahhüt altına alınmıştır. Aslında azınlık
teriminin uluslar arası hukukta anlamı ve anlaşılırlığı Lozan‘dakinden farklı
değildir. Yunanistan başlangıçta Lozan’da bağlandığı bağlamlar gereği,
yetersiz de olsa, bir takım iç hukuk düzenlemeleri yapmıştır. Ne var ki kısa
zamanda bunları ya yürürlükten kaldırmış ya da rafa koymuştur. Azınlık
haklarını kaldıran, daraltan, hatta azınlığı ezmeye zemin hazırlayan yeni
düzenlemeler yoluna gitmiştir. Vatandaşlık yasasına ünlü 19. maddeyi
yerleştirmiştir.
-
Yunanistan’da din kurumlarının oldukça önemli
yargısal ve sosyal işlevleri vardır. Kendi din kurumlarına her türlü özgürlük
tanınmıştır. Lozan’da taahhüt ettiği halde, Yunanistan giderek Batı Trakya’da
dinsel yaşama müdahale etmeye başlamıştır. 1920 tarih ve 2345 sayılı yasa ile
Türk azınlığının din kurumlarını düzenlemiş ve bir süre bunu uygulaya koymuş
iken sonradan bu yasal düzenlemeleri yürürlükten kaldırmış, Türk Müslümanların
kendi özgür iradeleriyle seçtikleri müftüleri tanımayıp yerlerine kukla
müftüler atamaya başlamıştır. Oysa yasa değişikliklerin ahdi yükümlülükleri
ortadan kaldırmayacağı uluslar arası hukukun gereğidir. Anaya değiştirilir,
devletler arası antlaşmalar değiştirdim demekle değişmiş olmaz. Ahitte taraf
olan devletlerin rızası gereklidir. Ahdi taahhütler, hangi devlete karışı
taahhüt edilmişse ancak o devletle anlaşarak kaldırılabilir. Kaldı ki
Yunanistan Anayasası’nın 28. maddesi de Yunanistan’a azınlık haklarını tanıma
yükümlüğü yüklemiştir. Bu maddede, “Devletler hukuku genel hükümlerinin ve
onaylanarak yürürlüğe giren uluslar arası antlaşmaların, Yunan milli hukukunun
bir parçası olduğunu, kendilerine ters düşen kanun hükümlerine nazaran
önceliğe sahip bulunduklarını...” hükme bağlanmıştır.
-
Ne var ki Yunanlı, biraz biti kanlanınca ahit,
taahhüt tanımaz. On iki adayı silahlandıramayacağını uluslar arası antlaşma
ile taahhüt ettiği halde, bugün burnumuzun dibindeki bu adaları birer silah
deposu haline getirmiştir. Yunan hükümeti Ortodoks metropolitlerini
atayamıyor. Bu işi seçim yoluyla Ortodoks papazlar yapıyor. Bu uygulama yalnız
metropolitlerin seçimi ile sınırlı değil. Dinsel kurum ve vakıfların yönetimi,
yöneticilerinin seçimi de ruhban sınıfının elindedir.
-
Yunanistan’da Müslüman Türklerden başka Yahudi
azınlığı da var. Yunanistan Yahudiler için dinsel hayatı düzenleyen 2456/1920
sayılı yasayı çıkartmıştır. Bu yasa Yahudiler için hâlen yürürlüktedir.
Yahudiler dinsel kurumlarının, vakıflarının yöneticilerini, hahamlarını
kendileri seçmektedirler. Yahudi azınlığından esirgenmeyen bu “ahdi hak”,
soydaşlarımızdan esirgenmiştir. Hem de zorbaca bir uygulama ile Müslüman
Türklerin dinsel özgürlüğü yok edilmiştir. Lozan Antlaşması’nın 40. maddesini
bir kere daha hatırlayalım. Lozan Antlaşması’nın 40. maddesi, Batı Trakya Türk
azınlığa, giderlerini kendileri karşılamak koşuluyla her türlü hayır
kurumları, dinsel ve sosyal kurumlar, her türlü okullar ve benzeri
eğitimöğretim kurumları kurmak, yönetmek ve denetlemek, buralarda kendi
dillerini serbestçe konuşmak, dinsel ayinlerini serbestçe yapmak haklarını
tanımıştır.
-
Lozan’ın kayıt altına aldığı bu hakların tümü
sinsice ortadan kaldırılmış, yerine Türk azınlığın aleyhine hukuk dışı
düzenlemeler uygulanmaya konulmuştur.
-
İskeçe ve Gümülcine müftülerinin vefat etmesi
üzerine 2345 sayılı yasaya göre yeni seçim yapılması gerekirken Yunanistan
hükümeti seçime izin vermemiş, yapılan bütün başvuruları cevapsız bırakmıştır.
Bunun üzerine Türk azınlığı İskeçe ve Gümülcine’de müftü seçimi yapmak zorunda
kalmıştır. Türklerin direndiğini ve seçim yaptığını gören Yunanistan hükümeti,
derhal 2345 sayılı yasayı yürürlükten kaldırmış, Türklerin istemediği iki
kişiyi müftü atamıştır.
-
Bununla kalmamış, Yunan hükümeti İskeçe’nin
seçilmiş müftüsü Mehmet Emin Aga ile Gümülcine seçilmiş müftüsü İbrahim Şerif
hakkında halen devam etmekte olan 18 dava açmıştır. Mehmet Emin Aga, toplam 98
ay (8 yıl) hapse mahkum edilmiştir. Halen ondan fazla dava devam etmektedir.
-
Şimdi iskeçe ile Gümülcine’de ikisi seçilmiş, ikisi
atanmış ikişer müftü bulunmaktadır.
-
İstanbul’da ancak iki bin kadar Rum bulunduğu halde
biz Amerika’dan, Yunanistan’dan gönderilen patrikleri hazır ola geçerek
karşılıyor, âlâyı valâ törenlerle patrikhaneye yerleştiriyoruz. Fener
Patrikhanesi adeta bağımsız bir devlettir, yeryüzünde uyruğundan çok kilise
görevlisi bulunun tek devlettir.
-
Cemaat yönetiminin, derneklerin, vakıfların,
birliklerin, spor kulüplerinin seçilmiş yönetim kurullarını tanımamakta,
buralara kendi atadığı kukla yöneticiler atamaktadır. Türk vakıf mal ve
mülklerinin yönetiminde Türkler söz sahibi olmaktan uzaklaştırılmıştır.
Türkler Yunan hükümetlerinin atadıkları vakıf ve dernek başkanlarını hiç
istememekte, istememek şöyle dursun onları birer hain olarak görmektedir.
Gümülcine’de Cemaat Yönetim Kurulu başkanlığına Yunanlılarca atanan kukla
Hafız Yaşar adı, Türk azınlık arasında “baş hain” sıfatıyla özdeşleşmiştir.
Onun atandığı dönemde Gümülcine Türkleri, 79’u yoksul, 113 öğrencinin
barındığı öğrenci yurduna yardımı kesmiştir. Şimdi aynı göreve Yunanlılar
tarafından atanan Abdülhalim Dede’ de Türk azınlığın nefretine hedef
kişilerdendir.
-
4.
TÜRK
ADINA DUYULAN DÜŞMANLIK
-
Batı Trakya Türkleri Lozan Antlaşması’nı izleyen
günlerde Türk adı taşıyan dernekler, birlikler, spor kulüpleri kurmaya
başlamışlardır. Batı Trakya Türkleri yeni Türkiye’yi yakından izleyerek
gelişmelere ayak uydurmaya başlamışlar, kurdukları her toplumsal kuruluşun
adının başına Türk adını mutlaka koymuşlardır.. Bilhassa 1927’de kurulan
İskeçe Türk Birliği’nin, 1928’de kurulan Gümülcine Türk Gençler Birliği’nin,
1936’da kurulan Batı Trakya Türk Öğretmenler Birliği’nin Batı Trakya
Türklerinin birleşmesi ve bilinçleşmesinde önemli etkileri olmuştur. Bu
gelişmede Batı Trakya Türklerinin çıkarmaya başladıkları gazetelerin de önemli
yeri vardır.
-
Yunanistan, 1984’te Türk adına açıkça cephe
almaya başlamıştır. Gümülcine valisi N. Papadimas, Türk adı taşıyan birlik ve
dernekler hakkında davalar açmaya başlamıştır. Adil Yunan mahkemesi (!), “Türk
adının Batı Trakya’da Türk vatandaşları bulunduğu izlenimi yarattığı”
gerekçesiyle yasaklanmasına karar vermiştir. Davalar son bulmamış, bu kez
“zararlı faaliyette bulunmak” iddiası ile yeni davalar açılmıştır. Yunanlı
yargıçlar sonuçta Türk adı taşıyan bütün birlik ve dernekleri 1985’te
kapatmıştır. Türkler temyiz mahkemesi niteliğinde olan Yunanistan yüksek
mahkemesine (Arelos Pagos) başvurmuşlar, mahkeme itirazı kabul etmemiş, yerel
mahkemenin kararını onamıştır.
-
Türk dernek ve birlikleri aynı adlarla 1927’den
beri etkinlik içinde idiler. Altmış yıl süresince bu etkinlikler zararlı
bulunmamış, Yunan yasalarına göre suç oluşturan her hangi bir eylem
saptanmamıştı. Böyle olduğu halde Yunanistan birden rota değiştirerek yalnız
Türk adına karşı değil, Türk azınlığın sosyal, kültürel etkinliklerine,
kişiliklerini geliştirecek her türlü girişime karşı savaş açmıştır. Türk
adının yasaklanması, birliklerin kapatılması kararlarının acısıyla Türkler 29
Ocak 1989 günü bir miting düzenlemişlerdir. Bu mitingin ikinci yıldönümünde
Yunan gizli polisi tarafından harekete geçirilen çapulcu ve fanatik Rumlar,
dükkânlarında müşteri bekleyen, sokaktan geçen, evine ekmek götüren,
ibadetlerini yaparak camilerden dönen Türklere taşlarla sopalarla
saldırmışlar, suçsuz otuz Türkü yaralamışlar. 270 Türk dükkânını da tahrip ve
yağma etmişlerdir. Azınlık tarihine bu olay Yunan Vandalizmi olarak geçmiştir.
Ülkesini dünyaya demokrasi ve uygarlığın beşiği olarak yutturmaya çalışan
Yunanistan’ın gerçek yüzü budur. 15 Mayıs 1919’da ordusunu İzmir’e
çıkardığında da aynı nakaratı, “Anadolu’ya uygarlık getiriyoruz,” yalanını
yaymışlardı. Anadolu’da gözü dönmüş uygarlık yayıcısı Yunanlı askerlerin nasıl
katliamlar yaptıklarını, yakıp yıkarak taş taş üstünde bırakmadıklarını bütün
dünya görmüştü.
-
Şimdi ortalıkta “Yunanlı dostlarımız” sözü
dolaşmaya başladı. Batı Trakya Türkleri bu sözden rahatsızdır. “Bizi boğmak,
yok etmek, yaşama hakkımızı elimizden almak isteyen Yunan’a dostumuz demeniz
bizi üzüyor,” diyorlar. Bu satırları yazarken önümdeki gazetede eski dış
işleri bakanı İsmail Cem’in davetiyle Türkiye’ye gelen Yunanistan dış işleri
bakanı Papandreu’nun bir demeci var. Bay Papandreu, dostu Cem’in yanında bir
öğrencinin sorduğu soruya şu yanıtı veriyor: “Kıbrıs bizi ya bölecek ya
birleştirecek...” Yani demek istiyor ki, “Türkiye Kıbrıs’ı Yunanistan’a terk
ederse dostluğumuz sürer, bu olmazsa düşmanlığımız devam eder.”
-
Düşmanlığınız devam etsin bakalım Bay Papandreu.
Politika yaptıklarını sanan birkaç kişinin dışında, Türk halkı sizin
dostluğunuza inanmıyor. Hem de hiç inanmıyor. “Kurttan post, Yunan’dan dost
olmaz,” diriyor.
-
5. YUNANİSTAN
TÜRK ÖĞRENCİLERİNİN EĞİTİMİNE ENGELLER ÇIKARIYOR
-
Batı Trakya’da Türk çocuklarının eğitimi son
derece güçleştirilmiştir. Yunanistan’da zorunlu ilköğretim süresi 6+3=9
yıldır. Türk çocukları ise zorunlu olarak ancak 6 yıl eğitim görmektedirler.
Yunanistan Türk okullarına Türkiye’de yazılmış ders kitaplarını sokmuyor.
Hatta bir öğretmenin bana anlattığına göre okullara yalnız Türkçe ders
kitapları değil Türkçe olan hiçbir kitap sokulamamaktadır. Türk çocuklarının
okuduğu Türkçe dersi (okuma) kitaplarını Yunanlılar Yunanlı öğretmenlere
yazdırmışlardır. Batı Trakya Türklerinin büyük ve şehit önderi Dr. Sadık
Ahmet, “Yunanlı Türk’e Türkçe öğretemez,” sloganı ile bu duruma karşı
çıkmıştı.
-
Yunanistan ile Türkiye arasında 1953 yılında
imzalanan bir protokol ile her yıl karşılıklı olarak Batı Trakya ve İstanbul’a
25 öğretmen gönderilmeye başlanmıştı. 1955 yılında öğretmen sayısı 35’e
çıkarılmıştı. Ama aradan bir süre geçince Yunanistan Türkiye’den gönderilen
öğretmenlerden yalnız 16’sına vize vermeye başlamıştır. Fazlasını Yunanistan’a
sokmamıştır. Ayrıca ilköğretimi batı Trakya’da yapan Türk çocukları,
Türkiye’deki altı yıllık öğretmen okullarında okuduktan sonra Yunanistan’daki
Türk okullarında öğretmenlik yapmakta idiler. Bunların maaşlarını da Türkiye
ödemekte idi. Yunanistan bu yolu da tıkamıştır. Türkiye’de okuyan öğretmenlere
görev vermemiştir. Öğretmenlerini Türkiye yerine kendi ideolojisine göre
yetiştirme kararını almış ve Selanik’te SÖPA’yı (Selanik Özel Pedagoji
Akademisi) açmıştır. Türk azınlığı SÖPA’dan mezun olan öğretmenleri kuşku ile
karşılamışsa da bunların aldıkları beyin yıkayıcı eğitime karşın duygularını,
Türklüklerini kaybetmedikleri, kendi soyuna, geleneklerine, dinine
bağlılıklarını sürdürdükleri görüldüğünden duyulan kuşku zamanla dağılmıştır.
-
Türk öğretmenlerinin sayıca yetersizliği, Türk
okullarında çoğunluğun Yunanlı öğretmenlere geçmesi ve eğitimin son derece
kalitesizleşmesi nedenleriyle bazı Türk aileleri çocuklarını ilk öğretim için
Türkiye’ye göndermeye başlamışlardır. İlk önce bu süreci Elmalı ve Karaçanlar
Türk okullarında öğrencileri bulunan aileler Yunanlı öğretmenler eliyle
yürütülen yetersiz eğitime bir tepki olarak başlatmışlar. Bu hareket bugüne
kadar genişleyerek devam etmiştir. Bu velilerin büyük çoğunluğu, çocuklarının
Türkiye’de okuduktan sonra orada yerleşip kalmalarını istemektedirler. Ayrıca
lise mezunu Türk çocuklarının ekserisi üniversite öğrenimlerini Türkiye’de
yapmaktadırlar. Bunlar da üniversiteyi bitirdikten sonra Türkiye’de kalmayı
tercih ediyorlar. Böylece Türkiye, ana yurda Batı Trakya Türklerinin göçünü
yasaklasa da değişik olanaklar ve yollar kullanılarak göç devam etmektedir.
-
İlköğretim gibi ortaöğretim de hiç iç açıcı değil.
İki azınlık lisesi var. Gümülcine’de Celal Bayar Lisesi, İskeçe’de Karma
Azınlık lisesi... Türk öğrencilere Türkçe okudukları derslerden Yunan diliyle
sınava girme zorunluluğu getirilmesi, öğrenci kayıtlarının kura ve sınav ile
yapılması, zaman zaman bu okulları kapanma durumuyla karşı karşıya
getirmiştir.
-
Türk öğrenciler Yunan üniversitelerine girmek
istediklerinde gene birçok zorluklarla karşılaşıyorlar. Yunanca’dan sınav
vermek zorunda bırakılıyorlar. Türk öğrenciler daha çok Türk üniversitelerinde
okuyorlar. Her yıl 600800 Batı Trakyalı Türk öğrenci ÖSYM sınavını kazanarak
Türk üniversitelerinde okuma hakkı elde etmekteler. Ne var ki, ÖSYM sınavı
kazanan öğrencilerden yanız 4050’si Batı Trakya’daki liselerde okumuş
öğrencilerden. Öbürleri lise öğrenimlerini de Türkiye’de yapmış öğrencilerdir.
-
Türkiye’de yüksek öğrenim görmekte olan Batı Trakya
gençliğinin büyük bölümünün Batı Trakya’ya gitmeyip Türkiye’de kaldıkları
anlaşılmaktadır. Bu durum, onlar açısından oldukça zorunlu nedenlere
dayanmaktadır. Üniversite diplomalarını alıp Yunanistan’a gitseler, iş bulma
sorunu karşılarına dikilmektedir. Yukarda da kısaca belirttiğimiz gibi ne
resmi makamlar ne de özel kuruluşlar Türklere, üniversite mezunu da olsalar iş
vermemektedir. Bu öteden beri planlayıp uyguladıkları, Türkleri yurtlarından
kaçırma politikasıdır. Bu politikanın bir başka uygulaması daha olduğunu
söylediler. Yunanlılar Türk üniversitelerinin denkliğini de kabul
etmiyorlarmış.
-
6-
YASAK BÖLGE ÇEMBERİ
-
Yunanistan Batı Trakya’nın yaklaşık üçte birinde uzun zaman
yasak bölge kurallarını uyguladılar. Buralarda kuş uçurtmadılar. Batı
Trakya’yı Bulgaristan sınırına paralel olarak 2530 km genişliğinde böldüler.
Buraya izinsiz girilemiyor çıkılamıyordu. Yasak bölge içinde yaşayan halkın
hemen hemen tümü Türklerden oluşuyor. Geçmiş yüzyıllardan kalma bir adet olan
yasak bölge uygulaması, 1995 yılına kadar sürmüştür. Bugün her hangi bir
ülkenin topraklarını korumak için Çin setti yapmaya kalkışması ne kadar
gülünçse, akıl dışı ise, Yunanistan’ın aydınlanma, kolay ulaşım ve özgürlük
çağında bir kısım yurttaşlarını yasak bölge çemberi içinde yaşatması da o
kadar gülünçtür, akıl dışıdır. Gülünç olmaktan da öte bir zalimlik örneğidir.
Sen kendi yurttaşlarını askeri bir çember içine al, çember dışında yaşayan
kızını ya da bir yakınını görmek istediğinde sarhoş askerlerine, vicdansız
subaylarına yalvarmaya, boyun bükmeye, hakaret görmeye zorunlu tut.
-
Nato üyesi olan Yunanistan, komşusu Bulgaristan’ın bir
kötülük yapmasından, ajan ve gerillalarını içeri sokmasından mı korkuyordu?
Hayır, yasak bölge, Bulgar’a karşı bir güvenlik setti değil Türkleri
birbirlerinden, Yunanistan’dan ve dünyadan soyutlamak amacıyla uzun süre
uygulanmıştır.
-
Düşününüz, Yasak bölge içinde yaşıyorsunuz. zaten kıt kanaat
geçinen, iletişim araçlarından yoksun insanlarsınız. Çağa nasıl ayak
uyduracaksınız. Bırakın dünyayı, ülkede olup bitenlerden nasıl haber
alacaksınız. Yasak bölge Türkleri körletme, yoksulluk ve bilgisizlik içinde
yaşatma, canından bezdirerek ülkeden kaçırma planının zalimce bir
uygulamasıydı.
-
Yunanistan savunma bakanı Arsenis 1995 yılında bölgeye
geldiğinde bir demeç vermiş, yasak bölge uygulamasının kaldırılacağını
söylemişti. Ardından da giriş çıkışları denetleyen kontrol noktaları
kaldırılmıştı. İşte hepsi bu kadar. Başka bir şey yapılmamış, başka önlemler
alınmamıştır. Yunanistan isterse yasak bölge uygulamasını her an yenien
canlandırabilir. Çünkü yasak bölgeye izin veren yasal düzenlemeler
kaldırılmamıştır, hâlâ yürürlüktedir. Sadece uygulama biraz gevşetilmiştir.
Hâlâ yabancıların yasak bölgeye izin almadan girmeleri yasaktır. Diyelim ki
Türkiye’den gelmiş bir Türk vatandaşısınız. Yasak bölgede yaşayan bir
akrabanızı görmek istiyorsunuz. Ya da burada turist olarak dolaşmak
istiyorsunuz. İçeri giremezsiniz. Böyle bir şeyi Yunan makamlarına haber
vermeden yapmanız halinde başınıza her şey gelebilir. Casus ya da gerilla
olaak tutuklanabilirsiniz. Bence hangi nedenle olursa olsun, yasak bölgeden
uzak durmalısınız. İzin almak için Yunan makamlarına baş vurmanız halinde,
günlerce beklersiniz, çevrenizde birtakım adamların dolaştığını görerek
sinirlerinizin bozulmasına neden olursunuz.
-
7.
SINIR BÖLGESİ UYGULAMASI
-
Batı Trakya’nın da içinde bulunduğu Yunanistan topraklarının
yarıdan fazlası 1938’de yayınlanan bir yasa ile sınır bölgesi olarak ilan
edilmiş. Bu bölge içinde taşınmaz alıp satmak isteyen Yunan vatandaşlarının
ilgili illerde bu amaçla kurulmuş bulunan bir komisyondan izin almaları
zorunluluğu getirilmiştir.
-
Dört beş yıldır azınlık bireyleri arasında ya da Yunan
kökenlilerden azınlık bireylerine taşınmaz mal satışına geçici olarak izin
verilmeye başlanmıştır. Ne var ki, izinlerin verilmesinde ayları bulan uzun
beklemeler gibi caydırıcı önlemler sürdürülmektedir.
-
8.
TÜRKLER MASIM HIDRELLEZ GÜNÜNÜ BİLE KUTLAYAMIYORLAR
-
Türkiye’de resmî olmayan
geleneksel bir kır bayramı var. 6 Mayıs günü ülkemizin hemen her tarafında
halk kırlara, mesire yerlerine gider. Bu organize olmayan bir halk şenliğidir.
Halk içinden geldiği gibi eğlenir, oynar, şarkılar söyler. Çoluk çocuğuyla
hoşça vakit geçirir. Beş yüz elli yıllık bir Türk yurdu olan batı Trakya’da da
bu geleneğin devam ettiği anlaşılmaktadır. 6 Mayıs 2003 Salı günü Gümülcine’de
Türk Gençler Birliği üyeleri otobüsle yakındaki Ilıca köyüne giderek
Hıdrellez’i kutlamak isterler. Yunan polisi otobüsün önünü keser, Ilıca köyüne
gitme iznini vermez. Gümülcine’de yayınlanan 30 Mayıs tarihli Gündem adlı Türk
gazetesinde, bölgenin Rum milletvekili olan Maria Damanaki ilgili bakanlıklara
hangi yasal hükme dayanarak Türklerin Hıdrellez şenliği yapmalarının
önlendiğini soran bir önerge verdiğini okuduk
-
9.
POLİS TÜRK ÖĞRENCİLERİNE ÇOK SERT DAVRANIYOR
-
Yine Gündem gazetesinde okuduğumuza göre İskeçe’de bir
dükkânın vitrininden bir cep telefonu çalınmış. Polis savcılıktan izin alarak
dükkân yakınındaki Muzaffer Salihoğlu Lisesi’nin tüm öğrencilerini çok hoyrat
bir şekilde aramış. Aramamış, adeta taciz etmiş, Rodop ili Pasok milletvekili
Galip Galip, bu konuda yazılı soru önergesi vermiş.
-
10.
YUNANLILAR SEÇİM BÖLGELERİNİ
KENDİLERİNE GÖRE AYARLIYORLAR
-
Yunanistan’da valiler başta olmak üzere bölge yöneticilerini
halk seçiyor. Yunanlılar ala vere, dalavere seçim bölgeleriyle oynamışlar.
Rumların kalabalık olduğu bölgeleri Türklerin seçim bölgelerine bağlamışlar.
Bu nedenle Türkler çoğunlukta oldukları halde iki ilde vali seçememişler.
-
11.
EMEKLİ HAKKI VERİLMEDEN İŞTEN ATILAN ÖĞRETMEN
-
İskeçe’de Türk Birliği’ndeki toplantıda doğma büyüme
İskeçeli bir öğretmen konuştu. ”Ben burada tam otuz altı yıl öğretmenlik
yaptım. İki ay önce hiçbir soruşturma geçirmediğim halde beni tutup işten
attılar. Emekli maaşı bağlayamayacaklarını söylediler.”
-
Öğretmen mahkemeye başvurmuş. Bu şekilde görevlerine son
verilen başka öğretmenler de varmış.
-
MAKEDONYA TOPRAKLARINDA
-
Sonunda çıkıyoruz Yunan
kapısından. Makedonya kapısına giriyoruz. Hava sıcak,nemli,sıkıntılı. Tur
yöneticisi sevimli Vesile Ataberk hanım hemen pasaportlarımızı toplayıp gidiyor.
“Otobüsten inmeniz gerekmeyecek. Çünkü kapıda bizden başka geçiş yapacak kimse
yok. Hemen dönerim “ diyor. Dönüyor dönmesine ama tam yarım saat sonra
damgalanmış pasaportları dağıtıyor. Gene bekliyoruz. Bir on dakikasında bir
polis giriyor içeriye. Bir suratımıza,bir eline aldığı pasaportlarımızdaki
resmimize bakarak yeniden toplayıp gidiyor. Otobüsü boşaltıyoruz. Yol mu
şaşırdı,ne hal ise bir Almancı Türk otomobiliyle geliyor. Yunanistan üzerinden
Türkiye’ye geçecekmiş. Onunla konuşuyorum. “Abi” diyor,”Bu Makedonlar Türkleri
sevmez. Hele bu çevrede halkın çoğu Yunanca konuşuyor. Yunanlı görünce
sevinirdirik kuşuna dönüyorlar. İçlerinden çoğu “Ah biz neden Yunanistan’a
bağlanmadık” diye dizlerini dövüyorlar”. Ben “Belki bu tarafta yaşayan küçük bir
azınlık böyle düşünüyordur” diyorum. “Biz Makedonları severiz. Kayp kalbe
karşıdır. Bildiğim kadarıyla onlar da bizi severler. Sonra on yıl önce
Makedonlar bağımsızlıklarını kazanıp Makedonya adıyla devletlerini kurmak
istediklerinde Yunanlıların yaptıkları kolay unutulacak gibi değildi. Makedonya
adını kullanamazsınız diye tutturdular. Tutturmak ne söz,bayağı efelendiler.
Nerdeyse körpe devletin üzerine ordu süreceklerdi. Türkiye hemen varlığını
gösterdi. Makedonlara arka çıktı. Bütün platformlarda onları savundu. Güvenceler
verdi. Yardım yaptı. Genç Almancı bilgece başını iki yana sallıyor:”İyilik çabuk
unutulur abi !” Diyordu.
-
Sahi Yunanlılar Makedonya adına
neden karşı çıktılar ? Neden büyük bir gocunma duydular ? Şunun için ki
Yunanistan’ın kuzey kesimleri Makedonya diye anılır. Eski Makedonya’nın başkenti
Selanik’ti. Bu bölgede Makedon’ca konuşan çok sayıda insan yaşıyor. Ayrıca
Bulgarca konuşan Müslüman Pomaklar ve Çingeneler de var. Yunanistan Makedonların
varlığını kabul etmiyor. Bunları Yunanlı sayıyor,Makedon saymıyor. Tıpkı şimdi
Batı Trakya Türklerini Türk saymadıkları gibi. Tıpkı vaktiyle Makedonya
kahramanlarını Makedon saymadıkları gibi. Gezip dolaşan Yunanistan’ın Makedonya
kısmını. Ana dilleri Makedon’ca olan bir çok insan göreceksiniz. Ne Helenistik
çağda,ne de sonrasında Yunanca hiçbir zaman Makedonların konuştuğu bir dil
olmadı. Böyle olduğu halde Makedonların tarihi kahramanı İskender’i dünyayla
Yunan diye tanıttılar. İskender’in Yunanlılarla ilgisi,Yunanlı Aristo’nun
öğrencisi olmaktan ileri gitmemiştir. Bizim nesillere bile okullarda İskender’i
İskender-i Yunanni diye okutmuşlardı. Selanik adını Yunanlılar değil İskender
koymuştur. Thessalonike İskender’in kız kardeşinin adıydı.
-
Fransızların Edmond Abaut
(1828-1885) adında bi yazarı vardır. Öğrenimimim bir kısmını Yunanistan’da
yapmıştır. Yunanlılarla ilgili Çağdaş Yunanistan adlı bir inceleme kitabı,bir de
gene Yunanlıları anlattığı Tolia adlı bir roman yazmıştır. Ünlü yazar,bu iki
kitapta vardığı sonuçu şöyle açıklamıştır:”Yunanlılar hiçbir şeyi kendi
gayretleriyle yapmamışlardır. Kendi alın teriyle kazandıkları tek şey
şöhretleridir”.
-
İskender zamanında Yunanlılar
beş on bin nüfusla site devletlerinde yaşıyor,birbirleri ile boğazlaşıyorlardı.
İskender’den de bir hayli dayak yemişlerdi. Tebai şehrini yerle bir eden
İskender’di. Tarihte önemli bir aydınlanma döneminin adı olan ve İskender’in
doğu seferiyle başlayıp üç yüz yıl süren Helenistik Çağda Yunanca,Yunalıların
hiçbir çabası olmadan bütün Akdeniz kıyılarına yayıldı. Bu dil,Akdeniz tümüyle
bir Roma İmparatorluğu gölü olunca varlığını bu günlere kadar bölük,pörçük
sürdürme olanağı buldu. Makedon dostlarımız bizi Yunanlılar gibi bir buçuk saat
betletmediler,bir saatte serbest bıraktılar.
-
Gümülcene’den çıkınca Manastır
yolunu tuttuk. Bir saat bile girmeden Manastır’a ulaştık. Şehir düzlükte. Adına
Bitola yapmışlar. Otobüsümüz şehrin merkezinde büyükçe bir parkın kıyısında
durdu. Osmanlıdan kalma askeri lisesi bu parkın içerisinde. İki katlı,dört
köşeli,ortası avlulu,çok büyük bir yapı. Daha ilk başta on dokuzuncu yüz yıl
Osmanlı yapısı olduğu belli oluyor. Mustafa Kemal Atatürk Selanik Asker Orta
Okulunu bitirdikten sonra Manastır Askeri Lisesine geldi. Burada kendisinden bir
sınıf ileride olan geleceğin ünlü hatibi ve özgürlük savaşçısı Ömer Naci,Mustafa
Kemal’e;Namık Kemal’in şiirlerini ve yasak Jöntürk yazarlarını tanıtmış,siyasi
konulara ilgi duymasında etkili olmuştur.
-
Manastır’da onursal bir Türk
konsolosu var. Mithat Enver Cemal Bey. Kendisin lise önünde bizi bekliyor
bulduk. Orta yaşlı,kültürlü,Türkçe’yi çok iyi konuşan,son derece nazik,kibar ve
de güzel bir insan. Türkiye’yi,Atatürk’ü bizlerden çok seviyor. Eski lisenin
ikinci katında,parka bakan taraftaki Atatürk Anı Salonu’nu kendi çabalarıyla
kurmuş. Bize burasını gezdirdi. Atatürk’le ilgili eşyalar,resimler.. Bir de
Atatürk için yazılmış kitapların toplandığı kitaplık var. Müze bakımlı. Ne var
ki aynı bölümdeki tuvalette sular akmıyor. İçeri girilecek gibi değil.
-
Mithat Enver Cemal Bey,müzeden
sonra bize kenti gezdirdi.. Türklerden kalan yapıları gösterdi. Kentin ortasında
1509’da yapılan İshakiye Camisi güzel Sanatlar Galerisi olmuş. Bütün Balkanlarda
rastladığımız Türk eserlerini gözlerden saklama gayreti burada da görülüyor. Bu
güzel caminin burnunu dibinde camiden daha yüksek,bütün duvarları siyah cam
kaplı bir bina yapmışlar,ne olmuş biliyor musunuz ? Cami bir iken iki olmuş. Bir
cami de camlı binanın içinde görünüyor. Hem de bütün görkemiyle.
-
İshakiye camisi kapalı
olduğundan içine giremedik. 1559’da yapılan;halen ibadete açık olan Yeni Camiyi
gezdik. Çevresi bakımsız. Manastır’da ayakta kalan beş camii var. Bunların dördü
camilik görevini sürdürüyor. Şehirde iki bin kadar Türk yaşıyor.
-
Manastır’da kentin ortasında
175 yıl önce Osmanlı’nın yaptırdığı saat kulesi dimdik ayakta. Mimarlık yönünden
oldukça değerli bir eser. Boyu minaresinden daha yüksek. Kulenin eskiden kalma
tarihi saati sökülmüş. Bir daha yerine konulmamış. Makedonya bağımsız bir devlet
olduktan sonra yaptıkları ilk iş kulenin tepesine kocaman bir haç dikmek olmuş.
Oysa buradaki camilerin minaresinde hilal alem yokmuş. Müslümanlar
Hıristiyanları incitmemek için minarelere alem yerine yumruk büyüklüğünde bir
maden parçası koymuşlar. Böyle bir ortamda Makedon yöneticileri kule tepesine
haç koymanın kabalığını fark ederek söktürmüşler. Şimdi kulelin tepesinde ne haç
ne de hilal var.
-
Konsolos Mithat Enver Cemal Bey
çarşının ortasında altı dükkan olan iki katlı bir evi gösterdi. Burası,kızı lise
öğrencisi olan Mustafa Kemal’e gönül vermiş Rum tüccarın evi imiş. Mustafa Kemal
bu kızı Selanik’e kaçırmış. Babası arkasından giderek kızını geri getirmiş.
Tezgahtarına bir tene dolusu altın vererek kızı ile evlenmeye razı etmiş. Bu
olaydan sonra Rum tüccarı fazla kalamamış Manastır’da Selanik’e taşınmış.
-
Yazar Tarık Dursun K,Manastır’a
giderek bu öyküyü araştırmış,allayıp pulladıktan sonra bir gazetede birkaç gün
süren bir yazı dizisinde anlatmıştı. O yazıda aklımda kaldığına göre,genç
Mustafa Kemal kızı trenle kaçırmak üzere iken Manastır’da zaptiye memuru olan
dayısı tarafından engellenmiştir.
-
Atatürk’ü anlatan iki kitapçık
yazdım. Manastır’da kız kaçırma öyküsüne hiçbir kaynakta rastlamadım. Ne var
ki,Mustafa Kemal gibi son derece yakışıklı bir gence kızların gönlünü
düşürmeleri de olmayacak bir iş değil. Gene de bu öykü gerçek olmaktan çok bir
efsane niteliği taşıyor. Büyük kişiler hakkında böylesine söylenceler her yerde
görülür. Zaman geçtikçe dallanır,budaklanır,yeni yeni varyantları çıkar ortaya.
Ben bu öyküden biraz da turizm amacı güdüldüğünü sezdim.
-
Mithat Enver Cemal Bel,bizi
çarşı içinde bulunan konsolos binasına götürdü. Üz küçük odayı üç büyük ülkenin
(Türkiye,Fransa,İngiltere) onursal konsolosları kullanıyorlarmış. İçeri
girdiğimizde zayfı,ufak tefek sevimli bir bayanla karşılaştık. İngiltere
konsolosu imiş. Buradan çıkışta çarşı ortasındaki ünlü çeşme ile hemen yanı
başındaki havuza gittik.çeşme gürül gürül akıyordu hâlâ. Havuzda öylece
duruyordu. Hepimiz birkaç yudum su içtik çeşmeden. Orada hanımlar Atatürk’ün de
sevdiği o önlü Manastır türküsünü söylediler.
-
Manastır’ın ortasında var bir çeşme,canım çeşme
-
Manastır’ın kızları hepsinden seçme biz çalar oynarız
-
Manastır’ın ortasında var bir havuz canım havuz
-
Manastır’ın erkekleri hepsinden yavuz biz çalar
oynarız.
-
Bu sırada dilenci Çingene çocukları
etrafımızı sardı. Para istiyorlar. O kadar arsız şeyler ki;yanımızdan zor
uzaklaştırdık.
-
Makedonya gümrüğünde
biraz buruklaşan duygularımız Manastır’da duruldu. Neşemiz yerine geldi. Hangi
ülkeden geldiniz diye soranlara Türkiye’den dediğimizde yüzleri ışıldıyor,dost
bir ülkenin insanlarıyla karşılaştıklarını hemen belli ediyorlar.
Makedonlar,öbür Balkan ülkelerinin insanları gibi güzel insanlar. Sıcak
kanlı,sokulganlar. Bir şey sorduğunuzda güler yüzle karşılık veriyorlar.
Yardımcı olabilmek için adeta çırpınıyorlar. Kentlerin görünümü,çarşılarının
cansızlığı yoksulluk sınırını aşamadıklarını gösteriyor. Ne varki sokaklarda son
moda giyinmiş mini etekli kızlar dolaşıyor ve çok sayıda lüks Mersedesler… Moda
yoksulluk sınırı filan tanımıyor. Bizde olduğu gibi liseden mezun olacak
öğrenciler mezuniyet balosu için kıyafet arama yarışında idiler. Hatta bazı kız
öğrenciler abiye kıyafetlerle dolaşıyorlardı.
-
HÜRRİYET KAHRAMANININ MEMLEKETİNDE
-
Manastır’dan sonra ilk durağımız Resne. Resne
adı Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte en yaygın kent adlarından biri olmuştu.
-
1908 yılında Fransa, İngiltere, Rusya
ülkelerinin gazetelerinde Türkiye ile ilgili bir haber birden manşetlerde yer
aklı. “Bir Türk yüzbaşısı bölüğü ile dağa çıktı. Padişahtan meşrutiyetin
ilanını istedi.”
-
Resneli Niyazi Bey Türk ordusunun bir subayı
idi. 1873 yılında Resne’de doğmuştu. Manastır asker lisesinde ve İstanbul
Harbiye’de okudu. 1896 yılında teğmen rütbesiyle ordu saflarına katıldı. 1897
Yunan savaşında ordunun geri çekilmesini durduran, birliklere canlılık
kazandıran genç subaylardan biri olarak tanındı. Üst teğmenliğe yükseltildi.
Sırp ve Bulgar ihtilal komitacılarını başarı ile bastırarak ün kazandı.
İttihat ve Terakki cemiyetine girerek başlıca liderlerinden biri oldu.
-
Niyazi Bey İttihat ve Terakki’nin onayını
alarak iki yüz fedaisiyle 1908’de Resne’de dağa çıktı. Abdülhamit’e tel
çekerek meşrutiyetin ilan edilmesini istedi. Daha sonra yüzbaşı Enver Bey
(Paşa) de birlikleriyle baş kaldırdı. Sultan Hamit çaresizliğini görünce 23
Temmuz 1908 günü ikinci kere meşrutiyeti ve rafa kaldırdığı Anayasa’yı
yürürlüğe koyduğunu ilan etmek zorunda kaldı.Yeni kurulan hükümet Niyazi Beyle
Enver Beyi hürriyet kahramanı ilan etti.
-
O dönemde doğan çocukların pek çoğuna Niyazi
ve Enver adı konuldu. Aynı yıllarda iki hürriyet kahramanını övüp yücelten
türkü ve marşlar ortaya çıktı.
-
Niyazi Bey 31 Mart gericilik ayaklanmasında
fedaileriyle birlikte Hareket Ordusuna katılarak İstanbul’a geldi. Ayaklanma
bastırılınca ordudan ayrıldı, memleketi Resne’ve çekildi. Burada imar ve
eğitim işleriyle uğraştı. Balkan Savaşı çıkınca gönüllüleriyle birlikte Cavit
Paşa ordusuna katıldı. Ön safra çarpışan. 1913 yılında Avlonya’da iskelede
vapur beklerken amacının ne olduğu bilinmeyen gizli bir teşkilatın fedaileri
tarafından arkasından vurularak öldürüldü.
-
Resne’de Niyazi Beyin konağı var. Burada ona
saray diyorlar Gerçekten de büyük gösterişli, üç karlı bir bina. Ön cephesinde
gittikçe sivrilen uzunca bir kulesi var Kapalı olduğu için içine giremedik.
Dıştan pek bakımlı olduğu söylenemez Niyazi Beyin bu konağın çimenlerle örtülü
geniş bahçesinde çekilmiş bir fotoğrafını hatırlıyorum. Yanında ünlü geyiği
vardı. Niyazi Beyin son kere İstanbul’a geyiği ile geldiği biliniyor. Şimdi bu
geniş bahçeden eser yok. Yerine bir dolu çirkin evler kondurulmuş . Yalnız ön
tarafında dört beş metre genişliğinde toprak zeminli bir avlusu var. Avlu
alçak ve çirkin bir duvarla çevrili.
-
Anlattıklarına göre Resne’de beş bin kadar
Türk yaşıyor. Bunlardan yalnız bir gençle konuşabildik. Kent hakkında bilgi
aldık. Şehir dağlar arasında, daracık bir vadi içinde. Tarıma elverişli
toprakları oklukça kıt. Belli başlı gelir kaynağı elma yetiştiriciliği
sağlıyormuş. Gencin iki sözünden biri işsizlik. “Gel seni Türkiye’ye
götürelim, orada iş bulursun” desem hemen bize katılacak Ona Türkiye’de
bundan pek farklı değil diyemiyorum.
-
Resne’de Türkler tarafından açılmış, Türkçe
eğitim verenı bir okul varmış. Gidip göremedik.
-
OHRİ’DE
-
Resne’den sonra
gene dağlar arasına düştü yolumuz. Yemyeşil bir ormanın arasında döne dolaşa
gidiyoruz. Kes kin virajların verdiği sıkıntı ve baş dönmesini doğanın
güzelliği hiç duyumsatmadı. Yol arkadaşlarımı bilmiyorum ama ben göz yeşillik
denizinden hiç ayıramadım. Bir ara iyice alçalarak dar bir vadinin içine
düştük Dar koyak boyunca tek sıra dizilmiş evler uzanıp gitti. Sonunda ortalık
iyice karardı. Bir göl kıyısında bir otelin önünde indiğimizde saat dokuzu
geçiyordu. Rehberimiz Sevin Hanım, “İşte Ohri, işte Otel Rivvera!” dedi. İlk
bakışta kapısının üstünde beş yıldız görülen iki katı, oteli gözlüm tutmadı
ama içine yerleşince şimdiye kadar gecelediğimiz otellerin en iyisi olduğunu
fark etmede gecikmedik. Alt kat büyük bir yemek salonu. Yatak odaları üst
katta. iki katlı binada doğal olarak asansör yok. Güler yüzlü iki genç komi,
ağır bavullarımızı taşıma zahmetinden bizi kurtardılar. Yalnız lokantada
karnımızı doyurabilmek için bir buçuk saat kadar beklemek zorunluluğu doğdu.
Kalabalıktan mi? Hayır zemin kattaki lokantaya girdiğimizde yemek yemekte olan
birkaç kişiden başka kimse yoktu. Daha önce otelle haberleşme ilişkisi
kurulmadığı için damdan düşer gibi gece yarısı gelen kırk kişiye yemek
hazırlanması, hele çoğunluğumuz ille Ohri gölü balığı yiyeceğiz diye
tutturunca, balık aramaya çıkılması, beklememize neden oldu. Biz masalarda
bekleyip dururken oldukça besili, pehlivana benzeyen, bıyıklı, kabadayı tipli
üç kişi geldi. Bize ayrılmış boş masalardan birine oturdular. Belki daha önce
alınmış randevuları vardı. Biz beklerken onlara derhal servis yapıldı. Ne
yediklerini göremedim. Karınlarını doyurup gittiler.
-
Sonunda bizim
yemekler devam endam etmeye başladı. Karnımızı doyurduğumuzda saat on ikiyi
geçiyordu. Ohri gölü balığı, adını da söylemişlerdi ya, not etmemişim,
gerçekten, kılçıksız, lezzetli bir balık. Yolunuz düşerse çekinmeden
yiyebilirsiniz. Kimi arkadaşlarımız ızgara köfte istemişlerdi, onlar da
tanıkları köftelerin oldukça lezzetli olduğunu söylediler.
-
Yukarı çıkıp
yarmadan önce göl kıyısında biraz dolaşayım dedim. Karanlıkta göl görünmüyor.
Göl boyunca uzayıp giden cadde şakır şakır aydınlanmış, ne var ki bu ışık
gölün sularını karartmaktan öte bir işe yaramıyor. Göl kıyısınca sıralanmış
bizim deniz kıyılarımızda gördüğümüz yazlıklara benzeyen en fazla iki üç kat
evler, uzayıp gidiyor. Aysız bir gece. Ortalıkta ses soluk yok. Ne sakin, ne
güzel bir yer diye düşünürken birden büyük bir gürültü koptu. Hemen biraz
ileride nerden çıkıp geldiklerini anlayamadığım üç motosiklet belirdi.
Üstlerinde ikişer ikişer binmiş altı genç. Bütün güçleriyle gaza basarak bir
evin önünde dönmeye başladılar. Üç motosiklet değil sanki üç yaralı dinozor
ortalığı birbirine katıyor. Egzozlardan çıkan dumanlar orasını kalın bir sis
perdesiyle örttü. Göl kıyısındaki alçak duvara oturup ne olacak diye beklemeye
başladım. Bir beş dakika yaygara kopardıktan sonra hızla kaybolup gittiler.
-
Her halde önünde
dönüp durdukları evin insanlarına karşı bir kabadayılık gösterisiydi.
Balkanlar, bir türlü batılaşamayan doğu Avrupa’nın adıdır. Biz de iki yüz
yıllık çabamıza karşı onlardan henüz farklı değiliz. Belki beş parmak
ilerdeyizdir.
-
Ertesi gün
kahvaltımızı yaptık. Ne Yunanistan’da, ne Makedonya’da, ne Arnavutluk’ta, ne
de Kosova’da otellerde verilen kahvaltılar bizim büyük otellerimizdeki kadar
zengin değil. Yasak saymak gibi bir şey. Zeytin, peynir, reçel, bir iki hamur
işi. Kimilerinde domates, salatalık bile yoktu. Arnavutluk’ta domatesle
salatalığın yüzünü bile göremedik. Bunların yerine elma armut gibi meyveler
koymuşlardı. Yediğimiz içtiğimiz üzerine bir daha söz etmeyeceğimiz için şunu
da belirtelim, kahvaltıda, öğle, akşam yemeklerinde en yok sulu Arnavutluk.
Yalnız Arnavutluk’ta bir şey farklıydı. Yedeğimiz tavuklar köylerde beslenmiş
tavuklar kadar lezzertiydi.
-
Otelden çıktıktan
sonra otobüsle Ohri’nin içine girdik. Şehir hafif bayıra doğru tırmanıyor.
Buradan bakılınca Ohri gölü çok güzel görünüyor. Bir iç denizi andırıyor. Göl
yüzeyi 348 km kare. Derinliği 286 metre. Avrupa’nın en derin gölü. Gölün
yarısı Makedonların, Yarısı Arnavutların.
-
Makedonya’nın
denize kıyısı yok. Deniz özlemini burada gideriyorlar. Ohri ve göl kıyısında
öbür kentler birer turizm merkezi sayılıyor. Gölde kendine özgü balıklar
yaşıyor. Balıkçı tekneleri görülüyor.
-
Ohri tarihi
geçmişini pek fazla değiştirmemiş. Evlerin çoğu iki katlı, beyaz badanalı, bir
Akdeniz kentini andırı yor. Çarşıda dolaşıyoruz. Küçük dükkanlar. Dükkanların
hiç birinde kaldırımlara, sokaklara taşmış mal zenginliği yok. İçeri
giriyorsunuz, sizi güler yüzle karşılıyorlar. İnsanların çoğu Türkçe
konuşabiliyor. Bir şey almadığınızda ısrar etmiyorlar, yüzlerini
azdırmıyorlar.
-
Gezdiğimiz kentler
içinde en çok Osmanlı rengini yansıtan yer burası. Sokaklarda ellerinde
tespihle dolaşan nur yüzlü yaşlılar dolaşıyor. Birçok cami görülüyor. Bir
camide okunduğunu işitiyorum. Saatime baktım. Henüz öğle vaktine çok var.
Durup dinledim, imam sela veriyor. Demek bir Müslüman Tanrının rahmetine
kavuşmuş. Biraz sonra cemaat cami önünde cenaze namazı kılacak, cenazeyi
omuzlayıp mezarlıkta, toprağa verecek. Osmanlılık öldü mü? Biz çoğunu unutsak
da buralarda camileriyle, mescitleriyle, tekke ve türbeleriyle, düğün ve
törenleriyle, Osmanlıca ad ve sözcükleriyle yaşıyor. Adriyatik kıyılarına
kadar inin 0ralarda da aynı durumlarla karşılaşırsınız.
-
Ohri’den
(Makedonlar Ohrid diyorlar) çıktık. Ohrili Hüseyin Paşa ile Ohrili Hasan
Paşayı hatırladım. Birbirlerine çağdaş olan her iki paşa da sadrazamlık
yaptılar. Hüseyin Paşa (Ölümü: 1622) Yeniçeri ağalığı yapmış, Genç Osman’ın
kısa süre sadrazamı olmuştu. Beşiktaş’ta bir Mevlevihane yaptırdığı biliniyor.
Acaba doğup büyüdüğü Ohri’de de eserleri var mıydı?
-
Hasan Paşa da
Yeniçeri ağalığı yapmış, 1620’de öldürülmesiyle sonuçlanan kısa bir süre
sadrazamlık görevinde bulunmuştu. Hasan Paşa’nın Ohri’dc bazı hayratı ve
eserleri bulunduğu tarihlerde kayıtlıdır. Bunları araştırmaya, durumlarını
öğrenmeye vaktimiz olmadı.
- STRUGA’DA POLİS YOLUMUZU KESTİ
-
Otobüsümüz gene göl kıyısını izleyerek
Struga’ya yöneldi. Struga Ohri’ye otuz kırk km uzaklıkta turistik bir kent.
Şarkılar söyleyerek Struga’ya eriştik. Bilindiği gibi bu güzel kentte her yıl
uluslar arası şiir festivali yapılıyor. Ülkelerin şairleri ünlü Struga köprüsü
üzerinde şiirler okuyorlar. Ülkemizde festivale katılan bazı şairler
Struga’nın, özellikle ışıklandırılmış Struga köprüsünün güzelliğini öve öve
bitirememişlerdi. Srruga’yı gezeceğiz, Şiir okumasak da köprü üstünde dikilip
şiirsel anlar yaşayacağız. Bu düşlerle Srruga’ya adım attığımızda başımıza
gelen pişmiş tavuğun başına gelmedi.
-
Rehberimiz bir Allah’ın kuluna köprünün nerede
olduğunu sormak için otobüsü durdurttu. Adımını aşağı arar atmaz, bir jeep
hızla yanımızdan geçerek önümüzde durdu. İçinden çıkan üç polis o sırada yere
inmiş olan rehberimiz Sevin Hanımı abluka altına aldılar. Kadıncağız, “Köprüye
nereden gidilir?” diye Türkçe, Arnavutça, İngilizce soruyor. Polislerin ikisi
çok genç, yeni okuldan çıktıkları belli. Onlar hiç konuşmuyor, Konuşan otuz.
yaşlarında, sarışın, kısa boylu, yüzünün her noktasına bütün Makedonya
insanlarının siniri ve öfkesi toplanmış bir polis. Kendisi konuşuyor da
muhatabını hiç konuşturmuyor. Durmadan bir şeyler söylüyor. Bağırıp çağırıyor.
Meğer, “Suç işlediniz trafik kuralına uymadınız Burada durulmaz. Ceza
ödeyeceksiniz! Siz kendinizi ne sanıyorsunuz!” diyormuş durmadan. Adamın yüz
ifadesi, bu yüzde beliren şiddetli öfke, kolayca unutulacak gibi değildi. Bize
babasını öldüren katiller gibi bakıyor, kimseyi konuşturmak istemi yordu.
Teker teker otobüsten iniyoruz, anan yahşi baban yahşi. Adam Makedon polisi
değil, Hitler’in SS’lerinderı biri. Hiç birimizi dinlemiyor. Bay SS’in bir
kare fotoğrafını çekeyim dedim. Parlayan ışıktan ne yaptığımı anladı. Elini
kolunu havaya kaldırarak üzerime yürüdü. Danalar gibi “Yok fotoğraf’!” diye
bağırdı. Bu sırada yanımıza genç bir ırktaşımız geldi. Yirmi beş otuz
yaşlarında, sarışın, yakışıklı bir insan. Başında boyacıların giydiği kasket.
Tişörtünde, pantolonunda boya lekeleri. Adı Mürsel Derviş. Bize hoş geldiniz
dedikten sonra bay SS’e döndü. “Bu otobüs Türkiye’den geliyor. Ülkemize turist
getiriyor. Gelenler parlamenterdir. Neden kolaylık göstermiyorsun?” dedi. Bay
SS ona da sert bir karşılık verdi. “Belki de sen ne karışıyorsun, git işine,
yoksa ayaklarımın altına alırım!” dedi. Genç boyacı bize döndü:” Türkiye’de
Türk olarak yaşamak kolay, Siz gelin de burada Türk olarak yaşayın bakalım,”
dedi. Sonra, “Üzülmenize gerek yok. Ben şimdi bu eşkıyalığı önleyeceğim,”
diyerek yanımızdan ayrıldı. Bu sırada Mustafa Öztin cep telefonu ile
Manastır’da onursal konsolosumuz Mithat Enver Cemal Beyi aradı, yolumuzun
kesildiğini söyledi.
-
Cemal Beyi cevabı: Üzülmeyin ben bu sorunu on
dakikada hallederim,”
-
Bekleyip dururken “Trafik cezasını ödeyip,
yolumuza devam edelim,” dedik. Meğer bay SS ceza bedeli olarak 360 dolar
karşılığı Makedon Denarı istiyormuş. Yanımızda Denar yok. Denkleştirip dolar
olarak ödeyelim dedik. Bay SS daha da sertleşti. “Bu ülkede Denar geçerlidir,
dolar kabul etmem” dedi. Bu sırada ortalıktan kaybolan ırktaşımız Mürsel
Derviş yanında kırk yaşlarında, oldukça esmer birisiyle geldi. Türk’müş gelen.
Struga’nın Demokrat Parti ilçe başkanıymış, Bize hoş geldiniz dedikten sonra
polisle konuşmaya başladı. Polisin o eski sertliği kalmadı ama hemen de
yelkenleri indirmedi. Kızarmış bozarmış bir yüzle dönüp durmaya başladı. Tam
bu sırada başka bir jeep gelip yanımızda durdu. İçinden bir jandarma subayı
çıktı. Bizimle konuşmadan sert bir tonda bay SS’e bir şeyler söyledi. SS ona
tek kelime karşılık vermedi. Arkadaşlarıyla birlikte jeepe binerek ortalıktan
kayboldu. Jandarma subayı sesini yükselterek bize Makedonca bir şeyler
söylemeye başladı. Subayın yüksek sesle Makedonca ne söylediğini anlayamayan
bayan arkadaşlarımız, “Bu daha sert çıktı. Bizi tutuklayacak mı ne yapacak?”
diye söylenmeye başladılar. Makedon ilçe başkanı olan ırktaşımız subayın
konuşmasını Türkçeye çevirdi. Meğer adam “Sizlerden özür diliyorum. O polisi
görevden aldım. Yolunuza devam edebilirsiniz,” diyormuş.
-
Aslında köprü durdurulduğumuz yere çok
yakınmış. Şoförümüz otobüsü boş bir alma çekti. Biz de köprübaşına vardık.
Mürsel Derviş ayrılıncaya kadar bizi terk etmedi..
-
Ne yalan söyleyeyim, köprüyü görünce düş
kırıklığına uğradım. Ben altından çağıl çağıl bir ırmağın aktığı kemerli yüce
bir köprü göreceğimizi sanıyordum. On metre uzunluğunda, iki arabanın yan yana
zor geçebileceği genişlikte, yerden en fazla iki metre yükseklikte düz bir
köprü. Köprü değil bir menfez geçidi. İnce, yuvarlak demirlerden, dokunsan
yıkılacak eğri büğrü korkulukları var. Altından kapkara bir su akıyor. Adı da
Karasu imiş suyun. Gölden boşalıyormuş. Biraz dikilip kaldık. Hiç birimiz ünlü
şairlerin şiir okuduğu bu zeminde şiir okuma isteğini duymadık. Otobüsümüze
bindik. Geri dönerek Arnavutluk’a ulaşmak amacıyla yola koyulduk. Dağlar,
ormanlar arasında yolculuğumuzu sürdürürken Makedonya polisinin davranışının
tıpkısı bir polisiye olay anılarımda canlandı. 1965 seçiminden sonra Mecliste
üçüncü parti durumunda olan Millet Partisi’nin başkan rahmetli Osman
Bölükbaşı, 1968 yılında, Türk işçilerinin durumunu yerinde incelemek amacıyla
üç Milletvekili ve bir gazeteci ile Almanya’ya gitmişti. Niş ile Belgrat
arasında arabasını durduran üç Yugoslav polisi, trafik suçu işle dikleri
bahanesiyle elli dolar istemişler, tartışmalardan sonra parayı almışlar, ama
makbuz vermemişler. Üstelik makbuz istiyorsunuz diye yarım saat yoldan
alıkoymuşlar. Bölükbaşı Belgrat’a ulaştığında doğruca Türk Büyük elçiliğine
gitmiş, büyük elçiye çok sert bir yazı dikte ettirerek bunun Yugoslav Diş
İşleri Bakanlığına gönderilmesini talep etmiş. Almanya’dan döndüğünde olayı
bize anlatmıştı. Bölükbaşı’nın çok korkunç bir hafızası vardı. Yaşadığı
olayları en ince ayrıntılarıyla hatırlardı. Dikte ettirdiği yazıyı bize satır
satır açıklamıştı. Ben ve bazı arkadaşlarımız böylesine sert bir yazıp,
elçinin Yugoslav dışişlerine göndermeyeceği, gönderse de Yugoslavların
aldırmayacağını düşünmüştük. Üç ay sonra ne oldu biliyor musunuz?
Yugoslavya’nı Ankara Büyük Elçisi Bölükbaşı’dan telefonla randevu istedi. O an
Bölükbaşı parti merkezindeydi. “Hemen teşrif edebilirler,” dedi. Büyükelçi
yarım saat sonra geldi Hükümetleri adına Bölükbaşı’dan özür diledi. “O üç
polis saptandı, mahkemeye verildi. Her biri üçer yıl hapis cezasına
çarptırıldı,” dedi. O zaman Tito sağdı. Yugoslavya ile Türkiye arasında,
Demokrat Parti döneminden beri sürüp gelen oldukça canlı ticari ilişkiler
mevcuttu.
-
Yugoslavya polisi, yalnız Bölükbaşı’na değil
gelip geçen her Türk işçisine, her Türk yurttaşına bu türlü eşkıyalıkları
yapmıştır. Yugoslavya parçalandı. Bugün gurbetçilerimiz Slovenya, Hırvatistan,
Sırbistan, Kosova, Makedonya topraklarından geçiyorlar mı bilmiyorum. Eğer
geçiyorlarsa bu soygunun sürüp gittiğinden hiç kuşkunuz olmasın. Vaktiyle
Bulgar polisi de komşularının polislerinden hiç geri kalmazlardı. Her gelen
yada giden Türk arabasından mutlaka haraç alırlardı. Şimdi durum nedir? Bir
şey söyleyecek durumda değilim.
- ELBASAN’DA ELBASAN TAVA YİYEMEDİK
-
Quafe Tane kapısından Arnavutluk’a girdik.
Makedonya’dan çıkarken de bir saatten fazla bekledik. Arnavutluk’a girişte de
gene bir bu kadar bekletildik. Arnavutluk kapısında her bir işi genç bir bayan
yapıyor. Daha fazla memur olsaydı belki daha da fazla bekletilirdik. Gümrük
kapısı perişan görünüyor. Bir iki kulübeden oluşuyor. Çevresi pislik içinde.
Karton kutular, çöp artıkları yakın bir yere tepe gibi yığılmış. Giriş
işlemlerini beklerken çevreye şöyle bir göz gezdiriyorum. Aman Tanrım, bu ne
kadar çok korugan, Tepelerin yüzeyi sayılamayacak kadar beton koruganlarla
doldurulmuş. Uzaktan başını içine çekmiş dev deniz kaplumbağaları gibi
görünüyorlar. Ancak iki askerin sığabileceği büyüklükte. Adriyatik kıyısına
indiğimizde, Kosova sınırına vardığımızda da yüzlerce binlerce korugan
görecektik. Sorduğumuz kişiler insan başına birden fazla korugan düştüğünü
söylediler. Anlaşılan Enver Hoca bütün komşularının Arnavutluk’a saldıracağı
kuşkusu içinde yaşamış. Çalışkan, öfkeli tanınsalar da oldukça uysal olan
Arnavut halkı, kim bilir, korugan yapmak için ne büyük sıkıntılar çektiler.
Keçilerin çıkamayacağı dağa bayıra sırtlarında de miri, çimentoyu, kumu, suyu
nasıl çıkardılar? Stratejik açı dan gerçekten bu koruganlar bir işe
yarayabilir mi? Aramızda bulunan emekli general, Danışma Meclisi Edirne üyesi
sayın Ali Dikmen’e soruyoruz. “Koruganların bugün hiçbir önemi kalmamıştır.
Geçmiş dönemde de büyük bir yararları olduğu görülmemiştir. Bu beton yayalar,
içinde mevzilenen askerlerin yerlerini belli etmekten öte bir işe yaramaz.”
-
Anlaşılan 1945-1992 arası Arnavut halkı çok
çile çekmiş. Enver Hoca’nın kuşkulu ve baskılı yönetimi insanları hiç avare
bırakmamış. Dağları döne dolaşa aşan yollar, bataklıkların kurutulması,
onların, dağ yamaçlarındaki küçük küçük tarlaların kağıt gibi düzleştirilmiş
görülen odur ki, hep insan emeğiyle yaptırılmış.
-
Bismillah deyip Arnavutluk’a adım arar atmaz,
ne sihirdir ne keramet, doğa birden değişiverdi. İnilmesi çıkılması zor
dağlarda ormanlar zayıfladı. Yollar daraldı. Yoksul bir ülkeye ayak bastığımız
her şeyi ile belli olmaya başladı. Keskin virajları tırmanarak dağların
üzerinde gidiyoruz. Öyle bir yere geldik ki, önümüze uzayıp giden bir vadi
çıktı; O vadiye inebilmemiz için en az bin beş yüz metre aşağı inmemiz
gerekiyor. Keçiyolu gibi bir yol. Döne döne zikzaklar çizerek iniyoruz.
Otobüsün tekerlekleri ile uçurumun arasında bir metrelik aralık ya var ya yok.
Hanımlar dua ediyorlar. Kıdım kıdım dağ yamacının ortasına geldiğimizde bir
yol ekibiyle karşılaştık. Bir Türk firması yol yapıyor. Yol makinelerini
yanından zar zor geçebildik. Gördüğümüz kadarıyla öyle viyadüklü, köprülü yol
değil yapılan. Eski yolu genişletiyorlar. Virajları biraz tıraşlıyorlar.
-
Türk firmasının dağları delmeye çalışan yiğit
insanlarıyla konuşamadık. Orada otobüsü çekecek ne park yeri vardı ne de
onların bizimle sohbet edecek zamanları. Alkışlayarak yanlarından geçtik.
Sonunda vadi tabanına indik. Dağların arasından yuvarlanarak akan bir derecik
yanımızda çağlamaya başladı. Bu çağıltılı su otobüsle inerken yüreğimi
ağzımıza getiren yamaçlardan mı doğuyor ? Yoksa uçurumları atlayarak daha
ötelerden mi geliyor ? Vadi gittikçe genişleyerek güzel bir ova görünümde
burundu. Ova ortasında bizimle yarışarak gürleyip akan dere otuz km ileride
bulunan Elbasan’a eriştiğinde deli bozuk bir ırmak oldu. Şukumbi ırmağı
diyorlar Arnavutlar bu suya. Adriyatik denizine dökülüyor. Dağları inerken,
dağlara çıkarken yamaçlardan kazılarak elde edilmiş üç yüz, beş yüz metre
karelik tarlacı.klar görmüştü. Bunların çoğu ekili idi. Ama ovaya indiğimizde
beni şaşkınlık içinde bırakan görünümlerle karşılaştık. Şkumbi ırmağının
ortasından aktığı ova, belki hiçbir ülkede görülemeyecek bir imar görmüştü.
Ovanın bir ucuna yumurta dik, öbür ucundan görebilirsin. Kağıt gibi dümdüz
hale getirilmiş. Beni şaşırtan ovanın insan emeğiyle ekilir, biçilir, her
noktası sulanabilir nitelik kazanması değil bütünüyle boş bırakılmış
olmasıydı. Evet, yüz binlerce dönüm verimli ova toprağı ekilmemişti, boş
bırakılmıştı. Bunun nedenini anlamaya çalışırken toprağın oldukça düzenli bir
kadastrodan geçtiğini fark ettim. Toprak en fazla ikişer dönüm büyüklüğünde
parçalara ayrılmıştı. Bu parçalardan ancak yüzde onu ekili görülüyordu.
Öbürleri anızdı. Bir kısmında kamışlar yükselmiş, yabanıl otlar alıp
yürümüştü. Birkaç yüz metre aralıklarla bazı parsellere evler yapılmış, önleri
bahçeye dönüştürülmüştü. Anlaşılan toprak, her yurt taş toprağını işlesin,
geçimini bu topraktan sağlasın diye düşünülerek bölüştürülmüş. Sosyalizmin
bütünleştirdiği ekilir biçilir toprağı binlerce parçaya bölüp dağıtıp iki
dönümlük toprakla tarım yapılabilir mi? Hani traktör? Hani alet edevat?
Traktör alamıyorsan öküz al, katır al denilebilir. Öküz almak, katır almak
kolay mı? Kendi başım sokabileceği damı olmayan yada evi,kilometrelerce uzakta
bulunan biri, hayvan damını nasıl yapsın. Görülüyor ki toprak sahibi olanların
çoğu topraklarının başına bile gitmemişler. Tiran’a geldiğimizde öğreniyoruz,
batı Avrupa ülkelerine gitmiş insanların çoğu. Kimileri de, iş olanağının son
derece kıt olduğu Tiran’a yerleşmiş. Yüz metrede, iki yüz metrede bir iç evler
kondurulmuş yüz binlerce paneli yeniden toplulaştırmak, ülke ihtiyacını
karşılayacak verimli tarım çiftliklerine dönüştürmek her halde kolay
olmayacaktır Arnavutluk’un endüstrisi, demokrasisi gibi tarımının da büyük
sorunlarla karşı karşıya olduğu görülüyor. Sosyalizm sona erdirildiğinde Sali
Berişa’nın Demokrat Partisi iktidar olmuştu. Şimdi sosyalistler iktidarda.
Halk iyi kötü karnının doyduğu eski günleri arar durumda. Bunları bize
Elbasan’da yanımıza sokulan ve çok güzel Türkçe konuşan genç bir adam
söylüyor.
-
Arnavutluk Avrupa’nın en küçük ülkelerinden
biri. Yüz ölçümü 28 bin km kare. Nüfusu üç milyondan biraz fazla. Arnavutluk
Avrupa’nın en geri kalmış ülkelerinden biri sayılıyor. Bu çilekeş insanların
yaşadığı güzel ülkenin geri kalmışlığın birçok nedeni var. Enver Hoca’nın her
türlü özgürlüğü kısıtlayan, devleti çelik bir koza içinde tutarak hemen
yeryüzün ün bütün ülkeleriyle ilişkisini kesen yönetimi, belli başlı
yoksulluk, geri kalmışlık nedeni gösterilse de insan ülkeyi dolaşınca
ilerlemeye en büyük engellerden birinin coğrafya olduğunu görüyor. Ortalama
yüksekliği 2000 metrenin üstündeki dağlar ülkenin bütün yüzeyini kaplamış
durumda. Bilimsel bir kaynakta belirtildiği gibi “farklı taraçalardan ve
farklı şekilde gelişmiş yaylalardan meydana gelen basamaklı bir yükseklik ve
bir takım vahşi dağları var.” Bu yüzden yol sorunu Arnavutluk’un başta gelen
sorunlarından biri. Bu dağlardan yol aşırmak kolay görünmüyor.
-
Arazinin ancak % l0’nu tarıma elverişli.
Buğday, mısır, patates, şeker pancarı,üzüm yetiştiriliyor. Sosyalizm döneminde
de Arnavutluk’ta büyük bir beslenme sorunu varmış. Komünist iktidar ayaklanma
sonucu devrilince halk ilk önce kendilerine yeterince aş ve ekmek sağlayamayan
Enver Hoca’nın heykellerini yıkmış.
-
Ovanın ortasında yer alan Elbasan’a
geldiğimizde öğle üzeri idi. Türkiye’de Elbasan tavası adı oldukça yaygındır.
Yolda kendimizi Elbasan tavası yemeye hazırlamıştık. Sora soruştura büyükçe
bir lokanta bulduk. Büyük tanınması geniş bir bahçe içinde bulunması yüzünden
olacak, aslında oldukça salaş bir yer. İki genç garsonu, iki de orta yaşlı
kadın aşçısı var. Kırkımız da tava isteyince şaşırıp kaldılar. Ancak bir saat
içinde on kişiye tava hazırlayabileceklerini söylediler. Onların tavaları
hazırlanırken biz de ne bulduysak onu yedik. Aslında hazır durumda hiçbir
yemek yok muş. Alelacele makarna haşladılar. Tabakları tepe gibi makarna ile
doldurup getirdiler. Ne var ki bize sormadan üzerine ne olduğunu bilmediğimiz
bir sos dökmüşler. Bu sosun tadına, kokusuna alışık olmadığımız için tepeleme
makarnaları yiyemedik. Açlığımızı yoğurtla, peynirle yatıştırdık. Biraz
dolaştık eski Türk şehri Elbasan’da. Elbasan’ı Fatih Sultan Mehmet kurmuş.
Buraya İl basan adında bir kale yap tırmış. İçine asker yerleştirmiş. Kalenin
bir iki yüz metrelik kısmı kentin ortasında görülüyor.
-
Elbasan’ın yüz bine yakın nüfusu var. Sağa
sola bakılınca birçok minare görüyorsunuz. Oldukça dağınık bir kent. Çarşıları
bile öyle. Birbirine bitişik iki dükkan zor görülü yor. İçleri bomboş. Gözü
gönlü çekecek bir alışveriş yerine rastlayamadık.
-
Bize lokantayı Türkçe konuşan bir genç
göstermişti. Geçen yıl Türkiye’de bir yıl yaşamış. “Enterne edilerek Yozgat’a
gönderildim, orada bir yıl kaldım,” diyor. Bir arkadaşımız “Yozgat’ı nasıl
buldunuz ?” Diye sorunca, eliyle çevreyi gösteriyor. İşte burası gibi. İş yok
Yozgat’ta. Burada da iş yok.” Otobüse binecekken bu genç beni bir kenara
çekti. “Abi,” dedi, “Çok muhtaç durumdayım. Bana biraz para verir misiniz?” Ne
kadar olduğuna bakmadan pantolon cebinden çıkardığım bir miktar kağıt parayı
eline sıkıştırdım.”
- TİRAN YOLLARINDA
-
Elbasan’dan Tiran’a gitmek niyetiyle
ayrılıyoruz. Daha kenti çıkar çıkmaz gene dağlara sardık. Yukarıdan bakı
Şkubi Nehrinin Elbasan önünde çok geniş çok geniş bir alanı tahrip
ettiğini,kumla çakılla doldurulduğunu gördük. Şehrin altında büyük bir demir
çelik fabrikası var. Kürüm Demir Çelik Fabrikası. Türkler kurmuş. Türkler
işletiyormuş. Fabrika sahibinin Arnavut hükümeti nezdinde büyük itibarı
varmış. Biz Tiran’a vardığımızda Arnavutluk Cumhurbaşkanı Türkiye’ye gitmiş
bulunuyordu. Türk elçilik maslahatgüzarından öğrendiğimize göre
Cumhurbaşkanını taşıyan uçağın Kürüm Demir Çelik Fabrikası sahibi tarafından
Türkiye’den getirildiğini öğreniyoruz.
-
Daracık, bozuk bir yolda ilerlemeye
çalışıyoruz. Yunanistan’da rastladığımız trafik kazasında ölenleri anmak için
yol kıyısına dikilen haçlı küçük anmalıklara burada da rastladık. Bu kadar
virajlı, uçurumlu yolda kaza olmaz mı ? Tiran’a ancak ikindiye doğru
ulaşabildik. Otele yerleştik. Dört yıldızlı, dört katlı bir otel. Asansörü
yok. Akşam yemekleri oldukça güzeldi. Burada da Elbasan tava yedirmediler
bize. Tava yediremediler ama baklava ikram ettiler. Ben tatmadığım için ne
mene bir baklava olduğunu anlayamadım. Arkadaşlar beğendiklerini söylediler.
İlk gün yemekten sonra biraz dinlenip yaya olarak kenti dolaşmaya çıktık.
-
Dolaşmaya çıktık ya, karşıdan karşıya geçmek
bir mesele. Trafik yoğunluğundan mı geçilemiyor? Hayır. Hiçbir trafik düzeni
yok. Sen caddenin ortasına gelmişsin adam hiç aldırmıyor, son sürat üzerine
araba sürüyor. Trafik ışıkları yok gibi bir şey. Birkaç yere konulmuş.
-
Tiran, Elbasan’a göre daha bir kent görünümlü
ve oldukça da büyük. Bir milyona yakın insan (ülke nüfusunun üçte biri)
yaşıyor. Burada da çarşılar oldukça sönük. Büyük süper marketler yok. Çarşımn
en merkezi yerinde bir ünlü Türk kot firmasının adını taşıyan bir mağazaya
rastlıyoruz.
-
Bektaşilik Arnavutluk’ta dipdiri yaşıyor.
Dünya Bektaşiliğinin merkezi Arnavutluk’muş. Burada Bektaşilik üzerine her yıl
seminerler, açık oturumlar, paneller düzenleniyor.
-
Türkiye’de bütün adetleri, gelenekleri ve
felsefesiyle anlaşılmış değildir. Bektaşilik, Alevilik, İran Şiiliği çorba
edilip birbirine karıştırılır. Bektaşilik bir kent tarikat’dır. Alevilikle
yakınlığı, her iki topluluğun da on iki İmamın kutsiyetine besledikleri
inançtır. Aleviliğin merkezi Hacıbektaş ilçesidir. Aleviliğin İran Şiiliği ile
de bir ilgisi yoktur. Hem de hiç yoktur. Bizim şarap içen, saz çalan, yaşamı
daraltan Arap kısıtlamalarına aldırmayan, kadın erkek kol kola semaha kalkan
Alevilerimiz, İranlı Mollalarla nasıl karıştırılır? Anlamak mümkün değildir.
Aleviler Hacıbektaş’taki dedeler (çelebiler) ailesine bağlıdır. Yavuz Sultan
Selim Hacıbektaş’a dedeleri pasifize etmek amacıyla bir Bektaşi babası tayin
ermiştir. Hacıbektaş’ta hem dedeler hem de tayin edilmiş babalar, Cumhuriyetin
başlangıcına kadar varlıklarını sürdüre gelmişlerdir. Ne var ki Anadolu Alevi
çoğunluğu babalara fazla itibar etmemişlerdir.
-
Üç gündüz, iki gece kaldığımız Tiran’da o
kadar arzu etmeme karşın Bektaşi tekkesini, Arnavut Bektaşilerinin giyimlerini
kuşamlarını, tarikat adaplarını görmek, geliştirdikleri çağdaş Bektaşi
felsefesini anlamak olanağım bulamadık.
-
Camilerde kadınlarla erkekler aynı safta namaz
kılıyorlar.
-
Osmanlı döneminden kalma camilerin bir kısmı
ayakta. Ne var ki bakımlı oldukları söylenemez. İskender Bey Meydanı’na yakın
büyük bir caminin önünden geçerken kapısının açık olduğunu gördük.
Arkadaşlarla başımızı uzatıp baktık. Sayısı on beşi geçmeyen bir cemaat namaza
durmuştu. Bunda şaşılacak yada heyecana kapılacak bir yön yoktu. Ama biz
cemaat’ görür görmez şaşırıp kaldık. Kadınlarla erkekler aynı safta yan yana
namaz kılıyorlardı. İbadetleri tamamlayan cemaat ayağa kalkınca, biz de kapı
önün den bir kenara çekildik. Camiden çıkanların bir kutuya para attıklarını
gördük.
-
Arnavutluk nüflısunun % 70’i Müslüman.
Hıristiyan’ların bir bölümü Katolik, bir bölümü Ortodoks. Katolikler kuzeyde,
Ortodokslar güney bölgelerinde yaşıyorlar. Her iki gurup da, kendi alanlarında
etkililer. Yalnız Müslümanların da, Hıristiyanların da ana dili Arnavutça.
Geçmişte, özellikle Osmanlı döneminde din ayrılığı birçok ayaklanmalara,
isyanlara neden olmuştur. Elli yıldan fazla süren Marksist yönetim dini
duyguları oldukça törpülemiş. Birçok cami ya yıkılmış ya da başka işlerde
kullanılmış. Ülke insanlarının iki, hatta üç dinli olmaları, demokrasiye
geçilince ayılık kıpırdanmalara neden olmamış. Görülen odur ki milliyetçi
bağlılığı din bağlılığının önüne geçmiş. Tiran’a gittiğimizin ertesi günü Türk
Büyük Elçiliğini ziyarete gittiğimizde, Ankara’da bulunan elçi adına bizi
kabul eden mashhargüzar:
-
‘Türkiye’nin Tiran’da çok büyük bir cami
yapmayı planladığını, inşaatın yakında başlayabileceğini açıkladı. Suudi
Arabistan bu konuda bizden önce davranmış, camiler, medreseler yaptırmış.
Camilerinde, medreselerinde “Türkler din değiştirdi. Müslümanlığı yozlaştırdı.
Onların arkasında namaz kılmak küfüdür,” Diye pek dostane vaazlar
veriyorlarmış.
- DENİZ KENTİ DURRES’TE
-
Tiran’da ikinci gün otobüsle Adriyatik
kıyısındaki Durres’e gittik. Tiran ile Durres arası 50 km kadar. Durres,
Osmanlı tarihinde adı sıkça geçen Dinç limanından başkası değil. Güzel bir
kent İzmir’de işlenilen hata bunda da işlenilmiş. Deniz kıyısını on, on iki
katlı apartmanlarla kapatmışlar. O apartmanlara ulaşıp kıyıya varmayınca deniz
görünmüyor. Burada yaşayan çok sayıda Müslüman var. Eski camiler duruyor.
Gerçi Enver Hoca döneminde 200 cami ve 100 mescit yıkılmış ama Müslüman bir
ülkede tüm camileri ortadan kaldıramamışlar. Tıpkı kiliseleri kaldıramadıkları
gibi. Bir Türk grubu buraya bir cami yaptırmış. Kıyıya yakın. Üç katlı bina,
kıbbesi üzeri kiremitle kapatılmış. Anadolu kasaba1arında binlerce benzerini
gördüğümüz plansız, belki de mimar eli değmeden yapılmış, estetik hiçbir
çekiciliği olmayan bir yapı. Dıştan bakılınca camiye benzer bir durumu yok.
Orta katı cami. Cami bölümüne genişçe bir iç balkon eklenmiş. Bu kısımda
kadınlar namaz kılıyor muş. Türkiye’den gelme imamla konuştum. Genç bir adam.
Alt katın Kuran kursu olduğunu söyledi. Ama derse başlamak üzere cami önünde
toplanan öğrenciler 18-20-25 yaşında kocaman delikanlılar. Aralarında daha
yaşlıları da var. Buranın aslında bir medrese oluğu anlaşılıyor. Araplar da
burada bir cami yapmışlar, bir de medrese açmışlar. İmam “Bizim onlarla bir
ilgimiz yok,” diyor. Anlaşılan Arap din görevlileri burada da dini sorunlarla
uğraşacak yerde “Türk lerin dinsizliği (!)“ ile uğraşıyorlar.
-
Durres sakin, küçük bir kent Güzel bir sayfiye
yeri. Ama sokaklarında bizden başka Turist yoktu.
-
Kıyıya yakın bir kalenin kalın kulesi
üstündeki cafe de denizi seyrederek kahve içtik. Kaleden bakılınca kentin
kuzeyinde bir tepe üstünde güzel bir köşk görülüyor. 1945 yılında ülkeyi terk
eden Kral Zagu’nun sarayı imiş. Kral Zagu Arnavutluk’tan ayrılınca ilk durak
Istanbul’a gelmişti. O gü nün gazetelerinde ve magazin dergilerinde kraldan
fazla çok şık giyinmiş kraliçe ve prenseslerin fotoğrafları ilgi çekmişti.
Kral Zagu birkaç gün İstanbul’da kalmış, sonra Mısır’a gitmişti, bir daha adı
sanı anılmaz olmuştu.
-
Durres ve çevresindc Akdeniz ılıman iklimi
görülüyor. Bu iklimin belli başlı iki bitkisi zeytin ile narenciyedir. Seyrek
de olsa zeytin ağaçlan, üzüm bağlan gördük de narenciye bahçeleri pek gözümüze
çarpmadı.
-
Durres’te bir büfede çocuk kitapları
satıldığını gördüm. Sağ kolu omzundan kopmuş bir genç adam büfeyi işletiyordu.
Kitaplara baktım. Aslından fotokopi yoluyla çoğalnimış. Korsan baskı demeye
dilim varmıyor, çok berbat bir baskı. Gene de üç kitapçık alıyorum. Çünkü
resimleri oldukça güzel. Hem de bir Arnavut ressam yapmış bunları. Adamın
avcına bıraktığım kiğıt paraları kafi gelmiyor. Uzanıyor, yeniden çıkardığını
paradan da bir miktar alıyor. Oradan ayrılıp da kitapların üzerindeki
fiyatlara bakınca kolsuz satıcının alması gerekenden iki kar fazla para
aldığını görüyorum.
-
Öğle üzeri gene Tiran’a döndük. Türk Büyük
Elçiliğini ziyaret randevumuz vardı. Doğruca oraya gittik.
-
Daha önce de değindiğimiz gibi büyük elçi
Arnavutluk cumhurbaşkanı ile Türkiye’ye gitmiş. Büyük elçiye vekalet eden
maslahatgüzar sayın A. Metin Durmuş, kafilemizi kabul etti. Bize çay ve kuru
pasta ikram etti. Elçi vekiliyle bir yarım saat görüştük. Bilgili, kültürlü,
güler yüzlü genç bir diplomat. Ona Arnavutluk’la ilgili bazı sorular
yönelttim. Sorularımı büyük bir incelikle cevapladı. Sorduğum soruları,
aldığım cevapları kısaca buraya aktarıyorum:
-
“Sosyalizmden sonra tarım toprakları nasıl
özelleştirildi? Elbasan’a gelirken yol boyunca bir iki dönümlük parsellere
bölünmüş çokça tarlalar gördüm.”
-
“Sosyalizm döneminde bütün topraklar
kamulaştırılmıştı. Demokrasiye dönülünce topraklar yurttaşlar arasında eşit
olarak bölüştürülmüş. O dönemde burada bulunmadığım için neler olup bittiğini,
bu işin nasıl yürütüldüğünü ayrıntılarıyla bilmiyorum. Şimdi çok sayıda
parçalanmış küçük topraklar devletin en büyük sorunlarından birisi. Halk bir
iki dönüm toprağın içine kapanıp tarım yapmayı tercih etmemiş. Bu yüzden
ekilebilir verimli topraklar boş duruyor. Şu anda Arnavutluk’ta beslenme ve
açlık sorunu var. Dışarıdan tarım alanında iş yapacak yatırımcılar
bekliyorlar.”
-
“Yabancı yatırımcıların Arnavutluk’a ilgisi ne
durumdadır?”
-
“Henüz geniş çapta bir yatırım akışı yok. En
çok Türkiye ile İtalyanlar ilgileniyorlar. Gelen dış sermayenin % 60’ı Türk
sermayesi. Arnavutluk’un en büyük demir çelik fabrikasını Türkler kurdu (Kurum
Demir Çelik Fabrikası). Arnavutluk’ta on tane Türkçe öğretim yapan Gülistan ve
Sema vakıflarının açtığı özel okullar var. Ülkenin ikinci büyük bankası
Türkiye’den gelme eski Kent Bank. Türkiye Tiran’a büyük bir cami yaptıracak.
Araplar da bir cami projesi teklif ettiler ya, onlarınki kabul edilmedi.
-
“Şu anda Arnavutluk ekonomisi ve Türkiye ile
ticareti ne durumdadır?”
-
“Arnavutluk’un nüfusu 3 100 000 civarında.
Ortalama milli gelir adam başına 1200 dolar. Türkiye, ticarette 80 milyon
dolarla üçüncü sırada yer alıyor. Birinci sırada İtalyanlar var. Yunanlılar da
ticareti artırmak, yatırım yapmak için çalışıyorlar.”
-
“Milli gelirleri bu kadar düşük olan bu ülkede
sokaklarda Mersedes arabasından geçilmiyor? Bu bir çelişki değil ini?”
-
“Haklısınız? Arnavutluk’ta çok sayıda Mersedes
marka otomobil var. Geçen yıl buraya Mersedes Fabrikaları genel müdürü geldi.
“Dünyada en çok Mersedes marka araba Albanya’da,” dedi.
-
“Geliri kıt bir ülkenin insanları bu pahalı
arabaları nasıl alabiliyorlar?”
-
“Mersedes arabalarının çok büyük bir bölümü
çalınmış arabalar. Ama Mersedes hırsızlığı yalnızca Arnavutların işi değil.
Almanlarla ve öbür Avrupa ülkeleri insanlarıyla anlaşma yoluyla düzenlenmiş
bir eylem. Alman, Mersedesini bir Arnavut’a oldukça elverişli bir fiyata
satıyor. Onun Almanya’dan çıkarak Arnavutluk’a dönmesini bekliyor. Arabasının
Arnavutluk’a geçtiğini anlayınca polise çalındığını bildiriyor. Sigortadan
yeni bir araba alıyor.”
-
“Çalıntı durumuna düşen arabayı Arnavutluk
yöneticileri nasıl tescil ediyorlar?
-
Bu sorumuza sayın maslahatgüzar kısa ve
oldukça diplomatça bir karşılık verdi:
-
“Sosyalizme karşı ayaklamanın ardından doğan
karışıklıkta olmuş bu işler.”
-
Biz maslahatgüzarla konuşurken kafilemizde
bulunan ve Arnavutça bilen İzmir Milletvekili sayın Dr. Ramazan Toprak,
telaşlandı. Adeta feveran etti.
-
“Bunlar da nereden çıktı? Bunları yazacak
mısınız?” Kitap araştırma yapılarak yazılır,” dedi.
-
“Sayın milletvekilim,” dedim, “ben elli yıldır
yazan bir insanım. Neyin, nerede, nasıl yazılacağını bildiğimi sanıyorum”
-
Sayın Toprak, bir gün sonra otobüste gönlümü
aldı ama gene “Şu Mersedes işini yazmasanız iyi olur,” dedi. Ne gördüm, ne
işittiysem onu yazdım. İnşallah çok nazik, çok hatırşinas bir insan olan,
yalnız seçmenlerinden değil, hekim olarak çalıştığı yerlerde de büyük bir
sevgi ile insanları kendisine bağlamış bulunan Toprak’ı üzmemişimdir.
-
Mersedes öyküsü yalnız Arnavutların öyküsü
değil. Kosova’da da, Makedonya’da da - Arnavutluk’ta olduğu gibi fazla olmasa
da- Mersedesler gördük. Bunlar da Almanların sigorta soygunculuğu oyunuyla
buralara getirilmiş.
-
Elçi vekiline ve görevlilerine teşekkür ederek
elçilikten ayrıldık. Dış avluya çıktığımızda elçilikte görevli Arnavut asıllı
genç:
-
“Şu an kriz yaşasa da Türkiye güçlü bir
devlet. Irak Savaşı’na asker göndermedi ama Irak’a giden 35 bin Arnavut
askerinin silahları, elbiseleri, arabaları Türkiye’den gitti,” dedi.
-
Genç adam bunları söyledikten sonra göğsünü
gerdi. Sözlerini şöyle bitirdi:
-
“Türk ordusu dünyanın en güçlü ordusudur,”
-
Elçilikten dönüşte bir süre gene dolaştık.
Gece gezdiğimiz yerleri gündüz gezerken bir şey dikkatimi çekti. Tiran’da çok
sayıda turizm bürosu var. Bunların ne içinde ne de önlerinde hiçbir kalabalık
yoktu. Bürolarda sayıları fazlaolmayan görevliler oturup duruyorlar.
-
Sokaklarda da turiste benzer insanlara
rastlamadık. Kaldığımız otelde de bizden başka kalanlar yoktu.
-
Maslahatgüzardan öğrendiğimize göre
Arnavutluk’la yıl da bir milyon kadar turist gelmekte imiş. Arnavutluk aslında
turizm için eşsiz fırsatları olan bir ülke. Doğa var. Deniz var. Geniş
alanları kaplayan dağlar, yaylalar var. Özellikle yemek turizmi büyük
atılımlar yaratabilir. Yaylalarda doğal koşullarda yetiştirecekleri
hayvanların etinden yapılan yemekler boğazlarına düşkün Almanlar, Fransızlar
ve öbürlerini buraya çekebilir. Arnavutluk aynı zamanda Avrupa’nın göbeğinde
bir Akdeniz ülkesi. Bağcılık, şarapçılık geliştirile bilir. Macaristan uygun
olmayan ikliminde yetiştirdiği yenilemeyecek kalitedeki üzümlerden ürettiği
şarapları, Türkler den öğrendiği gulaş (kul aşı) ile nerdeyse İspanya kadar
turist çeken bir ülke. Arnavutluk bir Akdeniz ülkesi. Her ne kadar ılıman
iklim etkisini daracık bir kıyı bölgesinde gösteriyorsa da buralarda üzüm,
narenciye, zeytin gibi ürünler yetiştiriliyor. Kıyı kenti Durres’te güel
şaraplar üretildiğini söylediler. Buradan aldığım küçük bir şişe votkanın
Türkiye’ye dönünce Rus votkalarından aşağı kalmadığını gördüm.
-
Arnavutluk kalkınmasında turizm öncü olabilir.
Ne var ki şimdiki durumda biraz zor görünüyor. Yeterli yol yok bir kere.
Oteller yok. Alt yapı hiç yok.
-
-
|