YIL 9  SAYI 102   25 Ağustos 2007

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

DİKKAT ; BU BİLGİLER TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMDEN  İZİN ALINMADAN KULLANMAYINIZ!

YAZARLARIMIZIN HAYAT HİKAYELERİNE GİTMEK İÇİN TIKLAYARAK GİDİNİZ!

Aşağıdaki dizinler ile tıklayarak üye olmadan sayfalara girebilir ve inceleyebilirsiniz!1

 

BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR!

 

Mahmut Selim GÜRSEL YARATICILIK!
Sakin KARAKAŞ OSMANCIK YOĞURT PAZARI
Ali EMİROĞLU ERMENİ SORUNUNA BİR KATKI
Kerim MANDIRALIOĞLU AKITILAN GÖZYAŞLARI KURŞUNA DÖNÜŞEMEZ Mİ
Hasan Latif SARIYÜCE STRUGA’DA POLİS YOLUMUZU KESTİ
Mustafa Nevruz SINACI MADDE VE MANÂDA BÜTÜNLÜK
Selma GÜRSEL PATLICAN TAVA
Şükriye BEZGİN DEĞİL Mİ
Güner KAYMAK MUTLU OLMALIYIZ
Adile TÜRKMEN DÜNYA
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 01

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mahmut Selim GÜRSEL
Mahmut Selim GÜRSEL Hayat Hikayesi
YARATICILIK!
Bana göre bizleri yaratan zaten hepimize bu öğretiyi verdi.
Hepimiz he bilgi ile zaten yüklüyüz.
Bu bilgilerin yeniden gün ışığına çıkması ve bu ışıkla birlikte bizlere de yeni bir işlev ve keşifte bulunduğumuzu zannetmemizi sağlayan yine bizim ile beraber yaratılan beynimizin bizlere yaptığı bir oyundan ibaret diyorum.
Hepimizde dünyada bilinen bütün bilgiler ile gelecekte keşfedilecek olan bilgiler belleğimizde bulunmakta.
Bizlerin bunları algılamaya merak dediğimiz yetenekle yeniden yapılandırmamızdan başka bir şey değil.
Bizim yeni bulunduğunu, keşfedildiğini zannettiğimiz bir sistem; aslında hepimizin bildiği bir sistem.
Bizi yaratan öyle bir bilgilendirme ve yapı üzerine bizleri yaratırken inşa etmiş ki biz akıl yürütememekteyiz. Bilim adamları yenin yeni hücrenin, kromozomların sırlarını çözmeye çalışmaları bu yüzden. Bu şifreler çözülünce gelecekteki yapılacakların tamamını elde etmiş ve bu bilgilerle dünyada büyük bir güç kazanmış olacaklar.
Şöyle bir iki şeyi düşünelim:
1-Dünya yaratıldıktan sonraki hayatın son anına kadar bilgilerin yüklü olduğu bir hücrenin dünya sonunda da yok olmayacağını ve inananların sonraki yaşayacağımız denilen yerde bu hücredeki bilgilerle yeniden eksiksiz yaratılmamız ve sorgulanmamız ile ceza veya mükâfata kavuşacağımıza inanmaktayız. Bu inanç bütün semavi dinlerde ve semavi dinlerin bozulması ile halen geçerliliklerini sürdüren dinlerde de bulunmaktadır.
2-Bu hücreyi yaratan; bütün bilgilerle donattıktan sonra, dünyanın ömrü olan zaman diliminde bulunan en son saniyeye kadar bilgilerle yüklü olması ve burada insanlığın da yaşamında kullandığı bilgi ve becerilerin yüklü olması ile savımdaki bölümden irdelersek; bilim adamlarının bütün dünya zaman dilimlerinde kullanılacak her şeye sahip olmalarını düşünebilmek bile bir beyin için yeterli olmasa gerek diyorum.
Gelelim konumuzda bahsi geçen “Yaratıcılık öğretilebilir mi?” sorusuna.
Zaten sorunun içinde cevabı saklı olan bir soru.
Ben; yaratıcılık öğretilmez fakat önü açılır diyeceğim.
Kabiliyet ve öğrenmeye istek açısından “yaratıcılık” olgusunu çıkartabiliriz. Bu bir der ile olur,bir konuşmada bilerek veya bilmeyerek tetikleyebiliriz,görünce genleri onu dürtükle vb. şeylerle yaratıcılık meydana çıkartılır diyorum.

 

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 

 02

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Sakin KARAKAŞ
Sakin KARAKAŞ Hayat Hikayesi
OSMANCIK YOĞURT PAZARI
            Kökü yüzyıllar ötesine  varan Osmancık yoğurt pazarından alışveriş yapmanın zevkini keşfettiniz mi?
            Dilerseniz bu pazarın adının nerden geldiğini öncelikle tartışalım. Sonra da bu pazarda neler bulunur hep birlikte gezmeye başlayalım.
            Osmancık yoğurt pazarı ya da diğer adıyla Osmancık katık pazarı veya Osmancık yerel ağzı ile ağartu pazarı. Bir başka deyişle yani modern adıyla Osmancık köy ürünleri pazarı veya yerel ürünler pazarı.
            Yukarıdaki isimlerden hangisini kullanırsanız kulanın Osmancık yoğurt pazarı Çorumun en özel alışveriş  merkezlerindendir.
            Ağartu sözcüğüne gelince Ağartu ak olan,beyaz ve saf olan temiz olan ve beyazdan yapılan yiyecek anlamındadır. Türk kültürünün ender yaşandığı köşelerden birisi olan Osmancık’ta yerli halk Türkçenin  arı olan sözcüklerini sürekli kullanır.
Dolayısı ile Osmancık yerli  halkı köy ürünlerinin satıldığı pazarı ağartu pazarı, sebze ve meyve pazarını yaşartu pazarı, elbise tuhafiye vb. ürünlerin satıldığı pazarı pırtı pazarı, hayvan pazarını ise mal  pazarı olarak isimlendirmiştir. İsimlerin böylesine Türkçe, böylesine saf ve özel olduğu söz konusu pazarlarda doğal olarak yöreye özel ihtiyaçlar giderilir.
            Bakınız Çorum’da ikamet eden bir hemşehrimiz  Osmancık yoğurt pazarı ile ilgili neler anlatıyor. Osmancık yoğurt pazarından alışveriş yaptım. Her on beş günde bir gelir, alış veriş yapar giderim.
Bu durum oldukça ilgimi çekti. Çorum da da pazar var, üstelik çeşitte bol dedim.
Onlar semt pazarı, ben semt pazarını kastetmedim. Ben yoğurt pazarını kastediyorum. Osmancık yoğurt pazarından yoğurt peynir ve köy ürünü türünden ihtiyaçlarımı alıyorum, hem de hemen hepsi organik ürünler. Benim gibi Osmancık yoğurt pazarına alışverişe gelen onlarca insan var dedi ve Osmancık yoğurt pazarında bulunan ürünleri saymaya başladı.
Bakınız Osmancık (ağartu) yoğurt pazarında mevsimine göre neler bulunuyor. Yoğurt, torba yoğurdu, Süt, katık, tereyağı, köy peyniri, çökelek, İnal kebabı(Sırık kebabı), yaş ve kuru bamya, yer elması, nane, maydanoz, tere, yerli domates, yerli üzüm, salatalık, acur, güz fasulyesi, beyaz fasulye , bulgur,  böğrülce, zeyt
in elması, kekik, ebegümeci, semizotu, bal, ev salçası(Pevrede), Kuşburnu pevredesi (marmelatı), köy yumurtası, köy tavuğu, hindi, kaz, ördek, kayısı kurusu, elma kurusu, dut kurusu, dut pekmezi, üzüm pekmezi, Kargı tulumu, yerli incir, yerli nar,beyaz şeftali vb yüzlerce organik ürün bir arada bulunuyor.
Osmancık’ın 54 köyü ile birlikte Dodurga ve Kargı’nın Osmancık’a yakın olan köyleri bu pazarda buluşuyor.
Üreticiden direkt alış veriş yapıyorsunuz. Eylül ve Ekim aylarında bu pazarda ürün çeşidi çoğalıyor ve bollaşıyor. Pazar bu aylarda kalabalıklaşıyor, heyecan daha da yükseliyor.
Satıcıların çoğunluğu köylü kadınlardan oluşuyor.  Osmancık köylerine özgü şiveleri ile sizinle pazarlık yapıyorlar. Kimisi Maksutlu’dan kimisi Zeytin deresinden,kimisi de Bayırdivan’dan gelmiş,Pazarda kendilerine ayrılan alanda ekmek kavgası içerisindeler.
Çok mütevazi ve mutlu oldukları hallerinden anlaşılıyor. Saf, temiz ve pak Anadolu kadını karşısındakine verdiği değerden ve emeğini karşılığını almaktan oldukça mutlu. Pevredeler, salçalar  tahta kaşıklarla şeffaf poşetlere dolduruluyor. Her bir ürünün kaşığı ayrı ayrı. Tezgahın hemen arkası biraz karışık. Orada heğ ve heybeler konulmuş, hemen yanıbaşında birkaç kap kacak var.
Kendinizi köyde hissediyorsunuz. Her şey doğal güzelliğinde yüzyıllardır süregelmiş. Alışverişe gelmiş modern giyimli bayanlarla kıravatlı beyefendiler dikkat çekiyor. 
Kimisi sevdiği insanla pazarda karşılaşmış ayak üstü sohbet ediyor ve anılarını tazeliyor. Köyden gelen insanla belki geçmişi konuşuyor belki ye gelecek haftanın siparişini veriyor.
Kimisi de aldıkarını birbirlerine gösteriyor ve doğallığı yaşıyor. Kent merkezinde de yaşasalar anlaşılan kışlık bir şeyler hazırlamanın telaşı içerisindeler.
İşte Osmancık (ağartu) yoğurt pazarından  görünen fotoğraf bu şekilde. Fotoğrafın ötesini soracak olursanız Osmancık yoğurt pazarı Perşembe günleri kuruluyor.
Sabah saat 07.00 başlayan Pazar saat 11.00 sıralarında dağılıyor. Eğer sütün en tazesini, tereyağının en kalitelisini,yoğurdun en güzelini almak isterseniz uykunuzdan biraz fedakarlık etmeniz gerekiyor.
Pazar saat 11.00 de sona erse de saat 9.00 sularında ürünler seçilmiş ve alıcısı ile buluşmuş oluyor.
İşte bütün bu
güzellikleri yerinde görmeniz ve hemen yanıbaşınızdaki Türkmen kültürünü yaşamanız ve sağlığınız için yüzde yüz doğal ürünlerle buluşmanız için Çorum’lu hemşehrilerime Osmancık yoğurt pazarından alışveriş yapmalarını öneriyorum.
En azından 15 günde bir uykunuzdan birazcık fedakarlık edin ve Perşembe sabahı en geç saat 07.30 da Osmancık yoğurt pazarında olun.
Köy yumurtasını sepete doldurulmuş saman içerisinden kendi ellerinizle seçerek alın. İnal kebabı almayı ihmal etmeyin; Çökelek,peynir,Kargı tulumu, semiz otu,madımak vb. ne ararsanız hemen hepsini üreticinin bereketli ellerinden almanın zevkini yaşayın. Pazar çıkışı Sahil parkta Koyunbaba köprüsünün muhteşem görüntüsünü izlemeyi ve bir çay içmeyi ihmal etmeyin. Bütün bu bilgiler ışığında küçük bir hatırlatma da bulunmak isterim. Unutmayın;
Osmancık yoğurt pazarı alışkanlık yapacaktır.

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 03

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Ali EMİROĞLU
Ali EMİROĞLU Hayat Hikayesi
ERMENİ SORUNUNA BİR KATKI
            Aslında bu katkıyı ben değil, rahmetli Çorumlu hemşerimiz Hıfzı Veldet VELİDEDEDOĞLU yapmıştır. Ben onun katkılarını okuyucularımıza bir daha aktarmaktan başka bir iş yapmış olmuyorum.
            Ermeni sorununu yaratan amil, Birinci Dünya Savaşıdır.  O zamana kadar, Ermenilerle aramızda sorunlar olmuştur da, yeni bir devlet isteğini ortaya koyan bir durum mevcut değildir. Abdülhamit’e atılan bomba olayında bile, Ermeni devleti sorunu bulunmuyor.
            Birinci Dünya Savaşı devam ederken, İtilaf devletleri, savaşın politikası gereği, çeşitli çarelere başvurmuşlardır. Türkiye topraklarında yaşayan Ermenilerden yararlanma imkânlarını aramışlardır. Bir taraftan Çarlık Rusya’sı, öbür taraftan İngiliz ve Fransızlar, Ermenileri kullanmak için, düşünür göründükleri müstakil Ermeni devleti fikrini ortaya atmışlardır. Zaten, bir müddetten beri, yeni ıslahat düşünceleri içinde, Ermeni sorunu kullanılmaya başlanmıştı. Aynı düşünce yine çıkarları içinde, İngiliz ve Fransız hükümetleri düşünüyorlardı. Yalnız, bu üç müttefik devlet, bu aynı işi düşündükleri zaman, birbirlerinin çıkarlarını gözetmeyi de asla ihmal etmiyorlardı.
            Aslında, Rusya, kendi topraklarında yaşayan Ermenileri de ihtiva eden bir Ermenistan kurmayı hiç bir zaman düşünmemişlerdir. Nispeten muhtar bir Ermenistan düşünülmüş olsa bile, bunu, ancak Osmanlı İmparatorluğundan birinci cihan savaşında aldıkları topraklar üzerinde düşünmüşlerdir. Bu muhtar Ermenistan’da Kilise malları düzenlenecek, dini istiklal tanınacak ve dilleri serbestçe kullanılacaktır. Görülüyor ki, tam bir bağımsız Ermenistan, Osmanlı’dan alınan topraklar üzerinde bile söz konusu değildir. Osmanlı’dan işgal edilen topraklarda yaşayan Ermenilere dediğimiz muhtariyet tanınmış olacaktır. Rusya’da yaşayan Ermenilerin bu dediğimiz muhtar Ermenistan’a katılması düşünce dışıdır. Onlar, Gürcüler, diğer Müslümanlar ve bizzat Ruslar gibi aynı hukuku paylaşan insanlar olarak Rus vatandaşları olarak kalacaklardır.
            Bu söylediklerimiz ve yazdıklarımız ise, Osmanlı Ermenilerinde asırlardan beri vardı. Ermeniler bir cins imtiyazlı bir kavim olarak Osmanlı vatandaşı bulunuyorlardı. Yabancı dil bilmelerinden dolayı da, Osmanlı Devletinin hariciyesi tamamen Ermenilerin ellerine tevdi edilmişti. Kısaca bir defa daha ifade etmek istersek, Ermeniler Osmanlının en rahat, en hür, en sadık ve aynı zamanda da en faydalı insanları idiler. İsyan ediyorlardı da, ayrılık sahneleri sergilemiyorlardı. İttihat ve Terakki’nin de bile, çok ileri kademelerde Ermeni insanları vardı. Talat Paşa’ya yakın olanlar da vardı. Ermenilerden devletin saklayacak bir şeyi de yoktu.
            Rusların Ermenileri kandırmaları ve gereği gibi kullanmalarına benzer şekilde, Avrupa’nın emperyalist güçleri de Ermenilerden faydalanmayı düşünmüşlerdir. Ermenilerin büyük Ermenistan’ın kısımları olarak düşündükleri Adana ve Kilikya’da Fransızların da çıkarları vardı. Bu bilinç içinde, Rusya ve İngiltere durumu idare ediyorlardı. Hiç bir şey yokken, Karadeniz ve Akdeniz’e açılacak büyük bir Ermenistan kurulmasını bu emperyalist devletler isterler mi? Zaman zaman ister görünmüşler ve politikalarını yürütmüşlerdir. Tam açıklık içinde konuştukları da yoktur. Ermenilerden ise, bunların kötü niyetlerini anlayan olmamıştır. Anadolu Ermenilerinden küçük bir kısım bu işe alet olmuştur. Büyük kitle memnuniyetlerini dış Ermenilere anlatma imkânlarını bulamamıştır.
            Bir Ermeni, müteşebbisi olan Dr. Zavriyef, Çarlık Rusya hariciyesinin tasvibi ile de, Avrupa’da bu bağımsız Ermenistan işini takiple görevlendirilmiştir.
            Çok zengin olup hayatını Avrupa’da zevk âlemlerinde geçiren Bogos Nubar Paşa ise, görevli doktora yardım görevini yüklenmiştir.
            Bu iki Ermeni, Rus hariciye nazırı Sazanof’un bilgisi içinde bu gayretlerine devam etmişlerdir. Ne Rusya’dan, ne de İngiliz ve Fransızlardan, tam bağımsız Ermenistan vaadi aldıkları da olmamıştır. Olayların hepsinin baş sebebi oldukları halde, hiç bir işe yaramadıklarını da ölmeden ikisi de görmüştür.
            VELİDEDEOĞLU, bu bilgileri, Çarlık Rusya’dan sonra idareyi ele alan Sovyetler hükümetinin, Çarlık Rusya hariciyesinin gizli muhaberatına dayanarak yazdırdığı “Türkiye’nin taksimi” adlı kitaptan nakletmiştir. Kitap, 1924’de neşredilmiştir. Bu kitabın yazılmasına tahsis edilen heyetin yazım başkanlığını “Adamof” yapmıştır. Kitap bir çok dillere ve bu arada Türkçeye çevrilmiştir. Türkçe çevirmeni, Babaeskili Hüseyin Rahmi’dir

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 
 
 04

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Kerim MARDIRALIOĞLU
Kerim MANDIRALIOĞLU Hayat Hikayesi
AKITILAN GÖZYAŞLARI KURŞUNA DÖNÜŞEMEZ Mİ?
         Siz kokladığınız, nefesini yüreğinizde hissettiğiniz, ciğer parçanız, göz bebeğiniz yavrunuzun kana bulanmış, donmuş vücuduyla karşılaştınız mı hiç?
         Daha birkaç kelime dışında konuşma bilmeyen, dünyanın kirlenmiş zemininde zor güç ayakta kalma denemeleri yapan bir yavrunun, yürüyüp koşamadan dünyasını değiştirmesinin ne demek olduğunu hissedebildiniz mi?
         Daha düne kadar gülüştüğünüz, oynaştığınız, ekmeğinizi, yatağınızı paylaştığınız beş-altı yaşlarındaki kardeşinizin toprağın derinliklerine bırakılmasına gözyaşlarıyla şahit oldunuz mu?
          Ya,  anne şefkatinden, anne kucağından başka  sığınak görmemiş kundaktaki yavruların annesiz bırakılmasının ne demek olduğunu hiç düşündünüz mü?....
Sen, ben, biz bunları düşünemezken; birileri bu çağda, bu kalleş dünyada bu acıları milyarların gözü önünde yaşıyor. Hem de durmadan insan haklarından, çocuk haklarından, özgürlüklerden, medenilikten bahsedilen dünyada bu vahşetler yaşanıyor.
Birçok yürek gibi bütün bunları gördükçe ben de kahroluyorum.
ABD ve İsrail vatandaşlarının canlarının ancak can sayıldığını görünce kahroluyorum.
Yüzlerce kınamadan başka bir şey yapmayan BM’yi, AB’yi ve diğerlerini gördükçe kahroluyorum.
Eli kanlı terör örgütü mensuplarının dağlardan temizlenmesine karşı çıkıp, öz yurtlarında, evlerinde öldürülen çocuklara, kadınlara yapılan vahşeti görmezden gelenlere kahroluyorum.
Ümmetin yeraltı ve yer üstü zenginliklerini şahsının, ailesinin tekeline geçirip zevk ve sefa içinde yaşayan yöneticileri ve şuursuz zenginleri gördükçe kahroluyorum.
Kendi yapmayıp, milyar dolarları düşman ülkelerinin kasalarına bırakarak silah alanları gördükçe kahroluyorum.
BÖL-PARÇALA-YUT taktiğiyle birbirlerine düşürülen, sekiz sene süren savaşta bir milyon insan kaybeden ülkeleri, birbiriyle uğraştırılan Müslümanları düşündükçe kahroluyorum.
Yapılan vahşeti ufacık haberlerle geçiştiren; katilleri “asker”, masumları “militan” diye takdim eden ikiyüzlü medyayı ve onların satılmış kalemşorlarını gördükçe kahroluyorum.
Siyonist, Emperyalist zihniyetlerin dünya üzerindeki planlarını araştırıp, insanlara gerçekleri göstermesi gereken bilim adamlarının, kılık kıyafetle uğraştıklarını gördükçe kahroluyorum.
Hayati öneme sahip konuları bir kenara bırakıp, incir çekirdeğini doldurmayacak meselelerle uğraşan, rahatına düşkün İslam âlimlerini gördükçe kahroluyorum…
Ve geçmiş bir zamanda, bir buçuk milyarlık İslam âleminin tükürüğüyle İsrail’in boğulabileceğini söyleyen Müslüman kardeşime sesleniyorum: Artık, Müslümanlarda tükürecek cesarette kalmadı. Akıtılan gözyaşlarıyla bitirilebilir mi bu zulüm? Ya da bu gözyaşları kurşuna dönüşemez mi?
Ümmete sabır yağdır Ya Rabbî!
Ümmete umut yağdır Ya Rabbî!
Ümmete şuur yağdır Ya Rabbî!
Ümmete güç yağdır Ya Rabbî!..
AMİN!

 

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 05

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Hasan Latif SARIYÜCE
Hasan Latif SARIYÜCE Hayat Hikayesi
STRUGA’DA POLİS YOLUMUZU KESTİ
Otobüsümüz gene göl kıyısını izleyerek Struga’ya yöneldi. Struga Ohri’ye otuz kırk km uzaklıkta turistik bir kent. Şarkılar söyleyerek Struga’ya eriştik. Bilindiği gibi bu güzel kentte her yıl uluslar arası şiir festivali yapılıyor. Ülkelerin şairleri ünlü Struga köprüsü üzerinde şiirler okuyorlar. Ülkemizde festivale katılan bazı şairler Struga’nın, özellikle ışıklandırılmış Struga köprüsünün güzelliğini öve öve bitirememişlerdi. Srruga’yı gezeceğiz, Şiir okumasak da köprü üstünde dikilip şiirsel anlar yaşayacağız. Bu düşlerle Srruga’ya adım attığımızda başımıza gelen pişmiş tavuğun başına gelmedi.
Rehberimiz bir Allah’ın kuluna köprünün nerede olduğunu sormak için otobüsü durdurttu. Adımını aşağı arar atmaz, bir jeep hızla yanımızdan geçerek önümüzde durdu. İçinden çıkan üç polis o sırada yere inmiş olan rehberimiz Sevin Hanımı abluka altına aldılar. Kadıncağız, “Köprüye nereden gidilir?” diye Türkçe, Arnavutça, İngilizce soruyor. Polislerin ikisi çok genç,  yeni okuldan çıktıkları belli. Onlar hiç konuşmuyor, Konuşan otuz. yaşlarında, sarışın, kısa boylu, yüzünün her noktasına bütün Makedonya insanlarının siniri ve öfkesi toplanmış bir polis. Kendisi konuşuyor da muhatabını hiç konuşturmuyor. Durmadan bir şeyler söylüyor. Bağırıp çağırıyor. Meğer, “Suç işlediniz trafik kuralına uymadınız Burada durulmaz. Ceza ödeyeceksiniz! Siz kendinizi ne sanıyorsunuz!” diyormuş durmadan. Adamın yüz ifadesi, bu yüzde beliren şiddetli öfke, kolayca unutulacak gibi değildi. Bize babasını öldüren katiller gibi bakıyor, kimseyi konuşturmak istemi yordu. Teker teker otobüsten iniyoruz, anan yahşi baban yahşi. Adam Makedon polisi değil, Hitler’in SS’lerinderı biri. Hiç birimizi dinlemiyor. Bay SS’in bir kare fotoğrafını çekeyim dedim. Parlayan ışıktan ne yaptığımı anladı. Elini kolunu havaya kaldırarak üzerime yürüdü. Danalar gibi “Yok fotoğraf’!” diye bağırdı. Bu sırada yanımıza genç bir ırktaşımız geldi. Yirmi beş otuz yaşlarında, sarışın, yakışıklı bir insan. Başında boyacıların giydiği kasket. Tişörtünde, pantolonunda boya lekeleri. Adı Mürsel Derviş. Bize hoş geldiniz dedikten sonra bay SS’e döndü. “Bu otobüs Türkiye’den geliyor. Ülkemize turist getiriyor. Gelenler parlamenterdir. Neden kolaylık göstermiyorsun?” dedi. Bay SS ona da sert bir karşılık verdi. “Belki de sen ne karışıyorsun, git işine, yoksa ayaklarımın altına alırım!” dedi. Genç boyacı bize döndü:” Türkiye’de Türk olarak yaşamak kolay, Siz gelin de burada Türk olarak yaşayın bakalım,” dedi. Sonra, “Üzülmenize gerek yok. Ben şimdi bu eşkıyalığı önleyeceğim,” diyerek yanımızdan ayrıldı. Bu sırada Mustafa Öztin cep telefonu ile Manastır’da onursal konsolosumuz Mithat Enver Cemal Beyi aradı, yolumuzun kesildiğini söyledi.
Cemal Beyi cevabı: Üzülmeyin ben bu sorunu on dakikada hallederim,”
Bekleyip dururken “Trafik cezasını ödeyip, yolumuza devam edelim,” dedik. Meğer bay SS ceza bedeli olarak 360 dolar karşılığı Makedon Denarı istiyormuş. Yanımızda Denar yok. Denkleştirip dolar olarak ödeyelim dedik. Bay SS daha da sertleşti. “Bu ülkede Denar geçerlidir, dolar kabul etmem” dedi. Bu sırada ortalıktan kaybolan ırktaşımız Mürsel Derviş yanında kırk yaşlarında, oldukça esmer birisiyle geldi. Türk’müş gelen. Struga’nın Demokrat Parti ilçe başkanıymış, Bize hoş geldiniz dedikten sonra polisle konuşmaya başladı. Polisin o eski sertliği kalmadı ama hemen de yelkenleri indirmedi. Kızarmış bozarmış bir yüzle dönüp durmaya başladı. Tam bu sırada başka bir jeep gelip yanımızda durdu. İçinden bir jandarma subayı çıktı. Bizimle konuşmadan sert bir tonda bay SS’e bir şeyler söyledi. SS ona tek kelime karşılık vermedi. Arkadaşlarıyla birlikte jeepe binerek ortalıktan kayboldu. Jandarma subayı sesini yükselterek bize Makedonca bir şeyler söylemeye başladı. Subayın yüksek sesle Makedonca ne söylediğini anlayamayan bayan arkadaşlarımız, “Bu daha sert çıktı. Bizi tutuklayacak mı ne yapacak?” diye söylenmeye başladılar. Makedon ilçe başkanı olan ırktaşımız subayın konuşmasını Türkçeye çevirdi. Meğer adam “Sizlerden özür diliyorum. O polisi görevden aldım. Yolunuza devam edebilirsiniz,” diyormuş.
Aslında köprü durdurulduğumuz yere çok yakınmış. Şoförümüz otobüsü boş bir alma çekti. Biz de köprübaşına vardık. Mürsel Derviş ayrılıncaya kadar bizi terk etmedi..
Ne yalan söyleyeyim, köprüyü görünce düş kırıklığına uğradım. Ben altından çağıl çağıl bir ırmağın aktığı kemerli yüce bir köprü göreceğimizi sanıyordum. On metre uzunluğunda, iki arabanın yan yana zor geçebileceği genişlikte, yerden en fazla iki metre yükseklikte düz bir köprü. Köprü değil bir menfez geçidi. İnce, yuvarlak demirlerden, dokunsan yıkılacak eğri büğrü korkulukları var. Altından kapkara bir su akıyor. Adı da Karasu imiş suyun. Gölden boşalıyormuş. Biraz dikilip kaldık. Hiç birimiz ünlü şairlerin şiir okuduğu bu zeminde şiir okuma isteğini duymadık. Otobüsümüze bindik. Geri dönerek Arnavutluk’a ulaşmak amacıyla yola koyulduk. Dağlar, ormanlar arasında yolculuğumuzu sürdürürken Makedonya polisinin davranışının tıpkısı bir polisiye olay anılarımda canlandı. 1965 seçiminden sonra Mecliste üçüncü parti durumunda olan Millet Partisi’nin başkan rahmetli Osman Bölükbaşı, 1968 yılında, Türk işçilerinin durumunu yerinde incelemek amacıyla üç Milletvekili ve bir gazeteci ile Almanya’ya gitmişti. Niş ile Belgrat arasında arabasını durduran üç Yugoslav polisi, trafik suçu işle dikleri bahanesiyle elli dolar istemişler, tartışmalardan sonra parayı almışlar, ama makbuz vermemişler. Üstelik makbuz istiyorsunuz diye yarım saat yoldan alıkoymuşlar. Bölükbaşı Belgrat’a ulaştığında doğruca Türk Büyük elçiliğine gitmiş, büyük elçiye çok sert bir yazı dikte ettirerek bunun Yugoslav Diş İşleri Bakanlığına gönderilmesini talep etmiş. Almanya’dan döndüğünde olayı bize anlatmıştı. Bölükbaşı’nın çok korkunç bir hafızası vardı. Yaşadığı olayları en ince ayrıntılarıyla hatırlardı. Dikte ettirdiği yazıyı bize satır satır açıklamıştı. Ben ve bazı arkadaşlarımız böylesine sert bir yazıp, elçinin Yugoslav dışişlerine göndermeyeceği, gönderse de Yugoslavların aldırmayacağını düşünmüştük. Üç ay sonra ne oldu biliyor musunuz? Yugoslavya’nı Ankara Büyük Elçisi Bölükbaşı’dan telefonla randevu istedi. O an Bölükbaşı parti merkezindeydi. “Hemen teşrif edebilirler,” dedi. Büyükelçi yarım saat sonra geldi Hükümetleri adına Bölükbaşı’dan özür diledi. “O üç polis saptandı, mahkemeye verildi. Her biri üçer yıl hapis cezasına çarptırıldı,” dedi. O zaman Tito sağdı. Yugoslavya ile Türkiye arasında, Demokrat Parti döneminden beri sürüp gelen oldukça canlı ticari ilişkiler mevcuttu.
Yugoslavya polisi, yalnız Bölükbaşı’na değil gelip geçen her Türk işçisine, her Türk yurttaşına bu türlü eşkıyalıkları yapmıştır. Yugoslavya parçalandı. Bugün gurbetçilerimiz Slovenya, Hırvatistan, Sırbistan, Kosova, Makedonya topraklarından geçiyorlar mı bilmiyorum. Eğer geçiyorlarsa bu soygunun sürüp gittiğinden hiç kuşkunuz olmasın. Vaktiyle Bulgar polisi de komşularının polislerinden hiç geri kalmazlardı. Her gelen yada giden Türk arabasından mutlaka haraç alırlardı. Şimdi durum nedir? Bir şey söyleyecek durumda değilim.

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 

 
 06

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI Hayat Hikayesi
MADDE VE MANÂDA BÜTÜNLÜK
            31 Ağustos 1914 günü Osmanlı Devleti, Almanya’nın yanında Birinci Dünya Savaşına girdiğinde; İngiltere Savaş Bakanı Lord Kitchener bir açıklama yaparak: “Türkiye’yi yok edinceye ve tarih sahnesinden silinceye kadar savaşacağız..”  dedi.
            Aradan bir yıl geçmeden Çanakkale’de büyük bir hezimete uğradılar.
            Atatürk ve Türk milleti yine büyük bir mucize yaratmıştı.
            İngiltere ve müttefikleri şaşkındı.
            Köhne ve hasta bir devlet bütün ordularını tarumar etmişti.
            Beklenen bu değildi. Hayâl-i sükut derindi...
            Bu büyük yenilgiden sonra İngiltere parlâmentosu toplanarak ‘Çanakkale hezimetini’ bütün aşama ve ayrıntıları ile görüştü. (1916) Saatler süren öfkeli, sinirli, gergin ve heyecanlı oturum boyunca milletvekilleri Başbakan David Lloyd George’u (1) hedef alarak en ağır şekilde eleştirip suçladılar. Korkunç ve acımasız hücumlar yönelttiler. Başbakan bütün konuşulanları olanca sükunetiyle sonuna kadar dinledi.
Nihayet, elinde bir kitapla kürsüye çıktı.
            Elindeki kitap Kur’an-ı Kerim di...
            Kendisine ve orduya yöneltilen eleştirilere, çok kısa ve öz olarak şöyle cevap verdi:  
            “Şu elimdeki kitabı görüyor musunuz ? Bu, Türklerin taptığı kitaptır. Kuranı Kerim... Biz bu milleti tam 300 yıldır bu kitaptan ayırmaya ve dinlerinden uzaklaştırmaya çalışıyoruz. Demek ki başaramamışız. Zira, bu kitap Türk’lerin elinde olduğu ve onlar bu kitaba göre amel ettiği (yaşadığı) sürece, bütün dünyanın orduları bir araya gelse, yine de Türkleri yenemezler. Ne vakit ki, onları bu hayat ve kuvvet kaynaklarından soğutur, uzaklaştırır ve ayırırız, işte o zaman Türkleri yenmek dünyanın en kolay işi olacaktır” dedi. (2)
            Bunu lütfen not ediniz ve asla unutmayınız.
            Size başka bir misal daha vereyim. Çok önemli ve özgün. Daima hatırlanması ve asla akıldan-hatırdan çıkartılmaması gerek. Zira, yaşadığımız günlerde bu hakikatler kulağımıza küpe olmalı.
            Hani, 1820’lerde Fener Rum Patriği olan Papa V. Gregorius, dönemin Rus Çarı’na Türklerin yola getirilmesi ile ilgili bir mektup yazmıştı. Mektuptan Padişah II. Mahmut her nasılsa haberdar oldu. Sürüp giden yıkıcı ve bölücü faaliyetleri, cürümleri nedeniyle patriğin suç dosyası zaten çok kabarıktı. Mektup da deşifre olunca, malum Papa, patrikhanenin kapısında asılarak idam edildi. İşte o mektup:
“Türkleri, maddeten ezmek ve yenmek mümkün değildir. Çünkü Türkler çok sabırlı ve mukavemetli (dayanıklı, imanlı-şuurlu) insanlardır. Gayet mağrurdurlar. Onurlu ve izzet-i nefis sahibidirler. Bu hasletleri de, dinlerine bağlılıklarından, kadere rıza göstermelerinden, an’anelerinin kuvvetinden; Atalarına, Padişâhlarına, kumandanlarına ve büyüklerine olan bağlılık itaat, teslimiyet ve sadakatlerinden ileri gelmektedir.
Türkler zekidirler, namuslu ve dürüsttürler ve kendilerini müspet yolda sevk ve idare edecek reislere sahip oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gayet kanaatkârdırlar. Onların bütün meziyetleri, hattâ kahramanlık, cesaret ve secâat (yiğitlik, yüreklilik) duyguları’ da an’anelerine (örf, adet, töre, kültür ve geleneklerine) olan samimi bağlılıklarından, ahlâk salâbetinden (sağlamlık ve yüksekliğinden) ileri gelmektedir.
Bu nedenle, Türklerde, evvelâ ve mutlaka itaat ve sadakat duygusunu kırmak ve manevi bağlarını yok etmek, dini metanetlerini zaafa (zayıflık-kuvvetsizlik) uğratmak icap eder. Bunun da en kısa yolu, milli ve manevi ananelerine (değerlerine) uymayan harici fikirler ve davranışlara onları alıştırmaktır.
Türkler, dış yardımı reddederler; Haysiyet duyguları buna manidir. Velev (hattâ isterlerse) ki, geçici bir süre için dahi zahiri (görünen) kuvvet verse de, Türkleri mutlaka dış yardıma alıştırmalıdır.
Maneviyatlarının sarsıldığı ve Kur’an dan soğutulup İslâm’dan uzaklaştırıldıkları gün, Türkleri kendilerinden şeklen çok kudretli, kuvvetli, güçlü, kalabalık ve zahiren hakim kudretler önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve maddi vasıtaların üstünlüğü ile yıkmak kolaylıkla mümkün olabilecektir.
Bu sebeple, Osmanlı devleti’ni tasfiye için mücerret (soyut) olarak (yalnızca) harp meydanlarındaki zaferler kâfi (yeterli) değildir, ve hattâ sadece bu yolda yürümek, Türklerin haysiyet, onur ve vakarını (ağırbaşlılığını) tahrik edeceğinden, hakikatlere nüfuz etmelerine de sebep olabilir.
Yapılacak olan, Türklere hiçbir şey hissettirmeden bünyelerindeki bu tahribatı, her ne pahasına olursa olsun tamamlamaktır.” Patrik’in mektubu; İznik Konsülleri tarafından aynı konuda alınan kararlar ile örtüşür. Yol gösterir (Türk düşmanlarını kurgular) tarzda ve İngiliz Başbakanı David Lloyd George’u doğrular niteliktedir. Bu mektup, özellikle, kendini Bizans’ın hamisi sayan ve SSCB’ne kadar Bizans bayrağını kullanan Çarlığa ‘bahusus menfur projeyi’ ilham eder. Proje, başta yakın akraba Fransa ve İngiltere olmak üzere bütün Batıya açılır, anlatılır ve paylaşılır. Kısa sürede benimsenir ve uygulamaya konulur. (3)
Bu hususu açıkça teyit ve tasdik ederek,Türk milletine geleceğe matuf ‘yol gösteren’ çok önemli bir vecize ve hattâ, aklı başında “milli vicdan” sağlıklı, ilmi düşünce ve iman sahiplerine vasiyet niteliği arz eden bir belge de Atatürk’ den. (6 Mart 1922-Atatürk)
Belge aynen şöyle:
“Artık durumu düzeltmek, hayat bulmak için, insan olmak için, mutlaka Avrupa’ dan nasihat almak; Bütün işleri Avrupa’nın emellerine uygun yürütmek, bütün dersleri Avrupa’ dan almak gibi birtakım zihniyetler ortaya çıktı.
Oysa; Hangi istiklâl vardır ki, yabancıların nasihatleri ile yabancıların plânları ile yükselebilsin? Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir. Tarihte, böyle bir olay yaratmaya kalkışanlar, zehirli sonuçlarla karşılaşmışlardır.
İşte Türkiye’de, bu yanlış zihniyetle sakat olan bazı yöneticiler yüzünden, her saat, her gün, her yüzyıl, biraz daha çok gerilemiş ve daha çok düşmüştür.
Bu düşüş ve alçalış, yalnız maddi şeylerle olsaydı, hiçbir önemi yoktu.
Ne yazık ki, Türkiye ve Türk halkı, ahlâk bakımından düşüyor.

 

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 07

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Selma GÜRSEL
Selma GÜRSEL Hayat Hikayesi
PATLICAN TAVA
1 kilogram çekirdeksiz patlıcan
2 baş orta kuru sovan
6-7 adet yeşil biber
3 orta boy kızarmış domates
250 gram kıyma veya kuşbaşı
1 yemek kaşığı salça
İstenildiği kadar yağ, tuz ve pul biber.
Patlıcanlar önce yıkanarak kabukları ara ara soyulur.
Soyulan patlıcanlar 6-7 santim boyunda kesilerek dilimlenir
Dilimlenen patlıcanlar iki yüzü kızgın yağda kızartılır.
Kızartılan patlıcanlar tencereye alınırlar.
Biberlerde kızartılarak patlıcanların üzerine konulur.
Soğan kıyma ile beraber kavrulur. Ocaktan indirilmeden doğranan damatesler kıyma ve soğanın içine atılarak tuz, salça ve pul biberi atılır. Bu karışık kızartılmış patlıcanın üzerine serilerek tenceredeki karışımın aldığı kadar kaynar su konularak kısık ateşte 20 dakika pişirilirler.
Bu yemek sıcak olarak servis edilir.

 

 

 
 

 

 
 

 

 
 

 

 
 

 

 
 

 

 
 

 

 
 

 

 
 

 

 
 

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
  08

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Şükriye BEZGİN
Şükriye BEZGİN Hayat Hikayesi
 DEĞİL Mİ
Yüzün çorak topraklara dönmüş
Dişlerin dökülmüş,saçın sakalın ağarmış
Gözlüğün olmazsa görmeyecek
Bastonun olmazsa yürüyemeyeceksin
Değil mi dede ?
 
Sende kısa pantolon giyerdin bir zamanlar
Mahalle aralarında misket oynar,
Komşu bahçelerinden meyve çalar
Arife günü yeni esvaplarına baktıkça
Bayram hiç gelmeyecek sanırdın
Değil mi ?
 
Kim bilir kaç kez aşındırdın o sokağı
Sevdalandığın kıza fark ettirebilmek
İçin kendini
Yüzlerce,binlerce hayal kurdun
Elini tutmadığın,gözüne bakmadığın,
Sevdiğinle ilgili ...
 
Derken zaman hızla ilerledi;
Askerlik,evlilik,çoluk çocuk
Hanımın mutfakta kaynatacağı eşi,
Çocukların mektep masraflarını
Hayatın gailesiyle dinleyip durdun,
Yıllar yılı...
 
Günün birinde kıza hayırlı bir kısmet
Ardından oğullara iyi birer eş
Büyümüştü yavrular,birer birer
Kanatlanıp uçtular
Kendi yuvalarını kurdular.
 
Artık “Yaşama sırası bende “ dedin di.
“Hanımı alıp kaplıcalara gitmeliydi”
Oysa...
Rahmetlinin ömrü yetmedi.
İşte o acı,o an yalan gibi çöreklendi
Sonra en yakın dostlar teker teker,
Kanatlanıp uçuverdi.
 
Çocuklar,gelinler,damatlar
Hatta torunlar dindiremiyorlar sancılarını
Bana bir öğüt ver dede !
Dişlerim dökülüp,sesim titrese de,
Olmasın gözlerindeki hüzün,
Benim de gözlerimde.
Çorum 26 Aralık 2000

 

 
 

 

 
 

 

 
 

 

 
 

 

 
 

 

 
 

 

 
 

 

 
 

 

 
 

 

 
 

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 

 
 09

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Güner KAYMAK
Güner KAYMAK Hayat Hikayesi
 MUTLU OLMALIYIZ
Dünyada savaşlar son bulmadıkça
Huzur bulamayız mutlu olmayız
İnsanlar kardeşçe yaşamadıkça
Huzur bulamayız mutlu olmayız
Neme lazım deyip sessiz kalırsak
Zalimin zulmüne razı olursak
El ele veripte birlik olmazsak
Huzur bulamayız mutlu olmayız
Bütün insanları bir göremezsek
Aşkın bahçesinde gül deremezsek
Herkesin fikrine saygı duymazsak
Huzur bulamayız mutlu olmayız
Hatadan yanlıştan geri dönmezsek
Hak ile kul arasına girersek
İnsanları sınıflara bölersek
Huzur bulamayız mutlu olmayız
İstismar edersek dini imanı
Fırsatçı hırsızlar vermez emanı
Silmedikçe kalbimizde gümanı
Huzur bulamayız mutlu olmayız
Merhametten geçer mutluluk yolu
Paylaşmayı bilen bulur huzuru
Güner der kurmazsak sevgi okulu
Huzur bulamayız mutlu olmayız
Amsterdam 28.06.2006
 

 

 

 

 
 

 

 
 

 

 
 

 

 
 

 

 
 

 

 
 

 

 
 

 

 
 

 

 
 

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 10

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

 
Adile TÜRKMEN
Adile TÜRKMEN Hayat Hikayesi
DÜNYA
İşte gördüm seni dünya !
Ne gerçeksin,ne de rüya.
Bir resim çizilmiş suya,
Sahte ışık,sahte boya.
 
Ah şu tatlı bebekler,
Gonca halinde çiçekler,
Kanatlanmış kelebekler,
Uçamadı doya doya.
 
Köyümden ne haber var ?
Kim demiş;hayat bu kadar ?
Mezarlarında yatanlar,
Hayat sürmüş,bitmiş güya.

 

 

YAZARLARIMIZIN HAYAT HİKAYELERİNE GİTMEK İÇİN TIKLAYARAK GİDİNİZ!

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

DİKKAT ; BU BİLGİLER TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMDEN  İZİN ALINMADAN KULLANMAYINIZ!
YAPTIKLARIM YAPACAKLARIMIN GARANTİSİ ALTINDADIR!

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

 Hukuka, Yasalara, Telif  ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir.
Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM

BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR!

103 SAYI 25 Eylül 2007 SAYIYA Gitmek İçin Tıklayınız!