-
KAN AĞLAYAN KERKÜK VE TÜRK DÜNYASI
-
24 Nisan 1995’de; Eski Osmanlı ve
Atatürk dönemi “Musul Vilâyeti” dahilinde kaim Türkmen (Müslüman
Türk) nüfusu temsil ve ilzam maksadı ile Kerkük’te kurulan (ITC)
Irak Türkmen Cephesi (Partisi) 24 Nisan 2007 tarihinde 12. yaş
gününü Ankara’da kutladı. Parti Genel Başkanı ve Başbakanı BOB eş
başkanı olarak alenen deklare eden AKP ve hükümetin yeterince ilgi
göstermediği ve duyarsız kaldığı kutlama oldukça sade, sessiz ve
buruk bir tören biçiminde gerçekleşti.
-
28 Nisan Cumartesi günü de, Ankara
Tandoğan meydanında “Türkmenlere Destek” mitingi yapıldı. Bu güne
kadar vaki Kerkük mitinglerine oranla çok daha kalabalık, coşkulu,
anlamlı ve heyecanlı geçen mitingde, geçmişte ve bugün yaşanan
sorunlar bütün boyutları ile vukufla dile getirildi. Başta Türkiye
Cumhuriyeti devleti olmak üzere, Türk milleti ve Türk dünyasının
konuya dikkati çekilerek, daha da ilgili, (çare bulma ve çözüm
üretme yönünde) ‘etkili’ ve belirleyici olunması istemi; Haklı bir
beklenti, samimi bir arzu ve temenni olarak dile getirildi. (Burada
‘diplomatik bir üslup kullanılması” bizim için çok üzücü, hicap
verici ve düşündürücü olmuştur.)
-
Böylece, tırmanan iç meseleler ve
sanal gerilime rağmen nihayet istenen oldu ve “Kerkük” ülkemizin
gündemine oturdu. Benim de, “Türkmenler Yok Olmasın” konulu ilk
makalemi yayınladığım 6 ay öncesinden bu yana oluşturmaya çalıştığım
ortam ve kıvam buydu. Allah’a şükür şimdi oldu. Dolayısıyla bu defa
konuyu çok boyutlu ve derinlemesine ele alacak; Mevcut ve muhtemel
bütün etkenleri değerlendirecek, Türk dünyasının yakın tarih
(21.yüzyıl) önder ve kahramanlarını Kerkük’le ilgili boyutu yönünden
gündeme taşıyacağım.
- Şimdi meseleyi, yeni ve ‘aciliyet kespeden” güncel gelişmelerle
açıyorum:
- Elimde gerçekten de çok önemli iki belge var. Bunlardan biri; 24
Mayıs 2003 tarihinde AKP iktidarının ABD ile gizli bir anlaşma
imzaladığı hem de bu anlaşmanın Dışişleri’nde gerçekleştirildiği
iddiaları tüyler ürpertiyor. Aklıselim hiçbir insanımızın
kabullenemeyeceği bu “gizli anlaşma” Türkiye’yi kuşatan tehlikenin
boyutlarını da gözler önüne seriyor. Şimdi bu gizli işe açıkça bir
göz atalım bakalım. Bir buçuk aydır İnternet ortamında sirküle
edilen ve çeşitli yayın organlarında binlerce kez yayınlandığı halde
tekzip edilmeyen belge şöyle:
- Tarih, 24 Mayıs 2003. Yer, Dışişleri Bakanlığı Balgat/ANKARA (*)
-
1. Irak’ın kuzeyinde bulunan bütün
Türk birlikleri ve Türk Ordusuna bağlı özel kuvvetler, dört ay
içinde aşamalı olarak Türkiye sınırları içine çekilecek.
-
2. Türk Ordusu bundan böyle hangi
gerekçeyle olursa olsun, sınır ötesi harekatta bulunmayacak. PKK (KADEK)
in Türkiye egemenlik alanı dışında takip ve bastırılması
harekatlarına son verilecek.
-
3. PKK (KADEK) e karşı Türkiye
Devletini egemenlik alanı içinde yapılacak askeri harekatlar için,
ABD askeri makamlarına haber ve bilgi verilecek, izin alınacak.
-
4. Eğer Türk Silahlı Kuvvetleri PKK
(KADEK) e karşı ABD askeri makamlarına bilgi vermeden ve izin
almadan harekat yapacak olursa, ABD Hükümeti Kürt halkına karşı
şiddet kullanıldığı ve soykırım uygulandığı çerçevesinde uyarıda
bulunma hakkını kullanabilecek. Bu durumda ABD gerekli gördüğü
ambargo ve silahlı müdahale gibi siyasal ve askeri yaptırım
haklarını saklı tutacak.
-
5. Türkiye ABD’nin İran’a ve diğer
Ortadoğu ülkelerine karşı uygulayacağı sınırlı askeri harekatlara,
ABD’nin talep etmesi halinde kayıtsız ve şartsız olarak üs ve taşıma
kolaylıkları sağlayacak, askeri birlik verecek. Türk birliklerinin
üs komuta yetkisi ABD komutanlığında olacak.
-
6. Türk Ordusunun asker sayısı ve
silahlı kuvveti ABD’nin uygun bulduğu sayı ve kabiliyete
indirilecek. Özellikle tank ve ağır silahların miktarı düşürülecek.
Savaş uçağı sayısı sınırlanacak. Bütün silah ve cephane bundan sonra
ağırlıklı olarak kısa menzilli taktik savunma kavramına göre
ayarlanacak. Türkiye’de bulunan ABD ve NATO irtibat subayları’ nın
görev alanları ve yetkileri genişletilecek.
-
7. Irak’ın kuzeyinde kurulmuş olan
ve "Kürdistan" adı verilen kukla devlet resmen ilan edildikten sonra
Türkiye tarafından resmen tanınacak. Türk Devleti’nin kukla devletin
kuruluşunu “savaş nedeni” sayan Milli Güvenlik Siyaset Belgesi ve bu
yöndeki politika ve kararları kaldırılacak.
-
8. Abdullah Öcalan ve diğer dört
lideri dışında bütün PKK (KADEK) yönetici ve elemanlarına geniş
kapsamlı af çıkarılacak.
-
9. Etnik grupların yasal siyasete
katılmaları önündeki bütün yasal kısıtlamalar ve engeller
kaldırılacak. Af yasasıyla bağlantılı olarak PKK (KADEK)e yasal
siyaset düzleminde yer alma olanağı sağlanacak. Hapiste veya dağda
bulunan yöneticilerin siyasal mücadeleye katılmaları için gerekli
hukuki ve siyasi önlemler alınacak ve uygulanacak.
-
10. Kamu Reformu Yasası ve yeni
Yerel Yönetim Yasaları hızla çıkarılacak. Türkiye’deki Kürt nüfusun
yoğun olarak yaşadığı şehir ve kasabaların belediyelerinin
özelleşmesi süreci kararlı olarak yürütülecek.
-
11. Türkiye dört yıl içinde
uygulanacak bir planla üniter devlet yapısını terk ederek
federasyona geçecek.
-
12. KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş
"Arafat modeli" denen uygulamayla devre dışı bırakılarak Kıbrıs’ta
Annan planı bazı küçük değişikliklerle hayata geçirilecek.
-
13. Ege Kıta Sahanlığı konusunda
Türkiye, Yunan tezlerine daha esnek davranacak .Türk jetlerinin uçuç
alanı daraltılacak. Sık sık ortaya çıkan "İt dalaşı" sorunu
Yunanistan rahatsız edilmeden çözülecek.
-
14. Türkiye’nin Ermenistan ile
ilişkileri normalleştirilecek ve iyileştirilecek. Sınır ticaretinde
Ermeniler lehine düzenlemeler yapılacak. Ermenilerin Türkiye’ye
gezilerindeki bazı kısıtlamalar kaldırılacak.
-
BİR TÜRK ATASÖZÜ “Ateş olmayan
yerden duman çıkmaz”
-
BİR GÜZEL SÖZ “Şahsınıza yapılan
kötülüğü affedin; Ancak, milletinize yapılanı asla affetmeyin
”Hz.ALİ. Bu önemli ve özgün haberi kullandığı ve duyurmaya katkı
sağladığı için “Tevfik Diker” e buradan teşekkür ederim.
-
Diğer taraftan, Ortadoğu' da
"Siyaset Yosması" olarak bilinen Amerikanın kemik yalayıcısı Yahudi
dönmesi (veya bir başka rivayete göre Ermeni asıllı) Barzani
tahriklerini sürdürmekte, referandumda ısrar etmekte ve “kimse
içişlerimize karışmasın” diye küstahça meydan okumaya devam
etmektedir. Keza, haddini aşma konusunda Türkiye’de vaki hiçbir
olayı da kaçırmamaktadır. Tıpkı Ermenistan, Ermeni diyasporası ve
Yunanistan gibi, fırsat bu fırsat deyip yüklenmesi, yukarda ki iddia
ve açıklamaları doğrular niteliktedir.
-
Bu bağlamda, Malatya’da yaşanan
menfur saldırı dünyanın gözünü tekrar Türkiye’ye çevirirken olay pek
çok ülkede olduğu gibi Irak’ta da yankı buldu. Ancak Irak Kürt
Bölgesel Yönetimi lideri Mesut Barzani’nin internet sitesi olarak
bilinen Peyamner’in, söz konusu olayı “Dünya Haberleri” değil
“Kürdistan Haberleri” bölümünde yayınlaması dikkat çekti.
-
Müslüman mahallesinde salyangoz
satmaya kalkışan misyonerlere yönelik tertip (!) ve saldırı;
“Kürdistan-Malatya’da Şok Cinayet” gibi çok şaşırtıcı, kışkırtıcı ve
düşmanca bir başlıkla duyuruldu. Mezkür internet sitesinin, Türkiye
ile ilgili bazı haberleri “Dünya” bazı haberleri de “Kürdistan”
bölümünde yayınladığı dikkate alınırsa bunun ne denli hainane bir
maksat ve ağır tahrik içerdiği açıkça anlaşılmalı ve altı
çizilmelidir.
-
Küstahlık ve haddini bilmezlik
yalnızca Mesut Barzani’ye has bir özellik değil; Uzak geçmişi bir
tarafa bırakalım, sadece çok yakın sürede vaki Talabani vukuatları
dahi Türkiye için çok ağır tahrik, tehdit ve ithamlar içermektedir.
Son olay çok menfur ve manidardır. Buna mukabil Türkiye sadece bir
nota verebilmiş, ona da henüz tatminkâr bir cevap alamamıştır.
-
Bunlar günün ve yapay gündemin
olaylarıdır. Senaryo gereğidir. Bir de yıllardır ardı arkası
kesilmeyen ve her biri Türk milletini derinden yaralayan, yüreğine
oturan insanlık dışı hain saldırılar, katliamlar ve soykırım
teşebbüsleri vardır. Şimdilerde Türkmen bölgelerinin demografik
(nüfus) yapılarını değiştirmeye yönelik olarak yoğunlaşan gasp,
işgal ve tehciri de dikkate alırsanız; Adeta, Musul, Kerkük,
Süleymaniye, Erbil ve Telâfer Ermeni işgali altında sanırsınız.
Çünkü ancak, benzer olaylar sözde medeni (!) dünyanın alçakça göz
yumduğu ve en son Ermeni işgal, gasp ve soykırım bölgesi KARABAĞ’ı
andırmaktadır.
-
Malum ve meş’um saldırıda binlerce
Azeri Türk’ün hunharca katledildiği ve yaklaşık 800 bin kişinin
yerinden yurdundan sürüldüğü acı bir gerçektir. Halâ ıstırapları
vehametle yaşanan acı gerçeğe rağmen soykırım suçlusu Ermenistan,
uluslar arası emperyalist unsurlar ve Türk düşmanlarından aldığı
destek ve cesaretle Türkiye’ye karşı haksız, yalan ve asılsız iddia
ve iftiralarını sürdürebilmektedir. Bu aleni düşmanlığa karşı
mukabelede Türkiye, Türk Dışişleri ve Cumhuriyet hükümeti ne yazık
ki çok zayıf ve pasiftir.
-
Gerçek şu ki, AB-ABD ve şerikleri
(ortakları) sözde ‘medeni dünya’ denilen tek dişi kalmış, ahlâken ve
insanen tefessüh etmiş, paraya tapan ve kanla beslenen vampirleşmiş
kadavralardan Türkiye’ ye ve Türklere hayır yoktur. Bunların kirli
el, karanlık emel ve hain işbirliği ile Irakta yaptıkları ortada,
herkesçe malum ve ayândır. Ve dahi bilinmeli ki; Başta Somali,
Srebrenika, Bosna-Hersek, Kıbrıs/Noel, Bulgaristan/Belena, Batı
Trakya, Afganistan ve Türk-İslâm coğrafyasında yıllardır vaki
katliam-soykırım, zorunlu tehcir, izolasyon, abluka ve ambargo gibi
haksız, adaletsiz, mesnetsiz ve hukuksuz her türlü caniyâne
teşebbüs, tehdit, vahşet ve tedhişin sorumlusu bu devletler (!)
güruhudur.
-
Bütün Türk ve İslâm alemi bu
insanlık dışı vahşet ve organize dehşetin farkındadır.
-
Artık, Türkiye de ‘farkında olmak’
zorundadır.
-
Farkında olmak, tedbir almak ve
faillerin haddini bildirmek anlamını taşır.
-
Düşmanca bir tehdit, tahdit, tahrik
ve teşebbüse karşı ‘mukabele-i bilmisil’ Atatürk’ün vasiyetidir.
Türk devlet geleneğinin vazgeçilmez icabı ve gereğidir. ‘Yurtta
Sulh, Cihanda Sulh’ düşmanca bir teşebbüse misliyle mukabeleyi
zorunlu kılar. Türk budur. Türkiye budur.
-
Türkiye; Dünya ve uzay Türklüğünün
Kâbesidir.
-
Türkiye; Dünyanın neresinde bir Türk
varsa, O’nu korumak ve kollamak görevi ile memur ve mükelleftir.
Yani, bütün Türk hükümetleri Türkçe düşünmek, Türkçe konuşmak ve
Türkçe fiil ve harekâtta bulunmak zorundadır.
-
Bu zorunluluk, 2200 yıllık geleneği,
bilgi, deha ve deneysel birikimi olan ve bu tarihi geleneği
Başkomutan Mareşâl Mustafa Kemâl Atatürk’ün ilke, irşâd, emanet,
vasiyet ve Türk inkılâbı ile taçlanan ‘Türk Ordusu’ içinde
geçerli-zorunlu bir görev olmakla; Sırasıyla, Güney Kıbrıs Rum
Yönetiminin ‘Londra-Zürich ve Garanti Antlaşmaları hilâfına’ AB’ye
katılımına göz yummak; Muavenat ve Eşref Bitlis olayının üzerine
gerektiği biçimde gitmemek; K. Irak’ ta ilân edilen ‘kırmızı
çizgilerin”ABD tarafından paspas gibi çiğnenmesine müdahil olmamak;
Türk askerlerinin başına çuval geçirildiği vakit en ağır surette
mukabele etmemek; Uluslar arası bir hak olmasına rağmen ‘sınır
ötesi’ harekâta girişmemek ve nihayet; Kendi hakimiyet ve
hükümranlık alanımız içinde menfur terör örgütünün kökünü kazımamak
gibi... Çok büyük suçları ve günahları var. Millet bunu pekalâ
görmektedir. Lâkin, suç ve sorumluluk TSK’ nın kurumsal kimliğinde
değil; MGK Genel Sekreterliğinde 30 yıl süre ile dış kaynaklı, Türk
ve İslâm düşmanı mason tarikatının bir mensubunu barındıracak kadar
umursuz ve duyarsız paşa nam kimselerde olduğunu bilmektedir.
-
Ne hikmetse bu paşalar, devletin
soyulup sağana çevrilmesine de karşı değillerdir. Varsa, yoksa bir
Cumhuriyet ve lâiklik meselesidir tutturur giderler. Oysa, Atatürk
ve Türk Cumhuriyetinin temel ilkesinin “fazilet rejimi” olduğunu
bilmezler. İşte, en büyük sorun da budur. Zira, bünyesinde hırsız,
yolsuz, soysuz ve namussuz barındıran bir rejim iflâh olamaz.
-
Oysa, Mareşâl Mustafa Kemâl ATATÜRK’ ün en çok kullandığı kelime
“namuslu ve dürüst olmak” tır. Bunu bilmezler. Başta ADD ve ÇYD
olmak üzere “Atatürkçülük” maddeci-materyalist bir felsefe; Lâiklik
ise, sekülarizm (yani dinsizlik) olarak algılanır, açıklanır ve
nihayet birbirinden bütünüyle farklı 41 tür Atatürkçülük tanımlanır,
buna ses çıkartmazlar.
-
Bu, bütünüyle yanlış ve gerçekdışı bir algılama, açıklama ve
tanımlamadır. Örneğin: Atatürk’ün Türk Gençliğine Hitabı, Onuncu Yıl Nutku, Bursa Nutku
ve Balıkesir dahil 52 hutbesi ile muhtelif söylev, demeç, emanet,
vasiyet-vecizelerinde tam bir ehliyet, liyakat, vukuf, bilgi,
basiret (öngörü) ve ferasetle ifade ettikleri gibi; “Memleketin
dahilinde, iktidara sahip olanlar, gaflet, dalâlet ve hattâ hıyanet
(ihanet) içinde dahi olabilirler...” hitabı, henüz dağıtılmamış bir
ORDU’ yu mutlak surette muhatap alır mı ? almaz mı ? elbette alır.
-
Öyle ise, kıçı kırık Rum-Yunan bunu tam bir şuurla yapar, Ermeni
gerektiğinde yalan, dolan, iftira ve riya ile dünyayı ayağa
kaldırır, İsrail bir askeri için savaş acar-saldırır, ABD 9 asker
için kıtalararası baskın yapar ve İngiltere 15 asker için saldırı
tehdidinde bulunur..Başta Fransa olmak üzere, dünyanın çoğu
ülkesinde “devleti bütün kurum ve kuruluşları ile” gasp, irtikap,
yolsuzluk sahtecilik ve su-i istimallere karşı ordu denetlerken; TSK
neden yapmaz. Neden ve niçin Türk aleminin maruz kaldığı tehditlerle
yeterince ilgilenmez. Tam yeri ve zamanıdır, sorulur... Genel Kurmay
Özel Harp Dairesi şimdi neden yok ?...
-
OYSA!...
-
Şimdi K. Irak’ta, Kerkük’te,
Telâfer’de, Musul’da, Erbil’de yaşayan 3 milyon öz be öz Türk,
TÜRKMEN kardeşimize yönelen alçakça bir soykırım tehdidi ve
hazırlığı var. Düne kadar binlerce masum ve müsemma kardeşimiz
alçakça-hunharca idam edildi. Evinden, barkından, yerinden,
yurdundan sürüldü. Kerkük’e yasa, hukuk ve ahlâk dışı yollarla 400
bin göçmen getirildi. Askerlerimizin başına mel’unlarca çuval
geçirildi. Tarihi Türk topraklarında Türkiye’ye karşı terör
örgütleri kuruldu, 40 bin dolayında masum, müsemma, günahsız ve
korumasız Kürt kardeşimiz ve Mehmetçiğimiz alçakça şehit edildi.
-
Şimdi işgal altında olan ve kurtuluş
savaşı veren dost ve kardeş Irak halkına ihanet eden bu bölücü,
ayrılıkçı, şer ve şeytani unsurlar; Hain uzantılar oluşturup,
içimizde sinsice örgütlenerek bağrımıza hançer soktular. Anavatan
Türkiye ve KKTC’de Genel kurullarında İstiklâl Marşı yerine Ermeni
ve Rum şarkıları çalan ihanet şebekeleri aynı bölgeden idare
ediliyor, güç ve kuvvet alıyor ve Anavatan Türkiye’yi bölmeye,
parçalamaya çalışıyor. Her karışından fitne, fesat, tehdit ve ihanet
fışkıran bu Barzani ve Talabani karargâh alanından yayılan hıyanet
ve melânete bu kadar müsamaha ve tahammül niye?...
- YETTİ ARTIK. “DUR” DEMEK ZAMANIDIR
-
Onurlu, özgür ve soylu bir yaşam
hürriyet ve adâlet ile kabildir.
-
İstiklâl, Milli Egemenlik, Onur ve
Adâlet Türk Milleti’nin karakteridir. Kaldı ki, hiçbir millet veya
fert kendi “ırk’ının izmihlâlinden” yana olamaz. Türk Milleti,
milletlerin efendisi, evrensel medeniyet ve adaletin hamisidir.
Değil, burnumuzun dibinde, gözümüzün önünde; Abdullah GÜL’ün dediği
gibi “TAPUSU CEBİMİZDE” olan bir TÜRK DİYARININ izmihlâline, insan
hakları ihlâline hiçbir Türk sessiz kalamaz, AB kalsa bile; ORDU
sessiz kalamaz, Hükümet kalsa bile; HALK sessiz ve ilgisiz kalamaz;
Dahili ve harici bedhahlar ‘bu sesi’ bastırsa bile. Gün Kerkük ve
bütün K.Irak Türklüğüne sahip çıkma günüdür. Yarın çok geç olabilir.
Bu nedenle:
-
“AB’mi,ABD’mi demek
nafiledir.Haykırılması gereken tek şey: TB (Türk Birliği)’dir.
- Tıpkı 1957-58’de “MİLLİ DAVA KIBRIS” ve 14 Nisan’da Cumhuriyet
için olduğu gibi; 28 Nisan 2007 Cumartesi günü, bu defa “KERKÜK
İÇİN” Tandoğan da “TEK BİR BİLEK ve TEK BİR YÜREK” olmak; Zalime ve
zulme ‘DUR’ demek anlamına gelmiştir.
- Bu bölümden itibaren bazı ibretli olayları, tarihi
gerçekleri ve Türk dünyasının yakın dönem kahramanları ile ilgili
somut gerçekleri anlatacak ve açıklayacağım. Sırada Kıbrıs’ın “Milli
Dava” ya dönüşmesini sağlayan TMT, Aliya İzzetbegoviç, Char Dudayev
ve Prof. Dr. Ebulfeyz Elçibey var. Eski KKTC Cumhurbaşkanı Dr. Rauf
Denktaş bu bakımdan (maneviyat noksanlığından ve dine değer
vermemesi yüzünden) sınıfta kalmış birisidir. Örneklerin amacı Tabii
ki, şu an yaşanan Kerkük (Musul Vilâyeti) sorunu ve diğer yoğun
bölgesel sorunlara ışık tutmak amacıyla elbette...
- Türk’ün hafızası “Nisyan ile malul olmamak” gerek.
-
En fazla bundan 50 yıl öncesine ait
çok ciddi ve özgün bir örnekle yazımı sürdürmek istiyorum. Şöyle ki,
1955 yılında Kıbrıs’ta Rumlar tarafından ada sakini Türklere yönelik
büyük bir soykırım yapılacağı yolunda yoğun duyumlar alınır.
(Günümüzde de aynı ve benzer duyumlar Kerkük Türkmenleri için
alınmaktadır. Telâfer’de zaten büyük bir katliam ve soykırım icra
edilmiştir) Ciddi dedikodular ve uluslar arası camiada söylentiler
dolaşmaya başlar. Dönemin Menderes hükümeti konuyu istihbarat
kanallarını kullanarak inceler. Ortaya çıkan tablo oldukça
enteresan, durum ciddi ve vahimdir.
-
Yerinde yapılan araştırma ve
incelemeler ada da 10 bin civarında Yunan askerinden oluşan bir “Rum
milli muhafız alayının” mevcudiyetini ortaya koymuştur. Buna mukabil
Türk cemaati silâhsız, savunmasız ve korumasızdır. Ada da bir tek
Türk askeri bile yoktur. O gün için Kıbrıs üzerinde hiçbir hak ve
hukuki bağı bulunmayan Türkiye, (Oysa; Musul, Kerkük ve Kuzey
Irak’ta ki Türk bölgeleri hakkında uluslar arası kabul görmüş
belgeler, antlaşma ve sözleşmeler vardır) derhal uluslar arası
kurul, kurum, BM ile NATO nezdinde harekete geçer. Mukabil lobiler
teşkil edilir. Yunanistan kıskaca alınır ve sistematik baskıya
muhatap kılınır. Diğer taraftan alternatif politikalar geliştirilir
ve soykırım önlenir. Ayrıca, ani bir dururum ve emrivakilere karşı
ada sakini Türk’ler için gerekli her türlü tedbir alınır.
- “MİLLİ DAVA” SÜRECİ, TMT VE KIBRIS (*)
-
Sonuçta bununla da yetinilmez.
-
“1957 yılının sonu 1958 yılının
başlarıdır… Başbakan Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü
Zorlu, Kıbrıs’ta meydana gelen olaylar dolayısıyla donemin
Genelkurmay Karargahına bir soru sorarlar: “Kıbrıs’ta EOKA’ya karşı
silahlı ve gizli bir örgüt kurabilir mi”
- Genelkurmay ikinci Başkanı Orgeneral Salih Coşkun dönemin Özel
Harp Dairesi Başkanı General Daniş Karabelen Paşayı yanına çağırır
ve bu işi becerip beceremeyeceklerini sorar. Daniş Karabelen Paşa
daire personeli ile görüştükten sonra cevabini verir: “Kurarız!”
-
Bu cevap hükümete bildirilir ve
hükümetten, maddi ve manevi her türlü desteğe hazır olunduğu ve
harekete geçilmesi bildirilir. Özel Harp dairesince hazırlanan ve
daha sonra Genelkurmay ikinci Başkanı olan Cevdet Sunay ile
Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun’un onayladığı “Kıbrıs’ı Istirdat
(Geri Alma) Projesi” (KIP) kapsamında harekete geçilir ve Kıbrıs
TMT’si (Türk Milli Mücahit Teşkilâtı) kurulur.
-
Yine DP tarafından kurulmuş bulunan
“Özel Harp Dairesi” nde görevli bir grup Türk Subayı, hükümetin
direktifi doğrultusunda Kıbrıs’la ilgili bu gizli çalışmayı
sürdürürken, bir başka subay grubu, dönemin CHP’sinin “özel” yayın
organı durumundaki Ulus gazetesinde “Devrimci Genç!” başlığıyla,
Atatürk’e atfedilerek Bursa Nutku (!) doğrultusunda (bu nutuk kaynak
ve dayanak göstererek) yayınlanan yazı, haber ve makalelerle milli
irade ile iş başına gelmiş hükümeti alaşağı etmek üzere ihtilal
komiteleri kurmakla meşguldürler.
- Yani, günün Halk Partisi (CHP) halâ ve ısrarla; 19 Mayıs 1944’
de Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından seslendirilen;
-
“Irkçılar ve Turancılar gizli
tertipler ve teşkillere başvurmuşlardır. Niçin ? Kandaşlar arasında
gizli, fesat tedbirleri ile fikirleri memlekette yürür mü ? Hele
Doğudan, Batıdan ülkeler gizli Turan cemiyeti ile zapt olunur mu ?
Bunlar öyle şeylerdir ki, ancak devletin kanunları ve esas teşkilâtı
ayak altına alındıktan sonra başlanabilir. Şu halde, yıldızlı
fikirler perdesi altında doğrudan doğruya Cumhuriyetin TBMM’nin
mevcudiyeti aleyhine teşebbüsler karşısındayız. Tertipçiler, on
yaşında çocuklarımızdan bize kadar derece derece, perde perde
hepimizi aldatmak iddiasındadırlar.
-
Dünya olaylarının bugünkü durumunda
Türkiye’nin ırkçı ve Turancı olması lâzım geldiğini iddia edenler,
hangi millete faydalı, kimlerin maksadına yararlıdırlar? Türk
milletine yalnız belâ ve felâket getirecek olan fikirleri yürütmek
isteyenlerin Türk milletine hiçbir hizmetleri olmayacağı
muhakkaktır. Bu hareketlerden yalnız yabancılar yararlanabilirler.
Fesatçılar yabancılara bilerek mi hizmet ediyorlar ? Yabancılar
fesatçıları idare edecek kadar yakından münasebette’ midirler?
(Cumhuriyet, 02.Mayıs.1944) Zihniyetini korumakta ve her şeye rağmen
sürdürmektedir.
-
Buna rağmen dönem iktidarı tam bir
vazife şuuru içinde çalışmalarını sürdürür.
-
“TMT’yi kurma emri alan kadro,
hükümet ile sürekli istişare halinde, “BOZKURT” kod adını taşıyan
Albay Rıza Vuruşkan’ı TMT’nin teşkilâtlanmasına yönelik olarak her
türlü yetki ve imkan ile adaya göndermenin yollarını ararken; Malum
ve müseccel diğer kadro, bütün akıl, ilim ve enerjisini demokrasi,
seçim ve milli irade ile iş başına gelmiş meşru (DP) hükümetini
nasıl devireceğine teksif etmiş durumdadır.
-
TMT’yi kurma emri alan kadro,
hükümet ile sürekli istişare halinde, siyasi, askeri ve diplomatik
risklerle dolu KIP projesini hayata geçirebilmek için sabahlara
kadar çalışırken, diğer kadro, CHP’nin ileri gelenleri ile sürekli
istişare halinde, milli irade ile iş başına gelmiş hükümeti devirmek
için yapacakları ihtilalin gününü ve saatini tespit etmekle
meşguldürler.
- TMT’yi kurma emrini alan (askeri ve sivil) kadro, hükümet ile
sürekli istişare halinde ve İngiliz istihbaratını dahi hayretten
hayrete düşürüp şaşırtacak bir maharet, vatanseverlik ve gizlilikle
TMT’yi Kıbrıs’ta filizlendirmeye çalışırken, ihtilal kadrosunun
sivil uzantıları, (TMT’yi kast ederek) hükümetin halkı doğramak
amacıyla gizli örgüt kurduğunu yaymakta ve buna halkı inandırmaya
çalışmaktadırlar.
-
Bu yalan ve iftiralarına halkı
inandırmaya inandıramazlar ama; Sürekli CHP’nin ileri gelenleri ile
işbirliği yapıp istişare ederek kurguladıkları ihtilali (27 Mayıs
1960’da) yaparak milli irade ile iş başına gelmiş meşru ve yasal bir
hükümeti devirmeyi becerirler.
-
Bununla da kalmazlar. KIP (TMT) gibi çok gizli bir projenin
altında imzası olan üç hükümet görevlisini idama, ayni projenin
altında imzası bulunan Genel Kurmay Başkanını hapse gönderirken, bu
projeyi hayata geçirmeye çalışan subayları emekliye sevk ederler ve
başta “BOZKURT” kod adını taşıyan Albay Rıza Vuruşkan olmak üzere
Kıbrıs’ta görevli kadroları geri çekmek suretiyle 1963 olaylarına
TMT’nin hazırlıksız yakalanmasını sağlarlar.
-
Dahası, bununla da kalmazlar. Sonradan yazdıkları hatıralarında,
Demokrasi Şehidi Başvekil Adnan Menderes ve Fatin Rüstü Zorlu’ya ait
bu projeyi de utanmadan sahiplenmeye kalkışırlar. Bunların sivil
uzantıları olanla yetinmez, yayınladıkları dergilerde,
“Kontrgerilla’ nın Kıbrıs Üssü” başlığı altında Kıbrıs TMT’sini
örgütleyen subayları tek tek afişe etmek suretiyle, onları Yunan
istihbaratına deşifre edip, alçakça işaretle hedef gösterirler. Bu
iki gruptan hangisinin Türk Subayının misyonunu temsil ettiğini
tartışmaya dahi gerek yoktur.” (*) Şenol Özbek, Emekli
Yarbay-1.05.2007)
-
Bu bir derstir. Atatürkçü-Kemalist,
Milliyetçi, Vatansever Türk siyasetçisi için ibrettir. Demokrasi
Şehidi Merhum Başvekil Menderes, Polatkan ve Londra’da Fatin Rüştü
Zorlu’nun bir İngiliz diplomata söylediği gibi “kefeni çantada
taşımaktır”. İşte, Türk siyasetçisi budur.
- Türk dış politikasının esası mutlak mütekabiliyet, insan
hakları, adalet ahlâkı, hukuk ve su-i niyet, haksız gasp, irtikap,
işgale kalkışma, insanlık alemi ve özellikle “dünyanın her neresinde
yaşarsa yaşasın” Türk ırkını izmihlâle uğratmayı amaçlayan kötü
niyetli girişimlere karşı “mukabele-i bil-misil” dir. Yani, misliyle
“misilleme” yapmak.
-
Kıbrıs’ta TMT’yi kurma basiret ve
bekasını gösteren vatansever siyasetçilerin yaptığı budur. Onlar,
tam bir cesaret ve kararlılıkla hareket ederek, İngilizlere terk den
sonra Türkiye ile hiçbir hukuki bağı kalmayan Kıbrıs’ı Lozan
Antlaşmasının 17. maddesini ilga ederek milli davaya dönüştürmüş
kahraman bir kadrodur.
-
Şimdi de, başta Kerkük, Kıbrıs, Batı
Trakya, Türk dünyasının acil sorunları ve sözde soykırım yalan ve
iftiralarını çözüme kavuşturmak için böyle bir kadroya ihtiyaç
vardır.
- YURTTA SULH, CİHANDA SULH
-
Günümüz politikACILARI, büyük önder
Mâreşal Mustafa Kemâl Atatürk’ün “Yurtta Sulh Cihanda Sulh”
biçimindeki vasiyet, emanet ve gösterdiği “dış politika hedefini”
yanlış algılayıp; AB süreci ve ABD ilişkilerinde olduğu gibi taviz
ve ivaz verme keyfiyeti gibi gaflet ve dalâlet içine düşmemeli ve
günü kurtaracak tarz pasif bir politika izleme, yürütme yoluna
gitmemelidirler. Zira, Türk milletini Anadolu’dan atma, ya da tarih
ile bağlarını kopartma girişimleri yoğunlaşmış, sözde Ermeni
soykırımı yalanından sonra Yunan soykırımı gündeme taşınmaya
başlanmış, şimdi de fırsattan istifade tarihte Türkler tarafından
Bulgar soykırımı yapıldığı iddiası ile Bulgaristan devreye girmeye
yeltenmiş bulunmaktadır.
-
Mesele daima teyakkuz halinde
bulunmak, uyanık olmak ve Atatürk’ün ruhunu şâd edecek “Yurtta Sulh,
Cihanda Sulh” hedefinin “muasır medeniyet seviyesini” ilkeli,
onurlu, sorumlu, namuslu, dürüst ve demokrat bir kimlik ve kişilikle
“adalet ahlâkı” bağlamında yakalamak ve aşmak.. olduğunu bilmektir.
-
Zira, “Yurtta Sulh Cihanda Sulh”
vecizesinin dayandığı bir başka ana temel, rasyonel mantık ve
mantalite şudur: “Eğer istersen yurtta sulh, cihanda sulh; Ordunu
sağlam ve emin tut, hazır ol daima cenge” Yani sulh, (barış) daima
hazır olan çağdaş ve mükemmel, üstün yeteneklere sahip, iyi
donanımlı ordu, yüksek savaş gücü ile sağlanır. Özellikle, çepeçevre
ülkemizi kuşatan ihanet çemberi ve düşmanlık zinciri bunu zorunlu
kılar. Mesele sadece Kerkük ve Kıbrıs’ tan ibaret değildir.
-
Hele şu belgeye lütfen dikkatle bir
bakınız: (bunu önemine binaen tekrar ediyorum)
-
“Yıllar boyunca Türkleri barbar,
katil ve soykırımcı olarak okutup anlatan Bulgaristan yönetimleri
halâ gerçekleri gizleme ve olayları saptırma çalışmalarına devam
etmektedirler. Olmadık soykırım ve katliam yalanları ile Osmanlılara
karşı savaş açtırıp (1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı) bu savaş
esnasında yüz binlerce Türk’ü katliamdan geçirip, öldürerek;
(kendileri de, Türk soyundan gelmiş olmalarına rağmen) Müslüman Türk
kanı ile sulanmış topraklarda kurulan Bulgaristan kendi yüzkarası
davranışlarını görmemezlikten gelmeye devam etmektedir. Söz konusu
savaşın en büyük nedenlerinden biri olarak gösterilen Batak
Olaylarının büyük bir yalan ve iftira olduğunu batılılar bile artık
kabul etmektedirler. Lütfen aşağıdaki haberi okuyunuz.(Yusuf Hüseyin
BABEKOĞLU, Ankara)
-
Bulgar iftirası yalan çıktı (A.A)
-
Bulgaristan'ın Osmanlı egemenliğinde
bulunduğu sıralarda ülkenin Batak köyünde, 131 yıl önce yaşanan ve
"Batak Katliamı" olarak adlandırılan olaya Alman bilim adamlarının
getirdiği yeni bir yorum ülkeyi karıştırdı. Bulgaristan'ın Osmanlı
egemenliğinde bulunduğu sıralarda ülkenin Batak Köyü'nde, bundan 131
yıl önce yaşanan ve "Batak Katliamı" olarak adlandırılan olaya Alman
bilim adamlarının getirdiği yeni yorum ülkeyi karıştırdı.
-
Alman tarihçi bilim adamları, Bulgar
tarihçilerin, "Osmanlı yönetimine karşı 21 Nisan 1876'da başlatılan
Batak isyanı sırasında, çoğu kadın ve çocuk 5000 kişinin Batak'taki
Sveta Nedelya kilisesinde Osmanlılar tarafından kılıçtan
geçirildiği" yolundaki iddialarını çürüttü. Öğretim üyesi Bulgar
kökenli Martina Baleva ile Doğu Avrupa Enstitüsü üyesi Ulf Brunbauer,
"Batak katliamı" olarak bilinen hayali olayın aslında korkunç bir
yalan, iftira ve "düzmece" olduğunu açıkladılar. "Bulgaristan'ın ve
resmi tarihçilerinin Batak'taki olayları fazlasıyla abartarak,
Bulgar halkı arasında Müslümanlara ve özellikle Türklere karşı
nefret duyguları uyandırmaya ve halkı tahrik etmeye çalıştıklarını"
belirten Brunbauer, "Bu da herkesin bildiği gibi Komünizm döneminde
Türklere karşı uygulanmaya çalışan asimilasyon kampanyasına ilham
vermiştir" diye konuştu. Alman tarihçi, yaptıkları araştırmalar
sonunda, özellikle Komünizm döneminde bazı çevrelerin Bulgar-Türk
ilişkilerine zarar vermek için "hayali efsaneler" ürettiklerini ve
tarihsel olayları saptırdıklarını belirlediklerini bildirdi.
- Baleva ve Brunbauer Batak olayları ile ilgili yaptıkları
araştırmalardan elde ettikleri bilgi ve sonuçları 17 Mayıs 2007
tarihinde Sofya'da düzenleyecekleri konferans ve sergi ile kamuoyuna
açıklayacaklarını söylediler.
-
Konferansa, karşı görüşü savunan
bilim adamlarının da davet edileceği öğrenildi.
- CUMHURBAŞKANI PIRVANOV TEPKİ GÖSTERDİ
-
Aynı zamanda tarih uzmanı olan
Bulgaristan Cumhurbaşkanı Georgi Pırvanov ise iki bilim adamının
başını çektiği araştırma ekibinin Batak olayları ile ilgili ortaya
attıkları yeni teze tepki gösterdi. Konuyla ilgili özel bir açıklama
yapan Pırvanov, bu tezin Bulgaristan'ın milli tarihine ve milli
değerlerine karşı düzenlenmiş bir "provokasyon" olduğunu ileri
sürdü.
- Pırvanov, "tezde yer alan iddiaların tarihsel gerçekleri
saptırmaya yönelik olduğunu" belirterek, "Batak halkının canları
pahasına başlattığı isyan Dostoyevski, Turgenev, Mendeleev, Gladston
ve Garibaldi gibi dönemin en parlak fikir adamları tarafından da
kabul edilmiştir" diye konuştu. Bu arada ırkçı ve aşırı milliyetçi
görüşleriyle tanınan ATAKA partisinden yapılan açıklamada da "Batak
olayının Bulgar halkına karşı bir soykırım olduğu" öne sürülerek,
"Batak katliamını reddeden kişilere 1 yıldan 5 yıla kadar hapis ve 5
bin levadan 50 bin levaya (2500-25.000 avro) kadar para cezası
verilmesini öngören bir yasa tasarısı hazırlandığı bildirildi.
Açıklamada, söz konusu yasa tasarısının parlamentoya sunulduğu ve en
kısa zamanda yasalaşması için her türlü girişimin yapılacağı
kaydedildi. (*)
-
YORUM:
-
Görüldüğü gibi Yunanistan’dan sonra
bu defa da Bulgaristan da bir “sözde soykırım” furyası handikabına
girmiş ve her ne kadar Cumhurbaşkanı Pırvanov’dan usulen tepki görse
bile, fesat bir kerre başlamıştır. AB himayesinde sürer gider.
Bulgar hükümeti ise, bir yandan bu tespitleri geçiştirip kamuoyuna
unutturarak; Bu tutmadı hayıflanması ile şu anda yeni bir soykırım
daha icat etme peşinde, dahası inkâr yasası ile bu teşebbüs ve
iddialarını daha da pekiştirmek istemektedir. Hattâ şu anda
Bulgaristan da mevcut Türkler üzerinde her ne kadar bir fiziksel
şiddet uygulanmıyor olsa bile, AB ülkeleri tarafından “tek çare ve
tek politika” olarak benimsenen ve yıllardır ısrarla uygulanan
asimilâsyon süreci üstü kapalı bir şekilde devam ettirilmektedir.
Türkiye bunu da düşünmek, izlemek ve değerlendirmek zorunda ve
durumundadır. (*) (http://www.hurriyet.com.tr/dunya/6401811.asp?gid=180)
-
Bu da, aynı bağlamda dikkate
alınması ve muhtemel gelişmeler karşı uyanık olunması gereken
müstakbel bir sorundur.
-
Böyle bir zamanda ülkemizin, ülkemiz
yöneticilerinin ve bütün Türk aleminin, bütün dikkatini gelişmelere
yöneltmesi, çok uyanık-bilinçli (daima kendinde ve olup bitenin
farkında) olması,yakın ve uzak tarihten ibret ve ders alarak
strateji geliştirmesi gerekmektedir.
-
Şimdi ABD bir taraftan sözde Ermeni soykırımı tehdidi ile
Türkiye’yi kıskaca almaya çalışıyor, Fransa insanlık, ahlâk ve
hukuka aykırı önlemler geliştiriyor, İsviçre zaten bu düzeni çoktan
kurmuş uygulamakla meşgul. Yunanistan kanun kitap dinlemiyor aklına
eseni yapıyor. Bulgaristan pusuda haince fırsat bekliyor. Böylece,
yakın ve uzak gelecekte 3T plânı olarak nitelenen (Tanıma, Tazminat
ve Toprak) hain senaryo adım adım hükmünü icra ediyor.
-
Şu aşamada baskı Kerkük, Kıbrıs, Batı Trakya ve Doğu
Türkistan’da yoğunlaşmakta. Çemberin ortasında kalan coğrafya
Anadolu ve tabii ki Türkiye... İhanet büyüyor. Çember daralıyor.
Türkiye, içine maksatlı ve plânlı olarak itildiği (sürüklendiği) iç
sorunları aşmak, çevresini görmek, ayıkmak, uyanmak ve bu sorunları
çözmek zorundadır. Üstelik olaylardan ve sorunlardan kaçarak, göz
ardı ederek, zamana bırakarak değil, üstüne üstüne giderek hal
çareleri bulmak, alternatif çözümler üretmek ve kararlılıkla
uygulamak durumundadır.
-
Şimdi gelelim, dizimizin ta başında sözünü ettiğimiz
günümüz “milli” kahramanlarına.Bu bölümleri biraz ayrıntılı olarak
arz edecek ve sonuçta bu üç büyük kahraman lider’ in izinden gitme,
yolunu takip etme konusunda önemli hatırlatmalar yapacağım.
-
Onlar, (Aliya, Dudayev ve Elçibey) günümüz Türk ve İslâm
âleminin özgürlük ışıkları, vatanseverlik, hürriyet-adâlet nurları
ve “Türk’ün çağdaş yaşam biçimi konusunda” ilham alınacak büyük
önderleridir. Atatürk’ten sonra, O’nun izinden samimiyetle giden,
Atatürk ilkeleri ve Türk inkılâbını ideal edinen ve ATA’nın yolunu
sadakatle takip edenler; Onlar, “Hakkıdır ‘Hak’a Tapan’ Milletimin
İstiklâl” diyenlerdendiler. Ruhları şâd olsun...
- ALİYA İZZETBEGOVİÇ (1925-2003)
-
1925 yılında Samaç’ta(*) dünyaya
gelen Aliya, babasının Saraybosna’ya taşınmasıyla beraber, artık
doğduğu şehirden ziyade -kendisinin de deyimiyle “Saraybosnalı’yım”-
kimliği ile ön plana çıkmış, örnek ve önder bir liderdir.
-
Gençlik yıllarından itibaren
siyasetle ilgilenmiştir. Henüz 16 yaşındayken, yani II. Dünya Savaşı
sırasında “Genç Müslümanlar Örgütü” ne üye oldu. Bundan dolayı da
savaştan sonra hapsedildi. 1949 yılında beş yıl ağır hapis cezasına
çarptırıldı. Hapisten çıktıktan sonra, hukuk, sanat ve bilim
konularında eğitim gördü. Bu esnada bir inşaat şirketinde işe girdi.
“Genç Müslümanlar” teşkilatında aldıkları kararlar doğrultusunda,
dinî eğitim almaya başlayan Aliya İzzetbegoviç, Yugoslavya’da
yayınlanan birçok dergi ve gazetenin yanısıra, İslam dünyasında da
yazılar neşretti.
-
Bütün dünyada büyük bir yankı
uyandıran en önemli eserleri 1970 yılında kaleme aldığı “İslam
Bildirisi” (manifestosu) ile 1980 yılında tamamladığı “Doğu ile Batı
Arasında İslam” adlı kitaplarıdır.
-
“İslam Bildirisi” kitabı delil
gösterilerek 1983 yılında tutuklanarak 14 yıl hapse çarptırıldı.
Önce 12, arkasından 9 yıla indirilen cezası, sonradan, yaptığının
hatalı olduğunu söylemesi neticesinde çıkarılacağı ifade edilmesine
rağmen bu teklifi şiddetle reddetti. Daha sonra uluslar arası
baskının da etkisiyle affedildi. 1989 yılında hapisten çıktı.
- Henüz hapisteyken komünist bloğun dağılacağını ifade eden Aliya,
yakın arkadaşlarıyla beraber bu durumun kritiğini yaptı. Nitekim
çıktıktan bir müddet sonra 1990 yılında bir sanatçı arkadaşının
ismini koyduğu “Demokratik Hareket Partisi - Stranka Demokratske
Akcije” SDA’yı kurdular. Oybirliği ile ilk başkanı seçilen Aliya,
ölünceye dek genel başkan olarak kaldı.
-
Kitabını hazırlayan Alev Erkilet
Hanıma: “Sizi en çok hangi yönü etkiledi?” diye sorulduğunda, o:
“Beş yüz sayfanın her satırı... Bu kadar ceza, ayrımcılık ve katliam
yaşadığı halde, kalbi asla katılaşmamış bir insandı, beni en çok bu
insan yanı etkilemiştir.” diyerek insanî ve İslamî hoşgörüsünü ifade
etmekte.
-
Cemalettin Latiç ise: “Her zaman
göğsünü gere gere, İslamcı olarak gördüğünü ve bu yüzden hapiste
yattığını söylerken, o, ayağında prangalar taş kırdı, ama bir gün
olsun ideallerinden kaygılanmadı.” Aliya, dostlarına şunları
söylüyordu: “Bağımsız bir Bosna devleti kuruldu, zalimler devrildi.
Çok yaşadım ve yoruldum. Şimdi sevgilime kavuşmak istiyorum.” derken
dünyada yapacaklarını yaptığını ifade ediyor.
-
Fransız aydını Henry Levi’nin
deyimiyle: “Avrupa Bosna’da öldü.” Yani Avrupa’yı Bosna’da
öldürürken Aliya şöyle diyor: “Ben Avrupa’ya giderken kafam önümde
eğik gitmiyorum. Çünkü çocuk, kadın ve ihtiyar öldürmedik. Çünkü
hiçbir kutsal yere saldırmadık. Oysa, onlar bunların tamamını
yaptılar. Hem de Batı’nın gözü önünde; Batı medeniyeti adına.”
-
“Hayat kısa değil, ben onu uzun
buluyorum.” diyen, İslam dünyası için bir model lider olan Bilge
Kral Aliya İzzetbegoviç, 78 yaşında 19 Ekim Pazar günü Hakk’a
yürüdü.
-
Büyük bir değerini kaybeden Türk ve İslam dünyasının başı
sağolsun.
-
Entellektüel bir liderdi
-
Cesaret ve kararlılığıyla hemen
herkesin dikkatini üzerinde toplayan İzzetbegoviç, fikri ile
fizikini hiç bir zaman ayırmadan yaşadı. İnce siyasetiyle bir ulusun
imhasını önleyen Aliya, gittiği bütün toplantılarda halkını
düşünerek hareket etti. Budapeşte’deki bir toplantıda kadeh
kaldırmayan tek lider oydu. Cidde’de yapılan bir toplantı sonunda
Kabe’ye giden Aliya, iki rekat namaz kıldıktan sonra şöyle dua eder:
“Allah’ım, lütfen kendi merkezlerinden çok uzakta yaşayan halkıma,
çektikleri acılarda ve yalnızlıklarında yardım et.”
-
Evet, o genç yaşta başlattığı mücadelesini, asimile edilmek
istenen milletini, İslam kültürüyle ayağa kaldırmaya çalıştı. Riske
girmeyi hayatının bir parçası gördü.
-
Dinî terbiyesini, önce ailesinden, özellikle de annesinden alan
Aliya, mahalle camisindeki sabah namazlarını ve hocanın okuduğu
Rahman suresini unutamadığını söylemekte. Daha sonra Ali
Mütevellic’in yazdığı “İslam Işığında” adlı eseri ile Osman Nuri
Haciç’in “Hz. Muhammed ve Kur’an” isimli eserlerin İslam’ı
anlamasında çok rolünün olduğunu ifade etmekte.
-
Bosnalı Müslümanlar olarak çok baskı
gördüklerini ifade eden Aliya İzzetbegoviç, bu yüzden yeterli dinî
eğitim alamadıklarını söylemekte. “Ben, İslam’ı ve mücadele şuurunu
Mevdudi, Seyyid Kutup, Hasan el-Benna ve Fazlurrahman gibi alimlerin
kitaplarından öğrendim.” demekte.
-
Maziyi iyi bilen, geleceğe ümitle
bakan, hali iyi değerlendiren kültürlü bir Müslüman lider olan Aliya
İzzetbegoviç örnek bir kişiliğe sahipti.
- Aliya’nın kişiliğinden kesitler
- Aliya, riya olur veya üzerine gösteri gölgesi düşer korkusuyla
cuma namazını hangi camide kılacağını en son ana kadar gizli
tutardı. Gideceği camiyi, oğluna ve korumalarına, arabaya bindikten
sonra söylerdi.
-
Burada araya girip; “Neden Aliya
İzzetbegoviç, Ebulfeyz Elçibey ve Cahar Dudayev” sorusuna bir
açıklama getirmek istiyorum. Şöyle ki: Bu üç lider, Mustafa Kemâl
ATATÜRK’ den sonra O’nun yolunda ve izinde istikrarla yürüyen, bütün
Türk dünyası ile diğer mazlum milletlere ve küresel emperyalizmin
kıskacında ezilen, soyulan, talan edilen ve sömürülen bütün halklara
örnek olacak ‘efsanevi mücadelelerin’, nadir kahramanlıkların ve
günümüzde insanlık davasının muhtaç olduğu davanın büyük önderleri
ve yılmaz savunucularıdır.
-
Büyük zaferler ancak ve kesinlikle “büyük adamların” önderliği
ile kabildir.
-
Milletler, önderlerinin yolundan ve izinden yürüdükleri sürece
hür, hükümran, hakim ve özgür yaşarlar. Kadim Türk ve Osmanlı tarihi
bu ve benzer emsalsiz isimlerle doludur. Bu müstesna isimler ve
insanlık davasının önderlerini daima hatırlamak, yaşam biçimlerini,
ilke, onur ve zaferlerle taçlanmış mücadelelerini incelemek,
değerlendirmek ve “milli hafıza” ile “gelenek” bağlamında
hatırda-akılda tutmak gerekir. Hani bir söz vardır; “Bir musibet,
bin nasihatten evlâdır.” Lâkin, tarih bilen milletler musibette
kavidir. Yani başka bir deyişle; Milli tarih şuuru ve bu
şuur-bilinç, doğrultusunda tahkim olmuş, inanç, şahsiyet, haysiyet
ve onurla muhkem “yüksek” bir yaşam düzeyi (medeniyet) oluşturmuş
milletler ebed müddettir. Her türlü felâket ve musibete karşı sağlam
bir koruma içgüdüsü oluşturmuş demektir.
-
Örneğin: Türk milleti 10 Kasım 1938’den itibaren Atatürk’ün
yolunu, izini, ilke ve inkılâplarını terk etmese ve Onun milletine
emanet ve vasiyet ettiği “KEMALİZME” samimi bir inançla sahip
çıkarak, sadakatle uygulasa idi, bugün dünyanın en ileri
devletlerinden biri olabilir, tarih boyunca olduğu gibi insanlık
alemini aydınlatabilir ve yaşanan pek soruna aklın ve bilimin
ışığında çözüm üretebilirdi. Bu konuda sadakat ve samimiyet
gösterilmediği ve O’ nun yolu izlenmediği için bugün Türkiye, dünkü
eyaletleri ile amansız bir sınavdadır.
-
Şimdi, cennetmekân Aliya
İzzetbegoviç’i anlatmaya devam ediyorum:
-
Dini istismardan çok korkardı...
-
Savaşa rağmen, Cuma namazında Gazi
Hüsrev Bey Camii tıklım tıklım doluydu. Hoca efendi hutbedeyken,
oğlu ve iki korumasıyla camiye giren Aliya İzzetbegoviç’e yer
ayırarak öne geçmesini teklif ettiler, diğer taraftan da hoca
hutbeyi durdurdu. Bu durum karşısında Aliya, “Burası Allah’ın
evidir. Burada farklılık olmaz. Allah katında en üstün olan, takva
sahibi olandır Herkes bulduğu yere oturur. Ben, burada oturacağım.
Bilmiyoruz, belki hepimiz çiğnenecek, öleceğiz; amma, İslam’ı
inşaallah çiğnetmeyeceğiz... Hocam lütfen hutbeyi tamamlayın.” Demiş
ve Aliya’nın bu tavrından dolayı bütün cemaat çok duygulanmıştı.
Emeklilik maaşıyla geçinen Aliya, geride kalanlara servet olarak
mal-mülkten ziyade, hürriyet bırakan bir lider olarak dünyadan
ayrıldı.
-
O, en zor şartlarda dahi, adalet ve
hoşgörüyü elden bırakmadı. Kimseden nefret etmediğini söyleyen Aliya,
şöyle diyor: “Bizler özgürlük için mücadele eden, kimseden nefret
etmeyen bir halkız. Kısmen cesaretimiz, kısmen de bilgeliğimiz ve
iyiliğe yönelmemiz suretiyle amacımıza ulaşmak isteyen insanlarız.
İnsanlara karşı nefret hissetmiyorum. İnanın bana, tüm bu acı
tecrübelerden sonra dahi, insanlardan nefret etmiyorum. Herşeyin
güzel neticeleneceğine ve bu cehennemden bir çıkış olduğuna dair
ümit etmemi sağlayan şey budur işte.” Görüldüğü gibi en zor
şartlarda dahi, ümidini kaybetmeyen, etrafına pozitif enerji vermeye
çalışan bir kişiliğe sahip olduğu gibi, hiçbir zaman da kin
tutmamıştır.
-
Arkadaşlarına“geçmişi unutmayın, ama
geçmişte yaşamayın”derken çok çalışmaları gerektiğini ifade etmekte.
Ahlakın üstünlüğünü ve tesisini sağlamak için çalışan Aliya,
entrikayı sevmediği gibi, açık ve şeffaf olmaya azamî derecede
gayret eder ve hesap vermekten hiç çekinmezdi. Makam ve mevkî, onun
için inanç ve ideallerini gerçekleştirme yolunda bir amaç değil, bir
araçtı. Mütevazı, ama onurlu bir kişiliği vardı. Eleştiriye açıktı.
Hayatı boyunca, Allah’a ve İslam’a göre şekillenen şahsiyetiyle,
kendine olan güveniyle hep dik durmuştu. Gençlerin önünü açmak için,
huzur içinde makamını genç kadrolara bıraktı ve onlara
tecrübeleriyle yardımcı olmaya çalıştı. Ne asil, ne erdemli anlayış
ve davranış.
- Hayatını özgürlük ve ülkesinin bağımsızlığına adayan
Bilge Kral şöyle diyor:
- “Ben, her zaman ülkemi sevdim ve severim. Fakat, otorite söz
konusu olunca hiçbir otoriteyi, hiçbir zaman sevmem. Otoriteye
sadece riayet edebilirim. Çünkü ben, bütün sevgimi özgürlüğe adadım.
Evet ilerlemiş yaşıma rağmen, inanıyorum ki, halkımın özgürlüğe ve
kurtuluşa ulaştığını görecek kadar yaşayacağım. Ya da daha doğrusu,
bunu görecek kadar yaşamayı diliyorum. Çok mu bencilce bir istek bu?
Belki de öyle, ancak size hayatım ve ölümüm hakkında hiç de
takıntılı olmadığımı söylediğimde bana inanmalısınız. 70 yaşındayım
ve daha uzun bir yol var önümüzde. Bireyler ölür, halklar yaşar.
Mücadeleler bana bağlı değil. Önemli olan da bu. Sancağı binlerce
insan taşıyor. Bunu sürdürecekler.”
- Aliye İzzetbegoviç, hayatı boyunca beş vakit namaz kılmış, en
ağır koşullar ve çok zor şartlar altında bile namazını terk etmemiş,
Oruç dahil, inancının icabı olan bütün amel ve ibadetlerini; En
mütevazi, muttaki ve mütedeyyin bir insan, “mazbut-dindar bir
Müslüman” olarak yerine getirmiş; Hayatı boyunca alkol almamış ve
Yüce İslâm’ın emir, yasak, helâl-haram ve (en yakınlarının samimi
ifadelerine göre) akaidinin dışına çıkmamıştır.
-
O, günümüz Türk ve İslâm aleminin
başarısındaki sırrı: “Samimi dindarlık ve İslâm’ a, tıpkı Büyük
Önder Atatürk’ün dediği gibi; Olduğu inanmakta ve arı-duru, aslına
uygun bir biçimde yaşamakta” görüyordu. Bakınız: 'Türkler' diyor
Atatürk, 'İslam oldukları halde, bozulmaya, yoksulluğa, gerilemeye
maruz kaldılar; geçmişin batıl alışkanlık ve inançlarıyla
İslamiyet'i karıştırdıkları ve bu suretle gerçek İslamiyet'ten
uzaklaştıkları için, kendilerini düşmanlarının esiri yaptılar.
Gerçek İslam'ın çok yüce, çok kıymetli gerçeklerini olduğu gibi
almamakta inatçı bulundular.İşte gerilememizin belli başlı
sebeplerini bu nokta teşkil ediyor..(Sadi Borak) Aliya, bunu çok iyi
biliyor, inanıyor ve inandığı gibi yaşıyordu. Ayrıca;
- “Ey millet ! Allah birdir. Şânı büyüktür. Allah’ın selâmeti,
âtıfeti ve hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz efendimiz, Cenâb-ı
Hak tarafından insanlara hakâyık-ı diniyyeyi tebliğe memûr ve resûl
olmuştur. Kanûn-u esâsîsi, cümlemizce malûmdur ki, Kur’ân-ı azîmü-ş-şân’daki
nusustur. İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz, son dindir, ekmel
dindir. Çünkü dinimiz akla mantığa ve hakikate tamamen tevafuk ve
tetâbuk ediyor. Eğer, akla, mantığa ve hakikate tevâfuk etmemiş
olsaydı, bununla diğer kavânîn-i tabiiye-i ilâhiyye beyninde tezat
olması îcâbederdi. Çünkü bilcümle kavânin-i kevniyyeyi yapan Cenâb-ı
Haktır. (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, I-III, 1989, II,98-99)
- Dünyada istediğine ulaşan Boşnaklar’ın “Dede”sine Allah’tan
rahmet, geride bıraktığı bağımsız Bosna-Hersek devletine de
nihayetsiz ömür diliyorum.
- Bölüm Kaynakları: Aliya İzzetbegoviç, Tarihe
Tanıklığım, Klasik Yayınları; Gerçek Hayat, Ekim 2003; Yeni Şafak,
23-27 Ekim 2003; Vakit, Sibel Eraslan,22 Ekim; Zaman, Ali Bulaç, 25
Ekim; Diyanet Dergisi, 154. sayı, Ekim 2003,
- (*) Samaç: 1868’de Belgrad’dan ayrılan Müslümanlar için, Suudi
Arabistan Kralı Abdülaziz tarafından kurulan şehir. İlk ismi Aziziye
iken sonradan bu isimle anılmıştır
- Dikkat edin lütfen ! İyi bakın, doğru okumaya ve
anlamaya çalışın.Aliya İzzetbegoviç, sözde medeni (!) AB’nin tam
orta yerinde; Müslüman Türklere tehcir uygulama, vahşi kıyım,
katliam ve soykırımla Bosna Hersek halkını yok etme teşebbüsü, kin,
kan, intikam ve ihtiras bataklığından Allah’ın dini İslâm, samimi
iman ve bu imandan kaynaklanan ‘kuvva-i milliye azmi” ve azimden
yükselen milli irade ile kurtardı.
- Şimdi bir başka ibret tablosu ve kahramanlık
destanına geçiyorum.
- KUTLU BİR DİRENİŞİN KAHRAMAN ÖNCÜSÜ:
- CAHAR (CEVHER) DUDAYEV :
- Bu aslında bir destandır. İbretle okunmalı ve
mutlaka gerekli dersler alınmalıdır.
- “Her anı acı her anı çile ve kahır dolu bir hayata
rağmen yılmadı, zorluklara ve yokluklara karşı direnmesini bildi.
Küçük bir orduyla dünyanın süpergücüne sahip kızıl orduya karşı
savaşmak elbette kolay değildi. "Haksız gücün karşısında, güçsüz
halkımın yani, “hakkın” yanında olmak benim imanımdır" diyerek Şeyh
Şamil'in bıraktığı yerden mücadeleyi başlatmış ve Ruslara meydan
okumuştu.
- CAHAR DUDAYEV
-
1944 yılı Şubat ayında Çeçenistan’ın
Yalho Köyü’nde dünyaya geldi. Doğumunun ardından henüz 15 gün
geçmişken 23 Şubat 1944 tarihinde ailesi ile birlikte Sibirya’ya
sürgün edildi. Çocukluk ve okul yıllarını Kazakistan’ın Sibirya
Bozkırı’nda geçirdi. 1962’de Tambov Askeri Pilot Yüksek Okulu’ndan
ve 1966’da Uzak Mesafe Uçakları Pilot ve Mühendis Yetiştirme Yüksek
Okulu’ndan mezun oldu. 1974 yılında Gagarin Hava Harp Akademisi’ni
bitirerek birinci sınıf pilot ve mühendis unvanını aldı. Kendisine
SSCB Hükümeti tarafından 12 madalya verildi ve tümgeneralliğe kadar
yükseldi
-
Dudayev, Sovyet tarihinde Stratejik
Hava Kuvvetleri’nde Tümen Komutanı olarak görev yapan ilk
Müslüman’dı. Baltık ülkelerinde meydana gelen bağımsızlık
hareketlerini kuvvet kullanarak bastırması emredildi. Ancak bu emri
yerine getirmedi. Rus Hükümeti bu itaatsizlikten dolayı Dudayev’i
askeri birliği ile Grozni’ye sürdü. Cahar Dudayev 1990 yılı Mayıs
ayında (tıpkı Mustafa Kemâl gibi) görevinden istifa etti ve halkının
saflarında yer aldı.
-
1990 yılının Kasım ayında gerçekleşen “Çeçen Ulusal Kongresi”ne
davet edildi ve icra kurulu başkanı seçildi. 19–21 Ağustos 1991’de
Gorbaçov’a karşı yapılan başarısız darbe teşebbüsü sırasında
darbecilerin karşısında yer aldı. Darbecilerle işbirliği yapan
Çeçen-İnguş Cumhuriyeti Hükümeti’ni düşürmek için başlatılan halk
hareketinin başına geçti. 27 Ekim 1991 tarihinde yapılan seçimlerde
%85 oy oranıyla bağımsız Çeçenistan Cumhuriyeti’nin ilk
Cumhurbaşkanı seçildi. Çeçenistan’ın bağımsızlığını tanımayan
Rusya’nın 1994 yılında başlattığı saldırılar karşısında Çeçen
direnişinin liderliğini yürüttü. I. Çeçen-Rus Savaşı’nda önemli
başarılara imza atan Dudayev, 21 Nisan 1996 tarihinde düzenlenen
alçakça bir suikast sonucu şehit edildi. 21 nisan 1996,
Çeçenistan’ın efsanevi lideri Cevher Dudayev’in şehadet tarihidir.
Halkının özgür olması için, şan, şöhret, para, kısaca aklınıza
gelebilecek bütün maddi değerleri terk eden yiğit adam, onuruyla
şehadet şerbetini içti. Göğsünü gere gere hak divanına yürüdü.
- HAYAT HİKÂYESİ VE RUS MEZALİMİ
-
Char Dudayev’in hayat hikâyesini
biraz açmak eminim çok yararlı olacaktır.
- Dudayev, 1944 yılının ocak ayında dünyaya geldi. Çeçenlerin
maruz kaldıkları daimi zulüm, işkence, mezalim, ve baskı altında
yaşama savaşı veren ailede on üç kardeşten en küçüğü idi. Kendi
doğum gününü tam olarak bilmiyordu. Çeçen sürgünü sırasında kundakta
bir bebekti. Buna göre 1943 yılı sonu ya da 1944 yılı başlarında
doğmuş olsa gerek. Doğumu ikinci dünya savaşının bitimine rastladı.
Gözlerini dünyaya açtığında açlık, yokluk, kıtlık ve sefalete
merhaba dedi. Dudayev'in dünyaya gelişi sırasındaki yokluk ve
sefalet sürprizine, bir de insanlık düşmanı kominist Sovyet Rusya
tarafından uygulanan sürgün sürprizi ekleniyordu.
-
Zira Sovyet Rusya tarafından, İkinci
dünya savaşında Alman işgaline uğrayan Kırım ve Kuzey Kafkasya'nın
batısındaki yenilgilere suçlu aranıyordu. Suçlu hemen bulundu.
Çeçenler, Kırım Tatarları, Karaçay ve Balkar halkları (Türkleri) idi
bu suçlular.
- Alman işgali altına girmeyen Çeçenistan ve Çeçen halkının,
Almanlarla nasıl işbirliği yaparak Rusya'ya ihanet ettiği
sanılıyordu. Sonuçta Çeçen halkı sürgünden kurtulamadı. Rus
yönetimi, yüzlerce yıldır derinden kin beslediği Çeçen halkını,
fırsat bu fırsattır diyerek tarih ve coğrafya sahnesinden silmeye
teşebbüs etti.
-
21 şubat 1944 tarihinde Çeçen halkı
bir milyon Rus askerince kuşatıldı. Top yekun olarak, 24 saat içinde
elverişsiz şartlar altında ülkesini terke zorlandı. 850 bin Çeçen
zorunlu sürgün ve tehcir tabii tutuldu. Bu alçakça, insanlık dışı ve
düşmanca sürgün sırasında Çeçen halkının yarıya yakını hayatını
kaybetti. 400 bine yakın insan telef oldu. Dikkat edin yıl 1944.
Türkiye, İnönü’nün Cumhurbaşkanlığında. Anavatan da Türkçü kıyımı
var. Tam o sıralar...
-
Cevher Dudayev, kominist yönetim
nazarında suçlu olarak dünyaya geldi. Sürgün kararı verildiğinde
yaklaşık 40 günlük masum ve müsemma bir bebekti. Annesinin kucağında
sürgüne giden, belki de en küçük Çeçendi. Ancak, 7’den 70’e yüz
binlerce Çeçen aynı kaderi paylaşıyordu. İşte Rusya bu idi...
-
Sağlam bünyeli insanların
dayanamadığı kış şartlarına, mucizevi bir şekilde direnen küçük
Cevher (Dudi) sağ salim Kazakistan'a ulaştı. Hz. Musa'yı en büyük
düşmanı firavundan koruyan, hatta onun sarayında büyüten Rabbim,
adeta Cevher Dudayev'i de meleklerinin kanatlarını gererek büyük
tehlikelerden koruyor ve kolluyordu.
- Dudayev Kazakistanın Çimkent şehrinde 13 yıl yaşadı. O, ana
vatanından uzak bir halde anne ve babasının anlattığı Çeçenistan'ı
hep rüyasında görerek büyüdü. Kanlı diktatör Stalin'in ölümünden
sonra Rus yönetimi, Çeçenlerin haksızlığa uğradığını kabul edip,
kendi öz vatan ve topraklarına geri dönüşlerine izin verdi.
-
1957 yılında büyük zorluklar içinde
gerçekleşen bu geri dönüş kervanına, Dudayev ve ailesi de katıldı.Dudayev
ve ailesi, fırsattan istifade evlerine yerleşen gaspçı ve hırsız
Rusları, kazma ve küreklerle kovarak evlerine yeniden sahip
olabildiler.
-
Yaradılıştan çok zeki ve akıllı bir
çocuk olan Dudayev, sınavlarını başarıyla verdiği Tambov Hava Harp
Okuluna kaydoldu. Okulu üstün bir başarıyla bitiren Cevher Dudayev,
Sovyet ordusunda genç bir savaş uçağı pilotu olarak görev aldı.
-
Sovyet (kominist) ordusunda (kızılorduda)
görev yaparken de O,çok iyi bir Müslüman, dindar bir asker ve örnek
bir insandı. O’nun bu yüksek özelliğine Ruslar da saygı gösterir ve
dinine, inanç ve ibadetine karışmazlardı. O, herkese güven veren,
dürüst davranan ve itimat telkin eden “yüksek kişilik ve karakter
sahibi” bir insandı. Asla alkol kullanmazdı.
- Mesleğindeki başarısı, ilkeli, onurlu ve dürüst oluşu ona hızla
yükselme kapılarını açtı. Dudayev, kendisi gibi havacı bir Rus
subayının kızına gönlünü kaptırdı. Daha sonraki çileli yolunda hayat
arkadaşı olacak Alla Dudayeva ile evlendi. Alla, Çeçen olarak
doğmamıştı ama, Dudayev'in şehadetinden sonra onurlu ve soylu bir
duruşla gerçek Çeçen gelinlerini asla aratmadı. Çeçen davasına
bütün varlığı ile sahip çıktı.
-
1989 yıllarına gelindiğinde,
kominizmin iğrenç foyası, zalim ve insanlık düşmanı yüzü iyice
ortaya çıktı. Sovyet sistemi çatırdamaya başlamıştı.Gorbaçov'un
uyguladığı Glasnost ve Prestroyka (yeniden yapılanma) politikaları
Komünizme gün saydırıyordu.
-
Küfrün hükmü tamamlanmış ve mukadder
olan Çöküş başlamıştı.
-
1991 yılının Aralık ayında beklenen
son gerçekleşti. Ve Komünizm çöktü.
-
Komünizmin sancılı çöküşü öncesinde
Dudayev, Tuğgeneral rütbesiyle Estonya'da görev yapmakta idi.
Estonya'da görev yaptığı sırada, stadyumdaki bir tören anında
Estonyalı gençler, Eston bayrağı açarak bağımsızlık gösterisi
yaptılar. Dudayev bu gösteriye sempatiyle baktı. Saygı duydu. Tepki
göstermedi. Ardından Estonya'da başlayan bağımsızlık yanlısı
gösterilere müdahale etmesi talimatını dinlemeyerek "Asi General"
adını aldı.
-
Bu sırada kendi ülkesi Çeçenistanda
da hareketli ve heyecan dolu günler yaşanıyordu. Zelimhan
Yandarbiyev önderliğinde kurulan Çeçen Halk Kongresi hareketi Sovyet
kalıntısı yönetimi derinden sarsıyordu. Şeyh Şamil’in asil ve mağrur
torunları büyük bir özlem aşk ve iştiyakla “Özgürlük” için harekete
geçmişti.
-
Dudayev, Zelimhan Yandarviyev'in
Çeçenistan’a davetine hiç düşünmeden evet dedi. Sovyet ordusundan
ayrılan Dudayev için yeni bir dönem başlıyordu.Çeçen Halk Kongresi 6
Eylül 1991 yılında Dudayev'in başkanlığında Çeçenistan'ın
bağımsızlığını ilan etti. 27 Kasım 1991 yılında yapılan seçimde de
halkın yüzde doksanından fazlasının oyunu alan Dudayev Çeçenistan'ın
resmi devlet başkanlığına seçildi.
-
Ancak, o gün için çok yürekli ve
cesur bir karar olan, “Rusya Federasyonuna dahil olmadan” kendi
yolunu bağımsızlıktan yana çeviren Çeçen halkının özgür iradesine
karşı, Rus yönetimi iyi şeyler düşünmüyordu. Nitekim, Çeçenlerin
kesin tavrı, sarsılmaz irade ve kararı Rus yönetimini çok rahatsız
ve huzursuz etti. Türk düşmanı zalim ve hain Moskof Çeçen halkının
bağımsızlık talebine karşı sert çıktı. Çeçenistan’ı en ağır biçimde
tehdit ederek kanlı bir müdahele sinyali verdi.
-
Dudayev, esas itibarıyla Mustafa
Kemal Atatürk’ün yolunda ve izinde yürüyen, O’nun istiklâl
mücadelesini, ilkelerini ve inkılâplarını çok iyi bilen ve İslâm’ı
alenen yaşayan, açıkça uygulayan ve ülkenin milli marşına kadar
bütün değerlerini “İslâm’la” taçlandıran nadir bir lider, hakiki ve
samimi bir Müslüman, örnek ve önder bir insan idi. Bütün siyasi
stratejisini Şeyh Şamil sentezi ve Atatürk metodolojisi üzerine
kurmuştu. Bilinen ve beklenenin aksine, önce adalet, hukuk ve barış
yolunu kullanmak ve Rus yönetimiyle savaşmak istemiyordu. Zira,
savaşın Çeçen halkına vereceği tahribat, muhtemel zarar ve hasarın
farkındaydı.
-
Dudayev, dönemin inanılır ve güvenilir Çerkes (Türk) asıllı
Adalet Bakanı Kalmuk Yura'nın arabuluculuğunu kabul ederek onunla
görüştü. Bu görüşmede savaş olmadan Rus yönetimiyle anlaşmaya
varılabileceğini söyledi. Kalmuk Yura bu öneriyi devrin başbakanı
Viktor Çernomirdin'e iletti.Çernomirdin savaşın önlenmesinden dolayı
çok mutlu olduğunu ifade ederek Dudayev'le telefonla görüştü.
(Yukarıdaki bilgiler hem merhum Kamuk Yura hem de Viktor Çernomirdin
tarafındanda teyit edilen bilgilerdir.) Ancak, Dudayev'in barış
masasına oturma çağrısına olumlu cevap vermesi, Kremlin tarafından
dikkate alınmadı. Viktor Çernomirdin daha sonra yazdığı hatıratında
belirttiği gibi; "Rus derin devleti iç politikaya yönelik malzeme
olacak, kamuoyunu memnun edecek ve 24 saatte kazanılacak bir zafer
istiyordu".
-
Hazırlanan plân ve uygulamaya
konulması düşünülen senaryoya göre Rus yönetimi Çeçenistan'ı
vurarak, Slav unsurlarının motivasyonunu yükseltecek, Rus ordusu,
kazandığı bu zaferle otoritesini yeniden tesis edecekti. Kısacası
savaşı çıkaran taraf ne Dudayev ve ne de Çeçen halkıydı. Gerek
Dudayev gerekse Çeçen halkı, ülkelerine saldıran Rus işgalcilerine
karşı savunma savaşı vermek zorunda kalmışlardı.
-
Dudayev'in efsanevi kişiliği
etrafında birleşen Çeçen halkı, bütün dünyaya parmak ısırtan bir
bağımsızlık mücadelesi örneği sergilediler. Dudayev, emsalsiz
kişiliği ve dehasıyla Ruslara ağır kayıplar verdiriyordu.
Uluslararası emperyalizm doğal olarak Rusyanın tarafında idi. Özgür
Çeçenya ile işgalci Rus (Moskof) savaşının Dudayev'in ortadan
kaldırılmasıyla sona ereceğini bekliyor ve düşünüyordu. Dünyayı
tapulu arazileri olarak gören karanlık güçler, Dudayev'in kullandığı
uydu telefonunun frekansını Rus yönetimine bildirdiler.
- Aynı dönemde Başbakan olan Bülent Ecevit, (Bu dizinin yazarı
olarak, o gün İnsan ve Kültür Ocağı’nın Genel Başkanı sıfatıyla;
Kendisine saatlerce bilgi sunmama,çok mufassal bir dosya vermeme ve
Çeçen davasının evrensel hukuka göre haklı ve doğru olduğunu resmi
bilgi ve belgelerle, bütün ayrıntıları ile ispat etmiş olmama
rağmen) Rusya’ya vaki bir ziyaretinde;
- “ÇEÇEN MESELESİ RUSYANIN KENDİ SORUNUDUR”
-
Biçiminde açıklama yapmak gafletinde
bulundu. Sözde medeni (!) dünya Çeçenistan’ ın, bağımsızlığını
tanımış olmasına rağmen Rus işgaline karşı çıkmadı. İnsani bir tavır
almadı. Hiçbir devlet, özgür Çeçenistan ve efsanevi lideri “Cevher
Dudayey” e haklı, hukuki ve kutsal davasında BM’de dahi sahip çıkma
cesaretini göstermedi, gösteremedi. Bu, Türkiye dahil günümüzün
sözde hür ve hükümran devletleri için utanç vericidir. Ebedi sürecek
bir ayıptır.
-
Rus Duma'sından bazı milletvekilleri ile barış konusunu görüşen
Dudayev, kendisine kurulan tuzaktan tamamen habersiz uydu telefonunu
çalıştırarak görüşmelerde bulunduğu sırada, uzaktan kumandalı nokta
hedefe kilitlenen bir roketle (21.3.1996) alçakça şehit edildi.
-
Dudayev Çeçen halkının kalbinde
derin izler bırakan karizmatik bir liderdi.
-
Her Çeçen onu örnek almaktadır.
Günümüzde özgürlük mücadelesi veren her Türk de, başta Irak
Türkmenleri olmak üzere O’nu örnek almalı ve O’nun açtığı yoldan
yürümelidir. Bu gün bütün esir Türk diyarları ve özellikle
Çeçenistan da Yeni doğan bir bebeğin öğrendiği ilk kelimelerden biri
Dudayevdir. Aslında,Dudayev'in şehadeti ile Çeçen bağımsızlık savaşı
asla sona ermedi.10 yıla yaklaşan bu mücadelede Dudayev'in ardından
Devlet Başkanları Zelimhan Yandarbiyev ve Aslan Mashadov da şehit
oldular. Rusların anlayamadığı husus, Çeçen bağımsızlık mücadelesi
şahıslara bağlı bir mücadele değildir. Bu mücadele top yekün bir
özgürlük savaşıdır.
-
Bu gün Şehadetinin üzerinden on bir
yıl geçmesine rağmen Cevher Dudayev'in küçük Çeçenistan'ı halen
savaşıyor. Halen kapitalist ve emperyalist Rusya’ya karşı direniyor.
Orada (Çeçen topraklarında) her gün bir efsane yaratılıyor.
Emperyalist işgale karşı şanlı bir tarih yazılıyor. Bu emsalsiz
direnç, yüksek bilinç ve kutsal direniş; Başta Irak Türkmenleri
olmak üzere, Krabağ’ı Ermenilere kaptıran Azerbaycan ve bütün Türk
alemine örnek olmalıdır.
- (Bölüm Kaynakları: Ajans Kafkas www.kafkas.org.tr )
-
Dudayev'i öldürmekle savaşı
kazanacağını sananlar hala anlayamadılar mı ?
-
Onlar, yer yüzünün nadir insanları,
gerçek liderleri, kanaat önderleri, hürriyet, hak, hukuk, adalet
aşıkları ve insanlık davasına benlikleri ile bütün varlıklarını
adamış; Davaları ile dünyayı aydınlatan, insanlığa ışık tutan, Türk
ırkının “milli sevda” adamlarıdır.
- Onların ortak bir inançları ve sarsılmaz imanları vardı.
İstiklâl Marşı’nın;
- “HAKKIDIR ‘HAK’A TAPAN’ MİLLETİMİN İSTİKLÂL”
-
Mısra-ı, onlar için müşterek bir
düsturdu. Bu inançtan asla geri adım atmadılar.
-
Onlar, hak yolunda, millet hizmetinde şerefli, şanlı ve çok
onurlu, soylu bir mücadele vermişlerdir. Hepsi de hakiki ve samimi
birer Müslüman’dırlar. Hürriyet ve adaletin ancak ve sadece İslâm’ı
yaşamakla kaim ve daim olabileceğinin farkında olmuşlar ve bunu
kendi hayat ve kutsal mücadeleleri sırasında en açık surette
görmüşler, müşahade etmişlerdir.
-
Onların davaları masonlar ve misyonerlerden, milliyetsiz ateist,
pagan, dinsiz, yolsuz, soysuz, sahtekâr, din tüccarı ve siyaset
simsarı, kişisel çıkar düşkünü muhteris bencillerden münezzehtir.
Başta büyük önder Mareşâl Mustafa Kemâl Atatürk olmak üzere tamamı,
ABD, AB ve İsrail uşağı, din düşmanı milletlerarası ‘mason tarikatı’
mensuplarını “şeytanı kovar” gibi huzurlarından kovmuşlardır.
-
Onların hepsi; Örnek ve önder insan,
namuslu, dürüst, ilkeli, onurlu, ahlâken yüksek, fiilen ve fikren
daima üreten, sorumlu ve soylu vatandaş, özellikle de “İYİ MÜSLÜMAN”
dılar.Bundan asla ve kesinlikle taviz vermediler. Başarılarının
özünde sağlam inanç, sarsılmaz yüksek bilinç, iman, azim ve çelik
bir irade vardı. Bu nedenle;
- ATATÜRK’LER, DUDAYEV'LER, İZZET BEGOVİÇ’LER ve EBULFEYZ ELÇİBEYLER ÖLMEZ!
- Şimdi tekrar yeri geldi. Hatırlamakta ve
hatırlatmakta yarar var. Irak’ı, Afganistan’ı ve örtülü olarak
dünyanın geniş bir coğrafyasını işgal eden ABD ordusu nedir ? Cevap
: ABD ve şeriklerinin silâhlı güçleri =HAÇLI ORDUSU’ dur. Daha dün
Osmanlı’yı yıkan, bölen, parça parça eden kimdi ? O’da emperyalist
haçlı ordusu. Haçlı orduları nasıl yenilir, dize getirilir, hezimete
uğratılır? Asgariden Kıçarslan, Selâhattin Eyyubi ve ATATÜRK gibi
olmakla; İşte Onlar böyle kavi-sağlam bir inanç ve yüksek bir iman
sahibi idiler. Bakınız Atatürk ne diyor:
-
“Arkadaşlar !
-
Cenâb-ı Peygamber mesâîsinde iki
dâra, iki hâneye malik bulunuyordu. Biri kendi hânesi, diğeri
Allah’ın evi idi. Millet işlerini, Allah’ın evinde yapardı. Hazreti
Peygamberin isr-i mübârekelerine iktifâen, bu dakikada milletimize;
milletimizin hâl ve istikbâline ait husûsâtı görüşmek maksadıyla bu
dâr-ı kutsîde Allah’ın huzurunda bulunuyoruz. Beni buna mazhar eden
Balıkesir’in dindâr ve kahraman insanlarıdır. Bundan dolayı çok
memnunum. Bu vesîle ile büyük bir sevâba nâil olacağımı ümit
ediyorum.”
-
Yani; Devleti şahsi ikbal, ihtiras
ve kirli çıkarları uğruna kullanan ve din tüccarlığı ile maruf
kimseler asla ve kesinlikle millete faydalı olamaz ve halk-kamu
yararına başarılara imza atamazlar. Hürriyet ve istiklâl mücadelesi
veremezler. Ancak ve sadece milletin var olan istiklâl ve istikbâli
ile lânetli ve haram bir servet sahibi olabilir, insanlık onurundan
imtina edebilir ve küresel emperyalistlere kul, köle olabilirler.
Zira, onlar Müslüman da değillerdir.
-
“Efendiler !
-
Câmiler birbirimizin yüzüne
bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Câmiler itâat ve
ibâdet ile beraber din ve dünya için neler yapmak lâzım geldiğini
düşünmek, yâni meşveret için yapılmıştır. Millet işlerinde her
ferdin zihni başlı başına faaliyette bulunmak elzemdir. İşte biz de
burada din ve dünya için, istikbâl ve istiklâlimiz için, bilhassa
hürriyet ve hâkimiyetimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım.
Ben yalnız kendi düşüncemi söylemek istemiyorum. Hepinizin
düşündüklerini anlamak istiyorum. Amâl-i milliye, irâde-i milliye
yalnız ve sadece bir şahsın düşünmesinden değil, bilumum efrâd-ı
milletin arzularının,emellerinin muhassalasından ibarettir.
Binâenaleyh benden ne öğrenmek, ne sormak istiyorsanız serbestçe
sormanızı rica ederim (...) Minberler halkın dimağları, vicdanları
için bir menba-ı feyz, bir menba-ı nûr olmuştur. Böyle olabilmek
için minberlerden aksedecek sözlerin bilinmesi ve anlaşılması ve
hakayık-ı fenniyye ve ilmiyyeye mutabık olması lâzımdır. Hutebâ-yı
kirâmın ahvâl-i siyâsiyye, ahvâl-i ictimâiyye ve medeniyyeyi hergün
takib etmeleri zarûrîdir. Bunlar bilinmediği takdirde halka yanlış
telkînât verilmiş olur...”(Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, I-III,
1989, II,98-99)
-
Bugün için Türk ve İslâm âleminde
müessir zevailin sebebi dinsizliktir.Yahut da, diğer bir deyişle,
(tıpkı Osmanlının son asrında olduğu gibi) dini siyasete alet etmek,
öz ve esasa mugayir fetvalarla maddi hayatı yozlaştırmak, maneviyatı
ilga ve çürütmek, milli kültür ve medeniyeti zaafa uğratmak,
lâikliği dinsizlik, çağdaşlığı ‘din karşıtlığı’ olarak algılamak,
ilmî hayatı terk etmek ve henüz “medeniyet” haline dönüşmemiş vahşi
batı ‘uygarlığını’ şuursuzca ve onursuzca taklittir.
-
Sonunda sözü; Türk dünyasının ilk
Müslümanlarının, kelime, manâ ve muhteva olarak “Müslüman Türk”
anlamına gelen “TÜRKMEN” lere getirmek üzere tekrar Atatürk’e ve O’
nun “Yüce İslâm Dini” hakkındaki görüşlerine gelelim:
-
Eğer, Karabağ’da zevale uğrayan
Azeriler, sağlam bir iman ve dürüst bir amel sahibi olsalardı asla
ve kesinlikle üç buçuk Ermeni tarafından hezimete uğratılamazlardır.
Bu tıpkı, 5 vakit namazdan, yüreklerinde iman ve ellerinde imanla
ölüme meydan okuyan Çanakkale Şehitleri tarafından yaratılan
“İstiklâl Savaşı Rûhu” gibi bir duygudur. Bu duygu, iman, itikat ve
amelden yoksun olanlar asla zafer kazanamaz ve kefereye galip
gelemezler.
- ATATÜRK’ÜN DİNİMİZ HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİ:
-
“Din vardır ve lâzımdır. Temeli çok
sağlam bir dinimiz var. Malzemesi iyi; fakat bina, uzun asırlardır
ihmale uğramış. Harçlar döküldükçe yeni harç yapıp binayı takviye
etmek lüzumu hissedilmemiş. Aksine olarak birçok yabancı unsur -
tefsirler, hurafeler- binayı daha fazla hırpalamış. Bugün bu binaya
dokunulamaz, tamir de edilemez. Ancak zamanla çatlaklar derinleşecek
ve sağlam temeller üstünde yeni bir bina kurmak lüzumu hasıl
olacaktır. (1922)
- Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile
dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime, bizzat hakikate nasıl
inanıyorsam buna da öyle inanıyorum. Şuura aykırı, ilerlemeye mâni
hiçbir şey ihtiva etmiyor. (1923)
-
Milletimiz din ve dil gibi kuvvetli
iki fazilete maliktir. Bu faziletleri hiçbir kuvvet, milletimizin
kalb ve vicdanından çekip alamamıştır ve alamaz. (1923)
- Tarih, hakikatleri tahrif eden bir sanat değil, belirten bir
ilim olmalıdır. Bu küçük harbte bile askerî dehâsı kadar siyasî
görüşüyle de yükselen bir insanı cezbeli bir derviş gibi tasvire
yeltenen cahil serseriler, bizim tarih çalışmamıza katılamazlar. Hz.
Muhammed bu harb sonunda çevresindekilerin direnmelerini yenerek ve
kendisinin yaralı olmasına bakmayarak galip düşmanı takibe
kalkışmamış olsaydı, bugün yeryüzünde müslümanlık diye bir varlık
görülemezdi.(1923)
-
Bizim dinimiz en mâkul ve en tabiî
bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin
tabiî olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uyması lâzımdır.
Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur. (1923)
-
Büyük dinimiz çalışmayanın
insanlıkla alâkası olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler zamanın
yeniliklerine uymayı kâfir olmak sanıyorlar. Asıl küfür onların bu
zannıdır. Bu yanlış yorumu yapanların amacı, İslâmların kâfirlere
esir olmasını istemek değil de nedir? Her sarıklıyı hoca sanmayın,
hoca olmak sarıkla değil, beyinledir. (1923)
- Bizim dinimiz, milletimize değersiz, miskin ve aşağı olmayı
tavsiye etmez. Aksine Allah da, Peygamber de insanların ve
milletlerin değer ve şerefini muhafaza etmelerini emrediyor. (1923)
- Bu davada en güçlü, özgün, önemli ve nadir
örneklerden biri de, şüphesiz dost ve kardeş Azerbaycan’ın İstiklâl
Savaşını onurlu bir zaferle sonuçlandıran, kat-i bağımsızlığına
kavuşturan Prof. Dr. Ebulfeyz Elçibey (1938-2000)’dir. Onun da çok
çileli bir hayatı vardır. Buyrun, dizimizin son örnek “dava adamını”
da inceleyelim ve sonra alınacak ders ve ibretleri hep birlikte
yorumlayıp, yine birlikte mütalâa edelim:
- PROF. DR. EBULFEYZ ELÇİBEY (1938-2000
-
Azerbaycan eski (2.) Cumhurbaşkanı
Ebulfez Elçibey, Nahçıvan'ın Keleki kasabasında doğdu. Asıl adı,
Ebulfez Kadir Güloğlu Aliyev olan Elçibey, Azerbaycan Bakü Devlet
Üniversitesi Arap Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu.
-
Elçibey, daha kominizmin çöküşü
başlamadan çok önce 1970'li yıllarda, eski SSCB topraklarına dahil
olan Azerbaycan'ın hürriyet ve bağımsızlığı için mücadele etmeye
başladı. 1976 yılında Sovyetler'e karşı propaganda yaptığı
gerekçesiyle tutuklandı ve 1978 yılında şartlı olarak serbest
bırakıldı.
-
Ebulfez Elçibey, 1988-1989
yıllarında Azerbaycan halkına bağımsızlık mücadelesi yolunda öncülük
ederek, halkından büyük destek gördü. Elçibey, aktif siyasi hayatına
1989 yılında, Azerbaycan
-
Halk Cephesi Partisi'nin (AHCP)
başına geçerek başladı.
-
Azerbaycan, SSCB'nin 1990'da
dağılmasının ardından 18 Ekim 1991 yılında resmen ve hukuken
bağımsızlığını ilan etti. Ayaz Muttalibov'un politika gereği usulen
atandığı ve kısa süren cumhurbaşkanlığının ardından, Prof. Dr.
Ebulfez Elçibey 7 Haziran 1992'de bağımsız Azerbaycan
Cumhuriyeti'nin ikinci Cumhurbaşkanı oldu.
-
Elçibey, daha önce "Milli Kahramanlık Ödülü" nü verdiği Suret
Hüseyinov'un Haziran 1993'de vaki ayaklanmasından sonra
Cumhurbaşkanlığı görevini terk ederek doğum yeri olan Keleki' ye
döndü. Azerbaycan'ın eski Cumhurbaşkanı, 31 Ekim 1997'de Keleki'den
Bakü'ye döndü ve AHCP'nin başında aktif siyasi hayatına devam etti.
Elçibey, 1998 yılında yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerine,
"demokratik, tarafsız ve adil olmadığı" gerekçesiyle boykot ederek
katılmadı. Zaman zaman Haydar Aliyev iktidarına karşı verdiği sert
demeçlerle kamuoyunun dikkatlerini üzerine çekti.
-
Azerbaycan'da 5 Kasım'da yapılacak
2. dönem parlamento seçimlerine katılma kararı alan Elçibey,
bağımsız Azerbaycan Cumhuriyeti'nin parlamentosuna girebilmek için
ilk defa milletvekilliğine adaylığını koydu. Hayatı boyunca, Türk
dünyasının birleşmesi ve kardeşliği için mücadele eden Elçibey, bu
yönde "Bütün Azerbaycan Yolunda" isimli bir kitap çıkardı. 62
yaşında ölen Ebulfez Elçibey, iki çocuk babasıydı.
-
GATA'da bir süre tedavi gören
Azerbaycan'ın eski Devlet Başkanı Ebulfez Elçibey 9 Ağustos 2000’ de
Ankara (Anavatan Türkiye) da vefat etti.
-
Elçibey, vefatından önce yaklaşık 2
aydır sağlık nedenleriyle Türkiye'de tedavi altında tutuluyordu
Prostat tümörü nedeniyle önce Ankara Hastanesi'nde tedavi altına
alınan Elçibey, hastalığının belirli bir evreye ulaşması ve kemik
tutulumu nedeniyle radyoterapi gerektiği için 9 Ağustos 2000
Çarşamba günü GATA'ya radyoterapi görmek üzere kaldırılmıştı.
Elçibey'in Türkiye'ye "metabolik durumunun çok bozuk ve septik
komada, şuuru kapalı olarak" geldiği, Türkiye'de kaldığı sürece
durumunun iyiye gittiği, ancak nefes darlığı, akciğer enfeksiyonu,
prostat kanseri hastalıklarını birarada taşıdığı belirtilmişti.
- ÇİLELİ BİR HAYAT VE ELÇİBEY
-
1938'de Nahcivan'ın Keleki
kasabasında doğan Elçibey, 1962'de Bakü Devlet Üniversitesi Doğu
Dilleri Enstitüsü, Arapça bölümünden mezun oldu. 1963-1964'te
Mısır'da tercüman olarak çalıştı. 1970'lerde ise ülkesinin
bağımsızlığı için çalışmaya başladı. Bu yüzden 1975'de
'milliyetçilik' suçundan bir buçuk yıl hapis yattı. 1976'da Salman
Mümtaz El Yazmaları Enstitüsü'nde Türk ve İslam tarihinin ilk yazılı
kaynaklarını incelerken, bir yandan da bağımsızlık mücadelesi için
çalışmaya başlamıştı.
- SOVYETLER SARSILIYOR
-
1980'lerin sonlarında dünya
Sovyetler'i tarihin çöplüğüne atmak için gün sayıyordu. Elçibey ise
ülkesinde bağımsızlık mücadelesinin başını çekenlerdendi. O,
milliyetler siyasetinde Leninist ilkelerin bozulduğu, Rusçanın
emperyalist bir siyaset aracı haline geldiği görüşündeydi. 1988'in
ortalarında üç Baltık ülkesi Litvanya, Letonya ve Estonya'da halk
cepheleri kurulması ona esin kaynağı oldu. Halk Cephesi 1989'da ilk
'yarı legal' konferansını yaptığında 'Azat Azerbaycan' mücadelesinin
başını çekecek lider olarak seçildi. Üç hedefi vardı: Azerbaycan'ın
bağımsızlığı, Karabağ'ın Ermenilerden temizlenmesi, İran'daki Güney
Azerbaycan'daki 25 milyon Azeri'nin Azerbaycan'la birleşmesi.
-
Halk Cephesi, Rus istihbaratının
engellemelerine rağmen kısa sürede bir halk hareketi haline geldi.
Öyle ki, 1989'da hükümet cepheyi resmen tanımak zorunda kaldı.
Elçibey'in ilk aktif eylemi ise, binlerce Azeri'nin İran sınırına
yaptığı ünlü yürüyüş oldu. Bu seferki esin kaynağı Berlin Duvarı'nın
yıkılmasıydı. Nahcivan ve Astra'dan onbinlerce Azeri, 30 Aralık'ta
'Yaşasın Tebriz-Bakü' sloganlarıyla sınıra dayandığında, ne Rus
askerleri ne de İran askerleri çatışmayı göze alabilmişti. Dikenli
teller 'Birleşmiş Azerbaycan' sloganlarıyla parçalanmıştı.
- YÜKSELEN BAYRAK İNMEZ
-
1990'da dünyaya 'barış ve kardeşlik'
mesajları veren SSCB lideri Mihail Gorbaçov, Azerilere başka bir
şeyi reva görecekti: Kızıl Ordu. Önce kimse buna inanmadı. Ama 19
Ocak'ı 20 Ocak'a bağlayan gece umulmayan oldu ve Kızıl Ordu tankları
tıpkı 70 yıl öncesindeki gibi Bakü'ye giriverdi. 1918'de Mehmet Emin
Resulzade öncülüğünde kurulan Demokratik Azerbaycan Cumhuriyeti'nin
27 Nisan 1920'de Kızıl Ordu'nun paletleri altında ezilmesi gibi. Ama
bu kez tarihin tekerrür etmesi bu kadarla kalacaktı. Bakü'deki ünlü
Azatlık Meydanı'nı dolduran milyonlar kendilerini tankların önüne
atıverdi. 130 kişi hayatını yitirdi, 700'ü yaralandı. Ama bu
harekâttan sonra siyasetin dengeleri de değişti. Vezirov görevinden
alındı ve yerine Moskova'nın 'has adamı' Ayaz Muttalibov getirildi.
-
Halk Cephesi ve Elçibey'in payına
ise yeraltına çekilmek düştü. Hükümet, Halk Cephesi'nin
yetkililerini tutuklamıştı. Baharla birlikte ortam yumuşadığında
Elçibey yine sahneye çıkacaktı. Bu kez Mayıs 1990'da uzun yıllar
çalıştığı El Yazmaları Merkezi'nin önünde, halka, 'Azerbaycan
bayrağında orak çekici kullanmayın' çağrısı yapıyordu. Elçibey,
bunun yerine 1918'de Resulzade'nin sözlerini tekrarlayacaktı:
"Yükselen bayrak bir daha inmez."
-
Azeri Yüksek Sovyet Meclisi ise Rus
askerlerinin Bakü'de olmasından yararlanıp seçim kararı aldı. Halk
Cephesi seçime katılırken, Elçibey sadece kurulan seçim bürolarını
yöneterek arkadaşlarını destekleyecekti. Uygulanan olanca hileye
rağmen Halk Cephesi'nden 30 milletvekili meclise seçilmeyi başardı.
- CEPHEDE İLK ÇATLAK
-
Rusya'da Boris Yeltsin'in devlet
başkanı olduğu 1991'de Halk Cephesi'nde de ilk çatlaklar belirdi.
Moskova'da hapis yattığı sıralarda Rus yanlısı olduğu söylenen
İtibar Memedov ve Rahim Gaziyev, Elçibey karşısında bir grup
oluşturdu. Memedov, 'Milli İstiklal Partisi'ni kurdu. Elçibey ise
dikkatini bir yandan Rus askerlerinden kurtulmaya diğer yandan da
işgal altındaki Karabağ'da verilecek savaşa odaklamıştı. 23
Ağustos'ta Bakü'de düzenlenen mitingde komünist partisinin
lağvedilmesini isteyen konuşmasını yaptığında, sivil giyimli KGB
ajanları tarafından feci şekilde dövüldü.
-
Azerbaycan ise artık geri dönülmez
bir noktaya gelmişti. Komünist Partisi, 14 Eylül'deki kongrede
lağvedilmeyi tartışıldı. Elçibey'in çağrısına uyan 100 binin
üzerinde Azeri meclisi kuşatınca beklenen oldu. Bağımsızlık ilan
edildi. Elçibey ise 100 binden fazla Azeri'ye, "Hukuki yönden
bağımsızlığımızı kazandık. Bundan sonraki mücadelemiz gerçek
bağımsızlıktır" dedi. Ve 18 Ekim 1991'de bağımsızlığını ilan eden
Azerbaycan, 29 Aralık'ta halkın yüzde 98'inin oyuyla bağımsızlığa
evet dedi.
-
Bu sırada gerçekleşen ve tarihe
'Hocalı katliamı' olarak geçen olay ise Muttalibov'un sonunu
getirdi. Rus destekli Ermeni güçlerinin 10 bin nüfuslu Hocalı
kentine yaptığı saldırıdan sadece 1000 kişi kaçabildi. Katliamın
ardından adres yine meclisti. Üç gün süren bekleyişin ardından
Muttalibov istifa etti, yerine Yakup Memedov geçti. Ama artık
cumhurbaşkanlığı seçimi kaçınılmazdı. Elçibey'in bu görevde gözü
yoktu. Önce adaylığa yanaşmadı, ısrarlar üzerine 'evet' dedi.
Seçileceğine kesin gözüyle bakılıyordu. Bundan en çok rahatsız olan
ise Moskova ve Tahran'dı. İşte bu sırada Şuşa ve Laçin, Ermenilerin
eline geçti. 14 Mayıs'ta mecliste toplanan ve Halk Cephesi
milletvekillerini dışlayan bir heyet Hocalı olayından Muttalibov'un
sorumlu tutulamayacağı kararını alıp, onu devlet başkanı ilan etti.
- Elçibey'e yine meydanlara çıkmak düşmüştü. 200 bine yakın Azeri,
meclise yürüdü. Muttalibov ve arkadaşları bir Rus askeri uçağıyla
Moskova'ya kaçtı. Ve 7 Haziran 1992'de Elçibey oyların yüzde
59.4'ünü alarak devlet başkanı seçildi. Elçibey ilk iş olarak milli
ordu oluşturmak için kolları sıvadı. Ancak Karabağ'da savaşan Azeri
birlikleri 'nedense bir birlik' sergileyemiyordu. Azeri güçlerine
verilen karşı atak emri, bizzat Savunma Bakanı Gaziyev'in 'geri
çekil' emriyle sabote ediliyordu. Ermeniler Kelbecer ve Ağdam'a da
girdi. Elçibey'in Türkiye'nin yardımıyla kurduğu milli ordu başarılı
olamamıştı. Eylül 1992'de cephe ziyaretlerinden birinde Elçibey'e
karşı bu kez suikast düzenlendi. Ama sonuç alınamadı.
- AZERBAYCAN'I İÇ SAVAŞA SÜRÜKLEMEM
-
1993'e girildiğinde Elçibey yönetimi
petrol anlaşmalarını belli bir noktaya getirmişti. 15 Haziran'da
Ermenilerle muhtemelen Kelbecer'in geri alınması için masaya
oturacaktı. Ülke ekonomik ve siyasi bağımsızlığa adım adım
yaklaşıyordu. Ama bu kez devreye girecek olan Suret Hüseyinov,
Elçibey'in kaderini değiştirecekti. Azeri lider, Gence'deki
birliklerin komutanı olan Hüseyinov'a Karabağ'daki başarıları için
kahramanlık unvanı vermişti. Ama onun hesabı başkaydı. Rusya'nın ve
İran'ın desteğini aldığı söylenen Hüseyinov'un bir başka ilişkisi de
o sıralarda Nahcivan'da bulunan KGB tedrisatından geçmiş Haydar
Aliyev'leydi. Aliyev, Bakü'de yavaş yavaş etkinliğini artırmıştı.
Söylentilere bakılırsa, Hüseyinov ile Aliyev arasında bağlantıyı
Gaziyev sağlıyordu. Bu kez darbe 'geliyorum' diyordu. Elçibey, 3
Haziran'da Gence ve Bakü'deki olağanüstü hal ilanını uzatıp Gence'ye
birlik gönderdi. Ama isyan bastırılamadı. Hüseyinov, Bakü'ye doğru
harekete geçtiğinde Elçibey'e sürgün yolları görünmüştü.
-
Kaybettiğini anlayan Elçibey, kan
dökülmesini istemiyordu. Aliyev'i kriz yatışana dek başa geçmesi
için Bakü'ye çağırmak zorunda kaldı. Uyuşturucu ve silah
kaçakçılığıyla uğraştığı söylenen Hüseyinov onu ürkütüyordu. Aliyev
ise Azerbaycan için 'sıkıntı' anlamına gelse de hiç olmazsa Azeri
devleti korunabilirdi. O sıralarda yakınlarına şöyle diyecekti: Bu
ülke için yapılacak bir hizmet daha var. İktidardan el çektirilsek
dahi Ermenilerle savaş durumunda olan, bin bir emekle kurduğumuz bu
devleti iç savaşa çekmeyeceğiz.
-
Ve Aliyev, Bakü'ye geldi.
Hüseyinov'un sahneye koyduğu Moskova destekli darbe planının birinci
aşaması tamamlanmıştı. Elçibey, Hüseyinov aracılığıyla kendisine
suikast hazırlandığını öğrenince, 17 Haziran'da Keleki'ye gitti. 24
Haziran'da Aliyev yeni devlet başkanı seçilirken, Hüseyinov da
başbakanlığa atanacaktı. 1997'de Bakü'ye dönen Elçibey, bir yıl
sonraki devlet başkanlığı seçimini 'demokratik ve adil' olmadığı
için boykot etti. Ömrü el verseydi, 5 Kasım'da milletvekili adayı
olacaktı.
- “TÜRKİYE İLE BİRLEŞMELİYİZ”
-
Azerbaycan'ın eski Cumhurbaşkanı ve
Azerbaycan Halk Cephesi Partisi (AHCP) Genel Başkanı Ebulfez Elçibey
verdiği son röportajında, ülkesindeki ve bölgedeki gelişmeleri
değerlendirdi. 'Bunları birinin açıkça söylemesi gerek.' diyerek,
her zamanki açık üslubunu sürdüren Elçibey, Türkiye ve Azerbaycan'ın
sınırları kaldırarak konfederasyona gitmeleri gerktiğini söyledi.
-
Azerbaycan Halk Cephesi (ACHP)
liderliğiniz bir bağımsızlık hareketi olarak başladı. Amacına
ulaştı, önce iktidar sonra parti oldu. İçinden birçok parti çıktı;
aynı çizgideki bu partiler neden birleşemiyor?
-
Bu tabii bir süreçtir. Azerbaycan
için bir şeyler yapmak isteyen milliyetçi milyonlar bir araya
toplanarak bağımsızlık için mücadele etti. Bağımsızlığımızı
kazandıktan sonra devlet kurmak için iktidar olmak gerekliydi. Halk
Partisi, eğer tek parti olarak kalsaydı buna izin vermezdim. O zaman
yine Komünist Parti'nin yerine oturmuş olur, tek hakimiyetlik devam
ederdi. Demokrasi, çok partililikten başlar. İnsanlar niye böyle
bakıyor? Aynı çizgide birçok partinin çıkması, bunların birbiri
arasındaki ihtilafları, tartışmaları gayet normaldir. ABD'de esasen
30'a yakın parti vardır; bunların ikisi öndedir. Rusya'da da 6'dan
fazla Komünist parti var; niye birleşmiyorlar? Kim bilir,
Azerbaycan'da da zaman gelecek iki parti kalacak. Toplumun tabii
akışını kimse engelleyemez, kendisi hareket eder, içinden liderler
çıkarır.
-
İktidarınızın kısa sürmesini nasıl
izah ediyorsunuz? Peşinizden koşan milyonlar siz yıkılırken neden
arkanızda değildi?
-
Ben yıkılacağımı biliyordum. Rus
askerini Azerbaycan'dan çıkardığım gün arkadaşlarıma dedim ki, benim
artık iktidarda kalacağıma inanmayın. Rus KGB'si bizi yıktı. Rus ve
İran istihbaratı ortak çalıştı; 100 milyon dolarlık bütçeleri vardı.
Azerbaycan'dan Rus askerini kovmaya muvaffak oldum. Evet, kovdum
onları, 'çık git' dedim. Tam 75 bin Rus askeri vardı. Kafkasya'da
Bakü, Rus askerî üslerinin merkeziydi.
-
Neredeyse bir buçuk asır boyunca
zalim, hain, Türk ve insanlık moskof işgali altında kalmış; Milli,
manevi ve kültürel değerleri özellikle yozlaştırılmış, yıllar boyu
asimile edilmiş talihsiz Azerbaycan’ın çilekeş lideri Prof. Dr.
Ebufeyz Elçibey’in hayat hikâyesine ilişkin röportajı nakletmeye
devam ediyorum. Zira bunlar, (bu belge ve bilgiler)Türk ve İslâm
alemine ibret olacak niteliktedir. Türk milletinin “Milli tarih ve
milli hafızasının” temel ve nadir bilgilerindendir. Küresel
emperyalizm ve vahşi kapitalizmin özellikle Türk ve İslâm âlemini
hedef aldığı günümüzde tekrar tekrar okunması ve “mukavim bir şuur,
bilinç oluşturulması” için şarttır.
-
“Gence'de hava komando tugayı vardı
ki, bir günde Azerbaycan'ı işgal edebilirdi. Kolay olmadı. Hadi
şimdi çıkartın Rus askerini bir yerden de görelim. Çıkmıyorlar. Ne
Gürcistan' dan ne Tacikistan'dan. Bunun sistemi var. Rus ordusu
karışık milletlerden oluşmuştu. Ordunun yüzde 60'ı Rus'tu, Bunların
içinde birbiri ile geçinemeyen Ukraynalılar da vardı. Nahcivan'da
sınırı koruyan Rus askerinin asıl görevi Türkiye'de casusluk
yapmaktı. Operasyonlar yapıyor, sinsice girdikleri Anadolu'da türlü
türlü işler görüyorlardı. Rus askerini göndermekle Türkiye'yi de
kurtardık.
-
Gence isyanını bastırmak yerine
neden Keleki'ye, köyünüze gittiniz;
-
Türkiye neden sizi desteklemedi?
-
İsyancı Albay Suret Hüseynov Bakü'ye
yürüdüğünde kardeş kanı dökülmesini istemediğim için Keleki'ye
gittim. Hüseynov, Karabağ'da savaşıyordu, başarılar kazanmıştı,
askeri çevrelerin telkiniyle ona kahramanlık ünvanı verdim.
Keleki'den iki gün önce Ankara'da ağırlandığım yalandır; bir ay
sonra Türkiye'den maslahat almaya gittiğim de doğru değil. Bir halk,
mücadelesini kendi yapmalıdır. Türkiye'nin başını niye buraya
sokalım ki? Türkiye, diplomatik açıdan bizi desteklesin sağol deriz.
Yeterli destek oldu, olmadı tartışması abestir; yeterli ifadesinin
sınırı yoktur.Kanla verilen toprak ancak kanla alınabilir. AGİT,
yıllardır diplomatik oyunlarla bizi oyalıyor. Kadim toprağımız
Karabağ'ın masada satılmasına göz yummayız. Bunun için 239 teşkilatı
birleştirerek Milli Mukavamet Hareketi'ni kurduk. Bunun amacı
halkımızı psikolojik olarak muhtemel bir savaşa hazırlamaktır,
siyasi bir maksadı yoktur. Kafkasya'da ikinci Ermeni devleti
kurulmaya çalışılıyor. Ermenistan zaten Rusya'nın oyuncağı, maşası.
Dünyada bir milletin yan yana iki devlet kurduğu görülmemiştir. Bu
oyun tutmayacak. Ermenilere, Karabağ'da ancak kültürel özerklik
verilebilir.
-
Son dönemlerde İran'daki Azeri
Türkleri için çalışmalarınızı hızlandırdınız?
-
İran, 21. yüzyılda nasıl bir değişim
geçirecek?
-
Dünyanın değişik ülkelerinde yaşayan
40 milyon Azeri Türkü'nün hiçbir yerde kaydı yok. Ne BM'de ne de
İKÖ'de. Ortada bir vurdumduymazlık var, bunu ortadan kaldırmaya
çalışıyoruz. Türk folklor ve kültürünü korumak benim görevimdir.
Asimilasyon politikalarına rağmen İran'daki Türkler, Türklük şuurunu
yitirmedi. Tahran rejiminin dışladığı çoğu entelektüel 4 milyon
Türk, değişik ülkelere dağıldı. İran'da bir grup kültürel
özerklikten yana. Bir kısmı ise bağımsızlık istiyor. Güney
Azerbaycan hareketi geçtiğimiz yüzyılda üç defa kanlı biçimde
bastırıldı. İran'da da bir çeşit KGB rejimi var. Rus sistemi nasıl
çöktüyse insan fıtratı ile uyuşmayan bu baskı rejimi de son
bulacaktır. ABD de İran'daki rejimi yıkmak değil yumuşatmak,
liberalleştirmek istiyor. İranlılar da artık demokratik (!) dünyanın
dışında kalamayacaklarını anlamaya başladılar. Sovyetler Birliği
dağılacak dediğimde bana deli gözüyle bakıyorlardı. Şimdi de
İran'daki sistem liberalleşecek, Azeri Türkleri demokratik haklarını
elde edecekler diyorum. (Zaman-5/08/2000)
-
Böylece Türk ve İslâm dünyasının
günümüz tarihine damgasını vuran üç büyük ‘efsane’ liderini
inceledik. Mümkün olduğu kadar hayat bilgileri, mücadele esaslarının
ilke, norm ve kriterleri ile verdikleri mücadelenin usul, esas,
dayanak, hedef ve stratejilerini apaçık ortaya koyduk. Bu bilgileri
bütün Türk aleminin en büyük önderi, Kemalizm’in fikir ve eylem
babası Mustafa Kemâl ATATÜRK’ ün söylev, emanet, vasiyet ve
demeçleri ile bütünleştirdik. Fikir plânında örnekler yerli yerine
oturdu.Güncel mücadelenin hedef, amaç, ilke, usul, esas, metot,
önem, anlam ve stratejileri bütün unsurlarıyla ortaya kondu.
-
Şimdi, konunun finaline geldik.
Ancak, esasa geçmeden ve Irak Türkmen kardeşlerimize emanet ve
nasihatlerimizi sıralamadan önce; Türk dünyasının sayılı, saygın ve
seçkin bilim ve düşün adamlarından Prof. Dr. İsa Kayacan’ın
“Türkmenleri Doğru Anlamak” başlıklı özgün bir değerlendirme yazısı
ve makalesini aktarmak istiyorum.
-
Buyrun size nadir bir örnek daha;
- TÜRKMENLERİ DOĞRU ANLAMAK (Prof. Dr. İSA KAYACAN)
-
“Kısa adı ITC olan, Irak Türkmen
Cephesini ve bu cephenin faaliyetlerini iyi doğru anlamak gerekiyor.
Geçtiğimiz günlerden birinde, Ankara’da Irak Türkmen Cephesi Türkiye
Temsilciliğinin kuruluşunun 12. yıldönümü kutlandı.
-
Arkasından, Ankara Tandoğan
Meydanında “Büyük miting” gerçekleştirildi.
-
Yağmura rağmen, Tandoğan meydanını
dolduran, Irak Türkmenlerini sevenler arasında bulunan bir kalem
sahibi olarak gördüm ki, Irak Türkmen Cephesi giderek güçleniyor,
yaygınlaşıyor. Hazırlanıp yayınlananlar, bilgi ve belgelerin
getiricileri; Irak’ta İngiliz mandasındaki idareden krallığa,
krallıktan cumhuriyete, cumhuriyetten diktatörlüğe, ezilen ve yok
edilmek istenen tek milletin, Türkmenler olduğunu görmekteyiz.
-
Bilindiği gibi, Irak’ta Osmanlı
sonrası 1927 yılında Krallık kuruluyor. 1932 yılında bağımsızlık
ilan ediliyor. Krallık 1958 yılında devrilerek, cumhuriyete
geçiliyor. 1968 yılında Baas Partisi iktidara geliyor. Saddam
Hüseyin 1979 yılından itibaren Irak’ın yönetiminde söz sahibi
oluyor. Her nedense, Irak yönetimleri tarafından Osmanlı Devleti’nin
devamı gibi algılanan Türkmenler, hep potansiyel tehdit olarak
gösterilmeye çalışılmıştır. Bütün Irak yönetimleri, Türklük
bilincini ortadan kaldırmak için Türkmenleri hep baskı altında
tutmuşlar ve siyasi faaliyetlerine izin vermemişlerdir.
-
Değişik adlarla ve değişik
aşamalardan geçen Türk kuruluşları, arkasından “Türkmeneli Partisi”
ve “Türkmen Bağımsız Hareketinin” kurulmasıyla genişleyen Türkmen
siyasi hareketi, 24 Nisan 1995 tarihinde Irak Türkmen Cephesinin
kurulmasıyla yeni bir boyut kazanıyor. Bugün, Irak Türkmen
Cephesinin lideri Dr. Sadettin Ergeç’tir. Bu cephenin Türkiye
temsilcisiyse Ahmet Muratlı’dır. Irak Türkmen Cephesinin,
Türkiye’deki temsilciliğinden başka, Londra, Berlin, Washington, Şam
ve Brüksel’de temsilcilikleri bulunmaktadır.
-
Türkmenler Irak’ta üçüncü asli
unsurdur. Irak’ta 1957 yılında en sağlıklı nüfus sayımında Irak
nüfusu 6 milyon 298 bin 976, Türkmen nüfusu ise 567 bin olarak
tespit edilmiştir. Bu sayım dikkate alındığında, bugün Irak’ta
yaklaşık 3 milyon Türkmen’in yaşıyor olması gerekmektedir. Bu 3
milyon nüfusun yaklaşık yüzde 10’unun dış ülkelerde yaşadığı,
bunların yüzde 40’ının da muhtemelen Türkiye’de ikamet ettiği tahmin
edilmektedir.
- Aslında “Türkmen” denilince ilk olarak Orta Asya Türk
Cumhuriyetlerinden Türkmenistan halkı akla gelmektedir. Bunu da
bertaraf edebilmek için “Irak Türkmenleri” sözcüğü yaygın olarak
kullanılmaya başlanılmıştır.
- Prof. Dr. İsa Kayacan’ın inceleme ve değerlendirmesi
ile devam ediyoruz. Bu makale, değerli Hocamızın camia ile yakınlığı
ve iç içeliği bakımından özgün bir örnektir. Dolayısıyla bütüne
katkısı ve konuya kazandırdığı açılım bakımından dikkatle
incelenmeye değerdir.
- ANKARA’DAKİ BÜYÜK MİTİNG
-
28 Nisan 2007 tarihinde, Ankara
Tandoğan Meydanında, Irak Türkmen Cephesi Ankara Temsilciliğince
düzenlenen büyük mitinge, ülke genelinden katılanların sayısı
beklenilenin üstündeydi. Kerkük türkülerinin seslendirildiği miting
meydanı, “iğne atsan yere düşmeyecek” ifadesiyle örtüşüyordu.
-
Türkmen davasının yılmaz savunucularından, dostum Şemsettin
Küzeci’nin sunuculuğunu yaptığı miting katılımcıları, Kerkük-Türkmen
şiirlerinden örnekleri Küzeci’nin sesinden dinlerken, heyecanın
dorukta olduğunu gözledim. Irak Türkmen Cephesi Türkiye Temsilcisi
Ahmet Muratlı’nın uzun ve heyecanlı konuşması, Irak Türkmenlerinin
geçmişten günümüze kadar uzanıp gelen sıkıntılarını teker teker
ortaya koydu. “Kerkük namusumuzdur / Telafer öz vatanımızdır /
Kerkük Türktür, Türk kalacaktır” sloganları anlamlıydı..
GÜNÜN SÖZÜ:
Dünyanın neresinde
Türk varsa, ellerimizi uzatmalı ve kucaklaşmalıyız (İsa Kayacan)
- ŞİMDİ YAKIN TARİHE DÖNELİM:
-
27 Şubat 1923 tarihli TBMM gizli
oturumunda Heyet-i Vekile Reisi, yani Başbakan Rauf [Orbay] Bey,
kürsüde boncuk boncuk terler dökmektedir. Özellikle İzmit mebusu
Sırrı, Bursa mebusu Operatör Emin, Bitlis mebusu Yusuf Ziya ve
Erzurum mebusu Mustafa Durak beyler Musul’un İngiltere’ye
bırakılması ve bir sene içinde İngilizlerle bir hal yolu bulunmaz
ise Cemiyet-i Akvam’a, (bugünkü Birleşmiş Milletler’e) havale
edilmesini Misak-ı Milli’ye aykırı bularak şiddetle
eleştirmektedirler. Rauf Bey, kendisi taraftar olmasa da, bir
şekilde İsmet Paşa’nın oldu bittisini meclise karşı savunmak zorunda
kalmıştır ve asıl bedbahtlığı da burada yatmaktadır: Fikirlerine
aykırı da olsa TBMM Hükümeti’nin kararlarını savunacaktır.
-
O arada salondan Yusuf Ziya Bey’in hiddetli sesi duyulur: “Bir
kelimeyle cevap istiyorum:
-
Musul Misak-ı Millî dahilinde mi, değil mi?” Hamidiye Kahramanı
Rauf Bey’in cevabı tek kelimeliktir: “Dahilindedir.”
- Bu soru işareti, biraz sonra kürsüye çıkacak olan
Gazi Mustafa Kemal’in, Misak-ı Milli’de harita ve dolayısıyla sınır
olmadığını söylemesiyle tekrar tutuşacaktır. Zira Gazi’ye göre
Misak-ı Milli yanlış anlaşılmıştır. O “milletin menfaati” ve
Meclis’in “isabet-i nazarı”ndan ibarettir. Dolayısıyla sabit değil,
esnek bir kavramdır. Yerine ve zamanına göre yeniden şekillenebilir.
-
Nitekim kendisi, bu esnek Misak-ı
Milli politikasının en çarpıcı örneğini Hatay’da verecek, Hatay,
ısrarlı takipleri sonucunda bağımsızlığına kavuşunca insanların
aklına, acaba devamı gelecek mi sorusunu düşürecektir. Gerçekten de
Atatürk, Misak-ı Milli stratejisinin 1923’de başaramadığını müteakip
yıllarda atacağı adımlarla başarmayı planlıyor muydu ve 1932’de
Yunus Nadi’nin Cumhuriyet’teki bir yazısında belirttiği gibi,
Misak-ı Milli’nin gizli ajandasında Osmanlı’dan ayrılan Müslüman
devletlerin bağımsızlıklarına kavuşması yazılı mıydı? Sanırım bu
sorular Kuzey Irak’taki gelişmeler gündemimizde kaldıkça durmaksızın
sorulacaktır.
-
Aşağıda yayınlayacağım Mustafa
Kemal’in mektubu, Misak-ı Millici bakışın 1925’in sonlarında bile
bölgeye ilgisini kaybetmediğini ve kayıpların kalıcı olarak
görülmediğini göstermektedir.
- İŞTE O MEKTUP :
-
Aslında Mustafa Kemal’i daha 1 Mayıs
1920’de, yani TBMM’nin açılışının üzerinden henüz bir hafta
geçmişken Meclis kürsüsünden milli sınırımızın İskenderun’un
güneyinden doğuya doğru uzanarak Musul’u, Süleymaniye’yi ve Kerkük’ü
içine aldığını söylerken görürüz. Nitekim Doğudaki aşiretlerle
ilişkilerini iyi tutmaya ve İngilizlerin oyunlarını boşa çıkarmaya
çalışmak, bu politikasının bir uzantısıydı. 1 Şubat 1922’ye
gelindiğinde Milli Savunma Bakanlığı’na “Misak-ı Milli sınırları
içinde bulunan Musul vilayetinin kurtarılması için Ravenduz
bölgesine bir kısım kuvvet gönderilmesi” talimatını verecek,
Bakanlık da Binbaşı Özdemir Paşa’yı görevlendirecekti.
-
Özdemir Paşa operasyonunun
İngilizleri şaşkınlığa düşürdüğünü biliyoruz. Bir Türk-Kürt ortak
operasyonu olan bu harekât Musul’a varmış, hatta Irak içlerine
sarkmaya bile başlamıştır. Aynı günlerde Anadolu’da Yunan
kuvvetlerinin İzmir’den “denize dökülmesi”, ayrı bir moral kaynağı
olmuştur Özdemir Paşa ve ekibi için.
-
7 Eylül 1922’de Mareşal Fevzi
Çakmak, “Musul’un silahla alınacağı” yolunda bir telgraf çekiyordu
Doğu ve El-Cezire komutanlıklarına. Ancak şartlar, kuvvet ve
silahlarımızın Batı Cephesine kaydırılmasını gerektirmiş ve Musul’u
alma operasyonu gerçekleşememiş, belki de altın bir fırsat
kaçırılmıştır.
-
Ardından Lozan süreci gelmiş ve
İsmet Paşa’nın elimizdeki en kuvvetli kart olan Musul meselesini,
Mim Kemal Öke’nin “bilerek ya da bilmeyerek (veya bizim anlam
veremediğimiz bir sebepten dolayı)”otel odalarında ve İngiltere’yle
ikili olarak görüşmeye açması, asla genel kurula getirmemesi, Musul
meselesinde bir kırılma noktası teşkil etmişti. İşte bundan sonra
yukarıda bir kısmına değindiğimiz Meclis’in direnişini göreceğiz.
Ancak bu direniş işe yaramayacak ve İsmet Paşa, Musul’u İngiltere’ye
bırakarak dönecektir Ankara’ya.
- 30 Ocak 1923 günü Mecliste “Musul vilayeti, Türkiye Devleti’nin
milli sınırları dahilindedir” diyen Mustafa Kemal Paşa, bundan 28
gün sonra Musul’u “gayet kolaylıkla alabiliriz” demiştir aynı
kürsüden. “Fakat” diye eklemiştir ardından, “Musul’u aldıktan sonra
savaşın biteceğinden emin değiliz.” Yani Musul’u almak değil,
korumak önemlidir. Alırız almasına ama bedelini ödemeye de hazır
olmalıyız.
-
Zaten İngilizler de karşı harekâta
girişmiş ve 8 Nisan’da iki kol halinde sınırlarımıza doğru yürümeye
başlamıştır. Bölgede daha fazla kalamayacağını anlayan Özdemir Paşa
da arkası kapatıldığı için İran’a geçerek teslim olacak ve Van’dan
yeniden Türkiye’ye girecektir. (Bu harekâtın devamına, bu defa 1924
Ağustos’unda İstiklal Savaşı komutanlarından Cafer Tayyar [Eğilmez]
Paşa niyetlenecek ancak bu, sadece bir niyet olarak kalacaktır.) Lozan’da İngiltere’yle bir yıl içinde halledeceğimizi
belirttiğimiz Musul meselesi sürüncemede kalmaya devam edince
Cemiyet-i Akvam’a intikal etmiş, onlar da bir heyet göndererek
yerinde incelemeler yaptırmıştır. Bu arada bölgede halk oylaması
isteğimiz de insanların “ilkel” olduğu gerekçesiyle Batılılarca
reddedilir. (Yani o zamanlar biz plebisit yapmak istiyorduk,
İngilizler karşı çıkıyordu. Şimdi ise biz karşı çıkıyoruz, onlar
istiyor.)
-
Ardından Şeyh Said İsyanı (13 Şubat 1925) patlak verecek ve
bastırılsa da, sonuçları Musul’un durumunu doğrudan etkileyecektir.
Musul’daki en büyük kozumuz olan Kürtlerin Türkiye’ye katılmak
istedikleri tezi, içerideki Kürtlere yönelik bastırma harekâtı ve
1924 Anayasası’nda Kürtçenin yasaklanmasıyla zayıflayacak,
dolayısıyla isyan, sonuçta İngilizlerin ekmeğine yağ sürecektir.
-
Nihayet 23 Temmuz 1925’de Türkiye
Cemiyet-i Akvam’a başvurarak Musul’da Arapların aleyhimizdeki
faaliyetlerine engel olunmasını istemişse de komisyon bu konuda
yetkisiz olduğunu ileri sürmüştür. Bu, adeta son hamledir. Musul
üzerindeki projemiz bu tarihten itibaren gözle görülür biçimde
sönmeye başlamış, nihayet 7 Haziran 1926’da Dışişleri Bakanı Tevfik
Rüştü Aras’ın imzasıyla Musul üzerindeki bütün haklarımızdan, 25 yıl
boyunca petrol kârlarından yüzde 10 pay ödenmesi karşılığında
vazgeçecektik.
-
İşte Mustafa Kemal’in aşağıdaki mektubu, 23 Temmuz son
hamlesinden bir hafta sonraya rastlar. Türkiye’nin Musul’a veda
ederkenki hüzünlü ama yine de ümitvar bakışını yansıtan bu mektupta
Misak-ı Milli terimi geçmemekle birlikte Musul ahalisinin ülkemizin
ayrılmaz bir parçası olduğu, bir gün kurtulacaklarına olan ümidini
koruduğu, mücadeleyi bırakmamaları ifade edilmekte ve kurtuluşun
yakın olduğu vurgulanmaktadır.
-
Musul’daki “din kardeşlerimiz”in kurtuluş güneşinin doğuşunu
sabırla beklemelerini de hatırlatan bu ilginç mesajlar yüklü mektup,
ilk olarak bundan 35 yıl önce Fethi Tevetoğlu tarafından
yayınlanmıştır (Hayat Tarih Mecmuası, Sayı: 10, Kasım 1972, s. 6-7.)
Hilafet kaldırıldıktan sonra bile Musul halkına “din kardeşlerimiz”
diye hitap edilmiş olması bir başka ilginçliğidir mektubun. Şimdi
Seyyid Muhammed Cebbârî ve akrabalarına yazılan ve aslının Kerkük’te
Cebbarî ailesinde bulunduğu bildirilen bu mektubu beraberce
okuyalım: Mücahidin-i muhterem sâdâttan Seyyid Muhammed ve akrabalarına,
Memleketin bir cüz’-i lâ-yenfekk’i [ayrılmaz parçası] olan Musul’un
ahâlisinin karîben halâs bulacağına [yakında kurtulacaklarına]
itikad ve itimad olunarak öteden beri devam eden mücahedâtınızda ber-karar
olmanızı selamet ve saadet-i âtiyeniz namına hamiyet-i malumenize
terk eylerim.
-
Türkiye Cumhuriyeti’nin şefkatini ve Musul’un hükümetimize
aidiyeti hasebiyle âti-i karîbden [yakın gelecekten] asla kat’-ı
ümid etmeyerek [ümit kesmeyerek] zulümlere karşı yüksek bir cidal
ile münevver [aydınlık] bir istikbal te’min olunması, din
kardeşlerimizin huzur ve saadeti için kıymettardır. Halas günleri
karîbdir. Şems-i istihlasın tuluuna [kurtuluş güneşinin doğmasına]
sabûrane müterakkib bulunulmasını [sabırla beklenmesini] hatırlatır,
Cenâb-ı Vâcibü’l-Vücud’dan cümleye muvaffakiyetler temenni eylerim.
1.08.1341 (1925) Sabırla ve ümitle bekleyin, diyor. Neyi? Haziran 1926’da
attığımız ve Musul’u İngilizlere teslim ettiğimiz imzayı mı?
-
Evet, konuyla ilgili bilinç
oluşturma konusunda, yukarda yer alan pek çok hakikat, nasihat, söz,
söylem, yüzlerce örnek ve özellikle aşağıda hülâsa olunan “bir nevi
talimat” her vesile ile anılması, anlatılması, hatırlanması ve
hatırlatılması gereken bir husustur.
-
“Musul vilayeti, Türkiye Devleti’nin
milli sınırları dahilindedir” (Musul vilâyeti: Musul, Kerkük,
Süleymaniye, Telâfer dahil olmak üzere, Bağdat üstü paralelden, İran
sınırını takiple Türkiye Cumhuriyeti alt sınırlarını birleşik olarak
saran ve Suriye’ye kadar ulaşan çok geniş bir alandır. Kuzey Irak
bütünüyle bu vilâyet içinde kalmaktadır.) ITC haritalarında yer alan
Türk bölgeleri incelendiğinde kapsama alanı çok iyi görülebilir.
- Şimdi, birinci bölüm sayılabilecek ön açıklama, aydınlatma ve
özgün hatırlatmalar sonucunda, aşağıdaki metni bir kez dada ve “çok
dikkatle okumanız için” tekrar veriyorum. 30 Ocak 1923 günü Mecliste:
- “Musul vilayeti, Türkiye Devleti’nin milli sınırları
dahilindedir” diyen Mustafa Kemal Paşa, (ATATÜRK) bundan 28 gün
sonra “Musul’u gayet kolaylıkla alabiliriz” demiştir aynı kürsüden.
“Fakat” diye eklemiştir ardından;
-
“Musul’u aldıktan sonra savaşın
biteceğinden emin değiliz.Yani Musul’u almak değil, korumak
önemlidir. Alırız almasına ama, bedelini ödemeye de hazır
olmalıyız.”
- YIL 2007 – MUSUL VİLÂYETİ FEDERE KÜRT DEVLETİ
-
Aradan neredeyse 84 yıl geçmiş.
Yukarıdaki beyana ilâveten burada önemle açıklanması gereken bir
vasiyet daha var: Belgesini son vereceğim. Ama Atatürk 1933 yılında
bir Amerikalı generale aynen şöyle diyor: “Allah nasip ve ihsan
eyler ve ömür verirse eğer, bundan sonra ilk hedefim Selânik ve Batı
Trakya’yı almak, daha sonra 12 adalar, Kıbrıs,
-
Musul, Kerkük ve havalisini
Anavatana katmaktır...”
-
Bu, mutlak bir ideal, Misak-ı Milli
sınırlarını tamamlama, bütünleme ve yakın çevremizi saran Türk
kardeşlerimizi istiklâl, huzurlu bir istikbâle kavuşturmanın
vazgeçilmez bir şartı ve günümüz siyasetçilerinin olmazsa olmaz
görevidir.
- PEKİ BUNU KİM YAPABİLİR ?
-
Ona da büyük önder ATATÜRK’ ün
dilinden cevap vereyim: “Türkçe düşünen, Türkçe konuşan ve Türkçe
yaşayan” Türkiye Cumhuriyeti yöneticileri. Hani, Mustafa Kemâl’ e
sorulur: “Türk Ne Demektir” diye. Cevap aynen şöyledir:
-
Türk demek: Türkçe düşünmek, Türkçe
konuşmak ve Türkçe yaşamaktır.
- NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE”
-
Burada tam bir vukufla hatırlatmak
isterim. “Ne Mutlu Türküm Diyene” vecizesinin aslı, esası ve tamamı
budur. Bu vecizenin bir bütün olarak yazılması, nakledilmesi ve her
ne sebeple olursa olsun tamamının söylenmesi gerekir. Aksi takdirde,
bundan böyle söyleyenden kuşku duymalıdır.
|