Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

Aşağıdaki dizinler ile tıklayarak üye olmadan sayfalara girebilir ve inceleyebilirsiniz!

 
 
YAYINLANAN YAZILAR ÇORUM ANADOLU GAZETESİNDE YAYINLANMIŞ KÖŞE YAZILARIDIR. YAZILAR YAZARLARIN KENDİ FİKİRLERİDİR. KENDİLERİNİ BAĞLAR; SİTEMİZİ BAĞLAMAZ.
BU SAYFA Gürsel Yayınevi  İLE Çorum Anadolu Gazetesi arasında yapılan anlaşma gereği sizlerin görüşüne sunulmuştur.
KOPYALANIP ALMAK İÇİN SİTEMİZDEN,ÇORUM ANADOLU GAZETESİNDEN VE YAZARLARIN KENDİLERİNDEN İZİN ALINMASI GEREKMEKTEDİR. KÖŞE YAZILARI SAYFA SIRASINA GÖRE HAZIRLANMIŞTIR.

04/11/2004 29. Sayı
YAZILARIMIZ
DEĞİRMEN Halil GÜLEZ  CUMHUR KAÇKINLARINI SEVİYORUM! KADINSIZ CUMHURU SEVMİYORUM! /KÖYDE KADIN OLMAK,CİNSEL ORGANINDAN ÖÇ ALMAK!

VURGU Fatma SEVİLMİŞ ATATÜRK, AŞK VE YALNIZLIK/ YARDIM REZALETİ

BAKIŞ Gülcihan SABANCILAR ŞİDDET TOPLUMU OLUYORUZ!

ÇORUMLU Mahmut Selim GÜRSEL CUMHURİYET BAYRAMI

 

 
 
 
 
 

 01

ÇORUM ANADOLU GAZETESİ KÖŞE YAZILARI BÖLÜMÜNE GİTMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

KİTAP ismi  Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

CUMHUR KAÇKINLARINI SEVİYORUM! KADINSIZ CUMHURU SEVMİYORUM!
 
Eeeeyy  hain bozuntuları ! Sakın ola ki Cumhuriyeti yabana atmayın ve de salatalık turşusundan kesinlikle cacık yapmayın.
Ve de, "Cumhuriyete karşıyım" diyerek, sakın ola ki mısırın sapını yemeyin ve de koçanlarıyla rast gele oynamayın.
Cumhuriyeti ekmek arası köfte de zannetmeyin, sonra boğazınıza öyle bir oturur ki, çıkarmak için yedi düvelin doktorlarının gücü yetmez.
Çayır çimende otlamayın, tahterevalli üzerinde zıplamayın. Bakarsınız,cumhuriyet sizler için kazığa dönüşmüştür.
Armudu sayarak, elmayı da mutlaka soyarak yiyin. Sonra midenize oturur. Sakın ola ki armutla elmayı toplayıp, üç armut eder demeyin.
Elbise gördüm, içinde insan yok. İnsan gördüm giyecek elbisesi yok.
"Ya göründüğünüz gibi olun,ya da olduğunuz gibi görünün"
 
Bir gün ilk okul öğretmenimiz, "Oğlum, Cumhur sizsiniz" deyince , öğretmenimizin suratına aptal aptal bakmıştık.
Biz nasıl cumhurduk.?
Cumhur ne demekti?
Yenilir, içilir bir şey miydi ? Zaten aklımız fikrimiz yeme içmedeydi.
Şimdi de Cumhuriyet Balolarına gözüm düşüyor ama, beni çağırmıyorlar.
Çünkü, ben eğlencede sayılmayan,adam yerine konmayan Cumhurum.
Kim bilir neler yenilip içiliyor?
Cumhur, Yoksa uyku tulumu muydu, içinde bir güzel uyku çekilecek?
Meğerse Cumhur, "Halk" demekmiş..
Bizim köyde halk, büyük bir evde toplanan ve sarma cigaraları birer birer sararak birbirine ikram eden, Dedem Gıddıl Musa, Köse yaylı, Ali Çavuş, Sağır Fettah, Dalayman, Kör Hüseyin, Hüttürü, Hacı Hasan, Hökkeş, Çinik Hurşut, Keltek Mehmet, Osman Çavuş... filan aklımıza geldi. Sonra onların gayfe keyfi de, bize onların halk olduğunu gösteriyordu. Bunların bir çoğu da savaş artığıydı.
Çünkü bunların dışarıda, tanıdığımız başka bir "Halk"yoktu.
Sonra Cumhurun sonunda ki "Et"i de görünce,"yaşasın, bizim de etimiz olacak" Diyerek, havalara zıplamıştık.
Et, o günlerde hasretini çektiğimiz en önemli şeydi.
Türk milleti olarak, iki kilo pirzolaya bana mısın demiyoruz.
Ve de bir bardak ayranla, üç somun deviren bir ırkın ahvadı oluyoruz icabında.
Et yemek için serçelere kurduğumuz tuzaklar, bu gün ki gibi aklımda.
Bizim köylü Ali Çavuş, Atatürk'ün emrinde çalışmış bir adamdı. O günleri anlatırken, gözlerinden yaş gelirdi. Çoğu zaman da anlatırken, hıçkıra, hıçkıra ağlardı.
Ali Çavuş, nasıl at pisliklerinden arpa seçerek yediklerini anlatıyordu.
Ama şimdi, bir eli yağda, diğer eli balda olan yobaz, din sömürüsü adına Cumhuriyete ve Atatürk'e dil uzatmakta sakınca görmüyor.
Ne yazık ki, lumpen aydınlarda onlara çanak tutuyor.
Koskocaman adam niye ağlıyor diye de merak ederdik.
Çocuk olduğumuz için, Ali Çavuşun anlattıklarını, bir dudağı yerde, bir dudağı gökte dev masalı sanırdık. Zaten Ali Çavuşa gelinceye kadar da, duyduğumuz tek masal, dev masalıydı.
 
Bir gün, annem bana akşamdan güzel bir banyo yaptırdı.
Tabi başıma sabun sürmedi, yerine de kil sürdüğü için gözlerim hiç yanmamıştı.
Annem, " Sabah Bayram"dediğinde, bayramda nelerin yapılacağını kara kara düşünerek ettim sabahı.
Mal gütmeye gitmeyeceğim kesindi ama, belki de bayram denilen şey, dağdan odun getirmedir diye çok korktum.
Sabaha gözümü hiç kırpmadan girdim.
Siyah önlüğümün üzerine beyaz yakam itinayla takıldı.
Kıçımdaki yamayı da  siyah önlük örtmüştü.
Okula vardığımda, köyün adamlarının tamamı oradaydı. Tabi kadınlar da.
Zaten bizim köyün kadınları bayramları hiç kaçırmazdı.
Bayram yerine geldiklerinde de,adları bir başka erkekle kesinlikle çıkmazdı.
Hovardalığın yeri de tabi ki bayram yerleri değildi.
Kim bilir, bayrama gelmeyenler her halde üstlerine dikilecek gözlerden
korkmuşlardır.
Neyse, ben yine kendi bayramıma döneyim.
Önemli bir şeyler olduğunu sezmiştim ama, bundan sonrasının ne olacağını merak etmeye devam ettim.
Derken, öğretmenimiz bir konuşma yaptı.
Atatürk'tün, Cumhuriyetten söz etti.
Öğretmenimin anlattığı şeylerden sonra, Cumhuriyetin sonundaki et sözcüğünün et anlamına gelmediğini kavramıştım.
Öğretmenimiz, Cumhurun "halk" demek olduğunu "et"'in de yönetimi demek olduğunu söylediğinde, cahilliğimden bir taşın daha düşmesiyle rahatladım. Keşke tüm cahiller benim gibi olsa...
Yani Cumhuriyet, Halk Yönetimi demekmiş.
Hele, Ali  Çavuş'un  ağlayarak söylediği sözler yüreğime cuk diye oturdu.
Bu gün, kendisini kul ve köle olarak gören zavallı yaratıkların zavallılığını daha iyi anlayabiliyorum.
 
Cumhuriyetin 81. Yıldönümü kutlama törenlerine katıldım.
Atatürk diyor ki; "Cumhuriyet; alkış, dua ve şenlik ile yaşatılamaz." (Bakınız Nutuk)
Atatürk böyle demiş ama, neredeyse yapılan tüm gösterilerin altında, birilerinin memnun edilmesi var.
Okulda okuduğum yıllarda, aralardan sıvışarak, nasıl da tören alanına gitmekten kaçtığım canlandı, gözlerimin önünde.
Neredeyse o günlere bayramlardan kaçmak bizim için yiğitlik ve mertlik göstergesiydi.
Her hal de bu gün de Cumhuriyet Bayramlarından kaçanlar, kendilerini yiğit ve mert zannediyorlar.
Ne zaman ki, ülkemin geleceğinin tehlike altında oluğunu gördüğümde, bayramlardan kaçmakla ne kadar büyük bir yanlışın altına imza attığımın farkına vardım.
Aptallıkta parayla değil ya.
Tabi şimdi bayramlardan kaçanlara da nefret yağdırıyorum.
Hatta onları teker, teker de öpüyorum!
Benim bayramdan kaçmalarımla , şimdiki kaçanların arasına dağlar kadar anlayış farkı var.
Ben bayramlardan spor olsun türünden kaçarken, şimdiki kaçanlar, bayramların anlamından rahatsızlık duydukları için kaçıyorlar.
Onların istediği, başta sarık, bedende cübbe, kadınlara peçe ve çarşaf.
Onların özlediği çarşaflı, cübbeli Cumhuriyet.
Kim bilir, bundan sonra düzenlenecek kutlama törenlerine, müftüler mi başkanlık edecek?
Avrupa'da bir bayram kutlaması görmüştüm de şaşırmış kalmıştım.
Sokaklar, rengarenk giysiler içinde halkla doluydu. Öyle resmi geçit töreni filan da yoktu. Taklar kurulmamış, zevatın oturması için de özel yer yapılmamıştı.
Yani protokol diye bir şey yoktu.
 
Cumhuriyet Bayramı kutlamalarına, resmi görevlilerin, lacivert veya siyah takım giyme zorunlulukları varmış. Bu zorunluluk yalnızca askerler için geçerli değilmiş.
Bu durumu da tören alanında fark ettim.
Benim çocukluk yıllarımda da bu zorunluluğu bildiğim için, sadece tepki olsun türünden krem rengi bir pantolon ve krem rengi kısa bir gömlekle tören alanına gittim.
Bana kıyafet zorunluluğu olmadığı için de ,o kadar siyah arasına sırıttım kaldım.
Tabi ki rahatsızlık filan da duymadım.
Çünkü, ben Cumhuriyetin anlamını iyi biliyordum ama, bilmeyenlerin sıraları da zaten boş kalmıştı. Onların üstünde elbise vardı ama, içinde adam yoktu.
 
Tören alanında etrafı sıkı sıkıya taradım.
Öyle ilginç görüntüler vardı ki, bir yanda çoluğuyla, çocuğuyla, kadınıyla, kızıyla bayrama gelen halk, yani Cumhur, öte yanda eşlerine bir bayramı bile çok gören seçilmişler ve atanmışlar.
Tabi ki, cin fikirli bir adam olduğum için, bayramlarında özellikle seçilmişler ve atanmışlar tarafından kadınlara neredeyse yasak hale getirildiğini de düşünmeden edemedim.
Sen sanırsın ki, erkek balosu.
Gel de düşünme, Cumhur yalnızca erkek demek mi?
Yaşamın nimeti de külfeti de kadınla paylaşılmıyor mu?
Neden bayramlara onların da katılması engellenir?
Bu nasıl bir anlayıştır?
Kendilerinin ve eşlerinin Cumhuriyetle sorunu olanlar için söylenecek şeyler var.
 
İsmet İnönü, Cumhuriyeti kuran kadronun Atatürk'ten sonra gelen ilk ismi.Bilindiği gibi, İnönü Atatürk'ten sonra ikinci Cumhurbaşkanı ve sonraları da 1970'li yıllara kadar da aktif siyasetin içinde bir isim.
Demokrat Partiye karşı yürütülen demokrasi mücadelesinde, Atatürk kadroları, İnönü'nün çevresinde toplanarak CHP içinde siyaset yapıyorlardı.
İsmet İnönü, elindeki kozu, çok partili demokrasiye geçerek, Demokrat Partiye vermişti.
İnönü'nün siyaset nedeniyle çıktığı yurt gezilerinde, Kurtuluş Savaşı sırası ve sonrasında çekilen sıkıntıların bir çoğu İnönü'ye fatura edilmişti.
İnönü, yine bir gezideyken yanına yaklaşan bir çocuk, "Sen buraya niye geldin, sen bizi aç açık bıraktın" diye sert çıkar.
İnönü, tüm mütevaziliğiyle; " Evet evladım, ben seni aç ve açık bıraktım ama, seni babasız ve yetim bırakmadım" diyerek, kurtuluş savaşının gerekçelerinin altını kalın çizgilerle çiziyordu.
Bu gün bile, CHP'ye saldıran kimi zihniyetler, CHP'yi ülkeye, kıtlığı getiren parti olarak suçlamaya kalkarlar.
Burada hala, aynı düşünceyi  paylaşan yobazlara, Neyzen Tevfik'in  Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyeti en güzel anlatan şu mısralarıyla yanıt vermek isterim.
" Evet, sen yine doğmasına doğardın ama;
Baban kim olurdu, bilemezdin şerefsiz."
 
Atatürk Cumhurbaşkanıdır.
Fransa'nın Ankara büyük elçisi Atatürk'ü ziyarete gider.
Ziyaret sırasında büyük elçiye ikramlarda bulunulur. Bu sırada ikramı sunan askerin ayağı halıya takılır ve elinde bulunan çaylar ve kahveler yere dökülür.
Çay ve kahveleri döken asker büyük korkuya kapılır.
Fransız elçi de şaşkındır. Tüm gözler Atatürk'e çevrilir.
Atatürk, gayet sakin ve sevecen bir ifadeyle;" Elçi hazretleri, ben bu Türk Milletine her şeyi öğrettim ama, yalnızca hizmetkarlığı öğretemedim. Türk Milletinin en büyük değer verdiği şeyin başında onuru gelir. Bu nedenle de asla bir başka millete hizmetkarlık etmez" Der.
Elçi bir kez daha şaşkındır. Çünkü, daha birkaç yıl evvel O Ulus, Fransızların boyunduruğu altına girmemenin mücadelesini veriyordu.
Avrupa Birliğinden medet umanlar yoksa, Atatürk'ü, Cumhuriyete yok etme ve  şeriat sözü mü aldılar?
 
Evet bayram kaçkınları ve de bayramlarda Cumhuru tribünlere atan zihniyet.
Sahi, kutladığınız bayramları kimin adına kutluyorsunuz?
Kaçtığınız bayramların anlamını biliyor musunuz?
Ne dersiniz Bayram kaçkınları, Neyzen Tevfik, sizleri iyi tanımlamamış mı?
 
 
 
 
KÖYDE KADIN OLMAK,CİNSEL ORGANINDAN ÖÇ ALMAK!
Köylerde kadınlar genelde erkeğinin tam adını söyleyemezler.
Hatta yanı başında da yürüyemezler, daha da ötesi, hiçbir kadın beş yaşında da olsa bir erkeğin önünü kesemez.
Benim köyümde de adet böyleydi.
Bir gün, babam, anam ve ben köyün ortasından eve doğru gidiyorduk.
Anam, babama çağırmamı ve bir komşunun evine gezmeye gideceğimizi söyledi.
Bende de muziplik var ya, anama inatla direndim ve babama çağırmadım.
Anam  önce, "gendi" diye bağırdı,babam duymadı. Sonra "uloooo" diye bağırdı babam yine duymadı, daha sonra da "Heriiif" diye bağırınca, babam hışımla geri döndü ve anama galiz bir küfür savurarak, adının Arif olduğunu söyledi.
Zavallı anam, yediği küfüre mi yansın, adet olmadığı için tam da köyün ortasında kocasının adını söyleyemediğine mi?
Alı al, moru mor olmuştu ama, bir daha da sesini çıkaramadı.
 
Bu gün size anlatacağım öykü de yine bir köyde geçiyor.
Anlatacağım öykü aynısıyla yaşanmış olmasına karşın, yine de isim vermeyeceğim çünkü, olayın kahramanı kadın hala aramızda yaşıyor.
Aramız da yaşayan bu kadının yaşadığı dram, tamı tamına böyle geçiyor.
Anlatacağı hikayeyi lütfen müstehcenlik açısından ele almayın.
Çünkü, toplumun kanayan yaralarından birisi de, kadın erkek eşitsizliği.
Ne yazık ki, kadın erkek eşitsizliği konusunda herkes yaldızlı sözler söyler ama, bir türlü gereği de yapılmaz.
Buradan kadınlara da küçük bir uyarım var.
Unutmayın ki, başta din olmak üzere yer yüzünde bütün yerleşik sistemler erkek egemenliği altındadır. Bu nedenle de, mücadele gücünüz yeterli olmadığı zaman, yalnızca erkeklerin size verdikleriyle yetinmek zorundasınız.
Zaten bu güne kadar da elinizde bulunan mevcut, erkeklerin size verdiklerinden ibaret değil mi?
 
Köylerde kadınlar, erkeğin neredeyse, hamalı konumundadır.
Bunun yanı sıra da köyde olsun, tarla yolunda olsun, kadın erkeğin üç adım gerisinden gelmek zorundadır.
Yine bir gün olayımızın kahramanı Hacer, (İsmin olayın kahramanıyla uzaktan yakından ilişkisi yoktur. Hacer ismi yalnızca sembolik olarak kullanılmıştır.) yanında kocası olduğu halde tarladan evine dönmektedir. Ve de kocasının üç adım gerisinde...
Zaten köylerde adet böyledir. Hiçbir kadın kocasının yanında yürüyemez.
Evine dönmek içinde adımlarını sıkı atmak zorundadır Hacer. Çünkü, davar onu bekliyor, ineklerin sağılması onu bekliyor, akşam yemeği onu bekliyor, tüm bunlara üstelikte kocanın akşam keyfide onu bekliyor.
Hacer'in iki elinde ağır iki torla, torbanın biri de omzunda atılıdır. Kocası ise üç adım önünde iki elini arkadan bağlamış, köy ağası edasıyla yürümektedir.
Bu sırada, şehirden o köye misafir gelen bir kadın ve erkekte önlerinden yürümektedir.
Yürüyen kadının elinde küçük bir çanta, büyük çanta ise erkeğin elindedir.
Kadın süslü mü süslü, alımlı mı alımlı, çalımlı mı çalımlı...
 
Hacer'in ayağında ki nasır neredeyse ayakkabı kalınlığındaydı.
Hacer ayaklarına, elindeki ve sırtındaki torbalara uzun uzun baktı. Oysa, Hacer'in elinde, dolu dolu üç çanta, kocası ise yalnızca boş ellerini dinlendirmekle meşgul.
Kocası da kral edasında, önündeki süslü kadına iç geçirerek bakmaktadır.
Hacer,  önünde yürüyen kadına bakar, sonra da kendisine...Kendisi de kadındır, önünde yürüyen de...
İçinden bildiği ve bilmediği tüm küfürleri bir bir sayar.
Eve geldikten sonra, öylesine tükenmiş hisseder ki, kendini,doğruca evinin arkasına gider, eline büyük bir taş alır ve başlar cinsel organını dövmeye.
Bir yandan cinsel organını dövüyor, diğer yandan da niye bu köyde,özellikle de niye böylesi adamla evlenmek zorunda bırakıldığına hayıflanıyor, yine bildiği tüm küfürleri bir bir sayıyor ve cinsel organını taşla ezmeye devam ediyor.
Hacer, cinsel organını yok etmeye kararlıdır. Çünkü, biraz önce önünden giden
kadınında da, kendisinde olan cinsel organı vardır ama, çantanın en ağır olanını da kocası taşımaktadır.
 
Hacer gözünü açtığında hastanededir. Hacer'in cinsel organı alabildiğine mikrop kapmış ve kan revan  içinde kalmıştı. Ama cinsel  organının yarası neydi ki, ruhunda yaşadığı acının yanında.
Bilincinin dışında yaptığı ve kendisine verdiği inanılmaz acı ve ızdırap, ruhunun
fırtınaları karşısında küçük  ve suskun  kalmıştı
Ruhundaki aşağılanmayı, kendisinin cinsel  kimliğine ve organına acımasızca yöneltip, ruhundaki fırtınayı dindirmeye çalışmıştı.
Hacer, hastane odasında bir kez daha düşündü. Kadın olmak iyiydi ama, Hacer gibi kadın olmanın iyi bir yanı da yoktu ki...
Bir yerde  aşkı uğruna tacı tahtı terk ettiren kadın, dağları taşları uğruna deldiren kadın, diğer tarafta  yeri, damdaki öküzden sonra gelen kadın.
Bir diğer tarafta da cinsel organı bile ona kadınlık duygusunu yaşatmayan Hacer.
Zordur köyde kadın olmak.
Hacer, uzun yıllar cinsel organının acısını çekmişti. Hacer'de kadın olamamanın acısı ise, hala yüreğinin derinliklerinde tedavi edilemez bir yara olarak ebedi yerini, ömrünün sonuna kadar koruyacaktı.
Bedenine ve organına yönelik yaralama tedaviyle iyileşmişti, ya küçümsenen aşağılanan kadınlığını hangi tedavi, hangi doktor tedavi edebilir?

 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 02

ÇORUM ANADOLU GAZETESİ KÖŞE YAZILARI BÖLÜMÜNE GİTMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

ATATÜRK, AŞK VE YALNIZLIK
Türk ulusu şanslı bir ulus, çünkü, Atatürk gibi,bir lidere sahip.
Yaşadığı dönemde ve hala bir çok ulus için bağımsızlık mücadelesinde örnek ve önder lider olma özelliğini koruyabilmekte, sevindiricidir ki, böyle bir insan Türk ulusunun değeri.
81 yıl bir ulusun kaderinde çok uzun süre olmamasına karşın, Atatürk'ün özenle kurduğu Cumhuriyet, dünya var oldukça sağlam temeller üzerinde inşa edilmeyi sürdürecek. Bitmiş tükenmiş bir ulustan, Osmanlı İmparatorluğundan sonra, Samsun'a çıkışıyla, Türk Ulusu için düşündüğü, uzun zamandır kafasında tasarladığı, planlarının hayata geçirilmesi için, bir kıvılcım yakalaması gerekmekteydi. Bu kıvılcım  Türk Ulusunun karakterinde ve yapısında vardı. Sadece bunun açığa çıkması için güçlü kararlı bir lidere ihtiyaç vardı.İşte ulusun kaderini değiştirecek lider Atatürk"tü. 
Bilindiği gibi, yurdun her tarafı emperyalist güçler tarafından paylaşılmış durumdaydı. Böyle bir durumdan, toplumda başı bozuk milis güçlerine, bağımsızlık duygusunu ve felsefesini vererek, dünyanın en üstün teknolojileriyle donanmış bir çok ülkesiyle de başa çıkmayı hedeflerken, kadınıyla, kızanıyla,erkeğiyle nasıl savaş verildiğini, bu üstün başarının bizim dışımızda, bir çok ülkeye de özgürlük ve demokrasi adına örnek teşkil ettiğini de biliyoruz.
Atatürk, üstün nitelikli bir lider, olağanüstü özelliklere sahip,  zeki, inanılmaz güçlü ve kararlı  bir kişilik.
Bunların tümü,bu günde hiçbir zaman karşı çıkılabilir özellikler değil elbetteki.
Atatürk'ü severken, sayarken ve de hayranlık duyarken, bu eşsiz liderin, duygu dünyasını hemen, hemen hiç düşünmeyiz. Oysa ki, o da sizin ve bizim gibi duygu dünyasına sahip bir insandı.
Sevmeyi, sevilmeyi elbette ki hak ediyordu.
Kazandığı zaferleri, ulusu adına yaptığı devrimleri, başarıları, acaba iç dünyasında da mutlu ve bahtiyar olmasını sağlayabilmiş midir?.
Türk kadınında, görmek isteği çizgi, kendine eş olabilecek kadın profilinin de bir göstergesi idi.
Aydın,bilinçli,çağdaş modern,ülke ve dünya olaylarını ve gelişmelerini bilebilen, bir eş istemişti Özel yaşamında da kendisine ülke yönetiminde katkıda bulunacak denklik içinde bir eş arzuluyordu.Gelişmiş ülkelerde bile kadınlara hiçbir hak verilmemişken, Atatürk'ün Türk kadınına  verdiği insan olma hakları da bunun bir göstergesiydi. İç dünyasının yazıldığı, azda olsa yazılı belgelerde, yazıldığı kadarıyla Atatürk'ün, yalnız,duygusal ve aradığını bulamamış bir lider olduğunu anlayabiliyoruz.
Atatürk'e aşık, deli divane bir çok kadın varken, o, yüreğinin kadınını bulamamış, ne hazin değil mi?
Biz liderleri, biyonik insanlar gibi görme eğilimi gösteririz.Oysaki liderlerinde o katı, yönetici,kural koyan tavırlarının altında yürekleri,ve duygusal dünyaları vardır elbette. Hatta dışardan ulaşılmaz katı,görünen insanların iç dünyalarının çok daha yumuşak ve duyguya sevgi ve aşka ihtiyaçlı olduğunu belirtir uzmanlar.
Böyle olunca da Ata kendisine o  kadar aşık kadın varken,eğitimli ve yönünün batıya dönük olduğunu düşündüğü Latife hanımla, annesinin de onayıyla evlenmiştir.
Latife Hanım ki, henüz genç kızken, ettiği yeminde, " İzmir'i kurtaracak kumandanla evleneceğim." Demişti. Bu sözünü de 9 Eylül günü İzmir'de kordon boyunda Atatürk'ü ilk gördüğü anda gerçekleştirmeyi düşündü ve daha sonra da bilindiği gibi Atatürk'le evlendi.
Çünkü onca genç kızın Ataya aşık olduğu dönemlerde, Zübeyde hanım bu genç kızların hiçbirini beğenmemiş, kiminin zayıf,kimini çirkin,kimini beceriksiz bulmuştur.
Sonuçta, sizin ve bizim gibi insan ilişkileri içerisinde, Zübeyde hanım annelik  içgüdüleriyle oğluna hiçbir genç kızı tamda layık görememiştir. 
Anne Zübeyde Hanım, hasta yatağında Ataya, Latife hanımla evlenmesini vasiyet etmiştir. Bu vasiyet üzerine Ata Londra ve Paris'de eğitim almış, Fransızca ve İngilizce bilen Latife hanımla evlenmiştir.
Bir zamanlar Ataya, oldukça yakın olan, onu ölesiye seven Fikriye, hatta kendi yakın çevrelerinde, Atanın eşi olarak bilinen ve bu gözle bakılan Fikriye, aşırı duygusal, ince ruhlu, Ataya içten derinden bağlılığı, tutkulu aşkı nedeniyle, bir zamanların, çaresiz hastalığı olarak bilinen, ince hastalıkta denilen Kara Sevda hastalığı olarak bilinen, Tüberküloz hastalığını yakalanmıştı.
Almanya'da yattığı hastanede, hasta yatağında, bir gazeteden, Ata'nın Latife ile evlendiğini öğrenmesi üzerine, doğruca Ankara'ya gelerek, köşke çıkmak istiyor. Köşk kapısında ki görevliler, onun Ata tarafından kabul edilmeyeceğini, ancak bir gün sonra görüşebileceğini söylediler.Fikriye çaresiz o geceyi  köşkte geçirdi. Ertesi gün Atatürk'le görüşmek istedi ve görüşemedi. Bunun üzerine bindiği faytona ağır ve bitkin adımlarla yöneldi, ardından bir el silah sesi duyuldu.
Fikriye'nin, Atasına duyduğu saygı, sevgi ve tutkulu aşk, kendisine ölüm olarak dönmüştü.
Bir zamanlar cephelerin sıcaklığı karşısında bile bir an olsun aklından çıkmayan Fikriye, ne hazindir ki, aşkını mezara taşımak zorunda kaldı. Fikriye'nin ölümü Atatürk'ü derinden sarstı.
Fikriye'nin ölümü Atatürk'ün yüreğinde, ömrünün sonuna kadar içinden atamadığı ince bir sızı olarak kalmıştır, her halde.
 
YARDIM REZALETİ
Yardımın adeta, cılkını çıkarma konusundaki maharetimiz üzerine, becerimiz öylesine büyüktür ki, kişilerin acemiliği mi desek, yoksa işi şova ve gösteriye dönüştürme gayreti mi desek, bilemiyoruz.
Belli günler ve aylar toplumsal dayanışmanın ve yardımlaşmanın özel olarak daha yoğun yaşandığı dönemlerdir.
Bizim toplumumuz da iyi ki, bu tür duygu ve  gelenek göreneklerin yok olmadığı toplumlardan ama nasıl ?
Bizim ülkemiz sosyal devlet olma özelliğini yasalarla ve yaşamın pratiği içinde yaygın ve örgün bir şekilde yaşatamadığı ve yaşama geçiremediği için, durumu daha iyi olan kişi ve kurumların, ihtiyaç sahiplerine bir takım yardımlar yapılması yolu hep izlene gelmiştir.Tabi bu izlenen yol, yardımı alacak kişiler için çileli ve utanç verici bir yol olmaktadır, çoğu kez.
Oysa ki dinimiz, kesin bir elin verdiğini, diğer elin duymaması gerektiğini öğütlemiştir ama, nafile.
Yardımın adeta, cılkını çıkarma konusundaki maharetimiz üzerine, becerimiz öylesine büyüktür ki, kişilerin acemiliği mi desek, yoksa işi şova ve gösteriye dönüştürme gayreti mi desek, bilemiyoruz.
Kişilerin acemiliklerinin yanında, kurumların yarattığı rezaletlerde inanılır gibi değil.Gerçek ihtiyaç sahipleri ise, büyük oranda kıyı da,köşede kalıyor. Yine yardım payını, ortadaki, yanlış ve yalancı insanlar alıyor. Bu konu da, birey ve toplumsal bilinç oluşturamadığımız açık. Şark kurnazlığı, kişisel entrikalar, hayatımızın her alanında sırıtıyor.
Toplumsal dayanışmanın ve yardımlaşmanın yoğun yaşandığı günler ve aylarda da, bunları dikkatli gözler, daha yoğun yaşandığı için, algılayıp anlaşılabiliyor. 

 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 03

ÇORUM ANADOLU GAZETESİ KÖŞE YAZILARI BÖLÜMÜNE GİTMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 

ŞİDDET TOPLUMU OLUYORUZ!
 
Yolda yürürken size yanlışlıkla çarpan birisinden özür dilemesini beklemez misiniz?Siz özür dilemesini beklerken o aynen ne baktın dik,dik diyerek cevabını şamar gibi indirir oldular insanın yüzüne. Tabii savaşlar,göz yaşları,fakirlik,eğitimsizlik,kadınların sömürülmesi,işsizlik,ve de üç kuruşa çalıştırılan insanlar,çocuklar. Böyle bir ortamda bozulan psikolojiler...
Nasıl bir toplum olduk biz? Nereye doğru sürükleniyoruz...
Son günlerde öyle olaylar oluyor ki şaşırmamak,üzülmemek ve de korkmamak elde değil,birkaç haftadır gazetelerin manşetlerinden inmeyen,kızını kesen baba,komşusunun çocuğuna tecavüz eden ve öldüren adam,birde buna öz çocuğunu döverek komalık eden anne ve baba,karısını bıçaklayan eş oldu.
Hayatın yaşamak ve gelişmek yönünde doğal bir eğilimi vardır eğer bu eğilim çeşitli nedenlerle engellenecek olursa biriken hayat enerjisi dönüşüm süreci geçirir ve hayatı yok edici bir güç haline gelir. Bu nedenle yıkıcılık ve şiddet engellenmiş ve yaşanmamış bir hayattır."demek yanlış olmaz herhalde. Hayatı geliştirip ve destekleyen enerjileri engelleyen her türlü toplumsal ve bireysel koşullar yıkıcılık eğilimlerinin doğmasına yol açar. Bunun sonucun da ortaya,kötülük olgusunun değişik biçimleri ortaya çıkar.
Yaşama iç güdüsü engelleyen kendini doğayı ve insanları sevmeyi beceremeyen(herkese bir kulp bulan) üretici güçlerini harekete geçiremeyen kısaca kendi isteklerini gerçekleştiremeyen insanlarda çevreye,yakınlarına bazen de kendine zarar verme eğilimi içine girebilir.
Bunun yanın da kendini din,ırk,parti modern totemlere "adayarak"sorumluluktan kurtularak "huzura"erer. İnsanoğlu hayatı ne kadar gerçekleştirir ne kadar çok canlılığını dışa vurursa,yıkıcılı ve şiddet iç güdüsünün de gücü o denli azalır. Buradan anlaşılıyor ki şiddet ve yıkıcılık bastırılmış ve yaşanmamış bir hayata eş değerdir. Şiddet her zaman kendini fiziksel olarak göstermez şiddetin diğer bir türü olan psikolojik şiddetin insanda ki etkisi kimi zaman fiziksel şiddetten çok daha ağır ve yıkıcı olabilir.
Ve ne yazık ki toplumuzda fiziksel şiddetten çok aha sık rastlanmaktadır. Aile içi şiddetlerin büyük bir çoğunluğu bu şekildedir. İnsanları küçümseme, hor görme, kendini üstün varlık olarak tanımlama,başkaları üzerinde hak iddia ederek hükmetmeye çalışırlar.
Şiddet ailede başlıyor,çevredeki diğer komşularla geçimsizliğe ve toplumun bütün bireylerine sirayet ediyor. Daha sonrada ülkeler arası savaşlara kadar çıkabiliyor.
Her koyunun kendi bacağından asıldığını her şeye "sahip olmak"egosu ile bilinç altına yerleştirmiş (kazıyarak) çağımız ekonomik sistemin de özellikle rekabet,bencil ol daha kazan,herkesi kendine rakip gören telkinlerin,şiddeti besleyen bir ortam yarattığı da apaçıktır. Ekonomik sistemdeki çalkantılar,düzensizlikler beraberinde,gasp ve hırsızlık olaylarında artış getirdi. Kapkaç olaylarında hayatını kaybeden insanlarımız oldu.
Ekonomik sistemimizdeki çöküş toplumsal bir nevruza mı dönüşüyor?Aileler parçalanıyor,patron işçisiyle kavga ediyor,toplumsal olaylar artıyor, eskiden komşu devletlerle sınır ve su yüzünden savaşlar olurken,şimdi kıtalar arası savaşlar yapılıyor,insanlar öldürülüyor toplumsal şiddete ve savaşa hayır çocuklar ölmesin!

 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 04

ÇORUM ANADOLU GAZETESİ KÖŞE YAZILARI BÖLÜMÜNE GİTMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

CUMHURİYET BAYRAMI
 
Bundan tam 81 yıl önce 29 Ekim’de Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştu.
Ülkemiz;önce dış ve iç hainler tarafından zayıf ve güçsüz bırakılmıştı. Ülkenin idaresinde bulunan yetersiz kişiler Türkiye’yi savaşa sokmuş,savaşta yenilen tarafta olması bahanesi ile vatanımız istila altına alınmış,başta Anadolu,Ege,Marmara,Akdeniz,Güneydoğu Anadolu düşman çizmeleri ile alenen işgal ve esir edilmişti. Ülke bir önder bekliyor ve yeniden doğuşa hazırlanmak istiyordu. Samsun’dan Anadolu’ya çıkan Türk Paşası bu görevi üstlenerek ileride Türkiye insanlarının ATATÜRK’Ü olacak olan Mustafa Kemal’in işaretini bekliyordu. Türk evlatları kadını,erkeği,yaşlısı,genci,fakiri,zengini birlik oldular. İlk önce bütün ülke sathında meclis için üyeler gelmesini istedi. Burada Türk Milletinin yapacaklarını kararlaştırdılar. Alınan kararlar dahilinde yedi düvele kafa tutarak savaştılar,ülkesinde bulunan çeşitli Avrupa işgalcilerini kanı pahasına ülkesinden attı. Vatanını bütün olarak kurtaramadıysa da Misak-ı Milli sınırlarını koruyabildi.
Ülkemin insanları savaştan yeni çıkmıştı. Anadolu aç,yaralı,sermayesiz fakat Dünya’ya kafa tutarak özgürlüğünü kazanmış olarak ayakları üzerinde duruyordu. Ülke bir bütün olmuş,Avrupa’ya bazı tavizler vererek de olsa Hürriyetini kazanmıştı. Atatürk’ün, yoktan kurduğu Türk Devletinin yapısını 29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyet’in sağlam temelleri üzerine oturttu.
Ülkemizin en büyük Ulusal Bayramı Cumhuriyet Bayramı'dır. İlelebet ve her 29 Ekim’i kutlarken Türk evlatlarının verdiği canları,döktüğü kanları unutmayalım. Cumhuriyet Bayramını her kutladığımızda,her 29 Ekim’de coşkuyla kutlayalım,sonsuza kadar da kutlamalıyız.
            Bizlere emanet olan bayramlar;atalarımızın Milli ve Kutsal bayramlarımızı en içtenlikle ve gerektiği gibi kutlamalıyız. Bu bayramların bizlere Ülke,Vatan,vatandaşlık, millet, birlik, sevgi,saygı,hürmet,kuvvet,birbirimizi tanımak ve diğer dünya birlikteliğini sağlamak için var edilmiştir.
            Kutladığımız Cumhuriyet Bayramının adını aldığı Cumhuriyet idare şekli sözlüklerde :Halkın egemenliğini doğrudan yada seçtiği temsilciler aracılığı ile kullandığı devlet biçimidir. Cumhuriyet rejiminde iki unsur çok önemlidir: a- İdare edilenler   b- İdare edenler İdare edenleri idare edilenler seçer. Bizler idare edilenlerin dikkat etmesi gereken,fanatik olarak tuttuğumuz partinin değil,ilimize,ülkemize faydası olanları seçerek onların idaresini seçmemizdir. Biz bu seçtiğimiz kişilerle vereceğimiz görevleri de sonradan takip etmemiz ülkemizin bekası için  gereklidir.
            Geçmiş olan 29 Ekim 2004 Cumhuriyet Bayramınızı candan kutlarım.

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 
 

SAYFA BAŞINA GİTMEK İÇİN TIKLAYINIZ

BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR!

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR
 
Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM
 Hukuka, Yasalara, Telif  ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir.