YIL 11     SAYI 128    25 Ekim  2009

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

DİKKAT ; BU BİLGİLER TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMDEN  İZİN ALINMADAN KULLANMAYINIZ!

YAZARLARIMIZIN HAYAT HİKAYELERİNE GİTMEK İÇİN TIKLAYARAK GİDİNİZ!

Aşağıdaki dizinler ile tıklayarak üye olmadan sayfalara girebilir ve inceleyebilirsiniz!1

1
 

BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR!

 
Mahmut Selim GÜRSEL CUMHURİYET BAYRAMI
Müslüm TUNABOYLU ANADOLU BOZKIRINDA UNUTULMAYAN EĞİTİM KURUMLARI  KÖY ENSTİTÜLERİ
Sena ÖZKAŞ SİGARA’NIN  GERÇEK YÜZÜ
Atilla ALPAY YEŞİLAY  HAFTASINDA SİGARAYI BIRAKTI
Mahir ODABAŞI OLMAZ, EN FAZLA BİR DAKİKA VERİRİM
İsa KAYACAN YAŞLILIK, TANRININ İNSANLARA ÖDÜLÜ
Hüseyin Hüsnü GÜREL TBMM DİLEKÇE KOMİSYONU BAŞKANLIĞI’NA ANKARA -VI-
Mustafa Nevruz SINACI GLADYO-OLİGARK, BARONLAR ve HÜKÜMET
Üzeyir Lokman ÇAYCI BU MERT ADAM BENİM DAYIMDI
Ahmet CANBABA ŞÖFÖR HİKAYELERİ  ( Röntgenci)
Selma GÜRSEL YARMA AŞI
Dilek BİGA BİR KERE AŞAĞI BAKMAZ BU DÜNYA
Rıza HARDAL YAŞLILIK
Mehmet KARADAĞ TEMİZ TOPLUM İSTİYORUZ!
 
 
 
 
 01

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mahmut Selim GÜRSEL
Mahmut Selim GÜRSEL Hayat Hikayesi
CUMHURİYET BAYRAMI
Türk Tarihinin en önemli günlerinden birisi olan 29 Ekim 1923'te Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Cumhuriyeti ilan etmesi dolayısı ile kutlandığı, Türkiye'nin önemli Resmî Bayramlarından olan “Cumhuriyet Bayramı” dır.
Mustafa Kemal Paşa, Osmanlı Hükümeti tarafından görevlendirilerek, Anadolu bölgesinde düzeni sağlaması için Osmanlı Devleti'nin onayı ile kırık dökük bir gemi ile, 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktı. Anadolu’da bulunan askeri kuvvetleri ve dağıtılmış Türk askeri birliklerini kontrol amacı ve Türk birliğini korumak için kongreler düzenledi.
23 Nisan 1920 günü Ankara'da Büyük Millet Meclisi'nde toplandı. Meclis, Mustafa Kemal Paşa'yı "Meclis Başkanı" olarak seçti. Mustafa Kemal Paşa'nın önderliğinde Büyük Millet Meclisi, Kurtuluş Savaşı'nı başlattı. Halk ve düzenli ordular düşmana karşı savaş verdiler, omuz omuza mücadele ettiler.
Kurtuluş Savaşı zaferle bitmesinden itibaren 1 Kasım 1922'de Türkiye Büyük Millet Meclisi “Saltanatı Lağvetti”. Padişah Vahdettin "Vatan Haini" ilan edildi ve yurdu terk etti.  24 Temmuz 1923 tarihinde, Lozan şehrinde, Lozan Üniversitesi'nde, Türkiye Büyük Millet Meclisi temsilcileri ile İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Portekiz, Belçika, SSCB ve Yugoslavya temsilcileri tarafından Lozan Barış Antlaşması imzalanmıştır.
Bu antlaşma ile yeni bir devletin temelleri atılmıştır. Fakat Devletin yönetim biçimi henüz belirlenmemiştir. Bu topraklarda kurulmuş olan Vatan nöbetini Selçuklu Türk İmparatorluğunun dağılmasına yakın zamanda kurulan Osman oğulları Beyliği kurulmuştur. Bu beyliğin devamı olan Osmanlı İmparatorluğu'nun da süresini doldurması ve dağılması ile birleşen ve işgal devletlerine karşı kazanılan Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrası, Mustafa Kemal Atatürk'ün önderliğinde Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından; Türkiye Devleti'nin Misakı Milli sınırları içinde bir Cumhuriyet olduğu 29 Ekim 1923 tarihinde ilan edilmiştir.
Hepimiz bu bayrama sahip çıkacak vatan evlatlarını yetiştirmek ile görevliyiz. Bu vatanı bize emanet eden Atatürk’ün “Gençliğe Hitabını” sık sık okumalı ve gençlere ne demek istediğini anlatmalıyız. Bu Vatan binlerce yıldır Türk egemenliğinde kalmış ve ilelebet de Türk egemenliği’nde kalacaktır.
“Ne Mutlu Türküm Diyene” diyen Mustafa Kemal Atatürk’ün çizdiği yoldan bizleri saptırmak isteyen bedbahtların çıkacağı ve kişilerin ülkeyi satacağını ve düşmanın çizmeleri ile çiğneneceğini gören kişi yine yanılmamıştır.
Arkadaş; Yurdunu yabancıya çiğnetme. Ülkeni başka adlarla bölgelere ayırma çabalarına karşı çık. Bu ülke senin ülken sahip çık.
29 Ekim Bayramınızı kutlar ülkemizin ve bizim nicelerine ermesini dilerim.
  

 

 
 

 

 02

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Müslüm TUNABOYLU
Müslüm TUNABOYLU Hayat Hikayesi
ANADOLU BOZKIRINDA UNUTULMAYAN EĞİTİM KURUMLARI  KÖY ENSTİTÜLERİ
Adından da anlaşılacağı gibi Köy Enstitüleri köyler için kurulmuş  bir Eğitim ve Öğretim kurumudur.Burada yalnız köy çocukları eğitim ve öğretim görecek sonra da köyüne dönerek kendisine verilen bilgi ve beceriler doğrultusunda çalışmalar yapacaktır.Köy Enstitüleri duyulan bir zorunluluk sonucudur ki ülkenin 21 yerleşim biriminde kurulmuştur.Bu eğitim yuvalarına ilkokuldan mezun olan bozkırın çocukları alınmaktadır.İlk yıllar bu uygulama yapılırken,her nedense birkaç yıl sonra uygulama sistemi değiştirilmeye başlanmıştır.Yalnız köy ilkokulundan mezun olan çocukların bu okullara gittiğini gören bazı açıkgözler kentsel alandan kırsal alana bir yıllığına  taşınarak köy çocuklarının kontenjanını daraltmak istemişlerdir..Bu girişim giderek daha da değiştirilerek ilkokuldan mezun olan çocukların bu okullarda okutulmasına başlanmıştır.
Bir zorunluluk sonucu   Köy Enstitülerinin kurulması ile ülkenin dört bir yanında okuma-yazma olayları arzulanandan daha çabuk gelişmiş,Anadolu insanı okuyup yazmaya başlamıştır.Kısaca bozkırdaki aile oğlundan gelen mektubu köy katibinin köye gelmesini beklemekten kurtarılmıştır.Ama ne yazık ki bugün bile ülkede okuma yazma bilmeyen binlerce insan bulunmaktadır.Bazı eğitim kurumlarının  okuma-yazma kursları açtığına tanık olunmaktadır.
Köy Enstitüleri’nde köy çocuklarının günlük hareketlerini bir değerlendirmeye tabi tutarsak, okulda her türlü işçilik bulunmakta,öğrenciler becerilerine göre bu iş dallarına ayrılarak eğitim görmeleri sağlanmaktadır. Enstitülerde yalnız kültür dersleri değil iş eğitimine de ağırlık verilmiştir.
İkinci Dünya Savaşı öncesinde askerde onbaşı ve çavuş olan  gençlerin ,altı aylık bir kurstan sonra köylere eğitmen olarak gönderilmeleri ile başlayan eğitim seferberliğine l944 yılı 17 Nisan’ında TBMM de kabul edilen bir yasa ile kurulan Köy Enstitüleri damgasını vurmuştu.
İlk yıllar çadırlarda başlayan eğitim öğretim çalışmaları giderek köy çocuklarının çabaları ile çadırlardan modern binalara taşınmasına neden olmuştur.
Enstitülerin tarım alanlarında hemen her türlü tahıl,sebze,meyve yetiştiriliyordu.Mutfakta hep okul tarım alanlarında üretilen sebze.meyveler değerlendiriliyor, satın alma olayı çok nadir oluyordu. Enstitülerin mutfak olayında devlete herhangi bir yükü bulunmuyordu.
Öğrenciler okul tarım alanlarında yetişen sebzelerden usanmış olmalılar ki okul müdürüne olayı bir kart büyüklüğünde ki kağıda yazılan: ÖĞLE KABAK AKŞAM KABAK MÜDÜR BEY BUNUN BİR ÇARESİNE BAK” sözleri dikkatini çekmiş olacak ki bir sabah toplantısında   okul müdürü :
Çocuklar bir savaşın ortasındayız.elimizdeki olanakları kullanarak devlete fazla yük olmaktan kurtuluyoruz.Ama ben size bir söz vereyim ..Bundan böyle günde iki kez değil bir kez kabak yemeği yiyeceksiniz.Öğrenci topluluğu ile müdürde  söylediklerine gülmüştü.
Bunları neden aktardığımı bende pek anlayamıyorum. Ancak bir şey hiç aklımdan çıkmıyor. O kadar sıkıntıların karşısında kalmamıza rağmen  idareye yada yönetime karşı her hangi bir yıpratıcı, incitici,zorlayıcı davranışta bulunulmamıştır.Okul idaresi ile öğrenciler arasında öğle bir bağ vardı ki bu bağı koparacak  yeni bir güç oluşturulmamış,yada oluşturulamamıştır.Köy Enstitülerinde görev almış yöneticiden tutunda en alt kademedeki uzmanlara kadar unutulmaz bir eğitim ve öğretim kadrosu kurulmuştur.Bu kadroların kuruluşunda  İlköğretim Genel Müdürlüğü’ne getirilen İsmail Hakkı Tonguç’un imzasını görürüz.
Köy Enstitüleri’nin genç Türkiye Cumhuriyeti’nin  ilke ve devrimlerinin Ankara’dan Anadolu Bozkırına dek uzanmasında unutulmayan katkılarda bulunmuştur.Yapılanları küçümseyen bir gurup Köy Enstitülerinin kuruluşunda karşıt görüşler bulunmuş ancak bunların eğitim ve öğretimde herhangi bir etkinliği olmamıştır.
Köy Enstitülerinde verilen bilgi ve becerilerle köy çocukları beş yıl sonra köylerine öğretmen olarak döndüklerinde karşılaştıkları bazı idari konularda okul yönetiminden destek görmüşlerdir.
1940 lı yılların ilk yarısında ülkede meydana gelen depremlerde Köy Enstitüsü’ndeki öğrencilerden oluşturulan küçük guruplarla enstitü bölgesindeki köylerde yapı onarım ve yapımlarında görev almışlardır. Olayın en güzel örneği Samsun Ladik Akpınar Köy Enstitüsü’nde deprem sonrasında  komşu Köy Enstitülerinden gelen öğrencilerin yaptıkları tahta barakalarla 1945 yılında bizzat tanışan ve 1947 de  bu okuldan mezun olarak bozkırda görev alan bir  kişiyim. Öğrenciler guruplar halinde okulun tuğla ocaklarına giderek burada toprağı tuğlaya dönüştürülüşüne dek olan evrelerinde isteyerek görev almışlardır. Tuğla ocağında ki çalışmaların o denemde ekonomiye olan katkısı unutulamaz.Köy Enstitülerinin gelişip büyümesinde  tuğla ocaklarının bir damgasının bulunduğunu söylersek yanılmış olmayız.
Ülkenin yirmiyi aşkın yerinde kurularak faaliyetini sürdüren Köy Enstitüleri’nin Anadolu insanının bilgi becerisinin artmasında etken olduğu  bir gerçektir.Köy çocukları okullardan  bozkırdaki köylere dönünce köylerin çehreleri birkaç yıl içersinde her bakımdan değişmiştir.Ne yazık ki bozkırda yeni filizlenen fidanlar çok geçmeden  günün iktidarınca  kurutulmaya başlandı.
Köy Enstitüleri’nden mezun olan köy çocuklarının bir bölümü yine okul yönetimlerince belirlenerek  Hasanoğlan Köy Enstitüsü’de kurulan Yüksek Köy Enstitüsüne aktarılarak  yüksek öğrenim görmeleri sağlandı.Bu öğrencilerin Türk yazım hayatında unutulmayan eserlerini görmekteyiz.Bu yazılı eserler bundan böyle genç kuşak tarafından incelenmeli ve gereği yapılmalıdır diye düşünüyorum.
Köy Enstitüleri bölgelerinde tarımın tüm dallarını modernleştirmede de önemli görevleri üstlenmiştir.Sanatın hemen tüm dalları bu dönemde kırsal alana dek ulaştırılmıştır.Enstitüde verilen bilgi ve beceriler ile donatılan öğretmenler kırsal da etkin olmaya başlamışlar,bozkırda tarımın dışında ufak atölyelerin kurulduğunu görüyoruz.O dönemde çiftçi saban demirinin onarımı için kentsel alana taşınmaktan kurtarılmıştır.Okulların hemen bitişiğinde kurulan işliklerde öğretmenin sanat  dalına göre etkinliğini görmek mümkündü.
Eğitimin yanında öğreniminde etkin olabilmesi için Köy Enstitülerin de kütüphaneler ve kitaplıklar kurulmuş,Bozkırın Çocukları Dünya Klasikleri ile tanıştırılmıştır.Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in  eğitim seferberliğine olan  katkısı hafızalardan silinemeyecektir. Ama ne yazıktır ki o güzelim dünya klasikleri kitaplıklardan ve kütüphanelerden alınarak katledilmişlerdir.Dünyanın çoğu ülkesinde klasik eser katliamı o günün koşulları ile kınanmıştır.
Köy Enstitüler’inde  spor faaliyetleri hemen tüm dallarda yapılmaktaydı.Milli Bayramlarda törenlere illerde ve ilçelerde katılan enstitü öğrencilerinin etkinleri gösteriliyor,bu öğrenciler kırsal alanla kentsel alanın birbirine yaklaşımını sağlıyordu.
19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı törenleri için öğrenciler en azından  onbeş günlük bir çalışma ile becerilerini  sergileme olanağı buluyordu.
            Köy Enstitülerinde köy öğretmeni dışında köy sağlık memurları da yetiştirildi.Bu sağlık memurları faaliyetleri için görevlendirildikleri köylere giderek bizzat ilk sağlık müdahalelerini yapabiliyorlardı.Sayıları az olan sağlık memurlarının köylerdeki hizmetleri küçümsenecek cinsinden değildi.O dönemde görülen görevliler arasında Köy Enstitüsünden mezun olan sağlık memurları Sıtma Savaşında kırsal alanda en etkin olan  kamu görevlileriydi.
Son yıllarda Köy Enstitüleri’nin adından sık, sık bahsedilmekte,bazı kamu kurum ve kuruluşlarınca düzenlenen toplantılarda bu Eğitim ve Öğretim yuvalarının kapatılmasının büyük bir yanılgı olduğu vurgulanmaktadır.                                                    
“Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra Büyük Atatürk’ün emirleri doğrultusunda  köy eğitmenleri ile başlayan okuma-yazma seferberliği Köy Enstitüleri’nden mezun olan köy çocuklarının sayesinde  gerçekleştirilmiştir.Türk Halkı bundan böyle, Köy Enstitüleri’nin Cumhuriyetimizin gelişip güçlenmesinde ki görevini hiçbir zaman unutmayacaktır.
Köy Enstitüleri’nin kuruluşunda ve daha sonraki dönemlerde görev alan tüm yönetici ve öğretim görevlilerini ,kuruluş yıldönümü nedeniyle bir kez daha şükranla anar saygılarımı sunarım.
 
 

 03

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Sena ÖZKAŞ
SİGARA’NIN  GERÇEK YÜZÜ
YEŞİLAY GÖNÜLLÜSÜ
DUMLUPINAR  İLKÖĞRETİM  OKULU 7/C 2660
Bilindiği  gibi  içinde bulunduğumuz 1-7 mart 2009  tarihi Yeşilay Haftasıdır. Günümüzden 89 yıl önce kurulmuş ve Bakanlar Kurulu  kararı  ile topluma  yararlı  derneklerden  kabul edilmiştir.Yeşilay’ın  temel görevi insanları  bilhassa  gençleri Sigara ; alkol ve bağımlılık yapan her türlü maddenin  zararlarından  korumaktır.
Bunun için eğitim faaliyetleri düzenler, okullarda seminerler ve  konferanslar  verir,hapishanelere ve askeri birliklere gider, yurtları  ve sivil  toplum kuruluşlarını  ziyaret eder; film gösterileri yapar , broşür ve cd dağıtır, sergiler açar…
Her yıl ülkemizde yüz binlerce cana  ve milyonlarca maddi  kayba yol  açan  sigara orta çağdaki  veba  salgınından sonra 21. Yüzyılın en  tehlikeli hastalığıdır.
Bunu alkol, uyuşturucu , enerji içecekleri ve  benzerleri takip eder.Günümüzden  elli yıl önce  üretilen Türk Sigaraları artık  yapılmamaktadır. Zira bu sigaraların  yerini  artık yaşıtlarımın dahi  üzerinde bağımlılık  yapan  yabancı  sigaralar  almıştır. Sigara kullanmak ve gömlek  cebinde bulundurmak adeta bir gelir göstergesi sayılmış ve moda  olmuştur. Halbuki bu süslü ve şık sigaraların içerisinde  genleriyle  oynanmış, radyoaktif hormonlarla  beslenmiş ve kimyasal gübrelerle  yetiştirilmiş   aslında tabiatta olmayan , laboratuarlarda  üretilmiş  yabancı tütünler mevcuttur.Bu  tütünler  fabrikalarda  ince  ince kıyılır, nemlendirilir, sonra da üzerlerine kakao, etil  alkol ve  toz şeker  katılarak daha da zehirli  hale  getirilir. Bir de bunlara  ilaveten  formülünü  kimsenin bilmediği  soslar katılmış ve  bağımlılıkları artırılmıştır.
Sigara  içenlerde içmeyenlere  göre kalp krizi ,damar tıkanıklığı , kanserler, erken yaşlanma ve erken ölümler daha  çabuk gerçekleşir.sigara  içen insanların  bir çoğu zengin  değildir. Fiyatı pahalı olmasına rağmen dar gelirli aileler’de  paket  paket sigara tüketilmektedir. Sigaranın  içinde bulunan  bağımlılık yapan maddeler  veya kimyasallar  üreticinin  yararına olmasına  rağmen tiryakilerin  de sonunu  hazırlar.Bu  yüzden  sigaraya başlayan bir insanın bırakması  tıbbi  yardım almadan  çok zordur.Sigara  içenlerin  sayısı  gün  geçtikçe artarken , hayatını  kaybedenlerin  sayısı  da artar. Sigarayı  başlama  yaşı  ilkokullara  kadar  inmiştir. Bunun sebebi  hem çevremizdeki tiryakiler  hem de  tv ve medyadır. Amaçları  insanları  ve bilhassa   yaşıtlarımızı  etkilemektir. Sigara paketlerinin  üzerinde birtakım  uyarıcı  yazılar vardır.(Sigara öldürür, sigara sizlere ve çevrenizdekilere  zararlar  verir, sigarayı bırakmak ölümcül  kalp ve  akciğer  hastalıkları riskini azaltır gibi…) Paketlere  bunların yazmasına  rağmen  geleceklerini  düşünmeden neşeliyken, ağlarken veya  gülerken büyük bir zevkle  içerler. Hatta sigaranın rahatlattığını, kendilerine iyi geldiğini bile  düşünürler.
Sizlerden bu  Yeşilay haftası  münasebetiyle  ricamız ; bilhassa bizlerin ve  küçük   kardeşlerimizin  yanında  sigara  içmemeniz  mümkünse bu kötü alışkanlığı artık bırakmanızdır. Zira  bizler de  bu dumanlı  atmosferi  soluyarak  pasif  içici  oluyor  ve sizlerden  çok daha fazla  etkileniyoruz. Öte yandan  aylık  bütçemizin önemli bir kısmı  sigaraya; ülkemizin  bütçesinin  büyük bir  kısmı da  sağlık harcamalarına gidiyor.
İnsanlar iyiliği de kötülüğü de kendilerine yaparlar. Nasıl  başlarsak  öyle gideriz.Bu nedenle  bağımlık yapan  zararlı  maddelerden uzak  duralım.
Hem kendimize hem de  çevremizdekilere zarar vermeyelim. Zira  içinde  bulunduğumuz durum  artık büyük   bir felaketten ibarettir!
Saygılarımızla!
 
 

 
 04

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Atilla ALPAY
Atilla ALPAY Hayat Hikayesi
 YEŞİLAY  HAFTASINDA SİGARAYI BIRAKTI
Yeniyol mahallesi  Gazi  sokakta  işyeri  sahibi olan 42  yaşındaki  Kemal  Öztürk de Yeşilay haftası  dolayısıyla  sigarayı bırakanlar kervanına  katıldı.Türkiye Yeşilay Derneği  Yeşilay Çorum şubesi tarafından sigarayı  bırakması  dolayısıyla  kendisine  şükran belgesi verilerek , tebrik edilen ve bilgisayar  hizmetleri   veren   bir  müessesenin  sahibi  olan Kemal Öztürk yirmi yıldır sigara  içtiğini belirterek  şunları söyledi :
“Yıllardır zararlarını  bu kadar  bilmeden  sigara  içiyordum. Pek de  fazla  içtiğim söylenemezdi ama  her an artırabilirdim.  Geçtiğimiz  aylarda  Yeşilay Başkanımız  Attila Alpay ile tanıştım.İşyerime gelerek  bana ve  yanımda  çalışan gençlere  kısa bir konuşma yaptı ve  sinevizyon görüntüleri ile  bizi  bilgilendirdi. O sırada  epeydir  fark etmediğim  zararlarını  resim ve  filmlerden görüp  öğrendim.Epey canım  sıkıldı. Fakat o anda  bu işten kurtulmak için  gün bu gündür  dedim  ve  son paketimi  Attila  ağabeye  vererek  bu işe  son verdim. Bırakalı  dört gün  oldu  . Biraz zorlanıyorum  ama  sağlıklı  ve uzun ömürlü  yaşamaya da  alışacağım. Kimler  bırakmadı  ki.Ben mi bırakamayacağım. Bu zehrin esiri olarak  hem ömrümden  yirmi  yılı kaybedeceğim ve  birde  maddi ve manevi  büyük kayıplara uğrayacağım.Artık geri dönüş yok. Beni kimse  başlatamaz. Dumanını  yel ve parasını  da  el almayacak. Hem sağlıklı olacağım  hem de   param cebimde kalacak. Bu krizde bütün  esnaf  arkadaşlara tavsiye  ediyorum.
Bunu  herkes bırakabilir.
Herkese  sağlık ve  mutluluklar temenni ediyor  ve Yeşilay haftası münasebetiyle  sigarayı  bırakmalarını sağlıklı bir yaşamı  tatmalarını diliyorum.”

 

 
 
 
 05

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mahir ODABAŞI
Mahir ODABAŞI Hayat Hikayesi
 OLMAZ, EN FAZLA BİR DAKİKA VERİRİM !
   Üç şey geri gelmez.Söylenen söz, atılan ok, geçen zaman.Zaman  çok kıymetlidir.Ama maalesef  ekseri çoğunluğumuz bunun kadri kıymetini pek bilmeyiz veya en verimli zamanlarımızı, boşu boşuna harcarız da haberimiz bile olmaz. Bazılarımız zamanı geçiremeyip onu öldürmek için çalışırken, bazılarımıza da zaman yetmez. Öğrencilik yıllarımdan beri hep kızarım.Planlanan  programların, etkinliklerin tam vaktinde başlamayıp ta gecikmeli başlayanlarına.Hele birde  tam başlayacak derken ses sisteminde, bilgisayarda aksamalar olmasına veya belirlenen saatten sonra, üçlü priz, ara kablo vb. aranmasına  tabiri caizse fıttırırım.Bu nedenle olsa gerek; beni tanıyanlar bilir, bana bağlı olarak planlanan programlara öğrencide, öğretmende, idarecide olsa en az beş on dakika önce  orada  hazır bulunmaya çalışırım.Bir kişi dahi olsa önce gelene nezaketsizlik yapmış olmamak adına.Geçen yıl tüm ilçelerde, okul idarecilerine seminer verirken hep erken gittim ve çoğunlukla  ben katılımcıları bekledim.En son Sungurlu ilçemiz kalmıştı.Ona da ben gecikmeli katıldım.Nasıl olsa bu katılımcılarda geç gelir diye.Birde ne göreyim İlçe Milli Eğitim  Şube Müdürümüz Abdülkadir ŞAHİN ve tüm katılımcılar  on dakika önce salonu doldurmuş ve programın başlamasını bekliyorlar.Tabi böyle bir durumda bana düşen başka yerde geciken programları bahane etmeden  samimi bir özür dilemek.Bende onu yaptım.Kendi kendime demek ‘’bir yerde görülen aksaklık her tarafta geçerli olmuyormuş ‘’ diye düşündüm.
       Bir çok kitabı bulunan, kitaplarında genelde Avrupa’dan örnekler veren bir yazar konferans vermek üzere yıllar önce Osmancığa gelmiş ve salon tamamen dolmuştu.Yazar kürsüye çıkıp konuşmaya başladı.Bu arada kamera çekimi için yan tarafta  bir görevli hazırlık yapıyordu.Program öncesi  salona uğramamış olacak ki, bu hazırlık fişiydi, ara kablosuydu derken  bir türlü bitmedi ve  yarım saati buldu.Bu durum hem  konuşmacının hem de dinleyicilerin dikkatini dağıtıyordu.Yazar dayanamadı ve sonunda  bakın arkadaşlar; ‘’ben Türkiye dışında da konferanslara katılıyorum.Arkadaşımız yarım saattir kamerasını ayarlayamadı.Halbuki çekim yapılacaksa, görevli arkadaşımız konuşmacı kürsüye çıkmadan hazırlıklarını bitirmiş olmalıydı. Avrupa ile aramızdaki en basit fark bu işte ‘’ demişti.
      Gazetede, dergide, kitapta Japonlarla ilgili ne görsem, mutlaka okumaya çalışır ve aynı zamanda ilgimi çeken hususları  unutmayayım diye ajandama  hemen not alırım.İşte bunlardan bir  tanesini sizlerle paylaşmak istiyorum.Japonya’dan  bir mühendis bir vesile ile çomar barajının bulunduğu yere gelir.Öğle saatlerine doğru  yanındaki Türk arkadaşına yemek kaçta diye sorar. Arkadaşı saat 12.30’ da der.Japon mühendis o halde şehre  ne kadar zamanda gideriz der.Arkadaşı 5- 10 dakika da diye cevap verir.Japon mühendis olmaz, en fazla bir dakika verebilirim. ! Çünkü, beş  ile on dakika  arasında yüzde yüz fark var der. Bize göre beş on dakika, hatta yarım saate kadar normal sayılır itiraz dahi etmeyiz.
      Bazen  bir araca binmeden şoföre, ne zaman hareket edeceksiniz  diye, bazen de bir öğrenci veya vatandaş olarak işimizi, sıkıntımızı, hastalığımızı arz etmek için kapısında beklediğimiz yetkilinin dışarı  çıktığını görünce ne zaman  geri geleceksiniz  sorusunu yöneltir ve cevap olarak ‘’hemen’’ kelimesini alırız.Sonra bir bakarız ki hemenler  dakikalar sürüverir.    O zaman sorarız kendimize hemen acaba kaç dakika eder.Bazen konferans,sosyal etkinlik, veli toplantısı veya düğün, sünnet  için   davetiye gelir.Eğer siz  bu konularda hassas birisi iseniz  en az beş dakika önce gider yerinize oturursunuz.Sağa sola bakarsınız  salonun büyük çoğunluğu boş veya katılması beklenenler  henüz iştirak etmemiştir.Veya ekseri çoğunluğumuz nasıl olsa salonun dolması beklenir ve  program on onbeş dakika sonra başlar düşüncesiyle gecikmeli iştirak eder.Bu arada program sorumluları  başlatsa salonda beklenen kalabalık yok, konu bölünecek başlatmazsa  davetiyede belirtilen  saate  göre gelenlere nezaketsizlik olacak  velhasıl iki arada bir derede kalır.
     Netice olarak,   dünden ders alıp, yarını iyi planlamak ve mevcut zamanımızı  en verimli şekilde ve israf etmeden  kullanmak adına, bu çerçevede şöyle bir kamuoyu oluşmasının zamanı geldi de geçiyor diye düşünüyorum.Konferans, sosyal etkinlik, açılış, gezi, veli toplantısı, düğün  vb. faaliyetler olduğunda  katılımcı az veya çok olsun mutlaka belirtilen saatte başlamalı.Eğer  bende,  o programa katılacaksam nasıl olsa başkaları da geç gelir veya  gecikmeli başlar fikrinden uzaklaşıp vaktinde orada hazır bulunmalıyım.İnanıyorum ki, insanlar bunu kısa sürede benimseyecek, katılacağı programlara vaktinde iştirak etmek için titizlik gösterecektir.İnanmazsanız bir deneyin.Gezi programı düzenliyorsunuz katılımcılara duyurduğunuz saatte hiç beklemeden aracı hareket ettirin, geç kalan bir  iki kişi katılamasın.Bu da çevrede duyulsun.Bir başka programda  tüm katılımcılar vaktinden önce orada bulunur. Kimse kimseyi beklemek durumunda kalmaz.’’ Büyük işleri başarmak , küçük işleri ciddiye almakla başlar !’’ Vaktinde başlayacak programlarda buluşmak dileğiyle… (08.07.2008)
 
 

 

 
 06

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

İsa KAYACAN
İsa KAYACAN Hayat Hikayesi
YAŞLILIK, TANRININ İNSANLARA ÖDÜLÜ
Yaşlılıkla ilgili değerlendirmeler farklılıkla karşımıza çıkıyor. Kimisi, “yaşlılık, sağlıklı olduğu takdirde, olgunluğun, tecrübelerin bütünlüğünü oluşturur, ortaya koyar” derken, kimisi, “yaşlılık zordur. Ne yapılırsa, gençlikte yapılmalıdır” diye kestirip atıyor.
Denemeleri ve şiirleriyle dikkat çeken bir kamu görevlisi, hem de başarılı bir kamu görevlisi Aytekin Aydın’dan bir “mektup” aldım.. Yaşlılıkla ilgili görüşleri dikkat çekiciydi, farklılık netliği ve görüntüsü getiriyordu. İlginç bulduğum Aytekin Aydın’ın yaşlılık yaklaşımını aşağıya alıyorum efendim:
YAŞLILIK
Yaşlılık, bana göre, Tanrının insana verdiği bir ödüldür. Nasıl mı?:
Dünyaya gelen insan hastalıklardan, kazalardan ve yaşamın her türlü zorluklarından bedenini ve ruhunu koruyarak.  60–70 yaşına geliyor. Yüzünde derin çizgiler, kırışıklıklar oluşuyor, saçlar beyazlaşıyor. Acaba neden?. Bunların bir anlamı yok mu?. 
Bir insan istesede 15 yaşında saçları beyazlayıp, yüzünde derin çizgiler oluşamaz. Farzedelim böyle bir şey oldu. Toplumdaki herkes onunla dalga geçer. Ona kimse saygı duymaz. Çünkü, o yüzündeki derin çizgileri ve beyaz saçları hak etmemiştir. Onlara sahip olması için en az bir 50 yıl beklemesi gerekecektir.
O derin çizgiler, beyaz saçlar, Tanrının o kişiye teşekkürüdür.
Yaşlı ve ünlü bir tiyatro sanatçısına bir doktor arkadaşı, estetik ameliyat öneriyor. Ve sanatçı inanılmaz bir tepki göstererek doktora şöyle diyor:
-“Siz ne diyorsunuz doktor bey. Ben o derin çizgilere, o beyaz saçlara sahip olmak için tam 70 yıl bekledim. Şimdi siz benden, hayatımın 70 yılını alıp yok etmek istiyorsunuz. Buna hakkınız yok, kesinlikle ameliyat olmuyorum”. İşte böyle..
Bana göre, Tanrı yaşlı bir insana şöyle diyordur:
-“Benim sana verdiğim emanetimi, bedenini ve ruhunu tam 70 yıldır, hayatın tüm zorluklarına, kazalara, hastalıklara, acılara rağmen korudun, bu yaşa geldin. Bende senin yüzünde her birinde binlerce anlamı olan derin çizgiler oluşturdum. Saçlarını beyaz aklarla doldurdum. Bunları gören insanlar, sana hayranlık ve saygı duyacaklardır. Çünkü o insanların bir çoğu, senin bazen hüzünlenerek baktığın o kırışmış yüze, o beyaz saçlara sahip olmadan bu dünyadan ayrılacaklar. Çünkü sen özelsin. Sen gençliğin ne olduğunu biliyorsun ama onlar yaşlılığın ne olduğunu bilmiyorlar”.. Tüm yaşlılara sesleniyorum: Siz dünyamızın renkli bahar çiçekleri gibi güzel, onlar kadar hassassınız. Tecrübelerinizle, erdemliklerinizle, çorak dünyamızın çiçekleri, tatlı bilgeler, kahramanlar iyi ki varsınız.
Hepinize çok uzun ve sağlıklı ömürler diliyorum. Sizden bir ricam var: Biraz bekleyip, beni de aranıza alır mısınız? Sevgilerimle, (Aytekin Aydın, Ocak 2009-Ankara).
 
İSA KAYACAN (2)
Soğukta kalmış gibi,
Titriyor yazın senin.
Yüz kitabın sahibi,
Alında yazın senin.
Sevindirir garibi,
Kışında yazın senin
Mustafa CEYLAN (Ankara, 19,5,1999)
GÜNÜN SÖZÜ: Denetim, eğitimin önemli bir ayağıdır. (Recep Yiğit)

 

 
 
 
 07

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Hüseyin Hüsnü GÜREL
Hüseyin Hüsnü GÜREL Hayat Hikayesi
TBMM DİLEKÇE KOMİSYONU BAŞKANLIĞI’NA ANKARA
 KONU: Marmara Bölgesi ile Erzincan ovasında yeraltında doğalgaz patlamalarından ileri gelen korkunç afetler ve Erzincan ovasında çok zengin doğalgaz yatağı varlığı Hk.
İLGİ : TBMM Dilekçe Komisyonu Başkanlığının 05.11.2008 / 2396 No’lu Kararı Marmara bölgesi ile Erzincan ovasında deprem hareketi başlamadan önce  yeraltından bomba gibi patlama ve gürültülü sesler işitilmektedir. Depremler ile ilgisi olmayan bu patlama seslerinin sebebini hiç kimse araştırmamıştır.
 
Geçen Sayıdan Devam
MARMARA BÖLGESİ İLE ERZİNCAN OVASINDA DEPREMLER BAŞLAMADAN ÖNCE YERALTINDA DOĞALGAZ PATLAMALARI KIYAMETLER KOPARCASINA ÇOK KORKUNÇ AFETLERE SEBEP OLMAKTADIR
Dünyada yalnız Marmara bölgesi ile Erzincan şehrinde ve ovasında yeraltında kil tabakaları arasında muazzam büyüklükteki düdüklü tencerelere benzer ortamlarda sıvılaşmaya müsait suya doygun zeminler ile doğalgaz yan yana ve beraberce bir arada bulunmaktadır. Bu yeraltı düdüklü tencerelerinin gövdeleri ile bu gövdelerden ayrılan kolları onlarca ve yüzlerce Km. gibi uzaklara kadar ulaşabilmektedir. Bu yeraltı düdüklü tencereleri yüzlerce ve binlerce Km2 gibi çok geniş alanları kapsayabilmektedir.
Marmara bölgesi ile Erzincan şehrinde ve ovasında yeraltında bomba gibi patlama ve uğultulu sesleri işitildikten kısa bir süre sonra; yüzey arazi deniz gibi dalgalanmakta;, binalar yana yatıp yatıp kalkarak ve burgu gibi bükülerek paramparça olmakta; Marmara denizinde doğalgaz patlamaları ile sular havaya savrulmakta; kıyılardan sular geri çekildikten sonra çok büyük Tsunami dalgaları meydana gelmektedir... Yeraltında doğalgaz patlamaları ve bu patlamalardan ileri gelen canavarlar şiddetindeki sıvılaşma olayları kıyametler koparcasına çok korkunç afetlerin meydana gelmesine sebep olmaktadır.
Yeraltında, doğalgaz patlaması ve deprem olayları birbirinden farklıdır;
Doğalgaz patlamalarından ileri gelen bu afetlerin deprem olayları ile hiçbir ilgisi yoktur. Yeraltı düdüklü tenceresinin içinde herhangi bir yerinde doğalgaz patlaması ile meydana gelen muazzam basınçlar ve canavarlar kudretindeki sıvılaşma olayı; suya doygun zeminlerin devam ettiği her yere ve yüzlerce Km. gibi uzaklara anında ulaşmaktadır. Bu yerlerde de zeminler aşağıdan yukarı itilerek benzer şekilde çok korkunç afetler meydana gelmektedir.
Yalova'da bulunan suya doygun zeminler Adapazarı ve Kaynaşlı gibi yerlere kadar devam ediyorsa; Yalova'da doğalgaz patlaması ile Adapazarı ve Kaynaşlı gibi yerlerde de benzer şekilde korkunç afetler meydana gelmektedir.
MARMARA BÖLGESİ İLE ERZİNCAN OVASINDA YERALTINDA DOĞALGAZ BULUNMAKTADIR
Marmara bölgesi ile Erzincan şehrinde ve ovasında depremler esnasında bazı yerlerden alevler göklere yükselmekte; etraf nur gibi ışıklanmakta; gökyüzü kızıl renge bürünmektedir.
Depremler esnasında gökte Doğalgaz’ın alevle yanması ısısı ile Erzinca Ovasında trilyonlarca m3 çok sğuk hava ısınmakta ve ovadaki karlar erimektedir. Erzincan ovasındaki bu doğalgazın muazzam miktarda olduğu açıkça belli olmaktadır.
ERZİNCAN OVASINDA ÇOK ZENGİN DOĞALGAZ YATAĞI BULUNMAKTADIR
Depremler esnasında Erzincan ovasında bulutların üstünde gökte doğalgazın alevle yanması ile; gökyüzü kızıl renge bürünmekte; 1045 Erzincan depreminde olduğu gibi gökte doğalgazın alev ile yanması ile güneş ve ayın kan rengine boyandığı anlaşılmakta ve gökte alev ile yanan doğalgazın ısısı ile Erzincan ovasında donmuş karlar erimektedir. (EK: 9)
Trilyonlarca m3 çok soğuk havayı ısıtan ve ovadaki karları eriten doğalgaz miktarını hesap ile bulmak mümkündür. Bu hesap yapıldığında; her depremde Erzincan ovasında Ülkemizin yıllık doğalgaz ihtiyacı olan 20 milyar m3 doğalgazdan kat kat daha fazla doğalgazın alevle yandığı hesaplanmaktadır.
Erzincan ovasında gökte milyarlarca soba yakıldığında bu ovadaki karların eriyemeyeceği düşünülürse; her deprem esnasında Erzincan ovasında muazzam miktarda doğalgazın yandığını kabaca hesap etmek mümkündür.
Depremler esnasında Erzincan ovasındaki faylardan çıkan yeraltı suları, artezyen ve sondaj suları ısınmadığına ve kaynar sular akmadığına göre; Erzincan ovasında trilyonlarca m3 çok soğuk havayı ısıtan ve donmuş karları eriten ısı enerjisinin gökte doğalgazın alevle yanmasından ileri geldiği; kesin şekilde belli olmaktadır. Melekler veya Huriler Erzincan ovasındaki trilyonlarca m3 soğuk havayı ısıtmamakta ve ovadaki donmuş karları eritmemektedir.
Bu doğalgaz yatağı ile Ülkemizin bütün doğalgaz ihtiyacı fazlası ile karşılanacak; Ülkemiz doğalgaz bakımından dışa bağımlılıktan kurtulacak; Mersin Akkuyu’da ve Sinop da inşa edilecek nükleer enerji santrallerinden vazgeçilecek; yüzbinlerce iş imlanı sağlanacak; doğalgaz ve elektrik fiyatları çok ucuzlayacak ve Ülkemiz ile Erzincan'ın kaderi değişecektir.
MARMARA BÖLGESİ İLE ERZİNCAN ŞEHRİNDE VE OVASINDA, YERALTI DOĞALGAZ PATLAMALARI İLE KORKUNÇ AFETLERİN MEYDANA GELDİĞİ VE ERZİNCAN OVASINDA ÇOK ZENGİN DOĞALGAZ YATAĞI VARLIĞI KONULARINDA YETKİLİ VE İLGİLİ MAKAMLARA BİLGİ VERİLMİŞTİR.
Marmara bölgesi ile Erzincan şehrinde ve ovasında deprem hareketleri başlamadan çok kısa süre önce yeraltında doğalgaz patlamaları ile ve bu patlamalardan ileri gelen sıvılaşma olayları ile kıyametler koparcasına çok korkunç afetlerin meydana geldiği;, deprem hareketi başlamadan önce yeraltında doğalgaz patlamalarından ileri gelen bu korkunç afetlerin deprem olayı ile hiçbir ilgisi olamadığı; depremleri önlemek mümkün olmadığı halde; yeraltında doğalgaz patlamalarından ileri gelen bu afetlerin çeşitli teknik önlemler ile önlenebileceği ve Erzincan ovasında çok zengin doğalgaz yatağı varlığı konularında tarafımdan düzenlenen 20.10.2008 tarihli RAPOR da ve bu konulardaki gerçekleri ortaya koyan 32 yazılı belgede; bu konudaki gerçekler açık ve belirgin şekilde ortaya konulmuştur.
Bu RAPOR ve 32 yazılı belge 20.10.2008 tarihli dilekçeler ile; Yetkili ve İlgili Makamlara sunularak; bu konulara ilgi gösterilmesi ve yardım edilmesi istenilmiştir.
TBMM. Dilekçe Komisyonu Başkanlığının 05.11.2008/2396 No’lu kararı ile konunun tüm kurumlara iletildiği gerekçesi ile başka işlem yapılmayacağı tarafıma bildirilmiştir .
Bu konuda yalnız Maden Mühendisleri Odasınca ilgi göstermiş ve Maden Mühendisleri Odası Başkanlığı vatanseverliğini ve Yüceliğini göstermiştir (EK 2).
Maden Mühendisleri Odası Başkanlığı dışındaki diğer Yetkili ve ilgili Makamlar;, 10.10.2008 tarihli RAPOR da ve 32 yazılı belgede verilen bilgilere hiçbir itibar etmeden; mahallinde hiçbir soruşturma ve araştırma yapmadan; bu olayları yaşayan görgü tanıkları ile görüşmeden; masa başında oturarak; kafadan sallama beylik gerçek dışı bilgiler verilerek; Ülkemiz için fevkalade önemli olan bu konular dışlanmıştır.
Bundaki bilgiler http://www.milliservet.blogspot.com WEB sitesinde yayınlanmıştır.  Bu RAPOR düzenlendikten sonra yeni bilgiler ve belgeler elde edilmiştir. Bu yeni bilgiler ve belgeler ışığında bu YENİ RAPOR ve 34 yazılı belge düzenlenerek; bu konudaki gerçekler daha açık ve belirgin şekilde ortaya dökülmüştür.
TBMM. Dilekçe Komisyonu Başkanlığının 05.11.2008/2396 No’lu kararı ile konunun tüm kurumlara iletildiği gerekçesi ile başka işlem yapılmayacağı tarafıma bildirilmiştir.)
Bu konuda yalnız Maden Mühendisleri Odasınca ilgi göstermiş ve Maden Mühendisleri Odası Başkanlığı vatanseverliğini ve Yüceliğini göstermiştir.
Maden Mühendisleri Odası Başkanlığı dışındaki diğer Yetkili ve ilgili Makamlar;, 10.10.2008 tarihli RAPOR da ve 32 yazılı belgede verilen bilgilere hiçbir itibar etmeden; mahallinde hiçbir soruşturma ve araştırma yapmadan; bu olayları yaşayan görgü tanıkları ile görüşmeden; masa başında oturarak; kafadan sallama beylik gerçek dışı bilgiler verilerek; Ülkemiz için fevkalade önemli olan bu konular dışlanmıştır.
Bundaki bilgiler http://www.milliservet.blogspot.com WEB sitesinde yayınlanmıştır.  Bu RAPOR düzenlendikten sonra yeni bilgiler ve belgeler elde edilmiştir. Bu yeni bilgiler ve belgeler ışığında bu YENİ RAPOR ve 34 yazılı belge düzenlenerek; bu konudaki gerçekler daha açık ve belirgin şekilde ortaya dökülmüştür. 
Devamı Gelecek sayıda

 

 
 
 
  08

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI Hayat Hikayesi
GLADYO-OLİGARK, BARONLAR ve HÜKÜMET
Bilindiği üzere Gladyo, Oligark ve Baronlar uluslar arası mafya kuruluşları, organize çete, yerel mafya ve ülkede faaliyet gösteren bilumum kirli-karanlık, menfur işlerle iştigal suç örgütlerinin tartışmasız sahibi, hamisi ve enternasyonal uzantılarıdırlar. Menşei her ne olursa olsun, ülkemizde yaşanan bütün adaletsizlik, hukuksuzluk, rüşvet-iltimas, hak gaspı, yasa dışı edinim, hırsızlık ve yolsuzluğun yuvalandığı lâğım kanalının karanlık kapısı sonunda bunlara çıkar. Diğer bir anlamda milli devlet düşmanı, siyaset simsarı ve din tüccarı kesimlerin hamisi de bunlardır, anası da, babası da… Anarşi, terör, tedhiş ve menfur tehditlerin de…
Halka ve ülkeye Allah rızası için hizmet sevdası için çırpınan namuslu insanların, fazilet anlamında siyaset, meşru ve yasal hükümetlerin de baş belası bunlardır.
Bilumum kirli, karanlık, insanlık aleyhine, menfur ve meş’um işlerin hamisi de…
Burada çok yakın tarihli bir itiraftan yola çıkarak konuyu derinleştirmek istiyorum:
AKP’nin (!) Ankara Büyük Şehir belediye başkanı Melih Gökçek 19 Şubat 2009 günü konuk olduğu bir programda; “Gladyo ile mücadele ediyoruz. Ne pahasına olursa olsun iki büyük şehirden birini alarak AKP’yi sarsmak ve 29 Mart’tan sonra erken seçime zorlamak istiyorlar” kabilinden bir lâf etti. Melih’in karşısına dikilmiş 8-10 sorgucu, bu çok ciddi ifade veya itirafı önemsemedi, ciddiye alıp üzerinde bile durmadılar..
Aslında benzer sözler AKP kurmayları tarafından 6 yıldır söylenip durmakta.
Meselâ, Adalet Bakanı iken Cemil Çiçek’in “Hükümet olmak yetmiyor. Size, halka söz verip vaat ettiklerinizi yaptırmıyorlar… Çoğu kez eliniz kolunuz bağlanıyor” demişti. Bu ve buna benzer olmak üzere TBMM kürsüsü, özel ortam ve medya önünde ‘tıpkı bir itiraf ve halka şikâyet (acz-sızlanma) gibi’ söylenmiş yüzlerce yakınma var.
Bu minvalde en komik örnek Yıldırım Akbulut zamanında yaşandı.
Gönüllü Kültür Teşekkülleri Birliği’nin Kocatepe Konferans Salonunda yapılan bir toplantısındayız. Küsüde Başbakan Yıldırım Akbulut, ben de İKO Genel Başkanı ve delege sıfatıyla orada bulunuyorum. Devlet ricalinin ekseriyeti ve bakanların yarısından fazlası da orada.. Sayın Akbulut hükümet işlerinden ve önü alınamayan ülke sorunlarından öylesine sızlandı, yakındı, şikâyetlendi ki, dayanamadım ve ayağa kalkarak doğrudan bir soru sordum:
- Sayın konuşmacı, ülke sorunlarını büyük vukufla ve fakat derin bir yakınma ile dile getiriyorsunuz. Bu iyi. Fakat burada bir hususun açıklığa kavuşması gerek!...
- Nedir o?...
- Bu elim safahat sürecinde ‘acaba’ başbakan ne yapmaktadır?
Akbulut hiç tereddüt etmeden derhal cevap verdi:
- BEN BAŞBAKAN’M!....
Bu konuşma, her ne kadar salonda gülüşme, söyleşme, sitemkâr alkışlar ve Akbulut’un fark edilir biçimde şaşkınlık, mahcubiyet ve kızarmasına neden oldu ise de maksadına ulaştı.
Başkaca diyecek söz bulamayan Akbulut, bir yandan notlarını toparlayıp, acele hazır olanları selamlayıp kürsüden indi.
O sırada Manisa (eski) Milletvekili Vehbi SINMAZ; “Şikâyet zayıflıktır” diyordu…
DEMEM O Kİ;
İcranın şikâyet, yakınma ve sızlanmaya hakkı yoktur. Hükümet, hükmetmektir.
Yürütmenin miyarı (ölçüsü) adalet, hakkaniyet ve hukuktur. Hüküm adalet iledir.
Adalet, Atatürk ilkeleri, Türk İnkılâbı, Kurucu Unsur, Anayasa ve Kanun esaslarıdır.
Melih veya bir başkası ‘gladyo baronlarına karşı mücadele veriyoruz” derse, adama sorarlar: “Eğer bu devlette hükümet (yürütme) yasama ve yargı varsa, gladyo ve baronlar niye var?, hükümet adalet, hukuk ve hakkaniyetle hükmediyorsa, ortalık neden zanlı, suçlu ve suç örgütleriyle dolu?, bütün güç, kurum ve kuruluşlarıyla devlet, (hükümet) anarşi, terör, tedhiş, organize çete ve diğer hırsız-yolsuz güruhun üstüne gidemiyorsa; Ya acz içinde zaafla malül veya “tencere dibin kara, seninki benden kara” misal ‘kendinden yana’ çekinceleri var demek değil midir? Üstelik ‘herkese lâzım olan adalet’ niçin? Suçlular üzerinde Demokles’in kılıcı, namuslu, dürüst, onurlu-sorumlu yurttaşlar için himmet ve hamiyet olarak var edilmez? .
Örneğin: Kemal Kılıçdaroğlu'nun ortaya çıkardığı ve AKP genel başkan yardımcısı Şaban Dişli'nin istifasıyla sonuçlanan 'anlaşma', diğeri Vatan Gazetesi'nin ortaya çıkardığı ve CHP Genel Sekreter Yardımcısı Mehmet Sevigen'e ait 'anlaşma' ve Sevigen’in istifası..
Ya sonrası?
Bunlar yargılandı mı? Sorgulandı mı? Vekil sıfatları ellerinden alındı mı?
Hayır, hayır… Peki, neden ve niçin?
Hiç ‘kürsü masuniyetini’ aşan dokunulmazlık olur mu?
Asil’in kullanamadığı bir yetki, nasıl olur da vekil’e verilebilir?
Üstelik, milletvekili istifasının ‘genel kurul onayına’ bağlı olması ne garabet!..
Asil’in istifası tek taraflı bir kurum iken!...
Bu bağlamda tam bir iftira, itiraf, fesat, hesaplaşma kampanyasına dönen seçim sath-ı maili!.. Ya tam da bu ortama denk gelen ve Türkiye’yi teğet geçtiği iddia olunan küresel kriz? Gün be gün bir aile faciası, cinnet, intihar, soygun-vurgun ve yolsuzluk haberleriyle tırmanan gerilim.. Zenginler ve fakirler arasında giderek büyüyen uçurum.. Devasa boyutlara varan yolsuzluk, onursuzluk ve soysuzluk ekonomisi.. Eşitlik, hak, adalet ve tam rekabet ilkelerine aykırı takipsiz, denetimsiz, serbest (!) piyasa ekonomisi… Gelişmelere paralel giderek artan cehalet, yoksulluk, halkı iliklerine kadar sömüren (tam gaz giden) yolsuzluk, fahiş piyasa, hırs ve ihtirasa ne demeli? Ortalık kene, sülük, bit-pire, vampir, domuz ve akrep kaynıyor.
Müthiş bir gelir adaletsizliği, maaş-ücret düşüklüğü, onur kırıcı-insanlık dışı sefalet, fakrü zaruret ve milletin % 95’inin yaşadığı garip guraba hali neden? Devletin tapusu fert, fert bu milletin nüfus kâğıdı değil mi? Yoksa nedir?
İşte bunun sebebi; Yukarda bahse konu baronlar, koza, kripto, oligark ve gladyo…
Peki, Allah aşkına hani ‘hükmeden güç’ yani, hükümet nerede?
Dağda eşkıya kol geziyor, Mehmetçik kalleşçe kurşunlanıyor; Ordu nerede?
Allahın günü evler, iş hanları, dükkânlar ve mağazalar soyuluyor; Şehirlerde anarşi, terör, tedhiş, baskı, zulüm ve işkence kol geziyor, taciz-tecavüz diz boyu; Polis nerede?
Siyaset şirketleri ‘millet iradesinin’ yerine kendilerini koyup aday belirliyor; Köşe başlarını tutan ve Belediyelerde yuvalanan amansız şehir eşkıyaları vatandaşları fahiş fiyat, fahiş kâr, rüşvet-iltimas, ayırma-kayırma, yandaş-yoldaş saltanatı, görevi kötüye kullanma, ihmal ve suiistimalle Ermeni, Yunan veya Rum’un değil, ‘kendi öz milletinin’ milletin anasını ağlatıyor; Anayasanın amir hükmü ve Cumhuriyetin çimentosu adalet ve hukuk ilkelerine rağmen birileri ortaya çıkıp: Kürtçe anadil olarak okutulsun, TBMM ve devlet dairelerinde konuşulsun; Ermenilerden özü dilensin ve soykırım (yalanı-iftirası) tanınsın… diyebiliyor!..
SORUYORUZ: Adalet ve Hukuk nerede?
Memlekette hikmetle/adaletle hükmeden meşru bir hükümet varsa, oligark, gladyo ve baronların (gladyatörlerin) ne işi var? Bence mesele çok vahim ve derindir. Topyekün acil bir temizlik, aklanma, ayıklanma, toplumsal bir yüzleşme ve hesaplaşma zorunlu hale gelmiştir.
Bu vebal ve sorumluluk mevcut partilerin tamamına aittir.
Biline ki, esas suçlu, zorunlu hale gelen bu ayıklanma, arınma ve ulusal temizlikten kaçan ve kıvırtandır. Herkes tez elden evinin önünü süpürmeli, eteklerindeki taşı dökmeli ve hiç olmazsa bu seçim sath-ı mailinde bu yüzleşme ve hesaplaşma gerçekleştirilerek bütün bataklıklar kurutulmalıdır. Yanlış anlaşılmasın. Lâğım üzerine ‘BEYAZ SAYFA’ değil!...
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
 
 
 
 09

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Üzeyir Lokman ÇAYCI
Üzeyir Lokman ÇAYCI Hayat Hikayesi
 BU MERT ADAM BENİM DAYIMDI
Annem Fatma Mürşide ÇAYCI dayım Kurmay Albay Bedrettin Binyıldırım Doğu Menzil Komutanlığında görev yaparken Kayseri’ye ziyaret için gitmişti. Ben dönüşte anlattıklarının hepsini burada nakletmeyeceğim. İnsan hayatının etrafında dolaşan büyücüler ya da kıskançlıklar bir kıskaç gibi ileride ne gibi engellere ya da takozlara zemin hazırlayacak bunu irdeleme iradesinin birilerinde yokluğunu söyleyeceğim sadece. Sevgi önüne konulanlar simsiyah ve belirsizlikler içinse eğer. Ucu koltuk değneklerine dayanarak yürüme zorluklarına kadar uzanır. Çocukların “Bugün cumartesi; Balık! Balık! Balık!” şeklindeki masum ve sevinçli anlarının unutulmadığı gibi, bunlar da unutulmuyor.
Yıllar geçti. Bedrettin Binyıldırım’la bir sabah Beşiktaş’ta buluştuk. Orada Adalet Partisi ilçe başkanı da olan Kadir Şeker’in “Şark Lokantası” ve “Şeker Piliç” isimlerini taşıyan iki iş yeri vardı. O sırada ben ev arıyordum. Dayım Bedrettin Binyıldırım’ın Kadir Şeker’le tanıştırmasıyla kiralık bir evi de bulmuş oldum. Ayrıca benim projelerimi çizebileceğim masa, ders çalışabileceğim sobalı bir yer de bana gösterildi. Dayım:
-Yeğenim daha olmazsa bu partiye üye ol, okulundan mezun oluncaya kadar da derslerine burada çalışırsın» dedi.
 
 
ÖĞRETMEN SÜRURİ BİNYILDIRIM
1897 yılında Bor’da doğan Öğretmen Süruri’nin babasının adı Hacı Mehmet Efendi, annesinin adı da Fatma idi. İlk evliliğini Hüseyin Efendi ve Esme Hanımın kızları Bor doğumlu Naziver Hanımla yaptı. İkinci evliliğini ise Raşit Efendi ve Aliye Hanımın kızları Bor doğumlu Nuriye Hanım ile yaptı. Üçüncü evliliğini ise Mehmet Efendi ve Habibe Hanımın kızları Filibe doğumlu Hatice Hanım ile yaptı.
Hatice Hanımla yaptığı evlilikten yedi çocukları oldu. İlk çocukları İsmet Bedrettin Binyıldırım’ın her ne kadar doğum yeri sonradan nüfus kayıtlarına Üsküdar olarak geçse de 10.02.1919 tarihinde Tarbaz’da (Darboğaz) doğduğu bir gerçektir. Bu bizzat kendi tarafından hatıra defterlerinde el yazısıyla doğrulandığı gibi bizzat annesi Hatice Binyıldırım tarafından da bana ve anneme de bahsedilmiştir. İki yıl sonra yani 1921 tarihinde ikinci çocukları Sadettin dünyaya gelmiş ve 05.03.1927 tarihinde vefat etmiştir.
Üçüncü çocukları 1922 tarihinde dünyaya gelince ona Öğretmen Süruri annesinin ismini de ekleyerek Fatma Mürşide ismini vermiştir. Dördüncü çocukları Feriha Asiye ise 11.03.1926 tarihinde doğmuştur. Beşinci çocukları Hasibe Mine de 12.04.1930 tarihinde doğmuştur. Altıncı çocukları Mehmet Resai de 18.04.1931 tarihinde dünyaya gelmiştir. Yedinci çocukları Mehriban Münire 01.10.1933 tarihinde doğmuş ve henüz bir buçuk yaşına girmeden 17.01.1935 tarihinde babası Öğretmen Süruri’yi kaybetmiştir.
Öğretmen Süruri’nin babası Hacı Mehmet Efendi, Bor’da eski bakanlardan Haydar Özalp’ın bağına yakın, Bentkavak denilen bölgede bulunan bağına rahatça giren bir hırsızın çaldığı üzümlerle çıkamadığını şehir merkezindeki evinden manen fark edebilecek bir inanç düzeyinde olduğu olayın şahitleri tarafından dile getirilmiştir. Bunlardan biri de Mehmet ÖNOĞLU’dur. Öğretmen Süruri’nin babası Hacı Mehmet Efendi, babası Abdi Hoca gibi saygıyla anılan insanlar arasında olduğuna dair bize kadar çeşitli bilgiler ulaşmıştır.
Çocukların en büyüğü olan Bedrettin Binyıldırım Harp okulunu bitirdikten sonra öğretmen Hikmet Hanımla evlenerek amacına ulaştı. Evliliğin ilk yıllarından itibaren eşini baskılarıyla ister istemez kardeşlerinden ve annesinden uzaklaşmak zorunda kaldı...
Hatice Hanım altı çocuğuna kocası Öğretmen Süruri’nin yokluğunu hissettirmemek için kollarını sıvadı. Sanki o varmış gibi elleriyle kış ekmeği yapmak için büyük bir leğen içerisinde tek başına hamur yoğurdu. Bu sırada büyük kızı Fatma 13 yaşındaydı. Kocası zamanında evlerinden hiç çıkmayan ak gün dostu akrabalarını ya da dostlarını kendisine yardım etmeleri için çağırdı. Ama hiç kimse gelmedi. Bütün kapılar yüzüne kapanmıştı. Ağlayarak kızı Fatma’ya :
-Baban öldükten sonra herkes bizim yüzümüze kapılarını kapadı. Kızım Allah yardımcımız olsun! Hamur kurumadan ben sana oklavayla tahta üzerinde hamur nasıl açılır öğreteyim, sen aç ben pişireyim. Dedi. Fatma annesinin gözyaşlarını dindirmek için :
-Anneciğim yeter ki sen ağlama, ben elimden ne gelirse yaparım. Kardeşlerim uyanmadan istersen hemen işe başlayalım. Dedi. Bu sırada dış kapıya elle vurulduğunu hisseden Hatice Hanım koşarak kapıyı açtı. Orta yaşlarda, başörtülü, üzerinde yeşil hırkası olan şalvarlı bir bayan içeriye girdi :
-Hatice Hanım ekmek yapmak için bir hanım aradığınızı duydum. Bu sebeple size yardımcı olmaya geldim. Hatice Hanım sevinçten gözyaşlarını tutamadı. Kendisi tandır başına geçti. Fatma’nın önüne bir ekmek tahtası, gelen hanımın önünde de bir diğer ekmek tahtası koydu. Bu tahtaların altlarına kasnak ve elek konularak yükseltildi. Oklavalar yuvarlandıkça açılan yufkalar bir taraftan da pişiriliyordu. Burcu burcu ekmek kokusu etrafa yayıldı. Bir saat sonra, gelen hanım tandır başına geçti. Hatice Hanımla yer değiştirmişlerdi. Fazla sürmemişti. Yufkalar üst üste yığın haline gelmiş ve iş bitmişti.
Hatice Hanım sevincinden ağlayarak gelen hanıma para ve yiyecekler vermek için kilere indi. Büyük kızı Fatma’ya seslendi :
-Bize yardıma gelen hanımı sakın bırakma. Ben gelinceye kadar gitmesin kızım.Ben geliyorum! diye bağırdı. Hanım yukarıya giderken Fatma da onunla konuşuyordu:
-Teyze annem senin beklemeni istiyor.  Tam kapıyı açtıkları sırada Hatice Hanım elindeki yiyeceklerle yetişti:
-Hanım siz nerede oturuyorsunuz? Diye sordu. Hanım:
-Hatice Hanım şu ilerde Hüsniye Hanım’ın evinin karşısında oturuyorum. Ben bir şey istemek için gelmedim. Yani Allah rızası için geldim. Dedi.  Hatice Hanım ayakkabılarını giydi. Hanım dışarı çıkarken elindekilerle o da çıktı. Bayan upuzun ve geniş Karaca Mahallesinde kaşla göz arasında ortadan kaybolmuştu. Koşarak Hüsniye Hanım’ın evine gitti. Evinin karşısında tek bir ev dahi yoktu. Hüsniye Hanım’ın evinin kapısını çaldı. Hüsniye Hanım kapıyı açar açmaz, Hatice Hanım’ı karşısında görünce:
-Hayır ola! Oldukça telaşlısın. Ellerindekiler de ne? Bir şey mi oldu Hatice Hanım? Diye sordu. Hatice Hanım başından geçenleri anlattı:
-Çok zor durumdaydım. Bize ekmek yapmak için bir bayan yardıma geldi. Bu bayan sizin evin karşısında evinin olduğunu, söyledi. Sonra kaşla göz arasında kayboldu. Dedi.
Hüsniye Hanım:
-Bizim evin karşısında sadece bir yatır var. Yani bir evliya. Sen zor durumda olduğun için o sana yardıma gelmiş olabilir Hatice Hanım. Dedi.
Bedrettin Binyıldırım zaman zaman kardeşleriyle ve annesiyle birliktelikler yaşasa bile annesi tuvalette iken kapı üzerinden eşine fark ettirmeden para atması, içinde bulunduğu halleri yansıttı.
Kızların en büyüğü olan Fatma Mürşide halasının oğlu Fikri Çaycı ile evlendirildi. Fatma Mürşide evden ayrılacağı sırada Hatice Hanım kulağına şu sözleri fısıldadı :
-Kızım biliyorsun maddi durumumuz iyi değil. Üzerinde bulunan iç fanilanı çıkar da git. Sana kocan alır! Hiç olmazsa kardeşlerinden biri fanilasız kalmasın! Bu sözlerinden sonra Fatma Mürşide önce annesine sarıldı sonra gözyaşlarını tutamadı. Annesinin isteğini de yerine getirerek iç fanilasını kardeşi Feriha’ya verdi. Bu sırada hepsi birden hıçkırıklarla ağlamaya koyuldular. Bu manzara hayatları boyunca hiçbirinin aklından çıkmadı.
 
«ÖĞRETMEN SÜRURİ BİNYILDIRIM İLKOKULU» İSMİNİ NEDEN KALDIRDILAR?
Yıllar sonra Kayseri Doğu Menzil Komutanlığı’nda görev yaparken, Kurmay Albay İ. Bedrettin BİNYILDIRIM'in gayretleriyle Niğde Valisi'nin de bulunduğu bir törenle önce Bor Şehit Nuri Pamir Ortaokulu’nun bahçesine kendi eliyle getirdiği bir Atatürk büstünün konulması sağlandı. Sonra babasının görev yaptığı Darboğaz Köyü ilkokuluna getirdiği plaketle "Öğretmen Sürurî BİNYILDIRIM İlkokulu" adı verildi. Okul bahçesinde de kendi elleriyle götürdüğü Atatürk büstünün bir kaide üzerinde inşa ettirilerek açılışı yapıldı. O zaman ben de oradaydım.
Daha sonra bunu hazmedemeyen bazı güçler, adı geçen okuldan bu "Öğretmen Süruri BİNYILDIRIM İlkokulu" tabelasını kaldırdılar. Kaldırmakla kalmadılar, duvarlarda yer alan resim ve tarihi belgeleyen çerçeveli panoyu da indirdiler. Atatürk tarafından istiklal madalyasıyla ödüllendirilen ve vatansever bir ruhla bölgeye hizmet etmiş olan kahraman bir kişinin ismini kaldırmak için bugüne kadar hiçbir açıklama yapılmamıştır. Yetkililerden veya bu vefasızlığı yapanlardan veya yaptıranlardan haklı olarak bir izahat bekliyoruz...
Ne yazık ki tarihe sırt dönmek, gerçeklerin gizlenmesine yeterli olamadı. Tarih mecmualarına akseden hakikatler istense de istenmese de Öğretmen Süruri’nin açtığı bir yolda o yöreyi aydınlatmaya devam etti... Bunu sonsuza kadar da devam ettirecek ışıklar da asla sönmeyecektir.
1965’li yıllarda Niğde Halkevi Başkanlığı tarafından yayınlanan ve sorumlu müdürlüğünü Zühtü Şahinöcer’in yaptığı Yeni Niğde Gazetesi’nde tefrika halinde «Cumhuriyet, Tarihi safhaları ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşundaki Ruh» başlığıyla «Kurmay Albay Bedrettin Binyıldırım» imzasıyla yazıları yayınlandı. (Bir yazısının yer aldığı 27 Nisan 1965 tarihli, o zaman 10 kuruşa satılan, 3887 sayılı Yeni Niğde Gazetesi arşivimizde bulunmaktadır) Kendisinin Kayseri’de görev yaparken babasıyla ilgili Osmanlıca kayıtların Türkçe’ye çevrilmesi konusunda araştırma yaptığını da biliyoruz. Ancak topladığı belgelerin ya da bu konuda yaptığı çalışmaların hangi safhada ve nerede olduğunu ne yazık ki bilemiyoruz.
Hatice Binyıldırım 02.03.1976 tarihinde Almanya’da görevli olan oğlu Mehmet Resai Binyıldırım’ın evinde vefat etti.
 
DESTEKLER VE MEKTUPLAR
Kurmay Albay Bedrettin Binyıldırım’ın oğlu Turgay Binyıldırım : Çok etkilendiğimi söylemek isterim. Bilgilerin aktarılmasında emeği geçen herkese en derin teşekkürlerimi sunmak istiyorum. «Şanlı tarihimizin cesur mücadelesinde yer alan olaylar ve kişiler asla unutulmamalı ve sonraki nesillere de aynı heyecan ile aktarılmalı» diye düşünüyorum. Sevgi ve saygılarımla.
 
İstiklal Tekin : «Ben Darboğazlı bir Emekli öğretmenim aynı zamanda babam da öğretmen olup, öğretmen Süruri ilkokulundan mezun oldum. Aynı zamanda babam da bu okulda yıllarca görev yaptı. Sitenizi büyük bir özveri sonucu buldum. Öğretmen Süruri bey hakkında kasabamızda faaliyetini yürüten  http://www.tarbaz.com  sitesindeki adıma ayrılan sayfada yazı yazmak ve sizinde belirttiğiniz ismin kaldırılması hakkında yerel gazetelere haber oluşturmak üzere araştırma yapmaktayım. Merhum öğretmen Süruri Bey hakkında mail adresime geniş bilgi verirseniz çok memnun olurum(İstiklal madalyasını ve teşekkür yazısının resimleri gibi) gerekli yardımı yapacağınız umuduyla saygı ve sevgilerimi sunarım.»
Senem Karakuş : «Merhaba. Ben de Öğretmen Süruri ilk öğretim okulundan mezun oldum. »
Emrullah Karakuş : «Merhaba. Nasılsınız? Resimleri çok beğendim. Ben de Öğretmen Süruri ilk öğretim okulundan mezun oldum.(Kasımpaşa) »
İbrahim SAYGI : «Selam. Ben CİHAN Haber Ajansı Niğde Muhabiriyim. Dedenizle ilgili bir haber yapmak istiyorum. Bilgiler topladım. Buradaki resimleri de kullanarak haber oluşturmak istiyorum. En yakın zamanda bana ulaşabilirseniz memnun olurum. saygılarımla.»
Ömer Fethi Gürer : «Bor Şehri kitabım 625 sayfa ama görüyorum ki daha yazacak çok bilgi var. İlgi ile sitedeki bilgileri okudum.»
Necla Köksal : Merhaba. Okul ödevim : «Cumhuriyetin ve öğretmenlerin ülkemiz için önemi» Bu konu hakkında bilgi verirseniz sevinirim. Teşekkür ederim.
Ali Barış Yayla : «Siteye girerken böyle bir kahramanlık hikayesi okuyacağımı bilmiyordum. Bir öğretmen olarak yapılan haksızlığın karşısındayım.Çalışmanızı tebrik eder,başarılar dilerim.»
Oğuzhan Akın : Gerçekten de çok güzel şeyler yazmışsınız. Ben Pozantı’lıyım ve şu an Makedonya’dayım "Nasıl bakarsan öyle görürsün" BSN
Mehmet ÖNOĞLU
28.08.2004 tarihinde Bor’da Mehmet ÖNOĞLU ile evinde görüştüm. Dedem Öğretmen Süruri’yi ve bizim çevremizi yakından tanıyan kişilerden biriydi.
İlçemiz esnaflarından Ahmet Önoğlu'nun da babası olan Mehmet ÖNOĞLU, 05.05.1911 tarihinde Bor'da Karaca Mahallesi'nde doğdu. (28.08.2004 tarihinde 83 yaşında) Ve dedem Öğretmen Süruri Binyıldırım gibi uzun yıllar aynı mahallede oturdular.
Mehmet ÖNOĞLU : "Süruri Binyıldırım Bey'i yakından tanıyordum. Onun önünden saygısızlık yapmamak için biz hiç geçemezdik. Hatta yanında konuşamazdık bile. Çok değerli bir şahsiyet idi. Ali Efendi Hoca vardı... bir de ona, çok hürmet gösterirdik. Şimdi yeni nesil ata, baba, komşu ve akrabalarını hiç tanımıyor. Ortalıktan saygı ve sevgi kalktı yani. Süruri öğretmendi. Abdi Hoca dedesi mi babası mı? bilemem... İnayet Hanım, Narazan köyünden kocası vardı... Kaç çocuğu var bilemiyorum. Bedrettin Bey benden büyüktü. Bedrettin Beyle met oynardık, aşık oynardık! Çok uyanıktı...
1978’de sen işkence çekerken ben çok ağladım.
Sabah olsun akşam olsun komşularımızla biz birbirimizi yataktan kaldırarak, oturur yarenlik ederdik. Mısır patlatır, üzüm, dut kurusu, yerdik, limonlu çay içerdik, ıhlamur çayı içerdik... Hoşaf içerdik buz gibi. Hevenk üzümü yerdik. Ortaya konulanları şenlikli bir hava içerisinde yer ve içerdik.
Hüsniye Hanım ile komşu idik! Cenazesi Ankara’da toprağa gömülürken, ben de toprak attım kürekle.
Bizim birader hasta idi, oraya gitmiştim. Mustafa Çalapkulu’yu gördüm. «Burada ne arıyorsun?» dedim. Bana : Hüsniye Hanım’ın oğlu Muhlis’i gördüm. Hüsniye Hanım’ın öldüğünü duydum. Çok şişmandı, iyice zayıflamış... 15 gün hastanede yatmış... Ağabeyim aynı hastanede yatıyordu. Ağabeyim Reşit Efendi de o zaman öldü. Yemeniciydi.» Kızı Melahat ne olduğunu biliyormuş! Hüsniye Hanım’ın ilk kocası kaymakammış. Oğlu Muhlis de ondan olmuş!
Çocukluk orada öylece kaldı. Bedrettin sonra bizi hiç aramadı! Kayabaşında hapishanenin önünden aşağıya doğru kışın yol buz kaplardı... Biz de orada kayardık... Süruri iri yapılıydı. Büyüklerin önünden geçilmezdi. Ali Efendi Hoca vardı, onun önünden de geçmezdik! Eski Türkçe’yi iyi bilirdi. Atatürk zamanında öğretmen oldu. Birbirimize çok yardım ederdik. Ben 14 – 15 yaşıma kadar dirilden yapılma entari giydim.
Babam et alsa eve gizlice getirirdi, fakir fukara görmesin diye... Herkes et alamazdı. 1000 cevizi 70 kuruşa satardık o zamanlar. Hatta satamazdık evimize geri getirirdik... 7 ceviz ağacımız vardı... Her birinin farklı meyveleri vardı. Şeker armudunun kilosunu 25 kuruşa satamazdık. Yaz mevsiminde yaylacı olarak gelen Adanalılar satın alırlardı daha çok! Ben 12 – 13 yaşımdaydım. 6 okka bir batmandı... Şimdi 8 kilo bir batman oldu.
Bu anlatılanlardan sonra Ahmet Önoğlu'nun sözünü bir kez daha tekrarlamak da fayda var, diyorum : "Çocukluk orada, öylece kaldı."
Bugün için ülkemizde hizmet veren her Türk öğretmeninin kalbinde Öğretmen Süruri Binyıldırım’dan, Her Türk subayının kalbinde de Kurmay Albay Bedrettin Binyıldırım’dan ışıklar ve izler vardır.

Paris, 02.05.2009
http://site.mynet.com/birsen.binyildirim/tarih/index.htm
http://www.habercem.com/blog_detay.asp?id=2275
http://monsite.wanadoo.fr/SEVGI/
http://uzeyircayci.sitemynet.com/fleur/index.htm
http://www.artmajeur.com/serap/


Not : «Çukurova Kahramanları ve Öğretmen Süruri» başlığıyla başladığım yazılarımı, oldukça uzun olması sebebiyle «Kurmay Albay Bedrettin Binyıldırım» başlıklı bölümünü özetleyerek ayırmak zorunda kaldım.
«Çukurova Kahramanları ve Öğretmen Süruri» başlıklı yazılarımı bir kitapta toplamak istiyorum. Bunun için sponsor ya da yayınevlerinin desteğini bekliyorum.
Bu konuda destek olacaklara Şu andan itibaren teşekkür ediyorum.
 

 

 
 
 
 10

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Ahmet CANBABA
Ahmet CANBABA Hayat Hikayesi
 ŞÖFÖR HİKAYELERİ  ( Röntgenci)
Zengin bir ailenin iki çocuğundan biriydi Mahmut. Yeni yetmelerin ilk sevgililerini  bir  baykuş  çığlığında gecenin  tatlı  hatıralarını yaşatmışsa  kim unutabilir  o  ilk  aşkını. Geleceğe boş bakan gözlerle ufukta, bir çizgi gibi yakaladığı hayali mutluluğu, yaşanmamış  hayata  dair heyecanı kimi yerde  bir  acı  anı  gibi saklıyordu içinde. O içindeki ütopik  sevgilisini de hiçbir  an  aklından  çıkaramazdı. Bir gizli hastalığın  oluşmasının  baş mimarıydı çevresindeki  arkadaşları. Böyle  bir  başı boşlukta   kendisine  kimsede  söz  geçiremezdi.  Anasının sözünden çıkmayan bir babası vardı. Arkadaşları  Mahmut’la babasının arasını açmayı çok severlerdi.  Mahmut’un  babası  bir sefarette çalışıyordu. Şoförler uzaktan Mahmut’un babasını  gördüklerinde’ sabah, sabah  gene ev(ossuruk)havalandırmaya gidiyor’ derlerdi.  Süleyman  amca iş dönüşünde oğlu  Mahmut’u   sorarsa şayet,  duraktakiler:
”Oooo  Süleyman   amca o şimdi kim bilir nerede içiyordur, bir iki iş aldı mı   Mahmut  için yeter,  aslan gibi arkasında sen varsın “ derlerdi . Süleyman  içinden kızdığını belli etmeden başını sağa, sola sallayıp o kızgınlıkla eve gittiğinde, ‘oğlunu koruduğu   için’ karısı  Hamiyet hanımla da münakaşa ederdi.
Mahmut’un  taksicilik yaptığı senelerde Gaziosmanpaşa’ya  ‘yes’ mahallesi derlerdi. Adım başı Amerikalılar  otururdu  o muhitte. O muhitte  çalışan hizmetçilerin hepside İngilizce konuşur olmuştu. Dinamik  ve genç  görüntüleriyle  kendilerini naza çekerler, yeri geldiğinde  sosyetenin  büyük ve  seçkin  isimlerinin  katıldığı   kokteyllerde  vazife  alırlar, konukların  pembe  halılar  üzerinden  yürüyerek  girdikleri  mekanda    kokteylin  mönüsündeki   uzak doğuya  ait  yiyecekleri  çaktırmadan tadarlardı.  Şoförlerinin de tavladıkları birçok güzel hizmetçiler vardı. Sevgilisi olan  şoförlere Amerikan içkisi  ve  sigarası  getirirlerdi. Türk ailelerinin çocukları  onların çöplüğüne atılan oyuncaklarla sevinir, Amerikalıların  işe yaramayan okunmuş kitaplarını almak için çoğu kez çocuklar kavga yaparlardı. Hatta çöplükler bile paylaşılmıştı. Hiç kimse kendi evine yakın çöplükleri başkalarına  karıştırtmazlardı. Taksi müşterilerinin çoğu Amerikalılardı. Çoğu kez sent verirlerdi, dolar verirlerdi.
Süleyman amca  Mahmut’u  çok okusun istemişti  ama  olmadı. Oğlunun ısrarı üzerine 1958 model bir pontiyac otomobil almıştı. Ama Allah’ı var   Mahmut  arabasına çok iyi bakardı. Süleyman amca miras zenginiydi,  oldukça  mülayim bir yapısı  vardı.  Mahmut babasını parmaklarının ucunda  oynatsa da yeni alınan  otomobilden  dolayı bir baba  baskısı  altına  girmişti. Baba  baskısından bıktığı içinde  için  takside  hep gece çalışmayı  seviyordu. Gündüz  taksisini  bir şoföre veriyor   gecede kendisi kullanıyordu. Tabi   babası gece yorgun, argın oğlunu  takip edecek değil ya. Mahmut’ta  istediği  gibi  hareket  ediyordu.   
Mahmut  gece bir iş alsın, dönüşünü muhakkak  herhangi  bir evin ışık yanan  penceresinden bakıp evin içersini röntgenler, geçte olsa öyle durağa gelirdi. Gözlerden de ırak olduğu için  Süleyman  amca da oğlunu  dürüst çalışıyor bilirdi. Gene bir gün  iş dönüşü durağa gelirken bir binanın  en üst katındaki  odalardan birinin penceresinden odanın  lambasının yandığını görür. Gecenin  saat ikisinde ışığın yanması  Mahmut’u  heyecanlandırır. Öyle ya  insanlar bir şey yapmasalar ışık boşu boşuna yanmaz ki. Arabasını görünmeyecek bir şekilde zulaya  çeker. Dairenin yanan penceresinin tam karşısı  hizasına  gelen servi  ağacının gövdesine  tırmanmaya başlar. En üst katın ışığından başka binada hiçbir ışık yanmamaktadır. Bitişikteki kabası bitmiş  inşaatın bekçisi bile çoktan uyumuştu. Gece karanlığındaki sessizlikte kendi soluk alışının sesini  ve birde ara sıra  bastığında kırılan dalların çıtırtılarını duymaktaydı.
Röntgencilik sanki  Mahmut’un  ikinci mesleğiydi. Başka ağaçlara tırmanmak kolaydı ama böyle ulu bir servi ağacına  ilk defa tırmanacaktı. Tehlikeli bile olsa bir şey görme heyecanı, içindeki korkuyu bastırıyordu. Ağacın gövdesinden çıkan dallar oldukça kırılgan ve narindi. Çoğu kez tuttuğu dal elinde kalmakta, kırılan dalların çıkıntıları zorda olsa ayaklarına basamak  oluyordu. Dördüncü katın hizasına vardığında, Gördüğü manzara muhteşemdi. erotizmin  kuşatmasından  kurtulamayan  bir  bayan git  gide ufalan   hafifleyen  giysilerin  darlığından hap solmuş    uzuvlarının  dışarıya  fırlayacakmış  gibi  taşmaları  karşısında  kendini  zaptedemeyen  eşinin hırslı sarmaş  dolaşın da  sonsuz  bir  haz  yaşıyordu. Biraz  cilveli  nazlı  ve  çekingen  davranışları adeta  eşini  çıldırtıyordu. Sevdiği  bir çiçeğin ilk  tomurcuğunu  verdiği  bir andı  sanki karşısındaki  eşine karşı  duruşu. Sanki  orijinal  lezzetle  eşine  sunulmuş bir  aşk  tanrıçası  gibi  hissediyordu kendini bayan.
Mahmut’un  bastığı çatal dal  arasında sıkışan    ayaklarının yorgunluğu  bir acıyla kendisini uyarır.   Ayağını   dinlendirme  ihtiyacını  hisseder.  Diğer  ayağını  bastığı  çatal  arasına koymak  için  yorgun  ayağını  kaldırdığında bütün yükü diğer ayağına verdiğinden,  gövdesinin ağırlığını çekemeyen dal kırılır Mahmut hızla aşağı doğru  düşmeye başlar. İşte ne olduysa bu düşüşte olmuştu. Kurtulmak için her tuttuğu dal  elinde kalmaktadır.  Gövdesinin ağırlığını taşıyamayan  dallar  kırılıyor ,  Mahmut’un  düşüşünü  yavaşlatıyor ama engelleyemiyordu.
Genç evliler  duydukları  gürültü  üzerine, üzerlerine sardıkları bir çarşafla  yatak odalarının balkonuna açılan kapıdan balkona çıktıklarında  birisinin ağaçtan düştüğünü görmüşlerdi. Kendilerinin  röntgenlendiklerini   bilmediklerinden, hırsız zannedip, gece karanlığında, avazlarının çıktıkları kadar “hırsız kaçıyor, kimsecikler yok mu? aşağıda hırsız var.” diye birkaç  sefer bağırdılar. Gece karanlıkta  yankılanan  sesi kimin duyduklarını bilemediler  ama  kavak ağacının dibinde acıdan kıvranan birinin  siluetini belli, belirsiz gördüler.  Giyinik vaziyette olmadıklarından bağırmaktan da  öte bir şey yapamadılar.
Mahmut  korkunun verdiği paniklemeyle düştüğü yerden kalkıp üstünü  silker. Yırtılan üstünü başını gözü görmez,  çeşitli yerlerine batan dalların sıyrık ve kanatmalarındaki acıyı bile hissetmez. Bitişik inşaatın  tahta perdelerine tırmanır  kendini  inşaatın bahçesine atar. Yeter ki röntgenlediği binanın bahçesinde olmasın, yeter ki orada yakalanmasın. Ama şanssızlıklar  Mahmut’u orada da rahat bırakmayacaktır. Atladığı yeri görmez gece vakti. Oysa atladığı  yer bir kireç kuyusudur. İnşaat için açılmış ve söndürülmüş kireçle dolu bir yer.  Üzeri kaymak bağlamış ve derinlere doğru git gide katılaşan kirecin içersine neredeyse dizkapaklarına kadar gömülmüştür.
Gece geç saatlerde kadının çığlıklarını duyan bekçide uyanmış, kum yığınlarının ardındaki kireç kuyusundaki   Mahmut’u görmüştür bir karartı halinde. Mahmut’un yanına kadar gelen bekçi elinde koca bir kalasla, Mahmut’un  karşısına dikilip ,“hadi bakalım buradan nereye kaçacaksın” der.  Mahmut  bekçiye “Yav arkadaş beni tanımadın mı?.  Ben  pontiyacın sahibi  Mahmut.  Hani seni iş dönüşü yolda, belde alırım ya.  Hatırlamadın mı.?   Süleyman’ın  oğlu   Mahmut’um “deyince  bekçi elindeki kalası bırakıp el fenerini   Mahmut’un yüzüne tutar ve  ancak  Mahmut’u tanır. Mahmut’a:
”Yav  Mahmut  abi senin ne işin var burada”   deyip  Mahmut’u ellerinden tutarak  çeker, çıkartır kuyudan. 
Mahmut  bazı geceler  bira alır, bekçinin yanına uğrar beraber bira içerlerdi.  Mahmut’un tavladığı Amerikalıların yanında çalışan    bayan arkadaşına  beraber  kalsınlar diye  kendi  yerini  vermişti birkaç kez bekçi.  Onun için Mahmut  abisini çok severdi.
 Başına böyle haller de geldiğinde elbette ki yardımcı da olacaktı. Mahmut  çoğu kez  kimi akşam rakı, kimi akşam bira alıp, bekçiyle içtiklerinde  bekçiyi konuşturur,  hangi dairede kim oturuyor, hangi dairede yollu var,  hangi si güzel, iş verir  bekçiyi konuşturup dinlerdi.  Mahmut  ne zamandır o daireyi göz hapsine almıştı . Her gecede   aynı dairenin ışığı yanmaz ya, ama gözetlediği dairenin ışıkları her gece yanıyordu. İşte  Mahmut’u  gözetlemeye çeken nedenlerin başında da bu merakı vardı.
Kuyudan diz kapaklarına kadar kirece batmış bir vaziyette çıkan  Mahmut’un  üzerine  tazyikli hortumla su tutan bekçi  tahta perdedeki aralıktan bitişik binanın aydınlatma  ışıklarının yandığını ve kapıdan iki kişinin düşen ağacın altına kadar gelip  yere serilmiş servi dallarını ve yapraklarını bir birlerine  gösterip, biraz duyulacak bir sesle,”İşte hırsızın  çıktığı ağaç, bitişik inşaata bir soralım bakalım” dediklerinde  bekçi  Mahmut’a:  “aman abi hemen  saklan” deyip   Mahmutu   inşaattaki kendi odasına göndermişti.
Bitişik binadan gelen iki kişi bekçiye bir gürültü duyup duymadığını sorduklarında bekçi de  gürültü duyup onun üzerine uyandığını söyler. Guya hırsızı kovalamıştır ama yakalayamamıştır. Gelenler tatmin olduklarından  bekçiye teşekkür edip oradan ayrılırlar.
Mahmut  bekçiden aldığı pantolonu giyer  ve  açık bir büfeden aldığı rakıyı bekçiyle beraber içmeye koyulurlar. Mahmut bekçinin ısrarı üzerine olayı anlatır. İşte bu korku üzerine  Mahmut  bir daha  röntgencilik yapmayacağına dair bekçinin yanında kendi kendine söz verir. Yaptığı  işin  kötü  olduğunu  acı  bir  deneyle kendiside  anlamıştır.  Mahmut  bu sözü acaba ne kadar tutacaktı. Sabah bekçiden aldığı kıyafetlerle eve gittiğinde babası çoktan işine gitmişti. Yırtılmış gömlek ve pantolonlarının eksikliğini  bir hayli anası babası sordu ama   Mahmut  bir sır  gibi   ölene kadar kimseye söylemedi. 

 

 
 
 11

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Selma GÜRSEL
Selma GÜRSEL Hayat Hikayesi
YARMAAŞI 
MALZEMESİ: 2- 3 porsiyon için,
bir bardak yarma(Çekilmiş aşurelik)
2 kaşık tereyağı,
1 baş soğan,
2 kaşık kakırdak,bir miktar pul biber,
Yarma; altı bardak suda haşlanır.
Haşlanan yarmanın üzerine tereyağı istenilirse kuru soğan ve kakırdak veyahut kıyma konulur. Pul biber ilave edilerek çorbanın üzerine kızgın olarak dökülür ve servis yapılır. 

 

 
 
 
 12

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Dile BİGA
Dilek BİGA Hayat Hikayesi
BİR KERE AŞAĞI BAKMAZ BU DÜNYA
Çilede cömerttir sevgide cimri
Payına düşeni vermez hani ya!
Bana gelince mi tutuyor kibri,
Sürünüp gezeni, görmez bu dünya.
 
Terazisi yok ki; adalet koysun
Kefesi haksızı çekmez hani ya!
Al beni deye aç gözün doysun,
Mazlumun yüzüne gülmez bu dünya
 
Sana gönül vermek küllüm hataymış,
Uğrunda ölmekte değmez hani ya!
Kendim gibi sandım burnun kaftaymış,
Bir kere aşağı bakmaz hani ya.

 

 
 
 
 13

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Rıza HARDAL
Rıza HARDAL Hayat Hikayesi
YAŞLILIK
Ağardı saçlarım, dişim döküldü.
Altmışa ermeden belim büküldü
Çoluk çocuk etrafımdan çekildi
Aman ne zor imiş canım yaşlılık
Benim tutuldu da sular akmıyor
Yaşlı diye yar yüzüne bakmıyor
Güllere sam vurulmuş artık kokmuyor
Aman ne zor imiş canım yaşlılık
Babam yaşamadı anam genç öldü
Dedem torununun torunun gördü
Bütün organlarım çalışmaz oldu
Aman ne zor imiş canım yaşlılık
 
Sigara içmedim, içki içmedim.
Çok sıkıntı çektim ama göçmedim
Kendim yaşlandım da gönlüm geçmedi
Aman ne zor imiş canım yaşlılık
 
Bir baş idim üç tane ayak oldum
Her ne yaptım ise kendim bilmedim
Gençlik elden gitti sarardım soldum
Aman ne zor imiş canım yaşlılık
Bir zamanlar sürülerim var idi
Sam vurdu da gazelciğim çürüdü
Koyun kuzu meleşerek gelirdi
Aman ne zor imiş canım yaşlılık
 
Yaşlanırsan kimse bakmaz yüzüne
Güvenmeyin oğlan ile kızına
Kara toprak çeker bir top bez inene
Aman ne zor imiş canım yaşlılık
RIZA der yaşlılığı getirdim dile
Bülbül figan eder bahçede güle
Gençlik elden gitti kal güle güle
Aman ne zor imiş canım yaşlılık
11/02/2005 Yenişehir Bursa

 

 
 
 
 14

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

 
Mehmet KARADAĞ
Mehmet KARADAĞ Hayat Hikayesi
 TEMİZ TOPLUM İSTİYORUZ!
Kimler geldi ise başa
Su kattılar pişmiş aşa
Uğraş verdik eyvah boşa
Temiz toplum istiyoruz!

Özü, sözü gerçek olsun
Gören gözü mercek olsun
Kalbi zengin güleç olsun
Temiz toplum istiyoruz!

Arsız, hırsız cana yetti
Talan, yalan, rüşvet gitti
Yemek için büyük sattı
Temiz toplum istiyoruz!

Öksüz evlat görme köyü
Olmaz böyle halkın beyi
Yağma ettiler her şeyi
Temiz toplum istiyoruz!

Yalan söze camla bizi
Dertler dolu dizi, dizi
Yeter halkım açın gözü
Temiz toplum istiyoruz!

KARADAĞIM çakma yeter
Bozuk düzen etti beter
Bu dertleri doğru çeker
Temiz toplum istiyoruz!
08/11/2002
 

 

1

 

YAZARLARIMIZIN HAYAT HİKAYELERİNE GİTMEK İÇİN TIKLAYARAK GİDİNİZ!

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

DİKKAT ; BU BİLGİLER TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMDEN  İZİN ALINMADAN KULLANMAYINIZ!
YAPTIKLARIM YAPACAKLARIMIN GARANTİSİ ALTINDADIR!

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

 Hukuka, Yasalara, Telif  ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir.
Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM

BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR!

129 SAYI 25 Kasım 2009 SAYIYA Gitmek İçin Tıklayınız!