Eeeeyy hain bozuntuları ! Sakın ola
ki Cumhuriyeti yabana atmayın ve de salatalık turşusundan kesinlikle
cacık yapmayın.
Ve de, "Cumhuriyete karşıyım" diyerek,
sakın ola ki mısırın sapını yemeyin ve de koçanlarıyla rast gele
oynamayın.
Cumhuriyeti ekmek arası köfte de
zannetmeyin, sonra boğazınıza öyle bir oturur ki, çıkarmak için yedi
düvelin doktorlarının gücü yetmez.
Çayır çimende otlamayın, tahterevalli
üzerinde zıplamayın. Bakarsınız,cumhuriyet sizler için kazığa
dönüşmüştür.
Armudu sayarak, elmayı da mutlaka soyarak
yiyin. Sonra midenize oturur. Sakın ola ki armutla elmayı toplayıp, üç
armut eder demeyin.
Elbise gördüm, içinde insan yok. İnsan
gördüm giyecek elbisesi yok.
"Ya göründüğünüz gibi olun,ya da olduğunuz
gibi görünün"
Bir gün ilk okul öğretmenimiz, "Oğlum,
Cumhur sizsiniz" deyince , öğretmenimizin suratına aptal aptal
bakmıştık.
Yenilir, içilir bir şey miydi ? Zaten
aklımız fikrimiz yeme içmedeydi.
Şimdi de Cumhuriyet Balolarına gözüm
düşüyor ama, beni çağırmıyorlar.
Çünkü, ben eğlencede sayılmayan,adam
yerine konmayan Cumhurum.
Kim bilir neler yenilip içiliyor?
Cumhur, Yoksa uyku tulumu muydu, içinde
bir güzel uyku çekilecek?
Meğerse Cumhur, "Halk" demekmiş..
Bizim köyde halk, büyük bir evde toplanan
ve sarma cigaraları birer birer sararak birbirine ikram eden, Dedem
Gıddıl Musa, Köse yaylı, Ali Çavuş, Sağır Fettah, Dalayman, Kör Hüseyin,
Hüttürü, Hacı Hasan, Hökkeş, Çinik Hurşut, Keltek Mehmet, Osman Çavuş...
filan aklımıza geldi. Sonra onların gayfe keyfi de, bize onların halk
olduğunu gösteriyordu. Bunların bir çoğu da savaş artığıydı.
Çünkü bunların dışarıda, tanıdığımız başka
bir "Halk"yoktu.
Sonra Cumhurun sonunda ki "Et"i de
görünce,"yaşasın, bizim de etimiz olacak" Diyerek, havalara zıplamıştık.
Et, o günlerde hasretini çektiğimiz en
önemli şeydi.
Türk milleti olarak, iki kilo pirzolaya
bana mısın demiyoruz.
Ve de bir bardak ayranla, üç somun deviren
bir ırkın ahvadı oluyoruz icabında.
Et yemek için serçelere kurduğumuz
tuzaklar, bu gün ki gibi aklımda.
Bizim köylü Ali Çavuş, Atatürk'ün emrinde
çalışmış bir adamdı. O günleri anlatırken, gözlerinden yaş gelirdi. Çoğu
zaman da anlatırken, hıçkıra, hıçkıra ağlardı.
Ali Çavuş, nasıl at pisliklerinden arpa
seçerek yediklerini anlatıyordu.
Ama şimdi, bir eli yağda, diğer eli balda
olan yobaz, din sömürüsü adına Cumhuriyete ve Atatürk'e dil uzatmakta
sakınca görmüyor.
Ne yazık ki, lumpen aydınlarda onlara
çanak tutuyor.
Koskocaman adam niye ağlıyor diye de merak
ederdik.
Çocuk olduğumuz için, Ali Çavuşun
anlattıklarını, bir dudağı yerde, bir dudağı gökte dev masalı sanırdık.
Zaten Ali Çavuşa gelinceye kadar da, duyduğumuz tek masal, dev
masalıydı.
Bir gün, annem bana akşamdan güzel bir
banyo yaptırdı.
Tabi başıma sabun sürmedi, yerine de kil
sürdüğü için gözlerim hiç yanmamıştı.
Annem, " Sabah Bayram"dediğinde, bayramda
nelerin yapılacağını kara kara düşünerek ettim sabahı.
Mal gütmeye gitmeyeceğim kesindi ama,
belki de bayram denilen şey, dağdan odun getirmedir diye çok korktum.
Sabaha gözümü hiç kırpmadan girdim.
Siyah önlüğümün üzerine beyaz yakam
itinayla takıldı.
Kıçımdaki yamayı da siyah önlük
örtmüştü.
Okula vardığımda, köyün adamlarının tamamı
oradaydı. Tabi kadınlar da.
Zaten bizim köyün kadınları bayramları hiç
kaçırmazdı.
Bayram yerine geldiklerinde de,adları bir
başka erkekle kesinlikle çıkmazdı.
Hovardalığın yeri de tabi ki bayram
yerleri değildi.
Kim bilir, bayrama gelmeyenler her halde
üstlerine dikilecek gözlerden
Neyse, ben yine kendi bayramıma döneyim.
Önemli bir şeyler olduğunu sezmiştim ama,
bundan sonrasının ne olacağını merak etmeye devam ettim.
Derken, öğretmenimiz bir konuşma yaptı.
Atatürk'tün, Cumhuriyetten söz etti.
Öğretmenimin anlattığı şeylerden sonra,
Cumhuriyetin sonundaki et sözcüğünün et anlamına gelmediğini
kavramıştım.
Öğretmenimiz, Cumhurun "halk" demek
olduğunu "et"'in de yönetimi demek olduğunu söylediğinde, cahilliğimden
bir taşın daha düşmesiyle rahatladım. Keşke tüm cahiller benim gibi
olsa...
Yani Cumhuriyet, Halk Yönetimi demekmiş.
Hele, Ali Çavuş'un ağlayarak
söylediği sözler yüreğime cuk diye oturdu.
Bu gün, kendisini kul ve köle olarak gören
zavallı yaratıkların zavallılığını daha iyi anlayabiliyorum.
Cumhuriyetin 81. Yıldönümü kutlama
törenlerine katıldım.
Atatürk diyor ki; "Cumhuriyet; alkış, dua
ve şenlik ile yaşatılamaz." (Bakınız Nutuk)
Atatürk böyle demiş ama, neredeyse yapılan
tüm gösterilerin altında, birilerinin memnun edilmesi var.
Okulda okuduğum yıllarda, aralardan
sıvışarak, nasıl da tören alanına gitmekten kaçtığım canlandı,
gözlerimin önünde.
Neredeyse o günlere bayramlardan kaçmak
bizim için yiğitlik ve mertlik göstergesiydi.
Her hal de bu gün de Cumhuriyet
Bayramlarından kaçanlar, kendilerini yiğit ve mert zannediyorlar.
Ne zaman ki, ülkemin geleceğinin tehlike
altında oluğunu gördüğümde, bayramlardan kaçmakla ne kadar büyük bir
yanlışın altına imza attığımın farkına vardım.
Aptallıkta parayla değil ya.
Tabi şimdi bayramlardan kaçanlara da
nefret yağdırıyorum.
Hatta onları teker, teker de öpüyorum!
Benim bayramdan kaçmalarımla , şimdiki
kaçanların arasına dağlar kadar anlayış farkı var.
Ben bayramlardan spor olsun türünden
kaçarken, şimdiki kaçanlar, bayramların anlamından rahatsızlık
duydukları için kaçıyorlar.
Onların istediği, başta sarık, bedende
cübbe, kadınlara peçe ve çarşaf.
Onların özlediği çarşaflı, cübbeli
Cumhuriyet.
Kim bilir, bundan sonra düzenlenecek
kutlama törenlerine, müftüler mi başkanlık edecek?
Avrupa'da bir bayram kutlaması görmüştüm
de şaşırmış kalmıştım.
Sokaklar, rengarenk giysiler içinde halkla
doluydu. Öyle resmi geçit töreni filan da yoktu. Taklar kurulmamış,
zevatın oturması için de özel yer yapılmamıştı.
Yani protokol diye bir şey yoktu.
Cumhuriyet Bayramı kutlamalarına, resmi
görevlilerin, lacivert veya siyah takım giyme zorunlulukları varmış. Bu
zorunluluk yalnızca askerler için geçerli değilmiş.
Bu durumu da tören alanında fark ettim.
Benim çocukluk yıllarımda da bu
zorunluluğu bildiğim için, sadece tepki olsun türünden krem rengi bir
pantolon ve krem rengi kısa bir gömlekle tören alanına gittim.
Bana kıyafet zorunluluğu olmadığı için de
,o kadar siyah arasına sırıttım kaldım.
Tabi ki rahatsızlık filan da duymadım.
Çünkü, ben Cumhuriyetin anlamını iyi
biliyordum ama, bilmeyenlerin sıraları da zaten boş kalmıştı. Onların
üstünde elbise vardı ama, içinde adam yoktu.
Tören alanında etrafı sıkı sıkıya taradım.
Öyle ilginç görüntüler vardı ki, bir yanda
çoluğuyla, çocuğuyla, kadınıyla, kızıyla bayrama gelen halk, yani
Cumhur, öte yanda eşlerine bir bayramı bile çok gören seçilmişler ve
atanmışlar.
Tabi ki, cin fikirli bir adam olduğum
için, bayramlarında özellikle seçilmişler ve atanmışlar tarafından
kadınlara neredeyse yasak hale getirildiğini de düşünmeden edemedim.
Sen sanırsın ki, erkek balosu.
Gel de düşünme, Cumhur yalnızca erkek
demek mi?
Yaşamın nimeti de külfeti de kadınla
paylaşılmıyor mu?
Neden bayramlara onların da katılması
engellenir?
Kendilerinin ve eşlerinin Cumhuriyetle
sorunu olanlar için söylenecek şeyler var.
İsmet İnönü, Cumhuriyeti kuran kadronun
Atatürk'ten sonra gelen ilk ismi.Bilindiği gibi, İnönü Atatürk'ten sonra
ikinci Cumhurbaşkanı ve sonraları da 1970'li yıllara kadar da aktif
siyasetin içinde bir isim.
Demokrat Partiye karşı yürütülen demokrasi
mücadelesinde, Atatürk kadroları, İnönü'nün çevresinde toplanarak CHP
içinde siyaset yapıyorlardı.
İsmet İnönü, elindeki kozu, çok partili
demokrasiye geçerek, Demokrat Partiye vermişti.
İnönü'nün siyaset nedeniyle çıktığı yurt
gezilerinde, Kurtuluş Savaşı sırası ve sonrasında çekilen sıkıntıların
bir çoğu İnönü'ye fatura edilmişti.
İnönü, yine bir gezideyken yanına yaklaşan
bir çocuk, "Sen buraya niye geldin, sen bizi aç açık bıraktın" diye sert
çıkar.
İnönü, tüm mütevaziliğiyle; " Evet
evladım, ben seni aç ve açık bıraktım ama, seni babasız ve yetim
bırakmadım" diyerek, kurtuluş savaşının gerekçelerinin altını kalın
çizgilerle çiziyordu.
Bu gün bile, CHP'ye saldıran kimi
zihniyetler, CHP'yi ülkeye, kıtlığı getiren parti olarak suçlamaya
kalkarlar.
Burada hala, aynı düşünceyi paylaşan
yobazlara, Neyzen Tevfik'in Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyeti en
güzel anlatan şu mısralarıyla yanıt vermek isterim.
" Evet, sen yine doğmasına doğardın ama;
Baban kim olurdu, bilemezdin şerefsiz."
Atatürk Cumhurbaşkanıdır.
Fransa'nın Ankara büyük elçisi Atatürk'ü
ziyarete gider.
Ziyaret sırasında büyük elçiye ikramlarda
bulunulur. Bu sırada ikramı sunan askerin ayağı halıya takılır ve elinde
bulunan çaylar ve kahveler yere dökülür.
Çay ve kahveleri döken asker büyük korkuya
kapılır.
Fransız elçi de şaşkındır. Tüm gözler
Atatürk'e çevrilir.
Atatürk, gayet sakin ve sevecen bir
ifadeyle;" Elçi hazretleri, ben bu Türk Milletine her şeyi öğrettim ama,
yalnızca hizmetkarlığı öğretemedim. Türk Milletinin en büyük değer
verdiği şeyin başında onuru gelir. Bu nedenle de asla bir başka millete
hizmetkarlık etmez" Der.
Elçi bir kez daha şaşkındır. Çünkü, daha
birkaç yıl evvel O Ulus, Fransızların boyunduruğu altına girmemenin
mücadelesini veriyordu.
Avrupa Birliğinden medet umanlar yoksa,
Atatürk'ü, Cumhuriyete yok etme ve şeriat sözü mü aldılar?
Evet bayram kaçkınları ve de bayramlarda
Cumhuru tribünlere atan zihniyet.
Sahi, kutladığınız bayramları kimin adına
kutluyorsunuz?
Kaçtığınız bayramların anlamını biliyor
musunuz?
Ne dersiniz Bayram kaçkınları, Neyzen
Tevfik, sizleri iyi tanımlamamış mı?
KÖYDE KADIN OLMAK,CİNSEL ORGANINDAN
ÖÇ ALMAK!
Köylerde kadınlar genelde erkeğinin tam
adını söyleyemezler.
Hatta yanı başında da yürüyemezler, daha
da ötesi, hiçbir kadın beş yaşında da olsa bir erkeğin önünü kesemez.
Benim köyümde de adet böyleydi.
Bir gün, babam, anam ve ben köyün
ortasından eve doğru gidiyorduk.
Anam, babama çağırmamı ve bir komşunun
evine gezmeye gideceğimizi söyledi.
Bende de muziplik var ya, anama inatla
direndim ve babama çağırmadım.
Anam önce, "gendi" diye
bağırdı,babam duymadı. Sonra "uloooo" diye bağırdı babam yine duymadı,
daha sonra da "Heriiif" diye bağırınca, babam hışımla geri döndü ve
anama galiz bir küfür savurarak, adının Arif olduğunu söyledi.
Zavallı anam, yediği küfüre mi yansın,
adet olmadığı için tam da köyün ortasında kocasının adını
söyleyemediğine mi?
Alı al, moru mor olmuştu ama, bir daha da
sesini çıkaramadı.
Bu gün size anlatacağım öykü de yine bir
köyde geçiyor.
Anlatacağım öykü aynısıyla yaşanmış
olmasına karşın, yine de isim vermeyeceğim çünkü, olayın kahramanı kadın
hala aramızda yaşıyor.
Aramız da yaşayan bu kadının yaşadığı
dram, tamı tamına böyle geçiyor.
Anlatacağı hikayeyi lütfen müstehcenlik
açısından ele almayın.
Çünkü, toplumun kanayan yaralarından
birisi de, kadın erkek eşitsizliği.
Ne yazık ki, kadın erkek eşitsizliği
konusunda herkes yaldızlı sözler söyler ama, bir türlü gereği de
yapılmaz.
Buradan kadınlara da küçük bir uyarım var.
Unutmayın ki, başta din olmak üzere yer
yüzünde bütün yerleşik sistemler erkek egemenliği altındadır. Bu nedenle
de, mücadele gücünüz yeterli olmadığı zaman, yalnızca erkeklerin size
verdikleriyle yetinmek zorundasınız.
Zaten bu güne kadar da elinizde bulunan
mevcut, erkeklerin size verdiklerinden ibaret değil mi?
Köylerde kadınlar, erkeğin neredeyse,
hamalı konumundadır.
Bunun yanı sıra da köyde olsun, tarla
yolunda olsun, kadın erkeğin üç adım gerisinden gelmek zorundadır.
Yine bir gün olayımızın kahramanı Hacer,
(İsmin olayın kahramanıyla uzaktan yakından ilişkisi yoktur. Hacer ismi
yalnızca sembolik olarak kullanılmıştır.) yanında kocası olduğu halde
tarladan evine dönmektedir. Ve de kocasının üç adım gerisinde...
Zaten köylerde adet böyledir. Hiçbir kadın
kocasının yanında yürüyemez.
Evine dönmek içinde adımlarını sıkı atmak
zorundadır Hacer. Çünkü, davar onu bekliyor, ineklerin sağılması onu
bekliyor, akşam yemeği onu bekliyor, tüm bunlara üstelikte kocanın akşam
keyfide onu bekliyor.
Hacer'in iki elinde ağır iki torla,
torbanın biri de omzunda atılıdır. Kocası ise üç adım önünde iki elini
arkadan bağlamış, köy ağası edasıyla yürümektedir.
Bu sırada, şehirden o köye misafir gelen
bir kadın ve erkekte önlerinden yürümektedir.
Yürüyen kadının elinde küçük bir çanta,
büyük çanta ise erkeğin elindedir.
Kadın süslü mü süslü, alımlı mı alımlı,
çalımlı mı çalımlı...
Hacer'in ayağında ki nasır neredeyse
ayakkabı kalınlığındaydı.
Hacer ayaklarına, elindeki ve sırtındaki
torbalara uzun uzun baktı. Oysa, Hacer'in elinde, dolu dolu üç çanta,
kocası ise yalnızca boş ellerini dinlendirmekle meşgul.
Kocası da kral edasında, önündeki süslü
kadına iç geçirerek bakmaktadır.
Hacer, önünde yürüyen kadına bakar,
sonra da kendisine...Kendisi de kadındır, önünde yürüyen de...
İçinden bildiği ve bilmediği tüm küfürleri
bir bir sayar.
Eve geldikten sonra, öylesine tükenmiş
hisseder ki, kendini,doğruca evinin arkasına gider, eline büyük bir taş
alır ve başlar cinsel organını dövmeye.
Bir yandan cinsel organını dövüyor, diğer
yandan da niye bu köyde,özellikle de niye böylesi adamla evlenmek
zorunda bırakıldığına hayıflanıyor, yine bildiği tüm küfürleri bir bir
sayıyor ve cinsel organını taşla ezmeye devam ediyor.
Hacer, cinsel organını yok etmeye
kararlıdır. Çünkü, biraz önce önünden giden
kadınında da, kendisinde olan cinsel
organı vardır ama, çantanın en ağır olanını da kocası taşımaktadır.
Hacer gözünü açtığında hastanededir.
Hacer'in cinsel organı alabildiğine mikrop kapmış ve kan revan
içinde kalmıştı. Ama cinsel organının yarası neydi ki, ruhunda
yaşadığı acının yanında.
Bilincinin dışında yaptığı ve kendisine
verdiği inanılmaz acı ve ızdırap, ruhunun
fırtınaları karşısında küçük ve
suskun kalmıştı
Ruhundaki aşağılanmayı, kendisinin cinsel
kimliğine ve organına acımasızca yöneltip, ruhundaki fırtınayı
dindirmeye çalışmıştı.
Hacer, hastane odasında bir kez daha
düşündü. Kadın olmak iyiydi ama, Hacer gibi kadın olmanın iyi bir yanı
da yoktu ki...
Bir yerde aşkı uğruna tacı tahtı
terk ettiren kadın, dağları taşları uğruna deldiren kadın, diğer tarafta
yeri, damdaki öküzden sonra gelen kadın.
Bir diğer tarafta da cinsel organı bile
ona kadınlık duygusunu yaşatmayan Hacer.
Zordur köyde kadın olmak.
Hacer, uzun yıllar cinsel organının
acısını çekmişti. Hacer'de kadın olamamanın acısı ise, hala yüreğinin
derinliklerinde tedavi edilemez bir yara olarak ebedi yerini, ömrünün
sonuna kadar koruyacaktı.
Bedenine ve organına yönelik yaralama
tedaviyle iyileşmişti, ya küçümsenen aşağılanan kadınlığını hangi
tedavi, hangi doktor tedavi edebilir?
|