SANAL OLMAYAN ;
"FİKRİ HÜR, VİCDANI HÜR"
YAZARLAR TOPLULUĞUNA HOŞ
GELDİNİZ !
|
|
DİKKAT !
BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN
KULLANILMAMALIDIR |
Hazırlayan
Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi corumlu2000@gmail.com |
|
SAYI 13 01/10/2009 |
İÇİNDEKİLER
|
Ahmet CANBABA AĞIR UYKU
Ahmet CANBABA BOYNU BÜKÜK YALNIZLIK
Ahmet CANBABA BİR YUDUM ŞARAP
Ahmet CANBABA MEMLEKET DİLENCİSİ
Atilla ALPAY OSMANLI CAMİLERİ
Atilla ALPAY OSMANLI SERGİSİ
İsa KAYACAN İSA KAYACAN'IN BURDUR'U, BURDUR'UN İSA KAYACAN'I İÇİN
(Burdur çıkışlı) YAZILANLARDAN
Mahmut Selim GÜRSEL KUTLAMA
Mahmut Selim GÜRSEL TURKEY DEĞİL TÜRKİYE
Mahmut Selim GÜRSEL GEÇEN YIL
Mahmut Selim GÜRSEL YAZMAK MI YAZMAMAK MI?
Mahmut Selim GÜRSEL GECİKTİ İSEK AF OLA
Mahmut Selim GÜRSEL YAZ KLAVYEN İLE
Mustafa Nevruz SINACI AÇILIMLAR VE MİLLİ KARDEŞLİK PROJESİ
Mustafa Nevruz SINACI DOMUZ GARİBİ FENA VURDU
Mustafa Nevruz SINACI ATAA’DAN KARŞI ATAK
Mustafa Nevruz SINACI TARİH KOMİSYONU
Mustafa Nevruz SINACI MİLLİ DAVA (!) KIBRIS
Mustafa Nevruz SINACI MİLLİ DAVA DÜŞMANLIĞI
Mustafa Nevruz SINACI SON BAŞVEKİL
Mustafa Nevruz SINACI HAYASIZCA BİR RİYÂKÂRLIK
Mustafa Nevruz SINACI VATANDAŞ HÜSNÜ BEY’DEN BAŞ-BAKAN’A MEKTUP
Sakin KARAKAŞ EVVEL ZAMAN İÇİNDE BİR KIZILIRMAK VARMIŞ!
Selma GÜRSEL YUFKA BÖREĞİ
Üzeyir Lokman ÇAYCI UNUTMA
|
Çalışma TELİF ESERİDİR izin almadan
kullanmayınız! |
Hazırlayan Mahmut Selim
GÜRSEL |
corumlu2000@gmail.com
|
Sitemiz ve yazarlarımız;hukuka, yasalara, telif
haklarına ve kişilik haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir. |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
01 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
KİTAP ismi Sayfaya
dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
Ahmet CANBABA |
Ahmet CANBABA HAYAT HİKAYESİ |
AĞIR UYKU
Issız caddelerin loş ışıklarında
yürüyen bir çift ayak sesinin yankılarıydı duyulan. Sekiz saatlik
çalışmanın verdiği yorgunluk ve uykusuzluk sürükleniyordu gecenin
sessizliğindeki kaldırımlarda. Bir vardiya dönüşünde eve çabuk
gitmenin telaşını taşıyordu atılan adımlar. İnsan ömründen sanki
bir güne karşı iki günlük tüketilen bir gündü vardiyada çalışmak.
Can işveren pozisyonundaydı ama
işçiler temsilci seçmişlerdi kendisini fabrikada. Gazın, tozun,
dumanın içersinde çalışmak kolay değildi.
Gecenin saat birinde, hani ne derler
‘in cin top oynuyor’ öyle bir şeydi, Can'ın evine döndüğü zamanki
gecenin anımsattığı. Vardiya tutsaklığından kurtulup, uykuya susamış
gözlerini zar zor açarak ve bir sarhoş gibi yalpalayarak ilerliyordu
Can evine. 'Uykusuzluğun ne demek olduğunu gelsinler de bana
sorsunlar' dedi içinden.
‘Bu vardiyalı çalışmalarda yatma,
kalkma zamanına çok dikkat edeceksin. Gece işe gideceğin zaman
gündüz uykunu çok iyi alacaksın.’ Hele bir keresinde gezer köprü
vincin üzerinden az kalsın sıcak curuf çukurlarının üzerine
düşecekti. Yürüme yolundaki korkuluk zincirlerine zor tutundu. İlk
defa ölümü bu kadar yakın hissetmişti kendine.
Vardiya otobüsünün tor tor sesleri
gecenin sessizliğini yırtarak kulaklarına kadar geliyordu hala.
Biran evinin önünde buldu kendini. Evinin önüne kadar nasıl
geldiğinin kendide farkına varamadı. Her zamanki vardiya dönüşünden
farkı yoktu bu günkü evine gelişinin. Sokak kapısı her zaman
açıktı. ‘Kimsecikler uyanmasın’ diye ayaklarının ucuna basarak
çıktı basamakları. Üçüncü kata geldiğinde sönen otomat ışıklarına
bir daha bastı, cebinden anahtarı çıkardı, anahtar deliğine soktu
ama anahtar sağa sola dönmüyordu. Anahtarı çıkardı, tekrar tekrar
denedi olmuyor, olmuyordu. Önce kesik kesik sonrada sürekli
olarak bir hayli zili çaldı.
Açan olmuyordu. Vardiya otobüsünden
indiği zamanki uyku mahmurluğu kalmamıştı üzerinde. Yerini tarif
edilmez bir heyecana bırakmıştı. Bin bir türlü vesvese geçiyordu
aklından. Eşi ‘zehirlenmiş, herhangi bir ‘hastanede yatıyor’
olabilir miydi? Kafasında böyle düşünceler varken terasa çıktı.
Binanın en üst katında çatı yoktu.
Üst kattaki iki dairenin üzeri beton terastı. Evinin ön kısmı
sokağa, arka kısmı bahçeye bakıyordu.
Bahçe kısmına bakan yatak odasının
kapısını sessizce dinledi. Üç yaşındaki kızının ağlama sesini duydu.
Biraz rahatlamıştı. Önceki saydıklarının hiç biri olmamıştı.
Çocuğunun sürekli ağlamasına eşinden hiçbir müdahale yoktu ‘demek ki
uyuyordu’ eşi. ‘Olur ya, insanlık hali, çocuğunun ağıtını duymayacak
kadar yorulmuş, uykusuz kalmış’ olabilirdi. Yatak odası bir balkona
açılıyordu. Teras üstündeki inşaat sırıklarından cama vursa eşi
duyardı herhalde. Onun için bir sırık aldı, cam kırılır düşüncesiyle
önce hafif hafif vurdu ama ne gezer! kırılırcasına vurdu.
‘Kırılırsa kırılsın’dı. Ama ne cam kırıldı ne de eşini
uyandırabildi.
Camdan gelen gürültüden ağlayan
kızının bir iki dakika sesi kesiliyor, kızı sonra gene ağlamaya
başlıyordu. Birkaç kez kalasla vurmayı denedi ama bir sonuç
alamamıştı. Gene Can terastan bulduğu birkaç tane boş yağ
tenekelerini balkonun betonuna attı. Çıkan gürültü dahi eşini
uyandırmaya yetmemişti. Saat gecenin birinden üçüne kadar uğraştı.
Gecenin o sessiz karanlığında çevredeki binalardan uyananları
gördüğü zaman; Can, hiçbir şey yokmuş gibi gürültü yapmayı
durduruyor, üç beş dakika sonra tekrar başlıyordu.
Can çaresiz alt kattaki komşuları
tapu sicil muhafızı İsmail Hakkı beyi ‘uyandırmayı’ düşündü. Belki
onun eşinin bir bilgisi olabilirdi, nihayet komşuydular. Ev hanımı
olarak birbiriyle gündüz görüşmüş olabilirdi. Bir iki kez komşusunun
zilini çalan Can Bey Hakkı Beyin kapıyı açmasıyla durumu ona
anlatır. Hakkı Bey:
-Emin misin, kapı açılmıyor mu?
Şimdi o zaman eşin anahtarı kapının üzerinde bıraktı galiba”
dedikten sonra:
-Gel beraber bir deneyelim” deyip,
Can Beyin kapısının önüne varırlar. Hakkı Bey anahtarı sokup
çevrilmediğini görünce tekrar tekrar birkaç kez denerler:
-Yok açıldı, açılacak şöyle yapalım"
diye konuşurlarken kapı tıkırtısına ve konuşmalara içerden:
-Kim o, kim var gecenin bu saatinde
kapıda?” diye bir ses gelir. Can ve İsmail Hakkı Bey:
-Biziz açar mısın kapıyı?" derler
ve kapı açıldığında Can eşine saatin kaç olduğunu sorar:
-Bak dörde geliyor, ben saat birden
beri seni uyandırmak için uğraşıyorum” der, eşine karşı kızgınlığını
yatıştıran İsmail Hakkı Beyle gece yarısı bir kahve içerek
sinirlerini yatıştırırlar.
Can eşinin uyuyakalmasına ilk defa
tanık olmuştur. Bu kadar ağır uykudan sonra Can'ın eşi, bir daha
kapının üzerinde anahtar bırakmamaya 'tövbe' eder.
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
02 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
|
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
Ahmet CANBABA |
Ahmet CANBABA HAYAT HİKAYESİ |
- BOYNU BÜKÜK YALNIZLIK
-
- Dişleri çürümüş bir ağız gibi
- Ahşap evler birbirine yaslanmış.
- Sararmış, rengini atmış duvarlar
- Hayat yokmuş gibi yaşama durmuş.
- Tarih bugün isyan eder belki de
- Böyle yasak savar konuşmaların
- Tavan arası yalnızlığında.
- Dar ve küçük pencerenin perdesinde
- Ve loş odada titriyordu mum ışığı.
- Tavan arası, günahlarında susan
- Ve kasveti dağıtan sığınağıydı aşkının.
- Bir enkazı gezer gibiydi geçmişi
- Sessiz eşyalar içine yığılıp
- Küfünü dağıtıyorken kapalı odanın.
- Rum aksanı ile
- Türkçe konuşuyordu.
- Kaçırıyorken bakışlarını
- Alay eden bir insanın yüzüydü yüzü.
- Sevdasıyla birlikte
- Mahsur kalmış
- Sıkışıp cendereye.
- Alevden bir dil gibi
- Kapıdan sızan ışık.
- Tavan arasının ışıklı gözünden
- Perde hafifçe kımıldar rüzgar girip.
- Müphem hayaline
- Yalnızlık hükmü verir
- Büyük pişmanlıklarla dolu yaşam.
- Gözleri kapalı gider iç güdüyle.
- Kimi zaman deli bir keşiş gibi
- Şeytanla dost olur,
- Kim zaman hapseder
- Kendini bir manastıra.
- Keyfinin sisli bulvarlarında
- Öfke ve kuşku kırıntılarının
- Bulutları içinde yüzüyorken,
- İçinde tuttuğu bir soluk gibi
- Boşaltıverir bir nefes verip aşkını.
- Havasız kuytu köşelerine evin
- Kadınca bir parfüm yayılır,
- Kadınca bir tutukluk yapar elleri.
- Yamalı bir sevginin üstüne
- Biraz tuzu eksik olsa da
- Fark etmez,
- Aşkın tadına hasretlik kattı mı
- Tadına hele sırılsıklam eylül....
- Hoyrat ellere vermeye kıyılmazsın
- kuru bir ses, kuru bir nefes olsan da
- Süzüp eleştiren bakışların,
- İtaatkar bir öğrenci gibi
- Battal bir masanın,
- Battal bir iskemlesinde
- Pencere önünde oturup
- Kucaklaşmış gibi çiçeklerle
- Yüzleşir suskunluğunda tenin.
- Yüzündeki sert hatlar derinleşir sessice
- Meşakkatli günlere kalır artan ömrün
- Ve ustalıkla sıyrılır aşkların suçundan.
- Kuvvetli bir esans ve pudra kokusu
- Çekmeden yaşamı iki nefes,
- Bunaltır doldururken genzini.
- Sevişmeden önce zil zurna
- Aşkta mekan tasvirlerine dalar gözlerin.
- Ve sonra
- Frapanca giyinip
- Çıkarken dışarıya,
- Yasak öpüşlerde
- Gizemli neler döllerdin aşkına.
- Telaşlı elbisen
- Ve kır çiçekleri telaşlı üzerinde
- Ve kıvrımlarında desenler
- Ve adım atışlar telaşlı.
- Bir bıçkın delikanlıyla aşkının
- Etrafına saçıp düşlerini,
- Düz ökçeli rüküş ayakkabınla
- Tezat bir yürüyüşündü
- Bozuk kaldırımlarında sokağın.
- Gözü bozuk bakışlardı çevrende
- İçinde bir heyecan yaratan.
- Parça bölük, yarım yamalak
- Çarpa çarpa geliyorken
- Gece karanlığında birkaç çift ayak sesi,
- Her şey susmuş yüreğindeki pansiyonda
- Hayat durmuş gibi
- Şehrin sokakların da.
- Bir kat daha yabancı şimdi
- Tozlu aşk sayfalarında
- Yalnız bırakılmış cesaretler.
- Bir bakış, bir ürperti
- Kenar mahallelerinde şehrin
- Ve yalnız bırakılmış
- Yüreğinin istasyonlarında.
- Bir enkazı terk edip
- Eski bir elbise gibi üstünden
- Çıkarınca aşkını,
- Koskoca bir hiç kaldı geriye
- Koskoca boynu bükük
- Bir yalnızlık.
- 7-5-2008
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
03 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
Ahmet CANBABA |
Ahmet CANBABA HAYAT HİKAYESİ |
- BİR YUDUM ŞARAP
-
- Ankara’da,
- Esen parkta
- Bir ayaküstü meyhanesi.
- İş bitimi insanlar uğrar
- Ağız tadına eşlik edecek bir dost
- Ve bir şişe şarap arardı.
-
- Şiirlerini meze yapardı şairler
- Ve şarabı baştan çıkarırlardı
- Sevda türküleri yakarak.
- Kimi yerde
- Sarhoş beyitler
- Can yeleklerini giyer
- Düşerdi dudaklardan ölüme.
-
- İçtikçe kanıksanırdı dertler,
- Karanfiller kan ağlardı
- Yedi veren güllerle.
- Ankara’da,
- Esen parkta
- Bir ayaküstü meyhanesinde
- Şarap renginde
- Nehirler boşalıyor
- Fıçılara.
- Fıçılar doluyor.
- Fıçılar ki
- Mahzenlere tutsak.
- Fıçılar ki ,
- Bir yeni gecede
- Dudak öpecek
- Kadehlerde uyandırıyordu
- Aşkları.
-
- Şimdi şarap tadında her şey.
- Bağ bozumunda
- Hasat edildi yüreği toprağın.
- Bir gün batımına uğurlandı
- Şarap rengi ufuk
- Ve çakırkeyif bulutlar.
- Ankara’da,
- Esen parkta
- Bir ayak üstü meyhanesinde
- Şarap rengi
- Yalanlar yağar.
- Avcı hikayeleri anlatılır1
- Duvarlara sinerken suretler
- Mum ışığında.
- Pasif direnişinde aklın,
- Bir afyon vurgunu yerken beyin
- “Şarabı benden çok sevme” deyiverir bir güzel.
- Oysa aşk deplasmanda.
- Sen şimdi şaraplasın
- Acıyan yanın ayık
- Olmaza girmiş düş uyanıp
- İçinde örseler önce yaşamını
- Bir yudum şarabın tadına varır
- Tahammülsüz telaş içindeki yaşamında
- Unutur dertlerini,
- Gerçeğe
- Bir yudum şarap uyarır,
- Bir yudum şarap.
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
04 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
Ahmet CANBABA |
Ahmet CANBABA HAYAT HİKAYESİ |
- MEMLEKET DİLENCİSİ
-
- Üç kişiydiler.
- Daha düne kadar
- yürek yangınları vardı.
- Oysa şimdi mühür gözleri suskun.
- Annelerine sarılmış iki çocuk
- Ağlamakta
- Bankta.
-
- Üç kişiydiler.
- Dertleri üç kat daha fazla.
- Sümüğünü çekiyor birisi,
- Yanakları kızarmış birinin
- Ayazla.
-
- Üç kişiydiler
- Iraktan kaçıp gelen.
- Mülteciydiler.
- Babasız iki çocuk,
- Kocasız anne.
- Ekmeksiz, aşsız
- Çaresiz.
- Memleket dileniyorlardı
- Memleket
- Savaşsız.
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
05 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
Atilla ALPAY |
Atilla ALPAY HAYAT HİKAYESİ |
OSMANLI CAMİLERİ
Büyük Osmanlı Devleti yani Devleti
Ali-i Osmani ve onun sahip olduğu büyük Osmanlı medeniyeti
hala bu aziz milletin evlatlarına yeterince anlatılamamıştır.
Eğitim ve öğretim müfredatlarında ise siyasi ve harp tarihi yer
almakta bunun haricindeki diğer konulara ise hiç
değinilmemektedir. Oysa ki Devleti Ali’nin hüküm sürdüğü
yeryüzünün aydınlanma çağları hiçte azımsanmayacak kadar büyük
bir zaman dilimini ve ona ait de muhteşem bir coğrafyayı kaplar.
Osmanlı Bilim ve teknoloji tarihi,
Tıp ve mimarlık tarihi, giyim kuşam,döküm ve silah sanatı,musiki
tarihi,adabı muaşeret, mutfak sanatı gibi insanlık ve medeniyet
göstergesi olan bir çok bilim ve sanat dalı hala
önemsenmemekte ve bilhassa gençlerimize hiçbir zaman ve hiç bir
yerde öğretilmemektedir.
Cumhuriyet tarihçileri Osmanlıdan
bahsetmemekte, Osmanlı tarihçileri ise Cumhuriyete değinmemekte
ısrar ederken yukarıda saydığımız dev bilim dalları ise
unutulup gitmektedir. Mesela içinde bulunduğumuz yıl Devlet’i
Ali’nin yani Osmanlı Devletinin 710. Kuruluş yılıdır. Diğer
senelerde olduğu gibi bu yılda bu önemli tarih kimsenin
umurunda olmamıştır. Her türlü kültürel hadiseye duyarlı olan
devlet ve gelip geçen hükümetler bu olayı her yıl nedense “es”
geçmektedirler.
Ömrümüzün Otuz beş yılını Osmanlı
mimarlık ve sanat tarihine vermiş bir fakir olarak iddia ediyorum
ki muhteşem Osmanlı medeniyetinin bir benzeri yeryüzüne daha
gelmemiştir ve bir daha da gelmeyecektir. Teknoloji ve fen ne
kadar ilerlerse ilerlesin onların yakaladığı yüksek kültür ve
medeniyet seviyesine erişmek asla mümkün olmayacaktır.
Osmanlı Medeniyeti tarihinin
siyaseti bile tartışmalara açıktır. Bilim ve teknoloji tarihine
bilhassa yabancılar çok meraklıdır. Mimarlık tarihi ve eğitimi
ülkemizde genellikle masonların ,ateistlerin ve batı medeniyeti
tarihçilerinin elindedir.Osmanlı ve Selçuklu medeniyetine arkeoloji
kürsüleri ve eski çağ tarihleri kadar bile önem verilmez.
Mesela ilahiyat fakültelerinde bile bu ders yani Türk İslam
Sanatı Tarihi yarım sömestrilik-keyfekeder- bir ders olup hiç de
ehemmiyet kesbetmez. İlgili öğretim elemanı bulunamadığı içinde
başka branşlardan meraklı eğiticiler atanır.
Oysa ki -mesela bir mimarlık
tarihi, bir Hatt sanatı, bir musiki tarihi vb.gibi-bunların
üzerinde yapılacak çalışmalar bir insan ömrüne bile sığmayacak
kadar derin ve engindir. Onlar; incelendikçe hayret verici
güzelliğini çok uzun zamanlar içinde ancak anlayabildiğimiz
teknik sırlara da vakıftır.Bunların binde biri bile hala
çözülememiştir.Bugünkü teknik imkanlarla ortaya koyduğumuz ve
adına “modern” dediğimiz her şey Osmanlı eserleri ve medeniyeti
yanında nispetsiz, zevksiz, faydasız,dayanıksız ve
sağlıksızdır.Bunu zaman-zaman meydana gelen depremler ispatlamakta
bilgisayarlarla yapılan hesaplarla inşa edilen yapılar en ufak
bir sarsıntıda yerlere serilmekte, inşa edenler hapse
atılmaktadır.
Bu iddiamızı ispatlamak için ve
bir yerden başlamak gerekirse camiiler haftası dolayısıyla “
Osmanlı camilerini”yani ecdat yadigarlarını, İslam coğrafyasının
mühürlerini ve yeryüzü mimarlık ve mühendislik tarihinin en
muhteşem yapılarını ele almak anlamak ve anlatmak yeterli
olacaktır kanaatindeyim.
Osmanlı Camileri , külliyeleri
hatta Selatin camileri zamanının birer dini ve insani yapılar
topluluğu olup ; böyle bir anlayışa ve yapılaşmaya başka hiçbir
medeniyette rastlanmaz.Mesela bir Süleymaniye külliyesi hem
ahirete hem de bu dünyaya matuf tüm hizmetleri ihtiva ederek
mü’minlerin hizmetine sunar. Doğumevinden kütüphanesine, aş evinden
kuş evlerine, ana okullarından yanındaki üniversiteye kadar
hayatın her anına damgasını vurmuş büyük ve asil bir düşüncenin
eseridir. Ortada muhteşem bir camii, yanında sebilleri,
şadırvanı,bahçesinde türbeleri,haziresinde muhteşem mezartaşları ve
biraz ilerde külliyenin çok dışında vakıf evleri ve dükkanları
ile kıyamete kadar duracak , kendini besleyecek maddi ve manevi
kaynaklara sahip muazzam bir mekanizmadır.İçtimai analizleri bir
kenara bırakacak olursak teknik olarak da bu günkü imkanlarla
artık bunların yapılması değil projelendirilmesi bile mümkün
değildir. Artık ne Osmanlının o büyük mimarları ne onları
yetiştirecek Hassa mimarlar ocağı, ne sanatkarlarına sahip
çıkacak bir ehli Hiref Teşkilatı, ne o yapı malzemeleri ve ne de o
sabır, iman ,ihlas takva mevcuttur.Bilhassa son yıllarda yapılan
pek çoğu bu gözle bakılınca birer zevksizlik abidesidir. Dikkatli
yapılanlar ise Osmanlının bire bir kopyasıdır. Veya bunları
başaramayanlar ise çok modern teknik ve yollar deneyerek o ruhani
ve mana çizgisinden uzaklaşmış bulunmaktadırlar.
Bunlar hamaset veya duygusalık
değildir. Teknik ve proje üstünlüğünün, zamanının ilim ve fenninin
neticeleridir. Mantık,matematik,geometri,fonksiyon ve estetiğin
tezahürüdür. İnsanı kainatın merkezine koymanın , dünya ve
ahiret dengesinin sağlamanın en büyük göstergesidir.
Yapılan bütün camiiler zaman
içinde gittikçe gelişen büyüklük, proje, nüfus ,iklim ve
ihtiyaçlara göre şekillense de yüzyıllar içindeki disiplinleri,
tarzları, yapı malzemeleri, planları, mühendislikleri ve mimarileri
asla bozulmadığı gibi Osmanlı coğrafyasının dört bir
köşesindeki yapılar da birbiri ile alakasız ,bağlantısız ve
ilgisiz değildir. Sanki büyük bir el tüm Osmanlı coğrafyasını
nakış nakış ve çok bilinçi bir şekilde işlemiş, hatta onları
işleyenleri yönetmiş, bütün sanatkar mühendis ve mimarlar da bu
büyük emre uyarak muhteşem bir medeniyet ortaya koymuşlardır.
Yirmi birinci yüzyılda bu kadar
malzeme çeşidi, elektronik araç, teknik imkan ,enerji ve makine
gücü ile yapılanlar Osmanlı eserleri ile karşılaştırılınca çok
ehemmiyetsiz kalırlar. Elektriğin olmadığı, mermerin, taşların ve
kayaların el ile yontulduğu,hatta vinçlerin bulunmadığı,dev
hafriyatların ve kazı işlerinin el ile yapıldığı da göz önüne
alındığında Osmanlı eserlerininin ihtişamı ve sihri biraz daha
ortaya çıkmaya başlar.Bir selatin camiinin minarelerinin yüksekliği
65 -70 metredir. On beş metre temeli vardır. Zemin sularının
drenajında dört yüz işçi çalışmakta, caminin suları kırk km
uzaktan getirilmektedir. Yedi bin işçi ve usta son derece uyumlu ve
düzenli bir şekilde işbirliği yapmaktadır. Her şey insan ve kas
gücüyledir. Ortada makine ve motor, kule vinçler vs.ler
yoktur.Sondaj makinaları, dozerler,kepçeler,vinçler ve çelik
iskeleler bulunmamaktadır. Demir donatı kullanılmadan temeller
atılmakta, deniz üzerindeki camilere ve köprülere fore kazıklar
çakılmaktadır. Bir önyargı ile baksanız dahi hiçbir yerinde en
ufak bir kusur bile göremeyeceğiniz bu yapılar günümüze göre çok
da çabuk yapılmışlar ve çok hızlı bitirilmişlerdir. Bir Kocatepe
caminin bilgisayarla yapılar projelere göre hazırlanan kubbesi
iki kere çökmüştür ve inşası onbeş yıl sürmüştür. O zaman
zarfında üç tane Süleymaniye camii değil külliyesi
yapılabilirdi. Ve o mühendis ve mimarlar topluluğuna on beş yıl süre
verilse dokuz külliye daha ortaya koyabilirlerdi. Hele hele
bugünkü teknik imkanları da olsa neler yapabileceklerini tahmin
bile edemiyorum.
Günümüzde nano teknoloji diye
geliştirilen bir konu Osmanlı hattatları, tezhip ve minyatür
ustaları ve sanatkarları tarafından yüzlerce yıldır bilinmekte ve
kullanılmaktaydı. Teknik kayıtlarda bir inşaat ölçüsü olarak geçen
“Tar-ı Ankebut” yani örümcek ağı ölçüsü mm nin milyarda biriydi ve
dev yapılarda kullanılmıştı. Yine minyatür ve tezhiplerde
kullanılan fırçalar insan saçı ve kirpiği kullanılarak yapılmıştır.
Hemen tüm külliyelerde hem dahilde
hem de son cemaat yerlerinde kullanılan gergi demirleri denilen
inşaat unsurları her yapıda standart 5 cmdi. 14.yüzyılda hesaplanan
bu ölçüyü bugünkü bilgisayarlı inşaat uzmanları 4 cm
bulmuşlardır.Önce bunu hata zannetilerse de Sinan’ ın bu ölçüyü
yapıları on üzerindeki bir depremden kurtarmak maksadı ile
belirlediğini geç de olsa anlamışlardır. Günümüzde bütün yapılar
on katsayısı depremine göre hesaplanmaktadır. Onun üzerine
çıkabilecek bir afeti kabul etmek istemezler. Ama bu tabii
afetin katsayısı mı olur diye düşünmekten de aciz kalmaktadırlar.
Yapı teknikleri bilhassa depreme
dayanıklılık açısından son yıllardaki Japon teknolojisinin bir
benzeridir. Çelik kenet ,agraf ve geçmelerden oluşan inşaat
detayları vardır. Bu itibarla hiç birisi depremler geçirdiği
halde yıkılıp dağılmamış ve yok olmamıştır. Bunun ispatı ile
ortadadır. İsteyen bu yapıları gidip inceleyebilir.
Yine en önemli hususlardan birisi
de Osmanlı camilerinin kubbe çaplarındaki farklardır. Selimiye ve
Süleymaniyenin dev kubbeleri birer küre kesmesi olmadığı gibi
iki ucu uzayda kesiştiği varsayılan birer elipsoid veya
paraboloiddir.Kararlı denge durumunun sınırındaki kubbe türü
budur.Arap ,Avrupa ve Ortodoks kubbeleri , eski Orta Doğunun,
Mısır ve Hindistanın soğan kubbeleri yapımı en kolay kubbeler olup
en kararlı denge durumundaki kubbelerdir. Oysa Osmanlı kubbeleri
sınırda inşa edilmişlerdir. Her iki denge durumunun da tam
ortasında bir mucize sergilerler. Yani bir adım ötesi uçurum
yani çökme durumu olup, yüzlerce yıldır üzerlerindeki tonlarca
kurşunla nasıl durdukları da ayrıca hayreti mucip olmaktadır.
Çaplarındaki farklılığı bilerek uygulayan Mimar Sinanın bu
sırrını kimse henüz çözememiştir. Bu sır birde Ayasofya da vardır.
Ama o yapının kubbesi deprem etkileri ile yırtılmış ve mecburen
çaplarında 130 cm lik bir fark meydana gelmiştir. Bunu önlemek
ancak dört minare ile başarılabilmiştir. Tahminimize göre depremi
önlemek,yer kabuğu hareketlerini tolere etmek, nisbetleri
yakalamak veya başka bir hesaplama sisteminin gereğini yerine
getirmek amacını gütmektedir.Bu dört işlem haricindeki yeni bir
hesaplama aritmetik sistemi demektir. Yeryüzü uygarlığı onlu ve
altmışlı iki sistem üzerine kur uludur. Birisi en-boy- yükseklik
olarak on’un katları şeklinde büyür veya küçülür .Diğeri de
dördüncü boyut zamandır .O da altmışlı sistem olarak
hesaplanır.Mimar Sinan bunlarında da üzerinde yeni bir sistem
geliştirmiş olabilir. Yoksa mevcut bilgilerimizle bunları kavramaya
imkan yoktur.
Teknik yönlerinden başka Osmanlı
camiilerinin bedii, içtimai, dini ,milli,harsi(kültürel)
cephelerini anlatmaya ne bu satırlar nede ömrümüz yetmez.Ama
hayretimizi mucib olan nokta bütün bunları araştırmaya ve
öğrenmeye neden kimse yanaşmamaktadır.Ecdat yadigari bu yapıları
bize yabancı uzmanlar mı tanıtmalıdır.
Vakit geç olmadan bunların dilini
anlayan,teknik ayrıntılarını çözen, onlardaki sırlara vakıf olan
yeni “Sinan’lar ve Yeni Osmanlılar” yetiştirmeliyiz.
Bu gibi konular müfredatlara,eğitim
programlarına,derslere gençlerimizin gönüllerine, dimağlarına hatta
ruhlarına yerleştirilmedikçe atalarımızın nadide eserlerini turist
rehberlerinden öğrenmeye mecbur kalacağız.
Bugünkü durum bundan ibarettir
vesselam…
Dularımızla…
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
06 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
Atilla ALPAY |
Atilla ALPAY HAYAT HİKAYESİ |
OSMANLI SERGİSİ AÇILDI
Camiiler Haftası dolayısıyla
ilimiz Ulu camiinin bahçesinde Osmanlı dönemi sanat eserlerini
gösteren bir sergi açıtım. Tarafımdan hazırlanan; toplam yirmi iki
adet büyük boy panodan oluşan ve yurdumuz coğrafyasının muhtelif
yerlerindeki Osmanlı döneminde yapılmış sanat eserlerinin
resimlerle anlatıldığı sergimin açılışını il müftüsü Ahmet
Çelik yaptı.
Camiiler başta olmak üzere,
saraylar, tarihi evler, hat ve tezhip sanatı örnekleri ile
mimarlık tarihi eserlerinin yer aldığı renkli fotoğraf ve grafik
efektlerle Osmanlı döneminin ihtişamının ve öneminin
vurgulandığı serginin açılışında konuşan İl Müftüsü Ahmet Çelik
şunları söyledi:
“Bugün burada camiler haftası
münasebetiyle hazırlanmış muhteşem bir sergiyi izliyoruz. Gördüğümüz
resimler, fotoğraflar ve çizimler gerçekten itina ile hazırlanmış.
Bu resimlere bakarak altı yüz yıllık şanlı geçmişimizi görmemeye
gelmek hakikaten imkansız. Ecdadımız diğer ülkeler gibi olmayıp
dünyaya medeniyet armağan etmiş bir devlettir. Bu itibarla adı
imparatorluk değil büyük Osmanlı devletiydi. Tüm hizmetler ve
yapılan işler millete armağan edilmiş ve bu da vakıflar aracılığı
ile gerçekleştirilmiştir. Osmanlı bir vakıf medeniyetidir. Burada
görülen eserlerin hemen hepsi milletindir ve günümüzde bize, bizden
de yeni kuşaklara intikal edecektir. Bu büyük medeniyet yeryüzü
kültürleri arasında müstesna bir yer işgal etmektedir. Bunu gelecek
kuşaklara anlatmak zorundayız. Çocuklarımıza ecdat yadigârı eserleri
tanıtmak, onların güzelliğini göstermek ve tanıtmak
mecburiyetindeyiz. Bu kıymetli sergiyi hazırlayan Attila Alpay
ağabeyimize de çok teşekkür ediyorum.”
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
07 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
İsa KAYACAN |
İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ |
İSA KAYACAN'IN BURDUR'U, BURDUR'UN İSA
KAYACAN'I İÇİN (Burdur çıkışlı) YAZILANLARDAN:
CAN DİREKÇİ: Sayın Dr. İsa
Kayacan Burdur’umuzun yetiştirmiş olduğu ender şahsiyetlerden
biridir. Kendisiyle Burdur’da görev yapan Burdur Valisi olarak gurur
duyuyoruz. Bu güne kadar Türk Edebiyatına Türk Kültür hayatına, Türk
basınına yapmış olduğu katkıların yanı sıra, Burdur’un dışında
geçirdiği zamanlarda bile Burdur’u asla hafızasından bir nebze olsun
uzaklaştırmamış hep Burdur’u düşünmüş, Burdur’un iyiliği için
güzelliği için, bu güne kadar 50 yıla ulaşan süredir kavga
vermiştir. Biz İsa Kayacan’a sevgiyle, saygıyla ve bundan sonraki
tüm yaşamı boyunca mutlulukla sağlıkla geçirmelerini ve Burdur’a
olan katkılarının devamını diliyoruz.
Bütün Burdurlu hemşerilerimizden İsa
Kayacan’a olan görevlerini de yerine getirmelerini rica ediyorum.
Bizler İsa Kayacan’ı hatırladıkça onun için Burdur’a yapmış
olduklarının karşılığını bir nebze olsun verdikçe daha nice İsa
Kayacanların Burdur için çok daha fazlasını yapmasını sağlayacağız.
3 binin üzerinde Anadolu basınında Anadolu gazetesinde 40 binin
üzerinde makalesiyle sadece Burdur’un değil ama tüm Anadolu’nun
Basın hayatına bu güne kadar verdiklerinin yanı sıra yazdıkları
önemli edebi eserlerle şiirlerle de Türk kültürüne önemli katkılar
sağlamıştır.
Bunun yanı sıra özellikle Azerbaycan
Türkiye dostluk köprüsünün kurulmasında önemli görevler
üstlenmiştir. İsa Kayacan aynı zamanda çok önemli bir kültür
elçisidir. Kamu hayatına yıllarca önemli katkılar sağlamıştır emek
vermiştir. Özellikle bugün hemen hemen üst düzeyde görev yapan kamu
kurumlarımızdaki Basın ve Halkla ilişkiler Müdürlüklerinin
oluşmasında önemli katkıları olmuştur. Yeni nesle bu anlamda önemli
dersler vermiştir.
Kısacası İsa Kayacan 50 yıldır her alanda hem ülkemize hem
Burdur’umuza çok güzel katkılar sağladı. Onu seviyoruz onunla gurur
duyuyoruz. Ve bundan sonraki yaşamındı sağlıklar mutluluklar
diliyoruz. Nice 50 yıllar diliyoruz. (Burdur Valisi, 13.05.2006)
İBRAHİM ÖZÇİMEN: Vefa
kaybolan bir duygu. Ama İsa Kayacan’da bu vefayı görüyoruz. Sanki
bende İsa Kayacan ismini, daha Vali olmadan duymuş gibiyim. Şırnaklı
bir çocuktan bir mektup almıştık. Kitap istemişti bizden. Sevgili
İsa Kayacan. hemen o mektubu aldı “ve ben bunu çözerim” dedi. Çözdü
de. Böyle sorun çözenlerin olması büyük güç kaynağı. Kitaplar
okundukça çiçekler sevildikçe yaşar. Ben Eceli’lerin,
Tefennili’lerin bu büyük insanın hediye ettiği kitapları öksüz
koymayacağı inancındayım (Burdur Valisi 01.11.2008)
SEBAHATTİN AKKAYA: Sayın Dr.
İsa Kayacan Burdur’umuzun yetiştirdiği çok mümtaz simalardan, çok
sevdiğimiz, çok saydığımız bir değerimizdir. Kendisi Anadolu
basınına büyük hizmetler yapmış. Anadolu’nun her yerinde çıkan
gazetelerle, dergilere yazılarını göndermiş. Özellikle Burdur’umuzu
anlatmış. Bir edebiyatçımız, şairimiz, gazetecimiz. Böyle değerler
çok az yetişiyor. Özellikle hiçbir şey beklemeden tamamen kendisini
bu işe adamış memleketine Burdur’a Azerbaycan’a Azerbaycan’ın
tanıtılmasına tanıtımına büyük önem vermiş bir değerimiz. Biz bir
Burdurlu olarak sayın İsa Kayacan’la kıvanç duyuyoruz. Onun gibi
değere sahip olduğumuz için çok mutlu oluyoruz. Bizim Burdur İnsuyu
kültür sanat ve spor etkinliklerine çok büyük katkısı oldu. Gerek
2004 yılında gerek 2005 yılında özellikle 2005 yılında yapmış
olduğumuz etkinliklere kendileri 30’a aşkın edebiyatçıyı, şairi
davet ettiler. İnsuyu’nda “İnsuyu şiir akşamları” diye bir programı
yönettiler, şairler birer şiir okudular. Kendilerini Burdur da
misafir ettik ve onlar memleketlerine döndükten sonra Anadolu
basınında gazetelerde Burdur’dan söz edildi. Dolayısıyla İsa Kayacan
bir hemşehrimiz olarak bir değerimiz olarak bu yönüyle de Burdu’un
özellikle İnsuyu’nun tanıtımına çok büyük katkıda bulundu bu yönüyle
kendisine teşekkür ediyoruz.
Onun sanat yılının 50 yılı bu sene, daha biz ona nice yıllar
diliyoruz. Daha çok eserler vermesini inşallah Guinnes rekorlar
kitabına geçmesini de buradan temenni ediyoruz. Kendisine uzun
ömürler diliyorum. Başarılar diliyor saygılar sunuyorum.
OSMAN OKTAY:
(Burdur Belediye
Başkanı, 13.05.2006) İsa Kayacan adını duymayan var mı bilmiyorum?
Bir soru edası da taşıyan bu kanaatim yalnız Burdurlular için değil,
Edirne’den Kars’a, Karadeniz’den Akdeniz’e kadar yurdumuzun her
köşesinde yaşayanlar için geçerlidir. Çünkü İsa Kayacan, Anadolu
Basınının fahri yazarı olarak çoğu illerimizde, ilçelerinde çıkan
mahalli gazetelerde, yüzlerce, binlerce, yazı yazdı halâ da yazıyor.
Akıp giden zaman ve bu yoğun çalışma
içerisinde de 98. kitabına imza atıyor: “Burdur Hatırlamaları” 98
kitap dedim. Dile kolay, insan o kitapların satırlarını bir yerden
bir yere kopya etse baş edemez. Yazan eller yorulur, daktilo
tuşlarına basan parmaklar yıpranır. Ama, İsa Kayacan bir derviş adam
işte.
“Burdur Hatırlamaları”, tarihi,
coğrafyası, siyasi ve sosyal yapısı folklor unsurlarıyla Burdur’u
anlatıyor. Burdur ve ilçeleri konusunda araştırma yapacak olanlar,
ilk ve ortaokul öğrencileri için bir başvuru, bir kaynak kitap.
Hemşehrimiz İsa Kayacan’ı tebrik ediyor, çalışmalarının devamını
diliyorum. (Burdur Gazetesi 02.12.1989)
AHMET TUFAN ŞENTÜRK: Ne mutlu
o Burdur’a ki bağrından İsa Kayacan’ı yetiştirmiş. Her köy, her kent
il gibi Burdur’da çok değerli insanlar yetiştirmiş. Bir Ece Köylü
İsa Kayacan’ın alınteri, göz nuru, kişisel çalışmalarıyla ürettiği,
yarattığı ürünleri, eserleri de “Burdur Hatırlamaları” adını verdiği
234 sayfalık şahane inceleme ve araştırma eseri, tamamen kamu
yararına yönelik ölmez bir kaynak, eser olarak soydan soya, boydan
boya, elden ele, dilden dile devredip gidecektir.
Onun için “Ne Mutlu o Burdur’a ki,
bağrından bir İsa Kayacan yetiştirmiştir” diyorum. Ece Köyünün ve
Burdur’un İsa Kayacan’a ne verdiğini bilmiyorum. Öyle sanıyorum ki,
İsa Kayacan Ece Köyünden ve Burdur’dan yokluk, yoksulluk, dert acı
ve tasadan başka bir şey almamış, görmemiştir. O yörelerin o
köylerin, o kentlerin sefası başkasına, cefası İsa Kayacan’a
düşmüştür. Böyle söylediğim, böyle yazdığım için beni bağışlasınlar.
İsa Kayacan bugünkü bulunduğu yere, ana, baba koltuğunda, bol para
harcayarak atla, arabayla zevk-ü sefayla gelmemiştir. Etiyle,
tırnağıyla, didinerek, çırpınarak, gece gündüz demeden, durmadan
çalışarak gelmiştir.
Onu az veya çok tanıyorum ve bunu
biliyorum. Bunu bildiğim için de kendisine saygı duyuyorum. Fazileti
“karşılık beklemeksizin verebilme” diye tanımlarlar. İşte İsa
Kayacan budur. Ece Köyü için, Burdur için bıkmadan usanmadan hep
çalışmış, hep üretmiştir. Kayacan’ın “Burdur Hatırlatmaları” kitabı,
bu şahane eser, öyle çalakalem yazılıveren bir eser değil, aylarca,
yıllarca araştırılıp, incelenip meydana getirilmiş bir eserdir.
Kayacan 97 ayrı eserini oluştururken, kimsenin gölgesine sığınmamış,
hiçbir koltuk değneğine dayanmamış, hiç kimseden yardım görmemiş,
kendi beyninin ürünlerini ortaya koymuştur.
İçtenlikle kutluyorum dost ve kardeş İsa Kayacan’ı.
“Kadrini senki masallada bilip ey Bâki!..
Durup el bağlayanlar karşında yâran saf saf.”
Dilerim ki, Burdurlular İsa Kayacan’ın kadrini kıymetini
bilirler!. (Ortadoğu Gazetesi 12.11.1989 Yenigün Gazetesi Burdur, 20
ve 21.02.1990)
MUSTAFA CEYLAN: İsa
Kayacan’ın Burdur sevdası, dağlardan yüce, denizlerden ve
okyanuslardan engindir. O, Burdur’a aşıktır, tutkundur. O’nun Burdur
sevdası, Burdur Gölü’nden büyüktür (Şair, yazar – araştırmacı-
Antalya)
Abdülkadir Güler: Burdurlu İsa Kayacan’ın “İşte Hayatım”
kitabını okuduktan sonra anladım ve karar verdim ki; Ankara
Büyükşehir Belediye Başkanı olsaydım, Kızılay meydanına; Burdur
Belediye Başkanı olsaydım, şehrin güzel bir yerine Dr. İsa
Kayacan’ın heykelini mutlaka dikerdim. (Şair, yazar – araştırmacı-
Söke)
M. ERCAN TARAŞLI: İsa
Kayacan, kağıdı – kalemi sevdiği kadar, hatta ondan daha fazla
memleketini seviyor. Burdur’u seviyor. Gazeteci, Yazar Kayacan,
çalışmaları ile aldığı ödülleriyle Burdur’un adını her ortamda
duyurarak, Burdur’a vefa borcunu ödedi. Şimdi sıra bizlerde. İsa
Kayacan’a biz de borcumuzu ödeyelim. Nasıl mı? O’na ve yazdığı
eserlere sahip çıkarak (Burdur Gazeteciler Cemiyeti Başkanı)
Yenigün Gazetesi: Hemşehrimiz,
Gazeteci – yazar ve aynı zamanda gazetemiz yazı ailesinden olan İsa
Kayacan’ın adı Burdur’da bir caddeye verildi. İsa Kayacan, Ankara’da
Burdur’un ve Burdurluların sorunlarıyla yakından ilgilenmekte çözüme
kavuşturmak için canla başla çalışmaktadır. Belediye Meclisinin İsa
Kayacan’la ilgili kararı Burdur’da büyük bir memnunluk yarattı.
(04.07.2000)
M. ERCAN TARAŞLI: İsa
Kayacan’ı tam 27 yıldır tanırım. Gazetecilikte örnek insanlardan
biridir. Mesleğe başladığım ilk yıllarda gazetemizde köşe yazıları
yazardı. Ankara’da oturduğu halde bıkmadan, usanmadan sürekli bize
yazılar gönderirdi. Sonra baktım ki sadece Burdur Gazetesi’nde
değil, Anadolu’da yüzlerce gazetede yazıları yayınlanıyor. İsa
Ağabeyin enerjisine, özverisine, yazarlık ruhuna halâ gıpta ederim.
O’na “Anadolu Basını’nın Fahri Hemşehrisi” sıfatı boşuna verilmedi.
Basın- Yayın Enformasyon Genel Müdürlüğü’nde çalışırken tüm
gazetecilerin, gazete sahiplerinin dertlerine çare olmaya çalışırdı.
Sanki Anadolu Gazeteleri’nin tümünün Ankara Temsilcisi gibiydi.
Gazeteciliğin yanı sıra şair ve yazardır İsa Kayacan. Tam 108
kitaba imzasını koymuştur. Burdur Hatırlamaları 1-2, Basınımızın
Anadolu Cephesi, Türk Basınında Unutamadıklarımız, isimli eserleri
halâ belleğimizde.
MUSTAFA CEYLAN: Araştırmacı –
Yazar, “Destanlaşan Köylü” diyor İsa Kayacan için.:Yıllar önce bir
yazı yazmış, Hamit Çine, İsa Kayacan gibi sanat ve edebiyat
alanlarında Burdur’un adını duyurmuş insanlarımıza sahip çıkalım,
onların isimlerini yaşatalım demiştim. Bir vefa duygusu idi bizimki.
Türk folklörünün ünlü siması Hamit Çine’den sonra gazetecilik ve
yazarlıkta bir dolu ödülün sahibi İsa Kayacan’ın da adı bir caddeye
verildi. Bir gönül dileğimizin gerçekleşmesinden mutluluk duyuyoruz.
Belediye Meclisi’ni ve Belediye Başkanı A. Nejdet İlgün’ü de bu
vefalı yaklaşımlarından dolayı kutluyoruz. (Burdur Gazetesi,
06.07.2000)
A. NEJDET İLGÜN: Bir
büyüğümüz, ağabeyimiz olarak İsa Kayacan’ı sürekli izliyorum. Eski
adı Burdur’un sesi, yeni adı Burdur ve Yenigün Gazetelerinde resim –
yazılarıyla, devamlı beraber olduğumuz, Burdur’umuzun yetiştirdiği
ve Burdur’umuzun dışında bizleri temsil eden, kalem emekçisi
ağabeyimiz İsa Kayacan’ın ismini, bu caddenin ismini verdik. Onu
unutmadık, unutmayacağız da. (Belediye Başkanı, Burdur, 30.08.2000)
İSMAİL KARA: Ne zaman
“Burdur” denilse, aklıma hep oranın yetiştirdiği mümtaz insan, İsa
Kayacan gelmiştir.
Burdur’da bir caddeye, Tefenni’de bir sokağa “İsa Kayacan”
adının verilmesine o’nun kadar, sevinenlerden birisi de benim.
29 Ağustos günü Kayacan’ın davetiyle
30 Ağustos’ta yapılacak törene katılmak üzere şair ve yazar Ahmet
Tufan Şentürk, ben, İsa Kayacan ve değerli eşi Sabahat hanımla yola
çıktık.
Burdur’a vardığımızda Kayacan’ın
yakın akrabalarından bazıları bizi otobüs terminalinde karşıladı.
Yeğeni eski gazeteci ve bilgisayar operatörü Hüseyin Kayacan,
ağabeyi Bekir Kayacan ve tüm yakınlarından büyük bir ilgi gördük.
Bizleri misafir ettiler, samimi ve çok sıcak insanlardı. 30 Ağustos
günü Burdur’un Belediye Başkanı Ahmet Necdet İlgün’ü Kayacan’la
birlikte ziyaret ettik. “Destanlaşan Köylü İsa Kayacan” adlı eserini
yazan, manevi kardeşim Mustafa Ceylan da bizimleydi. Saat: 14:00’de
yeni ve genç Vali Kadir Koçdemir sıcak bir ilgiyle bizleri makamına
kabul etti.
Aynı günün akşamı saat 18:00
sularında yeni açılan iki caddeye “Uğur Mumcu” ve “Ahmet Taner
Kışlalı” adları verildiğinden, tabelâları törenle bizzat Başkan A.
Nejdet İlgün tarafından açıldı. Ardından yapılan bir konuşma ile
Fevzi Çakmak Mahallesinde bulunan “Kooperatifler Caddesi”nin adına
ait tabela ise “İsa Kayacan Caddesi” tabelasıyla değiştirildi. Bu
sırada İsa Kayacan’da kısa bir konuşma ile mutluluğunu ve
şükranlarını belirti. Bütün dostları, yakınları İsa Kayacan’ı tek
tek kutladılar.
Bu gün, ben de en az O’nun kadar
mutluyum. Kayacan dostum, çok daha değerli davranışlara lâyıktır.
O’nu yürekten kutluyor ve başarılarının devamını diliyorum. (Van
Postası Gazetesi, 05.10.2000)
MUSTAFA CEYLAN: Burdur
tarihinin en önemli yazarlarından birisine Burdurlular muhteşem bir
kadirşinaslık göstererek, adına unutulmazlar arasına kaydettiler…
Burdur Vali’sini ve Burdur Belediye Başkanı’nı, Burdur Belediye
Meclis üyelerini tebrik ediyorum…
Türk yazı dünyasında, edebiyat sahasında, Burdur ve çevresini
gündemin birinci sırasında tutmasını bilen, gazeteci, şair, yazar
halkla ilişkiler uzmanı, son yüzyılın en çok yazı yazan kalemi, yazı
fabrikatörü Kayacan’ın adı, Burdur’da güzel bir caddeye isim olarak
verildi. Bir iki veya en fazla üç katlı, bahçe içinde binalardan
oluşan, eski “Kooperatifler Caddesi”nin adı büyük yazar, üstad
Kayacan’ın adıyla şenlendi, dillendi… Bahçelerden sarkan ağaç
dallarındaki güzelim yapraklar, dış kapıdan evin kapısına kadar
uzanan yolların kenarındaki rengârenk çiçekler, pencerelerdeki ak –
pamuk tüller, üstadımızın adıyla baharın müjdesini yakaladılar…
İsa Kayacan Caddesi’nin açılışı tam
istediğim, beklediğim ve özlediğim şekilde cereyan etti. Kayacan,
ailesiyle, akraba ve yakınlarıyla ve şair – yazar dostlarıyla
açılışta hazırdı. İnce, uzun, es çizen Kooperatifler Caddesi, tarihi
bir an’ı yaşıyor ve adını değiştiriyordu. Tam köşe başındaki bahçe
duvarına dikilmiş direğin üstüne yazılan yazı, lacivert bir örtü ile
örtülmüştü. Uç kısmından kurdele ile bağlanmış direk boyunca, bir
gelinlik gibi süslenmişti.
Veciz, kalıcı konuşmalar yapıldı.
Kayacan üstadım gözleri dolu dolu olmuş, söyleyecekleri titreyen
dudaklarında donup kalmış, yüreğinin gümbürtüsünü döküyordu. İlk
okula yeni başlayan çocuklar misali heyecanlıydı. Aynen eşi
Sahabat’da o’nun gibi heyecan küpüne dönmüştü. Hele hele manevi
babam, Türk şiirinin babası Ahmet Tufan Şentürk’ün çillenmiş yüzünde
ışıltılar vals yapıyordu.
Özellikle Burdur’a ait yerel basın-
yayın organları ve TV’ler oradaydı. Ben oradaydım. Es çizerek
evlerin, bahçelerin arasında giden Kayacan Caddesi’nin tam
ortasında, bahçelerden sarkan çiçeklerle gülüp oynuyordum. Çiçekler
bana, ben çiçeklere, Kayacan müjdesini fısıldıyorduk…
“Herkes beni, Ankara’lar da sanır. /
Burdur’da bir dam çökse içim parçalanır…” diyen Kayacan’ın adı
nihayet hak ettiği şekilde değerini buluyor, unutulmazlar arasına
giriyordu.
Şükür Rabbim sana!... Teşekkürler Burdur’un Valisi, Belediye
Başkanı, Belediye Meclisi… Teşekkürler güzel ülkemin, güzel
Burdur’luları… Teşekkürler Burdur’umun yerel basını (Yenigün
Gazetesi, Burdur, 12, 13, 14, 15, Aralık 2000),
Hüseyin Kayacan: Amcam İsa Kayacan,
sayfa ve sütunlar arasında bir ömür harcasada, halen bıkmadan
usanmadan devam etmektedir.
Siz onu sadece Burdur ve Yenigün
gazetelerindeki köşesinden tanırsınız. Halbuki İsa Kayacan,
neredeyse Türkiye’nin tüm Anadolu gazetelerine günlük yazı
göndermektedir. Iğdır’dan Keşan’a Muğla’dan Kilis’e Ankara’dan
hergün sayfalar uçar gider. Bıkmadan usanmadan. Çok titiz bir
editördür kendisi. Yazınızda bir hata, yada Türkçeyi kötü kullanma
varsa en kısa zamanda da altı kırmızı çizilmiş bir fotokopisini
önünüzde bulursunuz.
İsa Kayacan benim için bir idoldur.
Bana hayranlık uyandıran en belirgin özelliği ise çalışma
kişiliğinin üst seviyelerde olmasıdır. Hergün makaleler arasında
boğulmadan seçmeler yapıp bunların derlenmesi ve ilgili kişilere
postalanması her babayiğidin harcı olmasa gerek!... Hepimizin
içinden yazmak, çizmek gelir, ancak başlayınca da iki satırdan
ileriye götüremez bir çoğumuz. Fakat İsa Kayacan’ın kitapları
arasında yolculuk yaparsanız, işte o zaman kendisinde bulunan mega
enerjiyi daha yakından görürsünüz. İsa Kayacan bir bilgisayar gibi
çalışıyor sanki.
Burdur’dan yetişen bürokrat
eksikliğine bakarsak, aynı zamanda Başkent ile Burdur arasında bir
köprü olmuş İsa Kayacan.
Yazılarında her zaman Ece Köyü’nü,
Tefenni’yi ve Burdur’u işleyerek, buraların tanıtımını yapan fahri
bir turizm elçisidir İsa Kayacan. Basın şeref kartı sahibi olarak
Anadolu Basınının her zaman yanında olarak, gazeteci ve
çalışanlarının dert babasıdır İsa Kayacan.
Araştırmaları ile bir tarihçi, şiirleri ile de ince ruhlu bir
sanatçıdır İsa Kayacan. Kütüphanelere onbinlerce kitap bağışlayarak
süper bir kitap kurdu’dur İsa Kayacan.
Özellik ve güzelliklerin saymaya devam etsek, sayfalar sütunlar
dolar taşar. Buradan Burdur ve Tefenni Belediye Başkanlarımıza
teşekkür etmek istiyorum. Zira hem Burdur’umuzda, hemde
Tefenni’mizde birer “İsa Kayacan Caddesi” var. Gelecek nesile
taşınan bir zaman nişantaşı olarak görüyor ve mutluluk duyuyoruz.
Yeterli mi? Elbette hayır. Bu deha insandan daha fazla
faydalanabiliriz. Yaz günleri düzenlediğimiz şenlik günlerinde bize
şiirlerini tattırabilir. Bize (Basının güzide mensuplarına)
deneyimlerini aktarabilir. Ankara’dan Burdur ve Burdurlu nasıl
görünüyor? O bize bunları anlatabilir. Hem de çok fazlasını. Davet
etmeye değer.
Engin düşünce ve ince işleyişi / Sanki sayfalar çiçek bahçesi /
Hayat yolunda tek kanat çırpan
Benim amcam, İsa Kayacan. / (Burdurlu’nun Sesi Gazetesi, Burdur,
30.04.2002)
Kürşat Tuncel: Geçtiğimiz hafta Burdur’un tanıtıldığı TRT -1
kanalında canlı olarak yayınlanan “Gün Ortası” programı dolayısıyla
İstanbul’da hemşehrimiz, basın camiasının üstadı Gazeteci- Yazar İsa
Kayacan’la dolu dolu bir günü birlikte değerlendirme fırsatı buldum.
Yıllardan beri bıkmadan, usanmadan
yerel gazetelere gönderdiği yazılarından tanıdığım; müthiş
tecrübesi, mütevazi kişiliği, ince espri ve dokunduruşlarıyla
gerçekten de bir duayen olan İsa Kayacan’la İstanbul’da doyasıya
sohbet imkanı yakaladım.
Ankara’dan çektiği Burdur fotoğrafı ile Burdur’un dinamiklerini
adeta Burdur’da yaşayanlardan daha iyi gördüğüne tanık olduğum İsa
Kayacan’ın, Burdur’un ekonomik, sosyal ve kültürel gelişimine
ilişkin ilginç tespitleri beni derinden etkiledi. Hele hele
hepimizin malumu olan “Burdur’da neden bir türlü birlik ve
beraberlik ortamı sağlanamıyor?”, sorusuna verdiği örnek gerçekten
düşündürücü bir değerlendirme idi; “Burdur’un oyunlarında bile
ferdiyetçilik var” görüşüyle bu sosyal yapının geçmişten günümüze
kadar süzülerek geldiğine, dikkat çeken üstad; “bakın Avşar Zeybeği,
Serenler hep kişisel seyre dayalı oyunlardır” diyerek Burdur’da
niçin birlik ve bütünlük ortamı yakalanamıyor? sorusuna değişik bir
bakış açısıyla yaklaşıyordu.Ankara’da da, Burdur’lular arasında güçlü bir iletişim ortamının
da tesis edilemediğini, bunun sıkıntısını yıllardır çektiklerini,
ilgisizlik yüzünden Ankara’da, Burdur’un sahipsiz bırakıldığına
işaret eden Kayacan, “Sayfa ve Sütunlarda Kırkbeş Yıl” adlı son
kitabından birçok Anadolu gazetesinde ilgiyle söz edilmişken, Burdur
gazetelerinde tek satır bile bahsedilmeyişi (Gazetemiz Yenigün’de
dahil) eleştirisi bu konuda ne kadar haklı olduğunu ortaya
koyuyordu…
Fakat Üstad, buna rağmen ümidini
kaybetmemişti. Yaklaşık iki ay önce çok sevdiği hayat arkadaşı, eşi
Sabahat Hanım’ı kaybetmesine rağmen, Burdur için bir şeyler yapmaya,
çalışmaya, üretmeye devam ediyordu. Çalışarak, derin üzüntüsünü
atlatacağını, İstanbul’daki programa da bu heyecan ve şevkle
katıldığını söyledi. Keşke bizler de onun kadar çalışkan, onun kadar
duyarlı olabilsek, diye düşündüm içimden!...
Yazımı İsa Kayacan’ın artık Burdur özdeyişine dönüşen
dizeleriyle noktalamak istiyorum:
“Herkes beni Ankara’larda sanır, / Burdur’da bir dam çökse, içim
parçalanır… (Yenigün Gazetesi, Burdur, 15.05.2002)
CENGİZ HÜRMERİÇ: Dr. İsa
Kayacan’ın Ece Haber Ajansı, Burdur Haber Ajansı gibidir. Bu güne
kadar kullandığı ve Türkiye’nin 4 bir yanına dağıttığı Burdur
kaynaklı haber sayısı 1892’ye, yine Burdur çıkışlı konulardan
hareketle yazıp yayınladığı makale sayısı 3445’e ulaşmıştır. Her üç
makalesinden 2’si Burdur çıkışlı olan İsa Kayacan, Burdur’un
tanıtımında başaktördür. O, her zaman ve her yerde, “Gözüm, kulağım
Burdur’da; Herkes beni Ankaralarda sanır / Burdur da bir dam çökse
içim parçalanır” sloganlarıyla hareket etmektedir. (2003- Ankara)
Taceddin Akbaş : Yıllardır Burdur’un
Ankara’daki gözü, kulağı, sesi ve nefesi durumunda bulunan
Ağabeyimiz- büyüğümüz ve üstadımız Prof. Dr. İsa Kayacan Beyefendi;
şimdiye kadar Anadolu Basınının hem anası, hem de babası durumunda
olurken; taş gibi yapısıyla, yani dim dik duruşuyla ve Burdur
sevdasıyla da Burdur basınının hem kayası, hem canı - cananı, hem de
gülü olmuştur!
İsa Kayacan’ı Burdur’da tanımayan ve
O’nun Burdur Sevdasıyla yanıp tutuştuğunu bilmeyen kişi yok gibidir.
“Herkes beni Ankaralarda sanır /
Burdur’da bir dam çökse içim parçalanır…” şeklindeki şiir veya
yazılarıyla cismaniyetinin Ankara’da olsa bile, ruhaniyetinin
Burdur’da olduğuna vurgu yapan İsa Kayacan Beyefendi, Anadolu’nun en
ücra köşesinde, hatta Orta Asya’da yayınlanan gazetelere bile
Burdur’dan haber yaparak veya köşe yazısı yazarak Burdur’un “Fahri
Türkiye Elçisi” gibi çalışmıştır! Yani her yazısı ve her
konuşmasında sözü hep BURadaDUR’a getirmiş ve herkese, “burada
durun, çünkü burada durulur! Çünkü burası her şeyiyle özel güzel ve
durulacak / ikamet edilecek çok güzel bir mekan… ve kenttir!” demek
istemiştir…
O nedenle ben de bu köşemden,
kadirşinas bir insan, vefalı bir dost ve melankoli mesabesinde bir
Burdur sevdalısı olan Sayın Kayacan’a teşekkür ediyor, hayırlı
işlerinde kendilerine başarılar temenni ediyor; sağlıklı, hayırlı ve
uzun ömürler diliyorum. (Yenigün Gazetesi, Burdur, 10.10.2006)
KAYA UYAR: Sayın İsa Kayacan;
İlimiz Halk Kütüphanesine yapmış olduğunuz kitap ve dergi bağışıyla
koleksiyonumuzun zenginleşmesine katkınızdan dolayı teşekkür ederim
(Burdur Valisi, 47-06.06.2000)
Plaket: Sayın İsa Kayacan; Bilgi
hazinenizin kaynağını teşkil eden özel kütüphanenizi bağışınızdan
dolayı şükranlarımızı sunarız. (Türk Kütüphaneciler Derneği Burdur
Şubesi 2000)
KADİR KOÇDEMİR: Sayın İsa
Kayacan; Çeşitli gazetelerde yayınlanan köşe yazılarınızla, ilimizin
tanıtımına ve Valiliğimizin çalışmalarına göstermiş olduğunuz yakın
ilgi ve desteğe teşekkür ederim. Bu ilgi ve desteğe layık olmaya
çalışacağım. (Burdur Valisi, 15.02.2001)
CAN DİREKÇİ: Sayın İsa
Kayacan; Türk dünyasına yönelik araştırma ve yayınlarınızdan dolayı
VEKTOR Uluslararası İlim Merkezi’nce “Türk dünyasına hizmet
diploması” verildiğini öğrendim. Sizi tebrik eder, çalışmalarınızda
başarılar dilerim. (Burdur Valisi, Şubat 2004)
M. RASİH ÖZBEK: Prof. Dr.
Sayın İsa Kayacan; Burdur kültürünü ve her yönüyle Burdur’u
yüceltmenin yanısıra, kamuoyuna benimsetme ve tanıtma çaba ve
gayretlerinize ve görev süremiz boyunca bize verdiğiniz özendirici
desteğe ailece teşekkür ederiz. (M.R. Özbek ve Eşi – Vali- Burdur,
07.05.2008)
Teklif hazırlandı: Şehrimizin
yetiştirdiği değerlerden, Gazeteci- Yazar İsa Kayacan’ın adının,
Burdur ve Tefenni’deki halk kütüphaneleri ile bir ilköğretim okuluna
verilmesi için hazırlanan teklife, 9 gazete, ajans ve kurum başkanı
imza koydu. (Burdur Gazetesi, 22.03.2001)
1.Ülkemiz-Burdur kültür ve eğitimine
yaptığı hizmetleri nedeniyle; İsa Kayacan adının Burdur Merkez ve
Tefenni ilçesindeki İl ve ilçe kütüphaneleriyle, ilköğretim ve öteki
eğitim kurumlarına verilmesi teklifi, İLESAM Başkanı Prof. Dr. Naci
Kınacıoğlu ve 7 kuruluş Başkanının imzalarıyla, 12.03.2001
tarihinde, Milli Eğitim ve Kültür Bakanlıklarıyla Burdur Valiliğine,
13.03.2001 tarihinde de Burdur Milli Eğitim ve Kültür
Müdürlükleriyle,
Tefenni Kaymakamlığına gönderildi.
2. Teklifler, Burdur Valiliğine
değişik kuruluş Başkanlarının toplu imzalarıyla; 01.03.2005- 379
imzalı (Mv.var) ekle 19.04.2005’den sonra 08.02.2006 tarihinden de
tekrarlandı.
3. Adanalı Halk Ozanı,
Araştırmacı-Yazar Mansur Ekmekçi 26.12.2006 tarihinde Burdur
(Merkez) ve Tefenni Belediye Başkanlıklarına; “İsa Kayacan,
Burdurluların geleceği ve gelecek nesillerinde geleceğidir” diyerek
“İsa Kayacan’ın heykelinin dikilmesi” teklifinde bulundu.
4. Burdur sevdası, Burdur Gölü’nden
büyük olan İsa Kayacan’ın heykelinin Burdur’un simgesi olacağı
düşüncesinden hareketle, “Eli kalemli İsa Kayacan heykeli”nin
dikilmesine ilişkin 129 imzalı teklif, üç ayrı kuruluş başkanının
imzasıyla, 12.12.2007 tarihinde, Burdur merkez ve Tefenni Belediye
Başkanlıklarına gönderildi.
Sebahattin Akkaya: İsa Kayacan, her şeyden önemlisi, Burdurluyu,
Burdur’u Türkiye’ye tanıtmış, hemen her yazısında Burdur’dan
bahsetmiş, bizim övüncümüz, değerimiz, güvencemiz. Kendisini her
zaman takdir ediyor, seviyoruz. O’nun kıymeti ölmeden biliniyor.
O’nun bir yazısı bir gazetede çıkmaz, tüm gazetelerde Burdur’u
görmeniz mümkündür. Bu o’nun gücünü, enerjisini ortaya koyuyor.
(Burdur Belediye Başkanı, 01.11.2008, Ece Köyü)
EYÜP FIRAT: Yaptığı
hizmetlerden dolayı sayın İsa Kayacan’a, her platformda Tefenni’den
ve Tefenniliden bahsetmesinden dolayı, bir ayağının ve gönlünün
burada olmasından dolayı ilçe Kaymakamı olarak teşekkür ediyorum
(Tefenni Kaymakamı, 01.11..2008 Ece Köyü)
M. ERCAN TARAŞLI: İsa Kayacan
ağabeyimiz Burdur’u Türkiye’de en iyi tanıtan, en iyi reklamını
yapan, kendini yazmaya adamış, çok değerli bir büyüğümüzdür. İsa
Kayacan adını, Edirne’de, Keşan’da Rize’de Adıyaman’da, Van’da
Türkiye’nin her yerinedeki gazetelerde bulunan köşelerinde
rastlayabilirsiniz. Her yazısında mutlaka bir Burdur vardır. Burdur
sevdasını, sevgisini gönlünde yaşatan İsa Kayacan’ın Anadolu Basının
da da ayrı bir yeri vardır. (Burdur Gazeteciler Cemiyeti Başkanı,
01.11.2008- Ece Köyü)
ÜNAL ŞÖHRET DİRLİK: İsa
Kayacan, sadece Burdur’un değil, Türkiye’nin hemşehrisidir. O’nunla
kırk yıldır tanışıyorum, çalışıyorum. Yazdıkları, yayınladıklarının
büyük bölümü Burdur’la Burdurluyla ilgilidir. ( 01.11.2008, Ece
Köyü)
Sebahat Gümüş: İsa Kayacan, Türk edebiyatının güneşidir. O,
daktilosunu, kalemini arkadaş edinen Burdur ve Türkiye için
kullanan, büyük bir kişiliktir. Yazısının yayınlanmadığı gazete
kalmamıştır. (01.11.2008- Ece Köyü)
OSMAN TEKERCİ: İsa Kayacan,
Burdur’un Ankara’daki temsilcisidir. O, Burdur’un neresinde ne denli
bir güzellik varsa, onları başka illere de aktarmaktadır. İsa
Kayacan, Burdur’un Türkiye elçisidir. (01.11.2008- Ece Köyü)
KERİMOVA-PERVANE NAMIKGIZI:
Ben İsa Kayacan’ın “İşte Hayatım” adlı kitabını okudum. O’nun çok
çok namlı bir hayat yolu olduğunu öğrendim. Böyle de demek olur –
ben İsa Kayacan’ın doğum yeri, Türkiye’nin en güzel mekanı Burdur’u
bağrıma bastım. Eğilip toprağından öptüm. (Azerbaycan-Bakü, 1992
doğumlu öğrenci)
MESUT MADAN: Tefenni’nin Ece
Köyü’nden çıkıp, yazdığı yazılarıyla Burdur’u tüm Türkiye’ye tanıttı
İsa Kayacan. O, bir duayen. O, bir usta. O Anadolu Basınının
yıldızı. Bitmek, tükenmek bilmez bir hazine o. Yazılarıyla,
şiirleriyle bütün Anadolu Basınının can suyu. O İsa Kayacan, ki, bir
yazı fabrikatörü.
-“Herkes beni Ankara’larda sanır/Burdur’da bir dam çökse içim
parçalanır” diyen bir Burdur sevdalısı o. Ama Burdur O’nun kıymetini
biliyor mu? İşte bu tartışılır!. (Yenigün Gazetesi, Burdur,
19.11.2008)
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
08 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
Mahmut Selim GÜRSEL
|
Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ |
KUTLAMA
Arkadaşım
ve Yazarım Üzeyir Lokman ÇAYCI UCBBA - Forêt des Mille poètes
kuruluşu tarafından Eylül 2009’da Fransa’da Ayın kişisi seçildi.
Aşağıda bilgisi ve bu kuruluşun sitesinin ligi bulunmaktadır.
http://www.foretdesmillepoetes.com/site/index.php?pg=personne-du-mois-09-2009-lokman-cayci-uzeyir
Arkadaşımın bu başarısından dolayı
canı gönülden kutlar başarılarının devamını dilerim.
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
09 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
Mahmut Selim GÜRSEL
|
Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ |
TURKEY DEĞİL TÜRKİYE
Bayanlar ve Baylar!
Artik TÜRK'LERIN TÜRKÇE yazı, Türkçe
okumaları gerekliliğini bilmemizin
ve ihtar etmemizin zamanı gelmiş bulunmaktadır.
Bütün okur yazarların beraberce
başta kendileri olmak üzere; geleceğimizde kullanacak olan
çocukların ve gençlerin hiç olmazsa TÜRKÇE tabelalara, isimlere
hasret kalmaması için birbirimizi uyarmamız gereklidir.
Özgürlükler vardır. Özgürlüklerin
kötü emellerce bir ülkenin geleceği olan DİL'İNİ bozmaya
çalışmalarına, yozlaştırmalarına karşı çıkmamız ve hepimizin TÜRKÇE
kullanmamız gereklidir.
Başta Bütün Internet
kullanıcılarının Turizm firmalarının kullandığı HİNDİ (Turkey)
kelimesini TÜRKİYE olarak değiştirmelerini istemekle başlayabiliriz.
Bizim ülkemiz HİNDİ ülkesi değildir.
Bizin ülkemiz; Şehitleri, Gazileri,
Zaferleri ile bütünleşmeyi, birleşmeyi bilerek yöneten geçmişte
özümüz olan İmparatorlukların mirasçılarıyız. Su anda bütün dünyayı
birleştirme çabasında olan ülkenin veya ülkelerin bildiği; fakat
söylemeye dili varmadığı bir idareyle Üç Kıtada birlik beraberlik
sağlayan Türk’lerin kullandıkları dilin bulunduğu vatanimiz HINDİ
ÜLKESİ (Turkey) olamaz.
Bizlere Türkçe olarak okuyup
yazmamızı; Valilik, Bakanlık, Başbakanlık, Reisicumhurların emirleri
ile olmaz. Bizlerin birbirimizi kırmadan uyarmalarız la olur.
Gelecekler Türk ve Türkçenin olması için birlikte bu konuyu
yazıştıklarımıza; tanıdıklarımıza ileterek onların da yazışmalarında
daha dikkatli olmalarını isteyerek etrafımızı uyarmaya çalışalım.
Bana ne demeyelim!
Bilhassa; yurt dışında yasayan
yurttaşlarımız itina ile Türkiye ile
yapacakları yazışmalarında artik HİNDİ (Turkey) kelimesinin
yerine (i harfi
yabancı dilde büyük harfle yazılmadığı için) TÜRKIYE diye
yazalım.
Bu tepkimi hakli görüyorsanız;
e-posta arkadaşlarınıza, gruplarınıza kendi görüşleriz ile
yollayınız!
Saygılarımla.
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
10 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
Mahmut Selim GÜRSEL
|
Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ |
GEÇEN YIL
Fikir Dergisi fikrini gerçekleştirdiğimizin bu gün
12. sayısını yani 12 ayını geride bırakarak 13. sayıya yazılarımızı
aktarmaya başladık.
Biraz okuyucu kitlemiz oldu. Yazarlarımızın
çalışmalarını en çabuk şekilde yayına almaya çalıştım. Onlarla
birlikte çalışmalarımız gün ışığına çıkmış oldu. Onların pek çoğunu
bu dergi sayesinde sanal da olsa tanımış oldum. Onlarda benim ne
yapmak istediğimi anladıklarını umuyorum.
Fikir dergimizin yazıları, çizgileri ve fotoğrafları
telif eser kapsamında okuyucuya sunulmaktadır. Bu çalışmaların
amacının sizlerin eski ve yeni çalışmalarınızı bu sayfalarda
tanıtmak ve okuruna sunmaktır. Yazar arkadaşlarımızın çalışmalarının
adedi ve uzunluğu sınırımız halen geçerli olmakla beraber;
çalışmalarda tanıtım ağırlıklı makaleleri dergimize almamaktayız.
Gerekçesi ise dergimizin: bölümünde
ONAY VE YAYIN başlığında bilgi verdiğimiz yazarlarımızın da buna
uymaya çalıştıklarını bilmekteyim.
Dergimizin yazarlarına çalışmaları için telif
verememekle birlikte bu güne kadar hiçbir yazarımın işletmediği
ORTAKLIK PAYI
bulunan hükmü olan “ ORTAKLIK PAYI İLK KATILIM İÇİN 3000 Lira
dir. Dergimizin Yazarları bu ortaklığa doğrudan katılmış olup ilk
katılım ücretini ödemezler.” Bölümünde bulunan 1. madde 2.
paragrafta bulunan” Sizin veya başka firma için tanıtım almaları
halinde tanıtım katkı payı üzerinden katkı payını tahsil edip,
yayınevimize yollayınız. Tanıtım ücretleri sabit olup her 100
Lira'nın 25 Lira'sı size kesinti yaparak kalan 75 Lira yayınevimize
yollarlar.” Katkıyı kullanmamışlardır.
Bu katkımız onlara bir nebze faydamızın olması ve
dergimizde tanıtılanlarında ciddi bir tanıtımla karşı karşıya
olmalarını bilmeleri için aktarılmış bilgidir. Bu bilgiyi tıklayarak
okumanızı ve yazılarınızda falan kitap, falan toplantı, fişkan şiir
gibi tanıtım içeren yazıların imkânlarımızın dâhilinde yayınlanmaya
devam edecek olan sanal Dergilerimizin devamını sağlamaya
çalışacağım.
Siz yazar arkadaşlarımızın nun alt bölümünde lingi bulunan
sayfalarınızın de istatistikler bölümünde kaç kişi tarafından
incelendiğini ve yeni bir çalışma olarak da sizlerin yazılarınızın
sayılara göre bu sayfalarınızdan link vermeye çalışacağım.
İkinci senemizi kutlar; çalışmalarınızı devamı
dilerim.
Mahmut Selim GÜRSEL
GÜRSEL YAYINEVİ
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
11 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
Mahmut Selim GÜRSEL
|
Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ |
YAZMAK MI YAZMAMAK MI?
İşte bütün problem burada!
Formlara, sitelerde ve diğer basılı
yerlerde yazı yazmak her halde yazamayan üyelerin ilgisini çekerek
onları da az çok cevap verme amacını taşıması açısından bence
önemlidir.
Yazabilmek bir nevi alışkanlık
haline gelince yazan; yazmaya devam eder ve bildiklerini karşısında
tanımadığı okuyucusu ile paylaşmak amacındadır.
Yazan; yazdığının okunduğunun
farkında olmasına karşı, okuyanın tepkisini öğrenmek ister. Pek çok
okuyucu bu yazıyı beğenip beğenmediğini söylemek tenezzülünde
bulunmazlar. Gerekçesi ise bellidir. Bu konumuzun başlığını
belirleyen "YAZMAK MI YAZMAMAK MI?" düşüncesinin meydana gelmesini
ve sonuçlarını okuyanca analizinden sonra ortaya çıkar.
Yazılan yazıya "Ben bu yazıyı
beğendim" diye yazsa. Neresini beğendiğini soracak ve sorgulayacak
onlarca cevap verenin çıkacağı malumdur.
Yine aynı şekilde okuduğunu "Ben bu
yazıyı beğenmedim" diye yazsa, bu sefer en azından yazının yazarı
tarafından tenkide uğrama ihtimali mevcuttur.
Yazanlar yine bildikleri gibi
yazarlar; okuyanları onları okurlar ve cevaplayamazlar.
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
12 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
Mahmut Selim GÜRSEL
|
Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ |
- GECİKTİ İSE AF OLA!
- İnsanız. Beşeriz bazen elimiz ayağımız şaşırır. Bu
ay nedense derginin yazıların biraz gecikmesine sebep verdim.
- Mazeretim yok. Mazeret bildirsem de değeri yok.
Yazan arkadaşlar yazılarının hemen yayınlanmasını istemeleri onların
kaleminin hakkı. Beni mazur görerek neden halen yayınlamadın diye de
serzenişte bunanı da yok.
- Okuyucumuz ise aynen devan. Girip bakıyor çıkıp
bekliyor. Ne güzel toplumuz hiç tepkisi ve etkisi de olmayan!
- Ben yinede yazarlarımızdan ve okurlarımızda sabırlı
davranmalarından dolayı özür dileyeyim.
- Yinede gecikmenin gerekçelerini
yazarak savunmamı yapayım.
- Ben bu ay biraz sıkıştım. Birazda
server’im (sitemizi barındıran firma) yenilendi. Onun sıkıntısı
oldu. İstatistik düştü. Birde ayın 1-5 arası gelen sayfa
istatistiklerinin yapımı; bu yazıdar sonra devam ederek gece yarısı
İnşallah yüklerim. Ayrıca siz yazarlarımıza açtığım sayfalarda
yazılarının arşivlerine tek tek link vermek, PORTAL (açık kapı) liklerini
değerlendirmek. Site haritasını hazırlamaya çalışmam, Yaklaşık 2007
tarihinde üye olduğum google tanıtımından gösterim ve tıklama başına
verecekleri ücretin denetimini ve gerçekliliğini kanıtlamak için arka plan ve geçiş linklerini düzenleme
çalışmaları bir araya gelince parmaklarım iflas etti. ÇAMAŞIRCI
KADIN SENDROMU başlangıcı başladı. Benim sayfada buluna örneklemeyi verirsem:
Her bir satırı yazmak, sonra o sayfanın yerini bularak köprüsünü
eklemek, nerede açılacağı komutunu vermek, tamam diye doğrulamak,
sayfanın açılıp açılmadığını kontrol etmem için 12-25 arasında
mausla tıklamak ve yazıları yazmak gerekiyor. İşte sebepler
bileşince sıkıntı, stres, yetiştiremeyeceğim sıkıntısı, başaramama
korkusu, parmakların yorgunluğu ve işte böyle bir şey. Apartmanın
dış iç bakım patırtısı, dairemizin peni yoktu pen yapımı için
eşyaların toplanması, eksik laminatların yaptırılması, Boya ve
birazda mahkemem, savcılık vb.
- İşte gecikme sebepleri bunlar.
- Geciktiğimiz için af ola!
-
03/10/2009 18,35
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
13 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
Mahmut Selim GÜRSEL
|
Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ |
- YAZ KLAVYEN İLE!
-
- Bir şiirse benim ve senin rüyan;
- Yaşanmaya değer bu Dünyan.
- Bilgilerinle, bilgilerimi birleştiren,
- Hayata dur demeyen sensen inan,
- Buyur yaz klavyen ile işte meydan.
- Sana boş bir alan, yazarken sen
- Vatanını, Dinini, Milletini, Atanı
- Küçük düşürmeden bunlarla KENDİNİ
- Bunları karayan bilirsin kendini karar.
- Burası bir meydan, sende yazarsan,
- Buradan okuyanlarda çıkar bana inan.
- 06/10/2009 Saat 01,09 Çorum
- Aynı anda yayında.
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
14 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
Mustafa Nevruz SINACI
|
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ |
AÇILIMLAR VE MİLLİ KARDEŞLİK PROJESİ
Şimdi “demokratik açılımın” adı
“milli birlik ve kardeşlik projesi” oldu.
Bu iyi. Demek ki bundan böyle kendi parmağımızı
kesmeyecek, ayağımızı çıngıraklı yılan deliğine sokmayacak, boşu
boşuna belâya bulaşmayacak ve kendi hayatımıza kendi ellerimizle
kastetmeyeceğiz. İnşâllah!
Milli Birlik Beraberlik ve
Kardeşlik Projesi. Demek ki artık, adına Türkiye Cumhuriyeti
denilen bu beden, bu ruh bizim.
Üç buçuk sergerde, eli kanlı
maşa ve menfur işlerle iştigal kirli eller uğruna haneyi harap,
tahrip, tarumar etmeye (cüret’e) hak sahibi olunmadığı bilindi
ve idrak edildi her hal…
Asırlık misafirleri de haneden çıkarmaya gerek yok. Çünkü:
Milli birlik, kardeşlik ve barış her şeyi galiptir. Anlaşılan
biraz olsun kendimize geldik ve hakikatin farkına vardık.
“BİZ BİR MİLLET VE DEVLETİZ”
Yüksek frekansta seslendirdiği
projenin anlamı bu! Düşünmek bile istemeyiz. Ama “bütün ana
diller yerine ‘sadece Kürtçe’ yayın yapan kanalın kurulması
gibi” veya “Anadolu medeniyetleri Enstitüsü yerine, salt Kürt
Enstitüsü kurmak gibi” bilim, akıl-mantık veya mezkür “milli
siyaset’in” inadına aksi yapılırsa ne olur?
Allah’ın mahlûkatında O’nun
rızası dışında tasarrufa kalkışılmış olunur. Buysa hem objektif
ve evrensel hukuk’a ve hem de Hukukullah’a (Allah’ın hak ve
hukukuna) karşı isyan, hem de kul hakkını ihlâl olur ki, aynı
fiil ile iki hukuka birden fena halde tecavüz edilmiş olunur.
Milletin maddî ve manevi hukukuna en büyük tecavüz olan,
“öldürme, ayırma, bölme” kastıyla kurulmuş, İnsanın yaşama
hakkına son verme, onun bu kâinatla olan bütün bağlarını
kopartma, münasebetlerini bir anda kesip atma, kulu, Rabbine
ibadetten alıkoyma, İlâhî eser, tefekkür, rahmanî nimetlere
şükürden menetme kastıyla cinayet işleyen, Allah’ı tespih eden
bedeni yetmiş trilyona yakın hücresi ile bütün tespihlerini bir
kurşunla delip geçme, yahut bir bıçakla kesip atma ihanetine
düşmüş olanları; Af ve atıfetle himaye ve hakiki hak sahibi
şehit yakınları, Gaziler ve topyekun millete rağmen kucaklama
vatana ihanettir.
Çok iyi bilirsiniz ki: Fıkıh
âlimleri infazın üç yerde (masum, mazlum, illa mağdur ve
muhatabın affı vuku bulmadıkça) caiz ve zorunlu olduğunu
söylerler.
1. İmandan sonra küfre girmek.
2. Evli olduğu halde zina etmek
3. Haksız yere bir insanın
kanına girmek. Bunlar dışında insan hayatına son verilemez ve
fakat mağdur affetmedikçe, fail (suçlu) devlet veya hükümetler
tarafından kesinlikle affedilemez.
Yâni, Allah’ın sonsuz kudretine
nazaran bir insan yaratmakla bütün insanları yaratmak arasında
fark olmadığı gibi, Onun sonsuz rahmet ve adaleti noktasında da
bir insanın katli ile, bütün insanların katli arasında fark
yoktur. Bu nedenle katiller asla affedilemez. İnsanoğlu her
nasılsa, başkalarının hakkını çiğnerken o insanların Allah’ın
kulu olduklarını unutuyor. “Ben Allah’ın bir kuluna zulmedersem,
Onun kahrına hedef olurum.” diye düşünemiyor. Bunun içindir ki,
kendisine İlâhî ikazlar geliyor.
Bu rahmanî ikazlara tercüman
olma sadedinde Allah Resulü de (AVS) ümmetini defalarca ve
değişik şekillerde ikaz etmiştir. Misâl:
“Mazlumun bedduasından
sakınınız. Çünkü onun duasıyla Allah arasında perde yoktur.” (Buharî,
Müslim)
“Ümmetimden müflis odur ki,
kıyamet günü namaz ve zekâtla gelir. Ama, bu arada sövdüğü şu
kimse, dövdüğü bir başka kimse dahi gelir. Bunun üzerine
kendisinin hasenatından şuna verilir, buna verilir. Üzerinde
haklar bitmeden kendi hasenatı tükenirse, o zaman onların
hatalarından alınır kendisine yüklenir. Daha sonra cehenneme
atılır.” (Müslim)
İşte; bütün “Açılımlar, Milli
Birlik ve Kardeşlik Projeleri” bu kriter ve kıstaslara uygun
olmak zorundadır. Aksi takdirde “meşruiyet” nihayet bulacak ve
mukabele-i bil-misil, hukuken meşru bir “HAK” halini alacaktır.
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
15 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
Mustafa Nevruz SINACI
|
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ |
DOMUZ GARİBİ FENA VURDU
Evet, öteki Türkiye fena halde domuz garibi!
Zuhuratın (ilk görülme) tarihi
yarım asrı buluyor. Gerçekte bir nüksetme hadisesi! İsterseniz son
zamanlarda vaki en belirgin tespit ve teşhislerden bir örnek
vereyim:
“Burdur Cumhuriyet Başsavcısı Ali
Nevzat Açıkgöz, ‘2009 Adli Yılı’ açılış töreninde yaptığı
konuşmada şöyle dedi: “İddia ediyorum ki, iki yıl ülkemizde
yolsuzluk ve hırsızlık yapılmasın, Türkiye ekonomik açıdan
şahlanma dönemine girecektir.” (Prof. Dr. İsa Kayacan, Oğuzeli
Gazetesi, Bucak- Burdur 10 Eylül 2009) Lütfen heyecanlanmayın ve
yanlış da anlamayın. Burada bahse konu, tıpkı küresel ekonomik
kriz gibi, ülke dışında yaşanan müzmin pislik, hırsızlık,
yolsuzluk, yağma, yalan-talan ve her türden namussuzluk sonucu
oluşan ve neticede bize de bulaşan “domuz gribi” değil! Daha
beter, daha rezil, işkenceyle süründüren, zalimi âbad eden,
mazlumu sürünerek öldüren cinsten.
Aslında benzer bir melanet!
Peki nedir?
Cevap, hani bir ATA sözümüz var
ya: “Devletin malı deniz, yemeyen domuz” Bir sivil toplum
kuruluşu bunu 2000 yılında, “Devletin malı deniz, hırsızlık,
haksızlık ve yolsuzluk yapan domuz” biçiminde tescil ve tasdik
ettirerek “İnsanlık Forumu Vizyon ve Misyon Deklerasyonu”
başlığını taşıyan açıklama biçiminde bütün Türkiye de yüz binlerce
nüsha dağıttı. ((Ankara C. Başsavcılığı’nın izni ve Valiliğin
(Em. Md.lüğü 26.02.200 tarih ve…/10865 Sayılı) onayı ile))
Zira o dönemlerde de “domuz garibi
üretme operasyonları” baş döndüren bir hızla sürüyordu. Öyle ki,
bankalar hortumlanıyor, parlamenter borsaları açılıyor,
üçkâğıtçılıktan (borsa, faiz, döviz) muazzam vurgunlar vuruluyor,
özelleştirmelerden en az % 50 pay ve asgari % 20 hisse gasp
ediliyor; Yalan-talan,soygun-vurgun tam bir çılgınlıkla sürüyordu.
Gerçekte bu ATA sözü, yüce dinimizin “kul hakkı’na” ilişkin
hükümlerine dayanır.
Kul hakkı, geniş ve derin bir kavramdır.
Çoğu âlim ona İslâm’ın (Müslüman
olmanın ve Müslüman kalmanın) şartı; Bir kısım ulema da İman’ın
(İslâm’ı fiilen yaşamanın) şartı der. Bana göre her ikisi de (yer,
durum ve derecesine göre) doğrudur. Zira özel haller dışında,
genelde kulun bedeni, can ve malına vaki tecavüzler maddî hukuk,
insanların iç dünyası, ilke, inanç ve ruh yapısına verilen
zararlar ise manevî hukuk bağlamında mütalâa olunur. Gerçekte bu
mütalâa yanlıştır. Çünkü ileri-modern (çağdışı-kadük) güncel hukuk
anlayışına nazaran, kadim hukuk kuramı baz alınarak objektif norm
ve evrensel kriterlere vurulduğunda yanlışlık apaçık ortaya çıkar.
Yani hukuk, “HAK” ve “ADALET” kavramından hareketle, maddi-manevi,
ispat ve tespiti kabil her suçu kapsar.
Konuyu açabilmek için bazı Kur-an ayetlerine bakalım:
“Kim bir nefsi, kısas yahut
yeryüzünde fesat çıkarma sebeplerinin biri olmaksızın öldürürse
bütün insanları öldürmüş gibidir.” (Mâide Sûresi, 32) Bu bağlamda,
ülkemizde idam cezasının kaldırılmış olması; İnsan Hakları, Adalet
ve Objektif Hukuka aykırı olup, namuslu-dürüst, iyi insan ve iyi
vatandaşlara karşı işlenmiş bir suçtur. İdam cezası, “lüzum
gördüklerini” gizlice infaz eden ikiyüzlü AB hariç olmak üzere;
ABD dâhil dünyanın bütün devletlerinde vardır.
Şu işe bakın ki, sözde “İdam
cezası” bulunmayan AB’de demokrasi yoktur.
Meselâ: Allah yolunda can verip
Şehitlik mertebesine erişen bir mümin (ki, ibadette daim,
namazında-niyazında olmayana şehit denilemez, bu mertebe ile
anılamaz ve şehitmiş gibi muamele edilemez) bunun büyük mükâfatını
görmekle birlikte, kul hakkı ve kullara olan borçlarından
kurtulamaz. Zira kul hakkının affını Cenâb-ı Hak mağdur kula
bırakmıştır. (yani, devlet ‘hükümetler’ kul hakkını şamil/kapsayan
af’lar çıkartamaz) Keza, samimi tövbe eden bir müminin de geçmiş
günahları affolunur, ama kul hakkı bu affa girmez.
Af kurumu, öncelikle ve mutlaka
mağdurun müracaatını zorunlu kılar. Mağdur veya maktul’ün hukuki
ve manevi vekili (hayatta olan en yakın akrabası) af ve bu hususu
mercie beyan etmedikçe, failin fiili suç, kendisi suçlu olmaktan
çıkamaz ve suçuna tam karşılık gelmek koşuluyla hükmolunan cezadan
kurtulamaz.
“Tövbekâr olanlar hakkında
hukukullah dâvâsı güdülmez. Ancak hukuk-u şahsiye dâvası kalır.”
(Hak Dini Kur’an Dili) Burada helâlaşma şartı mutlaktır. Aksi
takdirde bir kimse, hak sahibinden helâllik almadıkça günahının
cezasından kurtulamaz. Kur-an da, kullar arasındaki adalet
esaslarını tespit eden birçok ayet den sonra; “İşte bu Allah’ın
hudududur, onu tecavüz etmeyin.” mealinde İlâhî ikaz gelir. Demek
ki, kul hakkını çiğnemek, Allah’ın hududuna tecavüz etmektir. Bu
hâl ve hakikatin “gece-gündüz” haram, yalan ve talan peşinde
koşan, zahirde sureti haktan görünüp, gerçekte güruha mensup,
“mürai, münafık ve din tüccarlarına” anlatılması; Hak cihazı,
hukuk ve adalet mekanizması kullanılarak toplumdan tart edilmesi
görevi, başta âlim ve bilhassa amirlere ait bir vazifedir.
Halk ise: Bilinen ve belli olan
hırsız, yolsuz, rüşvetçi, suiistimalci, kaçakçı, kıyakçı, sahteci,
anarşist, terörist, (bunların yardım ve yatakçıları) zalim,
mücrim, ahlâksız, adaletsiz, namussuzlar ile bunların
bileşenlerini (tamamlayıcı ve bütünleyici unsurlarını), bir başka
deyişle mütemmim cüzlerini dışlamak, insan yerine koymamak, mümkün
olduğu kadar hayat ve muhitinden uzaklaştırmak zorundadır.
DOMUZLARDAN KURTULMANIN YOLU
BUDUR.
Artık “devletin malı deniz,
yemeyen domuz” diyen, kime iltica edecek (sığınacak) ve kimden
yardım dileyecek? Bilumum gerici-yobaz ve fanatik mürteci
savlarının aksine insan, Allah’ın kuludur. O’nun hukukuna
riayetsizlik ise, sonuçta İlâhî azap nedenidir.
Tövbe kapısı hariç, bundan
kurtuluş yolu yoktur. İşte bu noktada hukuklar birleşir.
Bu nedenle AKP hükümetinden beklenen ilk icraat: “Temiz Eller
Operasyonu” idi. Olmadı. Olmaması halk üzerinde çok büyük bir
hayal kırıklığına yol açtı. Kirli eller: Yani domuz, kene,
bit-pire ve vampir taifesini ise çok sevindirdi. Yani kısaca:
BİLİNMELİDİR Kİ; başta İnsan olmak üzere, hayvanlar ve canlıların
yaşam alanı, bu alan ile kaim imkân, ihtiyaç, kaynak, dayanak
ve-sair maddi-manevi unsurların; Rüşvet-iltimas, gasp, irtikap,
görevi kötüye kullanma, hırsızlık-yolsuzluk-suiistimal, fahiş
fiyat-pahalılık, haksız edinim, adaletsiz vergi, kayıt-kapsam
dışılık, kaçakçılık gibi “Domuzların iştigaline dâhil” haksız
edinim ve kul hakkı tecavüzlerinden mütevellit öteki Türkiyeli
“Domuz Garibi” fakir-fukara, garip-guraba, masum ve müsemma
vatandaşların hak’ını teslim, Hükümet, Adalet (yargı) ve hak-hukuk
mabedi TBMM’nin mutlak görevidir!
ÖYLE İSE:
Adalet ahlâkını kaim, hukuk’u
hâkim ve bozulan-sarsılan hak dengelerini tesis; Öncelikli ve
yegâne “AÇILIM” olmak zorunda değil mi?
Gayrisi meşru değildir biline.
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
16 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
Mustafa Nevruz SINACI
|
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ |
ATAA’DAN KARŞI
ATAK
-ATAA Massachusetts Eğitim
Rehberindeki ‘soykırım yalanı ve iftirası” ile ilgili Türk
görüşlerinin sansür edilmesine karşı mücadelesini kararlılıkla
sürdürüyor
-Birinci Bölge Amerikan Temyiz
Mahkemesine başvuru yapıldı
-Amerikan Sivil Özgürlükler
Birliği (ACLU) ve Türk Amerikan Yasal Savunma Fonu (TALDF)
destek vermek için bu çabalara katıldılar
-Griswold-Massachusetts davasında taraf olan
Türk Amerikan Dernekleri Kurulu (ATAA) bölge mahkemesinin daha
önce verdiği aleyhteki kararı tersine çevirtebilmek için Birinci
Bölge Amerikan Temyiz Mahkemesine başvurdu.
Amerikan Sivil Özgürlükler
Birliği (ACLU) ve Türk Amerikan Yasal Savunma Fonu (TALDF) de
ayrı ayrı sundukları savunmalarla çabalara destek verdi.
HATIRLATMA
Ekim, 1999’da Massachusetts Valisi; www.ataa.org
adresini öğretmenler tedrisat rehberinden, ATAA'nın bölgedeki
üye derneği, New England Türk Amerikan Kültür Cemiyeti (TACSNE)’nin
kamusal savunmasına ve ondan önce de bir eyalet eğitim uzmanları
komisyonunun Ermeni meselesinin (Türkler ve Ermeniler arasında)
tarihi bir çekişme olduğunu, ATAA internet sitesinin ve Ermeni
tezini sorgulayan diğer karşı görüşlü Türk sitelerinin eğitim
kaynakları olarak uygun bulunduğunu belirlemesine rağmen
sansürledi.
Nisan 2009 da, Bölge Mahkemesi, öğretmenler
tedrisat rehberine hangi eğitim malzemesinin konacağı kararının,
son analizinde, eğitimsel değil politik bir karar olduğuna
hükmederek ATAA’nın tezini reddetti.
ATAA Başkanı Günay Evinch
(Övünç) kamuya yaptığı bir açıklamada söyle dedi:
"Türk-tarafının görüşlerini eğitim açısından yararlı bularak
tedrisat rehberine kabul eden bir eğitim uzmanları komisyonunun,
etnik politika tarafından buldozerle ezilip geçilmesine meydan
veren bu alt mahkeme kararı ile aynı görüşte değiliz.
ATAA, bir insanın ne
öğreneceğini, ne okuyacağını veya ne söyleyeceğini politik
güçler saptamamalı düşüncesindedir.
Tarihi gerçeklerin göstergesi de
bu olmamalıdır.
Aksi halde, eğitim en güçlü
lobinin zulmüne terk edilir, tabu ve dogmalara karşı çıkmak
imkânsızlaşır, bilimsel merak ve ifadeyi özendirmek zor hale
gelir.
Osmanlı Tarihi uzmanlarının
büyük bir çoğunluğu ki bunlar kesinlikle Türk kökenli değildir,
Ermeni soykırım iddialarına karşı çıkmaktadır ve hiç kimse
onların kitaplarının yakılmasına izin vermemelidir, internette
bile olsa.
ATAA, Ermenilerin Türklerden
altı misli daha kalabalık olduğu Massachusetts eyaletinde adalet
ve hakkaniyet aramaktadır ki, orada yaşayan Türk asıllı
(Türk-Amerikalılar) Amerikan anayasasının koruması altında yasal
görüşlerini eğitim sisteminde dillendirebilecek fırsatı
bulabilsinler.
ATAA bölgedeki üyesi, TACSNE
derneğine toplum hizmetleri ve kamu eğitimi için teşekkür eder.
ATAA nın yeni seçilen, başarılı ve yetenekli bölge temsilcileri
Ali Çınar ve Tomris Azeri, bir yandan kulaklarını Türk toplumuna
dikerek eğitim sisteminin ve sivil özgürlüklerin nabzını
tutarlarken, diğer yandan da ifade hürriyetinin kazanacağına
olan güvenlerini ifade etmişlerdir.
ABD’de yaşayan Türkleri, bu
cesur azimli ve kararlı mücadelelerinden dolayı kutlar; aynı
cesaret, kararlılık, azim ve iradenin burada, yani Türkiye’de
oluşmasını dilerim. .
(MNS: Ankara, 24 Ekim 2009)
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
17 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
Mustafa Nevruz SINACI
|
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ |
“TARİH KOMİSYONU”
Mesele, Revan’da oynanan
Ermenistan-Türkiye maçıyla başladı gibi!
Sonra; Bursa’da Türkiye-Ermenistan
maçı! “Açılım” kategorisine yeni eklenen Ermenistan’a kapı açılması
ve normalleşme konusunda Halk Partisinin sahibi Deniz Baykal, bir
ara ne dedi? “Bu, konjonktürün zorunlu kıldığı, Türkiye’nin de
gereğini yapma konusunda baskılara maruz kaldığı, doğrusu, mecbur
edildiği bir konudur!”
Demek ki Recebin “kamera istemem”
feryadının sebebi bu olsa gerek. İşin içinde iş, oyun, saklılık ve
gizlilik var. Baykal işkillenmekte haklı; çünkü o’da, ‘gizliliğin
nemenem melânet” olduğunu artık iyi biliyor. Yani maç, durup
dururken “Ermeni Açılımı”na dönmedi herhal.
Mesele, binlerce dönme, devşirmenin,
bizzat infaz ettikleri, iyi vatandaş Hrant Dink’in cenazesinde “biz
Ermeniyiz” diye haykırma “nedenlerine” kadar gidiyor. Hatta, o kadar
la da kalmıyor, çok öncesi bile var. YOKSA; Takım ruhu, futbolun
gücü, barış için spor falan hikâye. Maç’tan anladığımız tek şey:
Açıkça, mertçe, erkekçe ve dürüstçe oynandığında, sahada Türk
kazanır. Türk düşmanları bunu çok iyi bildiklerinden, daima Türk’e
ve Türkiye’ye karşı ikiyüzlü, içten pazarlıklı, kahpe ve
kancıktırlar. Anlayacağınız, takım çatıştırmaktan maksat bambaşka
idi, olmadı.
Yani; “uşaklığı öğrenemeyen Türk”
daima batının bir yerlerine batar.
Tarafların rakip takım dedikleri
Türk çocukları, çok akıllı oynadı. Takımın oyun düzeni mükemmeldi.
Bütün tertip ve teşebbüslere rağmen oyunculara müdahale etmek mümkün
olmadı. Sonuçta senaryo ters tepti. İstenmeyen oldu. Türkiye
kazandı. Aferin! En azından biz, tribünlerden gerçekleri gördük ve
bir de baktık ki! “Ermeni protokolünde sınırların açılması yanında
öyle bir hüküm var ki, tam rezalet. "Tarih Komisyonu" kurulmasıyla
ilgili madde, Türk, Ermeni, İsviçre ve Fransız tarihçilerinin
toplanmasını öngörüyor. "Türkler Ermenilere soykırım yaptı mı
yapmadı mı" diye araştırıp bir karar verecek olan komisyon bu! Tam
komedi, rezalet, fecaet! Türkiye baştan 3-1 mağlup. Bir Frenk oyunu
bu, frengili necis, kalleş ve iğrenç! Ermeni, İsviçreli, Fransız
tarihçiler ‘Soykırım olmadı’ diye mi rey verecekler? Bir kere bu
ülkelerde demokrasi yok. Üstelik ‘Türkler Ermenilere soykırım
yapmamıştır’ demek yasaktır. Aksi takdirde İsviçre ve Fransa
mahkemeleri derhal hakkınızda cezai takibe girişir. TTK Başkanı
Halaçoğlu için mahkeme tutuklama kararı vermedi mi? İsviçre ve
AB'nin talebi üzerine AKP, Halaçoğlu'nu TTK Başkanlığı'ndan da attı.
"Ermeni soykırımı yalandır" açıklaması yapan İP Genel Başkanı D.
Perinçek de İsviçre Mahkemeleri tarafından mahkûm edilmedi mi?
Şu hale nazaran, AKP Hükümetinin
"Tarih Komisyonu" kurulmasını öngören protokolü imzalaması çok vahim
sonuçlara yol açacak bir hatadır. Bu, açıkça hain bir tuzak olup;
mezkûr komisyondan Türkiye aleyhine karar çıkacağı kesindir. Karar
çıktığı zaman da AKP’nin bu gaflet-dalalet eseri yahut bilerek,
oyunun bir parçası sıfatıyla üstüne atladığı bu tuzakla Türkiye
“soykırım yaptığını” kabul etmek zorunda kalacak ve Komisyon kararı
Türkiye'nin soykırım yaptığını tescil edecektir. Yani böylece, AKP
sayesinde tüm dünya önünde mahkûm edilmiş olacağız. Çünkü AKP
hükümetince imzalanan protokol (TBMM’de onaylanması halinde) gereği
kurulmuş bir komisyon karar vermiş olacaktır... Kararla AKP
sayesinde Türkiye köşeye sıkıştırılacak, sonra toprak ve tazminat
talepleri peş peşe gelecektir.
Yani AKP tarafından açılan kapı
doğrudan SEVR’e açılmaktadır biline.
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
18 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
Mustafa Nevruz SINACI
|
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ |
- MİLLİ DAVA (!) KIBRIS
- Türkiye, emperyalist bir devlet
değildir.
- Kuruluş ilkeleri ve ilk (1924)
anayasası gereği emperyalizm karşıtıdır.
- Gerçek, samimi ve tarihi
politikaları da…
- Kaldı ki, dünyanın en büyük
emperyalist devletlerine karşı verilen bir “kutsal savaş ve
efsanevi direniş” sonucu kurulmuştur.
- Bu manâdan mülheme olmak üzere
adı: “İstiklâl Savaşı”dır.
- İstiklâl Savaşı, dünyanın gelmiş
geçmiş en büyük strateji dehalarından biri ve O’nun önderliğinde
Türk Milleti tarafından başarılmıştır. Bu nedenle “dâhili ve
harici” bedhahlara (gizli) düşmana karşı daima hazır ve nazır
olmak Türk milletinin genlerinde vardır. Şiarımız: “Hazır ol
cenge her daim, eğer istersen yurtta ve dünyada barış”
ilkesidir. “Yurtta sulh, cihanda sulh” vecizesinin hakiki manâ
ve münderecetı ayniyle budur.
- Nitekim “Kurucu ATA” M. Kemal
Atatürk Türk genliğine emanet ve vasiyetinde: “Ey Türk gençliği!
Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyet'ini,
ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir..” emrini vererek,
bilvesile milli cevherin öz, kaynak ve asıl dayanağını da
belirtmiştir: “Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kan’da
mevcuttur”
- Nedendir bu vasiyet?
- “Mevcudiyetinin ve istikbalinin
yegâne temeli budur.Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir.”
-
- İŞTE SEBEP BUDUR!
- Lâkin Türkiye’de henüz strateji
kurumları ve düşünce kuruluşları yoktur. Çünkü hem varlıkları
istenmez ve hem de hükümetler bunları desteklemez. İç düşmanlar
(dâhili bedhahlar) halkın asla ve hiçbir zaman, örneğin bir
Kıbrıs gibi milli davalar gütmesini ve bunları sahiplenmesini
istememişlerdir. Aksine “milli” damgalı her şeye karşı çıkmışlar
ve düşmanlık etmişlerdir.Bunların başında: Milli Devlet, Milli
Ordu ve Milli Anayasa gelir.
-
- ANAVATAN’IN MİLLİ DAVALARI!...
- Bu unsurlar 27 Mayıs isyanı ile
anayasa ve cari mevzuattan kazınmıştır. Adları zoraki “Milli”
lâfzı içeren Milli Eğitim ile Milli Savunma bakanlıklarının
isimlerini hiçbir zaman hazmedememişler; Bu kurumları içten
çökertmek, milli-ilmi ve manevi değerlere karşı tahrip, tahkir,
tezyif ve tekzip görevleri yaptırmak en büyük emelleri olmuştur.
Bu sebepledir ki Milli Eğitim diplomalı binlerce hırsız, yolsuz,
sahtekâr, anarşist ve terörist AB tarafından iftiharla himaye
edilmektedir. Ordu içinde de, maalesef, uluslar arası Yahudi
tarikatı olan masonluk, hırsızlık-yolsuzluk, rüşvet-iltimas,
suiistimal ve asker aileleri bağlamında namussuzluk yer, yer
mümkün vakıalar arasında yer almakta; namaz ictimaları, İslâmi
yemin ve İmam kadroları kaldırılmış bulunmaktadır. Bunlar “Milli
ordu ve Peygamber Ocağı” kavramlarına vurulmuş kahredici
darbelerdir.
-
- DAHİLİ İZOLASYONLAR!...
- Netice itibarıyla Türk devleti
ve siyaset hayatının derinlerine nüfuz etmiş “gayri milli
unsurlar” Milli strateji üretmenin, milletçe “milletlerarası
organizasyonlara” taraf olmanın, “bir dünya devleti gibi”, halkı
zenginleştirecek, refah ve saadet içinde mutlu kılacak, adalet
ve hukuk standartlarını evrensel bazda yükseltecek tarzda
hareket etmenin de karşısındadırlar. Bunlar, genellikle dönme ve
devşirmedir. Türklüğü ve İslâm’ın yüceliğini idrakten aciz
kalmışlardır. Kimlik ve kişilik yoksunu olduklarından dolayıdır
ki “partner”liğe bayılırlar.
- İşte bunlar (dahili bedhahlar)
nedeniyle zorunlu alanlarda basit güncel politikalar, yaşanan
sorunlara karşı alternatif projeler ve çözüm önerileri
üretebilecek milli ve mukavim AR-GE’ler bile henüz teşekkül
ettirilememiştir..
- Mevcutlar “sürgün yeri” olarak
kullanılmaktadır.
- Dışişleri teşkilâtı ise hâla
“monşerlere” teslim.. Yani milli değildir!...
- Bu nedenle AİHM sürekli
aleyhimize çalışıyor, siyasi kararlar üretiyor ve TC’yi tüm
dünya karşısında taciz ederek, küçük düşürüyor. Türk milleti ve
evrensel hukuk’un en temel hak ve stratejisi “mütekabiliyet”,
“mukabil hak”, “ecri misil”, “misilleme” ve “mukabele-i bil
misil” gibi, hak, adalet ve hukuk’ betimleyen kavramlar
Dışişlerinin lügatinde yok!...
- Neden acaba? Yoksa biz hâkim ve
hükümran “özgür” bir devlet değil miyiz?..
- Yahut sorun, sadece “milli”
meselesinden mi kaynaklanmakta? Oysa!...
- Başta, GB antlaşması ile
kaybedilme yoluna girilen Kıbrıs, 12 Adalar, (adalar hükümetler
ve dışişleri bakanlıklarının gözü önünde) Lozan Antlaşmasına
aykırı olarak silahlandırılmış, her bir adaya askeri yığınak
yapılmış, Anadolu’yu rahatlıkla vurabilecek menzilde füze
rampaları ve askeri hava alanları inşa edilmiştir. Hava sahası
konusunda da Yunanistan pusudadır. Önü alınamadığı takdirde
Türkiye açık denizlere çıkması engellenecek ve bir kara
devletine dönüştürülecektir.
- Hükümetler tam bir korkaklıkla
bu MESELELERE KARŞI ses çıkartamamakta ve sözde barışı korumak
adına olan bitene göz yummak gaflet ve dalâletini
göstermektedirler. Kuzey Irak, Musul, Kerkük, Karabağ, Doğu
Türkistan ve Kıbrıs’ın durumu ortadadır. Lütfen aşağıdaki
(konuyla ilgili) örneği bir inceleyin.
- Çok şeyin farkına varacaksınız.
- Nasıl bir ateş çemberi içinde
olduğumuzu açıkça göreceksiniz.
- Bir şeyi daha tabii; Ülkemizi
yıllardır yönetenlerin gaflet ve dalâletini...
- Buyurun: Sadece yakın tarihi
inceleyin yeter!...
-
- MİLLİ STRATEJİ VE KIBRIS
- Strateji ufkun ötesini görebilme
(basiret ve feraset) sanatıdır. Askeri Strateji: Askerlik
mesleği bakımından, gelecekte bilinen-belli olan veya müstakbel
düşmanlar tarafından, hesaplanan beklentiler dâhilinde
yönelebilecek tehdit, tecavüz, tahdit (sınırlamalar) ve
tehlikelerle mukabil hangi imkânlar, şartlar ve ihtimallerle
karşı konulabileceğini iyi hesaplama ve uzağı görebilme ilmi ve
sanatıdır.
- Düşmanlara karşı mukabil
tedbirler almak bu ilim sayesinde kabil olmaktadır.
- Buna göre “strateji”elde mevcut
imkânlarla en iyi sonuca ulaşmayı sağlayacak şekilde durumu
yönlendirme ve yönetme kabiliyeti, öngörü, basiret ve beka
sanatıdır.
- Bu çerçevede; Atatürk’ün uzağı
görme (basiret/öngörü) ve Askeri Strateji bakımından eşsiz bir
deha, nadir bir komutan ve büyük bir devlet adamı olduğu her
geçen gün biraz daha açığa çıkmakta ve bütün dünyada çok iyi
anlaşılmaktadır.
- Strateji ilimi ve sanatına
yetenekleriyle sahip olmayanlar ülkeyi, ülke kaynaklarını,
siyasi partileri, şirket ve dernekleri, kısaca halkı,
hükümetleri ve orduları hakkıyla ve lâyıkıyla yönetemezler,
yönetirlerse de başarılı olamazlar.
- Türkiye’nin elli yıldır ufkun
ötesini ve gerçekleri görebilenler tarafından değil;
- Burnunun ucunu bile göremeyenler
tarafından yönetilmeğe çalışıldığını, kaç yıldan beri “kördüğüm”
haline getirilen Kıbrıs’ın durumu ve “milli davanın” kaybedilmek
üzere olması açıkça göstermektedir.
-
- ŞURASI UNUTULMAMALIDIR Kİ!..
- Türk Silahlı Kuvvetleri’nin asli
görevi olan ülkeyi “DAHİLİ VE HARİCİ” tehdit ve tehlikelere
karşı koruma ve savunabilmesi, Kıbrıs’ın tamamen Türkiye’nin
kontrolü altında ve bütünüyle hâkimiyetinde bulunması şartına
bağlıdır.
-
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
19 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
Mustafa Nevruz SINACI
|
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ |
MİLLİ DAVA DÜŞMANLIĞI
Art arda gelen açılım
bombardımanları medyada ciddi bir sersemliğe yol açtı.
Kafalar karıştı. İlkeler sarsıldı.
Ezberler bozuldu.
Etnik kök, gerçek din, (fanatizm)
örtülü nesep, gizli meşrep, kadim efendi, sözde ilke ve esaslar
deşifre oldu.. Düğmeye basıldıktan elli yıl sonra şimdi mal
meydanda. Her gün bir başka veçhesiyle (yönüyle) açılıp, saçılma
sürüyor.
Beklenir süreçte öyle bir evre
başladı ki, neticesi düşman başına.
Üstelik, namuslu-dürüst,
onurlu-sorumlu Türk vatandaşları ile hakiki, samimi, muttaki
Müslümanlara karşı! Hem de Ermeni’si, Rum’u, Yunan’ı, Yahudi’si
dâhil AB ve ABD nam örgütlenmiş bilumum devletleşmiş suç
örgütleri, kan emici kene ve vampirler ile.
Onlar, bütün dünyayı sarsan
‘küresel krizi’, soygun ve vurgunlarıyla yarattılar.
Çılgın hırs, ihtiras ve
bencillikleri durmak, ateşle dolası karınları doymak bilmiyor.
Bil-umumu, fakir-fukara, garip-guraba
üzerinden yat-kat, at-araba ve gemi sahibi oldu.
Başta din tüccarlığı, misyon
tacirliği, insanlık-hak, adalet ve hukuk istismarını meslek ve
meşrep edindiler. Milletleri tahrik, istikrarı tahrip ve
devletleri tarumar; İlâh, ilâç ve silâh ticaretinden devasa
edinim, gasp ve irtikap, nitelikli dolandırıcılık ve soygunlar
yaptılar.
İnsanlık, bu sinsi düşmanlık,
derin kalleşlik, doyumsuz hırs ve ihtirasın bedelini çok ağır
ödedi. Ödemeye devam ediyor ve “kendine gelmedikçe” de ödemeye
devam edecek. Genelde küresel ısınma, açlık-yokluk,
sefalet-cehalet, kuraklık, hastalık;
Özelde: Milli değer,
şahsiyet-haysiyet ve karakter kaybı, kölelik ve uşaklıkla.
Yani bir nevi “domuz garibi”
sürüler gibi.
Örneğin: Bizde milli tarih ve
milli hafıza saldırıya uğradı. Milli dava’lar alaya alındı,
rencide edildi. Aslında izafi olan sosyoloji, psikoloji ve mantık
bilimleri ile üzerinde en çok oynanan tarih (vakıa) ilmi, şüphe,
şaibe, yalan-iftira ve tereddüt bulutlarıyla örtüldü.
Metafizik, tarikat ve tasavvuf
menfur emellere alet ve istismar edildi.
Elli yıl öncesine kadar Mustafa
Kemal Atatürk’ün “Türk demek; Türkçe düşünmek, Türkçe konuşmak ve
Türkçe yaşamaktır. Ne mutlu Türk’üm diyene.” Vecizesi ayniyle
söylenir, bütün yurttaşlar tarafından ‘mürşit ve düstur” kabul
edilirdi. Sonra söz, önce sebep-hikmet, anlam ve dayanağından
soyutlandı. Geriye, ihtiyat-tedbir ve yatırım maksatlı (strateji
ve taktik gereği) “Ne mutlu Türk’üm diyene” bölümü kaldı.
Şimdi, “sen, ‘Ne mutlu Türk’üm
diyene’ dersen, öteki de‘ne mutlu Kürt’üm, Lazım, Arnavut’um
diyene’ diyecektir. Bu nedenle söz dağdan taştan silinmeli,
minarelere mahya olmamalı, her bir yerden kazınmalı. İlkokul
öğrencilerine de sabahları “Türküm, doğruyum, çalışkanım…” parçası
söyletilip, öğretilmemeli. Bu tahrik ve bölücülüktür” diyorlar!
OLUŞLAR YENİ “EMRİVAKİ” DEĞİL !
Gerçekte bu öyle pek yeni bir olgu
değil. Evveliyatı, kökleri var. Bu nedenle, kasıtlı olarak
yaratılan ‘kavram kargaşasını’ bir yana itip, olanlara ve olaylara
bilimsel bakmalıyız. Tarih ne diyor? Doğa ne anlatıyor? Eşyanın
tabiatı ne? Bunlar çok önemli. Çünkü: Huzur, istikrar ve insicam
üzere olan bütün milletler “Milli Devlet” üzere vardır. Milli
devletler ‘Milli davalar ve milli idealler” temelinde yükselir.
Milletlerin tarih içinde ebed-müddet varlıklarını korumaları,
milli davaları diri, sağlam ve canlı tutmaları, akılcı, cesur ve
gerçekçi milli stratejilerinin olması ile mümkündür.
Yakın tarihimizin strateji
üstatları Osmanlı idi.
Şimdilerde Osmanlı’nın yerini ABD
ve AB aldı.
Japonya, Çin ve Rusya onlardan
sonra gelmekte.
Üstelik, çağımızın küresel
stratejileri, başta ekonomik (emperyalist-vahşi kapitalist),
sosyal (önceden seçilen yaşam ve sömürge alanlarında meskun
milletleri huzursuz, geçimsiz, daimi stres ve gerilim içine
sürüklenircesine bir hayat, manâ, din, moral ve motivasyon olarak
yozlaştırma), kültürel (hedef kitleyi milli değer, örf, adet,
gelenek ve doğal-yerleşik yaşam biçiminden uzak bir deformasyona
itme, kültür emperyalizmi ve psikolojik savaş yöntemleri
kullanılarak yabancı dille eğitim yapılan kolejler açarak
kimliksizleştirme, kişiliksizleştirme) ve siyasal (iç dinamikleri
deforme edip, millet iradesini hiçe sayacak, objektif süjeleri
ortadan kaldırıp, milli hassasiyetleri gönüllü olarak yok edecek
yöneticiler yetiştirmek…
BİLGİ ÇAĞI İSTİSMARCILARI!
Özgür bilim, fazilet anlamında
Cumhuriyet ve demokrasiye aykırı olarak; “Bilim” sözcüğü ve “Bilgi
Çağı” kelimelerini sıkça kullanarak! Ülke içinde uşaklar ve paraya
tapan, zayıflık ve zaaflar ile malul ortaklar edinmek.
Siyasal, sosyal, dinsel ve
ırkçı-bölücü, iş birlikçi akımlar yaratarak, ayrımcılık, anarşi ve
terörü körüklemek. Küresel güç veya bunlara partner olmanın anlamı
maalesef budur.
Diğer bir anlamda insanlık
aleyhine hareket etmek ve faaliyet göstermektir. Yukarda
açıkladığımız sözde “büyük” strateji devleri işte böyle yapmakta,
kirli oyunlar oyunlarla bu alanlarda, hukuk, ahlak ve insanlık
aleyhine faaliyet göstermektedirler.
Başta ABD olmak üzere çoğunda, bu
amaçla oluşturulan ve adına ting-teng denilen modern, kapsamlı,
çok zengin ve büyük imkânlarla beslenen, desteklenen düşünce
kuruluşları vardır. Bu tür düşünce kuruluşları hükümetler adına
stratejiler ve senaryolar üretir; aynı zamanda bu senaryoların
uygulanmasına nezaret edecek uzmanlar da yetiştirirler.
TOPLUM MÜHENDİSLİĞİ
Yani, senaryo içindeki gerçek
görevleri toplum mühendisliği’dir.
Toplum Mühendisliği; Bir toplumu
ezmenin, çok ucuz ve sorunsuz olarak iliklerine kadar soymanın,
karın tokluğuna hayvan (eşek) gibi çalıştırmanın ve sömürmenin
ileri, çağdaş ve modern adıdır. Maalesef buna da, insan hakları,
adalet ve hukuka aykırı olmasına rağmen “meslek” denilmektedir. Şu
anda maksimum hızla hayata geçirilen ve uygulanan “yenidünya
düzeni”, “küresel emperyalizm/yeni sömürgecilik), “NAFTA”, Dünya
Bankası, IMF, Dünya ticaret merkezi ve ABD’nin “11 Eylül ikiz
kule” olayları hep bir senaryo ürünü ve emperyalist güçler
tarafından “haçlı (yağmacılık) ruhu ile üretilerek” üretilerek,
insanlık aleyhine ve fakat belirli güruhlar lehine uygulanan,
ağırlıklı, büyük stratejilerdir.
Burada “güruh” dan maksat:
Herhangi bir din, inanç, mezhep yahut milliyet farkı
gözetmeksizin, bütün dünyayı yönetmeye kalkışan ve sayıları bir
elin parmaklarını geçmeyen sözde “aile” bağlamında örgütlü
mahlukat kast olunmaktadır. Ki, bunların en belirgin özelliği,
hak, hukuk ve adalet düşmanı olmaları ve bütün inançlar bazında
genel din tüccarlı (dinler arası diyalogculuk) yapmalarıdır.
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
20 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
Mustafa Nevruz SINACI
|
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ |
SON BAŞVEKİL
Zaten O’ndan sonra (millet iradesini temsil) anlamı
ve özelliğini yitiren makama baş-bakanlık, atama yoluyla mekâna
tensip olunana da baş-bakan adı verilmiştir!...
Olması gereken de buydu.
Zira o güne kadar vekillerini bizzat
seçen millet; dolayısıyla kendi Baş Vekil’ini de kendisi seçmiş
oluyordu.
Yani, devlet idaresinde ‘millet
iradesi’ hâkimdi.
Siyasi Partiler ve Seçim Kanunları
daha dürüst, namuskâr ve demokrattı.
Ülkemizde (kuvvetler birliği ilkesi
olmasına rağmen) daha güçlü, hâkim ve hükümran bir “adalet sistemi”,
adalet ahlâkı ve hukuk vardı. Vergiler bu kadar çeşitli ve karmaşık
değil, çok azdı. Hükümet insan odaklı olarak, millet için çalışır,
deli dumrul gibi (doğalgaz, elektrik, su, petrol ürünleri, iletişim
ve bilişim) vergi almaz; gasp ve irtikap eder gibi ticaret
yapmazdı..
Sonra gerici, mürteci ve yobazların
devirme (devrim) ve çökertme tuzağına düşüldü.
Son Baş Vekil Adnan Menderes ile
bazı vekilleri Zorlu ve Polatkan, adına, utanmadan ve hicap etmeden
mahkeme denilen, çadır tiyatrolarında “emredildiği gibi”
katledilmelerine karar kılındı. TC tarihinin en insanlık dışı ve
nefreti calip, sözde yargıçları, hem bu karara ve hem de tiyatro
süresince devam eden “hırsızlar kervanı” isimli yalan, iftira ve
furya’ya (radyo programına) ortak oldular. Neticeten idam ve
infazlarla birlikte ülkemizin üstüne adeta bir mezar toprağı
serpildi ve mâkus talih hükmünü icra etmeye başladı…
O, (Baş Vekil Adnan Menderes) bu
kahpe tuzak ve kalleş ihanetin sebep ve hikmetini, zanlı ve
suçlularını çok vazıh (açık) bir işaret ve atiye dair kehanetle
tespit ve sevgili milletine idamından önceki son mektubuyla
açıklayıp, ilân etti. Duyurdu.
Nerede? Nasıl mı?..
Malum
idamlar bütün dünyada el ayak çekildikten sonra, yani sabaha karşı
yapılır.
Sebebi
gayet basittir: Gündüz infazları halkta taşkınlıklara meydan verir.
Olayın dehşetinden etkilenenler, sağa sola saldırıp bazen başka
ölümlere yol açabilirler. .
Ama
O’nun ki öyle olmadı.
Adeta
millete meydan okurcasına, alçakça, sinsice ve haince, üstelik bir
ikindi vakti gizlice, gözlerden ırak ve gönüllerden uzak, ıssız bir
ada da ağır-ağır darağacına doğru yola çıkarıldı. (Polatkan ve Zorlu
için de aynı yöntem uygulandı)
Şehâdet
makamına vardığında, son sözlerini yazmak için kâğıt kalem istedi.
Ufak
bir not kâğıdı uzattılar önüne.
Başladı
yazmaya.
Kendini
iyi ifade etmesiyle tanınan son Başvekil, darağacının gölgesinde o
kâğıt parçasına adeta bir demokrasi manifestosu döktürecekti.
Artık,
Allah (CC)’dan başka kimseden korkusu kalmamıştı.
Zaten
önce de Allah’tan başka kimseden korkmazdı.
Ölümden
öte yol var mıydı sanki?
Başladı yazmaya.
Dünyaya sağlığında
bıraktığı son belgenin “eski yazı” dediğimiz Osmanlıca olması ve
hiçbir imla hatası ve cümle düşüklüğü içermeden yazılması çok
düşündürücüdür.
Demek
ki, ölümü bile arzulayacak noktaya getirilebiliyormuş insan.
Gerektiğinde ona, bir sevgiliye koşar gibi de koşulabiliyormuş…
İlk satıra şöyle yazdı:
“Adnan
Menderes’in idamından evvel son sözleri...”
Sonra
düşüne, düşüne yazmaya devam etti:
“Sizlere dargın
değilim.
Sizin ve diğer zevatın iplerinin hangi efendiler
(elinde olduğunu ve gerçekte kimler)
tarafından idare edildiğini biliyorum.
Onlara
da dargın değilim.
Kellemi
onlara götürdüğünüzde deyiniz ki:
‘Adnan Menderes hürriyet uğruna koyduğu başını 17 sene evvel
almadığınız için sizlere müteşekkirdir.’
İdam
edilmek için ortada hiçbir sebep yok.
Ancak;
Ölüme kadar metanetle gittiğimi, silahların gölgesinde yaşayan
kahraman (!) efendilerinize acaba söyleyebilecek misiniz?
Şunu da
söyleyeyim ki, “milletçe kazanılacak adalet-hukuk, hürriyet ve
demokrasi mücadelesinde sizi ve efendilerinizi yine de (1950’de
olduğu gibi) kurtarabilirdim” lâkin dirimden korkmayacaktınız.
Ama
şimdi milletle el ele vererek Adnan Menderes’in ölüsü ebediyete
kadar sizi takip edecek ve bir gün sizi silip süpürecektir.
Ama buna rağmen duam [bu kelimenin üzeri çizilip merhametim
yapılmıştır] sizlerle beraberdir.”
O, son
Başvekil’di. Umur-u devlet’di. Erbap-ı faziletti.
Hak
âşığı, adalet, hukuk, demokrasi ve millet sevdalısı idi..
Bu
uğurda başını verdi…
“Demokrasi Şehidi” mertebesine yükseldi.
Efsaneleşti, destanlaştı ve milletim mâşeri vicdanında taht kurdu.
Hukuk’un yüzkarası ve
Türk hukukçularının ebedi utancı yassı-ada mahkemelerinin zulüm,
ağır tahrik ve hakaretleri karşısında ezilmiş, tükenmiş, adeta canlı
cenazeye dönmüş Menderes’in dimağı, son mesajında alevlenmiş, millet
düşmanlarını işaret ve ifşa etmiştir..
Özellikle irticalî konuşmalarında zaman-zaman edebî bir haz kazanan
zengin üslubu, bu işaret ve ifşaatında, Osmanlıcanın nâmütenahi manâ
derinliğine sahipti..
O, her
tür taklit, zorlama, dayatma ve uydurukçuluktan uzak, Milli ve
doğal’dı.
Bu dil
zenginliği ve mana derinliğine mümasil (emsal) bir örnek…
İşte 1
Mayıs 1960 tarihli radyo konuşmasından birkaç cümle:
“Çok partili hayat
birtakım müşkülata rağmen devam edip yerleşmekte... Ve her memleket
meselesini milletin rey ve iradesiyle halletme veya yönlendirme
şuuru vicdanlarda yerleşmekte ve kökleşmektedir... Fakat memleket
bütün bu güzel ve müspet manzaraları ile göze gelmiş gibi, feleğin
kahrı şeametli [uğursuz] bir nefes gibi üstünde dolaşmakta, sanki
zehirli bir çöl rüzgârı gibi onun güzel renklerini soldurmaya
çabalayarak esmekte...
Ne için
sevgili vatandaşlarım?
Bu kin,
bu husumet, bu ihtiras, bu kıskançlık ne için kurutucu bir çöl
fırtınası gibi bu güzel vatanın üstünde estirilmek istenmekte?”
Sahi, ne içindi bütün
bunlar?
Memleketin üzerinde estirilmek istenen bu zehirli çöl rüzgârları
kimin eseriydi?
Daha da
önemlisi, “silahların gölgesinde yaşayan efendiler” den kimler ve
hangi güçler kastedilmekte idi? CHP’liler ve İnönü mü acaba? Yoksa
Derin devlet mi? Yahut iddia olunduğu gibi ABD veya bazılarının
iddia ettiği gibi hâkimiyetini ABD’ye kaptırmış olmanın telaşıyla
harekete geçen İngiltere öncülüğündeki Avrupa mı?
Mektubun dikkat çekici
cümlelerinden birisi, Türkiye’deki “hürriyet mücadelesi”nin er geç
kazanılacağına ilişkin vurgudur.
Menderes’in hürriyet mücadelesine başlama tarihi olarak verdiği 17
yıl evveli, 1944: “Türk milliyetçilerine zulüm ve işkence dönemine”
tekabül eder. Hakeza, Eylül 1945’te CHP’den ihraç edilmeden önceki
yoğun muhalefet günleri de hatırlanır..
Çünkü
O, Şükrü Saraçoğlu kabinesine güvensizlik oyu veren 7 muhaliften
biridir.
‘Geç kaldınız, geç.
Benim başımı asıl o zaman alacaktınız’, diyerek; idam sehpasının
eşiğinde yazdığı mektupla, şahsı ve milletine yönelik dâhili ve
harici husumet, ezeli kin ve derin düşmanlığın odağında İsmet İnönü
olduğunu tüm dünyaya açıklar.
‘Silahların gölgesinde yaşayan efendi’ ve ‘1950’de kurtardım’ dediği
işte odur.
İktidara geldiklerinde paçası tutuşan İnönü’ye ‘devri sabık”
yaratmayacakları, yani “Atatürk’ün vefatından 1950’ye kadar
aralıksız olarak yapılan soygun, vurgun, rüşvet, iltimas, yolsuzluk,
yalan-talan ve suiistimalin üstüne gitmeyecekleri” konusunda teminat
veren Bayar ve Menderes, İnönü’yü iğrenç bir rezillik, ihanet
töhmeti ve mâhkumiyetten kurtarmışlardır.
Bakmayın siz İnönü ve
İnönücülerin ‘aslında paşa Menderes’in idam edilmesini son dakikaya
kadar istemedi’ yavelerine. Çünkü Bedii Faik’in de ustaca yakaladığı
gibi, İnönü O’nun idamını son dakikaya kadar değil, “son dakikada”
istememiştir. Ama zaten o son dakikada kimsenin (ABD Başkanı’nın
bile) idamı önleyecek gücü kalmamıştı ki!
Zamanlaması tek kelimeyle harikaydı İnönü’nün...
Vatan,
millet, demokrasi, hak-hukuk ve adalet delisi rakibinden kurtulmayı
arzu etmiş ama şeytani bir kurnazlıkla son dakikada harekete geçerek
üzerindeki şaibeyi de temizlemek istemişti. Sahte hüzün ve riyakârca
bir teessürle ‘Ne yapayım, gördünüz, elimden gelen bu kadardı’,
diyerek de işin içinden sıyrılmayı becermişti.
Mektup
devam ediyor:
“Adnan
Menderes’in ölüsü ebediyete kadar sizi takip edecek ve bir gün sizi
silip süpürecektir.”
Yoksa
bir kehanet karşısında mıyız?
Ölüsü
değil, ruhu, gün gelecek “birbirinden kötü taklitler sahte
demokratlar ve yeni Menderes’ler olarak ortaya çıkan Demirel,
Ecevit, Özal ve Recep dâhil” özellikle ve bilhassa (şimdilerde AKP
ile tarihen örtüşen) CHP olmak üzere; 27 Mayıs artığı cunta, dikta,
sulta ve statüko partilerini siyaset meydanlarında sandığa gömerek
silip süpürmeyecek midir?
Ve
bugün CHP, AKP ve şeriklerinin ensesindeki nefes, Türk halkının
gönlünden hâlâ silinmeyen Menderes’in ruhu; Kadim Demokrat Parti’nin
‘siyasette uyguladığı “fazilet” mücadelesi değil midir?
Lütfen
hatırlayınız!.. Cumhuriyeti kuran ve O’nu Türk Milletine, “ebed
müddet” yaşatılması kayıt ve şartıyla armağan eden Mustafa Kemâl
ATATÜRK ne demişti?
“CUMHURİYET
FAZİLETTİR”
Dolayısıyla bu son anından damıtılmış kehanet pekâlâ tutmuş, yıllar
sonra İstanbul’a nakledilen aziz nâşı bile on binleri sokağa dökmeye
yetmiştir. Dahası: Asıl çıkan kehanet, (ihtilalden sonra dostları
tarafından bile komik bulunan) Menderes’in “Bütün bir millet
arkamdan geliyor” sözleri olmuştur.
NETİCE OLARAK:
“Ama
şimdi milletle el ele vererek Adnan Menderes’in ölüsü (46 ruhu,
DP’nin dava, mana ve misyonu) ebediyete kadar sizi takip edecek ve
bir gün sizi (hepinizi) silip süpürecektir.
Ama buna rağmen duam [bu kelimenin üzeri çizilip merhametim
yapılmıştır] sizlerle beraberdir” Sözlerine dikkat edin!...
Bu
sözler; Elli yıldır tecelli eden kehanet, Türk milleti’ne vasiyet ve
emanettir.
Son
atılım, cür’et ve açılımlar gösteriyor ki: “Ülkemiz
elli yıldır siyasi vesayet, dâhili-harici kuşatma (psikolojik,
biyolojik, kimyasal, sosyal-kültürel savaşa maruz) ve dehşetli bir
abluka altındadır. Şimdilik bunu kırmanın, kaldırmanın ve
tasalluttan kurtulmanın tek hukuki ve demokratik yolu seçim, yani
sandıktır.
Artık “kader sandığını kurmanın” ve tıpkı “beyaz ihtilâlde olduğu
gibi” Yeter!... Söz Milletindir… diye haykırmanın zamanı gelmiştir.
Son çare: ‘ya zalim'e, zulme ve ihanete karşı tek parti olarak
birleşmek’ veya yapılacak ilk seçimde hiçbir parti’ye oy vermemek
şartıyla "27 Mayıs cunta, dikta, sulta ve statüko partilerini"
sandığa gömerek; Vatan, Millet, Devlet, Demokrasi ve Cumhuriyet’i
kurtarmaktır.
Emanet: “Türkiye
Cumhuriyeti” ,
Vasiyet:
Hürriyet, adalet,
demokrasi, hak, mutlak eşitlik ve hukuk…
Metodoloji ve
strateji: Siyasette Fazilet Mücadelesi;
İyi,
namuslu, demokrat ve dürüst; İlkeli, onurlu ve sorumlu olan
kazansın.
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
21 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
Mustafa Nevruz SINACI
|
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ |
HAYASIZCA BİR RİYÂKÂRLIK
Her meselede olduğu gibi ‘Ermenistan’la ilişkiler’
ve kapıların açılması konusunda da çok isabetsiz, ilkesiz, onursuz,
sorumsuz, tavizkâr bir tutum ve ağılıksız hareket tarzı seçildi.
Bir cihan İmparatorluğu koskoca
Osmanlı bakiyesi Türkiye, tarihi bir değeri olmayan çete devleti,
terör hamisi, yalancı, müfteri, hain ve küstah Ermeni karşısında
küçük düşürüldü.
Hatırlarsanız Recebin iktidarıyla
birlikte önce 40-50 bin civarında Ermeni’nin, kaçak olarak
Türkiye’ye girmesi teşvik edildi. Devlet buna göz yumdu. Sonra
Gürcistan-Ermenistan arasında açılı bütün kapılardan; Soykırım
şehitlerinin kemiklerini sızlatan “alçak ve kancıkça” kan üzerinden
ticaret yapıldı. Yapılıyor… Dahası sürmekte olan Karabağ işgaline
rağmen, tek taraflı taviz ve ivaz içeren protokol imzalandı. Öz
kardeş Azerbaycan aldatıldı, rencide edildi, kandırıldı; Korku ağır
bastı, menfaat hırsı ve çıkar galip geldi. Sonuçta Azeriler satıldı.
Bu ahlâksız tasarruf şerefli, onurlu
ve soylu Türk Millet iradesinin eseri değil;
Millete rağmen işlenmiş, tarihi bir suçtur.
Evet, “suçtur” çünkü Türk geleneği
ve yerleşik Hukuk-u Düvelde (uluslar arası hukuk kurallarında)
mutlak mütekabiliyet ve mütekabiliyette kesin suratta adalet
şarttır. Misilleme durumunda BM anayasası 51 madde uygulanır.
Mukabele-i bil-misil meşru bir hak olup; Bu konularda ancak, “vatan
hainleri” göz yumucu, taviz ve ivazkâr olur!..
Şimdi de, Ekim veya Kasım ayında
kapının açılması bekleniyor. Dolayısıyla tarih, belgeler ile
yaşanmış gerçekler ve geleceğe ışık tutan olaylar, çok ciddi,
ilkeli, onurlu-sorumlu ve kesinlikle mütekabiliyet esasına uygun
hareketi zorunlu kılar. Kaldı ki, umur-u hükümet buna mecburdur.
Aksi takdirde “vatana ihanet suçu” işlenmiş olur.
BİR İBRET VE HAKİKAT VESİKASI (*)
“Ermenistan katliamı üzerine
gönülden ve vicdanen inandığım gerçekler hakkındaki safiyâne
düşüncelerimi tekrar söylüyorum. Bu olayları asla onaylamadığımı
ifade etmezsem Allah beni affetmez. Olayların küstahça abartıldığını
kanıtlarıyla ispat ettim. Zaten hafifletici şartlar kendilerini
savunmaktadır. Türkiye’nin kemirici kurtları, profesyonel gammazlar
ve iftiracılar, zengin ve fakirlerin tüm varlıklarını kendilerine
akıtan, tüm Hıristiyan âlemini Türk vatanı aleyhine kışkırtan ve
Yunanlarla birlikte her fırsatta mezalim yapanlar Ermenilerdir.
Lövantenler hiçbir ülkede ve
devirde Türklere iftira eseri, bu kadar ustaca ve yüzsüzce icra
edilmemiştir. Bunu, Hıristiyan sıfatını kullanıp istismar ederek dar
kafalı binlerce Katolik nezdindeki itibarları sayesinde
yapmışlardır. Doğu ülkelerine baktığımızda, bizdeki çok nahif ve
cahilin din fanatizmiyle, Katolikliğin en büyük düşmanı Ermeniler ve
Ortodokslar lehine davrandığını gülümseyerek görürüz.
Hâlbuki zavallı Türkler,
aksine, bizim için hoşgörünün bizzat kendisi olmaktan asla
vazgeçmediler..Yine, ciddî insanların, kelimelerin ne anlama
geldiklerini bilmelerine rağmen, Türklerin bize ihanet etmiş
oldukları iddiasında boş yere inat ettiklerini tekrar söyleyeyim.
Ancak, ihanet etmenin
birinci şartı, bir söz verilmiş olmasını icap ettirmez mi ? Oysa
Türkler bize ne vaat ettiler ve bize ne borçlular, rica ederim? Biz
onları Mısır’da İngilizler, Tripoli’de İtalyanlar, Balkanlarda
Bulgarlar ve Yunanlar karşısında (ve daima en haksız biçimde hareket
ederek) yalınız bırakmadık mı? Gerçekten onlar üzerinde ne hakkımız
var?
Nihayet, Rus devinin ağır
pençesi altında ezilmenin ve İstanbul’u kaybetme tehlikesi
karşısında yapayalnız kaldıklarını görünce, vatanlarını kurtarmak
için ümitsizce Almanya’nın yardımını kabul ettiler. Onların yerinde
başkası olsaydı öyle yapmazdı?
Türkiye üzerine çullanmış
Avrupa’nın aç gözlü politikalarına hizmet etmek üzere tam vaktinde
ortaya çıkan “Ermenistan katliamları”nı özellikle şüpheyle
karşıladım. İlk bakışta sözde Maraş katliamı son derecede
“beklenmedik” geliyor bana. Türkler, Avrupa’nın pusuya yatarak kötü
niyetle onları kolladığı bir sırada bu infazları yapacak kadar
akılsız mıydılar?
Bu nedenle bilgi sahibi
olmaya çalıştım. Ve işte, çok ciddî Fransız kaynaklarından edindiğim
bilgiler:” (*) Türk dostu Pierr Loti’nin mektubu.
-
PİERRE LOTİ’NİN
KALEMİNDEN…
-
Öncelikle, bizde ne yaparlarsa yapsınlar, cahil kitleler
tarafından daima hakaret edilen ve en kötü ithamlara maruz kalan
zavallı Türklerin yerine bir an kendimizi koyalım.
-
Mütarekenin hemen
akabinde, kendilerine bırakılan son derecede sâkin Kilikya’ya,
arkalarında topçu bataryaları ve işgal malzemesi taşıyan İngiliz
ve Fransız kuvvetlerinin girişi (ki, bu asla inkâr edilemez bir
olaydır) karşısındaki öfke dolu şaşkınlıklarını tasavvur edelim.
Ve bu olay, İzmir’in katliamcı ve kundakçı Yunan çetelerinin, her
şeyi ateşe ve kana bulamak amacı taşıyan istilasıyla
çakışmaktaydı. Dünyada hangi ülke kendisini son gücüyle müdafaa
etmeden buna tahammül edebilir?..
-
Bu da yetmezmiş gibi
birliklerimizin önünde, kudurmuşçasına saldıran Fransız giysili
Ermeni çeteleri.. Peki neden Fransız üniforması içindeydiler?
Neden: Bazı müttefiklerimizin Türklerin bize duyduğu sevgiyi
nefrete dönüştürmek ve sevgili Fransa’mızın doğuda asırlarca
uğraşarak kazandığı önceliği kapmaktı.
-
Ermeni lejyonu olarak
isimlendirilen bu çetelerin Köylere salındıklarında Türk halkı
üzerinde vahşice hırslarını tatmin etmeye başladıklarında neler
yaptıkları tahmin edilebilir. Başlangıçtan itibaren, onların Adana
ve Haçin gibi şehirlerde düzeni kurmalarıyla ve sözde
görevlendirilmelerinden ve Fransız üniformalarının ihsan ettiği
dokunulmazlıktan aldıkları cesaretle en aşağılık içgüdülerine tam
yol verdiler. Yağma, ırza tecavüz, cinayet ve yıkımlar, Türk
köyleri art arda kesintisiz olarak yakıldı, yıkıldı. Haçin’de
yüzlerce Müslüman inanılmaz işkencelerle katledildi ve sakat
bırakıldı. Uzun süren sürgünlerden dönen zavallı Türk esirler
katledildiler ve hayâsızca parçalanan cesetleri günlerce açıkta
bırakıldı.
-
Dünyanın en eski
kentlerinden olan Maraş yoğun top ateşiyle bombalanarak kırıntı
haline getirildi. Antep ve Onria kentlerinde Ermeni lejyonları,
gene Fransız üniforması içinde, dehşet verici suçlar işledi.
Olaylar öylesine trajik bir hal aldı ki, Fransız askerî makamları,
maalesef kamuya açıklanmayan teferruatlı raporları Paris’e
gönderdiler.
-
Sonuçta kitle halinde
ayaklanan Türk halkı sonunda silâhlandı. Her iki tarafa da bir çok
yaralı ve ölüye malolan çatışmalar bunu takip etti. Ermeniler öldü
ama çok daha fazla Müslüman, Yunan ve yaklaşık 200 Fransız da
hayatını kaybetti. Ama bir tek Ermeni bile katledilmedi. Gerek
Latin, gerekse Gregoryen ve Katolik ruhban sınıfı tarafından
gönderilen telgraflar bunu doğruluyor. Bu durumda ben, Maraş’ta
Ermenilerin katledilmesi hikâyesinin Fransız karşıtı davaların en
büyüğüne hizmet etmek amacıyla uydurulmuş riyakârlıkların en
hayâsızcası olduğunu iddia etme cesaretini gösteriyorum. Zaten,
ihtimal dâhilinde olmasa da, yanlış bilgilendirilmiş olmam
durumunda müttefikler arası bir soruşturma komisyonunun olay
yerine gönderilmesinin rica ediyorum.
-
Bu isteklerini avaz, avaz
haykırarak bildiren Türkler ile beraberim. Bitirirken, bir olayı
istisnaî ciddiyetle ve çok üzülerek anlatmak zorunda olduğuma
inanıyorum: Çatışmalarda yer alan Fransızlar, bizden ölenlerin
İngiliz top mermileriyle vurulduklarını beyan ettiler. Bu bazı
Kürt keskin nişancılarının İngilizler tarafından
silâhlandırıldıkları izlenimini vermektedir. Bu durumu bizzat
İngilizlere ihbar ediyorum. Çünkü biliyorum ki, başkentte iyiler
ve dürüstler vardır ve onlar öncülerinin durdurulamaz
emperyalizminden ilk öfkelenenler olacaklardır.”
-
NOT: Bu mektup,
Fransız bilim adamı ve akademisyen Pierre Loti’nin 1920 yılında,
Paris’te yayımlanan “L’Est de Paris” isimli gazetedeki makalesi.
Bilâhare yazar bu makaleyi 12 Nisan 1920 tarihinde Paris’ten
postaya vererek dönem askerî Müze müdürü Ahmet Muhtar Paşa’ya
göndermiştir. Mektubun Galata Postanesi’ne varış tarihi
18.04.1920’dir.
-
Son söz: Halkın
hafızası nisyan / unutmakla malul olabilir. Fakat milli hafıza
(devlet) daima diri olmak, iyi bilmek, hata yapmamak, milli
menfaatleri gözetmek ve mütekabiliyet ilkelerine mutlaka uymak
zorundadır. Zira Cumhuriyet nesillerinin fikri hür, vicdanı hür ve
irfanı hür’dür. Kamu vicdanı asla!.. Vesayeti, hıyaneti ve düşman
dayatmasına boyun eğecek kadar zaafla malul, aşağılık hainleri
affetmez...
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
22 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
Mustafa Nevruz SINACI
|
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ |
VATANDAŞ HÜSNÜ BEY’DEN BAŞ-BAKAN’A MEKTUP
Eczacı Hüsnü Akıncı, son derece
onurlu, ilkeli, kültürlü ve sorumlu bir insan..
Bir yandan, “devleti sırtında
taşıyan, kapsama dâhil vergi mükellefi” namuslu, dürüst, bir örnek;
Diğer taraftan, günün olaylarını, hükümet ve devletin gündemini
takip eden duyarlı, diri, (yaşayan ölülerden değil) “farkında”
hassasiyeti yüksek, halis ve hakiki bir vatandaş.
Nemelâzımcı, bana-neci değil..
İcabında Cumhurbaşkanından Baş-bakana, gazeteciye, yazar’a, ben
dâhil, ilgili ve sorumlu herkese her kişi ve makama yazıyor. Elini
medeni cesaret, yurttaşlık görevi, tam kararlılık ve bilgelikle
taşın altına koyup; (Tıpkı GALİP BARAN gibi) Öneri, tenkit ve
tavsiyelerde buluyor. Yerine göre yol gösterici oluyor, ışık
tutuyor.
Ancak; Büyük özveri, özen, dikkat,
iyi niyet ve samimi dilekle muhataba yazılarak gönderilen bu
mektuplar, “ACABA!...” okunuyor mu? Ciddiye alınıyor mu?
Haklı, doğru ve yerinde tespit, tenkit ve öneriler, dikkate alınıp
“yönetime katılım-katkı, denetleme, önerme, tenkit ve/veya
destekleme” adına “ilkeli, onurlu ve sorumlu” yurttaşlardan gelen bu
ve benzer intikaller değerlendiriliyor mu?... Acaba!... Ne
dersiniz?...
Bugün (ve yarın) burada
yayınlayacağım, Hüsnü Akıncı’nın “AÇIK MEKTUP” unu dikkatle
okuyalım ve sonrasını mümkün olduğunca takibe çalışalım, izleyelim
lütfen!
http://akincidan.blogspot.com
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
23 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
Sakin KARAKAŞ |
Sakin KARAKAŞ HAYAT HİKAYESİ |
EVVEL ZAMAN İÇİNDE BİR KIZILIRMAK VARMIŞ!
Sivas’ın doğusunda Kızıldağda kaynağı olan
Kızılırmak İç Anadolu'dan Güney Batıya doğru yol alır. Eski
köprülerden geçer ve Bafra'da Karadeniz'e dökülür, uzunluğu yaklaşık
1350 metre olan nehirden elektrik üretilir suyundan yararlanılır.
Son olarak üstünde 65 kilometre uzunluğunda Obruk barajı inşa
edilmiştir.
Eski çağdaki bütün Irmaklar gibi (Nil, Ganj, Ertiş)
bağrında büyük Uygarlıklar yaratan Kızılırmak, Antik çağın en önemli
medeniyetlerinden biri olan Hititlere de ev sahipliği yapmıştır.
Camperlainin Mısır Hiyerogliflerini, Kleopatra
yazısından çözdüğü gibi, Hrozny tabletlerin Şifresini ekmek ve su
yazılı olan Hititçe kelimeden keşfetmiş ve tarihe ışık tutmuştur. Bu
tabletlerden anlaşılıyor ki Hititler Kızılırmak’a Marrasanta (Maraş)
adını vermişler, Eski Yunanlılarsa tuz anlamına gelen Halis, yani
tuzlu akarsu derlermiş.
Tarihteki çok sınır tartışmasına bizzat tanık olur tuzlu akarsu!
Fars Kralı Siros komsu Firigyaya(Phrygia) saldırınca
Halys nehri ortak sınır konumuna gelir. Hükümdar MÖ. 550de Medlerin
Ülkesini de eline geçirir, Lidya’nın son Kralı Krösus haklı olarak
kendinin de tehdit altında olduğunu düşünür ve hem hükümdarlığı
genişletme hem de kız kardeşinin kocası olan Med Kralı Astyagesin
öcünü alma zamanı gelmiştir artık.
Binlerce yıldan bu yana Anadolu’ya can vermiş
Kızılırmak. Adına şiirler yazılıp türküler yakılmış Karacoğlan’dan
Neşet Ertaş’a ilham kaynağı olmuş Kızılırmak. Allı gelinler alıp
acılar verirken bereket sunmuş Anadolu insanına. Balık vermiş,
buğday vermiş,pirinç vermiş.
Yukarıdaki kısa örneklerden de anlaşılacağı üzere
bereket timsali bu suyun üzerine oyunlar oynanmış ancak bu oyunların
hemen hepsinin de üstesinden gelmiş Kızılırmak. Bazen akarken
mırıldanmış Kızılırmak. Bazen de kükreyip şahlanmış sanki. Bazen
durgun derin bir okyanus gibi, Bazen de akmış can çekiştirircesine.
Ancak; Obruk barajı kurulduktan sonra bir türlü yüzü
gülmemiş Kızılırmak’ın. Suyu ile hep oynanmış. Suyunu bir kesip bir
bırakmışlar. Gözü dönmüş avcı geçinenler ağ ve tırıvırılarla
saldırmışlar yatağına. Dalmışlar balık yumurtalarının yoğun olduğu
gölemenler içerisine. Büyük küçük dememiş taramışlar gölemende ne
var ne yok almışlar.
Seyirci kalmış pek çok sivil ve resmi örgüt bu
katliama. Hiç biri sesini çıkarmamış; pos bıyıklı dedelerin bile
haberi olmamış. Eylemi olmayan zavallı Kızılırmak’ın haberi de
olmamış siyah beyaz sayfalarda. Sanki Kızılırmak’ın bir kısmı
Çorumlu değilmiş gibi davranılmış. Sanki Hititlere hiç su vermemiş
Kızılırmak. Suyunu kesenler açıklama ihtiyacı bile duymamışlar.
Sadece halktan birileri baraj dolduruluyor diyerek yorumlar yapmış.
Gözü dönmüşler hiç boş durmamış ve bu fırsatı
değerlendirerek tarla açmış böğründe. Taş, çakıl moloz ne buldularsa
doldurmuşlar yatağını molozlar.
Ve gözler çevreci dedeleri aramış.
Ve yarın çocuklarımıza bir hikâye armağan kalmış.
“Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur
saman içinde Anadolu’da bir Kızılırmak varmış. Bazen coşkun bazen
durgun akarmış. İçerisinde yayın, sazan, öksürüç ve kefal balıkları
yaşarmış.!”
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
24 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
Selma GÜRSEL |
Selma GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ |
YUFKA BÖREĞİ
1 kilo hazır böreklik yufka
2 yumurta
1 çay bardağı sıvı yağ
1 çay bardağı yoğurt
250 gram kıyma
Yarım bağ maydanoz
Kıyma bir kapta veya tavada güzelce kavrularak
bekletilir. Maydanozlar ayıklanarak küçük parçalara bölünür.
Yufkalar alınıp bir miktar
havalandırılarak hafifçe neminin uçması sağlanır. Yufkanın
döşeneceği tepsiye bir fincan sıvı yağ dolandırılır. Havalandırılan
yufkanın bir tanesi tepsiye serilerek fazla gelen kısımları
büzdürülerek tepsinin içerisine döşenir.
İki yumurta bir kaba kırılır. Bir tanesinin sarısı başka bir kaba
alınır, bir çay bardak yoğurt ve 1 çay bardağı sıvı yağ bu kapa
ilave edilerek karıştırılır. Bu karışım binici yufkanın üzerine
fırça ile alınarak sürülür. İkinci ve üçüncü kat yufka da aynı
şekilde tepsiye serilir. Aralarına fırça ile karışım sürülür. Üçüncü
kattan sonra doğradığınız maydanoz ile kıyma yufkanın üzerine eşit
şekilde serili. Her katta fırça ile yapılan bu karışım sürülür.
Dört, beş ve altıncı yufka da tepsiye büzdürülerek konulunca daha
önce aldığımız yumurtanın sarısı yufkanın üzerine sürülür ve fırına
verilir
Piştikten sonra
temiz bir makas ile kesilerek servis yapılır.
|
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
25 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
UNUTMA
Seni yitirmiş olsam bile
O aynalardan
Yine sen olacaksın gözlerimin önünde.
Tutamıyacağım belki ellerini
Belki de çıplaklığını örtemiyeceğim
Beyaz tüllerle.
Seni ele verecek o akşamlar
Unutma...
Nerede görürsen
Bir benzerini o durağın
Unutma söylensin yine benim şarkılarım.
Geçtikçe o kalabalık vitrin önlerinden
Işıklarda oku benim ismimi
Unutma...
Seni ele verecek o geceler
Unutma...
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
|
|
FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
|
|
|
|
|
Hazırlayan
Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi corumlu2000@gmail.com |
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
|
Hukuka, Yasalara,
Telif ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir. |
Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL
adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM |
14. SAYI FİKİR DERGİSİ
NE GİTMEK İÇİN TIKLAYINIZ 01/11/2009 |