- TEHLİKENİN FARKINDA OLMAK
-
Farkında olmak; Bilmek ve
bilgiyi yaşamaktır. Sıradan insanların çoğu kendinde değildir. Çevresinde
olup-bitenin farkına bile varmaz. Atalarımızın, henüz isim almaya hak
kazanmamış olanları “gişi/kişi” diye vasıflandırması bu nedenledir. Kişi,
kendine gelmedikçe ve önemli bir başarıya imza atmadıkça “ad” alamaz. Adı
olan, diridir. Farkında olandır. Bu bir nevi bilinç, yani şuur bilim
konusudur. Şuur, vicdan ile doğrudan bağlantılıdır ve doğrusal yönde çalışır.
Vicdan ‘ilâhi adalet’ ile tahkim edilmiştir. Dosdoğru görür, gördüklerini
aklın ve bilimin süzgecinden geçirir, hükmünü (kararını) hikmet ile verir.
İşte, bu karar doğrudur.
- Konumuz; Türk milletinin mâşeri vicdanı olan ATATÜRK’
ün gözü ile bakmaktır.
- BAKALIM :
-
“1919 senesi Mayısının 19
uncu günü Samsuna çıktım. Vaziyet ve manzara-i umumiye:” diye başlıyor Mustafa
Kemâl Atatürk, ‘Büyük Nutuk’una. 2007 yılı Mart ayının ortasında ‘maziyi
terennüm ederek’ bir de biz bakalım. Acaba Türkiye’de ‘umumi vaziyet’ nedir ve
memleketin manzarası’ ne haldedir ?
-
Ancak önce, aradan geçen 87
yılı mücavir süreç, bilgi, (tekâmül) birikim, deneyim, değişim ve dönüşüme
dair bir tespit yapmak gerek. Elbette yakın tarihi baz alarak ve şerefli
maziye bakarak.
-
Zira son Türk cihan devleti
Osmanlı da, zafiyet emareleri kuruluştan 400 yıl sonra başlamış, 1700
yıllarında duraklama sürecine girilmiş, 77 yıl sonra başlayan geriletme,
parçalama ve aleni bölme girişimleri; Müthiş bir içgüdü, (iman gücü) milli
mukavemet ve direnme karşısında 151 yıl (30.Ekim.1918’e kadar) sürmüştür.
-
Bu, bir bakıma yeni bir
Türk devletinin doğum sancısıdır. Arınma ve ayıklanmadır. Öze iblâğ (aslına
rücu) hareketidir. Hareket Çanakkale savaşlarında kendi önderini de yaratmış
ve ‘Çanakkale rûhu” İstiklâl Savaşının mayası olmuştur. Bu cihetle,
(şimdilerde 83. üncü yılını müdrik) Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşu ve kuruluşu
başlı başına bir destandır.
- Bu destan, Milli Şair (merhum) M. Akif ERSOY’ a
“Hakkıdır Hak’a Tapan Milletimin İstiklâl” mısraını havi “İstiklâl Marşını”
ilham etmiş; Büyük Önder Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ ün ise, başta Balıkesir
iradı olmak üzere, toplam 52 hutbesi, nutukları, tamim-talimatları, ilkeleri
ve “Türk İnkılâbı” adı ile şekillenen “Kemalizm” ideali, rejim ve ideolojisi;
83 yıl önce, modern çağın “insanca yönetim biçimi” olarak vücut bulmuştur. Bu
vücudun ilk uzuvları “Kuvva-i Milliye” ve “Müdafa-i Hukuk” tur. Diğer bir
anlamda “Hak’ a tapan millet” ... Emperyalizme karşı kutsal bir direniş, ve
Türkiye Cumhuriyeti adı, bütün Cihanda İslâm’ı temsil eden “Ay Yıldızlı”
bayrağı ile “masum, mazlum, namuslu, dürüst, ilkeli onurlu ve kendini insanlık
davasına adamış; Adaletli, sorumlu” özgür milletlere mahsus örnek bir kuruluş.
-
İşte, bakış açısının ana
kriteri bu: “Hakkıdır Hak’a Tapan Milletimin İstiklâl”. Daha da açıkçası;
Mâşeri vicdanı ATATÜRK, damarlarında asil kan, milli dava ve manevi
mukaddeslerle mündemiç bir necip millet. İşte Kurucu unsur bu. Peki, bu ruh,
manâ derinliği, kültür zenginliği ve yüksek medeniyet temeli üzerine kurulu
devlet ve millet ‘83 YIL SONRA’ şimdi ne halde?
-
Bu açıdan ülkeye ve millete
baktığımda: Şu iki zuhurat daima dikkati calip olmuştur. Bunlardan birincisi
özellikle günümüzde ve dahi öteden beri, ortalıkta ‘Atatürkçüyüm, Kemalist’im’
imajı ile dolaşanlar, bir şekilde konu açıldığında mangalda kül bırakmayanlar
acaba ne kadar Atatürkçü ve/veya Kemalist’tirler? Atatürk ilkeleri ve Türk
inkılâbını ne kadar incelemişler, analiz etmişler ve değerlendirmişlerdir?
(Atatürk zaviyesinden bakınca) Bunlardan kaç tanesi büyük NUTUK’ u okumuş ve
hafızasına kazımış ve yaşam boyutuna geçirmiştir acaba?
-
Bunun cevabını mutlaka
araştırmak ve bulmak gerek. Belki de günümüzün en önemli sorusu ve sorunu bu!
Çünkü, toplumu rahatsız eden en bariz-önemli antropolojik, psikolojik,
ekonomik, felsefi ve sosyolojik arazın başında geliyor bu. Meseleyi tepeden
tırnağa analiz edersek enteresan fail, olgu, vurgu, betim, eylem, söylem ve
süreğen motivasyon kalkışmalarına rastlıyoruz.
-
Örneğin: M.Kemâl ATATÜRK,
“ÖZGÜRLÜK VE BAĞIMSIZLIK BENİM KARAKTERİMDİR!” demiş; Bu vecize, mâşeri
(ortak-milli) vicdanı “Atatürk, Atatürkçülük ve Kemalizm”, belirgin karakteri
“özgürlük ve bağımsızlık” olan necip (temiz) Türk milletinin ‘hürriyet, adalet
ve demokrasi’ nin vazgeçilmez unsurları” sıfatıyla temsil-ilzam iddiasında
bulunan hiçbir siyasi parti tarafından benimsenmediği, paylaşılmadığı ve
uygulanmadığı görülür.
-
Eğer; Benimsense ve
uygulansa idi, Türkiye, tam bir kapitülâsyon ve sömürü unsuru olan Gümrük
Birliği (GB) antlaşmasına imza atar ve çılgın bir ‘Türk fobisi’ içinde kıvır
kıvır kıvranan hazım sistemi muattal AB’ye katılım sürecine start verir miydi
? Üstelik Atatürk’ün kapitalist ve emperyalist (düşman) olarak nitelediği
“Batı” ile bütünleşme gibi bölücülüğü öne çıkan hain bir projeye ‘evet’
denilebilir mi idi ?.. Olacak şey mi bu !
- Demek ki olabiliyor. Peki neden ? Nedeni çok basit.
Şöyle ki:
-
Bizdeki siyaset kurumları
bütünüyle Atatürk, Atatürkçülük ve Kemalizm’den bihaber. Zira, bu,
‘demokrasinin vazgeçilmez kurumlarının (!?)” hiçbirinde hak, adalet ve
demokrasi yok. Tahdit var. Baskı, tehdit ve tasallut var. Sulta (saltanat) ve
şeflik var. 2820 ve mütedair yasalara göre ‘kitle’ yani halkın partisi
olmaları gerektiği halde; Siyasi partilerde halk/millet değil, sadece ‘halk
dalkavukları’ var. Evet’çi, efendim’ci, emredersiniz’ci, yağcı, yalakacı,
çıkarcı, umarcı.. Bu nedenle de, 1963’den günümüze ‘halka danışmak’ (AB
konusunda referandum) yapmak gündeme dahi gelmedi. Getirilmedi. Çünkü ‘özgür
irade (Atatürk) özürlüsü’ sözde siyaset kurumları buna mecbur, memur ve
mükellef oldukların idrak edemediler.
-
Dahası var: Mustafa Kemâl
Atatürk; "Çalışmadan, yorulmadan öğrenmeden rahat yaşama yollarını alışkanlık
haline getirmiş Milletler, evvela Haysiyetlerini ve daha sonra İstiklâllerini
kaybetmeye mahkumdurlar." Diyor. Amma lâkin; Sözde Atatürkçülük adına vaki 27
Mayıs darbesinden bu yana yine Atatürk mehaz gösterilerek iki müdahale ve bir
darbe daha yapılmasına rağmen; “Rüşvet, iltimas, nüfuz ticareti, gasp,
irtikap, tecavüz, yalan-talan, ayırma-kayırma, bölücülük, yolsuzluk, soysuzluk
ve hortumcu” erbabının kökü kazınamadı. Millete: Açlık, yokluk, yoksulluk,
sefalet ve cehalet; Memlekete: Geri kalmışlık, bağımlılık, Türk düşmanlarına
kulluk, kölelik, anarşi, terör, yozlaşma, yosunlaşma, çürüme, kimlik ve
kişilik bunalımı, taviz-ivaz, bunalım, buhran ve kriz biçiminde dönen ve
karşılığı çok pahalıca ödenen fatura bedelleri bir türlü takip ve tahsil
edilemedi.
-
Ulusal bir gazetenin
manşetten verdiği bir habere göre, 19 Mart 2007 tarihi itibarıyla ülkede iç ve
dış borç için 833 trilyona varan korkunç bir bedel ödenmiş; Yolsuzluk ve
hortumculuk yoluyla çalınan ve gasp edilen paranın miktarı ise 500 milyar
dolar dolayında. Toplamı ne ? Kayıp, kaçak + faiz = 1 trilyon dolardan
fazla... Bu ne demek ? Geleceği gasp edilmiş, istikbali çalınmış bir ülke ve
mağdur edilmiş koca bir millet demek.
- YCBS’ ca onaylı (yeni oluşan) bir siyasi partinin
kuruluş bildirisinde “... yolsuzluk, vatana ihanettir ve yapanların sonları
vatan hainleri ile aynı olacaktır.” Denildikten sonra; Milletvekili
dokunulmazlıklarının derhal kaldırılması talep olunuyor. (Anayurt, 20.03.2007,
Tevfik Diker) Aslında bu, yalan-talan, yolsuzluk, sahtecilik ve suistimal
nedeniyle geleceği ipotek altına alınan milletin haykırışıdır ve elbette
yolsuzluk yapanlar vatan hainidir.
- Haksız ve yolsuz edinime ‘ekonomik suça ekonomik ceza’
yaklaşımını getirenler de...
- Bu gün ABD’de vergi kaçakçılığına idam cezası verildiği
bilinmiyor mu? Dahası var.
-
Devlet kirletildi.
Hükümetler ahlâksız ve hâyasızca soygunlara alet edildi. Ülke adeta bir suç ve
suçlu cenneti haline getirildi. Oysa, ileri ve modern toplumlarda (bizde de
olduğu gibi) suç işlemek kesin kaidelerle yasaktır. Ancak bir farkla, ileri,
modern ve medeni devlet ve toplumlarda “hiçbir suç cezasız kalmamaktadır.”
Cezalar mutlaka suç ile doğru orantılıdır.
-
Peki bizde neden, insan
hakları adına ‘insan haklarına tecavüz eden’ suçluya bedava avukat verilir,
korunur, kollanır. İki de bir ‘devletin yetkili olmadığı alanlar dahil’ af
çıkartılır. Fakat, mağdur ve mazluma el uzatılmaz. Yardım edilmez. Türk
düşmanı AB istediği için mi?
- Atatürk ve kurucu unsurun bu ve buna benzer bin türlü
emanet, vasiyet ve Cumhuriyet ’in ‘fazilet rejimi” olarak ihdas ve ihyasına
rağmen; İlke ve inkılâpları (Türk İnkılâbı, yani; Kemalizm) fazilet mücadelesi
(umur-u devlet) bab’ında kabul edilirken, nedense uygulama zemini bulamadı.
Veya, “Kemalizm” gizlenen rejim oldu. Hafızalardan silinmek istendi. Kök
olarak ta, Lord Kingros’a dayanan nedenlerle zahir, uygulanmadı. Ama, Atatürk
büst ve resimleri özenle korundu. Lâkin, Atatürkçülüğün tıpkı 150’likler ve
kadrocuların arzu ettiği-önerdiği biçimde içi boşaltılarak...
-
Şimdi önemle hatırlatırım:
1968’de İstanbul Üniversitesi önündeki Atatürk büstünü dinamitleyip berhava
edenler de Atatürkçü-solcu olduklarını iddia eden ve yakalarına ‘kalpaklı
Atatürk rozetleri” takan kimseler değil miydi. Sonra bunlar, milli servete
karşı sabotaj, hükümetlere şantaj ve tüyü bitmemiş yetimin malına karşı
hırsızlık-yolsuzluk, aleni tahribat bile yaptılar.
-
Darbeciler bunlara, ‘hak ve
adalet arayan masum çocuklar’ derken; Malum aile fotoğrafının baş köşesinde
boy veren zat ‘yollar yürümekle aşınmaz’ ve ‘demokrasilerde çare tükenmez’
demek suretiyle prim vermemişler mi idi ! O gün siyasetten prim alanlar daha
sonra binlerce cana kıydılar.
-
Bunların adı önceleri
‘solcu’ idi. Atatürk’ün kurduğu partiyi de yanlarına aldılar. Sonra,
‘milliyetçi’ olduklarını söyleyenler de vardı. Orijinleri dahili ve harici
bedhah olan ‘baronlar” tarafından her iki taraf da aynı amaç için alçakça
kullanıldılar. Öldüler, öldürüldüler. Kalanların bir kısmı mafya, çete, suç
örgütü ve Politik-ACI oldular. Elbette ‘namuslular ve oyunun farkına varanlar’
da mevcuttu. Onlar da, “iyi insan-iyi yurttaş, ilkeli, onurlu, sorumlu,
dosdoğru üreten, vergi veren dürüst vatandaşlar” olmaya çalıştılar.
İstedikleri gibi olmaya oldular. Ancak, fakir ve yoksul kaldılar.. Sonuçta
onur ve erdemi ile yaşayamayacak kadar aç ve muhtaç Bağ-Kur, Memur veya SSK
emeklisi oldular. Şimdi, onurlu ve soylu olmanın bedelini böylece ödemekteler.
-
Tarassuta (bakmaya) devam
ediyoruz.
-
Atatürk, “Medeni olmayan
milletler medeni milletlerin ayakları altında ezilmeğe mahkûmdur” dedi, mazisi
binlerce yılı mücavir büyük Türk medeniyetini işaret ederek; “ Hayatta en
hakiki mürşit ilimdir” irşâdına dayalı “Güneş Dil Teorisi ile Türk Tarih
Tezi’ni ileri sürdü; İstikbale matuf olarak da, “Muasır medeniyet seviyesine
ulaşmak, ve dahi onu aşmak” hedefini koydu... Bir başka hedef göstermesi de:
(Ordular) İlk hedefiniz Akdeniz’dir ileri..
-
Şimdi açıklayın da görelim:
Bu emanet ve vasiyetlerin sahibi, 1938’de, günün AB devi sayılan pek çok
devletinden “çok daha ileri” bir devlet bırakıp, bütün mal varlığını millete
ve milletin kurumlarına bağışlamak suretiyle ebedi âleme göçüp gittikten
sonra; Bu gün kapısında pineklediğimiz Avrupa İkinci Dünya Savaşı sonucu yerle
yeksan olduğu halde, tekrar toparlanıp bizi nasıl geçebildi. Bu sıra, TC’yi
olduğu yere çakan kimdi ?
- Oysa, O; Büyük bir basiret ve beka örneği vererek bunun
da çaresine işaret etmişti: “ULUSU YÖNETENLER İÇİN İLK VE EN ZOR GÖREV:
KİŞİSEL ÇIKAR VE BENCİLLİĞE KAPILMAKTAN KENDİLERİNİ KORUMALARIDIR.” Demek ki,
en zor görev bu idi. Zira, O’ ndan sonra bir daha bunu başarabilen çıkmadı.
Yazıklar olsun. Kaldı ki, çözüm son derece basitti: Bencil ve çıkarcı olmak
yerine, sencil-halkçı ve (yine Atatürk’ün deyimi ile) Milliyetperver olmak.
Olamadılar. Temel sorun: Bencillik; Tek çare ise (Sevgili Galip BARAN’ ın
dediği gibi) Sencillikti. O’ndan sonra gelenler ya çok basiretsiz idiler, ya
gafil, ya da cahil. Göremediler. Oysa, görülmesi-bilinmesi gereken her şey
apaçık ortada idi.
-
Amma lâkin, şimdi görmek ve
bilmek zamanıdır.
-
Mukadder olan kesişme,
birleşme, bütünleşme veyahut aralıklı olarak 60 yıldır hazırlanan ‘büyük
kırılma’ zamanı gelmiştir. Lânetli batı bu kırılmayı heves ve heyecanla
beklemektedir. ABD dahil ‘Türk Fobisi’, 1770-1923 dönemi ‘Hilâfet Yönetimi’ ve
çöküş sürecini model alan ‘yeni Osmanlı’ (BOP-BİP) muhterisleri ihtirasla
beklemektedirler.
-
İşte burada, merak konusu
olan ikinci meseleyi açıklamanın tam zamanıdır.
-
Hani,
“Atatürkçüyüm-Kemalist’im” diyenlerin maskesi düştü ya...
-
Müslümanlık adına ortaya
çıkanların hali (pür melâli) nedir acaba !...
-
Hele bir bakalım:
-
Ortada, Çanakkale rûhundan
bahseden ve “Emanete Sahip Çıkacağız” afişleri ile şehirleri donatan bir TSK
var. İyi, güzel, güven ve heyecan verici. Lâkin, Çanakkale zaferini kazanan;
Elinde Kur’an yüreğinde iman ve damarlarında asil kan akan bir ordu idi.
Zaferin simgesi topyekün sabah namazı kılan, elinde Kur’an la zafere koşan
muhteşem bir ordu. Gaza rûhuyla şahlanmış, âyet ve ilâhilerle coşan
Mehmetcikler. Yürekleri Şehadet arzusu ile çarpan veya Gazi olmanın onur,
şuur, gurur ve heyecanı ile titreyen ‘Hakka Tapan Millete ve Hak’a adanmış’
kutsal bedenler. Sonra, Şehit olanlar ve gaziler, hep beraber, İstiklâl
Harbini kazanmadılar mı ?
-
Mesele o ki; Çanakkale ve
İstiklâl Savaşını kazanan ordularda İmam Sınıfı vardı. 1938’e kadar da
(Atatürk yaşadığı sürece) bu sürdü. Nefer-er, ‘Askerin Din Kitabı’nı okur,
rütbesiz erinden genelkurmay başkanına kadar her asker beş vakit namaz kılar;
Askeri alan içinde alkol içmek hayâl dahi edilemez; Peygamber Ocağı’nda değil
hırsızlık-yolsuzluk, en küçük bir suistimal dahi kimsenin aklının ucundan bile
geçmezdi.
- Şimdi yolsuzluktan hüküm giymiş generaller var. Artık,
TSK’dan Şehitlik ve Gazi unvanları kaldırılsın, ordudan Peygamber Ocağı,
askerden de ‘Mehmetçik’ diye söz edilmesin, bahsedilmesin söylemini ileri
sürenler de.. Bu ne cür’et, ne kepazelik, bunların Türk ordusunda işi ne?
Belirli bir dönemin milli savunma bakanı üçüncü kezdir sahtekârlıktan hüküm
giyiyor ! Bütün karargâhlarda, ordugâhlarda, ordu evlerinde, kışlada
içki-alkol serbest. Nefere ses eden yok. Camiye giden astsubay ve subaylar
derhal kara listeye alınıyor. Bütün NATO ordularında ‘din sınıfı’ var. Bizde
yok. Bu ne iş!.
-
Oysa, 6 Eylül 1937 tarihli
bir belgeden (Tercüman, 22 Kasım 2004, Emin Pazarcı) Harp Okullarında ‘İlmi
Ahlâk’ kapsamında din dersinin mecburi olarak okutulduğunu ve dönem sonu
mezuniyet merasimlerinde Allah (CC) kelâmı ile Kur’an üzerine yemin
ettirildiğini görüyoruz. Ya şimdi !.. Neden orduda İlmi Ahlâk ve Kur’an
dersleri yok. Askerin Din Kitabı neden okutulmuyor. Ve, resmi Tabu İmamları
niçin görev başında değil ?
- Bakınız, 6 Eylül 1937 tarihli “Harbiye Mektebi’nde
ikmali tahsil eyleyen zabitana mahsus şahadetname” isimli resmi belgede yer
alan, ‘mezuniyet yemini’ metnine.
-
Aynen şöyle:
-
“Ben, sulhta ve harpta,
karada ve denizde ve havada ve her nerede olursa olsun, milletime ve
memleketime daima doğruluk ve sadakatla hizmet ve hükümeti cumhuriyemizin
bütün kanun ve nizamlarına ve amirlerimin her türlü emirlerine bütün kalbimle
itaat etmekten ayrılmayacağıma ve milletimin namını, mukaddes ve şerefli
sancağımın şânını ve askerliğin namus ve şerefini canımdan aziz bilip, bu
uğurda seve seve canımı feda etmekten hiçbir zaman çekinmeyeceğime ve her
zaman vazifesini, namusunu sever, özü ve sözü doğru ve gayretli bir asker
olarak çalışmaktan başka bir şey düşünmeyeceğime Cenab-ı Allah’ın kelâmı olan
Kur’an-ı Azimüşşân’a el basarak yemin ediyorum. VALLAH VE BİLLAH”
- Yemin metni bu. Yetmedi, bu kadar da değil...
-
Belge de o dönemde Harbiye
Mektebi’nde verilen dersler sıralanıyor. Bunların arasında “İlmi Ahlâk” dersi
göze çarpıyor. İlmi Ahlâk’ın içinde “Din Dersi” var.
- Her şey çok açık ve net.
-
Atatürk döneminde Harp
Okulu’ndan mezun olan öğrenciler; Kur’an, Bayrak ve silâh üzerine el basarak
yemin ediyorlardı. Ayrıca, bu okullarda mecburi olarak Kur’an ve Din Dersleri
okutuluyordu.
-
Atatürk, sağlığında İslâm
alimlerinden Elmalılı Hamdi Yazır’a asker için özel olarak ‘din kitabı’
yazdırdı. Bütün silâhlı kuvvetler mensuplarına da bu kitabı okuttururdu.
-
Hani şimdi ‘Askerin Din
Kitabı” nerede ?
-
Kutsal yeminlere ne oldu ?
-
Hakiki irtica; Rüşvet,
irtikap, iltimas, yolsuzluk ve sahtecilik olduğu ve vatan hainleri dahil bütün
‘insanlık dışı ve insanlık düşmanı’ unsurlar buradan beslendiği halde;
NEDEN!.. doğruluğu, dürüstlüğü, namuskârlığı ve kahramanlığı farz kılan
‘tertemiz’ İslâm dışlanıyor ?
- Kamuoyunda sahteliği ayân (bilinen) bazı cahil, cühelâ
ve bid’at ehlinden müteşekkil, aralarından; “Dâr-ül Harpte haram mubahtır”
gibi din dışı, lânetli, sapık, yârsanist ve vahhabi orijinli kirli bir
anlayışla bolca yolsuz, ayrım-kayrım, gasp-irtikap, devlet ve halk soyguncusu,
çıkan yalancı-talancı, hiç alâkası olmadığı halde takiyyeci ve din tüccarı
yetiştiren şer yuvalarına karşı ‘tedbirli ve temkinli’ olunmasını elbette
anlayışla ve hattâ taktirle karşılarız.
- Fakat, muttaki ve mütedeyyin, namuslu-dürüst, ilkeli,
onurlu ve sorumlu, samimi Müslümanlara karşı tavır alınması ve tedbir
geliştirilmesi anlayışla karşılanamaz.
- Şu kadar ki; Hakiki, asıl ve derin tehlike ‘masonluk
tarikatı’ olup, bu dış kökenli, şer ve şeytani tarikata karşı hiçbir önlem
alınmaması hayret ve dehşet vericidir.
- Oysa, bütün Atatürkçü, Kemalist, Merkez Sağ, Merkez Sol
ve Milliyetçilerin mutlaka ve behemahal ‘Atatürk’ün huzurundan (def edilen
şeytan misali) kovulan’ ve tarikatları kapatılan masonlara ve masonluğa karşı
durmaları gerekir.
-
Ebed-Müddet Milli devlet
için; Dış kaynaklı oluşumlara karşı mücadele, başta mason tarikatı olmak üzere
milli bir görevdir.
-
Sivilde bütün soygunlar,
vurgunlar, yalan-talan, gasp, irtikap adeta din maskesi ve kisvesi altında
yapılıyor. Bir tarafta siyaset simsarlığı, diğer tarafta din tüccarlığı.
Yolsuzluk şampiyonu isim ve adresler yan yana dizildiğinde, ipin ucu mutlaka
bir siyaset kurumuna (güncel bir nitelemeye göre ise siyaset şirketine)
dayanıyor. Sağcı, solcu, milliyetçi veya muhafazakâr.. İstisnasız hepsine
isnat bir şaibe hırsız, yolsuz ve hortumcu gölgesi var. Bir bölümünün halâ
bakanları Yüce Divanda...
- PEKİ DİN BUNUN NERESİNDE:
-
Lozan antlaşmasına göre,
cumhuriyetin ana kurucu unsuru İslâm, tali unsur (azınlıklar ise)
gayrimüslimdir. İslâm’ın bilinen usul, ahkâm ve akaidi itibarıyla Müslüman;
Hırsızlık, yolsuzluk, gasp, irtikap ve sahtecilik yapmaz. Görevi kötüye
kullanmaz. Rüşvet, iltimas, nüfuz ticareti, ayırma, kayırma ve bölücülükle
iştigal etmez. Müslüman ‘İnsan-ı Kâmildir’, ilkeli, onurlu, namuslu, dürüst ve
sorumlu vatandaştır. Dâr-ül harp diye bir safsatanın dahi olsa ardına sığınıp
kimsenin malına, ırz ve namusuna zarar vermez. Devlet malına halel getirmez.
O, iyi insan, iyi vatandaş ve cumhuriyete sadık, samimi, muttaki, mütedeyyin
bir yurttaştır. Tarih boyunca Müslüman’dan kimseye bir zarar gelmemiştir.
Özellikle Müslüman Türk, Peygamberimizce övülmüş örnek bir insandır.
-
O halde, nedir bu furya?
-
Allah aşkına kim bunlar?
-
Neden yakalanmazlar,
temizlenmezler ve niçin kökleri kurutulmaz ?
-
Yoksa; “Medya, Mafya,
Politik-ACI” söylemi gerçek mi nedir ?
-
Gerçekse, Cumhurbaşkanlığı,
Hükümet, Genel Kurmay ve Güvenlik ne iş yapar ?
-
Cumhuriyetin FAZİLET olarak
ikame edildiği, adalet ve hukuk ile mündemiç, Atatürk ilkeleri ve Türk
inkılâbı üzerine kurulu ‘nezih’ bir devlette bu nevi istismarcı ve suistimalci
güruhun ne işi var ? Yukarda açıklandığı üzere bunlar asla Atatürkçü-Kemalist,
Milliyetçi, Müslüman ya da insan olamaz. Müslüman olmadıklarına göre ‘asli
unsur’ da değillerdir. Peki, o halde ülkemizi azınlıklar, dönmeler ve
devşirmeler mi idare etmektedir dersiniz !...
- Bunun da cevabı bulunmalıdır. Şimdi sonuca gelelim:
-
Siyasetin kaç parçaya
bölündüğü herkesin ve her kesimin malumudur. Aralarında bir uzlaşma ve imtizaç
da yok. Memleketin ve milletin içine düştüğü batak, bunalım, buhran ve kaosun
suçlusu, sorumlusu bunlar. Üstelik, bu süreçte kahir ekseriyeti “devri sabık”
olmaya aday. Merkez sağı oluşturun dersiniz, olmaz. Solda birlik çabaları
sonuç vermez. İllâ siyasi mevtalar sultası hüküm sürecek. Sağduyu denen mantık
ve mantalite nerede ?
-
Temiz devlet ve temiz
toplum için niçin seferber olmazlar ?
-
Madem ki siyasi partidirler
niçin görevlerini yapmazlar ?
-
Bu memlekette lider nam
parti sahiplerinin gözünün içine bakıla bakıla nasıl yolsuzluk yapılabilir ?
Sadece 2007 yılı Mart ayının ilk iki haftasında patlayan yolsuzlukların
miktarı milyar doları bulmakta. Ya evveli. Veya, hal vaziyet böyle sürer ve
gerekli tedbirler ‘her şeye ve herkese rağmen’ alınamaz ise sonrası. Allah
korusun !...
-
İşte, bu nedenle artık
Türkiye; Kendi kendisiyle yüzleşmek ve mutlaka hesaplaşmak zorundadır. Bu
defa, kirli zemin ve iğrenç bataklık üstüne ‘beyaz sayfa açarak’ değil. Kökten
ve derinden bir hesaplaşmaya giderek... Sonucu ne olursa olsun. Yeter ki ülke
temize çıksın...
- TEHLİKE’NİN FARKINDAMISINIZ ???
-
Bir gazete bar-bar
bağırıyor. "16 Mayıs'ta saatler 100 yıl geri alınıyor. Tehlikenin farkında
mısınız?" Konuyu açalım ve manzara-i umumiye muvacehesinde olayı irdeleyelim
biraz: “16 Mayıs Cumhurbaşkanı seçiminin tarihi. Farkındayız. Bu seçimle,
Atatürkçülüğü hiç benimsememiş olanlar hükümete ve devlete tamamıyla hâkim
olacaklar. Bundan sonra oluşacak olan 2. Cumhuriyet'in, kendi özledikleri bir
Cumhuriyet olacağını sanıyorlarsa çok yanılıyorlar. Ancak ‘kum
saatinin’ böyle işlemesine kendi gafletlerinin yardım ettiğini acaba
biliyorlar mı? Sadece mutlak iktidarın değil Türk milletinin ve Atatürk
Cumhuriyeti'nin birlik ve bütünlüğünün de tehlikede olduğunun farkındalar mı?
-
Farkında iseler
umursuyorlar mı? Bu Cumhuriyet çöktürülürse bu daha fazla, sözde aydınların
ihaneti yüzünden olacaktır. Çünkü onlar gittikçe artan bir tehalükle, bütün
milli değerlerimizin ve kurumlarımızın altını oymaktalar. Daha vahimi bu
Cumhuriyete sahip çıkması gereken gençlerimizin, ‘beyinlerini yıkamakta’
ve kafalarını karıştırmaktalar. Güya bilim ve ifade özgürlüğü adına! Evet,
kum saati maalesef onların lehine işlemekte, hem birkaç boyutta birden !”
deniliyor... Ve, duyuru bir mülâkatla açılarak şöylece devam ettiriliyor:
-
“Tehlike sadece irtica,
ülkenin yüz yıl geri götürülmesi olayı filân değil” diyen Milliyet Ankara
Temsilcisi "Bir süredir yapılan tartışmaların, ortaya atılan iddiaların ve
dışarıdan içeriden sahneye konan hain senaryoların akademik, entellektüel
münazaralar olmadığını, bunların Türkiye' nin bekasıyla ilişkili" olduğunu
yazdığı haber veriliyor.
-
-
Derken “Vaziyeti umumiye”:
-
Yukarıdaki haber ve
söyleşiye dayalı olarak yapılandırılan mail metinleri şöylece devam ediyor:
“Önce, şu sıralarda ülkenin içeriden ve dışarıdan alenen maruz kaldığı tehdit
ve tehlikeler yumağı var. ‘umumi durum’ (bu durum ister istemez)
benzerlikleriyle Mustafa Kemal'in 1919'da Samsun'a çıktığındaki ‘umumi
vaziyeti’ daha vahim bir halde çağrıştırıyor. Bu zoraki ve edebi bir benzetme
değildir. Bunca yıl sonra nasıl olup da, 1919' daki "vaziyete" geldiğimizin
acı tablosudur. Ve sanki Gazi Mustafa Kemal, 1927'deki NUTUK' unun sonunda
olduğu gibi, Türk gençliğini ‘şimdi’ göreve mi çağırıyor.
- Gençlik bunun farkında ve bilincindemı?
-
Şimdi "umumi
vaziyet" şudur: Türkiye'nin hasımları, bugün ülkeyi henüz askeri olarak işgal
etmemişlerse de, önemli kalelerini, en gözde ekonomik, sanayi ve endüstri
tesislerini, medyayı, bazı ilmi ve akademik kuruluşları ele geçirmişler ve de
tümünü ele geçirmek üzeredirler. Türkiye'nin bölünmesi ve Türklerin
Anadolu'nun bir köşesine tıkılması (veya Anadolu’dan atılması) için planlar
yapılmakta, Milletin bütün yükselen değerleri ve öz çıkarları, savunma
mekanizmaları, AB uğruna, AB sürecinde uygulanan kriterlere göre, yok
edilmekte, gevşetilmekte. Bu durumda iktidar gaflet içinde ve hasımlarımızla
uyuşma peşinde. Ve adeta bu amaçlara hizmet etmekte. Asala uzantısı, Ermeni
asıllı PKK eşkıyası ile, gerekirse sınır ötesinde mücadele etmek için ABD'den
izin ve icazet beklemektedir.
-
Hukuk-u Düvel’in mutlak hak
olarak vâzettiği sınırlarımızın içinde bile...
-
Bu, utanç ve hicap verici
bir ayıptır. Atalarımızın kemikleri sızlamaktadır.
-
Washington'un (ABD) kendi
uzun vadeli ve özellikle İsrail-Ermenistan endeksli ‘Kürt kartı’ hesaplarının
gereği, bu icazeti vermeyeceği belli olduğu halde! Bazı aydınlar da (yani
karanlık çevreler) gaflet, dalalet ve hatta ihanetle, bu projeleri
desteklemedeler... Ve TC'nin ölümüne öyle alıştırılıyoruz ki Türk Ordusunun ve
Türk Devletinin, bir eski başı bile "Bu realiteleri tanımalı ve
alışmalıyız" diyebiliyor. Belki de "ülke 8 eyalete bölünmeli" derken bunun
ucunun (hele şu sırada) nerelere varacağının, farkında değil ama "artık
realite" olarak kabul ettiklerinin çok farkındalar.
-
Bu derin kâbus ve
karanlık görünümlü "umumi durum" içinde yegâne ışık ve umut: TSK' nın tesis,
kışla ve silâhlarının elinden alınmamış ve askerin ‘henüz’ terhis edilmemiş
veya (Osmanlının son dönemlerinde olduğu gibi) başka bir kuvvet ve idarenin
emrine terk edilmemiş, verilmemiş olmasıdır!
-
Yani, bu gün için
ordularımız henüz terhis edilmemiş ve komutanlarımız ABD-AB’ nin emrine
verilmemiştir. Ancak, müktesebatlarında elbette bu da vardır !
- Buna da dışarıdan ve içeriden çalışılmakta!
-
İşte, burada asıl, acil ve
yakın tehlikenin gerçek perspektifi ortaya çıkıyor: "Son günlerde yapılan
tartışmaların ve gündeme getirilen senaryoların hepsi nihai olarak Türkiye
Cumhuriyeti'nin 'varlık biçimine’ dokunuyor. Esas itibarıyla tartışılan
Türkiye Cumhuriyeti' nin kuruluş felsefesi ve üzerine oturduğu temel ilkeler
ve niteliklerdir."
-
Yani, Atatürk ilkeleri ve
Türk inkılâbı. Yani, KEMALİZM...
-
Yani, karşıdevrimden (1938)
bu güne değin ‘halk partisi zihniyeti’ maskesi ardında gizli, batı
medeniyetine entegrasyon çabaları ve ‘Yüksek Türk Medeniyetinden Feragat’
kalkışmaları !...
-
Bunlara tekrar değinmek
gerek. Ama şimdilik şunu söylemeli:
-
“Tartışın beyler, siz böyle
demokrasi, memokrasi" diye, diye başta AB ülkeleri olmak üzere dünyanın hiçbir
ülkesinde mevcut olmayan (sözde) insan haklarından dem vura, vura TC'nin de,
demokrasinin de canına okur ve sonunu getirirsiniz!
-
Ama Turgut Özakman'ın
kulakları çınlasın; Bu menfur ve uğursuz süreçte Türklerin, Türk
gençlerinin "çıldıracaklarını" bilin!”
-
Iternet ortamında günde yüz
binlercesi dolaşan mail (mektup) metni böyle.
-
Bu metni buraya, bazı
alıntılar yaparak ‘ibret’ olsun diye aldım.
-
Aslında burada
değinemediğimiz çok mesele var.
-
Meselâ özelleştirmeler.
-
Geçmişteki mandacılık
merakı ve kapitülâsyon sevdası ile kıvranan ve Milli Deleti tarihe gömmek
pahasına özelleştirme yapan, aleni düşmanlara hiçbir mukabili olmadığı halde
‘AB müktesebatı gereği’ mukabili aranmaksızın arsa, arazi, bağ, bahçe, tarla
satan sakat bir zihniyet. Kör bir anlayış. Üstelik Yahudi sermayesi ve
İsrail’in hamile kadınları Urfa ve civar illere getirip doğurtmalarına ve
20-30 yıl sonrası için sistemli yatırım yapmalarına rağmen.
- Üstelik ülke içinde ahlâkı ifsat, namuslu kadınlara
tasallut, insanlık düşmanı lânetli fuhşu teşvik ve haksız kazanç çılgınlık
mertebesinde tırmanır iken ! Gazeteci Muhsin Akıl yazıyor. Diyarbakır da
Kürtçe su isterseniz 25 kuruş, Türkçe isterseniz 1 lira... Buna mukabil bize
kriter dayatan AB’de Türkçe yasak. Ezan yasak. Din eğitim ve öğretimi yasak.
Üstüne üstlük ikide bir İslâm’a, İslâm’ın Yüce Peygamberine ve büyük önder
Atatürk’e hakaret eder, Ortlander raporu ile ‘Avrupa Komisyonu” olarak milli
devlet ve Kemalizm’den vazgeçerek Atatürk resimlerinin resmi daire ve
kurumlardan indirilmesini isterler.
-
Bu ne cür’et ! Kimden
cesaret alır bu kefere ?
-
Evet, bir büyük tehlike
var. Hem de, dahili bedhahlar sayesinde sinsi ve sivil bir işgal sürecinde.
Buna AB süreci diyen gafiller var.
- EVET MESELE ...
-
Mesele sadece yaklaşan
Cumhurbaşkanlığı seçimi değildir.
-
Onun da hemen arkasında
genel milletvekili seçimleri var. Bu nedenle, yukarda çizilen tablonun
dehşetini görenler, ülke için endişesi olanlar, vatanını, toprağını,
bayrağını, milletini, İstiklâl, hürriyet, hakimiyet ve Cumhuriyeti sevenler
haklı olarak yoğun bir çalışma içine girmiş bulunmaktadırlar.
-
Adaylık sürecinin
başlayacağı Nisan ayının ikinci yarısına kalmadan,TEHLİKENİN FARKINA VARANLAR
olarak, hepimiz bir şey yapmalıyız. Ama Ne ?..
- Bunun cevabı gayet basit. Vakit müsait. Yapılması
gereken ise şudur:
-
Aslında tekrar olacak. Ama
kusura bakmayın. Bunun hafızalara kazınması lâzım.
- Ülkemizin ve son 45 yıldır devleti yönetenlerin bir
büyük hesaplaşmaya gitmesi ve Türkiye’ nin kendi kendisi ile yüzleşmesi
şarttır. Şimdi bunun tam zamanıdır. Türkiye, içine sürüklendiği vahim durumun
zanlı, suçlu ve sorumlularını bulmak, sorgulamak ve yargılamak durumunda ve
zorundadır.
-
Buna, kamusal alanda
(mevcut ve geçmiş) Cumhurbaşkanları, Bakanlar, Başbakanlar, Genelkurmay
Başkanları, Valiler, Genel Müdürler, Belediye Başkanları, Daire Başkanlar ve
şefler dahi dahil edilmeli; Özel sektörde ise, aynı dönemi kapsayan genel bir
“Nereden Buldun” sorgusu açılmalıdır.
-
Başka yolu yok.
-
1963’den günümüze uygulanan
ve giderek halktan kopuk sultalar haline dönüşen siyasi parti yapılanmalarını,
657 ve mütedair mevzuatla, ‘dokunulmazlık, ayrıcalık, muafiyet, muhakemat ve
sair imtiyazlar’ örgüsünü dikkate aldığımızda, burada ‘tasarruf, fiil,
teşebbüs ve temlik’ yasa dışı edinim yönünden halkı suçlamak mümkün değildir.
Topyekün idare ve siyasi irade suçludur. Başta mevcut hükümet olmak üzere;
Devlet Denetleme Kurulu, Sayıştay, Yüksek Yargı, TSK, Emniyet ve Cumhuriyet
Savcıları vaziyet ederek ‘bu süre içinde’ devletin namusunu kurtarmak,
milletin şeref ve haysiyeti ile çalınan mal ve mülkünü geri almak zorundadır.
-
Bu genel temizlikten sonra
ancak “aklanan ülke” ile bir seçime gidilebilir.
- Artık bunun başkaca bir yolu kalmamıştır.
-
Türkiye; Namuslu, dürüst,
demokrat, onurlu ve sorumlu, bütün uzuvlarıyla saydam ve şeffaf ‘tertemiz’ bir
hükümet ve devlete kavuşmak, kavuşturulmak ve artık hiçbir şey “ESKİSİ GİBİ
OLMAMAK” zorundadır.
-
Seçilen yeni hükümetin
yapacağı ilk iş: Atatürk ilke ve Türk inkılâbının tarihi icap ve kriterlerine
uygun bir ‘sivil anayasa’ hazırlamak; AB sürecini askıya almak, Gümrük
Birliğinden derhal çıkmak ve Türkiye’nin ‘AB KRİTERLERİNİ’ ilân ederek; Bu
güne kadar vaki bilumum kayıpların temin ve telâfisi için gerekeni yapmaktır.
-
Bu, Türkiye’nin düştüğü
yerden kalkmasıdır.
-
‘Devlet gibi devlet’
olmanın zamanı gelmiştir.
-
‘Devlet için halk’ değil,
‘halk için devlet’ dönemi başlamalı, adalet, eşitlik, hakkaniyet ve hukuk;
Türk medeniyetine yakışır bir Cumhuriyet ve demokrasi anlayışı ile hakim
kılınmalı ve hükümferma olmalıdır.
-
ZİRA: “Türk demek: Türkçe
düşünmek, Türkçe konuşmak ve Türkçe yaşamaktır; Ne Mutlu Türk’üm” diye
haykıran bir medeniyette; Elbette kanun ve kuralları belirleme hakkı,
‘güçlülerin’ değil, haklı-doğru ve dürüstlerindir.
- Demokrasilerde hırsız, yolsuz, hortumcu,
yıkıcı ve bölücü unsurlara; Cezalarını çekip ıslah olmadan “halk içinde”
serbestçe dolaşma hakkı tanınamaz.
- Hukuk devletinde ‘suç işlemek’ herkes için
yasaktır. Mutlak kaide budur.
- DEVRİ SABIK YARATMAK GEREK : Şimdi tam
zamanıdır.
- Millet, meri hükümet, ‘durumdan vazife çıkartarak’
Anayasa Mahkemesi veya yüksek yargı önce cürmün milâdı olan 27 Mayıs’ın
hesabını sormalıdır. Bununla birlikte o mâkus günden itibaren bu güne değin
yapılan bütün haksızlık, hırsızlık, gasp, irtikap ve yolsuzluğun hesabı
muhakeme edilmeli; Ülkemiz, istiklâl ve istikbalimiz aleyhine işleyen AB
süreci behemahal durdurulmalı, Gümrük Birliğinden derhal çıkılmalı, devlet
“namuslu-dürüst ve demokrat” Atatürk’çü-Kemalist Cumhuriyet konumuna tekrar
çekilerek; 46 yıllık kâbusun kara vicdanlı, kirli el’li ve kansızlar
(damarlarında asil kan akmayan) hain, dönme, devşirme, ateist, pagan ve
Türklüğünü kaybetmiş insanlık düşmanları sorgulanıp, yargılanarak ‘devr-i
sabıkları” yaratılmalıdır.
-
Temiz devlet ve temiz
toplum için bu şarttır. Türkiye’nin kendi kendisi ile yüzleşme ve yönetenlerin
halkla hesaplaşması zamanı gelmiştir. Yarın çok geç olabilir.
- DEVLETİN MALI DENİZ :
- Bu söylemin doğrusu, haksızlıktan, rüşvet, hırsızlık ve
yolsuzluktan bıkmış-bunalmış, bu alt varlıklara karşı illet ve nefretle
muzdarip halkımın, kinayeten söylediği bir söz olup; DOĞRUSU şöyledir:
“Devletin Malı Deniz, Hırsızlık, Haksızlık ve Yolsuzluk Yapan Domuzdur. ”Bu
manâ ve muhtevada “Domuzlar” devri sabıklar olsa gerektir.
-
Farkında mısınız?
|