YIL 9  SAYI 100    25 Haziran 2007

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

DİKKAT ; BU BİLGİLER TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMDEN  İZİN ALINMADAN KULLANMAYINIZ!

YAZARLARIMIZIN HAYAT HİKAYELERİNE GİTMEK İÇİN TIKLAYARAK GİDİNİZ!

Aşağıdaki dizinler ile tıklayarak üye olmadan sayfalara girebilir ve inceleyebilirsiniz!1

 

BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR!

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 01

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mahmut Selim GÜRSEL
Mahmut Selim GÜRSEL Hayat Hikayesi
 100. SAYI
            Allah C.C. Nasip ederek bu günleri de gösterdi. Zamanın behrinde Çorumlu 2000 Dergisinin hazırlığını yaparken fikir sorduğum iki arkadaşın burada kulakların çınlatmak her halde gerekli. Neden mi?
Nedeni bu arkadaşlar 1998 tarihinde bir Pazar günü Gürsel Yayınevinin o günkü Ölçek İş Merkezinde bulunan büromdan çıkarak biraz yürüyelim diyip, emniyet sarayının oradan geçerken arkadaşlara ben dergi çıkartmayı düşünüyorum. Sizlerde yazı verirseniz burada yayınlarım dediğim. İsmini Çorumlu2 mi olsun? Diye sorduğum iki arkadaş. Benimle sonraları alay için söyledikleri ve o yıllarda önümüzde bulunan 2000 yılını kastederek ÇORUMLU 2000 koy diye tekliflerini kabul ettim. Dergimin adını ÇORUMLU 2000 AYLIK KÜLTÜR SANAT TARİH VE EDEBİYAT ismi ile yayınlayacağımı söyledim.
Çorum’da ilk olarak ISSN alınarak 63 sayı basılan 23’ü sayıdan beride sanal olarak yayınlanan ve bu gün yayınına “Ekonomik sebepler ve Çorumluların katkı vermemeleri”nden dolayı sanal olarak yayınlanan ÇORUMLU 2000 dergimin 100. sayısı bu gün görüşünüze sunulmuştur.
             Bir işi yapabilmek için önce bilgi, sonra kapitalin olması ve araştırma ve geliştirme (ARGE) yapılması gereken bir girişim olduğu malumdur. Çorum’a bir ilk olarak açtığım ve 27 Mayıs ayında kutladığımız “GÜRSEL YAYINEVİ”NİN amaçlarından bir tanesinin de yapılacak ticari faaliyetlerden kazanılacak kapitali çalışmalarını bastırma imkânı olmayan yazarların eserlerini gün yüzüne çıkartma ve yayınlama düşüncesi olması maalesef Çorumlular tarafından her nedense benimsenemedi. Tabii bu bir görüş ve kültür farklılığı olmasından başka yayınevinin hizmetlerini kendilerine rakip görmelerinden ileri gelmesidir.
            Gelen geçti, konan göçtü hesabı ile eskileri açmamızın hakkımızda yanlış bilgi ve düşünceleri bertaraf etmek görevi ile bu satırları yazıyorum. Yayınevimizin Çorum’un en güzel dergisi ile Çorumluların karşısına çıkması pek çok kişiyi şok etmesi ve ilk sayılarda bazı gecikmelerin olması bizim acemiliğimiz ve yazı veren arkadaşların yazıların geciktirmesinden başka Ankara’da bastırdığımız derginin de zamanında gelmemesinin etkenleri fazladır.
            Yayınevi olarak Çorum Valiliği Bütün ilçe Kaymakamlığı ile abone olarak destekleri haricinde başka bir katkılarını görememem, zamanın belediye başkanının ise dergiye sadece Çorum Belediyesini 1 sayı abone etmeleri, günlük gazeteleri katkı amacı ile o günlerde otuzun üzerinde aboneliği olması dolayısı ile zaten belediyeye benim tarafımdan en az 9 adet  dergi bırakmama karşılık gülünç bir abone teklifinin bir iki yıl encümenden çıkmasına karşı o dergi paralarını da almaman sebebini anlamışsınızdır. O günkü politik konuşmalarda bizlerden birisinin, ÇORUMLU 2000 abonesiyiz, destekliyoruz, denilmesinde; hangimizin kaç abone olundu? Sorusunu soracağı ya da belediye bünyesinde bulunan müdürlüklere de gazeteler gibi alındığı düşüncesi olmayacak mıydı?
            Bazı firmalarında bize reklâm vererek destek verdiklerini zan etmeleri de bizce ve basın işleri ile uğraşanlar tarafından basılan emtianın sayfa maliyeti, vergisi ve KDV si ile birlikte katkımı yoksa başka bir şey mi yaptıkları da konuşulabilecek bir olgudur.
            Basılan dergimizin 63 sayısında aldığımız dergi paraları da ancak % 3 olduğu düşünülürse. Bu işin sonucunda elimde bulunan bir evin kaybı ile sonuçlanmış olsa da dergiyi kurarken amacımın birisi olan ve Çorum’da tek parti döneminde 1938 tarihinde basılan “ÇORUMLU” dergisini ekarte etmeyi başarmanın heyecanı bana yetmiş olup, zaten sanal olarak yayınlanan derginin devamında da başarımızın okuyucularımız tarafından bilinmesinin kıvancı yeterli olmaktadır.  2007 MAYIS tarihinde 12406 TEKİL ZİYARETÇİ okuyucu ve ziyaretçilerimize buradan teşekkür ederim. Geçmiş geçmişte kalmıştır. Bu günlerde ise her ergiye kısıtlı bütçemden yaptığım katkıyı aklım erdikçe, elim tuttukça buradan devam ettireceğim.
            Yazı veren arkadaşlarımızdan da yüzüncü sayı için özel yazı istedim. Katılan olmadı. Burada yanlış bir anlama olduğu kanısındayım. Ben beni övmelerini değil, yüzüncü yıldan sonra neler yapalım diye fikir katkılarını beklemiştim. Artık yüzüncü sayı yayınlandı. Zaten biz bildiğimizi yapmasaydık arkadaşlarımızın önerilerine gitseydik değil yüz sayı 2 sayı bile yayın yapamazdık.
            “Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? “
            Sevgilerimle.
NOT: Yeni yazı,bilgi,resim göndermek isteyen arkadaşların corumlu2000@yahoo.com adresime yazmaları ve ayrıca sitemizin iki yerinde bulunan SİZDE YAZIYORSANIZ daki linkte bulunan şartları uygulayınız.

 

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 

 02

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mesut ARTAR
Mesut ARTAR Hayat Hikayesi
ÇORUMUN KADERİ BU DEĞİLDİR.
            Çorum gelişmişliğiyle, temizliğiyle modernliğe doğru emin adımlarla ilerlemesiyle övüne dursun, şehir içindeki olumsuzluklar bizleri ister istemez "dışı seni içi biz yakar" sözünü hatırlatmaktan öteye gidemiyor.
Gerçekten dışarıdan ilimize bakıldığında son derece temiz ve modern bir şehir görünümüne tanık olursunuz ama içine girdiğinizde o kadar büyük bir çelişkiye girersiniz ki bunu kelimelerle anlatamazsınız.
Dışarıdan bakıldığında Çorum'un son derece büyük bir il olduğunu, göğe doğru yükselen birbirinden modern mimarı ile yapılmış binaları ile ülkemizin en güzel şehirlerinden biri olduğu imajına kapılırsınız. Ancak şehrin içine girdiğinizde bu şehrin ne kadar yanıltıcı bir şehir olduğunu görür ve o nispette de şaşkına dönersiniz.
Şehir içinde girdiğinizde Türkiye'de eşine kesinlikle rastlayamayacağınız tezatlar görürsünüz, şehrin daha da içlerine girdiğinizde kaldırımları işgal edilmiş yaylaların cadde ortasında bu yüzden yürümek zorunda kaldıklarına tanık olursunuz.
Şehrin kenar semtlerine gittiğinizde ise kelimenin tam anlamıyla şoka girersiniz.
Kenar semtlerde başıboşluğun en alasını da yaşamaya başlayacaksınız.
Yani açıkçası dışarıdan baktığınız ve imrendiğiniz bu şehrin ne kadar talihsiz ve başıboş bir şehir konumuna getirildiğine tanık olacak ve bu şehirde kanunların hiçe sayıldığını, hiç kimsenin konulan kurallara uymadığını  görerek Çorum'u gittiğiniz diğer şehirlerle mukayese ederseniz aramızda ne kadar farklılık olduğunu göreceksiniz. Şehir içi trafiğinin acı gerçeğinden, kaldırımların fütursuzca işgal edildiğinden, cadde ve sokaklarımızın ne kadar başıboş bir duruma geldiğinden istediğiniz kadar söz edin sesinize kulak verilmediğini gözlemlemek bizleri de gerçek manada üzüyor ama birileri Herhalde "Böyle gelmiş böyle gidecek" teorisini benimsemiş olacak ki yazılanlara çizilenlere duyarsızlık göstermektedirler.
Sorumluluk duygusundan uzak şehrin perişanlığı karşısında hiçbir şey yapma özverisini göstermemek bizim ilgili ve yetkililerimize mahsus olsa gerek ki bu konuda sorumluluk bilinciyle hareket edilmiyor ve başıboşluğun mimarı olmayı yeğliyorlar.
Dünyanın neresinde görülmüştür bir caddenin sağına ve soluna,duble park etmek.. yayaların ve diğer sürücülerin (örneklerden birisi Taşhan ve Farabi caddeleri)geçiş hakkını hangi ilde ellerinden alınmıştır.
Hangi illerde kaldırımlar ve giriş yasağı tüm uyarı ve ikazlara rağmen işgal ve ihlalden edilmekten kurtulamamıştır?
Tabii ki sadece sahipsiz Çorum'da olmaktadır tüm bunlar ve ne yazık ki bunun önüne geçebilmek içinde en ufak bir çaba sarf edilmemektedir.
Çorumun kaderi bu değildir.
Çorum ipsizin sapsızın elinde oyuncak olacak bir il değildir ama yetkililerimizin konuya duyarsız kalması bu şehri bir oyuncak haline getirmiş bulunmaktadırlar.
Bu düzensizlik ve bu duyarsızlık sürdüğü sürece her önüne gelen istediği ve de dilediği şekilde bu şehri yaşanılmaz bir kent haline getirmeye devam edecek ve bizlerde sadece yazılarımızla kalmaya devam edip duracağız.
Bu ikaz ve uyarılarımızı kafasını kuma gömmeye devam eden duyarsız ilgililerin dikkatine bir kez daha sunuyor, görevlerini kendilerine bir kez daha hatırlatmayı görev biliriz.

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 03

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Suhubi Ulvi CIRUL
Suhubi Ulvi CIRIL Hayat Hikayesi
 İYİ NİYET
            İtfaiye’de iken Yenihayat Barajından Çorum’a su getiren boruların bağlantı yerinden birinde su kaçağı olmuş, kaçaktan sızan sular arazide gölcük oluşturmuştu. Arızanın onarılabilmesi için su birikintisinin boşaltılması gerekiyordu. İtfaiye olarak motopomp kurularak nöbetleşe su boşaltılmaya gidiliyordu. Gidilen bölge yerleşim birimlerine uzak,boş bir arazi idi.
            Arkadaşlarım oraya giderken gece ne olur, ne olmaz, herhangi bir canlının saldırısına uğrarsınız, kendinizi korursunuz diyerek onlara uzunca bir ağaç sırık vermiştim. Ertesi gün oraya gitme sırası bana gelmişti; bende gittim. Su seviyesi aşağı indiği için; motopompu aşağıya indireyim derken ayağım kayarak su birikintisinin meydana geldiği çukurda sakız gibi yapışkan çamura battım. Çıkmak için çabalarken belime kadar çamura gömüldüm. Çıkmak için çabaladıysam da çukurdan çıkamadım.
            Benim bu halimi gören arkadaşım, bir gece önce gerektiğinde korursunuz diyerek arkadaşlarıma verdiğim o ağaç sırığı bana uzattı. O sırıkla beni çekerek saplandığım çamurdan çıkartarak kurtardı.
            Başka bir imkânın olmadığı o yerde; o sırıkta olmasaydı kurtulmak için daha çok çabalayacak, beklide panikleyecek, takdir edilen ömür de bitmiş olsaydı ölüm kaçınılmaz olacaktı.
            Bu olaydan sonra çok düşündüm. Basit bir tedbir ve küçük bir olabilecek bir olaya önlem için verilen bir ağaç sırık. İnsanın tedbir ve dikkatsizliğin bu dünyada görüyor, yaşamak veya ölmek işte işin özeti bu.
Aslında; bu tür göze gözükmeyen ve dikkat edilince sıra dışı olayları hepimiz farklı yerlerde, farklı şekillerde yaşıyoruz. Bu ve benzeri yaşadığım, gördüğüm, duyduğum olayların neticesine bakıyorum da hiçbir iyilik ve kötülük karşılıksız kalmıyor. Er veya geç bir gün mutlaka iyilik, iyilik olarak; kötülük de kötülük olarak o fiili işleyene farklı şekilde de olsa dönüyor.
Rab’im bütün insanlığı iyilerden eylesin.

 

 
 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 04

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Ali EMİROĞLU
Ali EMİROĞLU Hayat Hikayesi
İŞİN YOKSA YAZIYA DEVAM
Demokrasiyi Türkler keşfetmiş değildir. Biz, yaptıklarımızı Avrupa’nın yaptıklarından esinlenerek yapıyoruz. İhtilalimizde de, inkılâplarımızda da Fransız ihtilalinin ve Fransız devrimlerinin izleri vardır. Anayasamızdaki “Laik” ilkeler kayıtları da, Fransız Anayasası’ndan alınmıştır. Bunların hepsinin sebepleri vardır.
Aslında, bütün Avrupa demokrasisinin yaptığı da aynı kaynaktan alınmıştır. Böylece, hem Avrupa ülkelerinde ve hem de bütün Avrupa ülkelerinde “Parlamenter demokrasi” usulleri teşekkül etmiştir. Devlet başkanları, Cumhurbaşkanı adı altında, meclisler tarafından seçilmişlerdir. General De Gaull’e kadar da, Fransa’da Cumhurbaşkanı, Fransız Meclisi tarafından seçiliyordu.
Cumhurbaşkanı seçiminde zorluk oldukça da, meclis kendisini yeniliyordu. Bunlar yine olmaktadır. Şu komşumuz Yunanistan’da bile tatbik edilen usuller bunlardır. Şimdiye kadar, bu sistemden şikâyet edenlere de rastlamamışızdır. Yalnız Fransa, kendisine mahsus yeni bir sistem yaratarak, Cumhurbaşkanı’nı halka seçtirmektedir. Bundan memnun olduğu da şüphelidir.
Dedik ki, Fransa, yeni bir sisteme göre formalitesini ayarlayarak, Cumhurbaşkanını halka seçtiriyor. Yeni bir sistem hazırlamış ve Anayasa ona göre değiştirilmiştir. Bu değişiklikte, akşamdan sabaha olmuş değildir.
Türkiye’de olan sistemimiz söylediklerimizin aynıdır. Şimdiye kadar 10 Cumhurbaşkanı bu sistem içinde seçilmiştir. Şimdiye kadar bir şikâyet yaşamış da değiliz. Hatta, meclis tıkanmamış ve kendini fesih etme durumuna da gelmemiştir. Bu durumla ilk defa karşılaşıyoruz. Karşılaşmışlar ne yaptılarsa, bizim sistemimiz de aynı olduğuna göre, seçimlere gidip, Cumhurbaşkanını yeni gelecek meclise seçtirmektir.
Türkiye’de, şimdi, bu söylediklerimiz ve Avrupa’da olduğunu anlatmaya çalıştıklarımız olmuyor. Cumhurbaşkanını milletin seçmesi isteniyor. Anayasa değişikliği de, sanki bir türban kanunu gibi, birkaç gecede çıkarılıvermek isteniyor. Bunlarda içtenlik var denebilir mi? Bunları bilgi ile yorumlamak mümkün olabilir mi? Bunlarda iyi niyetin kokusu vardır denebilir mi?
Biz, Cumhuriyet kuruluşundan beri, başkanlık sisteminin de aşıkı bulunuyoruz. Avrupa ülkelerinde başkanlık sistemi yoktur. Başka ülkelerde heveslenmiş değildirler Biz, bunların çok heveslisi görünüyoruz. Amerika’daki başkanlık sistemini öğrenebileceğimiz bir kitap ta Türkçe olarak yayınlanmış değildir. O zaman, neyimize güvenerek başkanlık sisteminin peşine takılıyoruz? Hiç şüphe etmeyiniz ki, az bilgili oluşumuzun peşine takılıyoruz. “Cehaletimiz” demek en doğrudur da, insanın söylemeye dili varmıyor. Nasıl, “Bekâra karı boşamak kolaydır!” demek adet olmuşsa, cahile de rejim değiştirmek kolaydır. Kulak dolgunluğu birkaç kelimeyi, cahil âlimlik sanmaktadır!
Amerika’daki Başkanlık sistemi, Amerika’da başlangıçta kurulmuştur. Bunun iyi bilinmesi gerekir. Bu sistem, Amerika için alışkanlık yaratmıştır. Sistem diyoruz, sistemden bahsedince, bütün devlet anlayışının bu istikamette yönlendirilmesi ve bu yönlendirmenin kanunlarla düzenlenmesi gerekir. Bu iş kolay olsa, şimdiye kadar bazı ülkelerin de bunları benimsemiş olması gerekirdi.
Cumhurbaşkanımız, bu söylediklerimizin bilincindedir. Yaptıkları da hem yetkisi ve hem de ahlak anlayışımız içindedirler. Cumhurbaşkanımız, bir sistem değişikliğinin gerekli olmadığı fikrindedirler. Akşam geç vakit kızanlar, sabah erkenden sistem değişikliğine giderlerse, evlerinin yollarını bile şaşırabilir. Yanlış eve girenlerin tarifi, Türkçemizde anlaşılır şekilde açıklanmıştır. Bunları, söylendiği gibi yazıya naklederek, hiç yok yerden düşüncesi az insanların kinlerini üzerimize çekmek niyetinde değiliz.
Fikrimizi açıklayarak yazıyı bağlamak istiyoruz. Sistem değişikliğini biz de istemiyoruz. Avrupalılar, nasıl ki, Demokratik Parlamenter sistemi devam ettirmekte fayda görüyorlarsa, bu faydaları biz de kendi memleketimiz için düşünüyoruz. Sistem değişikliğini Mustafa Kemal yapmıştır. Mustafa Kemal’den dağlar kadar uzak bulunuyorsunuz. Bari, yaptıklarını bozmayın da, onları anlama gayreti gösterin.

 

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 05

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

İsmet ÇENESİZ
İsmet ÇENESİZ Hayat Hikayesi
HAC VE UMRE
Bu yazımızda ilerde Hac ve Umreye gideceklere faydalı olacağına inandığımız bazı bilgileri aktarmaya çalışacağız.
Her ikisinin de yapılması gereken dini vecibeleri din Hocaları ve rehber Hoca efendiler tarafından anlatıyor. (Zaten bizim bunu anlatmak için ne böyle bir yetkimiz nede yeteri kadar bilgimiz de vardır.)
Hac ve Umre ile ilgili hazırlıkları ve yapılacak vazifeleri ikiye ayırmak lazım, gitmeden önce yapılacaklar ve o mübarek yerde yapılacaklar şeklinde.
1-) İlk önce en az bir ay önceden yürüyüşler yapılmaya başlanmalı. Kendimizi en az 5 km yürüyecek şekilde hazırlamalıyız. Çünkü istediğimiz gibi vazife yapabilmek için çok yürümek icap ediyor.
2-) Gitmeden önce yine en az 1 ay önce aşı olunmalı. Yaşlılar her yıl grip aşısı, 5 yılda birde Zatürre aşısı olmalı.
3-) Küçük bir Türkçe –Arapça lugat bulundurulmalı.
4-) Küçük bir Pet şişe ile Sirke götürülmeli. (Orada da bulunuyor ve Arapça adı Kal.) Güneş çarpmasının en iyi ilacı sirke ve sirkeli su ile vücudu ovmak. İnce bir tülbentle başa ve alna koymakta faydalı oluyor. Ayrıca sirke salatası yapmak ve bunu bol bol içmekte iyi oluyor. (Sirke salatası: Cacığın, sulandırılmış, içine sirke katılmış ve içine az bir miktarda da şeker katılmış halidir.) (Sirke insanın hararetini kesmek yanında bana göre dizlerdeki ağrıya da iyi geliyor. Bunu da ince bir tülbentle sarıp deneyebilirsiniz.)
Biliyorsunuz Hac’cın Kurban Bayramı döneminde ve sayılı günlerde yapılma gibi bir zorunluluğu vardır. Ama Umre öyle değildir. Bu yüzden Umre yaparken gideceğimiz en uygun vakti seçme şansımız bulunmaktadır. Bana göre, sıcağın az olduğu, Aralık, Ocak, Şubat ve Mart ayları daha uygundur. Diğer zamanlarda sıcak çok oluyor. Artan sıcaklarla birlikte çalışmaya başlayan klimalar alerjisi olan insanları hasta ediyor. %90 ımız klimaları nasıl kullanacağımızı bilmiyoruz. Klimalar mikrop yuvasıdır. 15-20 günde bir filtrelerinin değişmesi gerekiyormuş. Bırakın Arabistan’da Türkiye’de bile böyle bir şey yapılmıyor.
Orada dikkatimi çeken başka bir şeyde halıların 8-10 kişinin namaz kılabileceği boyutlarda oluşuydu. (130x500 cm) Serilen halıların secde yerlerinde de 20-25 santim kadar bir boşluk vardı. Sanırım böylece bu küçük boyutlu halıların havalanması sağlanıyor. Bu halılar fabrikalarda yıkanıp kurutuluyormuş. Türkiye’deki camii halılarının hijyenik olması mümkün değil. Halı yıkama makinalarının sözde temizlediği halıların mikrop yuvası olduğunu uzmanlar söylüyor. (Senenin 7-8 ayı grip ve soğuk algınlığından burnumuzun, kulağımızın tutmayışı bundandır herhalde)
Dönüşe yakın alışverişler yapılmaya başlanıyor. Çoğu şey Türkiye’ye göre çok ucuz. Yine de ölçülü olmak lazım. (Paralarınızı iyi muhafaza ediniz ve 3-4 ayrı yere koyunuz. Böylece paranızın çalınması halinde zor durumda kalmazsınız) Hanımınızda yanınızda ise eşyanız çoğalıyor. Bu durumda eşya kargoya da verilebiliyormuş. Bunu da iyice sorup öğrenmek gerekiyor.
Her şeye rağmen çok hoş, insanı huzura kavuşturan ama biraz zor bir ibadet. Allah canı gönülden isteyen herkese nasip etsin. Bu arada en önemli şey SABRI sırtınız, kalbiniz ve beyninizde yaşatmayı öğrenmelisiniz. Onu yaşamayı unutmamalınız.
“Hac ve Umrenizin kabulü ve derecesi geldikten sonraki yaşantınıza bağlı. Değişmelisiniz. Mutlaka değişeceksiniz. Sabırlı ve mutlu olacaksınız” bu sözler Mekke’de yaşayan ve bize rehberlik eden Osman Yıldırım Hoca Efendiye ait. Ben ayrıca Osman Hoca Efendiye, burada vefat edenlerin yıkanmadığını bir arkadaşım söyledi, bunun aslı var mıdır, diye sordum. Osman Hoca katiyen böyle bir şey yok, çok güzel ve itinalı bir şekilde yıkanıyor, dedi.
Not: Medine’de Peygamber efendimizin yattığı, Ravza_i Mutahhara’ya el sürmek, dokunmak mümkün değil. Zaten o kalabalıkta pek doğru da değil. Ama içerisinin daha iyi görülebilmesi için ışıklandırılırsa daha iyi olur kanaatindeyim.

11.06.2007

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 

 
 06

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Üzeyir Lokman ÇAYCI
Üzeyir Lokman ÇAYCI Hayat Hikayesi
KURBAĞANIN GÜNLÜĞÜ
Ne kadar ülke varsa gezmişti.  Göller ve insanlarla  ilgili bir edebiyat dosyası oluşturma niyetindeydi. Gittiği ülkelerden birinde bir partinin genel başkanı yüksek bir kürsüye çıkmış konuşuyordu…Kalabalık ilgisini çekmişti. Ezilmemek için kendisine kenarda, kuytu bir köşede yer buldu…
« Bu adam ne diyor » diye biraz  yaklaştı. Adamın konuşması kurbağanın hiç hoşuna gitmemişti… Bu adamın mesleği « kasap »  olmalı diye düşündü…
« Oldukça kaba, saygısız saldırgan ve yabanî… Bu haliyle asla kasap olamaz… Benim bildiğim kasaplar güler yüzlüdür … İnsan sevgisi taşırlar, bu kadar merhametsiz olamazlar... » Biraz daha dinledikten sonra:
« Yooo... yoo… bu adam kasap olamaz… Olsa olsa cellattır» dedi…
« Kışkırtıcı sözleriyle başkalarını dahi cellatlığa teşvik ediyor... İnsanlık ve adalet kapıları bu adamın kalbinde tamamen kapanmış! İntikamdan, zulümden zevk alan biri bu!  İnancın yerine hırs, sevginin yerine nefret adama sermaye olmuş... Etrafındaki dalkavuklar da,  ya menfaat için ya da cellatın eylemlerine ortak olmak için onu alkışlıyorlar…» Kurbağanın kendi kendine konuşmalarını dinleyen bir karınca ona  yaklaştı… Nezaket icabı onu korkutmamak için öksürdü… Sonra :
- Günaydın kurbağa kardeş ! Diye konuşmaya başladı:
- Bakıyorum oldukça düşüncelisin?  Kurbağa :
- Kalabalığa hitap eden şu adam dikkatimi çekti... Kuralsız ve seviyesiz bir üslupla konuşuyor... Millet herhalde bu adamı kendilerine kötülük yapması için seçmiş, diye düşündüm... Cellat  gibi birisi ! Karınca : 
- Biz de tedirginiz... Karınca milleti olarak bu adama ve etrafındakilere fırsat buldukça beddua ediyoruz. Üzerinde yaşadığımız toprakları dahi, düşmanlarımıza satmaktan çekinmediler. Çiftçi bunların çirkin emelleri yüzünden tahıl yetiştiremez oldu. Geçmiş yıllara göre bizler de oldukça zor durumdayız … Şerleri boylarını aştı… İhanetleri zirveye ulaştı… Sen hiç merak etme, insanlar da uyandı feryatları meydanlardan taştı ! 
Bir karga da her ikisinin kuytu bir yerde yaptıkları konuşmalarından oldukça etkilenmişti. Daldan dala konarak  onlara iyice yaklaştı :
-  Ben de sizin fikirlerinize aynen katılıyorum... Bu adamların yanlarında arkadaşlarımla  bir çok kez  öttük. Mankafalar ikazlarımızdan hiçbir şey anlamadılar. Üstüne üstlük bir de dindar geçiniyorlar...  Yalan... haksızlık... türlü türlü oyunlar bu adamları tanımlayan hususlar... Aklınıza ne kadar olumsuz şey gelirse bu adamlarda var... Maşallah çevresindekiler de bu adamlardan geri kalır gibi değiller... Hepsi birden el birliğiyle içinde bulunduğumuz ülkeyi perişan ettiler... Biz karga milleti olarak bu adamların defolup gitmeleri için elimizden gelen ne varsa yapıyoruz...
Kurbağa uzun uzun düşündü ve  günlüğüne:
« Bu gün bir cellatla karşılaştım, bir karıncayla bir karga da benim görüşlerime katıldılar… » diye not düştü. Karga ve karıncayla vedalaşarak oradan ayrıldı. 

Paris, 03.06.2007

 

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 07

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI Hayat Hikayesi
 21. YÜZYIL TÜRKİYE’Sİ VE KIBRIS
Tarih Temmuz 2006, masamda üç tip gazete var. Biri bizim gazeteler, milletin hür iradesini yansıtan, halka hakkıyla ve lâyıkıyla tercüman olan “ulusal ve yerel basın”. Manşetlerinde  “elveda Kıbrıs, elveda Kerkük” yazıları yer alıyor. Diğeri mevcut yönetimin sesi, hükümetin kuklası, “Rumlar köşeye sıkıştı”  diyor. Öbürü ise, mütareke basını nam medyadan çok renkli bir parça, daha doğrusu paçavra. “KIBRIS İŞİ TAMAM” diye (utanmadan) görkemli bir manşet atmış. Sayfadan adeta sevinç çığlıkları fışkırıyor. Sanki Türkiye’de yayınlanan To Vima...
 Çok garip bir tecelli. Tarih tekerrür ediyor. Yönetim uyuyor. 2000’lerin Türkiye’ si, 1900’lerin Osmanlı’sından farksız! Sanki birileri zaman tünelinden Osmanlı’nın Bab-ı Ali’sini alıp, günümüz Türkiye’sinin Başkent’ ine ışınlamış gibi !.. 2006’nın Başkent Ankara’sında, devleti yönetme sorumluluğunu üstlenen bir kısım sivil-asker, politik-acı, siyasetçi, bürokrat zevatın, bir “resmi”, bir de gayr-ı resmi görüşü var.
 Medyasında ise, Ali Kemaller ve isimsiz kahramanlar, vatan hainleri (dahili bedhahlar) ile Türkiye sevdalıları göğüs göğüse, kana kan, dişe diş mücadele veriyor. Bir taraf yalanla-talanla, deveyi hamuduyla yutup koşmakta, diğer taraf fazilet timsali.
Resmi görüş, bir kısım işbirlikçi, gafil ve ‘enternasyonallerin’ üstün çabaları ile 1963’de Ankara antlaşmasıyla başlayan, İhsan Sabri tarafından mamul “Annan Plânı” ile ivme kazanan ve gümrük birliği anlaşması kapsamında taviz üstüne taviz verilen bir sürecin devamı niteliğinde. Milletin sesini dinlemeyen, sözünü tutmayan, vaadini yerine getirmeyen, büyük Atatürk’ün vasiyetini görmeyen, görmezden gelen ve milli menfaatleri hiçe sayan “statüko”  bizim gazete’nin dediği gibi milli dava Kıbrıs ve tapulu mülkümüz Kerkük’ten (ABD ve AB istiyor diye) vazgeçmek eğiliminde.
Tıpkı “Abdülhamid Düşerken” filminde bütün çıplaklığı ile açıkça yansıtıldığı ve gözler önüne serildiği gibi!.. Devleti yönetenlerin ağzı başka konuşuyor... Kafalarının içindeyse bambaşka tilkiler dolaşıyor. İlişkiler, bağlantılar, millet den gizli verilen sözler ise bambaşka. Bazı ‘danışmanların’ hesabı ise çok daha farklı. Aslında kimsenin kimseye güveni kalmamış. Bu arada koltuğunu korumak isteyenler de, yabancı bir ülkenin başkentinden medet umuyor. 1900’lü yılların başında, Osmanlı hanedanı, tahtından düşürülüyordu. 2000’li yıllarda ise Atatürk, gönüllerdeki tahtan düşürülmek isteniyor. AB “fotoğraflarını da resmi dairelerden indirin”, “şu ulusalcılar da çok oldu, toparlayın atın içeri kerataları” diye talimat veriyor.
Yönetim angaje olmuş bir kere... Atatürk ilkeleri ve Türk İnkılâbı yolunda çizilen istikrarlı politikalardan ödün üzerine ödün veriliyor. Milletin sesini dinleyen yok. Hasılı, buna ‘resmi görüş’ demek de pek mümkün değil zaten. Ama, resmi makamları işgal edenlere göre; KKTC’yi ABD’ye ve Yunan’a –Rum’a teslim ediyoruz ve Başbakanımız ile Dışişleri Bakanımız bu konuda taviz yarışına giriyorlar.
Millete söylenen ise başka: Kıbrıs işi tamam. İzolasyonlar kalkacak, problem bitecek. 
Rumlara limanlar ve hava alanları açılacakmış ama izolasyonlar da kalkmalıymış!
Başımızda Kıbrıs’ın önemini, stratejik değerini, tarihi hak, evrensel hukuk ve Türk milleti’ne mutlak aidiyeti ile milli davanın ‘vazgeçilmezliğini’ kavrayamamış bir yönetim var. Dahası, adanın stratejik önem ve değerinin de farkında değiller.
Bu çerçevede milletin görüşü şudur: Kıbrıs bir milli davadır. Türkiye devleti ve milleti  için vaz geçilmez bir önem ve değeri haizdir. Devletin ve hükümetlerin görevi bu davayı diri tutmak ve her ne pahasına olursa olsun; Londra-Zürich ve Garanti anlaşmaları ile elde edilen kazanımları tekrar ve mutlaka Türkiye ile KKTC lehine tesis, ikame ve idame ettirmektir. Bu antlaşmalardan dönen ve taviz verenler sorgulanmalı,yargılanmalı ve “Kıbrıs sorunu” yine bu antlaşmaların amir hükümleri doğrultusunda çözümlenmelidir. Türkiye’nin hukuken böyle bir hakkı vardır ve bu hak uluslar arası kabul görmüş antlaşmalardan kaynaklanmaktadır. Bu kadar sağlam karineler karşısında hiçbir kuvvet ve hükümet geri atamaz.
Asla geri adım atmamalıdır da...
Bu güne kadar geri adım atanlar, kamu vicdanında “vatana ihanet” damgasını yemiştir. Toplum tarafından lânetlenmiş ve dışlanmışlardır. Böyle giderse, bunlarında akıbeti aynı olacaktır. Bunun başkaca bir yolu yoktur. Aynı güruh Kuzey Irak’ı da kendi elleriyle oluşturmuş ve şimdilerde milletin başına belâ etmişlerdir.
Milletin “siyasi mevtalara” tahammülü kalmamıştır.
Milletin ve milli reflekslerin tezahür, telkin ve tebarüz ettirdiği görüş budur.
 Dahası, Maraş dahil “her karışı vatan toprağı olan” KKTC’den, Rum’a, Yunan’a, AB veya ABD’ye bir karış toprak veren; yahut’ da Kıbrıs’tan asker çekmeye yeltenen, “Türk milleti ve Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır” fikri, halkta hakim bulunmaktadır.
Kıbrıs konusunda alçakça taviz verenleri millet affetmeyecektir.
Sağ duyulu, samimi ve dürüst insanlarımız Kuzey Irak (Musul-Kerkük ve Telâfer ile Batı Trakya dahil diğer Türk yurtları) konusunda da aynı duygu ve düşünceleri içtenlikle paylaşmakta ve seslendirmektedir.
Ancak, bir askerinin kaçırılması mukabili bütün orta doğuyu kana bulayan İsrail’in gösterdiği cesaret, azim, irade, cüret ve kanlı kararlılığa rağmen, Türkiye’yi yönetenler kendi topraklarımız içinde yuvalanmış üç beş eşkıyayı temizlemekten aciz ve zavallı bir duruma düşmüş ve vatan toprağını koruma konusunda dumura uğramış bulunmaktadırlar.
Çok ayıp ve çok yazık değil mi bize!
Bütün dünyaya rezil oluyoruz...
Oysa dünya ve uzay Türklüğü’nün Kâbesi olan Türkiye, dış Türkler ve Türklerin yaşadığı ülkeler konusunda, en azından Yunanistan kadar duyarlı olmaya mecburdur. Aksi taktirde Atatürk’ün hitabına muhatap olunamaz. Sebep olunan vebalin altından kalkılamaz.
Hani ne demişti Atatürk: “Efendiler !... Kıbrıs düşman elinde bulunduğu sürece bu bölgenin (Akdeniz Bölgesi’nin) ikmal yolları tıkanmıştır. Kıbrıs’a dikkat ediniz. Bu ada bizim için çok önemlidir..” Lâkin, AB’nin, adının dahi anılmasını istemediği, resimlerinin indirilmesini ve bütün emareleri ile tarihten silinmesini istediği Atatürk kimin umurunda. Zaten bunlar Atatürk’ü bilmekten ve O’ nun yolunu izlemekten korkan ve kaçanlar değil mi?
Şimdi önerilen plânı biraz daha inceleyip, irdeleyelim. Kıbrıs’ta ne yapılmak isteniyor? Çok büyük ihtimalle; BOB ve BİB’in sigortası olmak üzere bir ABD deniz üssü’ mü ? “Bir yandan Abdullah Gül, diğer yandan Tayip Erdoğan söz verdikleri Kıbrıs bombasının ellerinde patlamaması için harekete geçtiler. 2005’in son günlerinde Talat hükümetine uyguladıkları abluka ile Rumlara tek taraflı olarak (burada mütekabiliyet aranmaması büyük bir gaflet ve dalâlettir. Uluslar arası bir hakkın kullanılmasından ısrarla kaçınılması anlaşılır gibi değildir) mallarını iade ve dolayısıyla 74’ü işgale dönüştüren yasayı çıkarttıran hükümet, şimdi de altın vuruşa hazırlanıyor.
O açıdan bakmayın siz, Başbakanın (akp) grupta yaptığı “Kıbrıs milli davamızdır” sözlerine. Bunun en ufak bir kıymeti harbiyes, emaresi bile yok. Öyle olsaydı eğer bugün Denktaş Kıbrıs’ta Cumhurbaşkanı olurdu. Esasen Başbakanın ağzından hiç de duymaya alışkın olmadığımız “milli dava” filan gibi sözler de belli ve de aşikar ki, setretmeye yönelik. Hani Sabetayların kamuoyuna malolmuş hülleleri ile konuşmak gerekirse Yahudilerin camiye gitmeleri gibi bir şey bu!
Tıpkı AB ve ABD ile oynanan oyu gibi...
O tarafa başka, millete başka. Bu da, Türk (!) takiyyesi işte...
Dahası eğer Başbakan bu kavramı kullanıyorsa durum acil ve SOS sinyalleri çok güçlü geliyor olarak okuyabilirsiniz. Deniz üssü veriliyormuş. Lefkoşe’de yayımlanan Kıbrıslı Gazetesi hafta içinde önemli bir haber yayımladı. Fotoğrafları da yayımlanan habere göre Amerikalı’ lara deniz üssü veriliyormuş! Gelin isterseniz haberin devamını Kıbrıslı gazetesinden takip edelim:”(1) “Amerikanlar Gemikonağında deniz üssü inşa ediyorlar. Deniz üssü Gemikonağında, halk arasında “Mangli’nin Limanı” olarak bilinen bölgede inşa edilecek.  Moty Industries adlı bir şirket tarafından tersane adı altında kurulacak ve Akdeniz’de dolaşan Amerikan savaş gemilerinin bakım ve onarımı için kullanılacak.
Silopi’de de, sözde “Kuzey Irak’ta yol güvenliğini sağlamak” bahanesi ile Amerikan üssü ? Üstüne üstlük, düne kadar “milli” lâfzı taşıyan kurumlarda üst görev ve rütbelerde görev yapmış bir takım Türk (!) vatandaşları da mezkür şirkette üst düzey görevlisi.
Gelelim haberin devamına: Haberin devamında da hayli ilginç başka detaylar da var: “Maliye Bakanlığı ile yapılan anlaşmaya göre Moty İndustries tesislerin inşası için ilk etapta 30 milyon dolar civarında bir yatırım yapılacak. Güvenilir kaynaklardan edindiğimiz sağlam bilgilere göre, bu yatırımların 5 yıl içinde 150 milyon dolara çıkması bekleniyor.
İnternetten elde edilen bilgilere göre de, Moty İndustries ile anlaşma 2002 yılında imzalanmış 2005 yılında ise yatırımlara başlanmadığı gerekçesiyle Maliye Bakanlığı tarafından iptal edilmişti. Kısa bir süre önce ise ABD Dışişleri Bakanlığının devreye girmesiyle malum anlaşma maalesef tekrar yenilenmiştir”. (2)
 Haber de yer alan bir başka ayrıntı da şu: “Amerikan Dışişleri Bakanlığı’ndan gayrı resmi olarak elde edilen bazı bilgilere göre ise Amerikan 6. Filosunun  Malta liman ve tersanelerini kullandığını ancak buradaki doluluğun Amerikan savaş germileri için de bir ihtiyaç doğurduğu ifade ediliyor. Diğer bir kaynak ise yaz aylarında ülkemizi ziyaret eden Amerikan Senatörler grubunun bu şirketle organik bir bağının bulunduğunu ve KKTC ziyaretinin büyük ölçüde bu amaç için gerçekleştirildiğini belirtiyor.”
Şimdi biraz gerilere gidelim. Milletimizin hep bir ağızdan, haklı olarak “Milli Kahraman” diye nitelediği ve yurdun her bir yanında coşkuyla bağrına bastığı (eski) Cumhurbaşkanı Sayın ve sevgili Dr. Rauf Denktaş anlatıyor.
İbret ve bilgi tazeleme için kulak verelim: "Görevden ayrıldığımda, mukavemetçi, halkımız arasında beliren endişelere cevaben merak etmemelerini, KKTC'ni ebediyen yaşatmak andını içmiş olan halkımızı yeni, partiler üstü bir oluşumda (belki bir kongrede) birleştirerek KKTC' ni ortadan kaldırarak anlaşma yapma meraklıları karşısında faaliyetimizi sürdüreceğimizi söylemiştim. Ancak bu adımı atmadan önce yeni hükümete ve KKTC'ni yaşatma andını içerek Cumhurbaşkanlığına gelmiş olan Sayın Talat'a fırsat vermekte yarar gördüm. Çünkü bu günlere cepheleşmekten gelmiştik. Tek ağızdan konuşmamız gereken günlerde muhalefet olsun diye aksi sesler çıkmaktaydı. Benim attığım her adım, yaptığım her beyanat, Türkiye ile gönül ve iş birliğim devamlı surette ve feci şekilde eleştiri konusu oluyordu. Bizimkiler diyeceğim mukavemetçiler kanadı da muhalefetin Rum partileri ile işbirliğini, yaptıkları (verdikleri) beyanatları acı şekilde eleştiriyorlardı. Muhalefet günlerinde söylenenler bizi ve Anavatanı derinden yaralayacak mahiyetteydi. Halbuki memleketin ve davanın birliğe ihtiyacı vardı. İçimizdeki bu ikilikten Rum tarafı istifade ediyordu.
Bu yeni dönemde cepheleşmeye devam etmiş olsaydık bu durumdan yine Rum yararlanacaktı. Birleştirici olmalıydık. Bu nedenle beklemeyi yeğledim ve beni ziyarete gelenlere de sabırlı olmalarını "KKTC'' ni savunmakla, egemenliğimizi korumakla yükümlü ve yeminli Cumhurbaşkanımızı, yeminine sadık olduğu sürece, desteklememiz gerektiğini" açıkça söyledim ve hala söylemeye devam etmekteyim.
Bu görüşümde haklı çıktım. İktidara gelen "derhal, şimdi uzlaşma, Denktaş giderse üç ayda barış" ekibi kısa zaman içinde Rum liderliğinin bizimle ellerinden gelse oksijeni bile, yani teneffüs ettiğimiz havayı bile paylaşma niyetinde olmadığını görebildi. Bu nedenle de Rum tarafından ağır eleştiriye maruz kaldılar. Rum basınında "Bunların yanında Denktaş melek kalıyor" şeklinde yazılar çıktı. Bu Cumhurbaşkanına gerektikçe destek olmayı yeğledim, saygıda kusur etmedim. Yaptığım konumlarda ve yazdığım yazılarda davamızın selameti için düşündüklerimi duyurmaya çalıştım, tecrübelerimden yararlanarak tarihin aynen devam etmesini önlemek için önerilerde bulundum.
Bu arada Sayın Talat, fırsat buldukça, geçmişteki hatalarım yüzünden "kaybedilmiş bir davayı devraldığını, bu kayıptan ne kurtarabilirse kârdır" anlamına gelen sözler sarf etti. Gerektikçe cevap verdim. Geçmişin hataları ne olursa olsun kendisine 22 yaşında ter temiz bir devlet devredildiğini ve bu devleti koruyacağı yemini ile göreve geldiğini hatırlatmakla yetindim. Yüz yüze geldiğimizde de gayet samimi bir hava içinde bunları gündeme getirebildim. O da benimle temasta kusur etmiş değildir. Akıllı ve kültürlü kişiliğini devamlı surette okumakla takviye etmektedir. Yenilik peşindedir ve uzlaşıcı siyaseti nedeniyle kazandığı takdiri kaybetmemeye çalışmaktadır. Bu ilişkileri daha da geliştirerek devam ettirmemiz ve yeni ekibi KKTC''ni savunur platformda tutmamız, bu platformda kalmalarına yardımcı olmamız davamız açısından en doğru harekettir görüşündeyim. Herhalde Sayın Talat da anlamıştır ki esas olan uluslararası takdirin ötesinde halkımızın geleceğine yeniden bir kağıt anlaşması ile pamuk ipliğine bağlamamaktır.
Bunlara değindikten sonra bu yazıyı yazma nedenine gelelim: Ankara dönüşü bir arkadaş önüme Afrika gazetesinde Özcanhan'ın "Yeni Bir Şey Söylemedi" başlıklı yazısını getirdi. Sayın Talat'ın basın konferansında bir gazeteci kendisine "Geçen yıl yine buradaydık. Sayın Denktaş'ın o zaman söylediklerini şimdi siz tekrarlıyorsunuz; Demek ki durumda değişen her hangi bir şey yok" mealinde bir soru sormuş. Sayın Talat'ın cevabı: "Ben Denktaş''la aynı olamam... Bir... O barış istemezdi... Ben barış ve çözüm isterim... İki... O, AB''yi istemezdi, ben AB''yi isterim... Bunlar aynı olmadığımızı göstermeye yetmez mi?"
Başka bir gazeteciye de "Besmelelerimiz bile aynı değildir" dediğini de bir başka yazıda okudum.  Ben bütün çabama ve Türkiye'den aldığım bütün desteğe rağmen Rum tarafı ile bir anlaşma yapamadım. Sebebi gayet açıktı: Rum tarafı "meşru hükümet" olarak ve Kıbrıs’ın tamamını içine alma yolunda devam etmeyi yeğlemektedir. Bizimle yeni bir ortaklık kurması için bir zoru, bir motivasyonu, herhangi bir ihtiyacı yoktur. Ancak taktik icabı görüşmeye katılmaktadırlar. Bunlar Makarios'un mirasını çiğneyemezler. Türk tarafını uzlaşmaz göstermek taktiğinde başarılı olduklarını Simitis de hatıratında yazabilmiştir. Ve işte 20 aydır "Denktaş gitse 3 ayda uzlaşacaklarını" söyleyenler de Rum''un bizimle hiç bir şey paylaşmak niyetinde olmadıklarını anlayabilmişlerdir. Bir uzlaşma olabilmesı için egemenlikten, KKTC'de, Türk garantisinden vazgeçmemizi istiyorlar. Diğer isteklerine dokunmuyorum. Ben bu konularda boyun eğmediğim, sağlam durduğum için uzlaşmaz ünvanını kazandım. Bu ünvanı kazanmamda o günlerin muhalefetinin de katkısı büyük olmuştur. Şimdi at da kılınç da ellerindedir. Uzlaşma için bu halkın egemenliğinden ve KKTC''den Türkiye'nin garantisinden, Kıbrıs üzerindeki Türk-Yunan dengesinden vazgeçecekler mi acaba? Sayın Talat bu sorunun cevabını vermek mecburiyetindedir. Çünkü bu soruya "evet, vazgeçeceğim" demek hakkı olmadığını kendisi de bilmektedir. O halde uzlaşmaz ünvanına layık olacaktır; bana benzese de benzemese de, benim gibi esas ilkelerin savunucusu olacaktır.
Ben uzlaşma için doğru olan her şeyi yaptım, devletten, egemenlikten, Türk Garantisinden vazgeçmedim. Denktaş uzlaşma istemedi diyenlerin karşısında daima anlım ak olarak duracağım. Uzlaşma uğruna benim koruduğum ilkelerden vazgeçenler bu halkın sonunu getirmiş olacaklardır. Onlar bu halkın ve tarihin önünde alınları ak olarak duramayacaklardır. Tarih onları lanetleyecektir. Sayın Talat''ın bu riski göze alması için hiç bir neden yoktur. Rum liderleri Kıbrıs''ın tümüne sahip çıkmak istiyor. KKTC devlet vasfı buna aşılmaz engeldir. Bu engeli Rum'un önünden hangi babayiğit kaldıracaktır? Hangi kuvvetle kaldıracaktır? Bende bu konuda ne böyle bir niyet, ne de böyle bir kuvvet oluşmamıştır.”
Burada Türk halkı ve yerli kamuoyunun bilmediği (farkında olmadığı) pek çok mesele açıkça anlatılmakta, safiyet ve samimiyetle dile getirilmektedir.
Yazıyı dikkatle inceleyenler açıkça göreceklerdir ki; Uzlaşmaz taraf daima Rum-Yunan yönetimi olmuştur. Bu inadına uzlaşmaz tutumun arkasında ise, başta Yunanistan’ın Akritas Plânı, (adayı Yunanistan la koşulsuz birleştirme) ENOSİS, EOKA ve Megalo-İdea olmak üzere menfur ve meş’um plânları yatmaktadır. Yunanistan’ın arkasında da, salt kendi çıkarları ile BİP ve BOB plânlarının tahakkuku ve Yahudi çıkarlarının korunması için ABD ile “kayıtsız-şartsız Yunanistan destekçiliği” politikası gereği AB vardır. Gerçek budur. Üstelik bu talep ve niyetlerini ulusal ve uluslararası bütün forum ve plâtformlarda alenen (korkusuz ve çekincesiz) dillendirmektedirler.
Buna mukabil, bizdeki yöneticiler, hiç olmazsa ve en azından % 35 için (KKTC) 81. vilâyetimiz lâfzını edemeyecek kadar pasif, palyatif, güdümlü ve korkaktır. Oysa, demokrasi Şehidi MENDERES ve ZORLU nihai çare olarak: “Ya taksim ya ölüm” diye haykırabilecek kadar yürekli ve milliyetperver idi.
Günümüz Türk hükümetleri ise, bu yoğun baskı ve karşı tarafa verilen destek nedeniyle ‘bu iş nasıl olsa bitti, eninde sonunda Kıbrıs’ı Türkiye’nin elinden almaya kararlılar’ gibi bir karamsarlık ve ümitsizlik haleti içinde hareket etmekte ve bir türlü tarihe dayanan ve uluslar arası anlaşmalardan kaynaklanan hukuki haklarını kullanmaya hevesli ve istekli görünmemektedir. Bu nedenle ve özellikle AB ile görüşmelerin “entegrasyon” sürecine girdiği bu dönemde “kararsızlık-istikrarsızlık” çifter standart ve iki yüzlülük, milleti aldatma-kandırma, oyalama hakim unsur haline gelmiş bulunmaktadır. Oysa, Yunanistan, AB ve ABD haklı olmadıkları bir davada çok kararlı ve saldırgan bir pozisyondadırlar. Şu halde hükümetin, halkından güç alarak daha ciddi, ilmi, kalıcı ve sürekli; Ama, Kıbrıs’ın korunmasına ve elde tutulmasına yönelik net politikalar geliştirme mecburiyeti vardır.
Buna mecburdur. AB karşısında taviz veren ve geri adım atan hainler gibi, daha ağır ve vahim bir ihanetle malul olmamak zorundadır. Bu taktirde, millet hesabını soracaktır. Üstelik, hainleri sandığa gömmekle kalmayacak, Yüce Divanlarda yargılayacak, sorgulayacak ve ihanetin bedelini en ağır şekilde mutlaka ödetecektir. Bundan kaçış yoktur. Büyük Atatürk’ün dış politika konusunda emanet ve vasiyeti “mutlak mütekabiliyet” hasımlık ve misilleme halinde ise “mukabele-i bil-misil” dir. Kaldı ki, Londra, Zürich ve Garanti antlaşmaları ile buna müstenit 1974 harekâtının haklılığına rağmen; Milli Dava Kıbrıs’ tan geri adım atan, taviz-ivaz veren ve/veya mukabelesiz hareket edenler, asla ve kesinlikle Türk kanı taşıyor olamazlar.
Nitekim bu güne kadar bu yolda ve uğurda taviz verenlerin Türk olmadıkları açıkça ortaya çıkmış ve milletçe anlaşılmış bulunmaktadır. Bunlar, kamu vicdanında ağır suçlular ve vatan hainleri olarak tescil edilmiş ve başta sabetaistler olmak üzere, dönme-devşirme, ateist ve paganların ülke idaresinde yer almasının ne büyük riskler taşıdığı ortaya çıkmıştır. Zira, tarih boyunca devlete ve millete ihanetle malul zevatın, eninde-sonunda Türk olmadığı ortaya çıkmıştır. Mesele “asil kan” meselesidir. Biline. Neyse, Sayın Denktaş’ın beyanlarını okumaya devam edelim: "Denktaş AB'yi istemezdi" suçlamasına gelince. Bu konuda çok açıklamalarda bulundum. Ben AB karşıtı değilim. Ancak, Rum''un AB müracaatının yasal olmadığını savunmak benim görevimdir. Gayri meşru bir Rum idaresi, 1960 antlaşmalarını ve anayasayı çiğneyerek, silahla elde edemediklerini elde etmek için AB''ne müracaat ediyor. Dr. Küçük ve sonra da ben bu müracaatın geçerli olmadığını, anlaşmalara ve anayasa ters, siyasi bir müracaat olduğunu savunduk. AB Yunanistan''ın şantajına yenik düşerek bu müracaatı onayladı, yürüttü ve en sonunda Rumların referandumda red oylarına rağmen Rum tarafını "Kıbrıs" adına üye yaptı.
Bu yasa ve insanlık dışı süreçte AB''yi doğru yola davet etmek, AB''ye halkımıza yaptığı haksızlığı ve adaletsizliği anlatmaya çalışmak, Rum''un Yunan''ın oyununu izah etmek ve dengeler oluşmadıkça Kıbrıs bir bütün olarak AB üyesi olamaz, aksi takdirde Türklerin haklarını gasp edenlerle suç ortağı olacaksınız demek AB istememek mi? Sayın Talat biliyor mu ki Fikirler Dizisine "önce anlaşma sonra AB" koşulunu koyduran benim? Şimdi Sayın Talat Rum''un meşru hükümet olarak yaptığı müracaata bağlı mıdır? Referandumda bize evet dedirtmek için her şeyi vadeden AB üyelerinin 20 aydır yaptıklarına ve önümüze koydukları mazeretlere rağmen Sayın Talat AB'nin bugünkü durumundan hangi beklenti içinde olabilir?
Sayın Talat KKTC''ne egemenliğe, Türk Garantisine sonuna kadar sahip çıkacaksa ben ona benzemekten gocunmam. Ben bunlara ölesiye sahip çıktığım için uzlaşmaz addedildim fakat umursamadım. dolayısı ile bu konularda kim kime benzemiş önemli değildir. Önemli olan devletimizi "benzetmeyelim", tarih önünde, devleti satan kişi olarak damgalanmayalım ve halkın yüzüne bakamayacak durumlara gelmeyelim.
Bilgi için: Benim besmelem çocukluğumdan bu yana her Müslüman’ın tekrarladığı besmeledir. Bundan başka bir besmele olduğunu ve Sayın Talat'ın o başka besmeleyi kullandığını kendinden öğrendim. Besmeleden başka Sayın Talat'ın bildiği yeni bir besmeleyi bilen biri varsa lütfen bize de bilgi versin !.. (3)
Ada resmen el değiştiriyor. Olup bitenlere bakılırsa durum bu. Buyurun size haber!
”Ada resmen el değiştiriyor.” Gidişata bakılırsa ve bu gidişat önlenemez ise, KKTC’yi ABD’ye teslim ediyoruz ve Başbakanımız, Dışişleri Bakanımız taviz yarışına giriyorlar. Yok Rumlara liman açılacakmış ama izolasyonlar kalkmalıymış! Falan filan...
Altın vuruşun içini doldurmaya, ateşini tutuşturmaya çalışıyorlar! Bunu böyle yapmaya mahkumlar elbette! Çünkü Brüksel’e verilen sözler ve çıkılmak istenen bir cumhurbaşkanlığı makamı var! O nedenle her şey mubah ve helal. Ama gelin görün ki adada 74 dipçiğini yaşamış Rumlar var. Ne yaparsak yapalım Türklerden korkuyorlar. Hadım olduk, hadım ettiler diyoruz yine de ya olmadıysa diyor! Emin olun tüm mesele bundan ibaret. Rumlar Ankara’nın hiçbir milli siyasetinin kalmadığını, bunun taktik falan olmadığına bir inansalar mesele kalmayacak. Bugünlerde Kıbrıs’ta direnen tek şey bu milletin geçmişi! O geçmişin gölgesiyle ayakta durmaya çalışıyoruz. Hepsi bundan ibaret!
GİDİŞAT “TAKSİM” E Mİ?.
Son günlerde Kıbrıs sorunundaki gelişmelerde ben kendi kendime soruyorum: Gidişat Türk politikasının üzerinde yıllardan  beri üzerinde durduğu taksim’ e mi?. Nereden bu kanıya vardığımı soracak olursanız,önce Akel Genel Sekreteri Hristofyas’ın 1960 anlaşmalarına dönmenin mümkün olmadığını söylemesi, ardımdan TC Dişişleri Bakanı Abdullah Gül’ün Kıbrıs’a yönelik TC önerilerini açıklamasıdır. Bunların üzerinde biraz kafa yorsak yeridir.
İkincisinden, yani TC önerilerinden başlayacak olursak, bunun 1974 sonrasında Kıbrıs’ın kuzeyinde yaratılan sistemin kalıcı olarak tanınmasına yönelik olduğunu görebiliriz. Biz bunun olmayacağı, olamayacağı, daha da ötesi olmaması üzerinde düşünceler taşıyoruz. Neden denirse bir kere güney Kıbrıs’ın, Uluslar arası tanımıyla Kıbrıs Cumhuriyeti’nin buna ihtiyacı yok. Zorda olan TC’dir. Artık bir AB üyesi olan Kıbrıs Cumhuriyetine liman ve uçak alanlarını açmak zorundadır. Bundan daha fazla uzun zaman kaçınamaz. Ne kadar daha TC yetkilileri olaya kabul etme yönünde yaklaşmasa da, Kıbrıs’ın kuzeyinde kurulan “devleti” tanıyacak TC dahil bir devlet yoktur. Açıkçası 1974 sonrası burada yaratılan oldu bittiler kabul göremez, görmeyecektir.. Olayda anlaşmalara ters yapılanlar ve hukuk çiğnenmesi vardır. Bunun teferruatına inmek istemiyorum, onlar zaten ortadadır.
Peki, TC bunu bile bile neden  yeni öneriler yaptı diyebilirsiniz. Canım bunlar yeni öneriler değildir ki, öyle üzerinde uzun-uzun kafa yorulsun.. Bu öneriler çok önceden vardı, şimdi toplu olarak allanıp pullanıp ortaya çıkarıldı.. Esasen, Türk siyasetinin Kıbrıs konusundaki politikası 1974 sonrasında yaratılan sistemin devam etmesidir. Bunun biraz kayıplarla olsa da tanınması, uluslararası toplumda kabul görmesidir.
Biz bunun adına, kısaca ve öz olarak ‘varılan nokta itibarıyla’ taksim diyebiliriz.
Şimdi birde olaya Kıbrıs Cumhuriyeti olarak kabul edilen (Yunanistan’ın uydusu, kara para aklayıcısı, pkk destekçisi ve apo yanlısı) Güney Kıbrıs açısından bakalım.
Kıbrıs Cumhuriyetinin nam çete devletinin amacı ve çabası, özellikle 1974 sonrası Kıbrıs’ın kuzeyinde yaratılan sistemin ortadan kaldırılması üzerine kurulmuştu. Bunun adı, (bu gün) bize göre olduğu gibi onlara göre de işgaldi. Gerçi dünya bunu açıkça seslendirmiyordu ama, hukuki anlamında yaklaşımı öyleydi. Hala da öyledir. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin (haksız, hukuksuz ve dayanaksız olarak) AB’ne girmesi, TC’nin de bu yolda oluşuyla olay daha bir netlik kazanmış,TC üzerinde baskılar daha  bir artmıştır. Açıkça TC Kıbrıs’ın kuzeyinde sınırları açmak, Loizudu  olayında olduğu gibi kararları kabul etmek zorunda kaldıysa, halâ daha da buna açık durması da onun  en büyük zorluklarıdır. Dolayısıyla TC bunu aşmak ve Londra ve Zürich antlaşmalarına geri dönmek ve asla Kıbrıs’ı AB ile ilişkilendirmemek zorundadır.
Mevcut hükümetin aslında yapması gereken de bu idi Beceremedi.
Ama TC sınırları içinde yıllardan beri Kıbrıs konusunda yaratılan hamasete dayalı kültür nedeniyle bunu öyle hukuk kurallarına uygun olarak yapacak güçte hükümet yoktur, kolayına da olamaz. Yapılabilecek olan mevcudu korumaya çalışarak bir yerlere varmaya çalışmak, olmadı zaman kazanmaktır. Türk hükümetinin önerilerle yapmağa çalıştığı da maalesef budur.
Bu gerçekler ışığında Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tavrı bize göre bunun tam aksi olmalı, bunun dışına çıkılmamalıdır.. Bu, bırakın güney Kıbrıs halkını, Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşayan Kıbrıslı olarak beni de ilgilendirir. Ve açık yazayım, CTP’ nin TC politikasına teslim olmasından sonra bu tavır benim için daha bir önem kazanmıştır. Beklentim de TC tekliflerinin hemen reddedilmesidir.. Aksi halde bunun üzerinde pazarlık bile kabul etmek, yaratılan işgal rejiminin şımarmasını, ona istediği zamanı kazandırma ortamını yaratacaktır.. Annan planını kabul etmeyen Güney Kıbrıs’ın buna yanaşmasını kendi adıma düşünmek bile istemiyorum.
Biliyoruz, doğru olan da odur: Bir halkın kurtuluşu kendi vereceği mücadeleden geçer. Ama acı gerçek 1974 sonrası uygulanan politika ve dayatmalar sonucu, Kıbrıslı Türk bu oluşumdan yoksun bırakılmıştır. Taşınan  TC vatandaşlarıyla nüfus oranı ve demografik yapının bozulması, CTP ile “devlet” kadrolarına gelen Cumhurbaşkanı Başbakan vs. gibilerin  Türkiye politikasına adapte olması, ülkede bu yönde mücadele alanını en azından şimdilik imkansızlaştırdı.. Bel bağlanan Kıbrıs  Cumhuriyeti adına sürdürülen politikadadır. Ama görüyoruz ki bu politika da Kıbrıs’ın güneyine ve tek halka dayalı politikayı sürdürmede beklenileni vermeden uzak duruyor.
Evet.TC politikası ile Kıbrıs’ın kuzeyinde “hıh” deyicileri,1974 sonrası burada oluşan sistemi kalıcı yapmaya uğraşıyorlar.. Son Türkiye önerileri de buna yöneliktir.
Bakıyoruz, güney Kıbrıs’ta da buna karşı çıkma ancak sınırlı ve zamana oynamanın  ötesine geçemiyor. Haliyle Kıbrıslı Türk olarak olanlar bize oluyor, gün geçtikçe tükeniyoruz.. Ve olmayacak şey diyoruz ya, gelişmeler karşısında o olmasını istemediğimiz şey, aklımızda olanıyla kokuyla bize o soruyu sordurtuyor: Gidişat taksime mi?!
Türkiye yeni bir Kıbrıs planı açıkladı. ABD Dışişleri Sözcüsü Kıbrıs konusunda AB ile temas içerisinde olduklarına ve Condoleezza Rice'in da MGK Genel Sekreteri Alpogan ile bir araya geldiğine dikkat çekerek Annan Planı'na desteğini yineledi. İngiltere Dışişleri Bakanı KKTC'ye gidiyor. AB-Türkiye Karma Parlamento Komisyonu eş başkanı Lagendijk, "AB ve Rumlar Türkiye'nin önerisini olumlu değerlendirsin" dedi. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Kıbrıs raportörü "Rumların baskı yaptığını" iddia ederek görevinden istifa etti.
Dünkü gazetelerden derlenen bu haberlerin üstüne "AKP'nin DYP politika başarıları" hakkında masallar bina edilecek. O masallar bir yana, kendimizi bildik bileli tekrarlanan "herkes bize karşı" nakaratının -üstelik Kıbrıs konusunda- tersine dönmesi ve bütün emperyalistlerin Türkiye'ye koltuk çıkması gerçekten ilgi çekicidir. Bir şeylerin değiştiği kesindir ve buna ilişkin ipucunu ana muhalefet partisi (!) CHP'den gelen bir açıklama açık etmiştir. CHP'ye göre Kıbrıs konusunda "şimdi ABD ve AB'ye çok iş düşmektedir." CHP bunu olumlu bir durum saptaması olarak dile getirmiştir!
Aslında daha fazlası da söylenebilir: İngiliz sömürgeliğinden birkaç on yy önce kurtulan Kıbrıs'ın anahtarı milliyetçi didişmelerle dolu bir sürecin ardından tepsi içinde emperyalistlere teslim edilmektedir. Türkiye'nin Kıbrıs konusunda daha önce söylenmemiş önemli bir unsur içermeyen önerilerinin gücü, arkasına emperyalistleri almasında yatıyor. Türkiye bugünlerde taraftar buluyorsa, bu teslim törenine hazır olduğu konusunda birilerine güven verdiği içindir. 1970'lerde Kıbrıs'ın sola kaymasını durdurmayı birinci görev sayan emperyalizm, kışkırtmalar ve darbe denemelerinin sonunda fiili bir bölünmenin ortaya çıkmasına göz yumarak muradına ermişti. Aradan yıllar geçti ve bir süredir ABD, yüzü Ortadoğu'ya dönük bir uçak gemisine benzeyen stratejik önemi haiz Kıbrıs fırsatını yeterince değerlendiremediğini düşünmeye başladı.
Kıbrıs konusunda Annan planı dahil bütün yaklaşımların ortak paydası küresel emperyalizmin adayı çıkarları uğruna kullanma olanaklarının arttırılmasıdır. İngiliz üslerinin (dikelya ve agratur) sorgulanması bir yana, yabancı askeri güçlere adada daha fazla rol tanınması öngörülmektedir. (Yunanistan’ın da adada 50.000 askeri vardır. Ancak, bunu kimse dillendirmeye ve çekilsin demeye cesaret edememektedir) Bu konuda ABD ve AB'ye çok iş düşmenin ötesinde emperyalizm bölgemizde çok işler çeviriyor. Türkiye'nin emperyalistlere güven veriyor olmasının arkasında ise büyük bir paket var. Paketin içinde ülkemizin bütün sanayi kuruluşlarının, limanlarının, dev rantlar anlamına gelen kent merkezlerinin satışı var. Ayrıca, ülkemizin Ortadoğu'ya dönük bütün karanlık planlarda uslu bir asistan olarak tekmil vermesi var. Türk Silahlı Kuvvetlerini emperyalizmin kullanımına tamamen açması var… Şu hale nazaran Kıbrıs' ta Türkiye'nin inisiyatifi ele aldığı ise kuyruklu bir yalandır. Ülkemizin, halkımızın ve bütün bölge halklarının yararına bir inisiyatifin varlık koşulu vahşi kapitalizm ve emperyalizme karşı müştereken tavır almaktır. (4)
Şimdi bir de, Kıbrıs’la ilgili olaylarda en çok sözü edilen, sıkça adı geçen ve cadı kazanını kaynatan adamın durum ve haline, cemaziye-i evveline bir bakalım. Bu Kofi Annan… Hatırlarsanız bir zamanlar da aynı makamda Butros Gali oturuyordu. Aslen Mısır kökenli ve bir Osmanlı vatandaşı’nın oğlu. Soydan Türk düşmanı. Namı diğer ‘Çingene Butros’ Bosna-Hersek katliamları ile insanlık dışı Srebrenica vahşet ve soykırımının mimarı. Birleşmiş Milletler ve NATO’yu tartışılır hale getiren adam… İşte bu da onun bir eşi. Bakalım, bu Kofi Annan neyin nesi? 
KOFİ ANNAN ve ARKASINDA Kİ GİZLİ GÜÇ
 Kıbrıs’ın ve Türkiye’nin geleceğini belirleyecek olan “Annan Planı” hakkında bugüne kadar sıklıkla yazılıp çizildi. Fakat, kimse bu planı yazdığı “söylenen” Kofi Annan’ın kim olduğunu araştırmak zahmetinde bulunmadı. İnsanlar çocuğunu emanet edecekleri bakıcıyı bile özenle araştırırken koskoca bir ülkenin geleceği belirlenecek antlaşmanın emanet edileceği şahsında kim olduğunun bilinmesi gerekli değil midir?”
Burada hemen bir gerçeği vurgulamak gerek. Aslında “Annan Plânı” ne Annan ve de bir başkası tarafından değil, bizzat Türkiye Cumhuriyeti’nin dönemin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil tarafından oluşturulmuş bir plândır. Bu husus, 2005 yılı sonlarında açılan İngiliz arşivlerinden çıkan belgelerinde görülmüş bir gerçektir.
Şimdi açıklamalara devam edelim: “Küresel Kapitalizm için çok önemli planların gerçekleşmesi beklenen kritik yılların Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği koltuğuna Kofi Annan adında daha önceden adı sanı duyulmamış karizmatik, kibar görünümlü, Ganalı bir zencinin oturtulması öteden beri ilgimi çekmiştir. Kofi Annan’ın resmi biyografisine baktığımızda bu kadar hızlı yükselmesinin sebebini anlamak mümkün değil çünkü Annan’ın kariyeri, bırakın büyük diplomatik başarılara atılmış imzaları, baştanbaşa eline yüzüne bulaştırdığı başarısız görevlerle dolu. Zenci olduğu için genelde Afrika ile ilgili görevlere verilen Annan Somali’deki görevinde tam bir başarısızlığa imza atmış ve Raunda Katliamında ise göz göre göre gelen felaketi önlemeyi becerememiştir.
Bu boyuttaki iki başarısızlığa yol açan bir diplomat Birleşmiş Milletler başına geçmek bir yana işinden bile atılması beklenirken sonuçlar başka oldu.
            Peki Annan gibi başarısız bir diplomatı dünyanın en prestijli işine getiren güç neydi? Bunun cevabı için Kofi Annan’ın geçmişine bakmak lazım. Evet Annan bir Gana vatandaşı ama sıradan bilinen  türden bir Gana’lı değil. Gana’yı esas olarak iki kabile yönetir. Fanteler ve Ashanteler. Bu iki kabile İngilizlerin bölgeyi sömürgeleştirmesinden önce yüzlerce yıl boyunca zor kullanarak bu toprakların hakimi olmuştu. Annan anne tarafından Fante baba tarafından ise yarı Ashante yani Gana’nın seçkinlerinden biri olarak doğmuş ve ayrıca Babasının bir kabile şefi  olması dolayısı ile  bir zenci aristokratıydı. İngiliz sömürge yönetiminin sonlarına doğru bu kabileler yeni yönetime oldukça iyi uyum sağlamış durumdaydılar.
         Annan’ın kabile şefi babasına bölgenin kaynaklarını sömüren Yahudi Lever kardeşler şirketi yüksek maaşlı bir müdürlük pozisyonu vermişlerdi (evet bu Lever þu an dünyanın en büyük kimyasal-temizlik ürün şirketlerinden olarak bildiğimiz Lever).
Kofi Annan’ın babasının bir özelliği de Gana’nın en önde gelen masonlarından olması. Kofi Annan ülkesindeki bu “seçkin” durumunun da etkisiyle Ford Bursuyla Amerika’ya gönderildi ve mezuniyetinin ardından Birleşmiş Milletlere girdi.
            Kendi gibi Ganalı aristokrat olan güzel bir zenci hanımla evlenen Annan’ın kariyerinin ilk dönemleri son derece sönük ve genelde Birleşmiş Milletler Hesabına bozuk yemek ve kullanım tarihleri çoktan geçmiş ilaçları insani yardım adı altında soydaşlarına dağıtmakla geçti. Kolay değil, Mason Locası aksi takdirde ona hak etmediği halde verdikleri koltuğu ayağının altından çekiverirlerdi.
            Kofi Annan bir süre sonra çabuk bıktığı karısından boşandı ve son derece “özel” bir kadınla ikinci evliliğini yaptı. Her başarılı erkeğin ardında bir kadın vardır lafını haklı çıkarırcasına Annan ikinci evliliğinden sonra bugün oturduğu koltuğa doğru müthiş bir hızla yükselmeye başladı. Bir zamanların “önemsiz işler adamı” Annan bir anda Birleşmiş Milletlerin en popüler ve gözde diplomatı haline geldi. Peki bu “özel” kadının sırrı neydi? Ne tür bir sihirbazlık oyunu dönüyordu?
            Annan’ın ikinci eşi ilk karısının tersine son derece güzel, sarışın bir İsveçli olan Nane Lagergren’dir. Bir ressam  ve avukat olan güzel bayan Lagergren’in amcası ise son derece ünlü birisi. Yahudiler tarafından kahraman ilan edilen ve Spielberg tarafından çekilen filme konu olan şindler gibi bayan Lagergren’in amcası da Yahudiler gözünde bir kahraman haline gelmiş olan Raoul Wallenberg.
             Bugün Kudüs’te “Yahudi Soykırımında” ölenlerin anısına 1953 yılında inşa edilen Yad Vashem anıtının bulunduğu bölgede “Doğruların Caddesi” adında bir sokak vardır. Bu sokağın her iki yanında Yahudilerin soykırımdan kurtulmasına yardım eden 600 kişinin anısına dikilmiş ve her birinin üzerine adları yazılı 600 ağaç sıralanmaktadır. Bu ağaçların birisi ise Kofi Annan’ın karısının amcasının ismini taşır. Söylenenlere göre Raoul Wallenberg Macaristan’da 30 bin kadar Yahudi’yi toplama kamplarına gitmekten kurtarıp sağladığı İsveç pasaportlarıyla İsrail’e göndermiştir.
            Bir mimar olan Raoul Wallenberg 1936’da yeni bir devlet kurma çabası içindeki Yahudilerin giderek çoğalan göçlerle yerleştikleri Hayfa’ da bir bankada çalışıyordu.  Burada çeşitli Yahudi gruplarla temasa geçen Raoul Yahudilerin davasına gönül vermiş ve İkinci Dünya Savaşı sırasında İsveç Hükümetinin de desteğiyle bir çok Yahudi’yi kurtarmış olduğu söylenmekte. Savaşın sonunda Sovyetler tarafından ajan olduğu gerekçesi ile tutuklanan Wallenberg’ den bugüne kadar haber alınamadı. Sovyetler onun savaşta öldüğünü söylerken İsveçliler ise hala hayatta olabileceğine inanmak istemekteler.   
            Raoul Wallenberg adına kurulan dev bir insani yardım vakfı özellikle Brezilyalı Yahudiler tarafından finanse edilmekte ve başta Kofi Annan’ın karısı olmak üzere pek çok kişi bu vakfın üye listesinde. Bu listede Yahudi kurtarıcılarından biri olarak ödüllendirilen (kendisi de Sabatayist Yahudi kökenli olan) ve geçenlerde ölen 1944 yılındaki Rodos konsolosu Selahattin Ülkümen ve bugün Birleşmiş Milletler Protokol Dairesinde çalışan Mehmet Ülkümen gözümüze çarpan Türklerden. Diğer tanıdık isimlerden ise eski Kıbrıs Rum Kesimi Cumhurbaşkanlarından Tassos ve Papadopulos ve Glafkos Klerides. 
            Herhalde bu isimlerin Annan’ın karısının “Yahudi Kahramanı” amcasının anısına kurulmuş vakfa üye olmaları tamamen tesadüftür (!!!!!)???.
            Listenin tamamına bakıp şaşırmak isteyenler (www.raoul-wallenberg.org.ar)
adresine bakabilirler.
            Bu Raoul Wallenberg adına kurulmuş bir de İnsan Hakları Derneği bulunmakta. Bu dernek 2001 yılından beri İstanbul Bilgi Üniversitesinde açtıkları merkezde Türk Hakim, Savcı ve Polislerine insan hakları dersleri veriyor. Biz “Barbar” Türklere “insanlık” öğretmek için canını dişine takan bu dernek ayni zamanda  “Homoseksüellerin maruz kaldığı ayrımcılık” konulu bir seminere de Türkiye’de ilk defa imza atmıştı. Bu seminerde biz “Barbar Türkler” “medeni” olmamakla ve bazı “masumların” birbiriyle sapık ilişki kurma haklarını engellemekle suçlandık. 
            Bakın görüyorsunuz Yahudi ve İsveçli dostlarımız ülkemizde ne kadar yararlı (!!?) işlerle uğraşmakta.
            Buraya kadar yazdıklarımıza “ ne var bütün bunlarda “ diye tepki verenler çıkabilir ve haklıdırlar çünkü Kofi Annan’ın hikayesindeki esas heyecanlı kısımlar bundan sonra başlıyor.    Kofi Annan’ın  karısının da bir üyesi olduğu Wallenberg ailesi pek de sıradan bir aile sayılmaz.
            Yahudi kökenli bir aile olan Wallenberg’ler Avrupa’nın en zengin ve güçlü ailelerinden. Son derece köklü ve eski zenginler olan Wallenberg’ler İsveç ekonomisinin neredeyse yüzde 50’sini kontrol altında tutmaktadırlar.
            Investor AB  adındaki dev holdingleri aracılığıyla 9 milyar dolarlık bir fonu kontrol ediyorlar.
            Astra Zeneca, ABB, Atlas-Copco, Electrolux, Ericsson, Gambro, OM, Saab AB, Scania, SEB ve VM-Data gibi bir çok şirkette açık hisseleri ve dünyanın pek çok yerinde gizli yatırımları bulunmakta. Kofi Annan’ın karısının da bu milyarlarca dolarlık servetin ortaklarından birisi olduğunu söylersem Annan’ın ne kadar şanslı bir adam olduğunu da çıkarabilirsiniz.
            Wallenberg’ler Koç Holding ve Sürenlerle de son derece sıkı dostlar. Peter Wallenberg Rahmi Koç Milletlerarası Ticaret Odasının Başkanlığında halef selef. Kapsamlı ticaret ve “biraderlik” ilişkileri bulunmakta. Süren ailesine de zenginliklerinin kaynağı Transtürk’ü neredeyse hediye edenlerde Wallenbergler.
            Bu ailenin en önemli özelliklerinden  biri de kaybetmeyi hiç sevmediklerinden her zaman çift taraflı oynamaları.
            Mesela İkinci Dünya Savaşında ailenin kahraman evladı Raoul Wallenberg Macaristan’daki Yahudileri kurtarmaya çalışırken Wallenberglerin bankası Enskilda Almanya’ya savaşı finanse etmesi için büyük çapta borçlar veriyor ve kendi fabrikalarında imal ettikleri “SKF” top mermilerini Almanlara veriyordu. Alman ordusunun top mermilerinin büyük çoğunluğunu Wallenbergler üretmiştir.
            Günümüzde de  uluslar arası pek çok ortamda Wallenbergler oldukça etkindir. (Damatları sağ olsun) Mesela Ocak 2003’te Davos’ta Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül ve sağ kolları şeyh Sait’in torunu Cüneyt Zapsu (*) pek çok kapitalist patrona Seehof Otelinde büyük bir yemek vermişlerdi ve Markus Wallenberg de oradaydı. (Bu toplantı sonrası gecenin ilerleyen saatlerde Victoria Otelinde Tayyip Erdoğan ile Uluslararası dolandırıcı ve spekülatör George Soros gizlice görüşmüşlerdir).
            Konuyu toparlayacak olursak Yahudi >Lobisi ve Küresel kapitalizmin desteğini karısı kanalıyla elde eden ve Mason bir Afrikalı kabile şefinin oğlu olan başarısız ama karizmatik diplomat Kofi Annan kendisine yazdırılan plan üstüne yapılacak Kıbrıs görüşmelerinde tarafların anlaşamadığı yerlerin üzerini kendisi dolduracakmış. Siz olsanız Kıbrıs’ın ve Türkiye’nin geleceğini böyle bir şaibeli adamın kalemine emanet eder miydiniz?
            Bir de sürekli olarak merak ettiğim konu da, Doğu Timor’un babağımsızlığıdır. (Kofi Annan’ın tebrik için gittiği, öve öve bitirmediği Doğu Timor).
            (*) Bahse konu Cüneyt Zapsu, Sevgili Cem Yaren’in ‘Kırım Mektupları’ nda açıkladığı veçhile Korkut Özal’ın Demokrat Parti Genel Başkanlığı sırasında, önce İstanbul İl Başkanlığı ve Genel Başkan Yardımcılığı (+Genel İdare Kurulu Üyeliği) ve daha sonra Genel Başkan Vekilliği görevlerinde bulunmuş ve Demokrat Parti’nin “ümmetçi ve Kürt’çü” bir partiye iblâğı (dönüştürülmesi) konusunda olağanüstü çabalar sarf etmiş; Bunda muvaffak olamayınca da, DP’nin AKP’ ye yamanması esas hedefleri arasında yer almış bir kişidir.             Endonezya’nın doğusunda üzerinde sadece Timorların yaşadığı adada, petrol ve doğalgaz emareleri bulunduktan sonra (petrol adanın Hıristiyanların yaşadıkları doğusunda bulundu), adada iç savaş çıkartılmış (Hıristiyan-Müslüman savaşı) Hıristiyan örgütlerin sürekli kamuoyu yaratması, maddi destek sağlaması (tesadüf Kıbrıs için de, Türkiye ve Kıbrıs’ta da bu örgütler oldukça yüksek oranda paralar harcadılar) ve Kofi Annan’ın canhıraş çabaları sonucu Timor adası; Doğu ve Batı Timor adı altında iki ayrı devlet haline getirildi. Timor adasında aynı ırktan geldikleri, aynı dili konuştukları halde sadece dinleri farklı olduğu için ve Hıristiyanların sahip olduğu petrol ve doğal gazın Müslümanlarla paylaşılmaması için adayı ikiye bölen BM neden dilleri, dinleri, ırkları farklı olan iki ayrı milleti tek devlet haline getirmek için çabalamaktadır? Acaba Timor adasını bölen zihniyetin Kıbrıs’ı birleştirmek istemesinin sebebi gene petrol-doğalgaz veya bakır olabilir mi? (Madenler Hıristiyanların tarafında ise adalar bölünmeli, Müslümanların tarafında ise adalar birleştirilmeli midir?)
Ülkemizi bazı hayaller ve kişisel menfaatler uğruna satmaya kalkışanlara karşı neler yapmamız gerektiğini ortaya koyup harekete geçmekte zaman kaybedersek, yarın hayallerin ötesinde bile olamayabiliriz.”
Burada vurgulanan ağırlıklı çifte standardı 23 Ocak 2006 günü açıklanan bir gerçekle pekiştirmek istiyorum. Şöyle ki, anılan tarihten itibaren Almanya ve Hollanda’ da “ana dil” ile konuşmak okul bahçeleri, sokaklar, parklar, marketler ve kafe’ ler dahil “özel konutlar” hariç olmak üzere her yerde yasaklandı.
Aynı AB 1983’den bu yana bize ana dilde yayın dayatıyor. Oysa, Almanya ve Hollanda’da dahil olmak üzere bütün AB ülkelerinde özellikle de Yunanistan’da 2005 yılında her türlü Türkçe yayın ve Türk sözcüğü bütünüyle yasaklandı. Yunanistan daha da ileri giderek Haziran 2005’den itibaren İyonya (Anadolu) nın işgal altında olduğu ve kurtarılmasına dair bir kitap yazdırarak bütün okullarında tedrisata koydu. Bizim Milli Eğitim Bakanlığımız Yunanlılar aleyhine olan bütün yayın ve yazıları okul kitaplarından kaldırır iken, Yunanistan’da bu “Türkiye aleyhine” yayınlar bütün şiddet ve ağırlığı ile devam etmektedir. İşte muhataplarımız budur. İyi tanıyalım.
Yine bir parantezle hatırlatmak gerekir ki; AB tarafından Türkiye’ye dayatılan kriterlerin hiç birisi kendi iç yapısında yer bulmayan ve uygulanmayan niteliktedir. Bunların başında ana diller konusu yer alır. Lütfen hatırlayınız, Yosi Bros Tito’nun ölümünden sonra AB’ Yugoslavya’yı parçalama ve paylaşmayı hedeflemiş ve ilk olarak: “Yakında Yugoslavya yeniden yapılanabilir ve bu yeni yapılanmanın esası etnisite olabilir. Bu nedenle bütün Yugoslav vatandaşları etnik kimliklerini nüfus kütüklerine yazdırmalıdır” telkininde bulunmuştur.
Daha sonra AB komisyonu marifetiyle bu amacını gerçekleştirmiş, Yugoslavya’ yı bölmüş, parçalamış ve dönem itibarıyla yakın tarihin en büyük Türk ve Müslüman katliamı ve soykırımına neden olmuştur.
            Kıbrıs konusunda da işleyen süreç aynıdır.
            1974 ‘Kıbrıs Barış Harekâtı’ hukuk-u düvele (uluslar arası hukuka) göre meşru bir müdahaledir. Londra-Zürich ve Garanti antlaşmaları gereği yapılmıştır. Kaldı ki, bu müdahale öncesinde, müdahaleyi zorunlu kılan kitle katliamları, gasp, haksız işgal ve soykırımlar vardır. EOKA, ENOSİS’i gerçekleştirme gayesi ile adayı ‘Türksüzleştirme’ politikası uygulamış ve 1961-1974 arasında Kıbrıs’lı soydaşlarımız dönemin en büyük, en hain ve acımasız mezalimine maruz kalmışlardır. Bu tarihi bir vakıadır. Vahşet bütün dünyanın gözü önünde cereyan etmiştir. Ortada unutulması mümkün olmayan izler ve çok acı hatıralar vardır.
            Öyle ki, bazı zekâ düzeyi düşük, akılsız,nisyan ile malul veya dış kaynaklı vatan hainleri güye Kıbrıs’ta bir “BARIŞ” çabası içinde görünür gibidirler. Oysa, “BARIŞ” 1961 ilâ 1974 arasını kapsayan yılların sorunu idi. O yıllarda Kıbrıs’ta barış değil, savaş, soykırım ve dehşet vardı. Avrupa Birliği de buna, tıpkı BM gibi seyirci kalmıştı.
            Bu iki yüzlülük ve çifte standart yüzünden, Kıbrıs’a barış, her iki toplum için huzur ve istikrar getiren Türk ordusu; Daha savaş sürerken ülkemiz solcuları, gerici, yoz ve yobazları, daha sonrada AB tarafından ‘işgalci’ olarak nitelenmiştir. Oysa, Türk ordusu orada yalnız Türk toplumu için değil, Rum toplumu için de barış, istikrar ve huzurun garantisidir. 
            Gelelim bu günkü plâna.
            Hükümet tarafından çok yeni ve iyi bir şeymiş gibi ileri sürülen paket, zaten ilk aşamada Rum yönetimi tarafından olumsuz karşılanmış ve red sinyali verilmiştir. AB’ nin ve ABD’nin sıcak bakıyor görünmesi ise tamamen bir hile zaman kazanma taktiği ve desisedir. Ortada samimiyet yoktur. Apaçık bir aldatmacadır. Bu plân ile Türk hükümeti’ de hem halkını ve hem de kendini aldatmaktadır.
            AB ve Yunanistan tarafından oynanan oyun Yugoslavya benzeridir. Ek protokol’ ün TBMM’de onaylanması ile her şey sona erecek ve Kıbrıs’ta yine eskiye (yani 1974 öncesine) dönülecektir. Kör olmayan herkes bunu bilir. Bu girişim, Kıbrıs’ta savaş, kan, katliam, soykırım, intikam ve gözyaşına davetiye çıkartmaktır. Gaflet ve dalâlet ancak bu kadar olabilir.  
            Peki sonra ne olabilir ? Söyleyelim: 
            KKTC ortadan kalkar. Türkiye’nin, Atatürk’ün vasiyeti olan Milli Davası sona erer. Barış dönemi biter. Türk Ordusu geri çekilir ve orada önce bir sindirme harekâtı, daha sonra da katliam başlar. Daha, 1974 öncesi mezalim, kan ve katliamlarının hesabı sorulmadan bir yenisi başlar. Hem de bu defa, kendi ellerimizle ve bir takım çifte uyruklu vatan hainleri vasıtasıyla AB üyesi yaptığımız “Güney Kıbrıs Rum Çete Devleti” tarafından.    Türkçe konuşmayı, okumayı ve Türk adının kullanılmasını yasaklayan ebedi ve sinsi düşman Yunanistan tarafından. Ki, bu Yunanistan’ın Batı Trakya mezalimi, AB üyesi olmasına rağmen bütün şiddetiyle sürmektedir.
            Konuyu bütün yönleri ile anlayabilmek ve kavrayabilmek için biraz daha irdelemekte ve incelemekte yarar var. Dünkü ‘Milli Dava Kıbrıs’ neredeydi, şimdi, bu gün nerelere geldi. Tarihi olaylar ve gerçekler nedir. Hele bir bakalım:
            “Kıbrıs, Büyük ATATÜRK' ün "Güneş Dil" teorisinde belirtildiği üzere; Evveli Türk-ahiri Türk ve 1878'e kadar 300 sene 8 ay ve 19 gün resmen Türk hakimiyetinde kalan, Anadolu'nun ayrılmaz parçası ve mütemmim cüzü olan bir vatan toprağıdır. Hattâ jeolojik olarak binlerce sene önce İskenderun körfezinden koparak bu günkü yerine kaydığı; Diğer bir efsaneye göre de, bir vakitler Anadolu ve Suriye ile birleşik Atlantis yurdu (kıtası) iken, (gurur ve kibirden ileri gelen) malum felâket sonucu bağlantıların çökerek yere battığı ve Kıbrıs’ın doğal bir uzantı biçiminde yerinde kaldığı söylenir. Yani, Kıbrıs’ın her hal-û kârda ana karası Anadolu’dur.
Ada, 1878'de II. Abdülhamit Han tarafından İngilizlere üs olarak kiralanmış (Agratur ve Dikelya) ve bu hak 1923 Lozan anlaşmasına kadar sürmüş, bu tarihten itibaren İngiltere ye şartlı olarak terk edilmiştir.Şart, İngiltere hakimiyetinde kalması, aksi taktirde yerel halka terk edilmesinden ibarettir. 
            Tarihi süreç yönünden Yunanistan'ın Kıbrıs üzerinde hiç bir hakkı ve hukuku yoktur. Ancak, Türkiye'nin 1923 - 1950 yılları arasında (gündeminde) aktif bir Kıbrıs politikasının olmayışından kaynaklanan ve Rumların "megalo-idea" ve "akritas planı" çerçevesinde önceleri sinsice, sonraları açıkça yürüttükleri işgal, ilhak ve genişleme (emperyalist) eylemlerine ve uluslar arası hukuka aykırı tutum ve davranışlarının bu boşluğu doldurmasına dayanan fiili bir durum vardır. Bu durum 1950’ye kadar böyle devam etmiş ve terörist Yunan örgütleri adada perçinlenmiştir.
            1950 yılında Türk hükümeti Kıbrıs’ı gündemine almış, bir-kaç yıl içinde TMT’ yi örgütlemiş, adadaki soydaşlarımızın korunması ve belirli bir statüye kavuşturulması için başta İngiltere ve Yunanistan olmak üzere, BM ve NATO dahil sorunu uluslar arası forum ve plâtformlara taşımıştır. Bu diplomatik atak ve mücadele aralıksız olarak 1959’a kadar sürmüş ve nihayet 19.Şubat.1959 tarihinde Kıbrıs konusunda, Londra müzakereleri anlaşma ile sonuçlanmış; Hattâ, Başvekil Menderes antlaşmayı London Clinic adlı hastanede imzalamıştır.
Böylece, (Londra, Zürich ve Garanti Anlaşması ile) Türkiye Garantör Devlet sıfatını kazandı. Menderes hastaneye gelen Papaz Makarios’u kabul etmedi. Londra Antlaşması ile İnönü’nün imzacı olduğu Lozan Anlaşması’nın 16. maddesi ortadan kaldırılarak, “Türkiye’nin üzerinde hak iddia etmekten vazgeçtiği Kıbrıs’a, Ankara tekrar ortak ve taraf oldu” ve Kıbrıs tekrar “Milli Dava” haline geldi.
Dönem Hükümeti’nin Kıbrıs konusunda iki önemli dayanağı vardır. Bunlardan birincisi; ATATÜRK’ ün:  “Efendiler, Kıbrıs düşman elinde bulunduğu sürece ikmal yollarımız tıkanır. Kıbrıs’a dikkat ediniz. Bu ada, bizim için çok önemlidir.” (Ahmet Tolgay, Cumhuriyet Meclisi Üyesi ve Kalem Müdürü – Lefkoşe) Tarzındaki vasiyet ve buyruğu, diğeri ise; Ada’ da yüzyıllardır yaşayan Türk kardeşlerimiz ve onlarla birlikte Kıbrıs’ın taşıdığı jeo stratejik önem ve değerdir. Başvekil Menderes, bu konuda tam bir beka ve basiret sahibidir. Bu sıfatla; (MENDERES): “Biz milli menfaatlerimizi Kıbrıs’ta müdafaa edemeyecek olursak anavatanın, hacet hininde (gerektiği zaman) müdafaasında tekasül (gevşeklik) göstermek gibi bir vaziyete düşeriz. Misak-ı milli dışında dahi Türk vatanı ve menfaatleri müdafaa edilmektedir. Kıbrıs’ın büyük manâsı budur.” Demek suretiyle; Bu gün göz ardı edilen gerçeği bütün çıplaklığı ile gözler önüne sermiştir.
1974 harekatına imkân veren Londra-Zürich ve Garanti antlaşmalarının mimarı ve "Kıbrıs Milli Davasının sahibi" Demokrat Partidir. (Bayar, Menderes, Zorlu) Uluslar arası kabul ve onaya sahip bu anlaşmaların esası, iki toplumlu ve eşit haklara dayalı bir federasyon ve iki kurucu devlet amacı, espri ve yaklaşımına dayalıdır.
Varılan nokta itibarıyla bu anlaşmalar çok büyük bir tarihi başarı olup; Lozan anlaşmasına rağmen Türkiye’ye sürekli bir hak ve hattı hareket imkânı sağlamıştır. Öngörülen amaç ve tam bir kararlılıkla uygulanan strateji gereği, asgariden aynı görüş muhafaza edilerek atide (gelecekte) Yunanistan ve AB yanlısı girişimlerle bu garantörlüğün izalesine kesinlikle izin verilmeyecek ve yürütülen görüşmelerden olumlu sonuç alınamaması halinde "ilhak" politikası devreye sokulabilecekti. Hazırlanan ortam buydu. Aksi takdirde, tarihi hakların hiç birisinden vazgeçilmesi düşünülmedi. Düşünülemezdi.  Türkiye ile Kıbrıslı Türk kardeşlerimizin lehine olmayan hiçbir anlaşma ve uygulama kabul edilemezdi. Rıza gösterilebilecek nihai çözüm ise; Mevcut topraklardan kesinlikle taviz verilmeksizin "taksim" veya “ilhak” dı.
1974 “barış harekâtı” bu ortam ve yasal imkân kullanılarak haklı, doğru ve uluslar arası meşruiyeti varit bir müdahale biçiminde yapıldı. Zamanın ve müteakip dönemlerin aciz ve zavallı hükümetleri yanlış yapmasa idi; Bu gün Kıbrıs’ın tamamı Türkiye’nin olabilir ve yaşanan bunalım ve buhran pekalâ ortadan kalkabilirdi. Fakat, harekâtın yarım bırakılması, istikrarlı ve tutarlı bir politika izlenmemesi, nihayet AB ile yapılan Gümrük Birliği anlaşmasında Kıbrıs konusunda taviz verilmesi “Milli Davayı” baltalamış ve birbirini takip eden ihanetler sayesinde bu günlere kadar gelinmiştir.
Kıbrıs tarihinin efsane isimlerinden Doktor Fazıl Küçük ve Dr. Rauf Denktaş yukarda açıklanan ve Atatürk’ün ortaya koyup Menderes’in hayata geçirdiği politika’ nın sadık ve samimi müdafileridir. Doktor Fazıl Küçük neyse ama, bu süreçte tam bir vefa ve fedakârlık örneği veren Rauf Denktaş çok rencide edilmiş ve Kıbrıs davasına büyük oranda zarar verilmiştir.
Özellikle, Annan plânının oylamasında üstlenilen risk, gün alma pahasına tekrar  tekrar verilen taviz ve ivazlar, bugün itibarıyla davayı rayından çıkartmış ve içinden çıkılmaz hale getirmiştir. Dahası, Kıbrıs’ın BOP ve BİP projelerinde odak noktası haline getirilmesi, stratejik önemini kat be kat arttırmış ve her ne pahasına olursa Türkiye’ den kopartılması hedeflenmiştir.
Bu arada  yaşanan bir de “T. Loizidou' ya tazminat SKANDALI” vardır. Hükümet burada tam bir zaaf ve gaflete düşerek çok büyük bir yanılgı ile malûl olmuş şiddetli bir baskı, kişisel zafiyet veya menfur taahhütlerden dolayı boyun eğme, icbara icabet döneminin en büyük hatasını yapmasına neden olmuştur. Gerçekte, Türkiye ve KKTC halkına ihanetin başka bir boyutu da budur. Dayatılan antidemokratik, ahlâksız, adaletsiz ve hukuksuz sürece kati teslimiyetin “utanç ve hicap belgesi” budur. Bu konuda gösterilen zafiyet, Türkiye Cumhuriyetini hacir altına sokmuş ve adeta geleceğini ipotek altına almıştır. Bedel, maalesef bu kadar büyüktür. 
Mevcut hükümetin yürütmek zorunda ve hattâ mecburiyetinde kaldığı Kıbrıs politikası adeta bunun eseridir.Aslında bu dava düzmecedir. Mizansendir. Uyduruktur. Hiçbir hukuki değeri ve dayanağı yoktur. Aynı zamanda AB’nin iki yüzlülüğü, insanlık dışı çifte standart uygulaması, art niyeti ve Türkiye’ye karşı açık kin, derin husumet ve açık düşmanlığının bir belgesidir. Keza AİHM (?) nin, bir mahkeme değil, siyasal bir tiyatro olduğunun da apaçık göstergesidir. Hukukla ilişkilendirildiği taktirde ise, hukukun ve adaletin utancıdır.
Lâkin kabahat onlarda değil, ne yazık ki gaflet ve dalâlet içinde olan bizim siyasilerimizdedir.  
            T. Louzidio davası ve meselesi ana hatları ile şöyledir:   “Dönemin Türk Hükümetleri tarafından 1963’den bu yana uygulanan Kıbrıs politikalarında  istikrarlı, azimli, ilkeli, onurlu ve kararlı bir politika izlenmemesi sonucu bazı olumsuzluklar yaşanmış ve dava derinden yara almıştır. Örneğin, ülkemizin yakın gelecekte karşı karşıya kalabileceği” Ermeni Soykırım İddiaları” ile Rum taleplerine mesnet teşkil edebilecek “lozidu” davasıdır. Bu davanın,(Güney Kıbrıslı Rum T. Loizidou) özellikle hatırlanması, incelenmesi ve sürekli gündemde tutulması gerekir. İşte olayın ayrıntıları: Halen (sayemizde) AB üyesi Güney Kıbrıs Rum tarafı (Bebek katiline kol kanat geren ve pasaport veren) vatandaşı olup: 1974 barış harekatı nedeniyle taşınmazları KKTC sınırları içinde kalan (davacı) Titiana Loizidou' nun  AİHM' ne açtığı dava hukuk usulüne aykırı atıl ve “mesnetsizliği ve zorunlu iç hukuk yollarının tüketilmemiş olması nedeniyle” esastan muattaldır. Mahkemenin davayı kabulü kabil olmadığı halde; Türkiye de mevcut dönem Hükümetleri 'nin zafiyetle malul, baskıya boyun eğen ve kişisel bazda devleti temsil kabiliyet ve kudretinden yoksun olması ile AB' nin Rum-Yunan yanlısı çifte standartlı iki yüzlü-dönek politikaları nedeniyle bu dava, ne yazık ki AİHM’ de görülmüş ve doğal olarak ülkemiz aleyhine sonuçlanmıştır. Şekil ve safahat olarak çok standartlı AB' nin yüz karasıdır.
Hükmedilen tazminat iyi hesaplanmış, böylece Türkiye'nin ekonomik olarak çökertilip KKTC'nin yok edilmesi amaçlanmıştır. Oysa, fiilin vukua geldiği tarih ile 1987 yılında kabul edilip, 1989 yılında yürürlüğe giren AİHM ile "Ekonomik ve Sosyal Haklar Sözleşmesi" arasında geçen süre yönünden (diğer karineler dahil) davanın "kabulü kabil olmaması" nedeniyle talebin reddi gerekirdi. Zorunlu şartlar bazında, iç hukuk yollarının bütünüyle tüketilmediği cihetle dava, muhataplık yönünden dayanaktan yoksun, mesnetsiz ve yok hükmündedir. Ne usulen görülme olayı ve ne de sonucu, Türkiye'yi bağlamamaktadır. Dahası, zorunlu bir yasal kural olan "iç hukuk yollarının tüketilmesi" hususunda KKTC nezdinde hiç bir başvuru yapılmamış, esasa uyulmamış, uygulanmaya tevessül edilmemiş ve dava açmanın gerekli kıldığı şartlara kesinlikle riayet edilmemiştir. Teşebbüsün hukuki ve siyasi yönden karar, emsal ve karine değeri yoktur. Bu vahim, küstah ve düşmanca tavır ve nihayet ortaya çıkan tablo; Tam bir vatana ihanet belgesi olan GB anlaşması ile başlatılan süreçte çok sinsi, meşum ve hain bir pazarlığın sonucudur. Annan Planı da böyledir. Nitekim, bahusus dava da Türkiye yi, esas adı Athena Diamandis (Deniz Akçay, emekli bir generalin oğlu T. Akçay' ın eşi) olan bir rum asıllı Avukatın temsil ettiği hayret ve dehşet verici bir gerçektir. Kaldı ki, Dışişleri Bakanlığı bundan üç yıldan bu yana haberdardır.
Burada en önemli unsur; Londra-Zürich ve garanti anlaşmalarının çiğnenmiş ve yok sayılmış olmasıdır. Bu affedilmez bir ihanet, suç, gaflet ve dalalettir. Özellikle, Uluslar arası Ceza Mahkemesinin kuruluş sürecinin ivme kazandığı bir aşamada, geçmişten intikal böyle bir tuzağa düşmemek ve Avrupa Komisyonu marifetiyle tehir-temlik ve/veya bütün sonuçları ile ret yolu seçilebilir ve Lahey Yüksek Adalet Divanına gidilebilirdi. Ancak, Dışişlerinin başta Fransa olmak üzere bazı karşıt güçlere boyun eğerek, her ne pahasına olursa olsun AB yolunu tıkamamak pahasına buna evet dediği anlaşılmaktadır. Böyle bir anlayış ve yaklaşım çok yanlıştır. Özellikle bu kertede ve 14 Aralık seçimleri arifesinde Sayın DENKTAŞ ve Milli Kıbrıs davasını sabote etmek anlamını taşır. Maalesef maksat hasıl olmuştur. Kararın emsal teşkil etmeyeceğine dair AB komisyonu ile yapılan sözde tehir ve temlik mutabakatının hiçbir hukuki ve fiili değeri yoktur. Aldatmacadır. Çok tehlikeli bir tuzaktır.    
            Hasılı, Loizidou'nun AİHM' ne başvurusu atıl, muattal ve yok hükmündedir. Bu menfur, sinsi, şaibeli ve meş'um bir oyun,  hain bir tuzak ve düzenden ibarettir. Hiç bir hukuki dayanağı ve ahlaki yanı yoktur. AB-rum-yunan üçlüsü tarafından Türkiye bir tuzağa düşürülmüş ve oyuna getirilmiş, Dışişleri Bakanlığının görevi ihmal,  bürokratlarının da gaflet, cehalet ve basiretsizliğinin kurbanı olmuştur.
            Bu tarihi yanılgı, takipsizlik ve sorumsuzluk nedeniyle; Türk milleti ve KKTC halkı vesayet ve taahhüt altına sokulmuş, meşru ve yasal KKTC'nin geleceği ipotek altına alınmış, onurumuz kırılmış, yasa dışı ve gayri meşru güney Kıbrıs çete devleti adeta tanınmış, Ordumuz işgalci konumuna düşmüş ve AİHM' nin haksız, hukuksuz, dayanaksız ve mesnetsiz kararı kabul edilmek ve para cezası "hukuka aykırı olarak" ödenmek suretiyle emsal yaratılmış ve "TC Devleti" ile KKTC Devletinin hükümranlık hakları ile saygınlık ve bağımsızlığına halel getirilerek, gelecekleri ipotek altına sokulmuştur.
            Bahse konu tasarruf ulusal, yasal ve anayasal bir suçtur. TCK' na göre vatana ihanetle eş değerdedir. Emsal bir suç da Gümrük Birliği anlaşmasının akılsız ve sorumsuzca imzalanarak, Türkiye nin yüzlerce milyar dolar zarara uğratılmasıdır. Yetkili ve sorumlu milli taraflar buna kayıtsız kalmakla, aynı ihanet suçunu paylaşmış olmaktadır. Bu gün çekilen cereme ve sıkıntı ile 1995 den günümüze yaşanan krizler bahis konusu sorumlu görünen sorumsuzlar yüzündendir. Şimdilerde yaşanan da, tıpkı "gümrük birliği anlaşmasının imzası gibi" yavru vatan Kıbrıs ve milli Kıbrıs davamızı riske eden/baltalayan sorumsuz ve "şahsi bir" davranış biçimidir. Sorumluluk Hükümete, Milli davaları özen ve önemle takip etmeyen ilgili Bakana ve Aziz Türk Milletine içten içe husumet besleyen dönmelerle bunların eş ve yandaşlarına (dahili bedhahlara) aittir. Bu atalet, su-i niyet kaynaklı korkaklık, zafiyet ve  skandal asla ve asla devlete maledilemez. Bu nedenle: Başta C. Başkanımız, Yüksek Yargı Başkanları, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, Türk Tarih Kurumu ve diğer yetkili, ilgili ve sorumlular ile Atatürk Cumhuriyetinin Baş Savcılarının bu işin peşini bırakmaması gerekir. Ayrıca, Sırbistanlı Rumların Belgrat Barosuna vaki başvurusu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine intikal ettiği ve bu süreçte Dışişleri Bakanlığı davanın men ve belânın def’i hususunda tedbir almadığı taktirde bu defa ilgili bakan “Abdullah Gül” mutlaka ve derhal istifa etmelidir” denilmiş idi. Fakat, bir şey olmadı.
            Süreç, Türkiye aleyhine gelişen seyrini sürdürdü.
            Oysa, dış politikada mütekabiliyet aramamak, vatana ihanettir. 
Yine o dönemde “KIBRIS Konusunda Çözüm Önerileri” adı altında bir takım öneriler açıklanmış ve yönetimin dikkati çekilmeye çalışılmış idi. Fakat, mevcut ve mer’i yönetim, “Bunlar aralarında karar  verdiler, ne pahasına olursa olsun eninde sonunda Kıbrıs’ı alacaklar” saplantısında olduğu için bu önerileri kaale almadı ve kendisinden başka kimseyi dinlemedi. İşte, o dönem itibarıyla dile getirilen öneriler:
“Konuyla ilgili olarak ilk iki makalede (8 ve 9) açıklanan tarihi gelişim süreci ve müteakip dönemde, müktesep haklara rağmen yapılan hatalar ile buna paralel olarak gelişen olaylar nedeniyle muhatap olunan sıkıntılar had safhaya ulaşmış ve şu an için çok kritik bir noktaya gelinmiştir. Diğer bir anlamda, zamanın DP Hükümeti tarafından Lozan anlaşmasının 16. maddesine rağmen elde edilen büyük başarı ve 35 yıllık bir aradan sonra yeniden Kıbrıs’ın “milli dava” noktasına taşınması (büyük bir kazanım) olayı, bir çırpıda yok edilmiş, kaybedilmiş ve adeta umutsuz çırpınışa dönmüştür.
Şimdilerde ise adım-adım Sevr’e dönüş çabaları gözlenmektedir.
            Zira, 1958-59 yıllarında Dikelya ve Agratur üslerini tutmaktan ve korumaktan başkaca bir şey düşünmeyen sömürge imparatorluğu İngiltere “ada” nın zamanla kazanacağı önem ve değerin farkında idi. Derken beklenen oldu. Bu gün için Kıbrıs BOP ve BİP’ in çıkış noktası ve “olmazsa olmaz” müstenidadı, jeostratejik (dayanağı) sıçrama tahtası, şer ve şeytani güçlerin nokta-i istinadı haline gelmiştir. Bu uğurda ve adanın güneyde kurulu yeni AB üyesi çete/mafya devletini, kirli emel ve insanlık dışı çıkarları için rahat kullanabilmek amacıyla; Türkiye’nin himayesinde görünen-bilinen ve tam olmasa bile hasbelkader “hukuk devleti” sayılan KKTC’ni yok etme çabası ağırlık kazanmıştır.
Yani, mevcut AKP hükümetinin de âli gayretleri ile bu “Milli Dava” alenen kaybedilmek üzeredir.
            Başta İsmet İnönü (1948-1950,1963) olmak üzere,dahilde; Süleyman Demirel, Mesut Yılmaz, Tansu Çiller, Murat Karayalçın ve Deniz Baykal, hariçte Baba-oğul Bush’lar, Butros Gali, (BM) Kofi Annan ve Klodya Roth’un (AB) çocukları bu davayı AB, ABD, İngiltere ve Yunanistan’ a peşkeş çekerek, milli kahraman Rauf Denktaş’a rağmen bitme noktasına getirmeye muvaffak olmuşlardır.
Üstüne üstlük 2004 yılında oylanan Annan plânı, esas itibarıyla Yunanlı Rumlar tarafından hazırlanmış; Akritas plânı, megalo idea, Enosis ve eoka idealleri ile örülmüş-dokunmuş, önsözü de Kofi Annan’a yazdırılmış bir “Yunan’ a ilhak” ve apaçık Türk’e ihanet projesidir. Projenin arkasında ABD ve AB desteği vardır. Buna rağmen referanduma sunulmuş her iki tarafça oylanmış ve güneyin reddine rağmen Türk tarafınca “evet” verilmiştir. Ne için ve ne karşılığında ? Sözde, ambargoya son verileceği, izolasyonların, siyasi ve iktisadi ablukanın kaldırılacağı, ekonomik, ticari ve siyasi tedbirlere “yeter artık” denileceği, KKTC’nin önünün açılacağı, dahası AB’den yardım ve destek yağacağı vaatleri (yalanları) ile... Peki sonuçta ne oldu ? Tabii ki hepsi boşta kaldı. Aradan geçen uzunca bir süreye rağmen hiçbir müspet gelişme olmadı. Lâkin, Türkiye’nin köşeye sıkıştırılmasına devam olundu. AB’nin niyeti açıkça anlaşıldı. Yunanistan’ın sinsi plânları ortaya kondu. Hem de Ege’den tutun, Batı Trakya’ya, Türkiye’ye AB tarafından verilecek bir takım kredi, destek ve hibelerin engellenmesine kadar pek çok baskı ve tehditle birlikte.
            Bu zafiyetle başlayan süreçte bakınız neler-neler oldu?
Güney Kıbrıs’taki Türk mirası, Türkiye’nin ve KKTC yönetiminin gözleri önünde neredeyse bütünüyle tahrip ve yok edildi. Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin (GKRY), topraklarındaki Türk ve Osmanlı kültürel mirası 16 cami, 1 hamam, 2 çeşme ve 1 tekke-türbeyi yok ettiği belirlendi. Cumhurbaşkanlığı Siyasal ve Kültürel Araştırmalar Danışmanı Ahmet Okan, Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Hasan Erçakıca ile (Temmuz-2006’da) düzenlediği basın toplantısında, KKTC Cumhurbaşkanlığının Güney Kıbrıs'taki Osmanlı ve Türk kültür varlıklarının durumuna ilişkin araştırması hakkında bilgi verdi.
Okan, mezarlıkların büyük bölümünün tarım arazisi olarak kullanıldığını, eski eser kapsamına giren hamamların ise ya tamamen yok edildiğini veya da çok kötü durumda bulunduğunu bildirdi.
KKTC Cumhurbaşkanlığının Güney Kıbrıs'taki 140 yerleşim biriminde yaptığı araştırmaya göre, ziyaret edilen toplam 102 caminin 16'sı artık yok. Camilerin 14'ü kötü durumda, 47'si ise bakımsızlıktan dökülüyor. Durumu iyi bulunan camilerin sayısı sadece 25. Evet, bu gün dahi Güney Kıbrıs’taki Türk kültür varlıkları “tam bir art niyet, kasıt ve hıyanetle” yok edilmekte, Türk-İslâm ve Osmanlı izleri haince silinmektedir.
Tespit edilen 148 mezarlığın sadece 3'ü iyi durumda bulunurken, mezarlıkların 43'ünün yok edildiği, 93'ünün çok kötü durumda olduğu belirtilmektedir.Türk evlerinin durumu ise daha da feci durumdadır. Lefkoşa'da 5, Baf'ta 20 ve Larnaka'da sadece 1 evin durumu iyi olarak tespit edilmiştir. İyi durumda Türk evi bulunmayan Limasol' daki 28 evin 5'i yok edildi, 23'ü bakımsız.
Okan, bu araştırmanın, Rum yönetiminin kültürel miras üzerinden siyasal bir fayda temin etmeye çalışmasından ‘duyulan rahatsızlık ve derin endişeden dolayı’ yapıldığını ve amacın gerçekleri ortaya koymak olduğunu kaydetti.
Buna mukabil, Rumların çeşitli şekillerde Kuzey Kıbrıs'taki kültürel mirasın yok edildiğine dair uydurma yayınlar yaptığına işaret eden Okan, iyi durumda olan ve Rumların ibadetine açılan St. Mamas Kilisesinin eski görüntülerini yayınlayarak yalana dayalı propaganda yapıldığını kaydetti. (12)
Oysa, bir yandan AB, diğer yandan Yunanistan baskısı altında ne yapacağını bilemeyen KKTC hükümeti; 1974’den sonra hukuki ve doğal bir hak olarak değiştirilen Yunanca köy, mahalle ve sokak isimlerini tekrar hayata geçirmek gibi, çok vahim bir hatayı icra etme gafletine düşmüş bulunmaktadır. Bu durum utanç ve hicap vericidir.
Peki, bütünü ortaya çıkan ve hiçbir saklısı gizlisi kalmayan bu hedef ve hainane amaçlara karşın Türkiye ne yapmalıdır?
Öncelikle, Londra-Zürich ve Garanti anlaşmalarına bir kez daha halel getirilme’ mesi çok önemli ve zorunludur. Yeterince ve gereksiz yere pek çok taviz verilmiştir. Artık yeter. Bundan sonra taviz ve ivaz vermek vatana ihanetin daniskası olur.
Hazırlanmakta olan Annan plânının yeni versiyonu rum tarafına daha çok hak ve imkân sağlamaya ve KKTC’ni bütünüyle tarihten silmeye yöneliktir. Artı, daha önceki plân Türk tarafınca uygun görülmüş ve onaylanmış olmakla; KKTC için bu süreç sona ermiştir. Artık böyle bir tuzağa düşmek enayiliktir. Aklı başında hiçbir Türk bu tuzağa düşmez.Ancak, Kapitalist ve emperyalist AB ve ABD’ nin uşakları ve Türkiye düşmanları bundan müstesnadır.
Velev ki, bundan sonra her hangi bir müzakere yapılacaksa bile:
1. KKTC’nin bütün dünya ve İslâm alemi tarafından tanınması ve müstakilen AB’ye alınması, (1959-60 anlaşmaları gereği) aksi taktirde GKRC’ nin, bir kasıt ve ihanet sonucu uluslar arası hukuka aykırı olarak iktisap ettiği AB üyeliğinin fesih ve iptali için, Lahey Yüksek Adalet Divanı’na başvurmak dahil her yola başvurulması,
2. Türk tarafının toprak bütünlüğüne, hukuki varlığı, hükümranlık hakkı ve devlet varlığına asla dokunulmaması, aslen vakıf arazisi olan Maraş dahil olmak üzere bir karış dahi toprak verilmemesi, teşebbüs edenlerin ‘vatana ihanetle suçlanarak” muaheze edilmesi, yargılanması, sorgulanması ve mutlaka cezalandırılması, sahip olunan ve 1974’den bu yana fiilen ve resmen kullanılan haklara halel getirilmemesi.
3. Kuzeyde Alsancak tarafında yer alan, stratejik önem ve değeri haiz Türk toprağının KKTC ile birleştirilmesi konusunda gereken her türlü teşebbüsün yapılması,
4. T. Louzidiu’ya gereksiz ve lüzumsuz yere, hukuka aykırı olarak verilen tazminatın gerekirse Lahey Yüksek Adalet Divanına gidilerek iptal ve iadesinin istenmesi. İadenin kabil olamaması halinde, davaya bakan rum asıllı avukatların dava edilmesi ve değilse diğer sorumlulardan tahsil ve tazmini cihetine gidilmesi,
5. Böyle kalıcı ve garantili bir sonuca varılması halinde KKTC’nin siyaseten rehabilite ve restore edilmesi; Milli ve manevi değerler cihetiyle imarı, 1974-2006 sürecinde yaşanan iki yüzlülük, yardım-yataklık ve kargaşa sebebi odakların tasfiyesi. Ciddi, iyi, dürüst ve demokrat bir hukuk devleti şeklinde yeniden biçimlendirilmesi.
6. Güney Kıbrıs sınırları içinde kalmış bütün Türk mallarının ‘mutlak adalet norm ve kriterleri dahilinde, ancak yapay değerler baz alınmaksızın “mütekabiliyet ilkeleri ve  yüzölçümleri esas alınıp’ hesap, mahsup ve takas yoluna gidilerek; Devam eden arsa, arazi ve sair emlâk sorunlarının kalıcı olarak çözümlenmesi,
7. Asla ve hiçbir konuda taviz ve ivaz verilmeksizin (zira bu topraklan uluslar arası kabul görmüş anlaşmalar gereği kan dökülerek ve milis-asker şehit verilerek alınmıştır) bir sonuca varılamaması halinde; İngilizlere ait Dikelya ve Agratur üslerinden de hak talep ve iddia etmek kayıt ve şartıyla Türk tarafına ait toprak bütünlüğünün tahkim edilmesi. Tam koruma altına alınması. Bu güne kadar verilmiş bütün taviz, söz ve antlaşmaların iptal edilerek re’sen, kellem yekün yok sayılması,
8. Hür, hakim, hükümran ve müstakil bir KKTC garantiye alındıktan sonra yeniden yapılanma restorasyon ve rehabilitasyon konusunda sağlıklı bir sonuca varılamaması halinde ilhak’ ın gündeme getirilmesi ve son (şaibesiz) Cumhurbaşkanı Dr. Rauf DENKTAŞ Vali olarak tayin edilmek suretiyle Anavatan’ a katılımın ifa, icra ve ikmal edilerek meselenin kapatılması.
9. Mevcut hükümetin, devlet ve millet hakkı için tek ve yegâne görevi budur. Hatalar derhal tamir, bozulan politikalar imar ve yıllardır bilinçsizce, hattâ gaflet,  ihanet ve dalâletle verilen tavizler mutlaka ve behemahal (acilen ve derhal) geri alınmalıdır. Şimdi akıllı, alim ve cesur olmak zamanıdır. Daha fazla vakit kaybı, karşımızda yer alan ihanet erbabı Türk, İnsan ve İslâmiyet düşmanı güruhun kazanması anlamına gelecek ve bundan sonra da Türkiye’nin Kıbrıs’la ilgili bir “milli davası” kalmayacaktır.
Tek ve en son çaredir. Aksi taktirde zayıf, aciz ve çıkarcı insanların elinde “Kıbrıs Davası” oyuncak olacak ve ileride Anavatan, Türkiye’nin başı çok büyük dertlere duçar olabilecektir. Meselenin bu şekilde istikrarlı ve kararlı bir azim, akıl ve irade ile tamamlanıp kapatılmaması ve bu meyanda gerekli kararlılık, basiret, cesaret ve bekanın gösterilememesi halinde; Türkiye çok büyük bir darbe daha yemiş olur. Sorun bir daha da çözülemez. (7)
Bunlar maalesef kimseler tarafından dinlenmedi ve dikkate alınmadı      Bütün bu öneriler açıkça ileri sürülüp, uluslar arası forumlar ve Davos dahil bir takım plâtformlarda söylendikçe Sayın Denktas’ın kulakları çınlıyor olmalı. Dahası, KIBRIS' la ilgili gelişmeler konusunda KKTC’nin mevcut Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın (iş başa düşünce) geçmişteki tutumuyla çelişen değerlendirmesi çok ilginç:
"Rumlar hiçbir şeye yanaşmıyorlar. Çünkü Kıbrıs Türk'üne hiçbir hak vermek istemiyorlar. Dünya artık Rumların bu tutumunu görmeli. Kıbrıs' la ilgili uluslararası kuruluşlar ve devletler de Rumlara 'artık yeter' demeli. Rumlar çözümden kaçıyorlar."
Yine geçmiştekilerle çelişen bazı yorumlar hem düşündürücü, hem de hayret verici:
Rumlar çözüm istemiyor.
ABD ve Avrupa Birliği'ni kalkan yaparak, kullanarak Türkiye'yi sıkıştırıp ödünler almayı amaçlıyorlar. Oysa, "Papadopulos gibi Eokacı  bir tedhişçi, cani ve soykırımcı faşistle Kıbrıs'ta çözüme asla ulaşılamaz. Onun anlayışı Kıbrıs'taki Türk varlığını yok saymak ve onları (tıpkı Yunanistan’ın Batı Trakya’da yapmaya çalıştığı gibi) kolayca sindirebileceği küçük ve korumasız bir azınlık haline getirmek.
Dünya artık çözümü (!?) isteyen tarafın Türkler, istemeyen tarafın da Rumlar olduğunu anlamalı ve soruna müdahale etmeli."
Aslında, ortada çözülecek bir şey de yok.
Zira, Kuzey Kıbrıs 1974’den bu yana zaten barışı yaşıyor.
Önemli ve gerekli olan tek şey, uluslar arası kabul görmüş anlaşmaları hayata geçirerek bu barış ortamını sürdürülebilir hale getirmektir. Ama gel de anlat. Gerçekte kendileri “sorunlu olan” kimseler illâ da bir sorun üretmek ve yaratmakla meşgul. Yani, bir anlamda sorun: Olaya taraf olanların satılmışlığından, sabetaistliğinden veya dönme yahut devşirme olmalarından ileri gelmekte.
Olaya, tıpkı 1963-1974 ve 1989’dan sonra bakıldığı gibi AB ve ABD kafası ile bakılmakta ve fakat Milliyetçi-Atatürkçü (Kemalist) bir perspektiften bakılmamaktadır. Bu, Türkiye’nin ayıbıdır. İlerleyen bölümlerde açıklayacağımız gibi daha ne ayıplar, art niyetler ve ihanetler vardır. Göreceğiz.
Bu değerlendirmelerden sonra akla şu soru geliyor: "Denktaş da yıllardan beri aynı şeyleri söylemiyor muydu?”
"Rumlar adanın tümünü istiyor. Türklerin egemenliğini tanımıyor. Adadaki Türk varlığını ortadan kaldırmayı, 50.000 kişilik Yunan askerini değil Türk Askeri varlığını yok etmeyi (adadan çıkartmayı) amaçlıyor. Onların derdi çözüm değil, adanın tek sahibi ve mutlak hakimi olmak" demiyor muydu? İşte o zaman Rauf Denktaş’ı çözümsüzlüğün mimarı olarak niteleyenler. Kıbrıs sorununu her şeye rağmen sürüncemede bırakıp Türkiye'nin başını belaya sokmakla suçlayanlar. Türkiye'nin önünü tıkayarak ‘ülkeye ihanet edildiğini’ iddia edecek kadar ölçüyü kaçıranlar. Onu (Rauf Denktaş’ı) saf dışı bırakmak için Avrupalılarla (Karen Fogg) çocukları ve Rumlarla ortak kampanyalar düzenleyenler. Çeşitli vaatlerle Kıbrıs Türk halkını ona karsı yönlendirenler.
Referanduma evet denmesi durumunda bütün izolasyonun kaldırılacağı, her türlü parasal yardımın Kuzey'e doğrudan yapılacağı  konusunda sözler verip halkı aldatıp, kandıran yalan söyleyen Avrupalılar. Hepsinin bugün gelinen noktada vicdanları sızlıyor mu acaba?
Onun ötesinde Denktaş'a yapılan haksızlığın, insafsızlığın ezikliğini bilmem duyuyorlar mi? (8)
Bu hükümetin yapması gereken ilk şey, kim ve hangi yönetim tarafından olursa olsun Kıbrıs konusunda bu güne kadar verilmiş bütün taviz ve ivazları yok sayarak reddetmek, tanımamak; Londra-Zürch ve Garanti antlaşmalarının bütün kapsam ve unsurları ile geçerli olduğunu ilân ederek, Güney Kıbrıs sürecini derhal durdurmak ve “KIBRIS” ı AB kriteri olmaktan derhal çıkartmaktır.
Milleti temsil ve hükümeti ilzam iddiasında olan iktidarların başkaca bir çıkış yolu ve çaresi yoktur.
Bunun dışında yol düşünenler; Gaflet, ihanet ve dalâlet içinde olanlardır.
Milleti temsil edemezler. Harici bedhahlara angaje ve akredite olanların dışında herkes ve her kesim ve her hükümet “milli” düşünmek ve “milli” hareket etmek zorunda ve durumundadır. Bunun yanı sıra 1974 öncesi EOKA, AKRİTAS PLÂNI ve ENOSİS’ çi Rumlar tarafından yapılan bütün katliam, gasp ve soykırımlar gündeme taşınıp, hesabı mutlaka sorulmalı, maddi ve manevi kayıplar konusunda tazminat talep edilmeli ve gerekirse yeni bir harekât düzenleme pahasına bunların telâfii yoluna gidilmelidir.
Tekrar Sayın Rauf DENKTAŞ’A dönelim. Şöyle anlatıyor Sayın Denktaş: Rum liderler Kıbrıs meselesini yabancılara anlatırken geçmişten bahsetmezler. Onlar için geçmiş 1974' de başlamıştır. Türk askeri geldi ve kardeş gibi yaşayan iki tarafı zorla ayırdı; Türk azınlık bundan çok zarar gördü. Uzlaşmaya hazırdırlar ancak işlevliği olan bir anlaşma gerekmektedir. 1960 Antlaşması gibi işlevliği olmayan, azınlığa devletin çalışmasını bloke edecek haklar veren bir anlaşma yaşayamaz. Demokrasi uygulanmalıdır. Kıbrıs Halkı %80 Rum’dan, %20 de Türk'ten oluşan tek bir halktır. Bu halk Kıbrıslıdır. Seçimlerde toplumlar üzerine ayrılık, hele ayrı oylama olmamalıdır. Kıbrıslıların işine dıştan kimse karışmamalıdır. (Londra, Zürich ve Garanti Antlaşmaları bütün sonuçları ile ortadan kaldırılarak keellem yekün yok sayılmalı)Türkiye'nin Kıbrıs üzerinde hiçbir şekil ve surette söz hakkı olmamalıdır. Bütün kötülüğün kaynağı Türkiye'dir. Bağımsız Kıbrıs'ın garantilere ihtiyacı yoktur.
Yani, Yunan hükümetleri ve başta ABD olmak üzere dünyanın dört bir tarafına yayılmış etkin Rum diyasforası, resmi misyon, resmi bütçe ve her türlü yerel imkân ve ulusal kaynaklardan yararlanıp-beslenerek bütün dünyaya yalan söylemektedirler. Buna mukabil, tıpkı Ermeni meselesinde olduğu gibi (monşerlerden müteşekkil) Türk hariciyesi son derece pasif, ilgisiz, bilgisiz, duyarsız, takipsiz-tepkisiz ve palyatiftir.
Dahası, ulusal basın görüntüsü altında ülkemizde yayın yapmakta olan ‘yabancı sermaye” destekli besleme güruh, günün Ali Kemal’leri ve akredite ihanet şebekeleri ise; Ta yazımızın 1. bölümünde açıkladığımız gibi millete yalan söylemektedirler. "Kıbrıs''a" Akredite yabancı diplomatlar da buraya "meşru Kıbrıs Hükümeti" ile kendi hükümetleri arasında iyi ilişkiler kurmakla yükümlü olarak gelirler. Görevleri budur. Rum tarafında yaşarlar. Gece gündüz zengin Rumların ve makam sahiplerinin davetlerinde "Kıbrıs meselesinin 1974'de nasıl başladığını, "meselenin Türkiye'nin genişleme politikasından kaynaklandığını" Rumlardan dinlerde. Geçmişten bir şeyler bilseler bile görevleri akredite oldukları hükümetle iyi geçinmektir, arayı bozmamaktır. Bu nedenledir ki 1963 - 65 yıllarında bile bu diplomatlar, Türkler gettolarda yaşarlarken, tavşan gibi avlanırlarken adadan ayrılacaklarında, "bu güzel adada geçirdikleri hoş günlerden" bahsetmişler ve akredite oldukları "hükümete" teşekkürlerini sunmayı da görev bilmişlerdir. Son temennileri "tarafların anlaşmasıdır." Kuşkusuz bu durumdan "meşru hükümet" ünvanını sırtlamış olan eli kanlı, faşist ve terörist idare yararlanmıştır.
Gerçekleri anlatmak Türk tarafına kalmaktadır.
Gerçeği, yani geçmişi, Akritas Planı'nı, 1960 Antlaşmalarının neden sui generis (kendine özgü) antlaşmalar olduğunu anlatmaya başladığınızda karşınızdaki diplomat sizi durdurur ve "Geçmişte yaşamayınız, geleceğe bakınız" der. Anayasal haklarınızdan, Uluslararası Antlaşmaların nedeninden bahsetmenizi de “uzlaşma istememenize" bağlarlar.
Bu şartlanmış beyinlere vizyonunuzu açamazsınız; yeni bir anlaşmanın kalıcı olabilmesi için 1960 (Londra-Zürich ve Garanti) Antlaşmalarının ötesinde sağlam bir zemine ihtiyaç olduğunu, bunun da KKTC'nin zemini olduğunu kesinlikle duymak bile istemezler. Onlara göre akredite oldukları "Kıbrıs Cumhuriyeti", hükümeti ile ayaktadır, bu devleti bölmek kabul edilemez. "Bölen taraf biz değiliz" demenizi de pek iyi de karşılamazlar. "Geçmişi unutunuz" tavsiyesini tekrarlarlar.
Rum tarafının EOKA'cı lideri Tasos Papadopullos'un Yılbaşı mesajını incelerken Rumların siyasetlerinde ve oynadıkları kanlı - kansız oyunun kurallarında 43 yıldır herhangi bir değişiklik olmadığını yeniden tespit etmiş oldum.
Papadopulos "kalıcı ve fonksiyonel (işlevsel) bir çözüm” bulunmasını arzu ettiğini söylerken (karanlık, vahşet, gasp, soygun ve katliamı simgeleyen) "geçmişe değinmeyeceğim" diyor ve illâ "geleceğe bakacağını" vurguluyor. Çünkü, geçmişe değinse üç sorumludan biri olduğu kayıtlara geçmiş olan Akritas Planı' ndan ve bu plan altında 11 yıl Türklere yaptıklarından bahsetmesi gerekecek.
Bunu yapmak için "insanlık ve barış severlik" açısından "erkek adam" olması gerekir. Hayvanlıktan sıyrılıp “insan” olması gerekir. Medeni bir insan olabilmesi halinde; Adalet ve objektif hukuk ilkelerine uygun bir formatta politika yapması gerekir. Hasılı “mert” olması ve “kahpelik ve kancıklıktan” sıyrılması gerekir. Buna mukabil bizimkilerin de: “TÜRK” gibi onurlu, erdemli, mert ve dürüstçe, dosdoğru bir politika uygulaması gerekir. Değil mİ?
Halbuki onun eğitimi arkadan vurmak, pusuya yatmak, işlediği suçu başkasına atmak, her ne pahasına olursa olsun, gerektiğinde diplomatları kandırarak Kıbrıs'a sahip çıkmak, bu nedenle de Türkleri azınlık statüsüne mahkum etmektir. Türklere "azınlık statüsünün ötesinde kıl kadar hak veren planlara şiddetle karşı çıkmak ve bunu "devleti savunma" kılıfına sarıp takdim etmek de bu oyunun bir parçasıdır.
Bu yüzü kızarmaz adam Türk tarafına da sesleniyor ve "refahınız” bölücü eğilimlerde ve siyasi etkinliklerde değildir, "refahınız” ortak “ vatanımızın yeniden birleşmesi için işbirliğindedir ayırım duvarının yıkılması için işbirliğine davet ediyorum" diyor ve konuyu derhal “işgal kuvvetlerine" getiriyor. "Ortak vatan" Papadopullos'a göre: "tek kişi, tek oy" misali önerilen demokratik idarede mümkündür. "Eşit hak - ortaklık" işlevsel değildir. AB normları bütün bunları halledecektir. Bu nedenle şimdiden Rum tarafında yaşayan Türkleri Rum seçmen listesine alarak "ayrı eşit toplum" statüsünü haritadan silmek oyununa başlamıştır. Akritas Planı'nın bu eli kanlı uygulayıcısı Türklere yapmış olduğu kötülükleri unutarak, hiç sıkılmadan "Türkleri Rum tarafının haklı endişelerini anlamaya ve tanımaya davet ediyorum" diyor.
Pes doğrusu. Rum halkına ise "birlik ve beraberlik" çağrısı yapan Papadopullos "en kötülere (1974''e) dayandık daha iyilerini ümit ediyoruz" dedikten sonra istediği uzlaşmanın temelini açıklıyor. BM kararları ve AB normları! Papadopullos Türk tarafının bu BM kararlarının çoğunu (anlaşmalardan ötürü) "Kıbrıs Hükümetinden" bahsettiği için kabul etmediğini ve AB normlarının KKTC ile AB arasında görüşülerek bunlardan bir kısmının, Türk halkının var olabilmesi ve güvenliği için, kalıcı derogasyonlara bağlanması gerektiğini unutuyor.
Daha da ileri gidip, ahlâksızlaşarak, âdileşerek, küstahlaşarak, ve dahi sözde muhataplarına meydan okumak suretiyle; "Biz Türkleri bedavaya AB üyesi yaptık, daha ne istiyorlar ?" diyor. AB üyeliğinden istifade için gasp edilmiş "Kıbrıs Pasaportu" almış olanları da kendisine tabi azınlık vatandaşı addediyor.  Türkiye, KKTC ve apaçık gerçeklere rağmen, Rumlar, bütün dünyayı kandırma oyununa devam ediyor. Hala "birleşelim, bütünleşelim" edebiyatı mı yapacağız, yoksa KKTC'ne dört elle sarılmak suretiyle bu insafsızların, yalancı ve düzenbazların yolunu kesmeye devam mı edeceğiz ? Sayın Cumhurbaşkanı Talat'ın liderimiz merhum Dr. Fazıl Küçük'ü anma töreninde yaptığı konuşma "akıntıya kürek çekmekten vazgeçileceği" konusunda söyledikleri hepimizi ümitlendirmiştir. (9)
KIBRIS GİTTİ GİDİYOR, "AKP HÜKÜMETİ" NEREYE GİTTİ ! DİYOR.. 
8 Temmuz 2006  Kıbrıs; BM Genel Sekreteri'nin Siyasi İşlerden Sorumlu Yardımcısı İbrahim Gambari, Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ve Rum Yönetimi Lideri Tassos Papadopulos ile biraraya geldiler.... Hedef belli., Adanın birleştirilmesi için yeni bir süreç başlatmak... anılan görüşme sonunda 5 maddelik bir açıklamada bulunan Gambari, tarafların iki kesimli, iki toplumlu ve siyasi eşitliğe dayalı bir federasyonla Kıbrıs'ın birleştirilmesi ve bunun Güvenlik Konseyi kararları doğrultusunda olması taahhüdünde  bulunduğunu  söyledi!
Ayni zamanda İki liderin Temmuz sonuna kadar çalışmalara başlayacak olan Teknik Komitelerin çalışmalarını gözden geçirmek ve iki toplumlu çalışma gruplarına gerekli talimatları vermek üzere zaman zaman bir araya gelme kararı aldığını açıklayan Gambari, liderlerin kapsamlı bir çözümün hem gerekli hem de mümkün olduğu ve daha fazla ertelenmemesi gerektiği  yönünde mutabakata vardığını da söyledi.
Gambari iki liderle de mutabakata vararak, adada çözüm bulunması için çalışacakları mesajını verirken bu bir “tarihi olaydır” diyor. Prensipler Dizisi olarak 5 maddelik listede neler yok neler. Şimdi geliniz söz konusu mutabakat maddelerini inceleyelim;
-Temmuz ayı sonuna kadar insanların günlük hayatını etkileyen konularda, Teknik Komiteler çalışmalarına başlayacak ve aynı zamanda iki lider arasında özlü konular ile ilgili listeler karşılıklı olarak değiştirilecek ve bunların içerikleri iki toplumlu uzman çalışma grupları tarafından incelenecek ve liderler tarafından sonuçlandırılacak.
-Her iki lider, iki toplumlu uzman çalışma gruplarına yön vermek ve Teknik Komitelerin çalışmalarını gözden geçirmek için uygun görüldüğü zamanlarda yeniden görüşecek."
İlkeler Dizisi'nin tam metni de şöyle:
1.İlgili Güvenlik Konseyi kararlarında belirtilmiş olduğu üzere, Kıbrıs'ta iki toplumlu, iki bölgeli bir federasyona ve siyasi eşitliğe dayalı bir çözüme bağlılık.
2.Statükonun kabul edilemez olduğunun ve devamının, Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rumlar için olumsuz sonuçlar doğuracağının kabulü.
3.Kapsamlı bir çözümün hem arzu edilir hem de mümkün olduğu ve daha fazla gecikmemesi gerektiği önerilerine bağlılık.
4.İnsanların günlük yaşamlarını etkileyen olaylar hakkında iki toplumlu görüşmelerin hemen başlatılması, aynı anda özlü konuların da görüşülmesi. Bunlar, kapsamlı çözüme katkıda bulunacaktır.
5.Bu sürecin başarılı olması için "doğru ortamın" devam etmesini sağlamaya bağlılık. Bu bağlamda, hem ortamın iyileştirilmesi, hem de tüm Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı  Rumlar'ın hayatlarının daha iyi olması için güven artırıcı önlemler elzemdir. Yine bu bağlamda, taraflar birbirini suçlamaya son vermelidir.
Şöyle bir düşünelim, Gambari-Talat-Papadopulos görüşmesinde sorunun BM çerçevesinde çözümlenmesi kararı üzerinde mutabakata varan taraflar bu mesajı verirlerken, diğer taraftan, Kıbrıs meselesinin AB içerisine çekildiği,  Rumlar ve AB’nin Türkiye’ye baskı uyguladığı dikkate alındığında ortada bir tezatlık olduğunu görüyoruz. Bakınız taraflar iki kesimli iki bölgeli federal çözüm diyorlar. Buna işaret ediyorlar etmesine de, şu iki kesimli iki bölgeli çözüm hikayesi artık çok zor. Çünkü Türk hükümeti, KKTC hükümeti ve AB talepleri doğrulusunda KKTC’de kurulan Tazmin Komisyonu iki bölgeliliği ortadan kaldıracak kararlar alıyorlar. Diyelim ki Gambarı Talat-Papadopulos arasında yapılacak görüşmeler sonunda bir yeni plan taraflara sunacak. Adı belki annan planı değil de annan planı içeriğinde farklı bir isimde yeni bir plan olacak. Daha önce basına yansıyan “Cyprus plan” da olabilir. Bu planda Kıbrıs Türklerine verilecek hakların Annan planından çok daha da geri olacağı aşikardır. Bu güne değğin verilen tavizlerden kimse ödün vermeye yanaşmayacak, muhtemelen Türk tarafı da böyle bir talepte bulunmayacaktır.
Annan planı sonrasında   BM ve AB Ne demişlerdi? Kıbrıs Türklerini kutluyoruz. Tecrit kaldırılmalı. Peki ne oldu? Sadece laf! Lafla peynir gemisi yürümez! Peki olan ne ? Annan planı sürecinde ‘Milli Kahraman’ davanın hakiki sahibi, namuslu ve dürüst bekçisi, umur görmüş devlet adamı Denktaş elendi. Seçimlerde Talat desteklendi. Anavatan, BM, ABD, AB bunu istedi. Olan oldu. Talat geldi. Şimdi muhtemelen böyle bir süreçte Talat’la bir görüşmeler süreci başlayacak. Sonuçta birileri ile getirilen kişiler o yerlerin görüşleri ile hareket etme mecburiyetinde olurlar. Bu nedenle Talat “her ne olursa olsun çözüme (!) ulaşma pahasına” adada yeni bir anlaşmaya gidileceği ortada. Olacak bu. Yeni bir birleşik Kıbrıs yaratacaklar. Bu, tam da Rumların isteği gibi olacak...İşte o zaman Türk Ordusu’nun ‘koşulsuz olarak’ adadan çekilmesi istenecek. 50.000 kişilik Yunan ordusu konuşlandığı yerde kalacak. Türk askeri yavaş yavaş çekilmeye başladığı an...gökyüzü kararacak...ağlayacak...çünkü Kıbrıs elimizden kayıp gidecek...
            Milli Dava bitecek... Maalesef süreç bu, nihai gaye bu...
Şimdi Gambari’ nin gerçekleştirdiği görüşme öncesinde güneyde neler oluyor bir bakalım.  
Geçtiğimiz haftalarda "Bizler, Kıbrıslı Türklerle birlikte yaşamaya hazırız" propagandasını sürdüren DİSİ Partisinin gençlik örgütü  NEDİSİ'ye mensup Rum gençleri, Kiracıköy (Athienu) duvarlarını Türk düşmanlığı içeren sloganlarla doldurdular. NEDİSİ'ye mensup Rum gençleri gece vakti Kiracıköy'e giderek, köydeki evlerin duvarlarına "En İyi Türk Ölü Türk'tür", "Yaşasın Ulusumuz" ve "Yunan Doğdum Yunan Öleceğim" sloganlarını yazarak gerçek niyetlerini ortaya koydular.
Diğer taraftan da, güneyde ne kadar Türk, İslam ve Osmanlı eseri varsa, bütün dünyanın gözü önünde tam bir haset, kin ve intikam hırsı ile yok etmeye ve Türk izlerini haince silmeye başladılar. (İsrail dahi bu kadarını yapmamıştır)
            Bu olayın gerçekleşmesinden birkaç gün sonra Rum Savunma Bakanı Fivos Klokkaris, "Öğrenciliğin  askerlikle hiçbir alakası yok ama öğrencilerimizi birer savaşçı haline getireceğiz. Askeri eğitimin ana  konusu budur" diyerek ne hedefinde olduklarını yüreklice ortaya koyuyorlar!
Kısa bir süre önce ise 27 Haziran tarihinde Güney Kıbrıs'a geçerken arabasında yapılan aramada Karşıyaka'da mimarlığını yaptığı inşaatların proje dosyası bulunduğu gerekçesiyle  Rum polisi tarafından tutuklanan mimar Osman Sarper halen Güney’de   Rum hapishanesinde kötü koşullarda hayat mücadelesi veriyor. Sarper tansiyon hastalığı da var ve acı içinde... Ama sahipsiz...
            Peki neden ?  
Sarper tutuklanıyor, çünkü arabasında bulunan  planlarda kuzeyde eski Rum malları üzerine inşaat yaptığı için Rumlar kendisini tutukluyorlar.... Sarper gibi bugün eski Rum arazileri üzerine inşaat yapan her Türk Rumlar tarafından kara listeye alındı ve mutlaka yargılanması istenecek....
            Peki bizim  Petomyalı "RTE"  hükümeti  ne yaptı? Sadece olayı kınamakla yetindi. Not aldılar !?...
Bir israil’in bile, sırf bir askeri Filistinlilerce kaçırıldı diye Gazzeyi yerle bir etmesi... Lübnan’a saldırması ve 3. dünya savasını tetikleyerek “çıkarsa çıksın” demesinden bir anlam  çıkarmadınız mı.Dostlarım Bizim  haklı olduğumuz durumda  dahi  yaptığımız  hiçbir şey yok... Rumlara kendi toprağımızı veriyoruz. Dilim varmıyor fakat  Vermek için adeta çırpınıyoruz.... İnsan hayatımı yoksa Toprak mı önde gelir dersek tabi ki Toprak ama bu hükümet kendi toprağını kendi   eliyle Rum’a  veriyorsa  tabi ki Sarper olayında bir şey yapamayacak ve başaramayacaklar...Ne de olsa onlar da bu düzenin adamı...Rumların kucağına bizi itenler, sanıyorlar ki ilelebet yüksekte kalacaklar...
Bunu hep birlikte göreceğiz....
Güney’ de kötü koşullarda suçsuz olduğu halde tutuklu olan Osman Sarper için gerekli çalışma yapılmalıdır....Sayın Sarper bir Kıbrıs Türküdür.  O da bir vatan evladıdır.Hedef açıkça Gambari-Papadopulos-Talat görüşmesinde ortaya konmuştur.. KTC Devleti yok edilecektir.
Bunun gerçekleşmesi yıl sonuna  kadar  hedeftir....
            Hedef Rum tezi yani Birleşik Kıbrıs’tır! Hedef Rum göçmenlerin geri dönmesidir! Hedef Rum  hükümranlığının Kuzey’de hakim olmasıdır....
Abraporlarında da “Kıbrıs  Cumhuriyeti” yani Rum hükümranlığı kuzeyde uygulanmadığı ama kuzeyin de Rumlara ait olduğu  vurgulanılırken  bizim taraftakiler  nerden  bahsediyorlar? Siz Türkiye  hükümeti   olarak utanmadan salak  numarasına yatın ...Fakat, Türk milleti salak değildir. Yemezler...
            Şimdi tekrar başa dönelim. Yazdık ama hatırlatmakta yarar var. Gazi Mustafa Kemal Atatürk ne diyor ? “Efendiler ! Kıbrıs düşman elinde bulunduğu sürece bu bölgenin (Akdeniz Bölgesi’nin) ikmal yolları tıkanmıştır. Kıbrıs’a dikkat ediniz. Bu ada bizim için çok önemlidir..”
 
            Bu bölümde olayı büyüteç altına alarak “daha derin” bir yaklaşımla ele almak istiyorum. Şöyle ki:         Yukarıdaki başlık bunu ifade ve anlam bütünlüğünü sağlamak için konulmuştur.
            Evet, ben Kıbrıs’ı çok önemsiyorum. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Kıbrıs ile ilgili yukarıdaki sözlerine sadık kalmamız gerektiğine inanıyorum. Ayrıca Kıbrıs’ın Türkiye’nin ve Türk dünyasının güvenliği açısından mutlaka Türkiye’nin kontrol ve denetimi altında kalmasını coğrafyanın bize dikte ettirdiği kaçınılmaz bir gerçek olarak görüyorum. Yöneticilerin her zaman hata yapabileceği gerçeğinden hareketle devletimizin sahibi olan milletimizin konuyu sahiplenmesi için bilgilenmesi gerektiğini biliyorum. Avrupa Birliği yolunda giderken tamamiyle gözden çıkardığımız ve Rum-Yunan Megalo İdeasına kansız bir şekilde hibe ettiğimiz Kıbrıs hakkında ne kadar hassas olsak ve ne kadar tartışsak azdır. Çünkü dünyanın merkezindeki bu küçük ada en az bizim kadar küresel güçler için de çok önemlidir. Bizim kadar onların da gündemini işgal etmektedir. Bu coğrafya ilminin gerçeğidir. Bu önem ve değeri çok önemli bir hatıra ile sürdürelim. Çok değerli bir araştırmacı ve yazar Sayın Yılmaz DİKBAŞ anlatıyor:  “Kıbrıs ile ilk tanışmam lise sıralarında YA TAKSİM-YA ÖLÜM sloganları ile meydanları dolduran yüz binlerin heyecanını duyarak başladı. Bilahare Kıbrıs Barış harekâtına katılan birliklerdeki ilk değiştirme personeli olarak 28 nci Tümen Topçu Alayı 2 nci Top. Taburu 1 inci Batarya Komutanlığına atandım. 1975 yılına çok soğuk bir havada ve çok dalgalı bir denizde Mersin’den kalkan Erkin çıkarma gemisinde ve Kıbrıs yolunda girdim. 1 Ocak 1975 sabahı yağmurlu bir havada Magosa limanında askeri merasimle karşılandım. Magosa’dan birliğimin bulunduğu Timbu (Kırklar) köyüne gelene kadar geçen sürede savaşın acımasız yüzünü beynime kazıdım. Savaş gerçekten her iki taraf için de çok kötüydü. Bu karışık düşünceler arasında “ iyi ki galip gelmişiz” dediğimi hatırlıyorum. Bu ilk zorunlu Kıbrıs ziyaretim kısa sürdü. Çünkü Harp Akademisi sınavlarını kazanarak 23 Şubat 1975’te Akademi öncesi kurslara katılmak üzere adadan ayrıldım.
            1983 yılında Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliğinde Başbakanlık Altıncı katında görev yaparken bizim üstümüzdeki katta da Kıbrıs Müsteşarlığı vardı. 13 Kasım 1983 günü Kıbrıs Müsteşarının toplantı halinde bulunduğumuz bir sırada odaya dalarak bize ‘KKTC’ nin kurulduğu haberini sevinçle verdiğini hatırlıyorum.
            Bundan sonra Kıbrıs’la ilgili bütün bağlarım kesildi. Kıbrıs ilgi sahamın dışında idi. Ancak 22 Nisan 2002 tarihli STAR Gazetesinde Saygı Öztürk’ün “Heykeli Dikilen Türk Subayı” başlıklı yazısı beni yeniden Kıbrıs sorununun içine çekti. Saygı Öztürk,  Gazimağusa Kalesi Müdafii değerli kardeşim, dava arkadaşım, can dostum Oğuz Kalelioğlu’nun hayatını anlatıyor ve Kıbrıs’ta “Kıbrıs Adalet Partisi” isminde bir parti kurarak seçimlere hazırlandığını bildiriyordu. Bu benim için çok önemli bir haberdi. Demek ki Kıbrıs’ta doğru gitmeyen işler vardı. Oğuz Kalelioğlu Kıbrıs’ta parti kurmuş ve başarılı askeri mücadelesini bu defa siyasi alanda devam ettirme gereğini duymuş ise bu küçük vatan parçasında durum gerçekten vahim olmalıydı.
            Bu tarihten itibaren basını yakından takip ederek ANNAN Planı adı altında Kıbrıs’ta oynanmak istenen oyunları anlamaya çalıştım. Sonunda 4 Ekim 2003 tarihinde ÖNCE VATAN Gazetesi yazarı olarak doğrudan gözlemlerde bulunmak üzere KKTC’ye gittim. Bir ayı aşkın bir süre Kıbrıs’ta toplumun her kesiminden insanlarla görüşme fırsatı buldum.
Sadrazam köyden Dipkarpaz’a kadar her tarafı dolaştım. Gözlemlerimi Önce Vatan Gazetesi vasıtasıyla halkımızla paylaştım. Gördüklerimin ve duyduklarımın tamamını yazmamı milli hislerim engelliyordu. Fakat satır aralarında da olsa halkıma mesajlar vermeye çalıştım.
            Kıbrıs’ta Oğuz Kaleloğlu liderliğinde bir araya gelen bir avuç vatanseverin yedi düvele karşı yaptıkları müthiş mücadeleyi gördüm. Bu küçücük adada döndürülen küresel oyunları görerek dehşete düştüm. Dünyanın merkezindeki bu cennet adaya sahip olmak üzere bütün küresel güçlerin burada mevzilendiğini görerek korkuya kapıldım. Türkiye’nin otuz yılda bu adayı nasıl bu hale getirdiğini görerek kahroldum. Sosyal ve kültürel alanda bu derece ihmal edilmişlik, inanılmaz boyutlardaki vurdumduymazlık sonunda KKTC’de Türkiye’nin adeta bir işgalci ve sömürgeci olarak görüldüğüne bizzat şahit oldum. Türkiye’nin ve Türk askerinin gözü önünde Türk milletine, Türk Devletine ve canlarını koruyan askerlerimize karşı düşmanlığı görerek şaşırdım. Evet, biz 30 yılda bu küçük adayı iyi yönetememiştik.
            Kıbrıs’a 14 Aralık 2003 Milletvekili seçimleri için yeniden gittiğimde sadece gazeteci değildim. Artık siyasetçi kimliğim vardı. Annan Planına EVET- HAYIR kavgası içine girerek halkı unutan iktidar ve muhalefetin dışında ülkeye vizyon getiren ve hizmet vaat eden Kıbrıs Adalet Partisinin bir üyesi olarak görev yaptım. Kimlerle mücadele ettiğimizi, gerçek rakiplerimizin buradaki birkaç parti ve onların yöneticilerinin değil bütün küresel güçlerin yapılandırma mühendisleri olduğunu yaşayarak gördüm. Bu küçücük adaya sahiplenmek için yedi düvelin ayak oyunlarına ve döktüğü paralarla halkın oylarını nasıl satın aldıklarına şahit oldum.
            Bütün bu gördüklerimi, duyduklarımı ve yaşadıklarımı, beklentilerim ve benim doğrularım ışığında irdeleyerek 24 Nisan 2004 Annan Planı Referandumundan önce yazdığım “Kıbrıs’ta Sona Doğru” kitabım ile halkımıza anlattım.  Kıbrıs konusu ile ilgili olarak referandumdan sonra günümüze kadar devam eden olayları dikkatle takip ettim. Görüşlerimi yine gazete ve dergilerde ifade ettim. Konferans ve panellerde fikirlerimi halkımızla paylaştım. Yeni sürecin Kıbrıs’ın Denktaş’tan sonraki lideri Mehmet Ali Talat yönetiminde giderek Türk toplumu aleyhinde geliştiğini müşahede ettim.
            Ve şimdi 20 Temmuz Barış Harekatı’ nın 32 inci şeref yılında “Küresel Güçlerin Çekim Merkezindeki Küçük Adada Büyük Oyunlar” isimli bu kitap ile halkımın karşısındayım. Kitapta, küçük adada büyük oyunlar oynayan küresel güçler ile Kıbrıs’taki maşalarının adadaki Türk varlığı ile olan mücadelelerini güncel olaylara dayanarak açıklamaya çalıştım.
            Biz biliyoruz ki, Küresel güçler Kıbrıs’ı kontrol ederek; Dünyayı dünyanın geometrik merkezinden yönetmeyi, Dünya petrollerini kontrol altına almayı, Doğu-Batı ticaret yollarını daima açık bulundurmayı, Enerji ulaşım yollarını denetim altında bulundurmayı, Doğu-Batı-Kuzey-Güney istikametindeki askeri saldırılar için merkezi yığınak bölgesi sağlamayı ve İsrail’i batıdan korumayı, Hedef alırlar ve bu kazanımları birbirlerine kaptırmamak için bu küçük ada üzerinde kıyasıya bir güç mücadelesi verirler.
            Küresel güçler de biliyorlar ki, Türkiye Kıbrıs’ı kontrol ederek; Türk dünyasının güneybatı ucundaki uç beyliğini elde tutarak Türk coğrafyasının batıya karşı güvenliğini sağlamayı, Anadolu’nun güney kıyılarını askeri güç bulundurmadan denizden ve havadan  
emniyet altına alarak bütçe tasarrufu sağlamayı, Akdeniz’i doğudan kontrol ederek Ortadoğu ülkelerini kendine bağımlı kılmayı, Bakü-Ceyhan petrol boru hattının Ceyhan ayağını ve Kıbrıs Boğazı’ndaki deniz ulaşımını güvence altına almayı, Adanın küresel güçler tarafından kolaylıkla kullanılmasını önlemeyi ve küresel güçlerin muhtemel kazanımlarına ortak olmayı, 1699’ yılında durdurulan Türk ilerleyişinin 275 yıl sonraki ilk kazanımı olan 400 yıllık Türk topraklarını elde tutarak Türk toplumunun psikolojik direncini güçlendirmeyi, Hedef alır, bunu devletin milli politikası olarak kabul eder ve uygular.
            Şimdi bu küçük adada verilen mücadele, bu zıt güçlerin birbiri ile çatışan hedeflerinin elde edilmesi üzerinde sürdürülmektedir. Mücadele henüz bitmemiştir. Yeryüzünde tek Türk kalana kadar bu kutsal mücadele devam....”
            Şimdi yine sayın Dikbaş’ın katkılarıyla irdelemeyi sürdürelim:
KIBRIS’I RUMLARA KİMLER VERDİ?
Avrupa Birliği (AB)’nin resmi belgelerinde Kıbrıs’la ilgili,‘Kıbrıs Türk Kesimi’ ya da ‘Kıbrıs Rum Bölgesi’ gibi deyimler yer almamaktadır. AB’nin hiçbir belgesinde, ‘Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ diye bir tanımlama geçememektedir.
AB’nin tüm belgelerinde Kıbrıs’tan sadece şöyle söz edilmektedir: “The Republic of Cyprus”. Yani, “Kıbrıs Cumhuriyeti”. Ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yönetimi Rumlardadır.
AKP Hükümeti Kıbrıs’ı, 2004 yılında Rumlara vermiştir. Ancak bu gerçeği Türk halkına açıkça söyleyememiştir. 2004–2005 sürecinde AB ile imzalanan Kıbrıs’la ilgili koşulları yerine getirmekte zorlanınca da, AB’nin yeni koşullar öne sürdüğü yalanını ısrarla dillendirerek Türk halkını aldatma, yanıltma, kandırma ve oyalama yolunu seçmiştir.
 
KIBRIS’I RUMLARA KİMLER VERDİ?
 
Avrupa Birliği (AB)’nin resmi belgelerinde Kıbrıs’la ilgili,‘Kıbrıs Türk Kesimi’ ya da ‘Kıbrıs Rum Bölgesi’ gibi deyimler yer almamaktadır. AB’nin hiçbir belgesinde, ‘Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ diye bir tanımlama geçememektedir.
AB’nin tüm belgelerinde Kıbrıs’tan sadece şöyle söz edilmektedir: “The Republic of Cyprus”. Yani, “Kıbrıs Cumhuriyeti”. Ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yönetimi Rumlardadır.
AKP Hükümeti Kıbrıs’ı, 2004 yılında Rumlara vermiştir. Ancak bu gerçeği Türk halkına açıkça söyleyememiştir. 2004–2005 sürecinde AB ile imzalanan Kıbrıs’la ilgili koşulları yerine getirmekte zorlanınca da, AB’nin yeni koşullar öne sürdüğü yalanını ısrarla dillendirerek Türk halkını aldatma, yanıltma, kandırma ve oyalama yolunu seçmiştir.
İşte, belgelerle Kıbrıs’ın Rumlara tesliminin öyküsü.
AB, 6 Ekim 2004 tarihinde Türkiye ile ilgili üç belge yayınladı. Bunlardan ‘İlerleme Raporu’nda şöyle denilmekteydi:“Cypriot vessels or vessels having landed in Cyprus are stil not allowed in Turkish ports. Transposition of the acquis should take place in parallel with adherence to international agreements”                      
Türkçesi: “Kıbrıs bandıralı gemilerin ya da Kıbrıs limanlarına girmiş gemilerin hala Türk limanlarına girmesine izin verilmemektedir. Avrupa Birliği Müktesebatı, uluslararası anlaşmalar çerçevesinde uygulamaya konulmalıdır.” Bu demektir ki, AKP Hükümeti daha Ekim 2004’de, Türk limanlarını Kıbrıs Rumlarının gemilerine açmak zorunda olduğunu biliyordu. Bu, AB’ye girme uğruna verdiği ödünlerden sadece biriydi. Peki, böylesi ağır bir ödünden, AKP Hükümetinden başka bir makamın haberi yok muydu? Var idiyse, tutumları neydi?                                                                           
8 Ekim 2004 tarihinde, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer şunları söylüyordu:
“Biz mutlaka AB üyesi olma hedefinden vazgeçmiyoruz. Bu hedeften geri dönmeyeceğiz. Sanıyorum ki bir gün bu hedefe ulaşacağız.”
Bu sözleriyle Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, AB üyesi olma hedefi uğruna, çok ağır bir ödün vermeye, Kıbrıs’ı Rumlara teslim etmeye karşı çıkmadığını dolaylı olarak ifade etmiş oluyordu. 
Mart 2004’de AB, Türk Genelkurmayı’nı Kıbrıs konusunda ikna etmek için Ankara’ya bir heyet gönderiyordu. AB’nin dönemsel başkanlık divanı, Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök’ten, Kıbrıs’ta çözüm için esnek davranmasını istiyordu.
Peki, Org. Hilmi Özkök, böylesi önemli bir konuda esnek davrandı mı? Bu sorunun cevabını, Org. Hilmi Özkök’ün 31 Aralık 2004 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetleri’ne verdiği Yeni Yıl Mesajında görüyoruz: “…Avrupa Birliği Üyeliğini, Ulu Önder Atatürk’ün bizlere vermiş olduğu ‘Türkiye’yi çağdaş uygarlığın ilerisine taşıma hedefi’ için önemli bir araç olarak görmekteyiz.” 
Ağır Kıbrıs ödününe rağmen Org. Hilmi Özkök, AB üyeliği hedefine sımsıkı sarılıyordu. Hem de Atatürk’ün adını çok yanlış ve çok haksız olarak kullanmaktan sakınmayarak! 
3.12.2004 tarihinde Avrupa Parlamentosu, Türkiye’ye verdiği raporda şöyle diyordu:
“Clause 38: The epublic of Cyprus is one of those member States. The opening of negatiations obviously implies the recogniton of Cyprus by Turkey.”
Türkçesi:  “Madde 38: Kıbrıs Cumhuriyeti, AB Üye Devletlerinden biridir. Türkiye ile müzakerelere başlamak, doğal olarak Kıbrıs’ın Türkiye tarafından tanınması anlamına gelecektir.”
 İşte bu raporu, AKP hükümetinin Başbakanı Recep Tayip Erdoğan 17 Aralık 2004 tarihinde Brüksel’de kabul etmiş, koltuğunun altına alıp Türkiye’ye gelmiş ve Ankara Kızılay Meydanı’nda bir zafer bayramı havası içinde halaylar çekilerek, davul zurnayla karşılanmıştı! Oysa bunu Türk halkına bir zafer olarak gösteren Başbakan, Brüksel’de çok zorlanmış, Kıbrıs’ı Rumlara teslim edişini Türk halkına nasıl açıklayacağının, bu ağır ödünün savunmasını nasıl yapacağının sıkıntısını çekmişti. İşte onun o sıkıntılı saatlerinde imdadına İngiltere Başbakanı Tony Blair yetişmiş ve;“Sen halkına, imzaladığın anlaşmanın sadece bir ticari anlaşma olduğunu ısrarla söyle!”  taktiğini vermişti!
 Türk Milletinin hışmından kurtulmak için Başbakan Erdoğan bu yalana sarılırken, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ne diyordu?
13 Kasım 2004 tarihinde, Ramazan Bayramı mesajında Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer şunları söylüyordu:                      
“AB içinde bugün var olan çeşitliliğe, kültürel zenginliğimiz kuşkusuz yeni boyutlar kazandıracaktır. İnanıyorum ki, 17 Aralık 2004 tarihinde düzenlenecek AB Konseyi’nde ülkemizle üyelik görüşmelerinin başlatılması yönünde alınmasını beklediğimiz karar Batı ile İslam Dünyası’nın demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü ve hoşgörü gibi evrensel değerler temel alınarak kucaklaşılabileceğini açıklıkla ortaya koyacaktır.”
 Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in beklentisi gerçekleşiyor, 17 Aralık 2004’de Türkiye ile AB arasında görüşmelerin 3 Ekim 2005 tarihinde başlamasına karar veriliyordu. Ama aynı anda, Kıbrıs’ın da Rumlara teslim edilmesine Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’den hiçbir tepki gelmiyordu! Demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü, hoşgörü ve evrensel değerler derken, Kıbrıs’ın elden gidişine sessiz kalıyordu!                                     
Gözler, Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök’e çevriliyor, Kıbrıs’ın elden gidişine karşı sert tepki vermesi bekleniyor, fakat o, 25.08.2005 tarihinde Zafer Haftası mesajında, AB üyeliği ile ilgili bildik şu sözleri tekrarlıyor, Kıbrıs’ın elden gitmiş olmasına değinmiyordu bile:                                                                      
“AB üyeliğini, Ulu Önder Atatürk’ün bizlere vermiş olduğu ‘Türkiye’yi çağdaş uygarlığın ilerisine taşıma hedefi için önemli araç olarak görüyoruz.”                                                             
AKP hükümetinin bayram yaparak bağrına bastığı Avrupa Parlamentosu’nun raporunda şöyle bir madde yer almaktaydı:             
“Clause 40: Turkish authorities to abolish all existing restrictions applying to ships flying the Cypriot flag and involved in trade concerning a member state of the European Union.”
Türkçesi:                                                                                                      “Madde 40: Türk yetkililer, Kıbrıs bandıralı gemilere hâlihazırda uygulanmakta olan tüm kısıtlamaları ve AB’nin bir Üye devletiyle yapılacak ticaretteki tüm engelleri ortadan kaldıracaktır.”
 Başbakan Erdoğan, bu koşulu 17 Aralık 2004 tarihinde Brüksel’de kabul etmişti. Peki, Türkiye’nin diğer yetkilileri ne söylemiş, ne yapmıştı?                                                    Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in bu koşullara itirazını duyan olmadı!                                                                                     Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök’ün de bir itirazı yoktu!
AB’nin Ekim 2004’de Türkiye’ye verdiği ‘İlerleme Raporu’nda şöyle denilmekteydi:                                                                                   “In May 2004, Turkey published a Decree extending the benefits of EC-Turkey Customs Union Agreement to all member States except Cyprus. On October 2004, Turkey published a new decree adding Cyprus to the list of countries to which the Customs Union provisions apply.”
Türkçesi:                                                                                                       “Mayıs 2004’de, Türkiye yayınladığı bir Kararnameyle, AB ile Türkiye arasında imzalanmış olan Gümrük Birliği Anlaşması ile sağlanan yararlardan, Kıbrıs hariç tüm AB üyelerinin faydalanacağını bildirmişti. Ekim 2004’de, Türkiye yeni bir kararname imzalayarak, Gümrük Birliği koşullarından yararlanacaklar listesine Kıbrıs’ı da dâhil ettiğini duyurdu.”                 
 Çok açık ve net: Türkiye hükümeti, daha Ekim 2004’de tüm limanlarını ve hava alanlarını Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’ne açmayı kabul etmiştir.                                                                                   29 Ekim 2004 tarihinde Roma’da, Avrupa Anayasasının imza törenine giden AKP hükümetinin başı, aralarında Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Rum Cumhurbaşkanı da bulunan AB’nin 25 üye devlet başkanlarıyla ‘aile fotoğrafı’ çektirirken de artık Kıbrıs’ı Rumlara teslim ettiğini bir kez daha kabul ediyordu.                   
Peki, yukarıda sözü edilen Kararname imzalanırken Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in bir karşı koyuşu oldu mu? 
Türk sanayisini ve ekonomisini yıkan Gümrük Birliği Anlaşması’nın koşullarından Rum Kıbrıs’ın da yararlandırılması kararnamesine karşı Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’den bir tepki gelmediği gibi, Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök’den de bir ses çıkmıyordu!
Avrupa Birliği, Ekim 2005’de Türkiye ile ilgili ‘İlerleme Raporu’nu yayınladı. İşte bu raporun can alıcı maddelerinden birisi:
“Cyprus:                                                                                                   The Turkish government has stated on several occasions that it remains committed to a comprehensive settlement inline with the plan presented by the UN Secretary General. On 29 July 2005, Turkey signed the Additional Protocol adapting the EC Turkey Association Agreement to the accession of 10 new countries on 1 May 2004. At the same time, Turkey issued a declaration stating that signature of the Additional Protocol did not amount to recognition of the Republic of Cyprus. On 21 September 2005, the EU adopted a counter-declaration indicating that Turkey’s declaration was unilateral, did not form part of the Protocol and had no legal effect on Turkey’s obligations under Protocol. The EU declaration stressed that recognition of all Member States was a necessary component of the accession process.”
Türkçesi:
“Kıbrıs:  Türk hükümeti, Kıbrıs’la ilgili kapsamlı bir anlaşma sağlanması yolunda, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin planına uygun davranma ilkesine bağlı olduğunu birçok kez bildirmiştir.
29 Temmuz 2005’de Türkiye bir Ek Protokol imzalayarak,  AB-Türkiye arasındaki Gümrük Birliği Anlaşması’nın 1 Mayıs 2004’de AB’ye katılan 10 yeni üye devlete de uygulanacağını bildirdi. Aynı zamanda Türkiye, bir de deklarasyon yayınlayarak, imzalanmış olan Ek Protokol’un, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımak anlamına gelmeyeceğini bildirdi. Avrupa Birliği de 21 Eylül 2005’de, bir karşı-deklarasyon yayınladı. Bu karşı-deklarasyonda, Türk deklarasyonunun tek-taraflı olduğu, Protokol’un bir parçası olarak sayılamayacağı ve Türkiye’nin Protokol’da belirlenen sorumluluklarını yasal olarak etkileyemeyeceği bildirildi. AB’nin karşı-deklarasyonunda, tüm Üye Devletlerin tanınması konusunun, Türkiye’nin AB’ye katılım sürecinin gerekli bir parçası olduğu vurgulandı.”                                                                      
Yukarıdaki madde, AKP hükümetinin kendi emellerine ulaşabilmesi yolunda, gerekirse Türk halkının onuruyla oynamaktan da kaçınmayacağının ibret verici bir belgesidir! Ta Ekim 2004’de Kıbrıs’ı Rumlara veriyor, bunu 17 Aralık 2004’de Brüksel’de bir kez daha doğruluyor, yetmiyor, 29 Temmuz 2005’de imzaladığı bir Ek Protokol’la Gümrük Birliği Anlaşması’nın Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’ni de kapsayacağını kabul ediyor! Ama birden aklına Türk Milletinin göstereceği büyük tepki geliyor ve hiç sıkılmadan ve Ek Protokol’daki imzası kurumadan, tek taraflı bir bildirgeyle, ‘Ben Ek Protokol’ü imzaladım, ama bu Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımak anlamına gelmez’ diyebiliyor!
Peki, AKP hükümeti hem Kıbrıs’ı Rumlara teslim edip hem de Türk Milletinin hışmından kurtulma amacıyla Türk Milletinin onurunu ayaklar altına alan bir döneklik sergilerken, Devletin diğer yüce makamları neler diyor, neler yapıyor?                                  
12.04.2006’da Harp Akademileri Konferansı’nda yaptığı konuşmada, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer şunları söylüyordu:
“AB’ye üyelik sürecimizde sağlıklı koşullarda ilerlemek bizim için öncelikli konudur. 3 Ekim 2005’de üyelik görüşmeleri resmen açılmış ve Avrupa Birliği’yle ilişkilerimizde önemli bir aşama geride bırakılmıştır. Türkiye bu yolu tamamlamak için çalışmalarını kararlılıkla sürdürmektedir.”
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Kıbrıs’ın Rumlara teslimini, Türkiye’nin limanlarının ve hava alanlarının Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’nin kullanımına açılmasını ‘sağlıklı koşullarda ilerleme’ olarak görüyor ve ‘önemli bir aşamanın geride kalmış’ olduğunu duyuruyordu! Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Kıbrıs’ın Rumlara verilmiş olmasıyla AB’ye üyelik yolunun henüz tamamlanmamış olduğunu da bilmektedir. AB’ye üye olma yolunda İstanbul Fener Kilisesi Baş Papazı’na ‘Ekümenik’ unvan verilerek Konstantinapol (İstanbul)’da bir Ortodoks Din Devleti’nin kurulması, Dicle ve Fırat nehirleri üzerindeki barajlar başta olmak üzere, Türkiye’nin tüm su kaynaklarının ve su dağıtım şebekelerinin yönetim ve denetiminin AB’ye devredilmesi ve Güneydoğu Anadolu’da federe bir Kürt devletinin kurulmasına göz yumulması da bulunmaktadır. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, işte bu yolun tamamlanması için çalışmaların ‘kararlılıkla sürdürülmekte’  olduğunu duyurmaktadır!
Kıbrıs’ın Rumlara teslim edilmesine sesini çıkarmayan Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök, Mayıs 2005’de, Kara Harp Okulu’nun ‘Çizgi Ötesi’ dergisine verdiği söyleşide, 17 Aralık 2004 zirvesinde AB’den tarih alınmasını başarı olarak değerlendirmekte ve Türk Ordusu’nun;“AB süreci ile birlikte hızlı bir değişime uğrayacağını” söylemektedir. Bu değişime ‘hızla ayak uydurmayı’ Türk Ordusu’nun önündeki görev olarak belirtmektedir.
Oysa Türk Ordusu’nun bir tek görevi vardır: Milli Egemenliği savunmak. Egemenlik, ‘en üstün otorite’ olarak tanımlanır.
AB’ye girmek demek, Milli Egemenliği Brüksel’e teslime hazır olmak demektir!
Peki, nasıl oluyor da Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök, Milli Egemenliğin AB’ye teslimini Türk Ordusu’nun önündeki görev olarak görüp, göstermeye çalışıyor?
Çevresindekilere Nutuk’u okumalarını öneren Org. Hilmi Özkök, Söylev’deki Atatürk’ün şu sözlerini okumamış olabilir mi?  “Temel ilke, Türk Ulusu’nun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu, ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir.”
AB’ye üye olmakla tam bağımsızlığımızın elden gideceğini, dolayısıyla Türk Ulusu’nun artık onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşayamayacağını Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök bilmiyor olabilir mi?
Türk Genelkurmayı, istenilen her tür ödünü vermeye hazır olduğunu bildirerek AB’ye teslim mi olmuştur? Bu çok ağır ve çok acı sorunun yanıtını, dünyayı yöneten gizli örgütlerden CFR’nin dünyaca ünlü dergisi Foreign Affairs’in Şubat 2006 tarihli sayısını okuyarak öğreniyoruz. “Türk Genel Kurmayı, onlarca yılda oluşturduğu ve titizlikle koruduğu gücünü kaybetme pahasına, AB’nin taleplerinin büyük bir bölümünü kabullenmek zorunda kalmıştır. Bu özverinin iki açıklaması bulunmaktadır: AB üyeliğini, yüzyıla yakındır destekledikleri modernizasyon sürecinin son aşaması olarak görmektedirler.
AB’ye üyelik sürecinin, uzun süredir çözmek için çabaladıkları İslamcılık ve Kürt ayrılıkçılığı gibi temel iç sorunların çözümü için en iyi yol olduğuna inanmaktadırlar.
AB’nin Ankara ile Ekim 2005’de müzakerelere başlamasıyla, reform istekleri daha da yoğunlaşacaktır. Özellikle, Kürt ayrılıkçılığı ve Kıbrıs’ın statüsü konularında askerlerin politikaları üzerinde yoğunlaşacaktır. Ve işte o zaman, Türk ordusu liderlerinin daha ne kadar geri çekilmeyi kabulleneceğini bekleyip görmek gerekmektedir.”
Bu çok sarsıcı yazının kısa özeti şudur: Türk Genelkurmayı, onlarca yılda kazandığı gücünü kaybetmiştir. AB’nin dayattığı taleplerin büyük bölümünü kabul etmiştir. Kendi iç sorunları olan laiklik karşıtı hareketleri ve Kürt ayrılıkçılığını kendisi çözemediği için, kurtuluş yolu olarak AB’ye teslim olmuştur. AB’nin Türkiye’den istekleri henüz bitmemiştir. Kıbrıs ve Kürt ayrılıkçılığı konularında daha ağır talepler gelmek üzeredir. İşte bu aşamada Türk ordusunun komutanlarının daha ne kadar geri çekilmeyi (‘how much further the Turkish military leadership will be willing to retreat’) kabullenecekleri merakla beklenmektedir.
Bu çok ağır ve Türk Milletini çok derinden yaralayacak yazıya bugüne kadar Genelkurmay Başkanlığı’ndan hiçbir tepki gelmemiştir! Yukarıdaki yazıyla ilgili çok çarpıcı bir bilgi daha verelim:  Bu yazının yazarlarından Doç.Dr. Ersin Aydınlı, Bilkent Üniversitesi öğretim üyelerinden olup, George Washington Üniversitesi’nde ziyaretçi hocalık yapmaktadır. Nihat Ali Özcan, Türk ordusundan emekli bir binbaşıdır. Doğan Akyaz ise hala Türk Silahlı Kuvvetleri’nde binbaşı olarak görev yapmaktadır. Buraya kadar sergilemiş olduğumuz bilgilerden ortaya çıkan acı gerçek şudur: Türkiye’yi AB’nin buyruğuna sokan ve AB’nin tüm taleplerini yerine getirerek Kıbrıs’ı Rumlara teslim eden, yalnız AKP hükümeti değildir! AKP hükümetinin AB ile ilgili tüm eylemlerine ve istenilen her tür ödünü vermelerine Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer de katılmıştır ve bu tutumunu sürdürmektedir!
Türk Milletine ihanet sayılacak bu eylemlere katılmış olan Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök, Büyük Devrimci Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 31 Temmuz 1920’de subaylara hitaben yaptığı şu konuşmadan nasıl olmuş da hiç ders almamıştır:
“Efendiler!
Dünyada hayat için, insanca yaşamak için bağımsızlık lazımdır. Bağımsızlık sahibi olmak için kuvvet sahibi olmak ve bunun için mevcudiyetini ispat etmek icap eder.
Kuvvet ordudur. Ordunun hayat ve saadet kaynağı, bağımsızlığı takdir eden milletin, kuvvetin lüzumuna olan vicdani imanıdır.
Ordu ise, arkadaşlar, ancak subaylar heyeti sayesinde vücut bulur. Malum bir askeri hakikat, felsefi hakikattir: “Ordunun ruhu subaylardır”. O halde subaylarımız, düşmanlarımız tarafından yıkılmak istenilen ordumuzu tamir edecek ve canlandıracak ve ordu ve milletimizin bağımsızlığını muhafaza edecektir.
Millet, bağımsızlığının muhafazasından ibaret olan hayati gayesinin teminini ordudan, ordunun ruhunu teşkil eden subaylardan bekler. İşte subayların yüce olan vazifesi budur.
Allah göstermesin milletin bağımsızlığı ihlal edilirse, bunun vebali subaylara ait olacaktır.”
AB’nin güdümüne giren Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök, Türk Milletinin bağımsızlığını ihlal etmektedir. Bunun vebali onun boynundadır!
Ancak bizim bilmek istediğimiz ve haklı olarak öğrenmek istediğimiz şudur: Kemalin Askerlerinden oluşan, göz bebeğimiz, Şanlı Türk Ordusu’nun tüm subayları da Org. Hilmi Özkök gibi mi düşünmektedirler!
Bunun böyle olacağına asla inanmıyoruz! (11)
 (1) Kıbrıs Gazeteleri,
(2) Ahmet Erimhan,
(3) Rauf Denktaş
(4) Yurtsever Cephe, 25.Ocak.2006
(5) www.raoul-wallenberg.org.ar
(6) Tahran Taykut, 26.Ocak.2006
(7) M.N.SINACI, Türk İnkılâbı Işığında Sorunlar ve Çözüm Önerileri,
(8) Tufan TÜRENÇ, 27.01.2006
(9) Rauf DENKTAŞ, 09.Şubat.2006 tarihli makalesi
(10) Dr. Hayrettin Ertekin, Enthernet Grup Strateji Grup Başkanı
(11) Yılmaz Dikbaş, Araştırmacı-Yazar,
(12) BELDE Gazetesi, 19.07.2006-Ankara

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
  08

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Hasan Latif SARIYÜCE
Hasan Latif SARIYÜCE Hayat Hikayesi
HÜRRİYET KAHRAMANININ MEMLEKETİNDE
Manastır’dan sonra ilk durağımız Resne. Resne adı Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte en yaygın kent adlarından biri olmuştu.
1908 yılında Fransa, İngiltere, Rusya ülkelerinin gazetelerinde Türkiye ile ilgili bir haber birden manşetlerde yer aklı. “Bir Türk yüzbaşısı bölüğü ile dağa çıktı. Padişahtan meşrutiyetin ilanını istedi.”
Resneli Niyazi Bey Türk ordusunun bir subayı idi. 1873 yılında Resne’de doğmuştu. Manastır asker lisesinde ve İstanbul Harbiye’de okudu. 1896 yılında teğmen rütbesiyle ordu saflarına katıldı. 1897 Yunan savaşında ordunun geri çekilmesini durduran, birliklere canlılık kazandıran genç subaylardan biri olarak tanındı. Üst teğmenliğe yükseltildi. Sırp ve Bulgar ihtilal komitacılarını başarı ile bastırarak ün kazandı. İttihat ve Terakki cemiyetine girerek başlıca liderlerinden biri oldu.
Niyazi Bey İttihat ve Terakki’nin onayını alarak iki yüz fedaisiyle 1908’de Resne’de dağa çıktı. Abdülhamit’e tel çekerek meşrutiyetin ilan edilmesini istedi. Daha sonra yüzbaşı Enver Bey (Paşa) de birlikleriyle baş kaldırdı. Sultan Hamit çaresizliğini görünce 23 Temmuz 1908 günü ikinci kere meşrutiyeti ve rafa kaldırdığı Anayasa’yı yürürlüğe koyduğunu ilan etmek zorunda kaldı.Yeni kurulan hükümet Niyazi Beyle Enver Beyi hürriyet kahramanı ilan etti.
O dönemde doğan çocukların pek çoğuna Niyazi ve Enver adı konuldu. Aynı yıllarda iki hürriyet kahramanını övüp yücelten türkü ve marşlar ortaya çıktı.
Niyazi Bey 31 Mart gericilik ayaklanmasında fedaileriyle birlikte Hareket Ordusuna katılarak İstanbul’a geldi. Ayaklanma bastırılınca ordudan ayrıldı, memleketi Resne’ve çekildi. Burada imar ve eğitim işleriyle uğraştı. Balkan Savaşı çıkınca gönüllüleriyle birlikte Cavit Paşa ordusuna katıldı. Ön safra çarpışan. 1913 yılında Avlonya’da iskelede vapur beklerken amacının ne olduğu bilinmeyen gizli bir teşkilatın fedaileri tarafından arkasından vurularak öldürüldü.
Resne’de Niyazi Beyin konağı var. Burada ona saray diyorlar Gerçekten de büyük gösterişli, üç karlı bir bina. Ön cephesinde gittikçe sivrilen uzunca bir kulesi var Kapalı olduğu için içine giremedik. Dıştan pek bakımlı olduğu söylenemez Niyazi Beyin bu konağın çimenlerle örtülü geniş bahçesinde çekilmiş bir fotoğrafını hatırlıyorum. Yanında ünlü geyiği vardı. Niyazi Beyin son kere İstanbul’a geyiği ile geldiği biliniyor. Şimdi bu geniş bahçeden eser yok. Yerine bir dolu çirkin evler kondurulmuş . Yalnız ön tarafında dört beş metre genişliğinde toprak zeminli bir avlusu var. Avlu alçak ve çirkin bir duvarla çevrili.
Anlattıklarına göre Resne’de beş bin kadar Türk yaşıyor. Bunlardan yalnız bir gençle konuşabildik. Kent hakkında bilgi aldık. Şehir dağlar arasında, daracık bir vadi içinde. Tarıma elverişli toprakları oklukça kıt. Belli başlı gelir kaynağı elma yetiştiriciliği sağlıyormuş. Gencin iki sözünden biri işsizlik. “Gel seni Türkiye’ye götürelim, orada iş bulursun” desem hemen bize katılacak  Ona Türkiye’de bundan pek farklı değil diyemiyorum.
Resne’de Türkler tarafından açılmış, Türkçe eğitim verenı bir okul varmış. Gidip göremedik.

 

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 09

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Selma GÜRSEL
Selma GÜRSEL Hayat Hikayesi
FASULYE KAVURMA
1 kilogram taze fasulye
 İstenilirse bir baş kuru soğan
Yeşil biber
3 yumurta
1 büyük domates
Tuz pul biber
1 yemek kaşığı katı yağ  Yada 2 kaşık sıvı yağ
Fasulyeler ayıklandıktan sonra yıkanır. Bir tencereye konularak su ile haşlanır. Haşlanan fasulyeler süzgeçten süzülerek bir kenara konulur.
Tencereye yağ konularak soğanlı yapmak isteyenler soğanı öldürerek kavurma işlemini yapsın. Sıvı yağla yapanlar ise yumurtalar kırılırken yağı döksün. Yeşilbiber önceden yıkanarak ince ince doğranır tencereye konulur. Kabuğu çıkartılmış domates rendelenerek tencereye atılır. Yağla beraber karıştırılır.
Tencere de haşladığımız fasulyeyi ilave ederek iyice karıştırılır. Tenceredeki sebze suyunu çekince yumurtalar üzerine kırılarak tuz ve isteğe göre toz ve kırmızıbiberde konularak tencerenin kapağı kapatılır. Yumurta pişince yumurta ve sebzeler karıştırılarak servis yapılır.
Eğer ev ekmeğiniz (yufka) varsa dürüm yapılırken içerisine turşu da doğranarak ekmek dürülür afiyetle yenilir!

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 10

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Üzeyir Lokman ÇAYCI
Üzeyir Lokman ÇAYCI Hayat Hikayesi
YAZ KARDEŞİM
Uzun ve ince bir yolda kanat çırpan yaralı kuşları
Atıkları, kirlenen denizleri, havayı, can cekişen doğayı
Unutulan dostlukları, acı hatıraları
Aklından geçen bütün duyguları
Yaz kardeşim yaz…
Zamana kurşun gibi düşen ağrıları
Anlamsız sevdaları, karşılıksız aşkları
Seni çılgına çeviren kusurları, suçları, suçluları
Horlanan özürlüleri, çocukları, anaları, yaşlıları
Yaz kardeşim yaz…
Belirsizliklerde eriyen yaşlı çocukları
Savaşları, işgalleri, kuşkuları, korkuları
Özlerinden koparılan şehirleri, insanları, hayvanları
Açlıkları, susuzlukları, uykusuzlukları, umutsuzlukları
Yaz kardeşim yaz…
Yolsuzlukları, vurgunları, kalpazanlıkları, hırsızlıkları,
Saygısızlıkları, sevgisizlikleri, seviyesizlikleri, ihtirasları, hırsları
Zorlukları, olumsuzlukları, tertipleri, iftiraları,
Hukuksuzlukları, bölücülükleri, ayırımcılıkları
Yaz kardeşim yaz…
Anlaşmazlıkları, cambazlıkları
İhmalleri, ilgisizlikleri, dertleri, hastalıkları,
Kazaları, afetleri, cinayetleri, kurbanları,
Unutkanlıkları, aptallıkları
Yaz kardeşim yaz…
Hasret türkülerini, özgürlük şarkılarını,
Kahramanlık destanlarını,
İhanetleri, hainlikleri, soğuklukları, ayrılıkları, aykırılıkları,
Üstümüze çöken kara bulutları
Yaz kardeşim yaz…
Hissiz Avrupa’yı, isgalci ve sömürgeci Amerika’yı
Onun bunun maşası olan yöneticileri, korkulukları
Şuursuz kalabalıkları, gaflet yüklü politikacıları,
Dost, akraba tanımayan çıkar düşkünlerini, bencilleri, oyuncuları
Yaz kardeşim yaz…
Paris, 06.06.2009
 

 

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 11

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

 
Rıza HARDAL
Rıza HARDAL Hayat Hikayesi
KOLAY KOLAY ÇANAKKALE GEÇİLMEZ
Hasta Millet iyi olmaz dediler
Çanakkale Boğazına geldiler
Gelibolu, İğneada’yı yediler
Kolay, kolay Çanakkale geçilmez!
Türk Milleti bir beraber olunca
Düşmanını karşısına alınca
Allah, Allah nidasıyla vurunca
Kolay, kolay Çanakkale geçilmez!
1915 Çanakkale Zaferi
On beşlikler geldi dönmezler geri
Birlik oldu Anadolu neferi
Kolay, kolay Çanakkale geçilmez!
Gayeleri İstanbul’a girmekti
Osmanlı’yı çeşit çeşit bölmekti
Türk ismini haritadan silmekti
Kolay, kolay Çanakkale geçilmez!
Zırhlı geldi boğazlara dayandı
Yedi yetmiş bu olaya soyundu
Şehit verdi, Gazi oldu direndi
Kolay, kolay Çanakkale geçilmez!
Osmanlı’nın idaresi değişti
Atatürk Hızır gibi yetişti
Türk Milleti Vatan için çarpıştı
Kolay, kolay Çanakkale geçilmez!
Türk Milleti düşmanına baş eğmedi
Haksız yere hiç kimseye değmedi
Düşmanları muradına ermedi
Kolay, kolay Çanakkale geçilmez!
Bütün Dünya gözü Anadolu’da
Ermeni’si, Rus’u vurdu doğuda
Kara Bekir Kazım Ardahan’da
Kolay, kolay Çanakkale geçilmez!
Bu durumda paylaştılar Yurdumu
Urfa, Maraş, Gazi Antep durdu mu?
RIZA diyor düşmanlara kaldı mı
Kolay, kolay Çanakkale geçilmez!
 

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 12

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

 
Güner KAYMAK
Güner KAYMAK Hayat Hikayesi
AVRUPA PAKTI
Avrupa paktına girmemiz hata
Avrupa'nın girilecek nesi var
İmrendikmi çift boynuzlu kavata
Vikinglerin sevilecek nesi var
Hollanda sıfırı çoktan tüketti
Maneviyat çöktü aile bitti
Mafya devlet halkı perişan etti
Hollanda'nın övülecek nesi var
Almanya'yı dersen zulüm diyarı
Hatırlayın solingende olanı
Demokrasi yüzsüzlerin yalanı
Hitlerin imrenecek nesi var
İngiliz denince midem bulanır
Bunlar sahalarda bile can alır
Utanmaz herifler olay çıkarır
Holiganın hoş görülür nesi var
Belçika dediğin fesat odağı
Terörist korumak bütün meragı
Bununda yok diğerlerinden farkı
Melezlerin övülecek nesi var
İspanya her çağda aynı yaşıyor
Boga katletmeyi hüner sanıyor
Bu soysuzlardan insan utanıyor
Soytarıların hoş olan nesi var
İtalya her zaman fitneden yana
Fransız kafirdir gelmez imana
Tarihte ders verdik kalleş yunan'a
Lüksemburg'un aranacak nesi var
Portekizi bilmem sanırım soğuk
İsviçre ve isveç kümeste tavuk
Avusturya bitmiş çürümüş kabuk
Batılının güzel olan nesi var
Bunların sayısı yirmibeş olmuş
İsevi musevi katolik dolmuş
Bu kapı islama baştan kapanmış
Hala yalvarmanın ne anlamı var
Kıbrısı rumlara verin diyorlar
Vatanı ayırın bölün diyorlar
Her çeşit kılığa girin diyorlar
Böyle alçalmanın doğru nesi var
Rezil rüsvay olduk daha yetmezmi
Elimizden başka birşey gelmezmi
Ümmeti muhammed birlik olmazmı
Aymazlığın iyi olan nesi var
Anadolu kurtuluşun çaresi
Orta doğu yüreklerin yaresi
Güzeldir Güner'in örfü töresi
Soysuzların imrenecek nesi var
Amsterdam 28.07.2006

 

 

YAZARLARIMIZIN HAYAT HİKAYELERİNE GİTMEK İÇİN TIKLAYARAK GİDİNİZ!

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

DİKKAT ; BU BİLGİLER TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMDEN  İZİN ALINMADAN KULLANMAYINIZ!
YAPTIKLARIM YAPACAKLARIMIN GARANTİSİ ALTINDADIR!

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

 Hukuka, Yasalara, Telif  ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir.
Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM

BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR!

101 SAYI 25 Temmuz 2007 SAYIYA Gitmek İçin Tıklayınız!