- 21. YÜZYIL TÜRKİYE’Sİ VE KIBRIS
-
Tarih Temmuz 2006, masamda üç tip gazete var.
Biri bizim gazeteler, milletin hür iradesini yansıtan, halka hakkıyla ve
lâyıkıyla tercüman olan “ulusal ve yerel basın”. Manşetlerinde “elveda
Kıbrıs, elveda Kerkük” yazıları yer alıyor. Diğeri mevcut yönetimin sesi,
hükümetin kuklası, “Rumlar köşeye sıkıştı” diyor. Öbürü ise, mütareke basını
nam medyadan çok renkli bir parça, daha doğrusu paçavra. “KIBRIS İŞİ TAMAM”
diye (utanmadan) görkemli bir manşet atmış. Sayfadan adeta sevinç çığlıkları
fışkırıyor. Sanki Türkiye’de yayınlanan To Vima...
-
Çok garip bir tecelli. Tarih tekerrür ediyor.
Yönetim uyuyor. 2000’lerin Türkiye’ si, 1900’lerin Osmanlı’sından farksız!
Sanki birileri zaman tünelinden Osmanlı’nın Bab-ı Ali’sini alıp, günümüz
Türkiye’sinin Başkent’ ine ışınlamış gibi !.. 2006’nın Başkent Ankara’sında,
devleti yönetme sorumluluğunu üstlenen bir kısım sivil-asker, politik-acı,
siyasetçi, bürokrat zevatın, bir “resmi”, bir de gayr-ı resmi görüşü var.
-
Medyasında ise, Ali Kemaller ve isimsiz
kahramanlar, vatan hainleri (dahili bedhahlar) ile Türkiye sevdalıları göğüs
göğüse, kana kan, dişe diş mücadele veriyor. Bir taraf yalanla-talanla, deveyi
hamuduyla yutup koşmakta, diğer taraf fazilet timsali.
-
Resmi görüş, bir kısım işbirlikçi, gafil ve
‘enternasyonallerin’ üstün çabaları ile 1963’de Ankara antlaşmasıyla başlayan,
İhsan Sabri tarafından mamul “Annan Plânı” ile ivme kazanan ve gümrük birliği
anlaşması kapsamında taviz üstüne taviz verilen bir sürecin devamı
niteliğinde. Milletin sesini dinlemeyen, sözünü tutmayan, vaadini yerine
getirmeyen, büyük Atatürk’ün vasiyetini görmeyen, görmezden gelen ve milli
menfaatleri hiçe sayan “statüko” bizim gazete’nin dediği gibi milli dava
Kıbrıs ve tapulu mülkümüz Kerkük’ten (ABD ve AB istiyor diye) vazgeçmek
eğiliminde.
-
Tıpkı “Abdülhamid Düşerken” filminde bütün
çıplaklığı ile açıkça yansıtıldığı ve gözler önüne serildiği gibi!.. Devleti
yönetenlerin ağzı başka konuşuyor... Kafalarının içindeyse bambaşka tilkiler
dolaşıyor. İlişkiler, bağlantılar, millet den gizli verilen sözler ise
bambaşka. Bazı ‘danışmanların’ hesabı ise çok daha farklı. Aslında kimsenin
kimseye güveni kalmamış. Bu arada koltuğunu korumak isteyenler de, yabancı bir
ülkenin başkentinden medet umuyor. 1900’lü yılların başında, Osmanlı hanedanı,
tahtından düşürülüyordu. 2000’li yıllarda ise Atatürk, gönüllerdeki tahtan
düşürülmek isteniyor. AB “fotoğraflarını da resmi dairelerden indirin”, “şu
ulusalcılar da çok oldu, toparlayın atın içeri kerataları” diye talimat
veriyor.
-
Yönetim angaje olmuş bir kere... Atatürk
ilkeleri ve Türk İnkılâbı yolunda çizilen istikrarlı politikalardan ödün
üzerine ödün veriliyor. Milletin sesini dinleyen yok. Hasılı, buna ‘resmi
görüş’ demek de pek mümkün değil zaten. Ama, resmi makamları işgal edenlere
göre; KKTC’yi ABD’ye ve Yunan’a –Rum’a teslim ediyoruz ve Başbakanımız ile
Dışişleri Bakanımız bu konuda taviz yarışına giriyorlar.
-
Millete söylenen ise başka: Kıbrıs işi tamam.
İzolasyonlar kalkacak, problem bitecek.
-
Rumlara limanlar ve hava alanları açılacakmış
ama izolasyonlar da kalkmalıymış!
-
Başımızda Kıbrıs’ın önemini, stratejik
değerini, tarihi hak, evrensel hukuk ve Türk milleti’ne mutlak aidiyeti ile
milli davanın ‘vazgeçilmezliğini’ kavrayamamış bir yönetim var. Dahası, adanın
stratejik önem ve değerinin de farkında değiller.
-
Bu çerçevede milletin görüşü şudur: Kıbrıs bir
milli davadır. Türkiye devleti ve milleti için vaz geçilmez bir önem ve
değeri haizdir. Devletin ve hükümetlerin görevi bu davayı diri tutmak ve her
ne pahasına olursa olsun; Londra-Zürich ve Garanti anlaşmaları ile elde edilen
kazanımları tekrar ve mutlaka Türkiye ile KKTC lehine tesis, ikame ve idame
ettirmektir. Bu antlaşmalardan dönen ve taviz verenler
sorgulanmalı,yargılanmalı ve “Kıbrıs sorunu” yine bu antlaşmaların amir
hükümleri doğrultusunda çözümlenmelidir. Türkiye’nin hukuken böyle bir hakkı
vardır ve bu hak uluslar arası kabul görmüş antlaşmalardan kaynaklanmaktadır.
Bu kadar sağlam karineler karşısında hiçbir kuvvet ve hükümet geri atamaz.
-
Asla geri adım atmamalıdır da...
-
Bu güne kadar geri adım atanlar, kamu
vicdanında “vatana ihanet” damgasını yemiştir. Toplum tarafından lânetlenmiş
ve dışlanmışlardır. Böyle giderse, bunlarında akıbeti aynı olacaktır. Bunun
başkaca bir yolu yoktur. Aynı güruh Kuzey Irak’ı da kendi elleriyle oluşturmuş
ve şimdilerde milletin başına belâ etmişlerdir.
-
Milletin “siyasi mevtalara” tahammülü
kalmamıştır.
-
Milletin ve milli reflekslerin tezahür, telkin
ve tebarüz ettirdiği görüş budur.
-
Dahası, Maraş dahil “her karışı vatan toprağı
olan” KKTC’den, Rum’a, Yunan’a, AB veya ABD’ye bir karış toprak veren; yahut’
da Kıbrıs’tan asker çekmeye yeltenen, “Türk milleti ve Türkiye Cumhuriyeti’nin
düşmanıdır” fikri, halkta hakim bulunmaktadır.
-
Kıbrıs konusunda alçakça taviz verenleri
millet affetmeyecektir.
-
Sağ duyulu, samimi ve dürüst insanlarımız
Kuzey Irak (Musul-Kerkük ve Telâfer ile Batı Trakya dahil diğer Türk yurtları)
konusunda da aynı duygu ve düşünceleri içtenlikle paylaşmakta ve
seslendirmektedir.
-
Ancak, bir askerinin kaçırılması mukabili
bütün orta doğuyu kana bulayan İsrail’in gösterdiği cesaret, azim, irade,
cüret ve kanlı kararlılığa rağmen, Türkiye’yi yönetenler kendi topraklarımız
içinde yuvalanmış üç beş eşkıyayı temizlemekten aciz ve zavallı bir duruma
düşmüş ve vatan toprağını koruma konusunda dumura uğramış bulunmaktadırlar.
-
Çok ayıp ve çok yazık değil mi bize!
-
Bütün dünyaya rezil oluyoruz...
-
Oysa dünya ve uzay Türklüğü’nün Kâbesi olan
Türkiye, dış Türkler ve Türklerin yaşadığı ülkeler konusunda, en azından
Yunanistan kadar duyarlı olmaya mecburdur. Aksi taktirde Atatürk’ün hitabına
muhatap olunamaz. Sebep olunan vebalin altından kalkılamaz.
-
Hani ne demişti Atatürk: “Efendiler !...
Kıbrıs düşman elinde bulunduğu sürece bu bölgenin (Akdeniz Bölgesi’nin) ikmal
yolları tıkanmıştır. Kıbrıs’a dikkat ediniz. Bu ada bizim için çok
önemlidir..” Lâkin, AB’nin, adının dahi anılmasını istemediği, resimlerinin
indirilmesini ve bütün emareleri ile tarihten silinmesini istediği Atatürk
kimin umurunda. Zaten bunlar Atatürk’ü bilmekten ve O’ nun yolunu izlemekten
korkan ve kaçanlar değil mi?
-
Şimdi önerilen plânı biraz daha inceleyip,
irdeleyelim. Kıbrıs’ta ne yapılmak isteniyor? Çok büyük ihtimalle; BOB ve
BİB’in sigortası olmak üzere bir ABD deniz üssü’ mü ? “Bir yandan Abdullah
Gül, diğer yandan Tayip Erdoğan söz verdikleri Kıbrıs bombasının ellerinde
patlamaması için harekete geçtiler. 2005’in son günlerinde Talat hükümetine
uyguladıkları abluka ile Rumlara tek taraflı olarak (burada mütekabiliyet
aranmaması büyük bir gaflet ve dalâlettir. Uluslar arası bir hakkın
kullanılmasından ısrarla kaçınılması anlaşılır gibi değildir) mallarını iade
ve dolayısıyla 74’ü işgale dönüştüren yasayı çıkarttıran hükümet, şimdi de
altın vuruşa hazırlanıyor.
-
O açıdan bakmayın siz, Başbakanın (akp) grupta
yaptığı “Kıbrıs milli davamızdır” sözlerine. Bunun en ufak bir kıymeti
harbiyes, emaresi bile yok. Öyle olsaydı eğer bugün Denktaş Kıbrıs’ta
Cumhurbaşkanı olurdu. Esasen Başbakanın ağzından hiç de duymaya alışkın
olmadığımız “milli dava” filan gibi sözler de belli ve de aşikar ki,
setretmeye yönelik. Hani Sabetayların kamuoyuna malolmuş hülleleri ile
konuşmak gerekirse Yahudilerin camiye gitmeleri gibi bir şey bu!
-
Tıpkı AB ve ABD ile oynanan oyu gibi...
-
O tarafa başka, millete başka. Bu da, Türk (!)
takiyyesi işte...
-
Dahası eğer Başbakan bu kavramı kullanıyorsa
durum acil ve SOS sinyalleri çok güçlü geliyor olarak okuyabilirsiniz. Deniz
üssü veriliyormuş. Lefkoşe’de yayımlanan Kıbrıslı Gazetesi hafta içinde önemli
bir haber yayımladı. Fotoğrafları da yayımlanan habere göre Amerikalı’ lara
deniz üssü veriliyormuş! Gelin isterseniz haberin devamını Kıbrıslı
gazetesinden takip edelim:”(1) “Amerikanlar Gemikonağında deniz üssü inşa
ediyorlar. Deniz üssü Gemikonağında, halk arasında “Mangli’nin Limanı” olarak
bilinen bölgede inşa edilecek. Moty Industries adlı bir şirket tarafından
tersane adı altında kurulacak ve Akdeniz’de dolaşan Amerikan savaş gemilerinin
bakım ve onarımı için kullanılacak.
-
Silopi’de de, sözde “Kuzey Irak’ta yol
güvenliğini sağlamak” bahanesi ile Amerikan üssü ? Üstüne üstlük, düne kadar
“milli” lâfzı taşıyan kurumlarda üst görev ve rütbelerde görev yapmış bir
takım Türk (!) vatandaşları da mezkür şirkette üst düzey görevlisi.
-
Gelelim haberin devamına: Haberin devamında da
hayli ilginç başka detaylar da var: “Maliye Bakanlığı ile yapılan anlaşmaya
göre Moty İndustries tesislerin inşası için ilk etapta 30 milyon dolar
civarında bir yatırım yapılacak. Güvenilir kaynaklardan edindiğimiz sağlam
bilgilere göre, bu yatırımların 5 yıl içinde 150 milyon dolara çıkması
bekleniyor.
İnternetten elde edilen bilgilere göre de, Moty İndustries ile anlaşma 2002
yılında imzalanmış 2005 yılında ise yatırımlara başlanmadığı gerekçesiyle
Maliye Bakanlığı tarafından iptal edilmişti. Kısa bir süre önce ise ABD
Dışişleri Bakanlığının devreye girmesiyle malum anlaşma maalesef tekrar
yenilenmiştir”. (2)
-
Haber de yer alan bir başka ayrıntı da şu:
“Amerikan Dışişleri Bakanlığı’ndan gayrı resmi olarak elde edilen bazı
bilgilere göre ise Amerikan 6. Filosunun Malta liman ve tersanelerini
kullandığını ancak buradaki doluluğun Amerikan savaş germileri için de bir
ihtiyaç doğurduğu ifade ediliyor. Diğer bir kaynak ise yaz aylarında ülkemizi
ziyaret eden Amerikan Senatörler grubunun bu şirketle organik bir bağının
bulunduğunu ve KKTC ziyaretinin büyük ölçüde bu amaç için gerçekleştirildiğini
belirtiyor.”
-
Şimdi biraz gerilere gidelim. Milletimizin hep
bir ağızdan, haklı olarak “Milli Kahraman” diye nitelediği ve yurdun her bir
yanında coşkuyla bağrına bastığı (eski) Cumhurbaşkanı Sayın ve sevgili Dr.
Rauf Denktaş anlatıyor.
-
İbret ve bilgi tazeleme için kulak verelim:
"Görevden ayrıldığımda, mukavemetçi, halkımız arasında beliren endişelere
cevaben merak etmemelerini, KKTC'ni ebediyen yaşatmak andını içmiş olan
halkımızı yeni, partiler üstü bir oluşumda (belki bir kongrede) birleştirerek
KKTC' ni ortadan kaldırarak anlaşma yapma meraklıları karşısında faaliyetimizi
sürdüreceğimizi söylemiştim. Ancak bu adımı atmadan önce yeni hükümete ve
KKTC'ni yaşatma andını içerek Cumhurbaşkanlığına gelmiş olan Sayın Talat'a
fırsat vermekte yarar gördüm. Çünkü bu günlere cepheleşmekten gelmiştik. Tek
ağızdan konuşmamız gereken günlerde muhalefet olsun diye aksi sesler
çıkmaktaydı. Benim attığım her adım, yaptığım her beyanat, Türkiye ile gönül
ve iş birliğim devamlı surette ve feci şekilde eleştiri konusu oluyordu.
Bizimkiler diyeceğim mukavemetçiler kanadı da muhalefetin Rum partileri ile
işbirliğini, yaptıkları (verdikleri) beyanatları acı şekilde eleştiriyorlardı.
Muhalefet günlerinde söylenenler bizi ve Anavatanı derinden yaralayacak
mahiyetteydi. Halbuki memleketin ve davanın birliğe ihtiyacı vardı. İçimizdeki
bu ikilikten Rum tarafı istifade ediyordu.
-
Bu yeni dönemde cepheleşmeye devam etmiş
olsaydık bu durumdan yine Rum yararlanacaktı. Birleştirici olmalıydık. Bu
nedenle beklemeyi yeğledim ve beni ziyarete gelenlere de sabırlı olmalarını
"KKTC'' ni savunmakla, egemenliğimizi korumakla yükümlü ve yeminli
Cumhurbaşkanımızı, yeminine sadık olduğu sürece, desteklememiz gerektiğini"
açıkça söyledim ve hala söylemeye devam etmekteyim.
-
Bu görüşümde haklı çıktım. İktidara gelen
"derhal, şimdi uzlaşma, Denktaş giderse üç ayda barış" ekibi kısa zaman içinde
Rum liderliğinin bizimle ellerinden gelse oksijeni bile, yani teneffüs
ettiğimiz havayı bile paylaşma niyetinde olmadığını görebildi. Bu nedenle de
Rum tarafından ağır eleştiriye maruz kaldılar. Rum basınında "Bunların yanında
Denktaş melek kalıyor" şeklinde yazılar çıktı. Bu Cumhurbaşkanına gerektikçe
destek olmayı yeğledim, saygıda kusur etmedim. Yaptığım konumlarda ve yazdığım
yazılarda davamızın selameti için düşündüklerimi duyurmaya çalıştım,
tecrübelerimden yararlanarak tarihin aynen devam etmesini önlemek için
önerilerde bulundum.
-
Bu arada Sayın Talat, fırsat buldukça,
geçmişteki hatalarım yüzünden "kaybedilmiş bir davayı devraldığını, bu
kayıptan ne kurtarabilirse kârdır" anlamına gelen sözler sarf etti. Gerektikçe
cevap verdim. Geçmişin hataları ne olursa olsun kendisine 22 yaşında ter temiz
bir devlet devredildiğini ve bu devleti koruyacağı yemini ile göreve geldiğini
hatırlatmakla yetindim. Yüz yüze geldiğimizde de gayet samimi bir hava içinde
bunları gündeme getirebildim. O da benimle temasta kusur etmiş değildir.
Akıllı ve kültürlü kişiliğini devamlı surette okumakla takviye etmektedir.
Yenilik peşindedir ve uzlaşıcı siyaseti nedeniyle kazandığı takdiri
kaybetmemeye çalışmaktadır. Bu ilişkileri daha da geliştirerek devam
ettirmemiz ve yeni ekibi KKTC''ni savunur platformda tutmamız, bu platformda
kalmalarına yardımcı olmamız davamız açısından en doğru harekettir
görüşündeyim. Herhalde Sayın Talat da anlamıştır ki esas olan uluslararası
takdirin ötesinde halkımızın geleceğine yeniden bir kağıt anlaşması ile pamuk
ipliğine bağlamamaktır.
-
Bunlara değindikten sonra bu yazıyı yazma
nedenine gelelim: Ankara dönüşü bir arkadaş önüme Afrika gazetesinde
Özcanhan'ın "Yeni Bir Şey Söylemedi" başlıklı yazısını getirdi. Sayın Talat'ın
basın konferansında bir gazeteci kendisine "Geçen yıl yine buradaydık. Sayın
Denktaş'ın o zaman söylediklerini şimdi siz tekrarlıyorsunuz; Demek ki durumda
değişen her hangi bir şey yok" mealinde bir soru sormuş. Sayın Talat'ın
cevabı: "Ben Denktaş''la aynı olamam... Bir... O barış istemezdi... Ben barış
ve çözüm isterim... İki... O, AB''yi istemezdi, ben AB''yi isterim... Bunlar
aynı olmadığımızı göstermeye yetmez mi?"
-
Başka bir gazeteciye de "Besmelelerimiz bile
aynı değildir" dediğini de bir başka yazıda okudum. Ben bütün çabama ve
Türkiye'den aldığım bütün desteğe rağmen Rum tarafı ile bir anlaşma yapamadım.
Sebebi gayet açıktı: Rum tarafı "meşru hükümet" olarak ve Kıbrıs’ın tamamını
içine alma yolunda devam etmeyi yeğlemektedir. Bizimle yeni bir ortaklık
kurması için bir zoru, bir motivasyonu, herhangi bir ihtiyacı yoktur. Ancak
taktik icabı görüşmeye katılmaktadırlar. Bunlar Makarios'un mirasını
çiğneyemezler. Türk tarafını uzlaşmaz göstermek taktiğinde başarılı
olduklarını Simitis de hatıratında yazabilmiştir. Ve işte 20 aydır "Denktaş
gitse 3 ayda uzlaşacaklarını" söyleyenler de Rum''un bizimle hiç bir şey
paylaşmak niyetinde olmadıklarını anlayabilmişlerdir. Bir uzlaşma olabilmesı
için egemenlikten, KKTC'de, Türk garantisinden vazgeçmemizi istiyorlar. Diğer
isteklerine dokunmuyorum. Ben bu konularda boyun eğmediğim, sağlam durduğum
için uzlaşmaz ünvanını kazandım. Bu ünvanı kazanmamda o günlerin muhalefetinin
de katkısı büyük olmuştur. Şimdi at da kılınç da ellerindedir. Uzlaşma için bu
halkın egemenliğinden ve KKTC''den Türkiye'nin garantisinden, Kıbrıs
üzerindeki Türk-Yunan dengesinden vazgeçecekler mi acaba? Sayın Talat bu
sorunun cevabını vermek mecburiyetindedir. Çünkü bu soruya "evet,
vazgeçeceğim" demek hakkı olmadığını kendisi de bilmektedir. O halde uzlaşmaz
ünvanına layık olacaktır; bana benzese de benzemese de, benim gibi esas
ilkelerin savunucusu olacaktır.
-
Ben uzlaşma için doğru olan her şeyi yaptım,
devletten, egemenlikten, Türk Garantisinden vazgeçmedim. Denktaş uzlaşma
istemedi diyenlerin karşısında daima anlım ak olarak duracağım. Uzlaşma uğruna
benim koruduğum ilkelerden vazgeçenler bu halkın sonunu getirmiş olacaklardır.
Onlar bu halkın ve tarihin önünde alınları ak olarak duramayacaklardır. Tarih
onları lanetleyecektir. Sayın Talat''ın bu riski göze alması için hiç bir
neden yoktur. Rum liderleri Kıbrıs''ın tümüne sahip çıkmak istiyor. KKTC
devlet vasfı buna aşılmaz engeldir. Bu engeli Rum'un önünden hangi babayiğit
kaldıracaktır? Hangi kuvvetle kaldıracaktır? Bende bu konuda ne böyle bir
niyet, ne de böyle bir kuvvet oluşmamıştır.”
-
Burada Türk halkı ve yerli kamuoyunun
bilmediği (farkında olmadığı) pek çok mesele açıkça anlatılmakta, safiyet ve
samimiyetle dile getirilmektedir.
-
Yazıyı dikkatle inceleyenler açıkça
göreceklerdir ki; Uzlaşmaz taraf daima Rum-Yunan yönetimi olmuştur. Bu inadına
uzlaşmaz tutumun arkasında ise, başta Yunanistan’ın Akritas Plânı, (adayı
Yunanistan la koşulsuz birleştirme) ENOSİS, EOKA ve Megalo-İdea olmak üzere
menfur ve meş’um plânları yatmaktadır. Yunanistan’ın arkasında da, salt kendi
çıkarları ile BİP ve BOB plânlarının tahakkuku ve Yahudi çıkarlarının
korunması için ABD ile “kayıtsız-şartsız Yunanistan destekçiliği” politikası
gereği AB vardır. Gerçek budur. Üstelik bu talep ve niyetlerini ulusal ve
uluslararası bütün forum ve plâtformlarda alenen (korkusuz ve çekincesiz)
dillendirmektedirler.
-
Buna mukabil, bizdeki yöneticiler, hiç olmazsa
ve en azından % 35 için (KKTC) 81. vilâyetimiz lâfzını edemeyecek kadar pasif,
palyatif, güdümlü ve korkaktır. Oysa, demokrasi Şehidi MENDERES ve ZORLU nihai
çare olarak: “Ya taksim ya ölüm” diye haykırabilecek kadar yürekli ve
milliyetperver idi.
-
Günümüz Türk hükümetleri ise, bu yoğun baskı
ve karşı tarafa verilen destek nedeniyle ‘bu iş nasıl olsa bitti, eninde
sonunda Kıbrıs’ı Türkiye’nin elinden almaya kararlılar’ gibi bir karamsarlık
ve ümitsizlik haleti içinde hareket etmekte ve bir türlü tarihe dayanan ve
uluslar arası anlaşmalardan kaynaklanan hukuki haklarını kullanmaya hevesli ve
istekli görünmemektedir. Bu nedenle ve özellikle AB ile görüşmelerin
“entegrasyon” sürecine girdiği bu dönemde “kararsızlık-istikrarsızlık” çifter
standart ve iki yüzlülük, milleti aldatma-kandırma, oyalama hakim unsur haline
gelmiş bulunmaktadır. Oysa, Yunanistan, AB ve ABD haklı olmadıkları bir davada
çok kararlı ve saldırgan bir pozisyondadırlar. Şu halde hükümetin, halkından
güç alarak daha ciddi, ilmi, kalıcı ve sürekli; Ama, Kıbrıs’ın korunmasına ve
elde tutulmasına yönelik net politikalar geliştirme mecburiyeti vardır.
-
Buna mecburdur. AB karşısında taviz veren ve
geri adım atan hainler gibi, daha ağır ve vahim bir ihanetle malul olmamak
zorundadır. Bu taktirde, millet hesabını soracaktır. Üstelik, hainleri sandığa
gömmekle kalmayacak, Yüce Divanlarda yargılayacak, sorgulayacak ve ihanetin
bedelini en ağır şekilde mutlaka ödetecektir. Bundan kaçış yoktur. Büyük
Atatürk’ün dış politika konusunda emanet ve vasiyeti “mutlak mütekabiliyet”
hasımlık ve misilleme halinde ise “mukabele-i bil-misil” dir. Kaldı ki,
Londra, Zürich ve Garanti antlaşmaları ile buna müstenit 1974 harekâtının
haklılığına rağmen; Milli Dava Kıbrıs’ tan geri adım atan, taviz-ivaz veren
ve/veya mukabelesiz hareket edenler, asla ve kesinlikle Türk kanı taşıyor
olamazlar.
-
Nitekim bu güne kadar bu yolda ve uğurda taviz
verenlerin Türk olmadıkları açıkça ortaya çıkmış ve milletçe anlaşılmış
bulunmaktadır. Bunlar, kamu vicdanında ağır suçlular ve vatan hainleri olarak
tescil edilmiş ve başta sabetaistler olmak üzere, dönme-devşirme, ateist ve
paganların ülke idaresinde yer almasının ne büyük riskler taşıdığı ortaya
çıkmıştır. Zira, tarih boyunca devlete ve millete ihanetle malul zevatın,
eninde-sonunda Türk olmadığı ortaya çıkmıştır. Mesele “asil kan” meselesidir.
Biline. Neyse, Sayın Denktaş’ın beyanlarını okumaya devam edelim: "Denktaş
AB'yi istemezdi" suçlamasına gelince. Bu konuda çok açıklamalarda bulundum.
Ben AB karşıtı değilim. Ancak, Rum''un AB müracaatının yasal olmadığını
savunmak benim görevimdir. Gayri meşru bir Rum idaresi, 1960 antlaşmalarını ve
anayasayı çiğneyerek, silahla elde edemediklerini elde etmek için AB''ne
müracaat ediyor. Dr. Küçük ve sonra da ben bu müracaatın geçerli olmadığını,
anlaşmalara ve anayasa ters, siyasi bir müracaat olduğunu savunduk. AB
Yunanistan''ın şantajına yenik düşerek bu müracaatı onayladı, yürüttü ve en
sonunda Rumların referandumda red oylarına rağmen Rum tarafını "Kıbrıs" adına
üye yaptı.
-
Bu yasa ve insanlık dışı süreçte AB''yi doğru
yola davet etmek, AB''ye halkımıza yaptığı haksızlığı ve adaletsizliği
anlatmaya çalışmak, Rum''un Yunan''ın oyununu izah etmek ve dengeler
oluşmadıkça Kıbrıs bir bütün olarak AB üyesi olamaz, aksi takdirde Türklerin
haklarını gasp edenlerle suç ortağı olacaksınız demek AB istememek mi? Sayın
Talat biliyor mu ki Fikirler Dizisine "önce anlaşma sonra AB" koşulunu
koyduran benim? Şimdi Sayın Talat Rum''un meşru hükümet olarak yaptığı
müracaata bağlı mıdır? Referandumda bize evet dedirtmek için her şeyi vadeden
AB üyelerinin 20 aydır yaptıklarına ve önümüze koydukları mazeretlere rağmen
Sayın Talat AB'nin bugünkü durumundan hangi beklenti içinde olabilir?
-
Sayın Talat KKTC''ne egemenliğe, Türk
Garantisine sonuna kadar sahip çıkacaksa ben ona benzemekten gocunmam. Ben
bunlara ölesiye sahip çıktığım için uzlaşmaz addedildim fakat umursamadım.
dolayısı ile bu konularda kim kime benzemiş önemli değildir. Önemli olan
devletimizi "benzetmeyelim", tarih önünde, devleti satan kişi olarak
damgalanmayalım ve halkın yüzüne bakamayacak durumlara gelmeyelim.
-
Bilgi için: Benim besmelem çocukluğumdan bu
yana her Müslüman’ın tekrarladığı besmeledir. Bundan başka bir besmele
olduğunu ve Sayın Talat'ın o başka besmeleyi kullandığını kendinden öğrendim.
Besmeleden başka Sayın Talat'ın bildiği yeni bir besmeleyi bilen biri varsa
lütfen bize de bilgi versin !.. (3)
-
Ada resmen el değiştiriyor. Olup bitenlere
bakılırsa durum bu. Buyurun size haber!
”Ada resmen el değiştiriyor.” Gidişata bakılırsa ve bu gidişat önlenemez ise,
KKTC’yi ABD’ye teslim ediyoruz ve Başbakanımız, Dışişleri Bakanımız taviz
yarışına giriyorlar. Yok Rumlara liman açılacakmış ama izolasyonlar
kalkmalıymış! Falan filan...
-
Altın vuruşun içini doldurmaya, ateşini
tutuşturmaya çalışıyorlar! Bunu böyle yapmaya mahkumlar elbette! Çünkü
Brüksel’e verilen sözler ve çıkılmak istenen bir cumhurbaşkanlığı makamı var!
O nedenle her şey mubah ve helal. Ama gelin görün ki adada 74 dipçiğini
yaşamış Rumlar var. Ne yaparsak yapalım Türklerden korkuyorlar. Hadım olduk,
hadım ettiler diyoruz yine de ya olmadıysa diyor! Emin olun tüm mesele bundan
ibaret. Rumlar Ankara’nın hiçbir milli siyasetinin kalmadığını, bunun taktik
falan olmadığına bir inansalar mesele kalmayacak. Bugünlerde Kıbrıs’ta direnen
tek şey bu milletin geçmişi! O geçmişin gölgesiyle ayakta durmaya çalışıyoruz.
Hepsi bundan ibaret!
- GİDİŞAT “TAKSİM” E Mİ?.
-
Son günlerde Kıbrıs sorunundaki gelişmelerde
ben kendi kendime soruyorum: Gidişat Türk politikasının üzerinde yıllardan
beri üzerinde durduğu taksim’ e mi?. Nereden bu kanıya vardığımı soracak
olursanız,önce Akel Genel Sekreteri Hristofyas’ın 1960 anlaşmalarına dönmenin
mümkün olmadığını söylemesi, ardımdan TC Dişişleri Bakanı Abdullah Gül’ün
Kıbrıs’a yönelik TC önerilerini açıklamasıdır. Bunların üzerinde biraz kafa
yorsak yeridir.
-
İkincisinden, yani TC önerilerinden başlayacak
olursak, bunun 1974 sonrasında Kıbrıs’ın kuzeyinde yaratılan sistemin kalıcı
olarak tanınmasına yönelik olduğunu görebiliriz. Biz bunun olmayacağı,
olamayacağı, daha da ötesi olmaması üzerinde düşünceler taşıyoruz. Neden
denirse bir kere güney Kıbrıs’ın, Uluslar arası tanımıyla Kıbrıs
Cumhuriyeti’nin buna ihtiyacı yok. Zorda olan TC’dir. Artık bir AB üyesi olan
Kıbrıs Cumhuriyetine liman ve uçak alanlarını açmak zorundadır. Bundan daha
fazla uzun zaman kaçınamaz. Ne kadar daha TC yetkilileri olaya kabul etme
yönünde yaklaşmasa da, Kıbrıs’ın kuzeyinde kurulan “devleti” tanıyacak TC
dahil bir devlet yoktur. Açıkçası 1974 sonrası burada yaratılan oldu bittiler
kabul göremez, görmeyecektir.. Olayda anlaşmalara ters yapılanlar ve hukuk
çiğnenmesi vardır. Bunun teferruatına inmek istemiyorum, onlar zaten
ortadadır.
-
Peki, TC bunu bile bile neden yeni öneriler
yaptı diyebilirsiniz. Canım bunlar yeni öneriler değildir ki, öyle üzerinde
uzun-uzun kafa yorulsun.. Bu öneriler çok önceden vardı, şimdi toplu olarak
allanıp pullanıp ortaya çıkarıldı.. Esasen, Türk siyasetinin Kıbrıs
konusundaki politikası 1974 sonrasında yaratılan sistemin devam etmesidir.
Bunun biraz kayıplarla olsa da tanınması, uluslararası toplumda kabul
görmesidir.
-
Biz bunun adına, kısaca ve öz olarak ‘varılan
nokta itibarıyla’ taksim diyebiliriz.
-
Şimdi birde olaya Kıbrıs Cumhuriyeti olarak
kabul edilen (Yunanistan’ın uydusu, kara para aklayıcısı, pkk destekçisi ve
apo yanlısı) Güney Kıbrıs açısından bakalım.
-
Kıbrıs Cumhuriyetinin nam çete devletinin
amacı ve çabası, özellikle 1974 sonrası Kıbrıs’ın kuzeyinde yaratılan sistemin
ortadan kaldırılması üzerine kurulmuştu. Bunun adı, (bu gün) bize göre olduğu
gibi onlara göre de işgaldi. Gerçi dünya bunu açıkça seslendirmiyordu ama,
hukuki anlamında yaklaşımı öyleydi. Hala da öyledir. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin
(haksız, hukuksuz ve dayanaksız olarak) AB’ne girmesi, TC’nin de bu yolda
oluşuyla olay daha bir netlik kazanmış,TC üzerinde baskılar daha bir
artmıştır. Açıkça TC Kıbrıs’ın kuzeyinde sınırları açmak, Loizudu olayında
olduğu gibi kararları kabul etmek zorunda kaldıysa, halâ daha da buna açık
durması da onun en büyük zorluklarıdır. Dolayısıyla TC bunu aşmak ve Londra
ve Zürich antlaşmalarına geri dönmek ve asla Kıbrıs’ı AB ile ilişkilendirmemek
zorundadır.
-
Mevcut hükümetin aslında yapması gereken de bu
idi Beceremedi.
-
Ama TC sınırları içinde yıllardan beri Kıbrıs
konusunda yaratılan hamasete dayalı kültür nedeniyle bunu öyle hukuk
kurallarına uygun olarak yapacak güçte hükümet yoktur, kolayına da olamaz.
Yapılabilecek olan mevcudu korumaya çalışarak bir yerlere varmaya çalışmak,
olmadı zaman kazanmaktır. Türk hükümetinin önerilerle yapmağa çalıştığı da
maalesef budur.
-
Bu gerçekler ışığında Kıbrıs Cumhuriyeti’nin
tavrı bize göre bunun tam aksi olmalı, bunun dışına çıkılmamalıdır.. Bu,
bırakın güney Kıbrıs halkını, Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşayan Kıbrıslı olarak beni
de ilgilendirir. Ve açık yazayım, CTP’ nin TC politikasına teslim olmasından
sonra bu tavır benim için daha bir önem kazanmıştır. Beklentim de TC
tekliflerinin hemen reddedilmesidir.. Aksi halde bunun üzerinde pazarlık bile
kabul etmek, yaratılan işgal rejiminin şımarmasını, ona istediği zamanı
kazandırma ortamını yaratacaktır.. Annan planını kabul etmeyen Güney Kıbrıs’ın
buna yanaşmasını kendi adıma düşünmek bile istemiyorum.
-
Biliyoruz, doğru olan da odur: Bir halkın
kurtuluşu kendi vereceği mücadeleden geçer. Ama acı gerçek 1974 sonrası
uygulanan politika ve dayatmalar sonucu, Kıbrıslı Türk bu oluşumdan yoksun
bırakılmıştır. Taşınan TC vatandaşlarıyla nüfus oranı ve demografik yapının
bozulması, CTP ile “devlet” kadrolarına gelen Cumhurbaşkanı Başbakan vs.
gibilerin Türkiye politikasına adapte olması, ülkede bu yönde mücadele
alanını en azından şimdilik imkansızlaştırdı.. Bel bağlanan Kıbrıs
Cumhuriyeti adına sürdürülen politikadadır. Ama görüyoruz ki bu politika da
Kıbrıs’ın güneyine ve tek halka dayalı politikayı sürdürmede beklenileni
vermeden uzak duruyor.
-
Evet.TC politikası ile Kıbrıs’ın kuzeyinde
“hıh” deyicileri,1974 sonrası burada oluşan sistemi kalıcı yapmaya
uğraşıyorlar.. Son Türkiye önerileri de buna yöneliktir.
-
Bakıyoruz, güney Kıbrıs’ta da buna karşı çıkma
ancak sınırlı ve zamana oynamanın ötesine geçemiyor. Haliyle Kıbrıslı Türk
olarak olanlar bize oluyor, gün geçtikçe tükeniyoruz.. Ve olmayacak şey
diyoruz ya, gelişmeler karşısında o olmasını istemediğimiz şey, aklımızda
olanıyla kokuyla bize o soruyu sordurtuyor: Gidişat taksime mi?!
-
Türkiye yeni bir Kıbrıs planı açıkladı. ABD
Dışişleri Sözcüsü Kıbrıs konusunda AB ile temas içerisinde olduklarına ve
Condoleezza Rice'in da MGK Genel Sekreteri Alpogan ile bir araya geldiğine
dikkat çekerek Annan Planı'na desteğini yineledi. İngiltere Dışişleri Bakanı
KKTC'ye gidiyor. AB-Türkiye Karma Parlamento Komisyonu eş başkanı Lagendijk,
"AB ve Rumlar Türkiye'nin önerisini olumlu değerlendirsin" dedi. Avrupa
Konseyi Parlamenterler Meclisi Kıbrıs raportörü "Rumların baskı yaptığını"
iddia ederek görevinden istifa etti.
-
Dünkü gazetelerden derlenen bu haberlerin
üstüne "AKP'nin DYP politika başarıları" hakkında masallar bina edilecek. O
masallar bir yana, kendimizi bildik bileli tekrarlanan "herkes bize karşı"
nakaratının -üstelik Kıbrıs konusunda- tersine dönmesi ve bütün
emperyalistlerin Türkiye'ye koltuk çıkması gerçekten ilgi çekicidir. Bir
şeylerin değiştiği kesindir ve buna ilişkin ipucunu ana muhalefet partisi (!)
CHP'den gelen bir açıklama açık etmiştir. CHP'ye göre Kıbrıs konusunda "şimdi
ABD ve AB'ye çok iş düşmektedir." CHP bunu olumlu bir durum saptaması olarak
dile getirmiştir!
-
Aslında daha fazlası da söylenebilir: İngiliz
sömürgeliğinden birkaç on yy önce kurtulan Kıbrıs'ın anahtarı milliyetçi
didişmelerle dolu bir sürecin ardından tepsi içinde emperyalistlere teslim
edilmektedir. Türkiye'nin Kıbrıs konusunda daha önce söylenmemiş önemli bir
unsur içermeyen önerilerinin gücü, arkasına emperyalistleri almasında yatıyor.
Türkiye bugünlerde taraftar buluyorsa, bu teslim törenine hazır olduğu
konusunda birilerine güven verdiği içindir. 1970'lerde Kıbrıs'ın sola
kaymasını durdurmayı birinci görev sayan emperyalizm, kışkırtmalar ve darbe
denemelerinin sonunda fiili bir bölünmenin ortaya çıkmasına göz yumarak
muradına ermişti. Aradan yıllar geçti ve bir süredir ABD, yüzü Ortadoğu'ya
dönük bir uçak gemisine benzeyen stratejik önemi haiz Kıbrıs fırsatını
yeterince değerlendiremediğini düşünmeye başladı.
-
Kıbrıs konusunda Annan planı dahil bütün
yaklaşımların ortak paydası küresel emperyalizmin adayı çıkarları uğruna
kullanma olanaklarının arttırılmasıdır. İngiliz üslerinin (dikelya ve agratur)
sorgulanması bir yana, yabancı askeri güçlere adada daha fazla rol tanınması
öngörülmektedir. (Yunanistan’ın da adada 50.000 askeri vardır. Ancak, bunu
kimse dillendirmeye ve çekilsin demeye cesaret edememektedir) Bu konuda ABD ve
AB'ye çok iş düşmenin ötesinde emperyalizm bölgemizde çok işler çeviriyor.
Türkiye'nin emperyalistlere güven veriyor olmasının arkasında ise büyük bir
paket var. Paketin içinde ülkemizin bütün sanayi kuruluşlarının, limanlarının,
dev rantlar anlamına gelen kent merkezlerinin satışı var. Ayrıca, ülkemizin
Ortadoğu'ya dönük bütün karanlık planlarda uslu bir asistan olarak tekmil
vermesi var. Türk Silahlı Kuvvetlerini emperyalizmin kullanımına tamamen
açması var… Şu hale nazaran Kıbrıs' ta Türkiye'nin inisiyatifi ele aldığı ise
kuyruklu bir yalandır. Ülkemizin, halkımızın ve bütün bölge halklarının
yararına bir inisiyatifin varlık koşulu vahşi kapitalizm ve emperyalizme karşı
müştereken tavır almaktır. (4)
-
Şimdi bir de, Kıbrıs’la ilgili olaylarda en
çok sözü edilen, sıkça adı geçen ve cadı kazanını kaynatan adamın durum ve
haline, cemaziye-i evveline bir bakalım. Bu Kofi Annan… Hatırlarsanız bir
zamanlar da aynı makamda Butros Gali oturuyordu. Aslen Mısır kökenli ve bir
Osmanlı vatandaşı’nın oğlu. Soydan Türk düşmanı. Namı diğer ‘Çingene Butros’
Bosna-Hersek katliamları ile insanlık dışı Srebrenica vahşet ve soykırımının
mimarı. Birleşmiş Milletler ve NATO’yu tartışılır hale getiren adam… İşte bu
da onun bir eşi. Bakalım, bu Kofi Annan neyin nesi?
- KOFİ ANNAN ve ARKASINDA Kİ GİZLİ GÜÇ
-
Kıbrıs’ın ve Türkiye’nin geleceğini
belirleyecek olan “Annan Planı” hakkında bugüne kadar sıklıkla yazılıp
çizildi. Fakat, kimse bu planı yazdığı “söylenen” Kofi Annan’ın kim olduğunu
araştırmak zahmetinde bulunmadı. İnsanlar çocuğunu emanet edecekleri bakıcıyı
bile özenle araştırırken koskoca bir ülkenin geleceği belirlenecek antlaşmanın
emanet edileceği şahsında kim olduğunun bilinmesi gerekli değil midir?”
-
Burada hemen bir gerçeği vurgulamak gerek.
Aslında “Annan Plânı” ne Annan ve de bir başkası tarafından değil, bizzat
Türkiye Cumhuriyeti’nin dönemin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil
tarafından oluşturulmuş bir plândır. Bu husus, 2005 yılı sonlarında açılan
İngiliz arşivlerinden çıkan belgelerinde görülmüş bir gerçektir.
-
Şimdi açıklamalara devam edelim: “Küresel
Kapitalizm için çok önemli planların gerçekleşmesi beklenen kritik yılların
Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği koltuğuna Kofi Annan adında daha
önceden adı sanı duyulmamış karizmatik, kibar görünümlü, Ganalı bir zencinin
oturtulması öteden beri ilgimi çekmiştir. Kofi Annan’ın resmi biyografisine
baktığımızda bu kadar hızlı yükselmesinin sebebini anlamak mümkün değil çünkü
Annan’ın kariyeri, bırakın büyük diplomatik başarılara atılmış imzaları,
baştanbaşa eline yüzüne bulaştırdığı başarısız görevlerle dolu. Zenci olduğu
için genelde Afrika ile ilgili görevlere verilen Annan Somali’deki görevinde
tam bir başarısızlığa imza atmış ve Raunda Katliamında ise göz göre göre gelen
felaketi önlemeyi becerememiştir.
-
Bu boyuttaki iki başarısızlığa yol açan bir
diplomat Birleşmiş Milletler başına geçmek bir yana işinden bile atılması
beklenirken sonuçlar başka oldu.
- Peki Annan gibi başarısız bir diplomatı dünyanın en prestijli
işine getiren güç neydi? Bunun cevabı için Kofi Annan’ın geçmişine bakmak
lazım. Evet Annan bir Gana vatandaşı ama sıradan bilinen türden bir Gana’lı
değil. Gana’yı esas olarak iki kabile yönetir. Fanteler ve Ashanteler. Bu iki
kabile İngilizlerin bölgeyi sömürgeleştirmesinden önce yüzlerce yıl boyunca
zor kullanarak bu toprakların hakimi olmuştu. Annan anne tarafından Fante baba
tarafından ise yarı Ashante yani Gana’nın seçkinlerinden biri olarak doğmuş ve
ayrıca Babasının bir kabile şefi olması dolayısı ile bir zenci
aristokratıydı. İngiliz sömürge yönetiminin sonlarına doğru bu kabileler yeni
yönetime oldukça iyi uyum sağlamış durumdaydılar.
- Annan’ın kabile şefi
babasına bölgenin kaynaklarını sömüren Yahudi Lever kardeşler şirketi yüksek
maaşlı bir müdürlük pozisyonu vermişlerdi (evet bu Lever þu an dünyanın en
büyük kimyasal-temizlik ürün şirketlerinden olarak bildiğimiz Lever).
Kofi Annan’ın babasının bir özelliği de Gana’nın en önde gelen masonlarından
olması. Kofi Annan ülkesindeki bu “seçkin” durumunun da etkisiyle Ford
Bursuyla Amerika’ya gönderildi ve mezuniyetinin ardından Birleşmiş Milletlere
girdi.
Kendi gibi Ganalı aristokrat olan güzel bir zenci hanımla evlenen
Annan’ın kariyerinin ilk dönemleri son derece sönük ve genelde Birleşmiş
Milletler Hesabına bozuk yemek ve kullanım tarihleri çoktan geçmiş ilaçları
insani yardım adı altında soydaşlarına dağıtmakla geçti. Kolay değil, Mason
Locası aksi takdirde ona hak etmediği halde verdikleri koltuğu ayağının
altından çekiverirlerdi.
Kofi Annan bir süre sonra çabuk bıktığı karısından boşandı ve son
derece “özel” bir kadınla ikinci evliliğini yaptı. Her başarılı erkeğin
ardında bir kadın vardır lafını haklı çıkarırcasına Annan ikinci evliliğinden
sonra bugün oturduğu koltuğa doğru müthiş bir hızla yükselmeye başladı. Bir
zamanların “önemsiz işler adamı” Annan bir anda Birleşmiş Milletlerin en
popüler ve gözde diplomatı haline geldi. Peki bu “özel” kadının sırrı neydi?
Ne tür bir sihirbazlık oyunu dönüyordu?
- Annan’ın ikinci eşi ilk karısının tersine son derece güzel,
sarışın bir İsveçli olan Nane Lagergren’dir. Bir ressam ve avukat olan güzel
bayan Lagergren’in amcası ise son derece ünlü birisi. Yahudiler tarafından
kahraman ilan edilen ve Spielberg tarafından çekilen filme konu olan şindler
gibi bayan Lagergren’in amcası da Yahudiler gözünde bir kahraman haline gelmiş
olan Raoul Wallenberg.
- Bugün Kudüs’te “Yahudi Soykırımında” ölenlerin anısına 1953
yılında inşa edilen Yad Vashem anıtının bulunduğu bölgede “Doğruların Caddesi”
adında bir sokak vardır. Bu sokağın her iki yanında Yahudilerin soykırımdan
kurtulmasına yardım eden 600 kişinin anısına dikilmiş ve her birinin üzerine
adları yazılı 600 ağaç sıralanmaktadır. Bu ağaçların birisi ise Kofi Annan’ın
karısının amcasının ismini taşır. Söylenenlere göre Raoul Wallenberg Macaristan’da 30 bin kadar Yahudi’yi toplama kamplarına gitmekten kurtarıp
sağladığı İsveç pasaportlarıyla İsrail’e göndermiştir.
- Bir mimar olan Raoul Wallenberg 1936’da yeni bir devlet kurma
çabası içindeki Yahudilerin giderek çoğalan göçlerle yerleştikleri Hayfa’ da
bir bankada çalışıyordu. Burada çeşitli Yahudi gruplarla temasa geçen Raoul
Yahudilerin davasına gönül vermiş ve İkinci Dünya Savaşı sırasında İsveç
Hükümetinin de desteğiyle bir çok Yahudi’yi kurtarmış olduğu söylenmekte.
Savaşın sonunda Sovyetler tarafından ajan olduğu gerekçesi ile tutuklanan
Wallenberg’ den bugüne kadar haber alınamadı. Sovyetler onun savaşta öldüğünü
söylerken İsveçliler ise hala hayatta olabileceğine inanmak istemekteler.
- Raoul Wallenberg adına kurulan dev bir insani yardım vakfı
özellikle Brezilyalı Yahudiler tarafından finanse edilmekte ve başta Kofi
Annan’ın karısı olmak üzere pek çok kişi bu vakfın üye listesinde. Bu listede
Yahudi kurtarıcılarından biri olarak ödüllendirilen (kendisi de Sabatayist
Yahudi kökenli olan) ve geçenlerde ölen 1944 yılındaki Rodos konsolosu
Selahattin Ülkümen ve bugün Birleşmiş Milletler Protokol Dairesinde çalışan
Mehmet Ülkümen gözümüze çarpan Türklerden. Diğer tanıdık isimlerden ise eski
Kıbrıs Rum Kesimi Cumhurbaşkanlarından Tassos ve Papadopulos ve Glafkos
Klerides.
- Herhalde bu isimlerin Annan’ın karısının “Yahudi Kahramanı”
amcasının anısına kurulmuş vakfa üye olmaları tamamen tesadüftür (!!!!!)???.
- Listenin tamamına bakıp şaşırmak isteyenler (www.raoul-wallenberg.org.ar)
- adresine bakabilirler.
- Bu Raoul Wallenberg adına kurulmuş bir de İnsan Hakları
Derneği bulunmakta. Bu dernek 2001 yılından beri İstanbul Bilgi
Üniversitesinde açtıkları merkezde Türk Hakim, Savcı ve Polislerine insan
hakları dersleri veriyor. Biz “Barbar” Türklere “insanlık” öğretmek için
canını dişine takan bu dernek ayni zamanda “Homoseksüellerin maruz kaldığı
ayrımcılık” konulu bir seminere de Türkiye’de ilk defa imza atmıştı. Bu
seminerde biz “Barbar Türkler” “medeni” olmamakla ve bazı “masumların”
birbiriyle sapık ilişki kurma haklarını engellemekle suçlandık.
- Bakın görüyorsunuz Yahudi ve İsveçli dostlarımız ülkemizde ne
kadar yararlı (!!?) işlerle uğraşmakta.
- Buraya kadar yazdıklarımıza “ ne var bütün bunlarda “ diye
tepki verenler çıkabilir ve haklıdırlar çünkü Kofi Annan’ın hikayesindeki esas
heyecanlı kısımlar bundan sonra başlıyor. Kofi Annan’ın karısının da bir
üyesi olduğu Wallenberg ailesi pek de sıradan bir aile sayılmaz.
- Yahudi kökenli bir aile olan Wallenberg’ler Avrupa’nın en
zengin ve güçlü ailelerinden. Son derece köklü ve eski zenginler olan
Wallenberg’ler İsveç ekonomisinin neredeyse yüzde 50’sini kontrol altında
tutmaktadırlar.
- Investor AB adındaki dev holdingleri aracılığıyla 9 milyar
dolarlık bir fonu kontrol ediyorlar.
- Astra Zeneca, ABB, Atlas-Copco, Electrolux, Ericsson, Gambro,
OM, Saab AB, Scania, SEB ve VM-Data gibi bir çok şirkette açık hisseleri ve
dünyanın pek çok yerinde gizli yatırımları bulunmakta. Kofi Annan’ın karısının
da bu milyarlarca dolarlık servetin ortaklarından birisi olduğunu söylersem
Annan’ın ne kadar şanslı bir adam olduğunu da çıkarabilirsiniz.
- Wallenberg’ler Koç Holding ve Sürenlerle de son derece sıkı
dostlar. Peter Wallenberg Rahmi Koç Milletlerarası Ticaret Odasının
Başkanlığında halef selef. Kapsamlı ticaret ve “biraderlik” ilişkileri
bulunmakta. Süren ailesine de zenginliklerinin kaynağı Transtürk’ü neredeyse
hediye edenlerde Wallenbergler.
- Bu ailenin en önemli özelliklerinden biri de kaybetmeyi hiç
sevmediklerinden her zaman çift taraflı oynamaları.
- Mesela İkinci Dünya Savaşında ailenin kahraman evladı Raoul
Wallenberg Macaristan’daki Yahudileri kurtarmaya çalışırken Wallenberglerin
bankası Enskilda Almanya’ya savaşı finanse etmesi için büyük çapta borçlar
veriyor ve kendi fabrikalarında imal ettikleri “SKF” top mermilerini Almanlara
veriyordu. Alman ordusunun top mermilerinin büyük çoğunluğunu Wallenbergler
üretmiştir.
- Günümüzde de uluslar arası pek çok ortamda Wallenbergler
oldukça etkindir. (Damatları sağ olsun) Mesela Ocak 2003’te Davos’ta Tayyip
Erdoğan, Abdullah Gül ve sağ kolları şeyh Sait’in torunu Cüneyt Zapsu (*) pek
çok kapitalist patrona Seehof Otelinde büyük bir yemek vermişlerdi ve Markus
Wallenberg de oradaydı. (Bu toplantı sonrası gecenin ilerleyen saatlerde
Victoria Otelinde Tayyip Erdoğan ile Uluslararası dolandırıcı ve spekülatör
George Soros gizlice görüşmüşlerdir).
- Konuyu toparlayacak olursak Yahudi >Lobisi ve Küresel
kapitalizmin desteğini karısı kanalıyla elde eden ve Mason bir Afrikalı kabile
şefinin oğlu olan başarısız ama karizmatik diplomat Kofi Annan kendisine
yazdırılan plan üstüne yapılacak Kıbrıs görüşmelerinde tarafların anlaşamadığı
yerlerin üzerini kendisi dolduracakmış. Siz olsanız Kıbrıs’ın ve Türkiye’nin
geleceğini böyle bir şaibeli adamın kalemine emanet eder miydiniz?
- Bir de sürekli olarak merak ettiğim konu da, Doğu Timor’un
babağımsızlığıdır. (Kofi Annan’ın tebrik için gittiği, öve öve bitirmediği
Doğu Timor).
- (*) Bahse konu Cüneyt Zapsu, Sevgili Cem Yaren’in ‘Kırım
Mektupları’ nda açıkladığı veçhile Korkut Özal’ın Demokrat Parti Genel
Başkanlığı sırasında, önce İstanbul İl Başkanlığı ve Genel Başkan Yardımcılığı
(+Genel İdare Kurulu Üyeliği) ve daha sonra Genel Başkan Vekilliği
görevlerinde bulunmuş ve Demokrat Parti’nin “ümmetçi ve Kürt’çü” bir partiye
iblâğı (dönüştürülmesi) konusunda olağanüstü çabalar sarf etmiş; Bunda
muvaffak olamayınca da, DP’nin AKP’ ye yamanması esas hedefleri arasında yer
almış bir kişidir. Endonezya’nın doğusunda üzerinde sadece
Timorların yaşadığı adada, petrol ve doğalgaz emareleri bulunduktan sonra
(petrol adanın Hıristiyanların yaşadıkları doğusunda bulundu), adada iç savaş
çıkartılmış (Hıristiyan-Müslüman savaşı) Hıristiyan örgütlerin sürekli kamuoyu
yaratması, maddi destek sağlaması (tesadüf Kıbrıs için de, Türkiye ve
Kıbrıs’ta da bu örgütler oldukça yüksek oranda paralar harcadılar) ve Kofi
Annan’ın canhıraş çabaları sonucu Timor adası; Doğu ve Batı Timor adı altında
iki ayrı devlet haline getirildi. Timor adasında aynı ırktan geldikleri, aynı
dili konuştukları halde sadece dinleri farklı olduğu için ve Hıristiyanların
sahip olduğu petrol ve doğal gazın Müslümanlarla paylaşılmaması için adayı
ikiye bölen BM neden dilleri, dinleri, ırkları farklı olan iki ayrı milleti
tek devlet haline getirmek için çabalamaktadır? Acaba Timor adasını bölen
zihniyetin Kıbrıs’ı birleştirmek istemesinin sebebi gene petrol-doğalgaz veya
bakır olabilir mi? (Madenler Hıristiyanların tarafında ise adalar bölünmeli,
Müslümanların tarafında ise adalar birleştirilmeli midir?)
-
Ülkemizi bazı hayaller ve kişisel menfaatler
uğruna satmaya kalkışanlara karşı neler yapmamız gerektiğini ortaya koyup
harekete geçmekte zaman kaybedersek, yarın hayallerin ötesinde bile
olamayabiliriz.”
-
Burada vurgulanan ağırlıklı çifte standardı 23
Ocak 2006 günü açıklanan bir gerçekle pekiştirmek istiyorum. Şöyle ki, anılan
tarihten itibaren Almanya ve Hollanda’ da “ana dil” ile konuşmak okul
bahçeleri, sokaklar, parklar, marketler ve kafe’ ler dahil “özel konutlar”
hariç olmak üzere her yerde yasaklandı.
-
Aynı AB 1983’den bu yana bize ana dilde yayın
dayatıyor. Oysa, Almanya ve Hollanda’da dahil olmak üzere bütün AB ülkelerinde
özellikle de Yunanistan’da 2005 yılında her türlü Türkçe yayın ve Türk sözcüğü
bütünüyle yasaklandı. Yunanistan daha da ileri giderek Haziran 2005’den
itibaren İyonya (Anadolu) nın işgal altında olduğu ve kurtarılmasına dair bir
kitap yazdırarak bütün okullarında tedrisata koydu. Bizim Milli Eğitim
Bakanlığımız Yunanlılar aleyhine olan bütün yayın ve yazıları okul
kitaplarından kaldırır iken, Yunanistan’da bu “Türkiye aleyhine” yayınlar
bütün şiddet ve ağırlığı ile devam etmektedir. İşte muhataplarımız budur. İyi
tanıyalım.
-
Yine bir parantezle hatırlatmak gerekir ki; AB
tarafından Türkiye’ye dayatılan kriterlerin hiç birisi kendi iç yapısında yer
bulmayan ve uygulanmayan niteliktedir. Bunların başında ana diller konusu yer
alır. Lütfen hatırlayınız, Yosi Bros Tito’nun ölümünden sonra AB’
Yugoslavya’yı parçalama ve paylaşmayı hedeflemiş ve ilk olarak: “Yakında
Yugoslavya yeniden yapılanabilir ve bu yeni yapılanmanın esası etnisite
olabilir. Bu nedenle bütün Yugoslav vatandaşları etnik kimliklerini nüfus
kütüklerine yazdırmalıdır” telkininde bulunmuştur.
-
Daha sonra AB komisyonu marifetiyle bu amacını
gerçekleştirmiş, Yugoslavya’ yı bölmüş, parçalamış ve dönem itibarıyla yakın
tarihin en büyük Türk ve Müslüman katliamı ve soykırımına neden olmuştur.
- Kıbrıs konusunda da işleyen süreç aynıdır.
- 1974 ‘Kıbrıs Barış Harekâtı’ hukuk-u düvele (uluslar arası
hukuka) göre meşru bir müdahaledir. Londra-Zürich ve Garanti antlaşmaları
gereği yapılmıştır. Kaldı ki, bu müdahale öncesinde, müdahaleyi zorunlu kılan
kitle katliamları, gasp, haksız işgal ve soykırımlar vardır. EOKA, ENOSİS’i
gerçekleştirme gayesi ile adayı ‘Türksüzleştirme’ politikası uygulamış ve
1961-1974 arasında Kıbrıs’lı soydaşlarımız dönemin en büyük, en hain ve
acımasız mezalimine maruz kalmışlardır. Bu tarihi bir vakıadır. Vahşet bütün
dünyanın gözü önünde cereyan etmiştir. Ortada unutulması mümkün olmayan izler
ve çok acı hatıralar vardır.
- Öyle ki, bazı zekâ düzeyi düşük, akılsız,nisyan ile malul veya
dış kaynaklı vatan hainleri güye Kıbrıs’ta bir “BARIŞ” çabası içinde görünür
gibidirler. Oysa, “BARIŞ” 1961 ilâ 1974 arasını kapsayan yılların sorunu idi.
O yıllarda Kıbrıs’ta barış değil, savaş, soykırım ve dehşet vardı. Avrupa
Birliği de buna, tıpkı BM gibi seyirci kalmıştı.
- Bu iki yüzlülük ve çifte standart yüzünden, Kıbrıs’a barış,
her iki toplum için huzur ve istikrar getiren Türk ordusu; Daha savaş sürerken
ülkemiz solcuları, gerici, yoz ve yobazları, daha sonrada AB tarafından
‘işgalci’ olarak nitelenmiştir. Oysa, Türk ordusu orada yalnız Türk toplumu
için değil, Rum toplumu için de barış, istikrar ve huzurun garantisidir.
- Gelelim bu günkü plâna.
- Hükümet tarafından çok yeni ve iyi bir şeymiş gibi ileri
sürülen paket, zaten ilk aşamada Rum yönetimi tarafından olumsuz karşılanmış
ve red sinyali verilmiştir. AB’ nin ve ABD’nin sıcak bakıyor görünmesi ise
tamamen bir hile zaman kazanma taktiği ve desisedir. Ortada samimiyet yoktur.
Apaçık bir aldatmacadır. Bu plân ile Türk hükümeti’ de hem halkını ve hem de
kendini aldatmaktadır.
- AB ve Yunanistan tarafından oynanan oyun Yugoslavya
benzeridir. Ek protokol’ ün TBMM’de onaylanması ile her şey sona erecek ve
Kıbrıs’ta yine eskiye (yani 1974 öncesine) dönülecektir. Kör olmayan herkes
bunu bilir. Bu girişim, Kıbrıs’ta savaş, kan, katliam, soykırım, intikam ve
gözyaşına davetiye çıkartmaktır. Gaflet ve dalâlet ancak bu kadar olabilir.
- Peki sonra ne olabilir ? Söyleyelim:
- KKTC ortadan kalkar. Türkiye’nin, Atatürk’ün vasiyeti olan
Milli Davası sona erer. Barış dönemi biter. Türk Ordusu geri çekilir ve orada
önce bir sindirme harekâtı, daha sonra da katliam başlar. Daha, 1974 öncesi
mezalim, kan ve katliamlarının hesabı sorulmadan bir yenisi başlar. Hem de bu
defa, kendi ellerimizle ve bir takım çifte uyruklu vatan hainleri vasıtasıyla
AB üyesi yaptığımız “Güney Kıbrıs Rum Çete Devleti” tarafından. Türkçe
konuşmayı, okumayı ve Türk adının kullanılmasını yasaklayan ebedi ve sinsi
düşman Yunanistan tarafından. Ki, bu Yunanistan’ın Batı Trakya mezalimi, AB
üyesi olmasına rağmen bütün şiddetiyle sürmektedir.
- Konuyu bütün yönleri ile anlayabilmek ve kavrayabilmek için
biraz daha irdelemekte ve incelemekte yarar var. Dünkü ‘Milli Dava Kıbrıs’
neredeydi, şimdi, bu gün nerelere geldi. Tarihi olaylar ve gerçekler nedir.
Hele bir bakalım:
- “Kıbrıs, Büyük ATATÜRK' ün "Güneş Dil" teorisinde belirtildiği
üzere; Evveli Türk-ahiri Türk ve 1878'e kadar 300 sene 8 ay ve 19 gün resmen
Türk hakimiyetinde kalan, Anadolu'nun ayrılmaz parçası ve mütemmim cüzü olan
bir vatan toprağıdır. Hattâ jeolojik olarak binlerce sene önce İskenderun
körfezinden koparak bu günkü yerine kaydığı; Diğer bir efsaneye göre de, bir
vakitler Anadolu ve Suriye ile birleşik Atlantis yurdu (kıtası) iken, (gurur
ve kibirden ileri gelen) malum felâket sonucu bağlantıların çökerek yere
battığı ve Kıbrıs’ın doğal bir uzantı biçiminde yerinde kaldığı söylenir.
Yani, Kıbrıs’ın her hal-û kârda ana karası Anadolu’dur.
- Ada, 1878'de II. Abdülhamit Han tarafından İngilizlere üs olarak
kiralanmış (Agratur ve Dikelya) ve bu hak 1923 Lozan anlaşmasına kadar sürmüş,
bu tarihten itibaren İngiltere ye şartlı olarak terk edilmiştir.Şart,
İngiltere hakimiyetinde kalması, aksi taktirde yerel halka terk edilmesinden
ibarettir.
- Tarihi süreç yönünden Yunanistan'ın Kıbrıs üzerinde hiç bir
hakkı ve hukuku yoktur. Ancak, Türkiye'nin 1923 - 1950 yılları arasında
(gündeminde) aktif bir Kıbrıs politikasının olmayışından kaynaklanan ve
Rumların "megalo-idea" ve "akritas planı" çerçevesinde önceleri sinsice,
sonraları açıkça yürüttükleri işgal, ilhak ve genişleme (emperyalist)
eylemlerine ve uluslar arası hukuka aykırı tutum ve davranışlarının bu boşluğu
doldurmasına dayanan fiili bir durum vardır. Bu durum 1950’ye kadar böyle
devam etmiş ve terörist Yunan örgütleri adada perçinlenmiştir.
- 1950 yılında Türk hükümeti Kıbrıs’ı gündemine almış, bir-kaç
yıl içinde TMT’ yi örgütlemiş, adadaki soydaşlarımızın korunması ve belirli
bir statüye kavuşturulması için başta İngiltere ve Yunanistan olmak üzere, BM
ve NATO dahil sorunu uluslar arası forum ve plâtformlara taşımıştır. Bu
diplomatik atak ve mücadele aralıksız olarak 1959’a kadar sürmüş ve nihayet
19.Şubat.1959 tarihinde Kıbrıs konusunda, Londra müzakereleri anlaşma ile
sonuçlanmış; Hattâ, Başvekil Menderes antlaşmayı London Clinic adlı hastanede
imzalamıştır.
-
Böylece, (Londra, Zürich ve Garanti Anlaşması
ile) Türkiye Garantör Devlet sıfatını kazandı. Menderes hastaneye gelen Papaz
Makarios’u kabul etmedi. Londra Antlaşması ile İnönü’nün imzacı olduğu Lozan
Anlaşması’nın 16. maddesi ortadan kaldırılarak, “Türkiye’nin üzerinde hak
iddia etmekten vazgeçtiği Kıbrıs’a, Ankara tekrar ortak ve taraf oldu” ve
Kıbrıs tekrar “Milli Dava” haline geldi.
-
Dönem Hükümeti’nin Kıbrıs konusunda iki önemli
dayanağı vardır. Bunlardan birincisi; ATATÜRK’ ün: “Efendiler, Kıbrıs düşman
elinde bulunduğu sürece ikmal yollarımız tıkanır. Kıbrıs’a dikkat ediniz. Bu
ada, bizim için çok önemlidir.” (Ahmet Tolgay, Cumhuriyet Meclisi Üyesi ve
Kalem Müdürü – Lefkoşe) Tarzındaki vasiyet ve buyruğu, diğeri ise; Ada’ da
yüzyıllardır yaşayan Türk kardeşlerimiz ve onlarla birlikte Kıbrıs’ın taşıdığı
jeo stratejik önem ve değerdir. Başvekil Menderes, bu konuda tam bir beka ve
basiret sahibidir. Bu sıfatla; (MENDERES): “Biz milli menfaatlerimizi
Kıbrıs’ta müdafaa edemeyecek olursak anavatanın, hacet hininde (gerektiği
zaman) müdafaasında tekasül (gevşeklik) göstermek gibi bir vaziyete düşeriz.
Misak-ı milli dışında dahi Türk vatanı ve menfaatleri müdafaa edilmektedir.
Kıbrıs’ın büyük manâsı budur.” Demek suretiyle; Bu gün göz ardı edilen gerçeği
bütün çıplaklığı ile gözler önüne sermiştir.
-
1974 harekatına imkân veren Londra-Zürich ve
Garanti antlaşmalarının mimarı ve "Kıbrıs Milli Davasının sahibi" Demokrat
Partidir. (Bayar, Menderes, Zorlu) Uluslar arası kabul ve onaya sahip bu
anlaşmaların esası, iki toplumlu ve eşit haklara dayalı bir federasyon ve iki
kurucu devlet amacı, espri ve yaklaşımına dayalıdır.
-
Varılan nokta itibarıyla bu anlaşmalar çok
büyük bir tarihi başarı olup; Lozan anlaşmasına rağmen Türkiye’ye sürekli bir
hak ve hattı hareket imkânı sağlamıştır. Öngörülen amaç ve tam bir
kararlılıkla uygulanan strateji gereği, asgariden aynı görüş muhafaza edilerek
atide (gelecekte) Yunanistan ve AB yanlısı girişimlerle bu garantörlüğün
izalesine kesinlikle izin verilmeyecek ve yürütülen görüşmelerden olumlu sonuç
alınamaması halinde "ilhak" politikası devreye sokulabilecekti. Hazırlanan
ortam buydu. Aksi takdirde, tarihi hakların hiç birisinden vazgeçilmesi
düşünülmedi. Düşünülemezdi. Türkiye ile Kıbrıslı Türk kardeşlerimizin lehine
olmayan hiçbir anlaşma ve uygulama kabul edilemezdi. Rıza gösterilebilecek
nihai çözüm ise; Mevcut topraklardan kesinlikle taviz verilmeksizin "taksim"
veya “ilhak” dı.
-
1974 “barış harekâtı” bu ortam ve yasal imkân
kullanılarak haklı, doğru ve uluslar arası meşruiyeti varit bir müdahale
biçiminde yapıldı. Zamanın ve müteakip dönemlerin aciz ve zavallı hükümetleri
yanlış yapmasa idi; Bu gün Kıbrıs’ın tamamı Türkiye’nin olabilir ve yaşanan
bunalım ve buhran pekalâ ortadan kalkabilirdi. Fakat, harekâtın yarım
bırakılması, istikrarlı ve tutarlı bir politika izlenmemesi, nihayet AB ile
yapılan Gümrük Birliği anlaşmasında Kıbrıs konusunda taviz verilmesi “Milli
Davayı” baltalamış ve birbirini takip eden ihanetler sayesinde bu günlere
kadar gelinmiştir.
-
Kıbrıs tarihinin efsane isimlerinden Doktor
Fazıl Küçük ve Dr. Rauf Denktaş yukarda açıklanan ve Atatürk’ün ortaya koyup
Menderes’in hayata geçirdiği politika’ nın sadık ve samimi müdafileridir.
Doktor Fazıl Küçük neyse ama, bu süreçte tam bir vefa ve fedakârlık örneği
veren Rauf Denktaş çok rencide edilmiş ve Kıbrıs davasına büyük oranda zarar
verilmiştir.
-
Özellikle, Annan plânının oylamasında
üstlenilen risk, gün alma pahasına tekrar tekrar verilen taviz ve ivazlar,
bugün itibarıyla davayı rayından çıkartmış ve içinden çıkılmaz hale
getirmiştir. Dahası, Kıbrıs’ın BOP ve BİP projelerinde odak noktası haline
getirilmesi, stratejik önemini kat be kat arttırmış ve her ne pahasına olursa
Türkiye’ den kopartılması hedeflenmiştir.
-
Bu arada yaşanan bir de “T. Loizidou' ya
tazminat SKANDALI” vardır. Hükümet burada tam bir zaaf ve gaflete düşerek çok
büyük bir yanılgı ile malûl olmuş şiddetli bir baskı, kişisel zafiyet veya
menfur taahhütlerden dolayı boyun eğme, icbara icabet döneminin en büyük
hatasını yapmasına neden olmuştur. Gerçekte, Türkiye ve KKTC halkına ihanetin
başka bir boyutu da budur. Dayatılan antidemokratik, ahlâksız, adaletsiz ve
hukuksuz sürece kati teslimiyetin “utanç ve hicap belgesi” budur. Bu konuda
gösterilen zafiyet, Türkiye Cumhuriyetini hacir altına sokmuş ve adeta
geleceğini ipotek altına almıştır. Bedel, maalesef bu kadar büyüktür.
-
Mevcut hükümetin yürütmek zorunda ve hattâ
mecburiyetinde kaldığı Kıbrıs politikası adeta bunun eseridir.Aslında bu dava
düzmecedir. Mizansendir. Uyduruktur. Hiçbir hukuki değeri ve dayanağı yoktur.
Aynı zamanda AB’nin iki yüzlülüğü, insanlık dışı çifte standart uygulaması,
art niyeti ve Türkiye’ye karşı açık kin, derin husumet ve açık düşmanlığının
bir belgesidir. Keza AİHM (?) nin, bir mahkeme değil, siyasal bir tiyatro
olduğunun da apaçık göstergesidir. Hukukla ilişkilendirildiği taktirde ise,
hukukun ve adaletin utancıdır.
- Lâkin kabahat onlarda değil, ne yazık ki gaflet ve dalâlet içinde olan
bizim siyasilerimizdedir.
- T. Louzidio davası ve meselesi ana hatları ile şöyledir:
“Dönemin Türk Hükümetleri tarafından 1963’den bu yana uygulanan Kıbrıs
politikalarında istikrarlı, azimli, ilkeli, onurlu ve kararlı bir politika
izlenmemesi sonucu bazı olumsuzluklar yaşanmış ve dava derinden yara almıştır.
Örneğin, ülkemizin yakın gelecekte karşı karşıya kalabileceği” Ermeni Soykırım
İddiaları” ile Rum taleplerine mesnet teşkil edebilecek “lozidu” davasıdır. Bu
davanın,(Güney Kıbrıslı Rum T. Loizidou) özellikle hatırlanması, incelenmesi
ve sürekli gündemde tutulması gerekir. İşte olayın ayrıntıları: Halen
(sayemizde) AB üyesi Güney Kıbrıs Rum tarafı (Bebek katiline kol kanat geren
ve pasaport veren) vatandaşı olup: 1974 barış harekatı nedeniyle taşınmazları
KKTC sınırları içinde kalan (davacı) Titiana Loizidou' nun AİHM' ne açtığı
dava hukuk usulüne aykırı atıl ve “mesnetsizliği ve zorunlu iç hukuk
yollarının tüketilmemiş olması nedeniyle” esastan muattaldır. Mahkemenin
davayı kabulü kabil olmadığı halde; Türkiye de mevcut dönem Hükümetleri 'nin
zafiyetle malul, baskıya boyun eğen ve kişisel bazda devleti temsil kabiliyet
ve kudretinden yoksun olması ile AB' nin Rum-Yunan yanlısı çifte standartlı
iki yüzlü-dönek politikaları nedeniyle bu dava, ne yazık ki AİHM’ de görülmüş
ve doğal olarak ülkemiz aleyhine sonuçlanmıştır. Şekil ve safahat olarak çok
standartlı AB' nin yüz karasıdır.
-
Hükmedilen tazminat iyi hesaplanmış, böylece
Türkiye'nin ekonomik olarak çökertilip KKTC'nin yok edilmesi amaçlanmıştır.
Oysa, fiilin vukua geldiği tarih ile 1987 yılında kabul edilip, 1989 yılında
yürürlüğe giren AİHM ile "Ekonomik ve Sosyal Haklar Sözleşmesi" arasında geçen
süre yönünden (diğer karineler dahil) davanın "kabulü kabil olmaması"
nedeniyle talebin reddi gerekirdi. Zorunlu şartlar bazında, iç hukuk
yollarının bütünüyle tüketilmediği cihetle dava, muhataplık yönünden
dayanaktan yoksun, mesnetsiz ve yok hükmündedir. Ne usulen görülme olayı ve ne
de sonucu, Türkiye'yi bağlamamaktadır. Dahası, zorunlu bir yasal kural olan
"iç hukuk yollarının tüketilmesi" hususunda KKTC nezdinde hiç bir başvuru
yapılmamış, esasa uyulmamış, uygulanmaya tevessül edilmemiş ve dava açmanın
gerekli kıldığı şartlara kesinlikle riayet edilmemiştir. Teşebbüsün hukuki ve
siyasi yönden karar, emsal ve karine değeri yoktur. Bu vahim, küstah ve
düşmanca tavır ve nihayet ortaya çıkan tablo; Tam bir vatana ihanet belgesi
olan GB anlaşması ile başlatılan süreçte çok sinsi, meşum ve hain bir
pazarlığın sonucudur. Annan Planı da böyledir. Nitekim, bahusus dava da
Türkiye yi, esas adı Athena Diamandis (Deniz Akçay, emekli bir generalin oğlu
T. Akçay' ın eşi) olan bir rum asıllı Avukatın temsil ettiği hayret ve dehşet
verici bir gerçektir. Kaldı ki, Dışişleri Bakanlığı bundan üç yıldan bu yana
haberdardır.
-
Burada en önemli unsur; Londra-Zürich ve
garanti anlaşmalarının çiğnenmiş ve yok sayılmış olmasıdır. Bu affedilmez bir
ihanet, suç, gaflet ve dalalettir. Özellikle, Uluslar arası Ceza Mahkemesinin
kuruluş sürecinin ivme kazandığı bir aşamada, geçmişten intikal böyle bir
tuzağa düşmemek ve Avrupa Komisyonu marifetiyle tehir-temlik ve/veya bütün
sonuçları ile ret yolu seçilebilir ve Lahey Yüksek Adalet Divanına
gidilebilirdi. Ancak, Dışişlerinin başta Fransa olmak üzere bazı karşıt
güçlere boyun eğerek, her ne pahasına olursa olsun AB yolunu tıkamamak
pahasına buna evet dediği anlaşılmaktadır. Böyle bir anlayış ve yaklaşım çok
yanlıştır. Özellikle bu kertede ve 14 Aralık seçimleri arifesinde Sayın
DENKTAŞ ve Milli Kıbrıs davasını sabote etmek anlamını taşır. Maalesef maksat
hasıl olmuştur. Kararın emsal teşkil etmeyeceğine dair AB komisyonu ile
yapılan sözde tehir ve temlik mutabakatının hiçbir hukuki ve fiili değeri
yoktur. Aldatmacadır. Çok tehlikeli bir tuzaktır.
- Hasılı, Loizidou'nun AİHM' ne başvurusu atıl, muattal ve yok
hükmündedir. Bu menfur, sinsi, şaibeli ve meş'um bir oyun, hain bir tuzak ve
düzenden ibarettir. Hiç bir hukuki dayanağı ve ahlaki yanı yoktur. AB-rum-yunan
üçlüsü tarafından Türkiye bir tuzağa düşürülmüş ve oyuna getirilmiş, Dışişleri
Bakanlığının görevi ihmal, bürokratlarının da gaflet, cehalet ve
basiretsizliğinin kurbanı olmuştur.
- Bu tarihi yanılgı, takipsizlik ve sorumsuzluk nedeniyle; Türk
milleti ve KKTC halkı vesayet ve taahhüt altına sokulmuş, meşru ve yasal
KKTC'nin geleceği ipotek altına alınmış, onurumuz kırılmış, yasa dışı ve gayri
meşru güney Kıbrıs çete devleti adeta tanınmış, Ordumuz işgalci konumuna
düşmüş ve AİHM' nin haksız, hukuksuz, dayanaksız ve mesnetsiz kararı kabul
edilmek ve para cezası "hukuka aykırı olarak" ödenmek suretiyle emsal
yaratılmış ve "TC Devleti" ile KKTC Devletinin hükümranlık hakları ile
saygınlık ve bağımsızlığına halel getirilerek, gelecekleri ipotek altına
sokulmuştur.
- Bahse konu tasarruf ulusal, yasal ve anayasal bir suçtur. TCK'
na göre vatana ihanetle eş değerdedir. Emsal bir suç da Gümrük Birliği
anlaşmasının akılsız ve sorumsuzca imzalanarak, Türkiye nin yüzlerce milyar
dolar zarara uğratılmasıdır. Yetkili ve sorumlu milli taraflar buna kayıtsız
kalmakla, aynı ihanet suçunu paylaşmış olmaktadır. Bu gün çekilen cereme ve
sıkıntı ile 1995 den günümüze yaşanan krizler bahis konusu sorumlu görünen
sorumsuzlar yüzündendir. Şimdilerde yaşanan da, tıpkı "gümrük birliği
anlaşmasının imzası gibi" yavru vatan Kıbrıs ve milli Kıbrıs davamızı riske
eden/baltalayan sorumsuz ve "şahsi bir" davranış biçimidir. Sorumluluk
Hükümete, Milli davaları özen ve önemle takip etmeyen ilgili Bakana ve Aziz
Türk Milletine içten içe husumet besleyen dönmelerle bunların eş ve
yandaşlarına (dahili bedhahlara) aittir. Bu atalet, su-i niyet kaynaklı
korkaklık, zafiyet ve skandal asla ve asla devlete maledilemez. Bu nedenle:
Başta C. Başkanımız, Yüksek Yargı Başkanları, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı,
Türk Tarih Kurumu ve diğer yetkili, ilgili ve sorumlular ile Atatürk
Cumhuriyetinin Baş Savcılarının bu işin peşini bırakmaması gerekir. Ayrıca,
Sırbistanlı Rumların Belgrat Barosuna vaki başvurusu Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesine intikal ettiği ve bu süreçte Dışişleri Bakanlığı davanın men ve
belânın def’i hususunda tedbir almadığı taktirde bu defa ilgili bakan
“Abdullah Gül” mutlaka ve derhal istifa etmelidir” denilmiş idi. Fakat, bir
şey olmadı.
- Süreç, Türkiye aleyhine gelişen seyrini sürdürdü.
- Oysa, dış politikada mütekabiliyet aramamak, vatana
ihanettir.
- Yine o dönemde “KIBRIS Konusunda Çözüm Önerileri” adı altında bir takım
öneriler açıklanmış ve yönetimin dikkati çekilmeye çalışılmış idi. Fakat,
mevcut ve mer’i yönetim, “Bunlar aralarında karar verdiler, ne pahasına
olursa olsun eninde sonunda Kıbrıs’ı alacaklar” saplantısında olduğu için bu
önerileri kaale almadı ve kendisinden başka kimseyi dinlemedi. İşte, o dönem
itibarıyla dile getirilen öneriler:
- “Konuyla ilgili olarak ilk iki makalede (8 ve 9) açıklanan tarihi gelişim
süreci ve müteakip dönemde, müktesep haklara rağmen yapılan hatalar ile buna
paralel olarak gelişen olaylar nedeniyle muhatap olunan sıkıntılar had safhaya
ulaşmış ve şu an için çok kritik bir noktaya gelinmiştir. Diğer bir anlamda,
zamanın DP Hükümeti tarafından Lozan anlaşmasının 16. maddesine rağmen elde
edilen büyük başarı ve 35 yıllık bir aradan sonra yeniden Kıbrıs’ın “milli
dava” noktasına taşınması (büyük bir kazanım) olayı, bir çırpıda yok edilmiş,
kaybedilmiş ve adeta umutsuz çırpınışa dönmüştür.
- Şimdilerde ise adım-adım Sevr’e dönüş çabaları gözlenmektedir.
- Zira, 1958-59 yıllarında Dikelya ve Agratur üslerini tutmaktan
ve korumaktan başkaca bir şey düşünmeyen sömürge imparatorluğu İngiltere “ada”
nın zamanla kazanacağı önem ve değerin farkında idi. Derken beklenen oldu. Bu
gün için Kıbrıs BOP ve BİP’ in çıkış noktası ve “olmazsa olmaz” müstenidadı,
jeostratejik (dayanağı) sıçrama tahtası, şer ve şeytani güçlerin nokta-i
istinadı haline gelmiştir. Bu uğurda ve adanın güneyde kurulu yeni AB üyesi
çete/mafya devletini, kirli emel ve insanlık dışı çıkarları için rahat
kullanabilmek amacıyla; Türkiye’nin himayesinde görünen-bilinen ve tam olmasa
bile hasbelkader “hukuk devleti” sayılan KKTC’ni yok etme çabası ağırlık
kazanmıştır.
- Yani, mevcut AKP hükümetinin de âli gayretleri ile bu “Milli Dava” alenen
kaybedilmek üzeredir.
- Başta İsmet İnönü (1948-1950,1963) olmak üzere,dahilde;
Süleyman Demirel, Mesut Yılmaz, Tansu Çiller, Murat Karayalçın ve Deniz
Baykal, hariçte Baba-oğul Bush’lar, Butros Gali, (BM) Kofi Annan ve Klodya
Roth’un (AB) çocukları bu davayı AB, ABD, İngiltere ve Yunanistan’ a peşkeş
çekerek, milli kahraman Rauf Denktaş’a rağmen bitme noktasına getirmeye
muvaffak olmuşlardır.
- Üstüne üstlük 2004 yılında oylanan Annan plânı, esas itibarıyla Yunanlı
Rumlar tarafından hazırlanmış; Akritas plânı, megalo idea, Enosis ve eoka
idealleri ile örülmüş-dokunmuş, önsözü de Kofi Annan’a yazdırılmış bir “Yunan’
a ilhak” ve apaçık Türk’e ihanet projesidir. Projenin arkasında ABD ve AB
desteği vardır. Buna rağmen referanduma sunulmuş her iki tarafça oylanmış ve
güneyin reddine rağmen Türk tarafınca “evet” verilmiştir. Ne için ve ne
karşılığında ? Sözde, ambargoya son verileceği, izolasyonların, siyasi ve
iktisadi ablukanın kaldırılacağı, ekonomik, ticari ve siyasi tedbirlere “yeter
artık” denileceği, KKTC’nin önünün açılacağı, dahası AB’den yardım ve destek
yağacağı vaatleri (yalanları) ile... Peki sonuçta ne oldu ? Tabii ki hepsi
boşta kaldı. Aradan geçen uzunca bir süreye rağmen hiçbir müspet gelişme
olmadı. Lâkin, Türkiye’nin köşeye sıkıştırılmasına devam olundu. AB’nin niyeti
açıkça anlaşıldı. Yunanistan’ın sinsi plânları ortaya kondu. Hem de Ege’den
tutun, Batı Trakya’ya, Türkiye’ye AB tarafından verilecek bir takım kredi,
destek ve hibelerin engellenmesine kadar pek çok baskı ve tehditle birlikte.
- Bu zafiyetle başlayan süreçte bakınız neler-neler oldu?
-
Güney Kıbrıs’taki Türk mirası, Türkiye’nin ve
KKTC yönetiminin gözleri önünde neredeyse bütünüyle tahrip ve yok edildi.
Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin (GKRY), topraklarındaki Türk ve Osmanlı kültürel
mirası 16 cami, 1 hamam, 2 çeşme ve 1 tekke-türbeyi yok ettiği belirlendi.
Cumhurbaşkanlığı Siyasal ve Kültürel Araştırmalar Danışmanı Ahmet Okan,
Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Hasan Erçakıca ile (Temmuz-2006’da) düzenlediği basın
toplantısında, KKTC Cumhurbaşkanlığının Güney Kıbrıs'taki Osmanlı ve Türk
kültür varlıklarının durumuna ilişkin araştırması hakkında bilgi verdi.
-
Okan, mezarlıkların büyük bölümünün tarım
arazisi olarak kullanıldığını, eski eser kapsamına giren hamamların ise ya
tamamen yok edildiğini veya da çok kötü durumda bulunduğunu bildirdi.
-
KKTC Cumhurbaşkanlığının Güney Kıbrıs'taki 140
yerleşim biriminde yaptığı araştırmaya göre, ziyaret edilen toplam 102 caminin
16'sı artık yok. Camilerin 14'ü kötü durumda, 47'si ise bakımsızlıktan
dökülüyor. Durumu iyi bulunan camilerin sayısı sadece 25. Evet, bu gün dahi
Güney Kıbrıs’taki Türk kültür varlıkları “tam bir art niyet, kasıt ve
hıyanetle” yok edilmekte, Türk-İslâm ve Osmanlı izleri haince silinmektedir.
-
Tespit edilen 148 mezarlığın sadece 3'ü iyi
durumda bulunurken, mezarlıkların 43'ünün yok edildiği, 93'ünün çok kötü
durumda olduğu belirtilmektedir.Türk evlerinin durumu ise daha da feci
durumdadır. Lefkoşa'da 5, Baf'ta 20 ve Larnaka'da sadece 1 evin durumu iyi
olarak tespit edilmiştir. İyi durumda Türk evi bulunmayan Limasol' daki 28
evin 5'i yok edildi, 23'ü bakımsız.
-
Okan, bu araştırmanın, Rum yönetiminin
kültürel miras üzerinden siyasal bir fayda temin etmeye çalışmasından ‘duyulan
rahatsızlık ve derin endişeden dolayı’ yapıldığını ve amacın gerçekleri ortaya
koymak olduğunu kaydetti.
-
Buna mukabil, Rumların çeşitli şekillerde
Kuzey Kıbrıs'taki kültürel mirasın yok edildiğine dair uydurma yayınlar
yaptığına işaret eden Okan, iyi durumda olan ve Rumların ibadetine açılan St.
Mamas Kilisesinin eski görüntülerini yayınlayarak yalana dayalı propaganda
yapıldığını kaydetti. (12)
-
Oysa, bir yandan AB, diğer yandan Yunanistan
baskısı altında ne yapacağını bilemeyen KKTC hükümeti; 1974’den sonra hukuki
ve doğal bir hak olarak değiştirilen Yunanca köy, mahalle ve sokak isimlerini
tekrar hayata geçirmek gibi, çok vahim bir hatayı icra etme gafletine düşmüş
bulunmaktadır. Bu durum utanç ve hicap vericidir.
-
Peki, bütünü ortaya çıkan ve hiçbir saklısı
gizlisi kalmayan bu hedef ve hainane amaçlara karşın Türkiye ne yapmalıdır?
-
Öncelikle, Londra-Zürich ve Garanti
anlaşmalarına bir kez daha halel getirilme’ mesi çok önemli ve zorunludur.
Yeterince ve gereksiz yere pek çok taviz verilmiştir. Artık yeter. Bundan
sonra taviz ve ivaz vermek vatana ihanetin daniskası olur.
-
Hazırlanmakta olan Annan plânının yeni
versiyonu rum tarafına daha çok hak ve imkân sağlamaya ve KKTC’ni bütünüyle
tarihten silmeye yöneliktir. Artı, daha önceki plân Türk tarafınca uygun
görülmüş ve onaylanmış olmakla; KKTC için bu süreç sona ermiştir. Artık böyle
bir tuzağa düşmek enayiliktir. Aklı başında hiçbir Türk bu tuzağa
düşmez.Ancak, Kapitalist ve emperyalist AB ve ABD’ nin uşakları ve Türkiye
düşmanları bundan müstesnadır.
-
Velev ki, bundan sonra her hangi bir müzakere
yapılacaksa bile:
-
1. KKTC’nin bütün dünya ve İslâm alemi
tarafından tanınması ve müstakilen AB’ye alınması, (1959-60 anlaşmaları
gereği) aksi taktirde GKRC’ nin, bir kasıt ve ihanet sonucu uluslar arası
hukuka aykırı olarak iktisap ettiği AB üyeliğinin fesih ve iptali için, Lahey
Yüksek Adalet Divanı’na başvurmak dahil her yola başvurulması,
-
2. Türk tarafının toprak bütünlüğüne, hukuki
varlığı, hükümranlık hakkı ve devlet varlığına asla dokunulmaması, aslen vakıf
arazisi olan Maraş dahil olmak üzere bir karış dahi toprak verilmemesi,
teşebbüs edenlerin ‘vatana ihanetle suçlanarak” muaheze edilmesi,
yargılanması, sorgulanması ve mutlaka cezalandırılması, sahip olunan ve
1974’den bu yana fiilen ve resmen kullanılan haklara halel getirilmemesi.
-
3. Kuzeyde Alsancak tarafında yer alan,
stratejik önem ve değeri haiz Türk toprağının KKTC ile birleştirilmesi
konusunda gereken her türlü teşebbüsün yapılması,
-
4. T. Louzidiu’ya gereksiz ve lüzumsuz yere,
hukuka aykırı olarak verilen tazminatın gerekirse Lahey Yüksek Adalet Divanına
gidilerek iptal ve iadesinin istenmesi. İadenin kabil olamaması halinde,
davaya bakan rum asıllı avukatların dava edilmesi ve değilse diğer
sorumlulardan tahsil ve tazmini cihetine gidilmesi,
-
5. Böyle kalıcı ve garantili bir sonuca
varılması halinde KKTC’nin siyaseten rehabilite ve restore edilmesi; Milli ve
manevi değerler cihetiyle imarı, 1974-2006 sürecinde yaşanan iki yüzlülük,
yardım-yataklık ve kargaşa sebebi odakların tasfiyesi. Ciddi, iyi, dürüst ve
demokrat bir hukuk devleti şeklinde yeniden biçimlendirilmesi.
-
6. Güney Kıbrıs sınırları içinde kalmış bütün
Türk mallarının ‘mutlak adalet norm ve kriterleri dahilinde, ancak yapay
değerler baz alınmaksızın “mütekabiliyet ilkeleri ve yüzölçümleri esas
alınıp’ hesap, mahsup ve takas yoluna gidilerek; Devam eden arsa, arazi ve
sair emlâk sorunlarının kalıcı olarak çözümlenmesi,
-
7. Asla ve hiçbir konuda taviz ve ivaz
verilmeksizin (zira bu topraklan uluslar arası kabul görmüş anlaşmalar gereği
kan dökülerek ve milis-asker şehit verilerek alınmıştır) bir sonuca
varılamaması halinde; İngilizlere ait Dikelya ve Agratur üslerinden de hak
talep ve iddia etmek kayıt ve şartıyla Türk tarafına ait toprak bütünlüğünün
tahkim edilmesi. Tam koruma altına alınması. Bu güne kadar verilmiş bütün
taviz, söz ve antlaşmaların iptal edilerek re’sen, kellem yekün yok sayılması,
-
8. Hür, hakim, hükümran ve müstakil bir KKTC
garantiye alındıktan sonra yeniden yapılanma restorasyon ve rehabilitasyon
konusunda sağlıklı bir sonuca varılamaması halinde ilhak’ ın gündeme
getirilmesi ve son (şaibesiz) Cumhurbaşkanı Dr. Rauf DENKTAŞ Vali olarak tayin
edilmek suretiyle Anavatan’ a katılımın ifa, icra ve ikmal edilerek meselenin
kapatılması.
-
9. Mevcut hükümetin, devlet ve millet hakkı
için tek ve yegâne görevi budur. Hatalar derhal tamir, bozulan politikalar
imar ve yıllardır bilinçsizce, hattâ gaflet, ihanet ve dalâletle verilen
tavizler mutlaka ve behemahal (acilen ve derhal) geri alınmalıdır. Şimdi
akıllı, alim ve cesur olmak zamanıdır. Daha fazla vakit kaybı, karşımızda yer
alan ihanet erbabı Türk, İnsan ve İslâmiyet düşmanı güruhun kazanması anlamına
gelecek ve bundan sonra da Türkiye’nin Kıbrıs’la ilgili bir “milli davası”
kalmayacaktır.
-
Tek ve en son çaredir. Aksi taktirde zayıf,
aciz ve çıkarcı insanların elinde “Kıbrıs Davası” oyuncak olacak ve ileride
Anavatan, Türkiye’nin başı çok büyük dertlere duçar olabilecektir. Meselenin
bu şekilde istikrarlı ve kararlı bir azim, akıl ve irade ile tamamlanıp
kapatılmaması ve bu meyanda gerekli kararlılık, basiret, cesaret ve bekanın
gösterilememesi halinde; Türkiye çok büyük bir darbe daha yemiş olur. Sorun
bir daha da çözülemez. (7)
-
Bunlar maalesef kimseler tarafından dinlenmedi
ve dikkate alınmadı Bütün bu öneriler açıkça ileri sürülüp, uluslar arası
forumlar ve Davos dahil bir takım plâtformlarda söylendikçe Sayın Denktas’ın
kulakları çınlıyor olmalı. Dahası, KIBRIS' la ilgili gelişmeler konusunda
KKTC’nin mevcut Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın (iş başa düşünce) geçmişteki
tutumuyla çelişen değerlendirmesi çok ilginç:
-
"Rumlar hiçbir şeye yanaşmıyorlar. Çünkü
Kıbrıs Türk'üne hiçbir hak vermek istemiyorlar. Dünya artık Rumların bu
tutumunu görmeli. Kıbrıs' la ilgili uluslararası kuruluşlar ve devletler de
Rumlara 'artık yeter' demeli. Rumlar çözümden kaçıyorlar."
Yine geçmiştekilerle çelişen bazı yorumlar hem düşündürücü, hem de hayret
verici:
-
Rumlar çözüm istemiyor.
-
ABD ve Avrupa Birliği'ni kalkan yaparak,
kullanarak Türkiye'yi sıkıştırıp ödünler almayı amaçlıyorlar. Oysa, "Papadopulos
gibi Eokacı bir tedhişçi, cani ve soykırımcı faşistle Kıbrıs'ta çözüme asla
ulaşılamaz. Onun anlayışı Kıbrıs'taki Türk varlığını yok saymak ve onları
(tıpkı Yunanistan’ın Batı Trakya’da yapmaya çalıştığı gibi) kolayca
sindirebileceği küçük ve korumasız bir azınlık haline getirmek.
-
Dünya artık çözümü (!?) isteyen tarafın
Türkler, istemeyen tarafın da Rumlar olduğunu anlamalı ve soruna müdahale
etmeli."
-
Aslında, ortada çözülecek bir şey de yok.
-
Zira, Kuzey Kıbrıs 1974’den bu yana zaten
barışı yaşıyor.
-
Önemli ve gerekli olan tek şey, uluslar arası
kabul görmüş anlaşmaları hayata geçirerek bu barış ortamını sürdürülebilir
hale getirmektir. Ama gel de anlat. Gerçekte kendileri “sorunlu olan” kimseler
illâ da bir sorun üretmek ve yaratmakla meşgul. Yani, bir anlamda sorun: Olaya
taraf olanların satılmışlığından, sabetaistliğinden veya dönme yahut devşirme
olmalarından ileri gelmekte.
-
Olaya, tıpkı 1963-1974 ve 1989’dan sonra
bakıldığı gibi AB ve ABD kafası ile bakılmakta ve fakat Milliyetçi-Atatürkçü
(Kemalist) bir perspektiften bakılmamaktadır. Bu, Türkiye’nin ayıbıdır.
İlerleyen bölümlerde açıklayacağımız gibi daha ne ayıplar, art niyetler ve
ihanetler vardır. Göreceğiz.
-
Bu değerlendirmelerden sonra akla şu soru
geliyor: "Denktaş da yıllardan beri aynı şeyleri söylemiyor muydu?”
-
"Rumlar adanın tümünü istiyor. Türklerin
egemenliğini tanımıyor. Adadaki Türk varlığını ortadan kaldırmayı, 50.000
kişilik Yunan askerini değil Türk Askeri varlığını yok etmeyi (adadan
çıkartmayı) amaçlıyor. Onların derdi çözüm değil, adanın tek sahibi ve mutlak
hakimi olmak" demiyor muydu? İşte o zaman Rauf Denktaş’ı çözümsüzlüğün mimarı
olarak niteleyenler. Kıbrıs sorununu her şeye rağmen sürüncemede bırakıp
Türkiye'nin başını belaya sokmakla suçlayanlar. Türkiye'nin önünü tıkayarak
‘ülkeye ihanet edildiğini’ iddia edecek kadar ölçüyü kaçıranlar. Onu (Rauf
Denktaş’ı) saf dışı bırakmak için Avrupalılarla (Karen Fogg) çocukları ve
Rumlarla ortak kampanyalar düzenleyenler. Çeşitli vaatlerle Kıbrıs Türk
halkını ona karsı yönlendirenler.
-
Referanduma evet denmesi durumunda bütün
izolasyonun kaldırılacağı, her türlü parasal yardımın Kuzey'e doğrudan
yapılacağı konusunda sözler verip halkı aldatıp, kandıran yalan söyleyen
Avrupalılar. Hepsinin bugün gelinen noktada vicdanları sızlıyor mu acaba?
-
Onun ötesinde Denktaş'a yapılan haksızlığın,
insafsızlığın ezikliğini bilmem duyuyorlar mi? (8)
-
Bu hükümetin yapması gereken ilk şey, kim ve
hangi yönetim tarafından olursa olsun Kıbrıs konusunda bu güne kadar verilmiş
bütün taviz ve ivazları yok sayarak reddetmek, tanımamak; Londra-Zürch ve
Garanti antlaşmalarının bütün kapsam ve unsurları ile geçerli olduğunu ilân
ederek, Güney Kıbrıs sürecini derhal durdurmak ve “KIBRIS” ı AB kriteri
olmaktan derhal çıkartmaktır.
-
Milleti temsil ve hükümeti ilzam iddiasında
olan iktidarların başkaca bir çıkış yolu ve çaresi yoktur.
-
Bunun dışında yol düşünenler; Gaflet, ihanet
ve dalâlet içinde olanlardır.
-
Milleti temsil edemezler. Harici bedhahlara
angaje ve akredite olanların dışında herkes ve her kesim ve her hükümet
“milli” düşünmek ve “milli” hareket etmek zorunda ve durumundadır. Bunun yanı
sıra 1974 öncesi EOKA, AKRİTAS PLÂNI ve ENOSİS’ çi Rumlar tarafından yapılan
bütün katliam, gasp ve soykırımlar gündeme taşınıp, hesabı mutlaka sorulmalı,
maddi ve manevi kayıplar konusunda tazminat talep edilmeli ve gerekirse yeni
bir harekât düzenleme pahasına bunların telâfii yoluna gidilmelidir.
-
Tekrar Sayın Rauf DENKTAŞ’A dönelim. Şöyle
anlatıyor Sayın Denktaş: Rum liderler Kıbrıs meselesini yabancılara anlatırken
geçmişten bahsetmezler. Onlar için geçmiş 1974' de başlamıştır. Türk askeri
geldi ve kardeş gibi yaşayan iki tarafı zorla ayırdı; Türk azınlık bundan çok
zarar gördü. Uzlaşmaya hazırdırlar ancak işlevliği olan bir anlaşma
gerekmektedir. 1960 Antlaşması gibi işlevliği olmayan, azınlığa devletin
çalışmasını bloke edecek haklar veren bir anlaşma yaşayamaz. Demokrasi
uygulanmalıdır. Kıbrıs Halkı %80 Rum’dan, %20 de Türk'ten oluşan tek bir
halktır. Bu halk Kıbrıslıdır. Seçimlerde toplumlar üzerine ayrılık, hele ayrı
oylama olmamalıdır. Kıbrıslıların işine dıştan kimse karışmamalıdır. (Londra,
Zürich ve Garanti Antlaşmaları bütün sonuçları ile ortadan kaldırılarak
keellem yekün yok sayılmalı)Türkiye'nin Kıbrıs üzerinde hiçbir şekil ve
surette söz hakkı olmamalıdır. Bütün kötülüğün kaynağı Türkiye'dir. Bağımsız
Kıbrıs'ın garantilere ihtiyacı yoktur.
-
Yani, Yunan hükümetleri ve başta ABD olmak
üzere dünyanın dört bir tarafına yayılmış etkin Rum diyasforası, resmi misyon,
resmi bütçe ve her türlü yerel imkân ve ulusal kaynaklardan
yararlanıp-beslenerek bütün dünyaya yalan söylemektedirler. Buna mukabil,
tıpkı Ermeni meselesinde olduğu gibi (monşerlerden müteşekkil) Türk hariciyesi
son derece pasif, ilgisiz, bilgisiz, duyarsız, takipsiz-tepkisiz ve
palyatiftir.
-
Dahası, ulusal basın görüntüsü altında
ülkemizde yayın yapmakta olan ‘yabancı sermaye” destekli besleme güruh, günün
Ali Kemal’leri ve akredite ihanet şebekeleri ise; Ta yazımızın 1. bölümünde
açıkladığımız gibi millete yalan söylemektedirler. "Kıbrıs''a" Akredite
yabancı diplomatlar da buraya "meşru Kıbrıs Hükümeti" ile kendi hükümetleri
arasında iyi ilişkiler kurmakla yükümlü olarak gelirler. Görevleri budur. Rum
tarafında yaşarlar. Gece gündüz zengin Rumların ve makam sahiplerinin
davetlerinde "Kıbrıs meselesinin 1974'de nasıl başladığını, "meselenin
Türkiye'nin genişleme politikasından kaynaklandığını" Rumlardan dinlerde.
Geçmişten bir şeyler bilseler bile görevleri akredite oldukları hükümetle iyi
geçinmektir, arayı bozmamaktır. Bu nedenledir ki 1963 - 65 yıllarında bile bu
diplomatlar, Türkler gettolarda yaşarlarken, tavşan gibi avlanırlarken adadan
ayrılacaklarında, "bu güzel adada geçirdikleri hoş günlerden" bahsetmişler ve
akredite oldukları "hükümete" teşekkürlerini sunmayı da görev bilmişlerdir.
Son temennileri "tarafların anlaşmasıdır." Kuşkusuz bu durumdan "meşru
hükümet" ünvanını sırtlamış olan eli kanlı, faşist ve terörist idare
yararlanmıştır.
-
Gerçekleri anlatmak Türk tarafına kalmaktadır.
-
Gerçeği, yani geçmişi, Akritas Planı'nı, 1960
Antlaşmalarının neden sui generis (kendine özgü) antlaşmalar olduğunu
anlatmaya başladığınızda karşınızdaki diplomat sizi durdurur ve "Geçmişte
yaşamayınız, geleceğe bakınız" der. Anayasal haklarınızdan, Uluslararası
Antlaşmaların nedeninden bahsetmenizi de “uzlaşma istememenize" bağlarlar.
-
Bu şartlanmış beyinlere vizyonunuzu
açamazsınız; yeni bir anlaşmanın kalıcı olabilmesi için 1960 (Londra-Zürich ve
Garanti) Antlaşmalarının ötesinde sağlam bir zemine ihtiyaç olduğunu, bunun da
KKTC'nin zemini olduğunu kesinlikle duymak bile istemezler. Onlara göre
akredite oldukları "Kıbrıs Cumhuriyeti", hükümeti ile ayaktadır, bu devleti
bölmek kabul edilemez. "Bölen taraf biz değiliz" demenizi de pek iyi de
karşılamazlar. "Geçmişi unutunuz" tavsiyesini tekrarlarlar.
-
Rum tarafının EOKA'cı lideri Tasos
Papadopullos'un Yılbaşı mesajını incelerken Rumların siyasetlerinde ve
oynadıkları kanlı - kansız oyunun kurallarında 43 yıldır herhangi bir
değişiklik olmadığını yeniden tespit etmiş oldum.
-
Papadopulos "kalıcı ve fonksiyonel (işlevsel)
bir çözüm” bulunmasını arzu ettiğini söylerken (karanlık, vahşet, gasp, soygun
ve katliamı simgeleyen) "geçmişe değinmeyeceğim" diyor ve illâ "geleceğe
bakacağını" vurguluyor. Çünkü, geçmişe değinse üç sorumludan biri olduğu
kayıtlara geçmiş olan Akritas Planı' ndan ve bu plan altında 11 yıl Türklere
yaptıklarından bahsetmesi gerekecek.
-
Bunu yapmak için "insanlık ve barış severlik"
açısından "erkek adam" olması gerekir. Hayvanlıktan sıyrılıp “insan” olması
gerekir. Medeni bir insan olabilmesi halinde; Adalet ve objektif hukuk
ilkelerine uygun bir formatta politika yapması gerekir. Hasılı “mert” olması
ve “kahpelik ve kancıklıktan” sıyrılması gerekir. Buna mukabil bizimkilerin
de: “TÜRK” gibi onurlu, erdemli, mert ve dürüstçe, dosdoğru bir politika
uygulaması gerekir. Değil mİ?
-
Halbuki onun eğitimi arkadan vurmak, pusuya
yatmak, işlediği suçu başkasına atmak, her ne pahasına olursa olsun,
gerektiğinde diplomatları kandırarak Kıbrıs'a sahip çıkmak, bu nedenle de
Türkleri azınlık statüsüne mahkum etmektir. Türklere "azınlık statüsünün
ötesinde kıl kadar hak veren planlara şiddetle karşı çıkmak ve bunu "devleti
savunma" kılıfına sarıp takdim etmek de bu oyunun bir parçasıdır.
-
Bu yüzü kızarmaz adam Türk tarafına da
sesleniyor ve "refahınız” bölücü eğilimlerde ve siyasi etkinliklerde değildir,
"refahınız” ortak “ vatanımızın yeniden birleşmesi için işbirliğindedir ayırım
duvarının yıkılması için işbirliğine davet ediyorum" diyor ve konuyu derhal
“işgal kuvvetlerine" getiriyor. "Ortak vatan" Papadopullos'a göre: "tek kişi,
tek oy" misali önerilen demokratik idarede mümkündür. "Eşit hak - ortaklık"
işlevsel değildir. AB normları bütün bunları halledecektir. Bu nedenle
şimdiden Rum tarafında yaşayan Türkleri Rum seçmen listesine alarak "ayrı eşit
toplum" statüsünü haritadan silmek oyununa başlamıştır. Akritas Planı'nın bu
eli kanlı uygulayıcısı Türklere yapmış olduğu kötülükleri unutarak, hiç
sıkılmadan "Türkleri Rum tarafının haklı endişelerini anlamaya ve tanımaya
davet ediyorum" diyor.
-
Pes doğrusu. Rum halkına ise "birlik ve
beraberlik" çağrısı yapan Papadopullos "en kötülere (1974''e) dayandık daha
iyilerini ümit ediyoruz" dedikten sonra istediği uzlaşmanın temelini
açıklıyor. BM kararları ve AB normları! Papadopullos Türk tarafının bu BM
kararlarının çoğunu (anlaşmalardan ötürü) "Kıbrıs Hükümetinden" bahsettiği
için kabul etmediğini ve AB normlarının KKTC ile AB arasında görüşülerek
bunlardan bir kısmının, Türk halkının var olabilmesi ve güvenliği için, kalıcı
derogasyonlara bağlanması gerektiğini unutuyor.
-
Daha da ileri gidip, ahlâksızlaşarak,
âdileşerek, küstahlaşarak, ve dahi sözde muhataplarına meydan okumak
suretiyle; "Biz Türkleri bedavaya AB üyesi yaptık, daha ne istiyorlar ?"
diyor. AB üyeliğinden istifade için gasp edilmiş "Kıbrıs Pasaportu" almış
olanları da kendisine tabi azınlık vatandaşı addediyor. Türkiye, KKTC ve
apaçık gerçeklere rağmen, Rumlar, bütün dünyayı kandırma oyununa devam ediyor.
Hala "birleşelim, bütünleşelim" edebiyatı mı yapacağız, yoksa KKTC'ne dört
elle sarılmak suretiyle bu insafsızların, yalancı ve düzenbazların yolunu
kesmeye devam mı edeceğiz ? Sayın Cumhurbaşkanı Talat'ın liderimiz merhum Dr.
Fazıl Küçük'ü anma töreninde yaptığı konuşma "akıntıya kürek çekmekten
vazgeçileceği" konusunda söyledikleri hepimizi ümitlendirmiştir. (9)
- KIBRIS GİTTİ GİDİYOR, "AKP HÜKÜMETİ" NEREYE GİTTİ ! DİYOR..
-
8 Temmuz 2006 Kıbrıs; BM Genel Sekreteri'nin
Siyasi İşlerden Sorumlu Yardımcısı İbrahim Gambari, Cumhurbaşkanı Mehmet Ali
Talat ve Rum Yönetimi Lideri Tassos Papadopulos ile biraraya geldiler....
Hedef belli., Adanın birleştirilmesi için yeni bir süreç başlatmak... anılan
görüşme sonunda 5 maddelik bir açıklamada bulunan Gambari, tarafların iki
kesimli, iki toplumlu ve siyasi eşitliğe dayalı bir federasyonla Kıbrıs'ın
birleştirilmesi ve bunun Güvenlik Konseyi kararları doğrultusunda olması
taahhüdünde bulunduğunu söyledi!
-
Ayni zamanda İki liderin Temmuz sonuna kadar
çalışmalara başlayacak olan Teknik Komitelerin çalışmalarını gözden geçirmek
ve iki toplumlu çalışma gruplarına gerekli talimatları vermek üzere zaman
zaman bir araya gelme kararı aldığını açıklayan Gambari, liderlerin kapsamlı
bir çözümün hem gerekli hem de mümkün olduğu ve daha fazla ertelenmemesi
gerektiği yönünde mutabakata vardığını da söyledi.
-
Gambari iki liderle de mutabakata vararak,
adada çözüm bulunması için çalışacakları mesajını verirken bu bir “tarihi
olaydır” diyor. Prensipler Dizisi olarak 5 maddelik listede neler yok neler.
Şimdi geliniz söz konusu mutabakat maddelerini inceleyelim;
-
-Temmuz ayı sonuna kadar insanların günlük
hayatını etkileyen konularda, Teknik Komiteler çalışmalarına başlayacak ve
aynı zamanda iki lider arasında özlü konular ile ilgili listeler karşılıklı
olarak değiştirilecek ve bunların içerikleri iki toplumlu uzman çalışma
grupları tarafından incelenecek ve liderler tarafından sonuçlandırılacak.
-
-Her iki lider, iki toplumlu uzman çalışma
gruplarına yön vermek ve Teknik Komitelerin çalışmalarını gözden geçirmek için
uygun görüldüğü zamanlarda yeniden görüşecek."
-
İlkeler Dizisi'nin tam metni de şöyle:
-
1.İlgili Güvenlik Konseyi kararlarında
belirtilmiş olduğu üzere, Kıbrıs'ta iki toplumlu, iki bölgeli bir federasyona
ve siyasi eşitliğe dayalı bir çözüme bağlılık.
-
2.Statükonun kabul edilemez olduğunun ve
devamının, Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rumlar için olumsuz sonuçlar
doğuracağının kabulü.
-
3.Kapsamlı bir çözümün hem arzu edilir hem de
mümkün olduğu ve daha fazla gecikmemesi gerektiği önerilerine bağlılık.
-
4.İnsanların günlük yaşamlarını etkileyen
olaylar hakkında iki toplumlu görüşmelerin hemen başlatılması, aynı anda özlü
konuların da görüşülmesi. Bunlar, kapsamlı çözüme katkıda bulunacaktır.
-
5.Bu sürecin başarılı olması için "doğru
ortamın" devam etmesini sağlamaya bağlılık. Bu bağlamda, hem ortamın
iyileştirilmesi, hem de tüm Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rumlar'ın hayatlarının
daha iyi olması için güven artırıcı önlemler elzemdir. Yine bu bağlamda,
taraflar birbirini suçlamaya son vermelidir.
-
Şöyle bir düşünelim, Gambari-Talat-Papadopulos
görüşmesinde sorunun BM çerçevesinde çözümlenmesi kararı üzerinde mutabakata
varan taraflar bu mesajı verirlerken, diğer taraftan, Kıbrıs meselesinin AB
içerisine çekildiği, Rumlar ve AB’nin Türkiye’ye baskı uyguladığı dikkate
alındığında ortada bir tezatlık olduğunu görüyoruz. Bakınız taraflar iki
kesimli iki bölgeli federal çözüm diyorlar. Buna işaret ediyorlar etmesine de,
şu iki kesimli iki bölgeli çözüm hikayesi artık çok zor. Çünkü Türk hükümeti,
KKTC hükümeti ve AB talepleri doğrulusunda KKTC’de kurulan Tazmin Komisyonu
iki bölgeliliği ortadan kaldıracak kararlar alıyorlar. Diyelim ki Gambarı
Talat-Papadopulos arasında yapılacak görüşmeler sonunda bir yeni plan
taraflara sunacak. Adı belki annan planı değil de annan planı içeriğinde
farklı bir isimde yeni bir plan olacak. Daha önce basına yansıyan “Cyprus
plan” da olabilir. Bu planda Kıbrıs Türklerine verilecek hakların Annan
planından çok daha da geri olacağı aşikardır. Bu güne değğin verilen
tavizlerden kimse ödün vermeye yanaşmayacak, muhtemelen Türk tarafı da böyle
bir talepte bulunmayacaktır.
- Annan planı sonrasında BM ve AB Ne demişlerdi? Kıbrıs Türklerini
kutluyoruz. Tecrit kaldırılmalı. Peki ne oldu? Sadece laf! Lafla peynir gemisi
yürümez! Peki olan ne ? Annan planı sürecinde ‘Milli Kahraman’ davanın hakiki
sahibi, namuslu ve dürüst bekçisi, umur görmüş devlet adamı Denktaş elendi.
Seçimlerde Talat desteklendi. Anavatan, BM, ABD, AB bunu istedi. Olan oldu.
Talat geldi. Şimdi muhtemelen böyle bir süreçte Talat’la bir görüşmeler süreci
başlayacak. Sonuçta birileri ile getirilen kişiler o yerlerin görüşleri ile
hareket etme mecburiyetinde olurlar. Bu nedenle Talat “her ne olursa olsun
çözüme (!) ulaşma pahasına” adada yeni bir anlaşmaya gidileceği ortada. Olacak
bu. Yeni bir birleşik Kıbrıs yaratacaklar. Bu, tam da Rumların isteği gibi
olacak...İşte o zaman Türk Ordusu’nun ‘koşulsuz olarak’ adadan çekilmesi
istenecek. 50.000 kişilik Yunan ordusu konuşlandığı yerde kalacak. Türk askeri
yavaş yavaş çekilmeye başladığı an...gökyüzü kararacak...ağlayacak...çünkü
Kıbrıs elimizden kayıp gidecek...
- Milli Dava bitecek... Maalesef süreç bu, nihai gaye bu...
- Şimdi Gambari’ nin gerçekleştirdiği görüşme öncesinde güneyde neler oluyor
bir bakalım.
- Geçtiğimiz haftalarda "Bizler, Kıbrıslı Türklerle birlikte yaşamaya
hazırız" propagandasını sürdüren DİSİ Partisinin gençlik örgütü NEDİSİ'ye
mensup Rum gençleri, Kiracıköy (Athienu) duvarlarını Türk düşmanlığı içeren
sloganlarla doldurdular. NEDİSİ'ye mensup Rum gençleri gece vakti Kiracıköy'e
giderek, köydeki evlerin duvarlarına "En İyi Türk Ölü Türk'tür", "Yaşasın
Ulusumuz" ve "Yunan Doğdum Yunan Öleceğim" sloganlarını yazarak gerçek
niyetlerini ortaya koydular.
- Diğer taraftan da, güneyde ne kadar Türk, İslam ve Osmanlı eseri varsa,
bütün dünyanın gözü önünde tam bir haset, kin ve intikam hırsı ile yok etmeye
ve Türk izlerini haince silmeye başladılar. (İsrail dahi bu kadarını
yapmamıştır)
- Bu olayın gerçekleşmesinden birkaç gün sonra Rum Savunma
Bakanı Fivos Klokkaris, "Öğrenciliğin askerlikle hiçbir alakası yok ama
öğrencilerimizi birer savaşçı haline getireceğiz. Askeri eğitimin ana konusu
budur" diyerek ne hedefinde olduklarını yüreklice ortaya koyuyorlar!
- Kısa bir süre önce ise 27 Haziran tarihinde Güney Kıbrıs'a geçerken
arabasında yapılan aramada Karşıyaka'da mimarlığını yaptığı inşaatların proje
dosyası bulunduğu gerekçesiyle Rum polisi tarafından tutuklanan mimar Osman
Sarper halen Güney’de Rum hapishanesinde kötü koşullarda hayat mücadelesi
veriyor. Sarper tansiyon hastalığı da var ve acı içinde... Ama sahipsiz...
- Peki neden ?
- Sarper tutuklanıyor, çünkü arabasında bulunan planlarda kuzeyde eski Rum
malları üzerine inşaat yaptığı için Rumlar kendisini tutukluyorlar.... Sarper
gibi bugün eski Rum arazileri üzerine inşaat yapan her Türk Rumlar tarafından
kara listeye alındı ve mutlaka yargılanması istenecek....
- Peki bizim Petomyalı "RTE" hükümeti ne yaptı? Sadece olayı
kınamakla yetindi. Not aldılar !?...
- Bir israil’in bile, sırf bir askeri Filistinlilerce kaçırıldı diye Gazzeyi
yerle bir etmesi... Lübnan’a saldırması ve 3. dünya savasını tetikleyerek
“çıkarsa çıksın” demesinden bir anlam çıkarmadınız mı.Dostlarım Bizim haklı
olduğumuz durumda dahi yaptığımız hiçbir şey yok... Rumlara kendi
toprağımızı veriyoruz. Dilim varmıyor fakat Vermek için adeta
çırpınıyoruz.... İnsan hayatımı yoksa Toprak mı önde gelir dersek tabi ki
Toprak ama bu hükümet kendi toprağını kendi eliyle Rum’a veriyorsa tabi ki
Sarper olayında bir şey yapamayacak ve başaramayacaklar...Ne de olsa onlar da
bu düzenin adamı...Rumların kucağına bizi itenler, sanıyorlar ki ilelebet
yüksekte kalacaklar...
-
Bunu hep birlikte göreceğiz....
-
Güney’ de kötü koşullarda suçsuz olduğu halde
tutuklu olan Osman Sarper için gerekli çalışma yapılmalıdır....Sayın Sarper
bir Kıbrıs Türküdür. O da bir vatan evladıdır.Hedef açıkça Gambari-Papadopulos-Talat
görüşmesinde ortaya konmuştur.. KTC Devleti yok edilecektir.
-
Bunun gerçekleşmesi yıl sonuna kadar
hedeftir....
- Hedef Rum tezi yani Birleşik Kıbrıs’tır! Hedef Rum göçmenlerin
geri dönmesidir! Hedef Rum hükümranlığının Kuzey’de hakim olmasıdır....
- Abraporlarında da “Kıbrıs Cumhuriyeti” yani Rum hükümranlığı kuzeyde
uygulanmadığı ama kuzeyin de Rumlara ait olduğu vurgulanılırken bizim
taraftakiler nerden bahsediyorlar? Siz Türkiye hükümeti olarak
utanmadan salak numarasına yatın ...Fakat, Türk milleti salak değildir.
Yemezler...
- Şimdi tekrar başa dönelim. Yazdık ama hatırlatmakta yarar var.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk ne diyor ? “Efendiler ! Kıbrıs düşman elinde
bulunduğu sürece bu bölgenin (Akdeniz Bölgesi’nin) ikmal yolları tıkanmıştır.
Kıbrıs’a dikkat ediniz. Bu ada bizim için çok önemlidir..”
-
- Bu bölümde olayı büyüteç altına alarak “daha derin” bir
yaklaşımla ele almak istiyorum. Şöyle ki: Yukarıdaki başlık bunu ifade
ve anlam bütünlüğünü sağlamak için konulmuştur.
- Evet, ben Kıbrıs’ı çok önemsiyorum. Gazi Mustafa Kemal
Atatürk’ün Kıbrıs ile ilgili yukarıdaki sözlerine sadık kalmamız gerektiğine
inanıyorum. Ayrıca Kıbrıs’ın Türkiye’nin ve Türk dünyasının güvenliği
açısından mutlaka Türkiye’nin kontrol ve denetimi altında kalmasını
coğrafyanın bize dikte ettirdiği kaçınılmaz bir gerçek olarak görüyorum.
Yöneticilerin her zaman hata yapabileceği gerçeğinden hareketle devletimizin
sahibi olan milletimizin konuyu sahiplenmesi için bilgilenmesi gerektiğini
biliyorum. Avrupa Birliği yolunda giderken tamamiyle gözden çıkardığımız ve
Rum-Yunan Megalo İdeasına kansız bir şekilde hibe ettiğimiz Kıbrıs hakkında ne
kadar hassas olsak ve ne kadar tartışsak azdır. Çünkü dünyanın merkezindeki bu
küçük ada en az bizim kadar küresel güçler için de çok önemlidir. Bizim kadar
onların da gündemini işgal etmektedir. Bu coğrafya ilminin gerçeğidir. Bu önem
ve değeri çok önemli bir hatıra ile sürdürelim. Çok değerli bir araştırmacı ve
yazar Sayın Yılmaz DİKBAŞ anlatıyor: “Kıbrıs ile ilk tanışmam lise
sıralarında YA TAKSİM-YA ÖLÜM sloganları ile meydanları dolduran yüz binlerin
heyecanını duyarak başladı. Bilahare Kıbrıs Barış harekâtına katılan
birliklerdeki ilk değiştirme personeli olarak 28 nci Tümen Topçu Alayı 2 nci
Top. Taburu 1 inci Batarya Komutanlığına atandım. 1975 yılına çok soğuk bir
havada ve çok dalgalı bir denizde Mersin’den kalkan Erkin çıkarma gemisinde ve
Kıbrıs yolunda girdim. 1 Ocak 1975 sabahı yağmurlu bir havada Magosa limanında
askeri merasimle karşılandım. Magosa’dan birliğimin bulunduğu Timbu (Kırklar)
köyüne gelene kadar geçen sürede savaşın acımasız yüzünü beynime kazıdım.
Savaş gerçekten her iki taraf için de çok kötüydü. Bu karışık düşünceler
arasında “ iyi ki galip gelmişiz” dediğimi hatırlıyorum. Bu ilk zorunlu Kıbrıs
ziyaretim kısa sürdü. Çünkü Harp Akademisi sınavlarını kazanarak 23 Şubat
1975’te Akademi öncesi kurslara katılmak üzere adadan ayrıldım.
- 1983 yılında Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliğinde
Başbakanlık Altıncı katında görev yaparken bizim üstümüzdeki katta da Kıbrıs
Müsteşarlığı vardı. 13 Kasım 1983 günü Kıbrıs Müsteşarının toplantı halinde
bulunduğumuz bir sırada odaya dalarak bize ‘KKTC’ nin kurulduğu haberini
sevinçle verdiğini hatırlıyorum.
- Bundan sonra Kıbrıs’la ilgili bütün bağlarım kesildi. Kıbrıs
ilgi sahamın dışında idi. Ancak 22 Nisan 2002 tarihli STAR Gazetesinde Saygı
Öztürk’ün “Heykeli Dikilen Türk Subayı” başlıklı yazısı beni yeniden Kıbrıs
sorununun içine çekti. Saygı Öztürk, Gazimağusa Kalesi Müdafii değerli
kardeşim, dava arkadaşım, can dostum Oğuz Kalelioğlu’nun hayatını anlatıyor ve
Kıbrıs’ta “Kıbrıs Adalet Partisi” isminde bir parti kurarak seçimlere
hazırlandığını bildiriyordu. Bu benim için çok önemli bir haberdi. Demek ki
Kıbrıs’ta doğru gitmeyen işler vardı. Oğuz Kalelioğlu Kıbrıs’ta parti kurmuş
ve başarılı askeri mücadelesini bu defa siyasi alanda devam ettirme gereğini
duymuş ise bu küçük vatan parçasında durum gerçekten vahim olmalıydı.
- Bu tarihten itibaren basını yakından takip ederek ANNAN Planı
adı altında Kıbrıs’ta oynanmak istenen oyunları anlamaya çalıştım. Sonunda 4
Ekim 2003 tarihinde ÖNCE VATAN Gazetesi yazarı olarak doğrudan gözlemlerde
bulunmak üzere KKTC’ye gittim. Bir ayı aşkın bir süre Kıbrıs’ta toplumun her
kesiminden insanlarla görüşme fırsatı buldum.
- Sadrazam köyden Dipkarpaz’a kadar her tarafı dolaştım. Gözlemlerimi Önce
Vatan Gazetesi vasıtasıyla halkımızla paylaştım. Gördüklerimin ve
duyduklarımın tamamını yazmamı milli hislerim engelliyordu. Fakat satır
aralarında da olsa halkıma mesajlar vermeye çalıştım.
- Kıbrıs’ta Oğuz Kaleloğlu liderliğinde bir araya gelen bir avuç
vatanseverin yedi düvele karşı yaptıkları müthiş mücadeleyi gördüm. Bu küçücük
adada döndürülen küresel oyunları görerek dehşete düştüm. Dünyanın
merkezindeki bu cennet adaya sahip olmak üzere bütün küresel güçlerin burada
mevzilendiğini görerek korkuya kapıldım. Türkiye’nin otuz yılda bu adayı nasıl
bu hale getirdiğini görerek kahroldum. Sosyal ve kültürel alanda bu derece
ihmal edilmişlik, inanılmaz boyutlardaki vurdumduymazlık sonunda KKTC’de
Türkiye’nin adeta bir işgalci ve sömürgeci olarak görüldüğüne bizzat şahit
oldum. Türkiye’nin ve Türk askerinin gözü önünde Türk milletine, Türk
Devletine ve canlarını koruyan askerlerimize karşı düşmanlığı görerek
şaşırdım. Evet, biz 30 yılda bu küçük adayı iyi yönetememiştik.
- Kıbrıs’a 14 Aralık 2003 Milletvekili seçimleri için yeniden
gittiğimde sadece gazeteci değildim. Artık siyasetçi kimliğim vardı. Annan
Planına EVET- HAYIR kavgası içine girerek halkı unutan iktidar ve muhalefetin
dışında ülkeye vizyon getiren ve hizmet vaat eden Kıbrıs Adalet Partisinin bir
üyesi olarak görev yaptım. Kimlerle mücadele ettiğimizi, gerçek rakiplerimizin
buradaki birkaç parti ve onların yöneticilerinin değil bütün küresel güçlerin
yapılandırma mühendisleri olduğunu yaşayarak gördüm. Bu küçücük adaya
sahiplenmek için yedi düvelin ayak oyunlarına ve döktüğü paralarla halkın
oylarını nasıl satın aldıklarına şahit oldum.
- Bütün bu gördüklerimi, duyduklarımı ve yaşadıklarımı,
beklentilerim ve benim doğrularım ışığında irdeleyerek 24 Nisan 2004 Annan
Planı Referandumundan önce yazdığım “Kıbrıs’ta Sona Doğru” kitabım ile
halkımıza anlattım. Kıbrıs konusu ile ilgili olarak referandumdan sonra
günümüze kadar devam eden olayları dikkatle takip ettim. Görüşlerimi yine
gazete ve dergilerde ifade ettim. Konferans ve panellerde fikirlerimi
halkımızla paylaştım. Yeni sürecin Kıbrıs’ın Denktaş’tan sonraki lideri Mehmet
Ali Talat yönetiminde giderek Türk toplumu aleyhinde geliştiğini müşahede
ettim.
- Ve şimdi 20 Temmuz Barış Harekatı’ nın 32 inci şeref yılında
“Küresel Güçlerin Çekim Merkezindeki Küçük Adada Büyük Oyunlar” isimli bu
kitap ile halkımın karşısındayım. Kitapta, küçük adada büyük oyunlar oynayan
küresel güçler ile Kıbrıs’taki maşalarının adadaki Türk varlığı ile olan
mücadelelerini güncel olaylara dayanarak açıklamaya çalıştım.
- Biz biliyoruz ki, Küresel güçler Kıbrıs’ı kontrol ederek;
Dünyayı dünyanın geometrik merkezinden yönetmeyi, Dünya petrollerini kontrol
altına almayı, Doğu-Batı ticaret yollarını daima açık bulundurmayı, Enerji
ulaşım yollarını denetim altında bulundurmayı, Doğu-Batı-Kuzey-Güney
istikametindeki askeri saldırılar için merkezi yığınak bölgesi sağlamayı ve
İsrail’i batıdan korumayı, Hedef alırlar ve bu kazanımları birbirlerine
kaptırmamak için bu küçük ada üzerinde kıyasıya bir güç mücadelesi verirler.
- Küresel güçler de biliyorlar ki, Türkiye Kıbrıs’ı kontrol
ederek; Türk dünyasının güneybatı ucundaki uç beyliğini elde tutarak Türk
coğrafyasının batıya karşı güvenliğini sağlamayı, Anadolu’nun güney kıyılarını
askeri güç bulundurmadan denizden ve havadan
- emniyet altına alarak bütçe tasarrufu sağlamayı, Akdeniz’i doğudan kontrol
ederek Ortadoğu ülkelerini kendine bağımlı kılmayı, Bakü-Ceyhan petrol boru
hattının Ceyhan ayağını ve Kıbrıs Boğazı’ndaki deniz ulaşımını güvence altına
almayı, Adanın küresel güçler tarafından kolaylıkla kullanılmasını önlemeyi ve
küresel güçlerin muhtemel kazanımlarına ortak olmayı, 1699’ yılında durdurulan
Türk ilerleyişinin 275 yıl sonraki ilk kazanımı olan 400 yıllık Türk
topraklarını elde tutarak Türk toplumunun psikolojik direncini güçlendirmeyi,
Hedef alır, bunu devletin milli politikası olarak kabul eder ve uygular.
- Şimdi bu küçük adada verilen mücadele, bu zıt güçlerin birbiri
ile çatışan hedeflerinin elde edilmesi üzerinde sürdürülmektedir. Mücadele
henüz bitmemiştir. Yeryüzünde tek Türk kalana kadar bu kutsal mücadele
devam....”
- Şimdi yine sayın Dikbaş’ın katkılarıyla irdelemeyi sürdürelim:
- KIBRIS’I RUMLARA KİMLER VERDİ?
-
Avrupa Birliği (AB)’nin resmi belgelerinde
Kıbrıs’la ilgili,‘Kıbrıs Türk Kesimi’ ya da ‘Kıbrıs Rum Bölgesi’ gibi deyimler
yer almamaktadır. AB’nin hiçbir belgesinde, ‘Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’
diye bir tanımlama geçememektedir.
- AB’nin tüm belgelerinde Kıbrıs’tan sadece şöyle söz edilmektedir: “The
Republic of Cyprus”. Yani, “Kıbrıs Cumhuriyeti”. Ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin
yönetimi Rumlardadır.
- AKP Hükümeti Kıbrıs’ı, 2004 yılında Rumlara vermiştir. Ancak bu gerçeği
Türk halkına açıkça söyleyememiştir. 2004–2005 sürecinde AB ile imzalanan
Kıbrıs’la ilgili koşulları yerine getirmekte zorlanınca da, AB’nin yeni
koşullar öne sürdüğü yalanını ısrarla dillendirerek Türk halkını aldatma,
yanıltma, kandırma ve oyalama yolunu seçmiştir.
-
- KIBRIS’I RUMLARA KİMLER VERDİ?
-
-
Avrupa Birliği (AB)’nin resmi belgelerinde
Kıbrıs’la ilgili,‘Kıbrıs Türk Kesimi’ ya da ‘Kıbrıs Rum Bölgesi’ gibi deyimler
yer almamaktadır. AB’nin hiçbir belgesinde, ‘Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’
diye bir tanımlama geçememektedir.
- AB’nin tüm belgelerinde Kıbrıs’tan sadece şöyle söz edilmektedir: “The
Republic of Cyprus”. Yani, “Kıbrıs Cumhuriyeti”. Ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin
yönetimi Rumlardadır.
- AKP Hükümeti Kıbrıs’ı, 2004 yılında Rumlara vermiştir. Ancak bu gerçeği
Türk halkına açıkça söyleyememiştir. 2004–2005 sürecinde AB ile imzalanan
Kıbrıs’la ilgili koşulları yerine getirmekte zorlanınca da, AB’nin yeni
koşullar öne sürdüğü yalanını ısrarla dillendirerek Türk halkını aldatma,
yanıltma, kandırma ve oyalama yolunu seçmiştir.
-
İşte, belgelerle Kıbrıs’ın Rumlara tesliminin
öyküsü.
- AB, 6 Ekim 2004 tarihinde Türkiye ile ilgili üç belge yayınladı. Bunlardan
‘İlerleme Raporu’nda şöyle denilmekteydi:“Cypriot vessels or vessels having
landed in Cyprus are stil not allowed in Turkish ports. Transposition of the
acquis should take place in parallel with adherence to international
agreements”
-
Türkçesi: “Kıbrıs bandıralı gemilerin ya da
Kıbrıs limanlarına girmiş gemilerin hala Türk limanlarına girmesine izin
verilmemektedir. Avrupa Birliği Müktesebatı, uluslararası anlaşmalar
çerçevesinde uygulamaya konulmalıdır.” Bu demektir ki, AKP Hükümeti daha Ekim
2004’de, Türk limanlarını Kıbrıs Rumlarının gemilerine açmak zorunda olduğunu
biliyordu. Bu, AB’ye girme uğruna verdiği ödünlerden sadece biriydi. Peki,
böylesi ağır bir ödünden, AKP Hükümetinden başka bir makamın haberi yok muydu?
Var idiyse, tutumları
neydi?
-
8 Ekim 2004 tarihinde, Cumhurbaşkanı Ahmet
Necdet Sezer şunları söylüyordu:
-
“Biz mutlaka AB üyesi olma hedefinden
vazgeçmiyoruz. Bu hedeften geri dönmeyeceğiz. Sanıyorum ki bir gün bu hedefe
ulaşacağız.”
-
Bu sözleriyle Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet
Sezer, AB üyesi olma hedefi uğruna, çok ağır bir ödün vermeye, Kıbrıs’ı
Rumlara teslim etmeye karşı çıkmadığını dolaylı olarak ifade etmiş oluyordu.
-
Mart 2004’de AB, Türk Genelkurmayı’nı Kıbrıs
konusunda ikna etmek için Ankara’ya bir heyet gönderiyordu. AB’nin dönemsel
başkanlık divanı, Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök’ten, Kıbrıs’ta çözüm
için esnek davranmasını istiyordu.
-
Peki, Org. Hilmi Özkök, böylesi önemli bir
konuda esnek davrandı mı? Bu sorunun cevabını, Org. Hilmi Özkök’ün 31 Aralık
2004 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetleri’ne verdiği Yeni Yıl Mesajında
görüyoruz: “…Avrupa Birliği Üyeliğini, Ulu Önder Atatürk’ün bizlere vermiş
olduğu ‘Türkiye’yi çağdaş uygarlığın ilerisine taşıma hedefi’ için önemli bir
araç olarak görmekteyiz.”
-
Ağır Kıbrıs ödününe rağmen Org. Hilmi Özkök,
AB üyeliği hedefine sımsıkı sarılıyordu. Hem de Atatürk’ün adını çok yanlış ve
çok haksız olarak kullanmaktan sakınmayarak!
-
3.12.2004 tarihinde Avrupa Parlamentosu,
Türkiye’ye verdiği raporda şöyle diyordu:
-
“Clause 38: The epublic of Cyprus is one of
those member States. The opening of negatiations obviously implies the
recogniton of Cyprus by Turkey.”
-
Türkçesi: “Madde 38: Kıbrıs Cumhuriyeti, AB
Üye Devletlerinden biridir. Türkiye ile müzakerelere başlamak, doğal olarak
Kıbrıs’ın Türkiye tarafından tanınması anlamına gelecektir.”
-
İşte bu raporu, AKP hükümetinin Başbakanı
Recep Tayip Erdoğan 17 Aralık 2004 tarihinde Brüksel’de kabul etmiş,
koltuğunun altına alıp Türkiye’ye gelmiş ve Ankara Kızılay Meydanı’nda bir
zafer bayramı havası içinde halaylar çekilerek, davul zurnayla karşılanmıştı!
Oysa bunu Türk halkına bir zafer olarak gösteren Başbakan, Brüksel’de çok
zorlanmış, Kıbrıs’ı Rumlara teslim edişini Türk halkına nasıl açıklayacağının,
bu ağır ödünün savunmasını nasıl yapacağının sıkıntısını çekmişti. İşte onun o
sıkıntılı saatlerinde imdadına İngiltere Başbakanı Tony Blair yetişmiş ve;“Sen
halkına, imzaladığın anlaşmanın sadece bir ticari anlaşma olduğunu ısrarla
söyle!” taktiğini vermişti!
-
Türk Milletinin hışmından kurtulmak için
Başbakan Erdoğan bu yalana sarılırken, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ne
diyordu?
- 13 Kasım 2004 tarihinde, Ramazan Bayramı mesajında Cumhurbaşkanı Ahmet
Necdet Sezer şunları söylüyordu:
- “AB içinde bugün var olan çeşitliliğe, kültürel zenginliğimiz kuşkusuz
yeni boyutlar kazandıracaktır. İnanıyorum ki, 17 Aralık 2004 tarihinde
düzenlenecek AB Konseyi’nde ülkemizle üyelik görüşmelerinin başlatılması
yönünde alınmasını beklediğimiz karar Batı ile İslam Dünyası’nın demokrasi,
insan hakları, hukukun üstünlüğü ve hoşgörü gibi evrensel değerler temel
alınarak kucaklaşılabileceğini açıklıkla ortaya koyacaktır.”
- Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in beklentisi gerçekleşiyor, 17 Aralık
2004’de Türkiye ile AB arasında görüşmelerin 3 Ekim 2005 tarihinde başlamasına
karar veriliyordu. Ama aynı anda, Kıbrıs’ın da Rumlara teslim edilmesine
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’den hiçbir tepki gelmiyordu! Demokrasi, insan
hakları, hukukun üstünlüğü, hoşgörü ve evrensel değerler derken, Kıbrıs’ın
elden gidişine sessiz kalıyordu!
- Gözler, Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök’e çevriliyor, Kıbrıs’ın elden
gidişine karşı sert tepki vermesi bekleniyor, fakat o, 25.08.2005 tarihinde
Zafer Haftası mesajında, AB üyeliği ile ilgili bildik şu sözleri tekrarlıyor,
Kıbrıs’ın elden gitmiş olmasına değinmiyordu
bile:
- “AB üyeliğini, Ulu Önder Atatürk’ün bizlere vermiş olduğu ‘Türkiye’yi
çağdaş uygarlığın ilerisine taşıma hedefi için önemli araç olarak
görüyoruz.”
- AKP hükümetinin bayram yaparak bağrına bastığı Avrupa Parlamentosu’nun
raporunda şöyle bir madde yer almaktaydı:
- “Clause 40: Turkish authorities to abolish all existing restrictions
applying to ships flying the Cypriot flag and involved in trade concerning a
member state of the European Union.”
-
Türkçesi:
“Madde 40: Türk yetkililer, Kıbrıs bandıralı gemilere hâlihazırda uygulanmakta
olan tüm kısıtlamaları ve AB’nin bir Üye devletiyle yapılacak ticaretteki tüm
engelleri ortadan kaldıracaktır.”
- Başbakan Erdoğan, bu koşulu 17 Aralık 2004 tarihinde Brüksel’de kabul
etmişti. Peki, Türkiye’nin diğer yetkilileri ne söylemiş, ne
yapmıştı? Cumhurbaşkanı
Ahmet Necdet Sezer’in bu koşullara itirazını duyan
olmadı!
Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök’ün de bir itirazı yoktu!
- AB’nin Ekim 2004’de Türkiye’ye verdiği ‘İlerleme Raporu’nda şöyle
denilmekteydi:
“In May 2004, Turkey published a Decree extending the benefits of EC-Turkey
Customs Union Agreement to all member States except Cyprus. On October 2004,
Turkey published a new decree adding Cyprus to the list of countries to which
the Customs Union provisions apply.”
-
Türkçesi:
“Mayıs 2004’de, Türkiye yayınladığı bir Kararnameyle, AB ile Türkiye arasında
imzalanmış olan Gümrük Birliği Anlaşması ile sağlanan yararlardan, Kıbrıs
hariç tüm AB üyelerinin faydalanacağını bildirmişti. Ekim 2004’de, Türkiye
yeni bir kararname imzalayarak, Gümrük Birliği koşullarından yararlanacaklar
listesine Kıbrıs’ı da dâhil ettiğini duyurdu.”
- Çok açık ve net: Türkiye hükümeti, daha Ekim 2004’de tüm limanlarını ve
hava alanlarını Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’ne açmayı kabul
etmiştir.
29 Ekim 2004 tarihinde
Roma’da, Avrupa Anayasasının imza törenine giden AKP hükümetinin başı,
aralarında Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Rum Cumhurbaşkanı da bulunan AB’nin 25 üye
devlet başkanlarıyla ‘aile fotoğrafı’ çektirirken de artık Kıbrıs’ı Rumlara
teslim ettiğini bir kez daha kabul ediyordu.
- Peki, yukarıda sözü edilen Kararname imzalanırken Cumhurbaşkanı Ahmet
Necdet Sezer’in bir karşı koyuşu oldu mu?
- Türk sanayisini ve ekonomisini yıkan Gümrük Birliği Anlaşması’nın
koşullarından Rum Kıbrıs’ın da yararlandırılması kararnamesine karşı
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’den bir tepki gelmediği gibi, Genelkurmay
Başkanı Org. Hilmi Özkök’den de bir ses çıkmıyordu!
- Avrupa Birliği, Ekim 2005’de Türkiye ile ilgili ‘İlerleme Raporu’nu
yayınladı. İşte bu raporun can alıcı maddelerinden birisi:
-
“Cyprus:
The Turkish government has stated on several occasions that it remains
committed to a comprehensive settlement inline with the plan presented by the
UN Secretary General. On 29 July 2005, Turkey signed the Additional Protocol
adapting the EC Turkey Association Agreement to the accession of 10 new
countries on 1 May 2004. At the same time, Turkey issued a declaration stating
that signature of the Additional Protocol did not amount to recognition of the
Republic of Cyprus. On 21 September 2005, the EU adopted a counter-declaration
indicating that Turkey’s declaration was unilateral, did not form part of the
Protocol and had no legal effect on Turkey’s obligations under Protocol. The
EU declaration stressed that recognition of all Member States was a necessary
component of the accession process.”
- Türkçesi:
-
“Kıbrıs:
Türk hükümeti, Kıbrıs’la ilgili kapsamlı bir anlaşma sağlanması yolunda,
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin planına uygun davranma ilkesine bağlı
olduğunu birçok kez bildirmiştir.
- 29 Temmuz 2005’de Türkiye bir Ek Protokol imzalayarak, AB-Türkiye
arasındaki Gümrük Birliği Anlaşması’nın 1 Mayıs 2004’de AB’ye katılan 10 yeni
üye devlete de uygulanacağını bildirdi. Aynı zamanda Türkiye, bir de
deklarasyon yayınlayarak, imzalanmış olan Ek Protokol’un, Kıbrıs
Cumhuriyeti’ni tanımak anlamına gelmeyeceğini bildirdi. Avrupa Birliği de 21
Eylül 2005’de, bir karşı-deklarasyon yayınladı. Bu karşı-deklarasyonda, Türk
deklarasyonunun tek-taraflı olduğu, Protokol’un bir parçası olarak
sayılamayacağı ve Türkiye’nin Protokol’da belirlenen sorumluluklarını yasal
olarak etkileyemeyeceği bildirildi. AB’nin karşı-deklarasyonunda, tüm Üye
Devletlerin tanınması konusunun, Türkiye’nin AB’ye katılım sürecinin gerekli
bir parçası olduğu
vurgulandı.”
-
Yukarıdaki madde, AKP hükümetinin kendi
emellerine ulaşabilmesi yolunda, gerekirse Türk halkının onuruyla oynamaktan
da kaçınmayacağının ibret verici bir belgesidir! Ta Ekim 2004’de Kıbrıs’ı
Rumlara veriyor, bunu 17 Aralık 2004’de Brüksel’de bir kez daha doğruluyor,
yetmiyor, 29 Temmuz 2005’de imzaladığı bir Ek Protokol’la Gümrük Birliği
Anlaşması’nın Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’ni de kapsayacağını kabul ediyor! Ama
birden aklına Türk Milletinin göstereceği büyük tepki geliyor ve hiç
sıkılmadan ve Ek Protokol’daki imzası kurumadan, tek taraflı bir bildirgeyle,
‘Ben Ek Protokol’ü imzaladım, ama bu Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımak anlamına
gelmez’ diyebiliyor!
-
Peki, AKP hükümeti hem Kıbrıs’ı Rumlara teslim
edip hem de Türk Milletinin hışmından kurtulma amacıyla Türk Milletinin
onurunu ayaklar altına alan bir döneklik sergilerken, Devletin diğer yüce
makamları neler diyor, neler yapıyor?
-
12.04.2006’da Harp Akademileri Konferansı’nda
yaptığı konuşmada, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer şunları söylüyordu:
-
“AB’ye üyelik sürecimizde sağlıklı koşullarda
ilerlemek bizim için öncelikli konudur. 3 Ekim 2005’de üyelik görüşmeleri
resmen açılmış ve Avrupa Birliği’yle ilişkilerimizde önemli bir aşama geride
bırakılmıştır. Türkiye bu yolu tamamlamak için çalışmalarını kararlılıkla
sürdürmektedir.”
-
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Kıbrıs’ın
Rumlara teslimini, Türkiye’nin limanlarının ve hava alanlarının Kıbrıs Rum
Cumhuriyeti’nin kullanımına açılmasını ‘sağlıklı koşullarda ilerleme’ olarak
görüyor ve ‘önemli bir aşamanın geride kalmış’ olduğunu duyuruyordu!
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Kıbrıs’ın Rumlara verilmiş olmasıyla AB’ye
üyelik yolunun henüz tamamlanmamış olduğunu da bilmektedir. AB’ye üye olma
yolunda İstanbul Fener Kilisesi Baş Papazı’na ‘Ekümenik’ unvan verilerek
Konstantinapol (İstanbul)’da bir Ortodoks Din Devleti’nin kurulması, Dicle ve
Fırat nehirleri üzerindeki barajlar başta olmak üzere, Türkiye’nin tüm su
kaynaklarının ve su dağıtım şebekelerinin yönetim ve denetiminin AB’ye
devredilmesi ve Güneydoğu Anadolu’da federe bir Kürt devletinin kurulmasına
göz yumulması da bulunmaktadır. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, işte bu
yolun tamamlanması için çalışmaların ‘kararlılıkla sürdürülmekte’ olduğunu
duyurmaktadır!
-
Kıbrıs’ın Rumlara teslim edilmesine sesini
çıkarmayan Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök, Mayıs 2005’de, Kara Harp
Okulu’nun ‘Çizgi Ötesi’ dergisine verdiği söyleşide, 17 Aralık 2004 zirvesinde
AB’den tarih alınmasını başarı olarak değerlendirmekte ve Türk Ordusu’nun;“AB
süreci ile birlikte hızlı bir değişime uğrayacağını” söylemektedir. Bu
değişime ‘hızla ayak uydurmayı’ Türk Ordusu’nun önündeki görev olarak
belirtmektedir.
-
Oysa Türk Ordusu’nun bir tek görevi vardır:
Milli Egemenliği savunmak. Egemenlik, ‘en üstün otorite’ olarak tanımlanır.
-
AB’ye girmek demek, Milli Egemenliği Brüksel’e
teslime hazır olmak demektir!
-
Peki, nasıl oluyor da Genelkurmay Başkanı Org.
Hilmi Özkök, Milli Egemenliğin AB’ye teslimini Türk Ordusu’nun önündeki görev
olarak görüp, göstermeye çalışıyor?
-
Çevresindekilere Nutuk’u okumalarını öneren
Org. Hilmi Özkök, Söylev’deki Atatürk’ün şu sözlerini okumamış olabilir mi?
“Temel ilke, Türk Ulusu’nun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu,
ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir.”
-
AB’ye üye olmakla tam bağımsızlığımızın elden
gideceğini, dolayısıyla Türk Ulusu’nun artık onurlu ve şerefli bir ulus olarak
yaşayamayacağını Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök bilmiyor olabilir mi?
-
Türk Genelkurmayı, istenilen her tür ödünü
vermeye hazır olduğunu bildirerek AB’ye teslim mi olmuştur? Bu çok ağır ve çok
acı sorunun yanıtını, dünyayı yöneten gizli örgütlerden CFR’nin dünyaca ünlü
dergisi Foreign Affairs’in Şubat 2006 tarihli sayısını okuyarak öğreniyoruz.
“Türk Genel Kurmayı, onlarca yılda oluşturduğu ve titizlikle koruduğu gücünü
kaybetme pahasına, AB’nin taleplerinin büyük bir bölümünü kabullenmek zorunda
kalmıştır. Bu özverinin iki açıklaması bulunmaktadır: AB üyeliğini, yüzyıla
yakındır destekledikleri modernizasyon sürecinin son aşaması olarak
görmektedirler.
-
AB’ye üyelik sürecinin, uzun süredir çözmek
için çabaladıkları İslamcılık ve Kürt ayrılıkçılığı gibi temel iç sorunların
çözümü için en iyi yol olduğuna inanmaktadırlar.
-
AB’nin Ankara ile Ekim 2005’de müzakerelere
başlamasıyla, reform istekleri daha da yoğunlaşacaktır. Özellikle, Kürt
ayrılıkçılığı ve Kıbrıs’ın statüsü konularında askerlerin politikaları
üzerinde yoğunlaşacaktır. Ve işte o zaman, Türk ordusu liderlerinin daha ne
kadar geri çekilmeyi kabulleneceğini bekleyip görmek gerekmektedir.”
-
Bu çok sarsıcı yazının kısa özeti şudur: Türk
Genelkurmayı, onlarca yılda kazandığı gücünü kaybetmiştir. AB’nin dayattığı
taleplerin büyük bölümünü kabul etmiştir. Kendi iç sorunları olan laiklik
karşıtı hareketleri ve Kürt ayrılıkçılığını kendisi çözemediği için, kurtuluş
yolu olarak AB’ye teslim olmuştur. AB’nin Türkiye’den istekleri henüz
bitmemiştir. Kıbrıs ve Kürt ayrılıkçılığı konularında daha ağır talepler
gelmek üzeredir. İşte bu aşamada Türk ordusunun komutanlarının daha ne kadar
geri çekilmeyi (‘how much further the Turkish military leadership will be
willing to retreat’) kabullenecekleri merakla beklenmektedir.
-
Bu çok ağır ve Türk Milletini çok derinden
yaralayacak yazıya bugüne kadar Genelkurmay Başkanlığı’ndan hiçbir tepki
gelmemiştir! Yukarıdaki yazıyla ilgili çok çarpıcı bir bilgi daha verelim: Bu
yazının yazarlarından Doç.Dr. Ersin Aydınlı, Bilkent Üniversitesi öğretim
üyelerinden olup, George Washington Üniversitesi’nde ziyaretçi hocalık
yapmaktadır. Nihat Ali Özcan, Türk ordusundan emekli bir binbaşıdır. Doğan
Akyaz ise hala Türk Silahlı Kuvvetleri’nde binbaşı olarak görev yapmaktadır.
Buraya kadar sergilemiş olduğumuz bilgilerden ortaya çıkan acı gerçek şudur:
Türkiye’yi AB’nin buyruğuna sokan ve AB’nin tüm taleplerini yerine getirerek
Kıbrıs’ı Rumlara teslim eden, yalnız AKP hükümeti değildir! AKP hükümetinin AB
ile ilgili tüm eylemlerine ve istenilen her tür ödünü vermelerine
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer de katılmıştır ve bu tutumunu sürdürmektedir!
-
Türk Milletine ihanet sayılacak bu eylemlere
katılmış olan Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök, Büyük Devrimci Gazi
Mustafa Kemal Atatürk’ün 31 Temmuz 1920’de subaylara hitaben yaptığı şu
konuşmadan nasıl olmuş da hiç ders almamıştır:
-
“Efendiler!
-
Dünyada hayat için, insanca yaşamak için
bağımsızlık lazımdır. Bağımsızlık sahibi olmak için kuvvet sahibi olmak ve
bunun için mevcudiyetini ispat etmek icap eder.
-
Kuvvet ordudur. Ordunun hayat ve saadet
kaynağı, bağımsızlığı takdir eden milletin, kuvvetin lüzumuna olan vicdani
imanıdır.
-
Ordu ise, arkadaşlar, ancak subaylar heyeti
sayesinde vücut bulur. Malum bir askeri hakikat, felsefi hakikattir: “Ordunun
ruhu subaylardır”. O halde subaylarımız, düşmanlarımız tarafından yıkılmak
istenilen ordumuzu tamir edecek ve canlandıracak ve ordu ve milletimizin
bağımsızlığını muhafaza edecektir.
-
Millet, bağımsızlığının muhafazasından ibaret
olan hayati gayesinin teminini ordudan, ordunun ruhunu teşkil eden subaylardan
bekler. İşte subayların yüce olan vazifesi budur.
-
Allah göstermesin milletin bağımsızlığı ihlal
edilirse, bunun vebali subaylara ait olacaktır.”
-
AB’nin güdümüne giren Genelkurmay Başkanı Org.
Hilmi Özkök, Türk Milletinin bağımsızlığını ihlal etmektedir. Bunun vebali
onun boynundadır!
-
Ancak bizim bilmek istediğimiz ve haklı olarak
öğrenmek istediğimiz şudur: Kemalin Askerlerinden oluşan, göz bebeğimiz, Şanlı
Türk Ordusu’nun tüm subayları da Org. Hilmi Özkök gibi mi düşünmektedirler!
-
Bunun böyle olacağına asla inanmıyoruz! (11)
- (1) Kıbrıs Gazeteleri,
- (2) Ahmet Erimhan,
- (3) Rauf Denktaş
- (4) Yurtsever Cephe, 25.Ocak.2006
- (5) www.raoul-wallenberg.org.ar
- (6) Tahran Taykut, 26.Ocak.2006
- (7) M.N.SINACI, Türk İnkılâbı Işığında Sorunlar ve Çözüm Önerileri,
- (8) Tufan TÜRENÇ, 27.01.2006
- (9) Rauf DENKTAŞ, 09.Şubat.2006 tarihli makalesi
- (10) Dr. Hayrettin Ertekin, Enthernet Grup Strateji Grup Başkanı
- (11) Yılmaz Dikbaş, Araştırmacı-Yazar,
- (12) BELDE Gazetesi, 19.07.2006-Ankara
|