YIL 16  SAYI 184  25-Haziran-2014

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

DİKKAT ; BU BİLGİLER TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMDEN  İZİN ALINMADAN KULLANMAYINIZ!

YAZARLARIMIZIN HAYAT HİKAYELERİNE GİTMEK İÇİN TIKLAYARAK GİDİNİZ!

Aşağıdaki dizinler ile tıklayarak üye olmadan sayfalara girebilir ve inceleyebilirsiniz!1

 

BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR!

 
 
 
 
 
 
 
 01

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mahmut Selim GÜRSEL
Mahmut Selim GÜRSEL Hayat Hikayesi

RAMAZAN VE BİZLER

            Müslümanlar olarak bizlerin en kutsal ayı olan Ramazan Ayına erişmiş bulunmaktayız.
            İnşallah bu mübarek ayın rahmet ve bereketinden faydalanabilen Müslümanlar olabiliriz.
            2014 yılının Ramazan ayı yılın en sıcak ve uzun günlerine gelmesi ise bizlerin tutacağı Oruç’u daha da kıymetli ve faziletli olacağı malumumumdur. Ramazan ayı için dinin gerçek sahibi Allah C.C. bizlere:
Kur’an-ı Kerim Bakara sûresi, âyet: 183 – 187: "2:183. Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz.
 
2:184. Sayılı günlerde olmak üzere (oruç size farz kılındı). Sizden her kim hasta yahut yolcu olursa (tutamadığı günler kadar) diğer günlerde kaza eder. (İhtiyarlık veya şifa umudu kalmamış hastalık gibi devamlı mazereti olup da) oruç tutmaya güçleri yetmeyenlere bir fakir doyumu kadar fidye gerekir. Bununla beraber kim gönüllü olarak hayır yaparsa, bu kendisi için daha iyidir. Eğer bilirseniz (güçlüğüne rağmen) oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.
2:185. Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur'an'ın indirildiği aydır. Öyle ise sizden ramazan ayını idrak edenler onda oruç tutsun. Kim o anda hasta veya yolcu olursa (tutamadığı günler sayısınca) başka günlerde kaza etsin. Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. Bütün bunlar, sayıyı tamamlamanız ve size doğru yolu göstermesine karşılık, Allah'ı tazim etmeniz, şükretmeniz içindir.
2:186. Kullarım sana, beni sorduğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm. O halde (kullarım da) benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulalar.
2:187. Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı. Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz. Allah sizin kendinize kötülük ettiğinizi bildi ve tevbenizi kabul edip sizi bağışladı. Artık (ramazan gecelerinde) onlara yaklaşın ve Allah'ın sizin için takdir ettiklerini isteyin. Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı), siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yeyin, için, sonra akşama kadar orucu tamamlayın. Mescitlerde ibadete çekilmiş olduğunuz zamanlarda kadınlarla birleşmeyin. Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır. Sakın bu sınırlara yaklaşmayın. İşte böylece Allah âyetlerini insanlara açıklar. Umulur ki korunurlar. "Demiştir.
 
Peygamber Efendimiz S.A.V. :  "Aziz ve Celil olan Allah şöyle buyuruyor: İnsanoğlunun her ameli kendisi içindir. Yalnız oruç bunun dışındadır, oruç benim içindir, onun karşılığını da ben vereceğim.
Oruç, Cehennem'e karşı bir engeldir.
Sizden biriniz oruçlu olduğu gün kötü bir söz söylemesin, kavga etmesin.
Eğer birisi ona söver veya sataşırsa, "Ben oruçluyum" desin.
Nefsimi kudretinde tutan Allah'a yemin ederim ki, oruçlu bir kimsenin ağız kokusu, Allah katında misk kokusundan daha güzeldir.
Oruçlu olan kimse için iki sevinç vardır. Bunlardan biri iftar ettiği an, diğeri de orucunun sevabı ile Allah'a kavuştuğu andır."  
 
Peygamber Efendimiz S.A.V. :  "Cennette Reyyan adında bir kapı vardır. Kıyâmet Günü'nde o kapıdan sadece oruç tutanlar girer, başkaları giremez. O gün:
 "Oruç tutanlar nerede?" diye seslenilir. Oruçlular da gelip o kapıdan girerler. Oruç tutanlar girince kapı kapatılır ve artık oradan kimse giremez."
Sehl b. Sa'd (R.A.) rivâyet etmiştir.
 
Peygamber Efendimiz S.A.V. :  "Bir kimse Allah yolunda bir gün oruç tutarsa, Allah o kimsenin yüzünü Cehennem ateşinden yetmiş yıl sürecek bir mesafeye uzaklaştırır.
Ebû Saîd el-Hudri (R.A.) rivâyet etmiştir:

Telif Eseridir izinsiz kullanmayınız

 
 
 
 
 

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mahfi EĞİLMEZ
Mahfi EĞİLMEZ Hayat Hikayesine tıklayarak gidiniz!
 
HİTİTLER PARASINI NEREYE YATIRIYORDU
 

Perşembe günü yazdığım 'Paramı Nereye Yatırmalıyım?' yazısından sonra biraz tarih araştırması yaptım ve Hititlerin parasını nereye yatırdığını araştırdım.

O dönemde bugünkü anlamda para olmasa da mal cinsinden gelir ve servet olduğu kesin.
Para olmadığına göre Hititlerin para yerine geçmek üzere ne biriktirdikleri önem kazanıyor. Önce o dönemdeki seçeneklere bakalım: (1) altın, (2) gümüş, (3) kalay, (4) tahıl. Anadolu ile yapılan ticarete ilişkin belgelerden altın ve gümüş madenlerinin o dönemde Anadolu'da ve özellikle de Kapadokya'da olduğu anlaşılıyor. Para yerine kullanılan altın ve özellikle gümüş çubuk ve halkalardan söz ediliyor tabletlerde. Dolayısıyla bu iki değerli madenden yapılma çubuklar, halkalar ya da külçeler servet biriktirmenin en önemli yollarından birisi olmalı o devirde. Yine okunan tabletlerden anlaşıldığı kadarıyla Hitit egemenliğindeki topraklarda bakır da mevcuttu. Bakır, bronz yapımında kullanıldığı için oldukça değerli bir metaldi. Bakırı bu anlamda araç yapımında kullanılan bir girdi olarak kabul etmek mümkün. Buna karşın yine de servet birikimi için bir araç kuşkusuz. Bu anlamda altın, gümüş ve bakırı bugünün paralı toplumlarındaki yerli para gibi düşünmek mümkün. Paranın üç işlevi var: (1) Birikim aracı olmak, (2) Değişim aracı görevi yapmak, (3) Hesap birimi olmak. Altın, gümüş ve kalay o dönemde bu üç işlevi de görüyordu. Çünkü bunlar servet biriktirme aracı olmanın yanı sıra mal değişimine de aracılık ediyorlar ve hatta ağırlıklarına göre hesap birimi olarak da ele alınıyorlardı. 8.5 gram ağırlığındaki gümüş halka ya da çubuklar 1 şekel olarak adlandırılıyor ve birçok malın fiyatı da şekel olarak belirleniyordu. Bunu da Hititlerin yasalarına yazdıkları çeşitli malların fiyatlarını şekel cinsinden ifade etmelerinden anlıyoruz.

Kalay, Anadolu'da o dönemde bulunan bir metal değil. Ama çok önemli. Çünkü devir bronz (tunç) devri. Kama, kılıç, mızrak gibi silahlar ile balta, orak gibi araçlar hep bronzdan yapılıyor. Ve bronz yapmak için bakır ile kalayın belirli oranda birleştirilmesi gerekiyor. Bakır Hititlerin egemenliği altındaki topraklarda olmakla birlikte kalayın daha çok Mezopotamya'daki krallıklardan ya da Hititlerin egemenliği altındaki yerlerden geldiği anlaşılıyor. Dolayısıyla kalayı bir çeşit döviz gibi kabul etmek mümkün.

Tahıl, biriktirilmesi kolay olmayan bir madde. Çabuk bozulabiliyor. Buna karşılık o da tıpkı altın ve gümüş gibi parisu adıyla anılan ve 40 kilo dolayında olduğu tahmin edilen bir ölçüyle alınıp satılıyor, ya da değişime konu olabiliyordu. Tahıl denince en yaygın olanının buğday olduğu yine Hitit tabletlerinden anlaşılıyor. Hititler tahılları toprağa kazılmış yatay silolarda saklıyorlardı. Üzerini kumla örtüyorlar ve böylelikle hava almasını önleyerek bozulmasını engelliyorlardı. Tahıl birikiminin daha çok kamusal bir iş olduğu, evlerde biriktirilen tahılın geçimlik miktarda olduğu anlaşılıyor. Buna karşın fazla tahılı olanların bunları da mal değişiminde kullandığı açık.

Bu saydığım birikim araçlarından hangisinin yaygın olduğu ya da hangi ağırlıklarda olduğunu söyleyecek kadar bilgimiz yok ne yazık ki. Hititlerde mal fiyatları yasalarla belirlendiği için ilk bakışta hangisini birikim aracı olarak alsanız aynı saklama değerini elde eder gibi görünüyorsunuz. Buna karşılık savaş hallerinde kalayın, kıtlık hallerinde ise tahılın değerinin birdenbire arttığını ve yasalarda ne yazarsa yazsın bu malların karaborsaya düştüğünü tahmin etmek mümkün. Bu durumda akıllı ve imkânı olan bir Hititlinin bu saydığım malların tümünü kapsayacak bir sepet yapması en doğru yol olurdu sanırım.

(Not: Perşembe günkü yorumlarıyla beni 2001 Şubat krizini öngörememekle suçlayan bazı okurlarıma www.mahfiegilmez.nom.tr sitesinde 2001 Şubat'ının ilk haftasından beri duran 'Kasım 2001 Krizi Üzerine' adlı yazımı okumalarını öneririm.)

 

 
 
 
 
 
 
 
 02

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mahmut Selim GÜRSEL
Mahmut Selim GÜRSEL Hayat Hikayesi

SAAT KULESİ Mİ? PİRİNÇ PAZARI MI?

Pek çok şehirde ismi şehir ile özdeşleşmiş semtler vardır. Gelişen teknoloji ile ismi ile anılan semt ve meydanlarda söz konusu değişime rağmen eski isimleri ile anılırlar.

Örnek vermek gerekirse bu gün Eskişehir Odun pazarı semtinde artık odun satılmamaktadır. Söz konusu semtte 1960 lı yıllara kadar odun satışı yapıldığı için semtin adı Odunpazarı olarak konulmuştur. Bu gün ise Eskişehir odun pazarında ne odun vardır ne de pazarı. Eskişehir odun pazarı artık Eskişehir’in en gösterişli ve en güzel semtlerinden birisidir. Bir başka örnek vermek gerekirse Ankara at pazarında at falan satılmamaktadır. Ancak bütün

Anadolu Ankara kalesinin etrafında bulunan bu semti at pazarı olarak bilmekte ve anmaktadır. Belki bir zamanlar orada at vb. hayvan pazarı kurulmuştur. Ancak bu gün at pazarı olarak bilinen bölge sit alanı olarak ilan edilmiş ve Ankara’nın tarihi dokusuna bağlı kalarak oradaki pek çok ev ve konak koruma altına alınarak restore edilmeye başlanılmıştır. Bütün bu gelişmeye rağmen oranın adı artık At pazarı’dır. Aradan yüzyıllar geçse de yine semtin adı at pazarı olarak kalacaktır. Çünkü kentin tarihi dokusuna olan saygı semtin adının at pazarı olarak daim olmasını gerekli kılmaktadır. Eskişenir’de ki Odunpazarı örneği de aynen bu şekilde daim olmuştur.

Bizdeki örneğine gelince; Benim çocukluğumdan bu yana Osmancık belediyesinin hemen karşısında bulunan şehir meydanı Pirinç pazarı olarak adlandırılmakta ve bilinmektedir. Osmancık’lı olupta yaşı kırkın üzerinde olanlar bu meydanın Pirinç  pazarı olduğunu bilirler. Zamanında orada pirinç diyarı olan Osmancık’ın pirinçleri pazarlanmıştır. Ancak bu gün için gelişen ticaret anlayışı ve teknoloji pirincin böyle bir meydanda pazarlanmasını gerektirmemektedir. Dolayısı ile bu meydanda pirinç pazarı kurulmamaktadır. Ancak kentin tarihi dokusuna saygı bu meydanın pirinç pazarı olarak adlandırılmasını gerektirmektedir. Aynen At pazarı ve Odun pazarı örneklerinde olduğu gibi.

Yaklaşık yirmi yıl öncesinde bu meydana gereksiz bir şekilde bir saat kulesi yapılmış ve ondan sonra olan olmuştur. Dilerseniz saat kulesi olayını biraz irdeleyelim. Saat kuleleri bundan yüz yüzeli yıl öncesinde saat ve makine teknolojisinin henüz yaygınlaşmadığı dönemlerde şehrin meydanlarına yüksekçe kuleler üzerine yapılan saatler ile oluşmuştur. Çünkü o yılların saatin pahalı olduğu ve herkeste bulunmadığı göz önüne alındığında böylesine kuleler inşa etmek anlamlı ve gerekli bir yatırım olarak görülmekteydi. Aradan geçen yıllar itibarı ile de bu kuleler doğal olarak tarihi eser niteliği kazanmış ve şehir ile de özdeşleşmiştir. Bun a göre 1980 li yıllarda  yani hemen herkesin kolunda bir saatin olduğu dönemlerde Osmancık’ta bir saat kulesi inşa etmek son derece anlamsız bir yatırım olmuştur.

Zaten bu gün itibarı ile oradaki saatin kaç olduğu veya çalışıp çalışmadığı Osmancık’ta hemen hiç kimseyi ilgilendirmemektedir. Bu kulenin etrafındaki çiçeklerin zamanla belediye tarafından bakımı yapılmakta ve sulanmaktadır. Birde bölge saat kulesi meydanı olarak anılmaktadır ki işte kanaatimce en sakıncalı durumda burada ortaya çıkmaktadır.

Evet Osmancık saat kulesi kentin tarihi dokusuna ve değerlerine zarar vermektedir ve maalesef artık Pirinç pazarı  saat kulesi olarak anılmaktadır. Dolayısı ile hiçbir tarihi özelliği olmayan gereksiz bir saat kulesi.

Osmancık belediye meclisi ivedi olarak toplanıp bir karar almalı bu kararla meydanın adı  “Pirinç Pazarı” olarak tescillenmeli  meydana pirinç harflerle “Pirinç Pazarı”ifadesi yazılarak asılmalı ve bu gereksiz saat kulesi derhal yıkılmalıdır. Bu kentin geçmişine sahip çıkmak adına tarihi bir sorumluluk ve bu belediye meclisi için de Osmancık tarihine sahip çıkmak adına tarihi bir fırsattır. Ayrıca bölgede saat kulesi olarak adlandırılan işyerlerinin de adları değiştirilmeli bu durum ilgili esnaflara tebliğ edilmelidir.

Peki saat kulesi yıkılınca orada ne olmalı sorusuna gelince; Dilerseniz bu önerimizi de ilgili sözlerimizi de bir başka yazımızda harmanlayalım 

Telif Eseridir izinsiz kullanmayınız

 

 
 
 
 
 03

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mustafa TURAN
Mustafa TURAN Hayat Hikayesi
DÜN ALİME SAYGI VARDI
            “Alimler, amirler ve hakimler bozulduğunda kıyameti bekleyiniz” mealinde bir söz vardır. Bugün gelinen noktayı etüd ettiğimizde durumun hiç de iç açıcı olmadığı görebiliriz. Peki dün nasıldı? Dün özellikle alimlere saygı ne durumdaydı? Bugünkü sohbetimizde bu konuyu işleyelim istedik.              Osmanlı hükümdarı II. Murat, her hafta iki kez tanınmış alim ve şairleri sarayında toplayıp sohbet ederdi. Şehzadeliği döneminde ulema muhiti tarafından bütün ünitelerin seferber edilmesiyle yetiştirilen Fatih de, aynı yolu daha dikkatli bir şekilde takip ediyordu.
            Sık sık yapılan bu sohbetlerin birisinde, tevhide dair bir konu açılmıştı. O devrin en ünlü alimlerinden Molla Zeyrek'le Hocazade, Fatih'in huzurunda bu konuyu tam yedi gün boyunca tartıştıklarını tarihi kayıtlardan öğreniyoruz.
            Molla Gürani,Bursa kadısıyken Fatih'in huzurunda eğilmediğini sadece selam verip el sıkıştığını, batılı tarihçi Hammer ifade etmektedir. Fatih uleması ilmin izzetini , her şartta korumuştur.
            Tanınmış bir matematik bilgini olan Sinan Paşa , Padişahın hışmına uğrayıp hapsedildiğinde, alimler derhal tepkilerini göstermişler ve Hoca Sinan serbest bırakılmadığı takdirde, bütün eserlerini yakacaklarını, ardından da İstanbul'u terk edeceklerini Fatih'e bildirmişlerdir. Bu olay üzerine Sinan Paşa derhal serbest bırakılmış ve ulemanın bu eyleminden dolayı da  herhangi bir takibat yapılmamıştır.
            Fatih'in huzurunda sadrazamlar, vezirler ve bütün devlet erkanı ayakta dururken, alimler ve hocaların oturması, hükümdarın ilme ve alime saygısını göstermez mi? Prof. Süheyl Ünver:"Fatih'in huzurunda ilmi mübahese ve münakaşalar ki, bunlar adeta birer Kollegium ve Sempozyum mahiyetindedir. Bu ilim meclislerinde, hükümdar asla müdahale etmemiş, tamamen tarafsız kalmıştır. Fatih'in görüşlerine aykırı görüşler söyleyen alimler çok görülmüş ve onlar ilmi istiklallerini ne bahasına olursa olsun koruyarak münazaradan ayrılmamışlardır" tesbitini yapmaktadır.
            18. yy Türk ressamı Levnî, Fatih devrinin ilim hayatını çok iyi bildiği için, belki de derin bir özlem duyduğu için o devri minyatüründe, bir müderrisin (Prof) omuzlar üzerinde bir tahtırevanla evinden medreseye götürülüşünü canlandırmıştır. Gerçekten de mesela, Fatih'in, hürmeten ayağa kalktığı ve "Zamanımın İmam-ı Azamı" dediği Ayasoyfa müderrislerinden Molla Hüsrev, evinden medreseye törenle getirilip götürülürdü. Talebeleri tarafından evinden alınarak atla medreseye getirilir, ders bittikten  sonra da aynı minval üzere evine götürülürdü. Bu merasim, halk tarafından büyük bir hayranlıkla seyredilirdi.
            Timur'un torunu olan Uluğ Bey'in Semerkand medresesinde müdür iken, Uluğ Bey'in ölümü ve Fatih'in çağrısı üzerine, yüz kişilik maiyetiyle birlikte İstanbul'a gelen büyük bilgin Ali Kuşçu'ya ,o gün çok büyük bir meblağ olan her gün bin akçe yolluk ödenmiştir.
            Mısır seferinden dönerken yağmurlu bir havada devrin alimlerinden Kemal Paşazade'nin atının ayağından sıçrayan çamur Yavuz'un kaftanını batırmıştı. Sert mizaçlı olan Padişahın kızacağı sanılmıştı. Oysa Yavuz: "Ulemanın atının ayağından sıçrayan çamur bizim için şereftir" demiş ve kaftanının öldüğünde sandukasına konulmasını istemiştir.İşte Yavuz bu tavrıyla zirvelerde bayraklaşırken,Napolyon ise hocası Molme’yi tokatladığı an; büyük ölçüde irtifa kaybetmiştir.
            Pek tabiiki, alim de kolay yetişmiyordu. Mesela Endülüslü Alim İbni Rüşt, biri evlendiği gece, biri de babasının vefat ettiği  gece olmak üzere tüm hayatı boyunca  sadece iki gece  kitap okuyamamıştı. Büyük Alim İbni Teymiye,uykusu gelmesin diye uzun saçlarını tavana asarak kitap okuyordu.Sahih-i Buhari’nin yazarı ulaştığı her hadisi, kitabına kaydetmeden önce abdest alıyordu.
            Öte yandan takdir edilir ki Alim de, hürmet, itibar ve himaye ile yetişir. Fatih, Akşemseddin'i ziyarete gittiğinde hoca ayağa kalkmazdı. Oysa Akşemseddin Fatih'in huzuruna çıkınca Padişah onu ayakta karşılardı . 
              Harun Reşit'de gözleri görmeyen bir alimin ellerine su dökerek şöyle demişti: "Elimizden başkaca şey gelmiyor.Hiç olmazsa ilminizin kadrini böylece yükseltelim."
            Roma Germen İmparatoru Şarlken,Venedik'e vardığında, Ressam Titien'i ziyaret etmişti. Ressamın yere düşen fırçasını, eğilip yerden alan ve ressamın eline veren Şarlken:"Sizin gibi bir sanatkâra hizmet etmek büyük bir şereftir" diyordu.
            Şimdi alime olan itibar, eskisi kadar değil. Peki bu keyfiyetteki suç sadece devlet ricalinde ve halkta mı? Hayır. İlim ehli de  ilim yolunda çok irtifa kaybına uğradı.
“Gör zâhadi kim sahibi irşâd olayın der
Dün mektebe vardı bugün üstâd olayın der”                                    
 anlayışı hakim olursa, sonuç da elbetteki böyle bir tablo kaçınılmaz olacaktır. 

 

Telif Eseridir izinsiz kullanmayınız

 
 
 
 
 
 
 
 04

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI Hayat Hikayesi
DE’ FACTO MÜTEGALLİBE VE DÂHİLİ BEDHAHLAR 
Malûm, de’Facto açık, alenen ve resmen kabul edilip ilân edilmediği halde: Gerçekte/ fiiliyatta var olan ve hükmünü icra eden;
Mütegallibe ise: Haksız, yolsuz, hukuk ve ahlâk dışı, gayri meşru kuvvetle hükmetmeye çalışanlar:, Zorba, despot, derebeyleri ve gizli işgal unsuru hainler (daha açık bir ifade ile dâhili bedhahlar, yani gizli iç düşmanlar) demektir.
Böyle bir ülkede insan hakları, adalet, hukuk, lâiklik ve demokrasi “var gibi” görünür. Çokça da lâfı edilir. Fakat gerçekte bu değerlerin hiç birisi yoktur. İşte bunlardan biri de biziz. Yani Türkiye. Bizimle yanı sıra, Atatürk zamanında tam özgür, bütün veçheleriyle hâkim ve hükümran olan Afganistan ve İran’da, şu anda “hürriyet ve hükümranlık” nimetinden mahrum ve yoksundur. Daha açık ve net bir ifade ile 2014 yılı itibarıyla, hiçbir Türk ve İslâm devleti hür ve hükümran değildir.
Önce kendi açımızdan konuyu “mümkün olduğunca” irdeleyelim: İşleyeceğimiz konu itibarıyla, örtülü-gizli, hileli ve özellikle Lozan’da, dâhili bedhah menşei ile malûm lânetli birinin yaptığı gibi, İngiliz Milletler Topluluğuna vatanı katmak ya da millet ile meşru temsilcilerinin rızası hilâfına satmakla başlar bizim mütegallibelerle ilgi ve alâka muvacehesinde maceramız. Venizelos’un (İstanbul ziyaretinde) Atatürk’e bildirmesiyle ortaya çıkar. (1930) Konunun tetkiki bir hayli zaman alır. Gerçek sarahaten ortaya çıktıktan sonra İsmet başbakanlıktan kovularak, Ankara’dan sürülür. (1937) Başbakanlığa Celâl Bayar atanır. Ancak bu nedenle Atatürk zehirlenerek öldürülmüş ve tam da öldüğü günün ertesinde; Daha mübarek bedeni soğumadan, Meclis tanklarla çevrilmek suretiyle malûm şahıs cebren, tehdit, tank ve tüfek zoruyla diktatörlüğe getirilmiştir. (11 Kasım 1938)
Türkiye’nin kendi tarihi ile “hesaplaşması ve yüzleşmesi” gerekiyorsa ilki budur.
Önce 11 Kasım 1938 karşı devrimi, sonra da bunun bekraundu (altın vuruşu) olan 27 Mayıs 1960 muhakeme edilmek, sorgulanmak ve yargılanmak zorundadır. Eğer, hakkaniyet, adalet, ahlâk ve hukuka uygun bir “açılım” süreci oluşturma azmi, irade ve kararlılığı içinde ise AKP; 27 Mayıs dâhil olmak üzere bunu yapmak zorundadır. Geçmişle erkekçe ve mertçe hesaplaşmayan bir zihniyet değişim, dönüşüm, atılım ve açılım yapamaz. Aksi halde o da, bu menfur sürecin uzantısı, parçası ve mütemmim cüz’ü olmaktan kendini kurtaramaz.   
Çünkü: 11 Kasım 1938 karşıdevriminde: Cumhuriyet, adalet, hürriyet ve insan hakları gibi ‘Milli/manevi, insani, demokratik ilmî’ değerler tarihin çöplüğüne atıldı. Aslında Türkiye Cumhuriyeti tarihinin birinci kalkışması, ilk isyanı, kanlı ihtilâli ve en kalleşçe darbesi budur. Mustafa Kemal Atatürk’ün canı pahasına uygulanan vahşetin Literatürdeki adı: ‘karşı devrim’ kime karşı? Elbette Atatürk, Türk İnkılâbı, Türk halkı, Türk Milli Devleti, halkın özgürlük ve bağımsızlığına karşı! Dolayısıyla 27 Mayıs, 12 Mart, 28 Şubat ve mütemmimleri bu güruhun marifeti olup; Maksat, hürriyet, adalet ve bağımsızlığa vurulan prangayı pekiştirmektir.
Mütegallibe tarafından sanal savlar üzerine kurulu, ama gerçekte asla var olmayan, “sözde Kürt sorunu, esasta Türkiye’yi bölme, parçalama, soya ve paylaşma oyunu” 27 Mayıs 1960’dan itibaren Sivas toplama kamplarında Halk Partisi zihniyeti ile tamamı kripto, mason ve misyoner cunta tarafından icat edilmiş “sonradan icat” bir sorundur. Tıpkı 1974’ten sonra, Vahşi Batı ile entegre ihanet şebekelerince ortaya atılan ‘Kıbrıs Sorunu’ gibi. Bunlar hakikatte sorun falan değil, itler önüne atılan somun kabilinden, düzmece senaryolardır.        
KARŞI DEVRİM = YENİDÜNYA DÜZENİ
Zekâ düzeyi düşük primitifler bilmezler. Ama dönme, devşirme ve kriptolar çok iyi bilir. Türkiye’deki karşıdevrim: Sömürgeciliğin zaferi, legalize olması ve dünyada uç veren “yenidünya düzeni” domuzluğunun hayat bulup harekete geçmesidir. Nitekim 1908 veya bir başka telâkkiye göre 1914 yılına değin beş buçuk asır boyunca, tartışmasız dünyanın başkenti olan İstanbul, bu vasfını 1914’de yitirdi ve Kraliçe’ye kaptır. 1944’e kadar dünya başkentinin Londra olduğu bilinir. Fakat yenidünya açılımı ile başkent Amerika kıtasına kadı.
Netice olarak: 1960’a kadar dünyanın patronu da başkenti de Washington D.C.’dir.
1960’larda yeni bir yapım, değiştirme, dönüştürme ve yerleştirme depremi yaşanır…
DÖNEMLER, DEVRİMLER VE DENGELER
Dönemin en önemli sorunu olan ve gelişmişlik sıralamasında; Demokrat Parti, Bayar ve Menderes sayesinde Amerika, İngiltere ve Japonya’dan sonra dördüncüye gelen Türkiye, 27 Mayıs darbesi ile önü/yolu kesilir, durdurulur. Hatta durdurulmak bir yana, sadece üç yılda bütün birikimi berhava edilmek suretiyle 1963’de sevgili halkını vahşi, adî ve alçak, iyi yüzlü batı’nın domuz ahırlarında bakıcı, kirli/hastalıklı sokaklarında süpürgeci ve en tehlikeli maden havzalarında amele olarak çalışmaya göndermek zorunda kalır. Zira cunta, halkı sadakaya ve memleketi dövize muhtaç hale getirmiştir. Oysa daha üç yıl önce Türkiye, Avrupa’nın en iyi ve en seçkin, kalifiye elemanlarını, bilim doktorları, profesörleri, her derece ve düzey işçileri Türkiye’de “yabancı işçi sıfatıyla” çalışırlardı.  
14 Mayıs 1950’de açlık, işsizlik, hastalık, yokluk ve kıtlıktan kırılan Türkiye’nin 1960 da işsizlik sorunu yoktur. İstihdam fazlası vardır ve bu fazla yabancı işçi ile karşılanmaktadır.     
YALAN-TALAN, İŞGAL, SOYGUN VE VURGUN DÜZENİ     
11 Kasım 1938 ilâ 14 Mayıs 1950 arasında yaşanan nefret/fetret, fakirlik, açlık, yokluk ve hastalık dönemi 28 Mayıs 1960’da sökün etmiş; Kalitesiz, değersiz, niteliksiz ve niceliksiz, gayri milli unsurlarca bilerek, isteyerek, plânlı, programlı olarak dejenerasyon, deformasyon, psikolojik savaş, beyin yıkama, milli, ilmi ve manevi değerleri çürütme ve devleti yozlaştırma politikaları ülkeyi günümüze; Yani felâketin eşiğine kadar getirmiştir. Öyle ki; Bu gün, her ne kadar iman etmeseler, farkında olmasalar da, Türk milleti ve Türkiye Cumhuriyeti adına; Devleti dâhili ve harici bedhahlardan (gizli düşmanlardan), vatan haini, bölücü, hırsız ve yolsuzlardan koruma; Devleti yüceltme ve hükümeti denetleme görevi ile sorumlu ana ve yavru muhalefet, bilumum şerikleri ile birlikte “çatı kuralım” derken, milli devlet düşmanlarına “çanak tutma” bedbahtlığı, cehalet, felâket ve gafletine düşmüşlerdir!..
Oysa biz, Türkiye’nin “Cumhurbaşkanı, mutlaka Türk olmalıdır” diye haykırıyorduk.
BÜTÜN DÜNYA İŞGAL VE TASALLUT ALTINDA
Kaldı ki, memleketin ısrarla bölünmek istendiği, ayrışmanın teşvik edildiği, himaye gördüğü bir ortamda; Mutlak Milliyetçi olması gereken hareket partisi ve CHP tarafından, en azından Kraliçenin eğitim tezgâhında (exeter) dokunmamış hakiki ve halis bir Türk’ün aday gösterilmesi beklenirdi. Öneri, geniş halk kitleleri ile namuslu-dürüst, onur ve erdem sahibi yurttaşlar arasında büyük hayal kırıklığı yaratmıştır. Kalıplarına, makam ve mürüvvetlerine yazık, kahrı gazap olsunlar…     
Böylece CHP, MHP, AKP ve diğerlerinin tek vücut ve yekvücut oldukları sübut etti
En kör pencereden bakıldığında bile; Öteden beri sürüp gelen Doğu Türkistan jenosidi, SSCB hinterlandında 20 yıldır vaki bağımsızlık komedisi ile sırasıyla Çeçenistan, Afganistan, Kıbrıs, Bosna-Hersek, Azerbaycan/Karabağ, Irak, Libya, Sudan, Suriye ve nihayet Ukrayna!.. İslâm’ın yasaklandığı bazı Afrika ülkelerinden tutun, en alçakça, haince ve kalleşçe katliam ve soykırımların sürdüğü Musul Vilâyeti; Kahir ekseriyeti Türk ve Müslüman coğrafya da bu insanlık dışı işgal, tasallut, soygun, vurgun, vahşi saldırılar hüküm sürüyor. Kötüler, pislikler, hırsız, yolsuz, din tüccarları ve siyaset simsarları her yerde…
İnsanlık; Adalet, huzur, hukuk ve barış iklimi Türkiye’den medet bekliyor!..
Oysa Türkiye hükümeti’nin aynı dönemde, insanlık, evrensel barış ve ticaret adına iş gören diplomatları Musul’da esir alınabiliyor, TIR Şoförleri gasp edilip tutuklanıyor. Ama ne büyük bir utanç, hicap ve yüzkarası bu!.. Mes’ul, mütehakkim ve mütegallipler, her ağızlarını açtıklarında ‘Yeni Osmanlı’ nam bir söylem ortaya koyarlar. Fakat Osmanlı’nın evvel ve ahiri dâhil 2250 yıllık (TSK tarihi baz alınmıştır) tarihinde böyle bir korkaklık, miskinlik ve utanç yoktur. Bunlar Osmanlı’nın: “İstersen ülkende ve dünyada Sulh-ü Salâh; Hazır ol her daim cenge ve asla cengâver olmaktan beri durma sakın!” kuralının farkında ve idrakinde değiller. Üstelik giderek bütün dünyayı saran fitne, tefrika, Türk ve İslâm düşmanlığını da göremezler.
Bizde gaflet, dalâlet ve hıyanet; Başta muhalefet olmak üzere her yanı sarmış, tarihi düstur olan ‘Hak yolunda, Millet hizmetinde, rıza-i İlâhi uğruna halk için çalışacak’ Namuslu, dürüst, imanlı, ilimli, şuurlu, lâik ve demokrat insan kalmamıştır.
Bu sebeple olsa gerektir: Memlekette ve ekseri dünyada Hakkaniyet, Adalet, Ahlâk, Özgürlük, Eşitlik, Demokrasi, Cumhuriyet ve Bağımsızlık tebahur etmiş (buharlaşmış) ve içi boş sözler ile anlamsız söylemlerde ‘damı tenvir’ olunmaya başlanmıştır…
Hani yukarda bahsetmiştik, 1960’a kadar dünyanın başkenti Washington diye…
İşte 1960’dan itibaren bütün veçheleri ile yerleşen ve ahtapotun kolları gibi bütün dünya ülke ve rejimleri içinde kök salan “haram, çalıntı, gasp ve irtikaptan ibaret sermaye” son başkentini de terk ederek seyyalleşti. Şimdi sermayenin, dünya soyguncuları, evrensel gladyo, yerel mafya ve profesyonel soyguncu-vurguncuların; Daha doğru bir deyişle şimdi adına “küreselleşme” denilen kalleş sülük- adi kene, kan emici vampir ve ahtapotların nerede toplaştıklarını, konuşlandıklarını kimse bilmiyor.
KÖTÜLÜK HER YERDE…
İliklerine kadar soyulan, aldatılan, kandırılan, bütün değerleri yozlaştırılan, din, ilke, ülke ve imandan uzaklaştırılan, haymatlos karakterli, sanal sınırlı çete devletlerin en yaygın söylemi:, “Yeni Demokrasi, İleri Demokrasi, İnsan Hakları, Adalet ve Evrensel Hukuk” olup; Ancak Deccal tarafından ifa edilebilecek güçte, devasa kötülük projelerinin adına da “açılım” denilmektedir. Çok iyi görülüp, iyice bilinmiş ve anlaşılmıştı ki, bunların tamamı (merkezi bir güç paterni tarafından sevk ve idare edilen) yalan-talan, nitelikli sahtekârlık, organize soygun, vurgun düzeninin; Ekserisi din tüccarı, insanlık düşmanı idarelerin marifetidir.
Yani günümüzde “yenidünya düzeni, yeni/ileri demokrasi, özelleştirme, halka açma, küreselleştirme denilen kan emici kene ya da vampir (vahşi kapitalizm, irinsel emperyalizm, salt çıkara dayalı yalan/talan) düzeninin hâkim unsur haline gelmesi ile başta Musevi, İsevi ve İslâmi toplumlar tekrar ortaçağın ilkel.; Adaletsiz, hukuksuz, muzlim, karanlık kâbusları, iğrenç kaprisleri ve kalleş dehlizlerin lâğımına sürüklenmiş bulunmaktadırlar...   
Bu rejimde insanlığın % 99.9’u iliklerine kadar sömürülmekte; Geriye kalan binde bir, tam bir refah patlaması içinde deli domuzlar gibi çılgınca yaşamakta, dünya rantının pastasını tek başına yemekte ve geri kalanların ıstırap, hastalık, sefalet, mutsuzluk, onursuzluk, esaret, açlık ve susuzluktan ölümleri de dâhil olmak üzere; Binlerce yılda gelişen tüm iyilik, erdem ve insani değerlerinin sistematik olarak ve kasıtla imhasına çalışmaktadırlar.
Şüphesiz bu bir illet, pis bir hastalık, insanlığın üstüne çökmüş felâket ve rezilliktir.
Dünya çapında genel bir analiz yapıldığında; Malum ve menfur fetret devrinin bütün melânetleri uygulamada açıkça görülür. Dönemin yalancı-talancı, bağnaz, katı ve fanatik Ebu Lehep’leri, Ebu Cehil’leri, Mugire ve Abdullah Bin Sebe’leri milletlerin idaresini sinsice ele geçirerek, “olağan ve doğal mecraında seyreden sühûl, sakin ve barışçı devletleri” adeta birer çete devleti haline getirmişlerdir.
Meselâ şu vahim hallere ve korkunç örneklere bir bakın: Suriye’de 2011 Nisan’ında başlayan (Türkiye benzeri) gösterilerin 2012’de iç savaşa dönüşmesi ile başlayan süreçte gündemde yer alan iddialara göre: “Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar'ın besleyip, semirttiği ve Suriye iç savaşına sürdüğü, Irak Şam İslam Devleti terör örgütü (IŞİD)”, Irak ve Suriye'yi kapsayan bir şeriat devleti kurmak istiyor. Bir tiyatro oyunu sergiler gibi Irak'ta Musul'u ele geçirmiş, Bağdat'a doğru ilerlemekte! Bölge halkı üzerinde eşi benzeri görülmemiş bir şiddet, vahşet ve adeta soykırım uyguluyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin Musul Konsolosluğunu işgal etti ve onlarca TIR şoförümüzü esir aldı.
Bu anlamsız esaret, terör örgütü ile pazarlık pahasına günlerdir sürmekte.
Hakikatte, devlet geleneğinde eşkıya ile pazarlık cinnet, zavallılık ve tarafgirliktir.
Diğer taraftan; (Batı) Ukrayna da pervasız, haksız ve hukuksuz Rus işgali, Kırım’ın gaspına rağmen bütün şiddetiyle sürüyor. (Doğu) Çin tarafından işgal edili Doğu Türkistan’da 40 yılda, hain saldırılar, alçakça ve kalleşçe katledilenlerin sayısı 35 Milyon’a ulaştı. Başta Türkiye idare unsurları olmak üzere bütün dünya bu insanlık düşmanlığı, vahşet ve soykırıma seyirci.. Orta yerde Afganistan, Filistin, Suriye, Irak, Musul, Kerkük acımasızca kanatılıyor.
Afrika Müslümanları üzerinde, “İslâm’ı yasaklamak dâhil” müthiş bir zulüm hüküm sürmekte, bizzat vahşi batı ve ABD yoluyla “soysuz bir sömürgecilik” inşa edilmektedir. 
            HIRS VE İHTİRAS UĞRUNA İZMİHLÂL!..
            Cereyan eden manzaranın ortak bir paydası var. Süreci idare, tahrik, tazyik ve/veya tahkim eden (destekleyen) idarecilerin tamamı akıl tutulmasına uğramış; Gurura kapılmış; Riya’ya düşmüş; Fitne ve tefrikanın kurbanı olmuş kifayetsiz muhterislerden ibaret. Burada ve bu anlamda kifayet nedir. Elbette ve sadece Adalet’tir. Karşıtı kifayetsizlik ise: Haksızlık, adaletsizlik, zulüm, zorbalık, dikta ve derebeyliğin, yani mütegallibeniz müşterek vasfıdır.  
            Bunların idare ettiği ülkelerde Hakkaniyet, Adalet, Demokrasi ve Lâiklik de yoktur.
            Üstelik müthiş bir pahalılık, gizli enflâsyon, alabildiğine rüşvet, iltimas, başıbozukluk, haksızlık, nitelikli dolandırıcılık, ayırma ve kayırma görülür. Dikkat edilirse bu; İnsanlık, ilmî ahlâk, şeref ve soy dışı cürümler olup; Sadece Müslüman olmayanlarda rastlanan lânetli bir hastalıktır. Yegâne tedavi unsuru olan adalet cihazı, kanun ve ceza bu güruhun hâkimiyetinde adeta yoktur. En iğrenç insanlık suçu olan zina, tecavüz, livata, fuhuş, gasp, irtikap, anarşi, terör, tedhiş ve hırsızlık dahi, neredeyse mazur görülen fiiliyattandır.   
            EYLEM VE SÖYLEMDE BİR OLMAK GEREK    
Merhum, müteveffa ve müstesna, Cennet mekân Milli Şair Mehmet Akif Ersoy İstiklâl Marşı’nda: “Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal.,” diyor. Yani; “Ey kadim Türk Milleti ve maziden gelip atiye yürüyen Türkiye Cumhuriyeti, sen ve senin bağrında hayat bulan Türk milleti asla yıkılmayacak, yok olmayacak, çökmeyecek, bölünmeyecek ve şu dünya durdukça (ebediyen) payidar olacak (sonsuza kadar yaşayacak)’tır; Mesajı ve müjdesini veriyor!..
Bu mısra, 90 yıl önce yaşanan İstiklâl Harbi destanına ait!
O, evvelâ ve öncelikle Türk milleti’nin istiklâl/hürriyet, adalet, hâkimiyet, güzel ahlâk, hukuk, özgürlük, bağımsızlık ve hükümranlık marşı.. Şairi, mimar ve muhtasarı Gazi Mehmet Akif Ersoy; Eseriyle; Muzaffer millet, dirilen devlet ve genç cumhuriyetle müsemma... Keza, 2002 yılından beri Hükümet eden AKP hükümet ve zihniyeti tarafından çok övülen, ululanan, saygıyla yüceltilip sahiplenen büyük şahsiyet!..
Buna rağmen malum zihniyet, bu şahsiyeti sadece kullanır, istismar ve suiistimal eder.
Şimdi sorulur: Peki neden ve niçin Mehmet Akif Ersoy’un yolundan gidilmiyor?..
Top yekûn millet, ittihat-tevhit ve ebed-müddet devlet akaidine neden uyulmuyor?
Bu iki yüzlülük, çifte standart, yalancılık ve sahtecilik değil de nedir?
Kaldık ki bu, izafet ve sahiplik, aynı zamanda İstiklâl Marşına sadakati ve Atatürk’ün işaret buyurduğu: “Bir yurdun en değerli varlığı, yurttaşlar arasında milli birlik, beraberlik, iyi geçinme, adalet ve çalışkanlık duyguları ile yeteneklerin yüksek olgunluğu olup.; Çalışmanın en yücesi millet için olanıdır” (4 Şubat 1935) vecizelerinin anlamını yaşatmayı zorunlu kılar.
Bunun yanı sıra, binlerce yıllık Türk ve 1500 yıla varan Müslüman geleneği ile Türk İslâm sentezinin, kamu idare biliminde “medeni siyaset” olarak adlandırılan bileşkenin şiarı da İnsan’a hizmettir. Bir başka deyimle: “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın”. Bu doktrinin esası: “Her insan bir devlettir; Halk’a (insana) hizmet Hak’a (Yüce Yaratıcıya) hizmettir, gibi ileri medeniyetin özgün anlam ve kavramlarını havidir.  
Şimdi bu zaviyeden memleketin haline bir bakalım:
AB 19 ÜLKEYE VİZEYİ KALDIRDI
            AB tarafından alınan karar gereği, Birleşik Arap Emirlikleri, Kolombiya, Dominik, Grenada, Kiribati, Marshall Adaları, Mikronezya, Nauru, Palau, Peru, Saint Lucia, Saint Vincent ve Grenadinler, Samoa, Solomon Adaları, Doğu Timor, Tonga, Trinidad ve Tobago, Tuvalu ve Vanuatu vatandaşları da vizeden muaf olacak. (7.05.2014-Sözcü) Ülkemiz yarım asırdır vizesiz giriş için bekletilirken, Avrupa kıtasına yaklaşık 15.000 km uzaklıkta olan Kribati’ye de vize muafiyeti getirmesi oldukça ilginç. Schengen vizesinin aşamalı olarak kaldırılacağı vaadi ile yıllardır oyalanıyoruz. Özellikle iş adamlarımıza ve acil ihtiyaç duyan vatandaşlarımıza vizenin kaldırılması beklentisi içindeyiz. Ama sonuç ortada… Elli yıldır bu lânetli kapıda ısrarla pinekleyen aciz ve zavallı yöneticilerimiz; Asıl maksatları nedir acaba?
            Bu şerefli ve soylu millet, cumhuriyeti fazilet olarak bildi ve “Hâkimiyet, kayıtsız ve şartsız milletindir” taahhüdüne daima inandı ve kandı. Lâkin 50 seneden bu yana sistematik olarak yozlaştırılan siyaset, siyaset kurumları ve seçim yasaları sâyesinde vatandaş; Avukatını bizzat seçmesine, doğrudan vekâlet vermesine ve dilediği an “vekâlette azil” hakkını özgürce kullanmasına rağmen..; Siyasi vekilini bizzat seçmeye, doğrudan vekil tayin etmeye, icabında vekil tayin ettiğin azletmeye neden mezun ve yetkili değil…
            Adalettin, hakkaniyetin, Cumhuriyetin ve demokrasinin emri, gereği bu değil mi?
            Niçin siyaset simsarları, hırs ve ihtiraslarının zebunu olmakta?
Hakkaniyet, adalet, hukuk, eşitlik ve demokrasiye güvensizliğin sebebi nedir?
Bakın şu ibretlik örneğe ve (vatandaş ve PolitikACI olarak) aklınızı başınıza toplayın:   

Telif Eseridir izinsiz kullanmayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 05

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Selma GÜRSEL
Selma GÜRSEL Hayat Hikayesi
KARNIBAHAR YEMEĞİ
250 Gram Kuşbaşı
1 kilogram karnıbahar
1 Adet Kuru Soğan
1 kahve fincanı sıvıyağı
1 yemek kaşık salça
4 diş soyulmuş sarımsak
İstenildiği kadar kırmızı pul biber
İstenildiği kadar tuz
            Karnabahar bıçakla iri parçalara bölünür. Bol suda yıkanarak süzgeçte süzdürülür.
            Yağı tencereye koyarak üzerine soğan doğranır. Kuşbaşı et konulur bir kaşık salça ilave edilir haşlanana kadar ocakta kısık ateşte kavrulur.
            Haşlanan etin üzerin karnıbaharlar düzgünce konulur. Karnıbaharı örtecek kadar sıcak  su konulur üzerine sarımsaklar doğranır, tuzu ve biberi ilave edilerek kısık ateşte pişirilir.
            Ocaktan indirilince servis edilir.

 

 

Telif Eseridir izinsiz kullanmayınız

 
 
 
 
 
 
 06

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Sevim HARDAL
Sevim HARDAL Hayat Hikayesi
FELEK
Doğuştan beri tuttun yakamdan
Böyledir sende merhamet felek
Kurtulamadım gitti cefandan gayrı
Böyledir sende merhamet felek
Ne bir mesken verdin ne huzur verdin
Ne ana, ne baba, nede mal verdin
Ne bir miras, ne mal, ne pere verdin
Nedir bu yaptığın rezalet felek
Alevler içinde yanıp sönelim
Kime yalvaralım kime varalım
Gel seninle bir hesaplaşalım
Sende mi kabahat bende mi felek
Senin adaletin böylemi felek
Bir rüşvet alıp da yanına mı gelek
Ne bir kazma verdin, ne de kürek
İğne ile kuyu kazdırdın felek
Ağarttın saçımı döktün dişimi
Ellisine erdirdin yaşımı
Az kala elimden aldın aşımı
Nedir bu çektiğim elinden felek
SEVİM der ki; sözüm dağ ile taşa
Hasret koydun beni kavlin kardaşa
Yazılanlar gelir bu garip başa
Nedir bu çektiğim elinden felek
05/10/1976

Telif Eseridir izinsiz kullanmayınız

 
 
 
 
 
 
 07

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mehmet KARADAĞ
Mehmet KARADAĞ Hayat Hikayesi

ALDATIR GARİP KÖYLÜYÜ
Aldattın köylüyü düşman narada
Çekilmiş gözüne kara bir perde
Hastayı, fakiri isteyen nerde
Aldatın bakalım garip köylüyü

Yalancı baylar da konuşma yapar
Kazanmak uğruna yalanlar atar
Ciğeri köylüye but diye satar
Aldatın bakalım garip köylüyü


Yoktur köylerin çeşme pınarı
Kerpiçtendir evlerinin duvarı
Patikaya benzer gider yolları
Aldatın bakalım garip köylüyü

Mahsulü, ekini para etmiyor
Ağaya, beylere gücü yetmiyor
Asırlar boyunca çile bitmiyor
Aldatın bakalım garip köylüyü

KARADAĞIM gardaş yalan atmam
Para için benliğimi satamam
Tertemiz kanıma mikrop saçamam
Aldatın bakalım garip köylüyü
01/11/2005 Çorum
 

Telif Eseridir izinsiz kullanmayınız

 
 
 
 
 
 
 
  08

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Şükrü GÜLTEPE
Şükrü GÜLTEPE Hayat Hikayesi
DOKTOR
Hastaneye geldim tedavi için
Ne olur param yok insanlık için
Sıraya girdim numara için
Muayene edersin insanlık için
 
Yaram acıyor yüreğim sızlar
Yavrularda hasretle yolumu gözler
Herkes sevdiğini gurbette özler
Açıktan yaramı sar nolur doktor
 
İlaç almaya param kalmadı
Açılan yarayı kimse sarmadı
Sevdiğim dostlarım bir gün gelmedi
Açılar yaramı sar nolur doktor
 
Çileli ŞÜKRÜ’YÜM derdim azıyor
Hayatımdan günden güne beziyorum
Doktor bey ahvalimi yazıyorum
Açılan yaramı sar nolur doktor
26/11/2008

 

Telif Eseridir izinsiz kullanmayınız

 
 
 
 
 
 
 10

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mahmut Selim GÜRSEL
Mahmut Selim GÜRSEL Hayat Hikayesi
AYAKTASIN
Ayakta kalmışın neden?
Viran olmuş yapıda,
Açık kalmış kapıda,
Kimler yaşamışlardı,
Bu eskimiş yapıda,
Yıkılmak üzere duvarı,
Acep niçin direniyor,
Belki birisin memnun eder,
Belki de öldürür gider.
Ey eski yapı seni yapan yok
Seni kullanan var mı?
Üzüntün biraz varsa,
Sana bir an bakanlara
Belki anlatacaksın biliyorum.
Pek çok bilinmez hikayen var!
19 Nisan 2014  14,34

YAZARLARIMIZIN HAYAT HİKAYELERİNE GİTMEK İÇİN TIKLAYARAK GİDİNİZ!

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

DİKKAT ; BU BİLGİLER TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMDEN  İZİN ALINMADAN KULLANMAYINIZ!
YAPTIKLARIM YAPACAKLARIMIN GARANTİSİ ALTINDADIR!

1

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

 Hukuka, Yasalara, Telif  ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir.

1

Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM

BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR!

185 SAYI 25 Temmuz 2014 SAYIYA Gitmek İçin Tıklayınız!