YIL 15  SAYI 170  25 Nisan 2013   

ÇORUM BARAJI

 

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

DİKKAT ; BU BİLGİLER TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMDEN  İZİN ALINMADAN KULLANMAYINIZ!

YAZARLARIMIZIN HAYAT HİKAYELERİNE GİTMEK İÇİN TIKLAYARAK GİDİNİZ!

Aşağıdaki dizinler ile tıklayarak üye olmadan sayfalara girebilir ve inceleyebilirsiniz!1

 

BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR!

 
Mahmut Selim GÜRSEL DEMİŞTİ
Mustafa Nevruz SINACI DEMİRKIRAT ALFABESİ "BASİDE İCRA"
Mahfi EĞİLMEZ HİTİTLERİ DÜNYAYA TANITALIM II  KADEŞ SAVAŞI KİM KAZANDI?
Mustafa TURAN YAZARLAR MI KİTAPLAR MI?
Mustafa Nevruz SINACI DİASPORANIN SESİNİ KESMEK
Atilla ALPAY KONUŞMA DİLİ VE ÇORUM AĞZI
İsa KAYACAN YILIN SÖZLERİNDEN SONRA
Selma GÜRSEL SAÇ MAYALISI (Yanmaz Tava)
Adile TÜRKMEN BİRİ DE BENİM ARKADAŞIM
Necati ÇAVDAR ÜZMEZ
Muhsin AKTAŞ UNUTULMUŞ ZAVALLI ADAM

 

 
 
 01

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mahmut Selim GÜRSEL
Mahmut Selim GÜRSEL Hayat Hikayesi
DEMİŞTİ
Geçenlerde bir kez benim ile konuşurken:
-Arkadaşım! Bek dünya düzeni değişti artık ayak takımları baş takımları oldular demişti. Gülmüştüm cevap verememiştim. Kim idi bu ayak takımları diye düşünmeden de edemedim.
Evvelsi gün bir işim için gittiğim yerde arkadaşımın dediğini görerek şaşındım. Burası bir zamanlar konuşması ve izah etmesi bir zat tarafından yönetilir iken buranın hizmetini gören ufak tefek ve iki lafı bir araya getiremeyen şahıs burasını idare etmeye başlamıştı. Beni görünce suratını buruşturdu ve yarı anlaşılır yarı anlaşılmaz bir konuşma ile:
-Niye geldin? Dedi. Şaşırdım. İş yeri herkesin gelip gidebileceği bir yer değil miydi? Cevap olarak:
-Arkadaşım nerede diye sordum. Bana:
-Eski çamlar gibi gitti diye cevap verdi. Daha vecizenin tamamını bilmeyen ve cevap olarak verdiği cümleyi tamamladım:
-Eski Çamlar bardak oldu mu demek istedin? Diye üsteledim. Bana:
-Hıı! Diye cevap verdi. Ben yine sordum:
-Arkadaşım nerede dedim! Cevap verdi.
-Emekli ettik. Yerine ben geçtim müdür oldum dedi. Bende:
- Koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derler. Dedim. Ne dediğimi anlamadı. Oradan ayrıldım.
Hani derler ye adamın birisi oğluna devamlı sen adam olmazsın ya dermişte o çocuk okumuş babasını ayağına çağırmış baba bana adam olmazsın diyordun ya bak işte adam oldum demiş. Babası da; Oğlum ben sana amir, müdür olamazsın, demedim adam olamazsın demiştim derler ya! Arkadaşımın dünyanın düzeni değişti, ayak takımları baş takımı olmuşlar sözünü hatırladım!

 

 

 

 

 02

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI Hayat Hikayesi
DEMİRKIRAT ALFABESİ "BASİDE İCRA"
Bu (başlıktaki) lâf, 1960 öncesi tarihi ve kadim Demokrat Parti Çankaya Ocağı delegesi müteveffa Hamdi Ciliv'e ait. Merhumun aynı ad'la bir de kitabı var. Biz onunla, Demokrat Parti'nin, 19 Haziran 1992 tarih ve 3821 Sayılı Kanun gereği yeniden açılması, ruhlanması, hayat bulması ve güncel vizyonunun inşası sürecinde tanıştık, muhterem eşi Sara dâhil, Prof. Dr. Orhan Morgil'in Koordinatörlüğü'nde birlikte çalıştık.
Kuruluşunun 67. yılında (7 Ocak 2013) Hamdi Ciliv'i tazimle anmamın nedeni şu: Merhum, tarihi-kadim DP için derdi ki:
"Demokrat Parti; M. Kemal Atatürk’ün 14 Eylül 1923 tarihinde.; Celâl Bayar, Prof. Dr. Fuat Köprülü, İsmet İnönü, Recep Peker ve Refik Saydam ile birlikte kurduğu Halk Fırkası (chp) nin özü, asli cevheri, kurucu unsuru; Milli Mücadele ve Kuvva-i Milliye hareketinin beyin takımı olan "Kuvva-i İlmiye" koludur.
Bu sıfatla; 7 Ocak 1946'da 'Yeter! Söz Milletindir'  diyerek kuruldu. Samimi bir halk hareketi olan "beyaz ihtilâl"  ile 14 Mayıs 1950'de iktidara geldi. Milleti; Dikta, cunta, ıstırap, esaret, açlık, hastalık, çarık ve şeametten kurtardı; Hak, hukuk, adalet, insaniyet ve demokrasi ile buluşturdu; Cumhuriyeti Demokrasiye kavuşturdu. İşte ve başta, bilhassa bu nedenle; Vatan ve vatandaş daima Demokrat Parti ve Adnan Menderes ile davanın tüm önderlerine minnettar ve müteşekkir olacaktır." Derdi!
Hamdi Ciliv'i tanıyanlar, bunları O'nun söylemiş olmasının ne kadar önemli, anlamlı ve değerli olduğunu da çok iyi bilirler. Benim, kuruluşun 67.ciyılında Hamdi Ciliv'i özellikle ve bilhassa anmamın birinci nedeni, içtenlikle söylenmiş bu sözleridir!
İkinci neden ise; Tıpkı Hüsamettin Cindoruk ve mümasil misyon tacirleri gibi, yıllar boyu merhum Menderes ile birlikte anılarak mirasından yararlanmayı şiar edinen, Av. Burhan Apaydın tarafından TBMM Başkanlığına verilen (güdümlü Yassı ada çadır tiyatrosu, hukukun utancı ve adaletin yüzkarası) 1961 idam (alçakça ve haince katliam) emirlerinin tekrar gözden geçirilmesi, kaldırılması veya yeniden yargılanma yolunun açılması marifetiyle itibarın iadesi, girişimine duyduğum tepkiyi dile getirmek içindir.
Çünkü başta, son Baş Vekil Adnan Menderes olmak üzere, kader ve dava arkadaşları Fatin Rüştü Zorlu ile Hasan Polatkan'ın bu rezalete alet edilmeleri büyük bir ayıp ve utançtır. Küresel adalet ve evrensel barış elçileri, O merhum ve müstesna Demokrasi Şehitlerinin buna asla ihtiyaçları yoktur. O'nlar, aziz ve necip, büyük Türk Milleti tarafından, ilelebet sürecek, derin bir nefretle, şiddetle reddedilen menfur bir isyan ve kalleş ihanetin masum kurbanıdırlar.
Zaten, kamu vicdanında tertemiz; Fakat isyancı, vatan haini güruhlarca illâ lekelenmek istenen berrak isim ve muazzez şanları TBMM tarafından iade-i itibara mazhar olmuştur. Aziz Ruhlarını alenen rencide edecek başka bir istismara gerek yok!. Milli Mücadele mabedi; Milli Ruh ve mübarek Mukaddeslerle mündemiç Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin bu suiistimale "evet" diyerek izin vereceğine inanmak istemiyorum.
Bu vesileyle; Yıllardır fütursuzca sürdürülen "Demokrat Parti ve Adnan Menderes" istismarı, sömürü ve suiistimaline yol açacak bu girişimi asla tasvip ve tasdik etmediğimi ilân ederim. Üstelik vaktiyle Süleyman Demirel, Tansu Çiller, Mesut Yılmaz, Mehmet Ağar ve Erkan Mumcu'nun yaptığı gibi; "Demokrat Partiye rağmen Demokrat Parti istismarı" utanç vericidir. Ayıptır. Tam bir şımarıklık, kendini ve haddini bilmezliktir!
MÜTHİŞ BİR İRONİ
Üstelik kadim Demokrat Parti ile özellikle Şehit Baş Vekil Adnan Menderes sömürüsü yoluyla "siyaset simsarlığı, din tüccarlığı ve misyon tacirliği" yapanlar, genellikle Milli devlet karşıtı, AB+ABD uydusu ve öz'de "Misak-ı Milli ile Milli Mücadele" aleyhinde olanlardır.
Oysa Demokrat Partili olmanın ilk şartı: Misak-ı Milli'ye adanmak; İnsan Hakları, tam demokrasi, özgürlük, Milli bağımsızlık, egemenlik ve tavizsiz hükümranlık bağlamında 'Milli Mücadele'yi kayıtsız şartsız tasdik ve tasvip etmeyi zorunlu kılar. DP'nin şiarı Milli Devlettir.
2001 yılında tarafımdan Mehmet Ağar aleyhine "Demokrat Parti istismarı" hakkında açılan bir davanın, Sincan Ağır Ceza Mahkemesinde vaki duruşmasında: 'Bizim bahis konusu ve kastettiğimiz bu günkü DP değil; 1950-60 arası faaliyet gösteren Demokrat Parti'dir," gibi, çok garip, acayip ve saçma bir ifade vermesi, yıllardır ısrarla sürdürülen istismarın veçhesidir.
OYSA BİLMEK LÂZIM Kİ:
3821 Sayılı Kanun gereği 29 Kasım 1992'de 5. Olağan Büyük Kongresini ifa ve icra ederek (tıpkı AP, CHP ve MHP gibi) yeniden açılan tarihi, klâsik ve kadim Demokrat Parti; İlk kurulduğu 07 Ocak 1946'dan itibaren vaki bütün hak, mal ve hukuku, fiilen ve resmen iktisap ederek orijinal ad ve amblemle, Türk siyaset hayatındaki yeni ve ileri yerini almıştır.
Dolayısıyla; 1992 yılından itibaren ayakta, aktif ve hayattadır.  Hattâ resmen (yeniden) açılarak faaliyete geçtiği tarihten itibaren: Önce, dava, emanet ve vasiyete ihaneti ile maruf Aydın Menderes'in Büyük Değişim Partisi (BDP), DP'ye 1994 yılında iltihak etmiş, iltihakı tasvip etmeyen İstanbul İl Başkanı, Genel Başkan Yardımcısı ve Genel Başkan adayı Besim Tibuk Demokrat Parti'den ayrılarak 1995'de Liberal Demokrat Parti'yi kurmuş.; Bir süre sonra da, Korkut Özal'ın Genel Başkanlığı sırasında (Turgut Özal tarafından 'yeniden aktif siyasete dönmek amacıyla' kuruluşu yapılan) Yusuf Bozkurt Özal'ın Yeni Parti'si (YP), 1997 yılında DP'ye iltihak etmiş ve fakat; her şeye rağmen, 27 Mayıs ürünü "menfur mihraklar tarafından" her daim partinin inkişafına mani olunmuş ve gelişmesi sistemli, plânlı ve güdümlü müdahalelerle engellenmiştir.
2001 atağı ve Ankara Belediye Başkanı İ. Melih Gökçek'in de'facto (resmen değil fiilen) genel başkanlık görenine nasp edilmesinden sonra durum değişir. "Üçlü Çete"nin ağır hezimet ve akamet sürecinde, Demokrat Parti'ye iktidar yolu sonuna kadar açılır. Fakat alelacele tezgâhlanan oyunlar, şark kurnazı dessas düzenler ve (bedhahlarla) ittifak dolarlarının bastırması sonucu açılan yol (her şeye rağmen) kapılır ve kapatılır.
Bunu dâhili darbeler (2004), iç hesaplaşmalar, kirli oyunlar, pazarlama, satış ve peşkeş operasyonları izler. Zaten Yaşar ve Ömer'in parti işgali bu minval üzeredir. Bu arada, hakiki, halis ve samimi, gerçek demokratlar "ya soylu bir diriliş, ya onurlu kapanış" parolası ile Demokrat Parti'yi kurtarmak adına uzunca bir mücadele verseler de eyyamcı takımın elinden partiyi kurtarmaya muvaffak olamazlar. Sonunda olan olur ve Erkan Mumcu (ANAP) ile vaki anlaşma ve pazarlık gereği 08 Mayıs 2005 günlü sembolik kongre sonucu ANAP'a katılım, fiilen ve resmen gerçekleştirilir. DP'niz ANAP'a katılması ve Mehmet Ağar'ın DYP'sinin
Demokrat Parti adını alması tam bir üçkâğıtçılık, hile, desise, organize sahtekârlık ve suç teşkil eden bir faciadır. Bu utanç D(y)P'nin ANAP ile birleşip bütünleşmesine kadar fütursuzca devam eder. Makûs talihin son evresi bu birleşme ve bütünleşmedir. Böylece, artık geç de olsa "Merkez Sağ" teşekkül etmiş ve DP, 33 yılı mücavir iktidar ve beş büyük partinin bileşkesi (sentezi) haline gelmiştir.
NETİCE OLARAK
Hali hazır Demokrat Parti, Gültekin Uysal'ın Genel Başkanlığında ve 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu çerçevesinde siyasi, fiili ve hukuki faaliyeti ile insan hakları, adalet ahlâkı ve DEMOKRASİ mücadelesini "Anayasa ve yasalar" kapsamında nizami bir şekilde sürdürmekte olup; Merkez ve taşra dâhil bütün organları, kurulları ile ayakta ve hayattadır.
Demokrat Parti'nin, canlı, fiili, resmi ve aktif varlığına rağmen, tarihi, değerleri ve liderleri üzerinde müzmin biçimde tesis edilen "inatla sürdürülen ve çıkarlar uğruna ısrarla sergilenen" istismar, siyasi sömürü ve suiistimaller utanç vericidir! Bilmeyenler bilmeli, duymayanlar duymalı ve bu istismar artık son bulmalıdır!
Demokrat Parti'ye gelince:
Dönem itibarıyla tarihi dava, geleneksel misyon ve merkez sağı temsille mükellef bir siyaset kurumu sıfatıyla kendini bilmek; Bizzat kendisi 'tarihi, tabii ve kadim Demokrat Parti' olmak, gelenek ve gerçeği sahiplenmek; İnsan ve ülke bağlamında Merkez Sağ'ı toparlayıp; "Yeter; Söz Milletindir!" diyerek, siyasete vaziyet etmek zorunda ve durumundadır.
Biline.
 
 
 
 

 

03

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mahfi EĞİLMEZ
Mahfi EĞİLMEZ Hayat Hikayesine tıklayarak gidiniz!

 

HİTİTLERİ DÜNYAYA TANITALIM II  KADEŞ SAVAŞI KİM KAZANDI? (ntvmsnbc/ 25.08.2000)
 

Karnak, Luksor, Ramesseum, Abydos ve Abu Simbel'de bulunan eski Mısır tapınakları, mezar anıtları ve saraylarının duvarlarında yazılı ve çizili olanlara bakılırsa, Mısır firavunu II. Ramses'in, Kadeş savaşında, Hitit kralı Muvatallis'e karşı büyük bir zafer elde ettiği anlaşılıyor. Christian Jacq'ın dünyada çok satanlar listesine girmiş ve Türkiye'de de aynı konuma gelmiş olan beş ciltlik Ramses adlı kitabında da aynı şeyler yazılı. Dizinin, Kadeş Savaşı başlığını taşıyan cildinde II. Ramses'in başlangıçta yenilir gibi bir konuma düşmesine karşın sonradan toparlanarak Hititleri darmadağın ettiği ve Muvatallis'in kendisiyle barış yapmak için yalvar yakar olduğu anlatılıyor. Christian Jacq, bütün bunları yukarıda saydığımız tapınak, mezar ve saraylardaki yazılardan aktarıyor. Yani özetle konuya Ramses ve onun saray yazman ve şairlerinin gözüyle bakarak bir öykü yaratıyor. Böyle yapması son derecede doğaldı. Çünkü romanı, Mısır'ın tanıtımına ilişkin bir sipariş üzerine yazmıştı.

Mısır kaynakları ve sonradan bu kaynaklara dayanılarak yazılan öyküler Hititleri barbar ve istilacı bir ulus olarak sunuyorlar. Bunlara göre Mısırlılar, ülkelerini ve ulaştıkları üstün uygarlık düzeyini korumak isteyen bir ulus. Bu konuda o kadar çok kitap ve yazı var ki bugünkü dünya bu yaklaşımı fazlasıyla benimsemiş durumda.

Gerçek böyle mi acaba? Bilim her konuda bu soruyu sorarak başlar işe. Hitit tabletlerindeki Hititçe yazılar çözüldükten ve savaşın sonuçları değerlendirildikten sonra gerçeğin tam tersi olduğu çıkıyor ortaya. Eğer bu tabletlere ulaşılamasa ve savaşın sonuçlarının ne olduğu anlaşılamasa Mısırlıların Hititlere karşı Kadeş'te büyük bir zafer kazandığı sanılacaktı. Gerçi bu kaynaklara ulaşılmış ve gerçek ortaya çıkmış olsa bile Mısırlıların bu savaşta zafer kazandığını ileri sürenler hala var. Bunların başında da Christian Jacq geliyor.

Hititler Barbar mı?

Eski dünyanın merkezi Anadolu ve Ortadoğu idi. İÖ yaklaşık olarak 1800'lerde Anadolu'da Hititler ortaya çıktı. Hititlerin ortaya çıktığı tarihlerde Anadolu'dan Suriye'ye kadar uzanan coğrafyada en önemli iki krallık Hititler ile Mitanniler'di. Aynı coğrafyada bulunan çeşitli beylikler Hititlere bağlıydılar. Bu bağlılık, ödenen vergiler karşılığı bir özerklik içeriyordu. Buna karşılık o ülkelerin, Hitit kralı savaşa giderken ona asker vermek zorunluluğu vardı.

Hitit krallığını bir imparatorluk haline getiren kral Suppiluliuma'dır. İÖ 1375 ile 1335 arasında hüküm süren Suppiluliuma çağın önemli krallıklarından olan Mitanni devletini yıkarak imparatorluğunun sınırlarını Lübnan'a kadar genişletiyor. Buraları fethetmesine karşın buralarda yaşayan insanları köle yapmıyor. O ülke halklarını Hitit imparatorluğuna bağlı halklar haline getirmekle yetiniyor ve içişlerinde özerk bırakıyor. Bu bilgiler yalnızca Hitit tabletlerinde taraflı yazılmış olabilecek yazılardan değil, aynı zamanda o dönemde yaşamış tarafsız ulusların tabletlerinden de anlaşılıyor. Oysa aynı dönem Mısır'ında inanılmaz bir kölelik düzeni sürüyor. Köleliğin boyutları o kadar aşırı ki sonuçta Ramses döneminde Yahudilerin isyanı ve Musa'nın yahudileri alarak Mısır ülkesini terketmesine kadar varıyor işler.

Kaldı ki Hititlerin yayılmacı bir politikadan çok kendi imparatorluklarını koruma amacına dayalı ilerlemeleri söz konusu. Bunu da Hititlerin kurucusu kabul edilne kral Labarnas'ın yazdırdığı bir tabletten anlıyoruz. Şöyle diyor Labarnas: "Ve ülke çok küçüktü…Ne tarafa kıpırdansa hemen bir düşman ülke ordusu yolu kesiyordu." Labarnas bu durumdan kurtulmak, en azından tüccarlarına yol açmak amacıyla çevreyi ele geçirerek krallığı büyütmeye başlamıştı.

Hititler, ele geçirdikleri ülke halklarını köle yapmaz onlara bir çeşit özerklik tanırken, Mısırlılar kendi içlerinde yaşayan insanları köle yapıyorlar. Hitit uygarlığının üzerinden Frigler, Romalılar, Selçuklular ve Osmanlılar geçtiği için geriye kalan kalıntılar ne yazık ki Mısır'da kalanlardan daha az. Ona karşın bu uygarlığın sanat, kültür ve bilim alanında oldukça ileriye gittiğinin kanıtları duruyor hala. Kaldı ki Asurlulardan öğrendikleri ticareti de oldukça geliştirmiş oldukları anlaşılıyor. Demek ki Mısır yazıtları ve resimleri Hititleri barbar ve istilacı olarak gösterirken gerçeği anlatmıyor.

Savaşta Hititler mi Daha Üstün Yoksa Mısırlılar mı?

Bu konuda da çeşitli tezler ileri sürülebilir. Çoğu çıkarsamalar yine tapınaklarda yer alan yazı ve resimlerden geliyor. Buna karşılık bugün elimizde iki önemli bulgu var Hititlerin savaş gücü ve tekniğiyle ilgili. Bunlardan ilki Hitit başkenti Hattuşa'daki kazılar sırasında bulunmuş olan yaklaşık bin satır uzunluğundaki bir metni içeren bir tablet. Hititçe yazılmış olan tablette at yetiştiriciliği ve binicilik kuralları anlatılıyor. Bu metin, Hititlerin bu konuyu hangi uzmanlık düzeyine getirdiklerini ortaya koyuyor. Gerçi metnin yazarı Kikkuli adında bir Hurri ve Mitanni ülkesinden getirtilmiş ama Hititler ondan aldıkları eğitimle işi bir sanata dönüştürmüşler.

Hititlerin savaş gücünü gösteren ikinci kanıt savaş arabaları. Hitit savaş arabası o zamana kadar kullanılan 4 tekerlekli savaş arabalarından farklı olarak 6 tekerlekliydi. Tekerlekler de, diğer ülkelerin savaş arabalarında kullanılan tek parça tahtadan yapılmış tekerleklerden değildi. Bugünkü tekerleklere benzeyen çubuklarla desteklenmiş tekerlekler kullanılıyordu. Dolayısıyla savaş arabaları çok daha hafif ve hareket yeteneği yüksek olabiliyordu. Arabanın benzerlerine göre hafif olması her savaş arabasında iki yerine üç askerin yer almasına olanak sağlıyordu. Askerlerden birisi arabayı sürüyor, ikincisi arabadaki diğer iki kişiyi koruyacak biçimde kalkan kullanıyor, üçüncüsü ise ok ve mızrak atıyordu.

Kadeş savaşında Mısır ve Hitit ordularının sayıları hakkında çeşitli iddialar var. Mısırlılar, savaştaki fedakarlık ve kahramanlıklarını abartmak için rakibi fazla sayıda göstermek ihtiyacı duymuşlar. Bugün kabul edilen genel görüşe göre Hititler bu savaşa 17,000 piyade ve 4,500 savaş arabasıyla katılmışlar. Her savaş arabasında 3 asker olduğuna göre 13,500 de arabalı asker demektir. Buna göre Hititlerin toplam savaşçı sayısı 30,000 dolayında bir sayıyı göstermektedir. Buna karşılık Mısırlıların 20,000 dolayında olduğu sanılmaktadır. Bu sayılar kesin değil. Buna karşın Kadeş savaşında Hititlerin Mısırlılara karşı sayısal üstünlüğü olduğu biliniyor. Bu da Hititlerin savaş gücünü ve üstünlüğünü gösteren üçüncü kanıt.

Savaşa Giden Yol

O zamana kadar bilinen dünyanın en büyük iki imparatorluğu olan Hititlerle Mısırlılar niçin savaşa girdiler? Bu soruyu yanıtlamak için biraz geriye gidelim.

Tek tanrıya inandığı için sapkın firavun diye adlandırılan firavun Akhenaton'un ölümünden sonra yerine büyük oğlu Smenkare geçiyor. Smenkare'nin ölümle sonuçlanan kısa süren firavunluğu sonrasında Mısır tahtına Tutenkamon geçiyor. Tahta geçtiğinde Tutenkamon henüz çocuk yaşta. Üvey kızkardeşi Ankesenamon ile evlendiriliyor. Tutenkamon 18 yaşındayken, sonradan mumyası üzerinde yapılan röntgen incelemeleriyle anlaşıldığı üzere, kafatasına aldığı bir darbeyle öldürülmüş. Cinayetin Başrahip Eje tarafından işlendiği kabul ediliyor bugün.

Buraya kadarki öykü konumuzu çok yakından ilgilendirmiyor. Yalnızca altyapıyı verebilmek için değindim. Konumuzu asıl ilgilendiren bölüm dul kalan kraliçe Ankesenamon'un başına gelenler ve bunların Hititlerle ve Kadeş savaşıyla ilgisi.

Başrahip Eje, firavun Tutenkamon'u öldürdükten sonra firavun olmak istiyor. Bunun en kestirme yolu kraliçe Ankesenamon ile evlenip tahta geçmek. Ankesenamon, kocasını, Eje'ın öldürdüğünü bildiği için mi yoksa Eje kendisinden çok yaşlı olduğu için mi bilinmez onunla asla evlenmek istemiyor. Ama Eje bu konuda kararlı. Ankesenamon'un bulabildiği tek çözüm adını ve ününü duyduğu Hitit kralı Suppiluliuma'dan yardım istemek. Suppiluliuma'nın oğlu II. Murşiliş'in yazdığına göre bu yardım isteği şöyle çıkıyor ortaya: "Mısırlılar, Amka zaferini duyunca korktular. Üstelik firavunları da ölmüş olduğu için, Mısır'ın dul kraliçesi babama bir elçi ile şu mektubu yolladı: Kocam öldü. Benim oğlum yok. Duyduğuma göre sende oğul çokmuş. Eğer bana oğullarından birisini verirsen onu koca yapacağım. Tebamdan birisini kocam yapmayı asla istemiyorm. Ona koca olarak saygı duyamam." II. Murşiliş devam ediyor: "Babam bunu duyunca inanamadı. Hatti'nin büyüklerini toplayıp danıştı." Sonunda Suppiluliuma, danışmanı Hattuşa-ziti'yi Mısır'a elçi olarak gönderip durumu tam olarak anlamayı kararlaştırdı. Hattuşa-ziti, Mısır'da gerekli araştırmaları yaparken Suppiluliuma bir yandan da Karkamış'ı ele geçiriyor ve inanılmaz büyüklükte bir savaş ganimeti elde ediyordu. Bu, onun Ortadoğudaki ününü iyiden iyiye arttırmış olmalı. Bir süre sonra Hattuşa-ziti, Ankesenamon'un ikinci mektubuyla dönüyor. Mektupta Suppiluliuma'ya hitaben şunlar yazılı: "Niçin bana inanmıyorsun? Niçin alay edildiğini sanıyorsun? Ben başkasına değil yalnızca sana yazdım. Bir çok oğlun olduğu söyleniyor. Oğullarından birini bana verirsen o, hem bana koca hem de Mısır'a kral olacak." II. Murşiliş devam ediyor anılarına "Babam iyi yürekli olduğu için kadının sözünü dinledi ve göndereceği oğlunu seçti." Suppiluliuma, Mısır firavunluk soyunun Hititlere geçeceği hayalini kurarak oğlu Zannanza'yı küçük bir askeri birlikle Mısır'a yollar. Hitit tabletlerinden anlaşılacağı üzere, prens Zannanza'nın sınırı geçtikten bir süre sonra öldürüldüğü haberi gelir Hitit ülkesine. Firavun olmak için gün sayan Eje, Ankesenamon'un bu girişimini öğrenmiş ve Mısır orduları başkomutanı Horemheb aracılığıyla yolladığı orduyla Zannanza'nın birliğini kuşatarak yok ettirmiş hepsini. Suppiluliuma, bu olaya çok üzülmüş. Yine tabletlerden anlaşıldığına göre günlerce ağlamış ve intikam yeminleri ederek başta fırtına tanrısı Teşup olmak üzere tanrılara kurbanlar sunmuş. Zannanza'nın davet edildiği bir ülkede cinayete kurban gitmiş olması Suppiluliuma ve bütün ailesi üzerinde bir Mısır nefreti yaratmış olsa gerek. Ne var ki o sırada Anadolu'da yayılmağa başlamış olan veba salgını bu nefret ve intikam duygularının yoğunluğuna karşın Suppiluliuma'nın Mısır üzerine bir seferi göze almasını engelliyor. Nitekim Suppiluliuma da vebaya yakalanıp İÖ 1335 yılında ölüyor. Ardından tahta geçen oğlu III. Arnuvandas da yalnızca bir yıl krallık yaptıktan sonra vebadan ölünce tahta II. Murşiliş geçiyor. Tahta geçer geçmez, Hitit imparatorluğunda bu kadar taht değişimini fırsat bilerek ayaklanan Arzava'lılarla savaşa girişiyor. İki yıl süren bu savaş sonunda Arzava ülkesini yıkıyor. Kuzey'de ayaklanan Kaşka'lıları ve diğer ulusları da yeniyor. II. Murşiliş'ten günümüze kalanlar yalnızca babası Suppiluliuma'yı anlattığı anılar değil. Onun çok ünlü bir de veba duası var. II. Murşiliş, ardında büyük ve güçlü bir imparatorluk bırakarak İÖ 1306'da ölüyor. Tahta oğlu Muvatallis geçiyor.

Bu sırada Mısır tahtında Akhenaton'la birlikte ortaya çıkan geveşeklik ve karışıklıklar sonrasında artık güçlü bir firavun vardır: II.Ramses. II. Ramses, daha imparatorluğunun ilk yıllarında düzeni kurmak ve Mısır'ın gücünü çevreye kabul ettirebilmek için seferlere başlıyor. Hititler açısından bardağı taşıran damla Suriye topraklarında Hititlere bağlı olarak yaşayan Amurruların birden Ramses'e bağlılıklarını açıklamaları. Amurru prensi Benteşina, kendisine çok daha fazla tavizler önermiş olan II. Ramses'in sözüne güvenerek Hititler'den kopmuş ve Mısırlıların safına katılmıştı.

O dönemin güç dengeleri içinde II. Ramses'in ilerleyişini durduracak tek güç vardı dünyada: Hititler. Artık Muvatallis için yapacak başka bir şey kalmıyordu: Hem sınırlarına yeniden biçim vermek hem de Suppiluliuma'dan kalma intikamı almak (Prens Zannanza'nın öldürülmesi olayı). Dolayısıyla iki ulusun savaşa girişmesi kaçınılmazdı. Öyle de oldu. İki ordu, Halep ile Şam'ın ortasında bir yerde olan Kadeş'te karşı karşıya geldiler.

Bu noktada savaşı Hititlerin değil Mısırlıların çıkardığına ve gerçek barbar aranıyorsa bunun kim olduğuna dikkat etmek gerekir.

Savaşı Kim Kazandı?

İki büyük ordu İÖ 1296'da Kadeş yakınlarında karşılaştılar.

Ramses'in Kadeş'e yaklaşımı askeri strateji açısından hataların en büyüklerinden birisi olarak tanımlanıyor bugün. Ordusunu dört bölüme ayırmuştı. Her bir bölüm Mısır'ın en büyük tanrılarının adını taşıyordu: Amon, Ra, Ptah ve Seth.

İlk karşılaşmada Muvatallis'in, kardeşi III. Hattuşiliş ve oğlu Urhi Teşup ile birlikte kumanda ettiği Hitit birlikleri, Ramses'in ordularını darmadağın edivermişti. Ramses canını zor kurtarmış kendisini Amon tümeninin içine zor atmıştı. Savaşa soktuğu Ra tümeninden geriye çok az asker kaldığı anlaşılıyor. Onlar da tam bir bozgun halinde kaçmağa başlamışlar. Bu ilk yenilgi Mısır yazıtlarında şöyle anlatılıyor: "Yürüyüş kolundaki Ra tümeninin ortasına saldırdılar. Ra tümeni harekat halindeydi. Savaşa hazır değildi. Bu nedenle majestelerinin (II. Ramses) askerleri de savaş arabaları da onlar (Hititler) karşısında yenildi."

Amon tümeni, ordunun geri kalanından ayrılmıştı. Hitit savaş arabaları yapılarının getirdiği hafiflik ve manevra üstünlüğüyle kısa sürede Amon tümenini de sarmışlardı. Üstelik Ramses de sarılmış olan Amon tümeninin ortasındaydı. Tam anlamıyla bir toplu yok edilmenin eşiğindeydi Ramses ve Amon tümeni. Onların yok edilişinin ardından başsız kalan Ptah ve Seth tümenlerinin yok edilmesi çok kolay olacaktı. Hitit imparatorluğunun önünde Mısır toprakları açılıyordu artık Hitit ordusu pek çok ulustan derlenmiş askerlerden oluştuğu için disiplini çok güçlü değildi. Mısır ordugahına girdikleri anda yağmaya başladılar. Emir komuta herşey bir anda yok olmuştu. Mısır ordugahı çok zengindi. İşte tam bu sırada Mısır yazmanları ve şairlerine göre Ramses, tanrısal bir güçle Hitit askerlerine saldırıp onları dağıtıyor ve savaşı birden lehine döndürüyor. Bundan sonra Ramses'in kahramanlığı üzerine öyküler sonu gelmez biçimde sıralanıp duruyor Mısır yazıtlarında. Aynı kaynakları kullanan Christian Jacq da Ramses dizisinin Kadeş adlı bölümünde Ramses'in kahramanlıklarını ve elde ettiği zaferin öyküsünü anlatıyor.

Oysa Hitit kaynakları böyle anlatmıyor. Mısır ordugahının yağmasına dalmış bulunan ve emir dinlemez halde olan Hitit askerleri hiç beklenmeyen anda küçük ve düzenli bir birliğin saldırısına uğruyorlar ve toparlanmaya fırsat bulamadan dağılıyorlar. Bu birliğin nereden geldiği bugün hala bir sır. Fakat bu birliğin Ramses ordularına ait olmadığı kesine yakın bir biçimde biliniyor. Çünkü Ramses'in ağzından şöyle anlatılıyor: "Yanımda ne bir prens var, ne bir sürücü, ne bir piyade subayı, ne de bir araba savaşçısı. Yaya askerim de araba savaşçılarım da beni onların karşısında ganimet gibi bırakarak çekip gitti. Onlarla savaşmak için kimse beklemedi."

Savaş bir süre daha sürüyor. Ondan sonra her iki ordu da geri çekildiği için kimse kimseye üstünlük sağlayamıyor. Mısır kaynaklarında Muvatallis'in Ramses'e şöyle bir mektup yolladığı yazılı: "…Mısır ve Hatti ülkeleri senin emrindedir ve ayaklarının altına serilmiştir..." Oysa o durumda Hitit kralı Muvatallis başkent Hattuşa'dan yaklaşık 600 kilometre uzakta, Suriye topraklarında bulunmaktadır. Daha iki ordu arasındaki ilk çatışmada Mısır orduları geriye dönmek zorunda kalmışlardır. Dolayısıyla Muvatallis'in bu tür bir mektup yazması için ortada hiç bir neden yok. Bugün, çoğu araştırmacı böyle bir mektubun Ramses'in hayal ürünü olduğu konusunda hemfikir.

Mısır tapınaklarında, mezarlarında ve saraylarında Ramses'in Kadeş savaşını kazandığına ilişkin yazılara ve resimlere karşılık savaşı Hititlerin kazandığını gösteren bazı kanıtlar var ortada. İlk kanıt: Prens Benteşina'nın Mısır'a bağladığı Amurru ülkesinin savaştan hemen sonra yeniden Hititlere bağlı hale getirilmesidir. İkinci kanıt savaştan yaklaşık 9 yıl sonra Hitit kralı III. Hattuşiliş ile II. Ramses arasında imzalanan Kadeş barış antlaşması (İÖ 1286) sonrasında Hattuşiliş'in büyük kızını Ramses'e çok büyük törenlerle gelin vermesidir. Ramses, sonradan Maatnefrure adını alan bu kızı Başkraliçe yapmıştır. Böylece bir Hititli Mısır sarayında başkraliçeliğe gelmiştir. Savaşı kazananın değil kaybedenin kabul edebileceği bir gelişme bu.

Hitit kaynakları ve diğer kaynaklar bulununcaya kadar Kadeş savaşının kesin galibinin Mısırlılar olduğu sanılıyordu. Buna karşın böyle bir galibiyetten sonra nasıl olup da Hititlerin Amurru prensliğini kendilerine yeniden bağladıkları ve yine nasıl olup da Mısır'ın Hitit ülkesini haraca bağlamadığı anlaşılamıyordu. Bugün bilinen, Hititlerin bu savaşı kazandıkları ama galibiyetlerinin sonradan yağma sırasında müdahale eden bir birlikçe durdurulduğu biçimindedir. Özetle her iki ulus da bu savaştan kesin galibiyet elde edemese de savaştan sonra Hititler'in, Mısırlılara karşı çok daha üstün bir konuma geçmiş olması savaşta Hititlerin üstün geldiğini ortaya koymaktadır. Dolayısıyla Mısır kaynaklarına dayanarak aksini anlatan öyküler ya da yorumlar doğru değildir.

Hititleri, Christian Jacq'ın, dünya çapında çok satan Ramses romanından barbar ve istilacı bir ulus olarak tanıyanları ve Mısırlılar'ın Hititleri Kadeş Savaşında yendiğini düşünenleri hayal kırıklığına uğrattığımızın farkındayız. Ama öyküler ile bilimsel kanıtlar her zaman örtüşmüyor.

Kaynaklar:

  1. Ana Britannica, Cilt 12, s. 370 - 71.
  2. Christian Jacq, Ramses: Kadeş Savaşı, 1998.
  3. C.W.Ceram, Tanrıların Vatanı Anadolu, 1994.
  4. Ekrem Akurgal, Hatti ve Hitit Uygarlıkları, 1995
  5. İlhan Akşin, Hititler,1991.
  6. Jürgen Seeher, Hattuşa Rehberi (Hitit Başkentinde Bir Gün), 1999.
  7. C.W.Ceram, Tanrılar, Mezarlar ve Bilginler, 1994.
  8. Bob Brier, Tutanhamon Olayı, 1999.
  9. Muazzez İlmiye Çığ, Hititler ve Hattuşa, 2000.
  10. Mahfi Eğilmez, Ortadoğuda Siyaset 1 ve 2 (Light Günlük kitabı içinde).

Not: Hahfi EĞİLMEZ'DEN Tabibimiz üzerine sitesinden alınarak dergimizde yayınlanmıştır!

 
 
 

 03

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mustafa TURAN
Mustafa TURAN Hayat Hikayesi
YAZARLAR MI KİTAPLAR MI?
Yazarları mı kitapları hatırlatıyor, yoksa kitaplar mı yazarları? Sorusu gündeme gelse acaba ne cevap veririz! İlk akla gelen şey, ikisi de birbirini hatırlatır olur her halde. Çoğu yazar onlarca kitabı arasından, tanınmış ve tutulmuş biriyle isim yapar genelde.
Çünkü Kaşgarlı Mahmut deyince hemen, kitabı “Divan ü lügati’t-Türk” akla gelir. Yusuf Has Hacip ismi ,“Kutat Gu Bilig” i çağrıştırır. Firdevsi’den söz edildiğinde,  şaheseri “Şehname”sanki yüzümüze güler.
Yunus’tan dem vursak “Divanı “ nı hatırlarız. Mevlana ile “Mesnevi” si  kol kola yürür. Sadi’nin adı geçse, hemen “Gülistan” canlanır hafızamızda. Fuzuli,“Su Kasidesi”yle öyle yücelir ki, yürürken yıldızlar takılır ayaklarına. Evliya Çelebi, seyahatnamesiyle özdeşleşmiştir. Katip Çelebi desek, sayıveririz kitaplarını bir çırpıda. İbni Sina’yı yad etsek , “El-Kanun”un Avrupa’yı aydınlattığını görür gibi oluruz. Gazali’yi zikretsek, “İhya”sının dünyayı ihata ettiğini temaşa ederiz. Mehmet Akif ‘le   “Safahat”ı  ikiz kardeş gibidir Asım Köksal’ın, “İslam Tarihi”nde Asr-ı Saadet’in muştusunu duyar gibi oluruz. Cemil Meriç adı; “Bu Ülke”ile zirveleşmiştir. Arif Nihat Asya,“Bayrak”la pervaz etmiştir mavi göklere . Yaşar Kemal’in “İnce Memed”ini kundaktaki çocuk dahi bilir.  Ali Fuat Başgil,”Gençlerle Başbaşa”sında,ebedileşmiş ve abideleşmiştir. Necip Fazıl ismi,”Sakarya” ile kucaklaşmış,”Çile” ile ölümsüzleşmiştir. Şair Yılmaz Güney,”Sonsuz Bekleyiş”iyle  taht kurmuştur gönüllere. Cahit Sıtkı,“35 yaş”ıyla oturmuştur edebiyatımızın zirvelerine. Necati Cerrah’ın “Güle Hasret”i  duygulandırıp,kanatlandırır ve boğar sizi göz yaşlarına. Oktay Sinanoğlu’nun “Hedef Türkiye”si sizi ,rihteri yüksek bir depremle sarsar.
Ahmet Kabaklı, “Temellerin Duruşması”ıyla şahikalarda taçlanmıştır. 
Geçtiğimiz Mart ayında TV deki bir sobet esnasında, sunucu bana: “Hocam! Sizin isminizi, cisminizi, resminizi ne zaman ve nerede, görsem Çanakkale’yi görür gibi oluyorum.” diye açış yapmıştı. Bu yaklaşımı, bana seslendirenlerin çokluğundan tahmin ediyorum ki, demek ki biz de okuyucu üzerinde, “Destanlaşan Çanakkale” ile iz bırakmışız.
Ne mutlu o kişiye ki, kitaplarla yakın dostluklar kurma bahtiyarlığına ulaşmıştır.

 

 
 

 
 
 04

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI Hayat Hikayesi
DİASPORANIN SESİNİ KESMEK
Soykırımın bal gibi belgesi olur. Eğer Ermenilere soykırım yapılmışsa, bunun da belgesinin olması gerekir. 1.5 milyon Ermeni'nin öldürüldüğü savunuluyor. Nerede bunların toplu mezarları? Göstersinler açalım mezarları.'' Soykırım iddiasında bulunanlar ile hükmü verenlerin aynı kişiler veya kesimler olduğuna dikkat çeken Prof. Dr. Halaçoğlu, ''Yani savcı ve hakimler aynı kişilerdir. Bu nedenle de soykırım olmadığını söyleyenlerle diyalog kurmaktan kaçınmaktadırlar'' dedi.
            ''ERMENİLER MASUM MASUM YERLERİNDE OTURMAMIŞLAR''-
            TTK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, ''bazı ülkelerin parlamentolarında parmak kaldırmak suretiyle bir ulusu mahkum etmelerinin çok yanlış olduğunu'' dile getirerek, şunları kaydetti: 'Ermeniler, tehcir öncesinde iddia edildiği gibi hiçbir faaliyette bulunmayan bir durumda değildiler. Anadolu'nun hemen yer yerinde isyan ve Osmanlı’ya ihanet etmişler ve en önemlisi de Osmanlı Devleti'nin savaş içinde olduğu devletlerle anlaşmışlar, onların ordularına asker vermişler, onlardan silah alarak fiilen Osmanlı Devleti'ne karşı resmen ilan edilmemiş bir savaşa girişmişlerdir. Dolayısıyla Osmanlı Devleti, güvenlik nedeniyle onları savaş alanı dışına sürmüştür. Ermeniler, masum masum yerlerinde oturmamışlar. Sevk edilen kafilelere hazırlık yapmaları için 1 hafta ile 15 gün arasında süre verilmiş, her türlü imkan sağlanmıştır. Kadın ve çocuklardan ailesi olmayanlar yetimhanelere ve zengin ailelerin yanlarına verilmiş, savaş sonrası bunlar ailelerine teslim edilmiştir. Müslüman olan Ermeniler'in de kendi dinlerine dönebilecekleri ilan edilmiştir.''
            Halaçoğlu konuşmasında, tehcir sırasında 37.500 Ermeni'nin salgın hastalıktan öldüğünü anlatarak, buna karşılık Osmanlı ordusunun kaybının ise 402 bin olduğunu bildirdi. Yusuf Halaçoğlu, 37 bin 500'ün yanı sıra 6 bin 500-8 bin 500 arasında Ermeni'nin eşkıya saldırısı, 230 bin Ermeni'nin de Kafkasya'da hastalık, soğuk veya açlıktan öldüğünü ifade etti.
           TÜRK MİLLETİNE KARŞI YARGISIZ İNFAZ
            Mesele çok boyutlu. İncelediğimiz konferans çerçevesinde bütün boyutları ile konu inceleniyor ve dikkatle irdeleniyor. O nedenle biraz daha ayrıntıya girmek gerek. Şöyle ki: Yapılanları ''Türk milletine karşı yargısız infaz'' olarak nitelendiren Halaçoğlu, yazar Orhan Pamuk'un bir İsviçre gazetesinde yayınlandığını belirttiği ''Türkiye'nin Ermeni katliamı gibi tabulaşmış konuları açıkça tartışmaya başlamasının zamanı geldi. Bu bilgiler Türk halkından saklanıyor ve bu iyi bir şey değil. Bu konunun tabu olduğu ve tartışılamadığı bir ülkede yaşamak utanç verici'' şeklindeki sözlerine işaret etti.
            TTK Başkanı Halaçoğlu, konuşmasını şöyle tamamladı: 'Konunun tartışılmasını engelleyen kim? Beyefendi geliniz her ortamda tartışalım. Dağarcığınızda ne varsa söyleyiniz ve cevabınızı alınız. Tabulaştıran sizsiniz. Bu toplantıya katılmayanlar da sizin gibi aynı düşüncede olanlardır. Ben bu ülkede yaşamaktan, bu milletin bir ferdi olmaktan onur ve gurur duyuyorum. Bizim tartışmaktan utanacak ne bir tarihi geçmişimiz, ne de sizin bilmeden söylediğiniz bir soykırım vardır. Ancak sizler gibi ellerinde hiçbir araştırma olmadan, bilimsel çalışma yapmadan sorumsuzca ve insanlık değerlerini ayaklar altına alarak konuşan kimseler var. Bize demokrasi dersi vermeye hakkınız yok. Siz önce Fransa'ya ve demeç verdiğiniz İsviçre'ye bakınız ve sözlerinizde samimiyseniz oradaki yasaklara bakınız ve bu ülkelerdeki yasakları dile getiriniz. Kendinizi nasıl savcı ve hakim yerine koyabiliyorsunuz, nasıl rahat yuyabiliyorsunuz?''Aslında, Tasnakçı komite reisleri bugunku konferansa katılmayarak suçlarını kabul ve itiraf  ediyorlar. Sükut ikrardan gelir.
            TTK Başkanının konuşmasından sonra Arslan TEKIN, 37 sivil orgut bir araya getiren Sivil Toplum Kuruluslari Birligi, ITÜ Macka kampusunde, bugun "Turk Ermeni ilişkilerinde Tarihi Gercekler" konulu konferansı duzenlediğini, yarın da konferans sergi ve sunumların devam edeceğini bildirdi. Birligin baskani Prof. Dr. Aysel Eksi. Sivil orgutler şu ölüm kalım zamanında asgari mustereklerde birlikte hareket etmelidirler. Dedi. Ve devamla: “Teferruatla ugrasılmamalıdır. "Ulusalcılar" dediklerine, her seyden once "inanc ve bilinç" noktasında cok farkli olmakla beraber, ulke butunlugu icin her faaliyetlerine destek verdim. (oysa ben, Inanc meselesinde son derece hassasım, bu hassasiyetim dindarlıktan baksa bir sey. "Inanc" Turk'un temel kıymetidir. Inanc uzerinden "ilericilik", "çagdaslik" gibi gereksiz tartısmalara girmek kimseyi bir noktaya getirmez. Getirdigini bilen, duyan var mı ?! Bir insan ne gericidir, ne de çag dısıdır.Bu kavramlarin içi bos... Bu ayri... Ulke butunlugunu savunmanın "inanc"la alakası olmadıgını da bilirim! Alnı secdeden kalkmayan bir cok insan Turkiye'yi pazarlayan ateistlerle, pagan, dönme ve devşirmelerle beraber... Kimi muhafazakar gazete yoneticileri sayfalarını bu tiplere açmış. "inançlı" milliyetçilere kufrettiriyorlar!) Bu konferansın cok onemli bir ozelligi var. Turk'e kufredeni de cagirmislar, Turk'u seveni de... Sadece "ilim" diyeni de... "Turkler Ermenileri kesmistir" tezini savunanlarin hicbiri konferansa katilmayi kabul etmemisler.Erivan Devlet Universitesi Rektoru Profesor Radik Martirosyan'in katilmama bahanesi adamin aklinda zoru var dedirtecek turden: "Davetinizde soykirim yerine "savas trajedisi" demeniz bir gercegin inkarıdır. Zira, bu gercek dünyada pek cok parlamento tarafindan resmen tanınmıstır. Bazı ulkelerde "Soykırım yoktur demek" ağır suctur. Toplantınıza katılamayacagım." Ve Tasnakci zihniyetteki daha bir bircok Ermeni de benzer nedenlerle gelmiyor. Onlar gelmez ama bizdekilere ne oluyor!... "Tasnakci reisler" de kaciyorlar.
            Erivan tezlerini savunmak icin goguslerini siper eden Prof. Dr. Murat Belge, Doc. Dr. Halil Berktay, Prof. Dr. Selim Deringil, Prof. Dr. Mete Tuncay da konferansa katilmayi reddetmisler. (Bu isimler Bogazici, Bilgi ve Sabanci universitelerinin rektorlerini parmaklarinda oynatmakta, istedikleri gibi yonlendirmektedirler.)
Acı olan şu ki: Bu memleketin suyunu icen, ekmegini yiyen bu tür adamlar ve gibileri, Ermeni tezlerini destekleyen yurt ici ve yurt dısı konferanslar olunca hiçbir mazeret uretmeden kosa kosa gidiyorlar. Gel işte, sana bir fırsat! Haklıysan haklılıgını haykır... Sen korkundan tezini desteklemeyeni cagırmadın... (Ayni zamanda ulkenin guvenligini ilgilendiren bir mevzuda Turkleri katil gostermek icin konferans duzenleyerek Tasnakci tezlerin propagandasini yapmak, karsı fikri konusturmamak hakikaten suc mu, degil mi? Hukukcular bunun uzerinde dusunmelidirler.) Ermeni tezlerinin çıgırtkanlarının seslerinin kısılması, hattâ kesilmesi gerekiyor... Onun icin 37 sivil orgutun çabasını önemsiyorum.
            İLBER ORTAYLI:
''TÜRK TOPLUMU 'KASAPLIK' TÖHMETİYLE KARŞI KARŞIYA''
            Halen Topkapı Sarayı Müzesi Müdürü İlber Ortaylı da, Türk toplumunun tarihi, yaşadığı an ve geleceği itibariyle ''kasaplık'' töhmetiyle karşı karşı bulunduğunu ifade ederek, ''Jenositi (soykırım) kabul ettirerek Türkleri de 'kasaplar kulübüne' almak istiyorlar'' dedi.
            Sempozyumda konuşan Prof. Dr. İlber Ortaylı, jenositin hukuki bir terim olduğunu ve jenosit konusunda Türk hukukçularının hazırlıksız bulunduklarını kaydederek, yakın tarihini iyi bilmeyen Türk milletinin de hazırlıksız yakalandığını anlattı.

 

 

 
 
 
 05

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Atilla ALPAY
Atilla ALPAY Hayat Hikayesi
KONUŞMA DİLİ VE ÇORUM AĞZI
Osmanlı Devletinin  en geniş ve yaygın zamanlarını  ele alacak  olursak  çok sayıda  lisanın  Osmanlı  coğrafyasının  hemen her yerinde konuşulduğunu ve bir dil birliğinden bahsetmenin mümkün olmadığını  görmekteyiz. Gayet tabii karşılanması gereken  bu hal  mucibince de Çorum ve havalisi geldiği yerdeki lisanı konuşmaya  devam ediyordu denebilir.
Ayrıca hiç bir dil konuştuğu gibi yazılmamakta ve yazıldığı gibi de konuşulmamaktadır. Bu itibarla konuşma ve yazı dili olarak ikiye ayrılan güzel Türkçemiz iç Anadolu ve bölgemiz içinde aynı şekilde mütalaa edilebilir.
Yazı dili aynı zamanda bir milletin kültür dili demektir. Osmanlı Devletinin erken devirlerindeki lisan birliğini sağlama çabalarını saymazsak bir müddet sonra gelişen ve kabul gören yazı dilini İstanbul Türkçesi veya şivesi diye de tanımlayabiliriz. Fakat buna mukabil günlük konuşma dilinde bu birlik Osmanlı coğrafyasının hemen hemen hiç bir yerinde sağlanamamıştır ama buna rağmen bölgesel ağızlar arasında hiç bir zamanda bir çatışma çıkmamış Anadolu insanı bütün bu farklılığa rağmen birbiri ile anlaşmaya yüzyıllar boyunca güzellikle edegelmiştir. Buna sebeb Türkmen ekseriyetin ve Oğuz boyları hâkimiyetinin oluşturduğu bir Milli Birlik içinde olmaları ve geldikleri Orta Asya’da da bir devlet geleneği içinde yaşamalarıdır.Anadolu’nun Türkleşmesi ile gelenler lisanları, adet ve gelenekleri, töreleri ve kanunları ile gelerek burada yeni bir medeniyet kurdular. Bu itibarla lisan, dil ve edebiyat da kurallarıyla aynen taşınmış oldu.
Bu konuda ellili yıllarda araştırmalar yapan Çorumlu eski Dil’ciler Oğuz Boylarının, oba ve soy isimlerinin Orta Asya’dan aynen gelerek Selçuklular zamanında köy isimleri olarak kullanıldığını; yüzyıllar içinde de bu köylerden il merkezine gelenlerin hala bu isimleri kullanmaya başladıklarını söylemektedirler.
Cumhuriyetin ilanından sonra da yine bu isimler soyadı haline dönüşerek hala yaşamaya ve kullanılmaya devam edecektir.  Bu konudaki ilk akademik çalışmaları Türk Dil kurumunun 1930 lu yıllarda başlattığı çabalarda görüyoruz. Uzmanlar tarafından Çorum ağzının  özgün kelimeleri derlenmiş ve kayda geçirilmiştir. Fakat bu arada  Çorum’lu  Dilci ve eğitimcilerin çalışmaları da bu çabaları  takip  etmiş; araştırmalar  giderek zenginleştirilmiştir. Bunlar içinde en özverili  çalışmaları Eğitimci Tayyar Kerman gerçekleştirmiş bu konuda detaylı bir eser vermiş; onu Nesrin Ayçam, Abdullah Ercan ve ismini sayamadığımız pek çok araştırmacı takip etmiştir. Hafız-ı Kütüp Eşref Ertekin Hoca efendinin geniş ve uzun derlemelerinin kaynak olarak göstermek hiç te yanlış olmaz.
Son olarak bu konuda öğrendiklerimiz; bugün bile Türkçemizle birlikte Kırgız; Çuvaş, Kazak Türkçesi sözlüklerindeki pek çok kelimenin Çorum ağzı kelimelerle hala ve bire bir  örtüşüyor olmasıdır.
Sonuç Olarak: Bütün müellif ve dilcilerin ortak görüşü Çorum ağzı kelimelerin artık sadece literatürde kaldığı, medyanın, yazılı basın ve endüstriyel gelişmelerin Anadolu ağzındaki tarihi ve kültürel birikimleri de aşındırıp yok ettiği şeklindedir. Her ne kadar artık sokaktaki Çorum insanı İstanbul Şivesiyle konuşuyor ve yazıyorsa da hala köylerde bu dil özelliklerinin kaybolmadığı ve yozlaşmanın ulaşmadığı bazı yerlerin olduğu anlaşılmaktadır.
Yapılacak iş; bu konudaki eksiklikleri bulmak ve halk edebiyatı ürünlerini hızla kayıt altına alarak Çorum Dili ve Edebiyatına hizmet etmek olmalıdır.
 
 

 

 
 06

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

İsa KAYACAN
İsa KAYACAN Hayat Hikayesi
YILIN SÖZLERİNDEN SONRA
Genel bir değerlendirmeyle ortaya konulanlar. Bunların artı ve eksileriyle karşılaşılan sonuçlar. “Vicdan Mahkemesi”nde hakim önüne çıkıp, yanlışları-hataları karşısında “özür dileyenler”in mahkeme kararı ve sesleri karşısında suskunluk ve ısrarlılık içine girmenin ne derece doğru olduğu tartışılabilir…
Yılın sonunda, ortaya konulan sözler, nelerdir, ne anlam ifade etmektedirler?. Birlikte okuyalım, birlikte yorumlayalım buyurun:
 
YILIN SÖZLERİ:
1- Kırgınlıklarımla, kızgınlıklarımla sana söylediklerimin, yazdıklarımın hepsi tamamı yalan.
Sensiz yapamadığımdır, seni sevdiğim, özlediğimdir gerçek, doğru olan (18.12.2008ı
2- Artık eskisi gibi; kızmayacağım, kırmayacağım, kırılmayacağım,
Yanlışlarımı tekrarlamayıp, düzeltme çabası ve yorgunluğu içinde olamayacağım,
Tüm delil ve tanıklarımla, vicdanımda kurduğum mahkemede, mutlaka berat edip aklanacağım. (19.12.2008ı
3- İsimsiz yazılanlar; olaylar, konu veya konulardan haberleri olanlarca, 50 veya 100 kişi tarafından bilinerek okunur, yorumlanır,
İsimli yazılanlar, gönderilen 350 yayın organının sayfa ve sütunlarında, 8-10 bin hatta daha fazla kişi tarafından, bilinerek, hatırlanarak okunur. (20.12.2008ı
4- Dünyanın neresinde Türk varsa, ellerimizi uzatmalı ve kucaklaşmalıyız,
5- Milli davalar, sözle, tek gözle değil; çift gözle, fiiliyat olarak izlenmeli ve değerlendirilmelidir (İsa Kayacanı
6- Yazılar, kitaplar, yazarın çocukları gibidir. Yaramaz, uslu, akıllı, esmer, sarışan, güzel, çirkin, tembel, çalışkan, nitelikleri ne olursa olsun, çocuklarını sever, analar, babalar. Gönüllerinde her çocuğun ayrı, özel bir yeri vardır. Şiirlerim, yazılarım, benim sevgili çocuklarım ve torunlarım gibidir (Mustafa Kemal Yılmaz-Ankara)
 
GÜL KARDEŞİM, ÜZGÜN GÖRMEK İSTEMEM (Mustafa Ertaş)
 
Avuçların açık elin havada,
Yüzün mahsun, mahsun gönlün duada,
Gel gezelim Taşeli’nde ovada,
Gül kardeşim, üzgün görmek istemem.
 
Yüz yirmi dört kitap imzanı attın,
Balsın, süzülmüşsün kültüre kattın,
Görmeyeli hep dost neyledin nettin?
Gül kardeşim, üzgün görmek istemem.
 
Kitap göndermişsin elime aldım,
Birem, birem okudum derine daldım,
Söyle bu dünyaya ben niye geldim.
Gül kardeşim, üzgün görmek istemem.
 
Mal verdi, mülk verdi hepisi yalan,
Bir mezardan başka, yok elde kalan
Varmı şu dünyanın ötesini bilen?
Gül kardeşim, üzgün görmek istemem.
 
Gülmek en güzeli, bilmek ötesi,
Peygamberimizin evrende sesi,
Bırakalım can dost ağıtı yazı,
Gül kardeşim, üzgün görmek istemem.
 
Doğum Ece köyü, yaşam Ankara,
Gece gündüz hep yalvara yalvara,
Çok dualar ettim, düşmezsin dara,
Gül kardeşim, üzgün görmek istemem.
 
Eserini aldım, sağlıklı sağ ol,
Vatan’a hizmetten başka var mı yol?
Saygı, sevgi, selam, gönderdim bol bol,
Gül kardeşim, üzgün görmek istemem,
 
Ertaş der ey dostum, İSA KAYACAN,
Beni benden aldı gel gör heyecan,
Lale, sümbül gibi gönlünü açan,
Gül kardeşim, üzgün görmek istemem
Mustafa ERTAŞ (Araştırmacı-Yazar, 19.10.2008 – Konya)

 

 
 
 
 07

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Selma GÜRSEL
Selma GÜRSEL Hayat Hikayesi
SAÇ MAYALISI (Yanmaz Tava)
MALZEMESİ: 5-6 porsiyon- 1 kilo un, kibrit kutusu büyüklüğünde yaş maya, bir tatlı kaşığı tuz, ılık su.
Daha çok Ramazan Ayının  sahur yemeğidir. Çorum’da Ramazan Aylarında her sahurda, ıspanaklı, çökelekli, kıymalı gibi çeşitleri yapılır.
Una kibrit kutusu büyüklüğünde, yaş maya, bir miktar tuz katılarak ılık su ile kulak memesi sertliğinde yoğrulur. Hamur bir miktar bekletildikten sonra kabarır, yani mayası gelir. Bu hamurdan kaşık ıslatılarak bir yemek kaşığı alınarak yumak tutulur. Yuvarlanan bu yumağın altına un serpilerek 15-20 santim çapında ve yarım santim kalınlığında el veya oklağı ile hamur yumağı yassılanır. Saç veya yanmaz tavaya konularak iki tarafı çevrilerek kızartılır. Tavada yapılıyorsa kısık ateşte tavaya kızdırılır ve  çok az bir yağ sürülerek tavaya hamurun yapışmaması sağlanır, hamur kendine gelmesi için üzerine kapak kapatılarak iki dakika daha ateşin üzerinde bekletilerek alınır üzerine tereyağı sürülerek sıcak olarak servis yapılır. Çay veya hoşaf eşliğinde yenilir. 

 

 
 
 
 
  08

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Adile TÜRKMEN
Adile TÜRKMEN Hayat Hikayesi
BİRİDE BENİM ARKADAŞIM
Göz yaşı dökenlerden
Izdırap çekenlerden
Boynunu bükenlerden
Biride benim arkadaşım.
 
Sevgiden,yoksullardan
Gönülden,mahkumlardan
Allah’ın kullarından
Biride benim arkadaşım.
 
Mazide kalanlardan,
Kadersiz olanlardan,
Hayale dalanlardan
Biride benim arkadaşım.

 

 

 
 
 
 
 09

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Necati ÇAVDAR
Necati ÇAVDAR Hayat Hikayesi
              ÜZMEZ
Nereye gitsem orda bulduğum Türkmen kocası
Zulme isyanda,  aksiyonerlerin gerçek hocası
Elhamra’dan çığlık, Türkistan’da otağ gibi
Taç Mahal’de sultan,  Kafkasya’da Şamil gibi
İmanı saf, Türkçesi duru. O, ateşin koru
Kalkandır hakikate, onun kalesi,  suru
Bazen Yunus olur Anadolu’dan ses verir
Zaman olur neyzen gibi terse,  ters verir
Millet sevdası yüreğinde,  kavi iman göğsünde
Kanat gerer, bilse savunur sonunda ölse de
Kurşun sıkmış Hak adına ilk gençlik anından
Nasiplenmiş, Fazıl bağından,  Serdengeçti çağından
Her an coşkulu,  çağlayanlar gibi deli o sevdalarda
Ağlar bulurum, kuzu gibi uysal mana eri yanında
Mazlumların babası, gariplerin abası, incelerin kabası
Çağın içmeden sarhoş Neyzeni,  nüktedanlar babası
                  II
Olmayı hep aksiyonda arayan
Çile’de hakikat sırrına eren
Günümüzün içmeyen sarhoşu, Neyzen
Anadolu sevdası ile çağırıp gezen
Batıl adına ne varsa korkmadan ezen
Muharrir sıfatlı halk dilinde konuşan ozan

 

 

 
 
 
 10

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Muhsin AKTAŞ
Muhsin AKTAŞ Hayat Hikayesi
UNUTULMUŞ ZAVALLI ADAM
 
Öylesine bir gündü,
Saat sekiz otuz telefon çalıyordu.
Alo dedim.
Ecnebice bir şeyler söylüyordu.
Bir türlü anlamadım.
Türkçe söyle be kardeşim, Türkçe dedim.
Gülüştük.
 
Can arkadaşım, kadim dostum, iki gözüm
Adı Mesut. Soyadı Üzüm.
Doğum günün kutlu olsun dedi.
Sustum.
Kelimeler boğazıma düğümlendi.
Zor bela yutkundum.
 
Hiç hesapta yokken, birden düştü aklıma,
Saate baktım daha erkendi.
Uyuyorlardır diye düşündüm.
Kuzucuklarım, canlarım var, kesin ararlar.
Hadi büyük iki çocuklu, birisi daha yeni,
Telaşlıdır unutur.
Lakin ipek yürekli ortancam var,
O iki eli kanda olsa kesin arar.
Küçük adı üstünde küçük,
Okul ders derken aklı bir karış havada
Belki bir ümit!
En azından yirmi beş sene;
Varımı yoğumu,
Yetmedi ömrümü yiyen karım var.
Belki o arar.
Acele etme, kuşluk vaktine doğru hepsi arar, sorar.
Bak, sanaldan mesaj atmış bazı dostlar,
Sağ olsunlar var olsunlar.
Kuşluk vakti gelip geçti,
Öğlen girmek üzere, tık ses yok.
Her yer zifiri karanlık.
Yok, yok unutmazlar.
Kahvaltı, bulaşık,
Temizlik derken yorulmuşlardır.
İkindiye doğru mutlak ararlar.
 
Zaman ilerledikçe,
Yelkovan kirpiklerime
Saplanmış duruyordu.
Kara kerpetenle ruhumun;
Dişleri çekilmiş acıdan sızlıyordu.
Allah! Allah!
Akşam geçti bir terslik var bunda.
Telefonlar mı bozuk ne.
Anladım, yaptı yapacağını yağmur,
Rüzgâr, kopardı telleri yine.
Olsun, daha günün bitmesine çok var,
Hepsinin aklına gelir, o zaman kadar.
Umurumda değil, nasılsa bir garantim var,
En umulmadık zamanda,
Yüreğime balıklama dalan.
Her köşesine sevgiden,
Aşktan, saraylar kuran kraliçem var,
O kesin kes arar, telaşlı var!
Birazda geç kalkar.
Unutmaz, en azından bir mesaj atar.
 
İşte ikindi yaklaşıyor,
İşleri hafiflemiştir, şimdi ararlar.
Şu merete bir bakayım, kapanmasın sakın
Şimdi canlarım, yavrularım, yarim arar.        
 
Ses seda yok,
İlk defa anladım ki,
Bir saniye bin seneden çok.
Güneş elveda nakaratını son kez söylerken,
Hüzünle bakıp gözüme,
Hafifçe dokundu yüzüme.
Bugünlük görev bitti. Dedi ve gitti.
Canımın yarısı uzaklarda,
Arayıp sormasa da haklı!
Yüreğimde yeri çok, acısı bende saklı,
Babasının kuzusu, merhamet deyip de,
Şöyle aramaya ermez mi ki aklı,
Hiç hakkım yok!
Ama olsun! Nede olsa atayım,
Gözlerim yollarda, bekler meraklı.
 
Yine ümitlendim koskoca beş saat var,
Sekiz, dokuz, on, on bir, on iki
Yani yirmi dört!
 
Anladım, akşamda bitti. Gece başladı.
Bak şimdi akşam telaşındalar,
Sonra ararlar, ararlar demi?
Ararlar mı acaba?
 
Saat yirmi üç elli dokuz.
Ben sustum. Semavat sustu.
Yıldızlar ağladı geceye küstü.
İlgisizlik canımı aldı bulutlara astı.
Yaş döküldü yanaktan, memleketi su bastı.
 
Hançer gibi yüreğime saplanıp;
“Doğum günün kutlu olsun” dedi,
Kâğıt ve kalem;
İsyan ile bağırdı yüzüme cümle âlem,
Sus! Urbası içinde unutulmuş zavallı adam.
03.11.2010 Muhsin AKTAŞ (Mizabi)
 

 

YAZARLARIMIZIN HAYAT HİKAYELERİNE GİTMEK İÇİN TIKLAYARAK GİDİNİZ!

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

DİKKAT ; BU BİLGİLER TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMDEN  İZİN ALINMADAN KULLANMAYINIZ!
YAPTIKLARIM YAPACAKLARIMIN GARANTİSİ ALTINDADIR!

1

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

 Hukuka, Yasalara, Telif  ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir.

1

Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM

BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR!

171 SAYI 25 Mayıs 2013 SAYIYA Gitmek İçin Tıklayınız!