|
YIL 16 SAYI 182 25-Nisan-2014
|
|
|
DİKKAT ; BU BİLGİLER TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMDEN
İZİN ALINMADAN KULLANMAYINIZ! |
YAZARLARIMIZIN HAYAT HİKAYELERİNE GİTMEK
İÇİN TIKLAYARAK GİDİNİZ! |
Aşağıdaki dizinler ile tıklayarak üye
olmadan sayfalara girebilir ve inceleyebilirsiniz!1 |
|
|
|
BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR! |
|
-
Atilla
ALPAY POP STAR
YARIŞMASI
-
Selma GÜRSEL
SULU KIZARTMA
-
Sevim HARDAL NİYE KESTİN TELEFONU
-
Şükre GÜLTEPE
SİGARANIN ZARAR
-
|
01 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
|
Mahmut Selim GÜRSEL |
Mahmut Selim GÜRSEL Hayat Hikayesi |
- DEYİMLERİMİZİ DÜZGÜN KULLANALIM MÜREKKEP YALAMAK
- Bu deyimi pek çoğumuz
duymuşuzdur. Duyduğumuz bu deyimin tama olarak ne olduğunu pek bilenimiz
de yoktur. Nasıl banyodan çıkana,tıraş olana “saatler olsun” dediğimiz
gibi duyduklarımızı incelemediğimden kabullendiğimiz gibi bu temenniyi de
yanlış biliyoruz. Banyodan çıkana ve tıraş olana “SIHHATLER OLSUN” demeyi
akıl etmeyiz.
- Şimdi gelelim konu
başlığına:
-
“MÜREKKEP
YALAMAK” bu deyimimizi okumuş,yazmış kişiler için yakıştırırız. Aslında bu
deyim “HATTTAT”LAR için söylenen bir deyimdir.
-
Pek çok
kişinin matbaanın Osmanlılarca ülkeye gelmesine engel olunduğu zan
ederek,atalarımızı hakız olarak suçlarız. İşin aslı konumuzun içinde geçen
hattatları korumak için yapılmış bir önlemdir. Nasıl bu günlerde AT girmek
isteyen ülkemizin insanlarına serbest dolaşma hakkını kısıtlamaya kalkışan
Avrupalılar gibi;Osmanlı da matbaa ülkede faaliyete geçmesi ile,ülkede
büyük bir kitle olarak bulunan Hattatların ekmeklerinden olmaması
sıkıntısı yatar.
-
Örneğin;şimdi
bir arkadaş kitap yazarsa,kitabını hemen bulunduğu ilde kitabı bastırarak
sadece savcılığa bilgi vererek dağıtımını yapabilir. Osmanlı döneminde bu
denetim ülkenin tamamında yazılan kitapların “Babı Ali”de bulunan denetim
masasına ciltlemeden formalar halinde yollanır,onay alınırsa hattatlarca
çoğaltılarak bulunan il,ilçe veya beldede okuyucuya tanıtılırdı.
-
Bu işlem
nasıl olurdu ? Derseniz: örneğin;Çorum’da bir yazar kitap yazınca kervana
vererek İstanbul’a yollardı. Onayı alınan kitap için Padişah tarafından
kitabın değerine göre birkaç altından başlayan ve on binlerce altını bulan
para ile kitabın çoğalması için müsaade verilirdi. İstanbul’la Çorum
arasında bulunan kervanların konakladığı hanların sahipleri gelen kervana
kitap var mı ? Diyerek sorarlar,eğer kitap varsa o hanın bulunduğu yerde
bulunan hattatlar toplanarak formalar bölüşülerek kervan sabah gitmeden
hemen kopyaları çıkartılırdı. Bu işlem İstanbul – Çorum arasında 11
konakta yapılırdı. Yani kitabın on bir adat kopyası çıkartılırdı.
Kervandan sonra hattatlar o yerleşim yerinin ihtiyacı kadar sonradan
çoğaltılırdı.
-
Diyeceksiniz
ki;kitabı yazan müellifin bundan kar ne ? Derseniz: Kitabı daha Çorum’a
gelmeden on bir kopyası alınmış olarak tanıtılmış olur. Kitap bu on bir
konaktan diğer illerden gelen ve giden kervanlarca alınarak kısa zamanda
hattatlar tarafından ülkenin tamamına ulaştırılmış olurdu. Ayrıca Padişah
tarafından verilen para da o yazarın telif ücreti olurdu.
-
Şimdi gelelim
konu başlığına:
-
“MÜREKKEP
YALAMAK” bu deyimimize. Osmanlı döneminde el yazması kitaplar,hattatlar
tarafından çoğu zaman çıra isi ile kendileri tarafından yapılırdı. Çıra
isine bal karıştırılarak mürekkebin hem yapışıcılığı ve hem de parlaklığı
sağlanırdı. Birde hattatların kullandığı kağıtların kamış kalemin
kaymasını sağlanmasını sağlamak için aharlanırdı. Ahar da bildiğimiz tavuk
yumurtasının akı idi. Bu ak samur fırçalarla kağıtlara bir iki kat
kurudukça sürülür,kağıt üzerindeki ak kuruyunca da mühre taşı ile
parlatılırdı. Mühre taşı da kaz yumurtası büyüklüğünde mermer bir taş idi.
Kağıtta bulunan fırça izleri ile yumurta akının pürtükleri düzeltilerek bu
gün kullandığımı kuşe kağıt gibi yapılırdı. Şimdi amma anlattın be
birader. Ne diyeceksen de dediğinizi duyar gibiyim.
-
Hattat;bir
harfi veya bir satırı yanlış yazınca acaba nasıl silerdi ?
-
Hattat yanlış
kısmı DİLİ İLE YALAYARAK silerdi. Evet o zamanın mürekkebinin silgisi
insan oğlunun tükürüğü idi. Bu gün bile kütüphanelerde bulunan el yazması
kitapları okuyanların başında bir görevli bulunur. El alışkınlığı ile
sayfa çevirirken parmağını tükürüğü ile ıslatıp kitabın sayfasını
çevirmemesini istenir. Yüzlerce yıl önce yazılmış el yazması kitaplar bu
gün bile tükürük ile silinmektedir.
-
“MÜREKKEP
YALAMAK” deyimimiz hattatlar için kullanılan bir kelimedir.
-
Benim
diyeceğim;konuştuklarımızı bilerek konuşmak ve bildiğimizi konuşmaktır.
|
Telif Eseridir izinsiz
kullanmayınız |
|
|
|
|
|
|
02 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
|
Sakin KARAKAŞ |
Sakin KARAKAŞ Hayat Hikayesi |
- AKŞEMSEDDİN İÇİN OSMANCIK’TA ANIT
DİKİLMELİDİR
-
Akşemseddin Hazretleri Osmancık’ta doğdu ve bu gün kendi adıyla anılan
medresede tahsil gördükten sonra aynı medresede müderrislik yaptı. Akşemseddin
Hz. nin zeki bir insan olduğu ve 4 yaşında hafızlığa başladığını tarihi
kaynaklardan öğrenmekteyiz.
- İstanbul’un manevi fatihi olarak ta bilinen Akşemseddin
;Fatih’in ordusunda yer alan pek çok komutanın fethe inancının olmadığını ve
askerin boşu boşuna kırdırılacağı inancına rağmen fethe inandığı ve Fatih’in
asla fetih inancından vazgeçmemesi gerektiğini söylemesi ve bu konuda
rüyalar görmesi ve geleceği yorumlaması da onun ne derece büyük bir bilgi ve
ilme sahip bir bilim adamı olduğunun en güzel ispatıdır.
-
Akşemseddin, bulaşıcı hastalıklar üzerinde çalıştı. Araştırmalar sonunda
Maddet-ül-Hayat adlı eserinde:"Hastalıkların insanlarda birer birer ortaya
çıktığını sanmak yanlıştır. Hastalıklar insandan insana bulaşmak suretiyle
geçer. Bu bulaşma gözle görülemeyecek kadar küçük fakat canlı tohumlar
vasıtasıyla olur." diyerek, bundan beş yüz sene önce mikrobun tarifini yaptı.
Pasteur’un teknik aletlerle Akşemseddin’den dört asır sonra varabildiği
neticeyi dünyada ilk defa haber verdi. Bu bulaşma gözle görülemeyecek kadar
küçük fakat canlı tohumlar vasıtasıyla olur." diyerek, mikrobun tarifini
yaptı.
-
Risalet-ün-Nuriyye: Tasavvufa ve tasavvuf ehline dil uzatanlara cevab
mahiyetindedir. Arapça olup, kardeşi Hacı Ali tarafından Türkçe’ye
çevrilmiştir. Def’ü Metain, Risale-i Zikrullah, Risale-i Şerh-i Ahval-i
Hacı Bayram-ı Veli, Malumat-ı Evliya, Maddet-ül-Hayat,Nasihatname-i
Akşemseddinve Kitab-ı Tıb.
-
Ömrünün son günlerini Göynük’te geçirdi ve orada vefat etti. Bu gün kabri
Göynük’tedir. Akşemseddin Hazretleri Türk tarihinde önemli yeri olan ve
mikrobu Pöstörden 4 asır önce tarif eden ve İstanbul’un manevi fatihi sayılan
önemli bir bilim ve devlet adamıdır. Osmancıklı olması ile Osmancıklılar daima
övünmüşlerdir. Ancak bu övünme yeterli değildir.
-
Geçtiğimiz yıllar itibarı ile Osmancık belediyesi Akşemseddin ile ilgili
sempozyumlar, konferanslar vb. çalışmalarda bulunmuştur. Ancak bu yeterli
değildir.
-
Osmancık’ta Akşemseddin ile ilgili anma günleri tertiplenmelidir.
-
Bu çalışma’da Göynük belediyesi ile işbirliğine gidilmeli, Osmancık’tan
Göynük’e bilimsel nitelikte geziler düzenlenmelidir.
-
Pirinç diyarı Osmancık’ta Akşemseddin anma günlerinde profesyonel tarihçiler
görev almalı ve üniversitelerle işbirliğine gidilerek Akşemseddin’in Osmancık
bağlantısı ön planda tutulmalıdır ve anma günlerinde halka pilav ikram
edilmelidir.
-
Akşemsseddin ve Osmancık konulu tanıtım broşürleri hazırlanmalıdır.
-
Ulusal televizyon kanalları ile işbirliğine gidilerek Akşemseddin ve Osmancık
belgeseli çektirilmeli ve Akşemseddini’in Osmancık’taki hayatı ön plana
çıkarılmalıdır.
-
Akşemseddin’le ilgili hazırlanan ve hazırlanmak istenen Akşemseddin tiyatro
oyunu yerelde kalmamalı ve ülke genelinde duyurulmalıdır.
-
Akşemseddin’in altın öğütleri eserlerinden çıkarılmalı ve sadeleştirildikten
sonra esnaf odaları vb. sivil toplum kuruluşlarınca Türkçe olarak bastırılmalı
ve esnaf vb. sivil toplumun yoğun olduğu yerlere asılmalı ve Osmancık halkının
bu öğütlere uyması desteklenmeli gerekirse ilçe Milli Eğitim Müdürlüğü ile bu
konuda ortak çalışma yapılmalıdır.
-
Osmancık’ta Akşemseddin’in muhtemel akrabaları araştırılmalıdır.
-
Bütün bu çalışmalar yapılırken gerekirse tarihçilerden bir komisyon kurulmalı
bu iş cahil cühelaya değil ehil ellere bırakılmalı ve danışma kurulu vasıtası
ile gerçekleştirilmelidir.
-
Daha da önemlisi Akşemseddin’in memleketi Osmancık’ta bir Akşemseddin anıtı
dikilmeli ve altına da kısa özgeçmişinin yanı sıra “İstanbul’un manevi Fatihi
Akşemseddin” ibaresi yer almalıdır.
-
İstanbul’un manevi fatihi Akşemseddin ile övünmek her Osmancıklının hakkıdır.
Geçtiğimiz yıllarda Osmancık belediyesi Akşemseddin ile ilgili bir dizi
çalışmalar gerçekleştirmiştir. Ancak bu çalışmalara ivme kazandırmak ve
yukarıda özetlediğimiz doğrultu da hareket etmek gerekir ve en önemlisi
Osmancık halkı Akşemseddin için bir anıt beklemektedir.
-
Kanaatim odur ki Osmancık tarihi ve kültürü ile ilgili etkin çalışmalara imza
atan Osmancık belediye başkanı Emin Serdar KURŞUN Osmancık halkının bu
isteğine cevap verecek ve Akşemseddin Hazretlerinin anıtı Osmancık’ta
yükselecektir.
|
Telif Eseridir izinsiz
kullanmayınız |
|
|
|
|
|
|
03 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki
Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
|
Müslüm TUNABOYLU |
Müslüm TUNABOYLU Hayat Hikayesi |
- KÖY ENSTİTÜLERİNİ TANIYALIM
-
Günümüzden 72 yıl önce 17 Nisan 1940 da TBMM ‘nin kabul ettiği
bir yasa ile ülkenin 21 yerinde kurulan, eğitim ve öğretime açılan
Köy Enstitüleri,10 yıllık bir süreç içersinde ülkesine 17 bin 431
erkek,1.390 kız,toplam18 bin 839 öğretmen, 8 bin 675 eğitmen 1.599
sağlık memuru yetiştirmişti.
-
Ülke nüfusunun % 80 köylü yani çiftçi idi. Lozan Barışı ile
çizilen ülke sınırları içersinde 40 bin köy bir o kadarda olduğu
tahmin edilen mezralar bulunuyordu.Bu nüfusun 1928 de
gerçekleştirilen Harf Devrimi ile okur-yazar olmayan insanımız kısa
sürede oku,yazar hale getirilecekti.Bu bir zorunluluktu.Ülkede ki
aydınlar nüfusun ancak kentsel alanda bulunan halka gördükleri
eğitim ve öğrenimi ulaştırma olanağı bulmuş,kırsal alandaki insanlar
kendi kaderleri ile baş başa bırakılmışlardı.Köylerde okur-yazar
bulmak adeta bir mucize idi.
-
Devlet atlı tahsildarları ile
köylerden ,arazi,hayvan,yol dolaylı olarak çeşitli ürünleri içeren
vergileri topluyordu.Köylünün devlete yaptığı maddi katkı yani
vergilerin tümünü içeren vergi makbuzlarını evin bir köşesinde
duvara çakılmış koca bir çivide takılı olarak görmek yada bulmak
mümkündü.İnsanlar tekrar ödeme yapmamak için kendilerine verilen
belgeleri çok iyi saklıyorlardı.Beyaz renkte olan bu vergi
makbuzları her yılın yaz mevsiminde sineklerin konakladıkları yer
yada lavaboları oluyordu.
-
Anadolu Bozkırındaki insanımızın
çağlar boyu yaşam koşulları babadan oğul a intikal eder şekilde
süre gelmiştir. Önce nüfusça kalabalık olan yerleşim birimlerine
okullar yapılmaya başlanmış,buralar da yöre köylerin çocuklarının
da eğitim-öğretim yapmalarına olanak sağlanmıştı.Cumhuriyet
dönemine kadar kırsal alandan orta ve yüksek öğretim gören
çocukların ekonomik durumu yüksek düzeyde olan bölünmüş ailelerin
çocukları olarak görülür.Bugün bazı yerleşim birimlerinde yükselen
saat kuleleri,akarsular üzerine kurulmuş köprüler ile cami ve
medreseleri görmek mümkündür.Kırsal alandan çıkıp ülkesine yararlı
olabilen insanların kazanımlarının büyük bir bölümünü yine kırsal
alana kaydırmış olmaları takdire şayandır.Onlara zaman ,zaman
bakıp yerli yada yabancı turizmin akar getirdiği yapıtlar olarak
görürüz.Kısaca kırsal alan insanının arasından çıkardığı
aydınlara zorunlu olarak gerek duyduklarını görmekteyiz.
-
Değerli Dostlar!
-
Cumhuriyet Dönemi ile birlikte
kırsal alandaki okur,yazar ve okullaşma oranının nasıl
artırılabileceği konusunda atılımlar gerekiyordu.İnsanların
cahillikten kurtarılması en önde gelen görevlerden
biriydi.Atatürk’ün direktifi ile ülke düzeyinde yeni yönetime
destek verecek eğitim ve öğretim kurumlarına ihtiyaç
vardı.Askerliğini çavuş ve onbaşı ile tamamlamış başarılı ve
becerili insanlar 6 aylık kurslardan geçirilerek eğitmen olarak
köylere gönderilmeye başlandı,Ankara ya ulaşan başarı raporları
sonunda köy çocuklarından oluşan öğrencilerin KÖY ENSTİTÜLERİ’NİN
de beş yıllık bir eğitim ve öğretimden sonra köylere öğretmen
olarak gönderilmesi planlanır.
-
Köy Enstitüleri açılırken,ihtiyaç
duyulan derslik,yatakhane,spor salonları,çeşitli ders araçları
yoktu.İkinci Dünya Savaşı inanılmaz hızıyla sürerken, yönetim
tehlikeyi ustaca uzaklaştırmasını bilmiş, ancak silah altına
aldığı gençleri ülkenin savunmasını sağlayacak bir düzeye
getirilmesi için olanakların oldukça zorlandığı görülmektedir.Köy
Enstitülerine köy okullarından diplomalı olanların
alındığını,yönetmeliğin giderek delindiğini,köy çocuklarının
kontenjanlarına şehir okullarından mezun olan çocuklarında
eklendiğini görmek mümkün.
- Size şimdi Köy Enstitüsüne ayak bastığım ikinci gün sabahın
erken saatlerinde neleri yaşadım. Umarım sizde bir an benimle
birlikte yaşamaya çalışın.
-
Okul sahasına girmeden önce on
kişilik öğrenci gurubu iki nöbetçi öğrenci tarafından durduruldu.
Ellerimizde teneke ile kaplı bavullarla ikişer sıra haline
getirildik. Önde nöbetçi arkada biz uygun adımlarla olmasa da bir
süre yürüdükten sonra o zaman ki gözümüze göre büyükçe bir binanın
kapısı önünde durduk. Orada bulunan birkaç görevli öğrenci
tarafından elimize büyükçe torbalar verildi. Torbanın iple sıkı
sıkıya ağzının bağlandığını gördüm. Düğümler çözüldü içersinde
pamuk dokumadan dikilmiş beyaz pantolon ve ceket ile birlikte iki
kat iç çamaşırı. Üzerimizden çıkardıklarımızı torbaya koyup
bağladığımızı hatırlıyorum. Okuldaki tüm öğrenciler tek tip
elbiseleri giymişlerdi. Yamalıklı pantolonumu torbaya
yerleştirdiğim o anı inanın unutamıyorum.
-
Bizden önce okula gelen arkadaşlar
sardı etrafımızı, Mevsim yaz ay Ağustos’tu. Gölgelik yapan yapraklı
ağaçların gölgesinde arkadaşlarla bavullardan çıkarılan yiyecekler
tüketilirken, karşılıklı sohbet akşam yemeği saatine dek sürdü.
Akşam yatakhanelere girdik, yatağımız nöbetçi öğrenciler tarafından
gösterildi. Yatakhanede karyola yoktu, tahtalardan yapılmış iki
katlı ranzalar vardı. Yatağımız yumuşaktı acaba içersinde ne var
diye söylendiğimizde pamuktur sözünü duydum. İlk gün yumuşak bir
yatakta yatmanın mutluluğu vardı bizde. Sabah erkenden dan, dan /dan
diye öten bir ses duydum. Arkadaşlara sordum bu nedir diye. O’nun
adı kampana dediler. Cihaz kamyon kampanasından ibaretti. Yanında
kocaman uzunca bir demir çubuk var. Bu çubuğu kampanaya vurdukça çok
güçlü ses çıkıyor. Yaklaşık birkaç kilometreden kampananın sesi
rahatlıkla duyuluyor.
-
Acele giyindik elimizi yüzümüzü
yıkamaya dışarı çıktık. Uzuncu bir borunun iki tarafına katılmış su
musluklarından sular akıyor, el yüz yıkaması burada yapılıyordu.
Yeni düzene alışacaktık. Gördüklerimiz çoğunlukla ilklerdi.
Yemekhane önünde yaklaşım bin öğrenci sınıflara göre sıra olmuştu.
Yemekhaneye önce büyük sınıflar alınıyordu.en sonra yemek yemeğe
yemekhaneye biz on arkadaş girdik.tüm masalar dolmuş biz on arkadaş
son masanın etrafına dağıldık. Masa ortasında bulunan temiz on adet
alüminyum bardaklara yine alüminyum demlik içersindeki çaydan bize
düşenini doldurduk.Çayın şekeri mutfakta kararlaştırılmıştı.Biz
kahvaltımıza yeni başlamıştık ki büyük sınıflar çok tan çaylarını
içmişler dışarı çıkıyorlardı,.Sabah kahvaltısında bize 300 gramlık
ekmeğin dörtte biri düşüyordu.
-
Yemekhane çıkışı topluca yapımına yeni başlanın bir inşaatın
karşısında tek sıra saf dizildik. Üzerinde beyaz giysileri olan bir
yönetici düdüğünü öttürerek ustalar öne çıksın dedi. Ustalar dediği
kişiler öğrencilerdi. Daha sonra harççılar, gecgereciler, tuğlacılar
sözcükleri kullanıldı. Benim gibi küçük olanlar tuğlacılar
gurubundaydı. Tahta semerlere doldurduğumuz tuğlaları inşaata ki
ustaların yanına taşıyorduk. Öğle tatiline dek tuğla taşıma işimiz
sürdü. İlk gün bizi karşılayan tuğla taşıma eylemini yadırgadığımı
söyleyemem. İnşaatta kullanılan tuğlalar, kireç, harç gibi
malzemeler ham maddeden öğrencilerle kullanılır hale getiriliyordu.
Tuğlalar okula birkaç kilometre uzaklıktaki tuğla ocaklarında imal
ediliyordu.Burada öğrenciler çadırda bir hafta on beş gün sıra ile
nöbet tutarak tuğla üretiyorlardı Aramızda bulunan arkadaşların
bazıları böyle çalışmaya alışık olmadıkları için okulu geri kaçarak
köylerine dönmüşlerdi Benim köyde aile fertlerinden başka hiçbir
gelir getirecek kaynağım yoktu.Birlikte kaçmayı istediler ancak ben
onların görüşlerine katılmadım.Onlar bir hafta sonra ancak köye
ulaşabilmişlerdi.
.Kaçak öğrenci arkadaşlarından birkaç
tanesi bir yıl sonra yine okula gelmişlerdi.
-
Tuğla çekim işlemi tamamlanmış,
binanın tabanlarına mozaik dökülüyordu Mozaik işlemini
gerçekleştirmek öyle kolay değildi. Boyumuz küçük olduğu için bu işe
de bizi ayırdılar. Sabun büyüklüğündeki mozaik düzleme taşını
saatlerce ıslatılmış beton üzerinde sürüp duruyorduk. Ellerimiz
şişmiş tombullaşmıştı. Uzaktan görenler bizim kilo aldığımızı
söyleyerek espriler yaparlardı. Mevsimin yaz olduğunu söylemiştim.
Enstitü arazisinde bazı sınıflar çalışıyor, çeşitli sebze
yetiştiriyorlardı. Yetiştirilen sebzenin başında kabak geliyordu.
Mutfakta iki öğün kabak pişiriliyordu. Kısaca biz kabak yemeğinden
bıkmıştık. Sorunu kime açmalıydık. Acaba ters bir tepki alır mı idik
gibi sözcükleri geçirdik kendi kendimize. Bir arkadaş sorunu müdür
babaya götürelim dedi. Nasıl ? A4 dün dörtte biri büyüklüğündeki
kağıda ÖĞLE KABAK AKŞAM KABAK MÜDÜR BEY BUNUN BİR ÇARESİNE BAK
yazdık. Müdür sabah gelmezden önce kapısına bir iğne ile tutturduk.
Sorunumuzu müdüre ulaştırdığımız için sevinçliydik. Ertesi gün sabah
toplantısında okul müdürü olayı anlatarak önerinizi okudum çocuklar.
Bundan böyle kabak yemeği devam edecek ancak günde bir kez dedi.
Kendin yap kendin işlet sonra devret modeli gibi bizde kendimiz
yetiştirip kendimiz tüketeceğiz fazlasını da satacağız dedi. Müdür
esprimizi çok beğenmiş, hatta sizinle iftihar ediyorum demişti.
Devletin o dönemdeki ekonomik durumunu da anlatan okul müdürü,
sizler geleceğimizi aydınlatan mumlar olacaksınız, çok zor
koşullarda da olsak bu tür bir gelişmeye mecburuz, kalkınma durup
dururken olmuyor şeklinde ekonomik durumumuzu açıklamaya çalışmıştı.
-
Beş yıllık bir dönemde birer kez
olmak üzere Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’i ve İlköğretim
Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’u yakından görerek görüşme olanağım
oldu. Okulun Cumhuriyet meydanında toplu halde üçer kişiden oluşan
saf bir şekilde dört yandan bir kare biçiminde dizilmiştik meydana.
Yücel’i öğrencileri teftiş ederken görmüş oldum.Özel bir giysisi
vardı üzerinde.Bizi müşfik bir davranış içersinde incelediğine tanık
oldum.
-
Köy Enstitüsü’nde üçüncü yılımızdı. Kültür çalışmaları dışında tarım
ve inşaat çalışmaları sürüyordu. Bizim sınıfa tek katlı kapladığı
alan yüz metre kareden büyüktü.Okul yönetimi bu binayı
bitirdiğinizde yıllık izine gideceksiniz dedi.Bir hafta içinde
binanın yapımı tamamlandı.Gerekli sıva işlemi yapılırken okula
İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç geldi.Öğretmenler Lokali
bitişiğindeki ağaçların gölgesinde öğle sıcağında okul müdürü Ali
Doğan Turan ile birlikte dinleniyorlardı. Mecitözü Kastamonu Gölköy
Enstitüsü ne öğrenci gönderiyordu. Bu arada Kastamonu Gölköy
Enstitüsüne Çankırı,
-
Çorum, Zonguldak, Sinop illeri
bağlıydı. Gölköy den izine gelirken yaklaşık 30 lira masrafımız
oluyordu. Halbuki Mecitözü ne çok yakın olan Ladik-Akpınar Köy
Enstitüsü ne gidiş için yalnız 8 lira yetiyordu. Yaklaşık 20 lira
gidip gelme için yetiyordu. Arada ki fark bir hayli kabarıktı çoğu
kez yıllık izine bile gitmemiz zorlaşıyordu. Arkadaşlar sorunu
içeren bir dilekçe yazdılar, bana da bu dilekçeyi götür İsmail Hakkı
Tonguç’a uzat dediler. Ben gurupta en küçük öğrencilerden
birisiydim. Arkadaşları kırmadım. Bana zarar gelse de bu işi
yapmalıydım diye geçirdim içimden. Elime aldığım dilekçeyi ceketimin
düğmesini iliklemiş olarak uzattım. Tonguç dilekçeyi okurken okul
müdürü sarardı, kızardı kendisini şikayet ettiğimi sandı. Dilekçeyi
Okul müdürüne uzatan Tonguç çocuklar çok haklı izine ayrılsınlar,
izin bittiğinde de Akpınar Köy Enstitüsü ne gitsinler. Ben dilekçe
verdiğimizde 3.sınıfta idim.4.sınıfta olanlarda vardı. Benim gibi
olanlar iki, dördüncü sınıfta olanlar Akpınar da bir yıl öğrenim
göreceklerdi. Bizimle birlikte onlarda çok sevindiler
-
Dostlar!
-
Köy Enstitüleri’nin ikinci mimarı
olan İsmail Hakkı Tonguç’un saptamasına göre bu kurumlar ülkenin
nerelerinde kurulmuştu.
-
Kepirtepe K.E.Lüleburgaz,Arifiye
K.E.Adapazarında,Savaştepe K.E.Balıkesir de,Kızılçullu
K.E.İzmir,Ortaklar K.E. Aydın da,Gönen K.E.İsparta
da,Aksu.K.E.Antalya da,İvriz K.E.Konya,da Çifteler K.E.Eskişehir
de,Gölköy K.E.Kastamonu da,Akpınar K.E.Ladik de,Pamukpınar
K.E.Yıldızeli de,PazarörenK.E.Pınarbaşı nda, Hasanoğlan K.E.Ankara
da,Düziçi K.E.Adana Bahçe de,Akçadağ K.E.Malatya da,Beşikdüzü,
K.E.Vakfıkebir Trabzon da,Cılavuz K.E.Kars da,Pulur K.E.Erzurum
da,Dicle K.E.Ergani-Diyarbakır da.Anılan bu kurumlarda Tonguç’a göre
16 bindir.bunların15 bin 400 öğretmen geri kalanlar ise sağlık
memuru olmuşlardır.
-
Saygı değer izleyenler!
-
Köy Enstitülerinin en büyük
sıkıntısını çeken kişi olarak İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı
Tonguç,bu eğitim yuvalarında öğrencilerin hangi becerileri
edindiklerini kendi saptamalarından birlikte izleyelim.
-
En çetin şartlar içinde Köy
Enstitülerinden birini kurup işleten müdür,bin iki yüz den fazla
öğrencisi bulunan bu kültür kurumunda yaratılan yeni hayatı şöyle
anlatır ”kirizma yapanlar,at,davar.sığır,sürüleri
güdenler,hayvanlara bakanlar, sirke, yoğurt, peynir yapanlar,
makarna, tarhana, bulgur,turşu hazırlayanlar,araba sürenler,duvar
örenler,bina kuranlar,taş yontanlar beton dökenler,sıva
sıvayanlar,tuğla pişirenler,kerpiç dökenler,çatı kuranlar,plan
çizenler,keşif name tanzim edenler,kooperatif işletenler,demir
dövenler,kaynak yapanlar, tahtayı ve çeşitli maddeleri esere
çevirenler,bağ dikenler,orman ve bahçe kuranlar,ata,bisiklete
binenler,motosiklet,traktör kullananlar,türkü
söyleyenler,mandolin,saz çalanlar,okuyanlar,şiir yazanlar,kendi
hazırladığı temsili sahneye koyanlar,milli oyunlar oynayanlar,kitap
ciltleyenler, resim çekenler,sepet.kazak örenler,resim
yapanlar,kazak örenler,resim yapanlar,makine ile çorap
işleyenler,iplik bükenler,kumaş,bez,çarşaf,örtü
dokuyanlar,çamaşır,elbise dikenler,nakış yapanlar,milli nakışların
örneğini alanlar,deri pişirenler,pulluk ve traktörle tarla sürenler,
nadas yapanlar,tohum ekenler,orakla,elle,biçer döverle veya orak
makinesiyle ekin biçenler, çeşitli aletlerle harman yapanlar
,mahsulü ambarlara taşıyanlar,yüzlerce hayvanın kışlığını
hazırlayanlar,köprü kuranlar,yol yapanlar,kanal
açanlar,fizik-kimya-biyoloji,çocuk v iş
psikolojisi,ekonomi,kooperatifçilik okuyanlar,ders okutanlar,köy
etütleri yazanlar, motor, türbin,değirmen çalıştıranlar,hasta
arkadaşlarına bakanlar , kütüphane açanlar,memleket mesele ve
davalarını konuşanlar,,radyo dinleyenler,dünya olaylarına dair fikir
söyleyenle,kuru toprakların derinliklerinde su arayanlar, kısa
söylemek gerekirse bir gaye, bir fikir ve bir duygu içinde toplanmış
yüzlerce neşeli,kararlı,azimli, ve aydın delikanlı.
-
Köy Enstitüleri Cumhuriyet
tarihimizin unutulmaz eğitim kurumları olarak beyinlerdeki yerini
koruyacaktır. Her geçen gün genişleyen Köy Enstitüleri çemberinden
rahatsız olanlar bulunacaktır. Köy Enstitüleri nin kuruluşundan
kapanışlarına dek çeşitli kademelerde görev alan tüm
çalışanlara şükran borçlu olduğumuzu belirtirken,ebediyete intikal
edenlere Tanrıdan Rahmet dilerken,yaşamlarını sürdüren bozkırın
nasırlı ellerin sahibi köy çocuklarına sevgi ve saygılarımı sunarı
|
Telif Eseridir izinsiz
kullanmayınız |
|
|
|
|
|
|
|
04 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
|
Mustafa TURAN |
Mustafa TURAN Hayat Hikayesi
|
- TARİHİMİZİN EN BÜYÜK DESTAN ŞAİRİ
-
“Sessiz yaşadım,
kim beni, nereden bilecektir?” Diyen Akif’in, kendisi ve devasa eserleri,
bugün hala milletin hafızasında canlılığını korumakta ve gönlünde
yaşamaktadır.
-
Şunu belirtmek
gerekir ki, Akif bir sohbete, bir konferansa, bir kitaba sığmayacak kadar
büyüktür. C. Şahabettin onu :”Yalnız bizim asrımızın değil, tarihimizin en
büyük destan şairidir” diye tanımlar.
-
H.Cahit :“Mehmet
Âkif’in hayatı, eserlerinden çok daha muhteşem bir şiirdir...”derdi..
Gerçekten de hayatında hep doğru bildiklerini yaptı. Hiç eğilip bükülmedi.
İnandıklarından zerre kadar taviz vermedi. Çanakkale destanı ile taht kurdu
bu milletin kalbine. İstiklal Marşı ile taçlandı şahikalarda ve
ölümsüzleşti.
-
Çanakkale
Zaferi haberini alınca, sevincinden hıçkırıklara boğuluyor ve ellerini
Rabbisine açıp şükrettikten sonra: “Ya Rabbi! Bu zaferin destanını yazmadan
ruhumu alma” diye yakarıyordu. “Çanakkale Destanı”nı bitirince de, “Artık
ölebilirim Eşref! Gözlerim açık gitmez!” Diyordu. Bu destanı okuyunca,
heyecanlanıp kanatlanan
-
S. Nazif:
"Allah'ın şehitleri olduğu gibi, şairleri de var" demekten kendini
alamayacaktı İstiklal Marşı için de: “O marş bir daha yazılamaz. Onu ben de
yazamam. O şiir artık benim değil milletin malıdır. Allah bu millete bir
daha İstiklal Marşı yazdırmasın ”temennisini dile getiriyordu.
-
Prof.Halil Yüksel,
onu şu sözleriyle yüceltecekti: ”Bu vatana hiçbir hizmetin olmasa dahi,
İstiklal marşımızın şairi olman bile yeter.”
-
İstiklal Marşı
içinde:” Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet, Hakkıdır Hakk’a tapan
milletimin istiklal” sözleri Atatürk’ün en sevdiği mısralardı. Kurtuluş
Savaşı için Ankara’ya gelen Akif’i gören Mustafa Kemal Paşa ona yaklaşır ve
;“Sizi bekliyordum efendim; tam zamanında geldiniz. Şimdi görüşmek mümkün
olmayacak; ben size ziyarete gelirim."der ve diyalog içinde çalışırlar.
-
Atatürk ile
Akif’in arasının açık olduğu yazılıp söylenir. Evet biçim ve şekil yönünden
frekans farkı olmakla beraber, derin bir düşmanlık olduğunu söylemek zordur.
Eğer gerçekten Atatürk Akif’e düşman olsaydı. Onun şiirini de başa taç etmez
ve İstiklal Marşı olarak bırakmaz, değiştirirdi. 1930’larda Atatürk’ün
karşısında duracak bir güç mü vardı? Şayet Akif Atatürk’e düşman olsaydı,
Mısırda bulunduğu süre içerisinde, o muhteşem ve güçlü kalemini ve sanatını
Atatürk’ün aleyhine kullanmaktan onu kim men edebilirdi? Ben Mısır hayatında
yazdığı bu tarz bir satır şiirine rastlamadım.
-
Âkif, ahlâksız
edebiyata düşmandır. Samimiyetsiz, sahte ve taklitçi olanları sevmemiştir.
Şiirlerinde halk deyimleri, atasözleri, halk kelimeleri bol bol yer alır.
-
Safâhat’ı
ise;1911- 1930 yılları arasında Türk toplumunun hemen bütün meselelerini
aksettiren bir ayna hüviyetindedir
-
Akif’i anlamak
için “SAFAHAT” mutlaka okunmalıdır. Hem de birkaç kez.Yoksa
-
Bu gün sorsak
Ankara‘da Tacettin Dergahı’nı kaç kişi bilir?
-
Fatih Sarıgüzel
hâlâ bedbaht ve perişan, metruk… Moskova’da Aleksandr Puşkin, öylemi?
-
Tam üç evi
bulunuyor ve yaşatılıyor. Londra’da Şekspir de öyle.
-
Pakistan’da
Muhammed İkbal’e toz kondurulmaz. Ecdadımız kadirşinastı, vefalı idi!
-
Ya biz?
-
Mimar Sinan' ve
tarihimizin bu en büyük destan şairini, bir kez daha rahmet ve minnetle
anıyoruz.
|
Telif Eseridir izinsiz
kullanmayınız |
|
|
|
|
|
|
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
|
Mahfi EĞİLMEZ |
Mahfi EĞİLMEZ
Hayat Hikayesine tıklayarak gidiniz! |
HİTİTLERDE EKONOMİK BÜYÜME
Hitit ekonomisinin büyümesi neye
bağlıydı? Bunu analiz edebilmek için önce ekonomik yapının özelliklerini
sıralamamız gerekli. Hitit ekonomisi tarım, askeri hizmetler, sivil kamu
hizmetleri, dinsel hizmetler, ticaret, inşaat ve sanayi sektörlerinden
oluşuyordu. Askeri hizmetler, sivil kamu hizmetleri ve dinsel hizmetler
vergi ya da vergi benzeri birtakım katkılarla karşılanıyordu. Hititlerde
toprak mülkiyeti krala aitti. Kral o toprakları istediğine tahsis ediyor ve
karşılığında saraya, üretimden belirli miktarda pay verilmesini ve savaş
zamanında orduya asker verilmesini istiyordu. Anadolu'da daha sonraları
Selçuklu ve Osmanlı'da görülen timar, has, zeamet usulüyle mülkiyet
kullanımı ve üründen ayni olarak alınan vergi üç aşağı beş yukarı Hitit
sisteminden gelmektedir.
Büyümenin temel dinamiğini yakalayabilmek için ekonominin temel ağırlığını
oluşturan tarım, sanayi ve ticaret üçgeninden yola çıkmak gerek. Tarımda
ürün büyük ölçüde hava koşullarına bağlıydı. Hititlerin Anadolu'da egemen
olduğu dönemde (M.Ö.1650 - 1200 arası) asıl yerleşim alanları olan Çorum ve
çevresinin karaağaç ormanlarıyla kaplı olduğu sanılmaktadır. Bu durumda bu
bölgenin o dönemde oldukça fazla yağış alıyor olması ve dolayısıyla tarımsal
üretimin yüksek olması gerek. Tarımda hava koşulları uygun olduğunda ürün
fazlası ve dolayısıyla büyüme söz konusu oluyordu. Hititler ürün fazlasının
bir bölümünü kurak mevsimler için depolayıp saklarken bir bölümünü de başka
ülkelerin tüccarlarına satıyorlardı. Bunlara ek olarak bronz devrinin ortaya
çıkardığı saban, orak gibi aletler tarımda verimliliği artırmış olsa
gerek.Yani toprakları daha kolay ve hızlı işleme imkânı sağlanmıştı. Bu da
teknolojik değişimin büyümeye getirdiği katkı olarak değerlendirilmeli. Buna
karşılık, IV. Tuthalya dönemine tarihlenen tabletlerde kuraklıktan şikâyet
edilmesi, Mısır tapınaklarında aynı dönemde Hititlere tahıl yardımı
yapıldığından söz edilmesi tarımsal üretimin, sona doğru azaldığını ortaya
koyuyor.
Sanayide büyüme özellikle bronzdan yapılma silahlar, mutfak araçları ve yün
ve pamuktan yapılan tekstil ürünlerinin miktarındaki artışla sağlanıyor olsa
gerek. Hititlerin demir kullandığına ilişkin bir iddia söz konusu. Henüz
hiçbir kazıda demirin ergitildiği bir ocak bulunamamış olması bu iddiayı
kanıtsız bırakıyor. Zaten eğer Hititler demiri bulmuş olsalardı sanayide ve
savaş teknolojisinde inanılmaz bir büyüme yakalamış olacaklar ve
karşılarında hiçbir güç duramayacaktı.
Savaşın sanayi üretimine önemli katkısı oluyordu. Hititler hemen her yılın
bahar aylarında komşu ülkelerden başkaldırmış olanlara ya da Hitit
egemenliğini kabul etmemiş olanlara seferler yapıyorlardı. Bu seferler
silahların, atlı savaş arabalarının, miğferlerin v.b. yenilenmesini, veya en
azından elden geçirilmesini gerektiriyor, bu da sanayi için yeni üretime yol
açıyordu. Öte yandan düşmana karşı kentlerin savunma sisteminin
güçlendirilmesi gerekiyordu. Surlar yenileniyor, onarılıyor, yeni kuleler
yapılıyordu. Dolayısıyla tıpkı günümüzde olduğu gibi savunma sanayii hem
sanayi büyümesine hem de inşaat sektörünün gelişmesine katkıda bulunuyordu.
Ticarette büyüme iç ticaretin yanı sıra dış ticaretle de ilgiliydi.
Anadolu'ya o dönemde Mezopotamya'dan kalay ve tekstil ürünleri geliyor,
karşılığında bakır, altın, gümüş gidiyordu. Tahıl duruma göre bazen geliyor,
bazen de gidiyordu. Ama tahılın daha çok giden kalemler arasında olduğu
anlaşılıyor. Anadolu ile Mezopotamya arasında yürüyen uluslararası ticaret
her iki bölgenin ekonomik büyümesine katkıda bulunmuştur.
Hitit ekonomisinin bir başka büyüme kaynağı da hiç kuşkusuz yağma ve
talandı. Ele geçirilen kentlerden mal kaldırmanın yanı sıra insanlar köle
olarak alınıyor ve hayvanlar da Hitit kentlerine getiriliyordu. Böylece
başka kentlerin ya da ülkelerin insanları ekonomide köle emeği olarak
istihdam ediliyor, o ülkelerin ürettiği mallar ve hayvanlar Hitit
ekonomisine karşılıksız olarak giriyor ve ekonomik büyümeyi destekliyordu.
Buna ek olarak bağlı krallıkların yolladıkları vergiler de kamu hizmetleri
için kaynak oluşturuyordu.
Bu tür ekonomilerde büyüme, genellikle toprak kayıplarıyla birlikte durmaya
başlıyor. Hititlerde de böyle olmuş görünüyor. M.Ö. 1300'lerde toprak ve
egemenlik açısından doruk noktasına çıkan ve dolayısıyla büyük ölçüde haraç
elde eden imparatorluk, toprak ve haraç kayıplarının yoğunlaştığı M.Ö.
1200'lerde yıkılışa doğru yol almaya başladı. Toprak kayıpları, krallığın
çekirdeğini oluşturan topraklarda yaşanan kuraklıklar ve nüfusun azalmasına
yol açan veba gibi salgın hastalıklarla birleşince Hitit imparatorluğu
kolayca dağılacak noktaya gelmiş oldu.
Hitit imparatorluğunun çöküşünün, asıl olarak ekonomik büyümesinin
durmasından kaynaklandığını sanıyorum. Ekonomik büyümenin durması birkaç
alanda ortaya çıkmış olmalı. Önce vebanın sonucunda ortaya çıkan askeri güç
kaybının yarattığı savaşların ertelenmesi olgusu gelmiş olsa gerek gündeme.
Savaşların ertelenmesi bir yandan sanayi üretimini hızla düşürürken bir
yandan da toprak kayıplarını artırmış ve dolayısıyla dönemin kritik maddesi
olan kalaya ulaşımı güçleştirmiş olsa gerek. Bu gelişme bir kısırdöngü
biçiminde sanayi üretimini de
düşürüyordu. Hem vebanın yarattığı insan gücü kaybının hem de yaşanan
kuraklıkların sonucunda tarımsal üretim hızla düşmüş olsa gerek. Bu da
ekonomik küçülmenin bir başka ateşleyicisi oluyordu. Giderek küçülen bir
ekonomi giderek küçülen bir ülke anlamına geliyordu o zamanlar. Küçülen ve
eski gücünü kaybeden Hitit imparatorluğu M.Ö. 1200'lerin sonuna doğru güçlü
bir saldırıyla yıkılacak konuma gelmişti. O sıralarda Ege'den gelip
Anadolu'ya çıkan deniz kavimlerinin saldırılarıyla yıkılıp gitti Hitit
imparatorluğu. Bu saldırılara karşı koyacak kadar asker besleyecek bir
ekonomik gücü kalmamıştı.
Not: Hahfi EĞİLMEZ'DEN Tabibimiz üzerine sitesinden alınarak dergimizde
yayınlanmıştır!
|
|
|
|
|
|
05 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
|
Mustafa Nevruz SINACI |
Mustafa Nevruz SINACI Hayat Hikayesi
|
-
BASİRET
-
Devlet adamlığı basiret (ileri görüş-öngörü), beka
(devamlılık, kararlılık, denge, ilke ve istikrar) adalet ahlâkı, insan
sevgisi, samimi dindarlık, merhamet duygusu, hukuka saygı ve; Özellikle Türk
harsı itibarıyla “damarlarında akan asil kan” doğrultusunda Milli Devlete,
Vatana, Toprağa, Bayrağa, kültürel miras, milli-manevi değerler ve en kutsal
değer olan İnsan a (yurttaşa) saygı ve sahiplik ile kaimdir.
-
Bunun, en başta gelen sebebi : Türk adının “Kâmil
(olgun-fazıl-bilge) İnsan” anlamına gelmesidir. Bu nedenledir ki, Türk milleti
bilinen ve belli olan tarih boyunca 101 devlet ve 13 İmparatorluk kurmuş;
İnsan hakları, adâlet ahlâkı, yüksek kültür, insani boyut-bilgi toplumu ve
medeniyetin banisi-hamisi ve timsali olmuştur.
-
Türk; Madde ve manânın imtizacıdır.
-
Dolayısıyla “Türk Milletini” yönetebilmek; İleri görüşlü
olabilmek; Derin bir bilgelik ve yüksek bir erdemi zorunlu kılar. Öyle ki,
Namuslu, dürüst, ilkeli, onurlu-erdemli, bilge ve sorumlu olmayan “gişi” den
devlet adamı olmaz. (Bak: Siyasetname)
-
Ayrıca, önderin “milli tarih ve milli hafıza” bilincine bihakkın
vakıf olması gerekir.
-
İşte, yolundan ve izinden gitmenin ne kadar önemli, zorunlu ve
tartışılmaz olduğu kati karinelerle sabit büyük önder Mustafa Kemâl ATATÜRK’ün
hayatından çok önemli; Basiret ve bekayı simgeleyen, hayret ve ibreti mucip
“gizemli” bir kesit:
-
“1907 yılında Mustafa Kemâl arkadaşlarıyla birlikte, ülke
sorunlarını müzakere ettiği çok özel bir toplantıda, bizzat kendisi tarafından
önceden hazırlanan ilginç bir harita ortaya çıkartır ve hazır olanlara
gösterir. Olayın şahitlerinin anlattıklarına göre haritanın, Osmanlı
Devleti’nin o zamanki sınırları ile uzak-yakın hiçbir ilgisi ve alâkası
yoktur. Bu nedenle haritaya pek bir anlam veremezler. Zira, harita sadece
Anadolu ve Trakya’yı kapsamaktadır.
-
Oysa, toplantı günü hiçbir anlam verilemeyen bu harita, şimdiki
TC’nin haritasıdır.
-
Haritada, bu günkü sınırlarımıza uymayan çok önemli bir ayrıntı
vardır.
-
O’ da, Atatürk’ün bizden ayrılmasını asla istemediği ve bir türlü
buna razı olamadığı; Musul Vilâyeti (Kerkük ve havalisi) topraklarını da bu
haritaya katmış olmasıdır. Mustafa Kemâl haritasına Hatay, 12 adalar, Batı
Trakya (Selânik) ve Kıbrıs’ı da katmıştı. (Misak-ı Milli) Daha sonraları
İstiklâl Savaşı kazanılınca, İsviçre de yapılan Lozan Antlaşması ile Türkiye
bu toprakların bir kısmından vazgeçmek ve Kerkük’ten çıkan petrol haklarını
satmak zorunda kaldı. Daha sonra vaki ilhak gayretleri de sonuç vermedi.
-
Mustafa Kemâl geleceği bilme gücüne (basirete) sahip olmasaydı bu
haritayı taa 1907 yılında çizmesi, dava arkadaşlarına göstermesi ve Misak-ı
Milli sınırlarını daha o zamandan belirlemesi mümkün olabilir miydi ? Mezkür
haritanın çiziliş tarihi olan 1907 yılında henüz II. Abdülhamit Osmanlı
padişahı idi. O sıra, gittikçe güçsüzleşen Osmanlı İmparatorluğunun
topraklarında gözü olan (bu günün AB’si) batılı ülkeler topyekün saldırıya
geçmek için uygun zamanı gözlemekte idiler.
-
Nitekim, 1911 yılında İtalyanlar Trablusgarp’a saldırdılar.
Osmanlı Devleti onunla ilgilenirken, bir yandan da Ege’de ki 12 Adaları işgal
ettiler. Arkasından Balkan savaşı koptu. Osmanlılar’ın eski komşuları
(eyaletleri) Sırbistan ve Bulgaristan, Karadağ ve Yunanistan birleşerek
saldırıya geçtiler. İki cephede savaşmak zorunda kalan Osmanlı Devleti
İtalyanlar ile anlaşma yapmak zorunda kadı ve Trablusgarp’ı bırakmak
mecburiyeti hasıl oldu.
-
Bu sırada Balkan devletleri Edirne’yi aldı. Daha sonra
birbirlerine düşen bu devletlerin zafiyetinden yararlanan Osmanlı Edirne’yi
kurtardı. Ancak, 1913 yılında imzalanan “Bükreş Anlaşması” ile tekrar
Trakya’ya kadar geri çekilmek zorunda kalındı.
-
Atatürk’ün çizmiş olduğu haritanın bir bölümü böylece gerçekleşmiş
oldu.
-
Daha sonraları çıkan Birinci Dünya Savaşı sırasında birçok
topraklar kaybedilmiştir. Arkasından da Anadolu işgal edilince, düşmanın
mezalim ve esaretine karşı başlatılmış olan Kurtuluş Savaşı sırasında ilk önce
TC’nin bu günkü Doğu sınırları çizilir. Bunu, Güneydoğu illerimizin
sınırlarının belirlenmesi izler. En sonunda düşmanın İzmir’den denize
dökülmesi ile birlikte, TC’nin 1907’de Mustafa Kemâl tarafından çizilen
haritadaki sınırları ortaya çıkar.
-
Bütün bu gelişmelerden sonra şunu kesin olarak görmekteyiz ki;
Mustafa Kemâl, olacakları önceden tahmin etmekte ve hattâ bilmekte idi.
-
Yıllar öncesinden çizmiş olduğu harita, bunun en
büyük kanıtı değil midir ?”
-
Bir başka mesele de, Ankara’nın Başkent oluşudur.
-
ANKARA’NIN BAŞKENT OLUŞU:
-
Bir gönül dostu, Araştırmacı-Şair ve yazar Selçuk
Alpaslan, değerli bir bilim adamı olan Reşit Yılmaz kardeşime nakletmiş. O da
bugün (27 Aralık 2007) fakirhanemize şeref vererek bize anlattı.
-
Ankara’nın Başkent olması ile ilgili olay kısaca
şöyledir:
-
“Selçuk Alpaslan’ın babası Atatürk’ün en sadık
adamlarından biri ve özel şoförüdür. Bizzat şahit olur, konuşmaları dinler.
(Fuat Bayramoğlu da babasından aynı meseleyi dinlemiş ve vakıayı tasdik
etmiştir.) Buna göre; Mustafa Kemâl, ta Amasya’dan itibaren “Paşam burayı
Başkent yapınız” türü telkin, tavsiyelere maruz kalmaktadır. Bu telkin,
tavsiye ve baskılar Erzurum, Sivas ve nihayet Konya’da adeta bir dayatma
haline gelir.
-
Bunun üzerine Mustafa Kemâl Konya da kurmaylarına
şöyle bir açıklamada bulunur:
-
“Yıllar önce idi. Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri
rüyama girdi ve bana (manâmda) dedi ki: “Sen, Yüce Allah’ın izni inayetiyle
muvaffak olacak, müstakbel-müstakim Türk Devletini kuracaksın. Fakat,
Resûlullah Efendimizin arzusu ve bizim münasip görmemiz o ki; Devlet kurulunda
ENGÜRÜ’ yü (Ankara’yı) Başkent yapmalısın...” dedi.
-
Bundan sonra hiç kimse Mustafa Kemâl’e Başkent
konusunu açmadı.
-
Zira, Türkiye Cumhuriyetinin başkenti artık belli
idi. Belli olan bir şey daha vardı. O da, Mustafa Kemâl’in muazzam bir deha,
fevkalâde basiret ve feraset (ileri görüş-öngörü) sahibi olduğu; İlmini,
irfanını sadece dünyevi vasıtalar ve kitaplardan değil, bizzat ilâhi
kaynaklardan aldığıdır.
-
Bu konuyu bir de tasavvuf ehlinin dilinden dinlemek
gerek.
-
Hasan Hüseyin Memiş’in “Hükümet Sistemleri / DİKEN”
(Akasya Kitap, Ankara: 2007, www.akasyakitap.com, s: 13) isimli kitabında yer
alan “Şeyh Efendinin Rüyası” ilgili bölüme bir baksınlar. Burada İstiklâl
Harbi’nin nasıl ve kimler tarafından himaye edildiğini çok iyi görecekler.
-
Dahası var:
-
Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Merkezinde
Araştırmacı-Yazar Behzat Şaşal’a, “Atatürk’ü Tanımak ve Anlamak” isimli
kitabından dolayı, “Sen Atatürk’ü adeta bir din Hoca ve Din adamı gibi takdim
ediyorsun..” diye çıkışırlar.
-
Behzat Şaşal, büyük bir tevazu, tevekkül olgunlukla
onlara şu cevabı verir:
-
“Siz, bazı yayınlarınızda Atatürk’e yeşil sarıklı
bazı kimselerin (mücessem ve seyyal varlıkların) yardımcı olduğundan
bahsedersiniz. Peki, dönemin Padişâhı Allah’ın Halifesi değil miydi. Peki,
Yüce Yaratıcı koskoca halifesi varken ve ortalıkta dipdiri dururken, niçin
Atatürk’ün ordularına yardım etti dersiniz ?..”
-
NETİCE:
Devlet adamları beka ve basiret sahibi olmak zorundadır. Beka, basiret ve
feraset, yüksek bir iman ve onurlu-erdemli yaşam işidir. İleri görüş,
basiret-feraset ve deha, samimi dava, inanç adamlarına münhasır bir
özelliktir. Bu özelliği taşımayanlar, devleti de taşıyamazlar, halkı da,
hükümeti de..
|
Telif Eseridir izinsiz
kullanmayınız |
|
|
|
|
|
|
06 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
|
Atilla ALPAY |
Atilla ALPAY Hayat Hikayesi |
-
POP STAR
YARIŞMASI
-
Ağlayın yavrum ,
-
Döktüğünüz bu gözyaşları az bile bu iş
için...
-
Ağlayın Oğlum kızım,evladım ağlayın..
-
Şarkıcı olamadınız,sizi elediler,
beğenmediler, tüh bir de alay ettiler...
-
Ağlamanızda da mı olmadı. Yere diz çöktünüz,
iki elinizi kavuşturarak ve hicranlı bir sesle bunun adeta ölümden bile
beter olduğunu ifade ettiniz..Yere kapandınız. Önlerinde secde
ettiniz..Yoo, no’lamaz gibi garip sesler çıkardınız.
-
Yine mi beğenmediler...
-
Göz yaşlarınız yüzünüzü yıkadı. Bacak kadar
yaşınızla yüzünüze sürdüğünüz boyalar sel oldu aktı ,salya sümüğünüz birbirine karıştı da milyonlara rezil mi oldunuz...Ama pop star
olamadınız öyle mi ?
-
Şu mübarek günlerde göbeğiniz karnınız
bağırsağınız açıkta, şarkı söylemeye taa nerelerden geldiniz ve pop
star olunca da şana,şöhrete,paraya,4x4 jeeplere ,boğazda
villalara,yatlara,katlara,atlara,korumalara, bir sürü kocaya veya karıya
pardon arkadaşa mı kavuşacaktınız..
-
Bu iş; Unkapanı müzik çarşılarından,
Mahmutpaşa yokuşlarından geçmeden, kasetleriniz minibüslerde
,Kumkapı’nın balık lokantalarında ve meyhanelerde çalınmadan çiğ
köfteler yoğurmadan, hiç olur mu sandınız.
-
Hiç mi film seyretmediniz. Köyünden kalkıp
gelen elinde sazı ile , İstanbul’un “Yüksek kaldırımlarına”
düşenleri...
-
Gazinolardaki Beyoğlu’ndaki abilerinizi
,ablalarınızı...
-
Babaları,babalara gelenleri hiç duymadınız
mı ?
-
Jiletcilik diye bir ehli sanat erbabı nasıl
türedi sanıyorsunuz.
-
Aaah ki ne ah..
-
Nasıl üzüldüm
bilemezsiniz...
-
Demek ki
sizi seçmediler ve birde alay ettiler öyle mi ?
-
Komşumuz İslam ülkesi Irakta
yaşıtlarınız nasıl yaşıyor biliyor musunuz?
-
Abd işgali başından beri elli bin suçsuz din
kardeşimiz şehit oldu.
-
Elin conisi kapına postalı ile tekme atarak
sabahın köründe namluyu gırtlağına dayayıp seni yatağından sürükleyip
evinde direnişçi mi arıyor veya tuttuğu gibi guantanamoya mı
götürüyor.Orası mı neresi..(Haritaya bak anlarsın yavrucuğum.Orada hiç
pop star yoktur buna eminim..)
-
Hele geçen yıl bombalarla dümdüz edilen
Afganistan da acaba hiç pop star var mı ?
-
Çeçenistan
da sizin yaşınızdakilerin silahları soğuktan ellerine yapışmış
gözleri ufukta dev tupolev ağır bombardıman uçaklarını mı düşlüyorlar.
-
Hele Filistin..Hele dünkü Bosna,
Hersek,dünkü güneydoğumuz..
-
Bak mübarek ramazan,birkaç cüz Kur’an okudun
mu dedelerine veya şehitlerimize..
-
Orucunu tutuyor,namazını kılıyor musun?
-
Mesela Ecdadın
Osmanlı’dan haberin var mı ?Hiç Süleymaniye yi gördün mü ? Necip Fazıl’
ı okudun mu ? Hasan Basri Hazretleri kimdir,bilir misin ?
-
Bu aziz ülkeye
yönelik bir projen var mı ?
-
Bilimde sanatta,teknolojide,ağır sanayiide gerçekleştirilecek bir
buluşun,patentin, incelemenin ,geliştirmenin veya amatörde olsa bir
çabanın;
-
İlmi bir araştırmanın peşinde misin
?Okuyorsan derslerin nasıl?
-
Hayatını örnek aldığın bir fen adamı,bir
tasavvuf büyüğü,bir kahraman var mı ?
-
Ülkene yakışır bir
insan olmak için pop starlıktan başka düşlediğin bir “hal” yok mu ?
-
Sana adab-ı
muaşeret-i ,selam vermeyi, topluluk karşısına çıkmayı,argo yerine
Türkçe konuşmayı,edebi,görgüyü, adam gibi giyinmeyi,şu mübarek günlerde
karnını bacağını göstermemeyi,utanmayı, edebi,hayayı öğretmediler mi ?
-
Hadi içinizde birkaç gayrı müslüm, moskof
asıllı filan var ama ya gerisi...
-
Adam olup da ne yapacaksınız yavrum Pop
star olmak varken.
-
Bu dünyada zaten ne varsa
şarkıcılıkta,artistlikte,topculukta,popculukta var..
-
Düne kadar dayani ölümüne kadar bu
ülkenin yıllarca en büyük vergi ve madalya rekortmeni de bir Ermeni’ ydi ve gelmiş-geçmiş en büyük genelev patroniçesiydi
-
Şu mübarek günlerde ülkemizin
,insanlarımızın,yoksullarımızın,ilim ve hilm erbabının hali nicedir
diye mübarek ramazana yakışır programlar yapmak dururken bizleri
böyle işlerle meşgul eden mezkur tv kanal’ ını şiddetle protesto
ediyor; bu çocuklara “ sizi pop star yapacağız” diye atmadıkları
fırça komayan yarışma jürisi ve avanesine de teşekkürler ediyor;
ağızlarına sağlık diyorum.
-
Saygılarımızla...
|
Telif Eseridir izinsiz
kullanmayınız |
|
|
|
07 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
|
Selma GÜRSEL |
Selma GÜRSEL Hayat Hikayesi |
-
SULU KIZARTMA
-
2 kişilik:
-
Malzemesi
-
2 tandır ekmeği, sac ekmeği
olarak tanımlanan ev ekmeği
-
250 gram kıyma
-
1 kaşık salça
-
2 avuç ayıklanmış maydanoz
-
Maydanoz
ayıklanarak yıkanır ve suları süzülmesi için süzgece
konulur.
-
250 gram bir miktar
yağ konulan kapta kıyma pişene kadar kavrulur
-
Kavrulan kıymanın
içerisine istenildiği kadar tuz istenirse biberde ve
salça konulur ve salça cıvıtılması için bir çay
bardağı kadar sıcak su ilave edilerek karıştırılır.
-
Süzülen maydanoz
bıçak ile ince şekilde doğranır bir kenara konulur.
-
Ev ekmeği düzgün
bir alana tamamı açılır.
-
Salçalı sulu
kıymanın bir kısmı ekmeğin içerisine kaşık ile ekilir.
Bir miktar maydanoz serpilir.
-
Ekmeğin üçte biri
kıymalı kısmın üzerine kapatılır buraya da bir miktar
salçalı kıyma serpilir.
-
Ekmeğin diğer ucu
da ilk katlanan ekmeğin üzerine kapatılır tekrar bir
miktar salçalı kıyma kaşıkla dökülür. Ekmeğin üçte
biri kadar kısmına katlanır ve ekmeğin diğer kısmı da
kapatılarak yuvarlak ekmek kare şekline getirilir.
-
Hazırladığımız
ekmeği alabilecek büyüklükte bir tavaya margarin veya
sıvı yağ konularak kızdırılır kızan tavaya ekmek
konulur önce bir yaza kızartılır. Arka kısmı da
çevrilerek kızartma işlemi tamam olur ve ekmek bir
tabağa konularak bir mimkar su serpilerek kızartama
hafif sertliği alanır. Dörde kesilir ve servis edilir.
Dörde kesilmesinin sebebi içindeki narcın dökülmemesi
içindir.
|
|
Telif Eseridir izinsiz
kullanmayınız |
|
|
|
|
|
08 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
|
Sevim HARDAL |
Sevim HARDAL Hayat Hikayesi |
- NİYE KESTİN TELEFONU
- İstanbul’dan Edirne’ye
- Acep neyledim feleğe
- Gittim ki geri gelmeye
- Niye kestin telefonu
- Seni anmadı sanma
- Sen yine fikrinden dönme
- Cahilim sözüme kanma
- Niye kestin telefonu
- Telefon arıza yaptı
- Acaba kablo mu koptu
- Bu işi şeytan mı yaptı
- Niye kestin telefonu
- Telefon kesmesi olmaz
- Bu dünya kimseye kalmaz
- Gönül buna razı olmaz
- Niye kestin telefonu
- Küçük sanma yaşım elli
- Kumun ne ettiği belli
- Dili yağlı illi bağlı
- Niye kestin telefonu
- Yavrum olmuş karı kulu
- Gözüm kördür elim bağlı
- Elim sanki kelepçeli
- Niye kestin telefonu
- Tansiyonum çıktı yirmi
- Gittim ki gelemem geri
- Arızaya mı gitmeli
- Niye kestin telefonu
- Böyle işi kimse yapmaz
- İnsan evladına atmaz
- SEVİM der ki bu da yetmez
- Niye kestin telefonu
- 01/12/1996
|
Telif Eseridir izinsiz
kullanmayınız |
|
|
|
|
10 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
|
Şükrü GÜLTEPE |
Şükrü GÜLTEPE Hayat Hikayesi
|
SİGARANIN ZARARI
Alkol,sigara içersin
Dumanın etrafa saçarsın
Sağlığından vazgeçersin
Bu cana yazık değil mi ?
Spor bizi güldürüyor
Sigara,alkol öldürüyor
Gençeleri solduruyor
Doğru yolu bildiriyor.
Sigara,alkol içmeyelim
Sağlığımızdan geçmeyelim
Kötü yolu seçmeyelim
Kefenimiz biçmeyelim.
Şükrü söyler sağlık bizim
Onu korumak özüm
İçki içenlere sözüm
Hicrana döner yazın
05-03-2004 |
YAZARLARIMIZIN HAYAT HİKAYELERİNE GİTMEK
İÇİN TIKLAYARAK GİDİNİZ! |
Bu
sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
|
|
|
|
DİKKAT ; BU BİLGİLER TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMDEN
İZİN ALINMADAN KULLANMAYINIZ! |
YAPTIKLARIM YAPACAKLARIMIN GARANTİSİ ALTINDADIR! |
1 |
Hazırlayan
Mahmut Selim GÜRSEL
yazışma adresi corumlu2000@gmail.com |
|
Hukuka, Yasalara,
Telif ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir. |
1 |
Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL
adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM |
BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR! |
183 SAYI 25 Mayıs 2014 SAYIYA Gitmek İçin Tıklayınız! |