|
YIL
13 SAYI 153 25 Kasım 2011 |
|
|
DİKKAT ; BU BİLGİLER TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMDEN
İZİN ALINMADAN KULLANMAYINIZ! |
YAZARLARIMIZIN HAYAT HİKAYELERİNE GİTMEK
İÇİN TIKLAYARAK GİDİNİZ! |
Aşağıdaki dizinler ile tıklayarak üye
olmadan sayfalara girebilir ve inceleyebilirsiniz!1 |
|
|
|
1 |
BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR! |
|
-
Mahmut Selim GÜRSEL NEDEN BUNLARI YAPIYORUZ?NEDEN BUNLARI YAPIYORUZ?
-
Müslüm TUNABOYLU YAŞADIKÇA YAŞANANLAR
-
Sakin KARAKAŞ BALLY BAĞIMLISI ÇOCUKLARBALLY BAĞIMLISI ÇOCUKLAR
-
Mustafa Nevruz SINACI TÜRK MİLLETİ’NE BAŞSAĞLIĞI; TERÖR VE
TEDHİŞ’E KAHRİYE
-
Mustafa TURAN
KUTSAL TOPRAKLARDAKİ ATMOSFER
-
Atilla ALPAY ÇORUM'UN KİRLİLİKLERİ…
-
Hüseyin Hüsnü GÜREL TBMM DİLEKÇE KOMİSYONU BAŞKANLIĞI’NA ANKARA
-
İsa KAYACAN AZERBAYCAN'IN MİLLİ ŞAİRİ AHMET CEVAT
-
Selma GÜRSEL PİRİNÇ PİLAVI
-
Mahmut Selim GÜRSEL EVLER VE DAĞLAR
-
Sevim HARDAL
BU DÜNYADA, BU DÜNYADA
-
|
|
|
|
|
|
01 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
|
|
Mahmut Selim GÜRSEL |
Mahmut Selim GÜRSEL Hayat Hikayesi |
- NEDEN BUNLARI YAPIYORUZ?
- Havaların artık iyice soğuduğu günlere girdik. Bu
günlerin belirli yaşlar için vücutlarının adapte olmaları için epey
çabalamaları ve dirençlerini kullanmaları gerekmektedir.
-
Hayat bu bakarsın iyi, bakarsın kötü günlerle insanı
oyalar gider. Hele bir işin yoksa monoton bir hayat ile ömrünü
tüketmeye çalışır ve hızla tükenen beyin hücrelerinin yaşlılığın
verdiği eksikliklerini duymaya başlar ve hemencecik çöker gidersin.
Kendine oyalanacak ve sevebildiğin bir meşgale bulabilirsen vakte
köle değil vakte emreden olur ve onun nasıl geçtiğini adeta
unutursun.
- Bu iş görmek ve görmemek de yaratılışta insanla oluşan bir olgu
olsa gerek.
- Bu zaman diliminde Ülkemiz melun saldırılara uğradı.
-
Bunlar da unutulmadan Van depremi
oldu.
-
Depremi bahane ederek Milli Bayram
Kutlamaları yas olarak görüp kendimiz çümbür cemaat düğün merasimine
takıp takıştırarak gidiyoruz?
-
Van depreminin 17 günü arkasından
ikinci Van derem ve ihmallerin sonucu olan kurbanları gördük,
yaşadık.
- Neden insanlarımız bu gibi zamanlarda işlerini daha
dikkatli yapmıyorlar?
- Yıkılan yerlerin altında kalanların veballeri kimler
ile paylaşacaklar ve kimlere kadar gidecek?
- Dikkatsizlik demekten çok kayırmacılık ve dizilerle
artık yönetilme ve mesaj verme devrine mi girdik?
- Dindar gözüküp devleti soyarak evlatlarımızı sandal
sahibi yapıyoruz.
- Daha rüştünü ispat etmemiş çocukları fabrikatör
yapıyoruz.
- Dini bütün gözükerek dünyevi ve dini yasak olan
zinayı suç saymıyoruz.
- Kanun karşısında neden bazılarımızın hayallerini suç
sayarak yıllarca tutuklu sayıyoruz.
- Yurtta Sulh, Cihanda Sulh ilkemiz var iken neden
cihanda bulunan ülkelere kafa tutuyoruz?
- Bir dakika diyerek paye sağlayarak başka
Müslümanları kışkırtarak rejimlerine çomak sokuyoruz?
- Ağabeyler edinerek kendi çıkarlarımızı Ülke
çıkarlarından yukarı görerek mandacılığı saman altından kabul
ediyoruz?
- Azla ileri gidince ağabeyin yayında sus pus oturup
onun ufak bir azarlamasını iltifat kabul ediyoruz?
-
Ülkemiz Cumhuriyetten Diktatörlüğe
gibi görerek yandaşların faydalandığı nemalanma yeri görüyoruz?
- Komşularımızla sıfır problemli iken neden sıfır küs
duruma düşüyoruz?
-
Türkiye’ye zamanında tek yardım
yapan ve Türkiye’de okuyan bir lideri devirmek için girişimlerde
bulunuyoruz?
-
Bir ülke ile kavgalı gözükerek onu
koruyacak önlemlere kucak açıyoruz?
-
NEDEN BUNLARI YAPIYORUZ?
-
Bir bileniniz var mı?
|
Telif Eseridir izinsiz
kullanmayınız |
|
|
|
|
|
02 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
|
Müslüm TUNABOYLU |
Müslüm TUNABOYLU Hayat Hikayesi
|
YAŞADIKÇA YAŞANANLAR
Alışık olmadığım bir tümce ile siz
okurlarıma geçmiş ile ilgili bazı olayları anımsatmak istiyorum.
Beni anlayacağınızı umut ederek yaşamdan kesitleri sıralamaya
başlamak istiyorum:
1930
lu yılların ikinci yarısında Avrupa’dan Türkiye ye göç eden bir
ailenin en küçük bireyi olarak dün ile bugünü izninizle
karşılaştırarak, geçmişi anımsamak ve sizlere de anımsatmak istiyorum.
Çok küçük olduğum için okur-yazar da değildim o zaman. Adını
büyüklerin konuşmalarını dinlerken öğrendiğim Ankara Vapuru Ağustos
ayının akşam karanlığında Varna limanından
Karadeniz in sularını köpürterek yol
almaya başladığında aynı yaştaki arkadaşımla kaptan köşküne yakında
bulunan küçük cankurtaran kayıklarından birinin içersinden olanları
izliyorduk.
Varda da birkaç gün limana yakın bir
yerde kurulan çadırlarda kalmıştık. Deniz ürünlerini de ilk olarak
bu çadırların önündeki boşlukta ailemle birlikte mideme indirmiştim.
Adını bile bilmediğim deniz ürünü ile ilk tanışmamız olduğu için
merak etmişim konuşmaları. Bizimle birlikte çadırda birkaç gün
geçiren dayım deniz ürününün adını HAMSİ şeklinde telaffuz etmişti.
Türkiye de bu deniz ürünü HAMSİ yi çok yiyebilirsiniz diyerek bize
bazı güzellikleri de sergilemek istemişti kendine göre.
Ankara Vapuru hırçın suları yararak
bizi Türkiye ye biran önce ulaştırabilmek için çaba harcarken
arkadaşımla zamanı değerlendirmek için ara sıra insanların kaldığı
büyük koğuşa iniyor, tekrar kayıklarımıza dönüyorduk. Uyku yoktu
gözümüzde. Karanlığın doğudan aydınlanmaya başladığını o gece daha
iyi anlamıştım. Dağlar, tepeler yoktu, her yanımız sularla kaplıydı.
Vapur ile yarış eden yunusların çıkardığı sesler bir başkaydı o
gece.
Şafak yeri ağarırken Anadolu’nun
sahillerini süsleyen yüce dağların tepeleri gözükmeye başlamıştı. Bu
gözüken Türkiye’nin dağları olsa gerek dedik arkadaşımla. Ben o
zaman dünyanın yuvarlaklığını, denizleri ve benzeri suları
bilemediğim bir yaşta idim. Güneşin doğduğu yer ile battığı yerin
ötesinde koca bir dünyanın olduğundan bi haberdim. Arkadaşımla
birlikte ailemizin bulunduğu bölüme koşarak indik. Türkiye gözüktü
diye bağırdığımı anımsıyorum. O saatlerde uyanık olan ailemin
fertleri vapurun güvertesine çıkarak izlemeye başlamışlardı.
İzleyenlerin sayıları giderek artıyordu. Arkadaşımla birlikte
gecelediğimiz kayığın içersine çıkarak güverte de bulunanları sevinç
gözyaşları ile duygularını izlemeye başladık.
Karadeniz in sularını köpürterek yol
almaya başladığında aynı yaştaki arkadaşımla kaptan köşküne yakında
bulunan küçük cankurtaran kayıklarından birinin içersinden olanları
izliyorduk.
Varda da birkaç gün limana yakın bir
yerde kurulan çadırlarda kalmıştık. Deniz ürünlerini de ilk olarak
bu çadırların önündeki boşlukta ailemle birlikte mideme indirmiştim.
Adını bile bilmediğim deniz ürünü ile ilk tanışmamız olduğu için
merak etmişim konuşmaları. Bizimle birlikte çadırda birkaç gün
geçiren dayım deniz ürününün adını HAMSİ şeklinde telaffuz etmişti.
Türkiye de bu deniz ürünü HAMSİ yi çok yiyebilirsiniz diyerek bize
bazı güzellikleri de sergilemek istemişti kendine göre.
Ankara Vapuru hırçın suları yararak
bizi Türkiye ye biran önce ulaştırabilmek için çaba harcarken
arkadaşımla zamanı değerlendirmek için ara sıra insanların kaldığı
büyük koğuşa iniyor, tekrar kayıklarımıza dönüyorduk. Uyku yoktu
gözümüzde. Karanlığın doğudan aydınlanmaya başladığını o gece daha
iyi anlamıştım. Dağlar, tepeler yoktu, her yanımız sularla kaplıydı.
Vapur ile yarış eden yunusların çıkardığı sesler bir başkaydı o
gece.
Şafak yeri ağarırken Anadolu’nun
sahillerini süsleyen yüce dağların tepeleri gözükmeye başlamıştı. Bu
gözüken Türkiye’nin dağları olsa gerek dedik arkadaşımla. Ben o
zaman dünyanın yuvarlaklığını, denizleri ve benzeri suları
bilemediğim bir yaşta idim. Güneşin doğduğu yer ile battığı yerin
ötesinde koca bir dünyanın olduğundan bi haberdim. Arkadaşımla
birlikte ailemizin bulunduğu bölüme koşarak indik. Türkiye gözüktü
diye bağırdığımı anımsıyorum. O saatlerde uyanık olan ailemin
fertleri vapurun güvertesine çıkarak izlemeye başlamışlardı.
İzleyenlerin sayıları giderek artıyordu. Arkadaşımla birlikte
gecelediğimiz kayığın içersine çıkarak güverte de bulunanları sevinç
gözyaşları ile duygularını izlemeye başladık.
Bir süre sonra İstanbul Boğazının
Karadeniz’e açılan bölümünü hem Anadolu, hem de Trakya parçası
yamaçlarında bulunan binaları ve yurdumuzun güzelliklerini
izliyorduk. Kız Kulesi yanından geçerken kule ile ilgili anlatımları
da can kulağı ile dinlemeyi ihmal etmemiştik. O zaman Tuzla’nın bir
limanı yoktu. Vapur uzakta konaklamıştı; bugünkü gibi rıhtıma
yanaşmamıştı. Türkiye’de ilk geceyi böylece karadan uzakta Ankara
Vapurun da geçirmiştik.
Vapurdan önce insanlar, eşyaları ve
son olarak da hayvanlar indirilmişti. Karaya büyük motorlu
kayıklarla taşındık. Motor boğazın sularında yüzerken annem bir avuç
suyu alarak yudumlamıştı. Tuzlu suyu neden o dakikalarda içmişti o
davranışına bir anlam veremedim doğrusu. Tuzla da göçmenlerin
konaklamaları için yapılan barakaları ve müştemilatını unutmam
mümkün değil. Uzun bir yolculuk sayılmasa da iyiden iyiye
yorulmuştuk. Kısaca Ağustosun sıcağında terlemiştik.
Bize yeni giysiler verdiler ve
hazırlanmış duşa kabinlerde güzelce yıkandık. Duşa kabini ilk kez
orada gördüm. Mutfakta çok güzel yemeklerin piştiğini burnumuza
gelen kokulardan sezinliyorduk. Temiz giysilerimi çok beğenmiştim.
Onları gözüm gibi koruyarak tertemiz tuttuğumu biliyorum.
Bir vapur dolusu insan birkaç
barakada kurulan tek kat kısa ranzalar üzerinde topluca kalıyorduk.
Bugünkü gibi her aile için ayrı bir çadırımız olmamıştı. Barakada
tavana asılan birkaç gemici feneri insanların birbirini görme
olanağı sağlıyordu. Uyuyanlar, yan gelip yatanlar, ağlaşan çocuklar,
ranzaların arasında gecenin ilerleyen saatinde koşuşan çocuklar ve
biz. İnsanlar, eşyalar ve hayvanlar karaya çıkarıldıktan birkaç gün
sonra tren yolculuğumuz başladı. Katarın büyük bölümünü oluşturan
vagonlarda oturmak için kanepe, koltuk, tuvalet yoktu. Trenle
yolculuğumuzu unutmam mümkün değil. Kara vagon içersinde insanlar
hep ayakta. İhtiyarlar çoğu kez genç aile bireylerinin dizlerine
başlarını koyarak dinlenebiliyorlar. Akşam saatlerinde başlayan tren
yolculuğumuz birkaç gün sürdü. Lokomotifin istasyonlara girip
çıkarken çaldığı düdük unutulacak cinsinden değil. Tuzla da başlayan
tren yolculuğu Amasya’da son buldu. Günün varlıkları ile akşam
saatlerinde Mecitözü ilçesine geldik. Bir gaz deposunda geceledik.
Bize kumanya verdiler. Deponun ortasında yine bir gemici feneri ile
aydınlanıyorduk.
Sabah
olduğunda birkaç kağnının depo önündeki boşlukta yer aldığını
gördüm. Araba yoktu kağnı denilen taşıt vardı. İki koca tekerlek
üzerine konulan birkaç tahta parçası üzerine eşyalarımız
yerleştirildi. O yıllarda ilçenin nüfusça kalabalık bir köyü olan
Çıkrık a gidecektik. İhtiyarlar kağnıya bindirildi, gençler ve
yürüyebilen çocuklar yaya olarak kağnı konvoyunu izliyorduk.
Mecitözü ile Çıkrık arasında ki yol güzergâhında tam zirvede şırıl,
şırıl akan suyun bulunduğu yöreye BELPINAR deniyordu. Burayı da
unutmadım. Yaklaşık bir saat burada konakladık. Kumanyalarımızı
serin su iye ıslatarak midemize indirdik. Kağnı ile bizi köyüne
götürecek olan sürücü beline sardığı bir bez parçası içersindeki
yufka dürümünü orada çimenler üzerine açarak çok tatlı bir biçimde
tüketmişti. Yanındaki çam bardaktan ara sıra da su içen sürücü
hayvanlarını da sulamayı ihmal etmemişti. Kağnı sürücümüzün
üzerindeki giysileri de unutmam mümkün değil. Kurtuluş Savaşından
çıkan bir ulusun birkaç bireyi idi bizi taşıyan insanlar. Olanakları
o kadardı. Pantolon değil bir pijama denebilirdi uzun don
giysilerine. Beyaz bir dokumadın oluşan giysinin çokça kirlendiği
gözden kaçmıyordu. Sabunun pek kırsal alana ulaşamadığı o günleri
bir anımsarsak, deterjan olarak insanlar kil denen toprağı giysi
temizliğinde kullanıyorlardı. Hatta bu sabun görevini üslenen kili
kazmak için hayatını kaybedenler bile vardı.
Akşam saatlerinde Çıkrık a ulaştı
konvoyumuz. Kağnıların çıkardığı güzel sesler bir başka orkestra idi
sanki. Çocuklar konvoyu köy kenarında karşıladılar. Bize
bakıyorlardı. Bizimde onlar gibi bir insan olduğumuzu görünce çok
sevinmişler, çocuklarla çocuklar hemen kaynaşmışlardı. Çok kısa
sürede yeni arkadaş edinmemiz beni çok sevindirmişti. Bir süre
medrese görevi yapan birkaç gözden oluşan binanın içersine
kağnılarda ki eşyalarımız taşınmıştı. Kadınlar gelenlere verilmek
üzere yufka toplamışlar, bir bölümünü de ıslatarak yenmeye adeta
hazırlamışlardı. Yaşlı birkaç annenin yufkanın nasıl ıslanacağı ve
yenebileceği konusunda göçmen kadınları bilgilendirdiği bugünkü gibi
gözümün önünde!
Göçmen kafilesinin karşılanışını
kelimelerle anlatmak çok zor! Kurtuluş Savaşından çıkalı çok az bir
zaman geçmiş olmasına rağmen insanların Avrupa’dan gelen göçmenlere
gösterdiği sıcak ilgi unutulacak bir yaşam biçimi değildir. Birkaç
gün sonra bizim için bulunan ev aile bireylerinin ve komşuların
yardımları ile onarıldı. Artık yeni evimizde idik! Bize o günkü
olanaklarla sunulan hizmeti unutamam!
Okullar açılmıştı babam kaydımı
yaptırdı. Ben bir yıl kadar Avrupa da okula devam etmiştim. Çat pat
yazabiliyordum. Öğretmenler yeterli görmedikleri için kaydımı
birinci sınıfa yaptılar. O dönemde şimdiki gibi güzel okul çantaları
yoktu, annem bana bir bez parçasından defterimi, kalemimi alacak
kadar bir çanta dikmişti. Bazı arkadaşlarımın mısır sapından örülmüş
çantalı vardı. Saplar çeşitli boyalarla boyanmıştı. Onlara
imreniyordum. Benimde olmasını istiyordum.
Okulumuzda bir müdür beşte sınıf
öğretmeni vardı. O yıllar da müdürlere başöğretmen deniyordu. Harf
Devrimi yapılalı on yıl olmuştu. Okur-yazar sayısı yok denecek
kadardı. Askere gidenler okur-yazar olarak terhis oluyorlardı.
Ağabeyim ile ablam Avrupa’da dört yıl öğrenim görmüşlerdi. Orada
Türkçe, Arapça ve Bulgarca öğrenmek zorunluydu. Öğretmenlerin
maaşlarını öğrenci velileri karşılıyordu. Öğretmenlerden birisi
bizim eve yakın bir yerde oturuyordu. Bir çocuğu vardı. Bir gün
anneme “öğretmenimin kızının elleri tombul, tombul benimkiler neden
kuru” dediğimi, annemin onunla benim aynı besinleri alamayışımın bir
sonucu olduğunu söylediğini bugün ki gibi anımsıyorum.
İkinci Dünya Savaşı başlamıştı.
Ağabeyim ben son sınıfta iken askere gitmişti. Marmara bölgesinde
vatani görevini yapıyordu. Ondan altı ay sonra bende Kastamonu
Gölköy Enstitüsü ne giderek orta öğrenime başladım. Üç yıl sonra
Samsun- Lâdik Akpınar Köy Enstitüsü ne nakil oldum. Ağabeyimden altı
ay sonra okulu bitirerek eve döndüm. Ayrılık beş yıl sürmüştü ufacık
bir çocukken bir delikanlı olmuştum. Beni tanıyamadılar. Ailemin
kaldığı köye öğretmen olmuştum.
Babam beni hep umutlarla
beslemiştir. O tavrı için onu hiç kınamadım. Bana oğlum ikinci
sınıfa geç sana bir masa yaptıracağım derdi. Sınıfları bitirdikten
sonra hani baba bana masa diye takıldım.”Oğlum sana masayı devlet
verdi.” Dedi. İlkokul son sınıf okuma kitabı son sayfalarında
unutamadığı üç şiiri bir süre internette bile aradım ancak
geçtiğimiz günlerde ulaşamadığıma ulaştım diyebilirim. Bu satırları
sizlere ulaştırmamda ana tema şu. Bu üç şiir Kurtuluş Savaşı
sonrasında şairlerimizden Yusuf Ziya Ortaç tarafından kaleme
alınmıştı.
Şairimiz yazarken yaşamış,
okurlarını yaşatmıştı. İstiklal Savaşında, Akdeniz’e ve Lozan’dan
bugüne adındaki şiirlerin ilkokul kitaplarından neden silindiğini
geçte olsa anlamış bulunuyorum. Umarım benim yorumuma sizlerde
katılacaksınız. “Lozan’dan Bugüne” adlı şiirin ilk sekiz satırını
sizlere sunuyorum,
LOZAN DAN BUGÜNE:
Kılıçlar girdi kına kalemler çıktı kından
Müjdeler bekliyorduk bu ikinci akından.
Eski yöney değişmiş yeni yöney Lozan’dı
Ankara’nın gür sesi ta oraya uzandı.
Meydan boğazlaşması başladı aynı hızla
Süngünün yaptığını yapıyorduk ağızla.
Dün kılıç tutan el bugün kalem tutan eldi,
Kalemini İzmir de kılıçla yontup geldi.
Lozan Antlaşmasına katılan
Avrupalılar şiirin sekizinci satırına çok içerlemiş olmalılar ki
dolaylı girişimlerle şiir yıllar sonra kitabın sayfalarından
uzaklaştırılmıştır. Avrupa Birliğine girebilmek için yıllarca
uğraşmaktayız. Ancak onlar bizi kabul etmemek için akla hayale
gelmeyen nedenlerle kapıları kapatmaktadırlar. Avrupa da iken
arkadaşlarımdan duyduğum sözleri sizlere aktarmak isterim. O dönemde
Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk sağdır. Sofya Ateşe si
iken tanıdıkları Mustafa Kemal’in ülkesinde yaşayanların Avrupalı
olacaklarını biliyorlar ve çocuklarının kulaklarına fısıldıyorlardı.
Umarım yazımın başlığında kullanılan
kelimeleri sizlerde benim gibi değerlendirirsiniz. Beni okuduğunuz
için teşekkür eder saygılarımı sunarım.
|
Telif Eseridir izinsiz
kullanmayınız |
|
|
|
|
|
|
03 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki
Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
|
Sakin KARAKAŞ |
Sakin KARAKAŞ Hayat Hikayesi
|
- BALLY BAĞIMLISI ÇOCUKLAR
- Geçtiğimiz yıl Osmancık’ı ziyaret eden gazeteci
arkadaşlarımız Osmancık’ta Bally bağımlısı çocuklarla ilgili bir
köşe yazısı hazırladığında feryat etmiştik. Çorum’un parlayan
yıldızı Osmancık’la ilgili olumsuzluğu kabullenemeyişimiz bu cennet
vatan köşesine olan sevdamızdandır.
- Bally gerçeğini biz Osmancıklılardan önce tespit eden bu
gazeteci arkadaşımızı aslında kutlamak gerekir. Öyle ya güneşi
balçıkla sıvamak yerine önlem alarak daha çağdaş bir tavır
sergilemek gerekir.
- Bu bağlamda ülkemizin hemen her köşesinde olduğu gibi
Osmancık’ta da tiner ya da bally bağımlısı çocukların var olduğu bir
gerçek.
- Sene başında ilçede bulunan bütün ilköğretim
okulu ve lise müdürlerinin katıldığı bir toplantıda ilçe emniyet
müdürlüğü yetkililerinin özverili ve iyi niyetli çalışmalarına şahit
oldum.
- Bazı okul müdürleri konuyu önemseyerek yapmış oldukları
tespitleri emniyet yetkileri ile paylaştılar. Notlar alındı önlemler
tartışıldı.
- İlçe merkezindeki mezbelelik yerler ve metruk binalar
takip altına alındı. Orada özellikle bally satışlarının kontrol
edilmesini, esnaf odasının da girişimleriyle ilçenin ihtiyacı olan
bally miktarının belirlenmesini, satışların giriş ve çıkış
envanterinin tutulmasını, konu ile ilgili yasal boşluk varsa acilen
yasa çıkarılmasını, bally ve tiner satışlarının vesikaya ve kimliğe
bağlanmasını anlatmaya çalıştım.
- Konunun bir başka boyutu ise kırtasiyelerde satılan
solvent içerikli yapıştırıcılardır. Piyasada bol miktarda solvent
içerikli yapıştırıcı imal bulunmaktadır. Bu yapıştırıcıların önemli
bir kısmı Uzakdoğu menşeili ithal yapıştıcılardır ki maalesef
gümrüklerden kontrolsüzce yurdumuza sokulmakta ve dağıtımı
yapılmaktadır.
- Bizler işimizi düzgün yapalım derken eğitimin önemli
bir parçası olan kırtasiyeler vasıtası ile çocuklarımız
zehirlenmektedir. Standartlara uygun olmayan solvent içerikli
yapıştırıcıların çocuklarımızla buluşturulmasında yegane amaç imalat
ya da ithalatçıların rant sağlama arzusudur.
- Ne acıdır ki en çok yapıştırıcı kullanılan dersler olan
görsel sanatlar ve teknoloji tasarım ders öğretmenlerinin önemli bir
kısmı da bu bilinçten yoksundur. Konu ile ilgili acil önlemleri
sıralamak gerekirse
- Tiner ve Balyy kullanımı ve tüketimi ile ilgili ivedi bir yasal
düzenlemeye gerek vardır.
- İlgili öğretmenler, yöneticiler, emniyet mensupları,
kırtasiyeciler ve doktorlar konu ile ilgili hizmet içi eğitimden
geçirilmelidir.
- Bölgedeki metruk binalar ve alanlar kontrol altına alınmalı ve
gerekli aydınlatmalar yapılmalıdır.
|
Telif Eseridir izinsiz
kullanmayınız |
|
|
|
|
|
04 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
|
Mustafa Nevruz SINACI |
Mustafa Nevruz SINACI Hayat Hikayesi
|
- TÜRK
MİLLETİ’NE BAŞSAĞLIĞI; TERÖR VE TEDHİŞ’E KAHRİYE
Şehit aileleri, yakınları ve aziz
Türk Milleti’ne sabır, başsağlığı ve metanet;
Vatanımızın birlik, bütünlük ve bağımsızlığına; milletimizin
dirlik, düzenlik, huzur ve güvenliğine; milli devlet, insan hakları,
adalet ve hukuka yönelik; Kimliksiz (yeni/sivil) anayasa
kalkışmacısı, kişiliksiz ve kararsız dış politika, sözde insan
hakları ve demokrasi savunucusu hain, dönme, devşirme, dahili-harici
bedhah ve kripto destekli, asala güdümlü soykırım girişimleri ile
küstahlık ve kalleşlik eseri menfur saldırıları şiddetle lânetler ve
nefretle kınar;
Alçakça şehit edilen güzide evlâtlarımıza rahmet;
Şehit aileleri, yakınları ve aziz
Türk Milleti’ne sabır, başsağlığı ve metanet;
Yaralı asker, polis ve
yurttaşlarımıza acil şifalar dilerim.
Şu kadar ki:
Vahim olayların yegâne sorumlusu akp
unsurları ve hükümetini;
- Bu şer, şeamet ve ihaneti kökünden
kazıma, terör ve tedhiş bataklığını kurutma konusunda namuslu,
dürüst mert; azimli, kararlı ve cesur olmaya;
- Dış güç yardakçısı, anarşi, terör
ve tedhiş yatakçısı; din tüccarı, siyaset simsarı, menfaat ve ikbal
düşkünü şerefsiz, soysuz, (emanete hain, ihanete malul) sözde
parlâmenter, partizan ve şaibeli hükümet üyelerini derhal tasfiyeye;
- Irak’ın kuzeyindeki terör
kamplarını ikame ve idame ettiren ABD’ye dur demeye;
- Terör ve tedhiş unsurlarının iç ve
dış finans kaynaklarını derhal kesip, kurutmaya;
Ayrıca:
Başta, istikrar (!?) bozulmasın diye
iktidarın “illegal, sinsi ve şaibeli vampirler kulübü üyesi dâhili
bedhahlarına” çanak tutan yalancı, talancı ve haramcı sermaye
çevreleri ve “kaçakçı, karaborsacı, soykırımcı hain ihanet ve
cinayet örgütü ile aynı çanaktan beslenen kartel medyası ve kirli
sayfalarının kiralık kalem şürekâsını” kendine gelmeye, “namuslu,
dürüst, onurlu, sorumlu insan ve milliyetçi” olmaya;Davet ederim!
Demokrat Parti 7. ve 9. Dönem Genel
Başkan Vekili & Siyaset Bilimci-Hukukçu, Araştırmacı-Yazar
|
Telif Eseridir izinsiz
kullanmayınız |
|
|
|
|
|
05 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
|
Mustafa TURAN |
Mustafa TURAN Hayat Hikayesi
|
KUTSAL TOPRAKLARDAKİ ATMOSFER
Bugüne kadar bir çok ülke ziyaret
ettik. Ancak Kutsal Toprakları ziyaret, insanın ruh dünyasında daha
farklı bir manevi atmosfer oluşturuyor. Mesela, ilk Medine
seyahatimizin o günkü atmosferinin kısa bir bölümünü bugün sizlerle
paylaşmak isterim.
Bâbü’s-Selam’dan içeri girerken
kalbimiz adeta yerinden çıkacakmışcasına güm güm atıyor. Heyecan
dorukta. Zira biraz sonra, bir ömür boyu ayağının tozuna yüzümüzü
sürmeyi canımıza minnet bildiğimiz, uğruna her şeyi göze aldığımız,
hicranıyla yandığımız, hasretine göz yaşı döktüğümüz o Sevgililer
Sevgilisi ve Âlemlerin Efendisi’nin huzuruna çıkacağız. Böyle bir
mana atmosferinde insan nasıl olur da heyecanlanmaz? Mescid-i
Saâdet’te 24 saat boyunca yoğun bir insan sirkülâsyonu yaşanıyor.
Binlerce insan aynı heyecan ve coşku
içinde Rasülüllah’a koşuyor. Feryat edenler, ağlayıp gözyaşı
dökenler, “Essalâtü vessselâmü aleykeyâ Rasülallah” diye ihtiramda
bulunanlar ve meraklı bakışlarla Ravza’ya doğru ilerleyen yoğun
insan seline biz de katılıyoruz. Peygamber Mescidine girer girmez
buram buram öyle lâhuti bir kokuyla karşılaşıyoruz ki, yok dünyada
bir benzeri. İnsanı tepeden tırnağa etkileyen manevi bir atmosferi
hücre hücre duyuyorsunuz bütün varlığınızda. Zaten gül ile
sembolleştirilmiş Allah Rasülü. Lâkin yeryüzündeki bütün gülleri
toplasanız, toplamının kokusundan daha farklı ve güzel bir koku var
Mescid-i Nebevi’de. Oraya “Cennet Bahçesi” dendiğine göre, insanı
mesteden kokunun ne kokusu olduğunu anlamak da güç olmuyor.
Aslında Peygamber şehri denen
“Medinetü’n- Nebi” baştanbaşa sanki bir gülistan. Yer yer de o koku
hissediliyor. İnsanları ise olabildiğince munis ve mütevazi. Veliler
Allah Rasülü’nün beş vakit cemaat arasında olduğunu söylüyorlar.
Allah Rasülü’nün içinde olduğu bir mekânda insan mutlu, huzurlu ve
bahtiyar olmaz mı? Hem öyle bir haz ki, öyle bir huzur ki, izah
etmekten vareste oluyor insan. O keyfiyet, ancak yaşanarak
hissedilebilir. İşte tam bu noktadayım şimdi . Güneşi gören kar
misâli, zihnimden yüreciğime kadar sanki ben benden geçip erir
gibiyim. Alabora tüm duygularım. Sırıl sıklamım tepeden tırnağa.
Acep bu ne hal? Yoksa rüyada mıyım? Çağlar kulvarında ve zaman
tünelinde gider gibiyim. Bu hal, cezbeye benzer
bir haldi? Biliyordum ki bastığım yer, vahyin en çok geldiği bir
mahaldi. Birçok mucize burada gerçekleşmişti. Sular, O güzeller
güzelinin beş parmağından bu iklimde çağlamıştı.
Bilal bu mescitte okumuştu o yanık
ezanlarını. Rasülüllah işte şu mihrapta kıldırmıştı namazlarını.
İşte şuracıktaki mimberde irat etmişti Cuma ve Bayram hutbelerini.
Şu kubbenin, şu mimberin şu mihrabın, şu zeminin, şu direğin bir
dili olsa da konuşsalar görüp şahit olduklarını.
Ebû Hanife, kırk defa Beytullah’ı
tavaf etmiş, , kırk defa Peygamber Efendimizin mescidinde onun
huzurunda elpençe divan durmuştur. Ama kırk defasında da çadırını
bir kilometre öteye kurmuştur. Ne büyük bir adep duygusu değil mi?
“Niçin Medine-i Münevvere’de ikamet etmiyorsunuz?” diye sorulunca,
büyük İmam şu manidar cevabı veriyordu: “Medine’de oturup, içimde
Küfe’nin aşkını taşımaktansa, Küfe’de durup Medine’yi arzulamayı
yeğlerim. Çoluk cocuğumu, Evlad-u iyâlimi hatırlarım belki . Kalbime
itimad edemedim.”
Medine’de olduğu sürece, edebinden
ayaklarını uzatıp yatmamıştı. İmam-ı Şafii de, atına hiç binmemiştir
o iklimde. Kafkas kartalı Şeyh Şamil, Medine’ye ulaştığında,
Ravza’ya yüz metre kala atından iniyor ve o büyük huzura, attığı her
adımda iki rekat namaz kılarak varıyordu. Ömrünün geri kalan kısmını
Mescid-i Nebevi’nin hizmetciliğine adıyor ve vefat edince de
Cennetü’l Bâki’ye gömülüyordu.
Necip Fazıl,” Hac Hatıraları” adlı
eserinde Peygamber’in huzuruna varışını şöyle anlatıyor: “Cidde’nin
çelik bir levha gibi düz ve parlak hava alanına, bir nar-ı
Beyza-beyaz ateş- müstevisine (düzlüğüne) ayak basarcasına sağ
ayağımı kondurdum.Ne demek?
Peygamber ikliminin kapı eşiğine
ayak atıyordum ve bütün melekelerim yerinde olduğu halde kendimde
değildim.” Dağlar, tepeler ve kayalar, bana Peygamber ikliminden
mahrem manalar fısıldıyor ve içimi haşyetle dolduruyordu.
Ey insanlık ehramının zirve taşı!
Seni kelimelere ısmarlamak, durgun suda mehtabı balık kepçesiyle
yakalamaya davranmak gibidir.
İçimde bu manalardan bir çağlayan,
mukaddes ravzayı halkalayıcı parlak, sarı parmaklığın bir buçuk m.
Yakınında, yine içimden çığlığı basmaktayım: Essalâmü aleyke yâ
Rasülallah!
Burada, bu Arş ve Kürsüden faziletli
yerde, toprak altında, yüzü Kâbe istikametinde, hayy(diri) olarak
her şeyi ve beni seyrettiğini bildiğim Allah’ın Sevgilisi ve benim
aşk sermayemin topyekun sahibi yatıyordu. Bana öyle geldi ki, o
kalabalık içinde, bomboş bir düzlükteyim…Ne eşya, ne insan… O,yere
uzanmış, sağ elini sağ yanağına dayamış, beyaz aydınlığa “sön”
emrini veren siyah aydınlık gözleri ve bir hayal edilemez
güzelliğiyle bana bakıyor.
Çıldıracak gibi oldum; fakat kimse
gözlerimden boşanan soğuk yaşlardan başka bir şey göremedi. İçimden
yalvarıyordum:
Peygamberim, Peygamberim, yüzü-suyu
hürmetine hayat kazandığım Sevgili Peygamberim!..Seni seven
Allah’tan iste: Bana ve müminlere sıhhat ve kuvvet versin!...Kıyamet
gününe kadar bâki dininin zaferini, ya da zafere doğru yol buluşunu
dünya gözüyle görmeden ruhumu kabzetmesin. Duamız bu; bunu istiyor
ve bu duanın kabulü için muazzam ruhaniyetine yapışıyoruz! Dile
Allah’tan, sana “sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım” diyen
Allah’tan dile!
(Halifelerin huzurlarında da) ben
yine içimden çırpındım, yırtındım, kavruldum; ve can çekişen bir
insan toniyle: Essalâmü aleyke yâ Halifeti Rasülüllah! Diye inledim
durdum.
Girdiğimiz kapıya (Cebrail kapısı) geldik. Ayakkabılarımızı
nasıl bulup, nasıl giyebildiğimizi, nasıl yürüyebilip, nasıl
istikamet tutabildiğimizi bilmeden otelimizin maroken koltuklarına
çöktük. Gece…Medine’nin semasında, içinde yıldızları öğüten bir
huniden boşalırcasına bir nuranilik…
Necip Fazıl!.. Meğer bu günü görmek
için dünyaya gelmişsin!..Secdeye kapan ve hamdet!..”
İşte Üstad Necip Fazıl’ın mana yüklü
bu duyguları yakalayıp, o büyük huzura böyle varmak gerekiyor. Ben o
huzurda öyle samimi Cenab-ı Hak ve Peygamber âşıkları gördüm ki,
gözlerinden akan billur taneleri yanaklarından süzülüp elbiselerini
yıkamış vaziyette, âdeta ceryana tutulmuşcasına tir tir titriyor ve
ellerini açmış dua ediyorlardı. Duaların kabul olacağını da
biliyorlardı. Açıp ellerini Allah’a, gözyaşı döküp ağlıyorlardı. “Ya
Rab! Sen affedicisin. Affetmeyi seversin. Bizi de affet” diyorlardı.
Çoğu kere, kendi mana atmosferime nokta koyup, onların dualarına
âmin dedim. “Senin aşkına yanan şu gönül sahibini affettiğin gibi,
beni de affet Ya Rabbelâlemin” dedim.Islâhı ve hidâyeti mümkün
değilse şayet, cezasını ve belâsını ver Filistin’deki, Keşmir’deki,
Çeçenistan’daki, Doğu Türkistan’daki, Irak ve Afganistan’daki ve
bütün dünyadaki inananlara zulmeden zâlimin” dedim..“Âcizim,
günahkârım ve fakat peşimânım ya Rab!. Mahcubiyetimden dilimle ifade
edemesem de , Sen her şeye vâkıfsın ve her şeye kâdirsin. Okuyuver
duygularını, şu perişan pür melal hâlimin dedim.
Tarihi olaylar geçit yapıyor
hafızamda bir bir. Gönlümde kasırgalar var, dilimde tekbir.
Düşündüklerimi döksem yazıya, ne satırlara sığar, ne sayfalara, ne
de cilt cilt kitaplara…Bugün bu kadaruyla iktifa edelim. Şu
naatımızla birlikte kalın sağlıcakla.
YA MUHAMMED DİYE DİYE
Sular gibi çağlıyorum,
Ya Muhammed diye diye
Hasretine ağlıyorum,
Ya MUHAMMED diye diye.
Hak mizanını koyunca,
Ümmetim sesin duyunca,
Koştum bir ömür boyunca,
Ya MUHAMMED diye diye.
Kalem olsaydım elinde,
Kelam olsaydım dilinde,
Yüzem ümmetin gölünde
Ya MUHAMMED diye diye.
Hakka davet şu ezanda,
İşim yok şüphede zan’da,
Hesabım versem mizanda,
Ya MUHAMMED diye diye.
Vazgeçtim dünya süsünden,
Ayrılmam Hak ölçüsünden,
Koşsam sırat köprüsünden,
Ya MUHAMMED diye diye.
Her kul bilir kemâlini,
Mahşerde yüce halini,
Seyretsem gül cemalini,
Ya MUHAMMED diye diye.
Lügattan dert siliyorum,
Derman sende biliyorum,
Şefaatın diliyorum,
YA MUHAMMED DİYE DİYE.
|
Telif Eseridir izinsiz
kullanmayınız |
|
|
|
|
|
06 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
|
Atilla ALPAY |
Atilla ALPAY Hayat Hikayesi |
ÇORUM'UN KİRLİLİKLERİ….
Şehrimizde "çevrecilik" deyince aklımıza ya belirli gün
ve aylarda yapılan çam dikimleri ve hatıra ormanları gelmekte veya
da baca gazları ile ithal kömürlerin fiyatı ile atmosfer kirliliği
hatırlanmaktadır.
Vilayetin çevre ile ilgili kurumları
da sadece hava kirliliği ile ilgilemekte; basılan dergi ve süreli
yayınlarda da sadece yeşil çevrecilik özlemi dile getirilmekte,
yazarların akademik tezleri
aktarılmakta ve Çorum' un elde kalmış son bir avuç piknik alanlarının
resimleri yayınlanmaktadır.
Yerel basının ise çağırılan haberlere
gitmekten öte "kendiliğinden akletiği hiçbir önerisi, çözümü veya
cesaretle üzerine gittiği bir tespiti "yoktur.
İki yıl önce tüp gaz taşıyan lpg'li
otomobil sayısı ticari araçlarda iki bin kadar iken bu gün bu sayının
ne olduğunu ve sokaktaki vatandaşa ne zarar verdiğini kimse
araştırmamaktadır. Cadde kenarında bulunan zehirli gaz ölçüm araçları
ise yaz günlerindeki atmosferdeki egzoz gazının miktarını ölçmemekte;
ölçüyorsa da nasıl tedbirler alındığını kimse bilmemektedir.
Bu otomobillerin gizli karbon
monoksit zehirlenmesine "dur!" diyebilecek cesarette ne bir hukuk; ne
de bir tıp adamı çıkabilmiştir. Evlerde şofbenlere baca önerenler
bu zehirli atık
için hiçbir şey söylememektedirler. Benzine göre tasarlanmış motorlar
bu gazı tam yakmamakta ve hele kış aylarında bu şehrin insanlarını
yavaş yavaş öldürmektedirler. Her sene yapılan egzoz ölçümlerinde de
motorlar benzine çevrilerek gidilmekte, kimse bu yürüyen zehirli gaz
bombalarının hatırını sormamaktadır. Ama her köşede bir gaz dolum
tesisi veya arabaları " çevirecek" tamirci bulunmaktadır. Bu işten çok
da iyi para kazanılmaktadır ama halkın sağlığını düşünen kimse
yoktur.
Zehirli gazların içindeki en sinsi
olanı kokusuz karbon monoksittir. Kandaki hemoglobine yapışarak
karboksi hemoglobin denilen müthiş bir zehirlenme yapar. Bunu oksijen
çadırı ve maskesi ile de kimse önleyemez. Yapılacak hareket derhal kan
değiştirilmesidir. Yüz elli bin kişinin kanını kimse
değiştiremeyecektir ama gizli gizli hastalanarak vefat edenler için
ulu mezarda mutlaka bir yer
bulunacaktır.
Bu kentin baş ucundaki çimento
fabrikası birazda Fransızlar para kazansın diyerek hâlâ
kaldırılamamıştır. ( oraya " filtre takılmıştır , zararı olmaz"
söylentilerine inananları her sabah
namazı vakti su deposu çamlığına duman deşarjını seyreylemeye
çağırıyor ve yanlarında da gaz maskelerini de getirmeye davet
ediyoruz.)
Ayakucumuzdaki belediyenin asfalt
şantiyesi ile küçük ve büyük sanayilerin, şeker fabrikasının bacaları
da arada bir bu kirletmeye katılmakta, kentin kanalizasyonu ile et
kesim-eski salyangoz
fabrikasının- tesislerinin, kimyasal maddelerin ve hele hele tıbbi
atıkların nereye gittiğini, 125 tavuk çiftliğinin ayak ve atıklarının
gömülü olduğu arazilerde asit yağmurları ile birleşerek yeraltı
sularına karışıp karışmadığını da kimse sormamaktadır. Bölgede köy,
ilçe ve illerin atık suları, lağımları ve kanalizasyonlarının tam
olarak kimyasal, fiziksel ve biyolojik olarak arıtıldığını, tabiata
temiz su olarak salındığını kimse söyleyememektedir. Hele hele
denetimsiz su sondajları yeraltındaki
kil tabakalarını delik deşik etmiş ve kirli ve temiz sular birbirine
karışmış, milletin ortak malı olan yeraltı su şebekeleri de böylece
"halledilmiş" bulunmaktadır.
Bütün bunların yanında hacmi gittikçe
büyüyen ve korkunçlaşan dev bir canavar niteliğindeki Çorum Çöplüğü de
hemen her gün metan gazı patlamaları ile gelecekteki en büyük çevre
felaketini adeta "haber" vermektedir. Hele bu çöplüğün altında biriken
kirli suların oluşturduğu "çökek gölü" nün kokusu dört km. öteden bile
duyulmakta ve çöplüğün sürekli yanan dumanları uzaydan bile
görünmektedir. En yakın yerleşim birimlerinden Toki konutlarında
oturanlar daha kaldırım ve
pazaryeri şikâyetlerini aşamadıklarından yakında kendilerini yiyecek
olan bu büyük çevre felaketini henüz fark edememişlerdir. Atmosfer
kirliliği, yer altı suları kirliliği, mikrobik kirlilik ve koku
kirliliği gibi birçok "hasleti" bünyesinde barındıran çöplüğümüz
hakkında kimsenin henüz bir fikri yoktur.
Bu kirliliklerin haricinde birde görünmeyen kirlilikler vardır.
Bizce en tehlikelisi de bu tür kirliliklerdir.
Cep telefonlarının baz istasyonu veya
röleleri denilen şiddetli elektromanyetik dalga üreteçleri
gittikçe şehrimizin içlerine yerleştirilmekte,yüksek direk kullanma
mecburiyeti olduğu ve
insanlardan uzakta kurulmaları gerekliliği dururken ilimizde de
evlerin duvarlarına monte edilmekte; insan sağlığı hiçe sayılmaktadır.
Kalp pili veya kapakçığı olan hastaların, metal bacak veya organ
protezi taşıyan insanların bulunup bulunmadığına bakılmadan, küçük
çocuklar hesaplanmadan yerleştirilen bu rasgele antenler için TBTAK
tebliğ üstüne tebliğ yayınlamakta ama kimse kaale almamakadır. Telsiz
ve linksiz radyo vericileri, sayıları gittikçe artan cep telefonları
ile atmosfer kirlilikleri ile hava su ve ışık kirliliği Çorumluyu
fizyolojik ve tıbbi olarak yaralamakta tabelalardaki yabancı
kelimelerle meydana getirilen başka kirlilikler ise de konuşma
lisanımızdaki hastalıklara eklenerek bir "kültür kirliliği "
oluşturmaktadır.
İnsanlarımızın okuma merakı gitmiş
yerine televizyon seyretme hastalığı gelmiştir. Geleneksel ve helal
kazanç peşinde koşan Türk insanının hassas yapısının yerini de
duyarsızlaşma, bencillik ve
lüks tüketim ile rantiyecilik hastalıkları aldığı için bu gizli
rehasızlıklarda sinsice ilerlemektedir. Hele hele ülkemizin önde gelen
sektörlerinden fuhuş sektörü de alabildiğince yükselmiş ve bu aziz
şehir artık " kerhanesi-genelevi- ile meşhur bir kent olup çıkmıştır.
Konuşmaya ve yazmaya utandığımız bu hastalık ise kazanç sahipleri
vergi rekormeni yapacak kadar revaçtadır.
İstanbul'un fethine giden sahabe
ordularının nal seslerinin yankılandığı ve Anadoluyu Türkleştiren
Alparslan' ın askerlerinin otağ kurduğu Çorum ovası, böylesine fuhuş
yuvalarını bünyesinde bulundurmakla bir talihsilik yaşamakta ve
buranın müdavimi olan insanlarımız da başka bir boyutta kirlilik
yaşamakta veya taşımaktadırlar.
Bütün bunlara sebebiyet veren esas
kirliliğimiz ise "ahlak kirliliği" olup ; buna çare bulunmadan
hiçbir kirliliğe çare bulunacağı kanaatinde de
|
Telif Eseridir izinsiz
kullanmayınız |
|
|
|
|
|
07 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
|
Hüseyin Hüsnü GÜREL |
Hüseyin Hüsnü GÜREL Hayat Hikayesi |
-
TBMM DİLEKÇE KOMİSYONU BAŞKANLIĞI’NA ANKARA
GEÇEN SAYIDAN DEVAM
-
1045
Erzincan depreminde gökte muazzam miktarda doğalgazın
alev ile yanması ile güneş ile ayın rengi kan rengine
boyanmıştır
-
1939
Depremi olduğu esnada her yer 80-100 Cm donmuş karlar
ile kaplı bulunuyordu. Bu depremde yeraltı deprem
hareketleri başlamadan kısa süre önce; yeraltından
muazzam patlama ve uğultulu gürültülü sesler işitilmiş
ve karanlık gecede etraf nur gibi ışıklanmıştır. Bu
depremde çorapsız, ayakkabısız, yalınayak ve çıplak
halde; çok soğuk havada karların üstünde yürünmüştür.
Bu depremden 6-8 saat sonra hava çok ısındığından ve
karlar eridiğinden; soba yakılmadan mahruti çadırda
depremin ilk gecesi geçirilmiştir. Bu depremde hava
çok ısındığından depremin 3. ve 4. gününden itibaren
ölüler kokmaya başlamıştır. Bu depremde Erzincan
ovasının güneyindeki Sultan Seydi mevkii civarından
çıkan alevler günlerce göklere fışkırmıştır.
-
1983
Erzincan depreminde deprem başlamadan önce yeraltından
patlama ve uğultulu gürültülü sesle işitilmiş; bazı
yerlerden ve özellikle Kırklar tepesinden çıkan
alevler göklere fışkırmış; etraf nur gibi ışıklanmış;
atmosfer sis bulutu ile kaplanmış; gökyüzü kızıl renge
bürünmüş; hava çok ısınmıştır. Bu depremde kar
olmadığı için kar erimesi olmamıştır. Bu depremde
Erzincan ovasından çıkan katran gibi petrol maddesi
Fırat nehrinden günlerce akıp gitmiştir. 1992 Erzincan
depreminde bazı yerlerden alevler göklere yükselmiş;
etraf nur gibi ışıklanmış gökyüzü saatlerce ve
günlerce kızıl renge bürünmüş; bazı yerlerden alevler
ve Karakaya köyü civarında büyük alev topu göklere
fışkırmıştır
-
Bu
depremde bulutların çok üstünde doğalgazın alevle
yanması ile Erzincan ovasındaki çok soğuk hava
ısınmış; hava çok ısındığından sabaha karşı paltolar
çıkarılmış ve ovadaki karlar erimiştir.
-
Erzincan ovasında trilyonlarca m3 çok soğuk havayı
ısıtan ve ovadaki karları eriten doğalgaz miktarını
hesaplamak mümkündür. Bu hesap yapıldığında; her
deprem gecesi Erzincan ovasında Ülkemizin yıllık
doğalgaz ihtiyacı olan 20 milyar n3 doğalgazdan kat
kat fazla doğalgaz yandığı anlaşılmaktadır.
-
Erzincan ovasında bulutların üstünde milyarlarca soba
yakılsa; bu ovadaki karlarların eriyemeyeceği
düşünülürse; her deprem gecesi Erzincan ovasında gökte
muazzam miktarda doğalgaz yandığı kabaca hesaplamak
mümkündür.
-
Depremlerde Melekler ve
Huriler Erzincan ovasındaki trilyonlarca m3 çok
soğuk havayı ısıtmamakta ve ovadaki donmuş karları
eritmemektedir.
-
Sözü geçtiği gibi Erzincan
ovasındaki çok zengin doğalgaz yatağı ile Ülkemizin
ve Erzincan'ın kaderi değişecek; Ülkemizin bütün
doğalgaz ihtiyacı fazlası ile karşılanacak; fazla
doğalgaz harice ihraç edilecek; Ülkemiz doğalgaz
bakımından dışa bağımlılıktan kurtulacak; Mersin
Akkuyu da ve Sinop da nükleer enerji santral
inşasından ve vazgeçilecek; doğalgaz ve elektrik
fiyatları çok ucuzlayacak ve yüz binlerce insana iş
imkanı sağlanacaktır.
-
Doğa Erzincan ovasında çok
zengin doğalgaz yatağı varlığını açık ve belirgin
şekilde ortaya koymaktadır. Bu doğalgaz yatağını
Allah'tan başka hiçbir kimse yok edemeyecektir.
-
Doğa tarafından çok açık ve
belirgin şekilde ortaya konulmuş olan Erzincan
ovasındaki bu doğalgaz yatağı varlığı T.P.A.O. Genel
Müdürlüğünce ve TÜBITAK Başkanlığınca kabul
edilmemektedir.
-
Akıllı ve yetenekli petrol ve
doğalgaz konularında uzman teknik elemanlar Erzincan
depremlerini yaşamış olan sokaktan geçen hamal
efendileri dahil binlerce ve on binlerce görgü
tanığı ile görüştükleri ve gerekli soruşturmalar ile
gerekli araştırmalar yapıldığı taktirde; Erzincan
ovasındaki çok zengin doğalgaz yatağı varlığı kabul
edilecektir.
|
Telif Eseridir izinsiz
kullanmayınız |
|
|
|
|
|
08 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
|
İsa KAYACAN |
İsa KAYACAN Hayat Hikayesi
|
- AZERBAYCAN'IN MİLLİ ŞAİRİ AHMET CEVAT
-
Türk dünyasının büyük
şairlerinden, Azerbaycan'ın milli şairi Ahmet Cavat Ahundzade hakkında
bilgilerimizin fazla olduğunu söyleyemiyoruz. Ahmet Cavat Ahundzade 1918 -1920
yıllarında kurulan Azerbaycan Halk Cumhuriyetinin kurucularındandır.
- Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği Kümbet Dergisinin
Nisan-Eylül 2008 aylarına ait 12 nci sayısında yer alan Rahman Salmanlı'nın
“Azerbaycan'ın İstiklal Şairi Ahmet Cevat” başlıklı araştırmasından
yararlanmak istiyorum. Zaten sayın Salmanlı'da 4 ayrı kaynaktan yararlanarak
yazısını, araştırmasını hazırlamış efendim:
-
Ahmet Cevat ilk Azerbaycan
Parlamentosunun üyesi ve sekreteridir. Şair, Azerbaycan'ın dünyaca ünlü
bestecisi Üzeyir Hacıbeyov'la yakın dostluk kurmuştur. Azerbaycan'ın devlet
marşının sözleri A. Cevat'ın, musikisi Üzeyir Hacıbeyov'undur.
- Azerbaycan'ın üç renkli bayrağı da onun faaliyetlerinin
sonucu ortaya çıkmıştır, çıkarılmıştır.
- Ahmet Cevat, şiir-sanat âlemine atıldığı ilk günden
itibaren Türk dünyasının en ünlü şairleri arasına girmeyi başarmıştır. O'nun
“Çırpınırdın Karadeniz” şiirine Ü. Hacıbeyov musikisiyle bestelemiş ve bu
şarkı 75 yıldan beri, Azerbaycan ve Türkiye'nin radyo ve televizyonlarında
sürekli seslendirilmektedir.
-
Atatürk, “Çırpınırdın
Karadeniz” şarkısını ilk defa dinlerken, çok duygulanmış, gözleri yaşarmıştır.
-
Ahmet Cevat 1918 yılında
iftihar ve onur duygularıyla Gence'den seslenir:
-
“Bayrağına hain bakan,
-
Hain göze ben dikenim.
-
Vurulursam gölgesinde,
-
Helal olsun ona kanım.”
-
07 Aralık 1918 tarihinde
Azerbaycan Halk Cumhuriyeti Parlamentosunun açılışı sırasında, binanın
çatısına çıkanların kalpleri vatan aşkıyla çarpıyordu. Gördüklerini mısralara
döken A. Cevat yüzünü bayrağa tutarak şöyle diyordu:
-
“Türkistan yelleri öpüp
alnını,
-
Söylüyor derdini sana,
bayrağım,
-
Üç rengin resmini Kuzgun
Denizden,
-
Armağan yollasın yara,
bayrağım.”
-
Ahmet Cevat'ın bayrağa
sarılışıyla, bayrak sıradan bir kumaş olmaktan çıkıyor. Yüceliyor,
kutsallaşıyor, canlı bir varlık gibi insanlarla ve şairin kendisiyle
konuşuyor:
-
“Gül renginde bir bayrağın,
-
Ortasında bir hilal,
-
Ey, al bayrak, senin
rengin,
-
Söyle neyçin böyle al?.”
-
Ahmet Cevat, ömrünün sonuna
kadar Azerbaycan'ın özgürlük mücadelesinin içinde, başında yer alır.
Azerbaycan, 28 Nisan 1920 tarihinde Sovyetler tarafından işgal edildiğinde,
milli bayrağa hitaben şöyle seslenir:
-
“Çok ayrı düştüm,
-
Üç renkli bayraktan,
-
Ay dostlar, ben yoruldum,
-
Bu gizli ağlamaktan..”
-
Savaştaki acılar şairin
kalbini incitir:
-
“Karları boşamış
mazlumların kanı
-
Ölenler çok fakat mezarı
hanı?
-
Ayaklar altında şövketi-şanı
-
Kalanları görüp feryada
geldim”.
|
Telif Eseridir izinsiz
kullanmayınız |
|
|
|
|
|
09 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
|
Selma GÜRSEL |
Selma GÜRSEL Hayat Hikayesi |
PİRİNÇ PİLAVI
1 kilo pirinç
1,5 ölçü et suyu veya düz su
İstenildiği kadar tuz
2 yemek kaşığı tereyağı
1 yemek kaşığı sıvı yağ
Pirin ölçü ile ayarlandıktan leğende
konularak pirincin üstünü kapatacak kadar sıcak su konulur. Sudan
sonra bir yemek kaşığı tuz suya konarak karıştırılır ve yarım saat
ıslatılır.
Sonra bir tencereye et suyu veya düz su
konulur su kaynarken ıslanan pirinç süzülerek güzelce yıkanır ve
kaynayan et suyuna yarım yemek kaşığı tuz konulur ve pilav tane
tane olması için iki kaşık sıvı yağ konularak pirinç ilave edilir
pirinç karıştırılarak kısık ateşte kapağı kapatılarak pişirilir.
Pirinç suyunu çemene kadar pişen pirinç pilav göz göz olur
Tencere ateşten pilava kapağı açarak beyaz kağıt ile
kapatılarak alınır dinlenmeye bırakılır. On dakika sonra iki kaşık
tereyağı eritilerek tenceredeki kağıt kaldırılır kızdırılan tere
yağı ekilir ve pilav karıştırılarak bir iki dakika dinlendirilin
ve tabaklara servis yapılır, üzerine istenilirse kara biber
ekilir.
|
Telif Eseridir izinsiz
kullanmayınız |
|
|
|
|
10 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
|
Mahmut Selim GÜRSEL |
Mahmut Selim GÜRSEL Hayat Hikayesi |
EVLER VE DAĞLAR
Birbirini izleyen vagonlar gibi
Sıra sıra dağlarımız var.
Yaptığımız yapılar neden ovada?
Dağların etekleri barınmaya yarar.
Hiç gördün mü sen eski kavimden
Ovada bulunan bir yapısı var!
Onlar yılların birikimi ile yaşar
Birikimlerden fayda umarlar.
Yapısını dağ eteklerine yapar,
Neden diye düşündük mü?
Deprem, sel ve rüzgâr gerekçesi bunlar.
İşte atalar ondan evini dağda yapar!
15 Kasım 2011 14,30 Çorum
|
Telif Eseridir izinsiz
kullanmayınız |
|
|
|
|
|
|
11 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
|
Sevim HARDAL |
Sevim HARDAL Hayat Hikayesi |
BU DÜNYADA, BU DÜNYADA
Haram kazanç yememeli
Bu dünyada, bu dünyada!
Ben ne idim dememeli
Bu dünyada, bu dünyada!
Vurduğunu yatırırsın,
Beş yıldızda oturursun
Öteye ne götürürsün
Bu dünyada, bu dünyada!
Yaylalarda koyun meleşir
Deryalarda gemin dolaşır
Bir boğaz için çalışır
Bu dünyada, bu dünyada!
Dönerlerde taşın vardır
Uçarlarda kuşun vardır
Tükenmedik aşın vardır
Bu dünyada, bu dünyada!
Sağ demezsin, sol demezsin
Yağsız aş, yavan yemezsin
Gece kondu beğenmezsin
Bu dünyada, bu dünyada!
Kadillaklar, Mersedesler
Güzel kadın, güzel eşler
Bir gün yolların yokuşlar
Bu dünyada, bu dünyada!
Anlarsın aynayı gonyayı
Terk edersin yalan dünyayı
SEVİM der bir metre arsayı
Bu dünyada, bu dünyada!
26,02,2001 Bitlis
|
Telif Eseridir izinsiz
kullanmayınız |
|
|
|
|
|
YAZARLARIMIZIN HAYAT HİKAYELERİNE GİTMEK
İÇİN TIKLAYARAK GİDİNİZ! |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
|
|
DİKKAT ; BU BİLGİLER TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMDEN
İZİN ALINMADAN KULLANMAYINIZ! |
YAPTIKLARIM YAPACAKLARIMIN GARANTİSİ ALTINDADIR! |
1 |
Hazırlayan
Mahmut Selim GÜRSEL
yazışma adresi corumlu2000@gmail.com |
|
Hukuka, Yasalara,
Telif ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir. |
1 |
Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL
adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM |
BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR! |
154 SAYI 25 Aralık 2011 SAYIYA GİTMEK İÇİN
TIKLAYINIZ! |