YIL 9  SAYI 108    25 Şubat 2008

1!965 ÇORUM SAAT KULESİ

 

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

DİKKAT ; BU BİLGİLER TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMDEN  İZİN ALINMADAN KULLANMAYINIZ!

YAZARLARIMIZIN HAYAT HİKAYELERİNE GİTMEK İÇİN TIKLAYARAK GİDİNİZ!

Aşağıdaki dizinler ile tıklayarak üye olmadan sayfalara girebilir ve inceleyebilirsiniz!1

 

BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR!

 

Mahmut Selim  GÜRSEL EKSİK BİLGİ
Ali EMİROĞLU TOPKAPI SARAYININ TOPU TÜRK
İsmet ÇENESİZ SU VE SUSUZLUK TEDBİRİ
Salim SAVCI HİTİT ÜNİVERSİTESİ DİĞERLERİNDEN GERİ KALMASIN
Sakin KARAKAŞ ÇİTLEMBİKLERİ KORUYUN
Mustafa Nevruz SINACI VATİKAN'IN KÜRTLERİ
Mustafa GÖRKEM NEDEN HİÇ BİR ŞEYE TAHAMMÜL EDEMİYORUZ
Selma GÜRSEL MARTAR SOTE
Rıza HARDAL GÜZEL VATANIM
Özgür BİÇER LAYIK
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
 
 
 
 
 
   
 
 
 
 01

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mahmut Selim GÜRSEL
Mahmut Selim GÜRSEL Hayat Hikayesi
EKSİK BİLGİ
            Bilgi; insanların aydınlanması için yazılan bir işlemdir.
Bilginin yazılması ile bu bilinenin diğer bilmeyenlere aktarılması olayıdır. Bu işlemi yaparken ne yazık ki bilerek veya bilmeyerek diğer bilenlere de yanlış aktarılmaktadır. Ayrıca da bu bilgileri aldıkları gibi aktarmaları, araştırmaları ise ayrı bir komedinin ve yanlışlıkları aktaran bir araç olmanın da göstergesi cabasıdır.
            Bilgiyi aldığınız zaman bu bilginin doğruluğunu, bu bilgideki anlatıların yanlış veya doğruluğunu araştırmadan diğerlerine aktarmanın sorumluluğu yeni bilgiyi verene aittir. Bu sorumluluğun sonucuna da katlanmasının gerektiğini bilmesi ve yanlış bilgilerin devamını sağladığı için de susmayıp yanlışlıklarının düzeltme veya yeni bir çalışma ile aktarmaları gerekmektedir.
            Pek çok bu konu hakkında anım bulunması ve bunları burada yazarsam bir kitap olacağı Bir kaç anımı anlatayım:
Birinci anım:
Yeni emekli olduğum yıllarda Çorum’da yapılan bir panelde Hasan Paşa Kütüphanesi ile ilgili bilgiyi aktaran İlahiyat Fakültesi mensubunun Çorum İl Halk Kütüphanesinde bulunan “El Yazma Kitaplar” dan bahsederken devamlı “Milli Kütüphane” ye devredildi demesi dikkatimi ve şuur altımı çalıştırdı. Bu terimi ben; Hasan Paşa Kütüphanesi için hazırladığım bir raporda: Çorum’da bulunan Tekke ve Zaviyelerin kaldırılması hakkındaki Kanun” gereği olan senelerde gelen olayı anlatırken. Tekke, Zaviye ve Medreselerden toplanan “El Yazmaları” için Çorumluların yaptığı ve yapılan kütüphaneye “Milli Kütüphane” adını verdiklerini yazdığım halde konuşmayı yapan kişinin dipnotta olan bilgiyi es geçmesi yüzünden Çorum’da bulunan el yazma kitapların Milli Kütüphaneye gönderildiği sonucunun çıkması beni üzdü.
            Konuşmacı konuştu. Kürsüyü terk ederek tam önümdeki sıraya ve benim önümde bulunan boş yere oturdu. Ben o şahsın omzuna dokunarak:
            -Konuşmanızda belirttiğiniz “Milli Kütüphane” bilgisini nereden aldınız? Diye sorunca:
            -Size ne? Diye diklendi. Ben üsteledim.
            -Bu bilgiyi yanlış aktardınız. Sizi uyarmam benin görevim. Bu bilgiyi Hasan Paşa Kütüphanesinden mi aldınız?
Diye üsteleyince. Cevap verme mecburiyetinde kaldı. Ben de:
            - Ben de öyle olduğunu düşündüm. Dedim. Bu cevabım üzerine:
            -Bu bilgiyi kütüphaneden bir rapor olarak verdiler. Hazırlayan da Mamut Selim Gürsel. Şimdi öğrendiniz mi? Diye cevap verdi. Bende.
            -Anlamıştım. Yalnız siz o raporu iyice incelememişsiniz. Bilgiyi yanlış veya kasıtlı olarak eksik verdiniz. Dedim. Bana doğru iyice dönerek:
            -Nereden biliyorsunuz? Dedi. Bende:
            -Ben Mahmut Selim Gürsel’im. O raporu ben yazdım. “Milli Kütüphane” o raporda üstte açıkladığım gibi Çorumluların toplanan kitapların konulması için şimdiki Belediye binasını hibe olarak yaptırdığı ve altının da irat getirmesi için vakıf edildiğini okumadınız mı? Dedim. İlave ettim. Eğer bu bilgi basılacaksa bu yanlışlığınızı düzeltiniz dedim.
            Bu birinci eksik bilgi ile yapılmıştı.
            İkinci anım:
            Adamcağızın birisi; bir gazetede halen yazı yazıyor. İşin tuhafı 1996 yılında ona da bir gün bir kitap çalışması için ortaklık teklif etmiştim. Ortak çalışmayı kabul etmişti. Beni altı ay kadar beklettikten sonra sen kendi çalışmanı yayınla. Ben sonra yayınlarım diyerek o zaman bilgi vermişti. Ben kitabımı yayınlamıştım. Birkaç yıl sonra yine o arkadaş “Çorum’da basın Tarihi” ile çalışma yaptığını yayınlamıştı. Bende o zamanlar Çorumlu 2000 Dergisi basılıyordu. Orada benim ortak olarak yayınlamak istediğimiz kitabımda “Çorum Basın Tarihi” çalışmamın olduğunu yazdım. Bir daha o konuya deyinmedi.
            Adamcağız bir gün gazete Çorum Hakkında yayınlanmış kitaplar ve dergiler diye bir liste yayınlamıştı. Ne yazık ki; benim yayınladım “Çorum’da Yatan Meşhur Yatırlar”, “Çorum 1997” Çorumla ilgili kitaplarım ile,”Çorumlu 2000 Aylık Kültür Sanat Tarih ve Edebiyat Dergisi” ile “Sarı Çiğdem Defteri” isimli dergilerden hiç bahsedilmemişti ki; Çorumlu 2000 dergisi 1. sayıda da gazetede kendisinin yayınladığı yazıyı yeni yazı diye dergimde yayınlatmıştı. Kendisine: Bir daha yayınlanmış yazı vermemesini söylemiş ve cidden bir daha dergime yazı vermemişti. Bu eksik yazıları yazı yazdığı gazetenin arşivlerinde halen bulunmaktadır.
            Bu da bilgileri bildirmemekle ilgili bir eksik bilgi anımdır.
            Üçüncü anım:
            Yine dergimizin bir yazarı; Çorum 1997 kitabımın özetini yayınlamış ve beni kızmasın diyerek de hiç alakası olmayan resim yardımı yaptığımı belirten bir bilgi ile işi geçiştirmişti.
Son anım: Bu güne ait.
            Bu gün bir yazarımızdan bir vakıf için yazı yollanmıştı. Sitemizde o ilçeyi ilgilendiren ve iki baskı yaptığım bir kitabımdan hiç bahsetmemesi ve üstelik o çalışmamın sitemizde resmi ile yayınlanmakta olmasına rağmen her ne hikmetse bahsedilmemesi ve yazının yayınlanması için gönderilmesi de çok ilginç yeni bir anı birikimime girmiştir.
            Çok merak etmekteyim. Neden yapılan çalışmalar üstünkörü yapılmakta veya çalınmakta ya da görmemezlikten gelinmektedir.
“Bir zamanlar bir siteye bunları yazmıştım”
Yıkıcı tenkit çok acı bir içkidir.
İçmek o kadar zordur ki kezzap gibi insanın canını yakar.
Yapıcı tenkit ise en leziz şurup gibidir.
Yeniler her zaman yerilir. Daha ileri gidilirse becerebilirsen daha iyisini sen yap diye cevap da gelebilir.
Benim gibi insanlar uygun olmayan ya da eksiklikleri bildirmeden edemezler.
Mahmut Selim GÜRSEL 9 Şubat 2008 Çorum

 

 

 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
 
 
 
 

 

 02

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Ali EMİROĞLU
Ali EMİROĞLU Hayat Hikayesi
TOPKAPI SARAYI'NIN TOPU TÜRK
            Ben, bu Topkapı Sarayı müzesini iyi tanırım. Devlet memurluğuna buradan başladım. 14. derecedendim; elime, aylık olarak 31 lira geçerdi. Günde bir lira dışında kendime para sarf etme imkânım yoktu. Bu şartlar altında tıbbiye bitirmişimdir. Bunların hepsini torunuma anlatmadım.
            Çarşamba günü müzenin açık olduğunu öğrendiğimizden, kahvaltımızı evde yaptıktan sonra, torunumun otomobili ile sarayın dış kapısına, bir gün önce arabayı koyduğumuz yere geldik. Dış kapıdan içeri araba bırakılmıyor. Dış kapı, meşhur Alman Çeşmesi’nin yanındaki büyük kapıdır. Buradan saray avlularından birincisine girilir. Eskiden bu kapı açıktı ve birinci avluda, gece bile insanlar dolaşabilirlerdi.
            Birinci avluyu yürüdük. Yollar eskiden stabilize idiler. Bu yollar şimdi güzel yapılmışlar. Ancak, eskiden görünen büyük çınar ağaçlarında azalmalar var. Elli sene bile, bazı eksilmelerin sebebi olabilmiş.
            İkinci kapıdan bilet alarak ve kontrolden geçtikten sonra, içeri, ikinci avluya giriyorsunuz. Bütün turistler, bu işlemlere alınmış görüntüdeler. Avlu çok kalabalık. Ziyarete, turistler pekte bilgisiz olarak başlamıyorlar. Büyük ihtimalle, nazari bilgi edinmiş durumdalar. İlk ziyarete, sağda bulunan mutfaklardan başlıyorlar. Mutfak deyip de küçümsemeyiniz; Osmanlı mutfakları, birçok devletin kral saraylarından daha haşmetli. Hele gezerken gördüğünüz çiniler, müzelik olarak elde edilmiş sanılmamalıdır. Bu malzeme içinde, Osmanlı sarayının mensupları, aşçılar ve hizmetçiler dâhil, yemek yemişlerdir. Bu sergilen
en porselenler, Osmanlı sarayının kullandığı eşyalardan kalanlarıdır. Yemek takımları da sergilenmiş değiller. Hele kazanları görmeniz mutlak gereklidir. Hacı Bektaş’ta bulunan kazanlar gibi şeyler. Zaten Hacı Bektaş külliyesini de yaptıran, Osmanlı devletidir.
            İkinci avlunun sol tarafında da “Kubbe altı” adıyla anılan Fatih’in yaptırdığı divan toplanma yerleri vardır. Biz, torunumla, bu kısmı dönüşte gördük. Padişahın divanı izlediği kafesli yerin haşmeti, hala insanları etkiliyor. Kubbe altının arkasındaki kulenin yapılış tarihini, sarayı hemen her gün gören Aruz şairi Yahya Kemal Beyatlı’dan dilemiş ve vaktiyle sizlere de bir yazı ile iletmiştim.
            Üçüncü kapının önünde torunumla durduk. Selim III padişahın naaşının konduğu yeri bizim Özgür’e gösterdim. Kapıyı geçince de, Padişah’ın sefirleri kabul ettiği salonu gezdik. Burayı görmeden, Osmanlı Padişahının haşmetini anlamanız mümkün değildir. O, büyük devlet büyükelçilerinin kabul edildiği havayı ancak salonu görünce kavramak mümkün oluyor.
            “Muayede salonu” denen bu salonu geçince, hemen önünde Ahmet III. Kütüphanesi var. Restorasyon yeni bitmiş ve açılmış ama, içerdeki kitaplar toplattırılmış. Burada üçüncü avludayız. Sağda hazine dairesi, solda emanetler dairesi ve Hareme gidilen yol mevcut. Üçüncü avlunun önündeki binalar yönetimde kullanılıyor. Muayede salonunun batıya doğru önünde, “Enderun mektebi” mevcut. İşte, koca imparatorluğu yöneten tarihe geçmiş sadrazamlardan çoğu, yabancılardan toplanmış çocuklar olarak burada yetiştirilmişlerdir.
            Hazine dairesine girince, Kaşıkçı Elması’nı görmemezlik etmemelisiniz. Aslında, hazine sözcüğü, bizimki için bir anlam taşıyor. Osmanlı padişahları, savaşlarda sıkıştıkça paranın kıymetini düşürmüşler ve içinde yemek yedikleri altın takımları satmışlardır; ama, tarih kıymeti olan hiç bir esere dokunmamışlardır. Osmanlı Padişahlarının tarih saygılarında şüphe yok. Bu eserleri evlerinde dahi kullanan padişah yok. Onun için de, bu padişahlar tarih yapmışlardır. Saray eşyalarını evlerinizde kullanmakla ne devlet adamı olunur, ne de tarih yapılabilir. O koltuklardan inince, hepiniz benim gibi olacaksınız. Ben sizlerin çoğundan; yani, kendini devlet adamı sananların çoğundan daha aklı selim sahibiyim. Hiç olmazsa, sonu hiç olan yerlere gelmeye heveslenmedim ve mesleğimin sahibi olarak kaldım. İsterseniz siz, bırakıldığımı söyleyebilirsiniz!
            Mecidiye köşkü önünde torunumla oturduk ve birer tost yedik. Altta büyük bir lokanta var. Torunuma, yattığım yeri, ders çalıştığım kulübeyi ve dördünc
ü avludaki köşklerin kimlere ait olduklarını gösterdim ve bildiklerimi aktardım. Bağdat köşkü restorasyon halinde olduğu için göremedik. Harem ve arabalar dairesini de göremedik. Gün, her şeyi görmeye yetmiyor. Siz görmeye giderseniz, iki gün ayırmalısınız. Bura sizindir sizin! Burada gördüklerinizin hepsi Türk’tür. Mimarisi Türk’tür ve içinde oturanlar da Türk’türler. Türk’ü küçümseyenlerin de bu saraya uğramalarını tavsiye ederim. Belki utanmayı öğrenirler.

 

 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
 
 
 
 
 

 03

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

İsmet ÇENESİZ
İsmet ÇENESİZ Hayat Hikayesi
SU VE SUSUZLUK TEDBİRİ;
            Şu anda gündemin en önemli konusu su sıkıntısı ve su israfı. Bu gün nasıl su sıkıntısı varsa, 40-50 yıl öncede bu sıkıntılar varmış. Ve bu gün çok duyarlı insanlar olduğu gibi o günlerde de bu konulara duyarlı insanlar varmış.
Bu önemli gündem konusuyla ilgili olarak Enver Leblebicioğlu ile eczanesinde konuşurken halasının beyi olan rahmetlik Noter İhsan (Sabuncu) amcadan bahsetti. Rahmetlik Noter İhsan amca merdivenleri kovayla suyu dökerek yıkatmaz, bezle sildirtmekte ısrar edermiş ve sürekli böyle yaptırırmış.  Rahmetlik, “Bu suyu torunlarımız içmeye zor bulacak ama biz israf ediyoruz” diye de, ikaz edermiş. Ve yine rahmetlik olan kıymetli hocam, Enver Bey’in babası Sadi Leblebicioğlu ve İhsan amca 40 sene önce Çomar Barajının yapımında öncül olmuşlar.
Çomar Barajı o günlerde tarımsal sulama amacıyla yapılmış ama Çorum susuz kalınca senelerce Çorum’un içme suyu ihtiyacını karşılamıştır.
Bu gün itibariyle Çorum’da susuzluk yoktur ama Türkiye’de susuzluğa namzet illerden en önde gelen şehirlerden biri yine Çorum’dur. Hemen bu günden bu konuda neler yapıldığı ve ne hızla yapıldığı belediyenin en yetkili ağızlarınca izah edilmelidirler.  2-3 gün önce yerel gazetelerimizde bu konuyla alakalı olarak yapılan açıklamalar yeterli değildir.             Çorum’daki su temin şekli sağlam ve güven verici değildir. Çorum suyunun yarısını kuyulardan temin ediyor. Bu hem çok pahalı bir yöntem hemde ilerde elektrik kesintileri başlayınca ve yer altı suları her gün metrelerce daha aşağı çekildikçe daha da artan maliyetler karşısında ne olacağı şimdiden düşünülmeli ve ona göre gereken tedbirler alınmalıdır. (Geçmiş yıllarda da kuraklıklar olur ve yağmur dualarına çıkılırdı. Ama bu son kuraklıklarda dikkat çeken konu son 2-3 yılda yer altı sularının 40-50 metre daha aşağılara çekilmesi ve yağan yağmurlarında bu yüzden içme sularına daha az etki etmesidir.)
Mesela Ankara’nın bu gün susuz kalışının sebebi vaktinde gereken tedbirlerin alınmamasındandır. Türkiye’nin, dünyanın susuz kalacağı sadece bu günün konusu değildir. Bu yüzden Kızılırmak’tan Ankara’ya su alınması  fikri neden en az bir yıl önceden hayata geçirilmedi?
Biz Çorum için Çorum’un suyu için 20 senedir yazarız. Karınca kararınca faydalı da olmuşuzdur. ŞİMDİ YİNE UYARIYORUM  Çorum susuzluğa  namzettir! Bu sorun 1 yıla kalmadan sayın milletvekilerimiz ve belediyemizce çözülmelidir. Yoksa Ankara gibi su bittikten sonra paçaların sıvanması durumunda kalırız.
 
            TÜRKİYE’DE VE ÇORUM’DA NELER YAPILMALI?
 
1-) Öncelikle eğitim diyoruz. Her şeyde olduğu gibi önce eğitim. Çocuklarımıza ilkokulda çok iyi eğitim vermeliyiz. Çünkü artık okula gitmeyen çocuk yok. Ama yüksek tahsil yapamayanlar pek çok. Ne yapıp yapıp İlkokullar tek tedrisatlı hale getirilmeli. Böyle konular ilkokullarda çocukların beynine kazınmalı.  
            2-) Barajların ve göletlerin kendi kaçakları önlenmeli.  
            3-) Yer altı tesisatlarında harcanan suyun % 25’i kadar kaçaklar olduğu söyleniyor. Bu önlenmeli. (Bu genelleme Türkiye içindir.)  
            4-) Atık sular arıtılmalı ve yine hiç olmazsa sulama alanında  kullanılmalıdır.  
            5-) Halk televizyonlarda ciddi olarak ve en duyarsız insanlara dahi tesir edecek şekilde uyarılmalı ve bu yönde programlar yapılmalıdır.  
            6-) Su kesintileri çare değil. Sadece cezalarla ve kaçakların tamirleriyle suyun az harcanması temin edilmelidir.  
            Tabii su kesintisi demek bakteri ve mikrop demek olup, hastalıkların da ana kaynağıdır. Bizim hastalıklara değil, suya ana kaynaklar bulup onları kullanılır hale getirmemiz gerekiyor. Yetkililerin yapacağı ana iş budur ve ben onların bunu yaptıklarına inanıyorum. YALNIZ BİZ TÜRKLER işleri topal karınca hızıyla yapmaya alışığız. Bu iş ihmale gelmez. BİLİNÇLİ VE HIZLI OLARAK yapılmalıdır.
SU NİMETTİR, BEREKETTİR, BOLLUKTUR, DAMLASI DAHİ İSRAF EDİLMEMELİDİR!. İsraf edenler Rabbimin cezasına istese de istemese de razı olacaklardır ve kurunun yanında yaşta yanacaktır.
NOT: Sayın Emniyet Müdürümüz, sıcaklar dolayısıyla halk bağ, bahçe, park ve balkon gibi yerlere geceleri çıkıp buralarda nefes almaya  çalışmaktadır. Eskiden düğünlerde tabancalar atılmaktaydı. Şimdinin modası ise havai fişeklerdir. Ama bu havai fişekler öyle şiddetli gürültü çıkarıyor ve öyle çok atılıyor ki bu yüzden, insanlar bilhassa da kadın ve çocuklar bu sıcaklarda evlerinde hapsolmak durumunda kalıyorlar. Bilgilerinize sunar gereğinin yapılmasını saygıyla istirham ederiz.

 

 
 

 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
 
 
 
 04

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Salım SAVCI
Salim SAVCI Hayat Hikayesi

HİTİT ÜNİVERSİTESİ DİĞERLERİNDEN GERİ KALMASIN

            Ülkemizde:
            1- 60 devlet üniversitesi,
            2- 25 vakıf üniversitesi,
            3- 6 KKTC’de üniversite var.
            Şimdi de üniversiteye bağlı bölümleri sayalım:
            Tüm fakülte sayısı: 584
            Yüksek okul sayısı: 242
            Meslek Yüksek Okulu sayısı: 384
            En
stitü sayısı: 205
            Araştırma merkezi sayısı: 329
 
            Şimdi de Çorum Hitit Üniversitesi’ni ele alalım:
            Fakülte sayısı: 4
            Yüksek okul sayısı: 1
            Meslek Yüksek Okulu sayısı: 3
            Enstitü sayısı: Bendeki özetle yok
            Araştırma merkezi sayısı: Bendeki özetle yok
             Her ilçeye meslek yüksek okulları açılması şarttır. Demek ki (3) ilçede bu okul var.
            Ya diğerleri?
            Ümitle bekliyoruz, çünkü Çorum, bir atılım içindedir. Hizmet vereceklere saygılar.

 

 

 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
 
 
 
 
 05

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Sakin KARAKAŞ
Sakin KARAKAŞ Hayat Hikayesi
 ÇİTLEMBİKLERİ KORUYUN  
         Tarihi kaynaklar beş yüz yıl öncesinde Osmancık ve çevresinin çitlembik(sakız) ağaçları ile çevrili olduğunu anlatmaktadır. Koyunbaba ile ilgili tarihi kaynaklarda da Koyunbaba’nın  Kızılırmak’ın yay çizdiği  ve etrafı sakız ağaçları ile çevrili Osmancık kasabasına yerleştiği  anlatılmaktadır. Yine Evliya Çelebi seyahatnamesinde kasaba da bol miktarda sakız ağancının yetiştiği anlatılmaktadır.
Aynı ağaçların bu gün Koyunbaba türbesinin etrafında sayılı olduğu görülmekle beraber Koyunbaba’nın koyunlarını otlattığı Adatepe’de bol miktarda bulunduğu bilinmektedir.
Bizim çocukluğumuzda Koyunbaba türbesi ve çevresinde sayıları binlerle ifade edilen  ve halk arasında “çetlemük” olarak bilinen çitlembik ağaçları bu gün itibarı ile yok olmak üzeredir. Bu gün Arefet tepesi olarak bilinen ve halk arasında tekke olarak isimlendirilen bölge de çocukluğumuzda bu ağaçların meyvelerinden yediğimizi hatırlıyorum.
Nar tanesi iriliğinde her bir tutamı olgunlaşmamış üzüm koruğuna benzeyen seyrek yapısı olan bu “çetlemük”lerden yaşı kırkın üzerinde olan hemen her Osmancıklı yemiştir. Bir tarafı kırmızı diğer tarafı yeşil görünümü, içi hafif sert çekirdekleri ve ekşimsi tadını bilmeyen Osmancıklı yok gibidir.
Çitlembik ağacı Antep fıstığı ağacı ile aynı türdendir. Daha çok 300 ile 600 metre rakım arasında yetişir. Dolayısı ile Osmancık’ın iklimi Çitlembik ağacının yetişmesi için en uygun ortamdır. Antep fıstığı ile aynı türden olması nedeni ile çitlembik ağaçlarına Antep fıstığı aşılanabilir. Antep fıstığı aşılanan çitlembik ağaçlarından oldukça verimli sonuçlar alındığı görülmüştür. Bu durumu tesbit eden Osmancık belediyesi de yaklaşık otuz yıl önce bölgedeki bir kısım “çitçlembik” ağanca Antep fıstığı aşısı yapmış; aradan geçen zaman zarfında etkili sonuçlar alınmıştır. Hatta bu gün çalışkan  ve üretkenliği ile bilinen Çampınar köyümüzde birkaç çiftçi çitlembik ağacına yaptığı aşı ile Antep fıstığı yetiştirmekte verim alarak pazarlamasını dahi yapmaktadır.
Bütün bu açıklamalardan anlaşılmaktadır ki yakın bölgeler ele alındığında çitlembik ağacı Osmancık ve yöresine özel bir ağaçtır ve iklime özel bu durum teşvik edilmeli ve değerlendirilmelidir.
Osmancık ve çevresindeki tarihi çitlembik ağaçlarına gelince; Tarihi kaynaklarda da yerini alan bu özel durumla ilgili çevrede mutlaka bir araştırma ve inceleme yapılmalıdır. Osmancık’ın tarihi ile özdeşleşen ve geçtiğimiz 20 yıl içerisinde pek çoğu betonlaşmaya kurban edilen sayıları parmakla sayılacak kadar azalan yaşlı çitlembik ağaçlarından geriye kalanlar mutlaka koruma altına alınmalıdır.
Yirmi yıl öncesinde adeta kentin sembolü olan; Ancak çarpık kentleşme sonucunda önemli oranda yok edilen çitlembik ağaçlarından geriye kalanların bir tespiti yapılmalı ve envanteri çıkarılmalıdır.
Kanaatimce yaşları yüz ile dört yüz yıl arasında olan bu ağaçlar koruma altına alınmalı; uzmanlar tarafından yaşları tespit eğilmeli,etrafı çevrilmeli ve kültür bakanlığı anıtlar yüksek kurulu vb. yetkili kurumlarla iletişim kurulmalıdır. Ağaçların bulunduğu bölgeye ivedi olarak alt yapı hizmetleri götürülmeli, ağaçların künyesi ve bilimsel isimlerinin yazılı olduğu tanıtım plakaları hazırlanmalı ve ivedi olarak turizme kazandırılmalıdır.

 

 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
 
 
 

 

 
 06

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI Hayat Hikayesi
VATİKAN'IN KÜRTLERİ
Ülkemizde Türk vatandaşı olarak yaşamını sürdüren ve fakat kendini “Kürt”, özellikle de “Alevi Kürt” olarak tanımlayan sayıları on binlere varan kişinin, aslında Ermeni ve Rum dönmesi olduğu artık bilinmektedir. Bu kesimin karakteristik özelliği bilhassa manevi değer ve “Milli Devlet” fikrine karşı olmaları ve PKK'ya kol-kanat germeleri, akla gelen her türlü nam altında yardım ve yataklık faaliyetinde bulunmalarıdır.
Mustafa Kemâl Atatürk tarafından “dahili bedhah” (gizli düşman) olarak tanımlanan iç mihraklar işte bunlardır. Bunların bir dış bağlantıları ve “Vatikan” dahil bütün Hıristiyan ülke ve devletlerinde iştirakçi, destekçi, finansör ve işbirlikçileri vardır. Şimdilerde AB’nin her köşe bucağından fışkıran bu kesim de “harici bedhahlar” dır. Şimdi bazı örneklere bakalım:
VATİKAN'IN KÜRTLERİ !
Aslında Vatikan’da Kürt falan yoktur. Tıpkı içerde olduğu gibi kendilerini bu lâfz ile açıklayan ve tanımlayan sinsi düşmanlar, dönmeler ve bunların uzantıları-piyonları vardır. İşte onlardan biri; Vatikan Kürtleri (!) PKK'ya kol-kanat gerdiler. Nasıl mı ? Buyurun bakalım:
Terörist başı, bebek katili Apdullah Öcalan 1996'da Papa 2. Jean Paul'a çok özel bir mektup göndererek, "Ben Hıristiyanlığa Müslümanlıktan daha yakınım. Türkler Anadolu'daki Hıristiyanlığı yıkmış kişilerdir" diyerek yardım istedi.
Papa ise, "Kürt halkının trajedisini asla sessizlik içinde geçiştiremeyiz" cevabını verdi.
Vatikan'ın Adalet Bakanı konumundaki görevlisi Kardinal Renato Raffaele Martino, ise, Ekim 2007 tarihinde Türkiye ile Irak arasındaki sorunun çözümüne ilişkin önerilerini dile getirdiği bir açıklamasında, Kürtler için ayrı bir devlet imasında bulunmakta idi. Martino’nun "Vatikan, Irak-Türkiye arasındaki sorunun, kısa sürede barışçıl biçimde çözümlenmesinden yanadır. Çözümde Kürt halkının (!) ihtiyaçları da dikkate alınmalıdır. Zira Kürtlerin durumu dünyada eşi benzeri olmayan bir nitelik taşımaktadır: Ortada bir halk var, (?) ama bu halka tekabül eden bir devlet yok" şeklindeki sözleri, Vatikan'ın öteden beri Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne karşı terör örgütü PKK'yı destekler nitelikteki politikalarının bir yansımasıydı kuşkusuz. Zira, “Ortada bir halk var, (?) ama bu halka tekabül eden bir devlet yok” biçiminde ki sözler; Alenen TC Devletinin iç işlerine suiniyetle müdahale, tahrik ve düşman unsurları teşvik niteliği arz etmektedir.
BU BEYANIN TÜRK DIŞİŞLERİ TARAFIN
Türkiye'nin baskıları sonunda Suriye'den çıkmak zorunda kalan terörist başı Öcalan, İtalya'ya gittiğinde Vatikan, hem terör örgütüne hem de terör örgütünün başı bebek katiline sahip çıkarak bu desteğinin en somut örneğini sergiliyordu. Hürriyet Gazetesi'nin, 22 Kasım 1998 tarihli "Vatikan'dan teröre destek" başlıklı haberinde şu ifadelere yer veriliyordu:
"Katolik dünyasının ruhani merkezi olan Vatikan, Apo'ya sığınma hakkı verilmesine taraftar olduğunu bildirdi. (Sözde) Kürt (!) sorununun yalnızca Türkiye ve İtalya arasında bir mesele olarak görülmemesi gerektiğine dikkat çeken Kardinal, bu sorunun bütün Avrupa'yı ilgilendiren uluslararası bir konu olduğunu vurguladı. Vatikan (Papalık) bunun da ötesinde, Kürtçü ayrılıkçılığı kışkırtacak bir tavır sergiliyor. Doğu Kiliseleri Topluluğu sorumlusu Kardinal Achille Silvestrini, Kilisenin Kürt toplumunun ulusal kimlik kazanmasına sempatiyle baktığını hatırlattı."
Şimdi sormak gerekir: Bölücü, tarafgir ve tedhiş örgütü yanlısı tavrı ile dünya barışına darbe vuran bu papalık (katı-fanatik din devleti) nasıl muhatap alınır, neden kınanmaz ve halâ niçin Türkiye Temsilciliği açık tutulur. Dahası “dinler arası diyalog” konusunda niçin Papalık (babalık) ile işbirliği yapılır?
DİRENİŞ HAKKI !..
Vatikan'ın terör örgütüne ve onun katil başına verdiği desteğin, "dini" referansı sözde “Kurtuluş Teolojisi”dir. Misyoner çevrelere yıkıcı, bölücü ve ayrılıkçı akımlara destek vermek konusunda meşruiyet tanıyan bu teolojiyi, Papa VI. Paul'un sözleriyle anlatmak gerekiyor: Papa şöyle diyor: "Bir halk barışçı direnişin hiçbir yarar sağlamadığı şekilde baskı altındaysa ve başka hiçbir barışçı direniş olanağı kalmamışsa, o zaman en son ihtimal olarak şiddetin kullanılabileceği direniş hakkı vardır."
PAPA'YA MEKTUP:
Roma'da bulunduğu zaman içerisinde kiliseler tarafından sahip çıkılan terörist başı Öcalan'ın Papa' ya yazdığı iki ayrı mektup var. Papa 2. Jean Paul' ün papalığı döneminde yazılan mektupta terörist başı, "Ben Hıristiyanlığa Müslümanlıktan daha yakınım. Türkler Anadolu' da ki Hıristiyanlığı yıkmış kişilerdir. Bize yardımcı olun" diyerek yardım istemiş, Vatikan da bunun üzerine bazı girişimlerde bulunmuştu.
Bu ifade aynı zamanda bir itiraf mıdır, değil midir?
Şimdi, lütfen hatırlayınız: Başta Vatikan'daki yazılı ve görsel medya olmak üzere AB ülkelerindeki tüm yayın organları, mektubun yazıldığı 1996 tarihinden itibaren Türkiye' de TSK'ya karşı saldırgan bir tutum izlemeye başladı mı, başlamadı mı?  Bilhassa Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK) yapısı ile “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi” konusunda baskı ve dayatmalar oldu mu, olmadı mı?  İşin en ilginç ve enteresan tarafı da Türkiye'ye karşı başlatılan karalama kampanyasını yürüten ise bizzat bugünkü Papa idi. Papa 2. Jean Paul Ocak 1998'de diplomatik bir dille şu göndermeyi yapıyordu:
ETNİK AYRIŞTIRMA:
"İçinde bulunduğumuz günlerde herkesin dikkatini çeken ‘Kürt halkının trajedisini’ sessizlik içinde seyirci kalarak geçiştiremeyiz. Olağanüstü durumlarda mültecilere yönelik acil merhamet arzusu; Onların (sözde Kürtlerin) güvenli ve kabul edilebilir hayat şartları isteyen milyonlarca kardeşinin arayışını unutmamıza neden olmamalıdır."
Şimdi sorulur: Müslüman sıfatıyla Türkiye Cumhuriyetinin asli-esas kurucu unsuru olan; Soyda ve boyda bir Kürt kardeşlerimize “merhamet duyguları içinde” karşı kin, nefret ve düşmanlık hisleri (tefrika) aşılama çabası içinde olan bu papa ve Vatikan; Acaba onların bütün Türk halkı ile aynı hakları, en rahat ve özgür biçimde kullandığından; Türkiye da kain Ermeni, Rum ve Yahudi (gayrimüslim) azınlıklar dahil; Batı Trakya ve emsalleri ile kıyaslandığında en ileri düzeyde hak, hukuk, güvenlik ve huzura sahip bulunduklarından haberdar mıdır acaba.
Dahası, bu papalar Srebrenica soykırımı sırasında ne iş görürlerdi ?
Ondan öncesi, Kıbrıs katliam ve soykırımlarına neden müdahil olmadılar ?
Ermenistan’ın Karabağ da sergilediği vahşet ve soykırımı neden görmezler ?
Çeçenistan da tam 480 yıldır süregelen insanlık dışı kin-kan katliam ve soykırımı niçin durdurmaya çalışmazlar? Düpedüz yalan-dolanla işgal edilen Irakta kadın erkek demeden her kese tecavüz eden, yaklaşık bir milyon kişinin kanına giren, canına kast eden ABD’ye niçin karşı çıkmazlar da haçlı ruhu ile jenosit yapan evanjelistlere arka çıkarlar?
Prof. Dr. Nadim Macit'e göre, "arayış" tan bahseden Papa, her nedense bu coğrafyayı etnik ayrışma üzerinden parçalayan, çatışma hatları ve kanlı sınırlar oluşturan emperyalist Batılı devletlerden hiç bahsetmiyordu.
PROF. DR. ERKAL, CARİTAS'A DİKKAT ÇEKTİ:
Konu hakkında Aydınlar Ocağı Genel Başkanı Prof. Dr. Mustafa Erkal "Misyonerlik, zannedildiğinden farklı olarak siyasi hedefler gütmektedir" diyor. Misyonerliğin Anadolu'da Türk kimliğini ve milli devleti hedef aldığını söyleyen Erkal'a göre, siyasi ve dini boyutlu misyonerlik hareketleri yeni bir "Haçlı Saldırısı" olarak tanımlanmalı.
Yeni Dünya Düzeni aldatmacası ile bütün insanlık alemini tehdit eden; Başta İlâh (din tüccarlığı) Silâh ve İlâç tacirlerinin emperyalist emellerine niçin engel olmayı düşünmezler. Bu konuda açıklamalarını sürdüren ve; Misyonerlerin, her tür insani duyguları istismar ederek ve kullanarak Hıristiyanlık propagandası yaptığını belirten Erkal, misyonerlerin asıl amacının "Mutlak Hıristiyanlaştırma" olmadığına da özellikle dikkat çekiyor. Erkal, "Önemli olan, insanları toplumuna ve kültürüne yabancılaştırma, milli-ilmi ve manevi değerlerini aşağılama, yozlaştırma, vatandaşlık ve milli kimliği aşındırma ve maddi yönden tatmin etmektir.”
MİSYONERLİK :
Genellikle misyonerler şahitlik kelimesini kullanmaktadırlar.
Sözde kardeşlik adı altında ve dikkat çekmemek için 'İsa Müslümanları' yaratılmak istenmektedir" görüşünü dile getiriyor ve Vatikan bağlantılı Caritas isimli örgüte özellikle ve bilhassa dikkat çekiyor. “Caritas'ın adı ilk kez 17 Ağustos 1999 yılında yaşanan büyük Marmara felaketinden sonra duyuldu. İnsani yardım adı altında İncil dağıttıkları öğrenilen bazı grupların, deprem nedeniyle kimsesiz kalan çocuklara da "sahip çıktıklarını" hatta yurt dışına götürdükleri iddia edildi. Afet bölgesine gönüllüleriyle gelen sivil toplum örgütleri ve yardım kuruluşlarının belki de en önemlilerinden biri Caritas'tı.”
1897 yılında Almanya'nın Freiburg kentinde Katolik bir insani yardım örgütü ! olarak kurulan Caritas, pek çok ülkede aynı adla bağımsız yardım kuruluşları açmaya başladı. 1951 yılında papalığın öncülüğünde bir araya gelen 154 Katolik kuruluşu Caritas İnternationalis adıyla bir konfederasyon şekline dönüştü ve örgüt bütünüyle papanın emrine girdi.
Merkezi Vatikan'da Papalık sarayının içinde olan Caritas'ın başkanı, 1999 tarihinde bu göreve seçilen ve daha önce de Caritas Ortadoğu ve Caritas Lübnan'ın başkanlığını yürüten Yohana Fuad El Haci. Bu gün yüz binlerce misyoneriyle 198 ülkede faaliyet gösteren Caritas' ın Türkiye'deki Vatikan Büyükelçiliği nezdinde Caritas Üniteleri Müdürlüğü'nü yürüten kişi ise geçtiğimiz günlerde İzmir'de bıçaklı saldırıya uğrayan Rahip Adriano Franchini idi.
MİSYONERLER ÖCALAN İLE AYNI DİLİ KULLANIYOR :
Türkiye'de Hıristiyan misyoner örgütlerin temsilcileri özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu'ya ziyaretlerde bulunarak oradaki halkla iletişim kurmaya çalışmaktadırlar. Yakın dönemde Milli Güvenlik Kurulu'na sunulan bir raporda, Güneydoğu Anadolu Bölgesi'ne son bir yılda gelen ziyaretçilerin sayısının son 15 yıldaki ziyaretçiler kadar olduğu ve Türkiye'ye yönelik bu hareketlerin hepsinin belli bir merkezden (Papalık ve AB’den) yönlendirildiğinin anlaşıldığı belirtiliyordu.
Bu zaman zarfında tırmanan anarşi, terör ve tedhiş hareketleri de, yoğunlaşan bu ilgi ve alânın doğal sonucu olsa gerektir. Bu arada, Karen Fog’un mektupları, mesajları ve menfur faaliyetlerini de bu bağlamda hatırlamak gerekir. Tabii ki, İnsan hakları, demokratikleşme ve açık toplum adına “küresel emperyalizm ve vahşi kapitalizme” ortam hazırlama gayretlerini sürdüren Soros’u da unutmamak gerek.
Analize devam edelim: Terörist başının mektuplardaki sözleriyle, Türkiye'de misyonerlik faaliyetini sürdüren kişilerin sözlerinin birebir örtüştüğüne dikkat çeken Prof. Dr. Nadim Macit, şunları söylüyor:
"Ülkemizde misyonerlik yapan kişiler şöyle derler:
‘Türkiye Devleti, Kürtler üzerinde baskı yapmaktadır.
Geçmişte Ermeniler, Süryaniler, Rumlar üzerinde soykırımı faaliyeti yaptılar.
Bunun benzerini şimdi Kürtlere yapmaktadırlar.
Türkiye Devleti, soykırımını sürdürmektedir.
Birçok masum Kürt kimliğini ve hakkını istemesinden dolayı öldürülmektedir.'
İki metin arasındaki benzerlik, bize, terör örgütünün gerçek yüzünü ve ilâh ticareti bağlamında vizyona konulan kutsal sürümünü yeterince tanımlamaktadır.
Acaba, hiç düşündünüz mü?
Batılı devletler (AB) ve kiliseler niçin PKK'yi destekliyorlar?
Bu sorunun açık ve net cevabı İtalyan Evanjelist Kiliseler Federasyonu Başkanı Domenico Maselli'nin şu sözünde gizlidir.
Maselli, der ki: “Varlıklarını kabul etmeyen beş devlet arasında bölünmüş saygın (!) (burada kendini Kürt olarak tanımlayan ve fakat aslında Ermeni, Rum ve Yahudi dönmelerinden müteşekkil potansiyel hain kitleler hedef kitle durumunda ve konumundadır) Kürt halkının yazgısına kayıtsız kalamayız.”
Gerçekten kalamazlar. Çünkü iki kutuplu dünya sisteminin çöküşünden sonra ortaya çıkan fiili durum, dünya dengelerini bozacak niteliktedir. Öyleyse Türkiye ile Türk dünyası arasında duvar örmek gerekir. İkisinin arasını tam anlamıyla kesmek için Ermenistan yetmez, bir de Kürdistan gerekiyor. Bütün mesele budur."
BUSH'LA 2003'TE ANTLAŞMA İMZALANDI :
Araştırmacı-Yazar Aytunç Altındal: "Teröristbaşının mektubundan sonra Papalığın Doğu Kiliseler Birliği Komisyonu'nun başı Achille Silvestrini bir açıklama yaparak Vatikan'ın PKK'yi ve onun başını desteklediğini belirtti. Rusya'da ise; Ortodoks Kilisesi'nin en hararetli taraftar ve savunucularından biri olan bir milletvekili bölücü başını Rusya'ya getirmek ve ona sığınma hakkı tanıtmak için var gücüyle çalıştı.
Bu milletvekili aynı zamanda gizli bir tarikatın üyesi idi.
Tarikatın adı, 'İstanbul Haçı'nın Egemen Askeri ve Hanedansal Tarikatı'idi.
Tarikatın başında yasal Bizans İmparatoru olduğu başta Rusya, ABD, İtalya, İngiltere ve Fransa mahkemeleri tarafından tevsik edilmiş olan Prens Henry Paleolog vardı.
İşte bu tarikatın başı Almanya'da PKK örgütüne destek veriyordu.
El altından dağıtılan bildirilerinde aynen şöyle yazıyordu: “Türkiye'de boyunduruk (esaret) altında yaşayan siz Kürtleri çok yakında bu barbar boyunduruğundan kurtaracağız."
PAPA'NIN MİSYONU :
Mektup ile birlikte Ortodoks Papa'nın, Evangelist Bush ile bir anlaşma yaptığını ve bu anlaşma çerçevesinde, başta Irak'ın kuzeyindeki Kürtler olmak üzere, tüm coğrafyada etnik ırkçılık yapan Kürt nüfusunu koruma misyonunu üstlendiğini ifade eden Altındal, şu noktalara da vurgu yapıyor:
"Papa ben 'Bush'u destekliyorum' diyor. Oysa ki Bush evangelist yani Protestan. Bush ile 2003 yılında yapılmış bir anlaşması var. Bu anlaşma, Irak'ta bir Katolik kilisesi kurulmasını öngörmektedir. Amaç, Irak'ın kuzeyindeki Kürtleri korumak ve Türkiye'deki Kürtlere yapılan baskıları yerinde tespit etmekti. Bu kilise kuruldu, 2003 yılından itibaren faaliyete geçti ve Kürtleri koruma görevi Papalığa verildi. Şimdi de BOP çerçevesinde Rusya'ya ve Çin'e karşı ABD'nin yollarını açmaya çalışıyor, açıkları bu yönde. Papa'nın misyonu bu."
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr

 

 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
 
 
 
 07

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mustafa GÖRKEM
Mustafa GÖRKEM Hayat Hikayesi
NEDEN HİÇ BİR ŞEYE TAHAMMÜL EDEMİYORUZ?
 
Neden bu güzel topraklar üzerinde bir birimizi üzüyor, insanca yaşayamıyoruz?
Neden?
“Sakarya’lar, Dumlupınar’lar, Çanakkale’ler boşuna mı yaşandı? O kadar değer boşuna mı gitti ?” Diye soruyorum kendime ama bir cevap bulamıyorum.
Bizler nasıl bir toplum olduk ki, “BEN” diyor başka bir şey demiyoruz. Nereden kapıldın derseniz size birkaç örnek:
Otobüs durağında otobüs geldiğinde bir birini iterek “sanki otobüs kaçacakmış“ gibi diğer insanları hiçe sayarak otobüse binmeleri gördükçe;
Yine otobüs durağında beklerken sigara içen kişinin izmariti yere attığını gördüğümde kişiye “neden oraya attığını, ileride çöp kovasının olduğunu” söylediğimde  “  SANANE” diyen insanların olduğunu gördükçe;
Otobüslerde gençlerin büyüklerine yer vermemesinden, uyardığında “ Ben de para verdim. Oturmak benim de hakkım” diyen bir gençliğin olduğu;
Bir öğretmen olarak sınıfımda öğrencilerimi insana saygı konusunda örnekleme yaparak doğruları işlerken, öğrencinin “ böyle yaparsak bize salak derler “ diye cevap vermesinden;
Trafikte kırmızı ışıkta geçmenin bir moda olmasından;
Yine trafikte araç kullanırken, sabırsız şoförlerin sık sık hatalı sollama yaparken kendi canları ile birlikte karşıdan gelenlerinde canlarını nasıl hiçe saydıklarını gördükçe;
Trafikte seyreden araçların şehir içi yollarda en fazla 50 km.,şehirlerarası yollarda en fazla 90 km. otoyollarda en fazla 120 km. hız yapılabileceğini bilen tüm sürücülere,ehliyet sınavlarında hız limitleri konusunda tüm sürücü adaylarına bu bilgiler verilir ve öğretilmemiş  de sanki bunların tersi yapılacakmış gibi bir yarışta olmalarını gördükçe;
“BEN” bilirim,
“BEN” yaparım,
“BEN” alırım,
“BEN” kazanırım,
“BEN”, “BEN”,
“BEN”, “BEN”,
Evet “BEN”. Ama nereye kadar ben diyebiliriz ki ? Bu toplumda bu ülkeden “ben” den başka insan yok mu ki ?
Ama sende varsın, o da var, bizde varız, sizde varsınız, onlarda var. Öyle değil mi?

 

 

 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
 
 
 
 
 
  08

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Selma GÜRSEL
Selma GÜRSEL Hayat Hikayesi
MANTAR SOTE
Yarım kilogram mantar
2 orta boy domates
4 sivri biber
Yarım yemek kaşığı tuz
İki yemek kaşığı zeytinyağı
            Mantarlar güzelce yıkanırlar. Yıkanan mantarlar kuşbaşı gibi doğranarak tavaya konularak ateşe konulur. Ateşte mantarlar suyu nu çekene kadar ara sıra karıştırılarak kavrulur.
            Bu ara yıkanmış domatesi ve biberi doğrayarak suyu çekmiş olan mantarların üzerine ilave edilir. Zeytinyağı dökülerek tuzu ekilir. Domatesler ve biberler iyice mantarla karıştırılarak haşlanır.
            Sıcak olarak servis yapılır. İsteyende ev ekmeğine dürüm yaparak yiyebilir.

 

 

 

 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
 
 
 
 
 
 09

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Rıza HARDAL
Rıza HARDAL Hayat Hikayesi
GÜZEL VATANIM
Yaşadım yıllarca senin bağrında
İncitmedin beni güzel Vatanım!
Bayraklarım dalgalanır hudutta
Sana doyum olmaz Vatanım!
 
Karadeniz kenarları ormandır
Torosların tepesi hep dumanlıdır
Erzurum’un soğuğu pek yamandır
Sana doyum olmaz Vatanım!
 
Marmara’da martılar geziniyor
Akdeniz’de gemilerin yüzüyor
Eserlerin tarihlerde yazıyor
Sana doyum olmaz Vatanım!
 
RIZA der unutma burada sözün
Sanki Cennet ala Ege Denizin
Güzel Vatanıma bağlıdır özüm
Sana doyum olmaz güzel Vatanım!
23/08/1975

 

 

 

 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
 
 
 10

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

 
Özgür BİÇER
Özgür BİÇER Hayat Hikayesi
 LAYIK
Umut kuşlarının en vefalısına layık ellerin,
Gurbet kokuları burnuna salınmasın hiç.
 
Taze leylaklara layık ellerin,
Yaban dikenleri değmesin eline hiç.
 
Yolların en ışıklıları serilsin ayaklarına,
Gözlerinde ki gülümseyişler kaybolmasın hiç.
 
Üzmesin seni hiçbir şey, hiç kimse,
Yüreğine gem vur emi, ağlama gözümün nuru hiç.
21.01.1997.     15:47    SAMSUN

 

 
YAZARLARIMIZIN HAYAT HİKAYELERİNE GİTMEK İÇİN TIKLAYARAK GİDİNİZ!

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

DİKKAT ; BU BİLGİLER TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMDEN  İZİN ALINMADAN KULLANMAYINIZ!
YAPTIKLARIM YAPACAKLARIMIN GARANTİSİ ALTINDADIR!

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

 Hukuka, Yasalara, Telif  ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir.
Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM

BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR!

109 SAYI 25 Mart  2008 SAYIYA Gitmek İçin Tıklayınız!