ON İKİ ADA MESELESİ
KIRK ASIRLIK TÜRK YURDU ANADOLU
10 Şubat 1947 tarihinde “Ege’de bulunan On İki Adalar
konusunda İtalya ile sulh görüşmeleri resmen başladı. Toplantıya Çin,
Fransa, İngiltere, Somali, İrlanda, Sovyetler Birliği, Avustralya,
Belçika, Yeni Zelanda, Brezilya, Habeşistan, Yunanistan, Hindistan,
Kanada, Polonya ve Türkiye “TARAF ÜLKE” olarak davet edildi. Fakat
Türkiye, hukuken ve tarihi hakları itibarıyla taraf ülke olduğu ve katılma
hakkı bulunduğu halde İnönü ve Recep Peker hükümetinin aldığı bir kararla;
Görüşmelere ve muahedeye katılmak istemediğinden bütün haklarından feragat
etmiş oldu.
Hal böyle olunca, antlaşmanın 14. maddesi
uyarınca “flebisit” yapılmasına gerek görülmedi ve bütün adalar
(Türkiye’nin taraf olmaması ve talepte bulunmaması nedeniyle) yegâne
istekli Yunanistan’a verildi.
Tarihi bir fırsat, bilerek ve isteyerek
kaçırıldı.
Peki, bu sıra (aynı gün) İnönü – Peker hükümeti
ile TBMM ne iş yapıyordu ? “ABD ile 06 Aralık 1946 günü (Abraham
Lincoln’ün Minnesota’da Kızılderili/Türk katliam ve soykırımı konusunda
kesin emir verdiği tarihte) yapılan (Türkiye aleyhine vaki çok vahim,
alçaltıcı ve milli menfaatlere en aykırı) ikili anlaşmayı, 5002 Sayılı
Kanunla uygun görüp, onaylamak suretiyle “çok ivedi kaydıyla” aynı gün
yürürlüğe koymakla meşguldü. Zira bu anlaşma, 12 adalardan vazgeçmenin
anlamını en açık biçimde ortaya koymakta ve âtide ANADOLU’ dan feragatin
yollarını resmen açmakta idi. Anlaşma gereği: ABD’nin Türkiye
topraklarında ihtiyacı olan ve olacak bütün (askeri üs, alan, depo,
antrepo, okul, mesken v.d..) arsa, arazi, alan ve gayri menkullerin
edinim, ABD’ye tevzii ve teslimi hususunda bizzat Türk hükümetlerini resen
yükümlü kılan, tedarik, temin ve satın almada kural olarak cari “İHALE
YASASINI” ise yok sayan, devre dışı bırakan ve re’sen hareket etme
serbestliği tanıyan tam bir müstemleke yasası idi.
12 Adalardan feragat ve ABD’nin Anadolu’ya
yerleşmesini sağlayacak olan ve ric’at ve hicret anlamına gelen bu iki
büyük olay hangi tarihi günde yapıldı dersiniz ? “Hicri Yılbaşı” gününde.
İşte batı, bu kadar ölçülü, sabırlı ve hesaplı hareket eder ve Türk
Milleti’ni Anadolu’dan hicret ettirmek için böyle sinsi, menfur ve alçakça
tuzaklar kurar.
OYSA: Lozan Antlaşmasından dokuz yıl sonra 1933’de General Mac Arthur’a
“Allah nasip eder, ömrüm vefa ederse Musul, Kerkük, Kıbrıs ve 12 Adaları
geri alacağım. Selânik’te dahil olmak üzere, Batı Trakya’yı TÜRKİYE
hudutları içine katacağım” diyordu, Mustafa Kemal ATATÜRK...
O, Misak-ı Milli sınırlarını tamamlama, bütünleme
ve geleceğe sınırlarla ilgili bir sorun bırakmama konusundaki azimli ve
kararlı idi. Hatay meselesi olgunlaştıktan sonra 12 Adalar, Kıbrıs ve Batı
Trakya ve diğer Türk Yurtları konusunda fırsat kollamağa başlamıştı.
Ömrü vefa etmedi. (Allah rahmet eylesin nur ve huzur içinde yatsın)
Buna rağmen, 12 Adalardan feragat eden, en yakın
silâh arkadaşı, CHP Genel Başkanı ve (fiilen gerçekleşen duruma göre)
siyasi varisi Cumhurbaşkanı İsmet İnönü idi. Ne kadar acı, üzücü ve
‘hicabı mucip’ bir gerçek değil mi ?
Musul-Kerkük konusunda da zuhur eden hiçbir
fırsat değerlendirilmedi.
Batı Trakya ve Selânik konusunda ‘niyetler bile’
dile getirilmedi.
Lozan Antlaşmasına rağmen Londra, Zürich ve
Garanti antlaşmaları ile tekrar ‘Milli Dava’ haline dönen ve anavatana
katılma umudu beliren Kıbrıs konusu, 1974’de yarım bırakıldı. Gümrük
Birliği Antlaşması ile alenen peşkeş çekildi.
Şimdi, başta Kıbrıs olmak üzere Musul-Kerkük ve
Batı Trakya tasallut altında.
Tecrit edilmiş. Abluka altına alınmış. İzole
edilmiş...
Zulüm ve işkence sürüp gitmekte.
Buna mukabil, düşmanın gözü ANADOLU’ ya dikilmiş.
1963’de şekil değiştirerek; Ekonomik bir
işbirliğinden (AET) siyasal entegrasyon ve emperyalist işgal yoluna giren
(AB) sürecinde Anadolu elden gidiyor. Sinsi ve Sistematik bir işgal,
bölme-parçalama plânı, asli unsur Türklere karşı ahlâken çökertme,
siyaseten yozlaştırma ve tedrici olarak (adım-adım) Anadolu’yu “müstakbel
yaşam alanı” olarak işgal edip, sömürme çabaları son evresine doğru
yaklaşıyor.
1938’den bu yana, sinsice başlayan ve giderek
yükselen bir sesle “Anadolu Türk yurdu değildir !, siz buraya 1071 yılında
geldiniz. İşgalcisiniz, yerli değilsiniz” deniliyor.
ACABA ÖYLE Mİ ?
Klâsik tarih anlayışının alışılmış bir ifadesi
olarak Namık Kemal, Hürriyet Kasidesi’ nde: Yeni Türkiye Cumhuriyet için
“Cihangirâne bir devlet çıkardık bir aşiretten” diyordu.
Atatürk ise, “bir aşiretten asla cihangirâne bir
devlet’in çıkmasının mümkün olmadığını”, böyle bir devleti kurmayı başaran
Türk Milletînin tarihîn “büyük-yüksek, medenî vasfı unutulmuş bir büyük
milleti” olduğunu düşünüyor ve her vesile ile bu tespit, fikir ve
düşüncesini açıkça ‘bütün dünyaya’ ilân ediyordu.
Cumhuriyetle birlikte bu gerçeği milletine
ısrarla açıklayan Atatürk, yeni Türk tarih tezi üzerinde tekrar
düşünülmesi gerektiğini, Osmanlı’dan sonra ilk defa, kendini asil-soylu
milletine, Türk kimlik ve kişiliğine (harsına) adamış, ciddi-ilmi bir
birikim, araştırma ve çalışma ile ortaya koymuş ve tarihimizin
derinliklerine doğru yaptığı incelemelerle günümüzü aydınlatan ve geleceğe
ışık tutan çalışmalar yapmış, yaptırmış ve bu yolda inançla yürünmesi
gerektiğini işaret/vasiyet etmiştir.
Bu, çok değerli çalışma ve araştırmalar
(emperyalizmin yeniden Türkiye üzerindeki tarihi emellerini hayata
geçirdiği bir süreçte) kimi zaman art-kötü niyetli, kimi zaman da yetersiz
ve dar bakış açılı, cahil, maksatlı, günümüz (sözde resmi) tarihçiliğinin
temellerini sarsmaya başlamıştır.
Özellikle AB sürecinde yoğunlaşan Atatürk
(Kemalizm) ve Türk karşıtı cereyanlar ile Ana Yurt Anadolu’dan Türklerin
çıkartılması (kovulması veya asimile edilmesi) girişimleri karşısında;
Gerçek-samimi Türk münevverleri, Alperenleri ve Kanaat Önderleri
tarafından “Türk Tarih Sentezi” tekrar gündeme taşınmış, bu yolda dünyanın
dört bir yanından yağan somut bilgi belge ve kanıtlarla “gerçek ANADOLU ve
yaklaşık on bin yılları aşan bir Türk tarihi ortaya çıkarılmış, bilenler
tarafından sinsice gizlenmeye ve yok edilmeye çalışılan bilmeyenlerce ise
ya gaflet ve hıyanet nedeniyle reddedilen veya cehalet nedeniyle bîhaber
olunan ve “çok dar bir kesite sığdırılmaya çalışılan” bambaşka bir tarih
öznesi ortaya konulmaya kalkışılmıştır.
Oysa gerçek, bu dahili bedhahların öne sürüm ve
iddialarının aksinedir. Ortada, tıpkı “Gizlenen Rejim Kemalizm” gibi,bir
de “Gizlenen Tarih”, daha açık bir ifade ile “Gizli Bir Tarih” vardır.
Bu, Anadolu’nun ve Türk’lerin hakiki tarihidir.
Çok daha açıkçası: Tarihi gerçekler ve Atatürk’ün
Türk tarih tezidir.
Özellikle, 16 Mart 1923, 27 Haziran 1933 ve en
son 19 Kasım 1937 tarihlerinde Atatürk, Adana’da yaptığı konuşmalarda;
Önce, Anadolu’nun 4000 yıllık Türk yurdu olduğunu söylemiş, ikinci
gidişinde 7000 yıldır Türklerin burada meskün olduğunu beyan ederek; Son
Adana konuşmasında ise, Fransız işgali altındaki Hatay’ın durumuna atfen,
“Kırk asırlık Türk Yurdu asla düşmana terk edilemez” demiştir.
Atatürk tarafından yapılan bu konuşmalar çok
derin çalışmalar ve araştırmaların ürünüdür. Asla tesadüfi değildir.
Türk Tarih Kurumu’nun kuruluş nedeni de budur.
Şöyle ki:
Atatürk’ün tarih araştırmalarına büyük önem
vermesi ve Türk Tarih Kurumu’nu kurdurması iki esas-ana gayeye yöneliktir:
1-Türk milletinin başlangıçtan itibaren millî,
medenî, bilimsel ve kültürel varlığı araştırılarak, insanlık tarihine
katkıları ve evrensel değeri ortaya konacaktır.
Böylece, Osmanlı’nın son 100-150 yıllık döneminde husule gelen milli,
manevi ve kültürel kopukluk ve erozyon tamir ve telâfi edilecek; Hem de,
Türklerin şerefli tarihi bütün dünya tarafından görülecek, bilinecek, yeni
nesil olarak yetişen Türk çocukları atalarının büyüklüğünü öğrenecek,
onlarla öğünecek ve sistematik bir biçimde içine sürüklendikleri aşağılık
duygusundan kurtulacaklardır.
Diğer taraftan milli tarih şuuru millî bilinci
kuvvetlendirecek ve muasır medeniyet seviyesine ulaşmada büyük ilham
kaynağı, kuvvet kaynağı olacak; Türk, Türklüğünden asla utanmayacak,
aksine bilinçli bir şekilde ataları ve tarihi ile gurur duyacak. İftihar
edecek.
Tarih çalışmalarının asıl gayesi, beklenen ve hedeflenen sonucu budur.
2-Türklere daima, az gelişmiş barbarlar gözüyle
bakan, her fırsatta karalayan ve yüzyıllar boyu mesnetsiz iddia, itham ve
iftiralar atarak (şimdi Papanın yaptığı gibi) ısrarlı gayretlerle
(Türkleri) Anadolu’dan atmaya çalışan Avrupalılara cevap vermek.
Zira o sıralarda Haçlı ruhunun bir işareti olan
“Türkler Anadolu’ya sonradan gelen bir millettir, geldikleri yere
dönmelidirler” fikri (bu gün olduğu gibi) oldukça yaygındı.(01)
Bu nedenle, Türk milletinin eski, büyük, medenî ve güçlü, kuvvetli ve
kudretli bir millet (ve devletçilikte en büyük geleneğin sahibi) olduğuna
âdeta iman etmiş olan Atatürk, bu inancının sağlam belgelerle ortaya
konulmasını istiyordu.
Ancak bu yapılabildiği takdirde ki, “Türklüğün
unutulmuş medenî vasfı” ortaya çıkacak, ve Avrupalıların iddiaları
kökünden çürütülecekti. Böylece Türklük dünya milletleri arasındaki
şerefli (mutlak surette lâyık olduğu) yerini alacak, Türk gençleri,
Avrupa’nın üstünlüğü karşısında aşağılık duygusuna kapılmaktan
kurtulacaklardı.
Atatürk’ün bu fikirleri şu cümlelerde ifadesini
bulmuştur:
“Büyük devletler kuran ecdadımız büyük ve şümullü
medeniyetlere de sahip olmuştur. Bunu aramak, tetkik etmek, Türklüğe ve
cihana bildirmek bizler için bir borçtur. Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça
daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.”
Gerçekten, tarih milletlerin hafızası ve ilham kaynağıdır. Millî şuuru
uyandırmanın yolu dil ve tarih şuurunu uyandırmaktır. Çünkü “milletler
ancak tarihlerini bilmek suretiyle, millî şuura sahip olurlar. Bir millete
mensup olmak onu bilmek demek değildir. Millî şuur adı üstünde “şuur”
demektir. Şuur ise, bilmek, farkına varmak manasına gelir. Milletinin
tarihini bîlmeyen, kelimenin gerçek manası ile “millî şuur”a sahip olamaz.
Mensup oldukları milletlerinin tarihini bilmeyen nesiller, içlerinde
milletlerine karşı canlı bir ilgi, saygı ve sorumluluk duygusu da
hissetmezler. Böylelerinin yabancı akım ve menfi tesirlere kapılması ve
yabancılara köle olması çok kolaydır.(02)
Atatürk, “MİLLİ DEVLET” fikrine sahip, hakiki ve
samimi bir Türk milliyetçisi olarak kendisinin sahip olduğu “millî şuur”
un bütün millete mal olması için, büyük bir azim, irade ve kararlılıkla
çalışıyordu.
O, bütün ömrünü bu ideale adamıştı.
Çünkü ona göre:
“Türk kabiliyet ve kudretinin tarihteki
başarıları meydana çıktıkça, bütün Türk çocukları kendileri için lâzım
gelen hamle (atılım) kaynağını o tarihte bulabilecektir. Bu tarihten Türk
çocukları istiklâl fîkrini kazanacaklar, o büyük başarıları düşünecekler,
harikalar yaratan adamları (atalarını) öğrenecekler, kendilerinin aynı
kandan olduklarını düşünecekler ve bu kabiliyetle kimseye boyun
eğmeyeceklerdir.” (03)
Afet İnan, onun tarih ve tarihçilerden ne
beklediğini, neler düşündüğünü ve neler yapmaları gerektiğini şöyle
anlatıyor:
“Bilhassa eski çağlara kadar gidebilen yeni tarih
ufuklarının bizim kavmimiz için de açılmış olması lâzımdır. Tarihî
devirlerde çeşitli coğrafi bölgelerde bir varlık göstermiş olan Türk
kavimlerinin daha eski devirlere giden köklerinin olmaması imkânsız
görülüyor. Bugün millet mefhumu altında teşekkül etmiş bir Türk
varlığının, kavim olarak yaşadığı devirler elbette olmuştur. İşte,
Atatürk, bu devirlerdeki Türk kavminin tarihî çağlarda olduğu gibi, ana
yurttan yayılma izlerini belgelere dayanarak tarihçilerin incelemesini
istedi. (04) Yine Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti (Türk Tarih Kurumu)
kurulduğu zaman onun başına getirilen ünlü Türkçülerden Yusuf Akçura da 1.
Türk Tarih Kongresi’nde yaptığı konuşmada şunları söylüyor:
“Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin önüne konmuş
büyük problem, umumî tarihe Avrupalıların rüyet zaviyelerinden bakmayıp,
onu sırf hakikat nokta-i nazarından görmek ve -bu görüş sayesinde Türk
kavminin tarihte hakikî mevkiini tayin etmek, yani Türklerin beşer
tarihinde oynadıkları ve fakat hasımlarının gizlemeye çalıştıkları büyük
rolü meydana çıkarmak ve bu suretle Türk kavimlerine tarihî hakkını
vermektir.” (05)
Eski (son dönem Osmanlı) tarih anlayışının bir ifadesi olarak Namık Kemal,
Hürriyet Kasidesi’nde: “Cihangirine bir devlet çıkardık bir aşiretten”
diyordu. Atatürk ise, “bir aşiretten cihangirine bir devlet’in çıkmasının
mümkün olmadığını, böyle bir devleti kurmayı başaran Türk Milletinin
tarihin derinliklerinden gelen ve muhteşem bir mazisi olan “büyük ve
medenî vasfı unutulmuş bir millet” olduğunu düşünüyordu.
Ve, elbette bu tezinde doğru ve haklı idi.
Bu fikrini belgelerle doğrulamayı da tarih ilmine
ve tarihçilere bırakıyordu: “Türkler bir aşiret olarak Anadolu’da
imparatorluk kuramaz. Bunun başka türlü bir izahı olmak lâzımdır. Tarih
ilmî bunu meydana çıkarmalıdır.(06)
Atatürk’ün tarih çalışmalarının esas gaye ve ana
hedefinin, Türk tarihinin bütün devirlerinin aydınlatılmasına yönelik
olduğunu; İkinci amaç ve hedefin ise: Özellikle, Avrupalıların haksız ve
asılsız iddialarına karşı bilimsel veriler ve belgelerle cevap vermek
maksadına matuf bulunduğunu (dayandığını) daha önce ifade etmiş ve
açıklamıştık.
Ancak, Atatürk, bu ikinci derecedeki gaye için
bir tarih tezi geliştirmeyi düşündü. Düşündüğü bu teze göre: “Türk ırkı
Anadolu’da ilk devlet kuran bir millettir. Bu ırkın kültür yurdu, ilk
zamanlarda iklimi müsait Orta Asya idi. İklimi daha sonra değişti. Yüksek
bir ziraat hayatına geçen, madenlerin kullanılmasını bulan bir topluluk
göç etmek zorunda kaldı; Orta Asya’dan doğuya, güneye, batıda Hazar
Denizinin kuzey ve güneyinde olmak üzere yayıldı; gittikleri yerlere
yerleşerek bildiklerini oralara yaydılar ve geliştirdiler; bazı yerlerde
yerli halk ile karıştılar. Irak, Anadolu, Mısır ve Ege medeniyetlerinin
ilk kurucuları Orta Asyalı brakisefal ırkın temsilcileridir. Biz bugünkü
Türkler de onların çocuklarıyız.” (07)
Cumhuriyetin ilk yıllarında yeni geliştirilen bu tezi, Afet İnan da şöyle
özetliyor: “Dünyada yüksek kültürün ilk beşiği Orta Asya’daki Türk
anayurtlarıdır. O kültürü kuranlar ve bütün dünyaya yayanlar da
Türklerdir. (08)
Anadolu, kültür ve medeniyetin bütün dünyaya
yayıldığı yerdir. Bütün dünya bu konuda hemfikirdir. Art niyetli batılılar
tarafından ısrarla ihtilâf konusu yapılan mesele ise; Bütün medeniyetlere
beşiklik, ve hattâ “ANALIK” etmiş olan ve adını bu vasıftan alan, yer
yüzünün tek (en değerli) toprak parçası ‘Anadolu’ medeniyetinin; Türklerle
değil, başkaca ırk, soy ve milletlerle başladığı iddiasıdır.
Bu iddialar en az ‘bülbül dağı’ masalı kadar
yalan ve uydurmadır. (*)
Buraya kadar yapılan izahlardan da anlaşılacağı
üzere, Atatürk, Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan Türk tarihini bir bütün
olarak düşünmüş, dolaylı olarak da Anadolu’nun eski tarihi ile
ilgilendirip irtibatlaşmıştır. Onun tarih çalışmalarının gayesi,
Anadolu’nun Türk vatanı oluşundan önceki tarihini araştırmak değil, Türk
tarihini bütün veçheleriyle araştırıp ortaya koymak; Buna bağlı olarak da
son müstakil Türk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ni üzerinde kurduğu
Anadolu’da bulunmamızı haklı gösterecek delilleri bulmaktır.
Başta Sümerler, Hitit-Etiler, Aka ve Akatlar olmak üzere Anadolu’da
kurulan eski kültür ve medeniyetlere, yani Avrasya-Anadolu’nun gerçek
sahip ve tarihi sakinlerine “Türklere” karşı; Daha erken-yakın dönem
batılı göçmen ve işgalcileri Rum-Romalı, Pontus, adalı ve Makedonlara
dayanarak, mesnetsiz hak iddia edenlere karşı manevî bir savunma silâhı
hazırlaması bunun içindir.
DAHASI: Tekrarlamakta yarar var.Lozan
Antlaşmasından dokuz yıl sonra 1933’de General Mac Arthur’a “Allah nasip
eder, ömrüm vefa ederse Musul, Kerkük, Kıbrıs ve 12 Adaları geri alacağım.
Selânik’te dahil olmak üzere, Batı Trakya’yı TÜRKİYE hudutları içine
katacağım” (09) demesi, ‘Misak-ı Milli sınırlarını tamamlama, bütünleme ve
geleceğe sınırlarla ilgili bir sorun bırakmama” konusundaki azim, irade ve
kararlılığından dolayıdır.
Bu kararlılık, aynı zamanda gelecek nesillere bir vasiyet, ifa ve icrası
zorunlu bir kutsal vazife, güvenlik stratejisi, kısa-yakın dönem ideali,
Anadolu Türk ülküsü ve “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri..”
ve/veya “Muasır medeniyet seviyesini aşmak” gibi, alınması ve varılması
zorunlu bir “HEDEF” tir.
Bazılarının zannettiği ve art niyetle-kasıtla
iddia ettiği gibi Atatürk, Orta Asya Türk tarihine (BÜYÜK ATA YURDUNA) göz
yumarak, Türklüğün tarihini Anadolu’nun eski kavimlerine (Sümerler,
Hititler, Etiler vs. gibi) bilinçsiz ve dayanaksız teorilerle bağlamaya
çalışmamıştır. Aksine, objektif ve gerçekçi bir yaklaşımla Anadolu’nun
eski medeniyetleri ile Türk tarihini birleştirme esasına dayanan yeni,
doğru ve gerçekçi ‘orijinal tarih tezini’ de; Bütün Türk bilim adamları ve
kanaat önderlerinin üzerinde mutabık kaldığı “orijinal bir sentez” olarak
Orta Asya Türklüğüne, Ata Yurda bağlamıştır.
Bilindiği gibi onun dil ırkçılarına karşı geliştirdiği “Güneş Dil Teorisi”
de Orta Asya kaynağına dayanmakta idi.
Atatürk’ün Dil ve Tarih tezleri, sentezleri hep
aynı anlayışın eseridir.
Ancak ve maalesef, 1938 tarihli ‘karşıdevrim’ ve
Kemalizm’in ‘gizlenen rejim” haline getirilmesi nedeniyle ikisi de tarihî
birer “sakıncalı hâtıra” olarak kalmıştır.
Yani, her şeyin açık seçik, net anlaşılır biçimde ortada, görünür-bilinir
olmasına rağmen, aklın, ilmin ve sağ duyunun; “Milli Tarih Şuurunun” hâkim
olamadığı Türkiye’de pek çok konu gibi, Atatürk’ ün tarih, dil ve din
(lâiklik) kuramları ve anlayışı da gayesinden saptırılmaya çalışılmıştır.
Üstelik adı, hayatının muhtelif evreleri, sonradan uydurulmuş sözde
hatıraları ve “bir bütünün içinden cımbızla seçilip ayrılan ve özel bir
maharetle amaca uydurulan” vecizeleri kullanılmak ve menfur amaçlara alet
edilmek sureti ile...
Şöyle ki;
Büyük Ata, Türk İnkılâbının önderi ve
Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün aramızdan ayrılarak ebedi
istirahatgâhına çekildiği günün hemen ertesinde “karşıdevrim” başlatarak,
ezeli Türk düşmanları Lord Kingros ve Lloyd George’un yoluna giren
kadrocular, aydınlıkçılar, dahili-harici bedhahlar, sabetay, dönme,
devşirme, ateist ve paganlar (batı uşakları, Türk ve İslâm düşmanları)
tarafından; 11.Kasım.1938’den itibaren, Türk Milletine şânlı geçmişini
unutturmak, milli şuur ve köklü medeniyetinden koparmak; Özellikle ve
bilhassa ATATÜRK’ ü ebediyen hafızalardan silmek için uygulanan menfur,
sinsi emperyalist psiko-harp planına göre: TÜRK ün Anadolu’ ya gelişi
inatla-ısrarla; 26.Ağustos 1071 Malazgirt Zaferine dayandırılmaya
çalışılmıştır.
Bu bir Grek (Yunan-Rum), Sanskrit ve Lâtin
tezidir. Maksatlı ve yalandır.
Ancak, Gaflet ve dalaletle, ısrarla devam
ettirilen AB sürecinde bu ve benzeri beyin yıkama, bölme-parçalama
taktikleri sistematik bir bütün olarak devam ettirilmektedir.
Başta Milli Eğitim Bakanlığı müfredatında yer alan bütün (resmi) ders
kitapları olmak üzere, piyasada satılan ve özellikle 1938-1950, 1960-2005
arasında basılan kitapların tamamında bu bilgi böyle verilmekte, yalan
söylenmekte, tarih tahrif edilmekte ve körpe beyinler “bilinçle”
yıkanmaktadır.
İlgili, yetkili ve sorumlular gaflet ve dalâlet
içindedir.
Komşu Yunan Anadolu’ya İyonya derken ve Anadolu
halkının kahir ekseriyetinin Türkleştirilmiş ve İslâmlaştırılmış
Rum-Yunanlı olduğunu iddia ederken; Bu aymazlık, utanmazlık, ilgisizlik ve
kayıtsızlık hicap vericidir. Üstelik, İngiliz, Fransız, Amerikan ve Alman
kayıt ve kaynakları da bu saçma sapan, asılsız ve mesnetsiz iddiaları
tasdik eder ve doğrular nitelikte olup, bu muharref, sahte, uydurma, hayâl
mahsulü belge ve bilgiler pekalâ Yunan-Rum ve Ermeni soykırımı gibi, daha
büyük ve alçakça bir yalanın, iftiranın sözde ispatı için kullanılmaya
kalkışılmaktadır.
Bütün bu milletlerin ders kitaplarında koyu bir
Türk düşmanlığı işlenmektedir.
Buna mukabil, bizim ders kitaplarımızda Ermeni mezalimi, Rum-Yunan,
İngiliz, Fransız, Alman ve Amerikan zulmüne ilişkin tek bir satır bile
yoktur.
Oysa, bu milletler 312 yılından bu yana
Anadolu’da asimilâsyon, soykırım, haçlı seferi, gasp, irtikap, katliam ve
soykırım yapmakla; Misyoner okulları açmakla ve Anadolu Türk medeniyetini
yok etmeye teşebbüsle malul ve mahkum milletlerdir.
Çoğu tarih kitabı yazarının Ermeni, Rum, dönme ve
devşirme orijinli olduğu göz ardı edilerek, onların kitaplarına itibar
edilmekte, ilgili ülkelerin ders programlarında yer alan aleni “TÜRK
DÜŞMANLIĞI”NA rağmen Türk çocukları adeta “Düşmanlarımıza Dost” bir ruh
hali (psikoloji) içinde yetiştirilmeye çalışılmaktadır.
Dünyada eşi benzeri görülmemiş bir şey de,
“MİLLİ” vasfını haiz iki bakanlıktan biri ve, kat’i surette yabancıların
görev almaması gereken bir yerde ‘Milli Eğitim Bakanlığı’nda yabancı
uzmanların çalıştırılması ve hem de söylendiğine göre: Talim Terbiye
Kurulu’nda görev yapmalarına müsaade olunmasıdır.
Böyle bir vakıa gerçekse; Türk milletinin
yapısında, çatısında, kimlik ve kişiliğinde meydana gelen yozlaşma,
çürüme, ahlâki ve milli erozyonun suçlusu ve sorumlusu, bizzat, bu hale
rıza göstererek görev yapan Milli Eğitim Bakanlarıdır. Bu bakanları atayan
kabineler adına Başbakanlar ve onay mercii olan Cumhurbaşkanlarıdır.
Daha sonra tekrar değinmek üzere, şimdi devam
edelim:
Yukarda açıklanan menfur süreçte:
“Anadolu’da kurulmuş bütün eski medeniyetlerde
Türklüğün hakkı vardır. Çünkü bütün yüksek kültürler, medeniyetler Orta
Asya’dan çıkmıştır. Orta Asya’nın yerli kavmi de Türklerdir” anlayışı,
fikir-tez ve gerçeği tersine çevrilerek çok garip, fanatik batıcı ve Türk
düşmanlığı ile malul bir mantıkla âdeta:
“Türklerin ataları eski Anadolu kavimleridir;
Orta Asya ile bir ilgileri yoktur. Varsa bile Anadolu’ya geldikten sonra,
melez (karma-karışık, orijini kaybolmuş) bir millet ortaya çıkmıştır. Biz
onların devamıyız” gibi, hiçbir bilimsel yanı ve dayanağı olmayan ve
sadece Türk düşmanlarının ekmeğine yağ süren ‘bilim ve gerçek dışı bir
iddia” şekline getirilmiştir.
Maalesef itibar edilen de budur.
Bu görüşü ısrarla savunanlardan birisi olan Melih
Cevdet Anday, bir yazısında şöyle diyor: “Bugün bilimsel tarihin
kaynakları çok daha gerilere götürülmüş ve yorumlar çok değişik biçimler
almaya başlamıştır.(...) Bugün bile çocuklarımızın ilkokul kitaplarında
Orta Asya’dan -anayurdumuz- diye söz edilmektedir. Buna üzülmek azdır.
Çıldırmalıyız. Bizim ana yurdumuz Orta Asya ise, Anadolu nemiz oluyor? Bu
soruya karşılık bir Yunanlı çıkıp da “o da bizim ana yurdumuz” derse
hoşlanacağımızı pek sanmıyorum. Oysa biz Atatürk’le birlikte bu toprağın
uygarlıklarını benimseme yolunu tutmuşuzdur.”(10)
Böyle saçma bir yorum ve anlayışla, Atatürkçülüğü
ve onun tarih anlayışı ile tarihi gerçekleri bağdaştırmak mümkün değildir.
Zira Türklüğün anayurdunun Orta Asya olduğu
tarihî belgelerle sabittir.
Ayrıca Atatürk devrinde ve onun emirleri ile iki
defa yayınlanan “Türk Tarihinin Ana Hatları” adlı kitabın ilk cümlesi
“Türklerin ana yurdu Orta Asya’dır” şeklindedir. (10)
Atatürk, Türklüğü ve Türk tarihini mutlak bir bütün olarak düşünmüş ve
haklı olarak öyle değerlendirmiştir. Doğru olan da budur.
Ona göre Türklük ve Türk tarihinin kaynağı Orta
Asya’dır.
Bütün Türkler, Orta Asya’dan dünyanın diğer
bölgelerine yayılmışlardır.
Bu konudaki fikirlerini şöyle ifade etmiştir:
“Bizim Türk milletimiz eski ve şerefli bir
millettir. Zaten Orta Asya’nın Altay yaylasında yetiştiği için kartalın
meziyetlerini daha gençliğinde kazanmıştır. Tâ uzakları görüşü ve hızlı
bir uçuşu vardır. Ve bu ruhu barındıracak kadar kuvvetli bir beden
sahibidir. Zaten maddî olsun, dimağı (akli) olsun hiçbir sıkıcı kudret
içinde durmaz. Bu yaratılışta olduğundan yüksek ana yurdunun dünyadan uzak
vaziyetine karşı isyan etmiştir. İşte o zaman bu ilk Türkler başlarını
alarak, dünyanın hem doğusuna hem batısına yayıldılar.”(12)
Atatürk’ün Türklüğün kaynağını Orta Asya’ya
bağlayan ve bugün ilmî bir gerçek olan Türk tarihi anlayışını bir tarafa
bırakıp, Türkiye Türklüğüne başka atalar aramak Türk tarihini saptırmaya
çalışmaktır.
Atatürk, bilim ve gerçek dışı bir şekilde,
Anadolu Türklüğünün kaynağını eski Anadolu kavimlerine bağlamaya veya
onlarla karışarak yeni bir melez millet meydana getirdiği fikrini yaymaya
asla çalışmamıştır. Ancak, silâhla müdafaa ettiği Anadolu’yu tarih ve
kültür yoluyla da müdafaa etmek için çalışmıştır. Bugün “millî şuur”
sahibi olamamış bazı okumuşlarımız, Orta Asya’dan devam edip gelen Türk
tarihi anlayışı yerine durmadan “Anadolu Medeniyeti”, “Anadolu
Uygarlıkları”, “Anadolu halkları”, “Anadolu insanı” v.s. gibi gariplikler
icat etmektedirler. Anadolu’nun, bugünkü insanları da bütün halkı da
Türk’tür. Türk milletinin en az 4000 yıllık yurdu ve mutlak bir parçasıdır
Anadolu. “Anadolu halkı”nın, “Anadolu insanı”nın kültürü, gelenekleri,
medeniyeti diye bir şey yok; Türk milletinin medeniyeti, kültürü,
gelenekleri v.s. vardır.
İşte bu nokta-i nazardan hareketle Büyük Önder
ATATÜRK, yeni nesillere şöyle bir vasiyet, emanet ve “UYARIDA”
bulunmuştur:
ATATÜRK’TEN UYARI (Gazi Mustafa K. ATATÜRK;
Yersiz, gereksiz, sebepsiz ve anlamsız değil bir söz, tek bir sözcük bile
söylememiştir. Peki, aşağıdaki sözleriyle Atatürk kimlere karşı Türk
milletini uyarmak istemiştir? Düşünün ve konuyla ilgisini kurun bakalım!)
“Tarihimizi inceleyiniz. Türk’ün çektiği bütün felaketler, karşılaştığı
tehlikeler ve kötülükler hep kendi öz benliğini, milli varlığını ihmal
ederek, nereden geldiklerini ve ne oldukları, hangi nesle ait bulundukları
belirsiz birtakım kimseleri kendilerine yönetici tanıyarak onların
bilinçsiz bir aracı olmak durumuna düşmüş olmasıdır.” Mustafa K. Atatürk
Şimdi söyleyin bakalım:
Atatürk’ün bu uyarısı, günümüz için de geçerli
midir?
Fakat, elbette, Türk milleti Anadolu’yu
yurt-vatan edinmeden önce burada bazı kavimler, milletler ve medeniyetler
bulunmuş olabilir. Fakat bunlarla Türklüğün ve Türk Medeniyetinin aynı
topraklar üzerinde bulunmaktan başka bir bağı yoktur.(13)
Bunu kimse iddia edemez.
Anılan topluluklar, olsa olsa, Türk milletinin
yüksek medeniyeti, temel bir değer olan insan sevgisi, adaletle himaye ve
engin hoşgörüsüne dayanan ‘devlet geleneği’ dahilinde varlıklarını
sürdürmüş gruplar biçiminde düşünülebilir.
Anadolu’da yaşamış eski kavimlere ait medeniyet
kalıntılarını, devletimizin sınırları içinde kaldığı için insanlık adına
korumak, onlardan turizm aracı olarak istifade etmek başka şey; onlarla
hissî, millî bağ kurmaya çalışmak başka şeydir. Bu iki ayrı konuyu
birbirine karıştırmamak lâzımdır. Kaldı ki “eski Anadolu medeniyetleri,
kültür ve inanç bakımından bize çok uzaktır. Sanat eserleri vasıtasıyla
bile onlarla hissî bir bağlantı kurabilmek bir hayli güçtür. Bunun sebebi,
bizim bin yıldan beri onlardan çok farklı bir kültür iklimi içinde
yaşamamızdır.”(14)
Oysa, tarihi eserlere karşı Atatürk ve Türk
Milleti’nin gösterdiği himaye, sahiplik, saygı ve koruma, başta Batı
medeniyetleri (!) olmak üzere hiçbir devlet ve millet tarafından
düşünülmemekte, tam aksine Osmanlı, Türk ve İslâm eserleri tam bir haset,
kıskançlık ve amansız bir kindarlık ve nefretle yok edilmektedir. İslâm
medeniyetini, özgün eserleri, bilim ve kültüre derin katkıları, yüksek
değerleri ve insani yaşam biçimi bakımından başta Endülüs örneği olmak
üzere bütün Avrupa da kazıyan papalık, Portekiz ve İspanyadır.
Osmanlı-Müslüman-Türk eserleri yönünden ise Batıda Po ovasından (İtalya)
tutun, eski Yugoslavya, Arnavutluk, Yunanistan, Bulgaristan, Macaristan ve
Romanya en kötü örnekler durumundadır. Üstelik vahşi batı bu tahribatı
örgütlü ve plânlı bir biçimde yapmaktadır.
Bu amaçla Sırp-Çetnik, Schwaba (Alman-Fransız-İtalyan) ağırlıklı olarak
(1364) kurulan, Çrna Ruka diye anılan ve Osmanlı’ya çok büyük hasar,
maddi-manevi zarar veren ve büyük tahribatların mesulü olan “kara el”
çetesi bu devletler tarafından sevk, idare ve organize edilmiş olup; Kara
El’ in birinci vazifesi Türk ve Müslümanları, ikinci vazifesi ise: Türk ve
Müslüman eserlerini yok etmek, Türk ve Müslümanların Musevi, İsevi ve
diğer dünya halklarına vaki himmet ve hizmetlerini unutturarak tarihten
silmek, üçüncü ve son (muhtelif namlar altında güncel) vazifesi de: Türk,
Osmanlı ve İslâm kaynaklarını tahrif ederek, günümüz AB stratejilerinin
gerçekleşmesine zemin hazırlamaktır.
Hariçte daima ve her fırsatta bu yıkım, tarumar, tahribat, tarihten ve
tabiattan silme eylemini sürdüren bu menfur örgüt (CR/daha sonra CFR)
vasıtasıyla 16 Eylül 1863’de Amerikalı misyoner Christopher Robert,
dönemin en yüksek dereceli mason, misyoner casus ve Yahudilerinden,
İstanbul’ da yerleşik, tebaadan bir tüccar Cyrus Hamlin ile papalık ve
patrikhane tarafından kurulan Robert Kolej; Osmanlının parçalanması ile
Türk’lerin Öz Yurdu Anadolu’nun maddi ve manevi tahribatını üstlenecek ve
fiilen yürütecek kadroların oluşturulması görevini üstlenmiş ve
yürütmüştür.
1900’lerden itibaren her derece ve düzeyde
devlette yerleşik (kadrolaşmış hale gelen) resmen görev, yetki ve
sorumluluk alan Robert Kolej mezunları; Harici bedhahlara büyük destek
sağlamış ve dahili bedhahlar sıfatıyla yetiştirildikleri ve kirli amaca
uyum sağladıkları için en büyük ihanetlerini Osmanlı’ya karşı
tezgâhlayarak, art arda ihanet ve bizzat hazırlanan felâketlerle koskoca
devleti bitirmişlerdir. Daha bitmedi...
Bu sistemli ajitasyon, cebri işgal, faşist
yönetim, jenosit-soykırım, şer ve şeytani zihniyet tarafından 12 Adalar,
Girit ve Rodos’ta tek bir Türk eseri kalmamış; Şimdilerde Güney Kıbrıs
çete devleti dahi Türk-İslâm eserlerini mezarlık ve tarihi evler, türbe,
han ve hamamlar dahil yer yüzünden silmeye ve yok etmeye koyulmuştur. İşte
‘batı medeniyeti’ dediğimiz kefere bu kadar cahil, cani ve ruh dengesi
bozuk bir katiller güruhudur.
Bulgaristan’dan öte, Romanya’dan itibaren Azerbaycan’a kadar olan
coğrafyada da aynı eser-tarih katliamını görmek mümkündür. Osmanlı-Türk,
İslâm eserlerine karşı en büyük katliamı ise İslâm düşmanı ve din tüccarı
Vahhabi Suud ailesi yapmıştır ve halâda yapmaktadır. Aslen Beni Kaynuka
soyundan asaleten Yahudi (dönme) olan Suud’lar ve Faysal’lar; Kafadan ABD,
gönülden İsrail ve mideden İngiltere ve Fransa’ya bağlı, lâkin dünyanın
bir numaralı Atatürk ve Türk düşmanıdırlar. Nihai vukuatları ise, Mekke’de
kalan son Osmanlı kalesini de yerle bir etmek ve yıkılan kalenin yerine
bir otel yapmak olmuştur. Hatırlayınız. Dahildeki Robert Kolej orijinli
yöneticiler ile El Ezher çıkışlı din tüccarları Arap’a çanak tutmuş ve
muhtemelen bazı kirli çıkarlar ve esasen taptıkları para uğruna kutsal
şehir Mekke-i Mükerreme de kalan son ecdat eserine sahip çıkamamışlardır.
Bu “tek tanrıları PARA olan” fakat yanı sıra
İsrail-AB-ABD’ye de tapan Robert Kolej, Şam veya El Ezher orijinli Anadolu
düşmanları, dönme, devşirme ve sabetaylar; TC dışında yer alan nadir Türk
ve İslâm eserlerinin tahribine (mahsus) seyirci kaldıklarından başka, 1963
yılından itibaren AB destekli projeler ihdas ederek; Sözde “Dinler Arası
Diyalog”, “Haç Turizmini Teşvik”, “Anadolu Kültür ve Medeniyetlerini
Yaşatma” adı altında “Anadolu Türk (Sümer, Eti/Hitit, Selçuklu, Osmanlı ve
diğer) eserlerini yok etme ve tamamı putperestlere ait sapık tapınak,
meyhane, Pazar, panayır ve tiyatrolardan ibaret “eski Roma” eserlerini,
tarihi dekor, adet, gelenek ve görenekleri dahil ihya etme kalkışmalarına
çanak tutmaktadırlar.
Oysa, bütün bu eserler Türk’ün iyi niyetli koruması, sahiplenmesi, engin
hoşgörü ve müsamahası sayesinde bu günlere ulaşabilmiş değil midir? Bütün
bu kin, nefret, cürüm işlemek için insanları, devlet ve milletleri tahrik,
örgütlü güçleri teşvik ve yegâne eğilim, amaç ve varlık sebebi Türk
milletini Anadolu’ dan tahliye olan papa (BABA)‘nın son mesajı:
“ÜLKENİZİ (Anadolu’yu) VE DİNİZİ (İslâm’ı) BIRAKIN” değil mi!(*)
Fazla uzatmayalım.
İşte, bu ve benzer binlerce nedenle, dünyanın en
medeni milleti Türklerdir.
Geri kalmışlık sadece ekonomi ve teknoloji
alanındadır.
O’ da “Madde ve Manâda Bütünlük” konulu
makalemizde (15) bütün safhalarıyla arz ve izah ettiğimiz şekilde; Gaflet
ve dalâlete düşen son Osmanlılar, İttihat ve Terakki partisi mensupları
ile bunların himayesinden yararlanarak vatanı tahrip eden dahili ve harici
bedhahların ABD ve AB ülkeleriyle müşterek marifetidir.
Ancak, hangi maksatla olursa olsun, Türkiye
tarihini Türk tarihinden kopararak “Anadolu tarihi” ve “Anadolu
medeniyetleri” içinde mütalaa etmek isteyenlerin artık gaflet ve
dalâlet-ihanet uykusundan uyanmaları gerekir. Çünkü böyle bir anlayış
Türklüğü bölmekten, Türkiye Türklüğünü dünya Türklerinden koparmaktan
başka bir işe yaramaz.
Bu istikamette faaliyet gösteren gafil ve hainler
hakkında Atatürk; “Türk birliği’ ne inanıyorum, çünkü onu görüyorum”
diyerek işaret etmiş, Türk Birliğini nihai hedef olarak göstermiş ve kat’i
irşâdını bu şekilde bildirmiştir. (16)
Ulu önder Atatürk’ün bu istikametteki
kararlılığının bir başka delili de;
“Bugün Sovyetler Birliği dostumuzdur.
Komşumuzdur. Müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat, yarın
ne olacağını kimse bu günden kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı
Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir. Ufalanabilir. Bugün elinde
sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir
dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim
bir dostumuzun idaresinde; Dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz
vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak, yalnızca o günü
susup beklemek değildir. Hazırlanmak lâzımdır. Millet buna nasıl
hazırlanır ? Manevi köprüleri sağlam tutarak.. Dil bir köprüdür. İnanç bir
köprüdür. Milletimize inmeli ve olayları böldüğü tarihimiz içinde
bütünleşmeliyiz. Onların, (Türkiye dışındaki Türklerin) bize yaklaşmasını
bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekli.” (17)
Burada verilmek istenen çok açık bir masaj var.
O’ da, “Önce ve mutlaka Misak-ı Milli sınırlarını korumak, tahkim etmek ve
tamamlamak gerekir. Tamamlamak nedir ? Milli yeminin icabı olan Kıbrıs, 12
Adalar, Selânik dahil Batı Trakya, Musul-Kerkük ve Nahçivan’ı geri alarak
ülkemiz sınırlarına katmak, Azerbaycan sınırlarına dayanmak suretiyle Türk
Birliği’ne giden yolu açmaktır.” Alınması gereken mesaj ve
anlaşılması-yapılması gereken budur. Bu da, önce ANADOLU’ da sağlamlaşmak
ve ebedileşmek ile mümkündür.
Önce, Anadolu üzerindeki kara bulutlar dağıtılmak
ve Avrasya sağlama alınmak, milli hakimiyet, hürriyet-bağımsızlık ve
hükümranlık garanti altına alınmak zorundadır.
Büyük nutkunda Gazi Mustafa Kemal şöyle diyordu:
“Dünyanın bize saygı göstermesini istiyorsak, önce bizim kendi benliğimize
ve milliyetimize bu saygıyı hissi, fikri ve fiili olarak bütün davranış ve
hareketlerimizle gösterelim. Bilelim ki, milli benliğini bulamayan
milletler başka milletlerin avı olurlar. Milli varlığımıza düşman
olanlarla dost olmayalım. Böylelerine karşı bir Türk şairinin dediği gibi;
“Türküm ve düşmanım sana, kalsam da bir kişi”
diyelim.
Düşmanlarımıza bu gerçeği anlattığımız gün,
fikrimize, idealimize, geleceğimize yan bakan her kişiyi düşman kabul
ettiğimiz gün, milli benliğe uzanacak her eli şiddetle kırdığımız,
milletin önüne dikilecek her engeli derhal devirdiğimiz gün, gerçek
kurtuluşa ulaşacağız. Ve, sizler gibi aydın, azimli, imanlı gençler
sayesinde bu kurtuluşa ulaşacağımıza emin olabilirsiniz..” (18)
Ayrıca; “Türk milleti kurtuluş savaşından beri,
hattâ bu savaşa atılırken bile, mahkûm milletlerin hürriyet ve bağımsızlık
davalarıyla ilgilenmeyi, o davalara yardım etmeyi benimsemiştir. Böyle
olunca, kendi soydaşlarının hürriyet ve bağımsızlıklarına ilgisiz
davranılması elbette uygun görülemez. Fakat, milliyet davası şuursuz ve
ölçüsüz bir dava şeklinde düşünülmemeli ve savunulmalıdır. Milliyet davası
siyasi bir mücadele konusu olmadan önce şuurlu bir ideal meselesidir.
Şuurlu bir ideal demek pozitif bilimlere ve bilimsel yöntemlere
dayandırılmış bir hedef ve gaye demektir. O halde, propagandalarda
denenmiş yöntemlere müracaat etmek şarttır.
Türkiye dışında kalmış olan Türkler, önce kültür
meseleleriyle ilgilenmelidirler. Nitekim biz, Türklük davasını böyle uygun
bir ölçüde ele almış bulunuyoruz. Büyük Türk tarihine, Türk dilinin
kaynaklarına, zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz.
Baykal ötesindeki Yakut Türk’lerinin dil ve kültürlerini bile ihmal
etmiyoruz.” (19)
Dahası; “Türk eli büyüktür ve yeryüzünde yalnız o
büyüktür. Her yeri dolduran Türk’tür ve her yanı aydınlatan Türk’ün
yüzüdür. Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı
ve Makedonyalı hep bir ırkın evlâtları, hep aynı cevherin damarlarıdır.
Bizim yeni işimiz budur. Bu damarlar birbirini tanısın. Bu dediğim şey
olduğu zaman, başka bir alem görülecek ve alem dünyaya hayret verecektir.
Türk’ün varlığı bu köhne âleme yeni ufuklar açacak güneş ne demek, o zaman
görülecek. Bu karmaşık işlerin içinden yükselebilmek için bize dirilik
gerekir. Birlik onunla beraber yürür. Diri yalnız Türk milletidir. Birliği
ortaya koyan da Türk’tür, dilediğine ne olduğunu anlatan da Türk’tür,
çalışalım”(20)
Bu ayrıntıları, bilhassa 1938’den itibaren
yürürlüğe konulan içine kapanma, Türk dünyasından uzaklaşma ve Batının
tefessüh etmiş kültürüne entegre olma eğilimlerinin, başta Atatürk olmak
üzere ‘kurucu unsurun” kahir ekseriyeti tarafından tasvip edilmediğini
açıklamak ve ispatlamak maksadı ile konuya eklemiş bulunuyorum.
Şimdi tekrar ayrıntılara daldığımız yere dönelim:
Yine dilimizi “Özleştirme” adı arkasında da aynı
oyunların oynandığı düşünülürse, izah etmeye çalıştığımız “Anadolucu tarih
ve siyaset anlayışının”, “Anadolu medeniyetleri” sevdalılarının eliyle
dünya Türklüğünün merkezi ve öncüsü olmaya çalışan Türkiye Türklüğü
üzerinde oynanan. oyunları kolayca anlaşılır.
Hele bunları Atatürkçülük adına yapmak büyük bir
Türk milliyetçisi, Türklüğün 20.yüzyıldaki büyük öncüsü Atatürk’e karşı
gaflet içinde değil ihanet içinde olmak demektir.
“Tarih yazmak, tarih yapmak kadar önemlidir. Eğer yazan, yapana sadık
kalmaz ise, değişmiş olan hakikat şüpheli bir şekil alır ki, beşeriyetin
yolunu değiştirir. Biz daima hakikati arayan ve onu buldukça ve
bulduğumuza kani oldukça söylemeye cesaret gösteren insanlar olmalıyız.
Tarih bir milletin kanını, hakkını, varlığını, hiçbir zaman inkâr etmez,
edemez.” (21)
Anadolu (AVRASYA) ile bu coğrafyayı bütünleyip tamamlayan Suriye, Lübnan
ve Kudüs interlandı, yıllar önce batının ‘müstakbel yaşam alanı’ olarak
seçilmiş ve belirlenmiş, dünyanın en önemli, değerli, iklimi ideal ve
zengin topraklarıdır.
Oldum olası batının gözü buradadır.
Bu batı için bir idealdir. Sevdadır.
Bu sevdadan kolay kolayda vazgeçmeleri mümkün
değildir.
Bu nedenle, büyük önder Atatürk’ün yukarda
açıklanan ve ‘ezel-ebed düşman batının’ menfur emellerine dikkat çeken
söz, nasihat ve vasiyetleri, bütün Anadolu, dünya ve uzay Türklüğü
tarafından bilinmeli, çok dikkatli, tedbirli ve akıllı olunmalıdır.
Aslında bu, 1500 yıldır inatla, ısrarla sürdürülen menfur bir
de’zinformasyon ve psikolojik harp’ in ürünüdür. Bu taktikle Selçuklu
öncesi Anadolu kana bulanmış, Selçuklu parçalanmış, Anadolu Beyliklerine
ihanet ve fesat tohumları saçılmış ve Osmanlı’nın yeni bir Türk Devleti
olarak kurulmasını önlemek için her türlü gayret sarf edilmiştir. Osmanlı
kurulduktan sonra ise, İsevi din adamları, Yahudiler, Hahamlar, Kilise,
PAPA ve Papazlar kullanılarak çok sinsi ve alçakça bir faaliyetle 1923’e
kadar bu menfur faaliyetlerini ısrarla sürdürmüşlerdir.
Öyle ki, Osmanlı’yı yıkan ve parçalayan,
ırkçılığı körükleyen ve bölücülük yapan bütün din ve devlet adamları (çete
başları) milli sınırlar içinde faaliyet gösteren misyoner okulları ve
yabancı misyon kolejlerinden mezundur.
Bu hain, menfur plânın ikinci aşama, son evresi
olan ve Osmanlı Coğrafyasını taksim etmek, parçalamak ve bölmek amacını
matuf Birinci Dünya Savaşı’nın Anadolu’da vaki hareket ve faaliyetlerini
şöyle bir gözden geçirelim bakalım:
Tıpkı bugün olduğu gibi o zaman da yabancılar
toprak alıyorlardı. Başta Ege, Akdeniz, Hatay, Van ve civarı ile Kars,
Rize (Potamya-Güneysu) dolaylarında bu arazi ve emlâk alımları
yoğunlaşmıştı. Özellikle, Merzifon'da, Amerikalı misyonerler bazı arazi ve
tarlaları satın almışlardı. Merzifon, Pontus faaliyetinin bölgedeki önemli
merkezlerinden biri olmuştu. "1884 tarihinde Amerikan misyonerlerinin
teşebbüsüyle şehrin kuzeyinde bir kısım arazi ve tarlalar satın alınmıştı.
Buralarda inşaata başlanarak kısa zamanda ev, okul, aşhane, kütüphane,
marangozhane, eczane, hastane gibi birçok müesseseler meydana
getirilmişti. Öksüzler ve dilsizler mektebi de bulunduğu gibi, o zamanlara
göre ilk, orta, lise derecesinde tahsil gösterilen her derece ve düzeyde
okul ve Kolejlerde lisan olarak İngilizce, Fransızca, Rumca ve Ermenice
okutuluyor ve konuşuluyordu. Kısmen Arapça, Farsça, Türkçe dersleri de
vardı."
Atatürk bir yandan Milli Mücadeleyi örgütlüyor,
bir yandan da yabancıların dört bir yanda yürüttüğü ihanet faaliyetlerini
tespit etmeye, izlemeye ve önlemeye çalışıyordu. Zira, bütün Misyoner
okulları Kurtuluş Savası'na karsı emperyalist işgalci güç ve ülkelerin
savaş aygıtı konumunda ve durumunda idiler. Asi ve işgalci düşmanla,
casusluk, tahkim, iaşe, ibade ve insan gücü temin-takviye dahil tam bir
işbirliği içinde hareket etmekte ve faaliyet göstermekte idiler. Atatürk
ve arkadaşları tarafından yürütülen milli mücadeleye karşı çok hain ve
mukavim bir güç durumuna gelmişlerdi.
Bu yolda Amerikalıların yardımı ve yönetiminde,
Merzifon Amerikan Koleji'ne Amerikan malı silahlar getirilmiş, Rum
gençleri örgütlenmiş, okulda ayrılıkçı kulüpler kurulmuştu. Büyük Millet
Meclisi hükümetinin kararıyla büyük bir soruşturma başlatıldı ve okul
kapatıldı. Bunu diğer il ve bölgelerdeki misyoner okullarının kapatılması
takip etti. Atatürk'ün masonlar ve misyonerliğe karşı nefreti büyük ve
tavrı net idi. Örneğin, ağır işgal koşullarında, Amerikanın Yakındoğu
Heyeti'nin yetimhane, çiftlik ve okul açmak için izin istemesine karşı
aldığı tutum son derece sertti.
Atatürk, 3 Ocak 1921'de İçişleri Bakanlığına
gönderdiği müstacel (acil ve zaruri) bir yazıda: "Amerikalılar tarafından
numune çiftliği ve sair benzeri müesseseler husule getirilip buralarda
kendi tebaamızdan olan binlerce çocuğun Türk hükümeti ve milletine karsı
dostane ve sadıkane olmayan hissiyatla donanmış olarak yetişmelerine asla
müsaade ve müsamaha edemeyiz" denmekte ve hükümetleri vatan topraklarını
yabancılara satmaktan men etmektedir. İktisadi, sınai (endüstriyel)
amaçlar ile bu amaçların tahakkuku ile mukayyet muvakkat satışa izin veren
ve fakat bunun haricindeki satışlara kesinlikle ve asla izin vermeyen “Köy
Kanunundaki düzenlemeler” Atatürk tarafından yapılmıştır.
Köy Kanununda yer alan “Yabancılara gayrimenkul satışına ilişkin”
yasakları kaldırarak, yasada amir usul ve esasları değiştiren hükümetlerin
ne denli Türk, ATATÜRK ve ANADOLU düşmanı olduklarını varın siz taktir
edin. Üstelik, mütekabiliyet ilkesinin tabii bir gereği olan “milli
değerleme” norm, ilke ve kriterlerinin satış şarlarına dahil edilmemiş
olması, mezkür eylemin (1974 yılı itibarıyla yargı ve Anayasa Mahkemesi
kararları mucibi) tam bir “vatana ihanet” suçunu oluşturduğu ayan beyan
malûmdur.
Oysa, ANADOLU, tefessüh etmiş Avrupa’nın gelecekteki “en ideal yaşam
alanı” olarak seçtiği ve asırlardır ele geçirmeyi hayâl ettiği “efsanevi”
bir coğrafya, mucizevi bir toprak parçası ve yer yüzünün en mükemmel iklim
ve yaşam koşullarına sahip alanıdır. Yer yüzünde ANADOLU kadar değerli
başkaca bir toprak parçası yoktur. Merhum, adı Anadolu ile müsemma ve
müstesna büyük ATA bakınız Anadolu’yu nasıl algılıyor, ne kadar veciz,
edebi, duygusal ve eşsiz, harikulâde bir lisan ile anlatıyor:
ANADOLU ve VATAN SEVGİSİ
Bu bölüm içinde Atatürk’ün, (muhtemelen)
yıllardır gizlenen ve gün ışığına çıkartılmayan “ANADOLU ve VATAN SEVGİSİ”
üzerine çok veciz bir söylemini, belki de ilk defa olmak üzere sizlerle
paylaşmak istiyorum:
"Aziz ülke, Büyüklüğün ve iyiliğin ezeli
perestijkarı (sevdalısı) olan Anadolu evlatları, Son hayat ve istiklal
cenginde, beşeriyetin yaratamayacağı varlıkları imanlı kalplerinden taşan
bir kuvvetle vücuda getirirlerken, onun içinde bulunmayanlar, o mukaddes
heyecanı yaşamayanlar, kim bilir, o büyük kuvvetin ilhamını milletimizin
hangi membadan aldığını tasavvur ve tahayyül ederler; Ve kim bilir bu
büyük işi ne yanlış bir muhakeme ile tahlil ve tetkik ederler.
Anadolu'yu dışından ve içinden sezmeyenler,
yeşil, sık ormanlarının dallarını yararak, bereketli ve sonsuz ovalarına
inmeyenler; tufanların yardığı keskin kayalarıyla semayı delen dağların
demir ve bakır sinesinden aşarak büyük ovalar içinden gürültüler,
kıyametler koparıp çağlayan ırmakların soğuk sularından içmeyenler; Ve
yanık sesleriyle hasret türküsü çağıran memleket kızlarını, dertli
kavalına uzun ve eski hatıraları üfleyen engin ruhlu Anadolu çobanlarını
karşısına alıp dertleşmeyenler, o kudret ve kuvveti bir türlü
anlayamazlar.
Anadolu...
Ey gönülleri hicran ve hasret dolu anaların
evlatlarını göğsünde barındıran sevimli ve tarihi yurt!...
Ey büyük kahramanların her bucağında at oynattığı
aziz ülke...
Sen o kadar esrarlı ve tılsımlı güzelliklerin,
yüksekliklerin içtimagâhısın ki: Fırtınalardan ilham alan şairlerin kalemi
ancak senin bir ağacının dalı ve tabiatının güzelliğinden levha yaratan
ressamların eseri, senin güzelliğin yanında nihayet bin bir renk ve
manzaranın bir parçasıdır. Anadolu'da sönmeye mahkûm aşklar, bülbüllerin
candan gelen ve cana tesir eden sesiyle, sönmek üzere bulunan hayatlar
taze çam ağaçlarının keskin ve zevk-aver kokularıyla, hasretten eriyen
gönüllerde saz şairlerinin ruhtan ruha ateşli bir sel halinde süzülen
feryatlarla verilir. Korkunç ölüm, bu diyarın üzerinden korkarak geçer.
Ölmeyecek milletin bu ebedi mekanı üzerinde baykuş feryadını bülbül sesi
boğar, hasta, alil ihtiyarların son iniltilerini cenk havası içinde bir
kasırga gürültüsü koparan genç Anadolu çocukları dindirir.
Burada her dermansız; kahramanlar karargahına
kurþ’un ve gülle taşımak için yerinden kımıldanır ve gökten inen bir ses,
bütün ruhlara hayat ve hareketi emrettiği zaman, Anadolu'da boş duran bir
tek Türk'e rast gelmiş bir çift göz bulunamaz. İstiklal ve zafer uğrunda
dökülen kanlarla sinesini süsleyen Anadolu'da renksiz ve soluk bir manzara
yok gibidir. Orada her şey ateşli rengiyle gözleri yakar. Bu diyarda
yaşayanlar dünden bugüne ve bugünden yarına kahramanlık, şeref ve
fedakarlık taşımaya memur edilmiş, ümit ve iman telkinine gönderilmiş
manevi birer heyet gibidir. Her evin içinde dünün şerefini yaşatmak için
bugününü feda edenlerin isimleri, her mübarek günde en derin hürmetlerle
anılır.
Ekseri çocukların gözlerinde daima iki damla yaş ve göz bebeklerinde
titreyen solgun bir hayal görürsünüz. Bu çocuklar meçhul kahramanların
yadigarlarıdır. Yurdun her bucağından esip gelen rüzgarları, büyük
şehidlerin kahramanlık hislerini küçüklerin kalbine bırakır. Onun içindir
ki her evde yaşayan küçük kalplerin içinde büyükler vardır ve her Anadolu
evi kimsesizlere kapısını şefkat ve hürmetle açan birer yuvadır.
Anadolu'yu gezenler, gördükleri şekle bakarak hükümlerini vermeye
kalkarlarsa aldanırlar. Tabaka tabaka onu saran tarihi yaprakları birer
birer çevirmedikten tetkik etmedikten sonra, Anadolu için rey vermek doğru
olamaz. Anadolu'da saf ruhların bağlı kaldığı ölümsüz hatıralar vardır.
Mübarek günlerde ziyaret edilmesi, miras gibi, ecdattan intikal etmiş öyle
mezarlar vardır ki, bunlarda çok uzak zamanlara ait gazaların kahramanları
yatar.
Anadolu köylüsü bu ziyareti ifada kusur etmeyi en
büyük günah bilir ve bu ziyaret her gün; ölen ve yaşayan kahramanların
gurur veren destanlarını yad ve tekrar ile eda edilir. Anadolu yavrusunun
süzgün ve kayıtsız gibi görünen bakışlarının altındaki vefakar ve asil
nurunu görmek ve anlamak için ruhunu bilmek lazımdır. Anadolu evladı,
bulutlar içindeki yıldızlara benzer: Küçük bir heyette gizlenmiş koca bir
âlem. Yabancılara açılmayan kalbinin ifadesini yalnız gözleri ifşa eder.
Onlar büyük tahammüllerin timsalidirler.
İhtiyar tarih, hiçbir vakit bu kadar sabur
(sabırlı) bir millete tesadüf etmemiştir. Anadolu evladı, bugüne kadar
gözü kapalı girdiği muharebelerden bin bir zaferle dönmüştür. Bugün ise
gözleri açık olarak atıldığı mücadeleden, mutlaka istiklaline sahip bir
devlet vücuda getirerek çıkacaktır.
Çünkü Anadolu evladının mukadderi bu!...
Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt,
bağrından çıktığımız Türk Milleti ve özümüzden aldığımız güç ve güvendir."
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK (*)
Şimdi tekrar günümüze dönelim. ABD-Papa destekli AB kisve ve maskesi
ardında uygulanan menfur projenin son aşamasına bakalım:
Yukardan itibaren anılan ve açıklanan bu,
kapitalist-emperyalist psikolojik harp planına göre 1071 tarihinin (bazı
gafil iç unsurlar ve hattâ çok milliyetçi geçinen kesimler dahil olmak
üzere) inatla tekrarlanıp durulmasının altında; Özellikle ve bilhassa
vahşi, hırsız, yolsuz ve emperyalist batının ezeli ‘şark meselesi’,
Vatikan’ın ‘hilâli-salip” çatışması, dinler arası (!) diyalog konsepti;
Büyük Britanya İmparatorluğu’nun (İngiltere’nin)
21 Temmuz 1923’de Lord CURZON önderliğindeki İngiliz delegasyonu ile genç
Türkiye Cumhuriyeti’nin Lozan heyeti adına İsmet İNÖNÜ tarafından (Türkiye
ile İngiltere arasında) imzalanan “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ÖZERK
ancak, sonuç olarak İngiliz Milletler Topluluğu üyesi olduğunu kabul eden
anlaşma”;
Ve dahi, 1939 ile 1950 arasında Türkiye ile başta
ABD olmak üzere Yunanistan, İngiltere, Almanya ve diğer ülkeler arasında
(Türkiye ve Türk-İslâm halkı aleyhine) akitli “GİZLİ ANLAŞMALAR”
kullanılarak Anadolu’ya el koyma niyetleri ile bu amaç ve istikamette
1945’li yıllarda ABD’nin planladığı "Yeşil Kuşak projesi” ürünü: ‘günümüz
söylem biçimi’ ile bir nevi ‘ılımlı İslâm’ tarzında tanımlanan “tarihi
anlam, önem, dini değer ve içeriğinden soyutlanmış, içi boşaltılmış”
Türk-İslam sentezi” yatmaktadır.
Yani, emperyalizme karşı verilen efsanevi bir red,
direniş ve başkaldırı sonucu Mustafa Kemal ATATÜRK ve arkadaşları
tarafından kurulan milli-laik, özgür, hâkim ve hükümran, tam bağımsız ve
bağlantısız Türkiye Cumhuriyeti yerine; 1750–1900 “Bir İmparatorluğun
Yağması” yıllarını yaşayan “Batıya kul-köle, dinini, diyanetini,
milliyetini, milli, ilmi ve kültürel değerlerini unutmuş, AB ve ABD’ye
açık Pazar olmuş, yüksek değer ve tarihi devlet geleneğinden arınmış
"Ilımlı İslam" veya ‘dejenere bir yeni Osmanlı’ (!) sistemi... Yahut da,
evanjelist sahte peygamberlerin insani yönden mutasyona uğramış din
tüccarları için yazıp hazırladıkları “gerçek furkan” ve buna dayalı olarak
BOP ve BİP,
Hiçbir dini, ilmi ve İslâm’ i hükmü (değer ve gerekliliği) haiz olmayan
halifeliğin ihyası v.s.. Bu ne enteresan ve ham bir hayâldir. Lâkin, son
Osmanlı halifesi dahil, pek çok Osmanlı din adamı (!) ile vükelâsının
mason, misyoner, dönme, devşirme yahut sabetay olmasından cesaret alınarak
geliştirilmiş bir ‘menfur’ plân. Yani ütopya...
Aslında Proje, Batılı Hıristiyanlar tarafından,
yaklaşık 2000 yıl önce Anadolu’ya gelerek yerleşmiş Türklere karşı bir
tedbir olarak ilk kez 19 Haziran 325 tarihli İznik Konsüller toplantısında
ele alınmış ve yürürlüğe konulmuştur. 625 yılında tekrarlanan toplantıda;
Bu menfur projenin pekiştirilmesi yanında, 2533 İncil arasından 4’ü
seçilip, Barnaba İncili aforoz edilmek suretiyle “kapitalizm ve
emperyalizm” İncil’le bütünleştirildi.
Engizisyon mahkemelerinin kurulmasına karar verildi.
Hızla ilerleyen ve genellikle Hun, Ak Hun, Avar,
Bulgar, Çuvaş ve Peçeneklerin itibar ettikleri Bogomile mezhebine karşı en
vahşi önlemlerin alınmasında mutabık kalındı. Mevcut İnciller her türlü
İslâm’ i mesaj, ima-imaj, Kur’an la uyuşan ve örtüşen söz, söylem ve son
peygamberin adı ile Müslümanların yaşam biçimlerini anımsatan kelime ve
kavramlarından ayıklandı. Barnaba İncil’i ise “Muhammet veya Ahmet isminde
bir peygamberin ‘son peygamber’ olarak geleceğini ve bütün İsevilerin
Muhammed’e intisap etmesi gerektiğini müteakip yerlerinde ‘açık birer ayet
olarak’ ihtiva ettiği (Kur’an da yazılı olduğu biçimde haber verdiği) ve
çoğu yerinde Müslümanların kitabı ile uyuşup örtüştüğü için dışlandı.
Bütün dünyada toplatıldı, Yakıldı ve yok edildi.
Bu kararlar doğrultusunda, 1071 öncesi asırlardı
Anadolu’da mukim ve fakat Müslüman Türkleri asimile etmek ve sonrasında
ardı arkası kesilmeyen Türk ilerleyişini durdurmak, Kudüs ve
Hıristiyanların diğer kutsal saydıkları yerleri geri almak için 1096-1270
yılları arasında toplam sekiz Haçlı Seferi ve bir dizi küçük sefer
düzenlendi. Netice alınamadığı görülünce bu defa Papalar, Haçlı Seferleri
boyunca ve sonrasında "Anadolu ve Rumeli'yi istila etmekte (kurtarmakta)
olan Türklere karsı Avrupa milletlerini ayaklandırmak için bütün
teşkilatlarıyla harekete geçtiler" ve buna rağmen Haçlı Seferlerinin sonuç
vermediği görülünce 1208 yılında fiilen misyonerliğe (içten bölme
hareketine) başladılar. 1312 yılında yeniden İznik Konsüllerini
topladılar. Bu defa özellikle Anadolu Türklüğüne karşı 19 Haziran 1312’de
çok kapsamlı ve ayrıntılı bazı kararlar aldılar. Bu tarih,
Türk-Müslümanlara karşı verilen fiili, fikri (psikolojik) ve
sosyal-kültürel savaşta derin bir taktik ve strateji değişikliğini ifade
eder. Bu toplantıda:
“Osmanlı Devleti’nin büyümeden, gelişmeden ve her
ne pahasına olursa olsun Anadolu’ da tekrar Türk birliği sağlanmadan
yıkılıp yok edilerek; Yeni bir Türk devletinin mutlaka ve behemahal önüne
geçilmesi. 1299’da başlayan devlet olma ve devlet kurma eğiliminin yok
olması ve temelli çökertilmesi için bilumum fiili tedbir ve tedhişe ek
olarak; Başta Türk ve Müslümanların aile yapısı olmak üzere, askeri düzen
dahil ‘itaat, sadakat ve inanç’ sistemlerinin zamanla bertaraf olmasını
(işlemez hale gelmesini) sağlayacak strateji ve metot (de’jenerasyon)
psikolojik harp kararları alındı.
Ayrıca, Müslüman Türklerin (Arap, Acem, Suriyeli
ve diğer Türk asıllı olmayan halklar üzerinde bu tarih itibarıyla
plânlanan bozulum-yozlaşma sağlanmış ve beklenir dejenerasyon tezahür
ederek sonuçlarını vermiş idi) genel ve güncel yaşamları ile iktisadi,
siyasi, dini, ilmi, sosyal ve kültürel hayatlarının (yaşam boyutundaki)
uygulama yönünden zayıf (geri) tarafları tespit edilerek, casus ve
misyonerler için bir dizi strateji, propaganda ve çalışma programları
hazırlandı.”
Dahası, Haclı seferleri sırasında Cluny papazı
Peter, birçok kaynakta adı Robert Keton olarak geçen "Ketton'lu Robert'ten
Kur’an-ı Kerimi Latince'ye çevirmesini istedi. "Ketton'lunun tercümesinde
Kur'an-ı Kerim 'Zındıklığın (dinsizliğin) kaynağı, Hıristiyan (İsevi)
kilisesinin varlığını tehdit eden yıkıcı hareketlerin sebebi' olarak
gösteriliyor, cihat bir saldırı ve vahşet unsuru olarak ile sürülüyor ve
'Eğer Kur'an'ın verdiği zararlar dirayetli bir karşı mücadele ile bertaraf
edilmek isteniyorsa, onu mutlaka öğrenmek gerekir'" deniliyordu. 1311'de
Papa' nın emriyle "Şark Dilleri Kürsüsü" kuruldu. 1312'de Viyana Konsulü'
nde, Avrupa'nın Oksford, Paris, Roma gibi ünlü üniversitelerinde
Arapça’nın da okutulması kararlaştırıldı. Bütün papaz okullarında ise
Kur’an eğitimine geçildi.
Anadolu'da 1208’den sonra "en teçhizatlı
misyonerlerin" faaliyeti esas olarak bu karar, tedbir ve teşebbüslerden
itibaren başlar. Önce Katolikler, daha sonra Protestan (Amerikalı,
İngiliz, Fransız ve Alman) misyonerler Osmanlı İmparatorluğu'ndaki etnik
unsur ve gayrimüslimleri kullanarak, kışkırtarak, milli bilinç çalışmaları
yaparak ve bölerek merkezi otoriteye karşı çıkmaya yönelttiler. İsyan
edenleri teşvik ve himaye ettiler. Onlara ırk, din, ahlâk, dil ve tarih
konusunda ayrılıkçı-bölücü bir misyon ve motivasyon aşıladılar. Okullarla,
yurtlarla, yuvalarla, kilise ve havralarla tahkim ve en ileri, modern
silâhlarla teçhiz ettiler.
Bu tarihten itibaren Yahudi ırkı (Musevi) ve İsevi millet, mensup (mansıp)
ve mezheplerine ait ne kadar Kilise, Havra ve dini kurum görüntüsü altında
faaliyet gösteren bina, tesis ve mütemmim cüzü varsa tamamı adeta bir
askeri üs, ihanet şebekeleri (hain) eğitim merkezi, silâh-mühimmat sevk,
intikal, destek ve tahkim (istihkâm) merkezi olarak faaliyet gösterdi.
DEVAM EDECEK
01. Doç. Dr. Mehmet SARAY, Atatürk ve Türk
Tarihi, Türk Kültürü Dergisi, Sayı: 249,Ocak 1984. Tahsin Ünal,
Cumhuriyetin 50. Yılında Tarih Anlayışımız. Türk Kültürü Araştırmaları,
Ankara. 1973 (Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları)
02. Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Türk Milletinin
Kültür Değerleri, İstanbul.1977 s.31-32
03. Atatürkçülük-Atatürk’ün Görüş ve
Direktifleri, 1. kitap – Genel Kurmay Başkanlığı Neşriyatı, Ankara-1982
04. Prof. Dr. Afet İnan, Kemal Atatürk’ten
Yazdıklarım, 1000 Temel Eser Serisi, s. 110
05. Yusuf Akçora, Birinci Tarih Kongresi
Zabıtları, s.595
06. Ord. Prof. Enver Ziya Karal, Atatürk’ten
düşünceler, İstanbul-1981, s.89
07. Prof. Dr. Cengiz Orhonlu, Atatürk ve
Tarih Görüşü, Türk Kültürü Dergisi, C: 6, Sayı: 61, Yıl: 1967
08. İkinci Tarih Kongresi Zabıtları, 1937,
s.85
(*) Hamdi Yılmaz, Anayurt Gazetesi, (Neval
Kavcar) 01-02/Eylül/2006 – Ankara
09.Türk Silâhlı Kuvvetleri Dergisi,
Temmuz-1992, s.333, Sayfa: 26
10. Melih Cevdet Anday, Urla Yarımadasında
Bir Gezinti, Milliyet Gazetesi, 27.7.1972, s.5
11. Türk Tarihinin Ana Hatları, 1930.s.1
12. Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, Türk
Tarihinin Sosyolojisi, Birinci Kitap, s.49 Milli Eğitim Kültür Dergisi, C:
2; Sayı: 8, Türk Devleti Meselesi, Tercüman: 11.6.1984
13.Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, Ankara’da ki
Anıt ve 16 Türk Devleti Meselesi, Tercüman Gazetesi, 11.6.1984
14.Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Anadolu
Medeniyetleri ve Biz Türk Edebiyatı Dergisi, Eylül-1983
(*) Prof. Dr. Özcan YENİÇERİ, Barem-Ekim:
2006, s. 66-67
15.Belde Gazetesi, Sıra Dışı, 9.10,11 ve 12
Eylül 2006 – Ankara
16.Dr. Oğuz DOĞAN, Türk Dünyası Edebiyatı
17.Atatürk, 29.Ekim.1933 – Türk Dünyası,
Çağrı Kürşat Yüce, Tutibay Yayınları, Ankara-2001
18.1923-Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri,
Cilt: II, 1952, Türk İnkılâp Tarihi Ens. Yay.
19.Türk Kültürü Dergisi, Sayı: 13,
Abdülkadir İnan – 1963/332
20.Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek
Kurulu-Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Atatürkçü Düşünce, S: 540 –
1992 / 359 Mustafa Kemal ATATÜRK, Nutuk – c: III,
(*) Devlet yönetiminde en ileri ve etkin,
güçlü ve muktedir; Dini, ilmi ve askeri müesseselerde ise; Ayırıcı,
bölücü, tefrika yaratan, örgütlü fesat unsurları haline getirip, elçilik,
ataşelik ve konsoloslukları marifetiyle (açık-gizli) himaye ettiler.
(*) F.A., 25 Nisan 2005'te Yeşim Seliz ve
B.Aslan
(*) Son 4 yılda Anadolu’da 40 bin adet
kilise açılmış bulunmaktadır. (basın)
|