YIL 12     SAYI 138    25 Ağustos 2010

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

DİKKAT ; BU BİLGİLER TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMDEN  İZİN ALINMADAN KULLANMAYINIZ!

YAZARLARIMIZIN HAYAT HİKAYELERİNE GİTMEK İÇİN TIKLAYARAK GİDİNİZ!

Aşağıdaki dizinler ile tıklayarak üye olmadan sayfalara girebilir ve inceleyebilirsiniz!1

 

BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR!

 
Mahmut Selim GÜRSEL OTUZ AĞUSTOS
Mustafa Nevruz SINACI CUMHURİYET’İ FAZİLET’E İBLAĞ
Mahmut Selim GÜRSEL YENİ ÇALIŞMALARIM
Salim SAVCI TEMİZ TÜRKÇE
Tülay BİLGİN ÇORUM BARAJI
Mahmut Selim GÜRSEL NEDEN BU KELİMELERE GEREK DUYULUYOR?
Mustafa Nevruz SINACI OJEKTİF VE REEL ANLAMDA; KUVVETLER VE DENGELER
Ahmet CANBABA HAYATA DÖNÜŞ
Selma GÜRSEL KABAK YEMEĞİ
Emine Sevinç ÖKSÜZOĞLU ANKARA
Cuma TÜRKMEN NİYE
Dilek BİGA GÖÇMEN GÖZLÜM
 
 
 
 
 01

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mahmut Selim GÜRSEL
Mahmut Selim GÜRSEL Hayat Hikayesi
OTUZ AĞUSTOS
            Türk’üm diyen, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına ve Türkiye’nin sınırlarını bu güne gelerek bir ülke oluşunun en büyük payı olan ve “Başkomutanlık Meydan Muharebesinin” kazanılması ile 30 Ağustos 1922 tarihîni yâd etmek için her yıl 30 Ağustos’ta kutlanan Millî Bayram olarak kutlanmaya devam edilmektedir.
            Türkiye Cumhuriyeti Milli Bayramlarının bu güne kadar kutlanmasını ve Türk olarak bu bayramlarla gurur duymamızın ilelebet eksik olmamasını dilerim.
            Millet olmanın, bir olmanın, bütün olmanın bu günlerde adeta parçalanması için girişimlerin olduğu bu günlerde ülke bütünlüğümüze gelecek olan zararını her nedense görmek istememekteyiz. Bizlerin bu Türk Vatan için koruyucu olacağımıza, parçalayıcı olmaya çalışmamız çok düşündürücü değil midir?
            Bu savaşın kazanılması ve Türk Vatanı olarak bizlerin bu günleri görmemizi sağlayan Mustafa Kemal Atatürk “Gençliğe yaptığı hitabe” adeta bu günleri görmüştür.
Biraz geçmişi hatırlayarak Ülkemizin Birinci Dünya Savaşı sonunda imzalanan Mondros Mütarekesi ve Sevr Antlaşmasıyla Ülkemizi tamamen elimizden alınıyor; bizlerin hür olarak yaşama hakkımıza son verilmeye çalışılıyor; bu zorlatmalar ile ülkemiz paylaşılıyor; bizlerin bu şartları kabul etmemizi istiyorlardı.
Türk Milleti olarak bu şartları kabul etmesi elbette mümkün değildi. Atatürk 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktı. Anadolu’da, Atatürk'ün önderliğinde Kurtuluş Savaşı'nı başladı
Atatürk; Amasya Genelgesi'nin yayınlandı. Erzurum ve Sivas Kongreleri yapıldı. Daha sonra 27 Aralık 1919'da Ankara'ya geldi. 23 Nisan 1920'de TBMM'yi kurdu. Memleketin yönetimi halkın iradesine verilmiş oluyordu. Hem de Kurtuluş Savaşı'nın merkezi Ankara oluyordu. TBM Meclisi yaptığı görüşmelerde yurdun durumunu ve kurtuluş çarelerini aradı. "Misak-ı Millî sınırları içinde vatanın bir bütün olduğunu; parçalanamayacağı kararını alarak işgal kuvvetleri ile mücadele kararı aldı. İlk düzenli ordu ile Doğu’da Ermeni çetelerine karşı zafer kazandı. Batı cephesinde I. İnönü, II. İnönü savaşları yapılarak Yunanlılara karşı büyük bir darbe indirilmiş oldu. Bu darbeyi hazmedemeyen Yunan kuvvetleri müttefiklerinden aldığı güç ve kışkırtma ile tekrar saldırıya geçtiler. Mustafa Kemal Atatürk’ün Yunanlıların bu saldırılarının üzerine Türk Ordusu mensuplarına:
"Hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır. Bu satıh, bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz." dedi. Türk ordusu askerleri, 23 Ağustos ve 12 Eylül 1921 tarihleri arasında yapılan Sakarya Meydan Muharebesi’yle, Türk Milleti topraklarını geri almaya başlıyordu. Sakarya Savaşı’nın önemi; ordunun taarruz durumuna geçtiği önemli bir savaş olarak da tarihe geçti. Bu zafer sonunda, TBMMeclisi tarafından, Mustafa Kemal'e "Gazi" unvanı ve "Mareşal" rütbesi verildi. Türk tarihinin dönüm noktalarından biri olan Sakarya Savaşı'ndan sonra, Büyük Taarruzla düşmanı tamamen yok etme kararı alındı. 1922 yılı Ağustos’una kadar gizlilik içinde Türk Ordusu hazırlandı. Gazi Mustafa Kemal'in Başkomutanlığını yaptığı ordumuz, 26 Ağustos 1922'de düşmana saldırdı. Bir saat içinde düşman mevzileri ele geçirildi. 30 Ağustos'ta düşman çember içine alındı. Sağ kalanlar esir alındı. Esirler arasında Yunan Başkomutanı Trikopis'te vardı. Bu savaş, Atatürk'ün başkomutanlığında yapıldığı için Başkomutanlık Meydan Muharebesi olarak adlandırıldı. Düşman, İzmir'e kadar takip edildi. 9 Eylül 1922'de İzmir'in kurtarılmasıyla yurdumuz düşmandan temizlenmiş oldu. Bu büyük Zaferi her yıl, 30 Ağustos günü, Milli Bayram olarak kutluyoruz.

 

 

 

 02

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI Hayat Hikayesi
 CUMHURİYET’İ FAZİLET’E İBLAĞ
Bu biraz “DAVOS’TA SON TANGO!” nun devamı olacak. Zira 48 yıldır uygulanan ‘aykırı’ bir senaryo var ortada. Ne demiştik? Olaylar zincirlemedir, birbirini kovalar ve tamamlar. Süreç AB’ye girme değil, her şeye rağmen apaçık bir ‘bağlanma’ oyunudur. Süreç içinde Davos’u bir halka olarak görmek gerek. Aksi takdirde, zaman tuzağına düşülmez, sürede müsavat (eşitlik) ön görülür, moderatör’e değil; Progrom ve soykırım suçlusu İsrail’e ders verilir, diplomasi askıya alınır, başta M60 tank ihalesi olmak üzere iki ülke arasında vaki bütün projeler büyüteç altına konulur ve 28 Şubat’tan itibaren yoğunlaşan anlaşma ve ilişki trafiği dondurulurdu.
Aradan geçen zamana rağmen hiç birisi oldu mu? Maalesef olmadı!..
En azından, yaşasaydı Atatürk, demokrasi Şehitleri Menderes ve Zorlu olsa böyle yapardı. Çünkü onlar, hayatlarını seçim kazanılması, bir süre daha vekil kalınması gibi bencil ihtiraslara değil, ebed-müddet Türkiye, fazilet anlamında Cumhuriyet, hak-adalet ve hâkim-hükümran bir hukuk idealine adamışlardı. Olması gereken bu idi. Ama öyle olamadı!..
Peki, neden ve niçin? Çünkü son 48 yılda anlayışlar ve kavrayışlar ‘strateji’ değişti.
Türkiye Cumhuriyeti kuruluş amacından saptırıldı. Atatürk ilke ve inkılâpları tarihe gömülerek hafızalardan silindi. Nevi-i şahsına münhasır (kendine özgü) olması gereken TC’ nin yönü (DYP’nin ihtiyar atı gibi) tefessüh etmiş batıya çevrildi!.. Bu bağlamda Cumhuriyet ’in temel ilke ve maddi-manevi değerleri, başta demokrasi olmak üzere adalet ahlâkı ve hukukun mutlak gereği kuvvetler ayrılığı (yargı-yasama-yürütme) özgürlük ve hükümranlık hakkı AB kriterleri ve çifte standart kurbanı edildi. TC Mahkemeleri AİHM’nin altına düştü.
Yani Davos; yıllarca ezilen Türk milleti’nin tükürükle bile boğabileceği Güney Kıbrıs Çetesi, tebaadan Yunanistan, tefessüh etmiş AB ve düne kadar Osmanlı’ya vergi veren ABD tarafından rencidesi, istismarı ve alçakça sömürülmesi nedeniyle kısmi heyecan yaratmıştır. Dolayısıyla bu çıkış Türk Milleti’nin hasret kaldığı bir duruş, meydan okuma, vicdanen dışa vurma ve sinerjik ‘desarj’ biçiminde algılanmış olmakla; İç politikada yararlanılan harika argüman ve yerel seçimlere tahvili planlanan duygusallık.. ‘Acı gerçek’ budur. Aksi takdirde mesele bir seçim arifesinde iç politikada bu denli abartılmazdı!.
Burada önce Başbakan, icra heyeti ve dönem politik-ACI’larının mutlaka bilmesi ve hatırlaması gereken bir hakikat vardır. Cumhuriyet tek başına bir hiçtir. Ancak ve sadece demokrasi ile birleştiği, bütünleştiği takdirde bir anlam ifade eder. Yahut SSCB gibi zalimin adı, soykırım, zulüm, insanlık dışı sulta, saltanat ve despotizmin maske söylemi olarak kalır. Açık bir anlatımla Cumhuriyet; Atatürk’ün tanımladığı “fazilet” bağlamında uygulanıp, adalet ve hukuk’la fiilen yaşam boyutuna geçirilmedikçe büyük bir yalan, sahtecilik ve yolsuzluktan ibarettir. Örneğin siyasi partilerin delege seçimi yapmak yerine ‘aday belirleme’ yöntemi gibi!
Cumhuriyet’in olmazsa olmaz bileşenleri adalet ve hukuk ile taçlanmış demokrasidir.
Derinlemesine inceleyince gördük ki, Atatürk aslında batı tarzı (yozlaşmış ve çıkar kaygısıyla çürümüş) demokrasi ile sağlandığı öne sürülen faydaların, Türk tipi (Türk İnkılâbı) Cumhuriyet ve demokrasi (medeni siyaset) ile çok daha kolay elde edilebileceğini anlatmak istemiş müteakip vecize ve nutuklarıyla bu gerçeği ‘sadıklar için’ açıkça ortaya koymuştur...
“Bizim idare şeklimiz Kitaplarda adı konmuş, tanımı verilmiş yönetimlerden hiç birine benzemez bir idaredir!. Milli hakimiyet ve milli iradeyi gerçekleştiren biricik idare de budur!.. Bu nitelikte bir yönetimdir!. İdare şeklimizi adlandırmamız gerekirse, halk idaresi, veya halk hakimiyeti deriz!.. Demokrasi’ye değil, sosyalizm'e benzemiyormuş!.. Efendiler!.. Biz benzememekle, benzetmemekle gurur duyarız!.. Çünkü biz bize benzeriz, efendiler!..”
“Bizim (sistemimiz) hâkimiyeti kayıtsız şartsız milletin eline veren bir idaredir. . Gerçekten bugün dünya yüzünde Millet hakimiyeti'ni bu kadar kesin sağlayıp, böyle açık belirten başka bir idare yoktur!..Cumhuriyetin en asri, mantıki ve namuskâr tatbikini temin eden hükümet şekli: Demokrasi’dir!.. (Mustafa Kemal ‘Atatürk’ 27.1.1923)
Şimdi Davos’ta yaratılan kahraman’ı; Cumhuriyet’i fazilet’e iblâğa davet ediyoruz.
 
 

 03

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mahmut Selim GÜRSEL
Mahmut Selim GÜRSEL Hayat Hikayesi
YENİ ÇALIŞMALARIM
            Dergilerimize yazı veren arkadaşlarımızın ve benim çalışmalarımı sanal kitap olarak sizlere sunmak için yeni çalışma başlattım. Deneme mahiyetinde benim en son basılmış olan  “Çorumlular ve Çorum’a Hizmet Edenler” biyografi kitabımı sanal ortamda sizlere sundum. 241 sayfalık bu çalışmamın bizlerce ilgi gördü.
            Çorum Osmancık’ta yatmakta olan Koyun Baba ile ilgili bir el yazması kitabın Latin harflere çevrisi ve basılmış olan çalışmam bu sayfada hazırlanmada olup çok yakında tamamlanacaktır.
            İlk yayınladığım kitap olarak ”Çorum’da Yatan Meşhur Yatırlar”  da hazırlanarak yakında sizlerle olacak
Yazarımız Mustafa Nevruz SINACI’NİN 2010 tarihinde sanal ortamda yazdığı yazılarını “Sıra Dışı” ismi ile yayına hazırlayarak  sizlerin görüşüne sundum. Kitabın çalışması 2010 tarihi Aralık sonuna kadar yayınlanacak olan çalışmalar ile devam ederek sonuca bağlanacak.
Sitelerimizde kitap formatına yakın olarak yayınladığımız Selma Gürsel’in “Çorum Yemekleri”  ile Sanal dergilerimizde yayınladığımız güncel yemeklerin toplandığı “Yemeklerimiz” isimli çalışmaları da sitelerimiz de bulunmaktadır.
Bu çalışmalarımı yayınladığım kitaplarım ve yazarlarımızın dergilerimize gönderdikleri çalışmaları ile devam ettirmeye çalışacağım.
Ayrıca yayına hazırladığım iki yeni dergiyi de buradan sizlere duyurmayı uygun gördüm.
“Turizm Dergisi”  ilk sayısını hazırlamaktayım. İlk sayımızı Çorum ilini tanıtmak için hazırlıklarımı tamamladım ve yayına peyder pey aktarmaya çalışacağım.
“Bak Sat Al Dergisi”  bu dergimin amacı da satışını istediğiniz her türlü ticari emtianın buradan tanıtımını yapmak ve sizlere sunmak olarak düşündüm.
Yeni çalışmalarımızı diğer yazar arkadaşlarımızı sanal kitaplarına çevirmeye çalışacağım.
Sizlerin de öneri ve tenkitlerini bekliyorum.
 
 

 
 04

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Tülay BİLGİN
Tülay BİLGİN Hayat Hikayesi
ÇORUM BARAJI
Çorum’da şöyle bir geziye çıkalım dedik. Uzun zamandır da gitmiyordum. Barajı gezmeye gittik, baraj çok güzel dolmuş. Bu küçük gölü görünce susuzluk korkumuz kalmadı. Etrafında gezdik gün batımını seyrettik. Harika bir Dinlenme spor alanı Çorum için önemli bir bölge.
Bir taraftan da kanallara gözümüz takıldı. Kanalları toprak doldurmuş. Barajda gırtlağına kadar dolu bu yağmurlarla taşması an meselesi. Türkiye’de sellerin birinci kaynağı su kanallarının kapalı olması ya da yok edilmesi.  Kâinatın bir dengesi var. Dere yataklarına su gelmeyecek diye bir şey mi var. Su olmadığında o bölg
eleri farklı amaçlarla kullanıyorlar, ya da kapatıyorlar. Sellerin can aldığı şu günlerde. Su baskının tedbiri kanalları acilen açmaktır diye düşünüyorum. Yoksa yağmurların barajı taşırması an meselesi. Hayat örnekler veriyor.
İnsanlara ben geliyorum diye önce ayak seslerini gönderiyor.

 

 
 
 
 05

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Salım SAVCI
Salim SAVCI Hayat Hikayesi
TEMİZ TÜRKÇE
İnsanoğlu kirletmeyi sever. Kirlettiği alanları sıralayalım:
1. Hava tabakası: Havayı kirlettik. Hatta ozon tabakasını bile deldik.
2. Denizler, akarsular: Kıyılardaki kentlerin lağımlarını kıyıdan 2-3 km denize salıverdik. Akarsularımız da aynı kirlilikten bir türlü arınamadı.
3. Toprağı da kirlettik: Zehirli atıkları varillerde toprağa gömdük.
4. Şimdi de anadilimizi kirletmeye başladık:
a) Yasa ile kabul edilen, okunuşları verilen harfleri tarzanlaştırdık. Örnek Türkçede (H) harfi var. (HE) diye okunur. H’yi HA diyenlerimiz hala var oğlu var!
b) Harflerimizi batıya özenerek Te’yi Ti, Ve’yi Vİ, (N’yi) En diyenler o denli çoğaldı ki TV (TEVE doğrusu)lerimizin adları da acayipleşti.
c) Tek yazım (imla) kılavuzuna ulaşamadığımız için, satırbaşını kaldırdık, her yazara göre nerede ise yazım kılavuzu oluşturmaya başladık.
Bunları niçin yazdık?
-Bir seçime giriyoruz. Partilerimize, milletvekili adaylarımıza, sade vatandaş sorsun istedik.
İnşallah havanda su dövmemiş oluruz!
 
 
 

 

 
 06

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mahmut Selim GÜRSEL
Mahmut Selim GÜRSEL Hayat Hikayesi
NEDEN BU KELİMELERE GEREK DUYULUYOR?
            Bu yıl nedense bazı kendini bilmezler ülkemin insanlarını artık BAYRAK, TÜRK, DEVLET, MİLLET metfunlarından uzaklaştırmak için adeta seferber oldular. Şanlı TÜRK BAYRAĞI yerine; rengârenk bayraklar, TÜRK yerine TÜRKİYELİ, Devlet yerine konfederasyon, MİLLET de halklar kelimelerini kullanmaya bilhassa itina ve dikkat etmektedirler.
            Bu kelimeleri kullananlar dikkat edilirse bir önceki yıllarda Ülkemizin bir MOZAİK olduğunu empoze ettiler ve Ülkemden birkaç yazardan başkası da bu terime karşı çıktı, diğerleri ise bilerek veya bilmeyerek bu terimi kabul etmiş göründüler ve konuşma ve yazılarında mozaik kelimesini kullandılar ve halen kullanıyorlar. Bilindiği gibi mozaik çeşitli maddelerin herhangi bir birleştirici ile karıştırılarak dökülerek kurutulan ve bir satıh yada kütle elde edilen yapay olmazsa da birleştirilmiş bir kütledir. Ülkemde yaşayanların tamamının kimliği TÜRK’TÜR. Türklük  TÜRKİYE’DE yaşayan bütün insanların ortak kimliğidir. Türkiye de yaşayanlar hiçbir zaman Türkiyeli olamaz. TÜRKİYE’DE yaşayanlar TÜRK’TÜRLER. Beğenmeyenler ise istedikleri yerlere giderler. İstedikleri ülkede “YELİ” olarak yaşarlar. Yada bu kelimeleri kullanmaktan uzak durmaları gerekir.
            Evet efendiler! Bizim ülkemiz TÜRKİYE’DİR. 900 küsur senedir bu ülke TÜRK HÂKİMİYETİ altında bulunmaktadır. Bu yerde  daha önce yaşamış toplulukların fertleri de halen bu ülke topraklarında yaşamaktadırlar. Bu ülkeyi zapt edenler onları bağırlarına basmış; onları himaye etmiş ve hatta kendilerinden daha da fazla haklarla korumuştur. Bu dediklerimi hiç kimse inkar edemez. Şayet TÜRKLER bu dediklerimi yapmamış olsalardı kendilerine bazı kimlikler icat edenlerin bir tanesi bile bu güne kalmaz, tarih içerisinde yok olur giderlerdi. Yine ben diyorum ki; ülkemiz hepimize yeter. Türk olarak bu topraklarda beraberce kalmışız, yine de kalmamızda bir beis yok. Yok arkadaş ben sözümden dönmem, özümü arıyorum dersen o da senin bileceğin bir iş olup, özünün bu gün oturduğu, Ermenistan, Irak, Yunanistan gibi ülkeler bulunmaktadır. Müracaat eder o ülkelere gidersin. Ülkemizin kanunları sizlerin mal varlıklarını satmanızda hiçbir sakınca ve sınırlandırma koymadığı içinde bütün mal varlıklarını paşa paşa satar, bizlerde seni merasimle yolcu ederiz. Bundan ötesi var mı ?
Bundan ötesini düşünmen senin hayalin olarak kalır. Ülke bütünlüğü ile oynayanların karşısına ülkenin koruyucusu olan Hükümeti, Silahlı Kuvvetleri, Jandarma Kuvvetleri ve Polis Kuvvetleri olarak sana gereken dersi verir.

 

 
 
 
 07

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI Hayat Hikayesi
OBJEKTİF VE REEL ANLAMDA; KUVVETLER VE DENGELER
            Demokrasi rejiminin teminatı ve meşruiyetin temel şartı kuvvetler ayrılığıdır.
            Genel politik bilimler ve geleneksel Türk idare sisteminde öne çıkan “medeni siyaset” kuramında kuvvetler: 1. Yasama (meclis/şura), 2. Yürütme (icra/hükümet), 3. Yargı (adalet cihazı, hâkim ve savcılar), 4. Medya (yazılı/görsel/işitsel ve dijital), 5. Sivil Toplum (örgütlü kuruluşlar ve bireysel sorumluluk bağlamında yurttaşlar)  
            Tek başına “izafi bir kavram” olmaktan öte bir anlam ifade etmeyen devlet kavramı, bu uzuvlar vasıtasıyla vücut bulur, kurumlaşır ve şekillenir. Başta İsrail, ABD, çoğu AB ve bazı Arap ülkeleri gibi “çete devletleri” hariç olmak üzere; Vatandaşlar tarafından ‘insan için” kurulan, akil/ehil/erdemli, onurlu ve sorumlu insanlar tarafından yönetilen devletlerin olmazsa olmaz şartı, kesin kes kuvvetler ayrılığıdır.    
            Kuvvetler ayrılığı: Eğer ki, her bir erk/kuvvet kendi işini kendisi yapabilecek güce ve özgürlüğe sahip ise vardır. Aksi takdirde, böyle bir ilkenin varlığından bahsetmek siyasi etik dışı, düpedüz yalancılık, sahtekârlık ve mürailiktir. Olayı Türkiye özeline indirgediğimizde görüleceği üzere: Bu durumda, TBMM üzerinde sıkı bir parti kontrolüne gerek kalmayacağı gibi, “demokrasinin vazgeçilmez unsuru” siyasi partileri âdi birer şirket, sömürü aracı olarak kullanan ‘lider bozuntusu” keneler zuhur etmeyecektir. HSYK’da adalet bakanı ve müsteşarı bulunmadığı halde hükümetler, yargı darbesi yemeyeceklerinden emin olabileceklerdir. Dolayısıyla, halkın “sosyal sözleşmeler” (anayasa, yasa, yönetmelik vs) gereği vücuda getirdiği örgütün ‘hukuk devleti’ olarak varlık, meşruiyet, güç ve ağırlığını sürdürebilmesinin olmazsa olmaz koşulu;, Objektif, eşit-adil hak, nevi-i şahsına münhasır özel hukuk ve orijinal esaslara göre kaim sağlam bir mevzuatın varlığı, yasalar karşısında yekdiğerine nazaran eşit ağırlık ve devamlılığın teminatıdır.
Bu durumda: (kuvvetler ayrılığı ilkesinin hâkim ve hükümferma olması halinde) 
1. Yasama (Meclis/Şura); Namuslu, dürüst, onurlu ve sorumlu; vicdanı hür, irfanı hür yurttaşlardan terekküp ve teşekkül edebilir.
2. Yürütme; Hükmünü hikmetle yürütür, kul hakkını korur, hukukun üstünlüğünü hâkim kılar, ülkeye zenginlik, refah, barış ve mutluluk getirir, adalet ahlâkının banisi olabilir. 
3. Yargı; Kolluk kuvvetlerinden hapishanelere kadar bilcümle sathı vatanda, her türlü hâl ve ahvalde hak/hukuk, adalet ve dürüstlükle kaim huzur, emniyet ve güven iklimi hâkim kılınır. Adalet özgür/tarafsız ve bağımsız biçimde tahakkuk eder, mülk’ün temeli olur.
Cumhurbaşkanı dâhil vekil, başbakan/bakan, genelkurmay başkanı, genel müdür, general ve memurlar “kanun önünde” eşit hale gelir. Vekillerinin ‘kürsü masuniyeti’ ile hâkim ve savcıların “resmi vazife masuniyeti” hariç; Mevcut ve mer-i insanlık, etik ve hukuk dışı, “dokunulmazlık” denilen insanlık düşmanlığı kisvesinden eser kalmaz.   
4. Medya: Bilumum tür, hitap/kapsama alanı, imkân ve kaynaklarıyla özgür, tarafsız ve bağımsız, şahsiyetli ve haysiyetli; Bütün Türk Milleti, bilim ve insanlık adına; halkın yanında yer almak dışında, kimseye “yandaş, yoldaş ve Candaş” olmayan;, Namuslu, dürüst, ilkeli, onurlu ve sorumlu unsurlar “beşinci kuvvet/MEDYA” bunun dışında kalan ve kula kul olan domuzlar ise sadece lânetli uşaklar ve halk düşmanlarıdırlar!...   
5. Sivil toplum/özgür birey ve her biri bir devlet olan vatandaş:  Gerçekte en önemli kuvvet/erk halk; Halk’a rağmen hüküm iddia, ifa ve icra etmeye kalkışmak gayrimeşru olmaktır. Burada meşruiyetin ilk şartı kesinlikle ve asla seçimle gelmek değil; Kuvvetler ayrılığı ilkesi bağlamında ‘hukuki tanım, konum ve duruma’ uygun olmaktır.
İşte Bu: Hiçbir çıkar, kazanç paylaşma ve gönüllülük dışında zorunlu aidat almaksızın faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşları ve bizatihi onurlu/sorumlu bireyin görevidir. Görev: başta yasama/yürütme/yargı/medya olmak üzere; Devleti denetleme, kamu vicdanı ve adalet kurumu yoluyla sorgulama, yargılama ve icabında hasep sormaktır.
Siyasi partiler, sendikalar, meslek odaları ve kooperatifler kesinlikle STK değildir.               
Kuvvetler Ayrılığı İlkesi ve Yargı Meşruiyeti
Yukarda açıklanan ve tanımlanan ilkeler her medeni devlette var olmak zorundadır.
            Aksi taktirde, demokrasi, adalet-hukuk ve kuvvetler ayrılığı bahis konusu olamaz!..
            Devlet içinde kuvvetler, birbirlerini denetlemek, kontrol ve takip etmek, dengelemek; aynı zamanda anayasa ve yasa karşısında eşit hak, yetki ve sorumluluğa sahip olmak zorunda ve durumundadır. Yasama, Yürütme ve Yargı terazide eşit ağırlığa sahip olmaz; Medya da yandaş, yoldaş ve Candaş unsurlardan oluşmak gibi, lânetli bir hale irca olursa; Ne cari sistem meşrudur ve nede, sistemin güncel banileri!..    
            Daha açık bir anlatımla: Demokrasilerde yargı bağımsızlığı, nevi şahsına münhasır özgürlük/özerklik ve tarafsızlığından bahsedebilmek için yargının diğer iki demokratik erkten yani yasama ve yürütmeye eşdeğer meşruiyete sahip bulunması gerekmektedir.
Yoksa bu günün "Anayasa Mahkemesi ana muhalefet mahkemesi olmuştur" biçimi art niyetli ve eleştirel söylemler ile anayasaya açıkça meydan okuma tarzındaki polemiklerinden daha güçlü ardıl yargı sorunları bir anda rejimin kökten sorgulanmasına neden olabilir.
Bu ve benzeri beyanlar, tahrik ve hezeyanlar alenen suç teşkil etmesine, ceza yasası ve anayasaya göre soruşturmayı mucip olmasına rağmen dava konusu yapılmaz, yapılamaz ise yargı büyük bir baskı ve töhmet altında demektir.  
Meşruiyet kaynakları demokrasilerde "halk desteği", millet iradesinin ‘namuslu, dürüst ve demokratik’ seçimlerle devlet idaresine gelme önkoşulu olmakla birlikte, insan hak ve özgürlükleri gibi evrensel temel hukuk kavramları bazen çoğunluğun desteği Olmaksızın da meşruiyetin vazgeçilmezi olmaktadır.
Nitekim Anayasaların ortaya çıkışı ile devletin karşısında bireyin, yerli azınlıkların, dezavantajlı grupların korunmasına yönelik liberal demokrasi akımları ile mümkün olabildiği gerçektir. Yargının meşruiyetinin güçlü olarak desteklenmesi ve bağımsızlaştırılması ilk defa ABD'de jürili mahkemelerin kurulması ve Anayasa Mahkemesinin ortaya çıkışı ile başlamış, bu sistematik kıta Avrupa'sında da giderek yaygınlaşmıştır.
Meşruiyet kaynaklarını kuramsal, pozitif hukuk kapsamı dışında örf, adet, din, gelenek ve görenek kuralları ile tabana yaymak yürütme ve yasamanın görece "halka yakınlık" kozunu elinden alabileceği düşünülür. Ancak demokratik seçenekleri, çoğulculuğu, kişi hak, hukuk ve özgürlüklerini tamamen veya kısmen yok etmeye yönelik kavram ve kurumlaşmaların yasama ve yürütmenin karşısına çıkabilecek daha güçlü meşruiyet kaynakları bulabilmek oldukça zordur. Hatta bazen Irak'ta olduğu gibi istenmeyen gelişmelere veya Cezayir'de yaşandığı gibi tamamen totaliter bir dışa kapanmaya ya da Filistin'de olduğu gibi ortada bırakılmaya neden olabilmektedir. Eskiden Türkiye'de "Adalet Mülkün Temelidir" veciz sözü geçerli idi. Her nedense bugünlerde aynı veciz söz "Adalet Devletin Temelidir" şeklinde değişivermiştir.
Herkese normal gelebilir ama işin aslını/felsefesini bilenlere göre bu faşist bir tuzaktır.
Hem de demokrasinin devletle bireyin sözleşmesine dayandığını savunan liberallere atılmış bir goldür. Çünkü devlet bireyin mülkünün emniyetini sağlamak görevini üslenmiştir. Halbuki adaletin devlet elinde bir silah olması devletin bu ikili anlaşmayı bireylerin mülküne ve bütün kişilik haklarına tecavüzünü mazur gösteren bir yaklaşımdır. Yani; adaletin mülkün temeli olduğu doğru, ama devletin temelinde tecavüz ve zorbalık varsa adalet yoktur.
Anayasal meşruiyetin tahkimi için batılı ülkeler (Almanya, Fransa, İtalya, Macaristan vb) Anayasa Mahkeme üyelerini meclisin nitelikli çoğunluğu (2/3 gibi) ile seçmekte, Çünkü Cumhurbaşkanı, başbakan gibi yüksek makamlarda bulunanları yargılayabilmek için böylesi bir güçlü desteğe ihtiyaç duyulmaktadır. Nitelikli çoğunluk mahkemenin elini güçlendirirken yürütmenin oldubittilere başvurmasını önlemekte ve caydırmaktadır.
Tabii ki, yorum yapacak birçok kanaat önderimiz olmasına rağmen bu hassas konulara pek de girilmemesi çok düşündürücüdür. Demek gerek iktidar, gerek muhalefet, tıpkı yandaş, yoldaş, Candaş medya gibi ‘yandaş yargı’ hesaplarını da bir türlü bırakamamaktadırlar.

 

 
 
 
  08

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Ahmet CANBABA
Ahmet CANBABA Hayat Hikayesi
HAYATA DÖNÜŞ (erken  teşhis)
Sırtımdaki,  göksümdeki  ve zaman  zaman  vücudumu  tümden  saran  ağrılarından  şikayet ettiğimde  eşim:
“ Hayatım  kaç defa  diyorum  sana  bir  dipten  doruğa  muayene  ol. Bak hastanede  çalışan komşumuzun  bir  tanıdık  doktoru  var, önce  muayenehanesine  gideceğiz,  sonrada  o  bize  bir  yol  gösterir,  gerekirse  bir  Check-up   yaptırırız. Muhakkak  bir  şey  var ki  sende  her gün  şikayetçisin  kendinden.“  Dediğinde ben hep  “haklısın  hayatım”  derdim de  bir  türlü  teşebbüse  geçmezdik.
 Tabiî ki  rahatsızdım  ağrıdan  sızıdan yana  ama  direniyordum  doktora  gitmeye. Nasıl  olduysa ağrılarımın  arttığı  bir  gün Hanımın da  ağrılardan şikayeti geldi  aklıma  ikimizde bir  muayene  olalım dedim. İşyerinden  telefon  ederek bir  randevu  aldım  doktordan.  Ertesi  gün  Fikret  beyin  muayene hane sine eşimle beraber giderek  vizite  ücretini yatırdım. Benim  göksümü, nefes  alışverişimi,  sırtımı  dinledi. Uzun  tetkiklerden  sonra  kartvizitinin  arkasına  imzasını  atarak
“yarın  erkenden  hastaneye  gel,  kapıdan  kartımı  gösterdiğinde  direk içeri  girersin”  dedi. Tabi  eşimi de aynı  şekilde  muayene  ederek  aynı  şeyleri  eşime de  söyledi  ona da  bir kart yazarak  verdi. 
Ertesi  gün  bizde  öyle  yaptık.  Sabah  hastanenin  içi  ana  baba  günüydü. Onları  yararak  geçerken  arkamızdan  konuşuyorlardı.
“İşte  gene  özelciler geldi,  bunların  paraları  var  kuyruk  beklemezler ki.  Hele  bizim  gibi  geceden kalkıp ta  sıramı  alacaklar  sanki.”
Duymazlıktan  gelmek  zorundaydık.  Adamlar  haksızda  sayılmazdı  ama  ne yapacaksın  sağlık  sorunu  bu. Halimize  şükrettik. Zaten  şükürcü  bir  millet  değilmiyiz. Bir trfik kazası olsa,     bir uçak  düşse  çok  şükür, içinde  biz  yokuz  demezmiyiz. Ya  sel felaketinde,  depremde  kendilerine  zarar  gelmeyenler  şükretmezler mi. Bizde para ile  muayyene olacak  durumda  olduğumuza  şükrettik.  Oysa  çokları  doktora  gitmeyi  gerektirmeyecek  derecede  sağlıklarının yerinde  olduklarına şükrediyorlardı.   Ya birde  muayene  olacak  paramız  olmasaydı ?
Her  şeye  para  bulunuyordu da  şu  sağlığa  para  bulamıyordu halk.   Bulsa da  halkın    önceliği  sağlık  değildi ki.  Yakacak,  giyecek  ve  en  önemlisi  gıda. İşte  en  son  kertesine  getirmişler  hastalıklarını. Artık  doktora  gelmekten  başka  çare  bulamamış  insanların  yığılmalarıydı  hastanedeki  kalabalık. 
Kapıdaki  görevlilere doktorun  arkası  imzalı kartvizitini  gösterince  hiç  bekletmeden 
“ikinci kat  109 numara”  dedi  görevli. İkinci kat 109 numaraya  çıktığımda doktorun  bulunduğu  oda  kapısının  karşısındaki  görevli bayana doktorun  yazılı kartvizitini gösterdim  
“içerdekiler  çıksınlar  hemen  sizi  alacağım”  dedi.   Eşimin ve benim  sağlık karnesini alarak kaydını  yaptı. İçerden  çıkan  hastadan  sonra  muayene  olmak için  eşim  girdi  içeri.  Doktor  hiç muayene  etmeden  bir  kağıt  üzerinde  işaretlenmiş  liseyi  eşime    verdi. Sonra  ben  girdim benim  elime de bir  işaretlenmiş  tahlil kağıdı  verdi
“işaretli  tahlilleri  yap getir,  gittiğin  yerlerde kartımı  göster sıra  beklemezsin”  dedi.  Sistemin  çarkı  böyle  işliyordu  demek. Her  gittiğimiz  yerde hiç  beklemedik,  kan tahlilinde,  idrarda. 
Hele  kandan  bir  sürü tahliller  yaptılar.  Eşimle  beraber  hepsinin  neticelerini  aldık  doktora  verdik. İçerde  bir  başkası  daha  vardı. Sanıyorum  doktorun  tanıdığı  biri. Çenesi  düşük  bir  insan. Doktor sanki  onu  dinlemiyordu. Elinde   siyah  bir  çanta, içersinde  bir  sürü  ilaç  numuneleri  var.   İlaçlarla ilgili  bilgi  alışverişinden  başka bir şey  değildi  adamın  yaptığı.  Kim bilir hangi  fabrikanın ilaç pazarlamacısıydı.  Biz se  doktorun  tahlil  sonuçlarını söylemesini  bekliyorduk. Hele  adam  bir  konuşmasını  kesse  sıra  bize  gelecekti.
O  çenesi  düşük  adam  işi  bittiği  halde  çıkıp  gideceğine,  eşimle  beraber  doktorun  söylediğini   dinlemez mi.  Doktor  tekrar  tekrar  tahlil  sonuçlarına  baktı,  kafasını  salladı.  Ters  giden  bir şeyler  vardı galiba. Gözlerini  benden kaçırarak  eşime  bir şeyler  diyordu ki  eşim  benim kolumdan  tutup;
“Güven   sen  biraz dışarı da  bekle    benim  doktorla  bir  özel  görüşmem  olacak”  dedi.  Ben  dışarıda  beklerken  O geveze  adamında sesinin  yükseldiğini  duydum içerden. Durmadan  konuştular konuştular ama  konuşan  hep o  geveze  adamdı.  Ama  tam  anlayamıyordum konuşulanları. Sonra  o geveze adam  kapıdan  çıktı bana  dönerek
“hücre çoğalmasıymış,  geçmiş olsun  iyi huyluysa korkulacak  bir şey  yok”  dedi. Adam  söyledi  söylemesine  ama benim kendisine  birşeyler  sormamı  beklemeden  çekip    gitti.  Bir  ara  peşinden koşturayım  dedim  vazgeçtim.  Doktor eşime  içerde  tedavi şekillerini  izah  etmiş,  ayrıca  başka  ülkelerde  tedavi  görebileceğini  söylemiş.  Hiç  konuşmadan  geldik  eve. Ben istiyorum ki  kendi birşeyler söylesin. ‘Korkulacak  bir şey  yok’  desin,  geveze  adamın  söylediği gibi. Ama  ne  gezer  eşimde  çıt yok.   
  Eve geldiğimizde birazda  yüzü  ağlamaklı:
“hücre  çoğalmasıymış,  kansermiş yani”  dedi.  Ben  oturduğum  koltuktan  fırlamıştım  sanki. Ellerimle  yüzümü kapatıp 
“Aman Allah’ım  buda mı  gelecekti  başıma”  dedim. Yalnız  hücre çoğalmasını  bir şeye  benzetememiştim  adam  söylediğinde.
Eşimin gözyaşlarına karışmış sözleri  düştü  üst  üste dudaklarından. Lavanta  kokan  çarşafları  serilmiş yatak  odasının  kapısında  durmuş,  içeriye  bakıyordu öylece.   Bir  dil  sürçmesi  onu  ele  verdi. ‘Hücre  çoğalmasıymış tan sonra kansermiş’  demesi. Şimdi  benimde   bildiğimi  bilmesinden  biraz  rahatlamıştı. Oysa nasıl  söyleyebilirim kinin  hesaplarını  yapmıştı  yol  boyu.  Tedavimdeki uzun  sürecin   ruhunda yaratacağı    karmaşadaki davranış  bozukluklarını  algılıyordum  eşimin.
Benim hastalığımı  duyduğunda  çoktan iç  dünyası  yıkılmıştı. Ben yatak odası kapısından içeri  girdiğimde  eşimde  arkamdaydı. Yatağın  bir  köşesine  usulca  oturdum. Eşimde yanıma  oturdu. Şimdi  az da  olsa  kendisine  gelmişti. Doğal  davranışların  kimyasındaki  sükuneti  yaratan  neydi. Sanki  hastanedeki  korku  ve  telaş  gitmişti  şimdi. Benim  kıyametler  koparacağımı, hayatı  hem kendisine  hem de  kendime  zehir  edeceğimi  düşünüyordu.
Kendisini  hiç de ilgilendirmeyen  bir  konuda doktorun  anlattıklarını  duyan  bir yabancı,  bana  patavatsızca 
“ Hücre  çoğalmasıymış demek ”   dediğinde   benim  dünyam zaten kararmıştı. Demek  benim  hastalığımı  duyduğunda  o  şarlatan içerde bağırmıştı  “çaresiz  bir  hastalık” diye.  O münasebetsiz adam  ne  münasebetle  benim hastalığım  hakkında  patavatsızca  konuşmuştu.  “Beyefendi  seni  ilgilendirmez bilmediğin  şeylere  lütfen karışma”  diye  eşimin   sinirlenip  bağırdığını duymuştum  kapıdan.  Sanki  ona  denmiyormuş  gibi   yüzü  kızarmayan  adam   büsbütün  moralimi  bozmuştu  dışarıya  çıkıp  ayrıca  bana hücre  çoğalmasıymış  diye   söylediğinde. Güya  ben  duymayacaktım. Yüzsüzlerin  yüzlü  çıkmalarını  düşünmek  insanı  üzmez mi.  Adam  sanki uyuşturucu bağımlısı gibi  söze  karşılık  verme  bağımlısı  içinde  görüyor kendisini  ve  durmadan  konuşuyordu. Zaten  içerde  doktoru  yüceltecek  konuşmalar  yaptığında   doktorun da  sesi  çıkmadan  propogandist  beyi  dinliyordu.
“Sağlık bu  hanımefendi. Eşiniz için   doktor  beyin  dediği  ülkeye  giderseniz  tedavi için  kesin  çözüm  bulunur.” dediğinde eşimin  iyice  dolduğunun  farkındaydım. Adam  durmadan  konuşuyor  benim  sağlığım  üzerine  çözümler  üretiyordu. Eşimde  artık  adamın  konuşmalarına  daha  fazla  tahammül  edememiş demekki.
“Beyefendi   Her  şeyde  tüketim  toplumu  olmuş  çıkmışız.  Şimdide  olur  olmaz  söz  tüketiyoruz,   ses tüketiyoruz,  onur  tüketiyoruz,  en  güzel  değerlerimizi  tüketiyoruz. Sevdiklerimizi  ve  kendimizi  tüketiyoruz, onun  için  siz  burada boşuna  sesinizi  tüketmeyin” dedikten  sonra  adam  doktorun  odasından  çıkmak  zorunda  kalmıştı. Üstelik  bana da  hastalığımı  söyleyerek uzaklaştı. 
Eşimin  doktorun  yanından  çıktığında  benim  değil de  sanki   onun teselliye  ihtiyacı  vardı.  Birazda onun için  kendimle  ilgili  bir  şey  sormamıştım  eve  gelene  kadar. Adamın  boş  yere  gevezelik etmesini unutamamıştım “neden  doktorun  söylemesi  gerekeni o adi adam  söyledi” diye  eşimin  saçlarını okşayarak  yanaklarından  öpmüştüm .
“Seni seviyorum  hayatım.  Hastalığım  unutmaki  her şeyin  sonu  değil” dedim.  Eşimi kendi  hastalığımın vahim  düşüncesinden uzaklaştırmak için   bir  savaş veriyordum  sanki.
Sanki  her tarafa  savrulmuş  başıboş  dönen  gezegenler   gibiydi  kafamdakiler.
Şimdi  yatağa  uzandık   birbirimize  sarılıp çaresizlik içinde  ağlaşıyorduk.  Karı koca ortak  bir  sessizliğin içindeydik.  Hareketlerimizin  devinimleri sıfıra  inmiş  bir  pelte  gibi  yatağın  üzerine  serilip  öylece  bırakmıştı  bizi. 
Yaşlı  ve  şeker  hastası olan  anneme  ve  hele  bana  çok  düşkün   kalp hastası olan  babama  nasıl diyecektim. 
“Çocuklarıma  nasıl  söylerim”. Şimdi kendi  içimizdeki  boşlukta kendimizi mahkum  etmiş,  bir çıkış noktası  arıyorduk. Ben  ne  yapmıştım da  tanrı  çaresiz  bir  hastalığın eline   bırakmıştı  beni. Çevremdeki  en  yakınlarıma  söyleyerek,  düşüncelerimi  kemiren  olumsuzluklar  paylaşıldığında  yerine olumlu söylenecek her  söz belki  bana ilaç olurdu.  Şu anda  çaresizliğin  şokundaydık.  Vurgun  yemiştik.
“Hastane  kapılarındaki  çare bulunacak dertler içindeki   çaresizlikler zincirinin  bir  halkası da   bendim” diye  düşündüm. Ama şimdi  eşimin  ne  düşündüğünü  sezebiliyordum. Benim dalgın  bakışlarımdan  kendimi  uyandırarak  eşime
“Kiradaki  dairemizi  sattığımızda  Amerika’da  tedavisi  olabilir diyorsundur” değilmi?
“Tamam    düşündüğün   gibi  düşünüyorum  bende” dedi.  O da  anladığımı  anlamış  olacak ki 
“onu  sonra  konuşuruz”  dedi.  Ertesi  sabah, geçirdiğimiz  tedirgin  bir  geceden  sonra  tekrar  hastanedeydik.  Oğluma  ve  iki kızıma  üstü kapalıda  olsa  durumu  anlattığımda
“anne  annenizle,  dedenize  söylemeyin  sakın”  diye de  tembih  ettim. Büyük kızım
“hastaneye  bende  geleceğim  baba”  seni  yalnız  bırakamam”  dedi. Ufak kızımla oğlum yaşlı dedesi ve  anneannelerinin yanlarında kaldılar.  Sekseninin  üzerinde   insanlar,  onlarında bakıma  ihtiyaçları  var  nede  olsa. Büyük kentlerdeki  bir  başka  endişede  hızla  artan  kapkaç olayları. Eşim  bizimle  beraber  gelen büyük kızımıza  hastaneye  gidene kadar  tembih üzerine  tembih etti. Aman  çantana  dikkat  et  sanki  bizim  kıza  söylenmemiş. Eşim eczaneden  ilaç  almak  için  yanımızdan  ayrıldığında, kızımda  benim kan verirken çıkardığım  paltomu  koluna  asıyor. Hemşireler  kan alma  işini tamamlayıp ta    ben tekrar   paltomu  kızımdan  aldığımda bakmış ki  kızım  kolunda  çantası  yok. İki  tane  kesilmiş deri  sap  sallanıyor  kolunda  kızımın. Pes yani bu kadara da.  Anne  gelene kadar  sağa  sola  koşuşturdular  ama  nafile. Bu  ikinci  çarpılışı  kızımın. Bazen  insanlar hayatta  bedavadan yaşıyor.   Bana  “aman  olsun  canımıza  bir şey  gelmedi ya”  deyip  geçiştirdiler.  Ama    önemli olan benim  bir şeye  üzülmemem lazım. Hanım  ilaçlarla  geldikten sonra  tomografilerim  çekilecek  tabiki. Hadi   bu seferde  elektrikler  kesilmesin mi.  Yalnızca  kan tahlili  yaptırmış olduk  o gün. Akşam  evde çocuklar  “ Anne, babamı  Çine  götür. Türkiye den  kanser  hastaları  Çine  gidiyorlarmış ameliyat  olmak için. Kanser  turları  düzenleniyormuş. Herkes  gezi için umreye  gidiyor,  siz  sağlığınız  için  Çine  gitmişsiniz  çok mu”? diye  üsteleyince 
“haklısın  kızım”  dedim. Ama  doktorumuz   bendeki gelişmelerden  çok umutlu,  sanıyorum  sizlerin  sevgisi  ve  benim  stresten uzak  durarak  hiçbir şeyi  dert  edinmemem  kurtaracak  beni  bu dertten” Oysa  her şeyimiz  problem. Birçok  şeyi  bana  aksettirmediklerinizi biliyorum. Ne şehit  ailelerinin dramını,  nede  Cumhuriyet ilkelerinin  yavaş  yavaş  elden  gitmesini. Benim  bu konulardaki  hassasiyetim  kendi  canımdanda  önemli.
Eşim  hastalığım   devam  ederken,  sürekli  bu hastalıktan  tedavi  olanlardan  ne kullandıkları  ve  nelerden  çare  bulduklarını  hep  araştırmaktaydı. İçimde iyi olmama yönelik  büyük  bir inanç vardı. Artık eşimle   dağlardan ot  toplamaya gidiyorduk. İnternet ten   yeni  tedavi  sistemlerini  araştırıyorduk.  Çocuklarımın   benim yanımda     olmaları  bana destek  vermeleri  beni  hayata  bağlıyordu.  Bir  gün iliğimden  kan  aldılar  çok  büyük  bir  iğneydi.   Aman  Allahım  Birkaç  gün  sonra  gittiğimizde  hastalığımın  düzeldiği  yolundaki    doktorun  ifadesi   bana  dirençli  olmayı öğretmişti. 
“Sen  bunu  yenebilecek  güçtesin”  kanser ve karamsarlık arasında ilişki olduğunu ifade ederek   “Milattan sonra 2. yüzyılda melankolik insanların neşeli insanlara kıyasla kansere yakalanmaya daha yatkın oldukları anlaşılmıştı.18. ve 19. yüzyıllarda pek çok doktor , özellikle karamsar dediğimiz kişilerde kanserin, o kişinin yaşamındaki bir trajediden sonra oluştuğunu fark ettiler." dedi. " strese  verdiğimiz  tepki, stresin  kendisinden  daha  önemliydi. 
Uzun  tedavilerin  ardından ameliyata  hazırlandım. Radyoaktif  karantinalarda  kaldım.   Işın tedavileri,  atom kapsülü  haplar,  tekrar  tekrar  testler   tahliller, eşimin , çocuklarımın  ve  dostlarımın  beni  yalnız  bırakmayışları   beni  hayata  döndürdü  diyebilirim.
Şimdi  sağlığım  düzelmiş olarak , sanki hayata  yeniden  gelmişim  gibi  yaşamıma  sıfırdan  başladım. Sizde  benim yaptığımı  yapın.  Neticesini  değiştiremeyeceğiniz  hiçbir  olayda  üzülmeyeceksiniz.  Çünkü  üzülmeniz  hiçbir  şeyi  geri  getirmeyecektir.
 
 
 
 
 09

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Selma GÜRSEL
Selma GÜRSEL Hayat Hikayesi
KABAK YEMEĞİ
1 Kilo Kabak
250 Gram kuşbaşı
Bir baş büyük soğan
Bir fincan Pirinç
İstenildiği tadar yağ
Bir yemek kaşığı salça
Pul Biber istenildiği kadar tuz
Kabaklar güzelce yıkandıktan sonra kabukları tırtıllı kazıma veya piçak ile kazınarak kabuklarından temizlenir ve başları alınarak halka şeklin doğranır. Tekrar yıkanarak süzülür.
Soğan doğranır ve ateşte ölmek üzere iken kuşbaşı et konularak bir miktar et kavrulur hafif pembeleşen etin salça konularak karıştırılır. Tencereye  yıkanmış kangal kabaklar tencereye konulur. Kabakları örtecek kadar sıcak su konularak tuz, biber eklenir. Bir miktar doğranmış tere otu kokursa koku verir ve pirinç eklenir  on dakika kadar ılık ateşte pişirilir.
Sıcak olarak servis edilen kabağın üzerine sarımsaklı yoğurt dökülerek yenilir.

 

 
 
 
 10

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Emine Sevinç ÖKSÜZOĞLU
Emine Sevinç ÖKSÜZOĞLU Hayat Hikayesi
ANKARA
Ankara
Yabancı yüreğimin mahsun yarası
Esir alınmış duyguların yalnız hatırası
Karanlık gökyüzünü yırtan öksüz gülüş
Ve bitmeyen endişeli bekleyişin adı
Ankara
Sevdalar ülkesi memleketimin soğuk kenti
Soluğuma karışan bu yalnız ve ölü hava
Boğuyor beni ruhuma yapışan karbon monoksit kokusu
Ve kasıklarımda biriken endişeli ağrılar topluluğu
Ankara
Yaşamın içinde büyüyen bir rüya kenti
Islak ruhuma dar gelen yalnız sokaklar
Hapsolmuş düşüncelerin yalnız kadını
Ve kırmızı gecelerde terkedilmiş genç sevdalılar
Ankara
Yaşam gün yüzünü görmeden acı ile buluşur caddelerinde
Geçit vermez kurtuluşu olmayan keşmekeşlikler
Ruhumu acıtır oysaki kör olası sefil ayrılıklar
Ve sende esir kalmıştır seni yazan kalemler
Ankara
Bir katilin kaleminden kan kustum bu gece
Bu gece nezarete düştü sana haykıran yüreğim
Mor düşler kurdum gezinirken caddelerinde
Ve sana leylalandım bir yosmanın memesinde
Ankara
Gezindi gözlerim mülteci fahişenin bedeninde
Seni aradım sandım her köşe başında delice
Bilirim Ankara’da kar, Ankara’da yağmur
Ankara’da soğuk, Ankara’da ayaz var
Ve bilirim yüreğimde sen ellerimde kelepçe var
10.03.2008 / ANKARA

 

 

 
 
 
 11

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Cuma TÜRKMEN
Cuma TÜRKMEN Hayat Hikayesi
NİYE
Kur’an hattatının ismini taşırsın
Bu cehalet niye,bu kinin niye?
Vurulan mührü şimdi kazırsın,
Hak’a karşı yanlış bu yönün niye ?
 
Kur’an okuyandan korkarsın niçin
Ya batılı seçin,ya Hak’ı seçin,
Vebali çok büyük sakın ha kaçın,
Geçmişin çok parlak,bu kinin niye ?
 
Meclisin Kur’anla açılmadı mı ?
Cepheler imanla geçimle di mi ?
Kimliğine İslam yazılmadı mı ?
Gittikçe bitersin bu sonun niyi ?
 
Emretmez vahşeti Kur’anı oku,
Doyurur her zaman,hem acı,doku.
TÜRKMENOĞLU ilaç bulamaz yoku,
Nedir hal vaziyet,bu kurum niye ?

 

 
 
 
 12

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!
 
Dile BİGA
Dilek BİGA Hayat Hikayesi
GÖÇMEN GÖZLÜM
Gözlerim Ağlamaklı, yağmura mı özendin
Hani Şu Dört Mevsimden Son Baharı Severdin?
Yolculuk Var Galiba,Kuşlara mı Özendin
Seni çok seviyorum hoş çakal göçmen gözlüm
 
Kaderinmiş bu senin göç göç olup dolaşmak
Her çiçekten bal için bin bir toza bulaşmak
Bir daha mümkün değil mümkün değil buluşmak
Seni çok seviyorum hoşça kal göçmen gözlüm

YAZARLARIMIZIN HAYAT HİKAYELERİNE GİTMEK İÇİN TIKLAYARAK GİDİNİZ!

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

DİKKAT ; BU BİLGİLER TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMDEN  İZİN ALINMADAN KULLANMAYINIZ!
YAPTIKLARIM YAPACAKLARIMIN GARANTİSİ ALTINDADIR!

1

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

 Hukuka, Yasalara, Telif  ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir.

1

Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM

BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR!

139 SAYI 25 Eylül 2010 SAYIYA Gitmek İçin Tıklayınız!