SANAL OLMAYAN ;
 "FİKRİ HÜR, VİCDANI HÜR"
YAZARLAR TOPLULUĞUNA   HOŞ GELDİNİZ !
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

 

SAYI 13 01/10/2009

İÇİNDEKİLER
Ahmet CANBABA AĞIR UYKU
Ahmet CANBABA BOYNU BÜKÜK YALNIZLIK 
Ahmet CANBABA BİR YUDUM ŞARAP
Ahmet CANBABA MEMLEKET DİLENCİSİ

Atilla ALPAY OSMANLI CAMİLERİ
Atilla ALPAY OSMANLI SERGİSİ

İsa KAYACAN İSA KAYACAN'IN BURDUR'U, BURDUR'UN İSA KAYACAN'I İÇİN (Burdur çıkışlı) YAZILANLARDAN

Mahmut Selim GÜRSEL KUTLAMA
Mahmut Selim GÜRSEL TURKEY DEĞİL TÜRKİYE
Mahmut Selim GÜRSEL GEÇEN YIL
Mahmut Selim GÜRSEL YAZMAK MI YAZMAMAK MI?
Mahmut Selim GÜRSEL GECİKTİ İSEK AF OLA
Mahmut Selim GÜRSEL YAZ KLAVYEN İLE

Mustafa Nevruz SINACI AÇILIMLAR VE MİLLİ KARDEŞLİK PROJESİ
Mustafa Nevruz SINACI DOMUZ GARİBİ FENA VURDU
Mustafa Nevruz SINACI ATAA’DAN KARŞI ATAK
Mustafa Nevruz SINACI TARİH KOMİSYONU
Mustafa Nevruz SINACI MİLLİ DAVA (!) KIBRIS
Mustafa Nevruz SINACI MİLLİ DAVA DÜŞMANLIĞI
Mustafa Nevruz SINACI SON BAŞVEKİL
Mustafa Nevruz SINACI HAYASIZCA BİR RİYÂKÂRLIK
Mustafa Nevruz SINACI VATANDAŞ HÜSNÜ BEY’DEN BAŞ-BAKAN’A MEKTUP

Sakin KARAKAŞ EVVEL ZAMAN İÇİNDE BİR KIZILIRMAK VARMIŞ!

Selma GÜRSEL YUFKA BÖREĞİ

Üzeyir Lokman ÇAYCI UNUTMA
 
Çalışma TELİF ESERİDİR izin almadan kullanmayınız!
Hazırlayan Mahmut Selim GÜRSEL
corumlu2000@gmail.com
Sitemiz ve yazarlarımız;hukuka, yasalara, telif haklarına ve kişilik haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir.

 01

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

KİTAP ismi  Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Ahmet CANBABA

Ahmet CANBABA HAYAT HİKAYESİ

AĞIR UYKU
Issız  caddelerin  loş ışıklarında  yürüyen bir çift ayak sesinin yankılarıydı duyulan. Sekiz saatlik çalışmanın verdiği  yorgunluk ve uykusuzluk sürükleniyordu gecenin sessizliğindeki kaldırımlarda. Bir vardiya dönüşünde eve  çabuk gitmenin telaşını taşıyordu  atılan adımlar. İnsan ömründen sanki  bir güne karşı iki günlük  tüketilen bir gündü vardiyada çalışmak.
Can işveren pozisyonundaydı ama işçiler  temsilci seçmişlerdi kendisini fabrikada. Gazın, tozun, dumanın içersinde çalışmak kolay değildi.
Gecenin saat birinde, hani ne derler ‘in cin top oynuyor’ öyle bir şeydi,  Can'ın evine döndüğü zamanki gecenin anımsattığı. Vardiya tutsaklığından kurtulup, uykuya susamış gözlerini zar zor açarak ve bir sarhoş gibi yalpalayarak ilerliyordu Can evine. 'Uykusuzluğun ne demek olduğunu gelsinler de bana sorsunlar' dedi içinden.
‘Bu vardiyalı çalışmalarda yatma, kalkma zamanına çok dikkat edeceksin. Gece işe gideceğin zaman gündüz uykunu çok iyi alacaksın.’ Hele bir keresinde  gezer köprü vincin üzerinden az kalsın sıcak curuf  çukurlarının üzerine düşecekti. Yürüme yolundaki korkuluk zincirlerine zor tutundu. İlk defa ölümü bu kadar yakın hissetmişti kendine.
Vardiya otobüsünün tor tor  sesleri gecenin sessizliğini yırtarak kulaklarına kadar geliyordu hala. Biran evinin önünde buldu kendini. Evinin önüne kadar nasıl geldiğinin kendide farkına varamadı. Her zamanki vardiya dönüşünden farkı yoktu bu günkü  evine gelişinin.  Sokak kapısı  her zaman açıktı. ‘Kimsecikler uyanmasın’ diye  ayaklarının ucuna basarak  çıktı  basamakları. Üçüncü kata geldiğinde sönen otomat ışıklarına bir daha bastı, cebinden anahtarı çıkardı, anahtar deliğine soktu ama anahtar sağa sola dönmüyordu. Anahtarı  çıkardı, tekrar  tekrar  denedi  olmuyor, olmuyordu. Önce kesik kesik   sonrada sürekli olarak bir hayli zili çaldı.
Açan olmuyordu. Vardiya otobüsünden indiği zamanki uyku mahmurluğu kalmamıştı üzerinde. Yerini tarif edilmez bir heyecana bırakmıştı. Bin bir türlü vesvese geçiyordu aklından. Eşi ‘zehirlenmiş,  herhangi bir ‘hastanede yatıyor’ olabilir miydi? Kafasında böyle düşünceler varken  terasa çıktı.
Binanın en üst katında çatı yoktu.  Üst kattaki iki dairenin üzeri beton terastı. Evinin ön kısmı sokağa, arka kısmı bahçeye bakıyordu.
Bahçe kısmına bakan yatak odasının kapısını sessizce dinledi. Üç yaşındaki kızının ağlama sesini duydu. Biraz rahatlamıştı. Önceki saydıklarının hiç biri olmamıştı. Çocuğunun sürekli ağlamasına eşinden hiçbir müdahale yoktu ‘demek ki uyuyordu’ eşi. ‘Olur ya, insanlık hali, çocuğunun ağıtını duymayacak kadar yorulmuş, uykusuz kalmış’ olabilirdi. Yatak odası bir balkona açılıyordu. Teras üstündeki  inşaat sırıklarından cama vursa eşi duyardı herhalde. Onun için bir sırık aldı, cam kırılır düşüncesiyle önce hafif hafif vurdu ama ne gezer!  kırılırcasına vurdu.  ‘Kırılırsa kırılsın’dı. Ama ne cam kırıldı ne de eşini uyandırabildi.     
Camdan gelen gürültüden  ağlayan kızının bir iki dakika sesi kesiliyor,  kızı sonra gene ağlamaya başlıyordu. Birkaç kez kalasla vurmayı denedi ama bir sonuç alamamıştı. Gene Can terastan bulduğu birkaç tane boş yağ tenekelerini balkonun betonuna attı.  Çıkan gürültü dahi eşini uyandırmaya yetmemişti. Saat  gecenin birinden üçüne kadar uğraştı. Gecenin o sessiz karanlığında  çevredeki  binalardan uyananları  gördüğü zaman;  Can,  hiçbir şey yokmuş gibi gürültü yapmayı durduruyor, üç beş dakika sonra tekrar başlıyordu.
Can çaresiz alt kattaki komşuları  tapu sicil muhafızı İsmail Hakkı  beyi ‘uyandırmayı’ düşündü. Belki onun eşinin bir bilgisi olabilirdi, nihayet komşuydular.  Ev hanımı olarak birbiriyle gündüz görüşmüş olabilirdi. Bir iki kez komşusunun zilini çalan Can Bey  Hakkı Beyin kapıyı açmasıyla durumu ona anlatır. Hakkı Bey:
-Emin misin, kapı  açılmıyor mu?  Şimdi o zaman eşin anahtarı kapının üzerinde bıraktı galiba” dedikten sonra:
-Gel beraber bir deneyelim” deyip, Can Beyin kapısının önüne varırlar. Hakkı Bey anahtarı sokup çevrilmediğini görünce  tekrar tekrar birkaç kez denerler:
-Yok açıldı, açılacak şöyle yapalım" diye  konuşurlarken  kapı tıkırtısına ve konuşmalara  içerden:
-Kim o, kim var gecenin bu saatinde kapıda?” diye  bir ses gelir. Can ve İsmail Hakkı Bey:
-Biziz  açar mısın kapıyı?" derler ve kapı açıldığında  Can eşine saatin kaç olduğunu sorar:
-Bak dörde geliyor, ben saat birden beri seni uyandırmak için uğraşıyorum” der, eşine karşı kızgınlığını yatıştıran İsmail Hakkı Beyle gece yarısı bir kahve içerek sinirlerini yatıştırırlar.
Can eşinin uyuyakalmasına ilk defa tanık olmuştur. Bu kadar ağır uykudan sonra  Can'ın eşi, bir daha kapının üzerinde anahtar bırakmamaya 'tövbe' eder.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 02

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Ahmet CANBABA

Ahmet CANBABA HAYAT HİKAYESİ

BOYNU  BÜKÜK  YALNIZLIK 
 
Dişleri  çürümüş  bir  ağız  gibi
Ahşap evler  birbirine  yaslanmış.
Sararmış,  rengini  atmış  duvarlar
Hayat yokmuş  gibi  yaşama  durmuş.
Tarih  bugün isyan  eder  belki de
Böyle yasak savar  konuşmaların
Tavan arası  yalnızlığında.  
Dar ve  küçük  pencerenin  perdesinde
Ve loş odada  titriyordu mum ışığı.
Tavan  arası,  günahlarında  susan
Ve kasveti  dağıtan sığınağıydı aşkının.
Bir enkazı  gezer  gibiydi  geçmişi
Sessiz eşyalar içine  yığılıp
Küfünü dağıtıyorken  kapalı  odanın.
Rum  aksanı ile
Türkçe  konuşuyordu.
Kaçırıyorken  bakışlarını
Alay eden  bir  insanın  yüzüydü  yüzü.
Sevdasıyla  birlikte
Mahsur kalmış
Sıkışıp cendereye.
Alevden  bir  dil  gibi 
Kapıdan  sızan  ışık.
Tavan  arasının  ışıklı  gözünden
Perde hafifçe  kımıldar  rüzgar  girip.
Müphem  hayaline
Yalnızlık hükmü  verir 
Büyük pişmanlıklarla dolu  yaşam.
Gözleri    kapalı  gider  iç güdüyle.
Kimi zaman deli bir keşiş gibi
Şeytanla dost olur,
Kim zaman  hapseder
Kendini bir manastıra.
Keyfinin sisli bulvarlarında
Öfke ve kuşku kırıntılarının 
Bulutları içinde yüzüyorken,
İçinde tuttuğu bir soluk gibi
Boşaltıverir bir nefes verip aşkını.
Havasız kuytu  köşelerine evin
Kadınca bir  parfüm  yayılır,
Kadınca  bir  tutukluk  yapar  elleri.
Yamalı  bir  sevginin  üstüne
Biraz tuzu eksik  olsa da 
Fark etmez,
Aşkın tadına  hasretlik kattı mı
Tadına hele sırılsıklam  eylül....
Hoyrat ellere  vermeye  kıyılmazsın  
kuru bir  ses,  kuru  bir  nefes  olsan da
Süzüp   eleştiren  bakışların, 
İtaatkar bir  öğrenci  gibi 
Battal  bir  masanın, 
Battal  bir  iskemlesinde
Pencere önünde   oturup
Kucaklaşmış gibi  çiçeklerle
Yüzleşir suskunluğunda  tenin.
Yüzündeki  sert  hatlar  derinleşir  sessice
Meşakkatli günlere  kalır  artan ömrün
Ve ustalıkla  sıyrılır aşkların  suçundan.
Kuvvetli  bir  esans ve  pudra  kokusu
Çekmeden  yaşamı  iki  nefes,
Bunaltır doldururken    genzini.
Sevişmeden  önce  zil  zurna
Aşkta mekan   tasvirlerine dalar  gözlerin.
Ve sonra
Frapanca giyinip
Çıkarken dışarıya,
Yasak öpüşlerde
Gizemli neler  döllerdin aşkına.
Telaşlı elbisen
Ve kır çiçekleri telaşlı üzerinde
Ve  kıvrımlarında  desenler
Ve  adım  atışlar  telaşlı. 
Bir bıçkın delikanlıyla   aşkının
Etrafına saçıp  düşlerini,
Düz ökçeli rüküş  ayakkabınla
Tezat  bir  yürüyüşündü
Bozuk  kaldırımlarında  sokağın.
Gözü  bozuk  bakışlardı  çevrende 
İçinde  bir  heyecan yaratan.
Parça  bölük,  yarım  yamalak
Çarpa çarpa  geliyorken
Gece karanlığında   birkaç  çift  ayak  sesi,
Her şey  susmuş  yüreğindeki  pansiyonda
Hayat durmuş  gibi   
Şehrin sokakların da.
Bir  kat  daha  yabancı  şimdi
Tozlu aşk  sayfalarında
Yalnız bırakılmış  cesaretler.
Bir bakış,  bir  ürperti
Kenar mahallelerinde şehrin
Ve yalnız  bırakılmış
Yüreğinin istasyonlarında.
Bir enkazı  terk edip
Eski  bir elbise gibi  üstünden
Çıkarınca aşkını,
Koskoca bir  hiç  kaldı geriye
Koskoca  boynu  bükük
Bir  yalnızlık.
    7-5-2008 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 03

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Ahmet CANBABA

Ahmet CANBABA HAYAT HİKAYESİ

BİR  YUDUM  ŞARAP
 
Ankara’da,
Esen parkta 
Bir ayaküstü  meyhanesi.  
İş bitimi insanlar uğrar
Ağız  tadına  eşlik  edecek  bir  dost
Ve bir  şişe  şarap  arardı.
 
Şiirlerini meze  yapardı  şairler
Ve şarabı baştan çıkarırlardı
Sevda türküleri  yakarak.
Kimi  yerde
Sarhoş  beyitler
Can yeleklerini   giyer 
Düşerdi dudaklardan  ölüme.
 
İçtikçe kanıksanırdı  dertler,
Karanfiller kan  ağlardı
Yedi veren  güllerle.
Ankara’da,
Esen parkta
Bir ayaküstü  meyhanesinde
Şarap renginde 
Nehirler boşalıyor
Fıçılara.
Fıçılar doluyor.  
Fıçılar ki
Mahzenlere  tutsak.
Fıçılar ki ,
Bir  yeni  gecede 
Dudak öpecek 
Kadehlerde uyandırıyordu
Aşkları.
 
Şimdi şarap tadında  her şey.
Bağ bozumunda 
Hasat  edildi  yüreği  toprağın.
Bir gün batımına  uğurlandı
Şarap rengi ufuk
Ve çakırkeyif bulutlar.
Ankara’da,
Esen parkta
Bir ayak üstü  meyhanesinde
Şarap rengi
Yalanlar yağar.
Avcı hikayeleri anlatılır1
Duvarlara sinerken  suretler
Mum ışığında. 
Pasif  direnişinde  aklın, 
Bir afyon  vurgunu  yerken    beyin
“Şarabı  benden  çok  sevme”  deyiverir  bir  güzel.
Oysa  aşk  deplasmanda.
Sen  şimdi şaraplasın
Acıyan yanın  ayık
Olmaza girmiş  düş uyanıp 
İçinde örseler  önce  yaşamını
Bir yudum  şarabın  tadına  varır
Tahammülsüz  telaş içindeki  yaşamında
Unutur  dertlerini,
Gerçeğe
Bir yudum  şarap  uyarır,
Bir yudum  şarap.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 04

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Ahmet CANBABA

Ahmet CANBABA HAYAT HİKAYESİ

MEMLEKET  DİLENCİSİ
 
Üç kişiydiler.
Daha  düne kadar
yürek yangınları  vardı.
Oysa  şimdi  mühür  gözleri suskun.
Annelerine sarılmış iki çocuk
Ağlamakta    
Bankta.
 
Üç kişiydiler.
Dertleri üç kat daha fazla.
Sümüğünü çekiyor birisi,
Yanakları  kızarmış birinin
Ayazla.
 
Üç kişiydiler
Iraktan  kaçıp gelen.
Mülteciydiler.
Babasız iki çocuk,
Kocasız  anne.
Ekmeksiz,  aşsız
Çaresiz.
Memleket  dileniyorlardı
Memleket
Savaşsız.

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 05

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Atilla ALPAY
Atilla ALPAY HAYAT HİKAYESİ
OSMANLI CAMİLERİ
Büyük Osmanlı Devleti  yani Devleti Ali-i Osmani  ve onun sahip  olduğu   büyük Osmanlı  medeniyeti hala  bu aziz milletin evlatlarına  yeterince  anlatılamamıştır. Eğitim ve öğretim müfredatlarında ise siyasi  ve harp tarihi yer almakta  bunun  haricindeki diğer konulara ise  hiç değinilmemektedir. Oysa ki Devleti Ali’nin hüküm  sürdüğü  yeryüzünün  aydınlanma  çağları hiçte  azımsanmayacak  kadar büyük bir zaman dilimini  ve ona ait de  muhteşem bir coğrafyayı  kaplar.
Osmanlı Bilim ve teknoloji tarihi, Tıp ve mimarlık tarihi, giyim kuşam,döküm ve silah sanatı,musiki  tarihi,adabı muaşeret, mutfak sanatı  gibi  insanlık ve medeniyet  göstergesi olan bir çok  bilim ve  sanat   dalı  hala  önemsenmemekte  ve  bilhassa gençlerimize hiçbir zaman ve hiç bir yerde öğretilmemektedir.
Cumhuriyet tarihçileri Osmanlıdan bahsetmemekte, Osmanlı  tarihçileri  ise   Cumhuriyete  değinmemekte ısrar ederken yukarıda  saydığımız  dev  bilim  dalları ise  unutulup gitmektedir. Mesela içinde  bulunduğumuz yıl Devlet’i Ali’nin  yani Osmanlı  Devletinin  710. Kuruluş yılıdır. Diğer senelerde  olduğu gibi  bu yılda  bu önemli tarih kimsenin  umurunda  olmamıştır. Her türlü kültürel  hadiseye duyarlı olan   devlet ve gelip  geçen hükümetler bu olayı  her yıl nedense  “es” geçmektedirler.
Ömrümüzün Otuz beş yılını  Osmanlı mimarlık ve sanat tarihine  vermiş bir  fakir olarak iddia  ediyorum ki  muhteşem Osmanlı  medeniyetinin  bir benzeri yeryüzüne  daha  gelmemiştir ve bir daha da  gelmeyecektir. Teknoloji  ve fen  ne kadar ilerlerse ilerlesin  onların  yakaladığı  yüksek kültür  ve medeniyet  seviyesine  erişmek asla mümkün  olmayacaktır.
Osmanlı  Medeniyeti tarihinin siyaseti bile tartışmalara açıktır. Bilim ve teknoloji tarihine  bilhassa yabancılar  çok meraklıdır. Mimarlık tarihi  ve eğitimi ülkemizde  genellikle masonların ,ateistlerin ve batı medeniyeti tarihçilerinin elindedir.Osmanlı ve Selçuklu medeniyetine  arkeoloji kürsüleri  ve eski çağ tarihleri  kadar  bile  önem verilmez. Mesela  ilahiyat fakültelerinde  bile bu ders yani Türk İslam Sanatı  Tarihi  yarım sömestrilik-keyfekeder- bir ders olup  hiç de ehemmiyet kesbetmez. İlgili öğretim elemanı bulunamadığı  içinde  başka branşlardan  meraklı eğiticiler atanır.
Oysa ki  -mesela bir mimarlık tarihi, bir Hatt  sanatı, bir musiki  tarihi vb.gibi-bunların  üzerinde yapılacak çalışmalar bir  insan ömrüne   bile sığmayacak kadar derin ve engindir. Onlar; incelendikçe  hayret verici  güzelliğini  çok uzun  zamanlar içinde  ancak anlayabildiğimiz  teknik  sırlara da vakıftır.Bunların  binde biri bile  hala çözülememiştir.Bugünkü  teknik imkanlarla  ortaya  koyduğumuz ve adına “modern” dediğimiz her şey  Osmanlı eserleri ve  medeniyeti yanında  nispetsiz, zevksiz, faydasız,dayanıksız ve sağlıksızdır.Bunu zaman-zaman  meydana gelen depremler ispatlamakta  bilgisayarlarla  yapılan  hesaplarla  inşa   edilen yapılar  en ufak bir sarsıntıda yerlere  serilmekte, inşa edenler hapse  atılmaktadır.
Bu iddiamızı  ispatlamak için ve  bir yerden  başlamak  gerekirse  camiiler  haftası dolayısıyla “ Osmanlı  camilerini”yani ecdat  yadigarlarını, İslam coğrafyasının mühürlerini  ve yeryüzü   mimarlık ve mühendislik tarihinin  en muhteşem yapılarını ele almak anlamak ve anlatmak  yeterli  olacaktır kanaatindeyim.
Osmanlı  Camileri , külliyeleri  hatta  Selatin  camileri zamanının  birer  dini ve insani yapılar topluluğu  olup ; böyle bir  anlayışa ve yapılaşmaya başka  hiçbir medeniyette  rastlanmaz.Mesela bir Süleymaniye  külliyesi  hem ahirete hem de bu dünyaya  matuf  tüm hizmetleri ihtiva ederek  mü’minlerin hizmetine sunar. Doğumevinden kütüphanesine, aş evinden kuş evlerine, ana  okullarından  yanındaki  üniversiteye  kadar  hayatın  her anına  damgasını  vurmuş büyük  ve asil  bir düşüncenin eseridir. Ortada  muhteşem bir camii, yanında sebilleri, şadırvanı,bahçesinde türbeleri,haziresinde muhteşem  mezartaşları ve biraz ilerde  külliyenin çok dışında  vakıf evleri ve dükkanları ile   kıyamete kadar duracak , kendini besleyecek maddi  ve manevi  kaynaklara  sahip  muazzam bir mekanizmadır.İçtimai analizleri bir  kenara  bırakacak olursak teknik olarak da  bu günkü imkanlarla  artık bunların yapılması  değil projelendirilmesi bile mümkün  değildir. Artık ne Osmanlının o büyük  mimarları ne onları  yetiştirecek  Hassa mimarlar  ocağı, ne  sanatkarlarına  sahip  çıkacak bir ehli Hiref Teşkilatı, ne o yapı malzemeleri ve ne de  o  sabır, iman ,ihlas  takva mevcuttur.Bilhassa  son yıllarda  yapılan  pek çoğu bu gözle bakılınca  birer  zevksizlik  abidesidir. Dikkatli yapılanlar ise Osmanlının bire bir  kopyasıdır. Veya bunları başaramayanlar ise çok modern teknik ve yollar  deneyerek o ruhani ve mana  çizgisinden uzaklaşmış bulunmaktadırlar.
Bunlar  hamaset veya duygusalık değildir. Teknik ve proje üstünlüğünün, zamanının   ilim ve fenninin neticeleridir. Mantık,matematik,geometri,fonksiyon ve estetiğin tezahürüdür. İnsanı  kainatın merkezine  koymanın , dünya  ve  ahiret  dengesinin  sağlamanın en büyük göstergesidir.
Yapılan  bütün camiiler  zaman içinde gittikçe  gelişen  büyüklük, proje, nüfus ,iklim ve ihtiyaçlara  göre  şekillense de   yüzyıllar içindeki  disiplinleri, tarzları, yapı malzemeleri, planları, mühendislikleri ve mimarileri  asla  bozulmadığı  gibi  Osmanlı coğrafyasının   dört bir köşesindeki  yapılar da birbiri ile  alakasız ,bağlantısız ve ilgisiz değildir. Sanki  büyük bir el tüm Osmanlı  coğrafyasını  nakış nakış ve çok bilinçi bir şekilde  işlemiş, hatta onları  işleyenleri yönetmiş, bütün sanatkar mühendis ve  mimarlar da   bu büyük emre uyarak  muhteşem bir medeniyet ortaya koymuşlardır.
Yirmi birinci yüzyılda bu kadar malzeme  çeşidi, elektronik  araç, teknik imkan ,enerji ve makine gücü ile yapılanlar Osmanlı  eserleri ile karşılaştırılınca  çok ehemmiyetsiz kalırlar. Elektriğin olmadığı, mermerin, taşların ve kayaların el ile  yontulduğu,hatta vinçlerin bulunmadığı,dev hafriyatların ve kazı işlerinin  el ile  yapıldığı da  göz önüne  alındığında Osmanlı eserlerininin ihtişamı ve sihri  biraz daha  ortaya çıkmaya başlar.Bir selatin camiinin minarelerinin  yüksekliği 65 -70 metredir. On beş metre temeli  vardır. Zemin sularının drenajında  dört yüz işçi çalışmakta, caminin  suları kırk km uzaktan getirilmektedir. Yedi bin işçi ve usta son derece uyumlu ve düzenli bir şekilde işbirliği yapmaktadır. Her şey insan ve kas gücüyledir. Ortada makine  ve motor, kule vinçler vs.ler yoktur.Sondaj makinaları, dozerler,kepçeler,vinçler ve çelik iskeleler  bulunmamaktadır. Demir  donatı kullanılmadan  temeller atılmakta, deniz üzerindeki camilere ve  köprülere fore kazıklar  çakılmaktadır. Bir önyargı ile  baksanız dahi  hiçbir yerinde  en ufak bir kusur bile göremeyeceğiniz  bu yapılar  günümüze göre çok da  çabuk yapılmışlar ve çok hızlı bitirilmişlerdir. Bir Kocatepe caminin  bilgisayarla  yapılar projelere  göre  hazırlanan kubbesi  iki kere çökmüştür ve inşası  onbeş yıl sürmüştür.   O zaman zarfında  üç tane Süleymaniye camii  değil  külliyesi  yapılabilirdi. Ve o mühendis ve mimarlar topluluğuna on beş yıl süre verilse dokuz külliye  daha ortaya koyabilirlerdi. Hele hele bugünkü  teknik imkanları da  olsa  neler yapabileceklerini  tahmin bile edemiyorum.
Günümüzde nano teknoloji  diye  geliştirilen bir konu Osmanlı  hattatları, tezhip ve  minyatür ustaları ve sanatkarları tarafından yüzlerce yıldır bilinmekte ve  kullanılmaktaydı. Teknik kayıtlarda  bir inşaat ölçüsü olarak  geçen “Tar-ı  Ankebut” yani örümcek ağı ölçüsü  mm nin milyarda biriydi ve dev yapılarda  kullanılmıştı. Yine minyatür ve tezhiplerde kullanılan fırçalar insan saçı ve kirpiği kullanılarak  yapılmıştır.
Hemen tüm külliyelerde  hem dahilde  hem de son cemaat  yerlerinde  kullanılan gergi  demirleri denilen  inşaat unsurları her yapıda standart 5 cmdi. 14.yüzyılda hesaplanan bu ölçüyü bugünkü bilgisayarlı inşaat  uzmanları 4 cm bulmuşlardır.Önce bunu hata  zannetilerse de   Sinan’ ın  bu  ölçüyü yapıları  on üzerindeki bir depremden  kurtarmak maksadı ile belirlediğini  geç de olsa  anlamışlardır. Günümüzde bütün yapılar on katsayısı depremine  göre hesaplanmaktadır. Onun üzerine  çıkabilecek bir afeti  kabul  etmek istemezler. Ama bu tabii  afetin  katsayısı mı olur diye düşünmekten de  aciz kalmaktadırlar.
Yapı teknikleri bilhassa  depreme dayanıklılık açısından son yıllardaki  Japon teknolojisinin  bir benzeridir. Çelik kenet ,agraf ve geçmelerden oluşan  inşaat detayları  vardır. Bu itibarla  hiç birisi  depremler geçirdiği  halde  yıkılıp dağılmamış ve yok olmamıştır. Bunun  ispatı ile  ortadadır. İsteyen bu yapıları  gidip inceleyebilir.
Yine  en önemli hususlardan  birisi de Osmanlı camilerinin  kubbe çaplarındaki farklardır. Selimiye ve Süleymaniyenin dev kubbeleri birer küre  kesmesi  olmadığı  gibi  iki ucu  uzayda kesiştiği varsayılan  birer  elipsoid  veya paraboloiddir.Kararlı denge  durumunun  sınırındaki  kubbe  türü budur.Arap ,Avrupa ve Ortodoks kubbeleri  , eski Orta Doğunun,  Mısır ve Hindistanın  soğan kubbeleri yapımı en kolay kubbeler olup  en kararlı  denge   durumundaki kubbelerdir. Oysa Osmanlı kubbeleri  sınırda inşa edilmişlerdir. Her iki denge  durumunun da   tam ortasında  bir mucize  sergilerler. Yani bir adım ötesi uçurum  yani  çökme  durumu  olup, yüzlerce yıldır  üzerlerindeki  tonlarca kurşunla  nasıl  durdukları da ayrıca  hayreti mucip olmaktadır. Çaplarındaki  farklılığı  bilerek uygulayan  Mimar  Sinanın  bu sırrını  kimse  henüz çözememiştir. Bu sır birde Ayasofya da vardır. Ama o yapının kubbesi deprem etkileri ile yırtılmış ve mecburen çaplarında 130 cm lik bir fark meydana  gelmiştir. Bunu  önlemek ancak  dört minare ile başarılabilmiştir. Tahminimize göre  depremi  önlemek,yer kabuğu hareketlerini  tolere  etmek, nisbetleri  yakalamak veya  başka bir hesaplama sisteminin gereğini yerine getirmek  amacını  gütmektedir.Bu dört işlem haricindeki  yeni bir hesaplama aritmetik   sistemi  demektir. Yeryüzü uygarlığı onlu ve altmışlı iki  sistem üzerine kur uludur. Birisi  en-boy- yükseklik olarak on’un katları  şeklinde büyür veya küçülür .Diğeri  de dördüncü boyut zamandır .O da altmışlı sistem olarak  hesaplanır.Mimar Sinan  bunlarında  da üzerinde  yeni bir  sistem geliştirmiş olabilir. Yoksa mevcut bilgilerimizle bunları kavramaya imkan yoktur.
Teknik yönlerinden  başka Osmanlı camiilerinin  bedii, içtimai, dini ,milli,harsi(kültürel) cephelerini anlatmaya  ne bu satırlar  nede ömrümüz yetmez.Ama hayretimizi mucib olan nokta  bütün bunları  araştırmaya ve öğrenmeye  neden kimse yanaşmamaktadır.Ecdat  yadigari  bu yapıları  bize yabancı uzmanlar mı tanıtmalıdır.
Vakit geç olmadan bunların dilini  anlayan,teknik ayrıntılarını çözen,  onlardaki sırlara vakıf olan  yeni “Sinan’lar ve Yeni Osmanlılar” yetiştirmeliyiz.
Bu gibi konular müfredatlara,eğitim programlarına,derslere  gençlerimizin gönüllerine, dimağlarına hatta ruhlarına  yerleştirilmedikçe atalarımızın nadide eserlerini  turist rehberlerinden öğrenmeye  mecbur kalacağız.
Bugünkü  durum bundan  ibarettir vesselam…
Dularımızla…

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 06

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Atilla ALPAY
Atilla ALPAY HAYAT HİKAYESİ
OSMANLI  SERGİSİ  AÇILDI
Camiiler  Haftası dolayısıyla  ilimiz Ulu camiinin  bahçesinde  Osmanlı  dönemi   sanat eserlerini  gösteren bir sergi  açıtım. Tarafımdan hazırlanan; toplam yirmi iki adet büyük boy panodan oluşan ve yurdumuz coğrafyasının muhtelif yerlerindeki Osmanlı döneminde yapılmış  sanat eserlerinin  resimlerle anlatıldığı  sergimin  açılışını  il  müftüsü  Ahmet Çelik yaptı.
Camiiler başta olmak üzere, saraylar, tarihi evler, hat ve  tezhip sanatı örnekleri  ile mimarlık  tarihi  eserlerinin yer aldığı renkli fotoğraf ve grafik efektlerle  Osmanlı  döneminin  ihtişamının ve öneminin vurgulandığı  serginin açılışında  konuşan İl Müftüsü  Ahmet Çelik  şunları söyledi:
“Bugün burada camiler haftası münasebetiyle hazırlanmış muhteşem bir sergiyi izliyoruz. Gördüğümüz resimler, fotoğraflar ve çizimler gerçekten itina ile hazırlanmış. Bu resimlere bakarak altı yüz yıllık şanlı geçmişimizi görmemeye gelmek hakikaten imkansız. Ecdadımız diğer ülkeler gibi olmayıp dünyaya medeniyet armağan etmiş bir devlettir. Bu itibarla adı imparatorluk değil büyük Osmanlı devletiydi. Tüm hizmetler ve yapılan işler millete armağan edilmiş ve bu da vakıflar aracılığı ile gerçekleştirilmiştir. Osmanlı bir vakıf medeniyetidir. Burada görülen eserlerin hemen hepsi milletindir ve günümüzde bize, bizden de yeni kuşaklara intikal edecektir. Bu büyük medeniyet yeryüzü kültürleri arasında müstesna bir yer işgal etmektedir. Bunu gelecek kuşaklara anlatmak zorundayız. Çocuklarımıza ecdat yadigârı eserleri tanıtmak, onların güzelliğini göstermek ve tanıtmak mecburiyetindeyiz. Bu kıymetli sergiyi hazırlayan Attila Alpay ağabeyimize de çok teşekkür ediyorum.”

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 07

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

İsa KAYACAN

İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ

İSA KAYACAN'IN BURDUR'U, BURDUR'UN İSA KAYACAN'I İÇİN (Burdur çıkışlı) YAZILANLARDAN:
CAN DİREKÇİ: Sayın Dr. İsa Kayacan Burdur’umuzun yetiştirmiş olduğu ender şahsiyetlerden biridir. Kendisiyle Burdur’da görev yapan Burdur Valisi olarak gurur duyuyoruz. Bu güne kadar Türk Edebiyatına Türk Kültür hayatına, Türk basınına yapmış olduğu katkıların yanı sıra, Burdur’un dışında geçirdiği zamanlarda bile Burdur’u asla hafızasından bir nebze olsun uzaklaştırmamış hep Burdur’u düşünmüş, Burdur’un iyiliği için güzelliği için, bu güne kadar 50 yıla ulaşan süredir kavga vermiştir. Biz İsa Kayacan’a sevgiyle, saygıyla ve bundan sonraki tüm yaşamı boyunca mutlulukla sağlıkla geçirmelerini ve Burdur’a olan katkılarının devamını diliyoruz.
Bütün Burdurlu hemşerilerimizden İsa Kayacan’a olan görevlerini de yerine getirmelerini rica ediyorum. Bizler İsa Kayacan’ı hatırladıkça onun için Burdur’a yapmış olduklarının karşılığını bir nebze olsun verdikçe daha nice İsa Kayacanların Burdur için çok daha fazlasını yapmasını sağlayacağız. 3 binin üzerinde Anadolu basınında Anadolu gazetesinde 40 binin üzerinde makalesiyle sadece Burdur’un değil ama tüm Anadolu’nun Basın hayatına bu güne kadar verdiklerinin yanı sıra yazdıkları önemli edebi eserlerle şiirlerle de Türk kültürüne önemli katkılar sağlamıştır.
Bunun yanı sıra özellikle Azerbaycan Türkiye dostluk köprüsünün kurulmasında önemli görevler üstlenmiştir. İsa Kayacan aynı zamanda çok önemli bir kültür elçisidir. Kamu hayatına yıllarca önemli katkılar sağlamıştır emek vermiştir. Özellikle bugün hemen hemen üst düzeyde görev yapan kamu kurumlarımızdaki Basın ve Halkla ilişkiler Müdürlüklerinin oluşmasında önemli katkıları olmuştur. Yeni nesle bu anlamda önemli dersler vermiştir.
Kısacası İsa Kayacan 50 yıldır her alanda hem ülkemize hem Burdur’umuza çok güzel katkılar sağladı. Onu seviyoruz onunla gurur duyuyoruz. Ve bundan sonraki yaşamındı sağlıklar mutluluklar diliyoruz. Nice 50 yıllar diliyoruz. (Burdur Valisi, 13.05.2006)
İBRAHİM ÖZÇİMEN: Vefa kaybolan bir duygu. Ama İsa Kayacan’da bu vefayı görüyoruz. Sanki bende İsa Kayacan ismini, daha Vali olmadan duymuş gibiyim. Şırnaklı bir çocuktan bir mektup almıştık. Kitap istemişti bizden. Sevgili İsa Kayacan. hemen o mektubu aldı “ve ben bunu çözerim” dedi. Çözdü de. Böyle sorun çözenlerin olması büyük güç kaynağı. Kitaplar okundukça çiçekler sevildikçe yaşar. Ben Eceli’lerin, Tefennili’lerin bu büyük insanın hediye ettiği kitapları öksüz koymayacağı inancındayım (Burdur Valisi 01.11.2008)
SEBAHATTİN AKKAYA: Sayın Dr. İsa Kayacan Burdur’umuzun yetiştirdiği çok mümtaz simalardan, çok sevdiğimiz, çok saydığımız bir değerimizdir. Kendisi Anadolu basınına büyük hizmetler yapmış. Anadolu’nun her yerinde çıkan gazetelerle, dergilere yazılarını göndermiş. Özellikle Burdur’umuzu anlatmış. Bir edebiyatçımız, şairimiz, gazetecimiz. Böyle değerler çok az yetişiyor. Özellikle hiçbir şey beklemeden tamamen kendisini bu işe adamış memleketine Burdur’a Azerbaycan’a Azerbaycan’ın tanıtılmasına tanıtımına büyük önem vermiş bir değerimiz. Biz bir Burdurlu olarak sayın İsa Kayacan’la kıvanç duyuyoruz. Onun gibi değere sahip olduğumuz için çok mutlu oluyoruz. Bizim Burdur İnsuyu kültür sanat ve spor etkinliklerine çok büyük katkısı oldu. Gerek 2004 yılında gerek 2005 yılında özellikle 2005 yılında yapmış olduğumuz etkinliklere kendileri 30’a aşkın edebiyatçıyı, şairi davet ettiler. İnsuyu’nda “İnsuyu şiir akşamları” diye bir programı yönettiler, şairler birer şiir okudular. Kendilerini Burdur da misafir ettik ve onlar memleketlerine döndükten sonra Anadolu basınında gazetelerde Burdur’dan söz edildi. Dolayısıyla İsa Kayacan bir hemşehrimiz olarak bir değerimiz olarak bu yönüyle de Burdu’un özellikle İnsuyu’nun tanıtımına çok büyük katkıda bulundu bu yönüyle kendisine teşekkür ediyoruz.
Onun sanat yılının 50 yılı bu sene, daha biz ona nice yıllar diliyoruz. Daha çok eserler vermesini inşallah Guinnes rekorlar kitabına geçmesini de buradan temenni ediyoruz. Kendisine uzun ömürler diliyorum. Başarılar diliyor saygılar sunuyorum.
OSMAN OKTAY: (Burdur Belediye Başkanı, 13.05.2006) İsa Kayacan adını duymayan var mı bilmiyorum? Bir soru edası da taşıyan bu kanaatim yalnız Burdurlular için değil, Edirne’den Kars’a, Karadeniz’den Akdeniz’e kadar yurdumuzun her köşesinde yaşayanlar için geçerlidir. Çünkü İsa Kayacan, Anadolu Basınının fahri yazarı olarak çoğu illerimizde, ilçelerinde çıkan mahalli gazetelerde, yüzlerce, binlerce, yazı yazdı halâ da yazıyor.
Akıp giden zaman ve bu yoğun çalışma içerisinde de 98. kitabına imza atıyor: “Burdur Hatırlamaları” 98 kitap dedim. Dile kolay, insan o kitapların satırlarını bir yerden bir yere kopya etse baş edemez. Yazan eller yorulur, daktilo tuşlarına basan parmaklar yıpranır. Ama, İsa Kayacan bir derviş adam işte.
“Burdur Hatırlamaları”, tarihi, coğrafyası, siyasi ve sosyal yapısı folklor unsurlarıyla Burdur’u anlatıyor. Burdur ve ilçeleri konusunda araştırma yapacak olanlar, ilk ve ortaokul öğrencileri için bir başvuru, bir kaynak kitap. Hemşehrimiz İsa Kayacan’ı tebrik ediyor, çalışmalarının devamını diliyorum. (Burdur Gazetesi 02.12.1989)
AHMET TUFAN ŞENTÜRK: Ne mutlu o Burdur’a ki bağrından İsa Kayacan’ı yetiştirmiş. Her köy, her kent il gibi Burdur’da çok değerli insanlar yetiştirmiş. Bir Ece Köylü İsa Kayacan’ın alınteri, göz nuru, kişisel çalışmalarıyla ürettiği, yarattığı ürünleri, eserleri de “Burdur Hatırlamaları” adını verdiği 234 sayfalık şahane inceleme ve araştırma eseri, tamamen kamu yararına yönelik ölmez bir kaynak, eser olarak soydan soya, boydan boya, elden ele, dilden dile devredip gidecektir.
Onun için “Ne Mutlu o Burdur’a ki, bağrından bir İsa Kayacan yetiştirmiştir” diyorum. Ece Köyünün ve Burdur’un İsa Kayacan’a ne verdiğini bilmiyorum. Öyle sanıyorum ki, İsa Kayacan Ece Köyünden ve Burdur’dan yokluk, yoksulluk, dert acı ve tasadan başka bir şey almamış, görmemiştir. O yörelerin o köylerin, o kentlerin sefası başkasına, cefası İsa Kayacan’a düşmüştür. Böyle söylediğim, böyle yazdığım için beni bağışlasınlar. İsa Kayacan bugünkü bulunduğu yere, ana, baba koltuğunda, bol para harcayarak atla, arabayla zevk-ü sefayla gelmemiştir. Etiyle, tırnağıyla, didinerek, çırpınarak, gece gündüz demeden, durmadan çalışarak gelmiştir.
Onu az veya çok tanıyorum ve bunu biliyorum. Bunu bildiğim için de kendisine saygı duyuyorum. Fazileti “karşılık beklemeksizin verebilme” diye tanımlarlar. İşte İsa Kayacan budur. Ece Köyü için, Burdur için bıkmadan usanmadan hep çalışmış, hep üretmiştir. Kayacan’ın “Burdur Hatırlatmaları” kitabı, bu şahane eser, öyle çalakalem yazılıveren bir eser değil, aylarca, yıllarca araştırılıp, incelenip meydana getirilmiş bir eserdir. Kayacan 97 ayrı eserini oluştururken, kimsenin gölgesine sığınmamış, hiçbir koltuk değneğine dayanmamış, hiç kimseden yardım görmemiş, kendi beyninin ürünlerini ortaya koymuştur.
İçtenlikle kutluyorum dost ve kardeş İsa Kayacan’ı.
“Kadrini senki masallada bilip ey Bâki!..
Durup el bağlayanlar karşında yâran saf saf.”
Dilerim ki, Burdurlular İsa Kayacan’ın kadrini kıymetini bilirler!. (Ortadoğu Gazetesi 12.11.1989 Yenigün Gazetesi Burdur, 20 ve 21.02.1990)
MUSTAFA CEYLAN: İsa Kayacan’ın Burdur sevdası, dağlardan yüce, denizlerden ve okyanuslardan engindir. O, Burdur’a aşıktır, tutkundur. O’nun Burdur sevdası, Burdur Gölü’nden büyüktür (Şair, yazar – araştırmacı- Antalya)
Abdülkadir Güler: Burdurlu İsa Kayacan’ın “İşte Hayatım” kitabını okuduktan sonra anladım ve karar verdim ki; Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı olsaydım, Kızılay meydanına; Burdur Belediye Başkanı olsaydım, şehrin güzel bir yerine Dr. İsa Kayacan’ın heykelini mutlaka dikerdim. (Şair, yazar – araştırmacı- Söke)
M. ERCAN TARAŞLI: İsa Kayacan, kağıdı – kalemi sevdiği kadar, hatta ondan daha fazla memleketini seviyor. Burdur’u seviyor. Gazeteci, Yazar Kayacan, çalışmaları ile aldığı ödülleriyle Burdur’un adını her ortamda duyurarak, Burdur’a vefa borcunu ödedi. Şimdi sıra bizlerde. İsa Kayacan’a biz de borcumuzu ödeyelim. Nasıl mı? O’na ve yazdığı eserlere sahip çıkarak (Burdur Gazeteciler Cemiyeti Başkanı)
Yenigün Gazetesi: Hemşehrimiz, Gazeteci – yazar ve aynı zamanda gazetemiz yazı ailesinden olan İsa Kayacan’ın adı Burdur’da bir caddeye verildi. İsa Kayacan, Ankara’da Burdur’un ve Burdurluların sorunlarıyla yakından ilgilenmekte çözüme kavuşturmak için canla başla çalışmaktadır. Belediye Meclisinin İsa Kayacan’la ilgili kararı Burdur’da büyük bir memnunluk yarattı. (04.07.2000)
M. ERCAN TARAŞLI: İsa Kayacan’ı tam 27 yıldır tanırım. Gazetecilikte örnek insanlardan biridir. Mesleğe başladığım ilk yıllarda gazetemizde köşe yazıları yazardı. Ankara’da oturduğu halde bıkmadan, usanmadan sürekli bize yazılar gönderirdi. Sonra baktım ki sadece Burdur Gazetesi’nde değil, Anadolu’da yüzlerce gazetede yazıları yayınlanıyor. İsa Ağabeyin enerjisine, özverisine, yazarlık ruhuna halâ gıpta ederim. O’na “Anadolu Basını’nın Fahri Hemşehrisi” sıfatı boşuna verilmedi. Basın- Yayın Enformasyon Genel Müdürlüğü’nde çalışırken tüm gazetecilerin, gazete sahiplerinin dertlerine çare olmaya çalışırdı. Sanki Anadolu Gazeteleri’nin tümünün Ankara Temsilcisi gibiydi.
Gazeteciliğin yanı sıra şair ve yazardır İsa Kayacan. Tam 108 kitaba imzasını koymuştur. Burdur Hatırlamaları 1-2, Basınımızın Anadolu Cephesi, Türk Basınında Unutamadıklarımız, isimli eserleri halâ belleğimizde.
MUSTAFA CEYLAN: Araştırmacı – Yazar, “Destanlaşan Köylü” diyor İsa Kayacan için.:Yıllar önce bir yazı yazmış, Hamit Çine, İsa Kayacan gibi sanat ve edebiyat alanlarında Burdur’un adını duyurmuş insanlarımıza sahip çıkalım, onların isimlerini yaşatalım demiştim. Bir vefa duygusu idi bizimki. Türk folklörünün ünlü siması Hamit Çine’den sonra gazetecilik ve yazarlıkta bir dolu ödülün sahibi İsa Kayacan’ın da adı bir caddeye verildi. Bir gönül dileğimizin gerçekleşmesinden mutluluk duyuyoruz. Belediye Meclisi’ni ve Belediye Başkanı A. Nejdet İlgün’ü de bu vefalı yaklaşımlarından dolayı kutluyoruz. (Burdur Gazetesi, 06.07.2000)
A. NEJDET İLGÜN: Bir büyüğümüz, ağabeyimiz olarak İsa Kayacan’ı sürekli izliyorum. Eski adı Burdur’un sesi, yeni adı Burdur ve Yenigün Gazetelerinde resim – yazılarıyla, devamlı beraber olduğumuz, Burdur’umuzun yetiştirdiği ve Burdur’umuzun dışında bizleri temsil eden, kalem emekçisi ağabeyimiz İsa Kayacan’ın ismini, bu caddenin ismini verdik. Onu unutmadık, unutmayacağız da. (Belediye Başkanı, Burdur, 30.08.2000)
İSMAİL KARA: Ne zaman “Burdur” denilse, aklıma hep oranın yetiştirdiği mümtaz insan, İsa Kayacan gelmiştir.
Burdur’da bir caddeye, Tefenni’de bir sokağa “İsa Kayacan” adının verilmesine o’nun kadar, sevinenlerden birisi de benim.
29 Ağustos günü Kayacan’ın davetiyle 30 Ağustos’ta yapılacak törene katılmak üzere şair ve yazar Ahmet Tufan Şentürk, ben, İsa Kayacan ve değerli eşi Sabahat hanımla yola çıktık.
Burdur’a vardığımızda Kayacan’ın yakın akrabalarından bazıları bizi otobüs terminalinde karşıladı. Yeğeni eski gazeteci ve bilgisayar operatörü Hüseyin Kayacan, ağabeyi Bekir Kayacan ve tüm yakınlarından büyük bir ilgi gördük. Bizleri misafir ettiler, samimi ve çok sıcak insanlardı. 30 Ağustos günü Burdur’un Belediye Başkanı Ahmet Necdet İlgün’ü Kayacan’la birlikte ziyaret ettik. “Destanlaşan Köylü İsa Kayacan” adlı eserini yazan, manevi kardeşim Mustafa Ceylan da bizimleydi. Saat: 14:00’de yeni ve genç Vali Kadir Koçdemir sıcak bir ilgiyle bizleri makamına kabul etti.
Aynı günün akşamı saat 18:00 sularında yeni açılan iki caddeye “Uğur Mumcu” ve “Ahmet Taner Kışlalı” adları verildiğinden, tabelâları törenle bizzat Başkan A. Nejdet İlgün tarafından açıldı. Ardından yapılan bir konuşma ile Fevzi Çakmak Mahallesinde bulunan “Kooperatifler Caddesi”nin adına ait tabela ise “İsa Kayacan Caddesi” tabelasıyla değiştirildi. Bu sırada İsa Kayacan’da kısa bir konuşma ile mutluluğunu ve şükranlarını belirti. Bütün dostları, yakınları İsa Kayacan’ı tek tek kutladılar.
Bu gün, ben de en az O’nun kadar mutluyum. Kayacan dostum, çok daha değerli davranışlara lâyıktır. O’nu yürekten kutluyor ve başarılarının devamını diliyorum. (Van Postası Gazetesi, 05.10.2000)
MUSTAFA CEYLAN: Burdur tarihinin en önemli yazarlarından birisine Burdurlular muhteşem bir kadirşinaslık göstererek, adına unutulmazlar arasına kaydettiler… Burdur Vali’sini ve Burdur Belediye Başkanı’nı, Burdur Belediye Meclis üyelerini tebrik ediyorum…
Türk yazı dünyasında, edebiyat sahasında, Burdur ve çevresini gündemin birinci sırasında tutmasını bilen, gazeteci, şair, yazar halkla ilişkiler uzmanı, son yüzyılın en çok yazı yazan kalemi, yazı fabrikatörü Kayacan’ın adı, Burdur’da güzel bir caddeye isim olarak verildi. Bir iki veya en fazla üç katlı, bahçe içinde binalardan oluşan, eski “Kooperatifler Caddesi”nin adı büyük yazar, üstad Kayacan’ın adıyla şenlendi, dillendi… Bahçelerden sarkan ağaç dallarındaki güzelim yapraklar, dış kapıdan evin kapısına kadar uzanan yolların kenarındaki rengârenk çiçekler, pencerelerdeki ak – pamuk tüller, üstadımızın adıyla baharın müjdesini yakaladılar…
İsa Kayacan Caddesi’nin açılışı tam istediğim, beklediğim ve özlediğim şekilde cereyan etti. Kayacan, ailesiyle, akraba ve yakınlarıyla ve şair – yazar dostlarıyla açılışta hazırdı. İnce, uzun, es çizen Kooperatifler Caddesi, tarihi bir an’ı yaşıyor ve adını değiştiriyordu. Tam köşe başındaki bahçe duvarına dikilmiş direğin üstüne yazılan yazı, lacivert bir örtü ile örtülmüştü. Uç kısmından kurdele ile bağlanmış direk boyunca, bir gelinlik gibi süslenmişti.
Veciz, kalıcı konuşmalar yapıldı. Kayacan üstadım gözleri dolu dolu olmuş, söyleyecekleri titreyen dudaklarında donup kalmış, yüreğinin gümbürtüsünü döküyordu. İlk okula yeni başlayan çocuklar misali heyecanlıydı. Aynen eşi Sahabat’da o’nun gibi heyecan küpüne dönmüştü. Hele hele manevi babam, Türk şiirinin babası Ahmet Tufan Şentürk’ün çillenmiş yüzünde ışıltılar vals yapıyordu.
Özellikle Burdur’a ait yerel basın- yayın organları ve TV’ler oradaydı. Ben oradaydım. Es çizerek evlerin, bahçelerin arasında giden Kayacan Caddesi’nin tam ortasında, bahçelerden sarkan çiçeklerle gülüp oynuyordum. Çiçekler bana, ben çiçeklere, Kayacan müjdesini fısıldıyorduk…
“Herkes beni, Ankara’lar da sanır. / Burdur’da bir dam çökse içim parçalanır…” diyen Kayacan’ın adı nihayet hak ettiği şekilde değerini buluyor, unutulmazlar arasına giriyordu.
Şükür Rabbim sana!... Teşekkürler Burdur’un Valisi, Belediye Başkanı, Belediye Meclisi… Teşekkürler güzel ülkemin, güzel Burdur’luları… Teşekkürler Burdur’umun yerel basını (Yenigün Gazetesi, Burdur, 12, 13, 14, 15, Aralık 2000),
Hüseyin Kayacan: Amcam İsa Kayacan, sayfa ve sütunlar arasında bir ömür harcasada, halen bıkmadan usanmadan devam etmektedir.
Siz onu sadece Burdur ve Yenigün gazetelerindeki köşesinden tanırsınız. Halbuki İsa Kayacan, neredeyse Türkiye’nin tüm Anadolu gazetelerine günlük yazı göndermektedir. Iğdır’dan Keşan’a Muğla’dan Kilis’e Ankara’dan hergün sayfalar uçar gider. Bıkmadan usanmadan. Çok titiz bir editördür kendisi. Yazınızda bir hata, yada Türkçeyi kötü kullanma varsa en kısa zamanda da altı kırmızı çizilmiş bir fotokopisini önünüzde bulursunuz.
İsa Kayacan benim için bir idoldur. Bana hayranlık uyandıran en belirgin özelliği ise çalışma kişiliğinin üst seviyelerde olmasıdır. Hergün makaleler arasında boğulmadan seçmeler yapıp bunların derlenmesi ve ilgili kişilere postalanması her babayiğidin harcı olmasa gerek!... Hepimizin içinden yazmak, çizmek gelir, ancak başlayınca da iki satırdan ileriye götüremez bir çoğumuz. Fakat İsa Kayacan’ın kitapları arasında yolculuk yaparsanız, işte o zaman kendisinde bulunan mega enerjiyi daha yakından görürsünüz. İsa Kayacan bir bilgisayar gibi çalışıyor sanki.
Burdur’dan yetişen bürokrat eksikliğine bakarsak, aynı zamanda Başkent ile Burdur arasında bir köprü olmuş İsa Kayacan.
Yazılarında her zaman Ece Köyü’nü, Tefenni’yi ve Burdur’u işleyerek, buraların tanıtımını yapan fahri bir turizm elçisidir İsa Kayacan. Basın şeref kartı sahibi olarak Anadolu Basınının her zaman yanında olarak, gazeteci ve çalışanlarının dert babasıdır İsa Kayacan.
Araştırmaları ile bir tarihçi, şiirleri ile de ince ruhlu bir sanatçıdır İsa Kayacan. Kütüphanelere onbinlerce kitap bağışlayarak süper bir kitap kurdu’dur İsa Kayacan.
Özellik ve güzelliklerin saymaya devam etsek, sayfalar sütunlar dolar taşar. Buradan Burdur ve Tefenni Belediye Başkanlarımıza teşekkür etmek istiyorum. Zira hem Burdur’umuzda, hemde Tefenni’mizde birer “İsa Kayacan Caddesi” var. Gelecek nesile taşınan bir zaman nişantaşı olarak görüyor ve mutluluk duyuyoruz.
Yeterli mi? Elbette hayır. Bu deha insandan daha fazla faydalanabiliriz. Yaz günleri düzenlediğimiz şenlik günlerinde bize şiirlerini tattırabilir. Bize (Basının güzide mensuplarına) deneyimlerini aktarabilir. Ankara’dan Burdur ve Burdurlu nasıl görünüyor? O bize bunları anlatabilir. Hem de çok fazlasını. Davet etmeye değer.
Engin düşünce ve ince işleyişi / Sanki sayfalar çiçek bahçesi / Hayat yolunda tek kanat çırpan
Benim amcam, İsa Kayacan. / (Burdurlu’nun Sesi Gazetesi, Burdur, 30.04.2002)
Kürşat Tuncel: Geçtiğimiz hafta Burdur’un tanıtıldığı TRT -1 kanalında canlı olarak yayınlanan “Gün Ortası” programı dolayısıyla İstanbul’da hemşehrimiz, basın camiasının üstadı Gazeteci- Yazar İsa Kayacan’la dolu dolu bir günü birlikte değerlendirme fırsatı buldum.
Yıllardan beri bıkmadan, usanmadan yerel gazetelere gönderdiği yazılarından tanıdığım; müthiş tecrübesi, mütevazi kişiliği, ince espri ve dokunduruşlarıyla gerçekten de bir duayen olan İsa Kayacan’la İstanbul’da doyasıya sohbet imkanı yakaladım.
Ankara’dan çektiği Burdur fotoğrafı ile Burdur’un dinamiklerini adeta Burdur’da yaşayanlardan daha iyi gördüğüne tanık olduğum İsa Kayacan’ın, Burdur’un ekonomik, sosyal ve kültürel gelişimine ilişkin ilginç tespitleri beni derinden etkiledi. Hele hele hepimizin malumu olan “Burdur’da neden bir türlü birlik ve beraberlik ortamı sağlanamıyor?”, sorusuna verdiği örnek gerçekten düşündürücü bir değerlendirme idi; “Burdur’un oyunlarında bile ferdiyetçilik var” görüşüyle bu sosyal yapının geçmişten günümüze kadar süzülerek geldiğine, dikkat çeken üstad; “bakın Avşar Zeybeği, Serenler hep kişisel seyre dayalı oyunlardır” diyerek Burdur’da niçin birlik ve bütünlük ortamı yakalanamıyor? sorusuna değişik bir bakış açısıyla yaklaşıyordu.Ankara’da da, Burdur’lular arasında güçlü bir iletişim ortamının da tesis edilemediğini, bunun sıkıntısını yıllardır çektiklerini, ilgisizlik yüzünden Ankara’da, Burdur’un sahipsiz bırakıldığına işaret eden Kayacan, “Sayfa ve Sütunlarda Kırkbeş Yıl” adlı son kitabından birçok Anadolu gazetesinde ilgiyle söz edilmişken, Burdur gazetelerinde tek satır bile bahsedilmeyişi (Gazetemiz Yenigün’de dahil) eleştirisi bu konuda ne kadar haklı olduğunu ortaya koyuyordu…
Fakat Üstad, buna rağmen ümidini kaybetmemişti. Yaklaşık iki ay önce çok sevdiği hayat arkadaşı, eşi Sabahat Hanım’ı kaybetmesine rağmen, Burdur için bir şeyler yapmaya, çalışmaya, üretmeye devam ediyordu. Çalışarak, derin üzüntüsünü atlatacağını, İstanbul’daki programa da bu heyecan ve şevkle katıldığını söyledi. Keşke bizler de onun kadar çalışkan, onun kadar duyarlı olabilsek, diye düşündüm içimden!...
Yazımı İsa Kayacan’ın artık Burdur özdeyişine dönüşen dizeleriyle noktalamak istiyorum:
“Herkes beni Ankara’larda sanır, / Burdur’da bir dam çökse, içim parçalanır… (Yenigün Gazetesi, Burdur, 15.05.2002)
CENGİZ HÜRMERİÇ: Dr. İsa Kayacan’ın Ece Haber Ajansı, Burdur Haber Ajansı gibidir. Bu güne kadar kullandığı ve Türkiye’nin 4 bir yanına dağıttığı Burdur kaynaklı haber sayısı 1892’ye, yine Burdur çıkışlı konulardan hareketle yazıp yayınladığı makale sayısı 3445’e ulaşmıştır. Her üç makalesinden 2’si Burdur çıkışlı olan İsa Kayacan, Burdur’un tanıtımında başaktördür. O, her zaman ve her yerde, “Gözüm, kulağım Burdur’da; Herkes beni Ankaralarda sanır / Burdur da bir dam çökse içim parçalanır” sloganlarıyla hareket etmektedir. (2003- Ankara)
Taceddin Akbaş : Yıllardır Burdur’un Ankara’daki gözü, kulağı, sesi ve nefesi durumunda bulunan Ağabeyimiz- büyüğümüz ve üstadımız Prof. Dr. İsa Kayacan Beyefendi; şimdiye kadar Anadolu Basınının hem anası, hem de babası durumunda olurken; taş gibi yapısıyla, yani dim dik duruşuyla ve Burdur sevdasıyla da Burdur basınının hem kayası, hem canı - cananı, hem de gülü olmuştur!
İsa Kayacan’ı Burdur’da tanımayan ve O’nun Burdur Sevdasıyla yanıp tutuştuğunu bilmeyen kişi yok gibidir.
“Herkes beni Ankaralarda sanır / Burdur’da bir dam çökse içim parçalanır…” şeklindeki şiir veya yazılarıyla cismaniyetinin Ankara’da olsa bile, ruhaniyetinin Burdur’da olduğuna vurgu yapan İsa Kayacan Beyefendi, Anadolu’nun en ücra köşesinde, hatta Orta Asya’da yayınlanan gazetelere bile Burdur’dan haber yaparak veya köşe yazısı yazarak Burdur’un “Fahri Türkiye Elçisi” gibi çalışmıştır! Yani her yazısı ve her konuşmasında sözü hep BURadaDUR’a getirmiş ve herkese, “burada durun, çünkü burada durulur! Çünkü burası her şeyiyle özel güzel ve durulacak / ikamet edilecek çok güzel bir mekan… ve kenttir!” demek istemiştir…
O nedenle ben de bu köşemden, kadirşinas bir insan, vefalı bir dost ve melankoli mesabesinde bir Burdur sevdalısı olan Sayın Kayacan’a teşekkür ediyor, hayırlı işlerinde kendilerine başarılar temenni ediyor; sağlıklı, hayırlı ve uzun ömürler diliyorum. (Yenigün Gazetesi, Burdur, 10.10.2006)
KAYA UYAR: Sayın İsa Kayacan; İlimiz Halk Kütüphanesine yapmış olduğunuz kitap ve dergi bağışıyla koleksiyonumuzun zenginleşmesine katkınızdan dolayı teşekkür ederim (Burdur Valisi, 47-06.06.2000)
Plaket: Sayın İsa Kayacan; Bilgi hazinenizin kaynağını teşkil eden özel kütüphanenizi bağışınızdan dolayı şükranlarımızı sunarız. (Türk Kütüphaneciler Derneği Burdur Şubesi 2000)
KADİR KOÇDEMİR: Sayın İsa Kayacan; Çeşitli gazetelerde yayınlanan köşe yazılarınızla, ilimizin tanıtımına ve Valiliğimizin çalışmalarına göstermiş olduğunuz yakın ilgi ve desteğe teşekkür ederim. Bu ilgi ve desteğe layık olmaya çalışacağım. (Burdur Valisi, 15.02.2001)
CAN DİREKÇİ: Sayın İsa Kayacan; Türk dünyasına yönelik araştırma ve yayınlarınızdan dolayı VEKTOR Uluslararası İlim Merkezi’nce “Türk dünyasına hizmet diploması” verildiğini öğrendim. Sizi tebrik eder, çalışmalarınızda başarılar dilerim. (Burdur Valisi, Şubat 2004)
M. RASİH ÖZBEK: Prof. Dr. Sayın İsa Kayacan; Burdur kültürünü ve her yönüyle Burdur’u yüceltmenin yanısıra, kamuoyuna benimsetme ve tanıtma çaba ve gayretlerinize ve görev süremiz boyunca bize verdiğiniz özendirici desteğe ailece teşekkür ederiz. (M.R. Özbek ve Eşi – Vali- Burdur, 07.05.2008)
Teklif hazırlandı: Şehrimizin yetiştirdiği değerlerden, Gazeteci- Yazar İsa Kayacan’ın adının, Burdur ve Tefenni’deki halk kütüphaneleri ile bir ilköğretim okuluna verilmesi için hazırlanan teklife, 9 gazete, ajans ve kurum başkanı imza koydu. (Burdur Gazetesi, 22.03.2001)
1.Ülkemiz-Burdur kültür ve eğitimine yaptığı hizmetleri nedeniyle; İsa Kayacan adının Burdur Merkez ve Tefenni ilçesindeki İl ve ilçe kütüphaneleriyle, ilköğretim ve öteki eğitim kurumlarına verilmesi teklifi, İLESAM Başkanı Prof. Dr. Naci Kınacıoğlu ve 7 kuruluş Başkanının imzalarıyla, 12.03.2001 tarihinde, Milli Eğitim ve Kültür Bakanlıklarıyla Burdur Valiliğine, 13.03.2001 tarihinde de Burdur Milli Eğitim ve Kültür Müdürlükleriyle,
Tefenni Kaymakamlığına gönderildi.
2. Teklifler, Burdur Valiliğine değişik kuruluş Başkanlarının toplu imzalarıyla; 01.03.2005- 379 imzalı (Mv.var) ekle 19.04.2005’den sonra 08.02.2006 tarihinden de tekrarlandı.
3. Adanalı Halk Ozanı, Araştırmacı-Yazar Mansur Ekmekçi 26.12.2006 tarihinde Burdur (Merkez) ve Tefenni Belediye Başkanlıklarına; “İsa Kayacan, Burdurluların geleceği ve gelecek nesillerinde geleceğidir” diyerek “İsa Kayacan’ın heykelinin dikilmesi” teklifinde bulundu.
4. Burdur sevdası, Burdur Gölü’nden büyük olan İsa Kayacan’ın heykelinin Burdur’un simgesi olacağı düşüncesinden hareketle, “Eli kalemli İsa Kayacan heykeli”nin dikilmesine ilişkin 129 imzalı teklif, üç ayrı kuruluş başkanının imzasıyla, 12.12.2007 tarihinde, Burdur merkez ve Tefenni Belediye Başkanlıklarına gönderildi.
Sebahattin Akkaya: İsa Kayacan, her şeyden önemlisi, Burdurluyu, Burdur’u Türkiye’ye tanıtmış, hemen her yazısında Burdur’dan bahsetmiş, bizim övüncümüz, değerimiz, güvencemiz. Kendisini her zaman takdir ediyor, seviyoruz. O’nun kıymeti ölmeden biliniyor. O’nun bir yazısı bir gazetede çıkmaz, tüm gazetelerde Burdur’u görmeniz mümkündür. Bu o’nun gücünü, enerjisini ortaya koyuyor. (Burdur Belediye Başkanı, 01.11.2008, Ece Köyü)
EYÜP FIRAT: Yaptığı hizmetlerden dolayı sayın İsa Kayacan’a, her platformda Tefenni’den ve Tefenniliden bahsetmesinden dolayı, bir ayağının ve gönlünün burada olmasından dolayı ilçe Kaymakamı olarak teşekkür ediyorum (Tefenni Kaymakamı, 01.11..2008 Ece Köyü)
M. ERCAN TARAŞLI: İsa Kayacan ağabeyimiz Burdur’u Türkiye’de en iyi tanıtan, en iyi reklamını yapan, kendini yazmaya adamış, çok değerli bir büyüğümüzdür. İsa Kayacan adını, Edirne’de, Keşan’da Rize’de Adıyaman’da, Van’da Türkiye’nin her yerinedeki gazetelerde bulunan köşelerinde rastlayabilirsiniz. Her yazısında mutlaka bir Burdur vardır. Burdur sevdasını, sevgisini gönlünde yaşatan İsa Kayacan’ın Anadolu Basının da da ayrı bir yeri vardır. (Burdur Gazeteciler Cemiyeti Başkanı, 01.11.2008- Ece Köyü)
ÜNAL ŞÖHRET DİRLİK: İsa Kayacan, sadece Burdur’un değil, Türkiye’nin hemşehrisidir. O’nunla kırk yıldır tanışıyorum, çalışıyorum. Yazdıkları, yayınladıklarının büyük bölümü Burdur’la Burdurluyla ilgilidir. ( 01.11.2008, Ece Köyü)
Sebahat Gümüş: İsa Kayacan, Türk edebiyatının güneşidir. O, daktilosunu, kalemini arkadaş edinen Burdur ve Türkiye için kullanan, büyük bir kişiliktir. Yazısının yayınlanmadığı gazete kalmamıştır. (01.11.2008- Ece Köyü)
OSMAN TEKERCİ: İsa Kayacan, Burdur’un Ankara’daki temsilcisidir. O, Burdur’un neresinde ne denli bir güzellik varsa, onları başka illere de aktarmaktadır. İsa Kayacan, Burdur’un Türkiye elçisidir. (01.11.2008- Ece Köyü)
KERİMOVA-PERVANE NAMIKGIZI: Ben İsa Kayacan’ın “İşte Hayatım” adlı kitabını okudum. O’nun çok çok namlı bir hayat yolu olduğunu öğrendim. Böyle de demek olur – ben İsa Kayacan’ın doğum yeri, Türkiye’nin en güzel mekanı Burdur’u bağrıma bastım. Eğilip toprağından öptüm. (Azerbaycan-Bakü, 1992 doğumlu öğrenci)
MESUT MADAN: Tefenni’nin Ece Köyü’nden çıkıp, yazdığı yazılarıyla Burdur’u tüm Türkiye’ye tanıttı İsa Kayacan. O, bir duayen. O, bir usta. O Anadolu Basınının yıldızı. Bitmek, tükenmek bilmez bir hazine o. Yazılarıyla, şiirleriyle bütün Anadolu Basınının can suyu. O İsa Kayacan, ki, bir yazı fabrikatörü.
-“Herkes beni Ankara’larda sanır/Burdur’da bir dam çökse içim parçalanır” diyen bir Burdur sevdalısı o. Ama Burdur O’nun kıymetini biliyor mu? İşte bu tartışılır!. (Yenigün Gazetesi, Burdur, 19.11.2008)

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 08

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mahmut Selim GÜRSEL

Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ

KUTLAMA
           

Arkadaşım ve Yazarım Üzeyir Lokman ÇAYCI   UCBBA - Forêt des Mille poètes kuruluşu tarafından  Eylül 2009’da Fransa’da Ayın kişisi seçildi. Aşağıda bilgisi ve bu kuruluşun sitesinin ligi bulunmaktadır.

http://www.foretdesmillepoetes.com/site/index.php?pg=personne-du-mois-09-2009-lokman-cayci-uzeyir

            Arkadaşımın bu başarısından dolayı canı gönülden kutlar başarılarının devamını dilerim.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 09

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mahmut Selim GÜRSEL

Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ
TURKEY DEĞİL TÜRKİYE
Bayanlar ve Baylar!
Artik TÜRK'LERIN TÜRKÇE yazı, Türkçe okumaları gerekliliğini bilmemizin
ve ihtar etmemizin zamanı gelmiş bulunmaktadır.
Bütün okur yazarların beraberce başta kendileri olmak üzere; geleceğimizde kullanacak olan çocukların ve gençlerin hiç olmazsa TÜRKÇE tabelalara, isimlere hasret kalmaması için birbirimizi uyarmamız gereklidir.
Özgürlükler vardır. Özgürlüklerin kötü emellerce bir ülkenin geleceği olan DİL'İNİ bozmaya çalışmalarına, yozlaştırmalarına karşı çıkmamız ve hepimizin TÜRKÇE kullanmamız gereklidir.
Başta Bütün Internet kullanıcılarının Turizm firmalarının kullandığı HİNDİ (Turkey) kelimesini TÜRKİYE olarak değiştirmelerini istemekle başlayabiliriz.
Bizim ülkemiz HİNDİ ülkesi değildir.
Bizin ülkemiz; Şehitleri, Gazileri, Zaferleri ile bütünleşmeyi, birleşmeyi bilerek yöneten geçmişte özümüz olan İmparatorlukların mirasçılarıyız.  Su anda bütün dünyayı birleştirme çabasında olan ülkenin veya ülkelerin bildiği; fakat söylemeye dili varmadığı bir idareyle Üç Kıtada birlik beraberlik sağlayan Türk’lerin kullandıkları dilin bulunduğu vatanimiz HINDİ ÜLKESİ (Turkey) olamaz.
Bizlere Türkçe olarak okuyup yazmamızı; Valilik, Bakanlık, Başbakanlık, Reisicumhurların emirleri ile olmaz. Bizlerin birbirimizi kırmadan uyarmalarız la olur. Gelecekler Türk ve Türkçenin olması için birlikte bu konuyu yazıştıklarımıza; tanıdıklarımıza ileterek onların da yazışmalarında daha dikkatli olmalarını isteyerek etrafımızı uyarmaya çalışalım. Bana ne demeyelim!
Bilhassa; yurt dışında yasayan yurttaşlarımız itina ile Türkiye ile
yapacakları yazışmalarında artik HİNDİ (Turkey) kelimesinin yerine (i harfi
yabancı dilde büyük harfle yazılmadığı için) TÜRKIYE diye yazalım.
Bu tepkimi hakli görüyorsanız; e-posta arkadaşlarınıza, gruplarınıza kendi görüşleriz ile yollayınız!
Saygılarımla.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 10

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mahmut Selim GÜRSEL

Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ
GEÇEN YIL
            Fikir Dergisi fikrini gerçekleştirdiğimizin bu gün 12. sayısını yani 12 ayını geride bırakarak 13. sayıya yazılarımızı aktarmaya başladık.
            Biraz okuyucu kitlemiz oldu. Yazarlarımızın çalışmalarını en çabuk şekilde yayına almaya çalıştım. Onlarla birlikte çalışmalarımız gün ışığına çıkmış oldu. Onların pek çoğunu bu dergi sayesinde sanal da olsa tanımış oldum. Onlarda benim ne yapmak istediğimi anladıklarını umuyorum.
            Fikir dergimizin yazıları, çizgileri ve fotoğrafları telif eser kapsamında okuyucuya sunulmaktadır. Bu çalışmaların amacının sizlerin eski ve yeni çalışmalarınızı bu sayfalarda tanıtmak ve okuruna sunmaktır. Yazar arkadaşlarımızın çalışmalarının adedi ve uzunluğu sınırımız halen geçerli olmakla beraber; çalışmalarda tanıtım ağırlıklı makaleleri dergimize almamaktayız. Gerekçesi ise dergimizin:  bölümünde ONAY VE YAYIN başlığında bilgi verdiğimiz yazarlarımızın da buna uymaya çalıştıklarını bilmekteyim.
            Dergimizin yazarlarına çalışmaları için telif verememekle birlikte bu güne kadar hiçbir yazarımın işletmediği ORTAKLIK  PAYI  
bulunan hükmü olan “ ORTAKLIK PAYI İLK KATILIM İÇİN 3000 Lira dir.  Dergimizin Yazarları bu ortaklığa doğrudan katılmış olup ilk katılım ücretini ödemezler.” Bölümünde bulunan  1. madde 2. paragrafta bulunan” Sizin veya başka firma için tanıtım almaları halinde tanıtım katkı payı üzerinden katkı payını tahsil edip, yayınevimize yollayınız. Tanıtım ücretleri sabit olup her 100 Lira'nın 25 Lira'sı size kesinti yaparak kalan 75 Lira yayınevimize yollarlar.” Katkıyı kullanmamışlardır.
            Bu katkımız onlara bir nebze faydamızın olması ve dergimizde tanıtılanlarında ciddi bir tanıtımla karşı karşıya olmalarını bilmeleri için aktarılmış bilgidir. Bu bilgiyi tıklayarak okumanızı ve yazılarınızda falan kitap, falan toplantı, fişkan şiir gibi tanıtım içeren yazıların imkânlarımızın dâhilinde yayınlanmaya devam edecek olan sanal Dergilerimizin devamını sağlamaya çalışacağım.
            Siz yazar arkadaşlarımızın  nun alt bölümünde lingi bulunan sayfalarınızın de istatistikler bölümünde kaç kişi tarafından incelendiğini ve yeni bir çalışma olarak da sizlerin yazılarınızın sayılara göre bu sayfalarınızdan link vermeye çalışacağım.
            İkinci senemizi kutlar; çalışmalarınızı devamı dilerim.
Mahmut Selim GÜRSEL
GÜRSEL YAYINEVİ

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

11

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mahmut Selim GÜRSEL

Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ
YAZMAK MI YAZMAMAK MI?
İşte bütün problem burada!
Formlara, sitelerde ve diğer basılı yerlerde yazı yazmak her halde yazamayan üyelerin  ilgisini çekerek onları da az çok cevap verme amacını taşıması açısından bence önemlidir.
Yazabilmek bir nevi alışkanlık haline gelince yazan; yazmaya devam eder ve bildiklerini karşısında tanımadığı okuyucusu ile paylaşmak amacındadır.
Yazan; yazdığının okunduğunun farkında olmasına karşı, okuyanın tepkisini öğrenmek ister. Pek çok okuyucu bu yazıyı beğenip beğenmediğini söylemek tenezzülünde bulunmazlar. Gerekçesi ise bellidir. Bu konumuzun başlığını belirleyen "YAZMAK MI YAZMAMAK MI?" düşüncesinin meydana gelmesini ve sonuçlarını okuyanca analizinden sonra ortaya çıkar.
Yazılan yazıya "Ben bu yazıyı beğendim" diye yazsa. Neresini beğendiğini soracak ve sorgulayacak onlarca cevap verenin çıkacağı malumdur.
Yine aynı şekilde okuduğunu "Ben bu yazıyı beğenmedim" diye yazsa, bu sefer en azından yazının yazarı tarafından tenkide uğrama ihtimali mevcuttur.
Yazanlar yine bildikleri gibi yazarlar; okuyanları onları okurlar ve cevaplayamazlar.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 12

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mahmut Selim GÜRSEL

Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ
GECİKTİ İSE AF OLA!
            İnsanız. Beşeriz bazen elimiz ayağımız şaşırır. Bu ay nedense derginin yazıların biraz gecikmesine sebep verdim.
            Mazeretim yok. Mazeret bildirsem de değeri yok. Yazan arkadaşlar yazılarının hemen yayınlanmasını istemeleri onların kaleminin hakkı. Beni mazur görerek neden halen yayınlamadın diye de serzenişte bunanı da yok.
            Okuyucumuz ise aynen devan. Girip bakıyor çıkıp bekliyor. Ne güzel toplumuz hiç tepkisi ve etkisi de olmayan!
            Ben yinede yazarlarımızdan ve okurlarımızda sabırlı davranmalarından dolayı özür dileyeyim.
Yinede gecikmenin gerekçelerini yazarak savunmamı yapayım.
Ben bu ay biraz sıkıştım. Birazda server’im (sitemizi barındıran firma) yenilendi. Onun sıkıntısı oldu. İstatistik düştü. Birde ayın 1-5 arası gelen sayfa istatistiklerinin yapımı; bu yazıdar sonra devam ederek gece yarısı İnşallah yüklerim. Ayrıca  siz yazarlarımıza açtığım sayfalarda yazılarının arşivlerine tek tek link vermek,  PORTAL (açık kapı) liklerini değerlendirmek. Site haritasını hazırlamaya çalışmam, Yaklaşık 2007 tarihinde üye olduğum google tanıtımından gösterim ve tıklama başına verecekleri ücretin denetimini ve gerçekliliğini kanıtlamak için  arka plan ve geçiş linklerini düzenleme çalışmaları bir araya gelince parmaklarım iflas etti. ÇAMAŞIRCI KADIN SENDROMU başlangıcı başladı. Benim sayfada   buluna örneklemeyi verirsem: Her bir satırı yazmak, sonra o sayfanın yerini bularak köprüsünü eklemek, nerede açılacağı komutunu vermek, tamam diye doğrulamak, sayfanın açılıp açılmadığını kontrol etmem için 12-25 arasında mausla tıklamak ve yazıları yazmak gerekiyor. İşte sebepler bileşince sıkıntı, stres, yetiştiremeyeceğim sıkıntısı, başaramama korkusu, parmakların yorgunluğu ve işte böyle bir şey. Apartmanın dış iç bakım patırtısı, dairemizin peni yoktu pen yapımı için eşyaların toplanması, eksik laminatların yaptırılması, Boya ve birazda mahkemem, savcılık vb.
İşte gecikme sebepleri bunlar.
Geciktiğimiz için af ola!

03/10/2009 18,35

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 13

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mahmut Selim GÜRSEL

Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ
YAZ KLAVYEN İLE!
 
Bir şiirse benim ve senin rüyan;
Yaşanmaya değer bu Dünyan.
Bilgilerinle, bilgilerimi birleştiren,
Hayata dur demeyen sensen inan,
Buyur yaz klavyen ile işte meydan.
Sana boş bir alan, yazarken sen
Vatanını, Dinini, Milletini, Atanı
Küçük düşürmeden bunlarla KENDİNİ
Bunları karayan bilirsin kendini karar.
Burası bir meydan, sende yazarsan,
Buradan okuyanlarda çıkar bana inan.
06/10/2009 Saat 01,09 Çorum
Aynı anda  yayında.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 14

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ
AÇILIMLAR VE MİLLİ KARDEŞLİK PROJESİ
Şimdi “demokratik açılımın” adı “milli birlik ve kardeşlik projesi” oldu. 
            Bu iyi. Demek ki bundan böyle kendi parmağımızı kesmeyecek, ayağımızı çıngıraklı yılan deliğine sokmayacak, boşu boşuna belâya bulaşmayacak ve kendi hayatımıza kendi ellerimizle kastetmeyeceğiz. İnşâllah!
Milli Birlik Beraberlik ve Kardeşlik Projesi. Demek ki artık, adına Türkiye Cumhuriyeti denilen bu beden, bu ruh bizim.
Üç buçuk sergerde, eli kanlı maşa ve menfur işlerle iştigal kirli eller uğruna haneyi harap, tahrip, tarumar etmeye (cüret’e) hak sahibi olunmadığı bilindi ve idrak edildi her hal…
Asırlık misafirleri de haneden çıkarmaya gerek yok. Çünkü: Milli birlik, kardeşlik ve barış her şeyi galiptir. Anlaşılan biraz olsun kendimize geldik ve hakikatin farkına vardık.
“BİZ BİR MİLLET VE DEVLETİZ”
Yüksek frekansta seslendirdiği projenin anlamı bu!  Düşünmek bile istemeyiz. Ama “bütün ana diller yerine ‘sadece Kürtçe’ yayın yapan kanalın kurulması gibi” veya “Anadolu medeniyetleri Enstitüsü yerine, salt Kürt Enstitüsü kurmak gibi” bilim, akıl-mantık veya mezkür “milli siyaset’in” inadına aksi yapılırsa ne olur?
Allah’ın mahlûkatında O’nun rızası dışında tasarrufa kalkışılmış olunur. Buysa hem objektif ve evrensel hukuk’a ve hem de Hukukullah’a (Allah’ın hak ve hukukuna) karşı isyan, hem de kul hakkını ihlâl olur ki,  aynı fiil ile iki hukuka birden fena halde tecavüz edilmiş olunur. Milletin maddî ve manevi hukukuna en büyük tecavüz olan, “öldürme, ayırma, bölme” kastıyla kurulmuş, İnsanın yaşama hakkına son verme, onun bu kâinatla olan bütün bağlarını kopartma, münasebetlerini bir anda kesip atma, kulu, Rabbine ibadetten alıkoyma, İlâhî eser, tefekkür, rahmanî nimetlere şükürden menetme kastıyla cinayet işleyen, Allah’ı tespih eden bedeni yetmiş trilyona yakın hücresi ile bütün tespihlerini bir kurşunla delip geçme, yahut bir bıçakla kesip atma ihanetine düşmüş olanları; Af ve atıfetle himaye ve hakiki hak sahibi şehit yakınları, Gaziler ve topyekun millete rağmen kucaklama vatana ihanettir.
Çok iyi bilirsiniz ki: Fıkıh âlimleri infazın üç yerde (masum, mazlum, illa mağdur ve muhatabın affı vuku bulmadıkça) caiz ve zorunlu olduğunu söylerler.
1. İmandan sonra küfre girmek.
2. Evli olduğu halde zina etmek
3. Haksız yere bir insanın kanına girmek. Bunlar dışında insan hayatına son verilemez ve fakat mağdur affetmedikçe, fail (suçlu) devlet veya hükümetler tarafından kesinlikle affedilemez.
Yâni, Allah’ın sonsuz kudretine nazaran bir insan yaratmakla bütün insanları yaratmak arasında fark olmadığı gibi, Onun sonsuz rahmet ve adaleti noktasında da bir insanın katli ile, bütün insanların katli arasında fark yoktur. Bu nedenle katiller asla affedilemez. İnsanoğlu her nasılsa, başkalarının hakkını çiğnerken o insanların Allah’ın kulu olduklarını unutuyor. “Ben Allah’ın bir kuluna zulmedersem, Onun kahrına hedef olurum.” diye düşünemiyor. Bunun içindir ki, kendisine İlâhî ikazlar geliyor.
Bu rahmanî ikazlara tercüman olma sadedinde Allah Resulü de (AVS) ümmetini defalarca ve değişik şekillerde ikaz etmiştir. Misâl:
“Mazlumun bedduasından sakınınız. Çünkü onun duasıyla Allah arasında perde yoktur.” (Buharî, Müslim)
“Ümmetimden müflis odur ki, kıyamet günü namaz ve zekâtla gelir. Ama, bu arada sövdüğü şu kimse, dövdüğü bir başka kimse dahi gelir. Bunun üzerine kendisinin hasenatından şuna verilir, buna verilir. Üzerinde haklar bitmeden kendi hasenatı tükenirse, o zaman onların hatalarından alınır kendisine yüklenir. Daha sonra cehenneme atılır.” (Müslim)
İşte; bütün “Açılımlar, Milli Birlik ve Kardeşlik Projeleri” bu kriter ve kıstaslara uygun olmak zorundadır. Aksi takdirde “meşruiyet” nihayet bulacak ve mukabele-i bil-misil, hukuken meşru bir “HAK” halini alacaktır.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

15

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ
DOMUZ GARİBİ FENA VURDU
            Evet, öteki Türkiye fena halde domuz garibi!
Zuhuratın (ilk görülme) tarihi yarım asrı buluyor. Gerçekte bir nüksetme hadisesi! İsterseniz son zamanlarda vaki en belirgin tespit ve teşhislerden bir örnek vereyim:
“Burdur Cumhuriyet Başsavcısı Ali Nevzat Açıkgöz, ‘2009 Adli Yılı’ açılış töreninde yaptığı konuşmada şöyle dedi: “İddia ediyorum ki, iki yıl ülkemizde yolsuzluk ve hırsızlık yapılmasın, Türkiye ekonomik açıdan şahlanma dönemine girecektir.” (Prof. Dr. İsa Kayacan, Oğuzeli Gazetesi, Bucak- Burdur 10 Eylül 2009) Lütfen heyecanlanmayın ve yanlış da anlamayın. Burada bahse konu, tıpkı küresel ekonomik kriz gibi, ülke dışında yaşanan müzmin pislik, hırsızlık, yolsuzluk, yağma, yalan-talan ve her türden namussuzluk sonucu oluşan ve neticede bize de bulaşan “domuz gribi” değil! Daha beter, daha rezil, işkenceyle süründüren, zalimi âbad eden, mazlumu sürünerek öldüren cinsten.
Aslında benzer bir melanet!
Peki nedir?
Cevap, hani bir ATA sözümüz var ya: “Devletin malı deniz, yemeyen domuz” Bir sivil toplum kuruluşu bunu 2000 yılında, “Devletin malı deniz, hırsızlık, haksızlık ve yolsuzluk yapan domuz” biçiminde tescil ve tasdik ettirerek “İnsanlık Forumu Vizyon ve Misyon Deklerasyonu” başlığını taşıyan açıklama biçiminde bütün Türkiye de yüz binlerce nüsha dağıttı. ((Ankara C. Başsavcılığı’nın izni ve Valiliğin (Em. Md.lüğü 26.02.200 tarih ve…/10865 Sayılı) onayı ile))
Zira o dönemlerde de “domuz garibi üretme operasyonları” baş döndüren bir hızla sürüyordu. Öyle ki, bankalar hortumlanıyor, parlamenter borsaları açılıyor, üçkâğıtçılıktan (borsa, faiz, döviz) muazzam vurgunlar vuruluyor, özelleştirmelerden en az % 50 pay ve asgari % 20 hisse gasp ediliyor; Yalan-talan,soygun-vurgun tam bir çılgınlıkla sürüyordu. Gerçekte bu ATA sözü, yüce dinimizin “kul hakkı’na” ilişkin hükümlerine dayanır.
Kul hakkı, geniş ve derin bir kavramdır.
Çoğu âlim ona İslâm’ın (Müslüman olmanın ve Müslüman kalmanın) şartı; Bir kısım ulema da İman’ın (İslâm’ı fiilen yaşamanın) şartı der. Bana göre her ikisi de (yer, durum ve derecesine göre) doğrudur. Zira özel haller dışında, genelde kulun bedeni, can ve malına vaki tecavüzler maddî hukuk, insanların iç dünyası, ilke, inanç ve ruh yapısına verilen zararlar ise manevî hukuk bağlamında mütalâa olunur. Gerçekte bu mütalâa yanlıştır. Çünkü ileri-modern (çağdışı-kadük) güncel hukuk anlayışına nazaran, kadim hukuk kuramı baz alınarak objektif norm ve evrensel kriterlere vurulduğunda yanlışlık apaçık ortaya çıkar. Yani hukuk, “HAK” ve “ADALET” kavramından hareketle, maddi-manevi, ispat ve tespiti kabil her suçu kapsar.  
Konuyu açabilmek için bazı Kur-an ayetlerine bakalım:
“Kim bir nefsi, kısas yahut yeryüzünde fesat çıkarma sebeplerinin biri olmaksızın öldürürse bütün insanları öldürmüş gibidir.” (Mâide Sûresi, 32) Bu bağlamda, ülkemizde idam cezasının kaldırılmış olması; İnsan Hakları, Adalet ve Objektif Hukuka aykırı olup, namuslu-dürüst, iyi insan ve iyi vatandaşlara karşı işlenmiş bir suçtur. İdam cezası, “lüzum gördüklerini” gizlice infaz eden ikiyüzlü AB hariç olmak üzere; ABD dâhil dünyanın bütün devletlerinde vardır.  
Şu işe bakın ki, sözde “İdam cezası” bulunmayan AB’de demokrasi yoktur.
Meselâ: Allah yolunda can verip Şehitlik mertebesine erişen bir mümin (ki, ibadette daim, namazında-niyazında olmayana şehit denilemez, bu mertebe ile anılamaz ve şehitmiş gibi muamele edilemez) bunun büyük mükâfatını görmekle birlikte, kul hakkı ve kullara olan borçlarından kurtulamaz. Zira kul hakkının affını Cenâb-ı Hak mağdur kula bırakmıştır. (yani, devlet ‘hükümetler’ kul hakkını şamil/kapsayan af’lar çıkartamaz) Keza, samimi tövbe eden bir müminin de geçmiş günahları affolunur, ama kul hakkı bu affa girmez.
Af kurumu, öncelikle ve mutlaka mağdurun müracaatını zorunlu kılar. Mağdur veya maktul’ün hukuki ve manevi vekili (hayatta olan en yakın akrabası) af ve bu hususu mercie beyan etmedikçe, failin fiili suç, kendisi suçlu olmaktan çıkamaz ve suçuna tam karşılık gelmek koşuluyla hükmolunan cezadan kurtulamaz.
“Tövbekâr olanlar hakkında hukukullah dâvâsı güdülmez. Ancak hukuk-u şahsiye dâvası kalır.” (Hak Dini Kur’an Dili)  Burada helâlaşma şartı mutlaktır. Aksi takdirde bir kimse, hak sahibinden helâllik almadıkça günahının cezasından kurtulamaz. Kur-an da, kullar arasındaki adalet esaslarını tespit eden birçok ayet den sonra; “İşte bu Allah’ın hudududur, onu tecavüz etmeyin.” mealinde İlâhî ikaz gelir. Demek ki, kul hakkını çiğnemek, Allah’ın hududuna tecavüz etmektir. Bu hâl ve hakikatin “gece-gündüz” haram, yalan ve talan peşinde koşan, zahirde sureti haktan görünüp, gerçekte güruha mensup, “mürai, münafık ve din tüccarlarına” anlatılması; Hak cihazı, hukuk ve adalet mekanizması kullanılarak toplumdan tart edilmesi görevi, başta âlim ve bilhassa amirlere ait bir vazifedir.
Halk ise: Bilinen ve belli olan hırsız, yolsuz, rüşvetçi, suiistimalci, kaçakçı, kıyakçı, sahteci, anarşist, terörist, (bunların yardım ve yatakçıları) zalim, mücrim, ahlâksız, adaletsiz, namussuzlar ile bunların bileşenlerini (tamamlayıcı ve bütünleyici unsurlarını), bir başka deyişle mütemmim cüzlerini dışlamak, insan yerine koymamak, mümkün olduğu kadar hayat ve muhitinden uzaklaştırmak zorundadır. 
DOMUZLARDAN KURTULMANIN YOLU BUDUR.
Artık “devletin malı deniz, yemeyen domuz” diyen, kime iltica edecek (sığınacak) ve kimden yardım dileyecek? Bilumum gerici-yobaz ve fanatik mürteci savlarının aksine insan, Allah’ın kuludur. O’nun hukukuna riayetsizlik ise, sonuçta İlâhî azap nedenidir.
Tövbe kapısı hariç, bundan kurtuluş yolu yoktur. İşte bu noktada hukuklar birleşir.
Bu nedenle AKP hükümetinden beklenen ilk icraat: “Temiz Eller Operasyonu” idi. Olmadı. Olmaması halk üzerinde çok büyük bir hayal kırıklığına yol açtı. Kirli eller: Yani domuz, kene, bit-pire ve vampir taifesini ise çok sevindirdi. Yani kısaca: BİLİNMELİDİR Kİ; başta İnsan olmak üzere, hayvanlar ve canlıların yaşam alanı, bu alan ile kaim imkân, ihtiyaç, kaynak, dayanak ve-sair maddi-manevi unsurların; Rüşvet-iltimas, gasp, irtikap, görevi kötüye kullanma, hırsızlık-yolsuzluk-suiistimal, fahiş fiyat-pahalılık, haksız edinim, adaletsiz vergi, kayıt-kapsam dışılık, kaçakçılık gibi “Domuzların iştigaline dâhil” haksız edinim ve kul hakkı tecavüzlerinden mütevellit öteki Türkiyeli “Domuz Garibi” fakir-fukara, garip-guraba, masum ve müsemma vatandaşların hak’ını teslim, Hükümet, Adalet (yargı) ve hak-hukuk mabedi TBMM’nin mutlak görevidir!
ÖYLE İSE:
Adalet ahlâkını kaim, hukuk’u hâkim ve bozulan-sarsılan hak dengelerini tesis; Öncelikli ve yegâne “AÇILIM” olmak zorunda değil mi?
Gayrisi meşru değildir biline. 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 16

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ
ATAA’DAN KARŞI ATAK
-ATAA Massachusetts Eğitim Rehberindeki ‘soykırım yalanı ve iftirası” ile ilgili Türk görüşlerinin sansür edilmesine karşı mücadelesini kararlılıkla sürdürüyor
-Birinci Bölge Amerikan Temyiz Mahkemesine başvuru yapıldı 
-Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği (ACLU) ve Türk Amerikan Yasal Savunma Fonu (TALDF) destek vermek için bu çabalara katıldılar
            -Griswold-Massachusetts davasında taraf olan Türk Amerikan Dernekleri Kurulu (ATAA) bölge mahkemesinin daha önce verdiği aleyhteki kararı tersine çevirtebilmek için Birinci Bölge Amerikan Temyiz Mahkemesine başvurdu.
Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği (ACLU) ve Türk Amerikan Yasal Savunma Fonu (TALDF) de ayrı ayrı sundukları savunmalarla çabalara destek verdi.
HATIRLATMA
            Ekim, 1999’da Massachusetts Valisi;  www.ataa.org adresini öğretmenler tedrisat rehberinden, ATAA'nın bölgedeki üye derneği, New England Türk Amerikan Kültür Cemiyeti (TACSNE)’nin kamusal savunmasına ve ondan önce de bir eyalet eğitim uzmanları komisyonunun Ermeni meselesinin (Türkler ve Ermeniler arasında) tarihi bir çekişme olduğunu, ATAA internet sitesinin ve Ermeni tezini sorgulayan diğer karşı görüşlü Türk sitelerinin eğitim kaynakları olarak uygun bulunduğunu belirlemesine rağmen sansürledi.
            Nisan 2009 da, Bölge Mahkemesi, öğretmenler tedrisat rehberine hangi eğitim malzemesinin konacağı kararının, son analizinde, eğitimsel değil politik bir karar olduğuna hükmederek ATAA’nın tezini reddetti.
ATAA Başkanı Günay Evinch (Övünç) kamuya yaptığı bir açıklamada söyle dedi:
"Türk-tarafının görüşlerini eğitim açısından yararlı bularak tedrisat rehberine kabul eden bir eğitim uzmanları komisyonunun, etnik politika tarafından buldozerle ezilip geçilmesine meydan veren bu alt mahkeme kararı ile aynı görüşte değiliz.
ATAA, bir insanın ne öğreneceğini, ne okuyacağını veya ne söyleyeceğini politik güçler saptamamalı düşüncesindedir.
Tarihi gerçeklerin göstergesi de bu olmamalıdır.
Aksi halde, eğitim en güçlü lobinin zulmüne terk edilir, tabu ve dogmalara karşı çıkmak imkânsızlaşır, bilimsel merak ve ifadeyi özendirmek zor hale gelir.
Osmanlı Tarihi uzmanlarının büyük bir çoğunluğu ki bunlar kesinlikle Türk kökenli değildir, Ermeni soykırım iddialarına karşı çıkmaktadır ve hiç kimse onların kitaplarının yakılmasına izin vermemelidir, internette bile olsa.
ATAA, Ermenilerin Türklerden altı misli daha kalabalık olduğu Massachusetts eyaletinde adalet ve hakkaniyet aramaktadır ki, orada yaşayan Türk asıllı (Türk-Amerikalılar) Amerikan anayasasının koruması altında yasal görüşlerini eğitim sisteminde dillendirebilecek fırsatı bulabilsinler.
ATAA bölgedeki üyesi, TACSNE derneğine toplum hizmetleri ve kamu eğitimi için teşekkür eder. ATAA nın yeni seçilen, başarılı ve yetenekli bölge temsilcileri Ali Çınar ve Tomris Azeri, bir yandan kulaklarını Türk toplumuna dikerek eğitim sisteminin ve sivil özgürlüklerin nabzını tutarlarken, diğer yandan da ifade hürriyetinin kazanacağına olan güvenlerini ifade etmişlerdir.
ABD’de yaşayan Türkleri, bu cesur azimli ve kararlı mücadelelerinden dolayı kutlar; aynı cesaret, kararlılık, azim ve iradenin burada, yani Türkiye’de oluşmasını dilerim.    . 
(MNS: Ankara, 24 Ekim 2009)

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 17

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ
“TARİH KOMİSYONU”
Mesele, Revan’da oynanan Ermenistan-Türkiye maçıyla başladı gibi!
Sonra; Bursa’da Türkiye-Ermenistan maçı!  “Açılım” kategorisine yeni eklenen Ermenistan’a kapı açılması ve normalleşme konusunda Halk Partisinin sahibi Deniz Baykal, bir ara ne dedi?  “Bu, konjonktürün zorunlu kıldığı, Türkiye’nin de gereğini yapma konusunda baskılara maruz kaldığı, doğrusu, mecbur edildiği bir konudur!”
Demek ki Recebin “kamera istemem” feryadının sebebi bu olsa gerek. İşin içinde iş, oyun, saklılık ve gizlilik var. Baykal işkillenmekte haklı; çünkü o’da, ‘gizliliğin nemenem melânet” olduğunu artık iyi biliyor. Yani maç, durup dururken “Ermeni Açılımı”na dönmedi herhal.
Mesele, binlerce dönme, devşirmenin, bizzat infaz ettikleri, iyi vatandaş Hrant Dink’in cenazesinde “biz Ermeniyiz” diye haykırma “nedenlerine” kadar gidiyor. Hatta, o kadar la da kalmıyor, çok öncesi bile var. YOKSA; Takım ruhu, futbolun gücü, barış için spor falan hikâye. Maç’tan anladığımız tek şey: Açıkça, mertçe, erkekçe ve dürüstçe oynandığında, sahada Türk kazanır. Türk düşmanları bunu çok iyi bildiklerinden, daima Türk’e ve Türkiye’ye karşı ikiyüzlü, içten pazarlıklı, kahpe ve kancıktırlar. Anlayacağınız, takım çatıştırmaktan maksat bambaşka idi, olmadı.
Yani; “uşaklığı öğrenemeyen Türk” daima batının bir yerlerine batar.
Tarafların rakip takım dedikleri Türk çocukları, çok akıllı oynadı. Takımın oyun düzeni mükemmeldi. Bütün tertip ve teşebbüslere rağmen oyunculara müdahale etmek mümkün olmadı. Sonuçta senaryo ters tepti. İstenmeyen oldu. Türkiye kazandı. Aferin!  En azından biz, tribünlerden gerçekleri gördük ve bir de baktık ki! “Ermeni protokolünde sınırların açılması yanında öyle bir hüküm var ki, tam rezalet. "Tarih Komisyonu" kurulmasıyla ilgili madde, Türk, Ermeni, İsviçre ve Fransız tarihçilerinin toplanmasını öngörüyor. "Türkler Ermenilere soykırım yaptı mı yapmadı mı" diye araştırıp bir karar verecek olan komisyon bu! Tam komedi, rezalet, fecaet! Türkiye baştan 3-1 mağlup. Bir Frenk oyunu bu, frengili necis, kalleş ve iğrenç! Ermeni, İsviçreli, Fransız tarihçiler ‘Soykırım olmadı’ diye mi rey verecekler? Bir kere bu ülkelerde demokrasi yok. Üstelik ‘Türkler Ermenilere soykırım yapmamıştır’ demek yasaktır. Aksi takdirde İsviçre ve Fransa mahkemeleri derhal hakkınızda cezai takibe girişir. TTK Başkanı Halaçoğlu için mahkeme tutuklama kararı vermedi mi? İsviçre ve AB'nin talebi üzerine AKP, Halaçoğlu'nu TTK Başkanlığı'ndan da attı. "Ermeni soykırımı yalandır" açıklaması yapan İP Genel Başkanı D. Perinçek de İsviçre Mahkemeleri tarafından mahkûm edilmedi mi?
Şu hale nazaran, AKP Hükümetinin "Tarih Komisyonu" kurulmasını öngören protokolü imzalaması çok vahim sonuçlara yol açacak bir hatadır. Bu, açıkça hain bir tuzak olup; mezkûr komisyondan Türkiye aleyhine karar çıkacağı kesindir. Karar çıktığı zaman da AKP’nin bu gaflet-dalalet eseri yahut bilerek, oyunun bir parçası sıfatıyla üstüne atladığı bu tuzakla Türkiye “soykırım yaptığını” kabul etmek zorunda kalacak ve Komisyon kararı Türkiye'nin soykırım yaptığını tescil edecektir. Yani böylece, AKP sayesinde tüm dünya önünde mahkûm edilmiş olacağız. Çünkü AKP hükümetince imzalanan protokol (TBMM’de onaylanması halinde)  gereği kurulmuş bir komisyon karar vermiş olacaktır... Kararla AKP sayesinde Türkiye köşeye sıkıştırılacak, sonra toprak ve tazminat talepleri peş peşe gelecektir.
Yani AKP tarafından açılan kapı doğrudan SEVR’e açılmaktadır biline.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

   18

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ
MİLLİ DAVA (!) KIBRIS
Türkiye, emperyalist bir devlet değildir.
Kuruluş ilkeleri ve ilk (1924) anayasası gereği emperyalizm karşıtıdır.
Gerçek, samimi ve tarihi politikaları da…
Kaldı ki, dünyanın en büyük emperyalist devletlerine karşı verilen bir “kutsal savaş ve efsanevi direniş” sonucu kurulmuştur.
Bu manâdan mülheme olmak üzere adı: “İstiklâl Savaşı”dır.
İstiklâl Savaşı, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük strateji dehalarından biri ve O’nun önderliğinde Türk Milleti tarafından başarılmıştır. Bu nedenle “dâhili ve harici” bedhahlara (gizli) düşmana karşı daima hazır ve nazır olmak Türk milletinin genlerinde vardır. Şiarımız: “Hazır ol cenge her daim, eğer istersen yurtta ve dünyada barış” ilkesidir. “Yurtta sulh, cihanda sulh” vecizesinin hakiki manâ ve münderecetı ayniyle budur.
Nitekim “Kurucu ATA” M. Kemal Atatürk Türk genliğine emanet ve vasiyetinde: “Ey Türk gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyet'ini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir..” emrini vererek, bilvesile milli cevherin öz, kaynak ve asıl dayanağını da belirtmiştir: “Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kan’da mevcuttur”
Nedendir bu vasiyet?
“Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur.Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir.”  
 
İŞTE SEBEP BUDUR!
Lâkin Türkiye’de henüz strateji kurumları ve düşünce kuruluşları yoktur. Çünkü hem varlıkları istenmez ve hem de hükümetler bunları desteklemez. İç düşmanlar (dâhili bedhahlar) halkın asla ve hiçbir zaman, örneğin bir Kıbrıs gibi milli davalar gütmesini ve bunları sahiplenmesini istememişlerdir. Aksine “milli” damgalı her şeye karşı çıkmışlar ve düşmanlık etmişlerdir.Bunların başında: Milli Devlet, Milli Ordu ve Milli Anayasa gelir.
 
ANAVATAN’IN MİLLİ DAVALARI!...
Bu unsurlar 27 Mayıs isyanı ile anayasa ve cari mevzuattan kazınmıştır. Adları zoraki “Milli” lâfzı içeren Milli Eğitim ile Milli Savunma bakanlıklarının isimlerini hiçbir zaman hazmedememişler; Bu kurumları içten çökertmek, milli-ilmi ve manevi değerlere karşı tahrip, tahkir, tezyif ve tekzip görevleri yaptırmak en büyük emelleri olmuştur. Bu sebepledir ki Milli Eğitim diplomalı binlerce hırsız, yolsuz, sahtekâr, anarşist ve terörist AB tarafından iftiharla himaye edilmektedir. Ordu içinde de, maalesef, uluslar arası Yahudi tarikatı olan masonluk, hırsızlık-yolsuzluk, rüşvet-iltimas, suiistimal ve asker aileleri bağlamında namussuzluk yer, yer mümkün vakıalar arasında yer almakta; namaz ictimaları, İslâmi yemin ve İmam kadroları kaldırılmış bulunmaktadır. Bunlar “Milli ordu ve Peygamber Ocağı” kavramlarına vurulmuş kahredici darbelerdir.
 
DAHİLİ İZOLASYONLAR!...
Netice itibarıyla Türk devleti ve siyaset hayatının derinlerine nüfuz etmiş “gayri milli unsurlar” Milli strateji üretmenin, milletçe “milletlerarası organizasyonlara” taraf olmanın, “bir dünya devleti gibi”, halkı zenginleştirecek, refah ve saadet içinde mutlu kılacak, adalet ve hukuk standartlarını evrensel bazda yükseltecek tarzda hareket etmenin de karşısındadırlar. Bunlar, genellikle dönme ve devşirmedir. Türklüğü ve İslâm’ın yüceliğini idrakten aciz kalmışlardır. Kimlik ve kişilik yoksunu olduklarından dolayıdır ki “partner”liğe bayılırlar.   
İşte bunlar (dahili bedhahlar) nedeniyle zorunlu alanlarda basit güncel politikalar, yaşanan sorunlara karşı alternatif projeler ve çözüm önerileri üretebilecek milli ve mukavim AR-GE’ler bile henüz teşekkül ettirilememiştir..
Mevcutlar “sürgün yeri” olarak kullanılmaktadır.
Dışişleri teşkilâtı ise hâla “monşerlere” teslim.. Yani milli değildir!...
Bu nedenle AİHM sürekli aleyhimize çalışıyor, siyasi kararlar üretiyor ve TC’yi tüm dünya karşısında taciz ederek, küçük düşürüyor. Türk milleti ve evrensel hukuk’un en temel hak ve stratejisi “mütekabiliyet”, “mukabil hak”, “ecri misil”, “misilleme” ve “mukabele-i bil misil” gibi, hak, adalet ve hukuk’ betimleyen kavramlar Dışişlerinin lügatinde yok!...   
Neden acaba? Yoksa biz hâkim ve hükümran “özgür” bir devlet değil miyiz?..
Yahut sorun, sadece “milli” meselesinden mi kaynaklanmakta? Oysa!...
Başta, GB antlaşması ile kaybedilme yoluna girilen Kıbrıs, 12 Adalar, (adalar hükümetler ve dışişleri bakanlıklarının gözü önünde) Lozan Antlaşmasına aykırı olarak silahlandırılmış, her bir adaya askeri yığınak yapılmış, Anadolu’yu rahatlıkla vurabilecek menzilde füze rampaları ve askeri hava alanları inşa edilmiştir. Hava sahası konusunda da Yunanistan pusudadır. Önü alınamadığı takdirde Türkiye açık denizlere çıkması engellenecek ve bir kara devletine dönüştürülecektir. 
Hükümetler tam bir korkaklıkla bu MESELELERE KARŞI ses çıkartamamakta ve sözde barışı korumak adına olan bitene göz yummak gaflet ve dalâletini göstermektedirler. Kuzey Irak, Musul, Kerkük, Karabağ, Doğu Türkistan ve Kıbrıs’ın durumu ortadadır. Lütfen aşağıdaki (konuyla ilgili) örneği bir inceleyin.
Çok şeyin farkına varacaksınız.
Nasıl bir ateş çemberi içinde olduğumuzu açıkça göreceksiniz.
Bir şeyi daha tabii; Ülkemizi yıllardır yönetenlerin gaflet ve dalâletini...
Buyurun: Sadece yakın tarihi inceleyin yeter!...
 
MİLLİ STRATEJİ VE KIBRIS 
Strateji ufkun ötesini görebilme (basiret ve feraset) sanatıdır. Askeri Strateji: Askerlik mesleği bakımından, gelecekte bilinen-belli olan veya müstakbel düşmanlar tarafından, hesaplanan beklentiler dâhilinde yönelebilecek tehdit, tecavüz, tahdit (sınırlamalar) ve tehlikelerle mukabil hangi imkânlar, şartlar ve ihtimallerle karşı konulabileceğini iyi hesaplama ve uzağı görebilme ilmi ve sanatıdır.
Düşmanlara karşı mukabil tedbirler almak bu ilim sayesinde kabil olmaktadır.
Buna göre “strateji”elde mevcut imkânlarla en iyi sonuca ulaşmayı sağlayacak şekilde durumu yönlendirme ve yönetme kabiliyeti, öngörü, basiret ve beka sanatıdır.
Bu çerçevede; Atatürk’ün uzağı görme (basiret/öngörü) ve Askeri Strateji bakımından eşsiz bir deha, nadir bir komutan ve büyük bir devlet adamı olduğu her geçen gün biraz daha açığa çıkmakta ve bütün dünyada çok iyi anlaşılmaktadır.
Strateji ilimi ve sanatına yetenekleriyle sahip olmayanlar ülkeyi, ülke kaynaklarını, siyasi partileri, şirket ve dernekleri, kısaca halkı, hükümetleri ve orduları hakkıyla ve lâyıkıyla yönetemezler, yönetirlerse de başarılı olamazlar.
Türkiye’nin elli yıldır ufkun ötesini ve gerçekleri görebilenler tarafından değil;
Burnunun ucunu bile göremeyenler tarafından yönetilmeğe çalışıldığını, kaç yıldan beri “kördüğüm” haline getirilen Kıbrıs’ın durumu ve “milli davanın” kaybedilmek üzere olması açıkça göstermektedir.
 
ŞURASI UNUTULMAMALIDIR Kİ!..
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin asli görevi olan ülkeyi “DAHİLİ VE HARİCİ” tehdit ve tehlikelere karşı koruma ve savunabilmesi, Kıbrıs’ın tamamen Türkiye’nin kontrolü altında ve bütünüyle hâkimiyetinde bulunması şartına bağlıdır.
  
 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

  19

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ
MİLLİ DAVA DÜŞMANLIĞI
Art arda gelen açılım bombardımanları medyada ciddi bir sersemliğe yol açtı.
Kafalar karıştı. İlkeler sarsıldı. Ezberler bozuldu.
Etnik kök, gerçek din, (fanatizm) örtülü nesep, gizli meşrep, kadim efendi, sözde ilke ve esaslar deşifre oldu.. Düğmeye basıldıktan elli yıl sonra şimdi mal meydanda. Her gün bir başka veçhesiyle (yönüyle) açılıp, saçılma sürüyor.
Beklenir süreçte öyle bir evre başladı ki, neticesi düşman başına.
Üstelik, namuslu-dürüst, onurlu-sorumlu Türk vatandaşları ile hakiki, samimi, muttaki Müslümanlara karşı! Hem de Ermeni’si, Rum’u, Yunan’ı, Yahudi’si dâhil AB ve ABD nam örgütlenmiş bilumum devletleşmiş suç örgütleri, kan emici kene ve vampirler ile.
Onlar, bütün dünyayı sarsan ‘küresel krizi’, soygun ve vurgunlarıyla yarattılar.
Çılgın hırs, ihtiras ve bencillikleri durmak, ateşle dolası karınları doymak bilmiyor.
Bil-umumu, fakir-fukara, garip-guraba üzerinden yat-kat, at-araba ve gemi sahibi oldu.
Başta din tüccarlığı, misyon tacirliği, insanlık-hak, adalet ve hukuk istismarını meslek ve meşrep edindiler. Milletleri tahrik, istikrarı tahrip ve devletleri tarumar; İlâh, ilâç ve silâh ticaretinden devasa edinim, gasp ve irtikap, nitelikli dolandırıcılık ve soygunlar yaptılar.
İnsanlık, bu sinsi düşmanlık, derin kalleşlik, doyumsuz hırs ve ihtirasın bedelini çok ağır ödedi. Ödemeye devam ediyor ve “kendine gelmedikçe” de ödemeye devam edecek. Genelde küresel ısınma, açlık-yokluk, sefalet-cehalet, kuraklık, hastalık;
Özelde: Milli değer, şahsiyet-haysiyet ve karakter kaybı, kölelik ve uşaklıkla.
Yani bir nevi “domuz garibi” sürüler gibi.
Örneğin: Bizde milli tarih ve milli hafıza saldırıya uğradı. Milli dava’lar alaya alındı, rencide edildi. Aslında izafi olan sosyoloji, psikoloji ve mantık bilimleri ile üzerinde en çok oynanan tarih (vakıa) ilmi, şüphe, şaibe, yalan-iftira ve tereddüt bulutlarıyla örtüldü.
Metafizik, tarikat ve tasavvuf menfur emellere alet ve istismar edildi.
Elli yıl öncesine kadar Mustafa Kemal Atatürk’ün “Türk demek; Türkçe düşünmek, Türkçe konuşmak ve Türkçe yaşamaktır. Ne mutlu Türk’üm diyene.” Vecizesi ayniyle söylenir, bütün yurttaşlar tarafından ‘mürşit ve düstur” kabul edilirdi. Sonra söz, önce sebep-hikmet, anlam ve dayanağından soyutlandı. Geriye, ihtiyat-tedbir ve yatırım maksatlı (strateji ve taktik gereği) “Ne mutlu Türk’üm diyene” bölümü kaldı.
Şimdi, “sen, ‘Ne mutlu Türk’üm diyene’ dersen, öteki de‘ne mutlu Kürt’üm, Lazım, Arnavut’um diyene’ diyecektir. Bu nedenle söz dağdan taştan silinmeli, minarelere mahya olmamalı, her bir yerden kazınmalı. İlkokul öğrencilerine de sabahları “Türküm, doğruyum, çalışkanım…” parçası söyletilip, öğretilmemeli. Bu tahrik ve bölücülüktür” diyorlar!
 
OLUŞLAR YENİ “EMRİVAKİ” DEĞİL !
Gerçekte bu öyle pek yeni bir olgu değil. Evveliyatı, kökleri var. Bu nedenle, kasıtlı olarak yaratılan ‘kavram kargaşasını’ bir yana itip, olanlara ve olaylara bilimsel bakmalıyız. Tarih ne diyor? Doğa ne anlatıyor? Eşyanın tabiatı ne? Bunlar çok önemli. Çünkü: Huzur, istikrar ve insicam üzere olan bütün milletler “Milli Devlet” üzere vardır. Milli devletler ‘Milli davalar ve milli idealler” temelinde yükselir. Milletlerin tarih içinde ebed-müddet varlıklarını korumaları, milli davaları diri, sağlam ve canlı tutmaları, akılcı, cesur ve gerçekçi milli stratejilerinin olması ile mümkündür.
Yakın tarihimizin strateji üstatları Osmanlı idi.
Şimdilerde Osmanlı’nın yerini ABD ve AB aldı.
Japonya, Çin ve Rusya onlardan sonra gelmekte.
Üstelik, çağımızın küresel stratejileri, başta ekonomik (emperyalist-vahşi kapitalist), sosyal (önceden seçilen yaşam ve sömürge alanlarında meskun milletleri huzursuz, geçimsiz, daimi stres ve gerilim içine sürüklenircesine bir hayat, manâ, din, moral ve motivasyon olarak yozlaştırma), kültürel (hedef kitleyi milli değer, örf, adet, gelenek ve doğal-yerleşik yaşam biçiminden uzak bir deformasyona itme, kültür emperyalizmi ve psikolojik savaş yöntemleri kullanılarak yabancı dille eğitim yapılan kolejler açarak kimliksizleştirme, kişiliksizleştirme) ve siyasal (iç dinamikleri deforme edip, millet iradesini hiçe sayacak, objektif süjeleri ortadan kaldırıp, milli hassasiyetleri gönüllü olarak yok edecek yöneticiler yetiştirmek…
 
BİLGİ ÇAĞI İSTİSMARCILARI!
Özgür bilim, fazilet anlamında Cumhuriyet ve demokrasiye aykırı olarak; “Bilim” sözcüğü ve “Bilgi Çağı” kelimelerini sıkça kullanarak! Ülke içinde uşaklar ve paraya tapan, zayıflık ve zaaflar ile malul ortaklar edinmek.
Siyasal, sosyal, dinsel ve ırkçı-bölücü, iş birlikçi akımlar yaratarak, ayrımcılık, anarşi ve terörü körüklemek. Küresel güç veya bunlara partner olmanın anlamı maalesef budur.
Diğer bir anlamda insanlık aleyhine hareket etmek ve faaliyet göstermektir. Yukarda açıkladığımız sözde “büyük” strateji devleri işte böyle yapmakta, kirli oyunlar oyunlarla bu alanlarda, hukuk, ahlak ve insanlık aleyhine faaliyet göstermektedirler.
Başta ABD olmak üzere çoğunda, bu amaçla oluşturulan ve adına ting-teng denilen modern, kapsamlı, çok zengin ve büyük imkânlarla beslenen, desteklenen düşünce kuruluşları vardır. Bu tür düşünce kuruluşları hükümetler adına stratejiler ve senaryolar üretir; aynı zamanda bu senaryoların uygulanmasına nezaret edecek uzmanlar da yetiştirirler.
 
TOPLUM MÜHENDİSLİĞİ
Yani, senaryo içindeki gerçek görevleri toplum mühendisliği’dir.
Toplum Mühendisliği; Bir toplumu ezmenin, çok ucuz ve sorunsuz olarak iliklerine kadar soymanın, karın tokluğuna hayvan (eşek) gibi çalıştırmanın ve sömürmenin ileri, çağdaş ve modern adıdır. Maalesef buna da, insan hakları, adalet ve hukuka aykırı olmasına rağmen “meslek” denilmektedir. Şu anda maksimum hızla hayata geçirilen ve uygulanan “yenidünya düzeni”, “küresel emperyalizm/yeni sömürgecilik), “NAFTA”, Dünya Bankası, IMF, Dünya ticaret merkezi ve ABD’nin “11 Eylül ikiz kule” olayları hep bir senaryo ürünü ve emperyalist güçler tarafından “haçlı (yağmacılık) ruhu ile üretilerek” üretilerek, insanlık aleyhine ve fakat belirli güruhlar lehine uygulanan, ağırlıklı, büyük stratejilerdir.
Burada “güruh” dan maksat: Herhangi bir din, inanç, mezhep yahut milliyet farkı gözetmeksizin, bütün dünyayı yönetmeye kalkışan ve sayıları bir elin parmaklarını geçmeyen sözde “aile” bağlamında örgütlü mahlukat kast olunmaktadır. Ki, bunların en belirgin özelliği, hak, hukuk ve adalet düşmanı olmaları ve bütün inançlar bazında genel din tüccarlı (dinler arası diyalogculuk) yapmalarıdır.  

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

  20

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ
SON BAŞVEKİL
            Zaten O’ndan sonra (millet iradesini temsil) anlamı ve özelliğini yitiren makama baş-bakanlık, atama yoluyla mekâna tensip olunana da baş-bakan adı verilmiştir!...
Olması gereken de buydu.
Zira o güne kadar vekillerini bizzat seçen millet; dolayısıyla kendi Baş Vekil’ini de kendisi seçmiş oluyordu.
Yani, devlet idaresinde ‘millet iradesi’ hâkimdi.
Siyasi Partiler ve Seçim Kanunları daha dürüst, namuskâr ve demokrattı.
Ülkemizde (kuvvetler birliği ilkesi olmasına rağmen) daha güçlü, hâkim ve hükümran bir “adalet sistemi”, adalet ahlâkı ve hukuk vardı. Vergiler bu kadar çeşitli ve karmaşık değil, çok azdı. Hükümet insan odaklı olarak, millet için çalışır, deli dumrul gibi (doğalgaz, elektrik, su, petrol ürünleri, iletişim ve bilişim) vergi almaz; gasp ve irtikap eder gibi ticaret yapmazdı..
Sonra gerici, mürteci ve yobazların devirme (devrim) ve çökertme tuzağına düşüldü.
Son Baş Vekil Adnan Menderes ile bazı vekilleri Zorlu ve Polatkan, adına, utanmadan ve hicap etmeden mahkeme denilen, çadır tiyatrolarında “emredildiği gibi” katledilmelerine karar kılındı. TC tarihinin en insanlık dışı ve nefreti calip, sözde yargıçları, hem bu karara ve hem de tiyatro süresince devam eden “hırsızlar kervanı” isimli yalan, iftira ve furya’ya (radyo programına) ortak oldular. Neticeten idam ve infazlarla birlikte ülkemizin üstüne adeta bir mezar toprağı serpildi ve mâkus talih hükmünü icra etmeye başladı…      
O, (Baş Vekil Adnan Menderes) bu kahpe tuzak ve kalleş ihanetin sebep ve hikmetini, zanlı ve suçlularını çok vazıh (açık) bir işaret ve atiye dair kehanetle tespit ve sevgili milletine idamından önceki son mektubuyla açıklayıp, ilân etti. Duyurdu.
Nerede? Nasıl mı?..
Malum idamlar bütün dünyada el ayak çekildikten sonra, yani sabaha karşı yapılır.
Sebebi gayet basittir: Gündüz infazları halkta taşkınlıklara meydan verir. Olayın dehşetinden etkilenenler, sağa sola saldırıp bazen başka ölümlere yol açabilirler. .
Ama O’nun ki öyle olmadı.
Adeta millete meydan okurcasına, alçakça, sinsice ve haince, üstelik bir ikindi vakti gizlice, gözlerden ırak ve gönüllerden uzak, ıssız bir ada da ağır-ağır darağacına doğru yola çıkarıldı. (Polatkan ve Zorlu için de aynı yöntem uygulandı)
Şehâdet makamına vardığında, son sözlerini yazmak için kâğıt kalem istedi.
Ufak bir not kâğıdı uzattılar önüne.
Başladı yazmaya.
Kendini iyi ifade etmesiyle tanınan son Başvekil, darağacının gölgesinde o kâğıt parçasına adeta bir demokrasi manifestosu döktürecekti.
Artık, Allah (CC)’dan başka kimseden korkusu kalmamıştı.
Zaten önce de Allah’tan başka kimseden korkmazdı.
Ölümden öte yol var mıydı sanki?
            Başladı yazmaya.
            Dünyaya sağlığında bıraktığı son belgenin “eski yazı” dediğimiz Osmanlıca olması ve hiçbir imla hatası ve cümle düşüklüğü içermeden yazılması çok düşündürücüdür.
Demek ki, ölümü bile arzulayacak noktaya getirilebiliyormuş insan.
Gerektiğinde ona, bir sevgiliye koşar gibi de koşulabiliyormuş…
            İlk satıra şöyle yazdı:
Adnan Menderes’in idamından evvel son sözleri...”
Sonra düşüne, düşüne yazmaya devam etti:
            “Sizlere dargın değilim.
Sizin ve diğer zevatın iplerinin hangi efendiler (elinde olduğunu ve gerçekte kimler) tarafından idare edildiğini biliyorum.
Onlara da dargın değilim.
Kellemi onlara götürdüğünüzde deyiniz ki:
‘Adnan Menderes hürriyet uğruna koyduğu başını 17 sene evvel almadığınız için sizlere müteşekkirdir.’
İdam edilmek için ortada hiçbir sebep yok.
Ancak; Ölüme kadar metanetle gittiğimi, silahların gölgesinde yaşayan kahraman (!) efendilerinize acaba söyleyebilecek misiniz?
Şunu da söyleyeyim ki, “milletçe kazanılacak adalet-hukuk, hürriyet ve demokrasi mücadelesinde sizi ve efendilerinizi yine de (1950’de olduğu gibi) kurtarabilirdim” lâkin dirimden korkmayacaktınız.
Ama şimdi milletle el ele vererek Adnan Menderes’in ölüsü ebediyete kadar sizi takip edecek ve bir gün sizi silip süpürecektir. Ama buna rağmen duam [bu kelimenin üzeri çizilip merhametim yapılmıştır] sizlerle beraberdir.”
O, son Başvekil’di. Umur-u devlet’di. Erbap-ı faziletti.
Hak âşığı, adalet, hukuk, demokrasi ve millet sevdalısı idi..
Bu uğurda başını verdi…
“Demokrasi Şehidi” mertebesine yükseldi.
Efsaneleşti, destanlaştı ve milletim mâşeri vicdanında taht kurdu.
            Hukuk’un yüzkarası ve Türk hukukçularının ebedi utancı yassı-ada mahkemelerinin zulüm, ağır tahrik ve hakaretleri karşısında ezilmiş, tükenmiş, adeta canlı cenazeye dönmüş Menderes’in dimağı, son mesajında alevlenmiş, millet düşmanlarını işaret ve ifşa etmiştir..
Özellikle irticalî konuşmalarında zaman-zaman edebî bir haz kazanan zengin üslubu, bu işaret ve ifşaatında, Osmanlıcanın nâmütenahi manâ derinliğine sahipti..
O, her tür taklit, zorlama, dayatma ve uydurukçuluktan uzak, Milli ve doğal’dı.
Bu dil zenginliği ve mana derinliğine mümasil (emsal) bir örnek…
İşte 1 Mayıs 1960 tarihli radyo konuşmasından birkaç cümle:
            “Çok partili hayat birtakım müşkülata rağmen devam edip yerleşmekte... Ve her memleket meselesini milletin rey ve iradesiyle halletme veya yönlendirme şuuru vicdanlarda yerleşmekte ve kökleşmektedir... Fakat memleket bütün bu güzel ve müspet manzaraları ile göze gelmiş gibi, feleğin kahrı şeametli [uğursuz] bir nefes gibi üstünde dolaşmakta, sanki zehirli bir çöl rüzgârı gibi onun güzel renklerini soldurmaya çabalayarak esmekte...
Ne için sevgili vatandaşlarım?
Bu kin, bu husumet, bu ihtiras, bu kıskançlık ne için kurutucu bir çöl fırtınası gibi bu güzel vatanın üstünde estirilmek istenmekte?”
            Sahi, ne içindi bütün bunlar?
Memleketin üzerinde estirilmek istenen bu zehirli çöl rüzgârları kimin eseriydi?
Daha da önemlisi, “silahların gölgesinde yaşayan efendiler” den kimler ve hangi güçler kastedilmekte idi? CHP’liler ve İnönü mü acaba? Yoksa Derin devlet mi? Yahut iddia olunduğu gibi ABD veya bazılarının iddia ettiği gibi hâkimiyetini ABD’ye kaptırmış olmanın telaşıyla harekete geçen İngiltere öncülüğündeki Avrupa mı?
            Mektubun dikkat çekici cümlelerinden birisi, Türkiye’deki “hürriyet mücadelesi”nin er geç kazanılacağına ilişkin vurgudur.
Menderes’in hürriyet mücadelesine başlama tarihi olarak verdiği 17 yıl evveli, 1944: “Türk milliyetçilerine zulüm ve işkence dönemine” tekabül eder. Hakeza, Eylül 1945’te CHP’den ihraç edilmeden önceki yoğun muhalefet günleri de hatırlanır..
Çünkü O, Şükrü Saraçoğlu kabinesine güvensizlik oyu veren 7 muhaliften biridir.
            ‘Geç kaldınız, geç. Benim başımı asıl o zaman alacaktınız’, diyerek; idam sehpasının eşiğinde yazdığı mektupla, şahsı ve milletine yönelik dâhili ve harici husumet, ezeli kin ve derin düşmanlığın odağında İsmet İnönü olduğunu tüm dünyaya açıklar.
‘Silahların gölgesinde yaşayan efendi’ ve ‘1950’de kurtardım’ dediği işte odur.
İktidara geldiklerinde paçası tutuşan İnönü’ye ‘devri sabık” yaratmayacakları, yani “Atatürk’ün vefatından 1950’ye kadar aralıksız olarak yapılan soygun, vurgun, rüşvet, iltimas, yolsuzluk, yalan-talan ve suiistimalin üstüne gitmeyecekleri” konusunda teminat veren Bayar ve Menderes, İnönü’yü iğrenç bir rezillik, ihanet töhmeti ve mâhkumiyetten kurtarmışlardır.
            Bakmayın siz İnönü ve İnönücülerin ‘aslında paşa Menderes’in idam edilmesini son dakikaya kadar istemedi’ yavelerine. Çünkü Bedii Faik’in de ustaca yakaladığı gibi, İnönü O’nun idamını son dakikaya kadar değil, “son dakikada” istememiştir. Ama zaten o son dakikada kimsenin (ABD Başkanı’nın bile) idamı önleyecek gücü kalmamıştı ki!
Zamanlaması tek kelimeyle harikaydı İnönü’nün...
Vatan, millet, demokrasi, hak-hukuk ve adalet delisi rakibinden kurtulmayı arzu etmiş ama şeytani bir kurnazlıkla son dakikada harekete geçerek üzerindeki şaibeyi de temizlemek istemişti. Sahte hüzün ve riyakârca bir teessürle ‘Ne yapayım, gördünüz, elimden gelen bu kadardı’, diyerek de işin içinden sıyrılmayı becermişti.
Mektup devam ediyor:
“Adnan Menderes’in ölüsü ebediyete kadar sizi takip edecek ve bir gün sizi silip süpürecektir.”
Yoksa bir kehanet karşısında mıyız?
Ölüsü değil, ruhu, gün gelecek “birbirinden kötü taklitler sahte demokratlar ve yeni Menderes’ler olarak ortaya çıkan Demirel, Ecevit, Özal ve Recep dâhil” özellikle ve bilhassa (şimdilerde AKP ile tarihen örtüşen) CHP olmak üzere; 27 Mayıs artığı cunta, dikta, sulta ve statüko partilerini siyaset meydanlarında sandığa gömerek silip süpürmeyecek midir?
Ve bugün CHP, AKP ve şeriklerinin ensesindeki nefes, Türk halkının gönlünden hâlâ silinmeyen Menderes’in ruhu; Kadim Demokrat Parti’nin ‘siyasette uyguladığı “fazilet” mücadelesi değil midir?
Lütfen hatırlayınız!..  Cumhuriyeti kuran ve O’nu Türk Milletine, “ebed müddet” yaşatılması kayıt ve şartıyla armağan eden Mustafa Kemâl ATATÜRK ne demişti?
CUMHURİYET FAZİLETTİR
Dolayısıyla bu son anından damıtılmış kehanet pekâlâ tutmuş, yıllar sonra İstanbul’a nakledilen aziz nâşı bile on binleri sokağa dökmeye yetmiştir. Dahası: Asıl çıkan kehanet, (ihtilalden sonra dostları tarafından bile komik bulunan) Menderes’in “Bütün bir millet arkamdan geliyor” sözleri olmuştur.
NETİCE OLARAK:
“Ama şimdi milletle el ele vererek Adnan Menderes’in ölüsü (46 ruhu, DP’nin dava, mana ve misyonu) ebediyete kadar sizi takip edecek ve bir gün sizi (hepinizi) silip süpürecektir. Ama buna rağmen duam [bu kelimenin üzeri çizilip merhametim yapılmıştır] sizlerle beraberdir” Sözlerine dikkat edin!...
Bu sözler; Elli yıldır tecelli eden kehanet, Türk milleti’ne vasiyet ve emanettir. 
Son atılım, cür’et ve açılımlar gösteriyor ki: “Ülkemiz elli yıldır siyasi vesayet, dâhili-harici kuşatma (psikolojik, biyolojik, kimyasal, sosyal-kültürel savaşa maruz) ve dehşetli bir abluka altındadır. Şimdilik bunu kırmanın, kaldırmanın ve tasalluttan kurtulmanın tek hukuki ve demokratik yolu seçim, yani sandıktır.
Artık “kader sandığını kurmanın” ve tıpkı “beyaz ihtilâlde olduğu gibi” Yeter!... Söz Milletindir… diye haykırmanın zamanı gelmiştir. Son çare: ‘ya zalim'e, zulme ve ihanete karşı tek parti olarak birleşmek’ veya yapılacak ilk seçimde hiçbir parti’ye oy vermemek şartıyla "27 Mayıs cunta, dikta, sulta ve statüko partilerini" sandığa gömerek; Vatan, Millet, Devlet, Demokrasi ve Cumhuriyet’i kurtarmaktır.
Emanet: “Türkiye Cumhuriyeti” ,
Vasiyet: Hürriyet, adalet, demokrasi, hak, mutlak eşitlik ve hukuk…
            Metodoloji ve strateji: Siyasette Fazilet Mücadelesi;
İyi, namuslu, demokrat ve dürüst; İlkeli, onurlu ve sorumlu olan kazansın.
 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 21

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ
HAYASIZCA BİR RİYÂKÂRLIK
            Her meselede olduğu gibi ‘Ermenistan’la ilişkiler’ ve kapıların açılması konusunda da çok isabetsiz, ilkesiz, onursuz, sorumsuz, tavizkâr bir tutum ve ağılıksız hareket tarzı seçildi.
Bir cihan İmparatorluğu koskoca Osmanlı bakiyesi Türkiye, tarihi bir değeri olmayan çete devleti, terör hamisi, yalancı, müfteri, hain ve küstah Ermeni karşısında küçük düşürüldü.   
Hatırlarsanız Recebin iktidarıyla birlikte önce 40-50 bin civarında Ermeni’nin, kaçak olarak Türkiye’ye girmesi teşvik edildi. Devlet buna göz yumdu. Sonra Gürcistan-Ermenistan arasında açılı bütün kapılardan; Soykırım şehitlerinin kemiklerini sızlatan “alçak ve kancıkça”  kan üzerinden ticaret yapıldı. Yapılıyor… Dahası sürmekte olan Karabağ işgaline rağmen, tek taraflı taviz ve ivaz içeren protokol imzalandı. Öz kardeş Azerbaycan aldatıldı, rencide edildi, kandırıldı; Korku ağır bastı, menfaat hırsı ve çıkar galip geldi. Sonuçta Azeriler satıldı.
Bu ahlâksız tasarruf şerefli, onurlu ve soylu Türk Millet iradesinin eseri değil;
Millete rağmen işlenmiş, tarihi bir suçtur.
Evet, “suçtur” çünkü Türk geleneği ve yerleşik Hukuk-u Düvelde (uluslar arası hukuk kurallarında) mutlak mütekabiliyet ve mütekabiliyette kesin suratta adalet şarttır. Misilleme durumunda BM anayasası 51 madde uygulanır. Mukabele-i bil-misil meşru bir hak olup; Bu konularda ancak, “vatan hainleri” göz yumucu, taviz ve ivazkâr olur!..
Şimdi de, Ekim veya Kasım ayında kapının açılması bekleniyor. Dolayısıyla tarih, belgeler ile yaşanmış gerçekler ve geleceğe ışık tutan olaylar, çok ciddi, ilkeli, onurlu-sorumlu ve kesinlikle mütekabiliyet esasına uygun hareketi zorunlu kılar. Kaldı ki, umur-u hükümet buna mecburdur. Aksi takdirde “vatana ihanet suçu” işlenmiş olur.
             BİR İBRET VE HAKİKAT VESİKASI  (*)
“Ermenistan katliamı üzerine gönülden ve vicdanen inandığım gerçekler hakkındaki safiyâne düşüncelerimi tekrar söylüyorum. Bu olayları asla onaylamadığımı ifade etmezsem Allah beni affetmez. Olayların küstahça abartıldığını kanıtlarıyla ispat ettim. Zaten hafifletici şartlar kendilerini savunmaktadır. Türkiye’nin kemirici kurtları, profesyonel gammazlar ve iftiracılar, zengin ve fakirlerin tüm varlıklarını kendilerine akıtan, tüm Hıristiyan âlemini Türk vatanı aleyhine kışkırtan ve Yunanlarla birlikte her fırsatta mezalim yapanlar Ermenilerdir.
Lövantenler hiçbir ülkede ve devirde Türklere iftira eseri, bu kadar ustaca ve yüzsüzce icra edilmemiştir. Bunu, Hıristiyan sıfatını kullanıp istismar ederek dar kafalı binlerce Katolik nezdindeki itibarları sayesinde yapmışlardır. Doğu ülkelerine baktığımızda, bizdeki çok nahif ve cahilin din fanatizmiyle, Katolikliğin en büyük düşmanı Ermeniler ve Ortodokslar lehine davrandığını gülümseyerek görürüz.
Hâlbuki zavallı Türkler, aksine, bizim için hoşgörünün bizzat kendisi olmaktan asla vazgeçmediler..Yine, ciddî insanların, kelimelerin ne anlama geldiklerini bilmelerine rağmen, Türklerin bize ihanet etmiş oldukları iddiasında boş yere inat ettiklerini tekrar söyleyeyim.
Ancak, ihanet etmenin birinci şartı, bir söz verilmiş olmasını icap ettirmez mi ? Oysa Türkler bize ne vaat ettiler ve bize ne borçlular, rica ederim? Biz onları Mısır’da İngilizler, Tripoli’de İtalyanlar, Balkanlarda Bulgarlar ve Yunanlar karşısında (ve daima en haksız biçimde hareket ederek) yalınız bırakmadık mı? Gerçekten onlar üzerinde ne hakkımız var?
Nihayet, Rus devinin ağır pençesi altında ezilmenin ve İstanbul’u kaybetme tehlikesi karşısında yapayalnız kaldıklarını görünce, vatanlarını kurtarmak için ümitsizce Almanya’nın yardımını kabul ettiler. Onların yerinde başkası olsaydı öyle yapmazdı?
Türkiye üzerine çullanmış Avrupa’nın aç gözlü politikalarına hizmet etmek üzere tam vaktinde ortaya çıkan “Ermenistan katliamları”nı özellikle şüpheyle karşıladım. İlk bakışta sözde Maraş katliamı son derecede “beklenmedik” geliyor bana. Türkler, Avrupa’nın pusuya yatarak kötü niyetle onları kolladığı bir sırada bu infazları yapacak kadar akılsız mıydılar?
Bu nedenle bilgi sahibi olmaya çalıştım. Ve işte, çok ciddî Fransız kaynaklarından edindiğim bilgiler:” (*) Türk dostu Pierr Loti’nin mektubu.
PİERRE LOTİ’NİN KALEMİNDEN
            Öncelikle, bizde ne yaparlarsa yapsınlar, cahil kitleler tarafından daima hakaret edilen ve en kötü ithamlara maruz kalan zavallı Türklerin yerine bir an kendimizi koyalım.
Mütarekenin hemen akabinde, kendilerine bırakılan son derecede sâkin Kilikya’ya, arkalarında topçu bataryaları ve işgal malzemesi taşıyan İngiliz ve Fransız kuvvetlerinin girişi (ki, bu asla inkâr edilemez bir olaydır) karşısındaki öfke dolu şaşkınlıklarını tasavvur edelim. Ve bu olay, İzmir’in katliamcı ve kundakçı Yunan çetelerinin, her şeyi ateşe ve kana bulamak amacı taşıyan istilasıyla çakışmaktaydı. Dünyada hangi ülke kendisini son gücüyle müdafaa etmeden buna tahammül edebilir?..
Bu da yetmezmiş gibi birliklerimizin önünde, kudurmuşçasına saldıran Fransız giysili Ermeni çeteleri.. Peki neden Fransız üniforması içindeydiler? Neden: Bazı müttefiklerimizin Türklerin bize duyduğu sevgiyi nefrete dönüştürmek ve sevgili Fransa’mızın doğuda asırlarca uğraşarak kazandığı önceliği kapmaktı.
Ermeni lejyonu olarak isimlendirilen bu çetelerin Köylere salındıklarında Türk halkı üzerinde vahşice hırslarını tatmin etmeye başladıklarında neler yaptıkları tahmin edilebilir. Başlangıçtan itibaren, onların Adana ve Haçin gibi şehirlerde düzeni kurmalarıyla ve sözde görevlendirilmelerinden ve Fransız üniformalarının ihsan ettiği dokunulmazlıktan aldıkları cesaretle en aşağılık içgüdülerine tam yol verdiler. Yağma, ırza tecavüz, cinayet ve yıkımlar, Türk köyleri art arda kesintisiz olarak yakıldı, yıkıldı. Haçin’de yüzlerce Müslüman inanılmaz işkencelerle katledildi ve sakat bırakıldı. Uzun süren sürgünlerden dönen zavallı Türk esirler katledildiler ve hayâsızca parçalanan cesetleri günlerce açıkta bırakıldı.
Dünyanın en eski kentlerinden olan Maraş yoğun top ateşiyle bombalanarak kırıntı haline getirildi. Antep ve Onria kentlerinde Ermeni lejyonları, gene Fransız üniforması içinde, dehşet verici suçlar işledi. Olaylar öylesine trajik bir hal aldı ki, Fransız askerî makamları, maalesef kamuya açıklanmayan teferruatlı raporları Paris’e gönderdiler.
Sonuçta kitle halinde ayaklanan Türk halkı sonunda silâhlandı. Her iki tarafa da bir çok yaralı ve ölüye malolan çatışmalar bunu takip etti. Ermeniler öldü ama çok daha fazla Müslüman, Yunan ve yaklaşık 200 Fransız da hayatını kaybetti. Ama bir tek Ermeni bile katledilmedi. Gerek Latin, gerekse Gregoryen ve Katolik ruhban sınıfı tarafından gönderilen telgraflar bunu doğruluyor. Bu durumda ben, Maraş’ta Ermenilerin katledilmesi hikâyesinin Fransız karşıtı davaların en büyüğüne hizmet etmek amacıyla uydurulmuş riyakârlıkların en hayâsızcası olduğunu iddia etme cesaretini gösteriyorum. Zaten, ihtimal dâhilinde olmasa da, yanlış bilgilendirilmiş olmam durumunda müttefikler arası bir soruşturma komisyonunun olay yerine gönderilmesinin rica ediyorum.
Bu isteklerini avaz, avaz haykırarak bildiren Türkler ile beraberim. Bitirirken, bir olayı istisnaî ciddiyetle ve çok üzülerek anlatmak zorunda olduğuma inanıyorum: Çatışmalarda yer alan Fransızlar, bizden ölenlerin İngiliz top mermileriyle vurulduklarını beyan ettiler. Bu bazı Kürt keskin nişancılarının İngilizler tarafından silâhlandırıldıkları izlenimini vermektedir. Bu durumu bizzat İngilizlere ihbar ediyorum. Çünkü biliyorum ki, başkentte iyiler ve dürüstler vardır ve onlar öncülerinin durdurulamaz emperyalizminden ilk öfkelenenler olacaklardır.”
NOT: Bu mektup, Fransız bilim adamı ve akademisyen Pierre Loti’nin 1920 yılında, Paris’te yayımlanan “L’Est de Paris” isimli gazetedeki makalesi. Bilâhare yazar bu makaleyi 12 Nisan 1920 tarihinde Paris’ten postaya vererek dönem askerî Müze müdürü Ahmet Muhtar Paşa’ya göndermiştir. Mektubun Galata Postanesi’ne varış tarihi 18.04.1920’dir.
Son söz: Halkın hafızası nisyan / unutmakla malul olabilir. Fakat milli hafıza (devlet) daima diri olmak, iyi bilmek, hata yapmamak, milli menfaatleri gözetmek ve mütekabiliyet ilkelerine mutlaka uymak zorundadır. Zira Cumhuriyet nesillerinin fikri hür, vicdanı hür ve irfanı hür’dür. Kamu vicdanı asla!.. Vesayeti, hıyaneti ve düşman dayatmasına boyun eğecek kadar zaafla malul, aşağılık hainleri affetmez...

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 22

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ
VATANDAŞ HÜSNÜ BEY’DEN BAŞ-BAKAN’A MEKTUP
Eczacı Hüsnü Akıncı, son derece onurlu, ilkeli, kültürlü ve sorumlu bir insan..
Bir yandan, “devleti sırtında taşıyan, kapsama dâhil vergi mükellefi” namuslu, dürüst, bir örnek; Diğer taraftan, günün olaylarını, hükümet ve devletin gündemini takip eden duyarlı, diri, (yaşayan ölülerden değil) “farkında” hassasiyeti yüksek, halis ve hakiki bir vatandaş.  
Nemelâzımcı, bana-neci değil.. İcabında Cumhurbaşkanından Baş-bakana, gazeteciye, yazar’a, ben dâhil, ilgili ve sorumlu herkese her kişi ve makama yazıyor. Elini medeni cesaret, yurttaşlık görevi, tam kararlılık ve bilgelikle taşın altına koyup; (Tıpkı GALİP BARAN gibi) Öneri, tenkit ve tavsiyelerde buluyor. Yerine göre yol gösterici oluyor, ışık tutuyor.
Ancak; Büyük özveri, özen, dikkat, iyi niyet ve samimi dilekle muhataba yazılarak gönderilen bu mektuplar, “ACABA!...” okunuyor mu? Ciddiye alınıyor mu? Haklı, doğru ve yerinde tespit, tenkit ve öneriler, dikkate alınıp “yönetime katılım-katkı, denetleme, önerme, tenkit ve/veya destekleme” adına “ilkeli, onurlu ve sorumlu” yurttaşlardan gelen bu ve benzer intikaller değerlendiriliyor mu?... Acaba!... Ne dersiniz?...
Bugün (ve yarın) burada yayınlayacağım, Hüsnü Akıncı’nın “AÇIK MEKTUP” unu dikkatle okuyalım ve sonrasını mümkün olduğunca takibe çalışalım, izleyelim lütfen! http://akincidan.blogspot.com

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 23

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Sakin KARAKAŞ

Sakin KARAKAŞ HAYAT HİKAYESİ

EVVEL ZAMAN İÇİNDE BİR KIZILIRMAK VARMIŞ!
            Sivas’ın doğusunda Kızıldağda kaynağı olan Kızılırmak İç Anadolu'dan Güney Batıya doğru yol alır. Eski köprülerden geçer ve Bafra'da Karadeniz'e dökülür, uzunluğu yaklaşık 1350 metre olan nehirden elektrik üretilir suyundan yararlanılır. Son olarak üstünde 65 kilometre uzunluğunda Obruk barajı inşa edilmiştir.
            Eski çağdaki bütün Irmaklar gibi (Nil, Ganj, Ertiş) bağrında büyük Uygarlıklar yaratan Kızılırmak, Antik çağın en önemli medeniyetlerinden biri olan Hititlere de ev sahipliği yapmıştır.
            Camperlainin Mısır Hiyerogliflerini, Kleopatra yazısından çözdüğü gibi, Hrozny tabletlerin Şifresini ekmek ve su yazılı olan Hititçe kelimeden keşfetmiş ve tarihe ışık tutmuştur. Bu tabletlerden anlaşılıyor ki Hititler Kızılırmak’a Marrasanta (Maraş) adını vermişler, Eski Yunanlılarsa tuz anlamına gelen Halis, yani tuzlu akarsu derlermiş.
Tarihteki çok sınır tartışmasına bizzat tanık olur tuzlu akarsu!
            Fars Kralı Siros komsu Firigyaya(Phrygia) saldırınca Halys nehri ortak sınır konumuna gelir. Hükümdar MÖ. 550de Medlerin Ülkesini de eline geçirir, Lidya’nın son Kralı Krösus haklı olarak kendinin de tehdit altında olduğunu düşünür ve hem hükümdarlığı genişletme hem de kız kardeşinin kocası olan Med Kralı Astyagesin öcünü alma zamanı gelmiştir artık.
            Binlerce yıldan bu  yana Anadolu’ya can vermiş Kızılırmak. Adına şiirler yazılıp türküler yakılmış Karacoğlan’dan Neşet Ertaş’a ilham kaynağı olmuş Kızılırmak. Allı gelinler alıp acılar verirken bereket sunmuş Anadolu insanına. Balık vermiş, buğday vermiş,pirinç vermiş.
            Yukarıdaki kısa örneklerden de anlaşılacağı üzere bereket timsali bu suyun üzerine oyunlar oynanmış ancak bu oyunların hemen hepsinin de üstesinden gelmiş Kızılırmak.  Bazen akarken mırıldanmış Kızılırmak. Bazen de kükreyip şahlanmış sanki. Bazen durgun derin bir okyanus gibi, Bazen de akmış can çekiştirircesine.
            Ancak; Obruk barajı kurulduktan sonra bir türlü yüzü gülmemiş Kızılırmak’ın. Suyu ile hep oynanmış. Suyunu bir kesip bir bırakmışlar. Gözü dönmüş avcı geçinenler ağ ve tırıvırılarla saldırmışlar yatağına. Dalmışlar balık yumurtalarının yoğun olduğu gölemenler içerisine. Büyük küçük dememiş taramışlar gölemende ne var ne yok almışlar.
            Seyirci kalmış pek çok sivil ve resmi örgüt bu katliama. Hiç biri sesini çıkarmamış; pos bıyıklı dedelerin bile haberi olmamış. Eylemi olmayan zavallı Kızılırmak’ın haberi de olmamış siyah beyaz sayfalarda. Sanki Kızılırmak’ın bir kısmı Çorumlu değilmiş gibi davranılmış. Sanki Hititlere hiç su vermemiş Kızılırmak. Suyunu kesenler açıklama ihtiyacı bile duymamışlar. Sadece halktan birileri baraj dolduruluyor diyerek yorumlar yapmış.
            Gözü dönmüşler hiç boş durmamış ve bu fırsatı değerlendirerek tarla açmış böğründe. Taş, çakıl moloz ne buldularsa doldurmuşlar yatağını molozlar.
            Ve gözler çevreci dedeleri aramış.
            Ve yarın çocuklarımıza bir hikâye armağan kalmış.
            “Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde Anadolu’da bir Kızılırmak varmış. Bazen coşkun bazen durgun akarmış. İçerisinde yayın, sazan, öksürüç ve kefal balıkları yaşarmış.!”

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 24

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Selma GÜRSEL

Selma GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ

YUFKA BÖREĞİ
1 kilo hazır böreklik yufka
2 yumurta
1 çay bardağı sıvı yağ
1 çay bardağı yoğurt
250 gram kıyma
Yarım bağ maydanoz
            Kıyma bir kapta veya tavada güzelce kavrularak bekletilir. Maydanozlar ayıklanarak küçük parçalara bölünür.
Yufkalar alınıp bir miktar havalandırılarak hafifçe neminin uçması sağlanır. Yufkanın döşeneceği tepsiye bir fincan sıvı yağ dolandırılır. Havalandırılan yufkanın bir tanesi tepsiye serilerek fazla gelen kısımları büzdürülerek tepsinin içerisine döşenir.
İki yumurta bir kaba kırılır. Bir tanesinin sarısı başka bir kaba alınır, bir çay bardak yoğurt ve 1 çay bardağı sıvı yağ bu kapa ilave edilerek karıştırılır. Bu karışım binici yufkanın üzerine fırça ile alınarak sürülür. İkinci ve üçüncü kat yufka da aynı şekilde tepsiye serilir. Aralarına fırça ile karışım sürülür. Üçüncü kattan sonra doğradığınız maydanoz ile kıyma yufkanın üzerine eşit şekilde serili. Her katta fırça ile yapılan bu karışım sürülür. Dört, beş ve altıncı yufka da tepsiye büzdürülerek konulunca daha önce aldığımız yumurtanın sarısı yufkanın üzerine sürülür ve fırına verilir

 Piştikten sonra temiz bir makas ile kesilerek servis yapılır.

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 25

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

UNUTMA

Seni yitirmiş olsam bile
O aynalardan
Yine sen olacaksın gözlerimin önünde.
 
Tutamıyacağım belki ellerini
Belki de çıplaklığını örtemiyeceğim
Beyaz tüllerle.
 
Seni ele verecek o akşamlar
Unutma...
 
Nerede görürsen
Bir benzerini o durağın
Unutma söylensin yine benim şarkılarım.
 
Geçtikçe o kalabalık vitrin önlerinden
Işıklarda oku benim ismimi
Unutma...
Seni ele verecek o geceler
Unutma...

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR
 
 Hukuka, Yasalara, Telif  ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir.
Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM

14. SAYI FİKİR DERGİSİ NE GİTMEK İÇİN TIKLAYINIZ 01/11/2009