YIL 9  SAYI 99    25 Mayıs 2007

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

DİKKAT ; BU BİLGİLER TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMDEN  İZİN ALINMADAN KULLANMAYINIZ!

YAZARLARIMIZIN HAYAT HİKAYELERİNE GİTMEK İÇİN TIKLAYARAK GİDİNİZ!

Aşağıdaki dizinler ile tıklayarak üye olmadan sayfalara girebilir ve inceleyebilirsiniz!1

 

BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR!

 

Mahmut Selim GÜRSEL BİR YIL DAHA BİTERKEN
İsmet ÇENESİZ ÇORUM’DA BAĞCILIK
Sakin  KARAKAŞ  YEŞİLAY HAFTASI
Mahmut Selim GÜRSEL SEÇİMLER VE SONUÇLARI
Mustafa Nevruz SINACI KAN AĞLAYAN KERKÜK VE TÜRK DÜNYASI
Sakin KARAKAŞ OSMANCIK TURİZM SEZONUNA HAZIRLANIYOR
Salim SAVCI TÜRKÇEMİZDE KA HARFİ VAR MI?
Hasan Latif SARIYÜCE MAKEDONYA TOPRAKLARINDA
Selma GÜRSEL ÇİLEK REÇELİ
Rıza HARDAL BİZDE Mİ DÖNELİM GERİ
Şükrüye BEZGİN YORGUN AKIYOR GECELER VE GÜNLER
Paşa ÇETEN YAĞMUR
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
   
 
 
 
 01

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mahmut Selim GÜRSEL
Mahmut Selim GÜRSEL Hayat Hikayesi
BİR YIL DAHA BİTERKEN
            27 Mayıs 1998 Gürsel yayınevinin açılış tarihi.
            Yıllar geçiyor, ömür bitiyor. Yapılan işler işlevlerini sürdürüyorlar. Birikimler çoğalıyor, bilgilendirmeler bizlere kalıyorlar.
            Ne amaçlar ve ne hizmetler yapmak için Gürsel Yayınevini zaman zaman bu satırlardan anlatmaya çalıştım.
            İşyerini Ölçek İş merkezinde açtığımın ikinci günü, bir partinin toplanılıp oturularak istişare yaptıkları yere gelen; İmam Hatip Lisesi emekli öğretmenlerinden birisi; Allah’ın selamını bile vermeden kapıdan başını uzatarak:
            “-Müdür; İkramiyenin reposu ile burayı mı açtın?” Dediğini hiç unutamadım. Sonradan gidip gelirken sadece yayınevine bakmakla yetinen bu kişini dediklerin halen unutamadım.
            Hâlbuki Yüce Dinimizde hüsn-ü zan vardır. Su-i zan insanı Allah vermesin dinden edebilir.  Bu şahız zannı ile bana iftira da ettiğinin farkında bile değildi.
            Allah C.C. bize nasip ettiği emekliğin kendi yoluna sarf olmasını nasip etmişti. Bizde bize sunulan bu daveti kabul etmiş, Sevgili Resulünün misafiri olmuş, sonradan da Müslümanların yöneldiği kutsal makamda bilmediğimiz hazları almamızı sağlamıştı.
            27 Mayıs 1998 tarihinde açtığım yayınevi için pek çok şeyler,pek çok zanlar oldu. Kimileri politikaya atılacağımı, kimileri başka başka zanlarda bulundular. Benim amacımı gerçekleştirip gerçekleştirmediğimi soran pek olmadı. Benim yaptığım hizmetin amacı; yerini yüzde elli gerçekleşmesine karşı; diğer yüzde ellisinin içinde olmayan daha başka hizmetlerin olması eksikliği giderir gibi olsa da, Yayınevinin en önemli hizmeti, para kazanıp, çalışmalarını yayınlayamayan arkadaşların eserlerini güncelleyerek bastırtarak Çorumlulara sunmaktı. Bu olamadı. Bir uhde olarak halen ezikliğini duymaktayım.
            27 Mayıs tarihi benim hayatımda ve ailemizin geçmişinde bazı etkinliklerin zuhur ettiği sayılı günlerden birisidir. Babam 27 Mayıs 1960 İhtilalinde emekliye sevk edilen “Eminsu”lardan birisi olması, Ankara’da okumakta olduğum ortaokulun yarıyılında Çorum’a gelmem ve daha başka özel anıların olduğu bir tarih noktasıdır.
            Bu sayımızla da 99’u bulmuş olduk. Allah C.C. nasip ederse 15 Haziran 2007 tarihinde 100. sayımızı sanal da olsa yayınlayacağız.

 

 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 

 

 02

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

İsmet ÇENESİZ
İsmet ÇENESİZ Hayat Hikayesi
ÇORUM’DA BAĞCILIK
Aşık Veysel’in bir şiiri var ya “ağaçlar çiçek açar, Veysel dert açar” diye. Biz bağcılarda da bahar gelip çiçekler açmaya başlayınca durum aynen öyle, “çiçekler erken açtı, don oldu, kırağı vurdu, vurmadı” diye, bizde de çiçeklerle birlikte dert açıyor.
Geçen yıl 24.04.2006 tarihinde sıcaklık -7 olmuş ve bütün meyveleri soğuk vurmuştu. Bu yüzden de hiçbir meyve olmamıştı. Bu yılda 23-24 ve 25 Nisanda geçen yılki kadar olmasa da bayağı bir soğuk oldu. Kırağıda vardı. Hani bir deyim vardır ya, yarısı dolu bir bardağa, iyimserler, dolu, kötümserler de, boş olarak bakarlar” diye. Bizim bağcı arkadaşlarda o hesap kimisi bağlarda bir şey kalmadı, kimisi de alt dalları vurdu ama üst dallarda bir şey yok, bir kısmı da, hiçbir şey olmadı, çiçekler sağlam diyorlar. Benim görüşüm alt dallarda biraz hasar var üstler iyi gibi. Rabbim bizlere yiyecek kadar ihsanda bulundu galiba. Bundan sonra hayırlısıyla Mayıs yedisi’ni de atlatırsak bağlarımız meyve verecek demektir.
Bu soğuk vurma ve don olayında Meteoroloji Müdürlüğünün internet sayfası bayağı faydalı oldu. Ama Tarım İl Müdürlüklerinde ses seda yok. Masa başından işleri takip ediyorlar. Ne toprak tahlili, ne başka yardımları nede bağcılarla temasları var.
Halk kendi aklınca ve kulaktan dolma bilgilerle bir şeyler yapmaya çalışıyor.
Gelelim bu yıl bizim, meyveleri soğuktan korumak için neler yaptığımıza. (Bunların ne zaman yapılacağı bile halka duyurulmuyor) Mart ayı sonunda Göztaşı yaptık. Soğuk, don olacak günleri Meteoroloji Müdürlüğünün internet sayfasından takip edip büyük bidonlarda saman balyalarını bir miktar yanık yağ tutuşturarak yaktık. (Pürmüz olursa iş biraz daha kolay oluyor.) Yağlı karışım alev alınca bir müddet yanıyor. Sonra ağzı kapanıyor ve ateşin hafif sönmesi bekleniyor, sönünce bidonların üzerindeki kapak yarı açılıyor veya tam olarak alınıyor. Tabiki bidonlardaki dumanı devam ediyor. Zaten işi de bu duman görüyor. Gece saat 24:00 ten sonra sabah 06:00 -07:00 ye kadar duman devam ettiriliyor. Tabii bu işi yapmak için gece bağda kalmak icap ediyor. Zor iş. Ama heves mi tutku mu bizim bağda ve Ecz. Enver Leblebicioğlu’nun bağında biz bu ateşleri yaktık. Enver Bey’de bizzat kalarak, bizim bağın bakımını yapan Mehmet Ağa ile birlikte bu yakım işine nezaret etti. . Ben Mehmet Ağ ile sabah evden telefonlaşıp gece ne yaptıklarını soruyor ve bilgileri alıyorum. Telefon açtığımda, Mehmet Ağ büyük bir sevinçle, “kurtardık İsmet Bey kurtardık” diyor. Aynı sevinç bende ve Enver beyde de var tabiki. Muvaffakiyet, başarı, emeğin karşılığında üretmek ne güzel. Ağaçlar, sizin yavrularınız meyvelerinizin her biri bir altın parçası. Hatta daha da üstün. Altın yenmiyor ama sizin meyveleriniz yeniyor. Ağaçta süs, vücutta güç oluyor.
Ben, bu olayda babalarımız, Tarım İl Müdürlükleri ve Belediyeler sorumlu diye düşünüyorum. Bende bu düşüncenin oluşma sebebini kısaca anlatayım; önceki yazılarımda da sık sık bahsettiğim gibi 1950 yılında Demokrat Parti iktidara tek başına ve büyük çoğunlukla gelince Devlette, Belediyelerde ve halkta anormal harcamalar başladı. Mutlaka iyi şeylerde yapıldı ama yanlışlar da yapıldı.
Mesela bağcılıkla ilgili yapılan yanlışlarda Tarım İl Müdürlükleri halkı uyarmadı. (Toprakla ilgili bir birim masa başından idare edilirse böyle olur) Belediyeler imar planlarını yaparken bağları göz ardı ettiler ve buralara çok katlı apartmanlar yapılmasına göz yumdular. Hatta teşvik ettiler. İki dönüm bağlara bile bir dönümlük bahçeli evler yapıldı. Bu çılgın harcamayla birlikte halk başka eğlencesi ve mesire yerleri olmadığından bağcılığa sarıldı ve kendince, kendi kafasına göre bir şeyler yapmaya çalıştı.
Yabancı ülkeler, Avrupa ve Amerika sevdası bu işte de moda oldu. Bağ depmesi zor diye çapa makineleri devreye girdi. Bağ karıkları düzlendi. Çorum’da yetişen, Ahmet Bey Üzümü yerine Amerikan üzümü ve bir çok cins üzüm fidesi dikildi. Hâlbuki dedelerimiz Çorumda Ahmet Bey Üzümü’nden başka üzüm olmadığını deneme yanılma yöntemiyle bulmuşlardı.
Çorum’da hava sıcaklığı üzümü zor pişirdiğinden ve zor olgunlaştırdığından karıkların bozulması üzümlerin olgunlaşmasını engelledi. Karıkların çukurunda sıcaklık fazla olduğundan üzümler bu sıcaklıkta pişiyor ve olgunlaşıyordu. Ayrıca Karık sisteminde sulama kolaydı. Karık çukurunda kalan üzüm Yalangı’ dan da (ters rüzgar) korunuyordu. Karıklar kuzeyden güneye doğru yapılıyor böylece daha uzun süre sıcaklık alınması temin ediliyordu. İhtiyarlamış Devekler Golüme usulüyle gençleştiriliyordu.
Ben bir Devekten 8-10 kg üzüm kestiğimizi biliyorum. Tabii üzüm çok oluyor ve aylarca pekmez kaynatılıyordu.
Meyve ağaçlarında da aynı yöntem izlenildi ve o güzelim meyve ağaçlarına yabancı cins meyveler aşılanarak hatta ağaçlar bile sökülerek, Çorum’un havasına, toprağına uymayan meyve fidanları dikildi. Bizim 80-10 yıl yaşayan yerli kayısı ağaçlarımız yok oldu. Onların yerine tadı ve gösterişi daha başka olan güzel kaysı ağaçları dikildi. Güzelde yapıldı ama eski tür kayısı ağaçları da yok edilmemeliydi. Çünkü o eski kayısıların kurusundan yapılan hoşaflar daha bir başka oluyordu.
Amesgene eriği, Sobe sarı ve Topak sarıyı şimdi ara da bul. Kiraz, Sarı kiraz yok oldu. Çiğit Armudu, Kızılca Bey Armudu nerede? Bizim elmalarımız, Müsket, Ürgüm, Sinop ekşi papaz elması bulunmaz oldu. Halbuki bu türler çiçeğini daha geç açıyor bu yüzden kırağı ve don daha az zarar veriyordu. Diz boyu karlar yağıyor, aylarca duruyor, bahar geç geliyordu. (Şimdi Şubatta kayısılar, erikler, çiçek açıyor sonrada yok olup gidiyorlar.)
Bu işe meraklı ve iyi bağcılar artık eskiye dönüyor. İyisinden aşılar aranıyor. Ama şimdi karığa dönmek zor. Artık bağ depecek, ot yolacak adam bulunamıyor. Üzümleri tele asıp makine ile çapalıyorlar.
Çiçekçiden çiçek alırken, şöyle bakılır, şöyle sulanır, diyorlar. Tarım İl Müdürlükleri halkı ne üzüm ne de meyve konusunda aydınlatıyor mu? Onlara çok iş düşüyor ve bize göre büyük vebal altındalar. Bu konuda mahalli gazetelerimizde yazıp bizi aydınlatmalılar ve ellerine makası alıp budama yapmayı halka öğretmeliler diye düşünüyorum. Sürçü lisan etti isek af ola.
(Tabi bütün bu olumsuzlukların oluşmasında Tarım ilaçlarının payı da azımsanamayacak kadar büyüktür. Zaten dünyanın doğal dengesine en büyük zararı zirai ilaçlar veriyor. Son günlerde meydana gelen Arı’ların yok olmasında da bu zirai ilaçların büyük etkisi olduğu kanaatindeyim. Bilim adamları arıların yok olmasına bağlı olarak yakın bir gelecekte bir sürü meyve ve sebze çeşidinin yok olacağını belirtiyor.)
“Çorum’da Bağcılık” isimli yazımızı kıymetli ağabeyim, üstadımız Abdullah Ercan’ın,
“Çorum Bağları İçin Maniler” isimli çalışmasıyla bitirmek istiyorum. Artık bu bağların bir çoğu kayboldu, sadece isimleri kaldı bize yadigar.

ÇORUM BAĞLARI İÇİN MANİLER

AHÇILAR BAĞI yakın
Nazar değmesin sakın
Muska diye beni o
Yarın boynuna takın

Bol üzümlü AYARIK
Olukları dayarık
Koynundan bir elma ver
Zekatına sayarık

ÇOMAR yolu Sarıbayır
Tanrım bizi sen kayır
Ne o güzeli benden
Ne beni ondan ayır

ÇORAKLIK’tan nar gelir
KÖSEDAĞ’dan kar gelir
Kız senin aşıkların
Eve barka zor gelir

ÇUKURAVLAĞI bükte
İki güzel bir yükte
Küçüğü elin olsun
Benim gözüm büyükte

ELEMIN bağı verep
Derdinle oldum harap
Adam sarhoş olur mu
İçtiğin bir tas şarap

ESKİEKİN bağları
Mor sümbüllü dağları
Yel gibi geldi geçti
O muhabbet çağları

FITNE BAĞI düzdedir
Püskürme ben yüzdedir
Şu derdimin çaresi
O Kaşta o gözdedir

GÜVEYÖNÜ buradır
Gelin saçı turadır
Alla girip salla çıkmak
Bu ellerde töredir

Yol üstünde HACIKERIM
Dertten kurtulmaz serim
Yazı bile geçirdik
Kışaysa Allah kerim

MÜRSELİN üstü HOY HOY
Kadehlere bade koy
Meze diye sevdiğim
Koynundaki narı koy

İBRAHİM ÇAYIRINA
Gün vurmuş bayırına
Eğil bir yol öpeyim
Babanın hayırına

Cevizliktir İÇERİDERE
Kız saçını kim öre
Bırak bu garip örsün
Ay karanlık kim göre

İğde kokar ILICA
Suyu akar ılıca
Çakır gözlü o kızı
Sevmişik pek delice

KAPAKLI dan çay geçer
Kara günler say geçer
Seni görenler sanır
On dördünde ay geçer

KAZAN BAĞI uzaktır
Sevda yaman tuzaktır
Kara deme bana ak kız
Biber kara tuz aktır

KÖPEKLIK in çağlası
Ak gerdan bal tası
Kolum kanadım kırdı
Şu feleğin baltası

MURSAL ın suyu serin
Ok vurdu kirpiklerin
Tabip çare bulamaz
Yaralarım çok derin

SÜLÜKLÜ nün suyu az
Kız etme bu kadar naz
Ahirinden ölüm var
İkimizi de komaz

Deli akar ZIMBALI
Yarın boyu gül dalı
Kokusu lale sümbül
Tadıysa oğul balı

Abdullah ERCANın Şiirler adlı şiir kitabından.
Saygı ve sevgilerimle.
 
 
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
 
 
 
 

 03

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Sakin KARAKAŞ
Sakin KARAKAŞ Hayat Hikayesi
YEŞİLAY HAFTASI 
            1-7 Mart tarihleri arası yüz yılı aşkın bir süredir Yeşilay haftası olarak kutlanıyor. Bizler henüz ilkokul sıralarında iken insanlık adına güzel faaliyetleri anlatılan Yeşilay etkili ve mütevazı çalışmaları ile  faaliyetlerini sürdürüyor.
            Hemen hepimizin ilkokul sıralarında tanıdığı Yeşilay’ın faaliyetlerini çocuk yaşlarımızda heyecan ile destekledik. Ancak ne yazık ki bu heyecan yaşlar ilerledikçe sönmeye başlıyor ve ülke nüfusunun yarıdan fazlası lise yıllarında önce sigara ile ve daha sonra da alkol ile tanışıyor.
            İçki bütün kötülüklerin anasıdır. Bu Hadisi Şerif-i hiç unutmam. Bizlere içki ve alkol denen illetin ne belalı bir şey olduğunu kısaca anlatıyor. Sürekli yazılı ve görsel basından izlemekteyim. Sigara tiryakiliği sonucunda ayakları ya parmakları kesilenler, yine içki ve sigara tiryakiliği sonucunda kanser denilen amansız hastalığın pençesinde boğuşanların sayısını ve hesabını bilen yok.
            Devletin yasalarla engellemeye çalıştığı içki  ve sigara reklamlarına getirilen sınırlamalara rağmen zehir tacirleri yollarına maalesef devam ediyorlar. Ülkemizde sigara içme yaşı ilköğretim çağına kadar düşmüş durumda. Yasal engellemelere rağmen satıcılar 18 yaşından küçük çocuklara sigara satmaya devam ediyorlar. Yabancı menşeli sigara şirketlerinin pazarlama araçları Çorum caddelerinde kol geziyor. Haliyle bu olumsuz tablodan çok rahatsız oluyorum. Sözde yasak olmasına rağmen bu araçların yüzeyleri sigara reklamları ile donatılmış.
            Bu konuda hassas davranmaya özen gösteriyor ve bir öğretmen olarak derslerimde üzerime düşen sorumluğu yerine getirmeye çalışıyorum. Branşım olan Teknoloji tasarım dersinde öğrencilerimden proje üretmelerini, sürekli düşünmelerini ve kurgulama yapmalarını isteğimde ise birkaç öğrencinin projesi ve düşündükleri içimi ısıtıyor. Çünkü bu öğrencilerim sigara paketlerine sesli uyarı sistemi yerleştirilmesi ve paketin açılması ile birlikte sigaranın zararlarını bilimsel olarak açıklayan sesli ikaz sistemlerinin oluşturulmasını arzuluyorlar.
            Buradan böylesine güzel fikirler üreten çocuklarımızın Yeşilay  tarafından desteklenmesi ve Milli Eğitim Bakanlığı ile işbirliği içerisinde ilköğretim okullarına yönelik sigaranın zararları konulu proje yarışması düzenlenmesini tavsiye ediyorum.
             Yazılı ve görsel basından takip ettiğim kadarı ile bir diğer sevindirici gelişme ise Ab ülkeleri ve Amerika’da sigara içilen alanların oldukça daraltılması, cezai yaptırımların artırılması ve artık bundan böyle sigara içenlerin ikinci sınıf vatandaş olarak görülmesidir. Darısı bizim ülkemizin başına
            Ayrıca Çorum sigara ve alkol ile mücadelesini okullar ve cezaevlerinde etkili bir şekilde sürdüren Çorum Yeşilay şubesini ve şube başkanı sayın Atilla Alpay’ı alkışlıyorum. Böylesine hayırlı ve güzel çalışmaların ilçemiz Osmancık’taki okullarda da gerçekleştirilmesini arzulamaktayım.

 

 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 
 
 04

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mahmut Selim GÜRSEL
Mahmut Selim GÜRSEL Hayat Hikayesi
SEÇİMLER VE SONUÇLARI
            Türkiye’de seçim denilen olgu.
            Seçilen ve seçen,
            Bizler bunlardan birisi muhakkak olmalıyız diyerek bizlere zorla kabul ettikleri seçim olgusu.
Acaba bizler; seçimlerde kullandığımız oyları kendi seçtiklerimize verebiliyor muyuz? Belki verebiliyoruz.
Nasıl verebiliyoruz?
Ancak ve ancak bağımsız adaya oy verdiğimizde kendi hür irademizi kullanıyoruz.
Hayır; mı diyorsunuz?
O zaman ispat etmenizi rica edebilir miyim?
Evet; ispat edemediğinizi görüyorum. Bilhassa ilimiz Çorum’da bu seçimde bizim sadece bir futbol takım tutar gibi fanatiği olduğumuz partinin bizlere zorla kabul ettirdiği Millet Vekillerin seçiyoruz.
Ne yapalım, elimizden gelen ancak bu. Seçim kanunları bu şekilde parti genel merkezlerine hak tanımış.
Evet; ne yazık ki bu seçim kanunlarını da yapan yine milletvekilleri ile partilerin genel başkanlarının direktifi ile çıkmakta.
Bana göre milletvekilini ve belediye başkanını benim seçtiğim kişi olmasını isterim. Adam gibi adam diye sunulan, falanca parti başkanını önerdiği adam diye seçmemeliyim.
Bir dahaki seçimler şöyle yapılsın diye öneriyorum. Bu önerim yeni değildir. Her seçimde “Temcit Pilavı” gibi konuşmalarım da, yazılarım da belirtiyorum.
İki tur ile seçilen milletvekili aday adayları seçimi.
Şimdi seçin günü belli olduğunda; her parti kendi aday adaylarını kabul eder. Sonra bütün aday adaylarını partilerin sırasına göre alt alta sıralarlar. Bu aday adayları resimleri ile birlikte bir veya birkaç sayfada yayınlanır.
Diyelim Çorum’un milletvekili adedi beş. Seçmen olarak ben bütün partilerin aday adaylarından “beş” aday adayı işaretleyerek seçeyim. Bu seçim kâğıtları tasnif edilerek bütün partilerin milletvekili adaylarından 5 adedini seçeyim. Sonra ikinci turda ben sadece ve sadece istediğim partiden yana sadece bir partiden beş milletvekili seçeyim.
İki tur ile seçilen belediye başkanı aday adayları seçimi.
Aynı şekilde o ilde seçime katılacak partilerden bir aday seçeriz.  İkinci turda da kendi tuttuğumuz partinin belediye başkanını adayını seçeriz

 

 

 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 05

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI Hayat Hikayesi
KAN AĞLAYAN KERKÜK VE TÜRK DÜNYASI
24 Nisan 1995’de; Eski Osmanlı ve Atatürk dönemi “Musul Vilâyeti” dahilinde kaim Türkmen (Müslüman Türk) nüfusu temsil ve ilzam maksadı ile Kerkük’te kurulan (ITC) Irak Türkmen Cephesi (Partisi) 24 Nisan 2007 tarihinde 12. yaş gününü Ankara’da kutladı. Parti Genel Başkanı ve Başbakanı BOB eş başkanı olarak alenen deklare eden AKP ve hükümetin yeterince ilgi göstermediği ve duyarsız kaldığı kutlama oldukça sade, sessiz ve buruk bir tören biçiminde gerçekleşti.
28 Nisan Cumartesi günü de, Ankara Tandoğan meydanında “Türkmenlere Destek” mitingi yapıldı. Bu güne kadar vaki Kerkük mitinglerine oranla çok daha kalabalık, coşkulu, anlamlı ve heyecanlı geçen mitingde, geçmişte ve bugün yaşanan sorunlar bütün boyutları ile vukufla dile getirildi. Başta Türkiye Cumhuriyeti devleti olmak üzere, Türk milleti ve Türk dünyasının konuya dikkati çekilerek, daha da ilgili, (çare bulma ve çözüm üretme yönünde)  ‘etkili’ ve belirleyici olunması istemi; Haklı bir beklenti, samimi bir arzu ve temenni olarak dile getirildi. (Burada ‘diplomatik bir üslup kullanılması” bizim için çok üzücü, hicap verici ve düşündürücü olmuştur.)
Böylece, tırmanan iç meseleler ve sanal gerilime rağmen nihayet istenen oldu ve “Kerkük” ülkemizin gündemine oturdu. Benim de, “Türkmenler Yok Olmasın” konulu ilk makalemi yayınladığım 6 ay öncesinden bu yana oluşturmaya çalıştığım ortam ve kıvam buydu. Allah’a şükür şimdi oldu. Dolayısıyla bu defa konuyu çok boyutlu ve derinlemesine ele alacak; Mevcut ve muhtemel bütün etkenleri değerlendirecek, Türk dünyasının yakın tarih (21.yüzyıl) önder ve kahramanlarını Kerkük’le ilgili boyutu yönünden gündeme taşıyacağım.
Şimdi meseleyi, yeni ve ‘aciliyet kespeden” güncel gelişmelerle açıyorum:
Elimde gerçekten de çok önemli iki belge var. Bunlardan biri; 24 Mayıs 2003 tarihinde AKP iktidarının ABD ile gizli bir anlaşma imzaladığı hem de bu anlaşmanın Dışişleri’nde gerçekleştirildiği iddiaları tüyler ürpertiyor. Aklıselim hiçbir insanımızın kabullenemeyeceği bu “gizli anlaşma” Türkiye’yi kuşatan tehlikenin boyutlarını da gözler önüne seriyor. Şimdi bu gizli işe açıkça bir göz atalım bakalım. Bir buçuk aydır İnternet ortamında sirküle edilen ve çeşitli yayın organlarında binlerce kez yayınlandığı halde tekzip edilmeyen belge şöyle:
Tarih, 24 Mayıs 2003. Yer, Dışişleri Bakanlığı Balgat/ANKARA (*)
1. Irak’ın kuzeyinde bulunan bütün Türk birlikleri ve Türk Ordusuna bağlı özel kuvvetler, dört ay içinde aşamalı olarak Türkiye sınırları içine çekilecek.
2. Türk Ordusu bundan böyle hangi gerekçeyle olursa olsun, sınır ötesi harekatta bulunmayacak. PKK (KADEK) in Türkiye egemenlik alanı dışında takip ve bastırılması harekatlarına son verilecek.
3. PKK (KADEK) e karşı Türkiye Devletini egemenlik alanı içinde yapılacak askeri harekatlar için, ABD askeri makamlarına haber ve bilgi verilecek, izin alınacak.
4. Eğer Türk Silahlı Kuvvetleri PKK (KADEK) e karşı ABD askeri makamlarına bilgi vermeden ve izin almadan harekat yapacak olursa, ABD Hükümeti Kürt halkına karşı şiddet kullanıldığı ve soykırım uygulandığı çerçevesinde uyarıda bulunma hakkını kullanabilecek. Bu durumda ABD gerekli gördüğü ambargo ve silahlı müdahale gibi siyasal ve askeri yaptırım haklarını saklı tutacak.
5. Türkiye ABD’nin İran’a ve diğer Ortadoğu ülkelerine karşı uygulayacağı sınırlı askeri harekatlara, ABD’nin talep etmesi halinde kayıtsız ve şartsız olarak üs ve taşıma kolaylıkları sağlayacak, askeri birlik verecek. Türk birliklerinin üs komuta yetkisi ABD komutanlığında olacak.
6. Türk Ordusunun asker sayısı ve silahlı kuvveti ABD’nin uygun bulduğu sayı ve kabiliyete indirilecek. Özellikle tank ve ağır silahların miktarı düşürülecek. Savaş uçağı sayısı sınırlanacak. Bütün silah ve cephane bundan sonra ağırlıklı olarak kısa menzilli taktik savunma kavramına göre ayarlanacak. Türkiye’de bulunan ABD ve NATO irtibat subayları’ nın görev alanları ve yetkileri genişletilecek.
7. Irak’ın kuzeyinde kurulmuş olan ve "Kürdistan" adı verilen kukla devlet resmen ilan edildikten sonra Türkiye tarafından resmen tanınacak. Türk Devleti’nin kukla devletin kuruluşunu “savaş nedeni” sayan Milli Güvenlik Siyaset Belgesi ve bu yöndeki politika ve kararları kaldırılacak.
8. Abdullah Öcalan ve diğer dört lideri dışında bütün PKK (KADEK) yönetici ve elemanlarına geniş kapsamlı af çıkarılacak.
9. Etnik grupların yasal siyasete katılmaları önündeki bütün yasal kısıtlamalar ve engeller kaldırılacak. Af yasasıyla bağlantılı olarak PKK (KADEK)e yasal siyaset düzleminde yer alma olanağı sağlanacak. Hapiste veya dağda bulunan yöneticilerin siyasal mücadeleye katılmaları için gerekli hukuki ve siyasi önlemler alınacak ve uygulanacak.
10. Kamu Reformu Yasası ve yeni Yerel Yönetim Yasaları hızla çıkarılacak. Türkiye’deki Kürt nüfusun yoğun olarak yaşadığı şehir ve kasabaların belediyelerinin özelleşmesi süreci kararlı olarak yürütülecek.
11. Türkiye dört yıl içinde uygulanacak bir planla üniter devlet yapısını terk ederek federasyona geçecek.
12. KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş "Arafat modeli" denen uygulamayla devre dışı bırakılarak Kıbrıs’ta Annan planı bazı küçük değişikliklerle hayata geçirilecek.
13. Ege Kıta Sahanlığı konusunda Türkiye, Yunan tezlerine daha esnek davranacak .Türk jetlerinin uçuç alanı daraltılacak. Sık sık ortaya çıkan "İt dalaşı" sorunu Yunanistan rahatsız edilmeden çözülecek.
14. Türkiye’nin Ermenistan ile ilişkileri normalleştirilecek ve iyileştirilecek. Sınır ticaretinde Ermeniler lehine düzenlemeler yapılacak. Ermenilerin Türkiye’ye gezilerindeki bazı kısıtlamalar kaldırılacak.
BİR TÜRK ATASÖZÜ “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz”
BİR GÜZEL SÖZ “Şahsınıza yapılan kötülüğü affedin; Ancak, milletinize yapılanı asla affetmeyin ”Hz.ALİ. Bu önemli ve özgün haberi kullandığı ve duyurmaya katkı sağladığı için “Tevfik Diker” e buradan teşekkür ederim.
Diğer taraftan, Ortadoğu' da "Siyaset Yosması" olarak bilinen Amerikanın kemik yalayıcısı Yahudi dönmesi (veya bir başka rivayete göre Ermeni asıllı) Barzani tahriklerini sürdürmekte, referandumda ısrar etmekte ve “kimse içişlerimize karışmasın” diye küstahça meydan okumaya devam etmektedir. Keza, haddini aşma konusunda Türkiye’de vaki hiçbir olayı da kaçırmamaktadır. Tıpkı Ermenistan, Ermeni diyasporası ve Yunanistan gibi, fırsat bu fırsat deyip yüklenmesi, yukarda ki iddia ve açıklamaları doğrular niteliktedir. 
Bu bağlamda, Malatya’da yaşanan menfur saldırı dünyanın gözünü tekrar Türkiye’ye çevirirken olay pek çok ülkede olduğu gibi Irak’ta da yankı buldu. Ancak Irak Kürt Bölgesel Yönetimi lideri Mesut Barzani’nin internet sitesi olarak bilinen Peyamner’in, söz konusu olayı “Dünya Haberleri” değil “Kürdistan Haberleri” bölümünde yayınlaması dikkat çekti.
Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya kalkışan misyonerlere yönelik tertip (!) ve saldırı; “Kürdistan-Malatya’da Şok Cinayet” gibi çok şaşırtıcı, kışkırtıcı ve düşmanca bir başlıkla duyuruldu. Mezkür internet sitesinin, Türkiye ile ilgili bazı haberleri “Dünya” bazı haberleri de “Kürdistan” bölümünde yayınladığı dikkate alınırsa bunun ne denli hainane bir maksat ve ağır tahrik içerdiği açıkça anlaşılmalı ve altı çizilmelidir.
Küstahlık ve haddini bilmezlik yalnızca Mesut Barzani’ye has bir özellik değil; Uzak geçmişi bir tarafa bırakalım, sadece çok yakın sürede vaki Talabani vukuatları dahi Türkiye için çok ağır tahrik, tehdit ve ithamlar içermektedir. Son olay çok menfur ve manidardır. Buna mukabil Türkiye sadece bir nota verebilmiş, ona da henüz tatminkâr bir cevap alamamıştır.
Bunlar günün ve yapay gündemin olaylarıdır. Senaryo gereğidir. Bir de yıllardır ardı arkası kesilmeyen ve her biri Türk milletini derinden yaralayan, yüreğine oturan insanlık dışı hain saldırılar, katliamlar ve soykırım teşebbüsleri vardır. Şimdilerde Türkmen bölgelerinin demografik (nüfus) yapılarını değiştirmeye yönelik olarak yoğunlaşan gasp, işgal ve tehciri de dikkate alırsanız; Adeta, Musul, Kerkük, Süleymaniye, Erbil ve Telâfer Ermeni işgali altında sanırsınız. Çünkü ancak, benzer olaylar sözde medeni (!) dünyanın alçakça göz yumduğu ve en son Ermeni işgal, gasp ve soykırım bölgesi KARABAĞ’ı andırmaktadır.
Malum ve meş’um saldırıda binlerce Azeri Türk’ün hunharca katledildiği ve yaklaşık 800 bin kişinin yerinden yurdundan sürüldüğü acı bir gerçektir. Halâ ıstırapları vehametle yaşanan acı gerçeğe rağmen soykırım suçlusu Ermenistan, uluslar arası emperyalist unsurlar ve Türk düşmanlarından aldığı destek ve cesaretle Türkiye’ye karşı haksız, yalan ve asılsız iddia ve iftiralarını sürdürebilmektedir. Bu aleni düşmanlığa karşı mukabelede Türkiye, Türk Dışişleri ve Cumhuriyet hükümeti ne yazık ki çok zayıf ve pasiftir. 
Gerçek şu ki, AB-ABD ve şerikleri (ortakları) sözde ‘medeni dünya’ denilen tek dişi kalmış, ahlâken ve insanen tefessüh etmiş, paraya tapan ve kanla beslenen vampirleşmiş kadavralardan Türkiye’ ye ve Türklere hayır yoktur. Bunların kirli el, karanlık emel ve hain işbirliği ile Irakta yaptıkları ortada, herkesçe malum ve ayândır. Ve dahi bilinmeli ki; Başta Somali, Srebrenika, Bosna-Hersek, Kıbrıs/Noel, Bulgaristan/Belena, Batı Trakya, Afganistan ve Türk-İslâm coğrafyasında yıllardır vaki katliam-soykırım, zorunlu tehcir, izolasyon, abluka ve ambargo gibi haksız, adaletsiz, mesnetsiz ve hukuksuz her türlü caniyâne teşebbüs, tehdit, vahşet ve tedhişin sorumlusu bu devletler (!) güruhudur.
Bütün Türk ve İslâm alemi bu insanlık dışı vahşet ve organize dehşetin farkındadır.
Artık, Türkiye de ‘farkında olmak’ zorundadır.
Farkında olmak, tedbir almak ve faillerin haddini bildirmek anlamını taşır.
Düşmanca bir tehdit, tahdit, tahrik ve teşebbüse karşı ‘mukabele-i bilmisil’ Atatürk’ün vasiyetidir. Türk devlet geleneğinin vazgeçilmez icabı ve gereğidir. ‘Yurtta Sulh, Cihanda Sulh’ düşmanca bir teşebbüse misliyle mukabeleyi zorunlu kılar. Türk budur. Türkiye budur.
Türkiye; Dünya ve uzay Türklüğünün Kâbesidir.
Türkiye; Dünyanın neresinde bir Türk varsa, O’nu korumak ve kollamak görevi ile memur ve mükelleftir. Yani, bütün Türk hükümetleri Türkçe düşünmek, Türkçe konuşmak ve Türkçe fiil ve harekâtta bulunmak zorundadır.
Bu zorunluluk, 2200 yıllık geleneği, bilgi, deha ve deneysel birikimi olan ve bu tarihi geleneği Başkomutan Mareşâl Mustafa Kemâl Atatürk’ün ilke, irşâd, emanet, vasiyet ve Türk inkılâbı ile taçlanan ‘Türk Ordusu’ içinde geçerli-zorunlu bir görev olmakla; Sırasıyla, Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin ‘Londra-Zürich ve Garanti Antlaşmaları hilâfına’ AB’ye katılımına göz yummak; Muavenat ve Eşref Bitlis olayının üzerine gerektiği biçimde gitmemek; K. Irak’ ta ilân edilen ‘kırmızı çizgilerin”ABD tarafından paspas gibi çiğnenmesine müdahil olmamak; Türk askerlerinin başına çuval geçirildiği vakit en ağır surette mukabele etmemek; Uluslar arası bir hak olmasına rağmen ‘sınır ötesi’ harekâta girişmemek ve nihayet; Kendi hakimiyet ve hükümranlık alanımız içinde menfur terör örgütünün kökünü kazımamak gibi... Çok büyük suçları ve günahları var. Millet bunu pekalâ görmektedir. Lâkin, suç ve sorumluluk TSK’ nın kurumsal kimliğinde değil; MGK Genel Sekreterliğinde 30 yıl süre ile dış kaynaklı, Türk ve İslâm düşmanı mason tarikatının bir mensubunu barındıracak kadar umursuz ve duyarsız paşa nam kimselerde olduğunu bilmektedir.
Ne hikmetse bu paşalar, devletin soyulup sağana çevrilmesine de karşı değillerdir. Varsa, yoksa bir Cumhuriyet ve lâiklik meselesidir tutturur giderler. Oysa, Atatürk ve Türk Cumhuriyetinin temel ilkesinin “fazilet rejimi” olduğunu bilmezler. İşte, en büyük sorun da budur. Zira, bünyesinde hırsız, yolsuz, soysuz ve namussuz barındıran bir rejim iflâh olamaz.
Oysa, Mareşâl Mustafa Kemâl ATATÜRK’ ün en çok kullandığı kelime “namuslu ve dürüst olmak” tır. Bunu bilmezler. Başta ADD ve ÇYD olmak üzere “Atatürkçülük” maddeci-materyalist bir felsefe; Lâiklik ise, sekülarizm (yani dinsizlik) olarak algılanır, açıklanır ve nihayet birbirinden bütünüyle farklı 41 tür Atatürkçülük tanımlanır, buna ses çıkartmazlar.
Bu, bütünüyle yanlış ve gerçekdışı bir algılama, açıklama ve tanımlamadır. Örneğin:     Atatürk’ün Türk Gençliğine Hitabı, Onuncu Yıl Nutku, Bursa Nutku ve Balıkesir dahil 52 hutbesi ile muhtelif söylev, demeç, emanet, vasiyet-vecizelerinde tam bir ehliyet, liyakat, vukuf, bilgi, basiret (öngörü) ve ferasetle ifade ettikleri gibi; “Memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar, gaflet, dalâlet ve hattâ hıyanet (ihanet) içinde dahi olabilirler...” hitabı, henüz dağıtılmamış bir ORDU’ yu mutlak surette muhatap alır mı ? almaz mı ? elbette alır.
Öyle ise, kıçı kırık Rum-Yunan bunu tam bir şuurla yapar, Ermeni gerektiğinde yalan, dolan, iftira ve riya ile dünyayı ayağa kaldırır, İsrail bir askeri için savaş acar-saldırır, ABD 9 asker için kıtalararası baskın yapar ve İngiltere 15 asker için saldırı tehdidinde bulunur..Başta Fransa olmak üzere, dünyanın çoğu ülkesinde “devleti bütün kurum ve kuruluşları ile” gasp, irtikap, yolsuzluk sahtecilik ve su-i istimallere karşı ordu denetlerken; TSK neden yapmaz. Neden ve niçin Türk aleminin maruz kaldığı tehditlerle yeterince ilgilenmez. Tam yeri ve zamanıdır, sorulur... Genel Kurmay Özel Harp Dairesi şimdi neden yok ?...
OYSA!...
Şimdi K. Irak’ta, Kerkük’te, Telâfer’de, Musul’da, Erbil’de yaşayan 3 milyon öz be öz Türk, TÜRKMEN kardeşimize yönelen alçakça bir soykırım tehdidi ve hazırlığı var. Düne kadar binlerce masum ve müsemma kardeşimiz alçakça-hunharca idam edildi. Evinden, barkından, yerinden, yurdundan sürüldü. Kerkük’e yasa, hukuk ve ahlâk dışı yollarla 400 bin göçmen getirildi. Askerlerimizin başına mel’unlarca çuval geçirildi. Tarihi Türk topraklarında Türkiye’ye karşı terör örgütleri kuruldu, 40 bin dolayında masum, müsemma, günahsız ve korumasız Kürt kardeşimiz ve Mehmetçiğimiz alçakça şehit edildi.
Şimdi işgal altında olan ve kurtuluş savaşı veren dost ve kardeş Irak halkına ihanet eden bu bölücü, ayrılıkçı, şer ve şeytani unsurlar; Hain uzantılar oluşturup, içimizde sinsice örgütlenerek bağrımıza hançer soktular. Anavatan Türkiye ve KKTC’de Genel kurullarında İstiklâl Marşı yerine Ermeni ve Rum şarkıları çalan ihanet şebekeleri aynı bölgeden idare ediliyor, güç ve kuvvet alıyor ve Anavatan Türkiye’yi bölmeye, parçalamaya çalışıyor. Her karışından fitne, fesat, tehdit ve ihanet fışkıran bu Barzani ve Talabani karargâh alanından yayılan hıyanet ve melânete bu kadar müsamaha ve tahammül niye?...
YETTİ ARTIK. “DUR” DEMEK ZAMANIDIR
Onurlu, özgür ve soylu bir yaşam hürriyet ve adâlet ile kabildir.
İstiklâl, Milli Egemenlik, Onur ve Adâlet Türk Milleti’nin karakteridir. Kaldı ki, hiçbir millet veya fert kendi “ırk’ının izmihlâlinden” yana olamaz. Türk Milleti, milletlerin efendisi, evrensel medeniyet ve adaletin hamisidir. Değil, burnumuzun dibinde, gözümüzün önünde; Abdullah GÜL’ün dediği gibi “TAPUSU CEBİMİZDE” olan bir TÜRK DİYARININ izmihlâline, insan hakları ihlâline hiçbir Türk sessiz kalamaz, AB kalsa bile; ORDU sessiz kalamaz, Hükümet kalsa bile; HALK sessiz ve ilgisiz kalamaz; Dahili ve harici bedhahlar ‘bu sesi’ bastırsa bile. Gün Kerkük ve bütün K.Irak Türklüğüne sahip çıkma günüdür. Yarın çok geç olabilir. Bu nedenle:
“AB’mi,ABD’mi demek nafiledir.Haykırılması gereken tek şey: TB (Türk Birliği)’dir.
Tıpkı 1957-58’de “MİLLİ DAVA KIBRIS” ve 14 Nisan’da Cumhuriyet için olduğu gibi; 28 Nisan 2007 Cumartesi günü, bu defa “KERKÜK İÇİN” Tandoğan da “TEK BİR BİLEK ve TEK BİR YÜREK” olmak; Zalime ve zulme ‘DUR’ demek anlamına gelmiştir. 
            Bu bölümden itibaren bazı ibretli olayları, tarihi gerçekleri ve Türk dünyasının yakın dönem kahramanları ile ilgili somut gerçekleri anlatacak ve açıklayacağım. Sırada Kıbrıs’ın “Milli Dava” ya dönüşmesini sağlayan TMT, Aliya İzzetbegoviç, Char Dudayev ve Prof. Dr. Ebulfeyz Elçibey var. Eski KKTC Cumhurbaşkanı Dr. Rauf Denktaş bu bakımdan (maneviyat noksanlığından ve dine değer vermemesi yüzünden) sınıfta kalmış birisidir. Örneklerin amacı Tabii ki, şu an yaşanan Kerkük (Musul Vilâyeti) sorunu ve diğer yoğun bölgesel sorunlara ışık tutmak amacıyla elbette...
            Türk’ün hafızası “Nisyan ile malul olmamak” gerek. 
En fazla bundan 50 yıl öncesine ait çok ciddi ve özgün bir örnekle yazımı sürdürmek istiyorum. Şöyle ki, 1955 yılında Kıbrıs’ta Rumlar tarafından ada sakini Türklere yönelik büyük bir soykırım yapılacağı yolunda yoğun duyumlar alınır. (Günümüzde de aynı ve benzer duyumlar Kerkük Türkmenleri için alınmaktadır. Telâfer’de zaten büyük bir katliam ve soykırım icra edilmiştir) Ciddi dedikodular ve uluslar arası camiada söylentiler dolaşmaya başlar. Dönemin Menderes hükümeti konuyu istihbarat kanallarını kullanarak inceler. Ortaya çıkan tablo oldukça enteresan, durum ciddi ve vahimdir.
Yerinde yapılan araştırma ve incelemeler ada da 10 bin civarında Yunan askerinden oluşan bir “Rum milli muhafız alayının” mevcudiyetini ortaya koymuştur. Buna mukabil Türk cemaati silâhsız, savunmasız ve korumasızdır. Ada da bir tek Türk askeri bile yoktur. O gün için Kıbrıs üzerinde hiçbir hak ve hukuki bağı bulunmayan Türkiye, (Oysa; Musul, Kerkük ve Kuzey Irak’ta ki Türk bölgeleri hakkında uluslar arası kabul görmüş belgeler, antlaşma ve sözleşmeler vardır) derhal uluslar arası kurul, kurum, BM ile NATO nezdinde harekete geçer. Mukabil lobiler teşkil edilir. Yunanistan kıskaca alınır ve sistematik baskıya muhatap kılınır. Diğer taraftan alternatif politikalar geliştirilir ve soykırım önlenir. Ayrıca, ani bir dururum ve emrivakilere karşı ada sakini Türk’ler için gerekli her türlü tedbir alınır.
“MİLLİ DAVA” SÜRECİ, TMT VE KIBRIS   (*)   
Sonuçta bununla da yetinilmez.
“1957 yılının sonu 1958 yılının başlarıdır… Başbakan Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Kıbrıs’ta meydana gelen olaylar dolayısıyla donemin Genelkurmay Karargahına bir soru sorarlar: “Kıbrıs’ta EOKA’ya karşı silahlı ve gizli bir örgüt kurabilir mi”
Genelkurmay ikinci Başkanı Orgeneral Salih Coşkun dönemin Özel Harp Dairesi Başkanı General Daniş Karabelen Paşayı yanına çağırır ve bu işi becerip beceremeyeceklerini sorar. Daniş Karabelen Paşa daire personeli ile görüştükten sonra cevabini verir: “Kurarız!”
Bu cevap hükümete bildirilir ve hükümetten, maddi ve manevi her türlü desteğe hazır olunduğu ve harekete geçilmesi bildirilir. Özel Harp dairesince hazırlanan ve daha sonra Genelkurmay ikinci Başkanı olan Cevdet Sunay ile Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun’un onayladığı “Kıbrıs’ı Istirdat (Geri Alma) Projesi” (KIP) kapsamında harekete geçilir ve Kıbrıs TMT’si (Türk Milli Mücahit Teşkilâtı) kurulur.
Yine DP tarafından kurulmuş bulunan “Özel Harp Dairesi” nde görevli bir grup Türk Subayı, hükümetin direktifi doğrultusunda Kıbrıs’la ilgili bu gizli çalışmayı sürdürürken, bir başka subay grubu, dönemin CHP’sinin “özel” yayın organı durumundaki Ulus gazetesinde “Devrimci Genç!” başlığıyla, Atatürk’e atfedilerek Bursa Nutku (!) doğrultusunda (bu nutuk kaynak ve dayanak göstererek) yayınlanan yazı, haber ve makalelerle milli irade ile iş başına gelmiş hükümeti alaşağı etmek üzere ihtilal komiteleri kurmakla meşguldürler.
Yani, günün Halk Partisi (CHP) halâ ve ısrarla; 19 Mayıs 1944’ de Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından seslendirilen;
“Irkçılar ve Turancılar gizli tertipler ve teşkillere başvurmuşlardır. Niçin ? Kandaşlar arasında gizli, fesat tedbirleri ile fikirleri memlekette yürür mü ? Hele Doğudan, Batıdan ülkeler gizli Turan cemiyeti ile zapt olunur mu ? Bunlar öyle şeylerdir ki, ancak devletin kanunları ve esas teşkilâtı ayak altına alındıktan sonra başlanabilir. Şu halde, yıldızlı fikirler perdesi altında doğrudan doğruya Cumhuriyetin TBMM’nin mevcudiyeti aleyhine teşebbüsler karşısındayız. Tertipçiler, on yaşında çocuklarımızdan bize kadar derece derece, perde perde hepimizi aldatmak iddiasındadırlar.
Dünya olaylarının bugünkü durumunda Türkiye’nin ırkçı ve Turancı olması lâzım geldiğini iddia edenler, hangi millete faydalı, kimlerin maksadına yararlıdırlar? Türk milletine yalnız belâ ve felâket getirecek olan fikirleri yürütmek isteyenlerin Türk milletine hiçbir hizmetleri olmayacağı muhakkaktır. Bu hareketlerden yalnız yabancılar yararlanabilirler. Fesatçılar yabancılara bilerek mi hizmet ediyorlar ? Yabancılar fesatçıları idare edecek kadar yakından münasebette’ midirler? (Cumhuriyet, 02.Mayıs.1944) Zihniyetini korumakta ve her şeye rağmen sürdürmektedir.
Buna rağmen dönem iktidarı tam bir vazife şuuru içinde çalışmalarını sürdürür.
“TMT’yi kurma emri alan kadro, hükümet ile sürekli istişare halinde, “BOZKURT” kod adını taşıyan Albay Rıza Vuruşkan’ı TMT’nin teşkilâtlanmasına yönelik olarak her türlü yetki ve imkan ile adaya göndermenin yollarını ararken; Malum ve müseccel diğer kadro, bütün akıl, ilim ve enerjisini demokrasi, seçim ve milli irade ile iş başına gelmiş meşru (DP) hükümetini nasıl devireceğine teksif etmiş durumdadır.
TMT’yi kurma emri alan kadro, hükümet ile sürekli istişare halinde, siyasi, askeri ve diplomatik risklerle dolu KIP projesini hayata geçirebilmek için sabahlara kadar çalışırken, diğer kadro, CHP’nin ileri gelenleri ile sürekli istişare halinde, milli irade ile iş başına gelmiş hükümeti devirmek için yapacakları ihtilalin gününü ve saatini tespit etmekle meşguldürler.
TMT’yi kurma emrini alan (askeri ve sivil) kadro, hükümet ile sürekli istişare halinde ve İngiliz istihbaratını dahi hayretten hayrete düşürüp şaşırtacak bir maharet, vatanseverlik ve gizlilikle TMT’yi Kıbrıs’ta filizlendirmeye çalışırken, ihtilal kadrosunun sivil uzantıları, (TMT’yi kast ederek) hükümetin halkı doğramak amacıyla gizli örgüt kurduğunu yaymakta ve buna halkı inandırmaya çalışmaktadırlar.
Bu yalan ve iftiralarına halkı inandırmaya inandıramazlar ama; Sürekli CHP’nin ileri gelenleri ile işbirliği yapıp istişare ederek kurguladıkları ihtilali (27 Mayıs 1960’da) yaparak milli irade ile iş başına gelmiş meşru ve yasal bir hükümeti devirmeyi becerirler.
Bununla da kalmazlar. KIP (TMT) gibi çok gizli bir projenin altında imzası olan üç hükümet görevlisini idama, ayni projenin altında imzası bulunan Genel Kurmay Başkanını hapse gönderirken, bu projeyi hayata geçirmeye çalışan subayları emekliye sevk ederler ve başta “BOZKURT” kod adını taşıyan Albay Rıza Vuruşkan olmak üzere Kıbrıs’ta görevli kadroları geri çekmek suretiyle 1963 olaylarına TMT’nin hazırlıksız yakalanmasını sağlarlar.
Dahası, bununla da kalmazlar. Sonradan yazdıkları hatıralarında, Demokrasi Şehidi Başvekil Adnan Menderes ve Fatin Rüstü Zorlu’ya ait bu projeyi de utanmadan sahiplenmeye kalkışırlar. Bunların sivil uzantıları olanla yetinmez, yayınladıkları dergilerde, “Kontrgerilla’ nın Kıbrıs Üssü” başlığı altında Kıbrıs TMT’sini örgütleyen subayları tek tek afişe etmek suretiyle, onları Yunan istihbaratına deşifre edip, alçakça işaretle hedef gösterirler. Bu iki gruptan hangisinin Türk Subayının misyonunu temsil ettiğini tartışmaya dahi gerek yoktur.” (*) Şenol Özbek, Emekli Yarbay-1.05.2007)
Bu bir derstir. Atatürkçü-Kemalist, Milliyetçi, Vatansever Türk siyasetçisi için ibrettir. Demokrasi Şehidi Merhum Başvekil Menderes, Polatkan ve Londra’da Fatin Rüştü Zorlu’nun bir İngiliz diplomata söylediği gibi  “kefeni çantada taşımaktır”. İşte, Türk siyasetçisi budur.
Türk dış politikasının esası mutlak mütekabiliyet, insan hakları, adalet ahlâkı, hukuk ve su-i niyet, haksız gasp, irtikap, işgale kalkışma, insanlık alemi ve özellikle “dünyanın her neresinde yaşarsa yaşasın” Türk ırkını izmihlâle uğratmayı amaçlayan kötü niyetli girişimlere karşı “mukabele-i bil-misil” dir. Yani, misliyle “misilleme” yapmak.
Kıbrıs’ta TMT’yi kurma basiret ve bekasını gösteren vatansever siyasetçilerin yaptığı budur. Onlar, tam bir cesaret ve kararlılıkla hareket ederek, İngilizlere terk den sonra Türkiye ile hiçbir hukuki bağı kalmayan Kıbrıs’ı Lozan Antlaşmasının 17. maddesini ilga ederek  milli davaya dönüştürmüş kahraman bir kadrodur.
Şimdi de, başta Kerkük, Kıbrıs, Batı Trakya, Türk dünyasının acil sorunları ve sözde soykırım yalan ve iftiralarını çözüme kavuşturmak için böyle bir kadroya ihtiyaç vardır. 
YURTTA SULH, CİHANDA SULH 
Günümüz politikACILARI, büyük önder Mâreşal Mustafa Kemâl Atatürk’ün “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” biçimindeki vasiyet, emanet ve gösterdiği “dış politika hedefini” yanlış algılayıp; AB süreci ve ABD ilişkilerinde olduğu gibi taviz ve ivaz verme keyfiyeti gibi gaflet ve dalâlet içine düşmemeli ve günü kurtaracak tarz pasif bir politika izleme, yürütme yoluna gitmemelidirler. Zira, Türk milletini Anadolu’dan atma, ya da tarih ile bağlarını kopartma girişimleri yoğunlaşmış, sözde Ermeni soykırımı yalanından sonra Yunan soykırımı gündeme taşınmaya başlanmış, şimdi de fırsattan istifade tarihte Türkler tarafından Bulgar soykırımı yapıldığı iddiası ile Bulgaristan devreye girmeye yeltenmiş bulunmaktadır.
Mesele daima teyakkuz halinde bulunmak, uyanık olmak ve Atatürk’ün ruhunu şâd edecek “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” hedefinin “muasır medeniyet seviyesini” ilkeli, onurlu, sorumlu, namuslu, dürüst ve demokrat bir kimlik ve kişilikle “adalet ahlâkı” bağlamında yakalamak ve aşmak.. olduğunu bilmektir.
Zira, “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” vecizesinin dayandığı bir başka ana temel, rasyonel mantık ve mantalite şudur: “Eğer istersen yurtta sulh, cihanda sulh; Ordunu sağlam ve emin tut, hazır ol daima cenge” Yani sulh, (barış) daima hazır olan çağdaş ve mükemmel, üstün yeteneklere sahip, iyi donanımlı ordu, yüksek savaş gücü ile sağlanır. Özellikle, çepeçevre ülkemizi kuşatan ihanet çemberi ve düşmanlık zinciri bunu zorunlu kılar. Mesele sadece Kerkük ve Kıbrıs’ tan ibaret değildir.
Hele şu belgeye lütfen dikkatle bir bakınız: (bunu önemine binaen tekrar ediyorum)
“Yıllar boyunca Türkleri barbar, katil ve soykırımcı olarak okutup anlatan Bulgaristan yönetimleri halâ gerçekleri gizleme ve olayları saptırma çalışmalarına devam etmektedirler. Olmadık soykırım ve katliam yalanları ile Osmanlılara karşı savaş açtırıp (1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı) bu savaş esnasında yüz binlerce Türk’ü katliamdan geçirip, öldürerek; (kendileri de, Türk soyundan gelmiş olmalarına rağmen) Müslüman Türk kanı ile sulanmış topraklarda kurulan Bulgaristan kendi yüzkarası davranışlarını görmemezlikten gelmeye devam etmektedir. Söz konusu savaşın en büyük nedenlerinden biri olarak gösterilen Batak Olaylarının büyük bir yalan ve iftira olduğunu batılılar bile artık kabul etmektedirler. Lütfen aşağıdaki haberi okuyunuz.(Yusuf Hüseyin BABEKOĞLU, Ankara)
Bulgar iftirası yalan çıktı (A.A)
Bulgaristan'ın Osmanlı egemenliğinde bulunduğu sıralarda ülkenin Batak köyünde, 131 yıl önce yaşanan ve "Batak Katliamı" olarak adlandırılan olaya Alman bilim adamlarının getirdiği yeni bir yorum ülkeyi karıştırdı. Bulgaristan'ın Osmanlı egemenliğinde bulunduğu sıralarda ülkenin Batak Köyü'nde, bundan 131 yıl önce yaşanan ve "Batak Katliamı" olarak adlandırılan olaya Alman bilim adamlarının getirdiği yeni yorum ülkeyi karıştırdı.
Alman tarihçi bilim adamları, Bulgar tarihçilerin, "Osmanlı yönetimine karşı 21 Nisan 1876'da başlatılan Batak isyanı sırasında, çoğu kadın ve çocuk 5000 kişinin Batak'taki Sveta Nedelya kilisesinde Osmanlılar tarafından kılıçtan geçirildiği" yolundaki iddialarını çürüttü. Öğretim üyesi Bulgar kökenli Martina Baleva ile Doğu Avrupa Enstitüsü üyesi Ulf Brunbauer, "Batak katliamı" olarak bilinen hayali olayın aslında korkunç bir yalan, iftira ve "düzmece" olduğunu açıkladılar. "Bulgaristan'ın ve resmi tarihçilerinin Batak'taki olayları fazlasıyla abartarak, Bulgar halkı arasında Müslümanlara ve özellikle Türklere karşı nefret duyguları uyandırmaya ve halkı tahrik etmeye çalıştıklarını" belirten Brunbauer, "Bu da herkesin bildiği gibi Komünizm döneminde Türklere karşı uygulanmaya çalışan asimilasyon kampanyasına ilham vermiştir" diye konuştu. Alman tarihçi, yaptıkları araştırmalar sonunda, özellikle Komünizm döneminde bazı çevrelerin Bulgar-Türk ilişkilerine zarar vermek için "hayali efsaneler" ürettiklerini ve tarihsel olayları saptırdıklarını belirlediklerini bildirdi.
Baleva ve Brunbauer Batak olayları ile ilgili yaptıkları araştırmalardan elde ettikleri bilgi ve sonuçları 17 Mayıs 2007 tarihinde Sofya'da düzenleyecekleri konferans ve sergi ile kamuoyuna açıklayacaklarını söylediler.
Konferansa, karşı görüşü savunan bilim adamlarının da davet edileceği öğrenildi.
CUMHURBAŞKANI PIRVANOV TEPKİ GÖSTERDİ
Aynı zamanda tarih uzmanı olan Bulgaristan Cumhurbaşkanı Georgi Pırvanov ise iki bilim adamının başını çektiği araştırma ekibinin Batak olayları ile ilgili ortaya attıkları yeni teze tepki gösterdi. Konuyla ilgili özel bir açıklama yapan Pırvanov, bu tezin Bulgaristan'ın milli tarihine ve milli değerlerine karşı düzenlenmiş bir "provokasyon" olduğunu ileri sürdü.
Pırvanov, "tezde yer alan iddiaların tarihsel gerçekleri saptırmaya yönelik olduğunu" belirterek, "Batak halkının canları pahasına başlattığı isyan Dostoyevski, Turgenev, Mendeleev, Gladston ve Garibaldi gibi dönemin en parlak fikir adamları tarafından da kabul edilmiştir" diye konuştu. Bu arada ırkçı ve aşırı milliyetçi görüşleriyle tanınan ATAKA partisinden yapılan açıklamada da "Batak olayının Bulgar halkına karşı bir soykırım olduğu" öne sürülerek, "Batak katliamını reddeden kişilere 1 yıldan 5 yıla kadar hapis ve 5 bin levadan 50 bin levaya (2500-25.000 avro) kadar para cezası verilmesini öngören bir yasa tasarısı hazırlandığı bildirildi. Açıklamada, söz konusu yasa tasarısının parlamentoya sunulduğu ve en kısa zamanda yasalaşması için her türlü girişimin yapılacağı kaydedildi. (*)
YORUM:
Görüldüğü gibi Yunanistan’dan sonra bu defa da Bulgaristan da bir “sözde soykırım” furyası handikabına girmiş ve her ne kadar Cumhurbaşkanı Pırvanov’dan usulen tepki görse bile, fesat bir kerre başlamıştır. AB himayesinde sürer gider. Bulgar hükümeti ise, bir yandan bu tespitleri geçiştirip kamuoyuna unutturarak; Bu tutmadı hayıflanması ile şu anda yeni bir soykırım daha icat etme peşinde, dahası inkâr yasası ile bu teşebbüs ve iddialarını daha da pekiştirmek istemektedir. Hattâ şu anda Bulgaristan da mevcut Türkler üzerinde her ne kadar bir fiziksel şiddet uygulanmıyor olsa bile, AB ülkeleri tarafından “tek çare ve tek politika” olarak benimsenen ve yıllardır ısrarla uygulanan asimilâsyon süreci üstü kapalı bir şekilde devam ettirilmektedir. Türkiye bunu da düşünmek, izlemek ve değerlendirmek zorunda ve durumundadır. (*) (http://www.hurriyet.com.tr/dunya/6401811.asp?gid=180)
Bu da, aynı bağlamda dikkate alınması ve muhtemel gelişmeler karşı uyanık olunması gereken müstakbel bir sorundur.
Böyle bir zamanda ülkemizin, ülkemiz yöneticilerinin ve bütün Türk aleminin, bütün  dikkatini gelişmelere yöneltmesi, çok uyanık-bilinçli (daima kendinde ve olup bitenin farkında) olması,yakın ve uzak tarihten ibret ve ders alarak strateji geliştirmesi gerekmektedir.
Şimdi ABD bir taraftan sözde Ermeni soykırımı tehdidi ile Türkiye’yi kıskaca almaya çalışıyor, Fransa insanlık, ahlâk ve hukuka aykırı önlemler geliştiriyor, İsviçre zaten bu düzeni çoktan kurmuş uygulamakla meşgul. Yunanistan kanun kitap dinlemiyor aklına eseni yapıyor. Bulgaristan pusuda haince fırsat bekliyor. Böylece, yakın ve uzak gelecekte 3T plânı olarak nitelenen (Tanıma, Tazminat ve Toprak) hain senaryo adım adım hükmünü icra ediyor.
Şu aşamada baskı Kerkük, Kıbrıs, Batı Trakya ve Doğu Türkistan’da yoğunlaşmakta. Çemberin ortasında kalan coğrafya Anadolu ve tabii ki Türkiye... İhanet büyüyor. Çember daralıyor. Türkiye, içine maksatlı ve plânlı olarak itildiği (sürüklendiği) iç sorunları aşmak, çevresini görmek, ayıkmak, uyanmak ve bu sorunları çözmek zorundadır. Üstelik olaylardan ve sorunlardan kaçarak, göz ardı ederek, zamana bırakarak değil, üstüne üstüne giderek hal çareleri bulmak, alternatif çözümler üretmek ve kararlılıkla uygulamak durumundadır.
Şimdi gelelim, dizimizin ta başında sözünü ettiğimiz günümüz “milli” kahramanlarına.Bu bölümleri biraz ayrıntılı olarak arz edecek ve sonuçta bu üç büyük kahraman lider’ in izinden gitme, yolunu takip etme konusunda önemli hatırlatmalar yapacağım.
Onlar, (Aliya, Dudayev ve Elçibey) günümüz Türk ve İslâm âleminin özgürlük ışıkları, vatanseverlik, hürriyet-adâlet nurları ve “Türk’ün çağdaş yaşam biçimi konusunda” ilham alınacak büyük önderleridir. Atatürk’ten sonra, O’nun izinden samimiyetle giden, Atatürk ilkeleri ve Türk inkılâbını ideal edinen ve ATA’nın yolunu sadakatle takip edenler;  Onlar, “Hakkıdır ‘Hak’a Tapan’ Milletimin İstiklâl” diyenlerdendiler. Ruhları şâd olsun...
ALİYA İZZETBEGOVİÇ (1925-2003)
1925 yılında Samaç’ta(*) dünyaya gelen Aliya, babasının Saraybosna’ya taşınmasıyla beraber, artık doğduğu şehirden ziyade -kendisinin de deyimiyle “Saraybosnalı’yım”- kimliği ile ön plana çıkmış, örnek ve önder bir liderdir.
Gençlik yıllarından itibaren siyasetle ilgilenmiştir. Henüz 16 yaşındayken, yani II. Dünya Savaşı sırasında “Genç Müslümanlar Örgütü” ne üye oldu. Bundan dolayı da savaştan sonra hapsedildi. 1949 yılında beş yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı. Hapisten çıktıktan sonra, hukuk, sanat ve bilim konularında eğitim gördü. Bu esnada bir inşaat şirketinde işe girdi. “Genç Müslümanlar” teşkilatında aldıkları kararlar doğrultusunda, dinî eğitim almaya başlayan Aliya İzzetbegoviç, Yugoslavya’da yayınlanan birçok dergi ve gazetenin yanısıra, İslam dünyasında da yazılar neşretti.
Bütün dünyada büyük bir yankı uyandıran en önemli eserleri 1970 yılında kaleme aldığı “İslam Bildirisi” (manifestosu) ile 1980 yılında tamamladığı “Doğu ile Batı Arasında İslam” adlı kitaplarıdır.
“İslam Bildirisi” kitabı delil gösterilerek 1983 yılında tutuklanarak 14 yıl hapse çarptırıldı. Önce 12, arkasından 9 yıla indirilen cezası, sonradan, yaptığının hatalı olduğunu söylemesi neticesinde çıkarılacağı ifade edilmesine rağmen bu teklifi şiddetle reddetti. Daha sonra uluslar arası baskının da etkisiyle affedildi. 1989 yılında hapisten çıktı.
Henüz hapisteyken komünist bloğun dağılacağını ifade eden Aliya, yakın arkadaşlarıyla beraber bu durumun kritiğini yaptı. Nitekim çıktıktan bir müddet sonra 1990 yılında bir sanatçı arkadaşının ismini koyduğu “Demokratik Hareket Partisi - Stranka Demokratske Akcije” SDA’yı kurdular. Oybirliği ile ilk başkanı seçilen Aliya, ölünceye dek genel başkan olarak kaldı.
Kitabını hazırlayan Alev Erkilet Hanıma: “Sizi en çok hangi yönü etkiledi?” diye sorulduğunda, o: “Beş yüz sayfanın her satırı... Bu kadar ceza, ayrımcılık ve katliam yaşadığı halde, kalbi asla katılaşmamış bir insandı, beni en çok bu insan yanı etkilemiştir.” diyerek insanî ve İslamî hoşgörüsünü ifade etmekte.
Cemalettin Latiç ise: “Her zaman göğsünü gere gere, İslamcı olarak gördüğünü ve bu yüzden hapiste yattığını söylerken, o, ayağında prangalar taş kırdı, ama bir gün olsun ideallerinden kaygılanmadı.” Aliya, dostlarına şunları söylüyordu: “Bağımsız bir Bosna devleti kuruldu, zalimler devrildi. Çok yaşadım ve yoruldum. Şimdi sevgilime kavuşmak istiyorum.” derken dünyada yapacaklarını yaptığını ifade ediyor.
Fransız aydını Henry Levi’nin deyimiyle: “Avrupa Bosna’da öldü.” Yani Avrupa’yı Bosna’da öldürürken Aliya şöyle diyor: “Ben Avrupa’ya giderken kafam önümde eğik gitmiyorum. Çünkü çocuk, kadın ve ihtiyar öldürmedik. Çünkü hiçbir kutsal yere saldırmadık. Oysa, onlar bunların tamamını yaptılar. Hem de Batı’nın gözü önünde; Batı medeniyeti adına.”
“Hayat kısa değil, ben onu uzun buluyorum.” diyen, İslam dünyası için bir model lider olan Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç, 78 yaşında 19 Ekim Pazar günü Hakk’a yürüdü.
Büyük bir değerini kaybeden Türk ve İslam dünyasının başı sağolsun.
Entellektüel bir liderdi
Cesaret ve kararlılığıyla hemen herkesin dikkatini üzerinde toplayan İzzetbegoviç, fikri ile fizikini hiç bir zaman ayırmadan yaşadı. İnce siyasetiyle bir ulusun imhasını önleyen Aliya, gittiği bütün toplantılarda halkını düşünerek hareket etti. Budapeşte’deki bir toplantıda kadeh kaldırmayan tek lider oydu. Cidde’de yapılan bir toplantı sonunda Kabe’ye giden Aliya, iki rekat namaz kıldıktan sonra şöyle dua eder: “Allah’ım, lütfen kendi merkezlerinden çok uzakta yaşayan halkıma, çektikleri acılarda ve yalnızlıklarında yardım et.”
Evet, o genç yaşta başlattığı mücadelesini, asimile edilmek istenen milletini, İslam kültürüyle ayağa kaldırmaya çalıştı. Riske girmeyi hayatının bir parçası gördü.
Dinî terbiyesini, önce ailesinden, özellikle de annesinden alan Aliya, mahalle camisindeki sabah namazlarını ve hocanın okuduğu Rahman suresini unutamadığını söylemekte. Daha sonra Ali Mütevellic’in yazdığı “İslam Işığında” adlı eseri ile Osman Nuri Haciç’in “Hz. Muhammed ve Kur’an” isimli eserlerin İslam’ı anlamasında çok rolünün olduğunu ifade etmekte.
Bosnalı Müslümanlar olarak çok baskı gördüklerini ifade eden Aliya İzzetbegoviç, bu yüzden yeterli dinî eğitim alamadıklarını söylemekte. “Ben, İslam’ı ve mücadele şuurunu Mevdudi, Seyyid Kutup, Hasan el-Benna ve Fazlurrahman gibi alimlerin kitaplarından öğrendim.” demekte.
Maziyi iyi bilen, geleceğe ümitle bakan, hali iyi değerlendiren kültürlü bir Müslüman lider olan Aliya İzzetbegoviç örnek bir kişiliğe sahipti.
            Aliya’nın kişiliğinden kesitler
Aliya, riya olur veya üzerine gösteri gölgesi düşer korkusuyla cuma namazını hangi camide kılacağını en son ana kadar gizli tutardı. Gideceği camiyi, oğluna ve korumalarına, arabaya bindikten sonra söylerdi.
Burada araya girip; “Neden Aliya İzzetbegoviç, Ebulfeyz Elçibey ve Cahar Dudayev” sorusuna bir açıklama getirmek istiyorum. Şöyle ki: Bu üç lider, Mustafa Kemâl ATATÜRK’ den sonra O’nun yolunda ve izinde istikrarla yürüyen, bütün Türk dünyası ile diğer mazlum milletlere ve küresel emperyalizmin kıskacında ezilen, soyulan, talan edilen ve sömürülen bütün halklara örnek olacak ‘efsanevi mücadelelerin’, nadir kahramanlıkların ve günümüzde insanlık davasının muhtaç olduğu davanın büyük önderleri ve yılmaz savunucularıdır.
Büyük zaferler ancak ve kesinlikle “büyük adamların” önderliği ile kabildir.
Milletler, önderlerinin yolundan ve izinden yürüdükleri sürece hür, hükümran, hakim ve özgür yaşarlar. Kadim Türk ve Osmanlı tarihi bu ve benzer emsalsiz isimlerle doludur. Bu müstesna isimler ve insanlık davasının önderlerini daima hatırlamak, yaşam biçimlerini, ilke, onur ve zaferlerle taçlanmış mücadelelerini incelemek, değerlendirmek ve “milli hafıza” ile “gelenek” bağlamında hatırda-akılda tutmak gerekir. Hani bir söz vardır; “Bir musibet, bin nasihatten evlâdır.” Lâkin, tarih bilen milletler musibette kavidir. Yani başka bir deyişle; Milli tarih şuuru ve bu şuur-bilinç, doğrultusunda tahkim olmuş, inanç, şahsiyet, haysiyet ve onurla muhkem “yüksek” bir yaşam düzeyi (medeniyet) oluşturmuş milletler ebed müddettir. Her türlü felâket ve musibete karşı sağlam bir koruma içgüdüsü oluşturmuş demektir.
Örneğin: Türk milleti 10 Kasım 1938’den itibaren Atatürk’ün yolunu, izini, ilke ve inkılâplarını terk etmese ve Onun milletine emanet ve vasiyet ettiği “KEMALİZME” samimi bir inançla sahip çıkarak, sadakatle uygulasa idi, bugün dünyanın en ileri devletlerinden biri olabilir, tarih boyunca olduğu gibi insanlık alemini aydınlatabilir ve yaşanan pek soruna aklın ve bilimin ışığında çözüm üretebilirdi. Bu konuda sadakat ve samimiyet gösterilmediği ve O’ nun yolu izlenmediği için bugün Türkiye, dünkü eyaletleri ile amansız bir sınavdadır.
Şimdi, cennetmekân Aliya İzzetbegoviç’i anlatmaya devam ediyorum:    
Dini istismardan çok korkardı...
Savaşa rağmen, Cuma namazında Gazi Hüsrev Bey Camii tıklım tıklım doluydu. Hoca efendi hutbedeyken, oğlu ve iki korumasıyla camiye giren Aliya İzzetbegoviç’e yer ayırarak öne geçmesini teklif ettiler, diğer taraftan da hoca hutbeyi durdurdu. Bu durum karşısında Aliya, “Burası Allah’ın evidir. Burada farklılık olmaz. Allah katında en üstün olan, takva sahibi olandır Herkes bulduğu yere oturur. Ben, burada oturacağım. Bilmiyoruz, belki hepimiz çiğnenecek, öleceğiz; amma, İslam’ı inşaallah çiğnetmeyeceğiz... Hocam lütfen hutbeyi tamamlayın.” Demiş ve Aliya’nın bu tavrından dolayı bütün cemaat çok duygulanmıştı. Emeklilik maaşıyla geçinen Aliya, geride kalanlara servet olarak mal-mülkten ziyade, hürriyet bırakan bir lider olarak dünyadan ayrıldı.
O, en zor şartlarda dahi, adalet ve hoşgörüyü elden bırakmadı. Kimseden nefret etmediğini söyleyen Aliya, şöyle diyor: “Bizler özgürlük için mücadele eden, kimseden nefret etmeyen bir halkız. Kısmen cesaretimiz, kısmen de bilgeliğimiz ve iyiliğe yönelmemiz suretiyle amacımıza ulaşmak isteyen insanlarız. İnsanlara karşı nefret hissetmiyorum. İnanın bana, tüm bu acı tecrübelerden sonra dahi, insanlardan nefret etmiyorum. Herşeyin güzel neticeleneceğine ve bu cehennemden bir çıkış olduğuna dair ümit etmemi sağlayan şey budur işte.” Görüldüğü gibi en zor şartlarda dahi, ümidini kaybetmeyen, etrafına pozitif enerji vermeye çalışan bir kişiliğe sahip olduğu gibi, hiçbir zaman da kin tutmamıştır.
Arkadaşlarına“geçmişi unutmayın, ama geçmişte yaşamayın”derken çok çalışmaları gerektiğini ifade etmekte. Ahlakın üstünlüğünü ve tesisini sağlamak için çalışan Aliya, entrikayı sevmediği gibi, açık ve şeffaf olmaya azamî derecede gayret eder ve hesap vermekten hiç çekinmezdi. Makam ve mevkî, onun için inanç ve ideallerini gerçekleştirme yolunda bir amaç değil, bir araçtı. Mütevazı, ama onurlu bir kişiliği vardı. Eleştiriye açıktı. Hayatı boyunca, Allah’a ve İslam’a göre şekillenen şahsiyetiyle, kendine olan güveniyle hep dik durmuştu. Gençlerin önünü açmak için, huzur içinde makamını genç kadrolara bıraktı ve onlara tecrübeleriyle yardımcı olmaya çalıştı. Ne asil, ne erdemli anlayış ve davranış.
            Hayatını özgürlük ve ülkesinin bağımsızlığına adayan Bilge Kral şöyle diyor:
“Ben, her zaman ülkemi sevdim ve severim. Fakat, otorite söz konusu olunca hiçbir otoriteyi, hiçbir zaman sevmem. Otoriteye sadece riayet edebilirim. Çünkü ben, bütün sevgimi özgürlüğe adadım. Evet ilerlemiş yaşıma rağmen, inanıyorum ki, halkımın özgürlüğe ve kurtuluşa ulaştığını görecek kadar yaşayacağım. Ya da daha doğrusu, bunu görecek kadar yaşamayı diliyorum. Çok mu bencilce bir istek bu? Belki de öyle, ancak size hayatım ve ölümüm hakkında hiç de takıntılı olmadığımı söylediğimde bana inanmalısınız. 70 yaşındayım ve daha uzun bir yol var önümüzde. Bireyler ölür, halklar yaşar. Mücadeleler bana bağlı değil. Önemli olan da bu. Sancağı binlerce insan taşıyor. Bunu sürdürecekler.”
Aliye İzzetbegoviç, hayatı boyunca beş vakit namaz kılmış, en ağır koşullar ve çok zor şartlar altında bile namazını terk etmemiş, Oruç dahil, inancının icabı olan bütün amel ve ibadetlerini; En mütevazi, muttaki ve mütedeyyin bir insan, “mazbut-dindar bir Müslüman” olarak yerine getirmiş; Hayatı boyunca alkol almamış ve Yüce İslâm’ın emir, yasak, helâl-haram ve (en yakınlarının samimi ifadelerine göre) akaidinin dışına çıkmamıştır.
O, günümüz Türk ve İslâm aleminin başarısındaki sırrı: “Samimi dindarlık ve İslâm’ a, tıpkı Büyük Önder Atatürk’ün dediği gibi; Olduğu inanmakta ve arı-duru, aslına uygun bir biçimde yaşamakta” görüyordu. Bakınız: 'Türkler' diyor Atatürk, 'İslam oldukları halde, bozulmaya, yoksulluğa, gerilemeye maruz kaldılar; geçmişin batıl alışkanlık ve inançlarıyla İslamiyet'i karıştırdıkları ve bu suretle gerçek İslamiyet'ten uzaklaştıkları için, kendilerini düşmanlarının esiri yaptılar. Gerçek İslam'ın çok yüce, çok kıymetli gerçeklerini olduğu gibi almamakta inatçı bulundular.İşte gerilememizin belli başlı sebeplerini bu nokta teşkil ediyor..(Sadi Borak) Aliya, bunu çok iyi biliyor, inanıyor ve inandığı gibi yaşıyordu. Ayrıca;
“Ey millet ! Allah birdir. Şânı büyüktür. Allah’ın selâmeti, âtıfeti ve hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz efendimiz, Cenâb-ı Hak tarafından insanlara hakâyık-ı diniyyeyi tebliğe memûr ve resûl olmuştur. Kanûn-u esâsîsi, cümlemizce malûmdur ki, Kur’ân-ı azîmü-ş-şân’daki nusustur. İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz, son dindir, ekmel dindir. Çünkü dinimiz akla mantığa ve hakikate tamamen tevafuk ve tetâbuk ediyor. Eğer, akla, mantığa ve hakikate tevâfuk etmemiş olsaydı, bununla diğer kavânîn-i tabiiye-i ilâhiyye beyninde tezat olması îcâbederdi. Çünkü bilcümle kavânin-i kevniyyeyi yapan Cenâb-ı Haktır. (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, I-III, 1989, II,98-99)
Dünyada istediğine ulaşan Boşnaklar’ın “Dede”sine Allah’tan rahmet, geride bıraktığı bağımsız Bosna-Hersek devletine de nihayetsiz ömür diliyorum.
            Bölüm Kaynakları: Aliya İzzetbegoviç, Tarihe Tanıklığım, Klasik Yayınları; Gerçek Hayat, Ekim 2003; Yeni Şafak, 23-27 Ekim 2003; Vakit, Sibel Eraslan,22 Ekim; Zaman, Ali Bulaç, 25 Ekim; Diyanet Dergisi, 154. sayı, Ekim 2003,
(*) Samaç: 1868’de Belgrad’dan ayrılan Müslümanlar için, Suudi Arabistan Kralı Abdülaziz tarafından kurulan şehir. İlk ismi Aziziye iken sonradan bu isimle anılmıştır
            Dikkat edin lütfen ! İyi bakın, doğru okumaya ve anlamaya çalışın.Aliya İzzetbegoviç, sözde medeni (!) AB’nin tam orta yerinde; Müslüman Türklere tehcir uygulama, vahşi kıyım, katliam ve soykırımla Bosna Hersek halkını yok etme teşebbüsü, kin, kan, intikam ve ihtiras bataklığından Allah’ın dini İslâm, samimi iman ve bu imandan kaynaklanan ‘kuvva-i milliye azmi” ve azimden yükselen milli irade ile kurtardı.
            Şimdi bir başka ibret tablosu ve kahramanlık destanına geçiyorum.
            KUTLU BİR DİRENİŞİN KAHRAMAN ÖNCÜSÜ:
CAHAR (CEVHER) DUDAYEV :
            Bu aslında bir destandır. İbretle okunmalı ve mutlaka gerekli dersler alınmalıdır.
            “Her anı acı her anı çile ve kahır dolu bir hayata rağmen yılmadı, zorluklara ve yokluklara karşı direnmesini bildi. Küçük bir orduyla dünyanın süpergücüne sahip kızıl orduya karşı savaşmak elbette kolay değildi. "Haksız gücün karşısında, güçsüz halkımın yani, “hakkın” yanında olmak benim imanımdır" diyerek Şeyh Şamil'in bıraktığı yerden mücadeleyi başlatmış ve Ruslara meydan okumuştu.
CAHAR DUDAYEV
1944 yılı Şubat ayında Çeçenistan’ın Yalho Köyü’nde dünyaya geldi. Doğumunun ardından henüz 15 gün geçmişken 23 Şubat 1944 tarihinde ailesi ile birlikte Sibirya’ya sürgün edildi. Çocukluk ve okul yıllarını Kazakistan’ın Sibirya Bozkırı’nda geçirdi. 1962’de Tambov Askeri Pilot Yüksek Okulu’ndan ve 1966’da Uzak Mesafe Uçakları Pilot ve Mühendis Yetiştirme Yüksek Okulu’ndan mezun oldu. 1974 yılında Gagarin Hava Harp Akademisi’ni bitirerek birinci sınıf pilot ve mühendis unvanını aldı. Kendisine SSCB Hükümeti tarafından 12 madalya verildi ve tümgeneralliğe kadar yükseldi
Dudayev, Sovyet tarihinde Stratejik Hava Kuvvetleri’nde Tümen Komutanı olarak görev yapan ilk Müslüman’dı. Baltık ülkelerinde meydana gelen bağımsızlık hareketlerini kuvvet kullanarak bastırması emredildi. Ancak bu emri yerine getirmedi. Rus Hükümeti bu itaatsizlikten dolayı Dudayev’i askeri birliği ile Grozni’ye sürdü. Cahar Dudayev 1990 yılı Mayıs ayında (tıpkı Mustafa Kemâl gibi) görevinden istifa etti ve halkının saflarında yer aldı.
1990 yılının Kasım ayında gerçekleşen “Çeçen Ulusal Kongresi”ne davet edildi ve icra kurulu başkanı seçildi. 19–21 Ağustos 1991’de Gorbaçov’a karşı yapılan başarısız darbe teşebbüsü sırasında darbecilerin karşısında yer aldı. Darbecilerle işbirliği yapan Çeçen-İnguş Cumhuriyeti Hükümeti’ni düşürmek için başlatılan halk hareketinin başına geçti. 27 Ekim 1991 tarihinde yapılan seçimlerde %85 oy oranıyla bağımsız Çeçenistan Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı seçildi. Çeçenistan’ın bağımsızlığını tanımayan Rusya’nın 1994 yılında başlattığı saldırılar karşısında Çeçen direnişinin liderliğini yürüttü. I. Çeçen-Rus Savaşı’nda önemli başarılara imza atan Dudayev, 21 Nisan 1996 tarihinde düzenlenen alçakça bir suikast sonucu şehit edildi. 21 nisan 1996, Çeçenistan’ın efsanevi lideri Cevher Dudayev’in şehadet tarihidir. Halkının özgür olması için, şan, şöhret, para, kısaca aklınıza gelebilecek bütün maddi değerleri terk eden yiğit adam, onuruyla şehadet şerbetini içti. Göğsünü gere gere hak divanına yürüdü.
HAYAT HİKÂYESİ VE RUS MEZALİMİ
Char Dudayev’in hayat hikâyesini biraz açmak eminim çok yararlı olacaktır.
Dudayev, 1944 yılının ocak ayında dünyaya geldi. Çeçenlerin maruz kaldıkları daimi zulüm, işkence, mezalim, ve baskı altında yaşama savaşı veren ailede on üç kardeşten en küçüğü idi. Kendi doğum gününü tam olarak bilmiyordu. Çeçen sürgünü sırasında kundakta bir bebekti. Buna göre 1943 yılı sonu ya da 1944 yılı başlarında doğmuş olsa gerek. Doğumu ikinci dünya savaşının bitimine rastladı. Gözlerini dünyaya açtığında açlık, yokluk, kıtlık ve sefalete merhaba dedi. Dudayev'in dünyaya gelişi sırasındaki yokluk ve sefalet sürprizine, bir de insanlık düşmanı kominist Sovyet Rusya tarafından uygulanan sürgün sürprizi ekleniyordu.
Zira Sovyet Rusya tarafından, İkinci dünya savaşında Alman işgaline uğrayan Kırım ve Kuzey Kafkasya'nın batısındaki yenilgilere suçlu aranıyordu. Suçlu hemen bulundu. Çeçenler, Kırım Tatarları, Karaçay ve Balkar halkları (Türkleri) idi bu suçlular.
Alman işgali altına girmeyen Çeçenistan ve Çeçen halkının, Almanlarla nasıl işbirliği yaparak Rusya'ya ihanet ettiği sanılıyordu. Sonuçta Çeçen halkı sürgünden kurtulamadı. Rus yönetimi, yüzlerce yıldır derinden kin beslediği Çeçen halkını, fırsat bu fırsattır diyerek tarih ve coğrafya sahnesinden silmeye teşebbüs etti.
21 şubat 1944 tarihinde Çeçen halkı bir milyon Rus askerince kuşatıldı. Top yekun olarak, 24 saat içinde elverişsiz şartlar altında ülkesini terke zorlandı. 850 bin Çeçen zorunlu sürgün ve tehcir tabii tutuldu. Bu alçakça, insanlık dışı ve düşmanca sürgün sırasında Çeçen halkının yarıya yakını hayatını kaybetti. 400 bine yakın insan telef oldu. Dikkat edin yıl 1944. Türkiye, İnönü’nün Cumhurbaşkanlığında. Anavatan da Türkçü kıyımı var. Tam o sıralar...
Cevher Dudayev, kominist yönetim nazarında suçlu olarak dünyaya geldi. Sürgün kararı verildiğinde yaklaşık 40 günlük masum ve müsemma bir bebekti. Annesinin kucağında sürgüne giden, belki de en küçük Çeçendi. Ancak, 7’den 70’e yüz binlerce Çeçen aynı kaderi paylaşıyordu. İşte Rusya bu idi...
Sağlam bünyeli insanların dayanamadığı kış şartlarına, mucizevi bir şekilde direnen küçük Cevher (Dudi) sağ salim Kazakistan'a ulaştı. Hz. Musa'yı en büyük düşmanı firavundan koruyan, hatta onun sarayında büyüten Rabbim, adeta Cevher Dudayev'i de meleklerinin kanatlarını gererek büyük tehlikelerden koruyor ve kolluyordu.
Dudayev Kazakistanın Çimkent şehrinde 13 yıl yaşadı. O, ana vatanından uzak bir halde anne ve babasının anlattığı Çeçenistan'ı hep rüyasında görerek büyüdü. Kanlı diktatör Stalin'in ölümünden sonra Rus yönetimi, Çeçenlerin haksızlığa uğradığını kabul edip, kendi öz vatan ve topraklarına geri dönüşlerine izin verdi.
1957 yılında büyük zorluklar içinde gerçekleşen bu geri dönüş kervanına, Dudayev ve ailesi de katıldı.Dudayev ve ailesi, fırsattan istifade evlerine yerleşen gaspçı ve hırsız Rusları, kazma ve küreklerle kovarak evlerine yeniden sahip olabildiler.
Yaradılıştan çok zeki ve akıllı bir çocuk olan Dudayev, sınavlarını başarıyla verdiği Tambov Hava Harp Okuluna kaydoldu. Okulu üstün bir başarıyla bitiren Cevher Dudayev, Sovyet ordusunda genç bir savaş uçağı pilotu olarak görev aldı.
Sovyet (kominist) ordusunda (kızılorduda) görev yaparken de O,çok iyi bir Müslüman, dindar bir asker ve örnek bir insandı. O’nun bu yüksek özelliğine Ruslar da saygı gösterir ve dinine, inanç ve ibadetine karışmazlardı. O, herkese güven veren, dürüst davranan ve itimat telkin eden “yüksek kişilik ve karakter sahibi” bir insandı. Asla alkol kullanmazdı. 
Mesleğindeki başarısı, ilkeli, onurlu ve dürüst oluşu ona hızla yükselme kapılarını açtı. Dudayev, kendisi gibi havacı bir Rus subayının kızına gönlünü kaptırdı. Daha sonraki çileli yolunda hayat arkadaşı olacak Alla Dudayeva ile evlendi. Alla, Çeçen olarak doğmamıştı ama, Dudayev'in şehadetinden sonra onurlu ve soylu bir duruşla gerçek Çeçen gelinlerini asla  aratmadı. Çeçen davasına bütün varlığı ile sahip çıktı.
1989 yıllarına gelindiğinde, kominizmin iğrenç foyası, zalim ve insanlık düşmanı yüzü iyice ortaya çıktı. Sovyet sistemi çatırdamaya başlamıştı.Gorbaçov'un uyguladığı Glasnost ve Prestroyka (yeniden yapılanma) politikaları Komünizme gün saydırıyordu.
Küfrün hükmü tamamlanmış ve mukadder olan Çöküş başlamıştı.
1991 yılının Aralık ayında beklenen son gerçekleşti. Ve Komünizm çöktü.
Komünizmin sancılı çöküşü öncesinde Dudayev, Tuğgeneral rütbesiyle Estonya'da görev yapmakta idi. Estonya'da görev yaptığı sırada, stadyumdaki bir tören anında Estonyalı gençler, Eston bayrağı açarak bağımsızlık gösterisi yaptılar. Dudayev bu gösteriye sempatiyle baktı. Saygı duydu. Tepki göstermedi. Ardından Estonya'da başlayan bağımsızlık yanlısı gösterilere müdahale etmesi talimatını dinlemeyerek "Asi General" adını aldı.
Bu sırada kendi ülkesi Çeçenistanda da hareketli ve heyecan dolu günler yaşanıyordu. Zelimhan Yandarbiyev önderliğinde kurulan Çeçen Halk Kongresi hareketi Sovyet kalıntısı yönetimi derinden sarsıyordu. Şeyh Şamil’in asil ve mağrur torunları büyük bir özlem aşk ve iştiyakla “Özgürlük” için harekete geçmişti.
Dudayev, Zelimhan Yandarviyev'in Çeçenistan’a davetine hiç düşünmeden evet dedi. Sovyet ordusundan ayrılan Dudayev için yeni bir dönem başlıyordu.Çeçen Halk Kongresi 6 Eylül 1991 yılında Dudayev'in başkanlığında Çeçenistan'ın bağımsızlığını ilan etti. 27 Kasım 1991 yılında yapılan seçimde de halkın yüzde doksanından fazlasının oyunu alan Dudayev Çeçenistan'ın resmi devlet başkanlığına seçildi.
Ancak, o gün için çok yürekli ve cesur bir karar olan, “Rusya Federasyonuna dahil olmadan” kendi yolunu bağımsızlıktan yana çeviren Çeçen halkının özgür iradesine karşı, Rus yönetimi iyi şeyler düşünmüyordu. Nitekim, Çeçenlerin kesin tavrı, sarsılmaz irade ve kararı Rus yönetimini çok rahatsız ve huzursuz etti. Türk düşmanı zalim ve hain Moskof Çeçen halkının bağımsızlık talebine karşı sert çıktı. Çeçenistan’ı en ağır biçimde tehdit ederek kanlı bir müdahele sinyali verdi.
Dudayev, esas itibarıyla Mustafa Kemal Atatürk’ün yolunda ve izinde yürüyen, O’nun istiklâl mücadelesini, ilkelerini ve inkılâplarını çok iyi bilen ve İslâm’ı alenen yaşayan, açıkça uygulayan ve ülkenin milli marşına kadar bütün değerlerini “İslâm’la” taçlandıran nadir bir lider, hakiki ve samimi bir Müslüman, örnek ve önder bir insan idi. Bütün siyasi stratejisini Şeyh Şamil sentezi ve Atatürk metodolojisi üzerine kurmuştu. Bilinen ve beklenenin aksine, önce adalet, hukuk ve barış yolunu kullanmak ve Rus yönetimiyle savaşmak istemiyordu. Zira, savaşın Çeçen halkına vereceği tahribat, muhtemel zarar ve hasarın farkındaydı.
Dudayev, dönemin inanılır ve güvenilir Çerkes (Türk) asıllı Adalet Bakanı Kalmuk Yura'nın arabuluculuğunu kabul ederek onunla görüştü. Bu görüşmede savaş olmadan Rus yönetimiyle anlaşmaya varılabileceğini söyledi. Kalmuk Yura bu öneriyi devrin başbakanı Viktor Çernomirdin'e iletti.Çernomirdin savaşın önlenmesinden dolayı çok mutlu olduğunu ifade ederek Dudayev'le telefonla görüştü. (Yukarıdaki bilgiler hem merhum Kamuk Yura hem de Viktor Çernomirdin tarafındanda teyit edilen bilgilerdir.) Ancak, Dudayev'in barış masasına oturma çağrısına olumlu cevap vermesi, Kremlin tarafından dikkate alınmadı. Viktor Çernomirdin daha sonra yazdığı hatıratında belirttiği gibi; "Rus derin devleti iç politikaya yönelik malzeme olacak, kamuoyunu memnun edecek ve 24 saatte kazanılacak bir zafer istiyordu".
Hazırlanan plân ve uygulamaya konulması düşünülen senaryoya göre Rus yönetimi Çeçenistan'ı vurarak, Slav unsurlarının motivasyonunu yükseltecek, Rus ordusu, kazandığı bu zaferle otoritesini yeniden tesis edecekti. Kısacası savaşı çıkaran taraf ne Dudayev ve ne de Çeçen halkıydı. Gerek Dudayev gerekse Çeçen halkı, ülkelerine saldıran Rus işgalcilerine karşı savunma savaşı vermek zorunda kalmışlardı.
Dudayev'in efsanevi kişiliği etrafında birleşen Çeçen halkı, bütün dünyaya parmak ısırtan bir bağımsızlık mücadelesi örneği sergilediler. Dudayev, emsalsiz kişiliği ve dehasıyla Ruslara ağır kayıplar verdiriyordu. Uluslararası emperyalizm doğal olarak Rusyanın tarafında idi. Özgür Çeçenya ile işgalci Rus (Moskof) savaşının Dudayev'in ortadan kaldırılmasıyla sona ereceğini bekliyor ve düşünüyordu. Dünyayı tapulu arazileri olarak gören karanlık güçler, Dudayev'in kullandığı uydu telefonunun frekansını Rus yönetimine bildirdiler.
Aynı dönemde Başbakan olan Bülent Ecevit, (Bu dizinin yazarı olarak, o gün İnsan ve Kültür Ocağı’nın Genel Başkanı sıfatıyla; Kendisine saatlerce bilgi sunmama,çok mufassal bir dosya vermeme ve Çeçen davasının evrensel hukuka göre haklı ve doğru olduğunu resmi bilgi ve belgelerle, bütün ayrıntıları ile ispat etmiş olmama rağmen) Rusya’ya vaki bir ziyaretinde;
“ÇEÇEN MESELESİ RUSYANIN KENDİ SORUNUDUR”
Biçiminde açıklama yapmak gafletinde bulundu. Sözde medeni (!) dünya Çeçenistan’ ın, bağımsızlığını tanımış olmasına rağmen Rus işgaline karşı çıkmadı. İnsani bir tavır almadı. Hiçbir devlet, özgür Çeçenistan ve efsanevi lideri “Cevher Dudayey” e haklı, hukuki ve kutsal davasında BM’de dahi sahip çıkma cesaretini göstermedi, gösteremedi. Bu, Türkiye dahil günümüzün sözde hür ve hükümran devletleri için utanç vericidir. Ebedi sürecek bir ayıptır.
Rus Duma'sından bazı milletvekilleri ile barış konusunu görüşen Dudayev, kendisine kurulan tuzaktan tamamen habersiz uydu telefonunu çalıştırarak görüşmelerde bulunduğu sırada, uzaktan kumandalı nokta hedefe kilitlenen bir roketle (21.3.1996) alçakça şehit edildi.
Dudayev Çeçen halkının kalbinde derin izler bırakan karizmatik bir liderdi.
Her Çeçen onu örnek almaktadır. Günümüzde özgürlük mücadelesi veren her Türk de, başta Irak Türkmenleri olmak üzere O’nu örnek almalı ve O’nun açtığı yoldan yürümelidir. Bu gün bütün esir Türk diyarları ve özellikle Çeçenistan da Yeni doğan bir bebeğin öğrendiği ilk kelimelerden biri Dudayevdir. Aslında,Dudayev'in şehadeti ile Çeçen bağımsızlık savaşı asla sona ermedi.10 yıla yaklaşan bu mücadelede Dudayev'in ardından Devlet Başkanları Zelimhan Yandarbiyev ve Aslan Mashadov da şehit oldular. Rusların anlayamadığı husus, Çeçen bağımsızlık mücadelesi şahıslara bağlı bir mücadele değildir. Bu mücadele top yekün bir özgürlük savaşıdır.
Bu gün Şehadetinin üzerinden on bir yıl geçmesine rağmen Cevher Dudayev'in küçük Çeçenistan'ı halen savaşıyor. Halen kapitalist ve emperyalist Rusya’ya karşı direniyor. Orada (Çeçen topraklarında) her gün bir efsane yaratılıyor. Emperyalist işgale karşı şanlı bir tarih yazılıyor. Bu emsalsiz direnç, yüksek bilinç ve kutsal direniş; Başta Irak Türkmenleri olmak üzere, Krabağ’ı Ermenilere kaptıran Azerbaycan ve bütün Türk alemine örnek olmalıdır.
(Bölüm Kaynakları: Ajans Kafkas www.kafkas.org.tr )
Dudayev'i öldürmekle savaşı kazanacağını sananlar hala anlayamadılar mı ?
Onlar, yer yüzünün nadir insanları, gerçek liderleri, kanaat önderleri, hürriyet, hak, hukuk, adalet aşıkları ve insanlık davasına benlikleri ile bütün varlıklarını adamış; Davaları ile dünyayı aydınlatan, insanlığa ışık tutan, Türk ırkının “milli sevda” adamlarıdır.
Onların ortak bir inançları ve sarsılmaz imanları vardı. İstiklâl Marşı’nın;
“HAKKIDIR ‘HAK’A TAPAN’ MİLLETİMİN İSTİKLÂL”
Mısra-ı, onlar için müşterek bir düsturdu. Bu inançtan asla geri adım atmadılar.
Onlar, hak yolunda, millet hizmetinde şerefli, şanlı ve çok onurlu, soylu bir mücadele vermişlerdir. Hepsi de hakiki ve samimi birer Müslüman’dırlar. Hürriyet ve adaletin ancak ve sadece İslâm’ı yaşamakla kaim ve daim olabileceğinin farkında olmuşlar ve bunu kendi hayat ve kutsal mücadeleleri sırasında en açık surette görmüşler, müşahade etmişlerdir.
Onların davaları masonlar ve misyonerlerden, milliyetsiz ateist, pagan, dinsiz, yolsuz, soysuz, sahtekâr, din tüccarı ve siyaset simsarı, kişisel çıkar düşkünü muhteris bencillerden münezzehtir. Başta büyük önder Mareşâl Mustafa Kemâl Atatürk olmak üzere tamamı, ABD, AB ve İsrail uşağı, din düşmanı milletlerarası ‘mason tarikatı’ mensuplarını “şeytanı kovar” gibi huzurlarından kovmuşlardır.
Onların hepsi; Örnek ve önder insan, namuslu, dürüst, ilkeli, onurlu, ahlâken yüksek, fiilen ve fikren daima üreten, sorumlu ve soylu vatandaş, özellikle de “İYİ MÜSLÜMAN” dılar.Bundan asla ve kesinlikle taviz vermediler. Başarılarının özünde sağlam inanç, sarsılmaz yüksek bilinç,  iman, azim ve çelik bir irade vardı. Bu nedenle;
ATATÜRK’LER, DUDAYEV'LER, İZZET BEGOVİÇ’LER ve EBULFEYZ ELÇİBEYLER ÖLMEZ!
            Şimdi tekrar yeri geldi. Hatırlamakta ve hatırlatmakta yarar var. Irak’ı, Afganistan’ı ve örtülü olarak dünyanın geniş bir coğrafyasını işgal eden ABD ordusu nedir ? Cevap : ABD ve şeriklerinin silâhlı güçleri =HAÇLI ORDUSU’ dur. Daha dün Osmanlı’yı yıkan, bölen, parça parça eden kimdi ? O’da emperyalist haçlı ordusu. Haçlı orduları nasıl yenilir, dize getirilir, hezimete uğratılır? Asgariden Kıçarslan, Selâhattin Eyyubi ve ATATÜRK gibi olmakla; İşte Onlar böyle kavi-sağlam bir inanç ve yüksek bir iman sahibi idiler. Bakınız Atatürk ne diyor:
“Arkadaşlar !
Cenâb-ı Peygamber mesâîsinde iki dâra, iki hâneye malik bulunuyordu. Biri kendi hânesi, diğeri Allah’ın evi idi. Millet işlerini, Allah’ın evinde yapardı. Hazreti Peygamberin isr-i mübârekelerine iktifâen, bu dakikada milletimize; milletimizin hâl ve istikbâline ait husûsâtı görüşmek maksadıyla bu dâr-ı kutsîde Allah’ın huzurunda bulunuyoruz. Beni buna mazhar eden Balıkesir’in dindâr ve kahraman insanlarıdır. Bundan dolayı çok memnunum. Bu vesîle ile büyük bir sevâba nâil olacağımı ümit ediyorum.”
Yani; Devleti şahsi ikbal, ihtiras ve kirli çıkarları uğruna kullanan ve din tüccarlığı ile maruf kimseler asla ve kesinlikle millete faydalı olamaz ve halk-kamu yararına başarılara imza atamazlar. Hürriyet ve istiklâl mücadelesi veremezler. Ancak ve sadece milletin var olan istiklâl ve istikbâli ile lânetli ve haram bir servet sahibi olabilir, insanlık onurundan imtina edebilir ve küresel emperyalistlere kul, köle olabilirler. Zira, onlar Müslüman da değillerdir.
“Efendiler !
Câmiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Câmiler itâat ve ibâdet ile beraber din ve dünya için neler yapmak lâzım geldiğini düşünmek, yâni meşveret için yapılmıştır. Millet işlerinde her ferdin zihni başlı başına faaliyette bulunmak elzemdir. İşte biz de burada din ve dünya için, istikbâl ve istiklâlimiz için, bilhassa hürriyet ve  hâkimiyetimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım. Ben yalnız kendi düşüncemi söylemek istemiyorum. Hepinizin düşündüklerini anlamak istiyorum. Amâl-i milliye, irâde-i milliye yalnız ve sadece bir şahsın düşünmesinden değil, bilumum efrâd-ı milletin arzularının,emellerinin muhassalasından ibarettir. Binâenaleyh benden ne öğrenmek, ne sormak istiyorsanız serbestçe sormanızı rica ederim (...) Minberler halkın dimağları, vicdanları için bir menba-ı feyz, bir menba-ı nûr olmuştur. Böyle olabilmek için minberlerden aksedecek sözlerin bilinmesi ve anlaşılması ve hakayık-ı fenniyye ve ilmiyyeye mutabık olması lâzımdır. Hutebâ-yı kirâmın ahvâl-i siyâsiyye, ahvâl-i ictimâiyye ve medeniyyeyi hergün takib etmeleri zarûrîdir. Bunlar bilinmediği takdirde halka yanlış telkînât verilmiş olur...”(Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, I-III, 1989, II,98-99)
Bugün için Türk ve İslâm âleminde müessir zevailin sebebi dinsizliktir.Yahut da, diğer bir deyişle, (tıpkı Osmanlının son asrında olduğu gibi) dini siyasete alet etmek, öz ve esasa mugayir fetvalarla maddi hayatı yozlaştırmak, maneviyatı ilga ve çürütmek, milli kültür ve medeniyeti zaafa uğratmak, lâikliği dinsizlik, çağdaşlığı ‘din karşıtlığı’ olarak algılamak, ilmî hayatı terk etmek ve henüz “medeniyet” haline dönüşmemiş vahşi batı ‘uygarlığını’ şuursuzca ve onursuzca taklittir.
Sonunda sözü; Türk dünyasının ilk Müslümanlarının, kelime, manâ ve muhteva olarak “Müslüman Türk” anlamına gelen “TÜRKMEN” lere getirmek üzere tekrar Atatürk’e ve O’ nun “Yüce İslâm Dini” hakkındaki görüşlerine gelelim:
Eğer, Karabağ’da zevale uğrayan Azeriler, sağlam bir iman ve dürüst bir amel sahibi olsalardı asla ve kesinlikle üç buçuk Ermeni tarafından hezimete uğratılamazlardır. Bu tıpkı, 5 vakit namazdan, yüreklerinde iman ve ellerinde imanla ölüme meydan okuyan Çanakkale Şehitleri tarafından yaratılan “İstiklâl Savaşı Rûhu” gibi bir duygudur. Bu duygu, iman, itikat ve amelden yoksun olanlar asla zafer kazanamaz ve kefereye galip gelemezler.
ATATÜRK’ÜN DİNİMİZ HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİ:
“Din vardır ve lâzımdır. Temeli çok sağlam bir dinimiz var. Malzemesi iyi; fakat bina, uzun asırlardır ihmale uğramış. Harçlar döküldükçe yeni harç yapıp binayı takviye etmek lüzumu hissedilmemiş. Aksine olarak birçok yabancı unsur - tefsirler, hurafeler- binayı daha fazla hırpalamış. Bugün bu binaya dokunulamaz, tamir de edilemez. Ancak zamanla çatlaklar derinleşecek ve sağlam temeller üstünde yeni bir bina kurmak lüzumu hasıl olacaktır. (1922)
Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam buna da öyle inanıyorum. Şuura aykırı, ilerlemeye mâni hiçbir şey ihtiva etmiyor. (1923)
Milletimiz din ve dil gibi kuvvetli iki fazilete maliktir. Bu faziletleri hiçbir kuvvet, milletimizin kalb ve vicdanından çekip alamamıştır ve alamaz. (1923)
Tarih, hakikatleri tahrif eden bir sanat değil, belirten bir ilim olmalıdır. Bu küçük harbte bile askerî dehâsı kadar siyasî görüşüyle de yükselen bir insanı cezbeli bir derviş gibi tasvire yeltenen cahil serseriler, bizim tarih çalışmamıza katılamazlar. Hz. Muhammed bu harb sonunda çevresindekilerin direnmelerini yenerek ve kendisinin yaralı olmasına bakmayarak galip düşmanı takibe kalkışmamış olsaydı, bugün yeryüzünde müslümanlık diye bir varlık görülemezdi.(1923)
Bizim dinimiz en mâkul ve en tabiî bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin tabiî olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uyması lâzımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur. (1923)
Büyük dinimiz çalışmayanın insanlıkla alâkası olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler zamanın yeniliklerine uymayı kâfir olmak sanıyorlar. Asıl küfür onların bu zannıdır. Bu yanlış yorumu yapanların amacı, İslâmların kâfirlere esir olmasını istemek değil de nedir? Her sarıklıyı hoca sanmayın, hoca olmak sarıkla değil, beyinledir. (1923)
Bizim dinimiz, milletimize değersiz, miskin ve aşağı olmayı tavsiye etmez. Aksine Allah da, Peygamber de insanların ve milletlerin değer ve şerefini muhafaza etmelerini emrediyor. (1923) 
            Bu davada en güçlü, özgün, önemli ve nadir örneklerden biri de, şüphesiz dost ve kardeş Azerbaycan’ın İstiklâl Savaşını onurlu bir zaferle sonuçlandıran, kat-i bağımsızlığına kavuşturan Prof. Dr. Ebulfeyz Elçibey (1938-2000)’dir. Onun da çok çileli bir hayatı vardır. Buyrun, dizimizin son örnek “dava adamını” da inceleyelim ve sonra alınacak ders ve ibretleri hep birlikte yorumlayıp, yine birlikte mütalâa edelim: 
PROF. DR. EBULFEYZ ELÇİBEY (1938-2000
Azerbaycan eski (2.) Cumhurbaşkanı Ebulfez Elçibey, Nahçıvan'ın Keleki kasabasında doğdu. Asıl adı, Ebulfez Kadir Güloğlu Aliyev olan Elçibey, Azerbaycan Bakü Devlet Üniversitesi Arap Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu.
Elçibey, daha kominizmin çöküşü başlamadan çok önce 1970'li yıllarda, eski SSCB topraklarına dahil olan Azerbaycan'ın hürriyet ve bağımsızlığı için mücadele etmeye başladı. 1976 yılında Sovyetler'e karşı propaganda yaptığı gerekçesiyle tutuklandı ve 1978 yılında şartlı olarak serbest bırakıldı.
Ebulfez Elçibey, 1988-1989 yıllarında Azerbaycan halkına bağımsızlık mücadelesi yolunda öncülük ederek, halkından büyük destek gördü. Elçibey, aktif siyasi hayatına 1989 yılında, Azerbaycan
Halk Cephesi Partisi'nin (AHCP) başına geçerek başladı.
Azerbaycan, SSCB'nin 1990'da dağılmasının ardından 18 Ekim 1991 yılında resmen ve hukuken bağımsızlığını ilan etti. Ayaz Muttalibov'un politika gereği usulen atandığı ve kısa süren cumhurbaşkanlığının ardından, Prof. Dr. Ebulfez Elçibey 7 Haziran 1992'de bağımsız Azerbaycan Cumhuriyeti'nin ikinci Cumhurbaşkanı oldu.
Elçibey, daha önce "Milli Kahramanlık Ödülü" nü verdiği Suret Hüseyinov'un Haziran 1993'de vaki ayaklanmasından sonra Cumhurbaşkanlığı görevini terk ederek doğum yeri olan Keleki' ye döndü. Azerbaycan'ın eski Cumhurbaşkanı, 31 Ekim 1997'de Keleki'den Bakü'ye döndü ve AHCP'nin başında aktif siyasi hayatına devam etti. Elçibey, 1998 yılında yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerine, "demokratik, tarafsız ve adil olmadığı" gerekçesiyle boykot ederek katılmadı. Zaman zaman Haydar Aliyev iktidarına karşı verdiği sert demeçlerle kamuoyunun dikkatlerini üzerine çekti.
Azerbaycan'da 5 Kasım'da yapılacak 2. dönem parlamento seçimlerine katılma kararı alan Elçibey, bağımsız Azerbaycan Cumhuriyeti'nin parlamentosuna girebilmek için ilk defa milletvekilliğine adaylığını koydu. Hayatı boyunca, Türk dünyasının birleşmesi ve kardeşliği için mücadele eden Elçibey, bu yönde "Bütün Azerbaycan Yolunda" isimli bir kitap çıkardı. 62 yaşında ölen Ebulfez Elçibey, iki çocuk babasıydı.
GATA'da bir süre tedavi gören Azerbaycan'ın eski Devlet Başkanı Ebulfez Elçibey 9 Ağustos 2000’ de Ankara (Anavatan Türkiye) da vefat etti.
Elçibey, vefatından önce yaklaşık 2 aydır sağlık nedenleriyle Türkiye'de tedavi altında tutuluyordu Prostat tümörü nedeniyle önce Ankara Hastanesi'nde tedavi altına alınan Elçibey, hastalığının belirli bir evreye ulaşması ve kemik tutulumu nedeniyle radyoterapi gerektiği için 9 Ağustos 2000 Çarşamba günü GATA'ya radyoterapi görmek üzere kaldırılmıştı. Elçibey'in Türkiye'ye "metabolik durumunun çok bozuk ve septik komada, şuuru kapalı olarak" geldiği, Türkiye'de kaldığı sürece durumunun iyiye gittiği, ancak nefes darlığı, akciğer enfeksiyonu, prostat kanseri hastalıklarını birarada taşıdığı belirtilmişti.
ÇİLELİ BİR HAYAT VE ELÇİBEY
1938'de Nahcivan'ın Keleki kasabasında doğan Elçibey, 1962'de Bakü Devlet Üniversitesi Doğu Dilleri Enstitüsü, Arapça bölümünden mezun oldu. 1963-1964'te Mısır'da tercüman olarak çalıştı. 1970'lerde ise ülkesinin bağımsızlığı için çalışmaya başladı. Bu yüzden 1975'de 'milliyetçilik' suçundan bir buçuk yıl hapis yattı. 1976'da Salman Mümtaz El Yazmaları Enstitüsü'nde Türk ve İslam tarihinin ilk yazılı kaynaklarını incelerken, bir yandan da bağımsızlık mücadelesi için çalışmaya başlamıştı.
SOVYETLER SARSILIYOR
1980'lerin sonlarında dünya Sovyetler'i tarihin çöplüğüne atmak için gün sayıyordu. Elçibey ise ülkesinde bağımsızlık mücadelesinin başını çekenlerdendi. O, milliyetler siyasetinde Leninist ilkelerin bozulduğu, Rusçanın emperyalist bir siyaset aracı haline geldiği görüşündeydi. 1988'in ortalarında üç Baltık ülkesi Litvanya, Letonya ve Estonya'da halk cepheleri kurulması ona esin kaynağı oldu. Halk Cephesi 1989'da ilk 'yarı legal' konferansını yaptığında 'Azat Azerbaycan' mücadelesinin başını çekecek lider olarak seçildi. Üç hedefi vardı: Azerbaycan'ın bağımsızlığı, Karabağ'ın Ermenilerden temizlenmesi, İran'daki Güney Azerbaycan'daki 25 milyon Azeri'nin Azerbaycan'la birleşmesi.
Halk Cephesi, Rus istihbaratının engellemelerine rağmen kısa sürede bir halk hareketi haline geldi. Öyle ki, 1989'da hükümet cepheyi resmen tanımak zorunda kaldı. Elçibey'in ilk aktif eylemi ise, binlerce Azeri'nin İran sınırına yaptığı ünlü yürüyüş oldu. Bu seferki esin kaynağı Berlin Duvarı'nın yıkılmasıydı. Nahcivan ve Astra'dan onbinlerce Azeri, 30 Aralık'ta 'Yaşasın Tebriz-Bakü' sloganlarıyla sınıra dayandığında, ne Rus askerleri ne de İran askerleri çatışmayı göze alabilmişti. Dikenli teller 'Birleşmiş Azerbaycan' sloganlarıyla parçalanmıştı.
YÜKSELEN BAYRAK İNMEZ
1990'da dünyaya 'barış ve kardeşlik' mesajları veren SSCB lideri Mihail Gorbaçov, Azerilere başka bir şeyi reva görecekti: Kızıl Ordu. Önce kimse buna inanmadı. Ama 19 Ocak'ı 20 Ocak'a bağlayan gece umulmayan oldu ve Kızıl Ordu tankları tıpkı 70 yıl öncesindeki gibi Bakü'ye giriverdi. 1918'de Mehmet Emin Resulzade öncülüğünde kurulan Demokratik Azerbaycan Cumhuriyeti'nin 27 Nisan 1920'de Kızıl Ordu'nun paletleri altında ezilmesi gibi. Ama bu kez tarihin tekerrür etmesi bu kadarla kalacaktı. Bakü'deki ünlü Azatlık Meydanı'nı dolduran milyonlar kendilerini tankların önüne atıverdi. 130 kişi hayatını yitirdi, 700'ü yaralandı. Ama bu harekâttan sonra siyasetin dengeleri de değişti. Vezirov görevinden alındı ve yerine Moskova'nın 'has adamı' Ayaz Muttalibov getirildi.
Halk Cephesi ve Elçibey'in payına ise yeraltına çekilmek düştü. Hükümet, Halk Cephesi'nin yetkililerini tutuklamıştı. Baharla birlikte ortam yumuşadığında Elçibey yine sahneye çıkacaktı. Bu kez Mayıs 1990'da uzun yıllar çalıştığı El Yazmaları Merkezi'nin önünde, halka, 'Azerbaycan bayrağında orak çekici kullanmayın' çağrısı yapıyordu. Elçibey, bunun yerine 1918'de Resulzade'nin sözlerini tekrarlayacaktı: "Yükselen bayrak bir daha inmez."
Azeri Yüksek Sovyet Meclisi ise Rus askerlerinin Bakü'de olmasından yararlanıp seçim kararı aldı. Halk Cephesi seçime katılırken, Elçibey sadece kurulan seçim bürolarını yöneterek arkadaşlarını destekleyecekti. Uygulanan olanca hileye rağmen Halk Cephesi'nden 30 milletvekili meclise seçilmeyi başardı.
CEPHEDE İLK ÇATLAK
Rusya'da Boris Yeltsin'in devlet başkanı olduğu 1991'de Halk Cephesi'nde de ilk çatlaklar belirdi. Moskova'da hapis yattığı sıralarda Rus yanlısı olduğu söylenen İtibar Memedov ve Rahim Gaziyev, Elçibey karşısında bir grup oluşturdu. Memedov, 'Milli İstiklal Partisi'ni kurdu. Elçibey ise dikkatini bir yandan Rus askerlerinden kurtulmaya diğer yandan da işgal altındaki Karabağ'da verilecek savaşa odaklamıştı. 23 Ağustos'ta Bakü'de düzenlenen mitingde komünist partisinin lağvedilmesini isteyen konuşmasını yaptığında, sivil giyimli KGB ajanları tarafından feci şekilde dövüldü.
Azerbaycan ise artık geri dönülmez bir noktaya gelmişti. Komünist Partisi, 14 Eylül'deki kongrede lağvedilmeyi tartışıldı. Elçibey'in çağrısına uyan 100 binin üzerinde Azeri meclisi kuşatınca beklenen oldu. Bağımsızlık ilan edildi. Elçibey ise 100 binden fazla Azeri'ye, "Hukuki yönden bağımsızlığımızı kazandık. Bundan sonraki mücadelemiz gerçek bağımsızlıktır" dedi. Ve 18 Ekim 1991'de bağımsızlığını ilan eden Azerbaycan, 29 Aralık'ta halkın yüzde 98'inin oyuyla bağımsızlığa evet dedi.
Bu sırada gerçekleşen ve tarihe 'Hocalı katliamı' olarak geçen olay ise Muttalibov'un sonunu getirdi. Rus destekli Ermeni güçlerinin 10 bin nüfuslu Hocalı kentine yaptığı saldırıdan sadece 1000 kişi kaçabildi. Katliamın ardından adres yine meclisti. Üç gün süren bekleyişin ardından Muttalibov istifa etti, yerine Yakup Memedov geçti. Ama artık cumhurbaşkanlığı seçimi kaçınılmazdı. Elçibey'in bu görevde gözü yoktu. Önce adaylığa yanaşmadı, ısrarlar üzerine 'evet' dedi. Seçileceğine kesin gözüyle bakılıyordu. Bundan en çok rahatsız olan ise Moskova ve Tahran'dı. İşte bu sırada Şuşa ve Laçin, Ermenilerin eline geçti. 14 Mayıs'ta mecliste toplanan ve Halk Cephesi milletvekillerini dışlayan bir heyet Hocalı olayından Muttalibov'un sorumlu tutulamayacağı kararını alıp, onu devlet başkanı ilan etti.
Elçibey'e yine meydanlara çıkmak düşmüştü. 200 bine yakın Azeri, meclise yürüdü. Muttalibov ve arkadaşları bir Rus askeri uçağıyla Moskova'ya kaçtı. Ve 7 Haziran 1992'de Elçibey oyların yüzde 59.4'ünü alarak devlet başkanı seçildi. Elçibey ilk iş olarak milli ordu oluşturmak için kolları sıvadı. Ancak Karabağ'da savaşan Azeri birlikleri 'nedense bir birlik' sergileyemiyordu. Azeri güçlerine verilen karşı atak emri, bizzat Savunma Bakanı Gaziyev'in 'geri çekil' emriyle sabote ediliyordu. Ermeniler Kelbecer ve Ağdam'a da girdi. Elçibey'in Türkiye'nin yardımıyla kurduğu milli ordu başarılı olamamıştı. Eylül 1992'de cephe ziyaretlerinden birinde Elçibey'e karşı bu kez suikast düzenlendi. Ama sonuç alınamadı.
        AZERBAYCAN'I İÇ SAVAŞA SÜRÜKLEMEM
1993'e girildiğinde Elçibey yönetimi petrol anlaşmalarını belli bir noktaya getirmişti. 15 Haziran'da Ermenilerle muhtemelen Kelbecer'in geri alınması için masaya oturacaktı. Ülke ekonomik ve siyasi bağımsızlığa adım adım yaklaşıyordu. Ama bu kez devreye girecek olan Suret Hüseyinov, Elçibey'in kaderini değiştirecekti. Azeri lider, Gence'deki birliklerin komutanı olan Hüseyinov'a Karabağ'daki başarıları için kahramanlık unvanı vermişti. Ama onun hesabı başkaydı. Rusya'nın ve İran'ın desteğini aldığı söylenen Hüseyinov'un bir başka ilişkisi de o sıralarda Nahcivan'da bulunan KGB tedrisatından geçmiş Haydar Aliyev'leydi. Aliyev, Bakü'de yavaş yavaş etkinliğini artırmıştı. Söylentilere bakılırsa, Hüseyinov ile Aliyev arasında bağlantıyı Gaziyev sağlıyordu. Bu kez darbe 'geliyorum' diyordu. Elçibey, 3 Haziran'da Gence ve Bakü'deki olağanüstü hal ilanını uzatıp Gence'ye birlik gönderdi. Ama isyan bastırılamadı. Hüseyinov, Bakü'ye doğru harekete geçtiğinde Elçibey'e sürgün yolları görünmüştü.
Kaybettiğini anlayan Elçibey, kan dökülmesini istemiyordu. Aliyev'i kriz yatışana dek başa geçmesi için Bakü'ye çağırmak zorunda kaldı. Uyuşturucu ve silah kaçakçılığıyla uğraştığı söylenen Hüseyinov onu ürkütüyordu. Aliyev ise Azerbaycan için 'sıkıntı' anlamına gelse de hiç olmazsa Azeri devleti korunabilirdi. O sıralarda yakınlarına şöyle diyecekti: Bu ülke için yapılacak bir hizmet daha var. İktidardan el çektirilsek dahi Ermenilerle savaş durumunda olan, bin bir emekle kurduğumuz bu devleti iç savaşa çekmeyeceğiz.
Ve Aliyev, Bakü'ye geldi. Hüseyinov'un sahneye koyduğu Moskova destekli darbe planının birinci aşaması tamamlanmıştı. Elçibey, Hüseyinov aracılığıyla kendisine suikast hazırlandığını öğrenince, 17 Haziran'da Keleki'ye gitti. 24 Haziran'da Aliyev yeni devlet başkanı seçilirken, Hüseyinov da başbakanlığa atanacaktı. 1997'de Bakü'ye dönen Elçibey, bir yıl sonraki devlet başkanlığı seçimini 'demokratik ve adil' olmadığı için boykot etti. Ömrü el verseydi, 5 Kasım'da milletvekili adayı olacaktı.
“TÜRKİYE İLE BİRLEŞMELİYİZ”
Azerbaycan'ın eski Cumhurbaşkanı ve Azerbaycan Halk Cephesi Partisi (AHCP) Genel Başkanı Ebulfez Elçibey verdiği son röportajında, ülkesindeki ve bölgedeki gelişmeleri değerlendirdi. 'Bunları birinin açıkça söylemesi gerek.' diyerek, her zamanki açık üslubunu sürdüren Elçibey, Türkiye ve Azerbaycan'ın sınırları kaldırarak konfederasyona gitmeleri gerktiğini söyledi.
Azerbaycan Halk Cephesi (ACHP) liderliğiniz bir bağımsızlık hareketi olarak başladı. Amacına ulaştı, önce iktidar sonra parti oldu. İçinden birçok parti çıktı; aynı çizgideki bu partiler neden birleşemiyor?
Bu tabii bir süreçtir. Azerbaycan için bir şeyler yapmak isteyen milliyetçi milyonlar bir araya toplanarak bağımsızlık için mücadele etti. Bağımsızlığımızı kazandıktan sonra devlet kurmak için iktidar olmak gerekliydi. Halk Partisi, eğer tek parti olarak kalsaydı buna izin vermezdim. O zaman yine Komünist Parti'nin yerine oturmuş olur, tek hakimiyetlik devam ederdi. Demokrasi, çok partililikten başlar. İnsanlar niye böyle bakıyor? Aynı çizgide birçok partinin çıkması, bunların birbiri arasındaki ihtilafları, tartışmaları gayet normaldir. ABD'de esasen 30'a yakın parti vardır; bunların ikisi öndedir. Rusya'da da 6'dan fazla Komünist parti var; niye birleşmiyorlar? Kim bilir, Azerbaycan'da da zaman gelecek iki parti kalacak. Toplumun tabii akışını kimse engelleyemez, kendisi hareket eder, içinden liderler çıkarır.
İktidarınızın kısa sürmesini nasıl izah ediyorsunuz? Peşinizden koşan milyonlar siz yıkılırken neden arkanızda değildi?
Ben yıkılacağımı biliyordum. Rus askerini Azerbaycan'dan çıkardığım gün arkadaşlarıma dedim ki, benim artık iktidarda kalacağıma inanmayın. Rus KGB'si bizi yıktı. Rus ve İran istihbaratı ortak çalıştı; 100 milyon dolarlık bütçeleri vardı. Azerbaycan'dan Rus askerini kovmaya muvaffak oldum. Evet, kovdum onları, 'çık git' dedim. Tam 75 bin Rus askeri vardı. Kafkasya'da Bakü, Rus askerî üslerinin merkeziydi.
Neredeyse bir buçuk asır boyunca zalim, hain, Türk ve insanlık moskof işgali altında kalmış; Milli, manevi ve kültürel değerleri özellikle yozlaştırılmış, yıllar boyu asimile edilmiş talihsiz  Azerbaycan’ın çilekeş lideri Prof. Dr. Ebufeyz Elçibey’in hayat hikâyesine ilişkin röportajı nakletmeye devam ediyorum. Zira bunlar, (bu belge ve bilgiler)Türk ve İslâm alemine ibret olacak niteliktedir. Türk milletinin “Milli tarih ve milli hafızasının” temel ve nadir bilgilerindendir. Küresel emperyalizm ve vahşi kapitalizmin özellikle Türk ve İslâm âlemini hedef aldığı günümüzde tekrar tekrar okunması ve “mukavim bir şuur, bilinç oluşturulması” için şarttır.
“Gence'de hava komando tugayı vardı ki, bir günde Azerbaycan'ı işgal edebilirdi. Kolay olmadı. Hadi şimdi çıkartın Rus askerini bir yerden de görelim. Çıkmıyorlar. Ne Gürcistan' dan ne Tacikistan'dan. Bunun sistemi var. Rus ordusu karışık milletlerden oluşmuştu. Ordunun yüzde 60'ı Rus'tu, Bunların içinde birbiri ile geçinemeyen Ukraynalılar da vardı. Nahcivan'da sınırı koruyan Rus askerinin asıl görevi Türkiye'de casusluk yapmaktı. Operasyonlar yapıyor, sinsice girdikleri Anadolu'da türlü türlü işler görüyorlardı. Rus askerini göndermekle Türkiye'yi de kurtardık.
Gence isyanını bastırmak yerine neden Keleki'ye, köyünüze gittiniz;
Türkiye neden sizi desteklemedi?
İsyancı Albay Suret Hüseynov Bakü'ye yürüdüğünde kardeş kanı dökülmesini istemediğim için Keleki'ye gittim. Hüseynov, Karabağ'da savaşıyordu, başarılar kazanmıştı, askeri çevrelerin telkiniyle ona kahramanlık ünvanı verdim. Keleki'den iki gün önce Ankara'da ağırlandığım yalandır; bir ay sonra Türkiye'den maslahat almaya gittiğim de doğru değil. Bir halk, mücadelesini kendi yapmalıdır. Türkiye'nin başını niye buraya sokalım ki? Türkiye, diplomatik açıdan bizi desteklesin sağol deriz. Yeterli destek oldu, olmadı tartışması abestir; yeterli ifadesinin sınırı yoktur.Kanla verilen toprak ancak kanla alınabilir. AGİT, yıllardır diplomatik oyunlarla bizi oyalıyor. Kadim toprağımız Karabağ'ın masada satılmasına göz yummayız. Bunun için 239 teşkilatı birleştirerek Milli Mukavamet Hareketi'ni kurduk. Bunun amacı halkımızı psikolojik olarak muhtemel bir savaşa hazırlamaktır, siyasi bir maksadı yoktur. Kafkasya'da ikinci Ermeni devleti kurulmaya çalışılıyor. Ermenistan zaten Rusya'nın oyuncağı, maşası. Dünyada bir milletin yan yana iki devlet kurduğu görülmemiştir. Bu oyun tutmayacak. Ermenilere, Karabağ'da ancak kültürel özerklik verilebilir.
Son dönemlerde İran'daki Azeri Türkleri için çalışmalarınızı hızlandırdınız?
İran, 21. yüzyılda nasıl bir değişim geçirecek?
Dünyanın değişik ülkelerinde yaşayan 40 milyon Azeri Türkü'nün hiçbir yerde kaydı yok. Ne BM'de ne de İKÖ'de. Ortada bir vurdumduymazlık var, bunu ortadan kaldırmaya çalışıyoruz. Türk folklor ve kültürünü korumak benim görevimdir. Asimilasyon politikalarına rağmen İran'daki Türkler, Türklük şuurunu yitirmedi. Tahran rejiminin dışladığı çoğu entelektüel 4 milyon Türk, değişik ülkelere dağıldı. İran'da bir grup kültürel özerklikten yana. Bir kısmı ise bağımsızlık istiyor. Güney Azerbaycan hareketi geçtiğimiz yüzyılda üç defa kanlı biçimde bastırıldı. İran'da da bir çeşit KGB rejimi var. Rus sistemi nasıl çöktüyse insan fıtratı ile uyuşmayan bu baskı rejimi de son bulacaktır. ABD de İran'daki rejimi yıkmak değil yumuşatmak, liberalleştirmek istiyor. İranlılar da artık demokratik (!) dünyanın dışında kalamayacaklarını anlamaya başladılar. Sovyetler Birliği dağılacak dediğimde bana deli gözüyle bakıyorlardı. Şimdi de İran'daki sistem liberalleşecek, Azeri Türkleri demokratik haklarını elde edecekler diyorum. (Zaman-5/08/2000)
Böylece Türk ve İslâm dünyasının günümüz tarihine damgasını vuran üç büyük ‘efsane’ liderini inceledik. Mümkün olduğu kadar hayat bilgileri, mücadele esaslarının ilke, norm ve kriterleri ile verdikleri mücadelenin usul, esas, dayanak, hedef ve stratejilerini apaçık ortaya koyduk. Bu bilgileri bütün Türk aleminin en büyük önderi, Kemalizm’in fikir ve eylem babası Mustafa Kemâl ATATÜRK’ ün söylev, emanet, vasiyet ve demeçleri ile bütünleştirdik. Fikir plânında örnekler yerli yerine oturdu.Güncel mücadelenin hedef, amaç, ilke, usul, esas, metot, önem, anlam ve stratejileri bütün unsurlarıyla ortaya kondu.
Şimdi, konunun finaline geldik. Ancak, esasa geçmeden ve Irak Türkmen kardeşlerimize emanet ve nasihatlerimizi sıralamadan önce; Türk dünyasının sayılı, saygın ve seçkin bilim ve düşün adamlarından Prof. Dr. İsa Kayacan’ın “Türkmenleri Doğru Anlamak” başlıklı özgün bir değerlendirme yazısı ve makalesini aktarmak istiyorum.
Buyrun size nadir bir örnek daha;  
TÜRKMENLERİ DOĞRU ANLAMAK  (Prof. Dr. İSA KAYACAN)
“Kısa adı ITC olan, Irak Türkmen Cephesini ve bu cephenin faaliyetlerini iyi doğru anlamak gerekiyor. Geçtiğimiz günlerden birinde, Ankara’da Irak Türkmen Cephesi Türkiye Temsilciliğinin kuruluşunun 12. yıldönümü kutlandı.
Arkasından, Ankara Tandoğan Meydanında “Büyük miting” gerçekleştirildi.
Yağmura rağmen, Tandoğan meydanını dolduran, Irak Türkmenlerini sevenler arasında bulunan bir kalem sahibi olarak gördüm ki, Irak Türkmen Cephesi giderek güçleniyor, yaygınlaşıyor. Hazırlanıp yayınlananlar, bilgi ve belgelerin getiricileri; Irak’ta İngiliz mandasındaki idareden krallığa, krallıktan cumhuriyete, cumhuriyetten diktatörlüğe, ezilen ve yok edilmek istenen tek milletin, Türkmenler olduğunu görmekteyiz.
Bilindiği gibi, Irak’ta Osmanlı sonrası 1927 yılında Krallık kuruluyor. 1932 yılında bağımsızlık ilan ediliyor. Krallık 1958 yılında devrilerek, cumhuriyete geçiliyor. 1968 yılında Baas Partisi iktidara geliyor. Saddam Hüseyin 1979 yılından itibaren Irak’ın yönetiminde söz sahibi oluyor. Her nedense, Irak yönetimleri tarafından Osmanlı Devleti’nin devamı gibi algılanan Türkmenler, hep potansiyel tehdit olarak gösterilmeye çalışılmıştır. Bütün Irak yönetimleri, Türklük bilincini ortadan kaldırmak için Türkmenleri hep baskı altında tutmuşlar ve siyasi faaliyetlerine izin vermemişlerdir.
Değişik adlarla ve değişik aşamalardan geçen Türk kuruluşları, arkasından “Türkmeneli Partisi” ve “Türkmen Bağımsız Hareketinin” kurulmasıyla genişleyen Türkmen siyasi hareketi, 24 Nisan 1995 tarihinde Irak Türkmen Cephesinin kurulmasıyla yeni bir boyut kazanıyor. Bugün, Irak Türkmen Cephesinin lideri Dr. Sadettin Ergeç’tir. Bu cephenin Türkiye temsilcisiyse Ahmet Muratlı’dır. Irak Türkmen Cephesinin, Türkiye’deki temsilciliğinden başka, Londra, Berlin, Washington, Şam ve Brüksel’de temsilcilikleri bulunmaktadır.
Türkmenler Irak’ta üçüncü asli unsurdur. Irak’ta 1957 yılında en sağlıklı nüfus sayımında Irak nüfusu 6 milyon 298 bin 976, Türkmen nüfusu ise 567 bin olarak tespit edilmiştir. Bu sayım dikkate alındığında, bugün Irak’ta yaklaşık 3 milyon Türkmen’in yaşıyor olması gerekmektedir. Bu 3 milyon nüfusun yaklaşık yüzde 10’unun dış ülkelerde yaşadığı, bunların yüzde 40’ının da muhtemelen Türkiye’de ikamet ettiği tahmin edilmektedir.
Aslında “Türkmen” denilince ilk olarak Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinden Türkmenistan halkı akla gelmektedir. Bunu da bertaraf edebilmek için “Irak Türkmenleri” sözcüğü yaygın olarak kullanılmaya başlanılmıştır.
            Prof. Dr. İsa Kayacan’ın inceleme ve değerlendirmesi ile devam ediyoruz. Bu makale, değerli Hocamızın camia ile yakınlığı ve iç içeliği bakımından özgün bir örnektir. Dolayısıyla bütüne katkısı ve konuya kazandırdığı açılım bakımından dikkatle incelenmeye değerdir. 
ANKARA’DAKİ BÜYÜK MİTİNG
28 Nisan 2007 tarihinde, Ankara Tandoğan Meydanında, Irak Türkmen Cephesi Ankara Temsilciliğince düzenlenen büyük mitinge, ülke genelinden katılanların sayısı beklenilenin üstündeydi. Kerkük türkülerinin seslendirildiği miting meydanı, “iğne atsan yere düşmeyecek” ifadesiyle örtüşüyordu.
Türkmen davasının yılmaz savunucularından, dostum Şemsettin Küzeci’nin sunuculuğunu yaptığı miting katılımcıları, Kerkük-Türkmen şiirlerinden örnekleri Küzeci’nin sesinden dinlerken, heyecanın dorukta olduğunu gözledim. Irak Türkmen Cephesi Türkiye Temsilcisi Ahmet Muratlı’nın uzun ve heyecanlı konuşması, Irak Türkmenlerinin geçmişten günümüze kadar uzanıp gelen sıkıntılarını teker teker ortaya koydu. “Kerkük namusumuzdur / Telafer öz vatanımızdır / Kerkük Türktür, Türk kalacaktır” sloganları anlamlıydı..

GÜNÜN SÖZÜ:

Dünyanın neresinde Türk varsa, ellerimizi uzatmalı ve kucaklaşmalıyız (İsa Kayacan)

ŞİMDİ YAKIN TARİHE DÖNELİM:
27 Şubat 1923 tarihli TBMM gizli oturumunda Heyet-i Vekile Reisi, yani Başbakan Rauf [Orbay] Bey, kürsüde boncuk boncuk terler dökmektedir. Özellikle İzmit mebusu Sırrı, Bursa mebusu Operatör Emin, Bitlis mebusu Yusuf Ziya ve Erzurum mebusu Mustafa Durak beyler Musul’un İngiltere’ye bırakılması ve bir sene içinde İngilizlerle bir hal yolu bulunmaz ise Cemiyet-i Akvam’a, (bugünkü Birleşmiş Milletler’e) havale edilmesini Misak-ı Milli’ye aykırı bularak şiddetle eleştirmektedirler. Rauf Bey, kendisi taraftar olmasa da, bir şekilde İsmet Paşa’nın oldu bittisini meclise karşı savunmak zorunda kalmıştır ve asıl bedbahtlığı da burada yatmaktadır: Fikirlerine aykırı da olsa TBMM Hükümeti’nin kararlarını savunacaktır.
O arada salondan Yusuf Ziya Bey’in hiddetli sesi duyulur: “Bir kelimeyle cevap istiyorum:
Musul Misak-ı Millî dahilinde mi, değil mi?” Hamidiye Kahramanı Rauf Bey’in cevabı tek kelimeliktir: “Dahilindedir.”
            Bu soru işareti, biraz sonra kürsüye çıkacak olan Gazi Mustafa Kemal’in, Misak-ı Milli’de harita ve dolayısıyla sınır olmadığını söylemesiyle tekrar tutuşacaktır. Zira Gazi’ye göre Misak-ı Milli yanlış anlaşılmıştır. O “milletin menfaati” ve Meclis’in “isabet-i nazarı”ndan ibarettir. Dolayısıyla sabit değil, esnek bir kavramdır. Yerine ve zamanına göre yeniden şekillenebilir.
Nitekim kendisi, bu esnek Misak-ı Milli politikasının en çarpıcı örneğini Hatay’da verecek, Hatay, ısrarlı takipleri sonucunda bağımsızlığına kavuşunca insanların aklına, acaba devamı gelecek mi sorusunu düşürecektir. Gerçekten de Atatürk, Misak-ı Milli stratejisinin 1923’de başaramadığını müteakip yıllarda atacağı adımlarla başarmayı planlıyor muydu ve 1932’de Yunus Nadi’nin Cumhuriyet’teki bir yazısında belirttiği gibi, Misak-ı Milli’nin gizli ajandasında Osmanlı’dan ayrılan Müslüman devletlerin bağımsızlıklarına kavuşması yazılı mıydı? Sanırım bu sorular Kuzey Irak’taki gelişmeler gündemimizde kaldıkça durmaksızın sorulacaktır.
Aşağıda yayınlayacağım Mustafa Kemal’in mektubu, Misak-ı Millici bakışın 1925’in sonlarında bile bölgeye ilgisini kaybetmediğini ve kayıpların kalıcı olarak görülmediğini göstermektedir.
İŞTE O MEKTUP :
Aslında Mustafa Kemal’i daha 1 Mayıs 1920’de, yani TBMM’nin açılışının üzerinden henüz bir hafta geçmişken Meclis kürsüsünden milli sınırımızın İskenderun’un güneyinden doğuya doğru uzanarak Musul’u, Süleymaniye’yi ve Kerkük’ü içine aldığını söylerken görürüz. Nitekim Doğudaki aşiretlerle ilişkilerini iyi tutmaya ve İngilizlerin oyunlarını boşa çıkarmaya çalışmak, bu politikasının bir uzantısıydı. 1 Şubat 1922’ye gelindiğinde Milli Savunma Bakanlığı’na “Misak-ı Milli sınırları içinde bulunan Musul vilayetinin kurtarılması için Ravenduz bölgesine bir kısım kuvvet gönderilmesi” talimatını verecek, Bakanlık da Binbaşı Özdemir Paşa’yı görevlendirecekti.
Özdemir Paşa operasyonunun İngilizleri şaşkınlığa düşürdüğünü biliyoruz. Bir Türk-Kürt ortak operasyonu olan bu harekât Musul’a varmış, hatta Irak içlerine sarkmaya bile başlamıştır. Aynı günlerde Anadolu’da Yunan kuvvetlerinin İzmir’den “denize dökülmesi”, ayrı bir moral kaynağı olmuştur Özdemir Paşa ve ekibi için.
7 Eylül 1922’de Mareşal Fevzi Çakmak, “Musul’un silahla alınacağı” yolunda bir telgraf çekiyordu Doğu ve El-Cezire komutanlıklarına. Ancak şartlar, kuvvet ve silahlarımızın Batı Cephesine kaydırılmasını gerektirmiş ve Musul’u alma operasyonu gerçekleşememiş, belki de altın bir fırsat kaçırılmıştır.
Ardından Lozan süreci gelmiş ve İsmet Paşa’nın elimizdeki en kuvvetli kart olan Musul meselesini, Mim Kemal Öke’nin “bilerek ya da bilmeyerek (veya bizim anlam veremediğimiz bir sebepten dolayı)”otel odalarında ve İngiltere’yle ikili olarak görüşmeye açması, asla genel kurula getirmemesi, Musul meselesinde bir kırılma noktası teşkil etmişti. İşte bundan sonra yukarıda bir kısmına değindiğimiz Meclis’in direnişini göreceğiz. Ancak bu direniş işe yaramayacak ve İsmet Paşa, Musul’u İngiltere’ye bırakarak dönecektir Ankara’ya.
30 Ocak 1923 günü Mecliste “Musul vilayeti, Türkiye Devleti’nin milli sınırları dahilindedir” diyen Mustafa Kemal Paşa, bundan 28 gün sonra Musul’u “gayet kolaylıkla alabiliriz” demiştir aynı kürsüden. “Fakat” diye eklemiştir ardından, “Musul’u aldıktan sonra savaşın biteceğinden emin değiliz.” Yani Musul’u almak değil, korumak önemlidir. Alırız almasına ama bedelini ödemeye de hazır olmalıyız.
Zaten İngilizler de karşı harekâta girişmiş ve 8 Nisan’da iki kol halinde sınırlarımıza doğru yürümeye başlamıştır. Bölgede daha fazla kalamayacağını anlayan Özdemir Paşa da arkası kapatıldığı için İran’a geçerek teslim olacak ve Van’dan yeniden Türkiye’ye girecektir. (Bu harekâtın devamına, bu defa 1924 Ağustos’unda İstiklal Savaşı komutanlarından Cafer Tayyar [Eğilmez] Paşa niyetlenecek ancak bu, sadece bir niyet olarak kalacaktır.) Lozan’da İngiltere’yle bir yıl içinde halledeceğimizi belirttiğimiz Musul meselesi sürüncemede kalmaya devam edince Cemiyet-i Akvam’a intikal etmiş, onlar da bir heyet göndererek yerinde incelemeler yaptırmıştır. Bu arada bölgede halk oylaması isteğimiz de insanların “ilkel” olduğu gerekçesiyle Batılılarca reddedilir. (Yani o zamanlar biz plebisit yapmak istiyorduk, İngilizler karşı çıkıyordu. Şimdi ise biz karşı çıkıyoruz, onlar istiyor.)
Ardından Şeyh Said İsyanı (13 Şubat 1925) patlak verecek ve bastırılsa da, sonuçları Musul’un durumunu doğrudan etkileyecektir. Musul’daki en büyük kozumuz olan Kürtlerin Türkiye’ye katılmak istedikleri tezi, içerideki Kürtlere yönelik bastırma harekâtı ve 1924 Anayasası’nda Kürtçenin yasaklanmasıyla zayıflayacak, dolayısıyla isyan, sonuçta İngilizlerin ekmeğine yağ sürecektir.
Nihayet 23 Temmuz 1925’de Türkiye Cemiyet-i Akvam’a başvurarak Musul’da Arapların aleyhimizdeki faaliyetlerine engel olunmasını istemişse de komisyon bu konuda yetkisiz olduğunu ileri sürmüştür. Bu, adeta son hamledir. Musul üzerindeki projemiz bu tarihten itibaren gözle görülür biçimde sönmeye başlamış, nihayet 7 Haziran 1926’da Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın imzasıyla Musul üzerindeki bütün haklarımızdan, 25 yıl boyunca petrol kârlarından yüzde 10 pay ödenmesi karşılığında vazgeçecektik.
İşte Mustafa Kemal’in aşağıdaki mektubu, 23 Temmuz son hamlesinden bir hafta sonraya rastlar. Türkiye’nin Musul’a veda ederkenki hüzünlü ama yine de ümitvar bakışını yansıtan bu mektupta Misak-ı Milli terimi geçmemekle birlikte Musul ahalisinin ülkemizin ayrılmaz bir parçası olduğu, bir gün kurtulacaklarına olan ümidini koruduğu, mücadeleyi bırakmamaları ifade edilmekte ve kurtuluşun yakın olduğu vurgulanmaktadır.
Musul’daki “din kardeşlerimiz”in kurtuluş güneşinin doğuşunu sabırla beklemelerini de hatırlatan bu ilginç mesajlar yüklü mektup, ilk olarak bundan 35 yıl önce Fethi Tevetoğlu tarafından yayınlanmıştır (Hayat Tarih Mecmuası, Sayı: 10, Kasım 1972, s. 6-7.) Hilafet kaldırıldıktan sonra bile Musul halkına “din kardeşlerimiz” diye hitap edilmiş olması bir başka ilginçliğidir mektubun. Şimdi Seyyid Muhammed Cebbârî ve akrabalarına yazılan ve aslının Kerkük’te Cebbarî ailesinde bulunduğu bildirilen bu mektubu beraberce okuyalım: Mücahidin-i muhterem sâdâttan Seyyid Muhammed ve akrabalarına, Memleketin bir cüz’-i lâ-yenfekk’i [ayrılmaz parçası] olan Musul’un ahâlisinin karîben halâs bulacağına [yakında kurtulacaklarına] itikad ve itimad olunarak öteden beri devam eden mücahedâtınızda ber-karar olmanızı selamet ve saadet-i âtiyeniz namına hamiyet-i malumenize terk eylerim.
Türkiye Cumhuriyeti’nin şefkatini ve Musul’un hükümetimize aidiyeti hasebiyle âti-i karîbden [yakın gelecekten] asla kat’-ı ümid etmeyerek [ümit kesmeyerek] zulümlere karşı yüksek bir cidal ile münevver [aydınlık] bir istikbal te’min olunması, din kardeşlerimizin huzur ve saadeti için kıymettardır. Halas günleri karîbdir. Şems-i istihlasın tuluuna [kurtuluş güneşinin doğmasına] sabûrane müterakkib bulunulmasını [sabırla beklenmesini] hatırlatır, Cenâb-ı Vâcibü’l-Vücud’dan cümleye muvaffakiyetler temenni eylerim. 1.08.1341 (1925) Sabırla ve ümitle bekleyin, diyor. Neyi? Haziran 1926’da attığımız ve Musul’u İngilizlere teslim ettiğimiz imzayı mı?
Evet, konuyla ilgili bilinç oluşturma konusunda, yukarda yer alan pek çok hakikat, nasihat, söz, söylem, yüzlerce örnek ve özellikle aşağıda hülâsa olunan “bir nevi talimat” her vesile ile anılması, anlatılması, hatırlanması ve hatırlatılması gereken bir husustur.
“Musul vilayeti, Türkiye Devleti’nin milli sınırları dahilindedir” (Musul vilâyeti: Musul, Kerkük, Süleymaniye, Telâfer dahil olmak üzere, Bağdat üstü paralelden, İran sınırını takiple Türkiye Cumhuriyeti alt sınırlarını birleşik olarak saran ve Suriye’ye kadar ulaşan çok geniş bir alandır. Kuzey Irak bütünüyle bu vilâyet içinde kalmaktadır.) ITC haritalarında yer alan Türk bölgeleri incelendiğinde kapsama alanı çok iyi görülebilir.
Şimdi, birinci bölüm sayılabilecek ön açıklama, aydınlatma ve özgün hatırlatmalar sonucunda, aşağıdaki metni bir kez dada ve “çok dikkatle okumanız için” tekrar veriyorum.   30 Ocak 1923 günü Mecliste:
            “Musul vilayeti, Türkiye Devleti’nin milli sınırları dahilindedir” diyen Mustafa Kemal Paşa, (ATATÜRK) bundan 28 gün sonra “Musul’u gayet kolaylıkla alabiliriz” demiştir aynı kürsüden. “Fakat” diye eklemiştir ardından;
“Musul’u aldıktan sonra savaşın biteceğinden emin değiliz.Yani Musul’u almak değil, korumak önemlidir. Alırız almasına ama, bedelini ödemeye de hazır olmalıyız.”
YIL 2007 – MUSUL VİLÂYETİ FEDERE KÜRT DEVLETİ
Aradan neredeyse 84 yıl geçmiş. Yukarıdaki beyana ilâveten burada önemle açıklanması gereken bir vasiyet daha var: Belgesini son vereceğim. Ama Atatürk 1933 yılında bir Amerikalı generale aynen şöyle diyor: “Allah nasip ve ihsan eyler ve ömür verirse eğer, bundan sonra ilk hedefim Selânik ve Batı Trakya’yı almak, daha sonra 12 adalar, Kıbrıs,
Musul, Kerkük ve havalisini Anavatana katmaktır...”
Bu, mutlak bir ideal, Misak-ı Milli sınırlarını tamamlama, bütünleme ve yakın çevremizi saran Türk kardeşlerimizi istiklâl, huzurlu bir istikbâle kavuşturmanın vazgeçilmez bir şartı ve günümüz siyasetçilerinin olmazsa olmaz görevidir.
PEKİ BUNU KİM YAPABİLİR ?
Ona da büyük önder ATATÜRK’ ün dilinden cevap vereyim: “Türkçe düşünen, Türkçe konuşan ve Türkçe yaşayan” Türkiye Cumhuriyeti yöneticileri. Hani, Mustafa Kemâl’ e sorulur: “Türk Ne Demektir” diye. Cevap aynen şöyledir:
Türk demek: Türkçe düşünmek, Türkçe konuşmak ve Türkçe yaşamaktır.
NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE”
Burada tam bir vukufla hatırlatmak isterim. “Ne Mutlu Türküm Diyene” vecizesinin aslı, esası ve tamamı budur. Bu vecizenin bir bütün olarak yazılması, nakledilmesi ve her ne sebeple olursa olsun tamamının söylenmesi gerekir. Aksi takdirde, bundan böyle söyleyenden kuşku duymalıdır.

 

 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 

 
 06

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Sakin KARAKAŞ
Sakin KARAKAŞ Hayat Hikayesi
OSMANCIK TURİZM SEZONUNA HAZIRLANIYOR
            Osmancık’ta Kızılırmak sahil bandı tamamlanmak üzere. Sahilin Belediye binası arkasında kalan kısmı daha önceki sezonlarda hazırlanmış ve halkın hizmetine sunulmuştu.  Şimdi de karşı kıyı hazırlanmaktadır. Belediye başkanı  Emin Serdar KURŞUN ve çalışma arkadaşlarının yoğun çalışma temposu içerisinde Kızılırmak sahil bandının karşı kıyısının turizm sezonuna yetiştirilmesi çabası içerisinde olduklarını gördüm.
            Osmancık’ın iç turizm pastasından pay alabilmesi için yapılan bu çalışmalara Osmancık halkının yoğun destek vermesi gerektiği kanaatini taşımaktayım. Dilerseniz Osmancık’ta bu güne kadar turizm adına gerçekleştirilen faaliyetleri sıralayalım ve devamında da bundan sonra alınması gereken önlemlerden bahsedelim.
            Osmancık’ta son dört yıldan bu yana  ilçenin tanıtımı ve turizm altyapısının oluşturulması  için aşağıdaki faaliyetler gerçekleştirilmiştir.
            -Kızılırmak sahil parkı ağaçlandırılmış ve turizm sezonunda araç trafiğine  kapatılarak sahildeki park alanlarında düzenleme gerçekleştirilerek park alanlarında hizmet veren cafelerin hizmetine sunulmuştur.
            -Türkiye genelinde yoğun bir tanıtım faaliyeti gerçekleştirilmiş, İlçenin turizme hazır olduğu vurgulanmıştır. Osmancık’ın tarihi potansiyelini oluşturan Koyunbaba türbesi ve köprüsü, İmaret camii, Baltacı Mehmet Paşa çeşmeleri ve Akşemsettin camileri üzerinde durulmuş ve uygun olanlar için restore işlemleri gerçekleştirilmiştir.
            -Osmancık’ın yöresel yemekleri olan Irgat böreği ve Yırtmaç’ın patenti alınmıştır.
            -Çevre il ve ilçelerdeki okul ve kurumlar gezi için Osmancık’a davet edilmiştir.
            -Sahil bandında Osmanlı kültürünün yaşatılması için  iki adet Faytonun kullanıma sunulması girişimleri son noktaya gelmiştir.
            - Turizm hizmeti sunan acente sahipleri Osmancık proğramı hazırlayabilmeleri için Osmancık’a davet edilmiştir.
            -Adatepe mesire yerinin suyu getirilmiş ve piknik alanı kullanıma hazır hale getirilmiş, bank vb. oturma grupları hazırlanmıştır.
Bu çalışmalara ek olarak daha pek çok faaliyete turizm için imza atılmıştır.  Hiç şüphesiz böylesine güzel faaliyetleri gerçekleştirenleri alkışlamak gerektiği kanaatini taşımaktayım. ancak bu faaliyetlerin yetersiz olduğunu ve turizm için Osmancık’ta daha fazla çalışmaların yapılması gerektiğini düşünüyorum. Turizm için henüz yolun başında olan Osmancık’ta belediyenin çalışmalarını tamamlamak ve yeni faaliyetler üretmek adına önümüzdeki yaz sezonunda çalışmalarına ivme kazandırması gerekmektedir. Bu bağlamda belediye çalışmalarına ışık tutmak adına haliyle önerilerim olacak. Bu önerilerimi sıralayacak olursak.
Her şeyden önce gerçekleştirilmiş olan mevcut faaliyetlere sahip çıkmak  park ve bahçeleri korumanın önemli olduğunu düşünmekteyim.Gemici sahil bandında oluşturulan parkı geçtiğimiz Pazar günü gezdim. Ancak ne yazıktır ki henüz yeni yapılan bu park alanının sarhoşların uğrak yeri olduğunu , bira şişelerinin ortalık yerlerde bırakıldığını, Hatta otantik bir görünüm sağlayan taş tertuarlardaki taşların yer yer söküldüğünü gördüm ve içim sızladı. Belediye diğer park alanları ile birlikte mevcut parkın da korumasını yapmalı, uyarı yazıları asılmalı ve gerekirse belediye ses yayın cihazından eğitim ve bilgilendirme adına ilanlar yapılmalıdır.
En kısa zamanda Osmancık’a en  az yüz elli yatak kapasiteli 3 veya dört yıldızlı iki otel kazandırılmalıdır.
Her iki sahil bandını oluşturan yaklaşık 1,5 kilometrelik alanda Kızılırmak suni olarak yükseltilmeli ve sandal ile gezinti alanı oluşturulmalıdır. Belediye öncülüğünde sandalcılık teşvik edilmeli ve temin edilecek sandallara Osmancık’ı simgeleyen “Pirnçkentli”, “Pimoliza” vb isimler verilmelidir.
Sahil bandında ticari faaliyet gösterenler belgeye bağlanmalı, sürekli sağlık kontrolü yapılmalı, zabıtalar masa sıklığı, zemin temizliği vb. kontrolleri sürekli yapmalı ve günde 18 saat devriye bulundurulmalıdır.
Alandaki müzik sesi sürekli belirli bir düzeyde tutulmalıdır.
Mısırcı, pamuk şekerci, dondurmacı  vb. seyyar satıcılara tek tip Osmanlı kıyafeti zorunluluğu getirilmelidir.
Fayton güzergahları belirlenmeli ve faytonculara Osmanlı kıyafeti uygulaması getirilmelidir.
Bölgede sergi alanı ayrılmalı ve sezon boyunca kişi ve sivil toplum örgütlerinin faaliyetlerine ağırlık verilmeli ve bu çalışmalar bir takvime bağlamalıdır.
Irmak üzerinde Osmanlı kıyafeti ile balık ekmek satan sandalcılar oluşturulmalı ve sezonluk bu faaliyet belediyece teşvik edilmelidir.
Sandal turu için ruhsat imkanı verilmeli ve ücretli sandal turu teşvik edilmelidir.
Özellikle Cumartesi ve Pazar günleri Adatepe’ye servis konulmalı ve yol ıslah edilmelidir.
Belediye öncülüğünde broşürler bastırılmalı ve Osmancık’ın ayrıcalıkları geniş kitlelere duyurulmalıdır.
Ulusal tv kanalları sürekli davet edilmeli ve sezon boyunca tv çekimleri ve gösteriler eksik bırakılmamalıdır.
Sezon boyunca halk gösterileri ve yöresel oyunlar tertiplenmeli ve başta Çorum belediyesi ile işbirliğine gidilerek Çorum’daki günü birlik turizm potansiyeli Osmancık’a çekilmelidir.
Osmancık dokuma tezgahları canlandırılmalı ve sahil bandında açık alanda bu dkuma tezgahını kullananlar teşvik edilmeli ve gösteri eşliğinde üretilen Osmancık dokumaları konuklara pazarlanmalı ve yeni istihdam alanları oluşturulmalıdır.
Osmancık’la ilgili hediyelik eşya satıcılığı teşvik edilmeli ve bu alamda da yeni istihdam alanları açılmalıdır
Yukarıda özetle anlatılmış olan turizm faaliyetlerine kısaca özetlemeye çalıştığımız bu faaliyetlerde eklenirse Osmancık’ın turizm fotoğrafı tamamlanacak ve Osmancık turizm pastasından hak ettiği payı mutlaka alacaktır.
Haydi kolay gelsin!

 

 

 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 07

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Salım SAVCI
Salim SAVCI Hayat Hikayesi
TÜRKÇEMİZDE KA HARFİ VAR MI?
Ara sıra telefonla arayanlar olur. Onlara kesinlikle cevap veririm. En son telefon çaldı:
-Efendim, siz k K (ke okunur), ka okunmaz diyorsunuz. Ama TV (TEV) (TİVİ değil)’lerde sorumlu kişilerin:
CEHEPE yerine CEHAPE
MEHEPE yerine MEHAPE diye söylediklerini duyuyorum. Okula giden oğlum ile kızım:
-Baba, yine bir çam devrildi diyorlar.
Lütfen beni aydınlatınız. Saygılar.
Türk alfabesi (ABECESİ) 1.XI.1928 yılında (79yıl önce) (1353) sayılı yasa ile kabul edilmiştir. Her harfin okunuşu da yasada vardır.
14. harfimiz K,k (ke okunur)
Bu açıklamaya göre; K,k harfine;
- ke
- ka diyerek. Doğru söyleyenlere, yanlış söyleyenlere siz de tanık olacaksınız.
-Yine birisi, bir çam devirdi diyeceksiniz.
Ağzınıza sağlık!

 

 

 
 
 
 
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
  08

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Hasan Latif SARIYÜCE
Hasan Latif SARIYÜCE Hayat Hikayesi
MAKEDONYA TOPRAKLARINDA
Sonunda çıkıyoruz Yunan kapısından. Makedonya kapısına giriyoruz. Hava sıcak,nemli,sıkıntılı. Tur yöneticisi sevimli Vesile Ataberk hanım hemen pasaportlarımızı toplayıp gidiyor. “Otobüsten inmeniz gerekmeyecek. Çünkü kapıda bizden başka geçiş yapacak kimse yok. Hemen dönerim “ diyor. Dönüyor dönmesine ama tam yarım saat sonra damgalanmış pasaportları dağıtıyor. Gene bekliyoruz. Bir on dakikasında bir polis giriyor içeriye. Bir suratımıza,bir eline aldığı pasaportlarımızdaki resmimize bakarak yeniden toplayıp gidiyor. Otobüsü boşaltıyoruz. Yol mu şaşırdı,ne hal ise bir Almancı Türk otomobiliyle geliyor. Yunanistan üzerinden Türkiye’ye geçecekmiş. Onunla konuşuyorum. “Abi” diyor,”Bu Makedonlar Türkleri sevmez. Hele bu çevrede halkın çoğu Yunanca konuşuyor. Yunanlı görünce sevinirdirik kuşuna dönüyorlar. İçlerinden çoğu “Ah biz neden Yunanistan’a bağlanmadık” diye dizlerini dövüyorlar”. Ben “Belki bu tarafta yaşayan küçük bir azınlık böyle düşünüyordur” diyorum. “Biz Makedonları severiz. Kayp kalbe karşıdır. Bildiğim kadarıyla onlar da bizi severler. Sonra on yıl önce Makedonlar bağımsızlıklarını kazanıp Makedonya adıyla devletlerini kurmak istediklerinde Yunanlıların yaptıkları kolay unutulacak gibi değildi. Makedonya adını kullanamazsınız diye tutturdular.  Tutturmak ne söz,bayağı efelendiler. Nerdeyse körpe devletin üzerine ordu süreceklerdi. Türkiye hemen varlığını gösterdi. Makedonlara arka çıktı. Bütün platformlarda onları savundu. Güvenceler verdi. Yardım yaptı. Genç Almancı bilgece başını iki yana sallıyor:”İyilik çabuk unutulur abi !” Diyordu.
 Sahi Yunanlılar Makedonya adına neden karşı çıktılar ? Neden büyük bir gocunma duydular ? Şunun için ki Yunanistan’ın kuzey kesimleri Makedonya diye anılır. Eski Makedonya’nın başkenti Selanik’ti. Bu bölgede Makedon’ca konuşan çok sayıda insan yaşıyor. Ayrıca Bulgarca konuşan Müslüman Pomaklar ve Çingeneler de var. Yunanistan Makedonların varlığını kabul etmiyor. Bunları Yunanlı sayıyor,Makedon saymıyor. Tıpkı şimdi Batı Trakya Türklerini Türk saymadıkları gibi. Tıpkı vaktiyle Makedonya kahramanlarını Makedon saymadıkları gibi. Gezip dolaşan Yunanistan’ın Makedonya kısmını. Ana dilleri Makedon’ca olan bir çok insan göreceksiniz. Ne Helenistik çağda,ne de sonrasında Yunanca hiçbir zaman Makedonların konuştuğu bir dil olmadı. Böyle olduğu halde Makedonların tarihi kahramanı İskender’i dünyayla Yunan diye tanıttılar. İskender’in Yunanlılarla ilgisi,Yunanlı Aristo’nun öğrencisi olmaktan ileri gitmemiştir. Bizim nesillere bile okullarda İskender’i İskender-i Yunanni diye okutmuşlardı. Selanik adını Yunanlılar değil İskender koymuştur. Thessalonike İskender’in kız kardeşinin adıydı.
 Fransızların Edmond Abaut (1828-1885) adında bi yazarı vardır. Öğrenimimim bir kısmını Yunanistan’da yapmıştır. Yunanlılarla ilgili Çağdaş Yunanistan adlı bir inceleme kitabı,bir de gene Yunanlıları anlattığı Tolia adlı bir roman yazmıştır. Ünlü yazar,bu iki kitapta vardığı sonuçu şöyle açıklamıştır:”Yunanlılar hiçbir şeyi kendi gayretleriyle yapmamışlardır. Kendi alın teriyle kazandıkları tek şey şöhretleridir”.
 İskender zamanında Yunanlılar beş on bin nüfusla site devletlerinde yaşıyor,birbirleri ile boğazlaşıyorlardı. İskender’den de bir hayli dayak yemişlerdi. Tebai şehrini yerle bir eden İskender’di. Tarihte önemli bir aydınlanma döneminin adı olan ve İskender’in doğu seferiyle başlayıp üç yüz yıl süren Helenistik Çağda Yunanca,Yunalıların hiçbir çabası olmadan bütün Akdeniz kıyılarına yayıldı. Bu dil,Akdeniz tümüyle bir Roma İmparatorluğu gölü olunca varlığını bu günlere kadar bölük,pörçük sürdürme olanağı buldu. Makedon dostlarımız bizi Yunanlılar gibi bir buçuk saat betletmediler,bir saatte serbest bıraktılar.
 Gümülcene’den çıkınca Manastır yolunu tuttuk. Bir saat bile girmeden Manastır’a ulaştık. Şehir düzlükte. Adına Bitola yapmışlar. Otobüsümüz şehrin merkezinde büyükçe bir parkın kıyısında durdu. Osmanlıdan kalma askeri lisesi bu parkın içerisinde. İki katlı,dört köşeli,ortası avlulu,çok büyük bir yapı. Daha ilk başta on dokuzuncu yüz yıl Osmanlı yapısı olduğu belli oluyor. Mustafa Kemal Atatürk Selanik Asker Orta Okulunu bitirdikten sonra Manastır Askeri Lisesine geldi. Burada kendisinden bir sınıf ileride olan geleceğin ünlü hatibi ve özgürlük savaşçısı Ömer Naci,Mustafa Kemal’e;Namık Kemal’in şiirlerini ve yasak Jöntürk yazarlarını tanıtmış,siyasi konulara ilgi duymasında etkili olmuştur.
 Manastır’da onursal bir Türk konsolosu var. Mithat Enver Cemal Bey. Kendisin lise önünde bizi bekliyor bulduk. Orta yaşlı,kültürlü,Türkçe’yi çok iyi konuşan,son derece nazik,kibar ve de güzel bir insan. Türkiye’yi,Atatürk’ü bizlerden çok seviyor. Eski lisenin ikinci katında,parka bakan taraftaki Atatürk Anı Salonu’nu kendi çabalarıyla kurmuş. Bize burasını gezdirdi. Atatürk’le ilgili eşyalar,resimler.. Bir de Atatürk için yazılmış kitapların toplandığı kitaplık var. Müze bakımlı. Ne var ki aynı bölümdeki tuvalette sular akmıyor. İçeri girilecek gibi değil.
 Mithat Enver Cemal Bey,müzeden sonra bize kenti gezdirdi.. Türklerden kalan yapıları gösterdi. Kentin ortasında 1509’da yapılan İshakiye Camisi güzel Sanatlar Galerisi olmuş. Bütün Balkanlarda rastladığımız Türk eserlerini gözlerden saklama gayreti burada da görülüyor. Bu güzel caminin burnunu dibinde camiden daha yüksek,bütün duvarları siyah cam kaplı bir bina yapmışlar,ne olmuş biliyor musunuz ? Cami bir iken iki olmuş. Bir cami de camlı binanın içinde görünüyor. Hem de bütün görkemiyle.
 İshakiye camisi kapalı olduğundan içine giremedik. 1559’da yapılan;halen ibadete açık olan Yeni Camiyi gezdik. Çevresi bakımsız. Manastır’da ayakta kalan beş camii var. Bunların dördü camilik görevini sürdürüyor. Şehirde iki bin kadar Türk yaşıyor.
 Manastır’da kentin ortasında 175 yıl önce Osmanlı’nın yaptırdığı saat kulesi dimdik ayakta. Mimarlık yönünden oldukça değerli bir eser. Boyu minaresinden daha yüksek. Kulenin eskiden kalma tarihi saati sökülmüş. Bir daha yerine konulmamış. Makedonya bağımsız bir devlet olduktan sonra yaptıkları ilk iş kulenin tepesine kocaman bir haç dikmek olmuş. Oysa buradaki camilerin minaresinde hilal alem yokmuş. Müslümanlar Hıristiyanları incitmemek için minarelere alem yerine yumruk büyüklüğünde bir maden parçası koymuşlar.  Böyle bir ortamda Makedon yöneticileri kule tepesine haç koymanın kabalığını fark ederek söktürmüşler. Şimdi kulelin tepesinde ne haç ne de hilal var.
 Konsolos Mithat Enver Cemal Bey çarşının ortasında altı dükkan olan iki katlı bir evi gösterdi. Burası,kızı lise öğrencisi olan Mustafa Kemal’e gönül vermiş Rum tüccarın evi imiş. Mustafa Kemal bu kızı Selanik’e kaçırmış. Babası arkasından giderek kızını geri getirmiş. Tezgahtarına bir tene dolusu altın vererek kızı ile evlenmeye razı etmiş. Bu olaydan sonra Rum tüccarı fazla kalamamış Manastır’da Selanik’e taşınmış.
 Yazar Tarık Dursun K,Manastır’a giderek bu öyküyü araştırmış,allayıp pulladıktan sonra bir gazetede birkaç gün süren bir yazı dizisinde anlatmıştı. O yazıda aklımda kaldığına göre,genç Mustafa Kemal kızı trenle kaçırmak üzere iken Manastır’da zaptiye memuru olan dayısı tarafından engellenmiştir.
 Atatürk’ü anlatan iki kitapçık yazdım. Manastır’da kız kaçırma öyküsüne hiçbir kaynakta rastlamadım. Ne var ki,Mustafa Kemal gibi son derece yakışıklı bir gence kızların gönlünü düşürmeleri de olmayacak bir iş değil. Gene de bu öykü gerçek olmaktan çok bir efsane niteliği taşıyor. Büyük kişiler hakkında böylesine söylenceler her yerde görülür. Zaman geçtikçe dallanır,budaklanır,yeni yeni varyantları çıkar ortaya. Ben bu öyküden biraz da turizm amacı güdüldüğünü sezdim.
 
 Mithat Enver Cemal Bel,bizi çarşı içinde bulunan konsolos binasına götürdü. Üz küçük odayı üç büyük ülkenin (Türkiye,Fransa,İngiltere) onursal konsolosları kullanıyorlarmış. İçeri girdiğimizde zayfı,ufak tefek sevimli bir bayanla karşılaştık. İngiltere konsolosu imiş. Buradan çıkışta çarşı ortasındaki ünlü çeşme ile hemen yanı başındaki havuza gittik.çeşme gürül gürül akıyordu hâlâ. Havuzda öylece duruyordu. Hepimiz birkaç yudum su içtik çeşmeden. Orada hanımlar Atatürk’ün de sevdiği o önlü Manastır türküsünü söylediler.  
Manastır’ın ortasında var bir çeşme,canım çeşme
Manastır’ın kızları hepsinden seçme biz çalar oynarız
Manastır’ın ortasında var bir havuz canım havuz
Manastır’ın erkekleri hepsinden yavuz biz çalar oynarız.
 
         Bu sırada dilenci Çingene çocukları etrafımızı sardı. Para istiyorlar. O kadar arsız şeyler ki;yanımızdan zor uzaklaştırdık.
         Makedonya gümrüğünde biraz buruklaşan duygularımız Manastır’da duruldu. Neşemiz yerine geldi. Hangi ülkeden geldiniz diye soranlara Türkiye’den dediğimizde yüzleri ışıldıyor,dost bir ülkenin insanlarıyla karşılaştıklarını hemen belli ediyorlar. Makedonlar,öbür Balkan ülkelerinin insanları gibi güzel insanlar. Sıcak kanlı,sokulganlar. Bir şey sorduğunuzda güler yüzle karşılık veriyorlar. Yardımcı olabilmek için adeta çırpınıyorlar. Kentlerin görünümü,çarşılarının cansızlığı yoksulluk sınırını aşamadıklarını gösteriyor. Ne varki sokaklarda son moda giyinmiş mini etekli kızlar dolaşıyor ve çok sayıda lüks Mersedesler… Moda yoksulluk sınırı filan tanımıyor. Bizde olduğu gibi liseden mezun olacak öğrenciler mezuniyet balosu için kıyafet arama yarışında idiler. Hatta bazı kız öğrenciler abiye kıyafetlerle dolaşıyorlardı.

 

 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 09

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Selma GÜRSEL
Selma GÜRSEL Hayat Hikayesi
ÇİLEK REÇELİ
2 kilo küçük boy çilek
2 kilo toz şeker
2 adet nohut büyüklüğünde limon tuzu
           Çilekler bol su içerisinde yıkanarak yeşilleri temizlenir. Çilekler büyük bir tencereye konulur. Ayıklanan çileklerin üzerine 2 kilo toz şeker ekilerek karıştırılır. Biraz bekletilen çilekler kısık ateşte kepçe ile karıştırılarak pişirilir,kaynayınca 10 dakika dana pişirilen çileklerin üzerinde biriken köpükler kepçe veya kaşıkla alınarak atılır. 10 Dakikanın sonunda 2 adet nohut büyüklüğündeki limon tuzu reçelin atılarak bir taşım kaynatılarak ocaktan indirilir. Soğuyan reçel kavanozlara konularak,soğuk bir ortamda saklanır.

 

 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 10

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Rıza HARDAL
Rıza HARDAL Hayat Hikayesi
BİZDE Mİ DÖNELİM GERİ
Ana yasa baba yasa
Milleti aldı kuru yasa
Benzin atma sönmüş köze
Bizde mi dönelim geri
Altı oku zedeledi
Badeleri zedeledi
Talabani, Barazani’yi yedi
Tekrar geri mi dönelim
Menderes, Saddam’dan ne haber
Yerlerini başkaları aldı
Sade Çankaya’mız kaldı
Yine mi dönelim geri
Atatürk döktü denize
Getirdiniz yüze yüze
Yurt ettiniz Ege’mize
Tekrar geri mi dönelim
Aranızda çözüm bulun
Ne işi var sağın solun
Vatandaşı bölüm bölüm
Yine mi dönelim geri
Size sözüm Türk Milleti
Bundan var mı daha kötü
Karıştırma Kürdü Türkü
Yine mi dönelim geri
Hani değişiklik olmadı
RIZA’NIN yüzü gülmedi
Evet, hayır ne bilmedi
Bizde mi dönelim geri
 

 

 

 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 11

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Şükriye BEZGİN
Şükriye BEZGİN Hayat Hikayesi
YORGUN AKIYOR GECELER VE GÜNLER
Yorgun akıyor günler ve geceler
Arsızca sırıtıyor zincirleme yenilgiler
Bin bir türlü kahır var yüreğimde
Sürekli tökezlemeler...
Kırıntısı kalmamış umudun
Yoldaşım olmuş kâbuslar
Gizil bir güce teslim etmişim iplerimi
Oynuyor benimle dilediği kadar...
Çorum 18.09.2000

 

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
   
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 12

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

 
Paşa ÇETEN
Paşa ÇETEN Hayat Hikayesi
YAĞMURLA
Dağlar,
Denizler,
Irmaklar,
Ve her şey.
Yağmur gıpta eder her birine
Ve bir kartpostal
İnfazda yakalar
Kapkara bir hayatın bekçilerini
Denizlerin en koyu dehlizlerinden kopup gelen
Bir damla suya onca ateş
Nasıl yakılır ?
Nasıl kirletilir insan ?
Dışa vurur
Gözlerinin ateşine yenik düşen zulümler
O ateşi paylaşmak isteyen yağmur
Paylaşmak ister
Özgürlük ve şahadetle her şeyini
 
Mükerrer isimler, resimler.
Mükemmel kan yığınağı,göz yaşı sağanağı
Rütbelerle örtülen lekeler
Görünüverir yağmurun penceresinde
Hüzün ardıma düşmüş yağmurla beraber

 

YAZARLARIMIZIN HAYAT HİKAYELERİNE GİTMEK İÇİN TIKLAYARAK GİDİNİZ!

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

DİKKAT ; BU BİLGİLER TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMDEN  İZİN ALINMADAN KULLANMAYINIZ!
YAPTIKLARIM YAPACAKLARIMIN GARANTİSİ ALTINDADIR!

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

 Hukuka, Yasalara, Telif  ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir.
Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM

BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR!

100 SAYI 25 Haziran 2007 SAYIYA Gitmek İçin Tıklayınız!