YIL 8  SAYI 95    25 Ocak 2007

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

DİKKAT ; BU BİLGİLER TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMDEN  İZİN ALINMADAN KULLANMAYINIZ!

YAZARLARIMIZIN HAYAT HİKAYELERİNE GİTMEK İÇİN TIKLAYARAK GİDİNİZ!

Aşağıdaki dizinler ile tıklayarak üye olmadan sayfalara girebilir ve inceleyebilirsiniz!1

 

BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR!

 
Mahmut Selim GÜRSEL TARİH VE BİZ
Salim SAVCI ANLADIM SÖZCÜĞÜ ANLAMI MI DEĞİŞTİ
İsmet ÇENESİZ ÖZLEDİKLERİM
Sakin KARAKAŞ KUZEY IRAK YANIYOR AMERİKA TÜRKMEN KATLİAMININ HESABINI VERSİN
Ali EMİROĞLU SÜMERLERDE BAHÇECİLİK İLK GÖLGELENDİRME ÇALIŞMALARI
Hasan Lâtif SARIYÜCE TEKRAR GÜMÜLCİNE’DE2
Mahmut Selim GÜRSEL ÇÖZDE AL
Mustafa Nevruz SINACI ON İKİ ADA MESELESİ KIRK ASIRLIK TÜRK YURDU2
Selma GÜRSEL FIRINDA PALAMUT
Erman YILDIRIM BUGÜN
Güner KAYMAK ASKER
Ayşe ÇOBAN SEVGİ
 
 
   
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 01

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mahmut Selim GÜRSEL
Mahmut Selim GÜRSEL Hayat Hikayesi
TARİH VE BİZ
         Bir zamanlar, bizlerden önceki insanların yaşadıkları, toplandıkları ve barındıkları yerleri bizler keşfettikçe hepimizin hiç dikkat etmediği ortak özelliklerin olduğunu göremiyoruz. Bu yerleşim yerlerinin ortak özellikleri olarak önceleri; su, toprak ve flora zenginliği olan yerler tercih edilmiş, daha sonraları ise insanların alet yapımında kullanacakları madenlerin yakınlarında topluluklar barınmışlardır.
         Bu toplulukların uygarlık verileri arttıkça daha büyük toplu yaşama alanları ve şehirler kurmuşlardı. Bu şehirlerin atıklarını o zamanın verdiği bilgilerle kendilerine göre çözmüşlerdir. Eski mağara yaşamı zamanlarında insanlar atıkların mağaranın uzak bir yerine gömerek kaldırmaya çalışmışlar, daha sonraları büyüyen toplulukların yerleşimlerinde bulunan atıkların yerleri pekte bulunamadığı yapılan bütün kazılarda bu atıklara pek de rastlandığı gözükmemektedir.
         Ülkemiz bu günlerde toprağa gömülmüş olarak zehirle veya zehirsiz atıkların gömülü oldukları yerleri bulmaları biraz beni şahsen düşündürdü. Gerekçe olarak zaten bu atıkların gömülmesi, çaylara bırakılması, derelere karıştırılması, ırmaklara salıverilmesi ve denizle haşır neşir olmalarız kanunlar ve yönetmenlikler gereği cezai yaptırımlar getiren bir yükümlülüğünün olmamasından dolayı açık olarak yapılmakta idi ki; bunu sağır sultanlar bile bilmekteydiler.
         Bizlerin ve ülkemizin havasını, toprağını ve suyunu kirlememiz için eğitilmişçesine boyuna atıklarımızı açık, sere serpe, aleni bilinçli veya bilinçsiz kirleterek “ben çıkarım için”, ”bence zarar vermez”, ”benim atığım zararsızdır”, ”boş ver cezası yok ya” ve buna benzeyen pek çok gerekçeler ile doğamızı; daha doğrusu çocukların emanetlerini yok etmekteyiz.
         Bizler neleri yok etmedik ki doğayı kirleterek, kendimizce bahanelerle, yok etmeye çalıştıkça bizlerde bön bön, trene bakar gibi baktık. Birkaç cılız ses ile itirazlar olsa da onların kendi çevre veya girişimleri son gördüğümüz gibi kolluk kuvvetlerinin çalışmaları suçlanacak kanun olmadığı için adliyede ellerini kollarını sallayarak çıktılar.
         Fikirlerimizi, bilgilerimizi biraz daha sonralara saklayarak yürürlüğe girecek kanunu beklememiz ve bu kanunin özünü inceleyerek, ceza bakımında geriye dönüş olacak yanı; geçmişteki kirliliklere ceza verecek maddeler yoksa ağzımızın fermuar kapayarak kendi kendimize bildiklerimizle yetineceğiz.
         Eğer, geçmişte yapılan çevre hatalarının da cezaların içerisinde olduğunu görürsek bildiklerimizi yetkililere verme medeni cesaretini göstermemiz gereklidir.
         Her ilin kendine göre bir atık toplama, yada dökme yerleri bulunmaktadır. Bu kanunun gecikme sebebi ise malumdur. Yaptırım ve cezaların pek çoğunu özel sektörden çok kamu sektörlerinin verme ihtimalinin olması gözükmektedir ki, bu da normaldir.
         Hepimizin gelecek kuşaklara daha güzel hava, daha güzel toprak, daha sağlıklı su bırakmak hem insanlık, hem de Vatandaşlık görevidir.

 

 

 
 

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 02

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Salım SAVCI
Salim SAVCI Hayat Hikayesi
ANLADIM SÖZCÜĞÜ ANLAMI MI DEĞİŞTİ ?
            Bu satırların yazarı;konuları çevresinden alır,sizlere aktarır. Bu kez de öyle olacaktır.
            Ankara’da bir öykümü okuyan bir genç geldi. Selamlaştık,söyleşiye başladık. Hemen bir kitabımı armağan ettim,konuşmaya geçtim.
            Sorularını cevapladım. Sonunda;sizden konuşmalarınızı TAMAM sözcüğüyle noktaladığınızı gördüm; farkında değilsiniz 13 kez TAMAM dediniz.
            Tamam sözcüğünü de ANLADIM yerine kullandığımın farkındayım. Neden;her konuşmanızda TAMAMLA tamamlıyorsunuz ?
            Öğretmenim (BU kişi benim Hocam sözcüğü sevmediğimi bilir) biz evde,öğretim yerlerinde hep böyle konuşuyoruz. Siz tutumluluğu seversiniz,buna dilde tutumluluk diyebiliriz.
            Kağıt kullanırken tutumluluğu severim. Ama dilde ise her sözcüğü yerli yerinde kullanmaya çalışırım. Dilde sözcük tutukluluğunu sevmedim. Dilerim sizde sevmezsiniz.
            Tamam sözcüğü kullanıyoruz ama,bunu yerinde kullanmaya evet diyoruz. Anladım sözcüğü hem Türkçe’dir,hem çok güzeldir,sayıyı da simgeler.
            Anadilimizde sözcük tutumluğuna hayır diyorum. Her sözcüğün yerli yerinde kullanılmasını diliyorum. Niçin ?
            Türkçe’miz çok güzel bir dildir de onun için.

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 03

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

İsmet ÇENESİZ
İsmet ÇENESİZ Hayat Hikayesi
 ÖZLEDİKLERİM;
             Küp çökeleğinin içine bir baş soğanı ince ince doğrayıp, yufka ekmeğe dürerek, bağda dalından yeni kopmuş Ahmet bey üzümüyle yemenin tadını özledim.  
            Bağ bozumunu, Kağnı üzerinde ki oluklara örüklemesine (kemer şeklinde) doldurulmuş ak ve kara üzümleri, onu çeken sarı öküzü, kağnının mazısından çıkan dertli gıcırtıyı, öküzlerin boynuna takılan, iğdeli boncuk karışımı nazardan koruyan nazarlığı ve o nazarlıkların altında sallanan çıngırağın sesini özledim. 
             Haftalarca kaynatılan pekmezleri, bir ay boyunca mahallelerden eksik olmayan o mis gibi kokuyu, çarpılan pekmezlerin, “gak gıbak, gak gıbak”  seslerini özledim.  
             Evlerin bahçesinde yapılan düğünleri özledim. Gelin güveyin Hamama götürülüşünü, en önde fener, arkada güveyin kolunda iki arkadaşı, daha arkada ise bir sürü genç, güveye, “maşallah” diye, bağıran davudi sesli komşuları özledim.  
            Haftanın 6 günü yufka yeyip, Pazar günleri çıkan çarşı ekmeğini, sıcak francalalı günleri özledim. 
            Tel tel’i, hamur böreğini, fırınlı sobayı onun üzerinde cızırdayan çay demliğini, sobanın arkasında yatan Tekir’i özledim. 
            Akşam yemeklerini erken yediğimizden, gece geç vakitlerde yenen, kış kıymasını, turşuyu, kara pekmezi, sobada ısıttığımız yufka ekmeği, o gecelerde rahmetlik anamın elleriyle yaptığı her şeyi özledim.  
            Yarı aydınlık sokaklarda, “Ay Göründü” oynamayı, kapıların tokmaklarını çalıp kaçtığımız günleri özledim. 
            Her arkadaşın evinden bir malzemesini getirerek birlikte, bağda odun ateşinde pişirdiğimiz güveci bağdaki üzümle birlikte yemeyi özledim.  
            Neleri özlemedim ki! Yaz geldi kışı, kış geldi baharı özledim. Canı gönülden, “ölüm sevdamdır” diyen, halk âşıklarını, imanın son mertebesine erenler ile sohbeti özledim.  
            Geçmişe duyduğum bu büyük özlemle birlikte günümüzdeki zor şartları da şöyle bir düşündüm de; mesela artık yavaş yavaş kış gelirken doğalgaza üs üste yapılan zamları, bu zamlar dolayısıyla kısılacak vanaları, odsuz ocaksızları, yine bu kış sokakta yatacak vatandaşları düşündükçe de üzüldüm.
Bunları düşünürken bir hafta önce gazetede okuduğum bir haberi hatırlayarak tekrar sevindim.  Okuduğum bu haber Türkiye’nin maddi olarak birçok sıkıntısını giderecek bir müjdeyi veriyordu.  Haberde, “Zorlu Grubu Çerkezköy’de doğalgaz buldu” diye, yazıyordu. Doğalgaz bulunan bu kuyudan 130–150 metre küp doğalgaz üretilmesi planlanıyormuş.  2005 yılında Türkiye’de 761 milyon metre küp doğalgaz üretilmiş. Yeni bulunan bu kuyu ile üretim %7 daha artacakmış. Zorlu Grubu Başkanı Sayın Ahmet Zarif Zorlu, “daha müjdeli bir haber için gece gündüz çalışıyoruz” diyor. 
             İnşallah böyle kuruluşların ve devletimizin yaptığı aramalarla Türkiye’ye yetecek kadar doğalgazı bularak Allah’ın izniyle dışa bağımlılıktan kurtulacağız.  
Böylece Türk milletinin, her konuda dışa bağımlılıktan kurtulma özlemi gerçekleşmiş olacak inşallah.    
            Sevgi ve saygılarımla.

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 
 
 04

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Sakin KARAKAŞ
Sakin KARAKAŞ Hayat Hikayesi
KUZEY IRAK YANIYOR AMERİKA TÜRKMEN KATLİAMININ HESABINI VERSİN 
            Amerika’nın Irak’ı işgalinin üzerinden yaklaşık 4 yıl gibi bir zaman geçti. Irak’ı işgal bahanesi ise Irak’ın silahlanmasıydı. İşgal sonrasında Amerikalı yetkili ağızlar bizler yanılmışız Irak’ta bizim tahmin ettiğimiz silahların hiçbirisi yokmuş itirafında bulundular. Yine işgal bahanelerinden bir tanesi de Irak’a adalet getirilecekti. O da fiyaskoyla sonuçlandı. Amerika’nın yanlı tutumu sonuncunda şımaran Kürt peşmergeler Kuzey Irak’ta terör havası estirmeye başladılar. Dün aşiret lideri olanlar bu gün devlet adamı sıfatı ile abuk sabuk konuşmaya başladılar.  Amerika’dan aldığı güç ile adeta Türkiye’ye meydan okuyan ve Türkiye’yi karıştırmakla tehdit etti. Talabani’nin bu terbiyesizliği ilk değil. Daha önce de  terbiyesizlikler yaptı. Tabii ki son da olmayacak. Amerika’dan aldığı emir ile arada bir konuşacak.  Böylece iki adım ileri bir adım geri derken Amerika’nın hayal ettiği Kürt devleti kurulacak. Öyle ya siz maşa dururken elinizi ateşe sokar mı sınız?  Yüksek Amerikan emperyalizminin maşaları daima konuşacaklar ve bu tiyatro böyle sürüp gidecek.
            Amerika’nın Irak’ı işgalinden bu yana üç yüz bin insan hayatını kaybetti. Bir o kadar insan sakat kaldı. Bunların önemli bir kısmını çocuklar oluşturuyor.  En önemlisi bir insan hakkı olan eğitim hakkından Irak’lı çocuklar yoksun bırakıldı. Geçen zaman içerisinde petrol ülkesi ırak’ta benzin karaborsaya düştü. Yoksulluk insanların canına tak etti. Sağlık hizmetleri yürütülemez oldu. Devlet hizmetleri önemli oranda aksadı.  Amerikalı ve İngiliz askerler masum Irak’lı kadınlara tecavüz ettiler. Hemen her gün televizyonlarda Iraklılara yapılan işkence görüntüleri yer aldı. Irak’ta adeta bir soykırım yaşandı.  Bu arada üç binin üzerinde Amerikalı ve bin beş yüze yakın İngiliz askeri de bu anlamsız savaşta hayatını kaybetti.  Amerikalı asker anneleri hemen her gün beyaz saray önünde protesto gösterileri yapıyor, savaşa hayır kampanyaları düzenliyorlar.
            Büyük Ortadoğu projesini hayata geçirme gayreti içerisinde olan Amerika Ortadoğu’yu kan gölüne çevirdi. Bu bağlamda İsrail vasıtası ile Lübnan’ı işgal etmeyi denedi. Bir ara önde giden İsrail güçlerinin üstünlüğünü gören dış işleri bakanı Rice şımarık bir hareketle Ortadoğu’nun haritası değişecek  mesajını verdi ve dünyanın gözü önünde alenen bir suç işledi.  Birleşmiş milletler ise bu durumu dikkate dahi almadı. Daha sonra baktılar ki İsrail güçleri ilk defa bir İslam gücüne karşı kaybediyor. Barış nutukları atmaya başladılar ve geri çekildiler. Birleşmiş milletler vasıtası ile bütün dünyadan asker dilediler. Tercihleri ise Müslüman askerlerdi. Bunu da başararak başta Türkiye olmak üzere pek çok ülkeyi Lübnan’a asker göndermeye ikna ettiler. Böylece harita değiştirme işini şimdilik rafa kaldırmış oldular.
            Daha sonra Amerika Pkk’yı bitirecek balonu uçuruldu. Günaydın Amerika sana inansam mı inanmasam mı bilemiyorum. En iyisi senin için bir papatya falı açayım. Sonucunu baharda açıklayacağım. Şimdiye kadar nerelerdeydin. Unutma çekiç güç adı  altında uçaktan Pkk’yı yemlediğin günleri unutmadım. Sahi Muavenet zırhlımızı vurduğun ve albayımızı şehit ettiğin günleri de hiç unutmadım. Pkk için koordinatör atamışsın ertesi gün Talabani’yi konuşturarak Pkk’ya ateşkeş mesajı vermişsin.  Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu sen önce Kuzey Irak’ta katledilen Türkmenlerin hesabını ver.
            Daha dün maşaların peşmergeler Kuzey Irak’ta 14 Türkmen’i katlettiler. 13 tanesi de yaralı. Kürt Peşmergeler’in Kuzey Irak’ta güvenliği sağlamak bahanesiyle düzenledikleri operasyonlarda rastgele ateş sonucu 14 Türkmeni öldürdüler, 13’ü yaralandı. Amerikan askerleri de karadan ve helikopterle havadan destek verdi.
            Türkiye’nin ABD ve Irak hükümet yetkilileriyle yaptığı görüşmelerde sürekli gündeme getirdiği Kerkük’te, Kürt peşmergelerin güvenliği sağlamak bahanesiyle düzenlediği operasyonlarda 14 Türkmen öldürüldü. Irak Türkmen Cephesi (ITC) yetkilileri kendilerine bölgeden ulaşan haberlere göre, Kürt peşmergelerin cumartesi günü başlattığı operasyonlarda Kerkük’ün kuzeyinde rastgele açılan ateş sonucu 14 Türkmen hayatını kaybederken, 13 Türkmen de yaralandı. Ölü ve yaralı sayısının artmasından endişe ediliyor. Peşmergelerin açtığı ateş sonucu Türkmenlerin yanısıra Arapların da hedef olduğu ifade edildi.
Evet  bu haber dün ajanslarda yerini aldı. Bakalım yarın ne olacak, ne gibi girişimlerde bulunulacak, nasıl önlemler alınacak, Sevgili Rice bu konuda bir demeç verecek mi ve Amerika halen devam eden Türkmen katliamının hesabını nasıl verecek, bekliyoruz

 

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 05

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Ali EMİROĞLU
Ali EMİROĞLU Hayat Hikayesi
SÜMERLERDE BAHÇECİLİK İLK GÖLGELENDİRME ÇALIŞMALARI
            Tarımsal kültür Sümerlerin tek zenginlik membaı değildi. Sümerler sebzecilik yapıyordu ve bahçeler yüz güldürü idiler. Bahçecilik söz konusu olunca Sümerler çok eski zamanlardan beri kendi keşifleri olan bir teknik kullanıyorlardı. Sebzeleri şiddetli rüzgar ve güneşten korumak için çok büyüyen ve gölge yapan çok büyük yaprakları olan ağaçlar dikiyorlar ve bu ağaçların gölgesinden koruyucu olarak istifade ediyorlardı.
            Krammer bu ilgi çekici durumu 1946 da tespit ediyor. Bununda o güne kadar bilinmeyen bir efsane yazısını çözerek başarıya ulaşıyor. O sırada kendisi İstanbul’da Amerikan Kolejlinde müşavir profesör olarak bulunuyor. Bağdat çalışmalarına gitmeden önce İstanbul’da 4 ay geçiriyor. Bu suretle bu yıl kendisi taşra hizmetini bitirmiş olmaktadır. İstanbul’da edebiyat ve şiirle ilgili pek çok tablet kopyalamış olduğu görülüyor. Kendisi aslında bunlarla yakından ilgilidir. Bu tabletlerden
 bazılarının parçaları veya tabletlerin kendileri dikkatini üzerlerine çekiyorlar. Bunların büyükleri vasat ebatlarda bulunuyorlar. Aralarında oldukça uzun olanları da mevcut. 8 kolon veya 12 kolon olanlar mevcut. Bunlar “Kış ile yaz kavgası” adını taşıyorlardı. İşte bunlar arasında söz konusu olan edebi kıymetli bir şiir tabletine rastlıyor. Buna;Fransızca’sı “Bahçıvanın Kahredici Günahı” adını veriyor.
            Tablet başlangıcında 15/18 cm. ise 10,5/18 cm. ebadında bulunuyor. Hepsi zaten altı kolon olan tabletin ilk ve son kolonu ileri derecede yıpranmış durumda. Sağlam kalan dört kolondan iki yüz satır istifade edilir durumda bulunuyor. Buna göre,tabletin yarıdan fazlası sağlam kalmış durumda.
            Doküman’ın mahiyeti anlaşılabilir hale gelince bu efsanenin eskiler benzemediği keyfiyeti de ortaya çıkıyor. Fazla olarak  iki özellik daha var ki Krammer’e göre özellikler taşıyor. Birincisi: Yalnız din kitaplarında bulunan bir olay. İkincisi ise;yukarıda bahsedilen koruyucu gölgelendirme tekniği. Bu teknik Sümerlerde yüzyıllardan beri tatbik edile geliyor. Yazının  kısa nakli mevcut. Tablet kırılmış olduğundan ancak bir kısmını zikretmek mümkün olabiliyor.
            Shukallituda adında bir bahçıvan var. Kendisi iyi bir bahçıvan ve aynı zamanda hem çalışkan ve hem de oldukça anlayışlı bir insan. Bütün meziyetlerinin bulunmasına rağmen bahçesi günden güne düzeleceğine,daha çok yıkıma doğru gidiyor. Arkları maşalamaları ve sulanması bilgi içinde yapılmış olmasına rağmen sebzeler bozuluy
or. Şiddetli rüzgar nebat yaprak ve dallarını koparıyor. Yapraklar aynı zamanda kötü bir toz tabakasıyla örtülüyor. Nihayet bahçe nebatları kuruyorlar,o zaman bahçıvan kafasını kaldırıp yıldızlara ve semaya bakıyor. Mevcut işaretleri ve falları tetkik ediyor. Allah’ın kanunlarına bakmayı ve bilinçlenmeyi öğreniyor. Böylece yeni bir akıllılık tarzı keşfedilmiş oluyor. Bahçesinin kenarlarına ve gerekli yerlerine sarbuta cinsi bir çeşit söğüt ağıcı (saul) dikiyor. Bu dikilen ağaçlar hem çabuk büyüyor ve hem de sabahtan  karanlığı kadar koyu gölgesiyle nebatları koruyor. Bu suretle bu gölgelenmiş bahçede de bütün sebzeler daha gür ve daha verimli yetişme imkanı buluyorlar.
            Bir gün Sümer Tanrıçası İnanna;gökleri ve yeri şöyle geçtikten sonra yorgun vücudunu dinlendirmek için Shllituda adlı bahçıvanın bahçesinin yakınında veya bahçesinin kenarına toprağa uzanıyor. Bahçeyi baştan başa seyrediyor. Sonra yorgunluğun etkisiyle uyuyup kalıyor, sabah şafak aydınlığı başlayınca yorgunluktan dinlenmiş olan tanrıça,birde bakıyor ki  kendisi perişan halde. Farkında olmadan bir erkek ırzına geçmiş,tenasül aleti perişan duruma gelmiş. İnana kendisini aleme rezil eder duruma getirmiş olan bu yaratığı ne pahasına olursa olsun bulup meydana çıkarmak istiyor. Sümer Ülkesine üç adet bela yolluyor ve bağlarla palmiye ağaçlarını kanla meşbu hale getiriyor. İkinci bela olarak da  ülke üzerine saldığı şiddetli fırtınalarla bütün bitkileri ve evleri perişan
 ediyor, üçüncü saldığı felaket hakkında bilgi almak mümkün değil çünkü; bulunmuş tabletin bu kısmı tamamen tahrip edilmiş bulunmaktadır. Unu anlamak için bu tabletin bir sağlam kopyasının daha bulunmasını beklemek gerekecektir.
            Orta derecede bir kudret,güzellik tanrıçası kudreti kullanılmış olmasına rağmen,İnana;kendisini gece perişan duruma getiren yaratığı bulma imkanına gelememiştir. .u işi yapan bahçıvan  Shukallituda ise adeti olduğu üzere babasını arayıp bulduktan sonra kendisine nasihat vermesini istiyor. Babası da oğluna başlarında siyah başlı insanların bulunduğu şehre inmesini ve şehirde kenarlarda değil orta merkezde bir yerde oturmasını istiyor. Kendi kardeşlerinden de uzak olmasını ekliyor. Kraliçe ise kendisini perişan hale getireni bulup intikamını alamıyor. Kendisi de içi kinle dolu olarak Eridu’ya gelip mabedi içinde duran akıl tanrısı Enki’den yandım istiyor.
            Kramer;tabletteki şiirin en anlamlı yerlerini tercüme etmiş. Elimizdeki kitabında Fransızca olarak tespit olunmuş. Bu şiirin esası tekste yazılan anlamını aynen aksettiriyor. Bende Fransızca’sından birkaç mısraını Türkçe olarak naklediyorum:
            Shukkallituda,bahçesinin kenarında güzel tanrıçayı gördü.
            Ona hayran kaldı ve kollarına alarak,onu istediği gibi sevdi.
            Bahçenin içine onu getirdi.
            Şafaktan sonra güneş yükseldi
            Kadın kendi halini görünce dehşete düştü
            İnana,kendi halini görünce dehşete düştü
            O zaman kadın,vegeni sebebiyle ne oldu dedi.
            İnana vajeni sebebiyle ne
olduğunu sordu.
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 

 
 06

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

 
Hasan Latif SARIYÜCE
Hasan Latif SARIYÜCE Hayat Hikayesi
Hasan Lâtif SARIYÜCE TEKRAR GÜMÜLCİNE’DE 2
1.Türkleri asimile etme ve Yunanistan’dan kaçırma politikası uygulanıyor.
Yunanistan, Batı Trakya’daki Türk soydaşlarımızdan, devlet düzenine son derece uyumlu davrandıkları halde, öteden beri rahatsızdır. Sağlıklı aile yapısı ile gittikçe nüfusları artan, dinamik, çalışkan, her zaman birlik, beraberlik içinde olan Türklerden korku duymaktadır. Türklerden kurtulmak için elinden ne geliyorsa uygulamaktadır. Hedeflerinin batı Trakya Türklerini göç ettirerek, asimile ederek Batı Trakya’daki varlıklarını ortadan kaldırmak olduğu anlaşılmaktadır. Yunanistan yetkilileri, Türk azınlığı ‘Müslüman Yunanlı, Pomak ve Çingenelerden oluşmuş homojen olmayan bir topluluk’ olarak tanımlıyor. Vaktiyle serbest iken Türk adının kullanılmasını zorba yöntemlerle yasaklıyor. Türkleri özellikle dini kimliğiyle tanıyıp etnik kimliklerini inkâr etmekle Türkiye ile bağlantılarının zayıflamasını  hedefliyor.
Türk toplumunu, ekonomik yönden gelişmesini, kalkınmasını, yasa dışı, hatta insanlık dışı uygulamalarla  önleyerek göçe zorluyor. Bugün Türkiye’de Yunanistan’dan zoraki göç etmiş, vatandaşlık hakkı elinden alındığından bin bir zorluğu göğüsleyerek Türkiye’ye sığınmış çok sayıda Batı Trakya Türkü yaşıyor. Ayrıca otuz bin kadar Türk de Avrupa’ya, Avustralya’ya göç etmiş bulunuyor.
Yunanistan 1998 yılına kadar yeryüzünün hiçbir ülkesinde görülmeyen bir Vatandaşlık Yayası uygulamıştır, Bu yasanın 19. maddesi kara faşizmin somut bir örneğidir. 19. madde, 11 Haziran 1998’de, belki de ne kadar demokrat bir ülke olduğunu Avrupa Birliği’ne yutturmak amacıyla, parlamentoda iptal edilmiştir ki, bu maddenin metni şöyle idi:
Kökende Yunan olmayan bir kişi geri dönme niyeti olmaksızın Yunanistan’dan ayrılırsa, bu kişinin Yunan vatandaşlığını yitirdiğine hükmedilebilir. Bu hüküm, yurt dışında doğmuş ve oturmakta olan Yunan olmayan etnik kökenli kişilere de uygulanır. Anababasından ikisi birden veya hayatta olanı vatandaşlığını yitirmiş olan reşit olmayan çocuklardan yurt dışında yaşayanlar da vatandaşlığını yitirmiş olarak ilan edilebilir. Vatandaşlık Konseyi’nin aynı yönde alacağı karara dayanarak bu konuda iç işleri bakanı hüküm verir.”
Bir çok ülkede zulüm, kıyım uygulanmıştır ya, böylesine insanlık dışı bir hükmün yasalara kadar sokulduğu pek görülmemiştir. Yunanistan’da yaşama hakkı yalnız Yunanlılara, bir de onlara uyum gösteren, seslerini çıkarmayan Hıristiyan azınlıklara tanınmaktadır. Yunanlı olanla Yunanlı olmayan ayrıcalığı, maddede keskin çizgilerle yer almaktadır. Yunanistan’da Müslüman Türk ve Müslüman Pomaklardan başka çok sayıda Makedon, Ulah, Arnavut, Bulgar ve Çingene yaşamaktadır. Gerçi bu azınlıklara nasıl davranıldığını, onların ne gibi sorunlarla karşılaştıklarını bilmiyoruz. Yunanistan 194549 yılları arasında bir iç savaş, çetin bir gerilla savaşı yaşamıştır. Yunanistan’ı Sovyet Rusya liderliğindeki komünist ülkeler safına sokmaya çalışan komünist gerillalardan başka, aynı yıllarda Yunanistan sınırları içinde yaşayan Makedonlar, merkezi Selanik olan ve ilk çağlardan beri Makedonya adıyla anılan kuzey bölgesinde; İtalyanlarla işbirliğine giren Ulahlar da Yunanistan’ın orta kesiminde birer bağımsız devlet kurmak çabasına girişmişlerdi. Yunanlılar 1945’li yıllarda baş kaldıranlara ve bunların mallarına karşı uygulamaya koydukları iç hukuk düzenlemelerini kaldırmak yerine bugüne kadar Türk azınlığa uygulamışlardır. Halen aynı uygulamaya bütün şiddetiyle devam ettirmektedirler..
Faşizan 19. madde kaldırılmıştır ya, şimdiye kadar mağdur bırakılan, ezilen, yurt dışı edilerek süründürülen insanların hakları iade edilmemiştir. Çünkü iptal maddesine yasa hükmünün geriye işlemeyeceğine dair bir hüküm eklenmiştir.
Yunanistan hükümetleri, 11 Haziran 1998 tarihine kadar Yurttaşlık Yasası’nın faşizan 19. maddesini insafsızca işleterek 60.000 civarında Türk’ü vatandaşlıktan atmıştır. Hem öyle bir atmıştır ki, Alman nazizminin Yahudilere uyguladıklarından hiç de geri kalır yanı yoktur. Keyfi olarak vatandaşlıkları iptal edilen Türkler hemen polis nezaretinde hududa kadar götürülmüşler, ancak burada vatandaşlıktan çıkartıldıkları kendilerine haber verilmiştir. Böylece geri dönerek yasal yollara başvurma olanağı kendilerine tanınmamıştır.
2. Türkler ekonomik yönden eziliyorlar
Yunanlılar öteden beri Türklere iş vermiyor. Ne resmi makamlar ne de Yunanlıların sahibi olduğu özel kuruluşlar hiçbir Türk’ü işe almıyor. Yalnız Yunanistan Avrupa Birliği’ne girdikten sonra göz boyar gibi birkaç Türkü polislik, çöpçülük gibi görevlere almışlar. Türkler çiftçilik yapıyor, tütün yetiştiriyor. Şu sıralarda gelişme durumunda olan inşaat sektöründe çalışıyorlarmış. Müteahhit ya da inşaat şirketi sahibi olarak değil. İnşaatlarda kazma kürek işçiliği yapabiliyorlarmış.
Türkiye Batı Trakya Türkünü göçmen olarak kabul etmiyor. Ne var ki Yunanlılar doğu kapısından süremedikleri Türkleri batı kapısından ülkelerinden uzaklaştırıyorlar. İskeçe’nin merkez nüfusu elli bin. Bu nüfusun % 3537’sini Türkler oluşturuyor. Ama İskeçe’ye bağlı çok sayıda yalnız Türklerin yaşadığı köy var. Yunanlılar bir taraftan göçmen derleyip getirerek Türkleri azınlığa düşürmeye çalışıyor, öbür taraftan iş vermeyerek Almanya’ya, Fransa’ya, Hollanda’ya göçe zorluyor. Bugüne kadar batı ülkelerine, Avusturalya’ya 30 binden fazla Türk göçmüş.
Yunanistan son on yıl içinde Gürcistan’dan, Rusya’dan Pontuslu süsü vererek 30.000 yoksul Gürcü ve Rus’u getirip Batı Trakya’daki Türklerinin topraklarına yerleştirmiştir. Kitabın baş tarafında bundan söz açmıştık. Tekrara düşmemek için yinelemediğimiz bu olay dünyanın hiçbir ülkesinde görülmeyen etnik bir sahtekârlıktır. Okurlarımızın kitabın başına dönerek o bölümü yeniden okumalarında yarar vardır.
Taşınmaz mal edinmekte Türklere en despot bir devlette bile uygulanmayan zorluklar çıkarılıyor. Yunanistan Avrupa Birliği üyesi oluncaya kadar Türklere yapı ruhsatı vermezlermiş. Türkler toprak satın alamazlarmış. Evleri yıkılacak kadar harap olanlara tamirat izni yokmuş. Bu nedenle yakın zamana kadar Türkler harabe gibi yerlerde otururlarmış. Avrupa Birliği’ne girdikten sonra tamir iznini vermeye başlamışlar. Arazi ve arsa almaya gene izin yokmuş. Türkler arsa alıp yeni bir ev yaptıramıyorlar. Tamirat izni istelerinde de mahalli yöneticiler akla hayale gelmedik zorluklar çıkarıyorlar.

 

 

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 07

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mahmut Selim GÜRSEL
Mahmut Selim GÜRSEL Hayat Hikayesi
ÇÖZDE AL
         Birbiri ile ilişkisiz iki kelimeyi bildikleri halde bilmeyenlerimizin olması ne acı;
         Bilenlerle bilmeyenlerin artık birbirine karıştığı, bu karmaşa içinde de bilenlerin bilmeyenlere mağlup olduğu bir dünyada yaşıyoruz.
Bir yanlışı doğru gibi ortalığa sürenlerin araştırılmadığı dünya.
         Bunlara karşı birde bilenlerin; kendilerine verilen emaneti bilmeyenlere öğretme yükümlüğünden uzak yaşamalarına ne demeli?
         Öğreticilerin de bir menfaat karşılığında satın alındığı ya da susturulduğu bu dünyanın sonu ne olacak?
Bilenler var mı acaba?
         Konu başlığımız olan çözme işlemini bu yanlış veya doğru bilgileri aktarmayı hangimiz yapacağız. Çözebilirsek bu bilgileri nasıl ve nerede yayınlayacağız?
Yayınlama imkanına kavuşsak bile eğri ve yanlışlarla doldurulmuş bu dimağları nasıl doğrularla dolduracağız?
         İşte çöz de al dememin özü burada.
         Çözmek ve almak içinde bir sürü fedakarlıklar yapmamız gerekmez mi  Gerekenleri gerektiği gibi yapanların arkasında kaçımız durabiliyoruz?
Durmamamızın sebebi acaba neden ? Niçin onları desteklemiyoruz?
         Bu söylediklerimizi kanunlar mı engelliyor,yoksa başkaları mı önlüyor ?
         Çözmek veya çözmemek elimizde. Almak veya almamakta öyle! Özgür irade sahibi olanların ülkesinde yaşıyoruz.
         Çözdüğümüz doğruları da başkaları ile paylaşmanın yollarını aramamız yine bizim özgür düşüncemizin, özgür faaliyeti içine girmekte.
         Sözün özü: bu çözde al bilmecesinin çözümünü bulanlar olursa bu sayfalardan yazmasını dilemekten başka yapabileceğim yok.
         Çözülmüş doğrularla olmanız dileği ile.

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
  08

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI Hayat Hikayesi
ON İKİ ADA MESELESİ KIRK ASIRLIK TÜRK YURDU 2
Osmanlı'nın, 1535'te, gücünün ve özgüveninin zirvesinde iken Kanuni Sultan Süleyman Hân zamanında Fransızlara tanıdığı kapitülasyonlar sayesindedir ki, ilk kez bir Hıristiyan kral, Osmanlı Devleti nazarında padişahla ‘eşit taraf’ muamelesi gördü. 1583, Sultan Üçüncü Murad döneminde ise; Fransız elçisi ve Papa' nın temsilcisinin isteği kabul edilerek, egemenlik haklarını ortadan kaldıran bir karar daha alındı: Böylece, kendi halkının bir başka devletin göndereceği öğretmenler tarafından eğitilmesi kabul edilmiş oldu. İşte, bu (dönem itibarıyla son derece masum, makul, iyi niyetli ve insani amaçlarla vaki ilişki ve anlaşmaların yapıldığı) tarihten itibaren Osmanlı coğrafyasında yüzlerce misyoner okulu, kilisesi, yetimhane vb. merkez açıldı. Güçlü ve hakim devlet dönemi için bunlar bir tehlike olarak görülmedi. Verilen haklar bir lütuf, inayet ve iyi niyet göstergesi olarak kabul edilmekte idi. Ama, gelecekte nelerin olabileceği (ve muhatap tarafın bu anlaşmaları kötü niyetler, menfur-sinsi amaçlarla kullanabileceği ve olabildiğince istismar ve suistimal edeceği) hiç kimsenin aklına bile gelmedi. Umuru devlet tarafından hesap edilemedi. Sonradan gelenler de maalesef gereken beka ve basireti göstererek tedbir alamadı, veya batının etkisi altında kalarak alınamadı.  
Kapitülâsyonlar ve müteakip anlaşmalar ile devam eden süreci bakın, Ermeni araştırmacı Levon Panos Dabagyan, misyonerlerin verdiği zararı nasıl izah ve ifade ediyor: “Ermenilerin Milli Kilisesi ile birlikte, milli bütünlüğü bölünmüş ve böylece Türkiye Ermenileri, kapitalist-Emperyalist Devletlerin adeta oyuncağı durumuna düşerek çok büyük kayıplara uğramışlardır".
TARİHİ GERÇEK
Gerçekte Türkler, kutsal kitaplar ve başta ‘Dedem Korkut” olmak üzere pek çok efsanede açıklandığı, anlatıldığı ve Kur’an-ı Kerim ile İslâm’ i kaynaklarda kayıtlı olduğu üzere; Hazreti Nuh’un oğlu Yasef (YUSUF)’in soyundan gelmektedirler. Hazreti Nuh zamanında yıllarca ikamet ettikleri yurtları Mezopotamya (Sümerler), doğu ve güneydoğu Anadolu  havalisi (dahil) olduğu halde, tufandan sonraki ilk yerleşim yerleri Ağrı Dağı ve Anadolu’nun doğu ve yine güneydoğu çevresidir. (22) Bu tarihi gerçekten hareketle, batı kaynaklarında Orta Asya dahil Anadolu Trakya hariç bütün bölümleri “TÜRKİYE” olarak adlandırılır ve eski haritalarda böylece gösterilir.
Ancak, Hazreti Nuh belirli bir aradan sonra Yasef/Yusuf ailesi ve ahvadını Orta Asya taraflarına göndermiş, (M.Ö. 4500 yıllarında) gidenler de, bu günkü Tanrı Dağları ile Amuderya ve Siri Derya nehirlerini içine alan iklimi müsait ve çok verimli bir coğrafyada yerleşmişlerdir. Orta Asya’da, Atamız Yusuf’un sülâlesi genişleyip büyüdükçe etrafına sığmaz olmuş, bir bölümü orada kalmaya devam ederken, sülâleden bir kısım Türkler, tekrar Ana Vatan Anadolu taraflarına göç ederek Hazreti Nuh’dan sonra ilk defa M.Ö. 3500 yıllarında, yani bu günden 5500 yıl önce gelip Anadolu’ya yerleşmişlerdir. (23)
Dahası, aynı dönemlerde Hazar Denizi (adını Hazar Türklerinden almıştır) Volga, Dinyeper ve Dinyester’i geçerek bu günkü Romanya steplerini aşan Türklerin büyük bir bölümü Balkanlar ve Anadolu’ya yerleşmişlerdir. İleriki yıllarda oluşan Bogomile (Bojnak) Mezhebi tarihi incelendiğinde bazı gerçekler çok daha açık ve net bir biçimde  ortaya çıkmaktadır. O dönemde Kıt’a Avrupa’sında yaşayan kavimlerin ne kadar zalim, adi, alçak, insanlık düşmanı, hain, ilkel ve vahşi olduklarını anlamak bakımında da bu kesitin incelenmesinde fayda ve zaruret vardır.  
TÜRKLER, İSLÂMİYET VE ŞAMANLIK
Kur-an’ı kerimde açıkça sabit ve inancın (Amentü) temel ilkesi olması nedeniyle kabul etmek gerekir ki; Hazreti Nuh (bütün peygamberler gibi) Müslüman’dı. Dolayısıyla Türklerin atası Yasef/Yusuf’ da sadık, samimi ve muttaki, iyi bir Müslüman idi ve İslâm’ın döneme raci akaidine-ilkelerine sadık kaldığı ve Hazreti Nuh’un şeriatını özenle yaşattığı anlaşılmak gerekir. Oğuz Kağan Destanına göre, Oğuz Han’da Müslüman olarak doğmuş, üç gün süreyle annesinin memesini ağzına almamış, Annesi büyük bir endişe ve üzüntüyle yalvarınca ise üç günlük çocuk “Anne, ben Müslüman’ım, sen değilsin. Eğer Müslüman olmazsan sütünü içemem” demiştir. Hazreti İbrahim’in de baba tarafından Türk olduğu ve Peygamberimiz Efendimizin de bu cihetle Türk soyuna dayandığı söylenir.
Türklerin tarih boyunca sergilediği yüksek medeni vasıf, insan odaklı kültür,  saygı, sevgi, hoşgörü ve yüksek toleransın temelinde ola ki bu manevi gerçek vardır. Bu nedenle, sonraki bin yıllar içinde oldukça değişen ve (zaman zaman, yer yer) Şamanlığa dönüşen inanç ve ibadet biçiminin temelinde İslâm inancı (Müslümanlık) vardır. Diğer bir anlamda, bütün milletler gibi Türkler de, Müslüman olarak hayata başlamış ve fakat, diğer milletlerden (kavimlerden) farklı olarak inançlarının özünü-esasını muhafaza ederek tarih sahnesinde yürümüşlerdir.
Türklerin MS 760 – 800 yıllarından itibaren geniş kitleler halinde İslâm’ı kabul etmelerinin ana sebeplerinde biri: Şamanlık ile İslâmiyet arasında, bin yıllar boyunca değişen çok az unsur hariç büyük bir örtüşme ve benzeşme olmasıdır. Nitekim, bu anlamda Türkler akın akın İslâm’a katıldıktan sonradır ki, daha büyük devletler ve yüksek medeniyetler kurmuşlar ve dönem itibarıyla bilimin, kültürün ve bilincin gelişmesine çok büyük katkılarda bulunmuşlardır. 
Tam yeri gelmişken burada, Büyük İslâm Peygamberi’nin Türkler hakkında ne buyurduğunu bilhassa hatırlatmak isterim. O Yüce Peygamberimiz, bize bahşedilen ‘Türk’ ismi için: “BEN ALLAHI’IN YARATICI AŞKIYLA CİLÂLANMIŞ TERTEMİZ, SAF BİR AYNA’ YIM. BU YÜZDENDİR Kİ; BANA BAKANLAR, BU MÜCELLÂ AYNADA KENDİ YÜZLERİNİ VE YÜREKLERİNİ TEMAŞÂ EDERLER. TÜRK GİBİ GÜZEL VE AYDINLIK OLANLAR, BU NUR’DAN IŞIKTAN OLAN AYNADA, KENDİ GÜZELLİKLERİNİ GÖRÜRLER” buyurmuşlardır. İşte TÜRK budur. Bu, (böyle) olmak durumunda ve zorundadır. (24)
Peki, bu muhteşem, istisnai övgüye ve muazzam mazhariyete sebep ne ? Cevabı bizzat Kur’an-ı Kerim vermektedir. Okuyunuz: "Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, Allah onların yerine öyle bir kavim getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı sever. Onlar müminlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler. Allah yolunda cihad ederler ve dil uzatanların kınamasından da korkmazlar" (Mâide: 54)
Size çok önemli bir Hadisi Şerif daha nakledeyim: "Fitne, fesat çoğaldığında ve kan gövdeyi götürdüğünde Allah bu ümmete mevaliden (Efendiler. Mevleviyyet pâyesine ulaşmış sarıklı alimlerden) bir ordu gönderecektir (TÜRKLER); Onlar ata binmede Araplardan çok daha üstün ve silah kullanmada onlardan daha çok mahirdirler. İşte Allah (c.c.) bu dini onlarla yeniden bir kere daha güçlendirecektir." Hz. Muhammed (s.a.v.)
Aynı Nûr’ un devamı olan gönüller sultanı Hz. Mevlâna’ mız ise; “ŞU SONSUZ DERYÂDA AKIP GİDEN GEMİNİN MANÂSINA-KAPTANINA TÜRK DENİLİR, TÜRK ! ELBETTEKİ SÛRETA YAŞAYANLARA DENİLEMEZ. O, YÜCE MANÂNIN GERÇEĞİNİ İDRAK EDEREK YAŞAYANLARA SADECE TÜRK DENİLİR !” (25) diyerek; Türk’ün gerçek anlamda olgunluğun, kemalâtın ifadesi olduğunu belirtmiştir. Bu kemalât, yüce dağların, göklerin ziynetleri olan yıldızların, ayın, güneşin anlamlarına kadar ululanmıştır.
Son olarak, Yunus Emre Hazretleri de şöyle der:
"BİLMEYEN NE BİLSİN BİZİ, BİLENLERE SELAM OLSUN"
Yer, yer (dünya) olalı hiçbir kavim/millet/halk/topluluk bu kadar övülmemiş ve yüceltilmemiştir. Bütün Türk alemi bu hakikatleri bilmeli ve ona göre motive olmalıdır...
MESELE DİN’SE EĞER...
Ve insanlık adına batı, ABD ve diğerleri; Sözde insan hakları, demokrasi, adalet gibi (samimi olmayan) iddia ve kavramlar ileri sürerek; 11 Eylül (ikiz kuleler) gibi oyun, iftira ve senaryolar düzerek, Türk-İslâm alemini tehdit ve Anadolu’yu tasallut-tarumar edip, aslında ‘yüceltmek-kutsamak, mümin ve muteber kullar olmak için’ tanrıyı (Allah’ı) arıyorlarsa eğer; Önce Türk tarihine bakmalıdırlar. Tanrı (Allah) orada. Gerçek İslam oradadır. Gerçek kültür, medeniyet, saf, temiz, berrak, namuslu, dürüst, ilkeli, onurlu, sevgili, saygılı, hoşgörülü ve değerli “İNSAN”, insanca yaşam biçimi orada. Makro ve mikro bazda kozmik, sosyolojik, sosyometrik, epistomolojik bakımdan “elektik”(gerçek insan formu) ontolojik ve tarihi diyalektik sırlar ile kâinat/evren, Türk aleminin, on bin yıllık “gizlenen tarihinin” ve İslâmiyet sonrası tasavvuf güncesinin tertemiz, pırıl-pırıl sinesinde gizlidir. Okusun okumasını bilenler ve araştırsınlar.
MEDENİYETLER BEŞİĞİ ANADOLU
Hiç düşündünüz mü ? Niçin medeniyetler beşiği Anadolu’dur ? ve 5700 yıllık Yahudi inancına göre “her milenyumda (bin yılda bir) Anadolu’dan büyük bir medeniyet zuhur eder (çıkar) ?  Çünkü, Anadolu barışsever atalarımızın insan sevgisi, barış, anlayış, adaletle yönetim, eşitlikle himaye, tolerans ve hoşgörüsü nedeniyle; Yunanlı İskender, Haçlı taarruzları, Aksak Timur (!) ve yine vahşi batının tahriki sonucu vuku bulan din savaşları ve kardeş kavgaları dışında ciddi bir tahribat ve yıkıma maruz kalmamış, bu sayede, başta Türk kültür ve medeniyeti olmak üzere, çok farklı kültür ve medeniyetler burada gelişme imkânı bulmuşlardır. Dünyanın hiçbir coğrafyasında, ülke veya devletinde bu himaye, sahiplenme ve hoşgörü yoktur. Örneğin IX asıdan XI. asrın sonlarına kadar Sicilya İslâm Devleti’nden günümüze intikal bir eser var mıdır ? Ya, Amerika’da Kristof Kolomb’dan 25 yıl önce Osmanlı himayesinde kurulduğu yenilerde açıklanan ve varlığı ileri sürülen devletten !.. Tekrarlamakta fayda var. Endülüs medeniyetine ne oldu. Ya, Hun, Avar, Türk-Bulgar ve Peçenek eserlerine ne oldu. Tarihi ve kültürel eserler bir yana; Neden Avrupa 1760 yıllarında başlattığı Avrupa’ nın Müslüman ve Türk soykırımları ile Türklerin tam bir vahşetle tahliyesinden (tarihin en büyük tehcirinden) bahsetmez !..  
Aslında, Türk tarihinin derinliklerinde, gün yüzüne kasıtlı olarak çıkarılmayan, Cumhuriyet hükümetlerinin de yeterince sahip çıkmadığı gerçekler, bu günün sorularının hepsine cevap verecek derecede, kapsam ve nitelikte büyük bilgiler içermektedir. Tıpkı, bütünüyle yalan ve iftiradan ibaret Ermeni soykırım iddiaları gibi, mevcut ve muhtemel pek çok iddia ve iftiranın yolu böylece kesilebilir. Günümüzde tefessüh etmiş sözde Avrupa  medeniyeti geçmişinden korkmakta utanç ve hicap duymaktadır. Bu nedenle tarihi karartmakta kendince haklıdır. Ama bizim korkacak neyimiz var ?
Türkler bilgeliklerini İslam’la kazanmadılar, bilakis İslâm’la ivme kazandılar. Ama ne zaman ki, arı-duru, saf ve gerçek İslâm’ı sulandırmaya kalktılar, işte o zaman kaybettiler. Bu sözüm yanlış anlaşılmasın. İslam’ın içindeki bilgelik ve kemâl derecesi / olgunluk saklı sırlar yine Türklerin bilgeliğiyle insanlık alemine çok farklı ufuklar açmıştır. Daha sonraları hurafelerle yozlaştırılan, din tüccarlığına ve siyaset simsarlığına alet edilen ve başkalaştırılan İslam yüzeysel ve taklidi hale gelince yani, iktidarı yobazlar ele geçirince Türkistan'da doğan bilgelik de şimdilerde yeraltına indi. Hala o yobazların çelişkili ilmihalleriyle insanımız, bu bilgelikten, olgunluktan ve safiyetten mahrum kaldı. Şimdilerde kadınların saçalarıyla, başlarıyla, yazma ve baş örtüleriyle uğrasan bizler o zamanlar evrenin sırlarıyla ilgileniyorduk. Ne oldu da İslam bugün ki haline geldi? Neden bazı adetlerimiz, gelenek ve törelerimiz batıl inanç olarak bir kenara itildi, atıldı ve Şamanizmden gelen derin kültür ve bilgelik birikimimiz İslam’ı doğru yorumlarken birden necis (pis) Arapların; Tıpkı Museviler ve İseviler gibi tahrif ve tahrip ettikleri suni ve sapık (sözde) dine inanmaya başladık ? (sapık din derken asla gerçek İslam’ı kastetmiyorum) İste çözülmesi ve çözümlenmesi, aşılması gereken soru ve sorun bu..
TEKRAR HATIRLATALIM
Orta Asya’dan göç edip gelen Türklerin İlk yerleştikleri yerler Güney Doğu Anadolu’da bu günkü Diyarbakır, Cizre, Mardin, Musul, Kerkük ve Zagoros Dağları’nın batı etekleri olup; Yaklaşık 500 sene buralarda hüküm sürdükten sonra bir bölümü Orta Asya’ya tekrar geri dönmüş, kalanları ise Anadolu içlerine doğru ilerlemiş, buralarda uygarlıklar kurarak, çoğalıp çeşitli kabileler, boy ve soylara bölünerek muhtelif devletler kura gelmişlerdir. Nuh Tufanı efsanelerinde bu hususta çeşitli bilgilere rastlanmaktadır.
Önemine binaen tekrarlamakta fayda var. İslamiyet gelmeden çok önceleri de TÜRK vardı. Dahası, zaten Türkler evvelinde de Müslüman idi. Yukarda da değindiğimiz üzere, Şamanlık, orijini NUH şeriatı olan; Hazreti Muhammedi (SAV) in vesile olduğu “EKMEL DİN” in belki de sadece bir alt versiyonu idi. Şamanizmi incelediğimizde bunu açıkça anlamak, taktir etmek ve görmek mümkündür. Ahmet Yesevi’den intikal ve Yahudi asıllı bozguncu Abdullah Bin Sebe (sebailik) ile hiçbir ilgi ve alâkası olmayan, bütünüyle ‘nev-i şahsına münhasır’ Şii-Batıni karakterinde uzak, saf İslâm ve ‘ehli Sünnet ve’l Cemaat’ esasını baz alan Hacı Bektaş-ı Veli Aleviliğini incelediğimiz taktirde de aynı izlere ulaşırız. Zira, Şamanizm ile İslâm arasında kayda değer ciddi çelişkiler yumağı yoktur. Bu tarihi süreçte “orijinal İslâm, adeta bir Türk İslâm’ı” biçiminde şekillenmiştir.
 Şüphesiz ATATÜRK’ de bunu anlamış ve görmüştür. (26)
Bütün bu tarihi ve tabii-doğal gerçekleri inkâr eder ve yaklaşık 4000 yıldır bu toprakların TÜRK olduğunu görmezden gelirsek, o zamanda düşman/batı derki sana "mademki Anadolu’ya yeni geldiğini kabul ediyorsun, o halde çek git" buradan. Ya terk et Anadolu’yu, ya da benim dayattıklarımı kabul et. 1500 yıldır özellikle Türklere, 1400 yıldır da bütün insanlık ve İslâm alemine Papalıkça oynanan oyun bu değil mi ?
Ak-at Kralı Naram-Şin’in (M.Ö 2200) Anadolu seferlerini anlatan "Şartamhari" beyannamesinin (kil tabletler) 15. maddesinde şöyle yazılıdır. “Türki kralı İlsu-Nail” Yine Ak-at tabletlerinde; Mardin merkez olmak üzere, güney Anadolu ve Musul,Kerkük dolaylarında yerleşik Hurriler de Türk kavmidir. Hurri dilinin filolojik kökeni ve özelliği Türkçe’ dir. Hurriler’in torunları Urartular da Hurri dili özelliği taşıyan dile sahiptir. Hurriler proto-Türk kavimleridir. Tıpkı Sümerler gibi. Anadolu Türk ün ikinci Vatanı değil, Orta Asya ile birlikte en eski Yurtlarından biridir. Anadolu ya (MÖ 700) Kafkaslardan gelen İskitler (Sakalar) Türk kavmidir. Urartular’a devamlı saldıran Asurları tarih sahnesinden silen İskitlerdir. Urartu başkenti Tuşpa (Van) da Şamran suyu diye bilinen su kanalları Urartu mühendisliğinin şaheseridir. Bugün Orta Asya da (Doğu Türkistan, Sincan) Şamran suyundan çok daha ileri teknikte 4500 yıllık (yer üstü ve yer altı) Karız ve Jinhan kanalları vardır. Karız ve Jinhan kanalları, bu gün Çin sınırları dahilinde yer alan üç mimarı harikadan biri olarak kabul edilmektedir.
Büyük göçe neden olan bölgesel kuraklık sırasında Tanrı Dağlarındaki suyu buharlaşmaması için 60 kilometre mesafeye taşıyan Karız kanallarının toplam uzunluğu 5100 kilometreyi bulmaktadır. Uzunlukları 4 ile 60 km. arasında değişen Karızların sayısı 1800 civarındadır.
Bu muazzam kanallar ve su yolları, en az Mısır piramitleri veya Aztek / İnka tapınakları kadar, hattâ onlardan çok daha önemli, gerekli, değerli ve insani amaçlarla inşa edilmiş olup; Aynı dönemde demir ve bakırı işleyen ve modern tarım yöntemlerini büyük bir başarıyla uygulayan (27) Atalarımızın eseridirler. Bu eserler ve benzerleri, bu günkü Tanrı Dağı ve civarından, Mezopotamya ve Anadolu dahil çok geniş bir coğrafyada net bir biçimde görülür.
Dikkat edilirse, atalarımızın tarih boyunca inşa ettiği bütün eserler insanlık yararına, üretim ve hizmete yöneliktir. Hepsinde “kamu yararı” baz alınmıştır. Çok önemli bir kültürel değer ve eser olan ve Türk tarihine ışık tutan “Orhun Kitabeleri” ise, son derece mütevazi boyutlarda inşa edilmiştir. Bunda ibret alınacak dersler vardır. 
Evet, şimdi Nuh Tufanını ve Sümerleri baz alırsak bu topraklar, gerçekten de Atatürk’ün dediği gibi yaklaşık 7000 yıllık; (*) Orta Asya’dan ilk göç dikkate alındığında ise, en azından  kırk asırlık (4000 yıllık) Türk Yurdudur. Doğu Roma tarihi ayrıntılı bir biçimde incelenirse eğer, günümüz için sürpriz sayılacak çok enteresan bilgilere de ulaşmak mümkün görülmektedir. Dış düşmanlar ve iç işbirlikçileri, bunun içindir ki; TÜRK’ e tekrar "yüksek, asil ırkını, nadir harsını-kimliğini, kişiliğini, nadir kültür ve medeniyetini öğreten” ATATÜRK e düşmandırlar.
Burada Atatürk tarafından ortaya atılan “Güneş Dil” teorisini de çok iyi anlamak ve bu bağlamda inceleyip-irdelemek gerekir. Ancak, bu tez-teori Atatürk zamanında her nedense fazla işlenmemiş, bir şekilde göz ardı edilmiş ve 1938’den itibaren tarihi bir sır gibi saklanması cihetine gidilmiştir. 1960’dan sonra ise kamusal ve kurumsal alandan bütünüyle çıkartılmış bir teoridir. Ne yazık ki, hiçbir Üniversite konuyla ilgilenmemektedir !..
Mezkür çarpık zihniyetin fanatik ve dış bağlantılı, işbirlikçi taraftarları işte 1938’ den bu yana, bazen açıkça çoğunlukla da gizlice-sinsice ATATÜRK İlke ve inkılâplarını, yani ‘KEMALİZMİ” menfur bir ‘grek orijinli’ karşıdevrimle yok ederek, planlı bir şekilde rejimi ne olduğu belirsiz (dejenere) ve ABD tarafından tam bir haçlı zihniyeti ile yazılan GERÇEK FURKAN doğrultusunda "ılımlı İslam" modeline çevirmek için var güçleriyle çalıştılar, çalışıyorlar, çalışmaktalar.
Atatürk’ün cumhuriyetin geleceğini emanet ettiği saf ve masum Türk gençleri ve çocuklarına, emperyalist işbirliğiyle hazırlanan Atatürk sonrası Tarih kitaplarına inatla "sen Anadolu’ya 1071 de geldin, medeni değilsin, vahşisin, göçebesin, 1071 öncesinde Anadolu’da sen yoktun” anlamına gelen ifade ve ilhamlarla, hattâ açıkça-alenen yazıp, çizerek, niteliği henüz netleşmemiş ve orijini tanımlanmamış “Türk-İslam sentezi” adı altında, namazsız, niyazsız, imansız, şuursuz, takva dışı uyduruk bir “takiyye” (din, inanç tüccarlığı) aşılamak için ellerinden geleni yaptılar. Yapmaktalar. Bu günde: "Türk sen azınlıksın Anadolu zaten mozaiktir, sen geleli 1000 yıl bile olmadı, senden önce burada halklar vardı" tezini işliyorlar. Alt kimlik, üst kimlik gibi, milli devletle örtüşmeyen saçma sapan görüşler ileri sürüyorlar. Her biri asli-esas kurucu unsurlar konum ve durumunda bulunan ve aralarında insani, medeni ve yasal (vatandaş) hakları bakımından en küçük bir ayrılık-gayrılık olmayan insanlar arasına fitne-fesat ve tefrika tohumları ekmeye çalışıyorlar. Atatürk’ün Anayasası’ndan (1928) bu nedenle ve bu art niyetle, bilinçli olarak “MİLLİ” sözcüğü kaldırılmış (1961) ve parçalardan biri veya ‘bir kümenin elemanı/birim’  anlamına gelen ve bu anlama yol açarak ‘ırkçılığı çağrıştıran, ayrımcılığı teşvik ve tahrik eden’ milliyetçilik deyimleri konulmuştur. Bu nedenle: “Cumhuriyetin en büyük ihanet ve kırılma hareketi” 27 Mayıs 1960 başkaldırısı (ihanet hareketi) dir.  
22. Kaynak: Pitman, Walter; Ryan, William, "Noah's Flood:The New Scientific   Discoveries About The Event That Changed History," Simon Schuster, 1998, ISBN 0-684-81052-2
23. Direnen Türkler, Müslüm Ulusoy, Tanı Yayın-Ankara, 2006
24. ÖZKAYNAK, 2006-49 – Aylık Dergi, s. 3, Ankara
25. ÖZKAYNAK, 2006-49 – Aylık Dergi, s. 3, Ankara
26. Atatürk’ün Kur’an Kültürü, Yard. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu – İlgi Yayınları, 2006-İstanbul ve Seni Anlasaydık Bu Hale Gelmezdik, İbrahim Candan – Akasya Yayınları, 2005-Ankara.
27. Belde Gazetesi, 12 Eylül 2006 – Ankara

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 09

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Selma GÜRSEL
Selma GÜRSEL Hayat Hikayesi
FIRINDA PALAMUT
1 adet palamut Flatosu
3 adet büyük soğan
3 adet büyük patates
Tuz,
Sıvı yağ
Limon
RESİMLERİ TIKLAYARAK BÜYÜTEBİLİRSİNİZ
         3 adet soğan soyulur,kangal olarak doğranır. Patatesler de soyulur kangallanır.
         Balıkçıdan alınan palamut temizletilir ve ortadan ikiye fileto olarak böldürülür. Eve gelince balık güzelce yıkanır ve süzgece konarak suyu süzdürülür.
         Fırın içi sıvı yağla yağlanır. Kangal olarak doğranmış soğan en alta,onun üzerine kangallanmış patatesler dizilir.
         İstenildiği kadar tuz ekilir. Soğan ve patateslerin üzerine palamut filetosu konularak üzerine az miktar yağ ekilerek fırına konuk. Kızgın fırında kızarana kadar kızartılır.
         Sıcak,sıcak servis yapılır.

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 10

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Erman YILDIRIM
Erman YILDIRIM Hayat Hikayesi
BUGÜN
Mehtap ne güzel,
Bu akşam değil mi?
Yıldızlar ne güzel parlıyor değil mi?
Bak; Ay ışığı vuruyor
Köpüklü (dalgalar arasına.
Yine aynı şarkı kulaklarda.
Hasretim gizli yakamozlarda !...
Kuşlar ne güzel uçuyor değil mi?
Bir telaş var kanatlarında,
Avcıdan kaçıyor olmalı,
Ne güzel doğuyor,
Şafakların arkasında güneş.
 

 

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 11

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Güner KAYMAK
Güner KAYMAK Hayat Hikayesi
 ASKER
Bu can kurban olsun yurduma benim
Beşikten mezara askerim asker
Daha ben ölmedim olsun haberin
Beşikten mezara askerim asker
Tarihi unutur belki soysuzlar
İhanet duyunca yüreğim sızlar
Vatanı bölemez dinsiz yobazlar
Beşikten mezara askerim asker
İnancı olurmu vatansız kulun
Cahalet bitermi yoksa okulun
Üç günlük dünyada canlar bir olun
Beşikten mezara askerim asker
İzinden çıkmayız ulu önderin
Dokunmayın bana yaram çok derin
Moda oldu papaz varmı haberin
Beşikten mezara askerim asker
İhanet yüzünden terör durmuyor
Mepusun çocuğu asker olmuyor
Hain kurşun mehmedimi vuruyor
Beşikten mezara askerim asker
Bizi yönetenler bizden değilmi
Yetimin mazlumun hakkı yenirmi
İnsan olan ikrarından dönermi
Beşikten mezara askerim asker
Ozan Güner der ki vatan sağolsun
Kardeş kavgaları artık son bulsun
Irak'ta olanlar bize ders olsun
Beşikten mezara askerim asker
Amsterdam / 16.07.2006
 

 

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 12

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

 
Ayşe ÇOBAN
Ayşe ÇOBAN Hayat Hikayesi
SEVGİ
Bekir Sağır’a.
Bu sevdanın seven bilir hazzını,
Boş geçirmez baharını yazını.
İnsan bilir;içindeki özünü,
Fikir başka,niyet bozulmadıkça.
Çocuklar güldür,güller sevilir.
Gençlik azimdir,diller sevilir.
Zamanı anlayan kullar sevilir,
Yollar kör kuyu kazılmadıkça.
Hakk için incedir boyun davaya,
Yönelir Rabb’ine eller duaya.
Kalkınca yalvarır Ham-i Senaya,
Şeytanın yoluna dizilmedikçe.
İnsanın temeli sevgidir,tanı.
Mal mülk dünyadadır,götüren hani.
Nefis mazlumlaşır,çekerse de canı.
Bakar kör olarak gezilmedikçe.
İnsanlığı büyük hizmete bekler,
Gönül sarayına sevgiyi ekler,
Aşkı muhabbette görür büyükler,
İnsan haksız yere ezilmedikçe.
Şiirin sistemli kardeşim SAĞİR,
Arif olmayan anlamaz ağır.
Yunus Emre gibi sevgiyle çağır,
Ta ki can,bedenden üzülmedikçe.
SEVGİCAN’ım kalpler sevgisiz olmaz.
Mazlumun derdine çare bulunmaz.
Define de olsa kıymeti kalmaz.
Şiir Allah için yazılmadıkça.

 

YAZARLARIMIZIN HAYAT HİKAYELERİNE GİTMEK İÇİN TIKLAYARAK GİDİNİZ!

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

DİKKAT ; BU BİLGİLER TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMDEN  İZİN ALINMADAN KULLANMAYINIZ!
YAPTIKLARIM YAPACAKLARIMIN GARANTİSİ ALTINDADIR!

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

 Hukuka, Yasalara, Telif  ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir.
Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM

BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR!

96 SAYI 25 Şubat 2007 SAYIYA Gitmek İçin Tıklayınız!