 |
YIL
12 SAYI 138 25 Ağustos 2010 |
 |
|
DİKKAT ; BU BİLGİLER TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMDEN
İZİN ALINMADAN KULLANMAYINIZ! |
YAZARLARIMIZIN HAYAT HİKAYELERİNE GİTMEK
İÇİN TIKLAYARAK GİDİNİZ! |
Aşağıdaki dizinler ile tıklayarak üye
olmadan sayfalara girebilir ve inceleyebilirsiniz!1 |
|
|
|
BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR! |
|
-
Mahmut Selim GÜRSEL OTUZ AĞUSTOS
-
Mustafa Nevruz SINACI CUMHURİYET’İ FAZİLET’E İBLAĞ
-
Mahmut Selim GÜRSEL YENİ ÇALIŞMALARIM
-
Salim SAVCI
TEMİZ TÜRKÇE
-
Tülay BİLGİN ÇORUM BARAJI
-
Mahmut Selim GÜRSEL NEDEN BU KELİMELERE GEREK
DUYULUYOR?
-
Mustafa Nevruz SINACI OJEKTİF VE REEL ANLAMDA; KUVVETLER VE DENGELER
-
Ahmet
CANBABA HAYATA DÖNÜŞ
-
Selma GÜRSEL KABAK YEMEĞİ
-
Emine Sevinç ÖKSÜZOĞLU ANKARA
-
Cuma TÜRKMEN NİYE
-
Dilek BİGA GÖÇMEN GÖZLÜM
-
|
|
|
|
01 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
 |
Mahmut Selim GÜRSEL |
Mahmut Selim GÜRSEL Hayat Hikayesi |
- OTUZ AĞUSTOS
-
Türk’üm diyen, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına ve Türkiye’nin sınırlarını
bu güne gelerek bir ülke oluşunun en büyük payı olan ve “Başkomutanlık Meydan
Muharebesinin” kazanılması ile 30 Ağustos 1922 tarihîni yâd etmek için her yıl
30 Ağustos’ta kutlanan Millî Bayram olarak kutlanmaya devam edilmektedir.
-
Türkiye Cumhuriyeti Milli Bayramlarının bu güne kadar kutlanmasını ve Türk
olarak bu bayramlarla gurur duymamızın ilelebet eksik olmamasını dilerim.
-
Millet olmanın, bir olmanın, bütün olmanın bu günlerde adeta parçalanması için
girişimlerin olduğu bu günlerde ülke bütünlüğümüze gelecek olan zararını her
nedense görmek istememekteyiz. Bizlerin bu Türk Vatan için koruyucu
olacağımıza, parçalayıcı olmaya çalışmamız çok düşündürücü değil midir?
-
Bu savaşın kazanılması ve Türk Vatanı olarak bizlerin bu günleri görmemizi
sağlayan Mustafa Kemal Atatürk “Gençliğe yaptığı hitabe” adeta bu günleri
görmüştür.
-
Biraz geçmişi
hatırlayarak Ülkemizin Birinci Dünya Savaşı sonunda imzalanan Mondros
Mütarekesi ve Sevr Antlaşmasıyla Ülkemizi tamamen elimizden alınıyor; bizlerin
hür olarak yaşama hakkımıza son verilmeye çalışılıyor; bu zorlatmalar ile
ülkemiz paylaşılıyor; bizlerin bu şartları kabul etmemizi istiyorlardı.
-
Türk Milleti
olarak bu şartları kabul etmesi elbette mümkün değildi. Atatürk 19 Mayıs
1919'da Samsun'a çıktı. Anadolu’da, Atatürk'ün önderliğinde Kurtuluş Savaşı'nı
başladı
-
Atatürk; Amasya
Genelgesi'nin yayınlandı. Erzurum ve Sivas Kongreleri yapıldı. Daha sonra 27
Aralık 1919'da Ankara'ya geldi. 23 Nisan 1920'de TBMM'yi kurdu. Memleketin
yönetimi halkın iradesine verilmiş oluyordu. Hem de Kurtuluş Savaşı'nın
merkezi Ankara oluyordu. TBM Meclisi yaptığı görüşmelerde yurdun durumunu ve
kurtuluş çarelerini aradı. "Misak-ı Millî sınırları içinde vatanın bir bütün
olduğunu; parçalanamayacağı kararını alarak işgal kuvvetleri ile mücadele
kararı aldı. İlk düzenli ordu ile Doğu’da Ermeni çetelerine karşı zafer
kazandı. Batı cephesinde I. İnönü, II. İnönü savaşları yapılarak Yunanlılara
karşı büyük bir darbe indirilmiş oldu. Bu darbeyi hazmedemeyen Yunan
kuvvetleri müttefiklerinden aldığı güç ve kışkırtma ile tekrar saldırıya
geçtiler. Mustafa Kemal Atatürk’ün Yunanlıların bu saldırılarının üzerine Türk
Ordusu mensuplarına:
-
"Hattı müdafaa
yoktur sathı müdafaa vardır. Bu satıh, bütün vatandır. Vatanın her karış
toprağı vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz." dedi. Türk ordusu
askerleri, 23 Ağustos ve 12 Eylül 1921 tarihleri arasında yapılan Sakarya
Meydan Muharebesi’yle, Türk Milleti topraklarını geri almaya başlıyordu.
Sakarya Savaşı’nın önemi; ordunun taarruz durumuna geçtiği önemli bir savaş
olarak da tarihe geçti. Bu zafer sonunda, TBMMeclisi tarafından, Mustafa
Kemal'e "Gazi" unvanı ve "Mareşal" rütbesi verildi. Türk tarihinin dönüm
noktalarından biri olan Sakarya Savaşı'ndan sonra, Büyük Taarruzla düşmanı
tamamen yok etme kararı alındı. 1922 yılı Ağustos’una kadar gizlilik içinde
Türk Ordusu hazırlandı. Gazi Mustafa Kemal'in Başkomutanlığını yaptığı
ordumuz, 26 Ağustos 1922'de düşmana saldırdı. Bir saat içinde düşman mevzileri
ele geçirildi. 30 Ağustos'ta düşman çember içine alındı. Sağ kalanlar esir
alındı. Esirler arasında Yunan Başkomutanı Trikopis'te vardı. Bu savaş,
Atatürk'ün başkomutanlığında yapıldığı için Başkomutanlık Meydan Muharebesi
olarak adlandırıldı. Düşman, İzmir'e kadar takip edildi. 9 Eylül 1922'de
İzmir'in kurtarılmasıyla yurdumuz düşmandan temizlenmiş oldu. Bu büyük Zaferi
her yıl, 30 Ağustos günü, Milli Bayram olarak kutluyoruz.
|
|
|
|
02 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
 |
Mustafa Nevruz SINACI |
Mustafa Nevruz SINACI Hayat Hikayesi
|
- CUMHURİYET’İ FAZİLET’E İBLAĞ
-
Bu biraz “DAVOS’TA
SON TANGO!” nun devamı olacak. Zira 48 yıldır uygulanan
‘aykırı’ bir senaryo var ortada. Ne demiştik? Olaylar zincirlemedir, birbirini
kovalar ve tamamlar. Süreç AB’ye girme değil, her şeye rağmen apaçık bir
‘bağlanma’ oyunudur. Süreç içinde Davos’u bir halka olarak görmek gerek. Aksi
takdirde, zaman tuzağına düşülmez, sürede müsavat (eşitlik) ön görülür,
moderatör’e değil; Progrom ve soykırım suçlusu İsrail’e ders verilir,
diplomasi askıya alınır, başta M60 tank ihalesi olmak üzere iki ülke arasında
vaki bütün projeler büyüteç altına konulur ve 28 Şubat’tan itibaren yoğunlaşan
anlaşma ve ilişki trafiği dondurulurdu.
-
Aradan geçen zamana rağmen hiç birisi oldu mu?
Maalesef olmadı!..
-
En azından, yaşasaydı Atatürk, demokrasi
Şehitleri Menderes ve Zorlu olsa böyle yapardı. Çünkü onlar, hayatlarını seçim
kazanılması, bir süre daha vekil kalınması gibi bencil ihtiraslara değil, ebed-müddet
Türkiye, fazilet anlamında Cumhuriyet, hak-adalet ve hâkim-hükümran bir hukuk
idealine adamışlardı. Olması gereken bu idi. Ama öyle olamadı!..
-
Peki, neden ve niçin? Çünkü son 48 yılda
anlayışlar ve kavrayışlar ‘strateji’ değişti.
-
Türkiye Cumhuriyeti kuruluş amacından
saptırıldı. Atatürk ilke ve inkılâpları tarihe gömülerek hafızalardan silindi.
Nevi-i şahsına münhasır (kendine özgü) olması gereken TC’ nin yönü (DYP’nin
ihtiyar atı gibi) tefessüh etmiş batıya çevrildi!.. Bu bağlamda Cumhuriyet ’in
temel ilke ve maddi-manevi değerleri, başta demokrasi olmak üzere adalet
ahlâkı ve hukukun mutlak gereği kuvvetler ayrılığı (yargı-yasama-yürütme)
özgürlük ve hükümranlık hakkı AB kriterleri ve çifte standart kurbanı edildi.
TC Mahkemeleri AİHM’nin altına düştü.
-
Yani Davos; yıllarca ezilen Türk milleti’nin
tükürükle bile boğabileceği Güney Kıbrıs Çetesi, tebaadan Yunanistan, tefessüh
etmiş AB ve düne kadar Osmanlı’ya vergi veren ABD tarafından rencidesi,
istismarı ve alçakça sömürülmesi nedeniyle kısmi heyecan yaratmıştır.
Dolayısıyla bu çıkış Türk Milleti’nin hasret kaldığı bir duruş, meydan okuma,
vicdanen dışa vurma ve sinerjik ‘desarj’ biçiminde algılanmış olmakla; İç
politikada yararlanılan harika argüman ve yerel seçimlere tahvili planlanan
duygusallık.. ‘Acı gerçek’ budur. Aksi takdirde mesele bir seçim arifesinde iç
politikada bu denli abartılmazdı!.
-
Burada önce Başbakan, icra heyeti ve dönem
politik-ACI’larının mutlaka bilmesi ve hatırlaması gereken bir hakikat vardır.
Cumhuriyet tek başına bir hiçtir. Ancak ve sadece demokrasi ile birleştiği,
bütünleştiği takdirde bir anlam ifade eder. Yahut SSCB gibi zalimin adı,
soykırım, zulüm, insanlık dışı sulta, saltanat ve despotizmin maske söylemi
olarak kalır. Açık bir anlatımla Cumhuriyet; Atatürk’ün tanımladığı “fazilet”
bağlamında uygulanıp, adalet ve hukuk’la fiilen yaşam boyutuna geçirilmedikçe
büyük bir yalan, sahtecilik ve yolsuzluktan ibarettir. Örneğin siyasi
partilerin delege seçimi yapmak yerine ‘aday belirleme’ yöntemi gibi!
- Cumhuriyet’in olmazsa olmaz bileşenleri adalet ve hukuk ile taçlanmış
demokrasidir.
-
Derinlemesine inceleyince gördük ki, Atatürk
aslında batı tarzı (yozlaşmış ve çıkar kaygısıyla çürümüş) demokrasi ile
sağlandığı öne sürülen faydaların, Türk tipi (Türk İnkılâbı) Cumhuriyet ve
demokrasi (medeni siyaset) ile çok daha kolay elde edilebileceğini anlatmak
istemiş müteakip vecize ve nutuklarıyla bu gerçeği ‘sadıklar için’ açıkça
ortaya koymuştur...
-
“Bizim idare şeklimiz Kitaplarda adı konmuş,
tanımı verilmiş yönetimlerden hiç birine benzemez bir idaredir!. Milli
hakimiyet ve milli iradeyi gerçekleştiren biricik idare de budur!.. Bu
nitelikte bir yönetimdir!. İdare şeklimizi adlandırmamız gerekirse, halk
idaresi, veya halk hakimiyeti deriz!.. Demokrasi’ye değil, sosyalizm'e
benzemiyormuş!.. Efendiler!.. Biz benzememekle, benzetmemekle gurur duyarız!..
Çünkü biz bize benzeriz, efendiler!..”
-
“Bizim (sistemimiz) hâkimiyeti kayıtsız
şartsız milletin eline veren bir idaredir. . Gerçekten bugün dünya yüzünde
Millet hakimiyeti'ni bu kadar kesin sağlayıp, böyle açık belirten başka bir
idare yoktur!..Cumhuriyetin en asri, mantıki ve namuskâr tatbikini temin eden
hükümet şekli: Demokrasi’dir!.. (Mustafa Kemal ‘Atatürk’ 27.1.1923)
-
Şimdi
Davos’ta yaratılan kahraman’ı; Cumhuriyet’i fazilet’e iblâğa davet ediyoruz.
|
|
|
|
|
|
03 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki
Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
 |
Mahmut Selim GÜRSEL |
Mahmut Selim GÜRSEL Hayat Hikayesi |
-
YENİ ÇALIŞMALARIM
- Dergilerimize yazı veren arkadaşlarımızın ve benim
çalışmalarımı sanal kitap olarak sizlere sunmak için yeni çalışma
başlattım. Deneme mahiyetinde benim en son basılmış olan “Çorumlular
ve Çorum’a Hizmet Edenler” biyografi kitabımı sanal ortamda
sizlere sundum. 241 sayfalık bu çalışmamın bizlerce ilgi gördü.
- Çorum Osmancık’ta yatmakta olan Koyun Baba ile ilgili
bir el yazması kitabın Latin harflere çevrisi ve basılmış olan
çalışmam
bu sayfada hazırlanmada olup çok yakında tamamlanacaktır.
- İlk yayınladığım kitap olarak ”Çorum’da Yatan Meşhur
Yatırlar” da
hazırlanarak yakında sizlerle olacak
-
Yazarımız Mustafa Nevruz SINACI’NİN
2010 tarihinde sanal ortamda yazdığı yazılarını “Sıra Dışı” ismi ile
yayına hazırlayarak sizlerin görüşüne
sundum. Kitabın çalışması 2010 tarihi Aralık sonuna kadar yayınlanacak
olan çalışmalar ile devam ederek sonuca bağlanacak.
-
Sitelerimizde kitap formatına yakın
olarak yayınladığımız Selma Gürsel’in “Çorum Yemekleri”
ile Sanal dergilerimizde yayınladığımız güncel yemeklerin toplandığı
“Yemeklerimiz” isimli çalışmaları da
sitelerimiz de bulunmaktadır.
-
Bu çalışmalarımı yayınladığım
kitaplarım ve yazarlarımızın dergilerimize gönderdikleri çalışmaları
ile devam ettirmeye çalışacağım.
-
Ayrıca yayına hazırladığım iki yeni
dergiyi de buradan sizlere duyurmayı uygun gördüm.
-
“Turizm Dergisi”
ilk sayısını hazırlamaktayım. İlk sayımızı Çorum ilini tanıtmak için
hazırlıklarımı tamamladım ve yayına peyder pey aktarmaya çalışacağım.
-
“Bak Sat Al Dergisi”
bu dergimin amacı da satışını istediğiniz her türlü ticari emtianın
buradan tanıtımını yapmak ve sizlere sunmak olarak düşündüm.
-
Yeni çalışmalarımızı diğer yazar
arkadaşlarımızı sanal kitaplarına çevirmeye çalışacağım.
-
Sizlerin de öneri ve tenkitlerini
bekliyorum.
|
|
|
|
|
04 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
 |
Tülay BİLGİN |
Tülay BİLGİN Hayat Hikayesi
|
- ÇORUM BARAJI
-
Çorum’da şöyle bir geziye çıkalım dedik. Uzun
zamandır da gitmiyordum. Barajı gezmeye gittik, baraj çok güzel dolmuş. Bu
küçük gölü görünce susuzluk korkumuz kalmadı. Etrafında gezdik gün batımını
seyrettik. Harika bir Dinlenme spor alanı Çorum için önemli bir bölge.
-
Bir taraftan da kanallara gözümüz takıldı.
Kanalları toprak doldurmuş. Barajda gırtlağına kadar dolu bu yağmurlarla
taşması an meselesi. Türkiye’de sellerin birinci kaynağı su kanallarının
kapalı olması ya da yok edilmesi. Kâinatın bir dengesi var. Dere yataklarına
su gelmeyecek diye bir şey mi var. Su olmadığında o bölg
-
eleri farklı amaçlarla kullanıyorlar, ya da
kapatıyorlar. Sellerin can aldığı şu günlerde. Su baskının tedbiri kanalları
acilen açmaktır diye düşünüyorum. Yoksa yağmurların barajı taşırması an
meselesi. Hayat örnekler veriyor.
-
İnsanlara ben geliyorum diye önce ayak
seslerini gönderiyor.
|
|
|
|
|
05 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
 |
Salım SAVCI |
Salim SAVCI Hayat Hikayesi
|
TEMİZ TÜRKÇE
İnsanoğlu kirletmeyi sever. Kirlettiği
alanları sıralayalım:
1. Hava tabakası: Havayı kirlettik.
Hatta ozon tabakasını bile deldik.
2. Denizler, akarsular: Kıyılardaki
kentlerin lağımlarını kıyıdan 2-3 km denize salıverdik. Akarsularımız
da aynı kirlilikten bir türlü arınamadı.
3. Toprağı da kirlettik: Zehirli
atıkları varillerde toprağa gömdük.
4. Şimdi de anadilimizi kirletmeye
başladık:
a) Yasa ile kabul edilen, okunuşları
verilen harfleri tarzanlaştırdık. Örnek Türkçede (H) harfi var. (HE)
diye okunur. H’yi HA diyenlerimiz hala var oğlu var!
b) Harflerimizi batıya özenerek Te’yi Ti, Ve’yi Vİ, (N’yi) En
diyenler o denli çoğaldı ki TV (TEVE doğrusu)lerimizin adları da
acayipleşti.
c) Tek yazım (imla) kılavuzuna ulaşamadığımız için, satırbaşını
kaldırdık, her yazara göre nerede ise yazım kılavuzu oluşturmaya
başladık.
Bunları niçin yazdık?
-Bir seçime giriyoruz. Partilerimize,
milletvekili adaylarımıza, sade vatandaş sorsun istedik.
İnşallah havanda su dövmemiş oluruz! |
|
|
|
|
06 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
 |
Mahmut Selim GÜRSEL |
Mahmut Selim GÜRSEL Hayat Hikayesi |
-
NEDEN BU
KELİMELERE GEREK DUYULUYOR?
- Bu yıl nedense bazı kendini bilmezler ülkemin insanlarını artık
BAYRAK, TÜRK, DEVLET, MİLLET metfunlarından uzaklaştırmak için adeta seferber
oldular. Şanlı TÜRK BAYRAĞI yerine; rengârenk bayraklar, TÜRK yerine
TÜRKİYELİ, Devlet yerine konfederasyon, MİLLET de halklar kelimelerini
kullanmaya bilhassa itina ve dikkat etmektedirler.
- Bu kelimeleri kullananlar dikkat edilirse bir önceki yıllarda
Ülkemizin bir MOZAİK olduğunu empoze ettiler ve Ülkemden birkaç yazardan
başkası da bu terime karşı çıktı, diğerleri ise bilerek veya bilmeyerek bu
terimi kabul etmiş göründüler ve konuşma ve yazılarında mozaik kelimesini
kullandılar ve halen kullanıyorlar. Bilindiği gibi mozaik çeşitli maddelerin
herhangi bir birleştirici ile karıştırılarak dökülerek kurutulan ve bir satıh
yada kütle elde edilen yapay olmazsa da birleştirilmiş bir kütledir. Ülkemde
yaşayanların tamamının kimliği TÜRK’TÜR. Türklük TÜRKİYE’DE yaşayan bütün
insanların ortak kimliğidir. Türkiye de yaşayanlar hiçbir zaman Türkiyeli
olamaz. TÜRKİYE’DE yaşayanlar TÜRK’TÜRLER. Beğenmeyenler ise istedikleri
yerlere giderler. İstedikleri ülkede “YELİ” olarak yaşarlar. Yada bu
kelimeleri kullanmaktan uzak durmaları gerekir.
- Evet efendiler! Bizim ülkemiz TÜRKİYE’DİR. 900 küsur senedir bu
ülke TÜRK HÂKİMİYETİ altında bulunmaktadır. Bu yerde daha önce yaşamış
toplulukların fertleri de halen bu ülke topraklarında yaşamaktadırlar. Bu
ülkeyi zapt edenler onları bağırlarına basmış; onları himaye etmiş ve hatta
kendilerinden daha da fazla haklarla korumuştur. Bu dediklerimi hiç kimse
inkar edemez. Şayet TÜRKLER bu dediklerimi yapmamış olsalardı kendilerine bazı
kimlikler icat edenlerin bir tanesi bile bu güne kalmaz, tarih içerisinde yok
olur giderlerdi. Yine ben diyorum ki; ülkemiz hepimize yeter. Türk olarak bu
topraklarda beraberce kalmışız, yine de kalmamızda bir beis yok. Yok arkadaş
ben sözümden dönmem, özümü arıyorum dersen o da senin bileceğin bir iş olup,
özünün bu gün oturduğu, Ermenistan, Irak, Yunanistan gibi ülkeler
bulunmaktadır. Müracaat eder o ülkelere gidersin. Ülkemizin kanunları sizlerin
mal varlıklarını satmanızda hiçbir sakınca ve sınırlandırma koymadığı içinde
bütün mal varlıklarını paşa paşa satar, bizlerde seni merasimle yolcu ederiz.
Bundan ötesi var mı ?
-
Bundan
ötesini düşünmen senin hayalin olarak kalır. Ülke bütünlüğü ile oynayanların
karşısına ülkenin koruyucusu olan Hükümeti, Silahlı Kuvvetleri, Jandarma
Kuvvetleri ve Polis Kuvvetleri olarak sana gereken dersi verir.
|
|
|
|
|
07 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
 |
Mustafa Nevruz SINACI |
Mustafa Nevruz SINACI Hayat Hikayesi
|
- OBJEKTİF VE REEL ANLAMDA; KUVVETLER VE DENGELER
- Demokrasi rejiminin teminatı ve meşruiyetin temel şartı
kuvvetler ayrılığıdır.
- Genel politik bilimler ve geleneksel Türk idare sisteminde öne
çıkan “medeni siyaset” kuramında kuvvetler: 1. Yasama (meclis/şura), 2.
Yürütme (icra/hükümet), 3. Yargı (adalet cihazı, hâkim ve savcılar), 4. Medya
(yazılı/görsel/işitsel ve dijital), 5. Sivil Toplum (örgütlü kuruluşlar ve
bireysel sorumluluk bağlamında yurttaşlar)
- Tek başına “izafi bir kavram” olmaktan öte bir anlam ifade
etmeyen devlet kavramı, bu uzuvlar vasıtasıyla vücut bulur, kurumlaşır ve
şekillenir. Başta İsrail, ABD, çoğu AB ve bazı Arap ülkeleri gibi “çete
devletleri” hariç olmak üzere; Vatandaşlar tarafından ‘insan için” kurulan,
akil/ehil/erdemli, onurlu ve sorumlu insanlar tarafından yönetilen devletlerin
olmazsa olmaz şartı, kesin kes kuvvetler ayrılığıdır.
- Kuvvetler ayrılığı: Eğer ki, her bir erk/kuvvet kendi işini
kendisi yapabilecek güce ve özgürlüğe sahip ise vardır. Aksi takdirde, böyle
bir ilkenin varlığından bahsetmek siyasi etik dışı, düpedüz yalancılık,
sahtekârlık ve mürailiktir. Olayı Türkiye özeline indirgediğimizde görüleceği
üzere: Bu durumda, TBMM üzerinde sıkı bir parti kontrolüne gerek kalmayacağı
gibi, “demokrasinin vazgeçilmez unsuru” siyasi partileri âdi birer şirket,
sömürü aracı olarak kullanan ‘lider bozuntusu” keneler zuhur etmeyecektir.
HSYK’da adalet bakanı ve müsteşarı bulunmadığı halde hükümetler, yargı darbesi
yemeyeceklerinden emin olabileceklerdir. Dolayısıyla, halkın “sosyal
sözleşmeler” (anayasa, yasa, yönetmelik vs) gereği vücuda getirdiği örgütün
‘hukuk devleti’ olarak varlık, meşruiyet, güç ve ağırlığını sürdürebilmesinin
olmazsa olmaz koşulu;, Objektif, eşit-adil hak, nevi-i şahsına münhasır özel
hukuk ve orijinal esaslara göre kaim sağlam bir mevzuatın varlığı, yasalar
karşısında yekdiğerine nazaran eşit ağırlık ve devamlılığın teminatıdır.
-
Bu durumda: (kuvvetler ayrılığı ilkesinin
hâkim ve hükümferma olması halinde)
-
1. Yasama (Meclis/Şura); Namuslu, dürüst,
onurlu ve sorumlu; vicdanı hür, irfanı hür yurttaşlardan terekküp ve teşekkül
edebilir.
-
2. Yürütme; Hükmünü hikmetle yürütür, kul
hakkını korur, hukukun üstünlüğünü hâkim kılar, ülkeye zenginlik, refah, barış
ve mutluluk getirir, adalet ahlâkının banisi olabilir.
-
3. Yargı; Kolluk kuvvetlerinden hapishanelere
kadar bilcümle sathı vatanda, her türlü hâl ve ahvalde hak/hukuk, adalet ve
dürüstlükle kaim huzur, emniyet ve güven iklimi hâkim kılınır. Adalet
özgür/tarafsız ve bağımsız biçimde tahakkuk eder, mülk’ün temeli olur.
- Cumhurbaşkanı dâhil vekil, başbakan/bakan, genelkurmay başkanı, genel
müdür, general ve memurlar “kanun önünde” eşit hale gelir. Vekillerinin ‘kürsü
masuniyeti’ ile hâkim ve savcıların “resmi vazife masuniyeti” hariç; Mevcut ve
mer-i insanlık, etik ve hukuk dışı, “dokunulmazlık” denilen insanlık
düşmanlığı kisvesinden eser kalmaz.
-
4. Medya: Bilumum tür, hitap/kapsama alanı,
imkân ve kaynaklarıyla özgür, tarafsız ve bağımsız, şahsiyetli ve haysiyetli;
Bütün Türk Milleti, bilim ve insanlık adına; halkın yanında yer almak dışında,
kimseye “yandaş, yoldaş ve Candaş” olmayan;, Namuslu, dürüst, ilkeli, onurlu
ve sorumlu unsurlar “beşinci kuvvet/MEDYA” bunun dışında kalan ve kula kul
olan domuzlar ise sadece lânetli uşaklar ve halk düşmanlarıdırlar!...
-
5. Sivil toplum/özgür birey ve her biri bir
devlet olan vatandaş: Gerçekte en önemli kuvvet/erk halk; Halk’a rağmen hüküm
iddia, ifa ve icra etmeye kalkışmak gayrimeşru olmaktır. Burada meşruiyetin
ilk şartı kesinlikle ve asla seçimle gelmek değil; Kuvvetler ayrılığı ilkesi
bağlamında ‘hukuki tanım, konum ve duruma’ uygun olmaktır.
- İşte Bu: Hiçbir çıkar, kazanç paylaşma ve gönüllülük dışında zorunlu aidat
almaksızın faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşları ve bizatihi
onurlu/sorumlu bireyin görevidir. Görev: başta yasama/yürütme/yargı/medya
olmak üzere; Devleti denetleme, kamu vicdanı ve adalet kurumu yoluyla
sorgulama, yargılama ve icabında hasep sormaktır.
-
Siyasi partiler, sendikalar, meslek odaları ve
kooperatifler kesinlikle STK değildir.
-
Kuvvetler Ayrılığı İlkesi ve Yargı Meşruiyeti
-
Yukarda açıklanan ve tanımlanan ilkeler her
medeni devlette var olmak zorundadır.
- Aksi taktirde, demokrasi, adalet-hukuk ve kuvvetler ayrılığı
bahis konusu olamaz!..
- Devlet içinde kuvvetler, birbirlerini denetlemek, kontrol ve
takip etmek, dengelemek; aynı zamanda anayasa ve yasa karşısında eşit hak,
yetki ve sorumluluğa sahip olmak zorunda ve durumundadır. Yasama, Yürütme ve
Yargı terazide eşit ağırlığa sahip olmaz; Medya da yandaş, yoldaş ve Candaş
unsurlardan oluşmak gibi, lânetli bir hale irca olursa; Ne cari sistem
meşrudur ve nede, sistemin güncel banileri!..
- Daha açık bir anlatımla: Demokrasilerde yargı bağımsızlığı,
nevi şahsına münhasır özgürlük/özerklik ve tarafsızlığından bahsedebilmek için
yargının diğer iki demokratik erkten yani yasama ve yürütmeye eşdeğer
meşruiyete sahip bulunması gerekmektedir.
- Yoksa bu günün "Anayasa Mahkemesi ana muhalefet mahkemesi olmuştur" biçimi
art niyetli ve eleştirel söylemler ile anayasaya açıkça meydan okuma
tarzındaki polemiklerinden daha güçlü ardıl yargı sorunları bir anda rejimin
kökten sorgulanmasına neden olabilir.
- Bu ve benzeri beyanlar, tahrik ve hezeyanlar alenen suç teşkil etmesine,
ceza yasası ve anayasaya göre soruşturmayı mucip olmasına rağmen dava konusu
yapılmaz, yapılamaz ise yargı büyük bir baskı ve töhmet altında demektir.
-
Meşruiyet kaynakları demokrasilerde "halk
desteği", millet iradesinin ‘namuslu, dürüst ve demokratik’ seçimlerle devlet
idaresine gelme önkoşulu olmakla birlikte, insan hak ve özgürlükleri gibi
evrensel temel hukuk kavramları bazen çoğunluğun desteği Olmaksızın da
meşruiyetin vazgeçilmezi olmaktadır.
-
Nitekim Anayasaların ortaya çıkışı ile
devletin karşısında bireyin, yerli azınlıkların, dezavantajlı grupların
korunmasına yönelik liberal demokrasi akımları ile mümkün olabildiği
gerçektir. Yargının meşruiyetinin güçlü olarak desteklenmesi ve
bağımsızlaştırılması ilk defa ABD'de jürili mahkemelerin kurulması ve Anayasa
Mahkemesinin ortaya çıkışı ile başlamış, bu sistematik kıta Avrupa'sında da
giderek yaygınlaşmıştır.
- Meşruiyet kaynaklarını kuramsal, pozitif hukuk kapsamı dışında örf, adet,
din, gelenek ve görenek kuralları ile tabana yaymak yürütme ve yasamanın
görece "halka yakınlık" kozunu elinden alabileceği düşünülür. Ancak demokratik
seçenekleri, çoğulculuğu, kişi hak, hukuk ve özgürlüklerini tamamen veya
kısmen yok etmeye yönelik kavram ve kurumlaşmaların yasama ve yürütmenin
karşısına çıkabilecek daha güçlü meşruiyet kaynakları bulabilmek oldukça
zordur. Hatta bazen Irak'ta olduğu gibi istenmeyen gelişmelere veya Cezayir'de
yaşandığı gibi tamamen totaliter bir dışa kapanmaya ya da Filistin'de olduğu
gibi ortada bırakılmaya neden olabilmektedir. Eskiden Türkiye'de "Adalet
Mülkün Temelidir" veciz sözü geçerli idi. Her nedense bugünlerde aynı veciz
söz "Adalet Devletin Temelidir" şeklinde değişivermiştir.
-
Herkese normal gelebilir ama işin
aslını/felsefesini bilenlere göre bu faşist bir tuzaktır.
-
Hem de demokrasinin devletle bireyin
sözleşmesine dayandığını savunan liberallere atılmış bir goldür. Çünkü devlet
bireyin mülkünün emniyetini sağlamak görevini üslenmiştir. Halbuki adaletin
devlet elinde bir silah olması devletin bu ikili anlaşmayı bireylerin mülküne
ve bütün kişilik haklarına tecavüzünü mazur gösteren bir yaklaşımdır. Yani;
adaletin mülkün temeli olduğu doğru, ama devletin temelinde tecavüz ve
zorbalık varsa adalet yoktur.
- Anayasal meşruiyetin tahkimi için batılı ülkeler (Almanya, Fransa, İtalya,
Macaristan vb) Anayasa Mahkeme üyelerini meclisin nitelikli çoğunluğu (2/3
gibi) ile seçmekte, Çünkü Cumhurbaşkanı, başbakan gibi yüksek makamlarda
bulunanları yargılayabilmek için böylesi bir güçlü desteğe ihtiyaç
duyulmaktadır. Nitelikli çoğunluk mahkemenin elini güçlendirirken yürütmenin
oldubittilere başvurmasını önlemekte ve caydırmaktadır.
-
Tabii ki, yorum yapacak birçok kanaat
önderimiz olmasına rağmen bu hassas konulara pek de girilmemesi çok
düşündürücüdür. Demek gerek iktidar, gerek muhalefet, tıpkı yandaş, yoldaş,
Candaş medya gibi ‘yandaş yargı’ hesaplarını da bir türlü bırakamamaktadırlar.
|
|
|
|
|
08 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
 |
Ahmet CANBABA |
Ahmet CANBABA Hayat Hikayesi |
-
HAYATA DÖNÜŞ (erken teşhis)
-
Sırtımdaki, göksümdeki ve zaman zaman vücudumu tümden saran
ağrılarından şikayet ettiğimde eşim:
-
“ Hayatım
kaç defa diyorum sana bir dipten doruğa muayene ol. Bak
hastanede çalışan komşumuzun bir tanıdık doktoru var, önce
muayenehanesine gideceğiz, sonrada o bize bir yol gösterir,
gerekirse bir Check-up yaptırırız. Muhakkak bir şey var ki
sende her gün şikayetçisin kendinden.“ Dediğinde ben hep
“haklısın hayatım” derdim de bir türlü teşebbüse geçmezdik.
-
Tabiî ki
rahatsızdım ağrıdan sızıdan yana ama direniyordum doktora
gitmeye. Nasıl olduysa ağrılarımın arttığı bir gün Hanımın da
ağrılardan şikayeti geldi aklıma ikimizde bir muayene olalım
dedim. İşyerinden telefon ederek bir randevu aldım doktordan.
Ertesi gün Fikret beyin muayene hane sine eşimle beraber giderek
vizite ücretini yatırdım. Benim göksümü, nefes alışverişimi,
sırtımı dinledi. Uzun tetkiklerden sonra kartvizitinin arkasına
imzasını atarak
-
“yarın
erkenden hastaneye gel, kapıdan kartımı gösterdiğinde direk
içeri girersin” dedi. Tabi eşimi de aynı şekilde muayene ederek
aynı şeyleri eşime de söyledi ona da bir kart yazarak verdi.
-
Ertesi
gün bizde öyle yaptık. Sabah hastanenin içi ana baba günüydü.
Onları yararak geçerken arkamızdan konuşuyorlardı.
-
“İşte
gene özelciler geldi, bunların paraları var kuyruk beklemezler
ki. Hele bizim gibi geceden kalkıp ta sıramı alacaklar sanki.”
-
Duymazlıktan gelmek zorundaydık. Adamlar haksızda sayılmazdı
ama ne yapacaksın sağlık sorunu bu. Halimize şükrettik. Zaten
şükürcü bir millet değilmiyiz. Bir trfik kazası olsa, bir uçak
düşse çok şükür, içinde biz yokuz demezmiyiz. Ya sel
felaketinde, depremde kendilerine zarar gelmeyenler şükretmezler
mi. Bizde para ile muayyene olacak durumda olduğumuza şükrettik.
Oysa çokları doktora gitmeyi gerektirmeyecek derecede
sağlıklarının yerinde olduklarına şükrediyorlardı. Ya birde
muayene olacak paramız olmasaydı ?
-
Her şeye
para bulunuyordu da şu sağlığa para bulamıyordu halk. Bulsa da
halkın önceliği sağlık değildi ki. Yakacak, giyecek ve en
önemlisi gıda. İşte en son kertesine getirmişler hastalıklarını.
Artık doktora gelmekten başka çare bulamamış insanların
yığılmalarıydı hastanedeki kalabalık.
-
Kapıdaki
görevlilere doktorun arkası imzalı kartvizitini gösterince hiç
bekletmeden
- “ikinci kat 109 numara” dedi
görevli. İkinci kat 109 numaraya çıktığımda doktorun bulunduğu oda
kapısının karşısındaki görevli bayana doktorun yazılı kartvizitini
gösterdim
- “içerdekiler çıksınlar hemen sizi
alacağım” dedi. Eşimin ve benim sağlık karnesini alarak kaydını
yaptı. İçerden çıkan hastadan sonra muayene olmak için eşim
girdi içeri. Doktor hiç muayene etmeden bir kağıt üzerinde
işaretlenmiş liseyi eşime verdi. Sonra ben girdim benim elime
de bir işaretlenmiş tahlil kağıdı verdi
-
“işaretli
tahlilleri yap getir, gittiğin yerlerde kartımı göster sıra
beklemezsin” dedi. Sistemin çarkı böyle işliyordu demek. Her
gittiğimiz yerde hiç beklemedik, kan tahlilinde, idrarda.
-
Hele
kandan bir sürü tahliller yaptılar. Eşimle beraber hepsinin
neticelerini aldık doktora verdik. İçerde bir başkası daha
vardı. Sanıyorum doktorun tanıdığı biri. Çenesi düşük bir insan.
Doktor sanki onu dinlemiyordu. Elinde siyah bir çanta,
içersinde bir sürü ilaç numuneleri var. İlaçlarla ilgili
bilgi alışverişinden başka bir şey değildi adamın yaptığı. Kim
bilir hangi fabrikanın ilaç pazarlamacısıydı. Biz se doktorun
tahlil sonuçlarını söylemesini bekliyorduk. Hele adam bir
konuşmasını kesse sıra bize gelecekti.
-
O çenesi
düşük adam işi bittiği halde çıkıp gideceğine, eşimle beraber
doktorun söylediğini dinlemez mi. Doktor tekrar tekrar tahlil
sonuçlarına baktı, kafasını salladı. Ters giden bir şeyler
vardı galiba. Gözlerini benden kaçırarak eşime bir şeyler diyordu
ki eşim benim kolumdan tutup;
-
“Güven
sen biraz dışarı da bekle benim doktorla bir özel görüşmem
olacak” dedi. Ben dışarıda beklerken O geveze adamında sesinin
yükseldiğini duydum içerden. Durmadan konuştular konuştular ama
konuşan hep o geveze adamdı. Ama tam anlayamıyordum
konuşulanları. Sonra o geveze adam kapıdan çıktı bana dönerek
- “hücre çoğalmasıymış, geçmiş olsun
iyi huyluysa korkulacak bir şey yok” dedi. Adam söyledi
söylemesine ama benim kendisine birşeyler sormamı beklemeden
çekip gitti. Bir ara peşinden koşturayım dedim vazgeçtim.
Doktor eşime içerde tedavi şekillerini izah etmiş, ayrıca başka
ülkelerde tedavi görebileceğini söylemiş. Hiç konuşmadan geldik
eve. Ben istiyorum ki kendi birşeyler söylesin. ‘Korkulacak bir şey
yok’ desin, geveze adamın söylediği gibi. Ama ne gezer eşimde
çıt yok.
-
Eve
geldiğimizde birazda yüzü ağlamaklı:
-
“hücre
çoğalmasıymış, kansermiş yani” dedi. Ben oturduğum koltuktan
fırlamıştım sanki. Ellerimle yüzümü kapatıp
-
“Aman
Allah’ım buda mı gelecekti başıma” dedim. Yalnız hücre
çoğalmasını bir şeye benzetememiştim adam söylediğinde.
-
Eşimin
gözyaşlarına karışmış sözleri düştü üst üste dudaklarından.
Lavanta kokan çarşafları serilmiş yatak odasının kapısında
durmuş, içeriye bakıyordu öylece. Bir dil sürçmesi onu ele
verdi. ‘Hücre çoğalmasıymış tan sonra kansermiş’ demesi. Şimdi
benimde bildiğimi bilmesinden biraz rahatlamıştı. Oysa nasıl
söyleyebilirim kinin hesaplarını yapmıştı yol boyu. Tedavimdeki
uzun sürecin ruhunda yaratacağı karmaşadaki davranış
bozukluklarını algılıyordum eşimin.
- Benim hastalığımı duyduğunda çoktan
iç dünyası yıkılmıştı. Ben yatak odası kapısından içeri girdiğimde
eşimde arkamdaydı. Yatağın bir köşesine usulca oturdum. Eşimde
yanıma oturdu. Şimdi az da olsa kendisine gelmişti. Doğal
davranışların kimyasındaki sükuneti yaratan neydi. Sanki
hastanedeki korku ve telaş gitmişti şimdi. Benim kıyametler
koparacağımı, hayatı hem kendisine hem de kendime zehir
edeceğimi düşünüyordu.
-
Kendisini
hiç de ilgilendirmeyen bir konuda doktorun anlattıklarını duyan
bir yabancı, bana patavatsızca
-
“ Hücre
çoğalmasıymış demek ” dediğinde benim dünyam zaten kararmıştı.
Demek benim hastalığımı duyduğunda o şarlatan içerde bağırmıştı
“çaresiz bir hastalık” diye. O münasebetsiz adam ne münasebetle
benim hastalığım hakkında patavatsızca konuşmuştu. “Beyefendi
seni ilgilendirmez bilmediğin şeylere lütfen karışma” diye
eşimin sinirlenip bağırdığını duymuştum kapıdan. Sanki ona
denmiyormuş gibi yüzü kızarmayan adam büsbütün moralimi
bozmuştu dışarıya çıkıp ayrıca bana hücre çoğalmasıymış diye
söylediğinde. Güya ben duymayacaktım. Yüzsüzlerin yüzlü
çıkmalarını düşünmek insanı üzmez mi. Adam sanki uyuşturucu
bağımlısı gibi söze karşılık verme bağımlısı içinde görüyor
kendisini ve durmadan konuşuyordu. Zaten içerde doktoru
yüceltecek konuşmalar yaptığında doktorun da sesi çıkmadan
propogandist beyi dinliyordu.
-
“Sağlık bu
hanımefendi. Eşiniz için doktor beyin dediği ülkeye giderseniz
tedavi için kesin çözüm bulunur.” dediğinde eşimin iyice
dolduğunun farkındaydım. Adam durmadan konuşuyor benim sağlığım
üzerine çözümler üretiyordu. Eşimde artık adamın konuşmalarına
daha fazla tahammül edememiş demekki.
-
“Beyefendi Her şeyde tüketim toplumu olmuş çıkmışız. Şimdide
olur olmaz söz tüketiyoruz, ses tüketiyoruz, onur tüketiyoruz,
en güzel değerlerimizi tüketiyoruz. Sevdiklerimizi ve kendimizi
tüketiyoruz, onun için siz burada boşuna sesinizi tüketmeyin”
dedikten sonra adam doktorun odasından çıkmak zorunda kalmıştı.
Üstelik bana da hastalığımı söyleyerek uzaklaştı.
-
Eşimin
doktorun yanından çıktığında benim değil de sanki onun
teselliye ihtiyacı vardı. Birazda onun için kendimle ilgili bir
şey sormamıştım eve gelene kadar. Adamın boş yere gevezelik
etmesini unutamamıştım “neden doktorun söylemesi gerekeni o adi
adam söyledi” diye eşimin saçlarını okşayarak yanaklarından
öpmüştüm .
-
“Seni
seviyorum hayatım. Hastalığım unutmaki her şeyin sonu değil”
dedim. Eşimi kendi hastalığımın vahim düşüncesinden uzaklaştırmak
için bir savaş veriyordum sanki.
-
Sanki her
tarafa savrulmuş başıboş dönen gezegenler gibiydi kafamdakiler.
- Şimdi yatağa uzandık birbirimize
sarılıp çaresizlik içinde ağlaşıyorduk. Karı koca ortak bir
sessizliğin içindeydik. Hareketlerimizin devinimleri sıfıra inmiş
bir pelte gibi yatağın üzerine serilip öylece bırakmıştı
bizi.
-
Yaşlı ve
şeker hastası olan anneme ve hele bana çok düşkün kalp
hastası olan babama nasıl diyecektim.
-
“Çocuklarıma nasıl söylerim”. Şimdi kendi içimizdeki boşlukta
kendimizi mahkum etmiş, bir çıkış noktası arıyorduk. Ben ne
yapmıştım da tanrı çaresiz bir hastalığın eline bırakmıştı
beni. Çevremdeki en yakınlarıma söyleyerek, düşüncelerimi
kemiren olumsuzluklar paylaşıldığında yerine olumlu söylenecek her
söz belki bana ilaç olurdu. Şu anda çaresizliğin şokundaydık.
Vurgun yemiştik.
-
“Hastane
kapılarındaki çare bulunacak dertler içindeki çaresizlikler
zincirinin bir halkası da bendim” diye düşündüm. Ama şimdi
eşimin ne düşündüğünü sezebiliyordum. Benim dalgın bakışlarımdan
kendimi uyandırarak eşime
-
“Kiradaki
dairemizi sattığımızda Amerika’da tedavisi olabilir diyorsundur”
değilmi?
-
“Tamam
düşündüğün gibi düşünüyorum bende” dedi. O da anladığımı
anlamış olacak ki
-
“onu
sonra konuşuruz” dedi. Ertesi sabah, geçirdiğimiz tedirgin bir
geceden sonra tekrar hastanedeydik. Oğluma ve iki kızıma üstü
kapalıda olsa durumu anlattığımda
-
“anne
annenizle, dedenize söylemeyin sakın” diye de tembih ettim.
Büyük kızım
-
“hastaneye
bende geleceğim baba” seni yalnız bırakamam” dedi. Ufak kızımla
oğlum yaşlı dedesi ve anneannelerinin yanlarında kaldılar.
Sekseninin üzerinde insanlar, onlarında bakıma ihtiyaçları var
nede olsa. Büyük kentlerdeki bir başka endişede hızla artan
kapkaç olayları. Eşim bizimle beraber gelen büyük kızımıza
hastaneye gidene kadar tembih üzerine tembih etti. Aman çantana
dikkat et sanki bizim kıza söylenmemiş. Eşim eczaneden ilaç
almak için yanımızdan ayrıldığında, kızımda benim kan verirken
çıkardığım paltomu koluna asıyor. Hemşireler kan alma işini
tamamlayıp ta ben tekrar paltomu kızımdan aldığımda bakmış ki
kızım kolunda çantası yok. İki tane kesilmiş deri sap
sallanıyor kolunda kızımın. Pes yani bu kadara da. Anne gelene
kadar sağa sola koşuşturdular ama nafile. Bu ikinci çarpılışı
kızımın. Bazen insanlar hayatta bedavadan yaşıyor. Bana “aman
olsun canımıza bir şey gelmedi ya” deyip geçiştirdiler. Ama
önemli olan benim bir şeye üzülmemem lazım. Hanım ilaçlarla
geldikten sonra tomografilerim çekilecek tabiki. Hadi bu seferde
elektrikler kesilmesin mi. Yalnızca kan tahlili yaptırmış olduk o
gün. Akşam evde çocuklar “ Anne, babamı Çine götür. Türkiye den
kanser hastaları Çine gidiyorlarmış ameliyat olmak için. Kanser
turları düzenleniyormuş. Herkes gezi için umreye gidiyor, siz
sağlığınız için Çine gitmişsiniz çok mu”? diye üsteleyince
-
“haklısın
kızım” dedim. Ama doktorumuz bendeki gelişmelerden çok umutlu,
sanıyorum sizlerin sevgisi ve benim stresten uzak durarak
hiçbir şeyi dert edinmemem kurtaracak beni bu dertten” Oysa her
şeyimiz problem. Birçok şeyi bana aksettirmediklerinizi biliyorum.
Ne şehit ailelerinin dramını, nede Cumhuriyet ilkelerinin yavaş
yavaş elden gitmesini. Benim bu konulardaki hassasiyetim kendi
canımdanda önemli.
-
Eşim
hastalığım devam ederken, sürekli bu hastalıktan tedavi
olanlardan ne kullandıkları ve nelerden çare bulduklarını hep
araştırmaktaydı. İçimde iyi olmama yönelik büyük bir inanç vardı.
Artık eşimle dağlardan ot toplamaya gidiyorduk. İnternet ten
yeni tedavi sistemlerini araştırıyorduk. Çocuklarımın benim
yanımda olmaları bana destek vermeleri beni hayata
bağlıyordu. Bir gün iliğimden kan aldılar çok büyük bir
iğneydi. Aman Allahım Birkaç gün sonra gittiğimizde
hastalığımın düzeldiği yolundaki doktorun ifadesi bana
dirençli olmayı öğretmişti.
-
“Sen bunu
yenebilecek güçtesin” kanser ve karamsarlık arasında ilişki olduğunu
ifade ederek “Milattan sonra 2. yüzyılda melankolik insanların
neşeli insanlara kıyasla kansere yakalanmaya daha yatkın oldukları
anlaşılmıştı.18. ve 19. yüzyıllarda pek çok doktor , özellikle
karamsar dediğimiz kişilerde kanserin, o kişinin yaşamındaki bir
trajediden sonra oluştuğunu fark ettiler." dedi. " strese verdiğimiz
tepki, stresin kendisinden daha önemliydi.
-
Uzun
tedavilerin ardından ameliyata hazırlandım. Radyoaktif
karantinalarda kaldım. Işın tedavileri, atom kapsülü haplar,
tekrar tekrar testler tahliller, eşimin , çocuklarımın ve
dostlarımın beni yalnız bırakmayışları beni hayata döndürdü
diyebilirim.
-
Şimdi
sağlığım düzelmiş olarak , sanki hayata yeniden gelmişim gibi
yaşamıma sıfırdan başladım. Sizde benim yaptığımı yapın.
Neticesini değiştiremeyeceğiniz hiçbir olayda üzülmeyeceksiniz.
Çünkü üzülmeniz hiçbir şeyi geri getirmeyecektir.
|
|
|
|
09 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
 |
Selma GÜRSEL |
Selma GÜRSEL Hayat Hikayesi |
- KABAK YEMEĞİ
- 1 Kilo Kabak
- 250 Gram kuşbaşı
- Bir baş büyük soğan
- Bir fincan Pirinç
- İstenildiği tadar yağ
- Bir yemek kaşığı salça
- Pul Biber istenildiği kadar tuz
- Kabaklar güzelce yıkandıktan sonra kabukları tırtıllı kazıma veya piçak
ile kazınarak kabuklarından temizlenir ve başları alınarak halka şeklin
doğranır. Tekrar yıkanarak süzülür.
- Soğan doğranır ve ateşte ölmek üzere iken kuşbaşı et konularak bir miktar
et kavrulur hafif pembeleşen etin salça konularak karıştırılır. Tencereye
yıkanmış kangal kabaklar tencereye konulur. Kabakları örtecek kadar sıcak su
konularak tuz, biber eklenir. Bir miktar doğranmış tere otu kokursa koku verir
ve pirinç eklenir on dakika kadar ılık ateşte pişirilir.
- Sıcak olarak servis edilen kabağın üzerine sarımsaklı yoğurt dökülerek
yenilir.

























|
|
|
|
|
10 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
 |
Emine Sevinç ÖKSÜZOĞLU |
Emine Sevinç ÖKSÜZOĞLU Hayat Hikayesi |
- ANKARA
- Ankara
- Yabancı yüreğimin mahsun yarası
- Esir alınmış duyguların yalnız hatırası
- Karanlık gökyüzünü yırtan öksüz gülüş
- Ve bitmeyen endişeli bekleyişin adı
- Ankara
- Sevdalar ülkesi memleketimin soğuk kenti
- Soluğuma karışan bu yalnız ve ölü hava
- Boğuyor beni ruhuma yapışan karbon monoksit kokusu
- Ve kasıklarımda biriken endişeli ağrılar topluluğu
- Ankara
- Yaşamın içinde büyüyen bir rüya kenti
- Islak ruhuma dar gelen yalnız sokaklar
- Hapsolmuş düşüncelerin yalnız kadını
- Ve kırmızı gecelerde terkedilmiş genç sevdalılar
- Ankara
- Yaşam gün yüzünü görmeden acı ile buluşur caddelerinde
- Geçit vermez kurtuluşu olmayan keşmekeşlikler
- Ruhumu acıtır oysaki kör olası sefil ayrılıklar
- Ve sende esir kalmıştır seni yazan kalemler
- Ankara
- Bir katilin kaleminden kan kustum bu gece
- Bu gece nezarete düştü sana haykıran yüreğim
- Mor düşler kurdum gezinirken caddelerinde
- Ve sana leylalandım bir yosmanın memesinde
- Ankara
- Gezindi gözlerim mülteci fahişenin bedeninde
- Seni aradım sandım her köşe başında delice
- Bilirim Ankara’da kar, Ankara’da yağmur
- Ankara’da soğuk, Ankara’da ayaz var
- Ve bilirim yüreğimde sen ellerimde kelepçe var
- 10.03.2008 / ANKARA
|
|
|
|
|
11 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
 |
Cuma TÜRKMEN |
Cuma TÜRKMEN Hayat Hikayesi |
NİYE
- Kur’an hattatının ismini taşırsın
- Bu cehalet niye,bu kinin niye?
- Vurulan mührü şimdi kazırsın,
- Hak’a karşı yanlış bu yönün niye ?
-
- Kur’an okuyandan korkarsın niçin
- Ya batılı seçin,ya Hak’ı seçin,
- Vebali çok büyük sakın ha kaçın,
- Geçmişin çok parlak,bu kinin niye ?
-
- Meclisin Kur’anla açılmadı mı ?
- Cepheler imanla geçimle di mi ?
- Kimliğine İslam yazılmadı mı ?
- Gittikçe bitersin bu sonun niyi ?
-
- Emretmez vahşeti Kur’anı oku,
- Doyurur her zaman,hem acı,doku.
- TÜRKMENOĞLU ilaç bulamaz yoku,
-
Nedir hal vaziyet,bu kurum niye ?
|
|
|
|
|
12 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
|
 |
Dile BİGA |
Dilek BİGA Hayat Hikayesi |
- GÖÇMEN GÖZLÜM
- Gözlerim Ağlamaklı, yağmura mı özendin
- Hani Şu Dört Mevsimden Son Baharı Severdin?
- Yolculuk Var Galiba,Kuşlara mı Özendin
- Seni çok seviyorum hoş çakal göçmen gözlüm
-
- Kaderinmiş bu senin göç göç olup dolaşmak
- Her çiçekten bal için bin bir toza bulaşmak
- Bir daha mümkün değil mümkün değil buluşmak
- Seni çok seviyorum hoşça kal göçmen gözlüm
|
YAZARLARIMIZIN HAYAT HİKAYELERİNE GİTMEK
İÇİN TIKLAYARAK GİDİNİZ!
|
Bu
sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
|
|
|
|
DİKKAT ; BU BİLGİLER TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMDEN
İZİN ALINMADAN KULLANMAYINIZ! |
YAPTIKLARIM YAPACAKLARIMIN GARANTİSİ ALTINDADIR! |
1 |
Hazırlayan
Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi corumlu2000@gmail.com |
|
Hukuka, Yasalara,
Telif ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir. |
1 |
Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL
adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM |
BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR! |
139 SAYI 25 Eylül 2010 SAYIYA Gitmek İçin Tıklayınız! |