-
BATI’NIN TÜRK FOBİSİ VE TARİHİ DÖNÜŞÜM
PROJESİ
-
Önce “fobi” nedir,
onu açıklayalım: Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumunca 1992’de
yayınlanan “Türkçe Sözlük” (cilt: 1, sayfa: 510) Fobi sözcüğünü
“Belirli nesneler veya durumlar karşısında duyulan olağan dışı güçlü
korku, yılgı” olarak açıklıyor.
-
Eski (DP) Tokat
Milletvekili merhum ve müstesna, Cennetmekan Ahmet Gürkan’a ait;
R.V.C. BODLEY’ in, “Rönesans’ı İslamiyet’ e borçluyuz”
biçimindeki dürüst ve samimi itirafı ile başlayan “İslam Kültürünün
Garbı Medenileştirmesi” (Nur Yayınları, Ankara, 1989) adlı
kitapta bütün sebep ve sonuçları ile tam bir vukufla işlendiği ve
açıklandığı veçhile vahşi batı; Türkler ve Müslümanlar tarafından
kısmen medenileştirilebilmiş kompleks (complexe), siyasal, sosyal ve
psikolojik bakımlardan halâ erginleşememiş (kemâle ermemiş) ve insani
bakımdan henüz olgunlaşmamış eksik bir toplumdur.
-
Avrupa’dan firar
eden-kaçan, kovulan veya kitlesel sürgün (tehcir) nedeniyle 13 Mayıs
1607 tarihinden itibaren yeni kıtaya intikal ederek seri katliam,
yerli halka yönelik vahşet ve soykırımlara başlayan Amerikalılar ise,
kadim Avrupalılardan çok daha gayri medenidirler.
-
Aynı zamanda 35 ilâ
40 milyon arası Türk asıllı Kızılderili’yi soykırımla yok eden ve
Avustralya yerlileri dahil “insani boyutta ileri” kültürler tarafından
“insanlıktan arınmış ve medeniyetten soyutlanmış, mutasyona uğramış
varlıklar” olarak nitelenen de bu batılılar ile şimdilerde “demokrasi,
insanlık ve barış” adına (hile, desise, yalan, dolan, tefrika ve
iftira ile) işgal, gasp, tasallut ve talan girişimlerinde bulunan
ABD’dir.
-
1786-1860 yılları
arasında Osmanlı Devleti’ne zorunlu haraç veren ABD’de bu fobi, tarihi
bir kompleks ve Pentagon senaryolarında Türkiye’yi “büyük bekraund’un
yegâne hedef ve muhatabı” görecek ve bütün hesaplarını ‘Türkiye
üzerine yapacak kadar’ ileridir.
-
Öyle ki, başkan
Bush’un doğal lideri konumundaki günümüz evanjelistleri, bu aşağılık
kompleksi ve “Türk-İslâm” fobisine dönüşen haset ve kıskançlığın ürünü
olarak sahte bir kuran yazdırıp Arap ülkelerinde dağıtmaya
başlamıştır.
-
Tıpkı Milovan
Cilas’ın “Eksik Kalmış Bir Cemiyet” isimli eserinde işlenen temaya
tıpa tıp uyan yapı maalesef ve hala, yalnızca Balkanları değil, bütün
ABD ve Batıyı şamildir.
-
Bu durum, “modern
bilim” adına ortaya konan, fakat özlü referanslarında Türk olgusu,
İslâm Dini, Müslüman ve Kur’an faktörlerini bilerek ve isteyerek yok
sayma ve muhtemeldir ki, tarihi bir kin, fobi ve kompleks eseri olarak
dikkate almaktan şiddetle kaçınma, bilerek, isteyerek,
kasıtla-bilinçle dışlama ısrarında açıkça görülmektedir.
-
Batılı din adamlarına
göre “İslamiyet” diye bir din; Bunların sözde bilim adamlarına göre
ise vahiy kaynaklı Kur’an-ı Kerim sanki yoktur. Dayandıkları 4 adet
muharref Ahdi Atik (Ahd-i Cedit) yahut aforoz ettikleri Barnaba İncili
dahil; Mezkür kitapların beşi de birbiri ile tutarsız ve çelişkilidir.
Şu hale nazaran, Yahudilerin Tevrat’ı da dahil olmak üzere Müslüman
olanların dışında iman ve amel unsuru başkaca bir “vahiy kaynaklı”
sağlam, sağlıklı, sahih ve güvenilir bir kitap yoktur.
-
Mevcut haliyle bu
risalelere biat fanatik ve sapık, bilimdışı bir yaklaşımdır. Her ne
kadar nebatat-bitki ve hayvanat yönünden tartışılabilir olsa da; İnsan
ve İnsanın yaradılışı bakımından tam bir bilim dışılık, irtica,
gericilik ve yobazlık olan “evrim” teorisi de, bu fanatizmin doğal bir
sonucudur. Dahası, başta Hıristiyanlık ve Yahudilik olmak üzere İslâm
dışı inançlarda “bilim ve din” çatışması, insani boyut ve bilgi
toplumu yolunda mesafe alan veya aradığı ‘huzur iklimini’ buralarda
bulamayan kişileri başka arayışlara sevk etmiş; Bunun doğal bir sonucu
olarak da ateizm ve paganizm çok tehlikeli bir tırmanışa geçmiştir.
-
Hıristiyan
fundamentalizminin ve buna dayalı sekülârizmin sebebi budur.
-
Tarihi sekülarizmin
temel unsuru ise Hazreti Musa’ya isyan, Museviliği tahrif ve esası
İslâm (Müslümanlık) olan bu dinin ilkelerine karşı direnişle masonik
ritüele dönüşün tezahür biçimidir. Masonluk ise, bütün ilke ve
unsurları ile din karşıtı ve insanlık düşmanıdır.
-
Dolayısıyla, 500 yılı
mücavir ve nihai sınırları itibarıyla 627 yıllık bir dünya devleti,
huzur iklimi, “hüküm ve hikmette adalet ahlâkı ve ahkâmını temsil
eden” ve son 5700 yıllık tarihin insani, ahlâki ve medeni boyutunu
oluşturan “Türk” ve İslâm medeniyeti; Bu gerici ve irticai (gayri
medeni) organizasyonların önündeki en büyük engeldir.
-
Bu nedenle,
Osmanlı’ya karşı (yıkılış sürecini başlatan) ilk tehdit Amerika’dan
gelmiş ve bunu İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya ile nihayet
Yunanistan zincire katılmıştır. Ancak, netice (dönem itibarıyla) taraf
ülkeler yönünden tam bir hezimet ve hüsrandır.
-
Bunu, tarihen sabit ve çok enteresan bir olayla örneklemek mümkündür.
Şöyle ki;
-
31 Ağustos 1914 günü
Osmanlı Devleti, Almanya'nın yanında Birinci Dünya Savaşına
girdiğinde; İngiltere Savaş Bakanı Lord Kitchener hamasi bir açıklama
yaparak: "Türkiye'yi yok edinceye ve tarih sahnesinden silinceye kadar
savaşacağız.." dedi.
-
Aradan bir yıl
geçmeden Çanakkale'de büyük bir hezimete uğradılar. Atatürk ve Türk
milleti yine büyük bir mucize yaratmıştı. İngiltere ve müttefikleri
şaşkındı. Köhne ve hasta bir devlet bütün ordularını tarumar etmişti.
Beklenen bu değildi. Hayâl-i sükut, uğranılan yenilgi ve hezimetin
etkileri derindi...
- Bu büyük mağlubiyetten sonra İngiltere
parlâmentosu özel gündemle acilen toplanarak 'Çanakkale hezimetini'
bütün aşama ve ayrıntıları ile görüştü. (1916) Saatler süren öfkeli,
sinirli, gergin ve heyecanlı oturum boyunca milletvekilleri Başbakan
David Lloyd George'u hedef alarak en ağır şekilde eleştirip
suçladılar. Korkunç ve acımasız hücumlar yönelttiler.
-
Başbakan bütün
konuşulanları olanca sükunetiyle sonuna kadar dinledi.
-
Nihayet, elinde bir
kitapla kürsüye çıktı.Elindeki kitap Kur'an-ı Kerim di...
-
Kendisine ve orduya
yöneltilen eleştirilere, çok kısa ve öz olarak şöyle cevap verdi:
-
"Şu elimdeki kitabı
görüyor musunuz ? Bu, Türklerin taptığı kitaptır. Kuranı Kerim...
-
Biz bu milleti tam
300 yıldır bu kitaptan ayırmaya ve dinlerinden uzaklaştırmaya
çalışıyoruz. Demek ki başaramamışız. Zira, bu kitap Türk'lerin elinde
olduğu ve onlar bu kitaba göre amel ettiği (uyguladığı ve yaşadığı)
sürece, bütün dünyanın orduları bir araya gelse, yine de Türkleri
yenmeye muktedir olamazlar.
-
Ne vakit ki, onları
bu hayat ve kuvvet kaynaklarından soğutur, uzaklaştırır ve ayırırız,
işte o zaman Türkleri yenmek dünyanın en kolay işi olacaktır" dedi.
- Bunu lütfen not ediniz ve asla unutmayınız.
-
Olay, hafızalarda
canlı tutulmalı, milli tarih şuuruna kazınmalı ve “Türk demek; Önce
insan demektir” bağlamında yükselen her yeni nesle mutlaka
anlatılmalı, aktarılmalı ve dünya neden “TÜRK” denilince “MÜSLÜMAN” ı
anlamakta ve algılamaktadır sebebi bilinmeli.
-
Ancak bu durum,
sömürüde sınır tanımayan küresel sermayenin tam da istediği bir
gelişmedir. Zira, insani boyut’ da ehliyet, liyakat, hürriyet, hak,
hukuk ve adalet ahlâkı vardır. Böyle yüksek (ideal-gerçek) bilgilerle
donanmış bir toplum “İNSAN ODAKLIDIR”.
-
Batı kaynaklı bilim
oldukça karmaşık, ahlakla çelişik, dinle kavgalı ve bizim “İnsani
Boyut ve bilgi toplumu” dediğimiz “evrensel değerlerden” uzaktır.
Ayrıca, İslam’ın “hadis-i kutsi” tarzında niteleyip, bilimle barışık,
bütünleşik ve doğal kabul edilen bütün sentez, tez ve kavramları batı
tarafından inatla ve ısrarla reddedilir.
-
Meselenin özünde
yatan vahşi kapitalizm, emperyalizm ve buna mümasil “modern
sömürgecilik” adına icat edilen “küreselleşmedir” Daha da açıkçası:
Bütün dünya ve insanlık alemini hedef alan, haksız savaş ve mesnetsiz
işgallerle ülkeleri kasıp-kavuran yalan-talan, soygun-vurgun,
yolsuzluk, gasp-irtikap ve terör ihtirasıdır.
-
İşte, ABD ile
tarihten bütünleşik AB budur.
-
Bu tarihi bir husumet
sürecidir. Sinsice sürüp gitmektedir. Ve, maalesef gerçektir.
- Örneğin, M.K. ATATÜRK “Türk Tarih Tezi” ni
araştırma-geliştirme ve oluşturma aşamasında bütün batı kaynaklarını
büyük bir dikkatle incelemiş ve H.G. WELLS dışında bilgi, deha ve
doğruluğuna inanabileceği bir tek eser dahi bulamamıştır.
-
Değerli araştırmacı,
şair ve yazar Yavuz Bülent Bakiler 1980 öncesi yayınladığı bir
kitapta, dünyada toplam 2228 adet “Türk’ü İmha Planı” nın varlığını
açıklamış ve dönem itibarıyla yaşanan dehşet, anarşi, maddi-manevi
terör ve dehşetin boyutlarını bu plan ve projeler bağlamında
değerlendirmiş idi.
-
Örneğin: Bu plânın
bariz bir parçası olarak nitelenen 1968-12 Eylül 1980 döneminde terör
olaylarının bilânçosu: 13.000 civarında ölü, 6000 yaralı, 1600 sakat
dolayındadır. ( 1984 – 2005 arası bu rakama 35.000 küsur ölü daha
eklenmiştir.) 12 Eylül 1980 müdahalesini müteakip kısa bir süre
içerisinde ise: 650.000 kişi gözaltına alınmış, başta anarşi, terör,
can ve mal emniyetini suistimal ve sair vatanın birlik, bütünlük,
kanunlarını ihlâlden 230.000 kişi yargılanmıştır. Buların arasında
parti liderleri de vardır.
-
Yapılan yargılamalar
ve müteakip süreçte vaki itiraf ve yayınlar, bütün bölücü örgütler ile
çeteler ve ihanet şebekelerinin arkasında, başta Almanya olmak üzere
batı ülkeleri, yabancı istihbarat organizasyonlarının bulunduğunu
ortaya koymuştur.
-
İşte batının öteki ve
gerçek yüzü.
-
Daha önce, Türk ve
İslam alemi ile ilgili ve Osmanlı’dan bu yana ısrarla süregelen bir
“toplumsal dönüşüm projesi” açıklamıştım. Şimdi tekrar aynı konuya
dönme zarureti hasıl oldu. Bu, her hangi bir resmiyeti olmayan,
bütünüyle gizli tutulan ve tamamen Türk devletini zaafa uğratıp,
dolaylı yollarla ele geçirmek, halkını ve kaynaklarını sömürmek
isteyen harici mihraklar tarafından, dahili işbirlikçilerle beraber
yürütülen sinsi bir projedir. Projenin aslı, müsebbinin idamı ile
sonuçlanan çok eski bir hikâyedir.
-
Anlatalım:
-
Şöyle ki, 1820’lerde
Fener Rum Patriği olan Papa V. (Çingene) Gregorius, dönemin Rus
Çarı’na, emperyalist batı menfaatleri karşısında büyük bir engele
dönüşen Türklerin yola getirilmesi ile ilgili bir mektup yazar.
Mektuptan Padişah II. Mahmut haberdar olur. Diğer yıkıcı ve bölücü
faaliyetleri nedeniyle zaten patriğin suç dosyası bir hayli
kabarıktır. Mektup da deşifre olunca, malum Papa, patrikhanenin
kapısında asılarak idam edilir.
-
Ancak bu olay ta, 19
Haziran 625, “II.İznik Kongresinde” ateşlenen bir fitilin, sabık haçlı
ruhunu tekrar diriltip yangına dönüşmesine sebep olur. Koyu dindar (!)
ve katı kindar batı bunu bir fırsat ve ganimet telâkki ederek derhal
organize şer ittifakını oluşturur. Amerika uzantıları ve Çar
bağlantıları ile ittifak tamamlanıp, maddi-manevi bütün güç, imkân ve
kaynaklar Osmanlıya karşı seferber edilir. İngiliz Başbakanın dediği
gibi amaç yok etmektir.
-
İşte, tarihi kin,
intikam (Türk fobisi) ve kan ihtirasını tetikleyen o mektup:
-
“Türkleri,
maddeten ezmek ve yenmek mümkün değildir. Çünkü Türkler çok sabırlı ve
mukavemetli insanlardır. Gayet mağrurdurlar ve izzet-i nefis
sahibidirler.
-
Bu hasletleri de, dinlerine
bağlılıklarından, kadere rıza göstermelerinden, an’anelerinin
kuvvetinden; Padişâhlarına, kumandanlarına ve büyüklerine olan itaat
ve sadakatlerinden ileri gelmektedir.
-
Türkler zekidirler ve kendilerini müspet
yolda sevk ve idare edecek reislere sahip oldukları müddetçe de
çalışkandırlar. Gayet kanaatkârdırlar.
-
Onların bütün meziyetleri, hattâ
kahramanlık, cesaret ve secâat (yiğitlik, yüreklilik) duyguları’ da
an’anelerine (örf, adet, töre ve geleneklerine) olan bağlılıklarından,
ahlâk salâbetinden (sağlamlık ve yüksekliğinden) ileri gelmektedir.
-
Bu nedenle, Türklerde, evvelâ itaat ve
sadakat duygusunu kırmak ve manevi bağlarını yok etmek,dini
metanetlerini zaafa (zayıflık-kuvvetsizlik) uğratmak icabeder. Bunun
da en kısa yolu, milli ve manevi ananelerine uymayan harici fikirler
ve davranışlara onları alıştırmaktır.
-
Türkler, dış yardımı reddederler;
Haysiyet duyguları buna manidir. Velev (hattâ isterlerse) ki, geçici
bir süre için zahiri (görünen) kuvvet verse de, Türkleri mutlaka dış
yardıma alıştırmalıdır.
-
Maneviyatları sarsıldığı gün,Türkleri
kendilerinden şeklen çok kudretli, kuvvetli, güçlü, kalabalık ve
zahiren hakim kudretler önünde zafere götüren asıl kudretleri
sarsılacak ve maddi vasıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkün
olabilecektir.
-
Bu sebeple, Osmanlı devleti’ni tasfiye
için mücerret olarak (yalnızca) harp meydanlarındaki zaferler kâfi
(yeterli) değildir, ve hattâ sadece bu yolda yürümek, Türklerin
haysiyet ve vakarını (ağırbaşlılığını) tahrik edeceğinden, hakikatlere
nüfuz etmelerine de sebep olabilir.
-
Yapılacak olan, Türklere hiçbir şey
hissettirmeden bünyelerindeki bu tahribatı, her ne pahasına olursa
olsun tamamlamaktır.”
- Patrik nam Papa’nın mektubu; İznik Konsüllerinin
aynı konuda aldıkları kararlar ile örtüşür ve yol gösterir
mahiyettedir. Bu mektup, kendini Bizans’ın hamisi sayan ve SSCB’ne
kadar Bizans bayrağını kullanan Çarlık Rusyasına ‘bahusus projeyi’
ilham eder. Proje, başta yakın akraba Fransa ve İngiltere olmak üzere
bütün Batı’ya açılır ve anlatılır. Kısa sürede, Osmanlı Devleti
üzerinde hesap ve husumet yüklü; Kin ve intikam ile kıvranan ülkelerce
benimsenir ve “tam bir gizlilikle” uygulamaya konulur.
-
Kurulan sinsi tuzak
yönünde ilk dış borç, aradan fazla bir süre geçmeden Fransa’dan
alınır. “Borç alan emir de alır” mantığı çerçevesinde sistematik
erozyona ilk adım atılır. Sonra, İstanbul ve diğer büyük merkezlere
misyoner olarak özel surette eğitilmiş Fransız dilberleri-kızları
‘mürebbiyeler’ gönderilir. Bu mürebbiyeler tarafından özenle
yetiştirilen Osmanlı ayân, eşraf ve geleceği parlak delikanlıları
eğitim için Paris ve Moskova’ya gönderilir. Burada beyinleri özenle
yıkanır.
-
Döndükleri zamansa
tahribat dahili tahribat başlar.
-
Ancak bu arada plân
farklı veçheleri ile de yürürlüktedir. Şöyle ki:
-
8 Şubat 1846’da
İstanbul’da bir Protestan Kilisesi kurulur. Bu kilise, havalide
faaliyet gösteren bütün ajan ve misyonerlerin üssü ve irtibat merkezi
haline getirilir. Derhal Tevrat ve İncil’in Türkçe’si ve Osmanlıda
yaşayan azınlık dillerine çevrim ve dağıtımına başlanır. Amaç:
Azınlıkları isyana hazırlamak, dil ve kültür yönünden motive ederek,
farklı bir kimlik ve isyana mütemayil kişilik kazandırmaktır.
-
11 Şubat 1876, İznik
Dünya Misyonerlik Merkezi; Türk ve Müslümanların yaşadığı bütün ülke
ve Osmanlı coğrafyasındaki halklara ulaşma, onları din, inanç, adet,
örf, gelenek, görenek ve kültürlerinden (törelerinden) uzaklaştırma,
Hıristiyanlaştırma ve en azından ateist ve paganlaştırma
(dinsizleştirme) konusunda “bütün gücü, imkânı ve varlığı ile hareket
etme ve faaliyet gösterme” kararı alır.
-
9 Şubat 1854,
Mısır’da en ehemniyetli-önemli ve en değerli misyonerlik okulları
“Kuzey Amerika Misyonerliği Federasyonu” tarafından kurulmaya
başlanır. Buna paralel olarak bölgede masonlaştırma (siyonist)
faaliyetlere hız verilir. Kahire’nin Orta Doğu Mason ve Misyoner
merkezi haline dönüştürülmesi amaçlanır. Kısa bir süre içinde
Osmanlı’nın Mısır Valisi de masonluğa intisap eder. Böylece,
Osmanlı’nın çürütülmesi ve çökertilmesinde rol alan şer ittifakları da
belirginleşmeye başlar.
-
Plân çok başarılıdır.
-
Bu arada projenin
Rusya (Çarlık) ayağı da boş durmamaktadır.
-
9 Şubat 1870
tarihinde, “Rusya steplerinde yaşayan Müslüman Türkleri dinlerinden
döndürmek, milliyetlerinden soğutmak ve Hıristiyanlaştırmak amacıyla
merkezi Moskova’da “Ortodoks Misyonerlik Derneği” kurulur. Bu dernek
tarafından 1908’e kadar 700 okul kurulmuş ve toplam 19.000 öğrenci
yetiştirilmiştir.
-
1897 yılına
gelindiğinde (27 Ocak / Osmanlı Haftası’nın birinci günü) İsviçre’nin
Bâl şehrinde “Birinci Dünya Siyonist Kongresi” toplandı. Sonuç
bildirisi ve alınan karar dehşet verici: “Asırlardan
beri Müslümanlığın büyük mevkiini işgal eden ve bilhassa Yahudilerin
üzerinde emeller ve ihtiraslar besledikleri ve adına arz-ı mev-ut
dedikleri mukaddes Filistin topraklarını elinde bulunduran
‘Türk-Osmanlı Devletini parçalamak ve Türk milletinin şeref ve
itibarını (Amerikalıların Kuzey Irak’ta yaptığı çuval hadisesi misâl)
pâyimal (ayak altında kalmış, mahvolmuş, telef olmuş, ezilmiş,
sürünmüş) ederek; Bütün dünyadaki Müslümanların gözünden düşürmek ve
böylelikle mukadder olan ‘Dünya Müslüman Birliği’ mefküresinin ne
pahasına olursa olsun gerçekleşmesini önlemek.”
-
Türk ve İslâm’a
yönelik süreç, içimizdeki nadir hainleri yetiştirmekle ünlü Robert
Kolej ile sürer gider. Bu alanda daha binlerce örnek vermek mümkündür.
Burada verdiğim örnekler çok ender işlenen ve açıklanan türdendir.
Zira, 1938’de vaki “Atatürk ilkeleri ve Türk İnkılâbına (Kemalizm’e)
mukabil” KARŞI DEVRİM kapsamında millet hafızasından kazınma
süreci başlatılınca bu bilgilerin büyük bir bölümü yok edilmiş; İnsan
hakları, adalet ahlâkı, objektif hukuk ve ATATÜRK’ ün en büyük hedefi
olan demokrasiye geçme projesi çerçevesinde yürüyen sürecin devamı
gerekirken, tam tersi yapılmış ve koyu bir diktatörlük ikame
edilmiştir. Bu tam da batının istediği ve beklediği (teşvik ederek
desteklediği) yoldur.
-
Günümüze intikal
süreç açısından bunun bir diğer anlamı da; (projeyi çok iyi bilen ve
başarı etkisini bizzat gören) Lord Kingros’un, İnönü’ye açıkladığı
vasiyeti gereği Lozan’ın intikamını almak ve ülkeyi Sevr şartlarına
dönüştürmektir. Bu çaba, büyük Atatürk’ün vefatı ile (bir üst
paragrafta açıklandığı biçimde) bir karşıdevrim olarak başlamış,
1950’ye kadar aralıksız sürmüş ve 10 yıllık bir kesintiden sonra
(gaflet, hıyanet ve dalaletle malul bir avuç darbeci sayesinde) 27
Mayıs 1960’dan itibaren yeniden yürürlüğe konulmuştur.
-
Projenin temelinde
kadrocular, bazı 150’likler, sol akımlar, Ermeniler, Rumlar, Yunan
asıllılar, dönmeler, devşirmeler, koministler gibi bölücü unsurlar ile
Atatürk’ün ülkemizden kovduğu Masonlar ve misyonerler vardır.
-
Üstüne üstlük bu
menfur faaliyet mihrakları zamanla, Türkiye’nin sabetaist bir devlet
felsefesini esas aldığını, Yahudi-İbrani ilkeleri üzerine kurulduğunu
ve Türk lâisizminin İslâm dışı ve İslâm’ı yok sayan bir sistem
olduğunu savunacak kadar da ileri gidebilmişlerdir.
-
Çabaları, özellikle
M.K.Atatürk’ün din karşıtı ve maddeci-materyalist olduğu yönünde
yoğunlaşmış ve menfur faaliyetleri bu miğfer etrafında odaklanmıştır.
Bunların ülkemiz ve milletimize verdiği zarar çok büyük boyutlardadır.
Özellikle, 1961’den itibaren hızlanan din ve vicdan hürriyetini
kısıtlama girişimleri bu ve benzer mihrakların işidir. İş bu makalede
işlenen ve açıklanan proje kapsamında faaliyet gösteren ve Atatürk’ün
‘dahili bedhahlar” olarak betimlediği çoğunluğu dönme ve devşirme
kesim budur.
-
Karakteristik
özellikleri: Hırsız, yolsuz, din istismarcısı ve bölücülük
biçimindedir.
-
Proje, tam anlamıyla
ve bütün yönleriyle gericidir. İrticai’dir. Fakat, özünde “Laiklik”
kavramı vardır. Maksat: Dinden, imandan uzaklaştırmak ya...
-
Bütün mensup ve
taraftarları son Osmanlı hükümeti gibi zayıf; Küresel emperyalizmin
emrinde ve hizmetinde hareket eden “maşalar, aç, açık ve muhtaç, zayıf
karakterli, yolsuzluğa meyyal, kimlik ve kişilik fukarası, milli ve
manevi değer yoksunu kişilerden müteşekkil yönetimlerin” özlemi
içindedir.
-
Tercih edilen format
ise; Misyonerlik, Masonluk, ateist ve pagan içerikli solculuktur.
-
Bu anlam, format ve
bağlamda istenen, arzu edilen ve uğruna çaba harcanan öyle maşa bir
hükümet ki; Dış borcu nimetten sayacak, yeniden kapitülasyon devrini
açacak, Türkiye’yi borçlandıracak, özelleştirme adı altında milli
servetleri yabancıların yararına sunacak, her türlü denetimi
kaldıracak, sol-ateist-pagan elit ve imtiyazlı sınıfı emperyalist ve
kapitalistlerle ortak edecek, ceplerine iki pasaport koyacak ve çifte
vatandaşlığın yolunu açarak “globalleşme ve küreselleşmeyi”
yabancıların Türkiye’yi sömürerek semirmesi esasına oturtacak…
-
Bunun için geleneksel
bürokrasiyi çökertmek, lâiklik kisvesi altında ve ‘Tevhid-i Tedrisat
Kanununa” aykırı olarak; Dini, Milli ve İlmi eğitimin bizzat devlet
tarafından ve tam bir denge ile uygulanmasını öngören emri yerine,
‘tam bir gericilik, yobazlık ve irtica’ ile insanları din, ilim ve
diyanetlerinden uzaklaştırmak, dini eğitim ve öğretimi olabildiğince
kısıtlamak, savsaklamak, bu alanda pekala başkaları tarafından
istismar ve suistimale müsait boşluklar yaratmak, milli değer ve
manevi mukaddesleri baltalamak, ahlâkı yozlaştırmak, ahlâksızlık,
sapıklık, iyilik ve insanlığı yok etmek; Böylece Türk milletini tarihi
onur, ilke ve erdemlerinden arındırıp, paraya tapan, aç gözlü, heves,
hırs, şehvet düşkünü ve ihtiraslarının zebunu olmuş zavallı, alçak
mahluklara dönüştürmek ana hedeftir.
-
Tıpkı, batılı
yöneticiler (yani kendileri) gibi…
-
Dahası,
dokunulmazlıklar ihdas ederek imtiyazlı sınıfı sürekli koruma altına
almak. Adalet ahlakı ve hakkaniyete dayalı “hukuk devletini” ortadan
kaldırarak, sosyal devleti, kapitalist ve emperyalist devlete
dönüştürmek suretiyle halkı “potansiyel müşteri” olarak gören, Atatürk
ve Türk inkılâbına aykırı yapılanmayı hayata geçirmek. Halkın yönetme
gücü, kuvvet ve kudreti, hükümetleri takip, kontrol ve denetimi
anlamına gelen “Kuvayi Milliye” ruhunu çökertmek; Dahası, Mustafa
Kemal ATATÜRK ve kurucu unsurun emanet ve vasiyeti olan: “Türk Demek:
Türkçe Düşünmek, Türkçe Konuşmak ve Türkçe Yaşamaktır. Ne Mutlu
Türk’üm Diyene” vecizesinin üst, ana ve esas bölümlerini sinsice
kaldırarak, sadece ve yalnızca “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” bölümünü
kurum ve kuruluşlara yazacak kadar kompleks içine düşmek. Türklüğü
anlamsız, belirsiz ve muğlak bir kavrama dönüştürmek.
Daha da ileri giderek; “Her insan bir devlettir”, “Devlet insan için
vardır”,“İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın” ve “Zulüm abâd etmez insanı,
ilim abâd eder” ilkelerini yaşam boyutundan kaldırarak; Devleti Milli
hedefler ile varlık nedenlerinin dışına çıkartmak. Doğal olarak
sonuçta: Globalizm ve küreselleşmeyi, Türk insanı ile bütün masum ve
mazlum (az gelişmiş) ülkelerin müşterek çıkarlarına kullanmak varken,
tam tersine bir yol izleyerek; Milli Şair Mehmet Akif Ersoy’un seksen
sene önce teşhis ve ilân ettiği “tek dişi kalmış canavar” lara ülkeyi
ve insanı peşkeş çekmek..
-
Bu psikolojik savaş
ve provokatif ajitasyon sonucu geldiğimiz nokta içler acısıdır.
-
Günümüz genç neslinin
olayı daha iyi anlayabilmesi için, döneme ve 1938’ den sonra başlayan
kısır döngüye ilişkin şöyle bir örnekle devam etmek istiyorum.
-
Konu Türkiye.
-
Yıl : 2005
-
Konuşan ise; 1957'de
genç bir uzman olarak (bu günkü AB’nin temel taşı olan) Roma
anlaşmasının raporlarını düzenlemiş, Avrupa üniversitelerinin birinde
Jean Monnet enstitüsünü kurup, yüzlerce diplomat, bakan, siyasetçi
yetiştirmiş, Türkleri seven, Türk dostu, Türkiye'yi yakından izlemiş
hayli yaşlı bir Fransız akademisyen.
- Bakınız, 2006
dönemi Türkiye’si için ne diyor:
-
"Her şeyden önce, Türkiye bir "Maskeli
Balodadır". (Bu maskeli balo, Cumhuriyet tarihinin en büyük kırılma
hareketi olan 27 Mayıs 1960 günü başlamıştır) Evet, maalesef bir
maskeli baloda...Bu güne (2006’ya) kadar ünlü bir Türk diplomata
rastlamadım. Yunanlıların nüfusu az ama, önemli olan kemiyet değil,
keyfiyettir. Yunanlı diplomatlar her kapıda, her kurumda, her an
karşınızdadırlar. Türkiye bu nüfusuna rağmen diplomat
yetiştirememiştir. Diplomaside yoklar. Zaten, kendi tapusunu
okuyamayan hariciyeci, diplomat, uzman olur mu? Yunanlılar Antik Yunan
belgeleri dahil hepsini okuyabildikleri gibi, hepsinin
arşivlerini ezbere biliriler. Eski, Antik Yunanla bugünkü
Yunanlıların ne ilgisi olduğu hep tartışılır ama dünyayı böyle
inandırmışlar ve kandırmışlardır.”
-
"Osmanlıca bilmeyen diplomat olur mu? Osmanlıca diyorum, zira,
Doğu'dan Batı'ya
- bütün devletlerin arşivlerinde Osmanlıca belgeler
var. Türklerin Kıbrıs'taki, Balkanlardaki, Yunanistan'daki, her
yerdeki tapuları da Osmanlıca; Türk diplomatlar bunları
okuyamıyorlar. Türk diplomatlarında milli tarih şuuru yok. Büyük bir
imparatorluğun belgeleri bir zamanlar vaktiyle Bulgaristan dan,
Rumeli'den Türkiye'ye göç etmiş ve Osmanlıca bilen berber, emekli
öğretmen, sıhhiye memurlarına tercüme ettirildi. Çok önemli arşiv
belgelerini bunlar, tercüme ettirdiler... Halbuki o belgelerde,
en azından tapularda farklı bir hukuk terminoloji vardı.”
-
"Cumhuriyet kurulalı seksen yılı geçmiş; nüfusu belki yakında seksen
milyonu geçecek bir Türkiye'nin bugün için en az 500-600 milyar dolar
ihracatı, 600 adet dünyaca tanınmış diplomatı, üç tarafı
denizlerle çevrili bu ülkenin en az 600 adet uluslararası balıkçı
şirketi, deniz nakliyat şirketi, petrol arama şirketi,vs.’si
olmalıydı... Yunanlılar savaşarak değil, diplomasiyle dünyayı ikna
ediyorlar. "Megalo idea" larından, yani milli ideallerinden asla
vazgeçmezler. Eski Bizansı almak, İyonyayı, Karadeniz’i geri almak
peşindeler. Kıbrıs'ı bir Rum adası, Türkleri azınlık kabul etmekteler
ve dünyaya bunu inandırmışlardır. Bunu Mösyö Denktaş iyi biliyordu ve
yıllarca Kıbrıs elden gitmesin diye görüşmeleri elinden geldiğince
baltalıyordu. Bunu bilerek ve inanarak yapıyordu. Gerçek ve samimi bir
Türk olarak direniyordu. Görüşme masalarının arkasından nelerin
gelebileceğini çok iyi hesaplıyor ve biliyordu. Ancak, 1999'da
Yunanistan'ın çabalarıyla Türkiye Helsinki'de AB ringine çekildi.
Hakemler de ayarlanmıştı. Helsinki de AB Türkiye'yi döverek ve
hırpalayarak zafer elde etmeyi planlamıştı..." (Muhtemelen değişim ve
dönüşüm plânının bilincinde olan Jean Monnet, ya bilerek veya kasıtlı
olarak 1960 öncesini atlamaktadır.)
-
Oysa, 1950-1960 dönemi Türkiye’si bu makus talihi kırmış ve kendinden
önce yaratılan kâbusları aşmıştı. Dış politikada, Lozan Antlaşmasını
bile delmeye muktedir ve Kıbrıs konusunda Türkiye aleyhine olan
hükümleri rafa kaldıran bir Fatin Rüştü ZORLU; Maliye Bakanlığında
milleti çarıktan kurtaran, işsizliği-yoksulluğu yenen, refahı tabana
yayan ve ülkeyi bugünlere taşıyan büyük atılım ve yatırımları hayata
geçiren Hasan POLATKAN ve Başbakanlıkta “onurlu, sorumlu, yüreği
vatan, millet ve insanlık davasına sevdalı, hakkaniyet ve adalete,
hukuka, Atatürk’ün ilke ve Türk İnkılâplarına yürekten bağlı, sahip ve
saygılı; Gerektiğinde Türk Ulusunun menfaatleri için dünyaya meydan
okumaktan kaçınmayan, günde 12 saat millet için çalışan, AET/AT’a
tıpkı Mustafa Kemal ATATÜRK gibi ‘ısrarlı davete’ ağırlıklı pazarlılar
ve önkoşullar ileri sürerek ilk defa başvuran” bütün dünyanın gıpta
ile baktığı, örnek aldığı büyük devlet adamı Adnan MENDERES vardı.
-
Günün Türkiye vizyonu
Jean Monnet’in hayâl bile edemeyeceği boyutlarda idi.
-
Eğer, menfur darbe
olmasa idi, bugün Allah bilir Türkiye nerelerde olurdu.
-
Şimdi gelelim olayın
çok farklı ve kritik bir boyutuna. Konu özelleştirme. 1870-1908 arası
Osmanlı’nın yıkımına ve 20.500.000 km2’den 775.000 km2’ye
düşme/küçülme, başlıca parçalanma nedenine. Bunun güncel adı
“özelleştirme”, tarihi ve gerçek anlatım-ifade biçimi ise
“kapitülâsyonlar” dır. Kapitülâsyonlar Türk milleti, Türk istiklâli ve
Türk istikbalinin kara talihi ve karakura gibi üzerimize çöken
kâbusudur.
-
Tarihi ders ve
maliyeti-ağır bedeli kanla, canla ödenen ibrete istinaden burada şunu
söylemek gerek: “Özelleştirme iktisadi hayatın ve ekonomi biliminin
doğal bir gereğidir. Şu kadar ki; Milletin malı yine millete ve
milletin namuslu, dürüst, şerefli ve onurlu tüccarına, esnaf,
işletmeci ve sanayicisine satılır. Damarlarında Türk kanı akan hiçbir
kişi ve yönetim yabancıya “kalıcı ve tapulu” mülk satmaz. Satamaz.
Türk, kapitalist ve emperyalist küresel sermayenin oyununa gelmez.
Gelemez. Mutlak mütekabiliyet ve alım gücüne (denge) dayalı ticaret
müstesnadır. Bu da milli menfaatler esas ve halkın yaşam (tabana
yayılı refah) düzeyi baz alınarak yapılabilir. Hayatı ucuzlatmayan ve
namuslu-dürüst rekabet ilkelerine uymayan bir özelleştirme programı
ise vatana ihanetle birdir.” Yani: Türk İnkılabı’nın özelleştirme
konusunda mutlak emir ve ilkesi olan, “Özelleştirilmesi gereken temel
kurumları öncelikle çalışanlarına, sonra Türk müteşebbislerine ve Türk
halkına devir ve temlik etme” ilkesinden saparak; Mustafa Kemal
ATATÜRK’ ün, “Efendiler, görülüyor ki bu kadar kesin ve yüksek
zaferden sonra bile, bizi barışa kavuşturmaktan engelleyen nedenler,
doğrudan doğruya ekonomik nedenlerdir. Çünkü bu devlet, bu ulus,
ekonomik egemenliğini sağlarsa, o kadar ileri, güçlü bir temel üzerine
yerleşmiş ve gelişmeye başlamış olacaktır ki, artık bunu yerinden
oynatmak mümkün olamayacaktır. İşte, (dahili ve harici)
düşmanlarımızın bir türlü rıza gösteremedikleri, onaylayamadıkları
budur.” (M. Kemal Atatürk, 17 Mart 1923) Emir ve ilkesini kaale
almayacak kadar onursuz ve şuursuz yöneticiler ile gaflet ve dalâlet
içindeki yönetimler, bilerek veya bilmeyerek büyük felaketlerin sebep
ve hikmeti olabilmektedirler. Burada, milli iktisat şuuruna ermek
gerekir.
-
3 Mart 1933 tarih ve
2262 Sayılı Sümerbank Kanunu çıkartıldığında ise, özelleştirme
konusunda ebedi örnek ve amir bir hüküm olan 11. madde “... hisse
senetlerinin kısmen veya tamamen Türk kişi ve kuruluşlarına
satılması..” kuralını unutacak kadar gafil; Ve yine: “..artık durumu
düzeltmek, hayat bulmak, insan olmak için; Mutlaka Avrupa’ dan nasihat
almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine uygun yürütmek, bütün
dersleri Avrupa’dan almak gibi, bir takım zihniyetler ortaya çıktı.
Oysa, ‘Hangi bağımsızlık vardır ki, yabancıların nasihatlarıyla,
planlarıyla yükselebilsin !’ Tarih, böyle bir olay kaydetmemiştir.”
(M. Kemal ATATÜRK, TBMM, 6 Mart 1922) Emrine uymayacak kadar hain
olabilsin !..
-
Milli devlet
ilkesinin temel emir ve hükümlerine mukabil; Soygun-vurgun,
sahtecilik, üç kâğıtçılık, yalan-dolan ve talanı kolaylaştırsın.
Adalet ahlakı ve tam bir faziletle halka hizmet etmekle memur ve
mükellef, görevli kadroları kaçakçı, soyguncu ve hortumculardan
anarşist ve teröristler oluştursun. Suçluya karşı müsamahakar, mağdur
ve mazluma karşı kayıtsız olabilsin. Bu fiiller AB güdümünde yürüyen
yönetimlerin eseridir.
-
Bunun idrakinde olan
bir hükümetin derhal AB ile (katılım süreci bağlamında) bütün
ilişkileri kesmesi ve 1959’da imza olunan “ekonomik işbirliği”
(AT/AET) sürecine dönmesi artık olmazsa olmaz bir zorunluluk haline
gelmiştir.
-
Devam eden süreç
Türkiye’nin ve Türk halkının aleyhine işlemekte ve maalesef tarih
tekerrür etmektedir. Akil insanlar ve namuslu yöneticiler tekerrüre
müsaade etmezler.
-
Ekonomik suça,
ekonomik ceza, ticari sır, geniş kapsamlı devlet sırrı (!?) gibi
çağdışı ve insanlığa aykırı usul, esas ve kavramları yerleştirerek,
gasp, irtikap, sahtecilik ve her türlü yolsuzluk ile hortumculuğu
teşvik ederek uygun ortamı yaratsın. Böylece, üretim ekonomisini
rantiyeciliğe iblâğ etsin. Batının amacı bu. Peki araçlar nedir.
-
Araçlardan birincisi
demokrasiyi yozlaştırmak. İnsan hakları kavramını ayrılıkçı, bölücü ve
terörist gruplara nimet olarak sunmak. Diğer taraftan da, gerçek
anlamda üreten vatandaşı pahalılık, enflâsyon, deflâsyon, faiz, yüksek
(haksız) ve dolaylı vergi, harç (haraç) düşük maaş ve maaşlar arasında
eşitsizlik, dengesizlik ve adaletsizlik kıskacına alarak, yokluk,
yoksulluk, fakirlik ve cehaleti körüklemek. İnsanları ezmek.
Kişiliksizleştirmek. Güven ve kimlik bunalımına sokmak. Yapay olarak
yaratılan bunalımları desteklemek ve derinleştirmek için ara da bir
kriz yaratmak.
-
Buna mukabil AB ve
ABD biz ve bizim gibi ülkelerden sağladığı rantla kendi halkının refah
düzeyini, yaşam kalite ve standardını yükseltmekte; Kendi iç yapısında
milliyetçiliği olabildiğince tahkim etmekte (bazı ultra zenginler
yaratmanın yanı sıra) kendi halkının refah ve saadetini öncelikle
düşünmektedir.
-
Menfur plân ve
küresel sermaye tarafından oluşturulan bu kıskaç içinde vatandaşı
“ADALET’ mi, GÜVENLİK’ mi” gibi, aldatıcı, alçaltıcı ve yanıltıcı bir
tercihe zorlamak. Açlık ve yoklukla korkutarak AB kapılarında
pineklemeye mahkum etmek. Adaleti, sözde güvenlik uğruna (bilerek ve
isteyerek) feda etmek. İç politikada; Temsilde Adalet, Siyasette
İstikrar aldatmacası ile demokrasiyi dışlamak... “Halka rağmen, halka
hizmet” söylemi gibi çok sakat, insanlık, ahlak, demokrasi ve hukuk
dışı bir anlayışı inatla, ısrarla dayatmak. Zengini daha zengin,
fakiri daha fakir yapma pahasına çıkar peşinde koşmak...
-
İşte bunlar, harici
bedhahların, dahili bedhahlar yoluyla vaki icraatlarıdır.
-
Yürüyen ‘dönüşüm
projesinin’ tezahür biçimidir. Dahası var...
-
Yozlaşmayı sürekli
kılmak, milleti (art niyetli veya bilgisiz,beceriksiz,vizyonsuz)
kalitesiz, karizmasız, milli ve manevi değer, ilke ve erdemlerden
uzak, siyasi iktidar ve hükümetlere bağımlı hale getirmek içinse; Bir
taraftan genel aflar, vergi afları ve disiplin afları çıkartmak, borç
silmek, diğer taraftan “nâmerde muhtaç hale getirilen” memur ve
emeklilere adalet ve hakkaniyet ilkelerine bütünüyle aykırı zamlar
yapmak.
- Bütün bunlar projenin çok iyi yürüdüğü ve pek
ustaca yürütüldüğünü gösterir. Yürütenler ise, artık kurumlara
girmişler, atanmışlar, seçilmişler ve aklın alamayacağı yerlere kadar
yükselmişlerdir. Bunlar, devletten en yüksek maaşı alırlar. Hiçbir
hukuk devletinde kimseye nasip olmayan ayrıcalık ve imtiyazlardan
yararlanır, üstelik, insan hakları, adalet ve hukuka temelden aykırı
imtiyaz ve “dokunulmazlıkları” vardır. Emeklilikleri de ayrıcalıklı ve
imtiyazlıdır. Kimisi emekli olduktan sonra bile çeşitli vakıf, kurum
ve kuruluşlardan ayda 35 milyar TL’ye varan maaşlar edinir. Fiilen
çalışanlar arasında maaşı 100 milyar TL’yi aşanları da vardır. Yasa
ile kurulu Sendika, Vakıf, Oda, Banka ve Borsalarda ayrı bir saltanat
hüküm sürer. Bunların çoğu “sarı” sömürü unsurudur. Bir de bunlara
sivil toplum kuruluşu derler. Oysa, halka rağmen kanun gücüyle halkı
sömüren hiçbir kurumun STK özelliği yoktur. Şimdi düşünün bir kere; Türkiye, demokratik,
lâik, eşitlik ilkesine dayalı bir sosyal adalet ve hukuk devleti değil
midir ? Cumhuriyetin temel ilkesi de, Büyük ATATÜRK’ ün tam bir
isabetle açıkladığı ve halka “rejimin teminatı” olarak sunduğu
“Cumhuriyet Fazilettir” tanımı, nasıl bir manâ, muhteva ve garantiyi
şamildir. Elbette ki; Başta Mustafa Kemâl ve kurucu unsur “Demokrasi
ile mündemiç, namuslu, ilkeli, onurlu, sorumlu, sosyal ve şeffaf, yani
halkçı bir rejim” bağlamında yeni TÜRKİYE’ yi Cumhuriyet ile
taçlandırmışlardır. Diğer bir anlamda Cumhuriyet, “dünyada
emperyalizme karşı kazanılan ilk ve en büyük zafer olan ‘İSTİKLÂL
SAVAŞI’ nın mükâfatıdır.
-
Yeni devletin ve genç
cumhuriyetin hukuku buna göre tertip ve tanzim olunmuştur. Başta 1924
Kanunu Esasisi olmak üzere 1928, 1961 ve 1980 dahil bütün TC
anayasaları “mutlak EŞİTLİK ve ADALET” ilkesi üzerine kuruludur.
Gerçek anlamı itibarıyla Türk idare sistemi “insan-halk odaklıdır,
yani devlet halk için vardır” Halk devlet için değil !..
-
Bakınız; en son
Anayasanın, “değişmez, değiştirilemez ve değiştirilmesi dahi teklif
olunamaz” kaydını havi başlangıç ilkeleri ne demektedir:
-
“Türk vatanı ve
Milleti’nin ebedi varlığını ve Yüce Türk Devleti’nin bölünmez
bütünlüğünü belirleyen bu Anayasa, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu,
ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği ‘MİLLİYETÇİLİK’
(!?) anlayışı ve O’ nun inkılâp ve ilkeleri doğrultusunda;
-
Dünya milletleri
ailesinin EŞİT HAKLARA SAHİP şerefli bir üyesi olarak, Türkiye
Cumhuriyeti’nin ebedi varlığı, REFAHI, maddi ve manevi mutluluğu ile
çağdaş medeniyet düzeyine ulaşma azmi yönünde;
-
Millet iradesinin
mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milleti’ne ait
olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve
kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun
icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı; (Öyle ise,
Anayasanın amir hükmüne rağmen AB’ye katılım konusu bu güne kadar
neden millete hiç sorulmadı ? Diğer demokratik hukuk devletleri ve
medeni milletler gibi REFERANDUMA neden gidilmedi. Bizi yönetenler
arasında bu güne kadar hiç mi adalet ve hukuka saygılı, Anayasayı
okumuş ve ‘uygulamak zorunda olduğunun bilincini’ taşıyan yönetici
olmadı ?)
-
Sarahaten belirtilmiş
ilkeler ve amir hükümlerdir. Bir’de 10. maddeye bakalım: Hiçbir
kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz” Şimdi “ADALELET
ve KALKINMA (!?) partisi hükümetine sorarlar:
-
- NEDEN BU ANAYASA
UYGULANMIYOR ?.. ORTADA BİR KASIT’MI VAR ?
-
Ve neden ? bütün
foyası ve art niyeti ortaya çıkan AB sürecinde ısrar ediliyor ?
-
Bilinen ve yaşanan,
apaçık görülen bütün gerçeklere rağmen bu inat niye ?
-
Ülkenin insanı,
canı-kanı, Mehmetçiği, gerçek değeri, değer üreten ve değerleri canı
pahasına koruyanları fakrü zaruret içindedir. Evine ekmek götüremez.
Çocuğunun cebine okul harçlığı koyamaz. Eşine mahçuptur, akrabasına,
dostuna boynu bükük. Evinde en az iki işsiz vardır. Yıl sonunda aldığı
artış, otobüs zammına bile yetmez. Çoğu yol parası bile bulamaz.
Evinde hapis veya mahalle kaldırımlarında gezmeye mahkumdur. Gâvur
dediğimizin emeklisi bile dünya turuna çıkar, dolaşır. Bizimki
hastalıkla, yoklukla, yoksullukla, işsizlikle boğuşur. Eziktir.
Istıraplıdır. Çilelidir.
-
On bin yıllık büyük
Türk medeniyetinin ve “İnsan Odaklı” cumhuriyetin amacı ve sonucu bu
mu ? Seksen yıldır bu netice için mi katlandı koca millet, bunca
sıkıntıya !..
-
Ya, onu bu hale
getiren diğerleri !...Neden ? bir türlü Hukuk Devleti olunamaz? Ülkede
Adalet ahlakı uygulanamaz. Dengeler kurulamaz ve adaletle korunamaz ?
Hukukun olmazsa olmaz üstünlüğü neden evrensel gerçeklerle
örtüştürülmez, bütünleştirilmez.
-
Onlar (devleti
soyanlar, büyük ölçekte yolsuzluk ve hırsızlık yapanlar) hem ulusal ve
hem de uluslar arası kaynaklardan domuz gibi beslenirler.
Yararlanırlar. Yedikleri önlerinde, yemedikleri arkalarındadır.
Bunların ‘üretme’ diye bir marifetleri ve kaygıları yoktur. Sadece
‘tüketmeyi’ severler. Bütün işleri kaçak, kayıt ve kapsam dışıdır.
Sonunda, bilerek veya bilmeyerek (gaflet ve dalâletle) devleti’ de
tüketmeye doğru giderler.
-
Çünkü, batının menfur
plânı bu menfur programı önlerine koymuştur.
-
Dönmeler,
devşirmeler, dahili bedhahlar ve sabetaistler bu programa göre
yürürler.
-
İkincisi, memuru
rüşvet almaya, halkı da rüşvet vermeye zorlamak, alıştırmak.
Geleneksel kamu ahlâkını bozmak. Dengeleri derinden sarsmak. Doğal
stabilizatörleri bilerek, alçakça yok etmek. Bilinçli, duyarlı ve
sorumlu memur ve vatandaş yerine, ‘emir kulu’ prototipler yaratarak;
Türk milletinin asil karakterinde var olan “sadece ve yalnızca Allah’a
kul olmak” fikrine dayalı “özgür bireyi” yok etmek. Özgür bireyi
yaratma adına insanı ve insanlığı yok etme, kişiyi yalnızlaştırma
stratejisini uygulamak. Pervasızca uygulatmak. Tıpkı Amerika’nın
‘demokrasi ve insan hakları adına’ yaptığı gibi; Özgürleşme,
demokratikleşme ve modernleşme adına bütün bu inanç ve öz değerleri
kaldırmak. Esas olarak da: Türk kimliğini, kişiliğini ve yükselen
değerlerini yok etmek.
-
Aslında bu, Türkiye
üzerinde giderek yoğunlaşan ‘psikolojik savaşın ve malum değişim,
dönüşüm projesinin muhtelif vetireleri ile güncelleşmiş
versiyonlarından başka bir şey değildir. Aldatan put, proje gereği
hükmünü icra etmektedir. İçerde bol taraftar bulmuştur. Dönmesi,
devşirmesi, haini, zalimi; Türk’ün ekmeğini yiyip düşmanın kılıcını
çalmak için adeta kuyruktadır. Bu ve benzeri hainlerin hesabı dahi
yapılamamaktadır.
-
Ancak, AET/AT’ ın
“ekonomik, endüstriyel, bilimsel ve teknolojik” bağlamda devlet
politikası olarak kabul edildiği 31 Temmuz 1959 gününden 1963 tarihli
Ankara Antlaşmasına kadar (27 Mayıs 1960 darbesi nedeniyle) çok şey
değişti.
-
Dönemin “devlet
politikası” Başbakan Adnan MENDERES’ in, 1957’de kurulan AET (Avrupa
Ekonomik Topluluğu), daha açık bir söylem ve resmi ifade ile “Ortak
Pazar”a, yoğun istek, ağırlıklı talep ve ısrarlar sonucu ilk resmi
başvuruda bulunduğu gün; “Biz, Büyük Önder ATATÜRK’ ün daha 9 Şubat
1934 de, Avrupa da mutlaka bir birlik tesis olunacağını işaret ederek
nadir bir basiret örneği verdiği ‘bu hedefi’ esas ve baz alarak
başvurumuzu yapıyoruz” şeklindeki açıklama istikametinde başlar. Yani,
devlet politikası asla siyasi, sosyal, medeni ve kültürel kapsamı haiz
değildir. Sadece ve yalnızca karşılıklı menfaatler doğrultusunda
iktisadi işbirliği, teknolojik değişim ve ticaret söz konusudur. Bunun
dışında, iç işlerimize müdahale / karışma anlamına gelecek, istiklâl
ve tam bağımsızlığımızı ilzam edecek hiçbir şey kabul ve asla tasvip
edilemez.
-
|