YIL 8  SAYI 94    25 Aralık 2006

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

DİKKAT ; BU BİLGİLER TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMDEN  İZİN ALINMADAN KULLANMAYINIZ!

YAZARLARIMIZIN HAYAT HİKAYELERİNE GİTMEK İÇİN TIKLAYARAK GİDİNİZ!

Aşağıdaki dizinler ile tıklayarak üye olmadan sayfalara girebilir ve inceleyebilirsiniz!1

 

BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR!

 

Mahmut Selim GÜRSEL GEÇMİŞLE VE DİĞER KUTSAL SAYILAN BİLGİLERİ HAFİFE ALMA HASTALIĞI
Mahmut Selim GÜRSEL DOSTLUK!
KIRIM KONGO KANAMALI ATEŞİ
İsmet ÇENESİZ  SAMSUN’DAN BİR PORTRE (VEFA ÖRNEĞİ BİR ADAM)
Mahmut Selim GÜRSEL TUNCER CÜCENOĞLU OYUNLARI BULGARİSTAN’DA DA YAYGINLAŞIYOR
Mustafa Nevruz SINACI ON İKİ ADA MESELESİ KIRK ASIRLIK TÜRK YURDU ANADOLU
Salim SAVCI BİZİM ÜLKEDE MASAL
Hasan Lâtif SARIYÜCE TEKRAR GÜMÜLCİNE’DE1
Selma GÜRSEL PORTAKAL REÇELİ
Yaşar KILIÇ ÇAYCI CEYLAN
Hıfzı ÖZBEKMEZ EL OLMUŞUM SEVDİĞİM
Paşa ÇETEN ATEŞ DEĞİRMENİ
 

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 01

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mahmut Selim GÜRSEL
Mahmut Selim GÜRSEL Hayat Hikayesi
GEÇMİŞLE VE DİĞER KUTSAL SAYILAN BİLGİLERİ HAFİFE ALMA HASTALIĞI
            Internet’te birçok gruplara üye oldum,bir çoklarında da ayrıldım. Gurup kurmak için hem paralı hem de  paraya ihtiyaç bulunmayan siteler var. Paralı sitelerde,belli bir ücret vermeniz gerekli. Parasız sitelere üye olmanız yapacağınız tek şey. Üye olduktan sonra istediğiniz grubu kurabilirsiniz. Birazda İngilizce’niz varsa çabucak sistemi kavrayıp kendinize bir paye ve de gelir getiren bir sisteme sahip olma imkanınız da bulunmaktadır. Gerçi site sisteminde ücretli katılım ve reklam amaçlı gönderimleri yasaklayan kararlar olsa da bunları da aşmanın çeşitli yollarını bulmanız mümkün.
            Konumuza gelince;belli bir kitleye ulaşmak isteyen grup kurucuları bazı zamanlar içerisinde devamlı düzgün gelen yazıları biraz alevlendirmek için belli konuları ihtiva eden grubun içerisine çomak sokarak* karıştırmak ve tepkileri ölçmek isterler. Bu tepkileri de pek çok zaman,bilenlerin karşı çıkması ile o karşı çıkan kişinin yazılarına odaklanmaya başlanır böylece sessiz ve sadece okuyucu olan grup üyelerinin de yazılara verecekleri cevapla grup trafiğinin arttırılma imkanı sağlanır. Bunlar daha çok birkaç e-postası olan kişilerdir ve birbirlerini grupta destekler gözükürler. Dikkatli bir izleyici kullandıkları üslubu yakalarsa onların birkaç kişi değil aynı şahıs olduğunu bilir. Muhakkak bir açık verdikleri olur.
            Başka bir çomak sokmak sistemi Milli ve Manevi değerlerin yüksek olduğu grupların birlikteliğini bozmak için kullanılan ve daha çok karşı tezlerle grup üyelerini hezeyana getiren şahıs veya kuruluşlardır ki;bunlarla uğraşmak daha çok bilgi ve birliktelik isteyen güçle karşı konulabilir. Çoğunlukla bu gibi çomak sokanlarla uğraşmak birikim ve bilgi yoğunluğunun yeterliliğinden daha fazla grup içinde desteklenmeye dayalıdır ki bunu da pek çok zaman bir iki cılız esten başka destekçi bulamaz,sonunda usanır,yada grup yöneticisi tarafından dışlanırsınız.
Diğer bir çomak sokma şekli de,bilmedikleri konular hakkında kendilerine gelen bir e-postayı komik veya kendilerine göre güzel bulan bilgisiz ve niçin bu e-postanın kendisine geldiğini bilemeyecek kadar cahil kişilerdir ki,bunlarla uğraşmak ise daha zordur. Kendilerini savunmak için yırtınırlar,didinirler. Sonunda da baklayı ağızlarından çıkarırlar. Bu e-postayı ben gönderdim fakat ben yazmadım diyerek işin içinden çıkmaya çalışırlar.
Internet güzel bir katılım aracı. Bu aracın faydalarını bilmemiz ve öğrenmemiz gerekli. Artık;kimin neler yaptığı ve nerelerde bulunduğu ve ne gibi girişimlerde bulunduğunu buradan öğrenmek bilenler için oldukça kolay bir sistem.
Keşke bu bilgi ile 30 yaşında olsaydım.
Bu gruplarda bazen de dini,milli,kutsal ve özel değerlere bilerek veya bilmeyerek dil uzatırlar. Bunların cevabını her ne hikmetse kimse vermek istemez. Verenleri de aynı sistem içerisinde yukarıda bahsettiğim aynı şahısın diğer e-postaları ile susturmaya çalışır. Desteksiz kalan itirazcı ya pes eder,yada gücünün yettiği kadar yazar,yazar.
Yine de bence gruplara üye olmanız,biraz beyin jimnastiği yapmanız için iyi olur derim. 
*Çomak sokmak (Arı kovanına çomak sokma) babından ortalığı karıştırma anlamında kullandım

 

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 

 02

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mahmut Selim GÜRSEL
Mahmut Selim GÜRSEL Hayat Hikayesi
DOSTLUK !
Bir gün 1960 tarihide babamım emekli olduğu yıl,konuşurken babama:
-Baba,benim 5 tane dost bildiğim arkadaşım var dedim. Babam da bana:
-Oğlum bir dost az iki dost fazla demişti.
Aradan yıllar geçti,bu gürlere geldik. Grubunuzda dostluk üzerine yazılar gelmeye başladı. bu konu hakkında benim görüşümü yazarak sizlere bildiğimi bu satırlarla anlatmak istedim.
Geçen 45 yıl içerisinde pek çok dost zannettiklerim,pek çok dost bildiklerim oldu. Meşhur,Aşık Veysel'in:"Dost dost diye nicesine sarıldım,benim sadık yarim kara topraktır" dizilerinin bir hayat gerçeğini belli bir yaşa gelince öğrenebiliyoruz.
Birkaç yıl öncede dergimde dostluk hakkında bir yazı yazmıştım. Onda da konu gereği,bana dostun var mı diye soran bir gence:
-Bir buçuk dostum var demiştim. Oda şaşırmış sormuştu:
-Biri anladım da Mahmut amca buçuğu anlayamadım ? Demişti. Bende:
-Birinci dostuma tam güveniyorum. Tam manası ile dost biliyorum. Yarım dosta da gelince,onu denemeğe korkuyorum. Yarımda olsa dost,onu kaybetmek istemiyorum demiştim.
Bu bilgiler gençler için gerekli olduğunu düşünerek anlatmak istedim. Dostlar birbirlerine iki elleri kanda dahi olsa yardıma koşan kimselerdir.  O yüzden her dostum denen kişi ne sizin dostunuzdur,ne de siz onun dostu olursunuz.
Dost kazanmanın bazı ufak tefek sırlarını yazabildiğim kadar yazmaya çalışayım:
1-Önce arkadaşınızı tanıyın.
1-a)Sakın ha sakın arkadaşınız hakkında fikir soranlara en az 4 yıl ne iyi arkadaştır,ne de kötü arkadaştır deyin. Bu dört yıl içerisinde arkadaşınızın nasıl birisi olduğunu anlamış,tartmış ve denemiş olursunuz. Geleyim neden iyi ve kötü demeyin kısmına. Bir arkadaşınıza iyi dediğiniz an;ondan istemediğini bir hal ve hareket gördüğünüzde bir daha onun hakkında kötü diyemeyeceğinizi biliyorsunuzdur. Eğer kötü derseniz,dediğiniz kişi daha önce iyi dediği kişiye kötü diyor diyerek sizin notunuzu verebilir. Tersi olursa bir arkadaşınız için kötü derseniz bir zaman olur onun öyle bir iyiliğini görürsünüz ki soranlara iyi dersiniz,bu da sizin notunuzun verilmesine bir sebep olabilir.
1-b)Arkadaşınızla uzun bir yolculuğa çıkın. O zaman o arkadaşınızın nasıl birisi olduğunu keşfetmenizi sağlar. Kendinden çok size değer vermesi,sizi düşünmesi,yemeyip yedirmesi gibi hareket ve davranışları onun nasıl birisi olduğu hakkında size bilgi sunar.
1-c)Arkadaşınızı denemek için günlü fazla miktarda olmamak şartıyla borç para isteyin. Mesela üç gün sonra veriri diyerek isteyin. Üç gün sonra tabii ki istediğiniz parayı verirse; aldığınız parayı götürün verin. iki gün sonra yine aynı miktarda para isteyin iki gün sonra veririm deyin parayı vermeyin. Gözüne sık sık gözükün;para için kıvranıp kıvranmadığını gözleyin. Sanki para almamış gibi davranın. Bir hafta sonra hatırlamış gibi;yahu senden şu kadar para almıştım diyin,tepkisin ölçün. Şayet acele etme,mühim değil gibi candan sözler görürseniz. Hemen aldığınız borcu kendisine verin. Sakın ha sakın onu denediğinizi öyle veya böyle söylemeyin. Onurunu kırabilirsiniz.
1-d) Arkadaşınızla buluşmak için sözleşin. Uzaktan seyredin vaktinde geliyor mu,gelirse biraz bekletin. Tepkisini uzaktan seyredin. Orada beklemekten usanırsa cep telefonu ile geciktiğiniz için özür dileyin iki dakikaya kadar oradayım deyin. Beş dakika sonra yanına gidin. alacağınız tepkilere göre arkadaşınızı değerlendirin. Bunu en fazla iki kere yapın,üçüncüsünde ise ondan önce buluşma yerine gidin.
Yukarıdaki a-b-c-d maddelerine göre arkadaşınız sizden olumlu bir not aldıysa artık sizin arkadaşınız yarım dostunuz olmuş olur.
2- Dikkat edeceğiniz bir konuda;aynı testleri arkadaşınızın size uygulama ihtimalini de unutmayınız.
    Başınızı fazla ağrıtmayayım.

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 03

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

KIRIM KONGO KANAMALI ATEŞİ
 

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 
 
 04

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

İsmet ÇENESİZ
İsmet ÇENESİZ Hayat Hikayesi
SAMSUN’DAN BİR PORTRE (VEFA ÖRNEĞİ BİR ADAM) 
            1975 Senesinden 1987 ye kadar yani 12 seneden fazla Samsun’da kaldım. 1965 den 1975 e kadar da Turhal’da kaldım. Herkesin kendi memleketi, dönüp dolaşıp, sonunda 23 sene sonra tekrar Çorum’a geldim.
Çok hoşuma giden bir söz vardır. Ben birkaç defa bu sözü yazılarımda kullandım. “İnsan anasının yüzü ile doğduğu memleketi unutmazmış”
            Şimdi size Samsun’da kaldığım dönemde tanıdığım, benden 10 yaş  kadar büyük olan İlyas Ağdan fıkra gibi hatıralar anlatacağım.
İlyas Ağ aile terbiyesi ve görgüsü gereği bir saygı icabı olarak bana, “İsmet Ağabey” diye, hitap ederdi. Tabiki bunda benim kendisine gösterdiğim saygı ve ilginin etkisi vardı.
İlyas Ağ, Samsun’da, bizim işhanı yapmak üzere aldığımız arsanın bir köşesine derme çatma ve de içinde oturmak için “Ya sabır dedesi” olmak gereken 2 göz bir ev yapmış. O zamanlar mülkiyeti Belediyeye ait olan bu arsaya 25 sene kadar önce Çarşamba’nın köylerinin birinden gelip yerleşmiş. Ayakkabı boyayarak geçimini sağlamaya çalışıyor. Durumu iyi olan esnaf boyanan ayakkabısına İlyas Ağayı sevdiğinden dolayı rayicinin 5-10 katı para veriyor. Tabii İlyas Ağda herkesi  sevip sayıyor. Ayrıca İlyas Ağ, benim dışarı çıktığım zamanlarda yazıhanedeki telefonlara bakıp not da alıyordu.
İlyas Ağanın şivesi de çok değişik ve güzeldi. Becerebildiğim kadarıyla burada şivesini yazmaya çalışacağım.  Kendisi bundan 7 sene önce rahmetlik oldu Allah rahmet eylesin.  
            İlyas Ağla ilgili güzel hatıralara geçersek: İlyas Ağ bir gün Çarşamba’ya akrabalarını ziyarete gitmiş. Dönüş yolunda bindiği minibüs bir çocuğa çarpmış ve çocuk oracıkta ölmüş. Minibüstekiler şoför de dahil olmak üzere hemen ortadan kaybolmuşlar. Bizim İlyas Ağ başka minibüse para vermeyim diyerek arabanın yanında beklemeye başlamış. 10-15 dakika kadar sonra çocuğun, kazayı duyan  akrabaları yolun kıyısındaki köylerinden kaza yerine gelmeye başlamışlar. Gelenler hemen şoförü sorup aramaya başlamışlar. Bu sırada minibüsün yanında  duran İlyas Ağaya da şoförü sormuşlar. O da, “bilmiyüm” demiş. Ama içlerinden birisi, “yalan söylüyor, şoför bu” demiş. Adamın öyle demesi üzerine başlamışlar bizim İlyas Ağayı dövmeye, dövme ama ne dövme! İlyas Ağ,  “ben şoför değil, yolcuyum” dedikçe, “yalan söylüyor” deyip daha hızlı vurmaya başlamışlar. Bizim İlyas Ağ sopanın zoruyla bayılmış. Hastanede gözünü açabilmiş. “İsmet ağbi, ben ne biliyim, meğer böyle ölüm olunca oradan  kaçılırmış. Şimdi öğrendim ama yediğim sopa bir araba dolusu oldu. Kafamda ki 2-3 yarılma da yanıma kar kaldı” diye bana anlatırdı. 
            Yine bir gün İlyas Ağ kayısı ağacında kayısı toplarken pat diye aşağı düşmüş. Halbuki daha 2 dakika önce hanımıyla ağacın dibinde konuşuyorlarmış. Meğer bizimki ağacın üzerinde kayısı toplarken uyumuş. Yine doğru hastaneye kaldırmışlar. 10 gün orada misafir olmuş. Bu olaydan da kolunun kırılmasıyla kurtulmuş.   
            İlyas Ağanın gençlik yıllarında esrar içen bir arkadaşı varmış. Bu arkadaşı bir akşam toplandıkları yere onu da götürmüş.  6-7 kişi daire şeklinde oturmuşlar. İlyas Ağ, “bende içlerine karıştım. içlerinden birisi kalın bir sarma sigara çıkardı yaktı ve bir nefes çekti sonra yanındakine verdi. Sigara sırayla herkesin elinde dolaşmaya başladı. Sıra bana geldi bende bir nefes çektim. Bu durum 3 devir devam etti. 3. devir sonunda  benim önümde bir çukur oluştu, minare boyu, biraz  sonra bu çukurun yarısına kadar da su doldu. Ben içine düşmeyeyim diye biraz geri çekildim. Az öncede ayağımın birini altıma almıştım. Bir süre sonra korkum artmaya başladı, yerimden kalkıp az ilerdeki sedire oturuyum diye uğraşmaya başladım.  Kalkacağım ama üstüne oturduğum ayağım ortada yok. Arıyom arıyom ayağımı bulamıyom. Bu arada birisinin, “İlyas oldu” deyip, koluma girdiğini şöyle böyle hatırlıyorum. Uyandım ki sabah olmuş ben sedirdeyim, üstümde bir battaniye, etrafta kimseler yok, ben su diye yanıyorum..”.    
            İlyas Ağ saf ve temiz bir insandı yine bir gün komşu dükkandan fırlama bir tezgahtar sesini değiştirerek İlyas Ağaya telefon açmış. Telefonda arıza var, telefona bir üfle, demiş. Bunun üzerine İlyas Ağ başlamış telefona üflemeye, “devam et, daha hızlı üfle, daha hızlı” diyerek bu üfleme işi bir süre devam etmiş. Bir süre sonra tezgahtar komşu telefonu yanındaki arkadaşına vermiş, İlyas Ağanın bulunduğu dükkanın kapısına sırtını dayamış, biraz seyretmiş ve “hayırdır, ne oluyor İlyas Ağ?” demiş.. İlyas Ağ tezgahtara , “Günayım, postaneden bir adam aradı, telefonda arıza var, üfle dedi. Üfleyoom üfleyom yine üfle diyo, öldüm geberdim, yarim saattir üfleyom. Etme şu telefona birazda sen üfle” der. Bunun üzerine tezgahtar Günay, telefonu eline alıp kapatır ve “seninle dalga geçmişler” der. İlyas Ağ “ulan böyle iş başıma hiç gelmedi, öldüm, öldüm nefesim kurudu, bak şu eşşeoğlunun yaptığına” der.
            İlyas Ağ esprili, hoş sohbet, ve ağzı dualı bir adamdı. Ekmek bilir ve  ahde vefalıydı.
Sene 1978, Türkiye’de serumun, ilacın zor bulunduğu, elektriklerin  gönde 10 defa kesildiği yıllar. Türk doktorlarının tavsiyesi ve ısrarları üzerine böbreğimden ameliyat olmak için İngiltere’ye gidiyorum. Beni uğurlamaya, İlyas Ağ da gelmiş. Herkesle helalleştik, en sonunda İlyas Ağaya, “hakkını helal et” diyerek sarıldım. İlyas Ağ beni öyle bir kucakladı ki bu satırları yazarken bile o sıcaklığı ve sevgiyi hala hissediyorum. “Sağlığına helal olsun, gelecen, gelecen. Mevlüdünde bende ilahi okuyacağım. Allah seni başımızdan eksik etmesin inşallah” der demez bir boşandı nasıl ağlıyor bir görseniz.
Başladım bende onunla birlikte ağlamaya. Ama o ağlamayla birlikte bütün stresimde gitti. Bir ay sonra geri geldiğimde İlyas Ağ yine ağlıyordu, ağlıyordu ama gözlerinin içi de gülüyordu. Bunlar sevinç gözyaşlarıydı. 
İlyas Ağ vefalı insandı. Allah rahmet eylesin. Mekanı cennet olsun. Vefalı dostlara selam olsun.
Saygı ve sevgilerimle. 

 

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 05

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mahmut Selim GÜRSEL
Mahmut Selim GÜRSEL Hayat Hikayesi
 TUNCER CÜCENOĞLU OYUNLARI BULGARİSTAN’DA DA YAYGINLAŞIYOR…
“MATRUŞKA” nın galası Rusçuk Dram Tiyatrosu’nda l3 Ekim’de  gerçekleşti.
Tuncer Cücenoğlu’nun oyunları Bulgaristan’da hızla yaygınlaşıyor.
Cücenoğlu’nun bir çok ülkede sahnelenmiş oyunlarından “Matruşka”, bu kez İsmail Ağlagül’ün çevirisiyle Rusçuk Dram tiyatrosu’nda izleyici karşısına çıktı
Ventsislav Asenov’un sahneye koyduğu oyunda Müzik: Pavel Vasef, Dekor tasarımı: Manoela Doyçinova, Dans tasarımı Marin Udvarev tarafından gerçekleştirildi.
l3 Ekim gecesi galası yapılan oyunda Bulgaristan’ın ünlü iki oyuncusu Evgeniya Yavaşeva ve K.Habil görev alıdılar
Diğer rollerde Krum Berkov’la Silviya Terziyeva görev alıyorlar…
Tuncer Cucenoğlu da kendi oyununu izleme şansı buldu
Bu arada Hüseyin Mevsim tarafından Bulgarca’ya çevrilen Cücenoğlu’nun Çığ adlı oyunu da önce kitap olarak yayımlanacak daha sonra da Sofya Devlet Tiyatrosu’nda sahnelenecek…
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 06

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI Hayat Hikayesi
ON İKİ ADA MESELESİ KIRK ASIRLIK TÜRK YURDU ANADOLU
              10 Şubat 1947 tarihinde “Ege’de bulunan On İki Adalar konusunda İtalya ile sulh görüşmeleri resmen başladı. Toplantıya Çin, Fransa, İngiltere, Somali, İrlanda, Sovyetler Birliği, Avustralya, Belçika, Yeni Zelanda, Brezilya, Habeşistan, Yunanistan, Hindistan, Kanada, Polonya ve Türkiye “TARAF ÜLKE” olarak davet edildi. Fakat Türkiye, hukuken ve tarihi hakları itibarıyla taraf ülke olduğu ve katılma hakkı bulunduğu halde İnönü ve Recep Peker hükümetinin aldığı bir kararla; Görüşmelere ve muahedeye katılmak istemediğinden bütün haklarından feragat etmiş oldu.
Hal böyle olunca, antlaşmanın 14. maddesi uyarınca “flebisit” yapılmasına gerek görülmedi ve bütün adalar (Türkiye’nin taraf olmaması ve talepte bulunmaması nedeniyle) yegâne istekli Yunanistan’a verildi.
Tarihi bir fırsat, bilerek ve isteyerek kaçırıldı.
Peki, bu sıra (aynı gün) İnönü – Peker hükümeti ile TBMM ne iş yapıyordu ?  “ABD ile 06 Aralık 1946 günü (Abraham Lincoln’ün Minnesota’da Kızılderili/Türk katliam ve soykırımı konusunda kesin emir verdiği tarihte) yapılan (Türkiye aleyhine vaki çok vahim, alçaltıcı ve milli menfaatlere en aykırı) ikili anlaşmayı, 5002 Sayılı Kanunla uygun görüp, onaylamak suretiyle “çok ivedi kaydıyla” aynı gün yürürlüğe koymakla meşguldü. Zira bu anlaşma, 12 adalardan vazgeçmenin anlamını en açık biçimde ortaya koymakta ve âtide  ANADOLU’ dan feragatin yollarını resmen açmakta idi. Anlaşma gereği: ABD’nin Türkiye topraklarında ihtiyacı olan ve olacak bütün (askeri üs, alan, depo, antrepo, okul, mesken v.d..) arsa, arazi, alan ve gayri menkullerin edinim, ABD’ye tevzii ve teslimi hususunda bizzat Türk hükümetlerini resen yükümlü kılan, tedarik, temin ve satın almada kural olarak cari “İHALE YASASINI”  ise yok sayan, devre dışı bırakan ve re’sen hareket etme serbestliği tanıyan tam bir müstemleke yasası idi. 
12 Adalardan feragat ve ABD’nin Anadolu’ya yerleşmesini sağlayacak olan ve ric’at ve hicret anlamına gelen bu iki büyük olay hangi tarihi günde yapıldı dersiniz ? “Hicri Yılbaşı” gününde. İşte batı, bu kadar ölçülü, sabırlı ve hesaplı hareket eder ve  Türk Milleti’ni Anadolu’dan hicret ettirmek için böyle sinsi, menfur ve alçakça tuzaklar kurar.  
OYSA: Lozan Antlaşmasından dokuz yıl sonra 1933’de General Mac Arthur’a “Allah nasip eder, ömrüm vefa ederse Musul, Kerkük, Kıbrıs ve 12 Adaları geri alacağım. Selânik’te dahil olmak üzere, Batı Trakya’yı TÜRKİYE hudutları içine katacağım” diyordu, Mustafa Kemal ATATÜRK...
O, Misak-ı Milli sınırlarını tamamlama, bütünleme ve geleceğe sınırlarla ilgili bir sorun bırakmama konusundaki azimli ve kararlı idi. Hatay meselesi olgunlaştıktan sonra 12 Adalar, Kıbrıs ve Batı Trakya ve diğer Türk Yurtları konusunda fırsat kollamağa başlamıştı.
Ömrü vefa etmedi. (Allah rahmet eylesin nur ve huzur içinde yatsın)
Buna rağmen, 12 Adalardan feragat eden, en yakın silâh arkadaşı, CHP Genel Başkanı ve (fiilen gerçekleşen duruma göre) siyasi varisi Cumhurbaşkanı İsmet İnönü idi. Ne kadar acı, üzücü ve ‘hicabı mucip’ bir gerçek değil mi ?  
Musul-Kerkük konusunda da zuhur eden hiçbir fırsat değerlendirilmedi.
Batı Trakya ve Selânik konusunda ‘niyetler bile’ dile getirilmedi.
Lozan Antlaşmasına rağmen Londra, Zürich ve Garanti antlaşmaları ile tekrar ‘Milli Dava’ haline dönen ve anavatana katılma umudu beliren Kıbrıs konusu, 1974’de yarım bırakıldı. Gümrük Birliği Antlaşması ile alenen peşkeş çekildi.
Şimdi, başta Kıbrıs olmak üzere Musul-Kerkük ve Batı Trakya tasallut altında.
Tecrit edilmiş. Abluka altına alınmış. İzole edilmiş...
Zulüm ve işkence sürüp gitmekte.
Buna mukabil, düşmanın gözü ANADOLU’ ya dikilmiş.
1963’de şekil değiştirerek; Ekonomik bir işbirliğinden (AET) siyasal entegrasyon ve emperyalist işgal yoluna giren (AB) sürecinde Anadolu elden gidiyor. Sinsi ve Sistematik bir işgal, bölme-parçalama plânı, asli unsur Türklere karşı ahlâken çökertme, siyaseten yozlaştırma ve tedrici olarak (adım-adım) Anadolu’yu “müstakbel yaşam alanı” olarak işgal edip, sömürme çabaları son evresine doğru yaklaşıyor.
1938’den bu yana, sinsice başlayan ve giderek yükselen bir sesle “Anadolu Türk yurdu değildir !, siz buraya 1071 yılında geldiniz. İşgalcisiniz, yerli değilsiniz” deniliyor. 
 
ACABA ÖYLE Mİ ?  
Klâsik tarih anlayışının alışılmış bir ifadesi olarak Namık Kemal, Hürriyet Kasidesi’ nde: Yeni Türkiye Cumhuriyet için “Cihangirâne bir devlet çıkardık bir aşiretten” diyordu.
Atatürk ise, “bir aşiretten asla cihangirâne bir devlet’in çıkmasının mümkün olmadığını”, böyle bir devleti kurmayı başaran Türk Milletînin tarihîn “büyük-yüksek, medenî vasfı unutulmuş bir büyük milleti” olduğunu düşünüyor ve her vesile ile bu tespit, fikir ve düşüncesini açıkça ‘bütün dünyaya’ ilân ediyordu.
Cumhuriyetle birlikte bu gerçeği milletine ısrarla açıklayan Atatürk, yeni Türk tarih tezi üzerinde tekrar düşünülmesi gerektiğini, Osmanlı’dan sonra ilk defa, kendini asil-soylu milletine, Türk kimlik ve kişiliğine (harsına) adamış, ciddi-ilmi bir birikim, araştırma ve çalışma ile ortaya koymuş ve tarihimizin derinliklerine doğru yaptığı incelemelerle günümüzü aydınlatan ve geleceğe ışık tutan çalışmalar yapmış, yaptırmış ve bu yolda inançla yürünmesi gerektiğini işaret/vasiyet etmiştir.
Bu, çok değerli çalışma ve araştırmalar (emperyalizmin yeniden Türkiye üzerindeki tarihi emellerini hayata geçirdiği bir süreçte) kimi zaman art-kötü niyetli, kimi zaman da yetersiz ve dar bakış açılı, cahil, maksatlı, günümüz (sözde resmi) tarihçiliğinin temellerini sarsmaya başlamıştır.
Özellikle AB sürecinde yoğunlaşan Atatürk (Kemalizm) ve Türk karşıtı cereyanlar ile Ana Yurt Anadolu’dan Türklerin çıkartılması (kovulması veya asimile edilmesi) girişimleri karşısında; Gerçek-samimi Türk münevverleri, Alperenleri ve Kanaat Önderleri tarafından “Türk Tarih Sentezi” tekrar gündeme taşınmış, bu yolda dünyanın dört bir yanından yağan somut bilgi belge ve kanıtlarla “gerçek ANADOLU ve yaklaşık on bin yılları aşan bir Türk tarihi ortaya çıkarılmış, bilenler tarafından sinsice gizlenmeye ve yok edilmeye çalışılan bilmeyenlerce ise ya gaflet ve hıyanet nedeniyle reddedilen veya cehalet nedeniyle bîhaber olunan ve “çok dar bir kesite sığdırılmaya çalışılan” bambaşka bir tarih öznesi ortaya konulmaya kalkışılmıştır. 
Oysa gerçek, bu dahili bedhahların öne sürüm ve iddialarının aksinedir.  Ortada, tıpkı “Gizlenen Rejim Kemalizm” gibi,bir de “Gizlenen Tarih”, daha açık bir ifade ile “Gizli Bir Tarih” vardır.
Bu, Anadolu’nun ve Türk’lerin hakiki tarihidir.
Çok daha açıkçası: Tarihi gerçekler ve Atatürk’ün Türk tarih tezidir.
Özellikle, 16 Mart 1923, 27 Haziran 1933 ve en son 19 Kasım 1937 tarihlerinde Atatürk, Adana’da yaptığı konuşmalarda; Önce, Anadolu’nun 4000 yıllık Türk yurdu olduğunu söylemiş,  ikinci gidişinde 7000 yıldır Türklerin burada meskün olduğunu beyan ederek; Son Adana konuşmasında ise, Fransız işgali altındaki Hatay’ın durumuna atfen, “Kırk asırlık Türk Yurdu asla düşmana terk edilemez” demiştir.
Atatürk tarafından yapılan bu konuşmalar çok derin çalışmalar ve araştırmaların ürünüdür. Asla tesadüfi değildir.
Türk Tarih Kurumu’nun kuruluş nedeni de budur.
Şöyle ki:   
Atatürk’ün tarih araştırmalarına büyük önem vermesi ve Türk Tarih Kurumu’nu kurdurması iki esas-ana gayeye yöneliktir:
1-Türk milletinin başlangıçtan itibaren millî, medenî, bilimsel ve kültürel varlığı araştırılarak, insanlık tarihine katkıları ve evrensel değeri ortaya konacaktır.
Böylece, Osmanlı’nın son 100-150 yıllık döneminde husule gelen milli, manevi ve kültürel kopukluk ve erozyon tamir ve telâfi edilecek; Hem de, Türklerin şerefli tarihi bütün dünya tarafından görülecek, bilinecek, yeni nesil olarak yetişen Türk çocukları atalarının büyüklüğünü öğrenecek, onlarla öğünecek ve sistematik bir biçimde içine sürüklendikleri aşağılık duygusundan kurtulacaklardır.
Diğer taraftan milli tarih şuuru millî bilinci kuvvetlendirecek ve muasır medeniyet seviyesine ulaşmada büyük ilham kaynağı, kuvvet kaynağı olacak; Türk, Türklüğünden asla utanmayacak, aksine bilinçli bir şekilde ataları ve tarihi ile gurur duyacak. İftihar edecek.
Tarih çalışmalarının asıl gayesi, beklenen ve hedeflenen sonucu budur.
2-Türklere daima, az gelişmiş barbarlar gözüyle bakan, her fırsatta karalayan ve yüzyıllar boyu mesnetsiz iddia, itham ve iftiralar atarak (şimdi Papanın yaptığı gibi) ısrarlı gayretlerle (Türkleri) Anadolu’dan atmaya çalışan Avrupalılara cevap vermek.
Zira o sıralarda Haçlı ruhunun bir işareti olan “Türkler Anadolu’ya sonradan gelen bir millettir, geldikleri yere dönmelidirler” fikri (bu gün olduğu gibi) oldukça yaygındı.(01)
Bu nedenle, Türk milletinin eski, büyük, medenî ve güçlü, kuvvetli ve kudretli bir millet (ve devletçilikte en büyük geleneğin sahibi) olduğuna âdeta iman etmiş olan Atatürk, bu inancının sağlam belgelerle ortaya konulmasını istiyordu.
Ancak bu yapılabildiği takdirde ki, “Türklüğün unutulmuş medenî vasfı” ortaya çıkacak, ve Avrupalıların iddiaları kökünden çürütülecekti. Böylece Türklük dünya milletleri arasındaki şerefli (mutlak surette lâyık olduğu) yerini alacak, Türk gençleri, Avrupa’nın üstünlüğü karşısında aşağılık duygusuna kapılmaktan kurtulacaklardı.
Atatürk’ün bu fikirleri şu cümlelerde ifadesini bulmuştur:
“Büyük devletler kuran ecdadımız büyük ve şümullü medeniyetlere de sahip olmuştur. Bunu aramak, tetkik etmek, Türklüğe ve cihana bildirmek bizler için bir borçtur. Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.”
Gerçekten, tarih milletlerin hafızası ve ilham kaynağıdır. Millî şuuru uyandırmanın yolu dil ve tarih şuurunu uyandırmaktır. Çünkü “milletler ancak tarihlerini bilmek suretiyle, millî şuura sahip olurlar. Bir millete mensup olmak onu bilmek demek değildir. Millî şuur adı üstünde “şuur” demektir. Şuur ise, bilmek, farkına varmak manasına gelir. Milletinin tarihini bîlmeyen, kelimenin gerçek manası ile “millî şuur”a sahip olamaz. Mensup oldukları milletlerinin tarihini bilmeyen nesiller, içlerinde milletlerine karşı canlı bir ilgi, saygı ve sorumluluk duygusu da hissetmezler. Böylelerinin yabancı akım ve menfi tesirlere kapılması ve yabancılara köle olması çok kolaydır.(02)
Atatürk, “MİLLİ DEVLET” fikrine sahip, hakiki ve samimi bir Türk milliyetçisi olarak kendisinin sahip olduğu “millî şuur” un bütün millete mal olması için, büyük bir azim, irade ve kararlılıkla çalışıyordu.
O, bütün ömrünü bu ideale adamıştı.
Çünkü ona göre:
“Türk kabiliyet ve kudretinin tarihteki başarıları meydana çıktıkça, bütün Türk çocukları kendileri için lâzım gelen hamle (atılım) kaynağını o tarihte bulabilecektir. Bu tarihten Türk çocukları istiklâl fîkrini kazanacaklar, o büyük başarıları düşünecekler, harikalar yaratan adamları (atalarını) öğrenecekler, kendilerinin aynı kandan olduklarını düşünecekler ve bu kabiliyetle kimseye boyun eğmeyeceklerdir.” (03)
Afet İnan, onun tarih ve tarihçilerden ne beklediğini, neler düşündüğünü ve neler yapmaları gerektiğini şöyle anlatıyor:
“Bilhassa eski çağlara kadar gidebilen yeni tarih ufuklarının bizim kavmimiz için de açılmış olması lâzımdır. Tarihî devirlerde çeşitli coğrafi bölgelerde bir varlık göstermiş olan Türk kavimlerinin daha eski devirlere giden köklerinin olmaması imkânsız görülüyor. Bugün millet mefhumu altında teşekkül etmiş bir Türk varlığının, kavim olarak yaşadığı devirler elbette olmuştur. İşte, Atatürk, bu devirlerdeki Türk kavminin tarihî çağlarda olduğu gibi, ana yurttan yayılma izlerini belgelere dayanarak tarihçilerin incelemesini istedi. (04) Yine Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti (Türk Tarih Kurumu) kurulduğu zaman onun başına getirilen ünlü Türkçülerden Yusuf Akçura da 1. Türk Tarih Kongresi’nde yaptığı konuşmada şunları söylüyor:
“Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin önüne konmuş büyük problem, umumî tarihe Avrupalıların rüyet zaviyelerinden bakmayıp, onu sırf hakikat nokta-i nazarından görmek ve -bu görüş sayesinde Türk kavminin tarihte hakikî mevkiini tayin etmek, yani Türklerin beşer tarihinde oynadıkları ve fakat hasımlarının gizlemeye çalıştıkları büyük rolü meydana çıkarmak ve bu suretle Türk kavimlerine tarihî hakkını vermektir.” (05) Eski (son dönem Osmanlı) tarih anlayışının bir ifadesi olarak Namık Kemal, Hürriyet Kasidesi’nde: “Cihangirine bir devlet çıkardık bir aşiretten” diyordu. Atatürk ise, “bir aşiretten cihangirine bir devlet’in çıkmasının mümkün olmadığını, böyle bir devleti kurmayı başaran Türk Milletinin tarihin derinliklerinden gelen ve muhteşem bir mazisi olan “büyük ve medenî vasfı unutulmuş bir millet” olduğunu düşünüyordu.
Ve, elbette bu tezinde doğru ve haklı idi.
Bu fikrini belgelerle doğrulamayı da tarih ilmine ve tarihçilere bırakıyordu: “Türkler bir aşiret olarak Anadolu’da imparatorluk kuramaz. Bunun başka türlü bir izahı olmak lâzımdır. Tarih ilmî bunu meydana çıkarmalıdır.(06)
Atatürk’ün tarih çalışmalarının esas gaye ve ana hedefinin, Türk tarihinin bütün devirlerinin aydınlatılmasına yönelik olduğunu; İkinci amaç ve hedefin ise: Özellikle, Avrupalıların haksız ve asılsız iddialarına karşı bilimsel veriler ve belgelerle cevap vermek maksadına matuf bulunduğunu (dayandığını) daha önce ifade etmiş ve açıklamıştık.
Ancak, Atatürk, bu ikinci derecedeki gaye için bir tarih tezi geliştirmeyi düşündü. Düşündüğü bu teze göre: “Türk ırkı Anadolu’da ilk devlet kuran bir millettir. Bu ırkın kültür yurdu, ilk zamanlarda iklimi müsait Orta Asya idi. İklimi daha sonra değişti. Yüksek bir ziraat hayatına geçen, madenlerin kullanılmasını bulan bir topluluk göç etmek zorunda kaldı; Orta Asya’dan doğuya, güneye, batıda Hazar Denizinin kuzey ve güneyinde olmak üzere yayıldı; gittikleri yerlere yerleşerek bildiklerini oralara yaydılar ve geliştirdiler; bazı yerlerde yerli halk ile karıştılar. Irak, Anadolu, Mısır ve Ege medeniyetlerinin ilk kurucuları Orta Asyalı brakisefal ırkın temsilcileridir. Biz bugünkü Türkler de onların çocuklarıyız.” (07)
Cumhuriyetin ilk yıllarında yeni geliştirilen bu tezi, Afet İnan da şöyle özetliyor: “Dünyada yüksek kültürün ilk beşiği Orta Asya’daki Türk anayurtlarıdır. O kültürü kuranlar ve bütün dünyaya yayanlar da Türklerdir. (08)
Anadolu, kültür ve medeniyetin bütün dünyaya yayıldığı yerdir. Bütün dünya bu konuda hemfikirdir. Art niyetli batılılar tarafından ısrarla ihtilâf konusu yapılan mesele ise; Bütün medeniyetlere beşiklik, ve hattâ “ANALIK” etmiş olan ve adını bu vasıftan alan, yer yüzünün tek (en değerli) toprak parçası ‘Anadolu’ medeniyetinin; Türklerle değil, başkaca ırk, soy ve milletlerle başladığı iddiasıdır.
Bu iddialar en az ‘bülbül dağı’ masalı kadar yalan ve uydurmadır. (*)
Buraya kadar yapılan izahlardan da anlaşılacağı üzere, Atatürk, Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan Türk tarihini bir bütün olarak düşünmüş, dolaylı olarak da Anadolu’nun eski tarihi ile ilgilendirip irtibatlaşmıştır. Onun tarih çalışmalarının gayesi, Anadolu’nun Türk vatanı oluşundan önceki tarihini araştırmak değil, Türk tarihini bütün veçheleriyle araştırıp ortaya koymak; Buna bağlı olarak da son müstakil Türk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ni üzerinde kurduğu Anadolu’da bulunmamızı haklı gösterecek delilleri bulmaktır.
Başta Sümerler, Hitit-Etiler, Aka ve Akatlar olmak üzere Anadolu’da kurulan eski kültür ve medeniyetlere, yani Avrasya-Anadolu’nun gerçek sahip ve tarihi sakinlerine “Türklere” karşı; Daha erken-yakın dönem batılı göçmen ve işgalcileri Rum-Romalı, Pontus, adalı ve Makedonlara dayanarak, mesnetsiz hak iddia edenlere karşı manevî bir savunma silâhı hazırlaması bunun içindir.
DAHASI: Tekrarlamakta yarar var.Lozan Antlaşmasından dokuz yıl sonra 1933’de General Mac Arthur’a “Allah nasip eder, ömrüm vefa ederse Musul, Kerkük, Kıbrıs ve 12 Adaları geri alacağım. Selânik’te dahil olmak üzere, Batı Trakya’yı TÜRKİYE hudutları içine katacağım” (09) demesi, ‘Misak-ı Milli sınırlarını tamamlama, bütünleme ve geleceğe sınırlarla ilgili bir sorun bırakmama” konusundaki azim, irade ve kararlılığından dolayıdır.
Bu kararlılık, aynı zamanda gelecek nesillere bir vasiyet, ifa ve icrası zorunlu bir kutsal vazife, güvenlik stratejisi, kısa-yakın dönem ideali, Anadolu Türk ülküsü ve “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri..” ve/veya “Muasır medeniyet seviyesini aşmak” gibi, alınması ve varılması zorunlu bir “HEDEF” tir.   
Bazılarının zannettiği ve art niyetle-kasıtla iddia ettiği gibi Atatürk, Orta Asya Türk tarihine (BÜYÜK ATA YURDUNA) göz yumarak, Türklüğün tarihini Anadolu’nun eski kavimlerine (Sümerler, Hititler, Etiler vs. gibi) bilinçsiz ve dayanaksız teorilerle bağlamaya çalışmamıştır. Aksine, objektif ve gerçekçi bir yaklaşımla Anadolu’nun eski medeniyetleri ile Türk tarihini birleştirme esasına dayanan yeni, doğru ve gerçekçi ‘orijinal tarih tezini’ de; Bütün Türk bilim adamları ve kanaat önderlerinin üzerinde mutabık kaldığı “orijinal bir sentez” olarak  Orta Asya Türklüğüne, Ata Yurda bağlamıştır.
Bilindiği gibi onun dil ırkçılarına karşı geliştirdiği “Güneş Dil Teorisi” de Orta Asya kaynağına dayanmakta idi.
Atatürk’ün Dil ve Tarih tezleri, sentezleri hep aynı anlayışın eseridir.
Ancak ve maalesef, 1938 tarihli ‘karşıdevrim’ ve Kemalizm’in ‘gizlenen rejim” haline getirilmesi nedeniyle ikisi de tarihî birer “sakıncalı hâtıra” olarak kalmıştır.
Yani, her şeyin açık seçik, net anlaşılır biçimde ortada, görünür-bilinir olmasına rağmen, aklın, ilmin ve sağ duyunun; “Milli Tarih Şuurunun” hâkim olamadığı Türkiye’de pek çok konu gibi, Atatürk’ ün tarih, dil ve din (lâiklik) kuramları ve anlayışı da gayesinden saptırılmaya çalışılmıştır. Üstelik adı, hayatının muhtelif evreleri, sonradan uydurulmuş sözde hatıraları ve “bir bütünün içinden cımbızla seçilip ayrılan ve özel bir maharetle amaca uydurulan” vecizeleri kullanılmak ve menfur amaçlara alet edilmek sureti ile...
Şöyle ki;
Büyük Ata, Türk İnkılâbının önderi ve Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün aramızdan ayrılarak ebedi istirahatgâhına çekildiği günün hemen ertesinde “karşıdevrim” başlatarak, ezeli Türk düşmanları Lord Kingros ve Lloyd George’un yoluna giren kadrocular, aydınlıkçılar, dahili-harici bedhahlar, sabetay, dönme, devşirme, ateist ve paganlar (batı uşakları, Türk ve İslâm düşmanları) tarafından; 11.Kasım.1938’den itibaren, Türk Milletine şânlı geçmişini unutturmak, milli şuur ve köklü medeniyetinden koparmak; Özellikle ve bilhassa ATATÜRK’ ü ebediyen hafızalardan silmek için uygulanan menfur, sinsi emperyalist psiko-harp planına göre: TÜRK ün Anadolu’ ya gelişi inatla-ısrarla; 26.Ağustos 1071 Malazgirt Zaferine dayandırılmaya çalışılmıştır.
Bu bir Grek (Yunan-Rum), Sanskrit ve Lâtin tezidir. Maksatlı ve yalandır.
Ancak, Gaflet ve dalaletle, ısrarla devam ettirilen AB sürecinde bu ve benzeri beyin yıkama, bölme-parçalama taktikleri sistematik bir bütün olarak devam ettirilmektedir. 
Başta Milli Eğitim Bakanlığı müfredatında yer alan bütün (resmi) ders kitapları olmak üzere, piyasada satılan ve özellikle 1938-1950, 1960-2005 arasında basılan kitapların tamamında bu bilgi böyle verilmekte, yalan söylenmekte, tarih tahrif edilmekte ve körpe beyinler “bilinçle” yıkanmaktadır.
İlgili, yetkili ve sorumlular gaflet ve dalâlet içindedir.
Komşu Yunan Anadolu’ya İyonya derken ve Anadolu halkının kahir ekseriyetinin Türkleştirilmiş ve İslâmlaştırılmış Rum-Yunanlı olduğunu iddia ederken; Bu aymazlık, utanmazlık, ilgisizlik ve kayıtsızlık hicap vericidir. Üstelik, İngiliz, Fransız, Amerikan ve Alman kayıt ve kaynakları da bu saçma sapan, asılsız ve mesnetsiz iddiaları tasdik eder ve doğrular nitelikte olup, bu muharref, sahte, uydurma, hayâl mahsulü belge ve bilgiler pekalâ Yunan-Rum ve Ermeni soykırımı gibi, daha büyük ve alçakça bir yalanın, iftiranın sözde ispatı için kullanılmaya kalkışılmaktadır.
Bütün bu milletlerin ders kitaplarında koyu bir Türk düşmanlığı işlenmektedir.
Buna mukabil, bizim ders kitaplarımızda Ermeni mezalimi, Rum-Yunan, İngiliz, Fransız, Alman ve Amerikan zulmüne ilişkin tek bir satır bile yoktur.
Oysa, bu milletler 312 yılından bu yana Anadolu’da asimilâsyon, soykırım, haçlı seferi, gasp, irtikap, katliam ve soykırım yapmakla; Misyoner okulları açmakla ve Anadolu Türk medeniyetini yok etmeye teşebbüsle malul ve mahkum milletlerdir.
Çoğu tarih kitabı yazarının Ermeni, Rum, dönme ve devşirme orijinli olduğu göz ardı edilerek, onların kitaplarına itibar edilmekte, ilgili ülkelerin ders programlarında yer alan aleni “TÜRK DÜŞMANLIĞI”NA rağmen Türk çocukları adeta “Düşmanlarımıza Dost” bir ruh hali (psikoloji) içinde yetiştirilmeye çalışılmaktadır.
Dünyada eşi benzeri görülmemiş bir şey de, “MİLLİ” vasfını haiz iki bakanlıktan biri ve, kat’i surette yabancıların görev almaması gereken bir yerde ‘Milli Eğitim Bakanlığı’nda yabancı uzmanların çalıştırılması ve hem de söylendiğine göre: Talim Terbiye Kurulu’nda görev yapmalarına müsaade olunmasıdır.
Böyle bir vakıa gerçekse; Türk milletinin yapısında, çatısında, kimlik ve kişiliğinde meydana gelen yozlaşma, çürüme, ahlâki ve milli erozyonun suçlusu ve sorumlusu, bizzat, bu hale rıza göstererek görev yapan Milli Eğitim Bakanlarıdır. Bu bakanları atayan kabineler adına Başbakanlar ve onay mercii olan Cumhurbaşkanlarıdır.
Daha sonra tekrar değinmek üzere, şimdi devam edelim:
Yukarda açıklanan menfur süreçte:
“Anadolu’da kurulmuş bütün eski medeniyetlerde Türklüğün hakkı vardır. Çünkü bütün yüksek kültürler, medeniyetler Orta Asya’dan çıkmıştır. Orta Asya’nın yerli kavmi de Türklerdir” anlayışı, fikir-tez ve gerçeği tersine çevrilerek çok garip, fanatik batıcı ve Türk düşmanlığı ile malul bir mantıkla âdeta:
“Türklerin ataları eski Anadolu kavimleridir; Orta Asya ile bir ilgileri yoktur. Varsa bile Anadolu’ya geldikten sonra, melez (karma-karışık, orijini kaybolmuş) bir millet ortaya çıkmıştır. Biz onların devamıyız” gibi, hiçbir bilimsel yanı ve dayanağı olmayan ve sadece Türk düşmanlarının ekmeğine yağ süren ‘bilim ve gerçek dışı bir iddia” şekline getirilmiştir.
Maalesef itibar edilen de budur.
Bu görüşü ısrarla savunanlardan birisi olan Melih Cevdet Anday, bir yazısında şöyle diyor: “Bugün bilimsel tarihin kaynakları çok daha gerilere götürülmüş ve yorumlar çok değişik biçimler almaya başlamıştır.(...) Bugün bile çocuklarımızın ilkokul kitaplarında Orta Asya’dan -anayurdumuz- diye söz edilmektedir. Buna üzülmek azdır. Çıldırmalıyız. Bizim ana yurdumuz Orta Asya ise, Anadolu nemiz oluyor? Bu soruya karşılık bir Yunanlı çıkıp da “o da bizim ana yurdumuz” derse hoşlanacağımızı pek sanmıyorum. Oysa biz Atatürk’le birlikte bu toprağın uygarlıklarını benimseme yolunu tutmuşuzdur.”(10)
Böyle saçma bir yorum ve anlayışla, Atatürkçülüğü ve onun tarih anlayışı ile tarihi gerçekleri bağdaştırmak mümkün değildir.
Zira Türklüğün anayurdunun Orta Asya olduğu tarihî belgelerle sabittir.
Ayrıca Atatürk devrinde ve onun emirleri ile iki defa yayınlanan “Türk Tarihinin Ana Hatları” adlı kitabın ilk cümlesi “Türklerin ana yurdu Orta Asya’dır” şeklindedir. (10)   
Atatürk, Türklüğü ve Türk tarihini mutlak bir bütün olarak düşünmüş ve haklı olarak öyle değerlendirmiştir. Doğru olan da budur.
Ona göre Türklük ve Türk tarihinin kaynağı Orta Asya’dır.
Bütün Türkler, Orta Asya’dan dünyanın diğer bölgelerine yayılmışlardır.
Bu konudaki fikirlerini şöyle ifade etmiştir:
“Bizim Türk milletimiz eski ve şerefli bir millettir. Zaten Orta Asya’nın Altay yaylasında yetiştiği için kartalın meziyetlerini daha gençliğinde kazanmıştır. Tâ uzakları görüşü ve hızlı bir uçuşu vardır. Ve bu ruhu barındıracak kadar kuvvetli bir beden sahibidir. Zaten maddî olsun, dimağı (akli) olsun hiçbir sıkıcı kudret içinde durmaz. Bu yaratılışta olduğundan yüksek ana yurdunun dünyadan uzak vaziyetine karşı isyan etmiştir. İşte o zaman bu ilk Türkler başlarını alarak, dünyanın hem doğusuna hem batısına yayıldılar.”(12)   
Atatürk’ün Türklüğün kaynağını Orta Asya’ya bağlayan ve bugün ilmî bir gerçek olan Türk tarihi anlayışını bir tarafa bırakıp, Türkiye Türklüğüne başka atalar aramak Türk tarihini saptırmaya çalışmaktır.
Atatürk, bilim ve gerçek dışı bir şekilde, Anadolu Türklüğünün kaynağını eski Anadolu kavimlerine bağlamaya veya onlarla karışarak yeni bir melez millet meydana getirdiği fikrini yaymaya asla çalışmamıştır. Ancak, silâhla müdafaa ettiği Anadolu’yu tarih ve kültür yoluyla da müdafaa etmek için çalışmıştır. Bugün “millî şuur” sahibi olamamış bazı okumuşlarımız, Orta Asya’dan devam edip gelen Türk tarihi anlayışı yerine durmadan “Anadolu Medeniyeti”, “Anadolu Uygarlıkları”, “Anadolu halkları”, “Anadolu insanı” v.s. gibi gariplikler icat etmektedirler. Anadolu’nun, bugünkü insanları da bütün halkı da Türk’tür. Türk milletinin en az 4000 yıllık yurdu ve mutlak bir parçasıdır Anadolu. “Anadolu halkı”nın, “Anadolu insanı”nın kültürü, gelenekleri, medeniyeti diye bir şey yok; Türk milletinin medeniyeti, kültürü, gelenekleri v.s. vardır.
İşte bu nokta-i nazardan hareketle Büyük Önder ATATÜRK, yeni nesillere şöyle bir vasiyet, emanet ve “UYARIDA” bulunmuştur:
ATATÜRK’TEN UYARI (Gazi Mustafa K. ATATÜRK; Yersiz, gereksiz, sebepsiz ve anlamsız değil bir söz, tek bir sözcük bile söylememiştir. Peki, aşağıdaki sözleriyle Atatürk kimlere karşı Türk milletini uyarmak istemiştir? Düşünün ve konuyla ilgisini kurun bakalım!)
“Tarihimizi inceleyiniz. Türk’ün çektiği bütün felaketler, karşılaştığı tehlikeler ve kötülükler hep kendi öz benliğini, milli varlığını ihmal ederek, nereden geldiklerini ve ne oldukları, hangi nesle ait bulundukları belirsiz birtakım kimseleri kendilerine yönetici tanıyarak onların bilinçsiz bir aracı olmak durumuna düşmüş olmasıdır.” Mustafa K. Atatürk
Şimdi söyleyin bakalım:
Atatürk’ün bu uyarısı, günümüz için de geçerli midir?
Fakat, elbette, Türk milleti Anadolu’yu yurt-vatan edinmeden önce burada bazı kavimler, milletler ve medeniyetler bulunmuş olabilir. Fakat bunlarla Türklüğün ve Türk Medeniyetinin aynı topraklar üzerinde bulunmaktan başka bir bağı yoktur.(13)
Bunu kimse iddia edemez.
Anılan topluluklar, olsa olsa, Türk milletinin yüksek medeniyeti, temel bir değer olan insan sevgisi, adaletle himaye ve engin hoşgörüsüne dayanan ‘devlet geleneği’ dahilinde varlıklarını sürdürmüş gruplar biçiminde düşünülebilir.
Anadolu’da yaşamış eski kavimlere ait medeniyet kalıntılarını, devletimizin sınırları içinde kaldığı için insanlık adına korumak, onlardan turizm aracı olarak istifade etmek başka şey; onlarla hissî, millî bağ kurmaya çalışmak başka şeydir. Bu iki ayrı konuyu birbirine karıştırmamak lâzımdır. Kaldı ki “eski Anadolu medeniyetleri, kültür ve inanç bakımından bize çok uzaktır. Sanat eserleri vasıtasıyla bile onlarla hissî bir bağlantı kurabilmek bir hayli güçtür. Bunun sebebi, bizim bin yıldan beri onlardan çok farklı bir kültür iklimi içinde yaşamamızdır.”(14)
Oysa, tarihi eserlere karşı Atatürk ve Türk Milleti’nin gösterdiği himaye, sahiplik, saygı ve koruma, başta Batı medeniyetleri (!) olmak üzere hiçbir devlet ve millet tarafından düşünülmemekte, tam aksine Osmanlı, Türk ve İslâm eserleri tam bir haset, kıskançlık ve amansız bir kindarlık ve nefretle yok edilmektedir. İslâm medeniyetini, özgün eserleri, bilim ve kültüre derin katkıları, yüksek değerleri ve insani yaşam biçimi bakımından başta  Endülüs örneği olmak üzere bütün Avrupa da kazıyan papalık, Portekiz ve İspanyadır. Osmanlı-Müslüman-Türk eserleri yönünden ise Batıda Po ovasından (İtalya) tutun, eski Yugoslavya, Arnavutluk, Yunanistan, Bulgaristan, Macaristan ve Romanya en kötü örnekler durumundadır. Üstelik vahşi batı bu tahribatı örgütlü ve plânlı bir biçimde yapmaktadır.
Bu amaçla Sırp-Çetnik, Schwaba (Alman-Fransız-İtalyan) ağırlıklı olarak (1364) kurulan, Çrna Ruka diye anılan ve Osmanlı’ya çok büyük hasar, maddi-manevi zarar veren ve büyük tahribatların mesulü olan “kara el” çetesi bu devletler tarafından sevk, idare ve organize edilmiş olup;  Kara El’ in birinci vazifesi Türk ve Müslümanları, ikinci vazifesi ise: Türk ve Müslüman eserlerini yok etmek, Türk ve Müslümanların Musevi, İsevi ve diğer dünya halklarına vaki himmet ve hizmetlerini unutturarak tarihten silmek, üçüncü ve son (muhtelif namlar altında güncel) vazifesi de: Türk, Osmanlı ve İslâm kaynaklarını tahrif ederek, günümüz AB stratejilerinin gerçekleşmesine zemin hazırlamaktır.
Hariçte daima ve her fırsatta bu yıkım, tarumar, tahribat, tarihten ve tabiattan silme eylemini sürdüren bu menfur örgüt (CR/daha sonra CFR) vasıtasıyla 16 Eylül 1863’de Amerikalı misyoner Christopher Robert, dönemin en yüksek dereceli mason, misyoner casus ve Yahudilerinden, İstanbul’ da yerleşik, tebaadan bir tüccar Cyrus Hamlin ile papalık ve patrikhane tarafından kurulan Robert Kolej; Osmanlının parçalanması ile Türk’lerin Öz Yurdu Anadolu’nun maddi ve manevi tahribatını üstlenecek ve fiilen yürütecek kadroların oluşturulması görevini üstlenmiş ve yürütmüştür. 
1900’lerden itibaren her derece ve düzeyde devlette yerleşik (kadrolaşmış hale gelen) resmen görev, yetki ve sorumluluk alan Robert Kolej mezunları; Harici bedhahlara büyük destek sağlamış ve dahili bedhahlar sıfatıyla yetiştirildikleri ve kirli amaca uyum sağladıkları için en büyük ihanetlerini Osmanlı’ya karşı tezgâhlayarak, art arda ihanet ve bizzat hazırlanan felâketlerle koskoca devleti bitirmişlerdir. Daha bitmedi...
Bu sistemli ajitasyon, cebri işgal, faşist yönetim, jenosit-soykırım, şer ve şeytani zihniyet tarafından 12 Adalar, Girit ve Rodos’ta tek bir Türk eseri kalmamış; Şimdilerde Güney Kıbrıs çete devleti dahi Türk-İslâm eserlerini mezarlık ve tarihi evler, türbe, han ve hamamlar dahil yer yüzünden silmeye ve yok etmeye koyulmuştur. İşte ‘batı medeniyeti’ dediğimiz kefere bu kadar cahil, cani ve ruh dengesi bozuk bir katiller güruhudur.
Bulgaristan’dan öte, Romanya’dan itibaren Azerbaycan’a kadar olan coğrafyada da aynı eser-tarih katliamını görmek mümkündür. Osmanlı-Türk, İslâm eserlerine karşı en büyük katliamı ise İslâm düşmanı ve din tüccarı Vahhabi Suud ailesi yapmıştır ve halâda yapmaktadır. Aslen Beni Kaynuka soyundan asaleten Yahudi (dönme) olan Suud’lar ve Faysal’lar; Kafadan ABD, gönülden İsrail ve mideden İngiltere ve Fransa’ya bağlı, lâkin dünyanın bir numaralı Atatürk ve Türk düşmanıdırlar. Nihai vukuatları ise, Mekke’de kalan son Osmanlı kalesini de yerle bir etmek ve yıkılan kalenin yerine bir otel yapmak olmuştur. Hatırlayınız. Dahildeki Robert Kolej orijinli yöneticiler ile El Ezher çıkışlı din tüccarları Arap’a çanak tutmuş ve muhtemelen bazı kirli çıkarlar ve esasen taptıkları para uğruna kutsal şehir Mekke-i Mükerreme de kalan son ecdat eserine sahip çıkamamışlardır.
Bu “tek tanrıları PARA olan” fakat yanı sıra İsrail-AB-ABD’ye de tapan Robert Kolej, Şam veya El Ezher orijinli Anadolu düşmanları, dönme, devşirme ve sabetaylar; TC dışında yer alan nadir Türk ve İslâm eserlerinin tahribine (mahsus) seyirci kaldıklarından başka, 1963 yılından itibaren AB destekli projeler ihdas ederek; Sözde “Dinler Arası Diyalog”, “Haç Turizmini Teşvik”, “Anadolu Kültür ve Medeniyetlerini Yaşatma” adı altında “Anadolu Türk (Sümer, Eti/Hitit, Selçuklu, Osmanlı ve diğer) eserlerini yok etme ve tamamı putperestlere ait sapık tapınak, meyhane, Pazar, panayır ve tiyatrolardan ibaret “eski Roma” eserlerini, tarihi dekor, adet, gelenek ve görenekleri dahil ihya etme kalkışmalarına çanak tutmaktadırlar.
Oysa, bütün bu eserler Türk’ün iyi niyetli koruması, sahiplenmesi, engin hoşgörü ve müsamahası sayesinde bu günlere ulaşabilmiş değil midir? Bütün bu kin, nefret, cürüm işlemek için insanları, devlet ve milletleri tahrik, örgütlü güçleri teşvik ve yegâne eğilim, amaç ve varlık sebebi Türk milletini Anadolu’ dan tahliye olan papa (BABA)‘nın son mesajı:
“ÜLKENİZİ (Anadolu’yu) VE DİNİZİ (İslâm’ı) BIRAKIN” değil mi!(*)       
Fazla uzatmayalım.
İşte, bu ve benzer binlerce nedenle, dünyanın en medeni milleti Türklerdir. 
Geri kalmışlık sadece ekonomi ve teknoloji alanındadır.
O’ da “Madde ve Manâda Bütünlük” konulu makalemizde (15) bütün safhalarıyla arz ve izah ettiğimiz şekilde; Gaflet ve dalâlete düşen son Osmanlılar, İttihat ve Terakki partisi mensupları ile bunların himayesinden yararlanarak vatanı tahrip eden dahili ve harici bedhahların ABD ve AB ülkeleriyle müşterek marifetidir.   
Ancak, hangi maksatla olursa olsun, Türkiye tarihini Türk tarihinden kopararak “Anadolu tarihi” ve “Anadolu medeniyetleri” içinde mütalaa etmek isteyenlerin artık gaflet ve dalâlet-ihanet uykusundan uyanmaları gerekir. Çünkü böyle bir anlayış Türklüğü bölmekten, Türkiye Türklüğünü dünya Türklerinden koparmaktan başka bir işe yaramaz.
Bu istikamette faaliyet gösteren gafil ve hainler hakkında Atatürk; “Türk birliği’ ne inanıyorum, çünkü onu görüyorum” diyerek işaret etmiş, Türk Birliğini nihai hedef olarak göstermiş ve kat’i irşâdını bu şekilde bildirmiştir. (16)
Ulu önder Atatürk’ün bu istikametteki kararlılığının bir başka delili de;
“Bugün Sovyetler Birliği dostumuzdur. Komşumuzdur. Müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat, yarın ne olacağını kimse bu günden kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir. Ufalanabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim bir dostumuzun idaresinde; Dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak, yalnızca o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lâzımdır. Millet buna nasıl hazırlanır ? Manevi köprüleri sağlam tutarak.. Dil bir köprüdür. İnanç bir köprüdür. Milletimize inmeli ve olayları böldüğü tarihimiz içinde bütünleşmeliyiz. Onların, (Türkiye dışındaki Türklerin) bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekli.” (17)
Burada verilmek istenen çok açık bir masaj var. O’ da, “Önce ve mutlaka Misak-ı Milli sınırlarını korumak, tahkim etmek ve tamamlamak gerekir. Tamamlamak nedir ? Milli yeminin icabı olan Kıbrıs, 12 Adalar, Selânik dahil Batı Trakya, Musul-Kerkük ve Nahçivan’ı geri alarak ülkemiz sınırlarına katmak, Azerbaycan sınırlarına dayanmak suretiyle Türk Birliği’ne giden yolu açmaktır.” Alınması gereken mesaj ve anlaşılması-yapılması gereken budur. Bu da, önce ANADOLU’ da sağlamlaşmak ve ebedileşmek ile mümkündür.
Önce, Anadolu üzerindeki kara bulutlar dağıtılmak ve Avrasya sağlama alınmak, milli hakimiyet, hürriyet-bağımsızlık ve hükümranlık garanti altına alınmak zorundadır.
Büyük nutkunda Gazi Mustafa Kemal şöyle diyordu: “Dünyanın bize saygı göstermesini istiyorsak, önce bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu saygıyı hissi, fikri ve fiili olarak bütün davranış ve hareketlerimizle gösterelim. Bilelim ki, milli benliğini bulamayan milletler başka milletlerin avı olurlar. Milli varlığımıza düşman olanlarla dost olmayalım. Böylelerine karşı bir Türk şairinin dediği gibi;
“Türküm ve düşmanım sana, kalsam da bir kişi” diyelim.
Düşmanlarımıza bu gerçeği anlattığımız gün, fikrimize, idealimize, geleceğimize yan bakan her kişiyi düşman kabul ettiğimiz gün, milli benliğe uzanacak her eli şiddetle kırdığımız, milletin önüne dikilecek her engeli derhal devirdiğimiz gün, gerçek kurtuluşa ulaşacağız. Ve, sizler gibi aydın, azimli, imanlı gençler sayesinde bu kurtuluşa ulaşacağımıza emin olabilirsiniz..” (18)
Ayrıca; “Türk milleti kurtuluş savaşından beri, hattâ bu savaşa atılırken bile, mahkûm milletlerin hürriyet ve bağımsızlık davalarıyla ilgilenmeyi, o davalara yardım etmeyi benimsemiştir. Böyle olunca, kendi soydaşlarının hürriyet ve bağımsızlıklarına ilgisiz davranılması elbette uygun görülemez. Fakat, milliyet davası şuursuz ve ölçüsüz bir dava şeklinde düşünülmemeli ve savunulmalıdır. Milliyet davası siyasi bir mücadele konusu olmadan önce şuurlu bir ideal meselesidir. Şuurlu bir ideal demek pozitif bilimlere ve bilimsel yöntemlere dayandırılmış bir hedef ve gaye demektir. O halde, propagandalarda denenmiş yöntemlere müracaat etmek şarttır.
Türkiye dışında kalmış olan Türkler, önce kültür meseleleriyle ilgilenmelidirler. Nitekim biz, Türklük davasını böyle uygun bir ölçüde ele almış bulunuyoruz. Büyük Türk tarihine, Türk dilinin kaynaklarına, zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz. Baykal ötesindeki Yakut Türk’lerinin dil ve kültürlerini bile ihmal etmiyoruz.” (19)
Dahası; “Türk eli büyüktür ve yeryüzünde yalnız o büyüktür. Her yeri dolduran Türk’tür ve her yanı aydınlatan Türk’ün yüzüdür. Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı hep bir ırkın evlâtları, hep aynı cevherin damarlarıdır. Bizim yeni işimiz budur. Bu damarlar birbirini tanısın. Bu dediğim şey olduğu zaman, başka bir alem görülecek ve alem dünyaya hayret verecektir. Türk’ün varlığı bu köhne âleme yeni ufuklar açacak güneş ne demek, o zaman görülecek. Bu karmaşık işlerin içinden yükselebilmek için bize dirilik gerekir. Birlik onunla beraber yürür. Diri yalnız Türk milletidir. Birliği ortaya koyan da Türk’tür, dilediğine ne olduğunu anlatan da Türk’tür, çalışalım”(20)
Bu ayrıntıları, bilhassa 1938’den itibaren yürürlüğe konulan içine kapanma, Türk dünyasından uzaklaşma ve Batının tefessüh etmiş kültürüne entegre olma eğilimlerinin, başta Atatürk olmak üzere ‘kurucu unsurun” kahir ekseriyeti tarafından tasvip edilmediğini açıklamak ve ispatlamak maksadı ile konuya eklemiş bulunuyorum.
Şimdi tekrar ayrıntılara daldığımız yere dönelim:
Yine dilimizi “Özleştirme” adı arkasında da aynı oyunların oynandığı düşünülürse, izah etmeye çalıştığımız “Anadolucu tarih ve siyaset anlayışının”, “Anadolu medeniyetleri” sevdalılarının eliyle dünya Türklüğünün merkezi ve öncüsü olmaya çalışan Türkiye Türklüğü üzerinde oynanan. oyunları kolayca anlaşılır.
Hele bunları Atatürkçülük adına yapmak büyük bir Türk milliyetçisi, Türklüğün 20.yüzyıldaki büyük öncüsü Atatürk’e karşı gaflet içinde değil ihanet içinde olmak demektir.
“Tarih yazmak, tarih yapmak kadar önemlidir. Eğer yazan, yapana sadık kalmaz ise, değişmiş olan hakikat şüpheli bir şekil alır ki, beşeriyetin yolunu değiştirir. Biz daima hakikati arayan ve onu buldukça ve bulduğumuza kani oldukça söylemeye cesaret gösteren insanlar olmalıyız. Tarih bir milletin kanını, hakkını, varlığını, hiçbir zaman inkâr etmez, edemez.” (21)
Anadolu (AVRASYA) ile bu coğrafyayı bütünleyip tamamlayan Suriye, Lübnan ve Kudüs interlandı, yıllar önce batının ‘müstakbel yaşam alanı’ olarak seçilmiş ve belirlenmiş, dünyanın en önemli, değerli, iklimi ideal ve zengin topraklarıdır.
Oldum olası batının gözü buradadır.
Bu batı için bir idealdir. Sevdadır.
Bu sevdadan kolay kolayda vazgeçmeleri mümkün değildir.
Bu nedenle, büyük önder Atatürk’ün yukarda açıklanan ve ‘ezel-ebed düşman batının’ menfur emellerine dikkat çeken söz, nasihat ve vasiyetleri, bütün Anadolu, dünya  ve uzay Türklüğü tarafından bilinmeli, çok dikkatli, tedbirli ve akıllı olunmalıdır.     
Aslında bu, 1500 yıldır inatla, ısrarla sürdürülen menfur bir de’zinformasyon ve psikolojik harp’ in ürünüdür. Bu taktikle Selçuklu öncesi Anadolu kana bulanmış, Selçuklu parçalanmış, Anadolu Beyliklerine ihanet ve fesat tohumları saçılmış ve Osmanlı’nın yeni bir Türk Devleti olarak kurulmasını önlemek için her türlü gayret sarf edilmiştir. Osmanlı kurulduktan sonra ise, İsevi din adamları, Yahudiler, Hahamlar, Kilise, PAPA ve Papazlar kullanılarak çok sinsi ve alçakça bir faaliyetle 1923’e kadar bu menfur faaliyetlerini ısrarla sürdürmüşlerdir.
Öyle ki, Osmanlı’yı yıkan ve parçalayan, ırkçılığı körükleyen ve bölücülük yapan bütün din ve devlet adamları (çete başları) milli sınırlar içinde faaliyet gösteren misyoner okulları ve yabancı misyon kolejlerinden mezundur.
Bu hain, menfur plânın ikinci aşama, son evresi olan ve Osmanlı Coğrafyasını taksim etmek, parçalamak ve bölmek amacını matuf Birinci Dünya Savaşı’nın Anadolu’da vaki hareket ve faaliyetlerini şöyle bir gözden geçirelim bakalım:
Tıpkı bugün olduğu gibi o zaman da yabancılar toprak alıyorlardı. Başta Ege, Akdeniz, Hatay, Van ve civarı ile Kars, Rize (Potamya-Güneysu) dolaylarında bu arazi ve emlâk alımları yoğunlaşmıştı. Özellikle, Merzifon'da, Amerikalı misyonerler bazı arazi ve tarlaları satın almışlardı. Merzifon, Pontus faaliyetinin bölgedeki önemli merkezlerinden biri olmuştu. "1884 tarihinde Amerikan misyonerlerinin teşebbüsüyle şehrin kuzeyinde bir kısım arazi ve tarlalar satın alınmıştı. Buralarda inşaata başlanarak kısa zamanda ev, okul, aşhane, kütüphane, marangozhane, eczane, hastane gibi birçok müesseseler meydana getirilmişti. Öksüzler ve dilsizler mektebi de bulunduğu gibi, o zamanlara göre ilk, orta, lise derecesinde tahsil gösterilen her derece ve düzeyde okul ve Kolejlerde lisan olarak İngilizce, Fransızca, Rumca ve Ermenice okutuluyor ve konuşuluyordu. Kısmen Arapça, Farsça, Türkçe dersleri de vardı."
Atatürk bir yandan Milli Mücadeleyi örgütlüyor, bir yandan da yabancıların dört bir yanda yürüttüğü ihanet faaliyetlerini tespit etmeye, izlemeye ve önlemeye çalışıyordu. Zira, bütün Misyoner okulları Kurtuluş Savası'na karsı emperyalist işgalci güç ve ülkelerin savaş aygıtı konumunda ve durumunda idiler. Asi ve işgalci düşmanla, casusluk, tahkim, iaşe, ibade ve insan gücü temin-takviye dahil tam bir işbirliği içinde hareket etmekte ve faaliyet göstermekte idiler. Atatürk ve arkadaşları tarafından yürütülen milli mücadeleye karşı çok hain ve mukavim bir güç durumuna gelmişlerdi. 
Bu yolda Amerikalıların yardımı ve yönetiminde, Merzifon Amerikan Koleji'ne Amerikan malı silahlar getirilmiş, Rum gençleri örgütlenmiş, okulda ayrılıkçı kulüpler kurulmuştu. Büyük Millet Meclisi hükümetinin kararıyla büyük bir soruşturma başlatıldı ve okul kapatıldı. Bunu diğer il ve bölgelerdeki misyoner okullarının kapatılması takip etti. Atatürk'ün masonlar ve misyonerliğe karşı nefreti büyük ve tavrı net idi. Örneğin, ağır işgal koşullarında, Amerikanın Yakındoğu Heyeti'nin yetimhane, çiftlik ve okul açmak için izin istemesine karşı aldığı tutum son derece sertti.              
Atatürk, 3 Ocak 1921'de İçişleri Bakanlığına gönderdiği müstacel (acil ve zaruri) bir yazıda: "Amerikalılar tarafından numune çiftliği ve sair benzeri müesseseler husule getirilip buralarda kendi tebaamızdan olan binlerce çocuğun Türk hükümeti ve milletine karsı dostane ve sadıkane olmayan hissiyatla donanmış olarak yetişmelerine asla müsaade ve müsamaha edemeyiz" denmekte ve hükümetleri vatan topraklarını yabancılara satmaktan men etmektedir. İktisadi, sınai (endüstriyel) amaçlar ile bu amaçların tahakkuku ile mukayyet muvakkat satışa izin veren ve fakat bunun haricindeki satışlara kesinlikle ve asla izin vermeyen “Köy Kanunundaki düzenlemeler” Atatürk tarafından yapılmıştır.
Köy Kanununda yer alan “Yabancılara gayrimenkul satışına ilişkin” yasakları kaldırarak, yasada amir usul ve esasları değiştiren hükümetlerin ne denli Türk, ATATÜRK ve ANADOLU düşmanı olduklarını varın siz taktir edin. Üstelik, mütekabiliyet ilkesinin tabii bir gereği olan “milli değerleme” norm, ilke ve kriterlerinin satış şarlarına dahil edilmemiş olması, mezkür eylemin (1974 yılı itibarıyla yargı ve Anayasa Mahkemesi kararları mucibi) tam bir “vatana ihanet” suçunu oluşturduğu ayan beyan malûmdur.
Oysa, ANADOLU, tefessüh etmiş Avrupa’nın gelecekteki “en ideal yaşam alanı” olarak seçtiği ve asırlardır ele geçirmeyi hayâl ettiği “efsanevi” bir coğrafya, mucizevi bir toprak parçası ve yer yüzünün en mükemmel iklim ve yaşam koşullarına sahip alanıdır. Yer yüzünde ANADOLU kadar değerli başkaca bir toprak parçası yoktur. Merhum, adı  Anadolu ile müsemma ve müstesna büyük ATA bakınız Anadolu’yu nasıl algılıyor, ne kadar veciz, edebi, duygusal ve eşsiz, harikulâde bir lisan ile anlatıyor:   
 
ANADOLU ve VATAN SEVGİSİ
Bu bölüm içinde Atatürk’ün, (muhtemelen) yıllardır gizlenen ve gün ışığına çıkartılmayan “ANADOLU ve VATAN SEVGİSİ” üzerine çok veciz bir söylemini, belki de  ilk defa olmak üzere sizlerle paylaşmak istiyorum:
"Aziz ülke, Büyüklüğün ve iyiliğin ezeli perestijkarı (sevdalısı) olan Anadolu evlatları, Son hayat ve istiklal cenginde, beşeriyetin yaratamayacağı varlıkları imanlı kalplerinden taşan bir kuvvetle vücuda getirirlerken, onun içinde bulunmayanlar, o mukaddes heyecanı yaşamayanlar, kim bilir, o büyük kuvvetin ilhamını milletimizin hangi membadan aldığını tasavvur ve tahayyül ederler; Ve kim bilir bu büyük işi ne yanlış bir muhakeme ile tahlil ve tetkik ederler.
Anadolu'yu dışından ve içinden sezmeyenler, yeşil, sık ormanlarının dallarını yararak, bereketli ve sonsuz ovalarına inmeyenler; tufanların yardığı keskin kayalarıyla semayı delen dağların demir ve bakır sinesinden aşarak büyük ovalar içinden gürültüler, kıyametler koparıp çağlayan ırmakların soğuk sularından içmeyenler; Ve yanık sesleriyle hasret türküsü çağıran memleket kızlarını, dertli kavalına uzun ve eski hatıraları üfleyen engin ruhlu Anadolu çobanlarını karşısına alıp dertleşmeyenler, o kudret ve kuvveti bir türlü anlayamazlar.
Anadolu...
Ey gönülleri hicran ve hasret dolu anaların evlatlarını göğsünde barındıran sevimli ve tarihi yurt!...
Ey büyük kahramanların her bucağında at oynattığı aziz ülke...
Sen o kadar esrarlı ve tılsımlı güzelliklerin, yüksekliklerin içtimagâhısın ki: Fırtınalardan ilham alan şairlerin kalemi ancak senin bir ağacının dalı ve tabiatının güzelliğinden levha yaratan ressamların eseri, senin güzelliğin yanında nihayet bin bir renk ve manzaranın bir parçasıdır. Anadolu'da sönmeye mahkûm aşklar, bülbüllerin candan gelen ve cana tesir eden sesiyle, sönmek üzere bulunan hayatlar taze çam ağaçlarının keskin ve zevk-aver kokularıyla, hasretten eriyen gönüllerde saz şairlerinin ruhtan ruha ateşli bir sel halinde süzülen feryatlarla verilir. Korkunç ölüm, bu diyarın üzerinden korkarak geçer. Ölmeyecek milletin bu ebedi mekanı üzerinde baykuş feryadını bülbül sesi boğar, hasta, alil ihtiyarların son iniltilerini cenk havası içinde bir kasırga gürültüsü koparan genç Anadolu çocukları dindirir.
Burada her dermansız;  kahramanlar karargahına kurþ’un ve gülle taşımak için yerinden kımıldanır ve gökten inen bir ses, bütün ruhlara hayat ve hareketi emrettiği zaman, Anadolu'da boş duran bir tek Türk'e rast gelmiş bir çift göz bulunamaz. İstiklal ve zafer uğrunda dökülen kanlarla sinesini süsleyen Anadolu'da renksiz ve soluk bir manzara yok gibidir. Orada her şey ateşli rengiyle gözleri yakar. Bu diyarda yaşayanlar dünden bugüne ve bugünden yarına kahramanlık, şeref ve fedakarlık taşımaya memur edilmiş, ümit ve iman telkinine gönderilmiş manevi birer heyet gibidir. Her evin içinde dünün şerefini yaşatmak için bugününü feda edenlerin isimleri, her mübarek günde en derin hürmetlerle anılır.
Ekseri çocukların gözlerinde daima iki damla yaş ve göz bebeklerinde titreyen solgun bir hayal görürsünüz. Bu çocuklar meçhul kahramanların yadigarlarıdır. Yurdun her bucağından esip gelen rüzgarları, büyük şehidlerin kahramanlık hislerini küçüklerin kalbine bırakır. Onun içindir ki her evde yaşayan küçük kalplerin içinde büyükler vardır ve her Anadolu evi kimsesizlere kapısını şefkat ve hürmetle açan birer yuvadır. Anadolu'yu gezenler, gördükleri şekle bakarak hükümlerini vermeye kalkarlarsa aldanırlar. Tabaka tabaka onu saran tarihi yaprakları birer birer çevirmedikten tetkik etmedikten sonra, Anadolu için rey vermek doğru olamaz. Anadolu'da saf ruhların bağlı kaldığı ölümsüz hatıralar vardır. Mübarek günlerde ziyaret edilmesi, miras gibi, ecdattan intikal etmiş öyle mezarlar vardır ki, bunlarda çok uzak zamanlara ait gazaların kahramanları yatar.
Anadolu köylüsü bu ziyareti ifada kusur etmeyi en büyük günah bilir ve bu ziyaret her gün; ölen ve yaşayan kahramanların gurur veren destanlarını yad ve tekrar ile eda edilir. Anadolu yavrusunun süzgün ve kayıtsız gibi görünen bakışlarının altındaki vefakar ve asil nurunu görmek ve anlamak için ruhunu bilmek lazımdır. Anadolu evladı, bulutlar içindeki yıldızlara benzer: Küçük bir heyette gizlenmiş koca bir âlem. Yabancılara açılmayan kalbinin ifadesini yalnız gözleri ifşa eder.
Onlar büyük tahammüllerin timsalidirler.
İhtiyar tarih, hiçbir vakit bu kadar sabur (sabırlı) bir millete tesadüf etmemiştir. Anadolu evladı, bugüne kadar gözü kapalı girdiği muharebelerden bin bir zaferle dönmüştür. Bugün ise gözleri açık olarak atıldığı mücadeleden, mutlaka istiklaline sahip bir devlet vücuda getirerek çıkacaktır.
Çünkü Anadolu evladının mukadderi bu!...
Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk Milleti ve özümüzden aldığımız güç ve güvendir." Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK (*)
Şimdi tekrar günümüze dönelim. ABD-Papa destekli AB kisve ve maskesi ardında uygulanan menfur projenin son aşamasına bakalım:
Yukardan itibaren anılan ve açıklanan bu, kapitalist-emperyalist psikolojik harp planına göre 1071 tarihinin (bazı gafil iç unsurlar ve hattâ çok milliyetçi geçinen kesimler dahil olmak üzere) inatla tekrarlanıp durulmasının altında; Özellikle ve bilhassa vahşi, hırsız, yolsuz ve emperyalist batının ezeli ‘şark meselesi’, Vatikan’ın ‘hilâli-salip” çatışması, dinler arası (!) diyalog konsepti;
Büyük Britanya İmparatorluğu’nun (İngiltere’nin) 21 Temmuz 1923’de Lord CURZON önderliğindeki İngiliz delegasyonu ile genç Türkiye Cumhuriyeti’nin Lozan heyeti adına İsmet İNÖNÜ tarafından (Türkiye ile İngiltere arasında) imzalanan “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ÖZERK ancak, sonuç olarak İngiliz Milletler Topluluğu üyesi olduğunu kabul eden anlaşma”;
Ve dahi, 1939 ile 1950 arasında Türkiye ile başta ABD olmak üzere Yunanistan, İngiltere, Almanya ve diğer ülkeler arasında (Türkiye ve Türk-İslâm halkı aleyhine) akitli “GİZLİ ANLAŞMALAR” kullanılarak Anadolu’ya el koyma niyetleri ile bu amaç ve istikamette 1945’li yıllarda ABD’nin planladığı "Yeşil Kuşak projesi” ürünü: ‘günümüz söylem biçimi’ ile bir nevi ‘ılımlı İslâm’ tarzında tanımlanan “tarihi anlam, önem, dini değer ve içeriğinden soyutlanmış, içi boşaltılmış” Türk-İslam sentezi” yatmaktadır.
Yani, emperyalizme karşı verilen efsanevi bir red, direniş ve başkaldırı sonucu Mustafa Kemal ATATÜRK ve arkadaşları tarafından kurulan milli-laik, özgür, hâkim ve hükümran, tam bağımsız ve bağlantısız Türkiye Cumhuriyeti yerine; 1750–1900 “Bir İmparatorluğun Yağması” yıllarını yaşayan “Batıya kul-köle, dinini, diyanetini, milliyetini, milli, ilmi ve kültürel değerlerini unutmuş, AB ve ABD’ye açık Pazar olmuş, yüksek değer ve tarihi devlet geleneğinden arınmış "Ilımlı İslam" veya ‘dejenere bir yeni Osmanlı’ (!) sistemi... Yahut da, evanjelist sahte peygamberlerin insani yönden mutasyona uğramış  din tüccarları için yazıp hazırladıkları “gerçek furkan” ve buna dayalı olarak BOP ve BİP, Hiçbir dini, ilmi ve İslâm’ i hükmü (değer ve gerekliliği) haiz olmayan halifeliğin ihyası v.s.. Bu ne enteresan ve ham bir hayâldir. Lâkin, son Osmanlı halifesi dahil, pek çok Osmanlı din adamı (!) ile vükelâsının mason, misyoner, dönme, devşirme yahut sabetay olmasından cesaret alınarak geliştirilmiş bir ‘menfur’ plân. Yani ütopya...
Aslında Proje, Batılı Hıristiyanlar tarafından, yaklaşık 2000 yıl önce Anadolu’ya gelerek yerleşmiş Türklere karşı bir tedbir olarak ilk kez 19 Haziran 325 tarihli İznik Konsüller toplantısında ele alınmış ve yürürlüğe konulmuştur. 625 yılında tekrarlanan toplantıda; Bu menfur projenin pekiştirilmesi yanında, 2533 İncil arasından 4’ü seçilip, Barnaba İncili aforoz edilmek suretiyle “kapitalizm ve emperyalizm” İncil’le bütünleştirildi.
Engizisyon mahkemelerinin kurulmasına karar verildi.
Hızla ilerleyen ve genellikle Hun, Ak Hun, Avar, Bulgar, Çuvaş ve Peçeneklerin itibar ettikleri Bogomile mezhebine karşı en vahşi önlemlerin alınmasında mutabık kalındı. Mevcut İnciller her türlü İslâm’ i mesaj, ima-imaj, Kur’an la uyuşan ve örtüşen söz, söylem ve son peygamberin adı ile Müslümanların yaşam biçimlerini anımsatan kelime ve kavramlarından ayıklandı. Barnaba İncil’i ise “Muhammet veya Ahmet isminde bir peygamberin ‘son peygamber’ olarak geleceğini ve bütün İsevilerin Muhammed’e intisap etmesi gerektiğini müteakip yerlerinde ‘açık birer ayet olarak’ ihtiva ettiği (Kur’an da yazılı olduğu biçimde haber verdiği) ve çoğu yerinde Müslümanların kitabı ile uyuşup örtüştüğü için dışlandı. Bütün dünyada toplatıldı, Yakıldı ve yok edildi.
Bu kararlar doğrultusunda, 1071 öncesi asırlardı Anadolu’da mukim ve fakat Müslüman Türkleri asimile etmek ve sonrasında ardı arkası kesilmeyen Türk ilerleyişini durdurmak, Kudüs ve Hıristiyanların diğer kutsal saydıkları yerleri geri almak için 1096-1270 yılları arasında toplam sekiz Haçlı Seferi ve bir dizi küçük sefer düzenlendi. Netice alınamadığı görülünce bu defa Papalar, Haçlı Seferleri boyunca ve sonrasında "Anadolu ve Rumeli'yi istila etmekte (kurtarmakta) olan Türklere karsı Avrupa milletlerini ayaklandırmak için bütün teşkilatlarıyla harekete geçtiler" ve buna rağmen Haçlı Seferlerinin sonuç vermediği görülünce 1208 yılında fiilen misyonerliğe (içten bölme hareketine) başladılar. 1312 yılında yeniden İznik Konsüllerini topladılar. Bu defa özellikle Anadolu Türklüğüne karşı 19 Haziran 1312’de çok kapsamlı ve ayrıntılı bazı kararlar aldılar. Bu tarih, Türk-Müslümanlara karşı verilen fiili, fikri (psikolojik) ve sosyal-kültürel savaşta derin bir taktik ve strateji değişikliğini ifade eder. Bu toplantıda:
“Osmanlı Devleti’nin büyümeden, gelişmeden ve her ne pahasına olursa olsun Anadolu’ da tekrar Türk birliği sağlanmadan yıkılıp yok edilerek; Yeni bir Türk devletinin mutlaka ve behemahal önüne geçilmesi. 1299’da başlayan devlet olma ve devlet kurma eğiliminin yok olması ve temelli çökertilmesi için bilumum fiili tedbir ve tedhişe ek olarak; Başta Türk ve Müslümanların aile yapısı olmak üzere, askeri düzen dahil ‘itaat, sadakat ve inanç’ sistemlerinin zamanla bertaraf olmasını (işlemez hale gelmesini) sağlayacak strateji ve metot (de’jenerasyon) psikolojik harp kararları alındı.
Ayrıca, Müslüman Türklerin (Arap, Acem, Suriyeli ve diğer Türk asıllı olmayan halklar üzerinde bu tarih itibarıyla plânlanan bozulum-yozlaşma sağlanmış ve beklenir dejenerasyon tezahür ederek sonuçlarını vermiş idi) genel ve güncel yaşamları ile iktisadi, siyasi, dini, ilmi, sosyal ve kültürel hayatlarının (yaşam boyutundaki) uygulama yönünden zayıf (geri) tarafları tespit edilerek, casus ve misyonerler için bir dizi strateji, propaganda ve çalışma programları hazırlandı.” 
Dahası, Haclı seferleri sırasında Cluny papazı Peter, birçok kaynakta adı Robert Keton olarak geçen "Ketton'lu Robert'ten Kur’an-ı Kerimi Latince'ye çevirmesini istedi. "Ketton'lunun tercümesinde Kur'an-ı Kerim 'Zındıklığın (dinsizliğin) kaynağı, Hıristiyan (İsevi) kilisesinin varlığını tehdit eden yıkıcı hareketlerin sebebi' olarak gösteriliyor, cihat bir saldırı ve vahşet unsuru olarak ile sürülüyor ve 'Eğer Kur'an'ın verdiği zararlar dirayetli bir karşı mücadele ile bertaraf edilmek isteniyorsa, onu mutlaka öğrenmek gerekir'" deniliyordu. 1311'de Papa' nın emriyle "Şark Dilleri Kürsüsü" kuruldu. 1312'de Viyana Konsulü' nde, Avrupa'nın Oksford, Paris, Roma gibi ünlü üniversitelerinde Arapça’nın da okutulması kararlaştırıldı. Bütün papaz okullarında ise Kur’an eğitimine geçildi.
Anadolu'da 1208’den sonra "en teçhizatlı misyonerlerin" faaliyeti esas olarak bu karar, tedbir ve teşebbüslerden itibaren başlar. Önce Katolikler, daha sonra Protestan (Amerikalı, İngiliz, Fransız ve Alman) misyonerler Osmanlı İmparatorluğu'ndaki etnik unsur ve gayrimüslimleri kullanarak, kışkırtarak, milli bilinç çalışmaları yaparak ve bölerek merkezi otoriteye karşı çıkmaya yönelttiler. İsyan edenleri teşvik ve himaye ettiler. Onlara ırk, din, ahlâk, dil ve tarih konusunda ayrılıkçı-bölücü bir misyon ve motivasyon aşıladılar. Okullarla, yurtlarla, yuvalarla, kilise ve havralarla tahkim ve en ileri, modern silâhlarla teçhiz ettiler.
Bu tarihten itibaren Yahudi ırkı (Musevi) ve İsevi millet, mensup (mansıp) ve mezheplerine ait ne kadar Kilise, Havra ve dini kurum görüntüsü altında faaliyet gösteren bina, tesis ve mütemmim cüzü varsa tamamı adeta bir askeri üs, ihanet şebekeleri (hain) eğitim merkezi, silâh-mühimmat sevk, intikal, destek ve tahkim (istihkâm) merkezi olarak faaliyet gösterdi. 
DEVAM EDECEK 
 
01. Doç. Dr. Mehmet SARAY, Atatürk ve Türk Tarihi, Türk Kültürü Dergisi, Sayı: 249,Ocak 1984. Tahsin Ünal,  Cumhuriyetin 50. Yılında Tarih Anlayışımız. Türk Kültürü Araştırmaları, Ankara. 1973 (Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları)
02. Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Türk Milletinin Kültür Değerleri, İstanbul.1977 s.31-32
03.  Atatürkçülük-Atatürk’ün Görüş ve Direktifleri, 1. kitap – Genel Kurmay Başkanlığı Neşriyatı, Ankara-1982
04. Prof. Dr. Afet İnan, Kemal Atatürk’ten Yazdıklarım, 1000 Temel Eser Serisi, s. 110
05. Yusuf Akçora, Birinci Tarih Kongresi Zabıtları, s.595
06. Ord. Prof. Enver Ziya Karal, Atatürk’ten düşünceler, İstanbul-1981, s.89
07. Prof. Dr. Cengiz Orhonlu, Atatürk ve Tarih Görüşü, Türk Kültürü Dergisi, C: 6, Sayı: 61, Yıl: 1967
08. İkinci Tarih Kongresi Zabıtları, 1937, s.85
(*) Hamdi Yılmaz, Anayurt Gazetesi, (Neval Kavcar) 01-02/Eylül/2006 – Ankara
09.Türk Silâhlı Kuvvetleri Dergisi, Temmuz-1992, s.333, Sayfa: 26
10. Melih Cevdet Anday, Urla Yarımadasında Bir Gezinti, Milliyet Gazetesi, 27.7.1972, s.5
11. Türk Tarihinin Ana Hatları, 1930.s.1
12. Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, Türk Tarihinin Sosyolojisi, Birinci Kitap, s.49 Milli Eğitim Kültür Dergisi, C: 2; Sayı: 8, Türk Devleti Meselesi, Tercüman: 11.6.1984
13.Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, Ankara’da ki Anıt ve 16 Türk Devleti Meselesi, Tercüman Gazetesi, 11.6.1984
14.Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Anadolu Medeniyetleri ve Biz Türk Edebiyatı Dergisi, Eylül-1983
(*) Prof. Dr. Özcan YENİÇERİ, Barem-Ekim: 2006, s. 66-67
15.Belde Gazetesi, Sıra Dışı, 9.10,11 ve 12 Eylül 2006 – Ankara
16.Dr. Oğuz DOĞAN, Türk Dünyası Edebiyatı
17.Atatürk, 29.Ekim.1933 – Türk Dünyası, Çağrı Kürşat Yüce, Tutibay Yayınları, Ankara-2001
18.1923-Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: II, 1952, Türk İnkılâp Tarihi Ens. Yay.
19.Türk Kültürü Dergisi, Sayı: 13, Abdülkadir İnan – 1963/332
20.Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurulu-Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Atatürkçü Düşünce, S: 540 – 1992 / 359  Mustafa Kemal ATATÜRK, Nutuk – c: III,
(*)   Devlet yönetiminde en ileri ve etkin, güçlü ve muktedir; Dini, ilmi ve askeri müesseselerde ise; Ayırıcı, bölücü, tefrika yaratan, örgütlü fesat unsurları haline getirip, elçilik, ataşelik ve konsoloslukları marifetiyle (açık-gizli) himaye ettiler.
(*) F.A., 25 Nisan 2005'te Yeşim Seliz ve B.Aslan
(*) Son 4 yılda Anadolu’da 40 bin adet kilise açılmış bulunmaktadır. (basın)

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 07

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Salım SAVCI
Salim SAVCI Hayat Hikayesi
BİZİM ÜLKEDE MASAL
(21) ders, yardımcı ders, kaynak kitabından sonra, (47) yaşımdan sonra (24) adet öyküler, fıkralar, söyleşiler, denemeler yazmıştım.
2006 yılından itibaren de, okul öncesi çocukların başucu kitapları olan masal yazdım. Adını da;
BANA BİR MASAL ANLATIR MISINIZ? Koydum.
Kitapta: 232 masal vardır. Kitap 420sayfadan. Birinci hamura basılmıştır.        Mukavva kaplı renkli bir kaynağa sahiptir.
Fiyatı: KDV dahil 110.00 YTL’sıdır.
Bu kitabımı okuyanlardan, beni görmeye gelenler var. Çoğunun çocuk:
Bizim ülkede masala giriş bölümüdür. Şimdi onlara aşağıda açıklayacağım iki örneğin fotokopisini veriyorum. Kız, erkek olan bu çocuklardan;
-Çok teşekkür ederim! Sözünü işitiyorum. Dünyalar benim oluyor.
Bu arada masallar yazmasını, denemesini bekliyorum. Çünkü öykü okuyan azalıyor. Masal arayan çok. Onlar okumasalar da masalları okutmasını biliyorlar.
Bundan önceki bir yazımda masalın önemini açıklamıştım.
Onları yinelediğimi kabul edin. Çocuğumuza masal anlatmayı aman unutmayın.
Akşamda masalı atlatmasını isteyin. Onu dinleyin. Şaşırıp kalacaksınız.

 

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
  08

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Hasan Latif SARIYÜCE
Hasan Latif SARIYÜCE Hayat Hikayesi
TEKRAR GÜMÜLCİNE’DE 1
Ertesi gün İskeçe’de biraz dolaştık. Vaktimiz kısıtlı olduğundan eski Türk eserlerini göremeden Gümülcine’ye gitmek üzere yola koyulduk. Gümülcine’de ilk uğrak yerimiz Türk konsolosluğu oldu. Konsolos sayın Hüseyin Avni Botsalı’nın geleceğimizden haberi vardı. Türkler tarafından çok sevilen bir diplomat olan sayın Botsalı, o gün yapılan TürkYunan iş adamları toplantısına katılmak üzere Dedeağaç’a gitmiş bulunuyordu. Onun yerine bizleri zarif eşi İnci Botsalı hanımefendi ile muavin konsolosumuz sayın Hami Aksoy karşıladılar. Gümülcine Türklerinin değerli temsilcileri Rodop Milletvekili Galip Galip’in eşi Ayşe Galip, eski milletvekili İsmail Rodoplu, Gümülcine Türk Gençler Birliği başkanı Adnan Selim, Yüksek Tahsilliler Derneği başkanı Murat Yunus, Elbeceri ve Meslek Edindirme Kursu öğretmenleri Mediha Bekiroğlu ve Pervin Hayrullah, Cumhuriyet Gazetesi genel müdürü ve başyazarı Şüheda Halil, Gündem Gazetesi sahibi Hülya Emin konsoloslukta hazır bulunuyorlardı. Konsolosluğun geniş bahçesinde hazırlanan masalara oturduk. Konsolosluk görevlileri bize çay, kuru pasta, börek ikram ettiler. Burada bir on beş dakika oturduk, sohbet ettik. Konsolosluk yetkililerine teşekkür ederek Türk Gençler Birliği lokaline gittik. Lokalin kapısında tabela yoktu. Bir hafta önce Yunun polisi söküp götürmüş. Üzerinde Türk Gençler Birliği yazdığı için. Yunanlı Türk adının kullanılmasını yasaklamış. “Onlar söküp götürüyorlar, biz yenisini yazarak tekrar asıyoruz,” diyorlar. Söküp götürmekle yetinmiyorlar, dava da açıyorlarmış Türkler aleyhine. Yunanlılar Batı Trakya’nın tümünde, hangi amaç için olursa olsun, Türk adının kullanılmasına izin vermiyorlar. Lozan’da buradaki Türk varlığı Müslüman azınlık olarak geçtiği için ülkemizde Türk azınlığı yoktur, Müslüman Yunanlılar var diyorlar. Ama Türkler inatla ve gururla Türk adını kullanıyorlar.
Yunanlılar Lozan Barışı sonrasında bir süre Türk adından gıcık kapmamışlar. Ama Türkiye büyüdükçe, güçlendikçe korkuları da depreşmeye başlamış. Türk adını yasakladıkları gibi Lozan’da düzenlenen azınlık statülerini, buna dayanarak oluşturulan iç hukuk düzenlemelerini (yasaları, tüzükleri, yönetmelikleri, yönergeleri) birer birer Türklerin aleyhine değiştirmeye, başlamışlar. Batı Trakya’da Türk yaşamını kabusa çevirmişler.
Gençler Birliği lokalinin bahçesinde ulu bir çınar ağacının gölgesinde ikram edilen kahveleri içtik. Bu çınar ağacını eski bir milletvekilimizin babası dikmiş. Türk Birliği üyeleriyle kısa süren sohbetimizde hep aynı sorunları konuştuk. Gençler Birliği başkanı sayın Adnan Selim, ısrarla bizi yemeğe davet etti. “Bir gece birlikte olacağımızı umuyorduk,” dedi. Vakit ikindi üzeriydi. Gezimizi, o gece İzmir’e yetişmek üzere programlamıştık. Nazik yemek davetine uyamadık. Sevimli Adnan Selim, yemek yediremeyince nereden buldurttu ise hepimize birer paket çekilmiş kahve ikram etti. Gümülcine kahvesi çok ünlüymüş. Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı var. O kahveyi içip bitirdik ama, Gümülcineli, İskeçeli dostlarımızı unutmadık. Yalnız Batı Trakyalı soydaşlarımızı değil Arnavutluk’ta, Kosova’da, Makedonya’da bıraktığımız güzel insanları da unutamayız.
Gümülcine temiz, bakımlı bir kent. Türkler daha çok arkalarda, kıyılarda oturuyorlar. Kent merkezinden bakılınca görünmüyor Türk mahalleleri. Türklerin ana çarşıda da ağırlıkları yok. İskeçe Türkleri gibi Gümülcine Türkleri de umutlarını Türklere bağlamışlar. Ana vatan olarak Türkiye’yi bellemişler. Türkiye’nin her şeyi ile ilgileniyorlar. Burada yayınlanan Türk gazeteleri de İskeçe’dekiler gibi, sayfalarını Türkiye haberleri dolduruyor. Başarılarımızla gururlanıyorlar, üzüntülerimizle üzülüyorlar. Hatta denilebilir ki, Batı Trakyalı soydaşlarımız bizlerden daha fazla tanıyorlar Türkiye’yi. Bizlerden daha çok seviyorlar. Zulüm, baskı, haksızlık onları  bilemiş, yüreklerini pekiştirmiş. Gümülcine’den ayrılırken göz yaşlarımızı içimize akıtıyoruz.
İki Türk kentine yaptığımız kısa ziyaret sonunda Türk halkın not edebildiğimiz sayısız sorunları o kadar çok ki hepsini yazmak, ayrıntılarına girmek büyük bir çalışmayı gerektirmektedir. Bunların bir kısmını  kısa bölümler halinde değerli okuyucularımızın dikkatlerine sunuyoruz.  

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 09

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Selma GÜRSEL
Selma GÜRSEL Hayat Hikayesi
 PORTAKAL REÇELİ
1 kilo Yafa Portakal
1 kilo şeker
fındık büyüklüğünde limon tuzu
Portakallar önce güzelce soğuk suda yıkanır. Suyu süzülen portakallar sadece sarı kabuğu ince olarak soyulur,portakallar kabuğu ile bir kaba doğranır.
Doğranan  portakalın üzerine şeker dökülür ve bir kaşıkla karıştırılır.
Sulanan şeker portakalın suyu ile sulanınca fındık büyüklüğündeki limon tuzu ezilerek şekerin içine atılır.
Tencere ateşe konulur portakallar pişerken oluşan köpük alınır ve portakallar pişene kadar kaynatılır.
Soğuyunca  saklanmak için kavanoza konulur. Servis yapılır.

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 10

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Yaşar KILIÇ
Yaşar KILIÇ Hayat Hikayesi
CEYLAN
Bahçemde bir küçük ceylanım vardı
Geri dönüp bakar,boyun sallardı
Avcı vurdu onu gülü sarardı
Can kuşunu şahin kaptı götürdü.
 
Gönül yaylamızda koşar gezerdi,
Rabbim aldı bildim;zaten O verdi.
Her halinden belli bizi severdi
Can kuşunu şahin kaptı götürdü.
 
Çiçek çiğnemedi narindi,hoştu.
Gül bahçesinden bahçeye koştu
Oda anlamıştı bu dünya boştu
Can kuşunu şahin kaptı götürdü.
 
Annesi acıdan yandı yakıldı,
Meledi,dolandı,düştü yıkıldı.
YAŞARİ dünyada hani kim kaldı ?
Can kuşunu şahin kaptı götürdü.
10.06.2003

 

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 11

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Hıfzı ÖZBEKMEZ
Hıfzı ÖZBEKMEZ Hayat Hikayesi
 EL OLMUŞUM SEVDİĞİM
Ben kendimi fırtınaymış sanarken
Seher vakti yel olmuşum sevdiğim
Zülüflerin ellerimle tararken
Şimdi artık el olmuşum sevdiğim
Mutluluk hiç alınır mı parayla
Yaşanır mı gönüldeki yarayla
İçerimde sönmeyen bir çırayla
Gurbet ele yol olmuşum sevdiğim
Dermanı yok yürümüyor dizlerim
Eli bırak dosta geçmez sözlerim
Hazan oldu baharlarım yazlarım
Sazda kırık tel olmuşum sevdiğim
Şu gönlümde yaralarım azıyor
Ozan latif hayatından beziyor
Her dem kader kara yazı yazıyor
Yaprak kuru dal olmuşum sevdiğim

 

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 12

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!
 
Paşa ÇETEN
Paşa ÇETEN Hayat Hikayesi
ATEŞ DEĞİRMENİ
İki zamanın kalbi durdu:
Gözlerinde seyrederken
Günahlara doydum bu gece
 
Göğün koynunda
Dal verdi sabır ağaçları
Taş olsan da hu, kuş olsan da hu
 
Sırrını söndürün volkanların
Taş olsan da hu, kuş olsan da hu
Neylesin can simidini nefsim
 
Yatağı al, yastı al
Çırpınan alem
Beni terbiye eden ateş mi ey yar !
 
Gece yakarsın, gündüz yakarsın
Benim ilacını ateş mi ey yar
Taş olsan da hu, kuş olsan da nu
 
Koymuşum başımı
Gecenin yastığına
Karanlık rüyalarım
Miras bana çılgınlardan.

 

 
YAZARLARIMIZIN HAYAT HİKAYELERİNE GİTMEK İÇİN TIKLAYARAK GİDİNİZ!

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

DİKKAT ; BU BİLGİLER TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMDEN  İZİN ALINMADAN KULLANMAYINIZ!
YAPTIKLARIM YAPACAKLARIMIN GARANTİSİ ALTINDADIR!

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

 Hukuka, Yasalara, Telif  ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir.
Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM

BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR!

95 SAYI 25 Ocak 2007 SAYIYA Gitmek İçin Tıklayınız!