SANAL OLMAYAN ;
"FİKRİ HÜR, VİCDANI HÜR"
YAZARLAR TOPLULUĞUNA HOŞ
GELDİNİZ !
|
|
DİKKAT !
BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN
KULLANILMAMALIDIR |
Hazırlayan
Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi corumlu2000@gmail.com |
|
SAYI 15 01/12/2009 |
İÇİNDEKİLER
|
Ahmet CANBABA ALLAHIN DEDİĞİ OLUR
Ahmet CANBABA DÜŞÜNDÜRDÜN
Ahmet CANBABA AYDINLIK OLSUN
İsa
KAYACAN YAZILARIMIN YER ALDIĞI GAZETE VE DERGİLERDEN
Mahmut Selim GÜRSEL GÖZLER YALAN SÖYLEMEZ!
Mahmut Selim GÜRSEL YENİ YIL
Mahmut Selim GÜRSEL BAK DOSTUM
Mahmut Selim GÜRSEL BİZ SİZİ TANITIYORUZ, SİZ BURADAN BAŞKASINI
TANITMAYINIZ!
Mahmut Selim GÜRSEL KUR'AN-I KERİM GÖRE KURBAN VE KURBAN BAYRAMI
Mustafa Nevruz SINACI İNSANİ BOYUT VE ATATÜRK
Mustafa Nevruz SINACI KIRK ASIRLIK TÜRK YURDU : ANAYURT ANADOLU
Mustafa Nevruz SINACI “ET’LE TIRNAK GİBİ”
Mustafa Nevruz SINACI AB YÖNTEMLERİNİ KULLANMAK GEREK
Mustafa Nevruz SINACI İNSAN HAKLARI ve TÜRKİYE
Mustafa Nevruz SINACI İNSAN HAKLARI ve ÜLKENİN GERÇEKLERİ
Mustafa Nevruz SINACI İNSAN HAKLARI VE ADALET AHLAKI
Mustafa Nevruz SINACI ASİMETRİK SAVAŞ, İNSAN HAKLARI VE HUKUKUN
ÜSTÜNLÜĞÜ
Mustafa Nevruz SINACI DEVLETİ TESLİM ALMAYA CÜR’ET
Mustafa Nevruz SINACI GRİP VE ASRIN SOYGUNU
Mustafa Nevruz SINACI KURUMSAL GASP VE KUL HAKKI
Mustafa Nevruz SINACI MİLLİ DEVLET VE MİLLİ EĞİTİM
Sakin KARAKAŞ STAJYER ÖĞRETMEN ADAYLARI OSMANCIK’A HAYRAN
KALDILAR
Selma GÜRSEL KADAYIF
Üzeyir Lokman ÇAYCI GEÇTİKÇE BAHARLARIN KIYISINDAN
Üzeyir Lokman ÇAYCI DESENLER
|
Çalışma TELİF ESERİDİR izin almadan
kullanmayınız! |
Hazırlayan Mahmut Selim
GÜRSEL |
corumlu2000@gmail.com
|
Sitemiz ve yazarlarımız;hukuka, yasalara, telif
haklarına ve kişilik haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir. |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
01 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
KİTAP ismi Sayfaya
dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
Ahmet CANBABA |
Ahmet CANBABA HAYAT HİKAYESİ |
- ALLAHIN DEDİĞİ OLUR
-
- Önceden bilen olsa da
- Allah’ın dediği olur
- Kazada ölen olsa da
- Allah’ın dediği olur
-
- Şer zincirini kırsa da
- Hoş, iyi ,kötü varsa da
- Ahrette hesap sorsa da
- Allah’ın dediği olur
-
- İstanbul da ,Muşta yazar
- Ankara da, Kaşta yazar
- Takside dolmuşta yazar
- Allah’ın dediği olur
-
- Araştırıp soranda mı
- Tefsir edip soranda mı
- Tevrat ta mı, Kuranda mı
- Allah’ın dediği olur
-
- Yağmur yağsa,şimşek çaksa
- Aşklar yürekleri yaksa
- Sonumuz kara topraksa
- Allah’ın dediği olur
-
- Yanlış yoldan gidilse de
- Suçsuz idam edilse de
- Ölüm ona ödülse de
- Allah’ın dediği olur
-
- Sular bassa afet olsa
- Ölümcül felaket olsa
- Tarumar olmuş kent olsa
- Allah’ın dediği olur
-
- Şans kapıyı çalsa haktan
- Beklediğin gelir yoktan
- Şer gelse de aça toktan
- Allah’ın dediği olur
-
- Düşlerini yaptırsa da
- Arzulara taptırsa da
- Doğru yoldan saptırsa da
- Allah’ın dediği olur
-
- Toplasa ümmeti dede
- Bilmez hakikat i ve de
- Bilimi yanlış bilse de
- Allah’ın dediği olur
|
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
02 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
|
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
Ahmet CANBABA |
Ahmet CANBABA HAYAT HİKAYESİ |
- DÜŞÜNDÜRDÜN
-
- Akıllara sığmaz sonsuz kavramda
- Olmayanı düşündürdün sen bana
- Asık yüzler neden dolmuş çevremde
- Gülmeyeni düşündürdün sen bana
-
- Akıl çekiç, akıl bilgi, akıl örs.
- Doğru düşün gitmesin işlerin ters.
- Hayatında birçok olaylardan ders
- Almayanı düşündürdün sen bana
-
- Sevmeyen, gönülde boylar hapis i
- Sevgiyle kurmadın dünya yapısı
- Her zorlu işlerde çıkış kapısı
- Bulmayanı düşündürdün sen bana
-
- Çalıştırır insanın ahmağını
- Eksik etmez başından tokmağını
- Komşusu aç yatarken ekmeğini
- Bölmeyeni düşündürdün sen bana
-
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
03 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
Ahmet CANBABA |
Ahmet CANBABA HAYAT HİKAYESİ |
- AYDINLIK OLSUN
-
- Bir mum yakıp karanlığa ilk adım
- Atalım yolumuz aydınlık olsun
- Gücümüzü mutlu birlikteliğe
- Katalım yolumuz aydınlık olsun.
-
- Vatanımın hançer sokmuş bağrına
- Hesap soramamak gider ağrıma
- Neyimiz var neyimiz yok uğruna
- Satalım yolumuz aydınlık olsun
-
- Hasret kalarak özlenip yeniden
- Tehlikelerden gizlenip yeniden
- Tohum gibi filizlenip yeniden
- Bitelim yolumuz aydınlık olsun.
-
- Yurdumuzda askeriz bu seferde
- Çare bulacağız bilinen derde
- Fabrika bacası gibi her yerde
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
04 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
İsa KAYACAN |
İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ |
YAZILARIMIN YER
ALDIĞI GAZETE VE DERGİLERDEN YILLAR İTİBARİYLE ÖRNEKLEME SIRALAMASI
- Her şeyin bir başlangıcı, devamı ve sonucu var. İsa
Kayacan’ında, basın-yayın hayatında yer almaya başlayışı, gazete ve
dergilerde imzasının görünmeye başlaması Nisan 1956’ya rastlıyor.
Daha doğrusu gazete sütunlarında ilk şiirinin görüldüğü tarih, İsa
Kayacan’ın yayın başlangıcıdır Nisan 1956. Sonra yıllar hızla
geçerken, İsa Kayacan’ın imzasının görüldüğü yayın organı sayısında
artışlar gözleniyor. Bunlardan bazılarının sıralanışı üzerine bir
göz atalım:
- 1956 – Tefenni, Yeşil Eşeler Gazetesi,
- 1957 – Demokrat Burdur ve Tefenni Yeşil Eşeler Gazeteleri,
- 1958 – Burdur’un Sesi ve Demokrat Burdur Gazeteleri,
- 1959 – Burdur Lisesinin “Sesimiz” Gazetesi,
- 1960 – Burdur Yeni Turan ve Andımız Gazeteleri,
- 1961 – Bucak Işık, Burdur Son Çağ, Elbistan’ın Sesi Gazeteleri
- 1962 – Serhad Artvin ve Bartın Gazeteleri,
- 1963 – Serhad Artvin ve Elbistan’ın Sesi Gazeteleri,
- 1964 – Burdur Yeni Turan, Bartın, Bilecik, Serhad Artvin
Gazeteleri,
- 1965 – Zümrüt Rize ve Serhad Artvin Gazeteleri,
- 1966 – Bolu Sesimiz Gazetesi, Ankara Ece, Eskişehir Emre, Ferhat
Dergileri,
- 1967 – Bolu Sesimiz, Adapazarı Akşam Haberleri Gazeteleri,
Ankara Çele, Akın, Ulusca Uyanış, Şanlıurfa Nabi ve Balıklıgöl
Yozgat Bozok Dergileri,
- 1968 – Adapazarı Anadolu, Ankara Yeni Tanin, Seziş Şiir
Gazeteleri, Akın, Bakış, Bahçe, İstanbul Sanat Dünyası, Eskişehir
Emre Dergileri,
- 1969 – Ankara Yenigün, Adana Hürses, Düzce Ferman, Uşşak
Postası, Aydın Ses, Yeni Kastamonu Gazeteleri, Eskişehir Çağdaş,
Emre, İstanbul Evelek, Özlem Dergileri,
- 1970 – Ankara Tasvir, Yeni Tanin, Babaeski Postası, Çorum
Ekspres, Zonguldak Şafak, Hür Bartın, Tokat Topçam, Turhal, Yeni
Tokat, Bartın Devrim, Karabük Doğuş, Manisa Işık, Düzce Ferman,
Gaziantep Güney Postası, Zonguldak Haber, Menemen Haber, Van Sesi,
Bursa Yenişehir, Kdz. Ereğli Memleket, Şirin Ereğli, Gazeteleri,
Ankara Çocuk-Yuva, Adımlar, Eskişehir Emre, İstanbul Sanat Dünyası
Dergileri,
- 1971 – Bursa Yenişehir, Elazığ, Düzce Ferman Gazeteleri, Adana
Hürses Dergisi.
- 1972 – Son Havadis, Başkent, Hür Anadolu ve Yeni Tanin
Gazeteleri,
- 1973 – Ankara Tasvir, Hür Anadolu, Adapazarı Son Haber, Bandırma
Ufuk, Kayseri Emel, Sivas Kızılırmak Gazeteleri,
- 1974 – Ankara Tasvir, Düzce Ferman Gazeteleri,
- 1975 – Ankara Tasvir, Diyanet, Keşan Önder, Erzurum Milletin
Sesi, Gazeteleri, Ankara Ajans-Türk, Kemalist Ülkü, Hız, Mersin
Lider Dergileri,
- 1976 – Tercüman, Son Havadis, Tasvir, Gündem, Kayseri Hâkimiyet,
Trabzon Türksesi, Van Serhat, Samsun Medeniyet Gazeteleri, Ankara
Ajans-Türk, Kemalist Ülkü, İstanbul Türk Basın Birliği Dergileri.
- 1977 – Ankara Zafer, Adalet, Tasvir, Gündem, İzmit Hürssöz
Gazeteleri,
- 1978 – Ankara Adalet, Zafer, Gündem, Tasvir, İstanbul Hergün,
Isparta Demokrat, İzmir Hüryol, Kozan Postası, Van iki Nisan, Bucak
Oğuzhan, Muğla Hamle, Bolu Sesimiz Gazeteleri, İstanbul Pos-Tel
Dergisi.
- 1979 – Ankara Adalet, İstanbul Ortadoğu, Erzurum Doğu Ekspres,
Muş Şark Telgraf, Bursa’nın Sesi, Mersin Savaş, Siirt, Trabzon
Hizmet, Isparta Demokrat, Devrek Postası, Demokrat Gümüşhane,
Niğde’nin Sesi, Ankara Kazan, Bitlis Birlik, İzmit Hürsöz, Antalya
Şelale, Yeni Alanya, Yeni Erbaa, Yeni Şarkışla Gazeteleri, Ankara
Hız Dergisi.
- 1980 – Ankara Zafer, Bugün, Adalet, Kastamonu, Karamürsel
Ekspres, Erzurum Doğu Ekspes, Elazığ Nurhak, Bitlis Birlik, Acıpayam
Postası, İzmit Hürsöz, Bolu Sesimiz, Amasya Sabah, Isparta Demokrat,
Demokrat Gümüşhane, Eskişehir Milli İrade, Muğla Hamle, Gazeteleri,
İstanbul Bizim Güneş, Yozgat Bozok Dergileri,
- 1981 – Ankara Zafer, Tasvir, 24 Saat, İpsala Mücadele, Keşan
Önder, Gazeteleri, Ankara Kooperatifçilik, Yeşil Türkiye, İstanbul
Bakış Dergileri,
- 1982 – Ankara Adalet, Tasvir, Adapazarı Anadolu, Keşan Önder,
Muğla Hamle, Yozgat, Tokat Tozanlı, Erzurum Doğu Ekspres, Van iki
Nisan, Giresun İleri, Lüleburgaz Hürfikir, İzmit Hürsöz Kdz.
Ereğli’nin Sesi, Tekirdağ Yeni inan, Erzincan Birlik, İstanbul Olay
Haber, Denizli Ticaret ve Ekonomi, Nazilli Batı, Devrek Postası
Gazeteleri, İstanbul Türkiye, Bakış, Köy Tarım ve Orman, Ankara
Gülpınar Dergileri.
- 1983 – Ankara Adalet 24 Saat, Kars Postası, Ankara Mesaj, Zile
Postası, Eskişehir İstiklal, İzmit Hürsöz Gazeteleri,
- 1984 – Ankara Adalet, 24 Saat, Aydın Yeni Kıroba, Samsun
Türkkanı, Devrek Postası Gazeteleri,
- 1985 – Tercüman, Adalet, Burdur, Ankara Ticaret, Bitlis Birlik,
Ankara 24 Saat, Keşan Önder, Serhad Artvin, Bingöl, Antalya Ekspres,
Konya Anadoluda Bugün Gazeteleri,
- 1986 – Son Havadis, Adalet, 24 Saat, Hüryurt, Haber, İzmir Ocak,
Sivas Anadolu, Konya Yeni Meram, Burdur Yenigün, Eskişehir Milli
İrade, Nazilli Anadolu, Antalya Ekspres Anadolunun Sesi, Türk Haber
Ankara, Burdur, İstanbul Olay Haber Gazeteleri, Tokat Birikim
Dergisi,
- 1987 – Tercüman, Son Havadis, Ankara Ticaret, Hüryurt, Türk-koop,
Tefenni’nin Sesi, Konya Yeni Meram, Balıkesir Yeni Haber, Elazığ
Fırat, Yeni Karabük, Yalova Haberci, İzmit Hürsöz, Bucak Oğuzhan,
Erzurum Milletin Sesi, Burdur, Mardin Öncü, Kayseri Ülker, Yeşil
Iğdır Gazeteleri.
- 1988 – Ankara Ticaret, Burdur, Yeşil Iğdır, Alaşehir Toptepe,
Malatya Gayret Gazeteleri.
- 1989 – Ankara Meydan, Burdur, Alaşehir Toptepe, Yozgat
Gazeteleri, Ankara Burdur’a Hasret, Eskişehir Çağdaş Dergileri.
- 1990 – İstanbul Ortadoğu, Konya Yeni Meram, Yozgat, Muğla Hamle,
Burdur, Keşan Önder, İzmit Hürsöz Gazeteleri,
- 1991 – Ankara Ticaret, Keşan Önder, Konya Yeni Meram, Yozgat
Gazeteleri, Edirne Damla, Ankara Standard Dergileri,
- 1992 – Ankara Türkiye Bayram, İzmir Dobra, Van İki Nisan, Burdur
Gazeteleri. Ankara Standard Dergisi.
- 1993 – Antalya, Silifke, Yeni Adana, Yozgat, Tatvan Sesi,
Polatlı Postası, Batman Çağdaş, Denizli Ticaret ve Ekonomi, Elazığ
Uluova, Van Serhat Gazeteleri, Ankara Standard Dergisi,
- 1994 – Konya Yeni Meram, Burdur Gazeteleri. Ankara Gülpınar ve
Standard Dergileri,
- 1995 – Burdur, Van Postası Gazeteleri, Ankara Gülpınar,
Standard Dergileri,
- 1996- Burdur, Burdur Yenigün, Türkiye, Yeni Meram Gazeteleri,
Ankara Karınca ve Standard Dergileri, MPM Bülteni.
- 1997 – Burdur, Van Postası, Burdur Yenigün Gazeteleri, Ankara
Gülpınar Dergisi.
- 1998 – Ankara Hergün, İzmit Hürsöz, Nazilli Şafak, Van Postası,
Burdur, Burdur Yenigün Gazetesi.
- 1999- Gaziantep Olay, Keşan Önder, Zümrüt Rize, Van Postası,
Fethiye, İzmit Hürsöz Gazeteleri,
- 2000 – Ankara Vakit, Zümrüt Rize, Gaziantep Olay, Tekirdağ Yeni
İnan, Muğla Hamle, Keşan Önder, Fethiye, Bandırma Gerçek, Van
Postası, Silifke, Konya Yeni Meram, Yeni Söke, Yeşil Iğdır
Gazeteleri, Ankara Gülpınar Dergisi,
- 2001 – Ankara MPM Anahtar, Burdur, Zümrüt Rize, Bandırma Gerçek,
Konya Yeni Meram Gazeteleri, İstanbul Gülşen ve Size Dergileri,
- 2002 – Konya Yeni Meram, Burdur, Devrek Postası, Van Postası,
Ankara 24 Saat, Olay, Keşan Önder Gazeteleri, Ankara Gülpınar,
Çağrı, İstanbul Size Dergileri,
- 2003 – Ankara Anayurt, Olay, Devrek Postası, Konya Yeni Meram,
Vangölü Ekspres, Sorgun Postası, Zümrüt Rize Gazeteleri, Ankara Av
Doğa, Bulgaristan Tuna Boyu Dergileri.
- 2004 – Ankara Anayurt, Belde, Olay, Tasvir, Sonsöz, 24 Saat,
Tekirdağ Yeni İnan, Burdur Fethiye, Vangölü Ekspres, Van Postası,
Burdur Yenigün, Gaziantep’te Zafer, Denizli Meydan, Keşan Önder,
Saygın Malkara Gazeteleri, Ankara Çağrı, Gülpınar, İstanbul Size,
Antalya Güllük Dergileri,
- 2005 – Ankara Anayurt, Belde, Olay, Tasvir, 24 Saat, Sonsöz,
Mersin Tercüman, Burdur, Burdur Yenigün, Serhad Artvin, Devrek
Postası, Kilis Kent, Bucak Ses-15, Oğuzeli, Van Postası, Tekirdağ
Yeni inan, Gaziantep’te Zafer Gazeteleri, Ankara Çağrı, Gülpınar,
Salihli Sevgi Yolu, Kosova Bay, Azerbaycan Bayatı Dergileri.
- 2006 – Ankara Belde, Anayurt, Tasvir, Olay, Sonsöz, 24 Saat,
Zümrüt Rize, Lüleburgaz Hürfikir, Aydın Şafak, Burdur, Burdur
Yenigün, Saygın Malkara, Isparta İlke, Sorgun Postası, Serhad
Artvin, Gazeteleri, Ankara Gülpınar, Folklor-Edebiyat, Tokat Kümbet,
Mersin Maki Dergileri,
- 2007 – Ankara Anayurt, Belde, Tasvir, Olay, Gündem, Sonsöz, 24
Saat, Burdur, Burdurlu’nun Sesi, Burdur Yenigün, Tefenni’nin Sesi,
Kilis Kent, Gaziantep’te Zafer, Keşan Önder, Yeni Söke, Zümrüt Rize
Gazeteleri, Bulgaristan Tuna Boyu, Ankara Sürmelim Dergileri,
- 2008 – Ankara Anayurt, Belde, Tasvir, Olay, Sonsöz, Gündem, 24
Saat, Burdur, Burdur Yenigün, Bucak Ses-15, Gölhisar Pınar,
Tefenni’nin Sesi, Gümüşhane Kuşakkaya, Burdurlu’nun Sesi, Babaeski
Söz, Bayburt Çoruh’un Doğduğu Yer, Fethiye, İstanbul Özden, Yeni
Söke Gazeteleri, Niğde Akpınar, Söke Sarızeybek, Pamukkale Güneşi,
İstanbul Yeni Size Dergileri.
- 2009 – Ankara Anayurt, Belde, Yarın, Olay, Sonsöz, Gündem, 24
Saat, Eğitim Dünyası, Burdur, Burdur Yenigün, Burdurlu’nun Sesi,
Tefenni’nin Sesi, Bucak Ses-15, Oğuzeli, Gölhisar Pınar, Zümrüt
Rize, Söke Ekspres, Yeni Söke, Sorgun Postası, Van Postası, Fethiye
Gazeteleri, Dikili Ekin, Ankara Çağrı Dergileri.
- Not: İsa Kayacan’ın yıllar itibariyle yazılarının yeraldığı
gazete ve dergiler sıralaması bir örnekleme olarak hazırlanmıştır.
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
05 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
Mahmut Selim GÜRSEL
|
Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ |
-
GÖZLER YALAN SÖYLEMEZ
-
- "Gözler Yalan söylemez" derler!
- İnanma!
- Yalancı ise sahibi,
- Değil onun gözleri;
- Bütün onun bedeni;
- Onun cismani hali;
- Onun ruhani hali;
- Kısaca her yeri,
- Yalan söyler.
- İnsanlıktan çıkartan
- Dinleyeni çıldırtan
- Yalanın o sahibi.
- Bilmiyorum bilir misin?
- Yalanı sende sever misin?
- Ufak dediğin yalanların,
- Ürediğini görmez misin?
- Önce söylerken yalanını
- Saklarsın karşındakinden gözlerini
- Sonra artık alışır bütün bedenin
- Sen yalanı gerçek,
- Gerçeği salan bilirsin.
- "Gözler Yalan söylemez" derler
- Bunu diyenler ilk küçük yalanlar
- İçin muhakkak söylemişler!
- 18 Aralık 11,55 ÇORUM
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
06 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
Mahmut Selim GÜRSEL
|
Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ |
- YENİ YIL
- Her yıl tekrarladığımız ve bir yıl
boyunca sizlere yazdığımız gibi onlarca yazarımız ve şu an 56844
Fikir Dergisi Google grubu üyesi
bulunmaktadır.
- Her bayram bu grup ve yazarlarımızın
kutlamalar gönderdiğini düşünürsek her birimizin e-postaları
kilitlenir ve çalışmaz duruma düşeceği düşüncesi ile kutlamalarda
bulunmak isteyen arkadaşlarımız ve grup arkadaşlarımızın bize
yazmaları ve kutlamalarını kısaca bildirmeleri gerekmektedir.
- Hepimiz bu sayfalara emek
vermekteyiz.
- Aşağıda bulunan tarihlerin altına
kutlamalarda bulunmak istiyorsanız 20 Aralık 2009 tarihine kadar
bana yazınız.
-
Corumlu2000@gmail.com
-
-
- 1 OCAK YILBAŞI
- 25 ŞUBAT MEVLİT KANDİLİ
- 23 NİSAN ULUSAL EGEMENLİK VE ÇOCUK BAYRAMI
- 1 MAYIS EMEK VE DAYANIŞMA GÜNÜ
- 19 MAYIS ATATÜRK’Ü ANMA VE GENÇLİK SPOR BAYRAMI
- 17 HAZİRAN REGAİP KANDİLİ
- 8 TEMMUZ BERAT KANDİLİ
- 11 AĞUSTOS RAMAZANIN BAŞLANGICI
- 30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMI
- 5 EYLÜL KADİR GECESİ
- 9 EYLÜL RAMAZAN BAYRAMI
- 29 EKİM CUMHURİYET BAYRAMI
- 16 KASIM KURBAN BAYRAMI
- 7 ARALIK HİCRİ YILBAŞI
- 16 ARALIK AŞURE GÜNÜ
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
07 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
Mahmut Selim GÜRSEL
|
Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ |
- BAK DOSTUM!
-
- Bak dostum!
- Sana diyorum dinle sözümü
- Dostum dediysem bir bildiğim var.
- Sana söylediğim bu sözleri
- Birkaç kişiye sende söyle
- Bu dünya fani bir alan
- Biraz da sen oyalan
- Geçiyor ömür denen zaman
- Bakmıyorsan arkana sen
- Acırım haline ben.
- Bakacaksın ki arkana geride kalan
- Ayak izlerin silinmiş mi?
- Bakacaksın ki sen izinden gelinmiş mi?
- Günü gün etmek hüner değil bilirsin;
- Yaratılmış otlarda günü gün eder inan
- Sen ot değilsin geliştirmen gerek arkandaki günü
- Kötülükleri bırakırsan ektiğini görürsün
- İyiliklerle geldi isen sevinirsin.
- Bak dostum!
- Ben sana derim ki görmezsen ileriyi
- Geriye bak görürsün ettiğini
- Ona göre görmeye çalışırsın atini.
- 15 Aralık 2009 Çorum 15,45
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
08 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
Mahmut Selim GÜRSEL
|
Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ |
- BİZ SİZİ TANITIYORUZ, SİZ BURADAN BAŞKASINI
TANITMAYINIZ!
- Dergilerimizde sizlerin fikirleri ve yazıları ile
meydana gelen topluluğumuzda; sizlerin dergine inmeyen ve üçüncü
şahıslarla hem kendinizi hem de yayınevimizi karşı karşıya getirecek
fikri çalışmalarınızı elemek ve yazar ve yayınlayan için hukuki
girişimlerden kaçınılması için yazılarınızda kesme, kırpma, kısaltma
gibi kısaca (sansür) yaptığımın farkındasınızdır.
- Neden bunlara gerek duymaktayım?
- Bildiğiniz gibi Fikir Sanat Eserleri Kanunu yazarı
bağladığı gibi yayıncıyı da müteselsilsen (birlikte)
yargılamaktadır.
- Buraya yazanların ve ben yayıncı olarak birer
“Donkişotluk” yaparak fikirlerimizi dergilerimizden okutmaktayız.
Yaptığımız iş kurbağayı ürkütmesin ve bizleri mahkeme mahkeme
süründürmesin diyerekten sansür uygulamasını yapmaktayım.
- Neler yazılarımızda batar:
- 1- Mahmut şöyle yazmış buna katılıyorum. Burada
Mahmut’un yazdığını kopyalayıp yapıştırmak ile Mahmut’a katıldığını
bildirme sizi Mahmut’un Fikiri çalışmasını sizin yayınlamanıza imkan
vermez. Mahmut yayınlayana da yazana da telif ücreti talebi ile
tazminat davası açabilir.
- 2- Yazınızda Mahmut’un bir kitabını tanıtıyorsunuz.
Masum ve o yazara karşı yapılmış bir jest karşı taraf olan Mahmut’u
acaba memnun edecek mi? Belki etmeyecek. O zaman Mahmut fikri eseri
hakkında olumlu veya olumsuz çalışmasını yayınlayan ve yazan
hakkında tazminat ve eseri hakkında içinden alıntılardan dolayı da
telif hakkı isteyebilir.
- 3- Yazınızda Mahmut’un dini görüşleri ile ilgili bir
yanlışlık gördünüz ve bunu yazınızda kopyalayarak yayınladınız
tenkit veya övgünüzü yaptınız. Yine yukarıdaki sakıncaları muhatap
olabilirsiniz.
- 4- Bir partinin aleni yaptığı bir eylem, bir icraat
için partinin ismi veya o partinin vekili ile ilgili alıntılar da
yine telif eserleri kapsamına girmektedir.
- 5- Sizin dini görüşünüz veya siyasi görüşünüze
Mahmut ile çakışırsa Mahmut sizin yazdığınıza fikir eserleri kanunu
gereği Tekzip hakkı doğar ki yazınızı tekrar tekzipli yayınlama
mecburiyeti de yayıncı olarak bana düşer.
- 6- Falancanın çalışması çıkmıştır. Siz o çalışmaya
sahipsinizdir, satın almışınızdır. O çalışmayı tanıtmak için lütfen
bana yazı olarak göndermeyiniz. Be tanıttığını kitabı görmemişimdir,
sizin tanıttığınız bölümleri beğenmemişimdir. Kitabını veya
çalışması tanıtacak Fert bizzat dergilerimize kendisi yazsın. Biz
değerlendirelim değer bulursak yayınlayalım.
- 7- Yanlış anlaşılan bir konuyu da buradan
tekrarlayayım. Bir firma tanıtımı için o firma ile yazarımız
mülakat, röportaj gibi çalışmalar yapabilir. Sanal dergilerimize
yazı veren yazarlarımıza telif veremiyorum. Bu açığı kapatmak
gerekçesi ile belirttiğim
nemayı siz vermiş olarak kabul edilmektesiniz. Bu ortaklık çerçevesi
ile yapılacak tanıtımlardan alacağınız %33 dışındaki meblağı katkı
olarak yollamanız gerekmektedir. Bu bölümde yanlış anlamalara son
vermek için şunu da belirtiyi ki İLLA Kİ SİZDE PARALI röportaj yapma
mecburiyetiniz yoktur. Bu bir bakıma hepimizin eş, dost ve diğer
tanıdıkları yahu bizi de tanıtı ver dileklerine de bir nevi
sigortanız olarak sizlere bilgi verilmektedir.
- 8- iş arayan
okuyucularımız ve tanıtım firmaları için yapılan teklif olarak
sitemizde bulunmaktadır.
- Bu nedenler ve buna benzer nedenlerle gelen pek çok
yazıyı yayınlayamamaktayım. Tazminat parası ve mahkeme kapılarında
zaman kaybı benim çalışmalarıma zarar verir. Bu nedenler ışığı
altında sizlerinde çalışmalarınızda örneklemeye çalıştığım
gerekçeleri dikkate almanızı rica eder, kaleminiz (klavyeniz) e güç
ve kuvvet dilerim.
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
09 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
Mahmut Selim GÜRSEL
|
Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ |
KUR'AN-I KERİM GÖRE
KURBAN VE KURBAN BAYRAMI
Dini bayramlarımızdan olan “Kurban Bayramı” Zengin
Müslümanların olmazsa olmazlarında birisi ve sorumlu olduğu “Hac”
şartının yapıldığı bir kutsal ayda kutladığımız bayramdır.
Bilgilerimizi tazelemek açısından bu satırları
yazarken Yüce Kuran’ı Kerim’in mealinde:
Kurban Kesmenin esas amacından
birisi de Hac görevini tamamlayan bir vecibe olması ve Hac görevi
yapmayanlarında bu görevlerini belli ayda yapılması ve Hac:
2:197. Hac, bilinen aylardadır. Kim o aylarda hacca niyet ederse
(ihramını giyerse), hac esnasında kadına yaklaşmak, günah sayılan
davranışlara yönelmek, kavga etmek yoktur. Ne hayır işlerseniz Allah
onu bilir. (Ey müminler! Ahiret için) azık edinin. Bilin ki azığın
en hayırlısı takvâdır. Ey akıl sahipleri! Benden (emirlerime
muhalefetten) sakının.
108 Sure’de çok açık olarak Peygamber Efendimize “kurban Kes!”
diye emri bulunmaktadır.
108-el-KEVSER Bismillâhirrahmânirrahîm
108:1. (Resûlum!) Kuşkusuz biz sana Kevser'i verdik.
108:2. Şimdi sen Rabbine kulluk et ve kurban kes.
108:3. Asıl sonu kesik olan, şüphesiz sana hınç besleyendir.
Yine: 108 Sure’de: Her ümmete Allah’ın adını
ansınlar diye kurban kesmeyi gerekli kıldık” demektedir.
22:34. Biz, her ümmete -(Kurban kesmeye uygun) hayvan cinsinden
kendilerine rızık olarak verdiklerimiz üzerine Allah'ın adını
ansınlar diye- kurban kesmeyi gerekli kıldık. İmdi, İlâhınız, bir
tek İlah'tır. Öyle ise, O'na teslim olun. (Ey Muhammed!) O ihlâslı
ve mütevazi insanları müjdele!
Yine: 6. Sure’de: Kesilmiş
olanlarına ancak Allah C.C. adı anılarak kesilenlerden yeyeyiz
emredilmektedir.
6:118. Allah'ın âyetlerine inanıyorsanız, üzerine O'nun adı
anılarak kesilenlerden yeyin.
Allah C.C. adı anılarak kesilen hayvanlardan
yenmemesi emredilmektedir.
6:121. Üzerine Allah'ın adı anılmadan kesilen hayvanlardan
yemeyin. Kuşkusuz bu büyük günahtır. Gerçekten şeytanlar dostlarına,
sizinle mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer onlara
uyarsanız şüphesiz siz de Allah'a ortak koşanlar olursunuz.
Kesilecek olan hayvanlardan da Yüce Kur’an-ı Kerimde
bahisler vardır.
22:36. Biz, büyük baş hayvanları da sizin için Allah'ın
(dininin) işaretlerinden (kurban) kıldık. Onlarda sizin için hayır
vardır. Şu halde onlar, ayakları üzerine dururken üzerlerine
Allah'ın ismini anınız (ve kurban ediniz). Yan üstü yere
düştüklerinde ise, artık (canı çıktığında) onlardan hem kendiniz
yeyin, hem de ihtiyacını gizleyen-gizlemeyen fakirlere yedirin. İşte
bu hayvanları biz, şükredesiniz diye sizin istifadenize verdik.
22 Sure’de belli günlerde Allah’ı ansınlar diyerek
Kurban Bayramını işaret etmiş bulunmaktadır.
22:28. Ta ki kendilerine ait bir takım yararları yakînen
görmeleri, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık
hayvanlar üzerine belli günler de Allah'ın ismini ansanlar . Artık
ondan hem kendiniz yeyin, hem de yoksula, fakire yedirin.
Kurban Bayramı Hac’ın bitiminden
sonra kutlanmaktadır. Yüce Kur’an’ı Kerim’e göre Hac için İbrahim
Aleyhi selam’a:
22:27. İnsanlar arasında haccı ilân et ki,gerek yaya olarak,
gerekse nice uzak yoldan gelen argın develer üzerinde sana
gelsinler.
22:28. Ta ki kendilerine ait bir takım yararları yakînen
görmeleri, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık
hayvanlar üzerine belli günler de Allah'ın ismini ansanlar . Artık
ondan hem kendiniz yeyin,hem de yoksula, fakire yedirin.
3:97. Orada apaçık nişâneler, (ayrıca) İbrahim'in makamı vardır.
Oraya giren emniyette olur. Yoluna gücü yetenlerin o evi haccetmesi,
Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse bilmelidir
ki, Allah bütün âlemlerden müstağnîdir.
22:29. Sonra kirlerini gidersinler; adaklarını yerine
getirsinler ve o Eski Ev'i (Kâbe'yi) tavaf etsinler.
Hepinizin Kurban Bayram’ını kutlar nicelerine ermenizi dilerim!
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
10 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
Mustafa Nevruz SINACI
|
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ |
İNSANİ BOYUT VE ATATÜRK
O, Peygamberler hariç; dünyanın bu
güne kadar gördüğü, milletine en içten duygularla bağlı,
samimi-sadık, sevgili ve değerli, namuslu-dürüst, demokrat, onurlu
ve sorumlu, keza en mütevazı, masrafsız ve kalender devlet adamı
idi. Şüphesiz, O’nu dünya çapında liderlik ve “emperyalizm karşıtı”
insani boyut da önderlik derecesine yükselten buydu. “Hayatta en
hakiki mürşit ilim’dir, fen’dir” diyen Mustafa Kemal Atatürk’ün
kendi fani hayatını da; Fazilet anlamında Cumhuriyet; Özgür bilim,
insan hakları, adalet ve hukuk bağlamında Demokrasi ve “insan’a
hizmet, insan için devlet” idealine adamış olduğunu görürüz.
Bu, O’ndan sonra eşi, emsali, benzeri görülmeyen bir
yüksekliktir.
Örneğin, Cumhurbaşkanlığı süresince
Atatürk, yolluk ve harcırah almazdı, Her bakımdan devlete yük
olmaktan çekinir ve korkardı. Dünya da “bütün malını milletine
bırakan” tek lider O’dur.
O’NUN EVRENİNDEN BİR ÖRNEK
Tam “insan hakları, adalet ve hukuk” konusunu
işlediğim bir gün (10 Aralık) ve sırada, çok sevgili ve değerli
dostum Süreyya Gökçeoğlu tarafından bana gönderilen ve Atatürk'ün
Yaveri Muzaffer Kılıç tarafından anlatılıp, nakledilen olayı
aktarıyorum:
“Atatürk’ün Yaveri Muzaffer Kılıç anlatıyor:
Bir gün Atatürk'le beraber Abidinpaşa'dan gelip
Samanpazarı yoluyla Ulus'a geçiyorduk. O zamanlar Samanpazarı'nda
bulunan üç beş dükkandan birisi Ali Efendi isimli kitapçıya aitti.
Kitapçı dükkânının kepenklerinde, nefis bir halı asılmış duruyordu.
Harp yıllarının sonu olduğundan hiçbir yerde, hele Ankara da
böyle güzel bir şey görmek pek şaşırtıcı olduğu için bu halı
Atatürk'ün de dikkatini çekti. Hemen arabayı durdurup indik.
Beraberce dükkana yürüdük. Kitapçı, Ata'yı görünce, buyurun Paşam
diyerek heyecanla bir emri olup olmadığını sordu. Paşa da bu halıyı
çok güzel bulduklarını ifade ettiler.
Kitapçı; "Paşam, bu halı bir müşterimin. Paraya ihtiyacı olmuş,
satılması için bana bıraktılar. Benimle bir ilgisi yok" dedi.
Atatürk, böyle güzel bir halının çok kıymetli olduğunu, bunu halı
sahibinin nereden almış olabileceğini öğrenmek istediler.
Kitapçı ezile büzüle;- "Paşam,
emanet koyan isminin söylenmemesini özellikle rica ettiler, müsaade
ederseniz ismini söylemeyeyim" dedi. Bu sefer Atatürk daha çok merak
edip;- "Çocuk, belki halıyı almak isteyeceğiz. Kimin ve kaça
olduğunu öğrenmek isteriz" dediler. Kitapçı; "Paşam 40 lira
istemişlerdi " deyip yine halı sahibinin ismini vermedi. Atatürk
halı sahibini iyice merak edip ısrar edince de, kitapçı istemeyerek
ve sıkılarak;
- "Abdülhalim Çelebi Hazretlerinin
Paşam " dedi. Abdülhalim Efendi, Mevlana sülalesinden gelmiş, Konya
milletvekili olarak Mecliste görev yapıyordu. Kapısı herkese daima
açık, cömert, gayet güzel konuşan, Mevlevi kalpağı ile gezen,
akıllı, sevimli, hoş sohbet, özü sözü doğru bir kişiydi. Atatürk, bu
cevabı alınca çok duygulandı ve bana dönerek dükkâna 40 lira
bırakmamı emretti. Hemen parayı bıraktım. Kitapçı halıyı koşarak
indirip paket yapmaya koyuldu. Bu arada Atatürk, Abdülhalim
Efendi'nin kişiliğinden övgüyle bahsederek;
- "Abdülhalim Efendi, evde halısını
satacak kadar parasız kalıyor ama, kapısını kimseye kapamıyor"
diyerek onu övdü. Sonra da kitapçıya dönerek;
- "Bana bak, halıyı biz alıyoruz.
Fakat halıyı Abdülhalim Efendi'nin evine yollayınız, biz oradan
aldırırız. Akşamüzeri de kendilerine bir kahve içmek için
geleceğimizi söyleyiniz." dediler. Kitapçı bu davranışa şaşırmış
bize bakarken, arabaya binip uzaklaştık. Aynı akşam Abdülhalim
Efendi'nin evine gittik. Kendisi bizi avlu kapısında karşıladı. Eve
girince baktım halı, kapı arkasında paketli olarak duruyordu.
Mütevazı evinde minderlere oturuldu, kahveler içildi. Abdülhalim
Efendi:
- "Paşam halıyı almışsınız. Fakat
halı evime geri geldi. Müsaade ederseniz, arabanıza koyduralım."
dedi. Atatürk de:
- "Abdülhalim Efendi halı yine bizim
olsun. Biz arada sırada sana kahve içmeye geldikçe onun üzerinde
kahvemizi içeriz." diyerek halıyı açtırdılar ve odaya serdirdiler.
Kahveler içildi ve sohbet edildi. Giderken Abdülhalim Efendi
yine bizi kapıya kadar uğurlayarak:
- "Paşam eğer müsaadeniz olursa
halıyı…" derken Atatürk sözünü keserek mütebessim:
- "Abdülhalim Efendi, onu sana
emaneten bırakıyoruz. Her gelmemizde onu burada görmek ve üzerinde
oturmak isteriz." diyerek veda edip ayrıldılar. Böylece Atatürk,
Abdülhalim Çelebi Efendi'ye, kitapçıya bile belli etmemeye çalışarak
ihtiyacı olan yardımı yapmış, fakat halıyı almamışlardı. Bu ibret
verici anı; O büyük asker, devlet adamı ve devrimci liderin, en az
bu nitelikleri kadar büyük olan insanlığını anlatmasının yanı sıra,
onun, gerçek dindar ve üstelik bir tarikat mensubu olan Çelebiye
saygısını göstermesi bakımından da ayrı bir önem taşıyor.
Abdülhalim Efendi, o halıyı Konya
Mevlânâ Müzesi kurulunca oraya armağan etmiştir. Görülüyor ki,
Abdülhalim Efendi de bu asil davranışı kötüye kullanmamış ve halıyı
sahiplenmeyip, layık olduğu yere armağan etmiştir. (1922). Ayrıca;
Herkese açık sofrasını sürdürebilmek için halısını satan bir tarikat
ehlinin, dini siyasete alet ederek para, mevki ve güce ulaşan, yurt
içinde ve dışında saf ve eğitimsiz vatandaşları sömürerek
trilyonluk mal varlıklarının sahibi olup sefa süren, günümüz din ve
tarikat bezirganlarından farklılığını da ortaya koyuyor.
Tabii, anlayana ve anlamaktan yana
nasibi olanlara !”
"Uluslar, egemenliklerini geçici
bile olsa, bırakacağı meclislere dahi gereğinden fazla inanmamalı ve
güvenmemelidir. Çünkü meclisler bile despotluk yapabilir ve bu
despotluk bireysel despotluktan daha tehlikeli olabilir. Meclislerin
öyle kararları olabilir ki, bu kararlar ulusun yaşamına giderilmesi
olanaklı olmayan zararlar verebilir."
(Ankara, 1937, Mustafa Kemal Atatürk)
e.POSTA : gercek.demokrat@hotmail.com
WEB : http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com,
POSTA : PK, 118 [ 06 442 ] Yenişehir/ANKARA
NOT : Kaynak göstermek şartıyla yazılar yayına
izinlidir.
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
11 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
Mustafa Nevruz SINACI
|
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ |
KIRK ASIRLIK TÜRK YURDU : ANAYURT ANADOLU
10 Şubat 1947 tarihinde “Ege’de
bulunan On İki Adalar konusunda İtalya ile sulh görüşmeleri resmen
başladı. Toplantıya Çin, Fransa, İngiltere, Somali, İrlanda,
Sovyetler Birliği, Avustralya, Belçika, Yeni Zelanda, Brezilya,
Habeşistan, Yunanistan, Hindistan, Kanada, Polonya ve Türkiye
“TARAF ÜLKE” olarak davet edildi. Fakat Türkiye, hukuken ve tarihi
hakları itibarıyla taraf ülke olduğu ve katılma hakkı bulunduğu
halde İnönü ve Recep Peker hükümetinin aldığı bir kararla;
Görüşmelere ve muahedeye katılmak istemediğinden bütün haklarından
feragat etmiş oldu. Hal böyle olunca, antlaşmanın 14. maddesi
uyarınca “flebisit” yapılmasına gerek görülmedi ve bütün adalar
(Türkiye’nin taraf olmaması ve talepte bulunmaması nedeniyle)
yegâne istekli Yunanistan’a verildi.
Tarihi bir fırsat, bilerek ve
isteyerek kaçırıldı. Peki, bu sıra (aynı gün) İnönü–Peker
hükümeti ile TBMM ne iş yapıyordu? “ABD ile 06 Aralık 1946 günü
(Abraham Lincoln’ün Minnesota’da Kızılderili/Türk katliam ve
soykırımı konusunda kesin emir verdiği tarihte) yapılan (Türkiye
aleyhine vaki çok vahim, alçaltıcı ve milli menfaatlere en aykırı)
ikili anlaşmayı, 5002 Sayılı Kanunla uygun görüp, onaylamak
suretiyle “çok ivedi kaydıyla” aynı gün yürürlüğe koymakla
meşguldü. Zira bu anlaşma, 12 adalardan vazgeçmenin anlamını en
açık biçimde ortaya koymakta ve âtide ANADOLU’ dan feragatin
yollarını resmen açmakta idi. Anlaşma gereği: ABD’nin Türkiye
topraklarında ihtiyacı olan ve olacak bütün (askeri üs, alan,
depo, antrepo, okul, mesken v.d..) arsa, arazi, alan ve gayri
menkullerin edinim, ABD’ye tevzii ve teslimi hususunda bizzat Türk
hükümetlerini resen yükümlü kılan, tedarik, temin ve satın almada
kural olarak cari “İHALE MEVZUATI” ise yok sayan, devre dışı
bırakan ve re’sen hareket etme serbestliği tanıyan tam bir
müstemleke yasası idi.
12 Adalardan feragat ve ABD’nin
Anadolu’ya yerleşmesini sağlayacak olan ve ric’at ve hicret
anlamına gelen bu iki büyük olay hangi tarihi günde yapıldı
dersiniz? “Hicri Yılbaşı” gününde. İşte batı, bu kadar ölçülü,
sabırlı, hesaplı ve haince hareket eder ve Türk Milleti’ni
Anadolu’dan hicret ettirmek için böyle sinsi, menfur ve alçakça
tuzaklar kurar.
OYSA: Lozan Antlaşmasından dokuz
yıl sonra 1933’de General Mac Arthur’a “Allah nasip eder, ömrüm
vefa ederse Musul, Kerkük, Kıbrıs ve 12 Adaları geri alacağım.
Selânik’te dahil olmak üzere, Batı Trakya’yı TÜRKİYE hudutları
içine katacağım” diyordu, Mustafa Kemal ATATÜRK
O, Misak-ı Milli sınırlarını
tamamlama, bütünleme ve geleceğe sınırlarla ilgili bir sorun
bırakmama konusundaki azimli ve kararlı idi. Hatay meselesi
olgunlaştıktan sonra 12 Adalar, Kıbrıs ve Batı Trakya ve diğer
Türk Yurtları konusunda fırsat kollamağa başlamıştı.
Ömrü vefa etmedi. (Allah rahmet eylesin nur ve huzur içinde
yatsın) Buna rağmen, 12 Adalardan feragat eden, en yakın silâh
arkadaşı, CHP Genel Başkanı ve (fiilen gerçekleşen duruma göre)
siyasi varisi Cumhurbaşkanı İsmet İnönü idi.
Ne kadar acı, üzücü ve ‘hicabı
mucip’ bir gerçek değil mi?
Musul-Kerkük konusunda da zuhur
eden hiçbir fırsat değerlendirilmedi. Batı Trakya ve Selânik
konusunda ‘niyetler bile’ dile getirilmedi.
Lozan Antlaşmasına rağmen Londra, Zürich ve Garanti
antlaşmaları ile tekrar ‘Milli Dava’ haline dönen ve anavatana
katılma umudu beliren Kıbrıs konusu, 1974’de yarım bırakıldı.
Gümrük Birliği Antlaşması ile alenen peşkeş çekildi. Şimdi, başta
Kıbrıs olmak üzere; Musul-Kerkük ve Batı Trakya tasallut altında!
Tecrit edilmiş. Abluka altına alınmış. İzole edilmiş. Zulüm ve
işkence sürüp gitmekte! Buna mukabil, düşmanın gözü ANADOLU’ ya
dikilmiş. 1963’de şekil değiştirerek; Ekonomik bir işbirliğinden
(AET) siyasal entegrasyon ve emperyalist işgal yoluna giren (AB)
sürecinde Anadolu elden gidiyor. Sinsi ve Sistematik bir işgal,
bölme-parçalama plânı, asli unsur Türklere karşı ahlâken çökertme,
siyaseten yozlaştırma ve tedrici olarak (adım-adım) Anadolu’yu
“müstakbel yaşam alanı” olarak işgal edip, sömürme çabaları son
evresine doğru yaklaşıyor.
1938’den bu yana, sinsice başlayan
ve giderek yükselen bir sesle “Anadolu Türk yurdu değildir !, siz
buraya 1071 yılında geldiniz. İşgalcisiniz, yerli değilsiniz”
deniliyor.
ACABA ÖYLE Mİ?
Klâsik tarih anlayışının alışılmış
bir ifadesi olarak Namık Kemal, Hürriyet Kasidesi’ nde: Yeni
Türkiye Cumhuriyet için “Cihangirâne bir devlet çıkardık bir
aşiretten” diyordu.
Atatürk ise, “bir aşiretten asla cihangirâne bir devlet’in
çıkmasının mümkün olmadığını”, böyle bir devleti kurmayı başaran
Türk Milletînin tarihîn “büyük-yüksek, medenî vasfı unutulmuş bir
büyük milleti” olduğunu düşünüyor ve her vesile ile bu tespit,
fikir ve düşüncesini açıkça ‘bütün dünyaya’ ilân ediyordu.
Cumhuriyetle birlikte bu gerçeği
Milletine ısrarla açıklayan Atatürk; yeni Türk tarih tezi üzerinde
tekrar düşünülmesi gerektiğini, Osmanlı’dan sonra ilk defa,
kendini asil-soylu milletine, Türk kimlik ve kişiliğine (harsına)
adamış, ciddi-ilmi bir birikim, araştırma ve çalışma ile ortaya
koymuş ve tarihimizin derinliklerine doğru yaptığı incelemelerle
günümüzü aydınlatan ve geleceğe ışık tutan çalışmalar yapmış,
yaptırmış ve bu yolda inançla yürünmesi gerektiğini işaret/vasiyet
etmiştir. Bu, çok değerli çalışma ve araştırmalar (emperyalizmin
yeniden Türkiye üzerindeki tarihi emellerini hayata geçirdiği bir
süreçte) kimi zaman art-kötü niyetli, kimi zaman da yetersiz ve
dar bakış açılı, cahil, maksatlı, günümüz (sözde resmi)
tarihçiliğinin temellerini sarsmaya başlamıştır. Özellikle AB
sürecinde yoğunlaşan Atatürk (Kemalizm) ve Türk karşıtı cereyanlar
ile Ana Yurt Anadolu’dan Türklerin çıkartılması (kovulması veya
asimile edilmesi) girişimleri karşısında; Gerçek-samimi Türk
münevverleri, Alperenleri ve Kanaat Önderleri tarafından “Türk
Tarih Sentezi” tekrar gündeme taşınmış, bu yolda dünyanın dört bir
yanından yağan somut bilgi belge ve kanıtlarla “gerçek ANADOLU ve
yaklaşık on bin yılları aşan bir Türk tarihi ortaya çıkarılmış,
bilenler tarafından sinsice gizlenmeye ve yok edilmeye çalışılan
bilmeyenlerce ise ya gaflet ve hıyanet nedeniyle reddedilen veya
cehalet nedeniyle bîhaber olunan ve “çok dar bir kesite
sığdırılmaya çalışılan” bambaşka bir tarih öznesi ortaya konulmaya
kalkışılmıştır.
Oysa gerçek, bu dahili bedhahların
öne sürüm ve iddialarının aksinedir. Ortada, tıpkı “Gizlenen
Rejim Kemalizm” gibi, bir de “Gizlenen Tarih”, daha açık bir ifade
ile “Gizli Bir Tarih” vardır.
Bu, Anadolu’nun ve Türk’lerin
hakiki tarihidir. Çok daha açıkçası: Tarihi gerçekler ve
Atatürk’ün Türk tarih tezidir. Özellikle, 16 Mart 1923, 27 Haziran
1933 ve en son 19 Kasım 1937 tarihlerinde Atatürk, Adana’da
yaptığı konuşmalarda; Önce, Anadolu’nun 4000 yıllık Türk yurdu
olduğunu söylemiş, ikinci gidişinde 7000 yıldır Türklerin burada
meskun olduğunu beyan ederek; Son Adana konuşmasında ise, Fransız
işgali altındaki Hatay’ın durumuna atfen, “Kırk asırlık Türk Yurdu
asla düşmana terk edilemez” demiştir.
Atatürk tarafından yapılan bu konuşmalar çok derin çalışmalar
ve araştırmaların ürünüdür. Asla tesadüfi değildir. Türk Tarih
Kurumu’nun kuruluş nedeni de budur. Şöyle ki: Atatürk’ün tarih
araştırmalarına büyük önem vermesi ve Türk Tarih Kurumu’nu
kurdurması iki esas-ana gayeye yöneliktir:
1-Türk milletinin başlangıçtan
itibaren millî, medenî, bilimsel ve kültürel varlığı
araştırılarak, insanlık tarihine katkıları ve evrensel değeri
ortaya konacaktır.
Böylece, Osmanlı’nın son 100-150 yıllık döneminde husule gelen
milli, manevi ve kültürel kopukluk ve erozyon tamir ve telâfi
edilecek; Hem de, Türklerin şerefli tarihi bütün dünya tarafından
görülecek, bilinecek, yeni nesil olarak yetişen Türk çocukları
atalarının büyüklüğünü öğrenecek, onlarla öğünecek ve sistematik
bir biçimde içine sürüklendikleri aşağılık duygusundan
kurtulacaklardır.
Diğer taraftan milli tarih şuuru
millî bilinci kuvvetlendirecek ve muasır medeniyet seviyesine
ulaşmada büyük ilham kaynağı, kuvvet kaynağı olacak; Türk,
Türklüğünden asla utanmayacak, aksine bilinçli bir şekilde ataları
ve tarihi ile gurur duyacak. İftihar edecek.
Tarih çalışmalarının asıl gayesi, beklenen ve hedeflenen
sonucu budur.
2-Türklere daima, az gelişmiş
barbarlar gözüyle bakan, her fırsatta karalayan ve yüzyıllar boyu
mesnetsiz iddia, itham ve iftiralar atarak (şimdi Papanın yaptığı
gibi) ısrarlı gayretlerle (Türkleri) Anadolu’dan atmaya çalışan
Avrupalılara cevap vermek. Zira o sıralarda Haçlı ruhunun bir
işareti olan “Türkler Anadolu’ya sonradan gelen bir Millettir,
geldikleri yere dönmelidirler” fikri (bu gün olduğu gibi) oldukça
yaygındı.(01) Bu nedenle, Türk Milletinin eski, büyük, medenî ve
güçlü, kuvvetli ve kudretli bir millet (ve devletçilikte en büyük
geleneğin sahibi) olduğuna âdeta iman etmiş olan Atatürk, bu
inancının sağlam belgelerle ortaya konulmasını istiyordu. Ancak bu
yapılabildiği takdirde ki, “Türklüğün unutulmuş medenî vasfı”
ortaya çıkacak, ve Avrupalıların iddiaları kökünden çürütülecekti.
Böylece Türklük Dünya milletleri arasındaki şerefli (mutlak
surette lâyık olduğu) yerini alacak, Türk gençleri, Avrupa’nın
üstünlüğü karşısında aşağılık duygusuna kapılmaktan
kurtulacaklardı.
Atatürk’ün bu fikirleri şu
cümlelerde ifadesini bulmuştur: “Büyük devletler kuran ecdadımız
büyük ve şümullü medeniyetlere de sahip olmuştur. Bunu aramak,
tetkik etmek, Türklüğe ve cihana bildirmek bizler için bir
borçtur. Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak
için kendinde kuvvet bulacaktır.” Gerçekten, tarih milletlerin
hafızası ve ilham kaynağıdır. Millî şuuru uyandırmanın yolu dil ve
tarih şuurunu uyandırmaktır. Çünkü “milletler ancak tarihlerini
bilmek suretiyle, millî şuura sahip olurlar. Bir millete mensup
olmak onu bilmek demek değildir. Millî şuur adı üstünde “şuur”
demektir. Şuur ise, bilmek, farkına varmak manasına gelir.
Milletinin tarihini bîlmeyen, kelimenin gerçek manası ile “millî
şuur”a sahip olamaz. Mensup oldukları milletlerinin tarihini
bilmeyen nesiller, içlerinde milletlerine karşı canlı bir ilgi,
saygı ve sorumluluk duygusu da hissetmezler. Böylelerinin yabancı
akım ve menfi tesirlere kapılması ve yabancılara köle olması çok
kolaydır.(02)
Atatürk, “MİLLİ DEVLET” fikrine sahip, hakiki ve samimi bir
Türk milliyetçisi olarak kendisinin sahip olduğu “millî şuur” un
bütün millete mal olması için, büyük bir azim, irade ve
kararlılıkla çalışıyordu.
O, bütün ömrünü bu ideale
adamıştı. Çünkü ona göre: “Türk kabiliyet ve kudretinin tarihteki
başarıları meydana çıktıkça, bütün Türk çocukları kendileri için
lâzım gelen hamle (atılım) kaynağını o tarihte bulabilecektir. Bu
tarihten Türk çocukları istiklâl fîkrini kazanacaklar, o büyük
başarıları düşünecekler, harikalar yaratan adamları (atalarını)
öğrenecekler, kendilerinin aynı kandan olduklarını düşünecekler ve
bu kabiliyetle kimseye boyun eğmeyeceklerdir.” (03)
Afet İnan, onun tarih ve
tarihçilerden ne beklediğini, neler düşündüğünü ve neler yapmaları
gerektiğini şöyle anlatıyor: “Bilhassa eski çağlara kadar
gidebilen yeni tarih ufuklarının bizim kavmimiz için de açılmış
olması lâzımdır. Tarihî devirlerde çeşitli coğrafi bölgelerde bir
varlık göstermiş olan Türk kavimlerinin daha eski devirlere giden
köklerinin olmaması imkânsız görülüyor. Bugün millet mefhumu
altında teşekkül etmiş bir Türk varlığının, kavim olarak yaşadığı
devirler elbette olmuştur. İşte, Atatürk, bu devirlerdeki Türk
kavminin tarihî çağlarda olduğu gibi, ana yurttan yayılma izlerini
belgelere dayanarak tarihçilerin incelemesini istedi. (04) Yine
Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti (Türk Tarih Kurumu) kurulduğu zaman
onun başına getirilen ünlü Türkçülerden Yusuf Akçura da 1. Türk
Tarih Kongresi’nde yaptığı konuşmada şunları söylüyor: “Türk
Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin önüne konmuş büyük problem, umumî
tarihe Avrupalıların rüyet zaviyelerinden bakmayıp, onu sırf
hakikat nokta-i nazarından görmek ve -bu görüş sayesinde Türk
kavminin tarihte hakikî mevkiini tayin etmek, yani Türklerin beşer
tarihinde oynadıkları ve fakat hasımlarının gizlemeye çalıştıkları
büyük rolü meydana çıkarmak ve bu suretle Türk kavimlerine tarihî
hakkını vermektir.” (05)
Eski (son dönem Osmanlı) tarih
anlayışının bir ifadesi olarak Namık Kemal, Hürriyet Kasidesi’nde:
“Cihangirâne bir devlet çıkardık bir aşiretten” diyordu. Atatürk
ise, “bir aşiretten cihangirâne bir devlet’in çıkmasının mümkün
olmadığını, böyle bir devleti kurmayı başaran Türk Milletinin
tarihin derinliklerinden gelen ve muhteşem bir mazisi olan “büyük
ve medenî vasfı unutulmuş bir millet” olduğunu düşünüyordu ve
elbette bu tezinde doğru ve haklı idi. Bu fikrini belgelerle
doğrulamayı da tarih ilmine ve tarihçilere bırakıyordu: “Türkler
bir aşiret olarak Anadolu’da imparatorluk kuramaz. Bunun başka
türlü bir izahı olmak lâzımdır. Tarih ilmî bunu meydana
çıkarmalıdır.(06)
Atatürk’ün tarih çalışmalarının
esas gaye ve ana hedefinin, Türk tarihinin bütün devirlerinin
aydınlatılmasına yönelik olduğunu; İkinci amaç ve hedefin ise:
Özellikle, Avrupalıların haksız ve asılsız iddialarına karşı
bilimsel veriler ve belgelerle cevap vermek maksadına matuf
bulunduğunu (dayandığını) daha önce ifade etmiş ve açıklamıştık.
Ancak, Atatürk, bu ikinci
derecedeki gaye için bir tarih tezi geliştirmeyi düşündü.
Düşündüğü bu teze göre: “Türk ırkı Anadolu’da ilk devlet kuran bir
millettir. Bu ırkın kültür yurdu, ilk zamanlarda iklimi müsait
Orta Asya idi. İklimi daha sonra değişti. Yüksek bir ziraat
hayatına geçen, madenlerin kullanılmasını bulan bir topluluk göç
etmek zorunda kaldı; Orta Asya’dan doğuya, güneye, batıda Hazar
Denizinin kuzey ve güneyinde olmak üzere yayıldı; gittikleri
yerlere yerleşerek bildiklerini oralara yaydılar ve geliştirdiler;
bazı yerlerde yerli halk ile karıştılar. Irak, Anadolu, Mısır ve
Ege medeniyetlerinin ilk kurucuları Orta Asyalı brakisefal ırkın
temsilcileridir. Biz bugünkü Türkler de onların çocuklarıyız.”
(07)
Cumhuriyetin ilk yıllarında yeni geliştirilen bu
tezi, Afet İnan da şöyle özetliyor: “Dünyada yüksek kültürün ilk
beşiği Orta Asya’daki Türk anayurtlarıdır. O kültürü kuranlar ve
bütün dünyaya yayanlar da Türklerdir. (08) Anadolu, kültür ve
medeniyetin bütün dünyaya yayıldığı yerdir. Bütün dünya bu konuda
hemfikirdir. Art niyetli batılılar tarafından ısrarla ihtilâf
konusu yapılan mesele ise; Bütün medeniyetlere beşiklik, ve hattâ
“ANALIK” etmiş olan ve adını bu vasıftan alan, yer yüzünün tek (en
değerli) toprak parçası ‘Anadolu’ medeniyetinin; Türklerle değil,
başkaca ırk, soy ve milletlerle başladığı iddiasıdır.
Bu iddialar en az ‘bülbül dağı’ masalı kadar yalan ve
uydurmadır.
Buraya kadar yapılan izahlardan da
anlaşılacağı üzere, Atatürk, Orta Asya’dan Anadolu’ ya uzanan Türk
tarihini bir bütün olarak düşünmüş, dolaylı olarak da Anadolu’nun
eski tarihi ile ilgilendirip irtibatlamıştır. Onun tarih
çalışmalarının gayesi, Anadolu’nun Türk vatanı oluşundan önceki
tarihini araştırmak değil, Türk tarihini bütün veçheleriyle
araştırıp ortaya koymak; Buna bağlı olarak da son müstakil Türk
devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ni üzerinde kurduğu Anadolu’da
bulunmamızı haklı gösterecek delilleri bulmaktır.
Başta Sümerler, Hitit-Etiler, Aka
ve Akatlar olmak üzere Anadolu’da kurulan eski kültür ve
medeniyetlere, yani Avrasya-Anadolu’nun gerçek sahip ve tarihi
sakinlerine “Türklere” karşı; Daha erken-yakın dönem batılı göçmen
ve işgalcileri Rum-Romalı, Pontus, adalı ve Makedonlara dayanarak,
mesnetsiz hak iddia edenlere karşı manevî bir savunma silâhı
hazırlaması bunun içindir.
DAHASI: Tekrarlamakta yarar
var.Lozan Antlaşmasından dokuz yıl sonra 1933’de General Mac
Arthur’a “Allah nasip eder, ömrüm vefa ederse Musul, Kerkük,
Kıbrıs ve 12 Adaları geri alacağım. Selânik’te dahil olmak üzere,
Batı Trakya’yı TÜRKİYE hudutları içine katacağım” (09) demesi,
‘Misak-ı Milli sınırlarını tamamlama, bütünleme ve geleceğe
sınırlarla ilgili bir sorun bırakmama” konusundaki azim, irade ve
kararlılığından dolayıdır.
Bu kararlılık, aynı zamanda gelecek nesillere bir vasiyet, ifa
ve icrası zorunlu bir kutsal vazife, güvenlik stratejisi,
kısa-yakın dönem ideali, Anadolu Türk ülküsü ve “Ordular ilk
hedefiniz Akdeniz’dir. İleri..” ve/veya “Muasır medeniyet
seviyesini aşmak” gibi, alınması ve varılması zorunlu bir “HEDEF”
tir. Bazılarının zannettiği ve art niyetle-kasıtla iddia ettiği
gibi Atatürk, Orta Asya Türk tarihine (BÜYÜK ATA YURDUNA) göz
yumarak, Türklüğün tarihini Anadolu’nun eski kavimlerine
(Sümerler, Hititler, Etiler vs. gibi) bilinçsiz ve dayanaksız
teorilerle bağlamaya çalışmamıştır. Aksine, objektif ve gerçekçi
bir yaklaşımla Anadolu’nun eski medeniyetleri ile Türk tarihini
birleştirme esasına dayanan yeni, doğru ve gerçekçi ‘orijinal
tarih tezini’ de; Bütün Türk bilim adamları ve kanaat önderlerinin
üzerinde mutabık kaldığı “orijinal bir sentez” olarak Orta Asya
Türklüğüne, Ata Yurda bağlamıştır. Bilindiği gibi onun dil
ırkçılarına karşı geliştirdiği “Güneş Dil Teorisi” de Orta Asya
kaynağına dayanmakta idi.
Atatürk’ün Dil ve Tarih tezleri,
sentezleri hep aynı anlayışın eseridir. Ancak ve maalesef, 1938
tarihli ‘karşıdevrim’ ve Kemalizm’in ‘gizlenen rejim” haline
getirilmesi nedeniyle ikisi de tarihî birer “sakıncalı hâtıra”
olarak kalmıştır. Yani, her şeyin açık seçik, net anlaşılır
biçimde ortada, görünür-bilinir olmasına rağmen, aklın, ilmin ve
sağ duyunun; “Milli Tarih Şuurunun” hâkim olamadığı Türkiye’de pek
çok konu gibi, Atatürk’ ün tarih, dil ve din (lâiklik) kuramları
ve anlayışı da gayesinden saptırılmaya çalışılmıştır. Üstelik adı,
hayatının muhtelif evreleri, sonradan uydurulmuş sözde hatıraları
ve “bir bütünün içinden cımbızla seçilip ayrılan ve özel bir
maharetle amaca uydurulan” vecizeleri kullanılmak ve menfur
amaçlara alet edilmek sureti ile şöyle ki; Büyük Ata, Türk
İnkılâbının önderi ve Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal
Atatürk’ün aramızdan ayrılarak ebedi istirahatgâhına çekildiği
günün hemen ertesinde “karşıdevrim” başlatarak, ezeli Türk
düşmanları Lord Kingros ve Lloyd George’un yoluna giren
kadrocular, aydınlıkçılar, dahili-harici bedhahlar, sabetay,
dönme, devşirme, ateist ve paganlar (batı uşakları, Türk ve İslâm
düşmanları) tarafından; 11.Kasım.1938’den itibaren, Türk Milletine
şânlı geçmişini unutturmak, milli şuur ve köklü medeniyetinden
koparmak; Özellikle ve bilhassa ATATÜRK’ ü ebediyen hafızalardan
silmek için uygulanan menfur, sinsi emperyalist psiko-harp planına
göre: TÜRK ün Anadolu’ ya gelişi inatla-ısrarla; 26.Ağustos 1071
Malazgirt Zaferine dayandırılmaya çalışılmıştır.
Bu bir Grek (Yunan-Rum), Sanskrit
ve Lâtin tezidir. Maksatlı ve yalandır. Ancak, Gaflet ve
dalaletle, ısrarla devam ettirilen AB sürecinde bu ve benzeri
beyin yıkama, bölme-parçalama taktikleri sistematik bir bütün
olarak devam ettirilmektedir. Başta Milli Eğitim Bakanlığı
müfredatında yer alan bütün (resmi) ders kitapları olmak üzere,
piyasada satılan ve özellikle 1938-1950, 1960-2005 arasında
basılan kitapların tamamında bu bilgi böyle verilmekte, yalan
söylenmekte, tarih tahrif edilmekte ve körpe beyinler “bilinçle”
yıkanmaktadır. İlgili, yetkili ve sorumlular gaflet ve dalâlet
içindedir. Komşu Yunan Anadolu’ya İyonya derken ve Anadolu
halkının kahir ekseriyeti’ nin Türkleştirilmiş ve İslâmlaştırılmış
Rum-Yunanlı olduğunu iddia ederken; Bu aymazlık, utanmazlık,
ilgisizlik ve kayıtsızlık hicap vericidir. Üstelik İngiliz,
Fransız, Amerikan ve Alman kayıt ve kaynakları da bu saçma sapan,
asılsız ve mesnetsiz iddiaları tasdik eder ve doğrular nitelikte
olup, bu muharref, sahte, uydurma, hayâl mahsulü belge ve bilgiler
pekalâ Yunan-Rum ve Ermeni soykırımı gibi, daha büyük ve alçakça
bir yalanın, iftiranın sözde ispatı için kullanılmaya
kalkışılmaktadır. Bütün bu milletlerin ders kitaplarında koyu bir
Türk düşmanlığı işlenmektedir. Buna mukabil, bizim ders
kitaplarımızda Ermeni mezalimi, Rum-Yunan, İngiliz, Fransız, Alman
ve Amerikan zulmüne ilişkin tek bir satır bile yoktur. Oysa, bu
milletler 312 yılından bu yana Anadolu’da asimilâsyon, soykırım,
haçlı seferi, gasp, irtikap, katliam ve soykırım yapmakla;
Misyoner okulları açmakla ve Anadolu Türk medeniyetini yok etmeye
teşebbüsle malul ve mahkum milletlerdir. Çoğu tarih kitabı
yazarının Ermeni, Rum, dönme ve devşirme orijinli olduğu göz ardı
edilerek, onların kitaplarına itibar edilmekte, ilgili ülkelerin
ders programlarında yer alan aleni “TÜRK DÜŞMANLIĞI” na rağmen
Türk çocukları adeta “Düşmanlarımıza Dost” bir ruh hali
(psikoloji) içinde yetiştirilmeye çalışılmaktadır. Dünyada eşi
benzeri görülmemiş bir şey de, “MİLLİ” vasfını haiz iki
bakanlıktan biri ve, kat’i surette yabancıların görev almaması
gereken bir yerde ‘Milli Eğitim Bakanlığı’ nda yabancı uzmanların
çalıştırılması ve hem de söylendiğine göre: Talim Terbiye
Kurulun’nda görev yapmalarına müsaade olunmasıdır. Böyle bir vakıa
gerçekse; Türk milletinin yapısında, çatısında, kimlik ve
kişiliğinde meydana gelen yozlaşma, çürüme, ahlâki ve milli
erozyonun suçlusu ve sorumlusu, bizzat, bu hale rıza göstererek
görev yapan Milli Eğitim Bakanlarıdır. Bu bakanları atayan
kabineler adına Başbakanlar ve onay mercii olan
cumhurbaşkanlarıdır. Daha sonra tekrar değinmek üzere, şimdi devam
edelim: Yukarda açıklanan menfur süreçte: “Anadolu’da kurulmuş
bütün eski medeniyetlerde Türklüğün hakkı vardır. Çünkü bütün
yüksek kültürler, medeniyetler Orta Asya’dan çıkmıştır. Orta
Asya’nın yerli kavmi de Türklerdir” anlayışı, fikir-tez ve gerçeği
tersine çevrilerek çok garip, fanatik batıcı ve Türk düşmanlığı
ile malul bir mantıkla âdeta: “Türklerin ataları eski Anadolu
kavimleridir; Orta Asya ile bir ilgileri yoktur. Varsa bile
Anadolu’ya geldikten sonra, melez (karma-karışık, orijini
kaybolmuş) bir millet ortaya çıkmıştır. Biz onların devamıyız”
gibi, hiçbir bilimsel yanı ve dayanağı olmayan ve sadece Türk
düşmanlarının ekmeğine yağ süren ‘bilim ve gerçek dışı bir iddia”
şekline getirilmiştir. Maalesef itibar edilen de budur.
Bu görüşü ısrarla savunanlardan
birisi olan Melih Cevdet Anday, bir yazısında şöyle diyor: “Bugün
bilimsel tarihin kaynakları çok daha gerilere götürülmüş ve
yorumlar çok değişik biçimler almaya başlamıştır.(...) Bugün bile
çocuklarımızın ilkokul kitaplarında Orta Asya’dan -anayurdumuz-
diye söz edilmektedir. Buna üzülmek azdır. Çıldırmalıyız. Bizim
ana yurdumuz Orta Asya ise, Anadolu nemiz oluyor? Bu soruya
karşılık bir Yunanlı çıkıp da “o da bizim ana yurdumuz” derse
hoşlanacağımızı pek sanmıyorum. Oysa biz Atatürk’le birlikte bu
toprağın uygarlıklarını benimseme yolunu tutmuşuzdur.”(10) Böyle
saçma bir yorum ve anlayışla, Atatürkçülüğü ve onun tarih anlayışı
ile tarihi gerçekleri bağdaştırmak mümkün değildir. Zira Türklüğün
anayurdunun Orta Asya olduğu tarihî belgelerle sabittir.
Ayrıca Atatürk devrinde ve onun emirleri ile iki defa
yayınlanan “Türk Tarihinin Ana Hatları” adlı kitabın ilk cümlesi
“Türklerin ana yurdu Orta Asya’dır” şeklindedir. (10) Atatürk,
Türklüğü ve Türk tarihini mutlak bir bütün olarak düşünmüş ve
haklı olarak öyle değerlendirmiştir. Doğru olan da budur. Ona göre
Türklük ve Türk tarihinin kaynağı Orta Asya’dır. Bütün Türkler,
Orta Asya’dan dünyanın diğer bölgelerine yayılmışlardır. Bu
konudaki fikirlerini şöyle ifade etmiştir: “Bizim Türk milletimiz
eski ve şerefli bir millettir. Zaten Orta Asya’nın Altay
yaylasında yetiştiği için kartalın meziyetlerini daha gençliğinde
kazanmıştır. Tâ uzakları görüşü ve hızlı bir uçuşu vardır. Ve bu
ruhu barındıracak kadar kuvvetli bir beden sahibidir. Zaten maddî
olsun, dimağı (akli) olsun hiçbir sıkıcı kudret içinde durmaz. Bu
yaratılışta olduğundan yüksek ana yurdunun dünyadan uzak
vaziyetine karşı isyan etmiştir. İşte o zaman bu ilk Türkler
başlarını alarak, dünyanın hem doğusuna hem batısına
yayıldılar.”(11)
Atatürk’ün Türklüğün kaynağını
Orta Asya’ya bağlayan ve bugün ilmî bir gerçek olan Türk tarihi
anlayışını bir tarafa bırakıp, Türkiye Türklüğüne başka atalar
aramak Türk tarihini saptırmaya çalışmaktır. Atatürk, bilim ve
gerçek dışı bir şekilde, Anadolu Türklüğünün kaynağını eski
Anadolu kavimlerine bağlamaya veya onlarla karışarak yeni bir
melez millet meydana getirdiği fikrini yaymaya asla çalışmamıştır.
Ancak, silâhla müdafaa ettiği Anadolu’yu tarih ve kültür yoluyla
da müdafaa etmek için çalışmıştır. Bugün “millî şuur” sahibi
olamamış bazı okumuşlarımız, Orta Asya’dan devam edip gelen Türk
tarihi anlayışı yerine durmadan “Anadolu Medeniyeti”, “Anadolu
Uygarlıkları”, “Anadolu halkları”, “Anadolu insanı” v.s. gibi
gariplikler icat etmektedirler. Anadolu’nun, bugünkü insanları da
bütün halkı da Türk’tür. Türk milletinin en az 4000 yıllık yurdu
ve mutlak bir parçasıdır Anadolu. “Anadolu halkı” nın, “Anadolu
insanı” nın kültürü, gelenekleri, medeniyeti diye bir şey yok;
Türk milletinin medeniyeti, kültürü, gelenekleri v.s. vardır. İşte
bu nokta-i nazardan hareketle Büyük Önder ATATÜRK, yeni nesillere
şöyle bir vasiyet, emanet ve “UYARIDA” bulunmuştur:
ATATÜRK’ten UYARI (Gazi Mustafa K.
ATATÜRK; Yersiz, gereksiz, sebepsiz ve anlamsız değil bir söz, tek
bir sözcük bile söylememiştir. Peki, aşağıdaki sözleriyle Atatürk
kimlere karşı Türk milletini uyarmak istemiştir? Düşünün ve
konuyla ilgisini kurun bakalım!) “Tarihimizi inceleyiniz. Türk’ün
çektiği bütün felaketler, karşılaştığı tehlikeler ve kötülükler
hep kendi öz benliğini, milli varlığını ihmal ederek, nereden
geldiklerini ve ne oldukları, hangi nesle ait bulundukları
belirsiz birtakım kimseleri kendilerine yönetici tanıyarak onların
bilinçsiz bir aracı olmak durumuna düşmüş olmasıdır.” Mustafa K.
Atatürk.
Şimdi söyleyin bakalım: Atatürk’ün
bu uyarısı, günümüz için de geçerli midir? Fakat, elbette, Türk
milleti Anadolu’yu yurt-vatan edinmeden önce burada bazı kavimler,
milletler ve medeniyetler bulunmuş olabilir. Fakat bunlarla
Türklüğün ve Türk Medeniyetinin aynı topraklar üzerinde
bulunmaktan başka bir bağı yoktur.(12) Bunu kimse iddia edemez.
Anılan topluluklar, olsa olsa, Türk milletinin yüksek
medeniyeti, temel bir değer olan insan sevgisi, adaletle himaye ve
engin hoşgörüsüne dayanan ‘devlet geleneği’ dahilinde varlıklarını
sürdürmüş gruplar biçiminde düşünülebilir. Anadolu’da yaşamış eski
kavimlere ait medeniyet kalıntılarını, devletimizin sınırları
içinde kaldığı için insanlık adına korumak, onlardan turizm aracı
olarak istifade etmek başka şey; onlarla hissî, millî bağ kurmaya
çalışmak başka şeydir. Bu iki ayrı konuyu birbirine karıştırmamak
lâzımdır. Kaldı ki “eski Anadolu medeniyetleri, kültür ve inanç
bakımından bize çok uzaktır. Sanat eserleri vasıtasıyla bile
onlarla hissî bir bağlantı kurabilmek bir hayli güçtür. Bunun
sebebi, bizim bin yıldan beri onlardan çok farklı bir kültür
iklimi içinde yaşamamızdır.”(13)
Oysa, tarihi eserlere karşı
Atatürk ve Türk Milleti’nin gösterdiği himaye, sahiplik, saygı ve
koruma, başta Batı medeniyetleri (!) olmak üzere hiçbir devlet ve
millet tarafından düşünülmemekte, tam aksine Osmanlı, Türk ve
İslâm eserleri tam bir haset, kıskançlık ve amansız bir kindarlık
ve nefretle yok edilmektedir. İslâm medeniyetini, özgün eserleri,
bilim ve kültüre derin katkıları, yüksek değerleri ve insani yaşam
biçimi bakımından başta Endülüs örneği olmak üzere bütün Avrupa
da kazıyan papalık, Portekiz ve İspanyadır. Osmanlı-Müslüman-Türk
eserleri yönünden ise Batıda Po ovasından (İtalya) tutun, eski
Yugoslavya, Arnavutluk, Yunanistan, Bulgaristan, Macaristan ve
Romanya en kötü örnekler durumundadır. Üstelik vahşi batı bu
tahribatı örgütlü ve plânlı bir biçimde yapmaktadır.
Bu amaçla Sırp-Çetnik, Schwaba (Alman-Fransız-İtalyan)
ağırlıklı olarak (1364) kurulan, Çrna Ruka diye anılan ve
Osmanlı’ya çok büyük hasar, maddi-manevi zarar veren ve büyük
tahribatların mesulü olan “kara el” çetesi bu devletler tarafından
sevk, idare ve organize edilmiş olup; Kara El’ in birinci
vazifesi Türk ve Müslümanları, ikinci vazifesi ise: Türk ve
Müslüman eserlerini yok etmek, Türk ve Müslümanların Musevi, İsevi
ve diğer dünya halklarına vaki himmet ve hizmetlerini unutturarak
tarihten silmek, üçüncü ve son (muhtelif namlar altında güncel)
vazifesi de: Türk, Osmanlı ve İslâm kaynaklarını tahrif ederek,
günümüz AB stratejilerinin gerçekleşmesine zemin hazırlamaktır.
Hariçte daima ve her fırsatta bu yıkım, tarumar, tahribat,
tarihten ve tabiattan silme eylemini sürdüren bu menfur örgüt (CR/daha
sonra CFR) vasıtasıyla 16 Eylül 1863’de Amerikalı misyoner
Christopher Robert, dönemin en yüksek dereceli mason, misyoner
casus ve Yahudilerinden, İstanbul’ da yerleşik, tebaadan bir
tüccar Cyrus Hamlin ile papalık ve patrikhane tarafından kurulan
Robert Kolej; Osmanlının parçalanması ile Türk’lerin Öz Yurdu
Anadolu’nun maddi ve manevi tahribatını üstlenecek ve fiilen
yürütecek kadroların oluşturulması görevini üstlenmiş ve
yürütmüştür. 1900’lerden itibaren her derece ve düzeyde devlette
yerleşik (kadrolaşmış hale gelen) resmen görev, yetki ve
sorumluluk alan Robert Kolej mezunları; Harici bedhahlara büyük
destek sağlamış ve dahili bedhahlar sıfatıyla yetiştirildikleri ve
kirli amaca uyum sağladıkları için en büyük ihanetlerini
Osmanlı’ya karşı tezgâhlayarak, art arda ihanet ve bizzat
hazırlanan felâketlerle koskoca devleti bitirmişlerdir. Daha
bitmedi. Bu sistemli ajitasyon, cebri işgal, faşist yönetim,
jenosit-soykırım, şer ve şeytani zihniyet tarafından 12 Adalar,
Girit ve Rodos’ta tek bir Türk eseri kalmamış; Şimdilerde Güney
Kıbrıs çete devleti dahi Türk-İslâm eserlerini mezarlık ve tarihi
evler, türbe, han ve hamamlar dahil yer yüzünden silmeye ve yok
etmeye koyulmuştur. İşte ‘batı medeniyeti’ dediğimiz kefere bu
kadar cahil, cani ve ruh dengesi bozuk bir katiller güruhudur.
Bulgaristan’dan öte, Romanya’dan
itibaren Azerbaycan’a kadar olan coğrafyada da aynı eser-tarih
katliamını görmek mümkündür. Osmanlı-Türk, İslâm eserlerine karşı
en büyük katliamı ise İslâm düşmanı ve din tüccarı Vahhabi Suud
ailesi yapmıştır ve halâda yapmaktadır. Aslen Beni Kaynuka
soyundan asaleten Yahudi (dönme) olan Suud’lar ve Faysal’lar;
Kafadan ABD, gönülden İsrail ve mideden İngiltere ve Fransa’ya
bağlı, lâkin dünyanın bir numaralı Atatürk ve Türk düşmanıdırlar.
Nihai vukuatları ise, Mekke’de kalan son Osmanlı kalesini de yerle
bir etmek ve yıkılan kalenin yerine bir otel yapmak olmuştur.
Hatırlayınız. Dahildeki Robert Kolej orijinli yöneticiler ile El
Ezher çıkışlı din tüccarları Arap’a çanak tutmuş ve muhtemelen
bazı kirli çıkarlar ve esasen taptıkları para uğruna kutsal şehir
Mekke-i Mükerreme de kalan son ecdat eserine sahip
çıkamamışlardır. Bu “tek tanrıları PARA olan” fakat yanı sıra
İsrail-AB-ABD’ye de tapan Robert Kolej, Şam veya El Ezher orijinli
Anadolu düşmanları, dönme, devşirme ve sabetaylar; TC dışında yer
alan nadir Türk ve İslâm eserlerinin tahribine (mahsus) seyirci
kaldıklarından başka, 1963 yılından itibaren AB destekli projeler
ihdas ederek; Sözde “Dinler Arası Diyalog”, “Haç Turizmini
Teşvik”, “Anadolu Kültür ve Medeniyetlerini Yaşatma” adı altında
“Anadolu Türk (Sümer, Eti/Hitit, Selçuklu, Osmanlı ve diğer)
eserlerini yok etme ve tamamı putperestlere ait sapık tapınak,
meyhane, Pazar, panayır ve tiyatrolardan ibaret “eski Roma”
eserlerini, tarihi dekor, adet, gelenek ve görenekleri dahil ihya
etme kalkışmalarına çanak tutmaktadırlar. Oysa, bütün bu eserler
Türk’ün iyi niyetli koruması, sahiplenmesi, engin hoşgörü ve
müsamahası sayesinde bu günlere ulaşabilmiş değil midir? Bütün bu
kin, nefret, cürüm işlemek için insanları, devlet ve milletleri
tahrik, örgütlü güçleri teşvik ve yegâne eğilim, amaç ve varlık
sebebi Türk milletini Anadolu’ dan tahliye olan papa (BABA)‘nın
son mesajı:
“ÜLKENİZİ (Anadolu’yu) VE DİNİZİ
(İslâm’ı) BIRAKIN” değil mi ! (*)
Fazla uzatmayalım. İşte, bu ve
benzer binlerce nedenle, dünyanın en medeni milleti Türklerdir.
Geri kalmışlık sadece ekonomi ve teknoloji alanındadır. O’ da
“Madde ve Manâda Bütünlük” konulu makalemizde (14) bütün
safhalarıyla arz ve izah ettiğimiz şekilde; Gaflet ve dalâlete
düşen son Osmanlılar, İttihat ve Terakki partisi mensupları ile
bunların himayesinden yararlanarak vatanı tahrip eden dahili ve
harici bedhahların ABD ve AB ülkeleriyle müşterek marifetidir.
Ancak, hangi maksatla olursa olsun, Türkiye tarihini Türk
tarihinden kopararak “Anadolu tarihi” ve “Anadolu medeniyetleri”
içinde mütalaa etmek isteyenlerin artık gaflet ve dalâlet-ihanet
uykusundan uyanmaları gerekir. Çünkü böyle bir anlayış Türklüğü
bölmekten, Türkiye Türklüğünü dünya Türklerinden koparmaktan başka
bir işe yaramaz.
Bu istikamette faaliyet gösteren gafil ve hainler hakkında
Atatürk; “Türk birliği’ ne inanıyorum, çünkü onu görüyorum”
diyerek işaret etmiş, Türk Birliğini nihai hedef olarak göstermiş
ve kat’i irşâdını bu şekilde bildirmiştir. (15) Ulu önder
Atatürk’ün bu istikametteki kararlılığının bir başka delili de;
“Bugün Sovyetler Birliği dostumuzdur. Komşumuzdur.
Müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat, yarın ne
olacağını kimse bu günden kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı
Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir. Ufalanabilir. Bugün
elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya
yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını
bilmelidir. Bizim bir dostumuzun idaresinde; Dili bir, inancı bir,
özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır
olmalıyız. Hazır olmak, yalnızca o günü susup beklemek değildir.
Hazırlanmak lâzımdır. Millet buna nasıl hazırlanır? Manevi
köprüleri sağlam tutarak.. Dil bir köprüdür. İnanç bir köprüdür.
Milletimize inmeli ve olayları böldüğü tarihimiz içinde
bütünleşmeliyiz. Onların, (Türkiye dışındaki Türklerin) bize
yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekli.” (16)
Burada verilmek istenen çok açık bir masaj var. O’ da, “Önce ve
mutlaka Misak-ı Milli sınırlarını korumak, tahkim etmek ve
tamamlamak gerekir. Tamamlamak nedir ? Milli yeminin icabı olan
Kıbrıs, 12 Adalar, Selânik dahil Batı Trakya, Musul-Kerkük ve
Nahçivan’ı geri alarak ülkemiz sınırlarına katmak, Azerbaycan
sınırlarına dayanmak suretiyle Türk Birliği’ne giden yolu
açmaktır.” Alınması gereken mesaj ve anlaşılması-yapılması gereken
budur. Bu da, önce ANADOLU’ da sağlamlaşmak ve ebedileşmek ile
mümkündür.
Önce, Anadolu üzerindeki kara bulutlar dağıtılmak ve Avrasya
sağlama alınmak, milli hakimiyet, hürriyet-bağımsızlık ve
hükümranlık garanti altına alınmak zorundadır. Büyük nutkunda Gazi
Mustafa Kemal şöyle diyordu: “Dünyanın bize saygı göstermesini
istiyorsak, önce bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu
saygıyı hissi, fikri ve fiili olarak bütün davranış ve
hareketlerimizle gösterelim. Bilelim ki, milli benliğini bulamayan
milletler başka milletlerin avı olurlar. Milli varlığımıza düşman
olanlarla dost olmayalım. Böylelerine karşı bir Türk şairinin
dediği gibi;
“Türküm ve düşmanım sana, kalsam
da bir kişi” diyelim.
Düşmanlarımıza bu gerçeği anlattığımız gün, fikrimize,
idealimize, geleceğimize yan bakan her kişiyi düşman kabul
ettiğimiz gün, milli benliğe uzanacak her eli şiddetle kırdığımız,
milletin önüne dikilecek her engeli derhal devirdiğimiz gün,
gerçek kurtuluşa ulaşacağız. Ve, sizler gibi aydın, azimli, imanlı
gençler sayesinde bu kurtuluşa ulaşacağımıza emin olabilirsiniz..”
(17) Ayrıca; “Türk milleti kurtuluş savaşından beri, hattâ bu
savaşa atılırken bile, mahkûm milletlerin hürriyet ve bağımsızlık
davalarıyla ilgilenmeyi, o davalara yardım etmeyi benimsemiştir.
Böyle olunca, kendi soydaşlarının hürriyet ve bağımsızlıklarına
ilgisiz davranılması elbette uygun görülemez.
Fakat, milliyet davası şuursuz ve
ölçüsüz bir dava şeklinde düşünülmemeli ve savunulmalıdır.
Milliyet davası siyasi bir mücadele konusu olmadan önce şuurlu bir
ideal meselesidir. Şuurlu bir ideal demek pozitif bilimlere ve
bilimsel yöntemlere dayandırılmış bir hedef ve gaye demektir. O
halde, propagandalarda denenmiş yöntemlere müracaat etmek şarttır.
Türkiye dışında kalmış olan Türkler, önce kültür meseleleriyle
ilgilenmelidirler. Nitekim biz, Türklük davasını böyle uygun bir
ölçüde ele almış bulunuyoruz. Büyük Türk tarihine, Türk dilinin
kaynaklarına, zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem
veriyoruz. Baykal ötesindeki Yakut Türkleri’nin dil ve
kültürlerini bile ihmal etmiyoruz.” (18) Dahası; “Türk eli
büyüktür ve yeryüzünde yalnız o büyüktür. Her yeri dolduran
Türk’tür ve her yanı aydınlatan Türk’ün yüzüdür. Diyarbakırlı,
Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı
hep bir ırkın evlâtları, hep aynı cevherin damarlarıdır. Bizim
yeni işimiz budur. Bu damarlar birbirini tanısın. Bu dediğim şey
olduğu zaman, başka bir alem görülecek ve alem dünyaya hayret
verecektir. Türk’ün varlığı bu köhne âleme yeni ufuklar açacak
güneş ne demek, o zaman görülecek. Bu karmaşık işlerin içinden
yükselebilmek için bize dirilik gerekir. Birlik onunla beraber
yürür. Diri yalnız Türk milletidir. Birliği ortaya koyan da
Türktür, dilediğine ne olduğunu anlatan da Türk’tür,
çalışalım”(19) Bu ayrıntıları, bilhassa 1938’den itibaren
yürürlüğe konulan içine kapanma, Türk dünyasından uzaklaşma ve
Batının tefessüh etmiş kültürüne entegre olma eğilimlerinin, başta
Atatürk olmak üzere ‘kurucu unsurun” kahir ekseriyeti tarafından
tasvip edilmediğini açıklamak ve ispatlamak maksadı ile konuya
eklemiş bulunuyorum.
Şimdi tekrar ayrıntılara
daldığımız yere dönelim:
Yine dilimizi “Özleştirme” adı arkasında da aynı oyunların
oynandığı düşünülürse, izah etmeye çalıştığımız “Anadolucu tarih
ve siyaset anlayışının”, “Anadolu medeniyetleri” sevdalılarının
eliyle dünya Türklüğünün merkezi ve öncüsü olmaya çalışan Türkiye
Türklüğü üzerinde oynanan. oyunları kolayca anlaşılır. Hele
bunları Atatürkçülük adına yapmak büyük bir Türk milliyetçisi,
Türklüğün 20.yüzyıldaki büyük öncüsü Atatürk’e karşı gaflet içinde
değil ihanet içinde olmak demektir. “Tarih yazmak, tarih yapmak
kadar önemlidir. Eğer yazan, yapana sadık kalmaz ise, değişmiş
olan hakikat şüpheli bir şekil alır ki, beşeriyetin yolunu
değiştirir. Biz daima hakikati arayan ve onu buldukça ve
bulduğumuza kani oldukça söylemeye cesaret gösteren insanlar
olmalıyız. Tarih bir milletin kanını, hakkını, varlığını, hiçbir
zaman inkâr etmez, edemez.” (21) Anadolu (AVRASYA) ile bu
coğrafyayı bütünleyip tamamlayan Suriye, Lübnan ve Kudüs
interlandı, yıllar önce batının ‘müstakbel yaşam alanı’ olarak
seçilmiş ve belirlenmiş, dünyanın en önemli, değerli, iklimi ideal
ve zengin topraklarıdır.
Oldum olası batının gözü
buradadır.
Bu batı için bir idealdir.
Sevdadır.
Bu sevdadan kolay kolayda
vazgeçmeleri mümkün değildir.
Bu nedenle, büyük önder Atatürk’ün
yukarda açıklanan ve ‘ezel-ebed düşman batının’ menfur emellerine
dikkat çeken söz, nasihat ve vasiyetleri, bütün Anadolu, dünya ve
uzay Türklüğü tarafından bilinmeli, çok dikkatli, tedbirli ve
akıllı olunmalıdır.
Aslında bu, 1500 yıldır inatla,
ısrarla sürdürülen menfur bir de’zinformasyon ve psikolojik harp’
in ürünüdür. Bu taktikle Selçuklu öncesi Anadolu kana bulanmış,
Selçuklu parçalanmış, Anadolu Beyliklerine ihanet ve fesat
tohumları saçılmış ve Osmanlı’nın yeni bir Türk Devleti olarak
kurulmasını önlemek için her türlü gayret sarf edilmiştir. Osmanlı
kurulduktan sonra ise, İsevi din adamları, Yahudiler, Hahamlar,
Kilise, PAPA ve Papazlar kullanılarak çok sinsi ve alçakça bir
faaliyetle 1923’e kadar bu menfur faaliyetlerini ısrarla
sürdürmüşlerdir.
Öyle ki, Osmanlı’yı yıkan ve
parçalayan, ırkçılığı körükleyen ve bölücülük yapan bütün din ve
devlet adamları (çete başları) milli sınırlar içinde faaliyet
gösteren misyoner okulları ve yabancı misyon kolejlerinden
mezundur.
Bu hain, menfur plânın ikinci
aşama, son evresi olan ve Osmanlı Coğrafyasını taksim etmek,
parçalamak ve bölmek amacını matuf Birinci Dünya Savaşı’nın
Anadolu’da vaki hareket ve faaliyetlerini şöyle bir gözden
geçirelim bakalım: Tıpkı bugün olduğu gibi o zaman da yabancılar
toprak alıyorlardı. Başta Ege, Akdeniz, Hatay, Van ve civarı ile
Kars, Rize (Potamya-Güneysu) dolaylarında bu arazi ve emlâk
alımları yoğunlaşmıştı. Özellikle, Merzifon'da, Amerikalı
misyonerler bazı arazi ve tarlaları satın almışlardı. Merzifon,
Pontus faaliyetinin bölgedeki önemli merkezlerinden biri olmuştu.
"1884 tarihinde Amerikan misyonerlerinin teşebbüsüyle şehrin
kuzeyinde bir kısım arazi ve tarlalar satın alınmıştı. Buralarda
inşaata başlanarak kısa zamanda ev, okul, aşhane, kütüphane,
marangozhane, eczane, hastane gibi birçok müesseseler meydana
getirilmişti. Öksüzler ve dilsizler mektebi de bulunduğu gibi, o
zamanlara göre ilk, orta, lise derecesinde tahsil gösterilen her
derece ve düzeyde okul ve Kolejlerde lisan olarak İngilizce,
Fransızca, Rumca ve Ermenice okutuluyor ve konuşuluyordu. Kısmen
Arapça, Farsça, Türkçe dersleri de vardı." Atatürk bir yandan
Milli Mücadeleyi örgütlüyor, bir yandan da yabancıların dört bir
yanda yürüttüğü ihanet faaliyetlerini tespit etmeye, izlemeye ve
önlemeye çalışıyordu. Zira, bütün Misyoner okulları Kurtuluş
Savası'na karsı emperyalist işgalci güç ve ülkelerin savaş aygıtı
konumunda ve durumunda idiler.
Asi ve işgalci düşmanla, casusluk,
tahkim, iaşe, ibade ve insan gücü temin-takviye dahil tam bir
işbirliği içinde hareket etmekte ve faaliyet göstermekte idiler.
Atatürk ve arkadaşları tarafından yürütülen milli mücadeleye karşı
çok hain ve mukavim bir güç durumuna gelmişlerdi. Bu yolda
Amerikalıların yardımı ve yönetiminde, Merzifon Amerikan Koleji'ne
Amerikan malı silahlar getirilmiş, Rum gençleri örgütlenmiş,
okulda ayrılıkçı kulüpler kurulmuştu. Büyük Millet Meclisi
hükümetinin kararıyla büyük bir soruşturma başlatıldı ve okul
kapatıldı. Bunu diğer il ve bölgelerdeki misyoner okullarının
kapatılması takip etti. Atatürk'ün masonlar ve misyonerliğe karşı
nefreti büyük ve tavrı net idi. Örneğin, ağır işgal koşullarında,
Amerikanın Yakındoğu Heyeti'nin yetimhane, çiftlik ve okul açmak
için izin istemesine karşı aldığı tutum son derece sertti.
Atatürk, 3 Ocak 1921'de İçişleri Bakanlığına gönderdiği müstacel
(acil ve zaruri) bir yazıda: "Amerikalılar tarafından numune
çiftliği ve sair benzeri müesseseler husule getirilip buralarda
kendi tebaamızdan olan binlerce çocuğun Türk hükümeti ve milletine
karsı dostane ve sadıkane olmayan hissiyatla donanmış olarak
yetişmelerine asla müsaade ve müsamaha edemeyiz" denmekte ve
hükümetleri vatan topraklarını yabancılara satmaktan men
etmektedir. İktisadi, sınai (endüstriyel) amaçlar ile bu amaçların
tahakkuku ile mukayyet muvakkat satışa izin veren ve fakat bunun
haricindeki satışlara kesinlikle ve asla izin vermeyen “Köy
Kanunundaki düzenlemeler” Atatürk tarafından yapılmıştır. Köy
Kanununda yer alan “Yabancılara gayrimenkul satışına ilişkin”
yasakları kaldırarak, yasada amir usul ve esasları değiştiren
hükümetlerin ne denli Türk, ATATÜRK ve ANADOLU düşmanı olduklarını
varın siz taktir edin. Üstelik, mütekabiliyet ilkesinin tabii bir
gereği olan “milli değerleme” norm, ilke ve kriterlerinin satış
şarlarına dahil edilmemiş olması, mezkür eylemin (1974 yılı
itibarıyla yargı ve Anayasa Mahkemesi kararları mucibi) tam bir
“vatana ihanet” suçunu oluşturduğu ayan beyan malûmdur.
Oysa, ANADOLU, tefessüh etmiş Avrupa’nın gelecekteki “en ideal
yaşam alanı” olarak seçtiği ve asırlardır ele geçirmeyi hayâl
ettiği “efsanevi” bir coğrafya, mucizevi bir toprak parçası ve yer
yüzünün en mükemmel iklim ve yaşam koşullarına sahip alanıdır. Yer
yüzünde ANADOLU kadar değerli başkaca bir toprak parçası yoktur.
Merhum, adı Anadolu ile müsemma ve müstesna büyük ATA
bakınız Anadolu’yu nasıl algılıyor, ne kadar veciz, edebi,
duygusal ve eşsiz, harikulâde bir lisan ile anlatıyor:
ANADOLU ve VATAN SEVGİSİ
Bu bölüm içinde Atatürk’ün, (muhtemelen) yıllardır gizlenen ve
gün ışığına çıkartılmayan “ANADOLU ve VATAN SEVGİSİ” üzerine çok
veciz bir söylemini, belki de ilk defa olmak üzere sizlerle
paylaşmak istiyorum: "Aziz ülke, Büyüklüğün ve iyiliğin ezeli
perestijkarı (sevdalısı) olan Anadolu evlatları, Son hayat ve
istiklal cenginde, beşeriyetin yaratamayacağı varlıkları imanlı
kalplerinden taşan bir kuvvetle vücuda getirirlerken, onun içinde
bulunmayanlar, o mukaddes heyecanı yaşamayanlar, kim bilir, o
büyük kuvvetin ilhamını milletimizin hangi membadan aldığını
tasavvur ve tahayyül ederler; Ve kim bilir bu büyük işi ne yanlış
bir muhakeme ile tahlil ve tetkik ederler. Anadolu'yu dışından ve
içinden sezmeyenler, yeşil, sık ormanlarının dallarını yararak,
bereketli ve sonsuz ovalarına inmeyenler; tufanların yardığı
keskin kayalarıyla semayı delen dağların demir ve bakır sinesinden
aşarak büyük ovalar içinden gürültüler, kıyametler koparıp
çağlayan ırmakların soğuk sularından içmeyenler; Ve yanık
sesleriyle hasret türküsü çağıran memleket kızlarını, dertli
kavalına uzun ve eski hatıraları üfleyen engin ruhlu Anadolu
çobanlarını karşısına alıp dertleşmeyenler, o kudret ve kuvveti
bir türlü anlayamazlar. Anadolu! Ey gönülleri hicran ve hasret
dolu anaların evlatlarını göğsünde barındıran sevimli ve tarihi
yurt! Ey büyük kahramanların her bucağında at oynattığı aziz ülke.
Sen o kadar esrarlı ve tılsımlı güzelliklerin, yüksekliklerin
içtimagâhısın ki: Fırtınalardan ilham alan şairlerin kalemi ancak
senin bir ağacının dalı ve tabiatının güzelliğinden levha yaratan
ressamların eseri, senin güzelliğin yanında nihayet bin bir renk
ve manzaranın bir parçasıdır. Anadolu'da sönmeye mahkûm aşklar,
bülbüllerin candan gelen ve cana tesir eden sesiyle, sönmek üzere
bulunan hayatlar taze çam ağaçlarının keskin ve zevk-aver
kokularıyla, hasretten eriyen gönüllerde saz şairlerinin ruhtan
ruha ateşli bir sel halinde süzülen feryatlarla verilir. Korkunç
ölüm, bu diyarın üzerinden korkarak geçer. Ölmeyecek milletin bu
ebedi mekanı üzerinde baykuş feryadını bülbül sesi boğar, hasta,
alil ihtiyarların son iniltilerini cenk havası içinde bir kasırga
gürültüsü koparan genç Anadolu çocukları dindirir.
Burada her dermansız; kahramanlar
karargahına kurþ’un ve gülle taşımak için yerinden kımıldanır ve
gökten inen bir ses, bütün ruhlara hayat ve hareketi emrettiği
zaman, Anadolu'da boş duran bir tek Türk'e rast gelmiş bir çift
göz bulunamaz. İstiklal ve zafer uğrunda dökülen kanlarla sinesini
süsleyen Anadolu'da renksiz ve soluk bir manzara yok gibidir.
Orada her şey ateşli rengiyle gözleri yakar. Bu diyarda yaşayanlar
dünden bugüne ve bugünden yarına kahramanlık, şeref ve fedakarlık
taşımaya memur edilmiş, ümit ve iman telkinine gönderilmiş manevi
birer heyet gibidir. Her evin içinde dünün şerefini yaşatmak için
bugününü feda edenlerin isimleri, her mübarek günde en derin
hürmetlerle anılır.
Ekseri çocukların gözlerinde daima iki damla yaş ve göz
bebeklerinde titreyen solgun bir hayal görürsünüz. Bu çocuklar
meçhul kahramanların yadigarlarıdır. Yurdun her bucağından esip
gelen rüzgarları, büyük şehidlerin kahramanlık hislerini
küçüklerin kalbine bırakır. Onun içindir ki her evde yaşayan küçük
kalplerin içinde büyükler vardır ve her Anadolu evi kimsesizlere
kapısını şefkat ve hürmetle açan birer yuvadır. Anadolu'yu
gezenler, gördükleri şekle bakarak hükümlerini vermeye kalkarlarsa
aldanırlar. Tabaka tabaka onu saran tarihi yaprakları birer birer
çevirmedikten tetkik etmedikten sonra, Anadolu için rey vermek
doğru olamaz. Anadolu'da saf ruhların bağlı kaldığı ölümsüz
hatıralar vardır. Mübarek günlerde ziyaret edilmesi, miras gibi,
ecdattan intikal etmiş öyle mezarlar vardır ki, bunlarda çok uzak
zamanlara ait gazaların kahramanları yatar.
Anadolu köylüsü bu ziyareti ifada
kusur etmeyi en büyük günah bilir ve bu ziyaret her gün; ölen ve
yaşayan kahramanların gurur veren destanlarını yad ve tekrar ile
eda edilir. Anadolu yavrusunun süzgün ve kayıtsız gibi görünen
bakışlarının altındaki vefakar ve asil nurunu görmek ve anlamak
için ruhunu bilmek lazımdır. Anadolu evladı, bulutlar içindeki
yıldızlara benzer: Küçük bir heyette gizlenmiş koca bir âlem.
Yabancılara açılmayan kalbinin ifadesini yalnız gözleri ifşa eder.
Onlar büyük tahammüllerin
timsalidirler.
İhtiyar tarih, hiçbir vakit bu
kadar sabur (sabırlı) bir millete tesadüf etmemiştir. Anadolu
evladı, bugüne kadar gözü kapalı girdiği muharebelerden bin bir
zaferle dönmüştür. Bugün ise gözleri açık olarak atıldığı
mücadeleden, mutlaka istiklaline sahip bir devlet vücuda getirerek
çıkacaktır.
Çünkü Anadolu evladının mukadderi
bu!
Bizim yolumuzu çizen, içinde
yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk Milleti ve özümüzden
aldığımız güç ve güvendir." Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK.
Şimdi tekrar günümüze dönelim. ABD-Papa destekli AB kisve ve
maskesi ardında uygulanan menfur projenin son aşamasına bakalım:
Yukardan itibaren anılan ve açıklanan bu, kapitalist-emperyalist
psikolojik harp planına göre 1071 tarihinin (bazı gafil iç
unsurlar ve hattâ çok milliyetçi geçinen kesimler dahil olmak
üzere) inatla tekrarlanıp durulmasının altında; Özellikle ve
bilhassa vahşi, hırsız, yolsuz ve emperyalist batının ezeli ‘şark
meselesi’, Vatikan’ın ‘hilâli-salip” çatışması, dinler arası (!)
diyalog konsepti; Büyük Britanya İmparatorluğu’nun (İngiltere’nin)
21 Temmuz 1923’de Lord CURZON önderliğindeki İngiliz delegasyonu
ile genç Türkiye Cumhuriyeti’nin Lozan heyeti adına İsmet İNÖNÜ
tarafından (Türkiye ile İngiltere arasında) imzalanan “Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’nin ÖZERK ancak, sonuç olarak İngiliz
Milletler Topluluğu üyesi olduğunu kabul eden anlaşma”; ve dahi,
1939 ile 1950 arasında Türkiye ile başta ABD olmak üzere
Yunanistan, İngiltere, Almanya ve diğer ülkeler arasında (Türkiye
ve Türk-İslâm halkı aleyhine) akitli “GİZLİ ANLAŞMALAR”
kullanılarak Anadolu’ya el koyma niyetleri ile bu amaç ve
istikamette 1945’li yıllarda ABD’nin planladığı "Yeşil Kuşak
projesi” ürünü: ‘günümüz söylem biçimi’ ile bir nevi ‘ılımlı
İslâm’ tarzında tanımlanan “tarihi anlam, önem, dini değer ve
içeriğinden soyutlanmış, içi boşaltılmış” Türk-İslam sentezi”
yatmaktadır. Yani, emperyalizme karşı verilen efsanevi bir red,
direniş ve başkaldırı sonucu Mustafa Kemal ATATÜRK ve arkadaşları
tarafından kurulan milli-laik, özgür, hâkim ve hükümran, tam
bağımsız ve bağlantısız Türkiye Cumhuriyeti yerine; 1750–1900 “Bir
İmparatorluğun Yağması” yıllarını yaşayan “Batıya kul-köle,
dinini, diyanetini, milliyetini, milli, ilmi ve kültürel
değerlerini unutmuş, AB ve ABD’ye açık Pazar olmuş, yüksek değer
ve tarihi devlet geleneğinden arınmış "Ilımlı İslam" veya
‘dejenere bir yeni Osmanlı’ (!) sistemi... Yahut da, evanjelist
sahte peygamberlerin insani yönden mutasyona uğramış din
tüccarları için yazıp hazırladıkları “gerçek furkan” ve buna
dayalı olarak BOP ve BİP, Hiçbir dini, ilmi ve İslâm’ i hükmü
(değer ve gerekliliği) haiz olmayan halifeliğin ihyası v.s.. Bu ne
enteresan ve ham bir hayâldir. Lâkin, son Osmanlı halifesi dahil,
pek çok Osmanlı din adamı (!) ile vükelâsının mason, misyoner,
dönme, devşirme yahut sabetay olmasından cesaret alınarak
geliştirilmiş bir ‘menfur’ plân. Yani ütopya. Aslında Proje,
Batılı Hıristiyanlar tarafından, yaklaşık 2000 yıl önce Anadolu’ya
gelerek yerleşmiş Türklere karşı bir tedbir olarak ilk kez 19
Haziran 325 tarihli İznik Konsüller toplantısında ele alınmış ve
yürürlüğe konulmuştur. 625 yılında tekrarlanan toplantıda; Bu
menfur projenin pekiştirilmesi yanında, 2533 İncil arasından 4’ü
seçilip, Barnaba İncili aforoz edilmek suretiyle “kapitalizm ve
emperyalizm” İncil’le bütünleştirildi. Engizisyon mahkemelerinin kurulmasına karar verildi. Hızla
ilerleyen ve genellikle Hun, Ak Hun, Avar, Bulgar, Çuvaş ve
Peçeneklerin itibar ettikleri Bogomile mezhebine karşı en vahşi
önlemlerin alınmasında mutabık kalındı. Mevcut İnciller her türlü
İslâm’ i mesaj, ima-imaj, Kur’an la uyuşan ve örtüşen söz, söylem
ve son peygamberin adı ile Müslümanların yaşam biçimlerini
anımsatan kelime ve kavramlarından ayıklandı. Barnaba İncil’i ise
“Muhammet veya Ahmet isminde bir peygamberin ‘son peygamber’
olarak geleceğini ve bütün İsevilerin Muhammed’e intisap etmesi
gerektiğini müteakip yerlerinde ‘açık birer ayet olarak’ ihtiva
ettiği (Kur’an da yazılı olduğu biçimde haber verdiği) ve çoğu
yerinde Müslümanların kitabı ile uyuşup örtüştüğü için dışlandı.
Bütün dünyada toplatıldı, Yakıldı ve yok edildi.
Bu kararlar doğrultusunda, 1071 öncesi asırlardı Anadolu’da
mukim ve fakat Müslüman Türkleri asimile etmek ve sonrasında ardı
arkası kesilmeyen Türk ilerleyişini durdurmak, Kudüs ve
Hıristiyanların diğer kutsal saydıkları yerleri geri almak için
1096-1270 yılları arasında toplam sekiz Haçlı Seferi ve bir dizi
küçük sefer düzenlendi. Netice alınamadığı görülünce bu defa
Papalar, Haçlı Seferleri boyunca ve sonrasında "Anadolu ve
Rumeli'yi istila etmekte (kurtarmakta) olan Türklere karsı Avrupa
milletlerini ayaklandırmak için bütün teşkilatlarıyla harekete
geçtiler" ve buna rağmen Haçlı Seferlerinin sonuç vermediği
görülünce 1208 yılında fiilen misyonerliğe (içten bölme
hareketine) başladılar. 1312 yılında yeniden İznik Konsüllerini
topladılar. Bu defa özellikle Anadolu Türklüğüne karşı 19 Haziran
1312’de çok kapsamlı ve ayrıntılı bazı kararlar aldılar. Bu tarih,
Türk-Müslümanlara karşı verilen fiili, fikri (psikolojik) ve
sosyal-kültürel savaşta derin bir taktik ve strateji değişikliğini
ifade eder. Bu toplantıda: “Osmanlı Devleti’nin büyümeden,
gelişmeden ve her ne pahasına olursa olsun Anadolu’ da tekrar Türk
birliği sağlanmadan yıkılıp yok edilerek; Yeni bir Türk devletinin
mutlaka ve behemahal önüne geçilmesi. 1299’da başlayan devlet olma
ve devlet kurma eğiliminin yok olması ve temelli çökertilmesi için
bilumum fiili tedbir ve tedhişe ek olarak; Başta Türk ve
Müslümanların aile yapısı olmak üzere, askeri düzen dahil ‘itaat,
sadakat ve inanç’ sistemlerinin zamanla bertaraf olmasını (işlemez
hale gelmesini) sağlayacak strateji ve metot (de’jenerasyon)
psikolojik harp kararları alındı.
Ayrıca, Müslüman Türklerin (Arap,
Acem, Suriyeli ve diğer Türk asıllı olmayan halklar üzerinde bu
tarih itibarıyla plânlanan bozulum-yozlaşma sağlanmış ve beklenir
dejenerasyon tezahür ederek sonuçlarını vermiş idi) genel ve
güncel yaşamları ile iktisadi, siyasi, dini, ilmi, sosyal ve
kültürel hayatlarının (yaşam boyutundaki) uygulama yönünden zayıf
(geri) tarafları tespit edilerek, casus ve misyonerler için bir
dizi strateji, propaganda ve çalışma programları hazırlandı.”
Dahası, Haclı seferleri sırasında Cluny papazı Peter, birçok
kaynakta adı Robert Keton olarak geçen "Ketton'lu Robert'ten
Kur’an-ı Kerimi Latince'ye çevirmesini istedi. "Ketton'lunun
tercümesinde Kur'an-ı Kerim 'Zındıklığın (dinsizliğin) kaynağı,
Hıristiyan (İsevi) kilisesinin varlığını tehdit eden yıkıcı
hareketlerin sebebi' olarak gösteriliyor, cihat bir saldırı ve
vahşet unsuru olarak ile sürülüyor ve 'Eğer Kur'an'ın verdiği
zararlar dirayetli bir karşı mücadele ile bertaraf edilmek
isteniyorsa, onu mutlaka öğrenmek gerekir'" deniliyordu. 1311'de
Papa' nın emriyle "Şark Dilleri Kürsüsü" kuruldu. 1312'de Viyana
Konsulü' nde, Avrupa'nın Oksford, Paris, Roma gibi ünlü
üniversitelerinde Arapça’nın da okutulması kararlaştırıldı. Bütün
papaz okullarında ise Kur’an eğitimine geçildi.
Anadolu'da 1208’den sonra "en
teçhizatlı misyonerlerin" faaliyeti esas olarak bu karar, tedbir
ve teşebbüslerden itibaren başlar. Önce Katolikler, daha sonra
Protestan (Amerikalı, İngiliz, Fransız ve Alman) misyonerler
Osmanlı İmparatorluğu'ndaki etnik unsur ve gayrimüslimleri
kullanarak, kışkırtarak, milli bilinç çalışmaları yaparak ve
bölerek merkezi otoriteye karşı çıkmaya yönelttiler. İsyan
edenleri teşvik ve himaye ettiler. Onlara ırk, din, ahlâk, dil ve
tarih konusunda ayrılıkçı-bölücü bir misyon ve motivasyon
aşıladılar. Okullarla, yurtlarla, yuvalarla, kilise ve havralarla
tahkim ve en ileri, modern silâhlarla teçhiz ettiler.
Bu tarihten itibaren Yahudi ırkı (Musevi) ve İsevi millet,
mensup (mansıp) ve mezheplerine ait ne kadar Kilise, Havra ve dini
kurum görüntüsü altında faaliyet gösteren bina, tesis ve mütemmim
cüzü varsa tamamı adeta bir askeri üs, ihanet şebekeleri (hain)
eğitim merkezi, silâh-mühimmat sevk, intikal, destek ve tahkim
(istihkâm) merkezi olarak faaliyet gösterdi.
Osmanlı'nın, 1535'te, gücünün ve
özgüveninin zirvesinde iken Kanuni Sultan Süleyman Hân zamanında
Fransızlara tanıdığı kapitülasyonlar sayesindedir ki, ilk kez bir
Hıristiyan kral, Osmanlı Devleti nazarında padişahla ‘eşit taraf’
muamelesi gördü. 1583, Sultan Üçüncü Murad döneminde ise; Fransız
elçisi ve Papa' nın temsilcisinin isteği kabul edilerek, egemenlik
haklarını ortadan kaldıran bir karar daha alındı: Böylece, kendi
halkının bir başka devletin göndereceği öğretmenler tarafından
eğitilmesi kabul edilmiş oldu. İşte, bu (dönem itibarıyla son
derece masum, makul, iyi niyetli ve insani amaçlarla vaki ilişki
ve anlaşmaların yapıldığı) tarihten itibaren Osmanlı coğrafyasında
yüzlerce misyoner okulu, kilisesi, yetimhane vb. merkez açıldı.
Güçlü ve hakim devlet dönemi için bunlar bir tehlike olarak
görülmedi. Verilen haklar bir lütuf, inayet ve iyi niyet
göstergesi olarak kabul edilmekte idi. Ama, gelecekte nelerin
olabileceği (ve muhatap tarafın bu anlaşmaları kötü niyetler,
menfur-sinsi amaçlarla kullanabileceği ve olabildiğince istismar
ve suistimal edeceği) hiç kimsenin aklına bile gelmedi. Umuru
devlet tarafından hesap edilemedi. Sonradan gelenler de maalesef
gereken beka ve basireti göstererek tedbir alamadı, veya batının
etkisi altında kalarak alınamadı.
Kapitülâsyonlar ve müteakip
anlaşmalar ile devam eden süreci bakın, Ermeni araştırmacı Levon
Panos Dabagyan, misyonerlerin verdiği zararı nasıl izah ve ifade
ediyor: “Ermenilerin Milli Kilisesi ile birlikte, milli bütünlüğü
bölünmüş ve böylece Türkiye Ermenileri, kapitalist-Emperyalist
Devletlerin adeta oyuncağı durumuna düşerek çok büyük kayıplara
uğramışlardır".
TARİHİ GERÇEK
Gerçekte Türkler, kutsal kitaplar
ve başta ‘Dedem Korkut” olmak üzere pek çok efsanede açıklandığı,
anlatıldığı ve Kur’an-ı Kerim ile İslâm’ i kaynaklarda kayıtlı
olduğu üzere; Hazreti Nuh’un oğlu Yasef (YUSUF)’in soyundan
gelmektedirler. Hazreti Nuh zamanında yıllarca ikamet ettikleri
yurtları Mezopotamya (Sümerler), doğu ve güneydoğu Anadolu
havalisi (dahil) olduğu halde, tufandan sonraki ilk yerleşim
yerleri Ağrı Dağı ve Anadolu’nun doğu ve yine güneydoğu
çevresidir. (20) Bu tarihi gerçekten hareketle, batı kaynaklarında
Orta Asya dahil Anadolu Trakya hariç bütün bölümleri “TÜRKİYE”
olarak adlandırılır ve eski haritalarda böylece gösterilir.
Ancak, Hazreti Nuh belirli bir
aradan sonra Yasef/Yusuf ailesi ve ahvadını Orta Asya taraflarına
göndermiş, (M.Ö. 4500 yıllarında) gidenler de, bu günkü Tanrı
Dağları ile Amuderya ve Siri Derya nehirlerini içine alan iklimi
müsait ve çok verimli bir coğrafyada yerleşmişlerdir. Orta
Asya’da, Atamız Yusuf’un sülâlesi genişleyip büyüdükçe etrafına
sığmaz olmuş, bir bölümü orada kalmaya devam ederken, sülâleden
bir kısım Türkler, tekrar Ana Vatan Anadolu taraflarına göç ederek
Hazreti Nuh’dan sonra ilk defa M.Ö. 3500 yıllarında, yani bu
günden 5500 yıl önce gelip Anadolu’ya yerleşmişlerdir. (21)
Dahası, aynı dönemlerde Hazar Denizi (adını Hazar Türklerinden
almıştır) Volga, Dinyeper ve Dinyester’i geçerek bu günkü Romanya
steplerini aşan Türklerin büyük bir bölümü Balkanlar ve Anadolu’ya
yerleşmişlerdir. İleriki yıllarda oluşan Bogomile (Bojnak) Mezhebi
tarihi incelendiğinde bazı gerçekler çok daha açık ve net bir
biçimde ortaya çıkmaktadır. O dönemde Kıt’a Avrupa’sında yaşayan
kavimlerin ne kadar zalim, adi, alçak, insanlık düşmanı, hain,
ilkel ve vahşi olduklarını anlamak bakımında da bu kesitin
incelenmesinde fayda ve zaruret vardır.
TÜRKLER, İSLÂMİYET VE ŞAMANLIK
Kur-an’ı kerimde açıkça sabit ve
inancın (Amentü) temel ilkesi olması nedeniyle kabul etmek gerekir
ki; Hazreti Nuh (bütün peygamberler gibi) Müslüman’dı. Dolayısıyla
Türklerin atası Yasef/Yusuf’ da sadık, samimi ve muttaki, iyi bir
Müslüman idi ve İslâm’ın döneme raci akaidine-ilkelerine sadık
kaldığı ve Hazreti Nuh’un şeriatını özenle yaşattığı anlaşılmak
gerekir. Oğuz Kağan Destanına göre, Oğuz Han’da Müslüman olarak
doğmuş, üç gün süreyle annesinin memesini ağzına almamış, Annesi
büyük bir endişe ve üzüntüyle yalvarınca ise üç günlük çocuk
“Anne, ben Müslüman’ım, sen değilsin. Eğer Müslüman olmazsan
sütünü içemem” demiştir. Hazreti İbrahim’in de baba tarafından
Türk olduğu ve Peygamberimiz Efendimizin de bu cihetle Türk soyuna
dayandığı söylenir.
Türklerin tarih boyunca
sergilediği yüksek medeni vasıf, insan odaklı kültür, saygı,
sevgi, hoşgörü ve yüksek toleransın temelinde ola ki bu manevi
gerçek vardır. Bu nedenle, sonraki bin yıllar içinde oldukça
değişen ve (zaman zaman, yer yer) Şamanlığa dönüşen inanç ve
ibadet biçiminin temelinde İslâm inancı (Müslümanlık) vardır.
Diğer bir anlamda, bütün milletler gibi Türkler de, Müslüman
olarak hayata başlamış ve fakat, diğer milletlerden (kavimlerden)
farklı olarak inançlarının özünü-esasını muhafaza ederek tarih
sahnesinde yürümüşlerdir.
Türklerin MS 760 – 800 yıllarından
itibaren geniş kitleler halinde İslâm’ı kabul etmelerinin ana
sebeplerinde biri: Şamanlık ile İslâmiyet arasında, bin yıllar
boyunca değişen çok az unsur hariç büyük bir örtüşme ve benzeşme
olmasıdır. Nitekim, bu anlamda Türkler akın akın İslâm’a
katıldıktan sonradır ki, daha büyük devletler ve yüksek
medeniyetler kurmuşlar ve dönem itibarıyla bilimin, kültürün ve
bilincin gelişmesine çok büyük katkılarda bulunmuşlardır. Tam
yeri gelmişken burada, Büyük İslâm Peygamberi’nin Türkler hakkında
ne buyurduğunu bilhassa hatırlatmak isterim. O Yüce Peygamberimiz,
bize bahşedilen ‘Türk’ ismi için: “BEN ALLAHI’IN YARATICI AŞKIYLA
CİLÂLANMIŞ TERTEMİZ, SAF BİR AYNA’ YIM. BU YÜZDENDİR Kİ; BANA
BAKANLAR, BU MÜCELLÂ AYNADA KENDİ YÜZLERİNİ VE YÜREKLERİNİ TEMAŞÂ
EDERLER. TÜRK GİBİ GÜZEL VE AYDINLIK OLANLAR, BU NUR’DAN IŞIKTAN
OLAN AYNADA, KENDİ GÜZELLİKLERİNİ GÖRÜRLER” buyurmuşlardır. İşte
TÜRK budur. Bu, (böyle) olmak durumunda ve zorundadır. (22) Peki,
bu muhteşem, istisnai övgüye ve muazzam mazhariyete sebep ne ?
Cevabı bizzat Kur’an-ı Kerim vermektedir. Okuyunuz: "Ey iman
edenler! Sizden kim dininden dönerse, Allah onların yerine öyle
bir kavim getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı sever.
Onlar müminlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı izzet
sahibidirler. Allah yolunda cihad ederler ve dil uzatanların
kınamasından da korkmazlar" (Mâide: 54)
Size çok önemli bir Hadisi Şerif daha nakledeyim: "Fitne,
fesat çoğaldığında ve kan gövdeyi götürdüğünde Allah bu ümmete
mevaliden (Efendiler. Mevleviyyet pâyesine ulaşmış sarıklı
alimlerden) bir ordu gönderecektir (TÜRKLER); Onlar ata binmede
Araplardan çok daha üstün ve silah kullanmada onlardan daha çok
mahirdirler. İşte Allah (C.C.) bu dini onlarla yeniden bir kere
daha güçlendirecektir." Hz. Muhammed (S.A.V.) Aynı Nûr’ un devamı
olan gönüller sultanı Hz. Mevlâna’ mız ise; “ŞU SONSUZ DERYÂDA
AKIP GİDEN GEMİNİN MANÂSINA-KAPTANINA TÜRK DENİLİR, TÜRK !
ELBETTEKİ SÛRETA YAŞAYANLARA DENİLEMEZ. O, YÜCE MANÂNIN GERÇEĞİNİ
İDRAK EDEREK YAŞAYANLARA SADECE TÜRK DENİLİR !” (23) diyerek;
Türk’ün gerçek anlamda olgunluğun, kemalâtın ifadesi olduğunu
belirtmiştir. Bu kemalât, yüce dağların, göklerin ziynetleri olan
yıldızların, ayın, güneşin anlamlarına kadar ululanmıştır.
Son olarak, Yunus Emre Hazretleri de şöyle der:
"BİLMEYEN NE BİLSİN BİZİ,
BİLENLERE SELAM OLSUN" Yer, yer (dünya) olalı hiçbir
kavim/millet/halk/topluluk bu kadar övülmemiş ve yüceltilmemiştir.
Bütün Türk alemi bu hakikatleri bilmeli ve ona göre motive
olmalıdır. MESELE DİN’SE EĞER! ve insanlık adına batı, ABD ve
diğerleri; Sözde insan hakları, demokrasi, adalet gibi (samimi
olmayan) iddia ve kavramlar ileri sürerek; 11 Eylül (ikiz kuleler)
gibi oyun, iftira ve senaryolar düzerek, Türk-İslâm alemini tehdit
ve Anadolu’yu tasallut-tarumar edip, aslında ‘yüceltmek-kutsamak,
mümin ve muteber kullar olmak için’ tanrıyı (Allah’ı) arıyorlarsa
eğer; Önce Türk tarihine bakmalıdırlar. Tanrı (Allah) orada.
Gerçek İslam oradadır. Gerçek kültür, medeniyet, saf, temiz,
berrak, namuslu, dürüst, ilkeli, onurlu, sevgili, saygılı,
hoşgörülü ve değerli “İNSAN”, insanca yaşam biçimi orada. Makro ve
mikro bazda kozmik, sosyolojik, sosyometrik, epistomolojik
bakımdan “elektik”(gerçek insan formu) ontolojik ve tarihi
diyalektik sırlar ile kâinat/evren, Türk aleminin, on bin yıllık
“gizlenen tarihinin” ve İslâmiyet sonrası tasavvuf güncesinin
tertemiz, pırıl-pırıl sinesinde gizlidir. Okusun okumasını
bilenler ve araştırsınlar.
MEDENİYETLER BEŞİĞİ ANADOLU Hiç
düşündünüz mü ? Niçin medeniyetler beşiği Anadolu’dur ? ve 5700
yıllık Yahudi inancına göre “her milenyumda (bin yılda bir)
Anadolu’dan büyük bir medeniyet zuhur eder (çıkar) ? Çünkü,
Anadolu barışsever atalarımızın insan sevgisi, barış, anlayış,
adaletle yönetim, eşitlikle himaye, tolerans ve hoşgörüsü
nedeniyle; Yunanlı İskender, Haçlı taarruzları, Aksak Timur (!) ve
yine vahşi batının tahriki sonucu vuku bulan din savaşları ve
kardeş kavgaları dışında ciddi bir tahribat ve yıkıma maruz
kalmamış, bu sayede, başta Türk kültür ve medeniyeti olmak üzere,
çok farklı kültür ve medeniyetler burada gelişme imkânı
bulmuşlardır. Dünyanın hiçbir coğrafyasında, ülke veya devletinde
bu himaye, sahiplenme ve hoşgörü yoktur. Örneğin IX asıdan XI.
asrın sonlarına kadar Sicilya İslâm Devleti’nden günümüze intikal
bir eser var mıdır ? Ya, Amerika’da Kristof Kolomb’dan 25 yıl önce
Osmanlı himayesinde kurulduğu yenilerde açıklanan ve varlığı ileri
sürülen devletten !.. Tekrarlamakta fayda var. Endülüs
medeniyetine ne oldu. Ya, Hun, Avar, Türk-Bulgar ve Peçenek
eserlerine ne oldu. Tarihi ve kültürel eserler bir yana; Neden
Avrupa 1760 yıllarında başlattığı Avrupa’ nın Müslüman ve Türk
soykırımları ile Türklerin tam bir vahşetle tahliyesinden (tarihin
en büyük tehcirinden) bahsetmez!
Aslında, Türk tarihinin
derinliklerinde, gün yüzüne kasıtlı olarak çıkarılmayan,
Cumhuriyet hükümetlerinin de yeterince sahip çıkmadığı gerçekler,
bu günün sorularının hepsine cevap verecek derecede, kapsam ve
nitelikte büyük bilgiler içermektedir. Tıpkı, bütünüyle yalan ve
iftiradan ibaret Ermeni soykırım iddiaları gibi, mevcut ve
muhtemel pek çok iddia ve iftiranın yolu böylece kesilebilir.
Günümüzde tefessüh etmiş sözde Avrupa medeniyeti geçmişinden
korkmakta utanç ve hicap duymaktadır. Bu nedenle tarihi
karartmakta kendince haklıdır. Ama bizim korkacak neyimiz var?
Türkler bilgeliklerini İslam’la
kazanmadılar, bilakis İslâm’la ivme kazandılar. Ama ne zaman ki,
arı-duru, saf ve gerçek İslâm’ı sulandırmaya kalktılar, işte o
zaman kaybettiler. Bu sözüm yanlış anlaşılmasın. İslam’ın içindeki
bilgelik ve kemâl derecesi / olgunluk saklı sırlar yine Türklerin
bilgeliğiyle insanlık alemine çok farklı ufuklar açmıştır. Daha
sonraları hurafelerle yozlaştırılan, din tüccarlığına ve siyaset
simsarlığına alet edilen ve başkalaştırılan İslam yüzeysel ve
taklidi hale gelince yani, iktidarı yobazlar ele geçirince
Türkistan'da doğan bilgelik de şimdilerde yeraltına indi. Hala o
yobazların çelişkili ilmihalleriyle insanımız, bu bilgelikten,
olgunluktan ve safiyetten mahrum kaldı. Şimdilerde kadınların
saçalarıyla, başlarıyla, yazma ve baş örtüleriyle uğrasan bizler o
zamanlar evrenin sırlarıyla ilgileniyorduk. Ne oldu da İslam bugün
ki haline geldi? Neden bazı adetlerimiz, gelenek ve törelerimiz
batıl inanç olarak bir kenara itildi, atıldı ve Şamanizmden gelen
derin kültür ve bilgelik birikimimiz İslam’ı doğru yorumlarken
birden necis (pis) Arapların; Tıpkı Museviler ve İseviler gibi
tahrif ve tahrip ettikleri suni ve sapık (sözde) dine inanmaya
başladık ? (sapık din derken asla gerçek İslam’ı kastetmiyorum)
İste çözülmesi ve çözümlenmesi, aşılması gereken soru ve sorun bu.
TEKRAR HATIRLATALIM
Orta Asya’dan göç edip gelen
Türklerin İlk yerleştikleri yerler Güney Doğu Anadolu’da bu günkü
Diyarbakır, Cizre, Mardin, Musul, Kerkük ve Zagoros Dağları’nın
batı etekleri olup; Yaklaşık 500 sene buralarda hüküm sürdükten
sonra bir bölümü Orta Asya’ya tekrar geri dönmüş, kalanları ise
Anadolu içlerine doğru ilerlemiş, buralarda uygarlıklar kurarak,
çoğalıp çeşitli kabileler, boy ve soylara bölünerek muhtelif
devletler kura gelmişlerdir. Nuh Tufanı efsanelerinde bu hususta
çeşitli bilgilere rastlanmaktadır. Önemine binaen tekrarlamakta
fayda var. İslamiyet gelmeden çok önceleri de TÜRK vardı. Dahası,
zaten Türkler evvelinde de Müslüman idi. Yukarda da değindiğimiz
üzere, Şamanlık, orijini NUH şeriatı olan; Hazreti Muhammedi (SAV)
in vesile olduğu “EKMEL DİN” in belki de sadece bir alt versiyonu
idi. Şamanizmi incelediğimizde bunu açıkça anlamak, taktir etmek
ve görmek mümkündür. Ahmet Yesevi’den intikal ve Yahudi asıllı
bozguncu Abdullah Bin Sebe (sebailik) ile hiçbir ilgi ve alâkası
olmayan, bütünüyle ‘nev-i şahsına münhasır’ Şii-Batıni
karakterinde uzak, saf İslâm ve ‘ehli Sünnet ve’l Cemaat’ esasını
baz alan Hacı Bektaş-ı Veli Aleviliğini incelediğimiz taktirde de
aynı izlere ulaşırız. Zira, Şamanizm ile İslâm arasında kayda
değer ciddi çelişkiler yumağı yoktur. Bu tarihi süreçte “orijinal
İslâm, adeta bir Türk İslâm’ı” biçiminde şekillenmiştir. Şüphesiz
ATATÜRK’ de bunu anlamış ve görmüştür. (24)
Bütün bu tarihi ve tabii-doğal gerçekleri inkâr eder ve
yaklaşık 4000 yıldır bu toprakların TÜRK olduğunu görmezden
gelirsek, o zamanda düşman/batı derki sana "mademki Anadolu’ya
yeni geldiğini kabul ediyorsun, o halde çek git" buradan. Ya terk
et Anadolu’yu, ya da benim dayattıklarımı kabul et. 1500 yıldır
özellikle Türklere, 1400 yıldır da bütün insanlık ve İslâm alemine
Papalıkça oynanan oyun bu değil mi? Ak-at Kralı Naram-Şin’in (M.Ö
2200) Anadolu seferlerini anlatan "Şartamhari" beyannamesinin (kil
tabletler) 15. maddesinde şöyle yazılıdır. “Türki kralı İlsu-Nail”
Yine Ak-at tabletlerinde; Mardin merkez olmak üzere, güney Anadolu
ve Musul,Kerkük dolaylarında yerleşik Hurriler de Türk kavmidir.
Hurri dilinin filolojik kökeni ve özelliği Türkçe’ dir.
Hurriler’in torunları Urartular da Hurri dili özelliği taşıyan
dile sahiptir. Hurriler proto-Türk kavimleridir. Tıpkı Sümerler
gibi. Anadolu Türk ün ikinci Vatanı değil, Orta Asya ile birlikte
en eski Yurtlarından biridir. Anadolu ya (MÖ 700) Kafkaslardan
gelen İskitler (Sakalar) Türk kavmidir. Urartular’a devamlı
saldıran Asurları tarih sahnesinden silen İskitlerdir. Urartu
başkenti Tuşpa (Van) da Şamran suyu diye bilinen su kanalları
Urartu mühendisliğinin şaheseridir. Bugün Orta Asya da (Doğu
Türkistan, Sincan) Şamran suyundan çok daha ileri teknikte 4500
yıllık (yer üstü ve yer altı) Karız ve Jinhan kanalları vardır.
Karız ve Jinhan kanalları, bu gün Çin sınırları dahilinde yer alan
üç mimarı harikadan biri olarak kabul edilmektedir. Büyük göçe
neden olan bölgesel kuraklık sırasında Tanrı Dağlarındaki suyu
buharlaşmaması için 60 kilometre mesafeye taşıyan Karız
kanallarının toplam uzunluğu 5100 kilometreyi bulmaktadır.
Uzunlukları 4 ile 60 km. arasında değişen Karızların sayısı 1800
civarındadır. Bu muazzam kanallar ve su yolları, en az Mısır
piramitleri veya Aztek / İnka tapınakları kadar, hattâ onlardan
çok daha önemli, gerekli, değerli ve insani amaçlarla inşa edilmiş
olup; Aynı dönemde demir ve bakırı işleyen ve modern tarım
yöntemlerini büyük bir başarıyla uygulayan (25) Atalarımızın
eseridirler. Bu eserler ve benzerleri, bu günkü Tanrı Dağı ve
civarından, Mezopotamya ve Anadolu dahil çok geniş bir coğrafyada
net bir biçimde görülür.
Dikkat edilirse, atalarımızın tarih boyunca inşa ettiği bütün
eserler insanlık yararına, üretim ve hizmete yöneliktir. Hepsinde
“kamu yararı” baz alınmıştır. Çok önemli bir kültürel değer ve
eser olan ve Türk tarihine ışık tutan “Orhun Kitabeleri” ise, son
derece mütevazi boyutlarda inşa edilmiştir. Bunda ibret alınacak
dersler vardır.
Evet, şimdi Nuh Tufanını ve
Sümerleri baz alırsak bu topraklar, gerçekten de Atatürk’ün dediği
gibi yaklaşık 7000 yıllık; (*) Orta Asya’dan ilk göç dikkate
alındığında ise, en azından kırk asırlık (4000 yıllık) Türk
Yurdudur. Doğu Roma tarihi ayrıntılı bir biçimde incelenirse eğer,
günümüz için sürpriz sayılacak çok enteresan bilgilere de ulaşmak
mümkün görülmektedir. Dış düşmanlar ve iç işbirlikçileri, bunun
içindir ki; TÜRK’ e tekrar "yüksek, asil ırkını, nadir
harsını-kimliğini, kişiliğini, nadir kültür ve medeniyetini
öğreten” ATATÜRK e düşmandırlar.
Burada Atatürk tarafından ortaya
atılan “Güneş Dil” teorisini de çok iyi anlamak ve bu bağlamda
inceleyip-irdelemek gerekir. Ancak, bu tez-teori Atatürk zamanında
her nedense fazla işlenmemiş, bir şekilde göz ardı edilmiş ve
1938’den itibaren tarihi bir sır gibi saklanması cihetine
gidilmiştir. 1960’dan sonra ise kamusal ve kurumsal alandan
bütünüyle çıkartılmış bir teoridir. Ne yazık ki, hiçbir Üniversite
konuyla ilgilenmemektedir !
Mezkür çarpık zihniyetin fanatik
ve dış bağlantılı, işbirlikçi taraftarları işte 1938’ den bu yana,
bazen açıkça çoğunlukla da gizlice-sinsice ATATÜRK İlke ve
inkılâplarını, yani ‘KEMALİZMİ” menfur bir ‘grek orijinli’
karşıdevrimle yok ederek, planlı bir şekilde rejimi ne olduğu
belirsiz (dejenere) ve ABD tarafından tam bir haçlı zihniyeti ile
yazılan GERÇEK FURKAN doğrultusunda "ılımlı İslam" modeline
çevirmek için var güçleriyle çalıştılar, çalışıyorlar,
çalışmaktalar.
Atatürk’ün cumhuriyetin geleceğini
emanet ettiği saf ve masum Türk gençleri ve çocuklarına,
emperyalist işbirliğiyle hazırlanan Atatürk sonrası Tarih
kitaplarına inatla "sen Anadolu’ya 1071 de geldin, medeni
değilsin, vahşisin, göçebesin, 1071 öncesinde Anadolu’da sen
yoktun” anlamına gelen ifade ve ilhamlarla, hattâ açıkça-alenen
yazıp, çizerek, niteliği henüz netleşmemiş ve orijini
tanımlanmamış “Türk-İslam sentezi” adı altında, namazsız,
niyazsız, imansız, şuursuz, takva dışı uyduruk bir “takiyye” (din,
inanç tüccarlığı) aşılamak için ellerinden geleni yaptılar.
Yapmaktalar. Bu günde: "Türk sen azınlıksın Anadolu zaten
mozaiktir, sen geleli 1000 yıl bile olmadı, senden önce burada
halklar vardı" tezini işliyorlar. Alt kimlik, üst kimlik gibi,
milli devletle örtüşmeyen saçma sapan görüşler ileri sürüyorlar.
Her biri asli-esas kurucu unsurlar konum ve durumunda bulunan ve
aralarında insani, medeni ve yasal (vatandaş) hakları bakımından
en küçük bir ayrılık-gayrılık olmayan insanlar arasına fitne-fesat
ve tefrika tohumları ekmeye çalışıyorlar. Atatürk’ün
Anayasası’ndan (1928) bu nedenle ve bu art niyetle, bilinçli
olarak “MİLLİ” sözcüğü kaldırılmış (1961) ve parçalardan biri veya
‘bir kümenin elemanı/birim’ anlamına gelen ve bu anlama yol
açarak ‘ırkçılığı çağrıştıran, ayrımcılığı teşvik ve tahrik eden’
milliyetçilik deyimleri konulmuştur. Bu nedenle: “Cumhuriyetin en
büyük ihanet ve kırılma hareketi” 27 Mayıs 1960 başkaldırısı
(ihanet hareketi) dir.
Şimdi tüm bu gerçekler apaçık
ortadayken; TÜRK ü inadına "sen 1071 de geldin" diye kandırmaya
çalışanlar kime hizmet etmektedirler acaba? 1800’lü yıllarda bir
keşişin gördüğü rüyayı öne sürerek, ‘Meryem Ana bu topraklarda
yaşadı ve burada öldü’ diye Bülbül dağını haç yeri ilân edenleri
mi !.. (26) Cümle alem biliyor ki, bu hayal mahsulüdür. Papalığın
gerçekleşmesi yolunda adım-adım ilerlediği en büyük rüyasıdır.
Hani, İskit kralı İdandir, Pers
kralı Darius a; özbe öz TÜRK karakteri taşıyan şu metni
göndermişti. “Ama siz ille de savaşmak istiyorsanız, bizim
atalarımızın orada (Anadolu’da) mezarları var. Onları bulun,
onlara el kaldırın, o zaman görürsünüz. Mezarlarımız için
savaşıyor muyuz, yoksa savaşmıyor muyuz. Ama daha önce keyfimiz
istemediği sürece sizinle savaşmayacağız". Sen, Ata mezarları için
savaşan Atalarını TÜRK’ e öğretme. Ama, Türkiye’ye gelen Suudi
Kralı "geleneklerimizde mezar ve mezar ziyareti yoktur" diyerek
TÜRK ün ATA’ sının mezarı ANITKABİR e gitmeme saygısızlığın
görmezlikten gel. Ondan sonrada TÜRK çocuğuna inatla "sen 1071 de
Anadolu’ ya geldin" de. Vahhabi Kral, kendi ağzıyla "benim Ata
mezarım yoktur" diyor. Ama sen işbirlikçiliğine inadına devam et.
"Türk’ ü, bugün BOP ve BİP adını alan ve evveli 1800 yıllarına
kadar dayanan keferenin yeşil kuşak projesi" içinde boğmaya çalış.
Vahşi batının “Şark Meselesine” teslim ol. Milli devletini, milli
kimliğini ve on bin yıllık Türk kültür ve medeniyetini unut.
İnsanlığı ve efendiliği terk et. Kul ve köle olmaya bak! Öyle mi ?
Dahası var. MS.395 yıllarında Basık ve Kursık yönetimindeki Hun
ordusu, tekrar Antakya ve Ankara ya geldiler. Diğer Hun kolu da
başlarında, Balamir’ in torunu Uldız (Yıldız) ın komutasında
Avrupa’nın ortalarına kadar indiler. 26 ağustos 1071 de Malazgirt
Zaferini kazanan büyük TÜRK Komutanı ALP ASLAN; tapusu dedelerinin
olan kırk asırlık TÜRK Yurdu Anadolu’ya, yani, dede topraklarına
yeniden gelmiştir. Alp Aslan’ın ordusuna karşı duran Romen Diyojen
askerlerinin büyük kısmının “ALLAH-ALLAH” diye tekbir getirdiğini
ve tıpkı Birinci Kosova Zaferinde olduğu gibi, bir anlık hayret ve
şaşkınlıktan sonra derhal kendilerine gelerek Türk tarafına
geçtiğini duydun mu sen hiç! İşte, Alpaslan bu muhteşem buluşma ve
kucaklaşma (vuslat) ile geldiği dede topraklarında da zaten var
olan TÜRK kimliği; Alpaslan’ı başarılı kılmıştır. Kaldı ki Türk
unsurunun rastlanabilecek “en az karışık” bir millet olduğu
sarahaten bilinmektedir.
SONUÇ: Cumhuriyetin kurucusu
Mustafa Kemal Atatürk’ün Anadolu’nun Türk dünyası için ifade
ettiği anlam konusunda muhteşem bir basiret (ileri görüş/öngörü)
ifade eden ve adeta günümüz Türkiye’ sinin vizyonunu açıklayan bir
vecizesi var. Aynen şöyle:
“ANADOLU; Anadolu, her türlü sataşmalara, taarruzlara karşı
bütün varlığıyla nefsini savunmaktadır ve bunda başarı
kazanacağından emindir. Anadolu bu savunmasıyla yalnız kendi
hayatına ait vazifeyi yerine getirmiyor,belki bütün doğuya yönelik
hücumlara bir set çekiyor. Bu hücumlar elbette kırılacaktır, bütün
bu sataşmalar mutlaka nihayet bulacaktır. İşte ancak o zaman
batıda, bütün dünyada gerçek huzur, gerçek refah ve insaniyet
hüküm sürebilecektir.” M.Kemal ATATÜRK, (1921 Atatürk’ün S.D.II,
S.21)
Türkler, öz be öz anayurtları
Anadolu’ya her adım attıklarında Batının ve batı kökenli
unsurların soykırımcı, vahşi, acımasız, topyekün ve (içten ve
dıştan) sürekli olarak saldırılarına maruz kalmış bir millettir.
Bugün de bu menfur saldırılar aynı acımasızlıkla devam
ettirilmektedir. Batı için “şark meselesi” bitmemiştir. Asırlarca
adeta genetik bir nitelik olarak kuşaktan kuşağa aktarmış olan
batılı, Türkiye kuşatmasını bu ülke kayıtsız şartsız
denetlenebilir bir “bölge” haline getirilinceye kadar da
sürdürecektir. ABD ve sadık partneri AB (Batı), Türkiye’yi zaafa
uğratmak amacıyla kendi elleri, imkân ve kaynaklarıyla kurmuş
olduğu PKK ile PKK’nın yanında irtica, irticanın da yanında,
marjinal siyaset, sultacılık, diktatörlük ve diktatörlüğün çifte
standartlı, orijinal olmaktan uzak, sahte-yapmacık, mason-sabetay
orijinli ve yalancı, bir tür ‘manda tipi’ demokrasi versiyonunu 50
yıldır uygulamaya koymuştur. Bu süreçte Türkiye’nin gerek “milli”
bir kültür politikasının bulunmayışı, gerekse eğitimin
yetersizliği nedenleriyle millet ne Türk ne de Türklük hakkında
gerekli, zorunlu ve yeterli bilgi sahibi olamamakta ve sürekli
bilinç kaybına uğramaktadır. Bu kaybın mutlaka ve behemahal telâfi
edilmesi şarttır. Aksi taktirde kırk asırlık Türk Yurdu
ayaklarımızın altından süratle kayacak, kaydırılacaktır. Şimdi,
Büyük Türk komutanlarından ATA Alpaslan ve ATA-TÜRK’ ün bu gün
Türk Milletine zorla dayatılan “sen Anadolu ya 1071 de geldin"
tezinden ve buna mukabil uygulanan pasif ve palyatif
politikalardan ötürü kemikleri sızlıyordur.
Büyük ruhun şâd olsun ATAM Alparslan ve ATAM “ATATÜRK”;
Anadolu mazide de Türk’tü, atide de Türk olacak ve ilelebet TÜRK
kalacaktır. Ey Türk Milleti, üstte gök çökmedikçe, altta yer
delinmedikçe ‘sana yok olmak’ yoktur. İlini ve töreni bozmaya
kalkışanlar elbet bir gün helâk ve BATI zail olacak, Allah
belâlarını verecek ve “Türkiye Cumhuriyeti’nin temelinde var olan
‘Türk Kahramanlığı’ ve ‘yüksek Türk kültürü’ mutlaka galip
gelecek; Ve, “Türklüğün medeni vasfı âtinin ufkunda bir güneş gibi
parlayacaktır”
ANADOLU KIRK ASIRLIK TÜRK YURDUDUR BİLİNE!
ATATÜRK’ ün Türk Ordusu’na hitabı
:
“Ordularımız ve Ordularımızı meydana getiren
milletimiz güçlüdür. Bu güçlerin üstünde üzerinde bir gücümüz daha
vardır ki; oda, kabul edip elimizde bulundurduğumuz ve
bulunduracağımızı kanıtladığımız Ulusal Egemenliğimizdir. Ulusal
Egemenliğimiz için tehlike yoktur ve olamaz. Çünkü milletimiz;
Yüzyılların acı yumruğunu yemiş, bunlardan ve yıkıntılardan ders
almıştır. Bu Milleti gericiliğe sürüklemenin imkanı kalmamıştır.
Bütün millet; Emin ve kaygusuz olsun ki; Bu İNKILÂBI yapanlar, bu
gibi olumsuz dayatma ve girişimleri yok edecek kudret ve
yetenektedir. Aynı zamanda önlemlerini de almıştır. Sizlere
kesinlikle diyebilirim ki; MİLLETİN EGEMENLİĞİ EBEDİDİR. NE MUTLU
TÜRKÜM DİYENE”
ATATÜRK’ÜN TÜRK ORDUSU’NA VASİYETİ
“Utkuları (birçok emek ve
tehlikeli uğraşmalar pahasına erişilen mutlu sonuç, yengi, zafer)
ve geçmişi insanlık tarihi ile başlayan,her zaman utkuları ile
birlikte uygarlık nurlarını taşıyan Kahraman TÜRK ORDUSU;
Vatanımızı ve Ulusumuzu,en sıkıntılı ve en güç zamanlarında nasıl
ki, zulümden, yıkıntıdan, tutsaklıktan ve kötülüklerden ve düşman
işgallerinden korumuş ve kurtarmış isen, Cumhuriyetin bugün kü
güçlü döneminde de,askerlik tekniğinin bütün modern silah ve
araçları ile donanmış olduğun halde,görevini gelecekte de aynı
bağlılıkta yapacağından hiç kuşkum yoktur.
Bugün Cumhuriyet in on beşinci yılını,durmadan
artan büyük gönenç ve kudret içinde karşılayan büyük Türk Ulusunun
önünde,Kahraman Ordu;sana yürekten şükranlarımı açıklar ve
bildirirken büyük Türk Ulusunun övünç gurur duygularına tercüman
oluyorum.
Türk Vatanının ve Türk toplumunun şan ve
onuruna,iç ve dış her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret
olan görevini,her an yerine getirmeye hazır ve emrinde
olduğun,benim ve büyük Ulusumuzun ordu ya verdiği en son sistem
fabrikalar ve silahlar ile bir kat daha güçlenerek,büyük bir
özveri ve yaşamını hiçe sayarak her türlü görevi başarmaya hazır
olduğundan eminim. Bu güvenim ve inancım ile; Kara, Deniz ve Hava
Ordularımızın kahraman ve yetenekli komutanları ile subay ve
erlerini selamlar,takdirlerimi bütün Türk Ulusunun önünde beyan
ederim.. ( 29.Ekim 1938, Gazi Mustafa Kemal Atatürk Cumhurbaşkanı)
Batılılar tarafından yüzyıllardır
bütün dünya halkları, Türk ve İslâm alemine yapılan sinsi
propaganda ile; Türkler’ in barbar, vahşî, uygarlıktan uzak,
yalnızca savaşan ve uluslaşamamış göçebe bir topluluk olduğu ileri
sürülmüştür.
Oysa; Türk’üm, Doğruyum, Çalışkanım demenin,
ulus-devlet-ülkü, medeniyet, yurt ve millet kavramlarının çağdışı
olup olmadığı; Türklerin göçebe mi medeni-uygarmı olduğu; bu
çalışmanın ışığında Türk aydınına düşen görevler, sekülerizm ve
Oryantalizm’in olumsuz etkileri eminim bundan böyle daha iyi
anlaşılacak ve gelecek nesillere aktarılacaktır.
Sözü, konu ile doğrudan ilgili Atamız Oğuz
Kağan’ın Duası ile tamamlıyorum:
OĞUZ KAĞAN'IN DUASI
ULU TANRI ! GÜZEL TANRI ! GÖK TANRI ! Sen TÜRK'ü
TÜRK yurtlarını koru !
Düşman şerrinden sakla ! TÜRK'ü yiğitlikte daim et ! TÜRK'ü
erlik davasıyla yaşat ! TÜRK'ü gerçekçi yap ! TÜRK'ün gönlüne
herşeyden önce, hatta kursağına ekmek koymadan evvel TÜRK'lük
sevgisini koy ! TÜRK'ü ideal ile yaşat ve ideali hakikat yapmaya
çalışsınlar ! Törelerini canları gibi saklat ! TÜRK'e zevk ve
rahat verme ! Bilakis zahmete alıştır ! Zahmetle yürekleri,
bedenleri demir olsun ! Bu sayede onlara yüksek çalışma kudreti
verirsin ! TÜRK'ü faal, cevval edersin. TÜRK'e değişmez bir seciye
ver ! Zamanla seciyesi değişmesin, sade tekemmülle tadilat görsün
!
ULU TANRI ! Milli kuvvet, namus,
ahlak, azim , sebat, ideal, TÜRKÇÜLÜK ruhu, yurtseverlik, ilim,
sanat teşkilatı, intizam, beden kuvveti ve zenginlik ile hasıl
olduğundan; TÜRK'e bunları ver ! TÜRK'ten hırsız, namuzsuz türerse
hemen kahret ! TÜRK'e benlik, hem de yüksek bir benlik ver ! TÜRK
nefsine itimat sahibi olsun ! TÜRK'ü muhakemeli, ciddi adam olarak
yarat ! Hissiyatına kapılıp, öfke ile ayaklanmasın ! Birden barut
gibi parlamasın ! Daima soğuk kanlı olsun ! TÜRK'ü her milletten
cesur yarat ! Öç almayı TÜRK asla unutmasın !
ULU TANRI !
Namuzsuz bir tek TÜRK yaratacağına, dünyayı yık
daha iyi ! Ne kadar korkak TÜRK varsa hepsini helak et ! TÜRK
herşeyi mukayese etsin ! Yalnız akıl ve mantık denen şeylere
bırakma onu ! Sabırlı, derde dayanıklı olsun ! İradesi çelik gibi
olsun ! Dönek TÜRK yaratma ! TÜRK'leri maymun iştahlı yapma ! TÜRK
daima ihtiyatla adım atsın ! Kimsenin tatlı diline inanmasın !
Kimseye emniyet olmasın ! Çalışma zekâdan üstün bir kıymet
olduğundan, TANRI, sen TÜRK'ü çalışkan et ! TÜRK'ün ömrü çalışma
ile geçsin ! Ona daima çalışma aşkı ver ! Hele elbirliği ile
çalışmayı alet etsin ! Tembel TÜRK'ü hemen öldür ! TÜRK'e her
milletinkinden üstün zeka ver ! Zeka ve çalışma ; ikisi bir arada
olunca TÜRK'ün önünde durulmaz ! Milli büyüklüğün tek şartı yüksek
ideal, buna alışmak için de yüksek ahlak, fedakarlık ve sebat
lazım olduğundan TÜRK'leri ahlaklı, sebatlı ve fedai kıl ! TANRI ,
TÜRK'leri sen kendi elinle birleştir ve her şeyden evvel ruhları
birleşsin ! Onları tek bir kafa gibi birleştirici kültür sahibi et
! TÜRK'ü töresine sadık kıl, Tanrı ! TÜRK budunu : Biliniz ki
atalar töresi asırların tecrübesi ile husule gelmiş büyük bir
hikmettir. Tanrı beni töreye dokunmaktan ve dokundurmaktan sakladı
ve saklasın !
ULU TANRI !
Türk milletini lafçı değil, elinden iş gelir
insanlar et ! Bir şey söylemek vazife yapmak değildir. Onu fiilen
yapmak ve yaptırmanın vazife olduğunu beyinlere sok !
GÜZEL TANRI !
Sana hepsinden çok yalvardığım şudur: TÜRK'ü dalkavukluktan
kurtar! Dalkavukluk ve emsali vasıtalara zengin olmaktan koru!
TÜRK'e kötü para hırsı verme! Dalkavukları yok et!
AMAN TANRI!
TÜRK aile, töre ve disiplinini her şeyden evvel
koru ! TÜRK toprağında hürler yaşasın. Adaletten başka bir şey
hüküm sürmesin ! Sen TÜRK'e tabii şeylere tabiata karşı sevgi ver
! TÜRK yurdunda yoksulluk o kadar azalsın ki fakirlik suç sayılsın
!
ACUNU ( DÜNYAYI ) YARATAN YÜCE
TANRI! TÜRK'e insaniyetten evvel TÜRK milletini düşündür.
İnsanların insaniyet dedikleri şey, göz boyamak için icat edilmiş
bir boyadır. İnsaniyet maskesi taşıyan öyle milletler vardır ki
maskelerinin altında canavarlar yaşar. İnsaniyeti gören olmadı.
TANRI , TÜRK'e sağlam, sürekli irade ver ! Güçlüklerde, sabrını,
tahammülünü aynı zamanda gayretini arttır ! Ona esas seciye olarak
vazife muhabbeti ve mesuliyet duygusu ver ! Mesuliyeti TÜRK
yurdundan eksik etme ! En büyük kuvvetinTÜRKLÜK aşı olduğunu
TÜRK'e öğret! TANRI ! TÜRKÇE konuşulan, TÜRK'e yurtluk etmiş olan
yerleri kıyamete kadar TÜRK'ün hükmü altında bırak!
Okumuş olduğunuz OĞUZ KAĞAN'ın
TÜRKLÜK duası manevi değerlerini kaybetmeden çoğalarak günümüze
kadar devam etmiştir. Bu yazı tablosunu okuma fırsatı bulan her
TÜRK inşallah okuduklarını anlar ve kendisine hayat tarzı olarak
benimseyip, okumamış olanlara anlatarak öğretir. Eksikliğini
yaşadığımız hemen hemen he şeyin bu TÜRKLÜK duasında var olduğuna
inanıyoruz. Unutulmaması gereken bizce en önemli husus;
"Yaşadığımız dünyadan ebedi istirahatgâhımıza geçerken,
sonsuzlukta yankılanacak tek şeyin hayatta iken onurumuz için
verdiğimiz mücadele" olduğunu bilmektir. Bir insanın onuru,
mensubu olduğu milletin yüceliği ve şerefi ile eşdeğerdir. OĞUZ
KAĞAN'ın TÜRKLÜK DUASI dünyada konuşulan diğer TÜRK lehçelerine de
uyarlanıp ÖZTÜRKLER MÜCADELESİ' nin bir çalışması olarak tüm dünya
TÜRKLER'ine ulaştırılacaktır. 2000’li yılları BİRLEŞİK TÜRK
DEVLETLERİ' nin kurulması için milât kabul edip, tüm dünya
TÜRKLER'ini bu kutsal davada göreve davet ederek var olan onur ve
mücadele azmimizin devamını diliyoruz.
YÜCE ALLAH (CC) TÜRKÜ KORUSUN VE
YÜCELTSİN! AMİN
01. Doç. Dr. Mehmet SARAY, Atatürk ve Türk Tarihi, Türk
Kültürü Dergisi, Sayı: 249,Ocak 1984. Tahsin Ünal, Cumhuriyetin
50. Yılında Tarih Anlayışımız. Türk Kültürü Araştırmaları, Ankara.
1973 (Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları)
02. Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Türk Milletinin Kültür
Değerleri, İstanbul.1977 s.31-32
03. Atatürkçülük-Atatürk’ün Görüş ve Direktifleri, 1.
kitap – Genel Kurmay Başkanlığı Neşriyatı, Ankara-1982
04. Prof. Dr. Afet İnan, Kemal Atatürk’ten Yazdıklarım,
1000 Temel Eser Serisi, s. 110
05. Yusuf Akçora, Birinci Tarih Kongresi Zabıtları, s.595
06 Pof. Dr. Prof. Enver Ziya Karal, Atatürk’ten
düşünceler, İstanbul-1981, s.89
07 Prof. Dr. Cengiz Orhonlu, Atatürk ve Tarih Görüşü,
Türk Kültürü Dergisi, C: 6, Sayı: 61, Yıl: 1967
08 İkinci Tarih Kongresi Zabıtları, 1937, s.85
09 Türk Silâhlı Kuvvetleri Dergisi, Temmuz-1992, s.333,
Sayfa: 26
(*) Hamdi Yılmaz, Anayurt Gazetesi, (Neval Kavcar)
01-02/Eylül/2006 - Ankara
10 Melih Cevdet Anday, Urla Yarımadasında Bir Gezinti,
Milliyet Gazetesi, 27.7.1972, s.5
11 Türk Tarihinin Ana Hatları, 1930.s.1
12 Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Anadolu Medeniyetleri ve
Biz Türk Edebiyatı Dergisi, Eylül-1983
(*) Prof. Dr. Özcan YENİÇERİ, Barem-Ekim: 2006, s. 66-67
13 Belde Gazetesi, Sıra Dışı, 9.10,11 ve 12 Eylül 2006
– Ankara
14 Dr. Oğuz DOĞAN, Türk Dünyası Edebiyatı
15 Atatürk, 29.Ekim.1933 – Türk Dünyası, Çağrı Kürşat
Yüce, Tutibay Yayınları, Ankara-2001
16 1923-Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: II, 1952,
Türk İnkılâp Tarihi Ens. Yay.
17 Türk Kültürü Dergisi, Sayı: 13, Abdülkadir İnan –
1963/332
18 Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurulu-Atatürk
Araştırma Merkezi Yayınları, Atatürkçü Düşünce, S: 540 – 1992 /
359
19 Mustafa Kemal ATATÜRK, Nutuk – c: III, s. 928
20. Kaynak: Pitman, Walter; Ryan, William, "Noah's Flood:The
New Scientific Discoveries About The Event That Changed History,"
Simon Schuster, 1998, ISBN 0-684-81052-2
21. Direnen Türkler, Müslüm Ulusoy, Tanı Yayın-Ankara, 2006
22 ÖZKAYNAK, 2006-49 – Aylık Dergi, s. 3, Ankara
23 ÖZKAYNAK, 2006-49 – Aylık Dergi, s. 3, Ankara
24 Atatürk’ün Kur’an Kültürü, Yard. Doç. Dr.
Abdurrahman Kasapoğlu – İlgi Yayınları, 2006-İstanbul ve Seni
Anlasaydık Bu Hale Gelmezdik, İbrahim Candan – Akasya Yayınları,
2005-Ankara.
25 Belde Gazetesi, 12 Eylül 2006 – Ankara
26. Anayurt Gazetesi, Hamdi Yılmaz – Nevval Kavcar,
01/02.09.2006 - Ankara
Not: Atatürk’ün tarih konusuyla ilgili değişik sözleri için
“Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri” (Prof. Dr. Utkan Kocatürk) adlı
esere bakınız.
e.POSTA : gercek.demokrat@hotmail.com
WEB : http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com,
POSTA : PK, 118 [ 06 442 ] Yenişehir/ANKARA
NOT : Kaynak göstermek şartıyla yazılar yayına
izinlidir.
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
12 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
Mustafa Nevruz SINACI
|
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ |
- “ET’LE TIRNAK GİBİ”
- Başbakan, Diyarbakır olayları ile
ilgili olarak yaptığı bir konuşmada milletçe “etle tırnak gibi”
olduğumuzu savundu. Hatırlarsanız eğer bu benzetmesine Çanakkale
şehitlerini ve ‘Çanakkale Ruhunu’ da örnek gösterişti. Başta
kendisi dahil, keşke Başbakanın dediği gibi olabilsek.
- Atatürk’ün hedef gösterdiği
“muasır medeniyet”i aşmamızı sağlayacak ve bu “mucize” yi
kolaylaştıracak bir beklentidir “etle tırnak” gibi olabilmek.
Nerde o günler?
- Diğer taraftan, “etle tırnak” gibi olmamız gereken başka bir
konu, daha doğrusu çok önemli ve acil bir sorunumuz daha var.
Anayasa, yasa, hak, hukuk, kural tanımaz ve ahlâki ilkelere uymaz
bilinçsiz bir toplum haline geldik. Kanun, kitap, adabı muaşeret
ve insanca davranış konularında şuursuz, eş deyişle, “bilinç
yoksulu” haline geldik ne yazık ki. Çevre, trafik, tasarruf,
vergi, imar, özelleştirme, yönetimi denetleme ve siyaseti takip,
sorun yaratanları ikaz, uyarma ve aydınlatma-bilgilendirme gibi,
iyi insan ve iyi vatandaş sıfatıyla kişisel sorumluluk gerektiren
alanlarda yaşanmakta olan karmaşa dikkate alındığında; Anayasal ve
yasal sorumluluğumuzun gerektirdiği şekilde hareket etmediğimiz,
yurttaşlık görevlerimizi yapmadığımız, dolayısıyla da “yasa
bilincimizin” can çekişmekte olduğu açıkça ve kolayca görürüz.
- Böylece meydan üç beş soysuza
kalmakta ve büyük sıkıntılar yaşanmaktadır.
- Sayın Başbakan darılmasın ama,
daha önce vaki ‘evet, bu ülkede Kürt sorunu vardır’ açıklaması ile
karanlık emellerin dışavurumu, şer ve şeytani güçlerin görünen
yüzü biçiminde tezahür eden bir avuç ‘sözde’ aydınla bir araya
gelmesinden sonra doğrusu, onun bu gerçeğin farkında olup
olmadığını merak ediyorum. Ya başkaları, örneğin Sayın Baykal ve
diğerleri; Ortalığı karıştıranların ‘vahşi batı/AB+ABD’ güdümlü ve
Ermeni orijinli olduklarının acaba farkında mı? Gerçekten et ve
kemik gibi olan “kurucu unsurların” huzur ve tesanüdünü bozmaya
yeltenenlerden büyük bölümünün “SÜNNETSİZ”, ekseriyetinin Ermeni
ve yabancı uyruklu lejyoner, yani paralı eşkıya ve kiralık katil
olduklarını biliyorlar mı ? Sanmıyorum. Peki, İçişleri Bakanlığı
bunları neden açıklamıyor? Ayıp olur diye mi? Ayrıca, Cumhuriyet
tarihi boyunca bütün (sözde) Kürt ayaklanmalarının ardında
Ermenistan, ABD, Almanya, Fransa ve İngiltere’nin olduğu ne çabuk
unutuldu. Ya PKK’nın ASALA’ nın dönüşümü olduğunu bimeyen var mı?
Öyle ise gaflet ve dalâlet kimde ve nerde ? Yani, sorunun kim ve
ne olduğumuz ya da hangi makamı işgal etmekte olduğumuzla ilgisi,
alâkası yok. Bu sorun sahipsizlik, bilinçsizlik,sorumsuzluk ve
eskilerin deyimi ile tam bir şuursuzluktur. Hepimizin içinde
yaşayan bu sorun, eğer kendimize gelmezsek sonumuz da olabilir.
- VİRÜS !
- Şu halde, “hak-hukuk-adalet ve
yasa bilinci” ve ‘ülke sorunları ile doğrudan ilgilenme
sorumluluğuna’ gerçekten sahip değiliz. Kişiliklerimizin
derinliklerinde yaşayan bu sorunun bir virüs olduğunu
düşünebiliriz. Bizler, bu “virüs”ten kurtulmayı, diğer bir
deyişle, “yasa bilincini” edinmeyi ve vatandaş olarak üzerimize
düşen görevleri yapmayı başarmak zorundayız. Evet, devlette
kanunları bilmemek mazeret değildir Lâkin, hiçbir bilince sahip
olmadan alel usul her önümüze geleni tenkit etmek ve kendi
değerlerimizce yargılamak da ne yazık ki suç değil... Fikir
özgürlüğü deniliyor buna. Toplumda en çok istismar ve suistimal
edilen konu bu. Bunu, iyi insan ve iyi yurttaş olarak faydalı ve
gerekli alanlarda bir “iyi yurttaş üretme projesi” olarak
tanımladığımız ve uyguladığımız taktirde adeta bir “okul dışı
eğitim” çalışması yapmış olacağız. Böylece, şu anda şiddetle
ihtiyaç duyulan “toplumsal rehabilitasyon” olayı kendiliğinden
devreye girecek. Toplum kendi kendini aklayıp, ayıklayacak.
Pisliklerden temizleyecek. Bilinç düzeyi yükselecek. İçimize kadar
nüfuz eden virüsü yenecek ve daha sağlıklı, kalıcı güçlü, aktif,
dinamik ve ‘sürdürülebilir’ bir ‘öz’ toplumsal refleks
geliştirilecek. Doğal dengeleyiciler (stabilizatörler) yeniden
hareket ve hız kazanacak. Toplumsal değer ve dinamikler
yenilenecek. Her şey içimizdeki virüsten kurtulmaya bağlı. Virüsü
yenmenin yolu ne ? Başbakanın dediği “et ve kemik gibi” olabilmek.
Hacı Bektaşı Veli’ nin gösterdiği “bir olalım, iri olalım”
felsefesini hayata geçirmek. Onlarca etnik ırkı bir arada tutan ve
hep birlikte “vatan” diye topraklarına, bayraklarına sarılan ve
bütün değerlerini sahiplenen devletleri gıpta ile örnek alalım.
İçimizdeki virüsleri atalım. Hastalık ve pisliklerden kurtulalım.
Kendimize gelelim. Kendimizde olalım.
- Aslında bu, “et ve kemik gibi”
olmanın doğal gereğidir. Ancak, et ve kemik gibi olanlar arasında,
aynı hal ve ideallerde birleşmenin, aynı kaderi; kederde, kıvançta
ve tasada bir olarak, eşitlik, hakkaniyet ve adaletle paylaşmanın,
asgari müştereklerde birleşmenin, sıkıntılara birlikte katlanıp,
nimet ve külfetleri birlikte –dürüstçe,adilce- paylaşmanın şart
olduğunun bilmek ve uygulamak zarureti vardır. Aksi taktirde bu
söylem lâfı güzaftan ileri gidemez. İcaplar önemlidir. Aksi
taktirde, ‘din kardeşimiz Recep’ boşuna konuşmuş olur.
- Umur-u devlet için söz önemlidir. Bu söz ise çok mükellefiyeti
beraber getirir.
- Özellikle Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısı açıklamalarından sonra “yasa bilinci” konusunun tekrar
ele alınması ve bilhassa hükümet tarafından gözden geçirilmesi
gerek. Zira, yasalar konusundaki bilinç noksanlığı uygulamada çok
önemli ve ciddi, kalıcı sorunlara yol açmakta, bu sorunlar ise
‘halkın devlete olan güvenini” sarsmaktadır. Oysa, güven ve
adaleti dengeli ve düzenli bir biçimde sağlamak baştaki hükümetin
görevidir. Hükümet yasaları ‘gerektiği biçimde’ uygulamak, mevcut
kanun ve mevzuatın yetersiz kalması halinde de ‘hakkaniyet,
eşitlik ve adalet’ ilkelerine uygun yeni kanunlar çıkartmak
zorundadır. TBMM’nin görevi budur.
- ‘Demokrasinin vazgeçilmez
unsurları’ şeklinde tanımladığımız siyaset kurumları bunun için
vardır. Yolsuzluk yapma, devleti ve vatandaşı soyma ihtirası ile
kıvranan adi, alçak ve insanlık dışı kesimleri koruma, kollama,
yardım ve yataklık yapma değil.. Hep birlikte yapmaları gereken
şey: Önce, her ne olursa olsun mevcut yasalara her kesin ve her
kesimin istisnasız uymasını sağlamak, uygulamada vatandaş aleyhine
(şunun-bunun aleyhine değil) problemler çıkması halinde ilgili
yasayı ele alıp yeniden düzenlemek, düzeltmek ve kamu-halk
menfaatine işleyecek şekilde düzeltmektir. Şimdi sayın başbakan
‘etle tırnak gibiyiz’ diyor. Diyor ama, ülkemizin belirli bir
bölümünde devletin yasaları uygulanmıyor. Uygulamanın temini için
var olan resmi ve yasal güç kullanımı yoluna gidilmiyor. İş mi
bu?
- O Başkan Bizim Başkanımız.
- Evet o bu milletin başbakanı.
Başbakan konuşuyor, millet dinliyor. Haklı mı ? Haksız mı? Açık ve
net şekilde bilinmiyor. Neden? Çünkü, halk da yasa bilinci yok da
ondan. Böylece, “Yasa bilinci” konusunda ne kadar yetersiz,
bilinçsiz ya da “yoksul” bir toplum olduğumuzun çok somut bir
örneği ortaya çıkıyor. Yukarda bahse konu örnekte gördüğümüz gibi
yargı ve yürütme birbirine giriyor. Sonuçta, başbakan yargıdan,
yargı başbakandan şikâyetçi oluyor. Orada söz konusu edilen
şikâyet ve sıkıntıların nedenini “bencillikle”,“bana necilikle”,
”sorumsuzlukla”,“kural tanımazlıkla” açıklamak elbette mümkün.
Fakat ana mesele bu değil. Şöyle 1961’den bu yana kanun teknikleri
ve çıkartılan kanunların amaç, ilke ve içeriklerine baktığımızda
mesele ortaya çıkıyor. Bakıyoruz önce her şey halktan yana. Sonra
işler yavaş yavaş iktidarca muteber birilerinden yana, sonra
tefessüh etmiş AB’ den yana, derken kapitalist, emperyalist ve
milletin kanını emenden yana dönüşmeye başlıyor. Atatürk’ den bu
yana hasbelkader yürütülmeye çalışılan “iyi yurttaş üretme
projeleri” rafa kaldırılıyor. Zamanla çıkartılan lâstikli-esnek
yasalarla, ayrımcılığa çanak tutuluyor. İlerleyen süreçte bozulum
başlıyor. Bozulum yozlaşma, kokuşma, kirlenme ve iğrenç kapitalist
oyunlara dönüşüyor. Ve nihayet dengeler bozuluyor.
- Bozulan dengeler, haksız ve
hukuksuz yere verilen tavizlerin sonucudur.
- Nihayet ülke ‘taviz kaldıramaz’ ve
‘haksızlıkları sindiremez’ hale geliyor.
- Bu gün Türkiye’nin ve Türk
milletinin ‘içine sindirme’ kapasitesi dolmuştur.
- Sonuçta günümüzün başbakanı da bu sürecin tabii bir ürünüdür.
Olayı aldığı ve alıştığı gibi götürmek arzusunda. Bütün çıkar
odakları ise yanını-yöresini doldurmuş bir halde. Elbette
kendileri için de bir şeyler umuyor ve bekliyorlar. Bu çemberin
hemen yanı başında ise, yıllardır malum alışkanlıklarını
sürdürenler var. Elbette bütün bu arazı aşmak kolay değil. Ama o
bir başbakan. Hakkın ve halkın yanında olmak zorunda. Bir yığın
yalakanın ve iğrenç çıkar gruplarının değil. O nedenle, büyük
düşünmek, çok az konuşmak ve halkın refah ve mutluluğu için (çıkar
gruplarının değil) müşterek menfaati için gece gündüz “adaletle,
faziletle, hukuka ve adalete” uygun olarak çalışmak ve Türkiye’nin
başbakanı olmak zorunda.
- “Büyük düşünen geleceğin gereklerini görüp, feraset ve
basiretle ele alan, ele aldığını azim, irade ve tam bir
kararlılıkla ve kanunlara uygun, mevzuata sahip ve saygılı olarak
yapan”, “tuttuğunu koparan, gözü kara bir başbakan”, “ülkenin
bütün siyasi yöneticilerini bir araya getirerek, partiler üstü bir
yaklaşım ve tutumla” güzel ülkemizi içine düştüğü bataklıktan
çıkaran-kurtaran bir başbakan olmak kolay değildir. Bu iş sabır
ister. Bilinç ister. Özellikle yasa bilinci çok önemlidir.
- Yasa bilinci “et ve kemik” gibi
olmaktır.
- Her şeyi adalet, hakkaniyet ve
hukuka uygun olarak yapmaktır. Ayrıcalıkları ortadan kaldırmaktır.
Taraf tutmamaktır. Hale, ve kişiye göre yasa çıkartmamaktır.
Çıkarttırmamaktır. En önemli ve gerekli olanı da: Mevcut ve meri,
geçerli yasaları ona, buna, şuna göre değil, kamu yararına
dosdoğru uygulamak ve uygulatmaktır. Emel (zihniyet) bu olursa,
amel (icraat-faaliyet de) düzgün olur. Bu takdirde düzgün bir
başbakana kim ne der ki! Yeter ki, zaaflar aşılsın. Yeter ki, hür
ve hükümran devletten asla taviz verilmesin. Emsallerden
şaşılmasın. Mütekabiliyet için eşit şartlar beklensin. Eşitlik,
adalet ve hakkaniyete uygun olmayan ‘necasetle’ iştigal edilmesin.
Ve, gerçekten et ve kemik gibi olunsun.
- Umur-u devlete yakışan ve halka
gereken budur.
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
13 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
Mustafa Nevruz SINACI
|
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ |
- AB YÖNTEMLERİNİ KULLANMAK GEREK
- Terör yine başa belâ. Oysa
kurtulmanın kolayı var. Dayatılan AB kriterlerinde ne deniliyor.
‘Bütün sorunlar hukukun içinde ve hukuk yoluyla çözülecek’ Son
çeyrek asırdan beri Türkiye, teröre 35 bin can verdi. 150 milyar
dolar dolayında para harcadı. Yatırım ve üretim durdu. Halk
fakirleşti. İç ve dış borç arttı. Sorunlar büyüdükçe yönetim
kalitesi düştü ve sonuçta AB güdümünde ve AB reçeteleri ile hiçbir
problemin çözülemeyeceği anlaşıldı. Koca devlet işi gücü bıraktı
ve PKK terörüne odaklandı.
- Şimdi bakalım. Benzer durumlarla
karşılaştıklarında onlar ne yapıyorlar. Hani, şer ve şeytani
güçler tarafından uydurulmuş olup da sözde atalarımıza maledilen
bir söz var. ‘İmamın dediğini yap, ama gittiği yoldan gitme’
derler. Maksat malum İmamı halkın gözünden düşürmek. Böylece halkı
dinden, imandan ve ahlâki değerlerden uzaklaştırmak. Bunu bize
salık verenler, kendi ülkelerinde ‘cemaat ne derse desin imam
bildiğini okur’ hükmüne göre hareket ediyorlar. Nasıl mı ? Şöyle:
ABD’de bir 11 Eylül olayı vuku buluyor, derhal ilgili ülkede insan
hakları, hukuk, ahlâk, hoşgörü ve tolerans adına ne varsa rafa
kaldırılıyor. Bir sürü ülke terörist ilân edilip; Demokrasi adına
haçlı seferleri başlatılıyor. Ardından Afganistan sahte sebep ve
sudan gerekçelerle Afganistan ve Irak işgal ediliyor. Suriye ve
İran tehdit ediliyor. Her iki ülke halkına kan kusturuluyor.
Olacak şey mi ? Ama oldu işte. NATO sessiz, BM yağcı yardakçı,
yardımcı ve yatakçı. Oh ne güzel. ABD yapınca böyle. Ya Türkiye!
- Gelelim İngiltere’ye. Metroda
patlatılan bir bomba yüzünden kıyametler koptu. On binlerce insan
mağdur ve perişan edildi. Ülkeye giriş-çıkış durdu. Müslüman
devletlerden gelenler hava alanları ve gümrük kapılarında mağdur
edildi. Yüzlercesi içeri alınmadı geri çevrildi. Mevcuda ilâveten
olağanüstü yasalar hazırlandı. Akla hayale gelmedik yasaklar
konuldu. Aynı İngiltere on yıllarca İRA’ ya kan kusturmadı mı ?
Gördüğü her yerde İRA özgürlük savaşçılarını tereddütsüz vurmadı
mı? Ya Fransa. 1968 olaylarından malul. 2005 hak arama
eylemlerinden mahkum. Şimdi de iş kapıları kapanan masum halka ve
öğrencilere kan kusturmakla meşgul. Elinde sopa olana copla, taş
olana bomba ve arada bir silâh çekene ise tankla otomatik tüfekle
mukabele ediyor. Kazara meydana gelen bütün tahribatın bedeli ise
tutuklananlara ödettiriliyor. Diyarbakır, Adana, Mersin, Hakkâri,
Yüksekova, Şemdinli ve Van olayları ile kıyas edildiğinde devlet
terörü halkı vuruyor. Kimseye aman yok. Af yok atıfet yok. Sıkı mı
Türkiye de ki gibi bir çapulcu takımı ortaya çıksın. İki günde
çanına ot tıkanır. Canları burunlarından getirilir.
- 17 Eylül örgütünü Yunanistan bir
mevsimde infaz etmedi mi? Ya Almanya da Baader Meinhof
militanları. Bir gecede hapishanede infaz. Sıkıysa her hangi bir
AB ülkesinde birisi ayağa kalksın. Birileri hak falan istesin.
Derhal başları ezilir. Nesilleri bile kökünden kurutulur yok
edilir. Bırakalım bunca büyük olayları. Meselâ her hangi birisi,
yine her hangi bir AB ülkesinde polise karşı çıksın. Diklensin.
İkaz ve ihtarlara aldırmasın. Görün bakalım sonu ne olur. Bir de
polise silâh çekme gafletinde bulunursa manzarayı o zaman görün.
Olay yerinden sağ çıkabiliyor mu? Çıkamıyor mu? Adamı hemen
oracıkta haklarlar. Sonra sıkıysa birisi hesap sormaya kalksın.
Bizim İnsan Hakları nam Komisyon, Kurul veya STK’ ları hiç gidip
de AB hapishanelerinde inceleme yaptı mı ? (Onlar bizimkileri çok
denetledi de !) Orada yatan mahpusların nasıl uyuşturulduğunu,
insanlıktan uzaklaştırıldığını, her türlü zulüm, eziyet ve
işkencenin kapalı kapılar ardında (tıpkı Ebu Garip’te olduğu gibi)
taciz ve tecavüzle terbiye edildiklerini gördü mü ? Gulag takım
Adalarını (Rusya) ve daha dünkü Sırp ve Bulgar hapishanelerini
duydunuz mu hiç... İşte AB bu. Bilinsin.
- Diğer taraftan, aynı AB’nin başta
Fransa, İngiltere, Norveç ve Danimarka’sı, hattâ Yunanistan ve
kendi kırılası ellerimizle kurduğumuz Güney Kıbrıs çete devleti
terör örgütüne yardım ve yataklık yapmıyor mu ? PKK’yı Türkiye’ye
karşı koz, tehdit ve baskı unsuru olarak kullanmak gibi uluslar
arası çirkin bir ihanetin her türlüsünü yapmıyor mu ? Daha ne
düşünüyorsunuz beyler!
- AB bize ne diyor. Hakkı olan
hukukun içinde yol arar.
- Hukukun dışına çıkanlar tedip ve
terbiye edilmek zorundadır.
- Öyle ise, halâ neden duruyor
Türkiye. Çözün polisin elini, açın Askerin önünü. Problemi olan
Türk adaletine gitsin. Öyle, iç hukuk yolları noksansız
tamamlanmadan AİHM’ ne gitmek yok. Hangi vatan haini AB köpeği
icat etmiş bu yolları. Aynı AB’de var mı böyle bir şey. Kesinlikle
yok. AB’de olmayan bizde de asla olamaz. Ülkeyi yönetenlerin artık
kendine gelmesi gerek. Hangi bakanlığın görev ve yetki alanında
gevşeklik varsa, dirayet yoksa, vatan ve milleti koruma-kollama
iradesi yoksa, memurdan bakana kadar sorumlusu bulunsun.
Bulunmuyor mu ? Bulunup, biliniyor da icabı yapılmıyor mu ? O
halde ‘balık baştan kokmuş’ demektir. Lâkin, her başın da başını
tutan biri vardır. O’ da Sayın Cumhurbaşkanı’dır. Umarız böyle bir
hal vukuunda Anayasadan aldığı yetkileri kullanır ve çekinmeden
görevini yapar.
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
14 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
Mustafa Nevruz SINACI
|
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ |
Özellikle, Türk düşmanı bölücü
unsurlar, küresel güçler ve AB yanlısı gruplar üzerinde haklı
kuşkular yaratan Agos gazetesi yazarı Ermeni asıllı vatandaşımız
Hrant Dink cinayeti ertesinde TCK 301’in gündeme taşınması,
ülkemizde yeni ve geniş boyutlu tartışmalara yol açmış
bulunmaktadır. “Düşünceyi açıklamak” adına aziz ve necip Türk
milleti ve medeniyetine aleni hakareti suç olmaktan çıkartmak gibi
düşmanca, onursuz ve art niyetli bir kalkışma zaten başlı başına suç
olmakla; Bu konunun “İnsani boyut, hak, adalet ve hukuk” bağlamında
incelenmesi gerekir. Nitekim, tartışma içerik ve biçimi, Sivil
Toplum Kuruluşları arasında öteden beri var olan ayrışmayı
netleştirdi. Eğilimler açıkça ortaya çıktı. Bu taraflardan biri (AB,
ABD, Soros ve Karen Fog yanlıları) maddenin kesinlikle ve tümüyle
kaldırılmasından yana. Hattâ, 2006 yılı “tedbir kararlı” Ermeni
diyasporası toplantısı konusunda sürpriz bir çıkışla konferansın
yolunu açan Adalet Bakanı Cemil Çiçek, 3 Şubat 2007 tarihli
gazetelerde bu defa “301 gider, 216 gelir” demekle büyük bir şok ve
şaşkınlığa yol açtı. Acaba, Cemil Çiçek ne demek istemektedir? Hazır
elimiz değmiş ve konu gündeme gelmişken 216’yı da kaldırma konusunda
işaret mi veriyor! İşte, var olan (dış güdümlü) insan hakları
kuruluşları da (maalesef) tam bu cenahta yer almakta.
Saman altından su yürütmekle maruf
ve daima perde arkasında kalmayı yeğleyen bir takım sivil toplum
kuruluşu nam; Lâkin, STK olmakla uzak-yakın hiçbir ilgi ve alâkası
bulunmayan “özel kanunla kurulu” bazı Oda, Sendika, Birlik ve bunlar
tarafından oluşturulmuş Konfederasyonlar ile sözde plâtformlar da
maddenin fesih ve ilgasından yana.
Bunların bir de “ihanet kokulu” üst kimlik – alt kimlik söylemi
var. Bunlardan milliyetçi geçinen bir grup da “değiştirilsin” ama
kalsın diyor. Milli devlet kavramını, Atatürk ilkeleri ve Türk
İnkılâbı bağlamında anlayan samimi ve sağ duyulu gerçek sivil toplum
kuruluşları ise; Maddenin aynen korunması, hattâ
ağırlaştırılmasından yana. Zira, dünyanın hiçbir devletinde, hangi
niyet, düşünce ve amaçla olursa olsun “millete hakaret etmek”
serbest ve yasal koruma kapsamında değil. Kaldı ki, başta ABD olmak
üzere pek çoğu “ülkenizde devletimiz aleyhine” eylem, söylem, tertip
ve teşebbüsler var diye, adli takip ve diplomatik sorunlar dahi
yaratabilmektedirler.
Şu hale nazaran sorulur; Bu hainler
nereden güç ve cesaret almaktadır. Bu ne küstahlıktır ki, Türkiye’de
Türk’e hakaret hakkı istenmektedir! Türkiye’de İnsan Hakları
Konusuna, genel karakteri içinde mevcut komisyonlar ve Sivil Toplum
Kuruluşlarının durumları itibarıyla daha önceleri yayınlanan ki ayrı
seri makalemizde bir hayli değindik. Bilimsel norm, ilke, disiplin
ve kriterler çerçevesinde Gerekli açıklamaları yaptık. Keza, aynı
anlam ve bağlamda “TBMM İNSAN HAKLARINI İNCELEME KOMİSYONUNUN” daha
ilmi, ciddi ve objektif bir çalışma periyodu içinde olması
gerektiğine de işaret ettik.
Burada tekrar ifade ediyorum: Her fırsatta ülkemize sözde insan
hakları dersi vermeye kalkışan AB’de adeta bir vahşet hüküm sürmekte
ve konuyla ilgili olarak yaşanan olaylar bir çete devletini
aratmayacak boyutlara ulaşmış bulunmaktadır. AB ile aktedili ve
yürürlükteki ikili anlaşmalar çerçevesinde, Milletvekillerinden
oluşan bir “İnsan Hakları Komisyonu”, Başbakanlık İnsan Hakları
Komisyonu’nu da yanına alarak en kısa sürede giderek, yerinde
olayları ve olanları incelemek zorundadır. Bu heyet AB ülkelerinde
cari bütün mevzuatı incelemek; Acaba Almanya’da, Fransa’da,
İngiltere’de, özellikle Yunanistan ve en medeni bildiğimiz ve
kendilerinden kanun kopyaladığımız İtalya ve İsviçre’de bu işler
nasıl yürümektedir ?
Eğer, AB’nin ekmeğine yağ sürmek
uğruna menfur bir oyun oynanmıyorsa, haydi iş başına. İnsanlık alemi
sizi bekliyor. Açlar, yoksullar, baskı ve tehdit altında inleyenler
ve insanlık dışı işgale maruz kalanların size ihtiyacı var. Bu
millet sizi niye besliyor? Er kişi, ekmeğini yediğinin kılıcını
çalandır.
Haydi iş başına! Şimdilerde
Türkiye’nin maruz kaldığı 301 baskısı karşısında eğer, başta TBMM ve
Başbakanlık insan hakları komisyonları olmak üzere, bizde mevcut
‘insan hakları’ nam dernek ve vakıflar bunu beceremez ve temel insan
haklarının ihlâl ve inhilâle uğratıldığı yerlere gidemezler; Buna
karşın dışardan (AB) gönderilen heyetlerin ülkeye girmesine ve Türk
milletinin onur ve erdemini küstahça rencide ederek incitmesine göz
yumarlarsa, aralarında “İNSAN YOK” demektir. Şimdi meseleyi daha da
açıyor ve Türk milletinin verdiği görev bağlamında 3686 Sayılı Kanun
hükümleri dairesinde TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu’ nun
görev ve yetkilerini baz alarak birkaç gün sürecek araştırma ve
sorgulamamıza başlıyoruz. İlgili maddenin (a) şıkkı şöyle
demektedir. Buna göre:
a)Uluslararası alanda genel kabul
gören insan hakları konusundaki gelişmeleri izlemek, Öncelikle şu
hususu belirtmek gerek “Uluslararası alanda genel kabul gören ‘İnsan
Hakları’ konusundaki gelişmeleri izlemek” oturup’ ta dünyada neler
olup-bittiğini gözlemek değildir. Peki nedir ? Bilinsin.
Açıklayalım: Başta İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi olmak üzere
konuya ilişkin BM Anayasası, cari mevzuat; İslâm’ın temel hüküm ve
akideleri, Peygamberimiz efendimizin ‘Veda Hutbesi’ diğer ahkâm ve
sair ahlâki usul ve esaslar dahilinde kimin ne yaptığını takip ve
kontrol etmektir.
Hangi devlet ne yapıyor, insan
haklarına nasıl bakıyor. Azılıklarına ne gibi haklar tanıyor,
eşitlik ilkesi bunlarda var mı, varsa muhtevası nedir? Bunu mutlaka
bilmeliyiz.
Velev ki, ahsen-i takvim üzere
yaratılmış ve Yüce Yaratıcıya halife kılınmış İNSAN’ ın uluslar
arası forum ve plâtformlarda tanınmayan hak ve hukuku konusunda da
tanımlar getirmek, yeni norm ilke ve kriterler getirmek gerekir.
İnsanca yaşam boyutu ‘Bilgi Çağı’ nın ana unsurudur. Bu unsurun
temelini, kapitalist ve emperyalist HIRSIZ lügatında yer alan
‘güvenlik’ değil; “ADALET” hukuk ve ahlâk yer alır. Bütün insan
hakları kurum, kuruluş ve komisyonlarının temel amaç ve görevi:
Yaşam boyutunda adaleti hakim kılmaktır. Eşitliği teşmil etmektir.
Var olan bütün imtiyaz ve ayrıcalıkları yalnızca ülkeden değil,
bütün dünyadan kaldırmak, zenginler ve fakirler arasındaki uçurumu
kapatmak, işgalleri önlemek, masum ve mazlumları korumak, haksızlık
ve yolsuzlukları önlemek ve dünyanın her neresinde olursa olsun
“İYİ, İLKELİ, ONURLU, NAMUSLU, DÜRÜST, ÇALIŞKAN ve ÜRETKEN” insanı
korumak ve kollamaktır. ‘İnsan Hakları’ derken, özellikle ve
bilhassa neden ‘İNSAN’ vurgulanmaktadır ? Hiç düşündünüz mü ? Zira,
hak-hukuk ve adalete lâyık olan varlık sadece ve yalnızca İNSAN’
dır. İnsan da, çevresini saran ve insan için var olan varlıklara
değer vermek, adalet ve hakkaniyetle davranmak zorunda ve
durumundadır. Amma önce ve elbette insan. Dünyanın her neresinde
olursa olsun insan; İyiden ve doğrudan, hak ve adaletten yana olan
ve ‘doğrusal yönde’ yaşamını sürdürendir. Doğrusal yönde yaşam:
Hepimiz Hazreti Adem ve Havva’nın çocuklarıyız, bütün dünya
insanları olarak eşit haklara sahip bulunmaktayız. Bu dünya bizim
için yaratılmıştır. Dünyada kardeşlik ve barış içinde yaşamak en
birinci görev ve sorumluluğumuzdur. Anlaşmayı ve adaletle paylaşmayı
bilmeli ve bilmeyenlere usulünce bildirmeliyiz. Bu yaklaşım insan
hakları, adalet ve hukukun temel umdesidir. Sorumlu ve bilinçli
olmayı zorunlu kılar. Görev, tam bir inanç ve bilinçle bütün dünyada
bunun mücadelesini vermektir.
Ne demiş atalarımız ‘Zulüm abâd
etmez insanı, ilim abâd eder.’ Yani; Eziyet, baskı, işkence ve
zulümle, zorla insanlık alemi şenlenmez. Mamur ve müreffeh bir ülke,
ilim ve irfana rağmen, cehalet ve şeametle inşâ olunamaz. Ya ilimle,
ya zulümle anlayışının ‘ya zulümle’ yanı yanlıştır. Diktatör ve
despotlara mahsustur. Tarih bu güne kadar insanlık dostu bir
diktatör veya despot görmedi. Hepsi insanlık alemine zarar verdi.
Onarılması çok güç tahribatlara neden oldu. Bu nedenle, son yüz
yılın en büyük lideri eşsiz Atatürk’ün ‘Hayatta en hakiki mürşit
ilimdir’ vecizesini çok iyi anlamak be bilinçle yaşamak gerek.
Evet, ne diyor 3686 Sayılı ‘İnsan
Haklarını İnceleme Komisyonunu’ görev ve yetkilerine dair yasanın
(b) fıkrası ? Bakalım:
b) Türkiye'nin insan hakları
alanında taraf olduğu uluslararası anlaşmalarla T.C. Anayasası ve
diğer milli mevzuat ve uygulamalar arasında uyum sağlamak
amacıyla yapılması gereken değişiklikleri tespit etmek ve bu
amaçla yasal düzenlemeler önermek,
Siz hiç, veda hutbesini tam olarak okudunuz mu ? Ya Medine
Muahedesini ? Veya Peygamberimiz Efendimizin, insan hakları evrensel
beyannamesini yazanların hayal bile edemeyecekleri haklar ve hukuku
ifade eden hadis-i şeriflerini... “OKU” emri ile başlayan İslâm’ın
ve Müslümanların temel kitabı Kuranı Kerimin insan haklarına dair
emir ve hükümlerini? Halife Hazreti Ali’nin Mısır Valisi Malik bin
el-Haris-el eş-Şeyter’e yazdığı mektup’ tan dünyanın ve ülkeyi idare
edenlerin ne kadar haberi var? Muharref İncillerin hangisinde bu
denli adalet, hukuk ve ahlâk ön görülür. Afrika’ya İncilleri ile
gidip, asırlar boyu terör estiren ve tapularla dönen kan emici
Avrupa ile 100 yılda 91 ülkeyi işgal ederek kana bulayan ABD mi
insan haklarını bizden daha iyi bilecek. Onlar, 1215’de ‘Magna
Carta’ yı İslâm aleminden mülhem (ilham alarak) ortaya atmadılar mı
? Virginya İnsan Hakları Beyannamesini yazabilmeleri 1776 yılına
kadar sürdü. Ancak 1789’da Fransız İnsan Hakları ve Yurttaş Hakları
Beyannamesini ortaya koyabildiler. Ancak-nihayet 10 Aralık 1948’de
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesini oluşturup yayınlayabildiler.
Derken, Paris Şartı, Helsinki İnsan
Hakları Sözleşmesi vs. vs. Adama sorarlar: Bunları madem ki yazdın.
Öyle ise söyle bakalım! Hangisine adam gibi uydun? 1914’de dünyayı
kana bulayan sen değil miydin? Ya 1942’de ki hezeyan? Milyonlarcası
gaz odalarında boğulan, cayır-cayır yakılan, bilinçli soykırıma
uğratılanlar insan değil mi ? Ya 1914 ilâ 1923 arasında Erivan’dan
Batum’a, Batum’dan Kars ve Van havalisi dahil Adana’ya kadar Türkler
üzerinde soykırım yapan Ermeniler’ le, İzmir – Afyon hattında on
binlerce insanımıza soykırım uygulayan insanlık düşmanı Rum ve
Yunan’a ne demeli? Üstelik bu kefere şimdi, tam bir utanmazlık ve
arsızlıkla karşı soykırım iddiasında. Toprak ve tazminat istemi var.
İşte bu nedenle Türkiye İnsan hakları konusunda çok hassas olmak
zorunda.
Türkiye, Atatürk’le, ‘Türk
İnkılâbını’ gerçekleştirmiş ve bütün mazlum milletlere özgürlük ve
bağımsızlık yolunu açmış; Öncü, önder-örnek bir millet ve devlet
olarak herkesten daha duyarlı olmak zorunda. Ve yine Türkiye,
Cumhuriyet ve demokrasiyi insan hakları, adalet ve hukuk, eşitlik ve
özgürlük biçiminde algılayan ve uygulama temellerini atan bir
Cumhuriyet olduğu içindir ki; İçinde mevcut hainlere taviz vermek
yerine, bunlara akıl veren örgütlü ihanet şebekelerini yakından
takip etmek zorunda.
7 Kasım 1982 Tarih ve 2709 Sayılı
(Kanun) Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, her ne kadar 1924 ve
(kesintisiz 36 yıl uygulanan) Atatürk’ün 1928 anayasasına göre; Bazı
konularda daha iyi, olumlu ve ileri, bir kısım meselelerde ise
maalesef daha da geri hükümler içermekte ise de, şu kendilerini
‘çağdaş-medeni’ olarak telâkki edip mazlum milletlere zulmeden
organizasyonlara nazaran çok ileri ve insani bir Anayasadır. Şu
kadar ki, iyi niyetle, namuslu, ilkeli, onurlu ve dürüstçe
uygulanması koşuluyla.
İlgili fıkra (b) meyanında şu
açılımı yapabiliriz : Başta TBMM, TBMM İnsan Hakları İnceleme
Komisyonu, diğer kurul, alt ve üst komisyonlar ile bizzatihi
MECLİSİN GÖREVİ; Tıpkı 50 küsur milleti tam bir birlik-beraberlik,
eşitlik (!?) ve tesanüt içinde tutan ABD, Çin, Rusya, İngiltere,
İspanya, Romanya ve daha nice onlarca ülke gibi; Eşit haklar, mutlak
adalet, din-inanç ve geleneklere sahiplik ve saygı bağlamında lâik
ve evrensel hukukun dünyaya şamil “yani, herkesçe uygulanan”
hükümlerine kat-i riayetle huzur ve insicamı sağlamak.
Birlik-bütünlüğü adaletle temin ve tesis. Her türden ayrılık ve
farklılığa, ayırımcılık ve anarşiye, terör ve hak ihlâline
kesinlikle izin vermemek suretiyle; Bizi bölmek isteyenlerin kendi
ülkelerinde yaptıkları ve özenle uyguladıkları gibi ‘meşakkat,
zahmet ve külfet ile mükâfat (paylaşım) ve mücâzâtta” (cezada) kamu
vicdanını rahatlatıp, müsterih kılacak ‘ilim ve adalet ortamını’
tesis ve idame ettirmektir. Lâzım olan ve bahusus kurul, kurum STK
ve komisyonların asli ve hususi sorumluluğu budur. Bu çerçeve
dışında kalan ve bölücü akımlara yakın olanların insan hakları ile
hiçbir ilgisi-alâkası yoktur. Aldanmayın. Zira, bütün insan hakları
mevzuatı gibi, insan hakları kurum ve kuruluşları da; Müesses nizam
içinde ‘İnsanca bir yaşamı’ arzulamak ve bu uğurda
‘insanca-yasal-bir mücadele’ vermek zorundadır.
Gelelim 3686 Sayılı Yasanın [c]
fıkrasına.
c)Türkiye Büyük Millet Meclisi
komisyonlarının gündemindeki konular hakkında, istem üzerine görüş
ve öneri bildirmek,... diyor. Bu çok, ama çok önemli. Yani; Yasama
organı olan TBMM’de yurttaşları yönetmek ve kamu işlerini yürütmek
adına ne gibi faaliyet varsa, hepsini takip, kontrol ve istem
halinde koordine etmek... İstem yoksa no’lacak ? Atatürk’ün Türk
dünyası için söylediği gibi “susup oturulacak mı ?” Asla, ve
kesinlikle hayır. Mutlaka ve kesinlikle taraf olunacak. İkinci
bölümde bütün ayrıntıları, sebep ve gerekçeleri ile açıklamıştık.
Türkiye, devlet ve hükümet olarak insan haklarını doğru anlamak, iyi
okumak, net algılamak ve tam bir dürüstlükle uygulamak zorundadır.
Gelenek bunu gerektirir. Türk-İslâm devlet geleneği insanı “insanlar
arasında din, inanç, dil, ırk, etnik kök ve mezhep gibi hiçbir ayrım
gözetmeksizin” eşit ve adaletle yönetme esasına dayanır.
Şu kadar ki: Kanunlar anayasaya,
anayasa da bizzat insana, “insanla birlikte olan-gelen ve doğuştan
var olan” temel haklarına, mutlak eşitlik ilkesi dahilinde uygun
olmak zorundadır. Bunun aksini iddia ve aksine hükümler ihdas veya
tesise teşebbüs eden “kim olursa olsun” çağdışı bir mahlûk, gerici,
yobaz ve mürtecidir. Gerçek irtica daima ayrılık ve farklılık ihdas
eden, hakiki (ilk) üretici ve nihai-son kullanıcı-tüketici arasında
sülük görevi-sömürgenlik yapan, çalışmadan sahip olan, hak gasp
eden, ilim ve ürün üreten kesimleri iliklerine kadar sömüren “hayvan
altı” varlıklardır. Bunlar da doğal olarak biçimsel açıdan “insan
formunu” kullanır. Suret-i haktan görünüp; Halkın hakkını, emeğini
ve ürününü sömürmek için her kılığa girerler.
İnsan hakları, adalet ve hukukun
önündeki en büyük engel bu güruhtur.
İnsanlar, oluşturdukları ‘hukuk devletlerinde’ kamu vicdanını
rencide etmeyecek bir çerçevede onları da korur. Yine, İnsanlar,
onların yanı sıra, doğal denge, çevre ve çevremizde yer alan
canlı-cansız bütün değer ve eserleri korur. Fakat, onlar (insan
haklarına sahip ve saygılı olmayanlar) devleti ele geçirdiklerinde
‘kötülüğün yayılması için’ ellerinden gelen her şeyi yapar ve sadece
kendilerinden olanı korurlar. Her türlü hak ve hukuku ihlâl etmekten
geri durmazlar. Cemiyet içinde her şekil ve surete girerek,
‘insanlığı’ tahrip ve ‘insan haklarını’ yok etmek için
uğraşırlar.Öyle ki, İnsanlık, doğrusal yönde bir erdemliliktir.
İnsanlık düşmanları da ‘kötülük yayılsın’ isterler.
Bu nedenle: İnsan Haklarını İnceleme
Komisyonu ve Başbakanlık İnsan Hakları Komisyonu ile bütün insan
hakları dernek, kurum ve kuruluşları STK’ lar, daima teyakkuz
halinde bulunmak, içeriği ve amacı her ne olursa olsun,bütün
teşebbüs, gelişme ve oluşumları takip, kontrol ve mümkünse doğrusal
yönde yani: İnsan Hakları, Adalet, Eşitlik ve Hukukun Üstünlüğü
yönünde ‘regüle etme’ görevini yerine getirmek zorundadırlar. Aksi
taktirde, ahlâken çökmüş, çürümüş ve tefessüh etmiş Avrupalı gelir
ve bize medeniyet, insan hakları, hukuk ve adalet öğretmeye kalkar.
Bu ne vahim ve rencide edici bir durumdur. Hangi insan ve hangi aklı
başında yurttaş bunu kabullenebilir? Bu mesele epey sürecek. O
nedenle, konuyu yaşanmış bir hikâye ile noktalayalım. Bir grup
bedevi çölün ortasında kervan sürmekte ve mallarını satmak için
Şam’a götürmektedir. Tam o sırada bir hırsız-harami grubunun
hücumuna uğrarlar ve develer dahil bütün malları cebren çalınır.
Gasp edilir. Hırsızlar kervan ve mallarla uzaklaşırlarken kervancı
başı arkalarından seslenir. “Durun, bir dakika beni dinleyin. Size
söyleyecek bir sözüm var.” Haramilerin başı hayretle duraklar ve
kervancı başına döner ve “Haydi, ne söyleyeceksen söyle” der.
Kervancı başı : “Ne olur gittiğiniz yerlerde bu mal ve develeri
çaldığınızı söylemeyin, kendi malınızmış gibi satın” deyince hırsız
hayret ve şaşkınlık içinde “Neden !?” deyince kervancı başı çok
büyük bir lâf eder.
SÖYLEMEYİN Kİ, KÖTÜLÜK YAYILMASIN” Evet, bütün siyasal, sosyal,
ekonomik ve kültürel kurumların olduğu gibi, özellikle ve bilhassa
İnsan Hakları kurum ve kuruluşlarının başta gelen görevi budur.
İnsan hakları adalet ve hukukun ve toplumun en büyük düşmanı olan
“kötülüğün yayılmaması için” çalışmak.
Kötülük nedir ? İnsan haklarına
aykırı olan her türlü tasarruf, fiil, teşebbüs ve harekettir. Alman
anayasasının çok enteresan bir bitiş cümlesi vardır. (Halâ duruyorsa
eğer) “Bu anayasanın amacı: İyi, ilkeli, dürüst insan, onurlu ve
sorumlu vatandaş yaratmaktır” Amerikan anayasasında da “iyi olan
kazansın” ilkesi yeri geldikçe tekrarlanır. Biz Türklere yakışan da:
“Bu Anayasa: ‘İyi, namuslu, onurlu, ilkeli ve sorumlu, dürüst
çalışan, doğru üreten, israftan kaçan ve tasarrufa riayet ederek
ülkeyi yücelten temiz yurttaşlar’ içindir, ibaresi konulmalıdır. Bu
öneri irdelediğimiz kanunun (d) fıkrasına uygun düşmektedir. Mezkür
(d) fıkrası şöyle der:
d) Türkiye'nin insan hakları
uygulamalarının,taraf olduğu uluslararası anlaşmalara, Anayasa ve
Kanunlara uygunluğunu incelemek ve bu amaçla, araştırmalar yapmak,
bu konularda iyileştirmeler, çözümler önermek, Buna göre: TBMM İnsan
Haklarını İnceleme Komisyonu ile Başbakanlık İnsan Hakları Komisyonu
ve diğer (konuyla ilgili) kurumlar, kuruluşlar, barolar, siyasetle
iştigal eden organizasyonlar ve özellikle SİYASİ PARTİLER; Öncelikli
görev olarak mevcut bütün kanunları tek-tek incelemek suretiyle
“hangisi ne kadar insan haklarına uygundur” biçiminde bir
kalifikasyon çalışması yapmalıdır. Bunun yanı sıra da TBMM’ nin
gündem sıralamasında yer alan kanun tekliflerinin ‘insan hakları,
adalet, eşitlik ve hukuk’ yönünden uygunluğunu denetlemeli ve
‘devletin asli sahibi olan’ birey-toplum üzerinde yaratacağı olumlu
etkiyi ölçüp tartmalıdırlar. Hani ne diyoruz: Her insan bir
devlettir. Devlet insan için vardır. İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.
Ve, Meclisin duvarındaki vecize: “Egemenlik Kayıtsız Şartsız
Milletindir” Bunun esas anlamı ‘halka rağmen devlet’ değil ‘devlet
için halk’ dır. Yani, devlet halk için vardır. Atanmış veya
seçilmiş, yönetmek ve yürütmekle görevli bütün kişi, kurum, organ ve
kuruluşlar ‘milletin emrinde ve hizmetinde’ olmak zorundadır. İşte,
bahse konu kurul ve komisyonlar, bunun gerçekten böyle
olup-olmadığını denetlemek ve takip etmek zorundadır. Aksi taktirde,
her biri insan hakları, adalet, hukuk ve eşitlik ilkesine temelden
aykırı olan; Rüşvet, iltimas, nüfuz ticareti, siyaset simsarlığı,
din ticareti, gasp, irtikap, sahtecilik, kaçakçılık, hortumculuk,
yolsuzluk, suistimal, haksız mal edinme, görevi kötüye kullanma,
vergi kaçırma ile her an pusuda bekleyen ve bu nevi alt varlık
eylemlerinden beslenen anarşi, terör, ayrımcılık ve bölücülük
hortlar. Sonra bunlarla baş etmek, hakkından gelmek zordur. Faturası
ağır olur. Maliyeti yüksektir. Kalkınma-gelişme durur, ülke geri
kalır.
Bakınız,bir ulusun başına böyle
talihsizliklerin gelmesi hep bir ihmal sonucudur.
Bu kadar büyük ceremesi olan İHMAL nedir ? İnsan Hakları, Adalet
ve Hukuk.
Adalet insan haklarını tarif, hukuk ise teminle mükelleftir.
Eğer, bir ülkede adalet yoksa, hukuk ve devlet’ de yok demektir.
Zira, en iyi devlet “HUKUK DEVLETİ” olarak tanımlanmıştır. Hukuk
devleti nedir ? Adalet ve hakkaniyetin bütün bireyleri şamil
bulunduğu-kapsadığı, hiçbir şekil ve surette insanlara haksızlık
yapılmadığı, her kesin ve her kesimin tam bir eşitlikle
korunup-gözetildiği, dokunulmazlık, ayrıcalık ve imtiyaz gibi
kavramların kesinlikle mevcut olmadığı, ticari sır gibi ilkel ve
insanlık dışı bir uygulamanın uygulamadan atıldığı, kamu sırrının
sadece ve yalnızca uluslar arası istihbarat ile sınırlı tutulduğu;
AÇIK, ŞEFFAF, DEMOKRATİK ve SAYDAM devlettir.
Eğer devlet böyle değilse ve devlet içinde halâ ‘gerçek anlamda’
(AB’nin ve gerici unsurların ileri sürdüğü anlamda değil) hak ihlâli
varsa, başta TBMM olmak üzere ‘kamusal alanda’ çok büyük bir görevi
ihmal, görevi kötüye kullanma, makam ve mevkileri fuzuli işgal,
duyarsızlık, sorumsuzluk ve bilinçsizlik var demektir.
Böyle bir sorun “meşruiyet” tartışmalarının sebebi, kaynağı ve
dayanağıdır. Böyle bir sürecin başlaması halinde adalet’ de
tartışılır. Hukukun yerini ‘kanunculuk’ alır. Keyfi kanunlar
çıkarılmaya başlanır. İnsan hakları, adalet ve hukuka aykırı
kanunlar çıkartmak hükümeti işgal ve devleti millete rağmen gasp
etmektir. Bunun işareti zulümdür. Zulüm, doğrudan veya dolaylı
olarak uygulanan bütün işkenceleri kapsar. Zulümle kötülük yayılır.
Kötülüğün yayılması ekonomik, sosyal, kültürel ve bilimsel hayatı
felç eder. Hak ve adalet adına hareket eden bütün ‘yasal kuvvetleri’
zaafa uğratır. Bunun doğal sonucu : Şeytanın uşakları görevini
üstlenen suç unsur ve odaklarının oluşmasıdır. Tedbir alınmadığı
taktirde bu suç odakları süratle mafyalaşır. Devletin kurum ve
kuruluşlarına sızar. Uzatmayalım. Bu ve benzer bütün olumsuz
unsurların oluşum nedeni: İnsan haklarına riayetsizliktir. Mutlaka
ters teper. Vahim sonuçlar yaratır. Neden ? Çünkü, insan hakları
asla hakim kişi ve kurumlarca verilen, lütuf ve inayet olarak
kullandırılan değil; Doğuştan ve yaradılıştan var olan ‘medeni ve
insani’ haklardır.Sonuçta, ilgili ve yetkili Kurumlara düşen görev
bu hakları yaşam boyutunda korumak, kollamak ve geliştirmektir.
Şimdi geldik en önemli, esas ve kritik meseleye.
Kanunun (e) fıkrası gereği Komisyona yüklenen özel görev : “İnsan
haklarının ihlale uğradığına dair iddialar ile ilgili
başvuruları incelemek veya gerekli gördüğü hallerde ilgili mercilere
iletmek,” Şimdi biz; “İnsan Haklarının İhlale Uğradığı veya
uğratıldığına dair” fiil, fail ve iddialarla ilgili bilgi ve somut
gerçekleri açıklıyor ve başta TBMM İnsan Haklarını İnceleme
Komisyonu Başkanlığı, Başbakanlık İnsan Hakları Komisyonu, İnsan
Hakları Derneği, Mazlum-Der, İnsan Hakları Vakfı ile genel olarak
‘İnsan Hakları’ adalet ve hukuk ile alâkalı bütün kurum, kuruluş ve
örgütleri göreve çağırıyoruz. Buna göre: 1. 4.Mart.2006 günü Sağlık
Bakanlığı tarafından, Yeşil Kartlı vatandaş sayısının 11 milyon 262
bin 279’a yükseldiği açıklandı. Ayrıca, yeşil kartın 2005 yılında
devlete maliyetinin 3 milyar YTL olduğu öğrenildi. Açıklamaya göre:
Yeşil Kartlı vatandaş sayısının en fazla olduğu iller sırasıyla
şöyle: Diyarbakır, Adana, Kahramanmaraş ve Erzurum. En az yeşil
kartlı ise Bilecik’te bulunmakta.
YORUM: İlgili kanuna göre yeşil
kart, her hangi bir sosyal güvencesi, geliri ile muayene ve tedavi
olabilecek gücü (imkânı) bulunmayan işsiz, sahipsiz, fakir, yoksul
ve kimsesizlere verilir.Zira:Genel sağlığı korumak devletin
görevidir.(Anayasa Md. 13) Ancak, rakam çok ürkütücüdür. Yeşil Kart
her ne kadar bireysel olsa bile, bu kartı taşıyan her birey asgari
iki kişilik bir ailedir. Etti mi sayı 22.5 milyon. Etki alanı
faktörü içinde değerlendirdiğimiz taktirde: Yaklaşık 25 milyon aç,
bakıma muhtaç, işsiz, sosyal güvenceden yoksun fakir ve yoksul
vatandaş.
SORUN: Resmi işsiz sayısının 2
milyon küsur olarak telâffuz edildiği ülkede bu rakam ne ? Rakam
gerçekse yeşil kart tevziinde haksızlık ve yolsuzluk var demektir.
Tut ki böyle bir haksızlık ve yolsuzluk yapılmakta ise, bunun bedeli
hak sahibi insanlar ile namuslu ve dürüst vergi mükellefleri
yönünden ‘hak gaspı’ değil midir? Dahası ortada adalet ve eşitlik
ilkesine açıkça aykırılık vardır. Diğer bir anlamda yönetimin
dikkatsizlik, takipsizlik ve disiplinsizliği sonucu on binlerce
kişinin sosyal güvenlik kurumlarından haksız maaş alması da aynı şey
değil midir? Her iki halde de yoğun bir hak ihlâli söz konusudur.
Yani, bu kadar yeşil kartlının olması da, devletin anayasa ve yasa
emri ile zorunlu görevine rağmen sağlık alanında insan haklarına
uygun doğru-dürüst ve istikrarlı bir politika uygulamaması da.
Ayrıca, genel olarak ilâç ve sağlık sektöründe yaşanan ve
iyi-namuslu-dürüst vatandaş hakları aleyhine vahim sonuçlar yaratan
haksızlık, hırsızlık, yolsuzluk, sahtecilik, görevi ihmal, bakım ve
tedavi hataları.
2. 01 Ocak 2006’dan itibaren geçerli
olan ve 16 yaşından büyükleri kapsayan net asgari ücret 380 YTL.
Buna mukabil Şubat-2006 ayında açıklanan ‘açlık sınırı’ 733 YTL.,
‘yoksulluk sınırı’ ise; 929 YTL’ dir.
YORUM: Bilinen ve bazı çevrelerce
sektörel bazda ileri sürülen rakamlara göre Türkiye’de asgari
ücretle çalışan 5 milyon kişinin var olduğu söylenmekte. Memur ve
İşçi Sendikalarına bakılırsa bu sayı söylenenden daha da büyük.
Onlara göre sadece 5 milyon dolayında ‘bir aileye bakma yükümlülüğü
taşıyan’ kişi bulunmaktadır. Sorunun daha acıklı diğer boyutu ise;
Emekli Sandığı, SSK ve BAĞ-KUR’ dan emekli, dul ve yetim maaşı
alanların durumudur. Her ne kadar net asgari ücret altında maaş alan
emekli yok ise de, rahmet-i rahmana ulaşmış emeklilerin eş, evlât,
maluliyet ve bakım mükellefiyetinden ötürü yararlananların tamamına
yakını asgari ücretin altında maaş almaktadır. Bunun yanı sıra, 2005
yılının Kasım ayında Ankara Numune Hastanesi’nde iş gören bir
müteahhit firma tarafından yapıldığı gibi, işe alınıp üç ay
çalıştırıldıktan sonra eline bir kuruş bile para ödenmeden atılanlar
da vardır. Dahası (maalesef) bazı saygın meslek grupları da dahil
olmak üzere binlerce insan bürolarda, atölyelerde, fabrika, mağaza,
muhtelif işyeri ve dükkânlarda asgari ücretin dahi çok altında ve
sigortasız olarak çalıştırılmakta, hattâ bunların büyük bir bölümüne
“bir-kaç ay çalıştırıldıktan sonra” (tıpkı Numune Hastanesi
örneğinde olduğu gibi) hak ettikleri maaş bile verilmeden sokağa
atılmaktadırlar.
SORUN: Medeni milletler ve hukuk
devletlerinde insan; En büyük kıymet ve en değerli varlıktır.
Devletin varlık sebebidir. Kurucu unsurdur. Devlet insan için
vardır.Bu bütün dünyada kabul görmüş olağan, doğal, yasal ve
anayasal bir gerçekliktir. Eşit işe eşit ücret, ücrette ilkelilik,
norm ve standart birliği, yani adalet ve sosyal güvenlik ise
‘vazgeçilmez’ bir insan hakkıdır. İnsani boyut, toplumsal bilinç,
akıl ve bilgi çağının temel ilkesi budur.Türk İstiklâl Harbi gibi
herkesin ve her kesimin birlikte paylaşıp, beraber katlandığı ‘milli
seferberlik’ dönemleri hariç olmak üzere; Bütün ileri, medeni ve
demokratik hukuk devletlerinde refahın tabana yayılması,
ilkeli-onurlu ve dürüst paylaşımın gerçekleştirilmesi, ‘nimet ve
külfette’ adaletli, faziletli, namuslu ve dürüst olunması esastır.
Dışa ve 3. dünya ülkelerine karşı her ne kadar zalim, emperyalist,
kan emici ve sömürücü olsalar bile, başta AB, ABD ve OECD
ülkelerinin çoğunda münhasıran ‘kendi insanlarına ait ve raci’ olmak
koşuluyla bu sorun çözümlenmiştir.
İki örnekle ilgili olarak şimdi soruyorum:
-Bir yanda, dünyanın en zenginleri
arasına girecek düzeyde bol para, servet, kaynak ve mülk sahipleri
yaratacak kadar “zengini daha zengin” etme politikası uygularken;
Diğer taraftan 12 milyona yakın insanı Yeşil Karta mahkum ve muhtaç
edecek kadar “fakiri dada fakir” yoksul ve muhtaç duruma düşürme
politikası;
-Ülkenin yer altı ve yer üstü
kaynaklarını seferber ederek; Yaşı ve hizmet süresi dolanlar ile
mevcut imkân ve servetleri itibarıyla ‘maaşa muhtaç’ olmayan memur
ve işçileri emekliye ayırarak; Bankamatik memuru nam ‘havadan haram
para alanları’ işten atarak; Maaşlar arasında ‘kıdem, ehliyet ve
liyakate’ uygun düzenleme yaparak ve ‘kamu hizmeti ile bağdaşmayan
fiil ve teşebbüslerde bulunmuş, yani suç işlemiş’ kişilerin işine
son vererek yeni iş alan ve olanakları yaratmak varken; Milyonlarca
insanımızı işsizliğin, açlığın ve yokluğun pençesinde kıvrandırmak;
-Ciddi işleyen bir takip, kontrol ve
caydırıcı ceza mekanizması kurmamak ve çok sıkı takip etmemek
suretiyle: On binlerce çocuğu çalışmak zorunda bırakmak, en az
sosyal güvencesi olanlar kadar bir nüfusun ‘sosyal güvencesi
olmadan’ kaçak çalışmasına göz yummak durumunda kalmak;
Örneklediğimiz Numune Hastanesi olayı gibi belki binlerce kişinin de
‘ücretsiz’ çalıştırılması ve sömürülmesi-istismar edilmesi
karşısında insanları çaresizliğe terk etmek; İlgili ve sorumluları
tek tek yakalayıp, yargı önüne çıkartarak cezalandıramamak;
-Bütün bu ‘kutsal emek’ istismarları
ve buna bağlı kayıt ve kapsam dışı ile ‘kamu vicdanı adına’ ödünsüz
bir mücadele yapmamakla ve kayıt dışının % 50’leri aşmasına seyirci
kalmakla, devleti trilyonlarca lira vergi ve batmakta olan ‘ulusun
geleceği’ sosyal güvenlik kurumlarını aynı miktarlarda prim kaybına
uğratmak;
-Böylece, 770 bin km2 ve 73 milyon
nüfusu mücavir 81 vilâyetten müteşekkil koca bir devletin idari,
mali, askeri ve sair bütün yükünü ‘insafsızca-merhametsizce’ % 35
gibi; Namuslu-dürüst, ilkeli ve onurlu mükellefin omuzlarına
yüklemek;
-Devlet olmanın onur, güven,
rahatlık, huzur ve gururu ile insanca-hakça, özgürce yaşamanın,
uluslararası alanda IMF ve Dünya Bankası dahil kimseye madden
bağımlı ve göbekten bağlı kalmak zorunda olmadan “hürriyet ve
adaletin’ tadını çıkarmanın, refahı tabana-bütün halka adaletle
yaymanın, külfeti paylaşmanın ve milletçe mutlu olup-huzuru-güveni
‘milli gücümüzle’ korumanın yolunu tıkayan: “Kayıt dışı ekonomi,
kayıt, kapsam ve kontrol dışı yatırım, istihdam, sıcak para
sirkülâsyonu, kaçakçılık, her türlü yasa dışı iştigal, nüfuz
ticareti, kanunsuz komisyon, rüşvet, para karşılığı iltimas, gasp,
irtikap, sahtecilik, makam ve memuriyeti kötüye kullanarak özel
çıkar sağlama, stokçuluk, spekülâtörlük, yüksek kâr, fahiş kazanç,
gayri ahlâki faaliyet...” gibi, tamamı insan hakları, adalet, hukuk
ve kamu yararına aykırı iştigallere karşı çıkmamak, bu ve benzer
faaliyetlerin kökünü kurutmamak;
-Bütün bu ahval ve şeraite adeta
rıza göstermek gibi bir kararsızlıkla, bilinçli, azimli, kamu
yararına olumlu ve kararlı bir mücadele yürütmemek suretiyle
telâfisi kabil olamayacak büyüklükte bir kaynak kaybına neden
olarak: Asgari ücreti açlık sınırının altında tutmak;
-Emeklilerin kahir ekseriyetine hem
adaletsiz,dengesiz,emsal devletlere göre haksız, emekli olunan
kurumlar itibarıyla denge, mesleki formasyon, kıdem, ehliyet, derece
ve düzey kavramları ve ‘sosyal güvenlik kurumlar arası kriter, norm
ve standartlara’ aykırı maaş bağlamak ve maaşlar arasında dengeli ve
düzenli artışın esas ve ilkelerini uygulayacak sistemi oluşturmamak;
-Çalışanlar arasında, tıpkı
emekliler gibi ‘kıdem, ehliyet, liyakat ve tahsille mütenasip’
dengeli ve adaletli, ilkeli maaş usulünü ihdas etmemek; Kök-asli
ücretler üzerine seyyanen zam yapmak ‘en adaletli’ yöntem iken;
İnsan hakları, adalet ve medeni hukuka aykırı olan, farklılık ve
ayrıcalıkları tırmandıran ‘yüzdeli sistemi uygulamak’ suretiyle
dengeleri bozmak, maaş düzenini dumura uğratmak; En düşük gelirli
kesime lojman tahsis etmek ve/veya savunma amaçlı zorunlu haller
dışında ‘lojman saltanatını’ kaldırmak gerekirken, en yüksek gelir
grubundan itibaren ikametgâh ve lojman tahsisinde bulunmak;
Bölüm olarak arz edeyim: Bütün bunlar İNSAN
HAKLARINA uygun mu ? değil mi ? Millet olmanın zorunlu kıldığı
‘nimet ve külfette birlik-eşitlik’,‘kaderde ve kıvançta birlik’,
‘sosyal adalet’ ile hukukun üstünlüğü ilkesine itaat ve sadakat
bakımından lütfen inceleyin ve büyük Atatürk tarafından vasiyet ve
bütün millete emanet edilen ‘Türk İnkılâbının’ esas, usul, unsur ve
ilkeleri yönünden değerlendirin. Bakalım ortaya ne çıkacak?
Yeri gelmişken ve hazır fırsat hasıl
olmuşken arada bir temas etmekte fayda var. Bize insan hakları
konusunda tesir ve tavsiye teşebbüsünde bulunanlar, yani
fotoğraftaki AB, hangi haklardan bahsediyor acaba? İngiltere’nin
Irak halkına sağladığı haklardan mı? Fransa’nın Fas, Tunus ve
Cezayir halkına sağladığı haklardan mı? İtalya’nın Libya halkına
sağladığı haklardan mı? Hollanda’nın Surinam halkına sağladığı
haklardan mı? Yoksa Bosna-Hersek’te Boşnaklara sağladıkları
haklardan mı?
Fransa’nın çok değil bundan elli
sene önce Cezayir deki 1.500.000 masum ve müsemma, korumasız insanı
vahşice katlederek 2. Dünya Savaşı sonrası dünyanın en büyük
soykırımını yaptığını unutanlar, bu gün İngiltere’nin (ABD ile
ortaklaşa) Iraktaki katliamlarını izlesinler. Üstelik AB, Müslüman
ülkelerde sistematik soykırımı, bölünme ve parçalanmayı
desteklerken, buna kılıf olarak azınlık haklarını öne sürüyor. Kendi
ülkesinde vaki masum direnişlerin üstüne de baskı, şiddet ve devlet
terörü ile gidiyor.
Bu nedenle “VAHŞİ BATI” olarak nitelenebilecek AB’nin ille de
azınlık hakları diye tutturduğu şu haklar, neden toplumların
tamamını huzura erdirecek çoğunluk haklarını içermiyor? İçermiyor
çünkü üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek niyetleri.
Bence hiç oyalanmadan ve çok geç
olmadan bu “Vahşi Batı”nın sözde insan hakları ve uyum yasalarını
bir kenara bırakıp, Cezayir halkı adına, Irak halkı adına, Batı
Trakya, Bosna-Hersek, Kerkük, Telâfer ve bütün Türk dünyası halkı
adına, masum ve mazlum milletler adına, gerçek insan haklarına ve
yasalarına sahip çıkmak gerek. Üstelik verdiğimiz bütün ödünlere
karşın AB maceramız bitmek üzere. 1963’de başlayan süreçten bu güne
kadar zarardan başka ne geçti elimize? Çok değil, daha yüz sene önce
dünyanın en gözde medeniyeti iken, şu geldiğimiz hale bakın. O
cihânşümul Osmanlı ve Atatürk Cumhuriyetinden geride kalan ne?
Onlara yaranmak için yaptıklarımızla kaldık. Bütün iç huzur, barış
ve düzenimizi bozduk. “Türkiye’nin her yarinde kan gövdeyi
götürüyor. Hırsızlık, gasp, kapkaç, vurgun, soygun, mafya, çeteler.
Edremit’te ahali protesto yürüyüşü yaptı. İlköğretim okulları ve
Liselerde bile her gün kanlı olaylar yaşanıyor. Ve bunlara
yolsuzlukları, parasal vurgunları, özelleştirme vurgunlarını,
devletteki anormal ve acayip İslâmcı (?) kadrolaşmayı, devletin ve
milletin parasının belli vatandaşların ceplerine nasıl
hortumlandığını ekleyin. Devlet düzeni alt üst edildi. Sivil asker
bütün kesimlerden büyük tepki var. Asayiş, can ve mal güvenliği,
polise, yargıya ve devlete güven kalmadı. İç ve dış siyasette
başarısızlıklar birbirini izliyor. Masallar döneminin sona erdiği
çok net ve açık bir biçimde ortaya çıkıyor. Ötesini izlemeye devam
edeceğiz. Bir iktidarın beceriksizliği ve kaprisleri uğruna güzelim
ülkemize yazık oluyor. (1)
Buna karşın, “insan hakları, adalet,
hak, hukuk ve ahlâk tanımayan dünyanın en yağcı medyası başbakana ve
hükümete yaranma yarışında. Her gün sabahtan akşama kadar iktidara
methiyeler düzülüyor. Yağcılık yapılıyor. Hatta zaman-zaman başbakan
basın nam mütareke medyasına hakaretler ediyor. “Bunlar avanta
istiyor, vermediğimiz için bize saldırıyorlar” veya “Yabancı
ülkelerin uşağı bunlar..” gibi lâflar ediyor. Alınan veya onuru
kırılan yok. (2) Oysa, insan hakları, ilke, onur ve erdemine sahip
çıkması gereken ilk unsur medya değil mi? Gerek vahşi batıdan
gerekse dahili veya harici olsun başkaca unsurlardan gelecek ‘insan
hakları ihlâlleri, telkin, tedbir ve teşebbüsleri’ karşısında en
hassas, özenli ve duyarlı olması gereken medya değil mi? Demek ki
değilmiş. Öyle ise, mevcut ve mer’i medya da bu yönden ‘kamu
vicdanında’ sorgulanmaya ve yargılanmaya muhatap, müstehak ve
muhtaçtır. Mezkür insan hakları kuruluşları medyayı da takip etmek,
uygunluk araştırması yapmak ve insan hakları yönünden denetlemek
zorundadır.
Şimdi devam edelim. İnsan hakları, Adalet ve Hukuk ne kadar
gözetiliyor? Bir yazar sesleniyor köşesinden: “Piyasalar liberal
yasalar kominist” diye “Vahşi kapitalizmin karşısına vahşice yasa
maddeleri konuyor” dedikten sonra yeni Türk Ticaret Yasasının
55.(1.a/5) maddesi ile 55.(1.a/8) maddelerini örnekleyip; Haksız
rekabetin önünün nasıl açıldığını, tekelleşme, tröstleşme ve
kartelleşmeye nasıl çanak tutulduğunu açıklıyor. Tanıtım ve reklâma
getirilen sınırlama, kısıtlama ve denetimin önünün kesilmesi ile
namussuz ve sahtekârların önünün nasıl açıldığını anlatıyor.
Şimdi 5. bölümden itibaren süregelen
(e) fıkrası uyarı fiili insan hakkı ihlâllerini sıralamaya, ilgili
ve yetkililerin, dolayısıyla kurum ve kuruluşların dikkatini çekmeyi
sürdürelim. Bakalım dikkate alan ve cevap veren olacak mı acaba? Ve
Türkiye’de insan hakları mevzuat ve muamelâtı bu durumdan ne kadar
etkilenecek. Göreceğiz.
Vahşi Batı (AB) Rusya’dan ithal
ettiği doğal gaza 65 dolar ödüyor. Biz aynı gazı “Anadolu’nun
hortumlanması” anlamına gelen mavi akım yoluyla 265 dolara alıyoruz.
İnsan haklarını alenen ihlâl ve tecavüz anlamına gelen bu
‘domuzluğu’ yapanlardan bu güne değin hesap soruldu mu? M3 başına
fazladan 200 dolar ödemenin milli ekonomiye olumsuz yükü hesaplandı
mı ? Neden 35 dolara teklif edilen Türkmen gazı alınmadı da 250
milyon Türk’ü sömüren baş kapitalist çarlık emperyalizminin hamisine
hortum bağlatıldı ? Madem bağlatıldı niçin 65 dolara değil de 265
dolara. Bu durum evrensel insan haklarına aykırı değil mi? Hani
sömürü insan haklarına aykırı idi.
Emniyet Genel Müdürlüğü
yetkilileri,son yıllarda özellikle akaryakıt, uyuşturucu, sigara ve
içki başta olmak üzere elektronik eşyadan sebze ve meyveye kadar
yasa ve kayıt dışı ticaret ve kaçakçılığın had safhaya ulaştığını
açıklıyor ve daha etkin önlem alınmasını istiyorlar. Biz buna
elektrik ve suyu da ekleyelim. Zira, Diyarbakır merkezli olmak
üzere, Van’dan Silifke yakınlarına kadar elektrik ve su kaçağı da
gani. Adana ve Mersin’de bu yüzden ölümler bile olmadı mı?
Bu yüzden devlet milyarlarca dolar
gelir (vergi) kaybına uğramakta; Yasa dışı yollardan ülkeye giren
‘sıcak paraya’ muhtaç olmakta, zorunlu kamu hizmetleri aksamakta,
eğitim ve yönetim kalitesi düşmekte, açıklar büyümekte, işsizlik
artmakta, dış borç boyunduruğu, IMF baskısı, AB çengeli derken bu
kayıp, kaçak ve kaçakçılığın “MİLLİ MALİYETİ” cari devlet bütçesini
bile aşmaktadır. Burada da korkunç bir insan hakları ihlâli vardır.
Kurumlar ve kuruluşlar sessizdir. Sebep, fail ve hain müsebbipler
üzerine gidilememektedir. Zira, cesaretsiz, bilgisiz ve beceriksiz,
beka, basiret, proje ve vizyondan yoksun yönetimler; Akaryakıt,
Elektrik, Su ve Doğalgaz gibi “ana girdi” niteliğinde olan ve bütün
boyutlarıyla üretim ve hayatı doğrudan etkileyen ve yaşam kalitesini
belirleyen, bütün standartların “ana kriteri” olan bu temel ürünleri
% 1000’ lere varan fahiş bir pahalılıkla satmasıdır. Kaçakçılığın
ana nedeni budur. Kaş yapayım derken göz çıkartılmakta, insan
hakları, eşitlik, adalet ve hukuk çiğnenerek, adeta yasa dışılık
özendirilmektedir. Sigara, çay ve şeker fiyatları da buna dahildir.
Her birinde bir büyük hak gaspı ve şaibe vardır. Bu sayede üretici
malını satamaz ve hayvanların önüne atarken, tüketici Pazar
bitimlerinde çöpe atılan veya çevreye terk edilen sebze ve meyveleri
toplamaya mecbur ve mahkum edilmekte, aracı-tefeci ve komisyoncu ise
‘devasa bir haksız gasp’ iğrenç irtikap ve insan hakkı ihlâline
neden olmaktadırlar. Doğrudan üretici ve nihai tüketici bu nedenle
çok mağdur ve perişandır. Bırakın ‘insancasını’ olağan ve doğal
yaşama hakları dahi ihlâl edilmektedir. Burada bütün insan hakları
kurum ve kuruluşları ‘aracı-tefeci ve komisyoncuyu’ aradan
kaldıracak öneriler getirmek zorunda iken; Bu güne kadar hangisi bu
konunun üzerine gitti ve gerçekte yüz binlerce insanın açlık, yokluk
ve yoksulluk sebebi olan bu konuyu inceledi veya irdeledi ? Yoksa
bunun bir zulüm olduğunun ‘insan hakları kuruluşları’ farkında değil
mi ne?
Üç yıldır Kızılay da ki büromda
otururum. Yüzlerce müteahhit dostum, tanıdık ve arkadaşım var. Her
gün en az ikisi uğrar. Hasbıhal ederiz. Her seferinde sorarım:
“Hayırlısı ile bir iş veya ihale alabildiniz mi?” Alanların tamamı,
karşılığında rüşvet verdiklerini söyler. Alamayanlar da, rüşveti
verebilecek doğru, sağlam ve garantili adresi bulamadıklarından veya
rüşvet taleplerini karşılayamadıklarından yakınırlar.Bu güne kadar
Partide olsun büroda olsun ‘rüşvet vermeden iş alan’ bir müteahhide
rastlamadım. Var diyen lütfen açıklasın. Rüşvet, ceren için de alan
için de haram değil mi? Haydi inanç (dinsel) boyutu bu. Ya insani
boyutu ? Rüşvet karşılığı bir iş almak veya hizmet ifa etmenin insan
hakları ile bağdaşır yanı ne ?
Öyle ise neden, Türkiye deki insan hakları kuruluşları rüşvet,
iltimas, yolsuzluk, suistimal, sahtecilik, gasp, irtikap,
ayırma-kayırma ve nüfuz ticareti gibi insanlık dışı, iş ve
iştigallerle mücadele etmez ? Neden; İnsan haklarının sadece ve
yalnızca insan olanlar için geçerli olduğunu bilmez ? Hükümetin
Tüpraş ve sair haklı konularda yargı tarafından verilen kararlara
uyulması için eylem yapmaz. Eğitim hakkının sürekli düşen kalite
karşısında yükseltilmesi gerektiğini talep etmez ? Serbest rekabetin
önünün açılmasını, fahiş fiyat uygulamasına son verilmesini, konut
spekülâtörlüğünün önlenmesini, aracı-tefeci ve komisyoncunun ortadan
kaldırılmasını, vergi kaçakçılığı ile kayıt dışılığın kesin olarak
önlenmesini istemez. Oysa bunların tamamı insan hakları, adalet ve
hukuka aykırıdır. Hak ihlâlidir. Haksız gasptır. İrtikaptır. Neden
gerekli mücadele hakkıyla ve lâyıkıyla verilmez?
Bu bölümü şu sorular ve sorunlarla tamamlamak istiyorum:
. Sayın Başbakanın halktan birine ‘lan’ diye hitap
etmesi,
. Yeni TCK gereği bazı mahkemelerin hırsızlıktan
yargılanan bir sanığa “bir yıl süre ile ahıra girmeme ve akşam
20’den sabah 8’e kadar sokağa çıkmamasına”; Ruhsatsız tabanca
taşımak ve adam yaralama olayına karışan başka bir sanığa “On ay
süreyle içkili yerlere girmekten men” cezası hükmetmesine; Polisin
yakaladığı nice gasp, hırsızlık ve kap-kaç sanığının serbest
bırakılması,
. Kıbrıs’ta verilen bütün tavizlere rağmen halâ
izolasyonun sürdürülmesi,
. Yine Kıbrıs’ta tapusu Türk vakıflarına tescilli
Maraş bölgesinin Rumlara verilmek istenmesi.
. Batı Trakya Türk azınlığına, Yunanistan’ın AB
üyesi olmasına rağmen Türkçe konuşma, dernek, vakıf kurma, ana dilde
yayın-eğitim ve Lozan Antlaşmasının amir hükmüne rağmen kendi
müftüsünü seçme hakkının tanınmaması. Türk köyleri üzerinde mevcut
izolasyonun kaldırılmaması. Seyahat, iş kurma, toprak satın alma ve
ibadethane açma özgürlüğünün tanınmaması.
. Başta Yunanistan olmak üzere,bütün AB’yi kapsayan
Türkçe konuşma yasağı,
. 22 batık banka mağruruna ait hakların iade ve
telâfi edilmemiş olması,
. Asgari ücretin vergi dışı bırakılarak, insani bir
seviyeye çıkartılmaması,
. Emeklilerin kahir ekseriyetine haksız, adaletsiz,
her hangi bir norm, ilke ve standart birliğine uymayan, açlık ve
yoksulluk sınırının altında maaş ödenmesi ile hastalıkları halinde
bakım, ilâç temin ve tedavi hizmetleri konusunda çok büyük
mağduriyetin yaşanmasına ve ‘emekli maaşları ile çalışanlara yapılan
zamlar arasında’ makul ve mantıklı bir uyum sağlanamaması nedeniyle,
maaşların giderek eriyip yok olmasına, milyonlarca emelinin bu
nedenle rezil ve kepaze edilmesine,
. Başta Diyarbakır olmak üzere Van-İçel hattında,
devlete, millete ihanet eden hain adlarının cadde ve sokaklara
verilmesi; Eşkıya ya angaje olmuş bazı belediye başkanlarının çocuk
katilini lider olarak kabul ettiklerine dair yasa dışı beyan ve esas
anlamda “taraf olduklarını” itirafları,
. Aynı hat üzerinde ödemekten kaçınılan elektrik ve
su bedelleri,
. Pek çok can yakan ve yuva yıkan, ocak söndüren
‘ekonomik suça ekonomik ceza’ uygulamaları. Soyguncu ve
hortumcuların serbestçe dolaşmaları. Her sokağı gasp eden ve halkı
sömüren mafyaların ağırlıklı varlığı,
. Halkın inanç ve öz değerleri üzerinde baskı
oluşturan ve toplumu giderek yozlaştıran masonluk ve misyonerlik
faaliyetlerinin artması,
. 27.03.2006 tarihli Dünya Bankası raporunda yer
alan eğitim kalitesinin sürekli olarak düşmesi, buna paralel biçimde
‘açığı kapatmak üzere’ süratle yayılan dershane sektörünün MEB’ nın
da bütçesini aşan bir büyüklüğe ulaşıp, tam bir sömürü aracı haline
dönüşmesi,
. Kuş gribi vakaları nedeniyle vahşice yapılan tavuk
itlâfı,
. Aynı itlâfın şimdi köpekler üzerinde sürdürülmesi,
. Sadece yalan ve iftiradan mürekkep, asılsız Ermeni
iddialarının bir üniversite salonunda “karşılıklılık ilkesi
gözetilmeksizin” dile getirilmesine izin verilmek suretiyle Türk ve
Türkiye düşmanlarının yüreklendirilmesi,
. Aynı üniversite de “Kürt sorunu” adı altında
asılsız, mesnetsiz ve dayanaksız, ve fakat bölücü örgüt ve
taraftarlarına destek mahiyeti arz eden konferanslara izin
verilerek, AB’ye şirin görünme sevdası uğruna üniter yapı ile milli
birlik ve bütünlüğün riske edilmesi, eşkıyaya hürriyet ve teröre
meşruiyet taleplerinin yolunun açılması, vd,
Bu maddeler namütenahi olarak sıralanabilir.
Bunların hepsini yazmaya kalksak yerimiz yetmez. Sabrınız kifayet
etmez. Ama gerçek bu ve diğerleri. Dikkat ediniz: AB ve ABD kendi
vatandaşlarının kıymetini çok iyi bilir ve dünyanın her yerinde
onları korur, kollar. Oysa, Türk geleneği insanlık davasının
kâbesidir.Bütün insanlığın hak ve hukukunu kollar. Şimdi insan
hakları örgütleri söylesin bakalım: Bırakın Türk olmayı bir tarafa,
sadece ve yalnızca İNSAN olarak düşünelim ve konuşalım. Yukarıda
sayılan uygulamaların hangisi insan haklarına uygun. Hangisini Türk
insanı, yurdu, yurttaşı ve vatandaşına yakışıyor. Ey ‘SÖZDE’ insan
hakları kurum, kuruluş ve STK’ ları uyanın artık. Ülkeyi bölmek,
parçalamak ve bizleri tekrar kul-köle etmek isteyenlere değil; Büyük
Atatürk’ün işaret buyurduğu ve hedef gösterdiği “muasır medeniyet
seviyesini aşmayı” hedefleyen “iyi insan, namuslu, dürüst, bilinçli
ve sorumlu vatandaşlarımıza” yani İyi ve Doğru olanlara sahip
çıkın.
Kanunun (f) fıkrasına ilişkin
ayrıntılara geçmeden önce, ‘dünyada uygulanan insan hakları ile
ilgisi nedeniyle’ ibreti alem iki örnek vermek istiyorum. Önce
maddeyi bir görelim. Fıkra şu: f) Gerektiğinde dış ülkelerdeki
insan hakları ihlallerini incelemek ve bu ihlalleri o ülke
parlamenterlerinin dikkatlerine doğrudan veya mevcut parlamenter
forumlar aracılığıyla sunmak,
ÖRNEK: 1, EBU GARİB HAPİSHANESİ ve
HADİSE KATLİAMI
"Biz, tecavüze uğrayan kadınların
bağrışmalarını duymamak için, zincirlerle bağlı olduğumuz işkence
hücrelerinde, yüksek sesle ve ağlayarak Tekbir getiriyorduk." Bu
sözler; Ebu Garib Hapishanesi mahkumlarının sembol ismi Hacı Ali
Kaysi'ye ait. Gördüğü işkencelerden dolayı; elleri eğri büğrü,
vücudunun değişik organları, verilen elektrik yüzünden felç olmuş.
Bir halkın, hem de bu asırda, gözlerimizin önünde, insanlık dışı
işkence ve katliamlara maruz kalışını anlatırken, hâlâ ağlıyor ve
kalbi sıkışıyor. İşte çok güvenerek müttefiki olmaya çabaladığımız,
bölge ülkelerine sözde demokrasi ve insan haklarını taşıma
iddiasında olan ‘Büyük Orta Doğu Projesinin’ gerçek yüzü!
Ayrıca, Irak'ın Hadise kasabasında,
Kasım ayında yaşanan katliamlara, bizler henüz, yeni tanık olduk.
Hadise Hastanesi Baş Hekimi; hastaneye getirilebilen ölülerin,
başlarından ve göğüslerinden kurşunlanarak öldürüldüğünü açıklıyor.
Bombalama, tarama değil. Yakın mesafeden ve maktullerin gözlerinin
içine bakarak gerçekleşen, tüyler ürpertici bir katliam.
Öldürülenlerin çoğu kadın, ihtiyar, hatta üç aylık bir bebek de
alnının tam ortasından ve göğsünden patlatılmış. Olay esnasında,
evde olmayan bir baba, sabah adeta bir mezbahaya dönmüş evinde,
çığlıklar atarak bağırıyor amatör kameralara: "Evim battı eyvah!" ve
yatak odasındaki bir gardrobu gösteriyor. Gömleklerin ve ceketlerin
asılı olduğu askının hemen altına sığınmış küçük oğlu. Mütecavizler
evi bastıklarında kaçacak yer olarak bulabildiği en çocuksu yerde:
Dolaba kaçmış, gömleklerin altına büzüşmüş küçük çocuk. Onu orada
yakalamış Amerikan askerleri, orada sıkmışlar beynine. Orada öylece,
dolabın içine saklanmış küçük bir çocuk cesedi. Sessiz ve çaresiz.
Dilini yutmuş dolap, kan ağlar gibi bakıyor amatör kameranın
gözlerine. Dolabın kapısından dışarı taşan kan ve et parçaları.
Artık dolaba kaçan küçük bir çocuk değildir sözünü ettiğimiz. Bir
tür çuvala benziyor, küçük çocuğun tanınmaz cesedi. Bir tür kan ve
et parçası yığını. Kan, dolabın kapaklarından dışarı doğru taşmış.
Ve yataklar, yataklar, dağınık ve beyaz çarşaflı yataklar. Ani bir
gece baskınının tüm savunmasızlığını ispat edercesine, elinizi
değdirseniz "az önce burada biri yatıyormuş" diyebileceğiniz kadar
sıcak yataklar. Onlar da kana batmış. Saçları savrularak yere
yatırılmış küçük kızlar ve onların, alınlarından vurulduğu halde bir
türlü gözleri kapanmamış ihtiyar dedeleri. Hepsi ölü. (Kıbrıs’ta
EOKA katliamlarını lütfen hatırlayınız..)
İşte, sözde insan hakları, adalet, barış ve
demokrasi havarilerine ait Büyük Ortadoğu Projesi! Bir de, henüz
medya tarafından (maalesef) yayınlanmamış insanlık dışı görüntülerle
beyinleri yakıp eritecek cinsten korkunç kasetler var.Irak
Hapishanelerinde sistemli işkence ve tecavüze maruz kalan kadınların
iç parçalayıcı vahşet dolu görüntüleri. Aşağılık Amerikan
askerlerinin önünde diz çökertilmeye zorlanan kadınlar ve onların
beyinlerine dayalı namlular eşliğinde mahvedilişleri. Leğenler
dolusu kadın, bastırıldıkları leğenlerde onurları iki paralık olmuş,
doğup doğacaklarına pişman edilmiş zavallı masum, savunmasız
kadınlar, kızlar. Müslüman kadınların ayaklar altına alınan iffeti!
Nerede insanlık? Ve nerede kardeşlerimiz? (Burada Bosna-Hersek
soykırımları, Senica ve Srebrenica’yı hatırlayınız)
Bu vahşet; Ortaçağ' da ve krallıklar düzeninde bile
vaki olmamıştır.
Bu çirkin vahşet; bilgi ötesi çağda ve insanlığın
nice vahim tecrübelerden sonra eriştiği hukuk bilinci ve
kurumsallaşmaların asrında, 21. yüzyılda oluyor. Bunu ABD yapıyor.
Ve bizler hâlâ, Amerika'daki yüksek hukuka saygıdan, Amerika'nın bir
"özgürlükler ülkesi" olduğundan falan bahsedebiliyoruz. Zencilere
verilen haklardan ve kadına dair pozitif ayrımcılıklardan, Müslüman
askerlerin Amerikan Ordusunda namaz kılma hürriyetinden ve
Amerika'da örtüleriyle okullarına devam edebilen Müslüman kız
öğrencilerden. Amerika'nın dünyanın bütün renklerinden insanlara
kucak açtığından falan bahsediyoruz. Amerika; büyük demokrasi ve
hürriyetler ülkesi, ışıklı gökdelenlerin, rengarenk Hollywood'un,
dünyaya yön veren banka ve üniversitelerin ülkesi diyoruz. Kendisine
sığınanları, sımsıcak kanatları altında avutan, kutlu ve himayedar
Amerika! Dünyada resmi sayısı 13 milyon olduğu açıklanan vatansız
insana sormak gerekiyor oysa, niçin ülkelerinde ve evlerinde
değiller. Dünyada bilinen ve dile getirilen miktarı 1 trilyon
dolarlık silah sanayisinden ve savaş bütçelerinden sormak gerekiyor
Amerika'yı. Hiroşima ve Nagazaki'den. Ve onlardan daha vahim bir
bombanın düştüğü Irak ve Afganistan gibi ülkelerden, o ülkelerin
çocuklarından, kadınlarından ve üstünde ot ocak bitmeyen uzun ve
kederli sahralardan sormak lazım Amerika'yı. Bölümü bir ayetle
sonlandıralım. (Yarın 2. örnek Yunanistan’dan) "Kafirler,
birbirlerinin dostu ve müttefikidir. Siz de onlar gibi dost ve
müttefik olmadıkça, yeryüzünde fitne ve büyük bir karışıklık baş
gösterecektir." (Enfal 73)
Bir gazeteci Komşu' da yerleşmiş
Türkiye yalanlarını liste olarak yayınladı. İşte '10 Büyük Yunan
Yalanı'na karşı To Vima gazetesinin verdiği cevaplar şöyle:.
NE DİN NE DİL BASKISI
1. Osmanlı, Yunan'a İslam baskısı yapmadı.
2. Aileler çocuklarını kendi isteğiyle yeniçeri yaptı.
3. Yunanca yasaklanmadı.
4. Kilise'nin asıl düşmanı Katoliklerdi.
5. Bağımsızlık ayaklanma ile gelmedi.
6. Yunan tek başına bağımsızlık elde etmedi.
7. Sırplar da ayaklandı.
8. Diğer devletler çıkarı için yardım etti.
9. Türkler de topraklarından oldu.
10. Mübadelede dönenler Anadolu'ya gidenlerdi.
Yunanistan'ın en büyük 10 yalanı
Yunanistan'ın To Vima gazetesi, tarih kitaplarında yer alan
Osmanlı'ya yönelik 10 büyük yalanı ilan etti.
Her Balkan ülkesinde -hatta Avrupa
ülkesinde- okutulan tarih kitaplarında
olduğu gibi, Yunanistan'ın da tarih kitaplarında kahramanlık
öyküleri ve mit'leri yer alıyor. Yunanistan'ın 1821'de
bağımsızlığını kazanmak amacıyla Osmanlı İmparatorluğu'na karşı
ayaklanması, tarih kitaplarının en önemli bölümünü oluşturuyor.
Mücadele yıllarında Yunan milletinin kahramanlıklarını konu eden
tarih kitaplarını inceleyen TO VİMA gazetesi, Osmanlı yönetimine
karşı ayaklanmasının 185'inci yıldönümünde Yunanistan'ın "10 büyük
yalanı"nı yayınladı. Gazetenin yazarlarından Andreas Pappas'ın
yaptığı araştırmaya
göre işte Yunanlılar'ın yalanları:
1. YALAN: 400 yıllık Osmanlı
yönetimi sırasında Osmanlılar, Yunanlılar'ı şiddet yoluyla
İslamiyet'i kabul ettirmeye çalıştı: Oysa; Osmanlılar İslamiyet'i
kabul etmeleri için Yunanistan'da kimseyi zorlamadı. Bosna ve
Arnavutluk gibi ülkelerde fazla vergi ödememek ya da Osmanlı'da
memur olarak çalışabilmek için kendi istekleriyle İslamiyet'i kabul
edenler oldu.
2. YALAN: Hıristiyan çocuklar
ailelerinden zorla koparılarak ve İslamiyet'i kabul ettirildi ve
yeniçeri ocaklarına kapatıldı: Oysa; Osmanlı ordusu güçlendikçe bir
çok Hıristiyan aile çocuğunu yeniçeri kampına teslim etti.
3. YALAN: Yunanlılar, Osmanlı
döneminde gizlice dillerini ve Hıristiyanlığı öğrenmek için 'gizli
okul ismiyle' okullara gidiyordu: Oysa; Osmanlı döneminde herkes
istediği dilde eğitim görebiliyor, dinini özgürce yaşıyordu.
4. YALAN: Yunan kilisesi Osmanlı
İmparatorluğu'na karşı sert bir mücadele verdi: Oysa; Osmanlı'ya
karşı mücadeleye, bazı din adamları da katılmıştır. Ancak çoğu din
adamı İstanbul'un alındığı 1453'ten Yunanlılar'ın 1821 yılındaki
ayaklanmasına kadar Osmanlılar'dan çok Katolikler'i düşman olarak
görüyordu.
5. YALAN: Yunan ulusu 1821'de
Osmanlı'ya karşı ayaklanıp bağımsızlığını kazandı: Oysa; Ayaklanma
anında bastırıldı. 1827'de Fransa, İngiltere ve Rusya bağımsız Yunan
devletinin çıkarlarına hizmet edeceğini düşünerek savaşa müdahale
etti. Yunanlılar da bağımsız oldu.
6. YALAN: Ayaklanma sayesinde
1881'te Tesalya (orta Yunanistan) bölgesi Yunan topraklarına
katıldı. 1897'de Osmanlılar'ın Atina'yı kuşatma operasyonu
başarısızlıkla sona erdi. 1920'de Osmanlı toprakları Serv Antlaşması
ile paylaşıldı: Oysa; Bunlar Yunanlılar tarafından değil yabancı
devletler tarafından sağlandı.
7. YALAN: Osmanlı'ya karşı sadece
Yunanlılar ayaklandı: Oysa; Bu bölgede yaşayan Arnavut, Sırp, Blah
ve Slav kökenliler de ayaklandı.
8. YALAN: Yabancı devletler
Yunanlılar'ı çok sevdiği için destek oldu: Oysa; Bağımsız bir Yunan
devletinin kendi çıkarlarına hizmet edeceğine dair aldıkları
güvencelerden sonra savaşa müdahale ettiler. Yunanistan bu nedenle
1910-1920 arasındaki Balkan Savaşlar'ında yapılan paylaşmalardan
karlı çıkmış; ahalisinin yüzde 40'ı Yahudi, yüzde 25'i Türk ve
sadece yüzde 20'si Yunanlı olmasına rağmen Selanik kenti Yunan
topraklarına katılmıştır.
9. YALAN: Sadece Yunanlılar
vatanlarından oldu: Oysa; Bir çok halk ve millet kendi yurtlarından
olmuş; göç etmek zorunda kalmıştı. 19'uncu yüzyılda Girit'in yalnız
Rethimno bölgesinde yaşayan Müslüman (Türk) ahalinin sayısı
Hıristiyanlar'dan çok daha fazla olduğunu; Yanitsa (Yenice) kentinin
o dönemde Müslüman Osmanlılar'ın en kutsal kentlerinden biri
olduğunu; 1913'te Kuzey Yunanistan'daki Kilkis kentinde yaşayan
Yunanlılar'ın sayısının toplam ahalinin ancak yüzde 5'ini
oluşturduğu gösterilebilir.
10. YALAN: 1. Dünya Savaşı'nda
Anadolu'dan Yunanistan'a göç etmek zorunda
kalan Yunanlılar Helen topraklarından kopartıldı. Bu insanların
ezici bir çoğunluğunun anadan-babadan Anadolulu değil; Oysa; 19.
yüzyılın ortalarında kendilerine daha iyi yaşam koşulları aramak
için Yunan adalarından ve kuzey Yunanistan'dan Anadolu'ya göç etmiş
Helen kökenlilerden oluştuğunu anımsatmakta yarar vardır.
Kanunun en önemli ve can alıcı fıkrası (g) Burada
“Her yıl yapılan çalışmaları, elde edilen sonuçları, yurtiçi ve
yurt dışında İnsan Haklarına saygı ve uygulamaları kapsayan bir
rapor hazırlamak.” deniliyor.
Şimdi, doğrudan ve ağırlıklı ilgisi
nedeniyle 03 Nisan günü “Afyon Kocatepe Haber” gazetesinde
yayınlanan “çok önemli” bir mektubu bilgilerinize sunarak, yarın
konunun hukuki ve insani boyutuna girmek istiyorum. Mektup,
Diyarbakır Dicle Üniversitesi’nde okuyan bir öğrenci tarafından
yazılmış olup, aynen şöyle: “Merhaba Efendim. Ben, (DİYARBAKIR)
Dicle Üniversitesi Öğrencisiyim. Adım ..Bu mesajı olayları
anlatmakta çaresiz kaldığımız için yazıyorum. Çünkü sesimizi
korkmadan duyurabileceğimiz pek fazla insan kalmadı. Konuya gelince:
2 gündür Diyarbakır'da çıkan olayları az-çok duymuş ya da takip
etmişsinizdir. Soruyorum Diyarbakır ili hangi ülkeye bağlı!? Hangi
ülkenin sınırlarında? Bu üniversiteye geleli yıllar oldu ama hemen
her gün (abartısız) devlet aleyhine, bölücü başı terörist Abdullah
Öcalan lehine eylemler, forumlar yapılmasın, bildiriler okunmasın.
Fakültelerin ortak bahçesinde satılan apo posterli, Kürtçe yazılı
bölücü dergilerin satılması da cabası. Tabi bunlara tuvaletlerdeki
''Türk, Türkçü, Türkçe giremez'' vs.. gibi sayısız yazıların
varlığını da ekleyecek olursak varın siz durumun ciddiyetini
düşünün. Ve ilginçtir bunları yapan sözüm ona öğrencilerin büyük
kısmını cümle alem artık biliyor, tanıyor. Çoğu defalarca hapse
girmiş, çıkmış kişiler ve üniversite yönetimince (nasıl bir
yönetimse artık) hiçbir şekilde cezalandırılmamış kimseler...ve son
olaylarda da yine bu insanlar başı çekiyorlardı. Afedersiniz ama
azdılar demek daha doğru gelecek sanırım. 2 gündür Diyarbakır da
şehir merkezinden tutun, Koşuyolu, Bağlar, Kuruçeşme ve daha birçok
semtte bir çok noktada devlet aleyhine gösteriler düzenleniyor. Ne
var canım bunlar doğal hali Diyarbakır’ın demeyin.Çünkü bunlar
gösteri boyutunu aşmış durumda. Hiçbir şeyi göstermeyen medya dahi
sokaklarda polis-provokatör çatışmasını defalarca verdi (Bu sadece
gösterilen kısım) Şehir şu an da ruh gibi. Emniyet binalarının
camları inmiş,bankalar yakılmış, okullar, sağlık ocakları,
karakollar basılmış, otobüs durakları darmadağın, yollardaki
tabelalara kadar saldırılmış durumda. (Nasıl bir demokrasi
arayışıdır ki devletimizin onlara sunduğu bu imkanlara saldıracak
kadar küstahça!)
Saat 20.00 sularında dışarı çıktım
ve eski OHAL zamanındaki görüntüden pek de farklı bir görüntüye
rastlayamadım.Sokaklarda sadece panzerler,emniyet birim elemanları
ve ara-ara çatışan göstericiler var.Bir polisin uyarısı üzerine
hemen koşarcasına eve dönmek zorunda kaldık. Olayın bizi en üzen
yanı ise bugün Kampüse sıçrayan olaylardı.Üniversite polisinin
şehirde görevde olmasını fırsat bilerek ''şehit namırın,biji serok
apo'' şeklinde sloganlar eşliğinde “YÜZLERINDE MASKELERLE” bir kısmı
zaten belli olan ve onlara katılan pkk sempatizanları önce
Fen-Edebiyat/Diş Hekimliği Fakültelerinin ortak bahçesinde
toplandılar. Sonra Fen-Edeb.Fak'ni bastılar.Tehditler ve sloganlarla
Bütün öğrencileri zor kullanarak dışarı çıkardılar.Daha sonra Bizim
fakültemiz olan Tıp fakültesine baskın yaptılar ve yine aynı şekilde
Derslikleri ve Kütüphaneyi boşalttırdılar.Karşı koymayı denedikse de
1-2 kişinin böyle kudurmuş bir grup karşısında ne kadar sözü geçer
varın siz hesap edin. Mecburen çıktık.Ve sonra Diş Hek. ordan da
mimarlık sırasıyla bütün fakülteleri boşalttırdılar ve hiçbirimiz
derse giremedik. Çok sayıda arkadaşımız da mağdur, perişan oldu ama
hiç kimsenin gücü yetmedi bunlara.Nereden cüret edebiliyorlar
bilmiyorum ama şöyle bir tehdit eklediler ''yarın okula
gelmeyeceksiniz !, gelenleri cezalandıracağız!'' şu an da bütün
öğrenci arkadaşlarımız tedirgin ve korkmuş durumda. Okula
gidemiyoruz.(Başkasının derdi nedir bilemem ama bizler okumak için
memleketlerimizden kalkıp buraya geldik ama durum işte yukarda
anlattığım gibiyken nasıl bunu başarabileceğiz varın tahmin edin)
Biz yarın yine de derse gidebilmeye çalışacağız ama sonuç ne olur
kestiremiyoruz.
Olay anında bazı TV kanallarını
aramayı denedikse de ilgilenen olmadı.Üniversitedeki bu olaylardan
şu saat itibariyle halâ hiçbir kanal, gazete vs., yayın organı tek
kelime bile söz etmedi.Bu nedenle sizlere başvurmayı daha uygun
gördük. Lütfen, Allah rızası için bu çağrıyı duyun, duyurun. Burası
neresi? Biz nasıl bir yerdeyiz? Biz de anlayalım milletimiz de
anlasın.Demokrasi,kardeşlik palavrasını atanlarda görsün.
Kimseyle bir zorumuz yok, bari Okuma
hakkımıza mani olmasınlar. Lütfen! Türk gençleri olarak bizleri
sokaklara dökülmek zorunda bırakmasınlar! İlginiz için şimdiden
teşekkür ederim. Not: Yazımda dilbilgisi ve imlâ kurallarına pek
uygun olmamış olabilir ama bu gün yaşadığımız stresten sonra bunu
anlayışla karşılayacağınıza inanıyorum.İyi çalışmalar ve basarılar
dilerim. Diyarbakır, 03 Nisan 2006”
Şimdi geldik bölüm sonuna. Halihazır Türkiye’de
faaliyet gösteren ve güya “insan hakları” ile alâkadar olan sivil
toplum kuruluşları, kurul ve komisyonlarına; Son irdelediğimiz (g)
fıkrası uyarınca (Her yıl yapılan çalışmaları, elde edilen
sonuçları, yurtiçi ve yurt dışında İnsan Haklarına saygı ve
uygulamaları kapsayan bir rapor hazırlamak) hükmünün ne denli takip
olunduğuna bakacağız. Önce, “her yıl yapılan çalışmaları..” bir
gözden geçirelim. Şöyle ki: (Önce verdiğimiz örnekleri ele alalım)
EBU GARİP HAPİSHANESİ VE IRAK : Olay
2004 yılında başladı. 2005 yılında patladı. Türkiye üzerinden 2 uçak
geçti. Hattâ Sabiha Gökçen hava alanında mola verildi. Yakıt ikmali
yapıldı. İki bakanlık birbirini yalanlar mahiyette açıklamalar ve
birbirlerini tekzip eder mahiyette beyanlarda bulundu. Ama,
Türkiye’de ki insan hakları kurul, komisyon, dernek ve vakıflarından
bir ses yükselmedi. Ebu Garib’de binlerce insan işkence gördü.
Bunlar arasında Türkler’ de vardı. Bir Türk heyeti gidip de yerinde
inceleme yapmak üzere talepte dahi bulunmadı. Irakta yaşanan vahşet,
katliam ve soykırımlar konusunda bunların hiçbirisi sesini
yükseltmedi.
YUNAN VE AB YALANLARI, ÇİFTE
STANDART, AİHM : Hatırlanırsa eğer, bebek katili yakalandığı zaman
cebinden Rum pasaportu çıkmıştı. İtalya’ya geçişi de komşu
Yunanistan üzerinden oldu. Orada bir PKK kampı vardı ve PKK 17 Eylül
örgütü ile iş birliği yapıyordu. O günlerde Yunanistan önce bütün
bunları yalanladı. Somut belgelerle gerçek subut bulunca kabul etmek
zorunda kaldı. Ancak, Türkiye aleyhine faaliyet gösteren menfur bir
örgüte yardım ve yataklıktan da geri durmadı. Örnekte açıklanan
tarihi yalanlar gibi, Yunanistan hep yalan söyledi. Yaptığı da
yaydığı da insan haklarına aykırı idi. Lâkin, ne Türkiye deki sivil
toplum ve nede Başbakanlık veya TBMM insan Haklarını İnceleme
Komisyonu üzerine gitmedi. Orada vaki ve acil bir sorun olan “Batı
Trakya” dahil ihlâllerin üzerine gitmedi. Aynı Yunanistan AB ile kol
kola vererek Türkiye aleyhine AB Parlâmentosu dahil AİHM nezdinde
dahi üst üste insan hakları aleyhine ve çifte standart niteliğinde
“siyasi” kararlar aldırdı. Yine bu örgütlerden çıt yok. Protesto
yok. Kınama yok. Olansa, alabildiğine cılız ve iddiasız...
DİYARBAKIR MESELESİ : Başta
örneklenen ve açıklanan mektupta görüleceği üzere Diyarbakır’da,
yaşamın bütün alanlarını içine alan bir insan hakları ihlâli var. Bu
durum fiilen öteden beri mevcut. Üniversitede olana YÖK sessiz.
Sokakta olana hükümet kayıtsız. Genelde ise, sözde insan hakları
kuruluşları “şer ve şeytani” Ermeni tandanslı örgütten yana tavır
koymakta. Bu gün Van-Mersin hattında devlet dumura uğratılmış,
eşkıya çocukları kullanıyor, masum halk taciz, dükkânlar talan
ediliyor, can ve mal güvenliği yok. Polis sokağa çıkamıyor. Sokakta
yaşanan vahim olaylara, açık gasp, irtikap ve soygunlara müdahale
edilemiyor. İki yüzlü vahşi Avrupa olaylar hakkında komisyon
kuruyor. Türkiye’ye göndereceğini açıklıyor. Kimseden bir tepki yok.
Fransa’da polis “hak arayan” eylemcilere kan kusturur, meydanlarda
insanları köpek gibi tutuklayıp sürüklerken AB’nin sesi çıkmıyor.
Ama, Diyarbakır için, Şemdinli için acele bir komisyon kuruluyor.
İnsan hakları bunun neresinde. Anlayan, bilen varsa beri gelsin.
Oysa devlet masumdan, müsemmadan, haklıdan ve doğrudan yana olmak;
Ortada eğer eğer bir haksızlık varsa “kanun yolunu” göstermek ve
kanun dışı eylem ve menfur teşebbüsleri anında ve ininde boğmak, yok
etmek zorundadır.
Bu insan hakları kurul, komisyon ve sözde sivil
toplum kuruluşları neden bu şekilde haykırmıyor, anarşist ve
teröristleri lânetleyip kanun yolunu göstermiyor ? Yapılan bütün
eylemlerin biçimsel olarak alenen insan hakları, usul ve yasalara
aykırı olduğunu savunmuyor. İlân etmiyor. Anlaşılır gibi değil.
Dahası, AB veya ABD’nin soruna yaklaşım biçimi zaten insan haklarına
aykırı. Bu durum neden kınanmıyor ? Van dahil olmak üzere
Diyarbakır, Adana, Mersin, Muğla ve diğer bazı üniversitelerde
açıkça PKK örgütlenmesi tırmanıyor. Bölücü örgüt üniversite
yönetimlerinden himaye görerek güçleniyor. Bu durum neden YÖK
nezdinde protesto edilmiyor? Gerekli önlemlerin alınması istenmiyor.
İnsan hakları örgütlerinin görevi “insan olanı savunmak ve insana
sahip çıkmak” iken, neden bu insanlık düşmanlarına karşı gerekli
şekilde mukabele edilmiyor. Dahası var.
Avrupa’da, başta Türkler olmak üzere yabancılara
karşı tam bir ayrımcılık ve sistemli asimilâsyon politikası
sürdürülürken; Bölücü başı açıkça himaye edilirken, bütün AB
ülkeleri bölücü örgüte yardım ve yataklık yarışına girmiş iken;
Danimarka roj TV’ye her şeye rağmen sahip çıkıp, savunurken; Daha
önce İngiltere ve diğer AB ülkelerinde med ve medya TV yayınlarını
sürdürürken; Ülkemizden kaçan katiller her şeye rağmen himaye
edilirken; Adeta Türkiye ile alay edilir gibi AİHM tarafından siyasi
kararlar verilir iken; Bu İnsan Hakları kurul, komisyon ve örgütleri
nerede idiler. Şimdi ne yapıyorlar. Neden ülkemiz ve milletimizin
yüksek menfaatlerine sahip çıkarak, birlik, dirlik ve beraberliğimiz
ile müesses hukukun, bölünmez bütünlüğün korunması uğrunda neden
mücadele vermezler?
Özellikle Türkiye aleyhine vaki ihlâller başta olmak
üzere, ülkemizde faaliyet gösteren insan hakları kurul, komisyon ve
sivil toplum örgütlerinin ilgilenmesi ve netice alması için uğraş
vermesi zorunlu görülen konular şöyledir: Danimarka’da Türkiye
aleyhine ve açıkça bölücü örgüt lehine ‘provokatif’ amaçlı olarak
yayınlar yapan roj TV; İnsan haklarını ihlâl etmekte, evrensel hukuk
ilkelerine aykırı olarak diğer bir devletin iç işlerine karışmakta,
karışıklık yaratmakta ve alenen düşmanlık, ayrılık ve nifak
tohumları ekerek, Türkiye Cumhuriyetinin birlik ve bütünlüğünü
bozucu bir eylem içinde bulunmakta, ayrıca bu faaliyetinden ötürü
tahribat ve hasara yol açmakta ve masum halka zarar verilmesine
sebep olmaktadır. Bu nedenle derhal kapatılması ve başkaca bir
devletin bu nevi yardım, yataklık, aleni veya gizli düşmanlık
yapmaması için “bütün insan hakları kuruluşları tarafından” açıkça
uyarılması, şiddetle kınanması ve AİHM ile Lahey Yüksek Adalet
Divanı dahil olmak üzere şikâyet edilerek dava açılması
gerekmektedir.
Yunanistan bölücü örgüt başına Güney
Kıbrıs Devleti vasıtasıyla pasaport temin etmek, destek olmak,
yardım ve yataklık etmekle suçlu ve Türk kamu vicdanında mahkumdur.
Aynı zamanda AB üyesi olan Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum tarafının
iş bu kötü sicili nedeniyle kara listeye alınması, Batı Trakya’daki
soydaşlarımıza yaptığı insanlık dışı davranış, KKTC dahil uygulanan
insanlık dışı izolasyon, Türk adının ve ana dilin kullanımı ile
ibadet hürriyetinin kısıtlanması konularında vaki kısıtlamaları
derhal kaldırması, kaldırmadığı taktirde kınanması ve insan
haklarını ihlalle suçlanarak ‘mukabele-i bilmisil’ hakkının Türkiye
Cumhuriyeti tarafından kullanılması ve bütün insan hakları
örgütlerinin buna destek olması gerekir.
IMF, Dünya Bankası, ABD ve OECD
ülkeleri ödünç para ve kredi politikaları konusunda Türkiye’ye
farklı politikalar uygulamakta ve diğer ülkelere oranla daha yüksek
faiz oranları uygulamaktadır. Bu da insan hakları, adalet ve
evrensel hukuka aykırıdır. Uluslar arası ilişkilerde karşılıklılık,
eşitlik ve mütekabiliyet esastır. Bu nedenle farklı kota, yüksek
faiz ve ülke halkının aleyhine olacak şekilde; Başta orta sınıf, alt
sınıf, memur, işçi ve emekliler aleyhine sonuçlar doğuran
uygulamalara derhal son verilmesi istenmek, takip edilmek ve
uygulanmak zorundadır. Bu ihlâlin önlenmesi de insan hakları
kuruluşlarının görevidir. İcabı yapılmak zorundadır.
Ekonomik alanda Rusya tarafından
AB’ye uygulanan doğalgaz satış fiyatı ile ülkemize dayatılan % 400
dolayında fazla-fahiş fiyat politikası da insan haklarına aykırıdır.
Ayrıca, gümrük birliğinin Türkiye aleyhine işleyişi ve gümrük vergi
tarifeleri’ de başkaca bir sorundur. Burada karşılıklılık ve eşitlik
ilkesi gözetilmemektedir. AB insan hakları ve evrensel hukuk
normlarını çiğnemek suretiyle Türkiye ve Türk halkını sömürme niyeti
ile hareket etmektedir.
Dahası, suçluların iadesi konusunda
AB çifte standart uygulamakta ve Türkiye’ yi sıkıntıya sokmakta;
Danimarka, Hollanda, Norveç, Fransa, Almanya ve Yunanistan ile ABD
açıkça bölücü örgüte destek vermek suretiyle insan haklarını ihlâl
etmekte; Başta Almanya ve diğer AB devletleri ülkelerinde özellikle
Türkler olmak üzere bütün yabancılara asimilâsyon politikası
uygulamak, anadilde konuşma, yayın, eğitim ve ibadet kısıtlamaları
koymak suretiyle ağır bir ihlâle vasıta olmaktadırlar. Bunların
tamamı ülkemize dayatılan kriterler ile ters nitelik arz eder
çelişkilerdir.
NETİCE OLARAK: 14 bölümdür
incelemekte ve değerlendirmekte olduğumuz insan hakları, adalet,
hukuk, karşılıklılık ve eşitlik konusunda, açıkça ortaya çıkmıştır
ki, AB malul ve mahkum bir konum ve durumdadır. ABD tamamen insan
hakları karşıtıdır. Buna mukabil ülkemizin iç hukuku
zayıflatılmakta, bölücü unsurlar alenen desteklenmekte ve dahilde
edinilen hainler sayesinde bu menfur odak ve politikalar adeta bir
düşmanlık ve ‘psikolojik savaşa’ dönüşmüş bulunmaktadır. İnsan
hakları kurum, kuruluş ve örgütlerimiz ise gaflet içinde olmakla bu
savaşa mukabele etmek yerine, son derece pasif, zayıf ve palyatif
davranarak adeta düşmanın ekmeğine yağ sürmektedirler.
Türkiye’de “adam gibi”, amaçları ve
anlamına uygun olarak icra-i faaliyette bulunan “İnsan Hakları”
örgülerinin olmadığı ortaya çıkmıştır. Var olanların ise gerçek
anlamda insan hakları, adalet ve hukukla ilgisi alâkası yoktur. Bir
bölümü bölücü akımların amaçlarına hizmet etmekte, yardım ve
yataklık yapmakta, diğerleri de havanda su dövmektedirler. Örneğin,
onca çağrımıza rağmen halâ Fransa’ya bir heyet gönderilememiş ve
yukarıdaki konularla ilgili olarak AB ve ABD ciddi bir biçimde takip
altına alınarak kınanamamıştır.
Bu nedenle; Başta TBMM İnsan
Haklarını İnceleme Komisyonu, Başbakanlık İnsan Hakları Komisyonu
ile diğer gönüllü sivil toplum kuruluşlarının, konuyla ilgili olarak
çok daha ciddi, iyi, cesur, insandan yana politikalar geliştirmesi
ve uygulaması zorunludur. Şu durumda bu görev hakkıyla ve lâyıkıyla
yapılmamaktadır.
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
15 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
Mustafa Nevruz SINACI
|
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ |
-
İNSAN HAKLARI ve ÜLKENİN GERÇEKLERİ
-
Şu an
için duraksayan ve iyice sürüncemeye kalan sözde AB uyum sürecinde
en çok bahis konusu edilen husus insan hakları olsa bile; Ne
hikmetse İnsan haklarındaki ihlâller azalmak yerine, yoğun bir
biçimde artmaya, ülkemiz geneline yayılmaya ve süratle çoğalmaya
devam ediyor.
-
Hattâ,
başta KKTC olmak üzere, ülkemizi yakından ilgilendiren K. Irak
(Süleymaniye, Musul, Kerkük, Telâfer), Batı Trakya ve şimdilerde
Bulgaristan da Türklere, Türkmenlere ve Türk soyundan gelen
azınlık ve sair (Müslüman) unsurlara karşı tecavüzler artıyor.
Bölücü terör örgütü halâ birincil tehdit unsuru olmayı sürdürüyor.
ABD izin vermediği için sınır ötesi harekât gerçekleştirilemiyor.
Sözde soykırım iddialarını bütün dünyada sürdüren ve art niyetli
karar tasarıları için bastıran diyaspora, insan hakları, hukuk ve
adâlet ahlâkını hiçe sayıyor. Konuyla ilgili en kritik tasarıyı
gündeminde tutan ABDye karşı bir İncirlik misillemesi yapılamıyor.
Ciddi bir karşı tavır ortaya konulamıyor. Sonuçta, insan hakları
ihlâlleri, gasp ve tecavüzler başta ülkemiz olmak üzere bütün
dünyada yayılma eğilimi göstermektedir. Bu aşamada işin en garip
ve enteresan yanı da bu ihlâllerin sadece sivil halk kitleleri
arasında değil, hukuk devleti niteliği taşımayan terörist
hükümetler nezdinde de sürdürülüyor olmasıdır.
-
Örneğin, İrana yönelik açık tehdit, siyasi takip, antidemokratik
baskı ve kısıtlamalar ile (BM) Güvenlik Konseyinin ambargo
teşebbüsü bu yolda atılan adımlar meyanında özgün örnektir.
Filistin de İsrail terörü bütün şiddetiyle sürerken, Irakta terör,
gerilim, soykırım ve vahşet günden güne büyümektedir. Üstelik, son
ikisi devlet terörüdür. Ancak, ülkemizi çevreleyen bu ve buna
benzer tehdit ve tehlikelerin yanı sıra olayın en vahim, üzücü,
düşündürücü ve kritik tarafı, iç hukuk ve güvenlik zafiyetidir.
Fail yönünden sonuç alınmayan vakıalar, neticesiz kalan
soruşturmalar, bulunamayan failler, caniler veya pekâla bilindiği
ve bulunduğu halde uzantı ve bağlantılar yüzünden alınamayan
suçlular. Dahası; Adalet Bakanlığı ve yüksek yargı organları
arasında sürüp giden siyasallaşma mücadelesi... Gözlerden
kaçırılmaya çalışılan ve karşılıklı suçlamalarla aylardır sürüp
giden bir garip kargaşa. Gerçek şu ki: Ülkemizde hukuk dumura
uğramış vaziyette. Bu nedenle insan hakları ihlâlleri sürekli
artış gösteriyor. Başta Ankara, İstanbul, İzmir, Antalya,
Diyarbakır, Adana ve Mersin olmak üzere, her yerde suç oranları
yükselişte. Ülkemiz suç cenneti olma özelliğini koruyor. CMUK
gereği suçlulara bedava avukat tahsis olunuyor. Mağdur ve
mazlumlara yardım eli uzanmıyor.
-
Hasılı
adalet yerini bulmuyor. İnsan hakları ve adalet istismar ediliyor.
Her işin ucunun vardığı dokunulmazlık ve imtiyazlar aynen duruyor.
En başta insan haklarına aykırı olan bu. Lâkin verilen sözler
tutulmuyor. Vaadler yerine gelmiyor. Hesap soran yok. Sormayı
düşünen de. Sorsalar ne olacak sanki ? Ortada hesap vermek ve
milletle yüzleşmek niyetinde olan yok. İşte durum, bundan dolayı
vahim. Buna mukabil iktidar, yaklaşan seçimler nedeniyle kalıcı ve
kesin önlemler almaktan adeta kaçınıyor. Yolsuzluk ve
suistimallerin üzerine de, maalesef yeterince gidilmiyor. Güney
Doğuda halâ elektrik ve su parası tahsil edilemiyor. Belediyeler
denetimsiz. Var olan denetim ve teftiş kurullarının eli kolu
bağlı. Amir izin verecek de, denetim ve teftiş yapılacak. Öyle bir
durum ki bu; Ülkenin taşları (koruma, korunma ve güvenlik
unsurları) sıkıca bağlanmış, saldırganları, hırsız, yolsuz, köpek
ve domuzları (Devletin malı deniz, yolsuzluk yapan domuz) adeta
serbest bırakılmış gibidir. İşin fiili yanı bu. Bir de yansıyan
yönleri var.
-
Hatırlanacağı üzere, 10.Aralık.2006 bizde de İnsan Hakları Günü"
olarak kutlandı. Toplantılar düzenlendi, törenler yapıldı. İnsan
haklarında AB normları ve çağdaş kriterleri yakaladığımız
söylendi. Bazı küstah demeçlerle "bizde insan haklarının gerçekte
bilinmediği, var olan haklar ve yasal düzenlemelerden ise yeterli
ve gerekli biçimde yararlanılamadığı vurgulandı" anlatılmaya
çalışıldı. 301. maddenin Türkiye için bir ayıp ve aykırılık olduğu
dile getirildi. Türkiyede Türk milletine hakaret ve aşağılama
dahil, düşünce özgürlüğünün önünde var olan bütün engellerin
kaldırılması istendi.
-
Lâkin,
Anadolu insanının AB marifetiyle gasp edilen insani, hukuki ve
medeni hakları, ABDnin başta Irak olmak üzere dünyanın çeşitli
ülkelerindeki hak ihlâlleri, Ebu Gureyb hapishanelerindeki
işkenceler, dünyanın dört bir tarafındaki faili meçhuller, vahşi
kapitalizm ve küresel emperyalizm hiçbir insan hakları örgütü
tarafından hakkıyla ve lâyıkıyla gündeme getirilmedi. Önem ve
değeri ile orantılı bir şekilde takibe alınmadı. Elbette bu gerçek
değil, demeçler siyasi, törenler düzmece, hepsi zorlama,
aldatmaca. Doğruluk ve samimiyetten uzak. Söylenenlerin çoğu
yalan, tezvirat, takiyye, fikri sefalet ve cehalet ürünü. Maksatlı
ve tuzak kabili. Konuşanların çoğu Soros ve Karen Fogg uşakları.
Dile getirilenler ise, ülkemizi bölme ve parçalama sürecinin
güncel versiyonları. Hiç biri gerçek değil. Özellikle TÖRE konusu
gereğinden çok abartılmakta, milletin namus ve şerefi ile alenen
oynanmaktadır. Öyle ki, halk arasında öteden beri İb... diye
anılan homoseksüeller ile insanlığın yüz karası fahişelere her
türlü tolerans ve hoşgörü gösterilirken; Başörtüsü, sair örtüler
ve tesettüre karşı çok katı ve acımasız, insanlık düşmanı
kampanyalar sürmektedir. AB uğruna harici bedhahlara peşkeş
çekilen istiklâle paralel olarak Hakkıdır Haka Tapan Milletimin
İstiklâl diyen, namus ve fazilet timsali son nesilde ortadan
kaldırılmak ve Müslüman Türklüğün istikbali yok edilmek isteniyor.
Aile kurumu sarsılıyor, din ve ahlâk anlayışı kazınmaya
kalkışılıyor.
- Oysa, bunların hepsi yaşama,
barınma, beslenme, inanma ve inandığı gibi bir hayat sürme
haklarındandır. Yani, temel-asili insan hakları. Dokunulmazlar ve
kutsallar. Bunlara dokunma hakkı ve hükümetlerde, ne devlette ve
ne de namaz kıldırma memurlarının başı olan Diyanet İşleri
Başkanına ait değildir. (bu konu ayrıca işlenecektir)
-
Bu
arada, Başbakanlık İnsan Hakları Komisyonu tarafından bir de
Azınlık Raporu yayınlandı. (geçen yıl) Edep dışı kavga ve
tartışmalara neden oldu. Bütün Türkiye’nin gözü önünde çirkin
görüntüler sergilendi. Sözde savunucular birbirine düştü. Apaçık
ihanet kokan Rapor Savcılık ve Mahkemelik oldu. İnsan hakları nam
komisyonun nelerle uğraştığı ve hangi amaçlara hizmet ettiği net
olarak ortaya çıktı.
- Burada telâffuz edilen söylemler
bazı politikacıların diline düştü. Büyük Atatürk ve kurucu unsur
tarafından Milli Devlet temelinde teşkil edilen Türkiye
Cumhuriyetinde yeni azınlıklar yaratma, alt ve üst kimlik
tartışmaları yapma çılgınlığı başladı. Neden? AB istiyor diye...
Hatırlayınız, Atatürke karşı en büyük saldırı ve hakaret olan
Ortlander raporu nu da AB Komisyonu hazırlatmış (2003) ve kabul
etmişti.
-
Türkiye
de gerçek ve objektif anlamda insan hakları, hak, Adalet, Hukuk,
Cumhuriyet, Demokrasi ve Lâiklik yok. Bunların olabilmesi için
gerekli ve zorunlu alt yapı da yok. Zira, insan haklarının
olmazsa-olmaz şartı, temeli ve teminatı adalet, demokrasi ve
hukuktur. Adaletin olmadığı yerde devlet "hukuk devleti" olamaz;
olsa-olsa polis ve kanun devletinden söz edilebilir. Tıpkı,
günümüz Türkiye' si gibi.
-
Neden?
Çünkü: Adalet, hukuk ve hukuka uygun kanunlarla kaim demokrasinin
hakim olduğu ve "insan haklarının yaşam boyutunda" geçerlik arz
ettiği bir ülkede; Hırsız, yolsuz ve hortumcu olmaz. Olsa da kamu
vicdanında aklanmadan serbestçe dolaşamaz.
-
Büyük
Atatürk'ün "Cumhuriyet fazilettir, erdemdir." diyerek; Devletin
ana ilkesini "Namuslu-Dürüst-Demokrat bir yönetim" biçiminde
belirlediği Türkiye de; Öncelikle bütün Atatürkçü ve
Kemalistlerin yüksek bir karakter, onur-ilke ve erdem üzere dürüst
insanlar olması zorunludur. Mesela bir rüşvet, iltimas, yolsuzluk
ve su istimal erbabının "ben Atatürkçüyüm" demesi yalancılık ve
sahtekarlıktır. Bütün bunları apaçık gördüğü ve olanca hadiseler
görev, yetki ve sorumluluk alanında cereyan ettiği halde, sorumlu
bir siyasisin ben çok namuslu ve dürüstüm demesi veya bazı
kimselerin bu ortamda siyaset yapan bir takım insanları bu tarzda
nitelemesi gibi. Kaldı ki, bu eksende bütün namuslular, (lâkal) en
az namussuzlar kadar cesur, atılgan, sorumlu ve takipçi olmak
zorundadır. Bu nedenle: Başta evrensel norm, standart ve kriterler
olmak üzere; "insani-İslâmi-medeni ve bilgi boyutunda" yer
aldığını iddia eden bir ülkede: Devlet garantisinde iken
"batırılan" bir bankanın mudileri perişan edilemez. Amma edildi.
Ucu her nereye kadar varırsa varsın, hiç bir suç cezasız kalamaz.
Amma kaldı. Evrakta hile, sahtecilik, ihaleye fesat karıştırma,
ayırma kayırma, kollama, soygun, suistimal, rüşvet, iltimas, çifte
standart, vergi kaçırma, kayıt ve kapsam dışı ekonomi erbabı
imtiyazlı-hakim sınıf haline gelemez. Geldi işte.
-
Haksız
vergi, sınırsız kâr ve fahiş fiyat yoluyla zulüm uygulanamaz.
Uygulanmakta...Din ve inanç sömürüsü, misyon tacirliği ve siyaset
simsarlığı yapılamaz. Parti sahipleri "milletin istek ve
iradesini" hiçe sayamaz. Baskın kongreler yapılamaz. Devlet
imkanları ve personelini kimse kendi çıkarları için kullanamaz.
Siyasi iktidar dilediği gibi kadrolaşamaz. Ortalıkta aç, sefil ve
perişan dolaşan milyonlarca işsize rağmen, işe alım ve atamalarda
torpil yapılamaz, rüşvet-iltimas, ayırma ve kayırma gibi insanlık
dışı ve insan haklarına aykırı kirli oyunlar oynanamaz. Yapılmakta
ve pekalâ da oynanmakta. Siyasi Partiler Kanunun yetersiz, alt
kademe teşkilatlarının sorumsuz-denetimsiz olduğu atıl ve muattal
bir yapıya seyirci kalınamaz. Siyasi Partiler ve Seçim Kanunları
ile mütedair mevzuat, demokrasinin namusu olan "millet iradesinin
devlet idaresine" adalet ve hukuka uygun olarak yansımasını
önleyecek ve parti sahipliğine (sultalara) yol açacak biçimde
düzenlenemez. Namuslu ve dürüst seçimlerin önüne engeller
konulamaz. Millet iradesinin devlet idaresinde eşitlik, adalet ve
hakkaniyetle yansıması önlenemez. Kanun, kural ve kapsam dışılığa
göz yumulamaz.
-
Asgari
ücret "insanlık dışı bir sömürü aracı" olarak kullanılıp,
Emekliler açlığa mahkum edilemez. Ediliyor. 2006 ikinci dönem
zamları eksik verildi meselâ: Hiç kimse "kayıt ve sosyal güvenlik
yönünden" kapsam dışı tutulamaz, İnsanlar açlık ve yoksulluk
sınırının altında çalıştırılamaz. Kamusal alan ve özel alan gibi
rasyonel olmayan sınırlama ve tanımlamalarla, etik boyutlardaki
kıyafete yasak getirilemez. En temel insan hakkı olan; Yaşama,
beslenme, barınma, öğrenme, inanma ve inandığı gibi hayatını
sürdürme hakkının önüne "antidemokratik" engeller konularak
geçilemez. Asker kişiler ve Polis gücü dışında hiç bir sektör ve
meslek grubuna, zorunlu kıyafet ve standart-tip forma mecburiyeti
dayatılamaz. Ancak, ısrarla dayatılıyor. Suç, belirli ve tanımlı
olmak zorundadır. Gayri ahlaki olmadıkça hiç kimse kıyafetinden
ötürü ayıplanamaz, suçlanamaz ve hürriyetleri kısıtlanamaz.
ölmeyecek kadar ücret" politikası uygulanamaz. Zenginler ve
fakirler arasında, ortalama refah düzeyi, makul ve mantık
boyutları dışında uçurumlar yaratılamaz. İmkan ve fırsat eşitliği
yönünden vatandaşlar arasında ayrıcalık yapılamaz. Eşitlik
bozulamaz. Asil olan milleti temsilen "vekalet" görevini
üstlenenlere "asla" dokunulmazlık, milletten farklı, fazlaca
imtiyaz ve ayrıcalık tanınamaz.
-
Medya,
siyasetçi, bürokrat ve yönetici yalan söyleyemez. Boş vaatte
bulunamaz. Milleti aldatamaz. Kandıramaz. Hiç kimse
dini-milli-ilmi-manevi-moral ve kültürel değerlerini kendi
çıkarları için kullanamaz. İnançlar ve insanlar istismar edilemez.
Ve sair.., (burada binlerce olumsuz örnek sıralanabilir) Ancak,
nasıl ki kanunlar Anayasaya aykırı olamaz ise, Anayasa da "insana
ve insan haklarına" aykırı olamaz. Esasen bunları
sorgulamak-yargılamak ve alternatif çözüm üretmek amacıyla, İyi
niyetle kurulmuş bir komisyon ve/veya STKların AB istiyor diye
bölücülükle iştigal etmesi kabul edilemez.
- Şurası mutlaka bilinmeli ve
hafızalara kazınmalıdır ki; "devletin malı deniz,
hırsızlık-haksızlık-yolsuzluk yapan ve bile-bile buna göz yuman
bütün yetkili, görevli ve sorumlular domuzdur. "İnsan hakları,
adalet ve hukukun üstünlüğü önündeki en büyük engel: "hak, adalet
ve hukuka aykırılıktır" müesses olan devlet ve yetkili-sorumlu
durumdaki Hükümet: İnsan hakları, adalet ve hukuku temin ve
tesise, "adaletli, saydam, temiz ve dürüst olmaya", "demokrasiyi"
bütün kurum ve kuruluşları ile hayata geçirerek "asli görevini"
tavizsiz ve ivazsız olarak yapmaya mecburdur ve mecbur olunan en
önemli mesele şudur:
-
Türkiye
Cumhuriyetinin artık kendi kendisi ile yüzleşme ve halkıyla
hesaplaşma zamanı gelmiştir. Cumhurbaşkanlığı seçiminden önce
mutlaka başlamak ve genel milletvekili seçimlerine kadar
sonuçlanmak kaydı şartı ile bu yüzleşme ve hesaplaşmanın
yapılması; İnsan hakları, adalet ve hukukun mutlak üstünlüğü
yönünden son derece önemli, gerekli ve zorunludur. Aksi taktirde,
geleceğe güvenle bakılamaz.
e.POSTA : gercek.demokrat@hotmail.com
WEB : http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com,
POSTA : PK, 118 [ 06 442 ] Yenişehir/ANKARA
NOT : Kaynak göstermek şartıyla yazılar yayına
izinlidir.
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
16 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
Mustafa Nevruz SINACI
|
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ |
ASİMETRİK SAVAŞ, İNSAN HAKLARI VE HUKUKUN
ÜSTÜNLÜĞÜ
1. Merhum Hablemitoğlu'nun, Köstebek
adlı kitabı, sayfa 141: "Devletin gücünü devlet savunucularına karşı
kullanma aşamasına gelmiş Fethullahçı’ların, operasyonel anlamda
kayda değer başarıları olmuştur. Operasyonlarında, amaca ulaşmada
her yolu mübah sayan ve her türlü sınır tanımaz fırsatçılık,
ahlaksızlık, takiyye unsurlarını içeren bir konsept çerçevesinde
hareket eden istihbaratçıların kullandıkları yöntemler şöyle:
Telefon dinleme, tehdit, sahte belge üretimi ve montaj, çarpıtılmış
bilgiye yönelik kampanyalar, hırsızlık, kundakçılık, şantaj amaçlı
kadın pazarlama ve görüntü kaydı, her türlü illegal kayıt kullanımı
(böcek, gizli kamera vb) rüşvet, gasp-darp, bilgisayar
sahtekarlıkları, ev ve işyeri kurşunlama, emniyeti suiistimal,
"hakim kiralama" v.d…”
2. “DTP'li Kışanak: "Bu saatten sonra bu ülkede
dökülecek her damla kanın, yitirilecek her canın sorumlusu AK Parti
hükümetidir" (Basın: 09 Aralık 2009) 11 Aralık günü de DTP, Anayasa
Mahkemesi tarafından temelli kapatıldı. Soyadı “TÜRK” olan parti
başkanı mahkeme kararını tanımadıklarını beyanla; “hukukun
üstünlüğü” ilkesini hiçe sayarak, İnsan boyut, hak, hukuk ve adalete
yönelik asimetrik savaşın bir parçası olduklarını adeta itiraf
etti.
3. “Finlandiya eski Sağlık Bakanı Dr. Rauni
Kilde’den domuz gribi hakkında şok açıklama: “Domuz gribi aşısı bir
aldatmadır. Aşı ile dünya nüfusunun çoğu öldürülmek isteniyor,
Düşüncenin sahibi eski ABD Başkanlarından Henry Kissinger’e ait.
Karar 14-15 Mayıs 2009 tarihinde yapılan Bilderberg toplantısında
alındı. ABD, hiçbir maddi kayıp yaşamadan hatta milyarlarca dolar
kazanarak dünya nüfusunu üçte iki oranında azaltmayı
hedeflemektedir. Dünya Sağlık Örgütü’ne domuz gribinin ölümcül bir
salgın olduğu yönünde beyanda bulunması için baskı yapıldı. Aşıyı
tercihli değil zorunlu yapmak istiyorlar. Özellikle hamile kadın ve
çocukların ilk önce aşı ile zorunlu tutulması gelecek nesilleri
hedeflediğini gösterir” Finlandiya hükümetinin sınıflandırmayı kabul
etmeyip hastalığın derecesini “normal” olarak gösterdiğini ifade
eden Kilde; “Hiç kimse aşının bir yıl, beş yıl ya da 20 yıl sonra ne
gibi etkilerinin olacağını bilmiyor: Mutlak kısırlık mı? Kanser mi?
Ya da ölümcül herhangi bir hastalık mı? ABD ileride bundan doğacak
herhangi sıkıntıdan dolayı ilaç şirketlerine bir sorumluluk
yüklenmemesi için şimdiden önlemini aldı ve onları tüm
sorumluluklardan muaf tuttu. Bu bile işin ciddiyetini göstermeye
yeter” dedi.
4. Baltalı ilâh, halihazır dünyanın
dört bir tarafındaki “masum ve mazlumlara karşı” haçlı seferi
yürüten, savaş halinde ABD başkanı Obama Nobel barış ödülü aldı!
5. Domuz gribini Amerika mı üretti?
Çin'in Şangay Pudong havaalanında 28 Kasım’da düşen ve 3 ABD’liye
mezar olan kargo uçağının, havadan serpilmek üzere mutasyona uğramış
grip virüsü taşıdığı belirtildi. Bir diğer korkunç iddia ise, uçağın
Çin'den havalandıktan sonra gideceği Kırgızistan'daki gizli İsrail
üssünü hedef aldığı ve kaza sonucu değil, İsrail gizli servisi
Mossad'ın ajanları tarafından düşürüldüğü oldu. Kazadan kurtulan bir
Endonezya’lının, Endonezya Savunma Bakanı Juwono Sudarsono'nın gizli
operasyonlar yürüttüğü gerekçesiyle bir süre önce kapatılmasını
istediği ABD Deniz Üssü'nün Tıbbi Araştırma Bölümü'nde görev yaptığı
belirtiliyor. Endonezya Sağlık Bakanı Siti Fadilah Supari, A
gribinin batılı ülkeler tarafından üretilen biyolojik bir silah
olduğunu ileri sürmüştü.
Çin'in yanı sıra Hindistan ve Nijerya'da da şüpheli biyolojik
maddeler taşıdıkları gerekçesiyle ABD uçaklarının zorunlu inişe
zorlandığı belirtiliyor. Virüsün çok farklı ve akciğerleri ciddi
oranda tahrip eden ölümcül bir türü görülen Ukrayna’nın başkenti
Kiev'de kasım ayında şüpheli uçaklardan halkın üzerine gaz
püskürttüğü iddia edildi. Fakat Ukraynalı yetkililer, yüzlerce görgü
tanığına rağmen olayı yalanlamışlardı.
6. Amerikanın Planı: Bu bir komplo
teorisi değil, diğerleri de… Buna komplo teorisi diyenler, şöyle bir
düşünüp dursunlar. Ülkemizde ve dünyanın pek çok yerinde ABD
oyununun küçük bir parçası oynanıyor. Ama bizim için bu küçük
dediğimiz oyun, bütün hayatımızı derinden etkiliyor. Amerika basıyor
‘karşılıksız ve teminatsız’ kâğıttan başka bir değeri olmayan
dolarları… Kayıtsızca ve sorumsuzca bastığı dolarlar ile 3. dünya
ülkelerinde fabrikalar ve yeraltı-yerüstü kaynaklarını satın alıyor.
Sözde kredi (borç) verip o ülkeyi esir alıyor, ekonomisine yön
veriyor ve hiçbir zaman el attığı ülkenin ekonomisi düze çıkmıyor.
Bu gerçeği dikkatle değerlendirip, çocuklarımıza nasıl bir dünya
bıraktığımızı bir kez daha düşünelim... Ve biz ülkemizde sağcı,
solcu, alevi-sünni, şucu-bucu diye didişip dururken, dünyayı sömüren
ABD içimizdeki figüranlarıyla planını haince uyguluyor görelim.
7. 20 yıllık kısırlaştırma “negatif
ojenik” projesi: Küçük bir Kaliforniya Biyoteknoloji şirketi olan
Epicyte, genetik mühendisliği; “erkeği kısırlaştıran, genetiği
değiştirilmiş sperm öldürücü bir tür mısır”ı ABD Tarım Bakanlığından
(USDA) aldıkları araştırma fonuyla geliştirdiklerini açıkladı.
(1989) Toplumun üremesini engellemek ve erkekleri kısırlaştırmak
amacıyla “sperm öldürücü mısır” kullanıma verildi ve "Negatif ojenik"
projesi yürütülmeye başlandı.
Kara baronlar bununla da
yetinmediler. Bir başka uygulama da şöyle oldu;
1990'larda BM Dünya Sağlık örgütü, Nikaragua, Meksika ve
Filipinler'de 15 ila 45 yaş arası milyonlarca kadının tetanoza karşı
aşılanması için bir kampanya başlattı. Erkekler de aşı olabilirdi
ama Aşı erkeklere yapılmadı. Bu şüphe uyandırıcı durumdan ötürü
Katolik kilise organizasyonu olan Comite Pro Vida de Mexico (Meksika
Yaşam Komitesi) aşıları test ettirdi. Test sonuçları ile, Dünya
Sağlık örgütü'nün (WHO) yalnızca çocuk doğuracak yaştaki kadınlara
dağıttığı aşıların Koryonik Gonadotropin (hCG) Içerdiği ortaya
çıktı. Doğal bir hormon olan hCG, Tetanoz toksoid taşıyıcılarıyla
birleştiğinde Kadınların hamile kalmasını engelleyen antikorları
üretiyordu. Daha sonradan ortaya çıktı ki Rockefeller Vakfı,
Rockefeller Nüfus Konseyi, Dünya Bankası ve ABD Ulusal Sağlık
Enstitüleri, Dünya Sağlık örgütü (WHO) için Tetanoz taşıyıcın bir
kısırlaştırma aşısı üretmek için 1972'de 20 yıllık bir proje
başlatmışlardı. Ayrıca Svalbard Kıyamet Tohum Deposu'nun ev sahibi
Norveç Hükümeti kısırlaştırıcı aşının Üretilmesi için 41 milyon
dolar bağış yapmıştı! NETİCE OLARAK: Yukarıda görüldüğü gibi
Dünyanın en büyük devletleri, en etkin kurumları, şirketleri,
vakıfları; toplumların sağlık, üreme ve yaşamlarının pek çok
evresini olumsuz etkileyen çalışmalar yapmakta ve düşmanca projeler
üretmektedirler. Bunlar ve daha binlerce örnekle gözler önüne
serilebilecek, benzer menfur faaliyetlerin tamamı: İnsani boyut,
medeniyet, hak-adalet ve hukuk algı ve kavramlarına aykırıdır.
YORUM: En basitinden, mufassalına,
en etkin ve mükemmeline kadar bunlar; masum, tehdit ve tehlikeden
habersiz, korumasız insan unsurunu hedef alan evrensel ve asimetrik
bir savaştır. Hak, adalet ve hukuka aykırıdır. Dünya hukuk ve adalet
teşkilâtı üstün hukuk zırhına bürünerek “kanun ve koruma”
imtiyazıyla pasif-tepkisiz kalmakta.
Oysa hukukun üstünlüğü ilkesi, “hukukçunun üstünlüğü” anlamına
gelmez. Bu nedenle, insan hakları konusunda dünya hukukçuları ve
yerel (milli) adalet kurumları daha aktif olmak, sorumluluk ve
duyarlıkla artık inisiyatif almak zorundadırlar.
e.POSTA : gercek.demokrat@hotmail.com
WEB : http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com,
POSTA : PK, 118 [ 06 442 ] Yenişehir/ANKARA
NOT : Kaynak göstermek şartıyla yazılar yayına
izinlidir.
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
17 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
Mustafa Nevruz SINACI
|
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ |
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
18 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
Mustafa Nevruz SINACI
|
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ |
DEVLETİ TESLİM
ALMAYA CÜR’ET
- İlk önce bir hususu tespit ve hatırlatmakta
zaruret var:
- “Türkiye’nin Kürt sorunu var”
demek ne kadar abes, anlamsız ve kastı mahsus (düşmanca) bir
yalansa; “Dersimi zulüm ve katliam olarak nitelemek”, o kadar
hainlik, devlete karşı zalimlik ve tarihi münkirliktir!
- Bayramda başlayan ve bugüne kadar
aralıksız yaşanan gelişmeleri mutlaka takip etmişsinizdir. Eli
kanlı, esbabı (varlık sebebi) kirli menfur örgüt taraftarı,
kanunen ceza ehliyetini haiz bulunmayan ve reşit olmayan 15 yaş
altı partizan ve sempatizanlar, sözde kuruluş yıldönümlerini havai
fişekler ve Molotof kokteylleri ile kutladılar. (!)
- Ancak havai fişekler havaya değil,
Türkiye Cumhuriyetine karşı atıldı.
- Hedef Türk Polisiydi. Türk Askeri,
jandarması, iyi vatandaşları ve TC devleti. Bir taraftan, bebek
katili menfur eşkıya başının konforlu-pahalı istirahatgâhına
odaklanan tartışmalar; diğer tarafta Anayasa Mahkemesi
Raportörü’nün DTP mutlaka kapatılmalı raporu. Beri tarafta ise
hâlâ devam eden kuruluş kalkışmaları (!)
- Dikkat edin lütfen!
- Bu kutlamalar öncelikle Mersin’de
başladı.
- ABD, AB + Ermenistan şeytan
üçgeninin yardım-yataklığı ile Türkiye düşmanlığı ekseninde menfur
örgüt havai fişeklerini polis minibüsünde kullandı. Ardından,
ciddi bir engelle karşılaşmadıklarını gören militan ve
sempatizanlar; giderek artan bir coşku ile Siteler Karakoluna
saldırdılar. Bu defa havai fişeklerle yetinmeyip, Molotof kokteyli
kullandılar. Millet, Devlet ve hükümetin karakolu yangın yerine
döndü.
- Hakkâri ve Yüksekova’da da ihanet
kuruluş kutlamalarını sürdürdü. Emniyet güçlerine taş ve sopalarla
saldırıldı. Molotof kokteylleri atıldı; Halka ve milli servete
tasallut edildi. Bu guruba polis su ve göz yaşartıcı bomba
kullanmak zorunda kaldı.
- Ağrı’daki gösterilerde menfur
örgüt bir markete Molotof kokteyli attı. İçerideki 20 kişi
yanmaktan zor kurtuldu. Aynı şaki ve şeamet tarafından İstanbul’da
Belediye otobüsüne atılan Molotof kokteyli mağduru genç kız şimdi
komada. Vatan hainleri ve ihanet şebekeleri yüzünden ölüm-kalım
savaşı veriyor. Bilinen ve belli olan suçluları yakalatıp, aynı
şekilde cezalandırmayan yetkili ve sorumlular kahrolsun. Haine af,
atıfet ve müsamaha edenlerin Allah belâsını versin.
- Doğubeyazıt da kuruluş
kutlamalarına katılan yerler arasında.
- Hem de DTP, Kandil’den gelen Barış
Elçilerini yanına alıp miting düzenledi.
- Düzenlenen mitingde güvenlik
güçlerine “barış” adına Molotof kokteylleri atıldı.
- İzmir’de “şuursuz” coşku seline
kapılan sürülerden nasip alan illerimizden. Karşıyaka’da belediye
otobüsüne, içinde insan olduğuna bakılmaksızın “insanlık düşmanı
yaratıklarca” Molotof kokteyli atıldı. Yolcular canlarını zor
kurtardılar. Adana’da Molotof kokteylinin yanı sıra havai fişekler
de sahnedeydi. Ateşler yakıldı. Birkaç yıl sonra, tıpkı Irak’ta
milyonlarca masum-müsemma insanın katledilmesine göz yuman Obama
gibi, domuzlarca Nobel Barış Elçisi seçilmesi beklenir eşkıya
başı, bebek katilinin posterleri eşliğinde devlete-hükümete kafa
tutuldu. Bir ay kadar evvel İzmir’i “Faşist şehir” olarak
tanımlayan; yukarda anılan yerlerde siyasi uzantısı oldukları
organize suç örgütüne yardım, yataklık ve yandaşlık yapan,
devlete-hükümete karşı gelen, alış-veriş yapanından, kutsal bayram
ziyaretine giden otobüs yolcusuna kadar yaklaşık 50 masum-müsemma
kişinin hayatına kast edenler için nasıl bir tanımlama yapacak
acaba?
- Ayrıca nasıl oluyor da; Yargıtay
Başkanını ve yargı mensuplarını henüz mahiyeti kesinleşmemiş bir
oluşum namına dinlerken; tüm dünyada, menfur bir terör ve tedhiş
örgütü olduğu sabit PKK’ya; yardım, yataklık ve yandaşlık
yaptıkları bilinen kişileri dinlenip bu eylemler başlamadan önce
tedbir alınmıyor? Bunun sebebi bilinmeli!
- Söz konusu bölgede kelle koltukta
görev yapan asayiş unsurları, asker, polis ve onların vefakâr
aileleri bilmeli ki; hükümet, menfur suç örgütünü bitirme
konusunda en az onlar kadar azimli, kararlı ve elinden geleni
yapmak emelindedir. Ki hainler bilsin; “meydan boş değil”
- HELE BİR TARİHE BALALIM!
- Daha önce, Türkiye ile ilgili ve Osmanlı’dan bu
yana süregelen bir “toplumsal dönüşüm projesi” açıklamıştım. Bu,
her hangi bir resmiyeti olmayan ve tamamen Türk devleti’ni zaafa
uğratıp, dolaylı yollarla ele geçirmek, halkını ve kaynaklarını
sömürmek isteyen harici mihraklar tarafından, dâhili
işbirlikçilerle beraber yürütülen sinsi bir projedir. Projenin
aslı, müsebbibin idamı ile sonuçlanan çok eski bir hikâyedir.
Anlatalım:
- 1820’lerde Fener Rum Patriği olan
Papa V. (Çingene) Gregorius, dönemin Rus Çarı’na Türklerin yola
getirilmesi ile ilgili bir mektup yazar. Mektuptan Padişah II.
Mahmut haberdar olur. Diğer yıkıcı ve bölücü faaliyetleri
nedeniyle zaten patriğin suç dosyası kabarıktır. Mektup da deşifre
olunca, malum Papa, patrikhanenin kapısında asılarak idam edilir.
İşte o mektup:
- “Türkleri, maddeten ezmek ve
yenmek mümkün değildir. Çünkü Türkler çok sabırlı ve mukavemetli
insanlardır. Gayet mağrurdurlar ve izzet-i nefis sahibidirler. Bu
hasletleri de, dinlerine bağlılıklarından, kadere rıza
göstermelerinden, ananelerinin kuvvetinden; Padişahlarına,
kumandanlarına ve büyüklerine olan itaat ve sadakatlerinden ileri
gelmektedir. Türkler zekidirler ve kendilerini müspet yolda sevk
ve idare edecek reislere sahip oldukları müddetçe de
çalışkandırlar. Gayet kanaatkârdırlar.
- Onların bütün meziyetleri, hattâ
kahramanlık, cesaret ve secâat (yiğitlik, yüreklilik) duyguları’
da an’anelerine (örf, adet ve geleneklerine) olan
bağlılıklarından, ahlâk salâbetinden (sağlamlık ve yüksekliğinden)
ileri gelmektedir.
- Bu nedenle, Türklerde, evvelâ
itaat ve sadakat duygusunu kırmak ve manevi bağlarını yok
etmek,dini metanetlerini zaafa (zayıflık-kuvvetsizlik) uğratmak
icabeder. Bunun da en kısa yolu, milli ve manevi ananelerine
uymayan harici fikirler ve davranışlara onları alıştırmaktır.
Türkler, dış yardımı reddederler; Haysiyet duyguları buna manidir.
Velev (hattâ isterlerse) ki, geçici bir süre için zahiri (görünen)
kuvvet verse de, Türkleri mutlaka dış yardıma alıştırmalıdır.
Maneviyatları sarsıldığı gün,Türkleri kendilerinden şeklen çok
kudretli, kuvvetli, güçlü, kalabalık ve zahiren hakim kudretler
önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve maddi
vasıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkün olabilecektir.
- Bu sebeple, Osmanlı devleti’ni
tasfiye için mücerret olarak (yalnızca) harp meydanlarındaki
zaferler kâfi (yeterli) değildir, ve hattâ sadece bu yolda
yürümek, Türklerin haysiyet ve vakarını (ağırbaşlılığını) tahrik
edeceğinden, hakikatlere nüfuz etmelerine de sebep olabilir.
Yapılacak olan, Türklere hiçbir şey hissettirmeden bünyelerindeki
bu tahribatı, her ne pahasına olursa olsun tamamlamaktır.”
- Patrik nam Papa’nın mektubu; İznik
Konsüllerinin aynı konuda aldıkları kararlar ile örtüşür ve yol
gösterir mahiyettedir. Bu mektup, kendini Bizans’ın hamisi sayan
ve SSCB’ne kadar Bizans bayrağını kullanan Çarlığa ‘bahusus
projeyi’ ilham eder. Proje, başta yakın akraba Fransa ve İngiltere
olmak üzere bütün batı’ya açılır ve anlatılır. Kısa sürede
benimsenir ve uygulamaya konulur.
- Misak-ı Milli sınırlarının tek hâkimi TC Devleti
ve Türk milletidir!...
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
19 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
Mustafa Nevruz SINACI
|
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ |
GRİP VE ASRIN SOYGUNU
Dikkat edin lütfen!
Bu bir NBC taarruzu, yani
biyolojik-kimyasal savaş..
Aynı zamanda sosyometrik unsurlarıyla tam bir
asimetrik saldırı.
Ülkemizde bundan önce kene taarruzu vardı. Aniden
tebahur ettiler. (buharlaşıp yok oldular) Ondan önce, Kuş (Tavuk)
gribi… Milyonlarca garip, masum ve müsemma hayvan ateşe atılarak
veya fırında yakılarak, hunharca katliamlarla telef ve itlâf edildi.
Oysa Anadolu kenesi (böğlek) öldürücü değildir.
Katil keneler, ya uçaktan atılma veya içerde üretilip sahradan
dağıtılmadır. Sonuçta hedef seçilen insanlar en değerli milli
varlığımız; Kuş, tavuk, koyun, inek vs. gibi hayvanlarımız ise milli
servetlerimizdi.
Hükümetlerin, Polis ve MİT dahil sorumlu kurumların gözü önünde,
düşmanca ve alçakça yok edildiler! Zamanla anlaşıldı ve açığa çıktı
ki, bazı hükümetler işbirlikçi idiler. Aleni veya gizli iştirak
suçundan başbakan ve bakanlar yüce divan’da yargılandı.
Daha da önceleri; Asya, Çin, Japon Gribi,
hortumculuk, banka-banker ve döviz zedelik vardı.
Mafya-medya-müteahhit-siyaset iştiraki sayesinde bu millet,
depremzede de bile oldu. Sahte bunalım ve buhranlar, sanal kaos ve
yapay krizler, gerçek kerizler tarafından “soygun-vurgun” amacıyla
tezgâhlanırken, fakir-fukara, garip-guraba takımı, hep yolunan kaz
ve soyulan taraf oldu. Yıllar boyu ıstırap, dert ve sıkıntılarla
boğuştu ve koyun koyuna yaşadı bu millet.
Ama gerçek şu ki; bir türlü yakamızı
bırakmadı bu melânet ve illet!
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
20 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
Mustafa Nevruz SINACI
|
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ |
- KURUMSAL GASP VE KUL HAKKI
- Türkiye Cumhuriyeti, tarihi boyunca hiç görülmemiş
uygulamalarla sarsılmakta!..
- Katmerli vergiler, haraç mesabesinde harçlar ve
hukuk dışı KDV+ÖTV vurgunu, .
- Kaynağında vergilendirilmiş kazançtan, müteakip
temlik-edinim, alım ve tasarruflarda “tekrar-tekrar” ve defalarca
vergi almak. Bu suretle vatandaşa zulmetmek, alenen ve resen
haksızlık ve yolsuzluk suçunu hükümet olarak fiilen işlemek. Kamu
kurum ve kuruşları, ile bağlı iştirak, işletme ve “her ne kadar özel
teşebbüs olsalar bile” resmen devletle ilişkili teşebbüslerde,
ayniyle vaki usul, esas, tarh-tahsil ve uygulamalara engel
olmamak!
- Bilâkis, hiçbir hukuki, anayasal, evrensel ve insani
gerekçesi, her hangi bir gerçekçi, akılcı, makul-mantıklı dayanağı
olmayan bu antidemokratik edinim, uygulama, haksız tahsilât ve
tasarrufları “kanun” çıkartmak suretiyle korumak, kalıcı kılmak ve
sözde yasallaştırmak!..
- KAMU ADINA HAKSIZ EDİNİM VE CÜRÜM
- Kamu finansmanı amacıyla halktan “çok ağır” vergi
tarh, takip ve tahsilâtına rağmen; Hukuk-ahlâk, mantık-mantalite
olarak “% 100 kamu hizmetin mütemmim (tamamlayıcı-bütünleyici)
unsurlarından; bedel, ücret, aidat, bağış, fon, katkı payı, özel
idare hissesi, salma, harç-haraç, sabit ücret, seyyar ücret, döner
sermaye gibi, rızaya aykırı ve mesnetten yoksun, spekülâtif “cebri
tahsilâtlar yapılması” insan hakları, adalet ahlâkı ve hukuka
aykırıdır.
- Üstüne üstlük; Devlette istatistik işleri, sabit
ücretliye zam kriterleri, eşit işe, eşit ücret, müktesep hakkın
korunması gibi, adaletsizlik ve eşitsizliğin derin uçurumlar
yaratığı “temel insan haklarına” aymazca ve pervasızca riayetsizlik
had safhadadır.
- En vahim olan tasarruf, alçakça, acımasızca ve
zalimane hak gasp’ı ise:
- Elektrik (aydınlanma), Su, Doğalgaz (ısınma),
Benzin-Mazot (üretim-ulaşım), Telefon (haberleşme), Konut-Kira
(barınma), Eğitim ve Gıda (beslenme) gibi; En başta YAŞAM’ın, sonra
da sanayi, tarım, ticaret-ziraat, zanâat-iktisat ve sair bütün
toplumsal sürecin TEMEL GİRDİLERİ, hayati unsurları ve
vazgeçilmezleri olan mal ve hizmetlerde;
- Haksız vergi (KDV-ÖTV), fahiş kâr uygulamaları!
- Artı: Vatandaş aleyhine “maliyet arttırıcı”
edinim-iktisap ve tasarruflar!
- Araya özel şirket ve ortaklıklar konulması gibi
aleni ihanet ve hainlikler.
- Başvuru, sınav, kayıt, talep, takip, tahsis
ücretleri,
- Bu, her köşeye bir Deli Dumrul dikmek ve köşe
başlarını haramilerle tutmaktır!
- Ve nihayet: Maliyetine arzı zorunlu kamu hizmetinden
kâr gözetmek suretiyle; “Devletin malı deniz, yemeyen domuz”
zihniyetini güdenler ile “vatandaş koyun, devlet dediğin bir oyun,
geleni soyun, gideni soyun” anlayışını, kendilerine şiar edine hırs,
ihtiras ve kapris ehli kene, domuz taifesini tatmin vasıtasına
dönüştürmektir.. Ki, bu ağır bir küfür ve insanlık suçudur.
- 1970’lerde “Finansman Kanunları” namıyla adı ilk kez
duyulan akıl, mantık, ahlâk ve hukuk dışı vergiler, yasa zoruyla
gasp ve cebri harç kanunları için harekete geçtiği zaman, yer
yerinden oynamış ve kıyametler kopmuştu. AP depremler yaşadı. 72’ler
harekâtı patladı, 41’lerle büyük sarsıntılar yaşandı. AP bölündü ve
mâkus talih sürecine girdi. DP kuruldu. Merkez parçalandı. İktisadi
deprem, siyasi krizlerle derinleşti, depreşti ve şimdilerde iyiden
iyiye kronikleşti.
- Şimdi Türkiye Cumhuriyeti Devleti öyle bir hale
geldi ki;
- - Hak, adalet ve hukuk anlamını, mutlak etki ve
belirleyici gücünü yitirdi.
- - Elli yıldır hükümetlerin hâkimiyet (adaletle
yönetim) ilkesi eridi ve yok oldu.
- - Ülkemiz dâhili ve harici bedhahlar tarafından;
Resmi-gayri resmi, açık-gizli/örtülü;
- İktisadi, siyasi, sağlık, sosyal,
kültürel, Hasılı her yol ve yöntemle soyuluyor, sömürülüyor, vakıa
soygun ve vurgun günden güne büyüyor. Dahası ülkemizin değerleri,
eserleri ve son yıllarda her türden hayvanları kaçırılıyor. En az
insanlarımız, sevgili ve değerli halkımız kadar, Allah’ın bir lütuf
ve emaneti olan hayvanlarımızda baskı, tehdit, zülüm, işkence ve
tehlikeye maruz bulunmaktadır!
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
21 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
Mustafa Nevruz SINACI
|
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ |
- MİLLİ DEVLET VE MİLLİ EĞİTİM
- 2009 yılı “24 Kasım-Öğretmenler Günü” münasebetiyle
ele alınacak, işlenecek en önemli ve gerekli konusu; Bence, “milli
devlet ve milli eğitim”.
- Bu vesileyle, madden ve manen kendilerini kuşatan müzmin çile,
derin azap, yolsuzluk, yoksulluk, fak’r-u zaruret, sefalet ve
ıstırap sarmalında sürüklenircesine yaşam mücadelesi verirken; Diğer
taraftan da “Cumhuriyet’in ilmen, fennen, bedenen kuvvetli, namuskâr
ve dürüst, yüksek ahlâklı, zeki, faziletli, erdemli, seciyeli ve
seviyeli muhafızlarını, diğer bir deyişle “yurdu ve milleti özünden
çok seven kadim nesilleri”ni yetiştirmekteler!...
-
- BUNU “BÖYLECE” YAPANLARA, MİNNETTAR VE MÜTEŞEKKİRİZ!..
- Lâkin bu açılımların Türkçe ilim, aksiyon, “beka ve basiret”
değeri nedir?
- Tarih, diyalektik, etik, “TC dava ve misyon”u bağlamında bir
bakalım!..
- Türk eğitim ve öğretim (talim ve terbiye) sisteminin
temeli ‘milli devlet” esası üzerine kuruludur. Zira milli devlet,
milleti meydana getiren unsurların tam bir huzur, emniyet ve güven
içinde, geleceğe emin adımlarla yürüyebilecekleri tek ve yegâne
idari ve siyasi, medeni sistemdir.
- Eğer dikkat olunursa, günümüzde çok çeşitli etnik
kök, dil, kültür, din, mezhep ve inancı (çok dil’li ve çok kültürlü
kombinasyonları) toplulukları “imtizaçla” (karşılıklı saygı, barış,
demokrasi, uzlaşma kültürü ve anlayışla) bir arada tutan bütün
devletler; Üniter değil, aksine milli’dir.
- Özellikle ve bilhassa 1960’a kadar bu, “Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşlarının Türkçe düşünmesi, Türkçe konuşması ve
Türkçe yaşaması” amacına yönelik olmakla beraber; Ülkemizde mevcut
hiçbir “anadil”, “etnik kök” Müslim veya gayrimüslim hiçbir unsur
olumsuz istikamette etkilenmek istenmemiştir.
- Kaldı ki, 1926, 1927 yıllarında, Lozan Antlaşmasına
göre “azınlık” statüsünde olan gayrimüslimlerin bile; Lozan
Antlaşmasının sağladığı hak ve avantajlarından hür iradeleriyle
feragat ederek, sade ve sıradan Türk Vatandaşı olmaları, bu
siyasetteki isabeti, çok belirgin biçimde ortaya koymaktadır.
- GENEL OLARAK BİR BAKIŞ
- Atatürk ve Cumhuriyet, Türk Milletinin belki en çok ihtiyaç
duyduğu bir hususa çok büyük ölçüde önem verdi. “Eğitime..”
- Osmanlının daha çok aristokratik bir eğitim anlayışını
benimsemesi sonucu (bu, Osmanlının yaşadığı dönemin bir özelliği
olarak belki de), halkın büyük çoğunluğu eğitim imkânlarından
yararlanamadı. O dönem 19.yy’ın sonlarına kadar çoğunluğu İstanbul
ve Rumeli’de olmak üzere çok az sayıda ilköğretim düzeyinde okul
vardı.
- Özellikle Anadolu’da yaşayan halkın çoğunluğu okuma dahi
bilmiyordu.
- Bu da halka dayalı aydınlanma ve kalkınmanın gerçekleşmesini
engellemişti.
- Mustafa Kemal’in komutanlığında kazanılan Kurtuluş
Savaşı sonucu kurulan büyük TC, yaşamın hemen her alanında olduğu
gibi eğitim alanında da seferberlik ilan etti. Günümüzde pek de
itibar sahibi olmayan öğretmenlik mesleği, Cumhuriyetin ilk
yıllarında el üstünde tutulan çok muteber bir meslekti.
- ÖĞRETMENLİK MESLEĞİ
- Bu nedenle, Mustafa Kemal Atatürk, her vesileyle bu mesleğin
kutsallığından bahseder, bir milletin kalkınmasında en önemli rolü
öğretmenlerin oynadığına inanırdı.
- Cumhuriyetin ilk eğitim kurumlarından birisi 1926
yılında Atatürk’ün emriyle kurulan "Orta Muallim Mektebi’dir".
1926-27 öğretim yılında Konya’da eğitime başlayan Öğretmen Okul’u,
daha sonra Ankara’ya taşınarak “Gazi Orta Muallim Mektebi ve Terbiye
Enstitüsü” adını almıştır. Mimar Kemalettin Bey’in yaptığı bu
muhteşem binada 1929-30 öğretim yılında Ankara’da öğretime başlayan
mektep, sonraları “Gazi Eğitim Enstitüsü” adını almış ve 1982
yılında yapılan yüksek öğretimin düzenlemesiyle ilgili kanunla “Gazi
Üniversitesi” olmuş ve misyonunu bu onurlu isimle sürdürmeyi
başarabilmiştir.
- Dolayısıyla, Cumhuriyet döneminde
benimsenen ve uygulamaya konan eğitim felsefeleri, eğitim sistem ve
politikaları bütünüyle milli ve buna mümasil bir ilmi temel üzerine
inşa edilmiş, üstün insan (seviyeli ve seciyeli insan) yetişmesine
büyük katkıda bulunulmuş ve bu politika 1971’lere kadar korunarak
istikrarla sürdürülmüştür.
- Cumhuriyetin esas olarak
yetiştirmeyi hedeflediği insan tipi çağdaş, bilimsel, ilmi ve akılcı
düşünen, milli değerlere sadakat ve samimiyetle bağlı, namuslu,
dürüst, onurlu, sorumlu, çalışan, üreten, kendini geliştiren ve
gerçekleştiren ve kendine güven duyan, “vatan, millet ve birlik
(birlikte yaşama) sevgisi ile mücehhez bir insan tipidir.
- Bunu gerçekleştirebilmek için Atatürk harf inkılâbını
gerçekleştirmiş;
- Anadolu’nun hemen her yerinde
ilkokul ve ortaokullar açmış;
- Sadece azınlıkların veya belli bir
kesimin değil;
- Tüm Türk çocuklarının eğitim ve
öğretim görmesi için gerekli her tedbiri almıştı.
- KÖYLÜ MİLLETİN EFENDİSİ’DİR
- Özellikle, kalkınma hamlesine halkın
% 80’ninin yaşadığı köylerden itibaren başlamasını sağlayan ve bu
amaçla köy okullarını açtıran Atatürk, günümüzün köylü ve çiftçisini
hor gören popülist siyasetçilerinin aksine, bu ülkenin temelini ve
öz dokusunu oluşturan köylüsüne milletin efendisi tabirini layık
görmüştür.
- Sonuç olarak, Cumhuriyetin kuruluşundan 70’li
yıllara kadar Türk eğitim-öğretim sistemi, eğitim felsefesi ve
eğitim hareketleri ve gelişmeleri derinlemesine ele alınıp-incelenip
değerlendirildiğinde; zihinlerimizde büyük bir ufuk açacak kadar
önemli, özgün, bütün veçheleri ile milli ve dikkate değerdir.
- AÇILIM SÜRECİ IŞIĞINDA BAKIŞ
- Oysa günümüzde durum çok farklıdır.
Eğitim ve öğretim paralelliği terk edilmiştir. Bundan dolayı eğitim
kısırlaşmış, yozlaşmış ve milli mizansen üzerinde tartışma
yapılabilecek kadar, boynuz kulağı aşmıştır. Günümüz açılımları ve
işbu açılımlar çerçevesinde söz konusu edilenler bunun çok önemli
bir kanıtı ve göstergesidir.
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
22 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
Sakin KARAKAŞ |
Sakin KARAKAŞ HAYAT HİKAYESİ |
- STAJYER ÖĞRETMEN ADAYLARI OSMANCIK’A HAYRAN KALDILAR
- Geçtiğimiz Cumartesi günü Osmancık İlçe Milli Eğitim
Müdürlünce Aday Öğretmenlerin Osmancık’ı gezecekleri haberini aldım.
Her zaman olduğu gibi guruba mihmandarlık etmem istendi. Eşimin de
ev sahibi konumunda aday öğretmen olarak bulunduğu gurubun
gezdirilmesi için gelen bu teklifi severek kabul ettim.
- Osmancık İlçe Milli Eğitim
Müdürlüğünce stajyer öğretmenlerin yetiştirilmelerine yönelik temel
eğitim kursu çerçevesinde genç öğretmen adayları ile birlikte güzel
bir Aralık gününü değerlendirmeye çalıştık. Ağustos-Eylül ve Ekim
atamalarında Kargı ve Osmancık ilçelerinde göreve başlayan 20
öğretmen adayının katıldığı kurs sonunda Osmancık’ı gezdik. İlçe
Milli eğitim şube müdürlerin de iştirak ettiği program çerçevesinde
saat 13.00 de başlayan Osmancık çevre gezisini saat 16.30 da
tamamlayabildik. Genç öğretmen adaylarının gözlerindeki ışıltıdan
Osmancık’a hayran kaldıklarını gözlemledim.
- Yurdum dört bir yanından ilçeye
tayin olup gelen bu genç arkadaşlar zamanla böyle güzel bir yerde
görev yaptığımız için çok şanslıyız ve mutluyuz diyerek Osmancık’a
olan hayranlıklarını dile getirdiler. Program çerçevesinde
Osmancık’ın yöresel tatlarından ikramların sunulduğu öğretmen gurubu
ile öncelikle Koyunbaba türbesini ziyaret ettik. Burada Koyunbaba
hazretlerinin Osmancık’a geliş hikâyesini, II Beyazıt köprüsünün
yapımındaki etkisini ve menkıbelerini anlatım.
- Daha sonra kısa bir sahil turu
yaptık. Daha sonra tarihi köprünün özellikleri ve Osmanlı
dönemindeki önemini ölçülerini ve köprünün her iki yakasındaki
camilerin yapılış hikâyelerini anlatarak karşı kıyıya geçtik. Bu
arada köprüden Osmancık kalesinin muhteşem seyrinin insanı
büyülediğini dile getirdiler.
- Tarihi Kandiber kalesi, Tarihi ipek
yolundaki önemi ve gizli tünellerinin anlatımını yaptım. Bu arada
bol bol fotoğraf çektiren gençler bu güzel anları belgelediler.
- Bölgedeki en önemli erken Osmanlı
dönemi eseri olan Koca Mehmet Paşa (İmaret) camiini ziyaret ettik.
Namaz vakti olmasına rağmen cemaatin kolaylık göstermesi ve
anlayışlı davranmasını mükemmel bir davranış olarak
değerlendiriyorum. Bu davranış Osmancık insanının ne denli
konuksever olduğunun önemli bir belgesidir.
- İstanbul’un manevi fatihi olan
Akşemseddin hazretlerinin ilim tahsil ettiği ve müderrislik yaptığı
Akşemseddin medresesi ziyaret sonrası akşam saat 16.30 sularında
program sona erdi. Öğretmen adaylarının program sonrası Osmancık
öğretmen evinde gezi ile ilgili notlar tuttuklarını gözlemledim.
Ayrıca tarafıma konu ile ilgili sık sık sorular sorarak notlar
aldılar.
- Bu topraklarda doğup büyüdüm Bu
memleketin hemen her karesinde anılarım var. Yılların birikimi olan
bu anıları ve Osmancık tarihi ile ilgili önemli araştırmaları
hayatım boyunca not ettim. Bu iş benim için şereftir, onurdur. Özel
bir programın olmadığı sürece guruplara mihmandarlık işini zevkle
yapıyorum. Yeter ki ülkemin güzel insanları bu cennet vatan
köşesinin güzelliklerinden mahrum kalmasınlar. Ben gezmeyi sevdiğim
gibi gezdirmeyi ve rehberlik yapmayı seviyorum. Bu bir tutkudur. Bu
tutku sebebi ile ülkemin ellinin üzerindeki vilayetini gezdim.
Gezdiğim yerlerle ilgili üç binin üzerinde fotoğraf albümü
oluşturdum. Kırk beş saatin üzerinde de video kayıtları oluşturdum.
Özellikle ülkenin popüler olan turizm merkezlerine üç beş defa
gittiğim oldu.
- Bilgiyi paylaşmak kutsaldır. Ben bu
açıdan başta Osmancık’ın tarihi değerleri olmak üzere bilgiyi
paylaşmayı tercih ediyorum. Çünkü bilgi paylaştıkça güzelleşir ve
çoğalır.
- Osmancık turizm açısından gelecek
vaat ediyor. Özellikle Koyunbaba türbesinin inanç turizmine açılması
önemli. Bu bağlamda sivil toplum örgütlerine kamu ve özel
kuruluşlara önemli görevler düşüyor.
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
23 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
Selma GÜRSEL |
Selma GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ |
TEL KADAYIF BURMA
1 Kilogram tel kadayıf
1 kilo şeker
250 ceviz için
Bir su bardağı sıvı yağ
1 litre su
Nohut büyüklüğünde 1 adet limon tuzu.
Alınan tel kadayıf açılarak yarım saat kadar normal
havalandırılır. Ayıklanmış ceviz izi doğranır bir kaba alınır.
Kadayıfın döşeneceği tepsinin az bir yağ ile yağlanır. Kadayıf masa
üzerine açılır ve içerisine ceviz konularak sigara böreği gibi
sarılır. Tepsiye sıra ile düzülerek tepsi tamamlanınca üzerine yağ
ekilir ve kızdırılan fırında pişirilir.
Bir tencerede 1 litre su ile bir kilo şeker konularak
ateşin üzerinde karıştırılarak şeker eritilir. Kaynayan şeker
şurubunun içine limon tuzu atılır bir taşım kaynatılır tencere bir
kenara alınır.
Kızartılan kadayıf sıcak ise soğutulmuş şeker şerbeti
ekilir. Kızartılan kadayıf soğuk ise kaynatılmış şeker şerbet olarak
ekilir.
|
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
24 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
Üzeyir Lokman ÇAYCI |
Üzeyir Lokman ÇAYCI HAYAT HİKAYESİ |
-
GEÇTİKÇE BAHARLARIN KIYISINDAN…
- Biri karanlıkta çıplak, diğeri gece
yarısında yorgun…
- Bir başkasının babasının babası
benzerdi oğlunun oğluna.
- Kırardı testiyi, sonra ağlardı.
- Değirmenci öğüttükçe zamanı, buğday
un, un da ekmek olurdu.
-
- Rüzgâr kuş sesi gibi pencere
aralığındaydı.
- Seçilmiş renklere rağmen her şey
simsiyahtı.
- Fark edilmiyordu ilkbaharlar.
- Kedi gözleri sürüklenip gidiyordu
Paris sokaklarından.
- Uzaklarda merdivenler yukarı
çıkarıyordu ak saçlıları.
- Yakınlarda merdivenler derinliğine
indiriyordu yırtılmış yamaçları.
- Soğukluktan yüzleri eskimişti
insanların.
- Onlar önceden biliyorlardı
“gölgelerin utanmadıklarını...”
- Yarın yine aydınlıklar yüreklerinden
vurulacaklardı!
- Çığlıklar kaplayacaktı ortalığı.
- Gülleri fark ettirmeyecekti acılar.
- Pencere önlerini saracaktı korku
duvarları.
- Oldukça zor açılacaktı kapılar.
-
- Paylaşılmayan pırıl pırıl gökyüzü,
- Denizleri okşayan martılar yırtılmış
resimlerle düşecekti ayak altlarına.
- Biri karanlıkta çıplak, diğeri gece
yarısında yorgun.
- Bir başkasının babasının babası,
benzerdi oğlunun oğluna.
- Kırardı testiyi, sonra ağlardı.
- Değirmenci öğüttükçe zamanı, buğday
un, un da ekmek olurdu.
-
- Rüzgâr kuş sesi gibi pencere
aralığındaydı.
- Seçilmiş renklere rağmen her şey
simsiyahtı.
- Fark edilmiyordu ilkbaharlar.
- Yarın yine aydınlıklar yüreklerinden
vurulacaklardı!
- Çığlıklar kaplayacaktı ortalığı.
- Gülleri fark ettirmeyecekti acılar…
- Paris, 31.05.2003
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
25 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
|
Üzeyir Lokman ÇAYCI |
Üzeyir Lokman ÇAYCI HAYAT HİKAYESİ |
DESENLER |
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
|
|
|
FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
|
|
|
|
|
Hazırlayan
Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi corumlu2000@gmail.com |
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
|
Hukuka, Yasalara,
Telif ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir. |
Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL
adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM |
|
16. SAYI FİKİR DERGİSİ 01/01/2010 |