SANAL OLMAYAN ;
 "FİKRİ HÜR, VİCDANI HÜR"
YAZARLAR TOPLULUĞUNA   HOŞ GELDİNİZ !
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

 

SAYI 8  01/05/2009

İÇİNDEKİLER
Ahmet CANBABA SEVGİLİ GÖNÜL ADAMI ALİ ABDÜLKERİMOĞLU’NUN ARDINDAN
Ahmet CANBABA ANNEME
Ahmet CANBABA ANNEM- ANNELERİMİZ   
Ahmet CANBABA İŞLER HASTA
Ahmet CANBABA GÖZ GÖRE  GÖRE
Ahmet CANBABA DÜŞERİM

Atilla ALPAY YEŞİLAY ÜNİVERSİTEDE

Bora ATILGAN TAŞRADA İNTİHARA HAZIRLANAN BİR FARE
Bora ATILGAN HÜZÜNLERİN TERAZİSİ
Bora ATILGAN GELECEĞİN ATLILARI İÇİN TEMEL SÜVARİ EĞİTİMİ MAHİYETİNDE AFORİZMATİK ULUMALARDIR.

Mahmut Selim GÜRSEL BİSİKLETE BİNELİM (!)
Mahmut Selim GÜRSEL ANAM !
Mahmut Selim GÜRSEL 1 MAYIS KISA TARİHÇESİ
Mahmut Selim GÜRSEL HIZIR- İLYAS (HIDIRELLEZ)

Müslüm TUNABOYLU METEOROLOJİK OLAYLAR ARASINDA KALAN ÇORUM

Necati ÇAVDAR EĞTİM- MAĞRİF ve İRFAN

Özkan KERACA GÜL BAHÇESİN DE
Özkan KERACA KARACAAHMET'TE Kİ VESİKALIK
Özkan KERACA GÜN BATIMI...

Selma GÜRSEL CILBIR

Serkan ÖKÇE DARGINIM KENDİME
Serkan ÖKÇE ÇOCUK KALALIM

Üzeyri Lokman ÇAYCI GÜL ÇIKMAZI SOKAĞI
Üzeyri Lokman ÇAYCI DESENLER

 
Çalışma TELİF ESERİDİR izin almadan kullanmayınız!
Hazırlayan Mahmut Selim GÜRSEL
corumlu2000@gmail.com
Sitemiz ve yazarlarımız;hukuka, yasalara, telif haklarına ve kişilik haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir.

 01

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

KİTAP ismi  Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Ahmet CANBABA

Ahmet CANBABA HAYAT HİKAYESİ

SEVGİLİ   GÖNÜL  ADAMI ALİ  ABDÜLKERİMOĞLU’NUN  ARDINDAN  13-05-2009
Şairlerin sevgilisi,  babası, abisi, Ali Abdülkerimoğlu’nun   vefatının  üzerinden bir  sene  geçti. Şimdi  ikinci  Bodrum şiir  etkinliği  yhapılıyor.  1. Uluslar arası Bodrum şenliğinde Osman Karaaslan tarafından vefatını duyduğumda şoke olmuştum. Kütahya’da, Isparta’da, Simav’da, Salihli’de, Antalya’da, Bursa’da ve daha birçok yerlerde yapılan şiir etkinliklerinde Ali ağabeyimi gördüğümde insana sıcaklık veren babacan davranışlarından dolayı hemen kucaklaşır,  halını hatırını sorardım. O da hep iyiyim derdi. Şiirde usta bir kalemdi. İşte Şairler Meclisi adlı şiirindeki şiirin akışına ve anlamına bakın. O sevgi ile pişip mütevazı tavırlarıyla dostlarının gönüllerinde yer etmiş birisiydi.   
 
ŞAİRLER MECLİSİ
Çağırdınız koşup geldim
Menzilleri aşıp geldim
Bu meclise çiğ yakışmaz
Sevgi ile pişip geldim
 
Ali Abdülkerim ağabeycim Yaşadığı yer olan Simav’a âşık bir kişiydi.  Simav’ı çok severdi. Yalnız ben değil tüm şairler camiası yas tuttu onun için. Kendi halinde, ağlayanla ağlar, gülenle gülerdi. Yav Canbaba çok kıtalı şiir gönderi yon başka şairlerin şiirlerini basamıyoruz bu yüzden senin şiirlerinin uzun olanına yer vermeyeceğim dediğinde ne kadar haklıydı. O ne söylese kimse üzülmezdi. Yöresel basında ve camiamızda ses getirecek yazılar yazıldı hakkında. Ne kadar sevilen birisiydi.
KÜTAHYA (İHA) - Simavlı şair gazeteci Ali Abdülkerimoğlu’nun vefatı sebebiyle, Kütahya Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu, merhumun ailesine bir başsağlığı mesajı gönderdi.
Başkan İhsan Tunçoğlu imzasıyla Kerimoğlu'nun ailesine gönderilen taziye mesajda şu görüşlere yer verildi: "Simav İlçemizde yıllardır gazetecilik yapan değerli ağabeyimiz, şair Ali Abdülkerimoğlu’nun vefatını üzüntü ile öğrendik. Merhuma Allah’tan rahmet, kederli ailesine, dostlarına ve basın camiasına başsağlığı ve sabırlar dilerim   gibi, Kütahya gazeteciler Cemiyeti'nin, baş sağlı mesajı gibi insanı hayretler içine düşürecek başka haberlerde okudum internet sitelerinde  Ali  Abile  ilgili.
 
GAZETECİ-ŞAİR ALİ ABDÜLKERİMOĞLU, BALKONDAN DÜŞEREK ÖLDÜ
SİMAV - 11.04.2008 15:35:00
"Kütahya'nın Simav ilçesinde yaşayan 84 yaşındaki gazeteci-şair Ali Abdülkerimoğlu evinin balkonundan düşerek yaşamını yitirdi.
Dün sabah saatlerinde rahatsızlanarak Simav Doç. Dr. İsmail Karakuyu Devlet Hastanesine kaldırılan Ali Abdülkerimoğlu ayakta tedavisinin ardından evine gönderildi.
Tabakhane Mahallesi'nde kendi adının verildiği caddedeki evinin balkonuna çıkan Ali Abdülkerimoğlu dengesini kaybederek altı metre yükseklikten düştü.
Önce Simav ardından da Uşak Devlet Hastanesine kaldırılan Abdülkerimoğlu, tüm müdahalelere rağmen kurtarılamadı. Abdülkerimoğlu’nun cenazesi Halil Ağa Camisi'nde kılınan cenaze namazının ardından Çitgöl beldesi Cumhuriyet Mezarlağı'nda toprağa verildi.
Cenaze törenine, ailesi, yakınları, Simav Belediye Başkanı Rıza Özdemir, katıldı. Ali Abdülkerimoğlu 55 yıldır genel yayın yönetmenliğini yaptığı oğlu Aslan Abdülkerimoğlu’na ait Anadolu isimli gazetenin haber müdürlüğünü de yürütüyordu. Ali Abdülkerimoğlu, yazdığı bini aşkın şiirini üç kitapta toplayıp yayımlamıştı. Son olarak Amasya Valiliği tarafından düzenlenen Türk Sanat Müziği Beste Yarışmasında Altın Elma ödülü de kazanan Ali Abdülkerimoğlu’nun bugüne kadar bestelenmiş 20'yi aşkın şiiri bulunuyor."
Sevgili gönül dostları yukarıdaki yazıyı internetten bululduğum zaman Abdülkerimoğlunun eşinin de kendisinden önce vefat etmesinden dolayı daha da yalnız kaldığı ortaya çıkıyor.  Tabiî ki 84 yaşındaki şair babamızın kim bilir dengesini kaybedip de balkondan düşmesini gerektirecek nedenler nelerdi. Canım Ağabeyimin o anda tansiyonumu yükseldi de dengesini kaybetti acaba. Ben tabi bu zamana kadar onu hiçbir zaman aklımdan çıkarmadım. İstedim ki Ali ağabeyimizi sevenlerin yazdıklarını hep bir arada toplamak ve kimler onun için ne dedi diye bilmek ve bunu siz sevenleriyle paylaşmak istedim.
Oyhan Hasan Bıldırki, Ali Abülkerimoğlu ile  bir  anısını  anlatarak uzunca  bir  yazı  yazmış.  Gene Rahmetle Andığımız Tayyar Tahiroğlu Ağabeyimizin de içinde bulunduğu bir anı da bakın Bıldırki neler  diyor.
"Kendisiyle 2004 Temmuz’unda Söke Öğretmen evi’nde görüşmüştüm. İlçemize gelen konuk şairlerle Öğretmen evi’nde buluşmuştuk. Akşamüzeri serinliği başlamıştı. Çardak altındaydık. Birinin adımı seslendiğini duydum. Baktım, en ulu ak servi ağaçlarından birine belini dayamış olan Tayyar Tahiroğlu’nu gördüm. Yanındaki yaşlı şairle birlikte bana gülümsüyordu. Kalktım, yanlarına gittim, rica mica dinlemedim, ellerini öptüm.
Tayyar Tahiroğlu’nun; “Oyhan, bize sahip çık. Hele Ali Abdülkerimoğluna’na hepten sahip çık. Bu kadar gencin arasında iki yaşlı biz varız. Üstelik ben sonbaharımdayım, kendimi hiç iyi hissetmiyorum. Belki sonbaharı bir daha göremem.” deyişini unutamam. Ali Abdülkerimoğlu durur mu? “Tayyar, sonbaharda olan benim. Üstelik“Sonbahar” ilk şiir kitabım. Belki sen sonbahara biraz yakınsın ama bu genci üzmeye çalışma. O daha ilkbaharında olmalı. Bana göre sen de öylesin…” demişti.
Sonbahar, Tayyar Tahiroğlu’nu sevmiş olmalı, onu aramızdan çekip aldı."

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 02

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Ahmet CANBABA

Ahmet CANBABA HAYAT HİKAYESİ

   ANNEME
 
Şarkı olmuşsun dilde yaşarsın çok gönülde
Bağışla suçlarımı bana ne olur gül de
Hiç yok ki düşlerimde son gününden bir anım
Yalnızca bizim için yaşamana hayranım
 
Karınlık iç dünyamda bitiyorsun gel
Çok özledim burnumda tütüyorsun gel
Ah!... Anneciğim.
 
Yokluğun sevda olmuş büyüyerek içimde
Sana olan sevgimi arayayım ben kimde
Beyhude yakınmalar nafile bu çırpınış
Geriye senden bana yalnız bir resmin kalmış
 
Karınlık iç dünyamda bitiyorsun gel
Çok özledim burnumda tütüyorsun gel
Ah!... Anneciğim.
  
Kızman severmiş gibi darılmansa bir sitem
Girer misin rüyama arzu etsem istesem
Kulaklarım çınlıyor beni mi anıyorsun
Bir cennette belki de bizle uyanıyorsun
 
Karınlık iç dünyamda bitiyorsun gel
Çok özledim burnumda tütüyorsun gel
Ah!... Anneciğim.

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 03

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Ahmet CANBABA

Ahmet CANBABA HAYAT HİKAYESİ

ANNEM- ANNELERİMİZ    
 
Karnında dokuz  ay  taşırken  beni
sen kanınla besleyerek  can, veren  annem.
Bir  ana  kucağı  özlemi  duyup
Doğmuşum
Senin  şefkatinle 
Şefkatli  ellerinde.
İlk defa  tenini okşayıp
Sütünden  emmişim huzurla  anam.
Çocuğuna  yanık  bağrını  açan
Can suyuna  değer   şefkatin annem.   
Uyutur bir  ninniyle  sesin
Ve usulca öpüşünde
Sıcacık  nefesin
Uyutur.
Hem fedakar,  hem cefakar yürekte
Derin  uykularını böldüğümden   
Uykusuz gecelerin  sebebi  bendim. 
Anlatılmaz verdiğin  emekler  bize.
Yıkaman, 
Sıcacık sarıp,  sarmalaman
Ve  kundaklaman öpüp yüzümü.
Kırıp  dökmemize  gülüp  geçerdin.  
Bizi tehlikelerden  kurtarman
Tutup  ellerimizden kaldırıp. 
Yüreğin  dayanmazdı   düşmemize.
Bir  boynuma  sarılışına hasretim
Ve birde yüzümde gezdirmene ellerini.
Ben ilk gülmeyi senden öğrenmişim anne
İlk emeklemeyi,
Ayakta durmayı.  
İlk anne,  baba  demeyi
Ve ilk  soru  sormayı
Masallarınla büyürken.
Bu  günlere  kolay  gelmedik  anne.
Kuruyken yeşeren  bir  ağaç gibi
Seni görmek  bile  beslerdi  beni.
Gülüşün sabırdı, gülüşün  keder
Her şeyde  acılar  sana  düşerdi.
Sözlerin  teselli  bütün  dertlere.
İlacımdı  saçlarımı  okşaman.
Derdimizde  sabrın  tükenmez  anne
Senin  ellerinin  değdiği  her şey
Odamızı doldururdu  bir  güneş  gibi.
Dertleşmeni  özlüyorum  anne.
Birazda  çekiştirmeni  kim olursa.
Gönlünü  bir  dinlendiremedin bizlerle.
Bir yanın  hep hasreti yaşadı,
Bir yanın  yorgunluğunu  hayatın.
Resminde bir kınalı  elini  görsem
Ve görsem bir kınalı  saçının  telini
Cız eder  yüreğim hasretinle  bil.
Neleri  sığdırmadın  derya  gibi  gönlüne
Bayram  sevincini yaşatırdın,
Öptüğümde elini
Yollarıma  bakıp  geç kaldın  diye
Sen çalardın  zor  günlerde kapımı.
Neyin varsa  paylaşırdın  benimle
Bize kuldun  bize  köleydin  anne    
Hep  omzunda  ağır  yüktük,  ağır  yük.
Ardımızda   yıkılmayan kaleydin. 
Yavrum  diye  kucaklayıp
Bağrına basardın,  gurbetten  gelsek.
Işığın  geliyor  sönmüş  yıldızlar  gibi.
Gözün  açık, hasret  gittin oğluna.
Can damlalarıydı  sözlerin,  hayat  veren.
“Yavrum  seni çok  özledim,
Tütüyorsun  burnumda” derdin.
Bizim içinde  sen  öylesin  anne
Her şey  sen varsa  bir  anlam kazanır.
Sensizlik  düşmanımdır  uğramasın yanıma
Şiirlerim  tedirgin, seni  anlatamıyorum.
Sen  bir  mihenk  taşısın yaşamımın.
Senin  sevgin  son  durağı yüreğimin.
Son  istasyonu gönlüm, orada in.
Sıcaklığın tenimde
Sözlerin kulağımda  kalsın.
Resmin,
Avutmuyor beni annem.
Tutamıyorum ellerini
Senin karşılıksız  sevgin var ya
Onu  tadamıyorum
Ben  sevgi  sarhoşuydum  sen varken.
Dokunulmazlığımın tadını  yaşardım.
Sen benim özgürlüğümün  sınırıydın,
Sen benim günahlarımın  ceza  keseni.
Sen  benim  sevaplarımdın  anne,
Aydınlık penceremdin.
Sen benim  bereketimdin
Sen benim  örfüm.
Yaşamda  en güzel  şeyleri
Bana layık  görendin,
Yedirendin, 
Tadına bile  bakmadığın ne varsa.
Öğütlerin  ayaklarımın  altında  yol
Öğütlerin gözümün önünde  bir  perde
Büyüklere saygı  derdin, 
Küçüklere sevgi
Ben onun için  sayar  ve  severim  anne.
Hep senin  içinde  çocuktum  
Sen affedendin. 
Şimdi  affedenim  yok. 
Acımasız  sensiz  her şey
Senin  varlığın  umuttu,  umut.
Sensizlik  hüznümün kaynağı şimdi.
Sensizlik  bir  uçurum.
Sensizlik  yalnızlık demek.
Sensizlik  sevgiye  acıkmak  demek,
Bilemedim affet anne.
Şimdi  mezar taşlarına
Pişmanlıklar okunuyor  dua  diye.
Bir rüyaya  mahkum oluyor  sevenlerin.
Rüyalar  bile  terk ediyor kimi  zaman  sevenlerini.
Bir  resme  mahkum oluyor  bu  gözler.
Bir  misafir  gibi  sessiz
Göz  göze  geliyoruz her  andığımda.
Sensizliğe  hazırlıksız yakalandım anne
Zaman  hep  hasret  dokudu  tezgahında.
Hep  gelişini  düşündüm  son  gidişinin,
Umutlar boşa  çıkıyor,  boşa.
Muson yağmurlarına  benzerdi dua  edişin.
Bir  çöl  fırtınası  gibiydi kızışın.
Hem  sıcaklığını  tadardım
Hem acının özsuyunu.
Sevgi  çıkmazlarını  yaşıyorum  seni  düşünürken.
Zincirlerinden  kopmuş  bir halka  gibi,
Hasretim boşlukta anne.
Üstü kapalı bir  gülüş dudaklarımda
Uykuya dalarken  seni  düşünüşüm.
Bir girdap yaratıyorsun rüyalarımda. 
Yeniden  keşfediyorum  seni,
Uyanıp hayata merhaba  derken.
Pusuya yatmış bir canavar  gibi
Dünya telaş esi.
Her gün  savaşla  uyanır  günaydınlar.
Ahh!...  annem,  anneler,  annelerimiz.
Çocuklarınız  şehit  olurken,
En çok üzülensiniz.  
Tüten ocağımızda hem kordunuz,
Hem de  duman.
Yavru  çığlıkları  gözyaşlarında
Vatanını  benden çok  severdin  bilirim.
Onun için  ölmeye  yollarsın  vatan uğruna.
Onun için  doğurmadın mı  beni?
Ama  şimdi  gel gör ki anne  nice  evlatlar
Bile  bile  gidiyorlar
Dünya  barışı  diye  ölüme.
Sen  mutlu olmalısın  anne vatan için
Hala o ölecek  yürek  var bende.
Hala o  ölecek  yürek  var  bende.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 04

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Ahmet CANBABA

Ahmet CANBABA HAYAT HİKAYESİ

İŞLER HASTA   
Kendi  iç  dünyasına  dalmış  internette  tanımış olduğu  adama  düşüncelerini  yoğunlaştırmıştı. Hangi  tasarımcılar  benim  gibi  kusursuz  bir  aşkı   güzel  giysiler  içinde cansız  bir   vücutta  hayata   geçirebilir ki. Bahar,  kıpırdanmasındaki  esin  kaynağını  kendinden  almıştı  sanki.  Sevgilisine   cömertçe  yazılar  yazıyordu. Erkek  bayan  konseptleriyle  hizmet  veren  butiklere  dönmüştü   içi.   Düşü  rengarenkti.   Tatlım  diyordu. Her  yerim  rengarenk  çiçekler  açmış  gibi geometrik  desenler  üzerinde ki bluzumun   ve  platin  rengi  mini  eteğimin altındaki  bacaklarımın   bir  sütun  gibi  seni  beklediğini  bilmeni  istiyorum.    Marka  merakım dan  olsa  gerek  hep  en  nadide  giysiler  içinde  göreceksin  beni.  Şimdi duygusuz  ve  acımasız  bir  şeytan tarafından  ruhum   ele  geçirilmiş gibi  sanki.  Çok kısa  zamanda  tanışmış  olsak ta iki  uzatmalı  aşıklar  gibi  hissediyo0rum  kendimi. Seni  çok  seviyorum. 
Adam  ismini  dahi  bilmediği  bir bayandan  gelen  yazılar  karşısında  aşk  sarhoşu  olmuş,  sanki  kendinden  geçmişti.  “İnsanlar elbetteki sevecekler, o  zaman  sevgisinin  kendisini  götürdüğü  yere  kadar  gitsin  aşkları. Yazarlar  kalemlerinin  götürdüğü  yere  kadar  yazsınlar.  İnsanlar  yapmak  istediklerini  yaptıklarında,  yapacakları  yere  kadar  gitmiş  olurlar.  İşte  bizde  gittiğimiz  yere  kadar  gidelim  internette  seninle.  Bende  seni  çok  seviyorum.  Başka  bir  çetleşme de  buluşmak üzere” demişti mesajında.
Daha  böyle  birçok  göndermeler  yaptılar  birbirlerine. Uzun, kısa  yazılarla  aşklarını  üç ayın  sonuna  getirmişlerdi ki  bir  pastanede buluşarak  tanışmaya  karar  verdiler.  Her ikisi de   yaşamlarının  gerçeklerini  anlatacaklar mıydı  acaba. Bir  gün   anlaştıkları   gibi bir  pastanede  buluştular.  Bayan:
-Aaffedersiniz ne  iş  yaparsınız”  dedi. Adam: 
-Fabrikatörüm”
-Çok  güzel.  Der bayan.
-Benim  eşimde  borsacı.  Adam bayanın  eşinin  borsacı  olduğuna  Sevinir çaktırmadan.
-Çok  güzel,  benimde    hisse  senetlerim  var. Borsa  yükseleceği  zaman  beni  inşallah  uyarırsınız”  der bayana. Bayan: 
-Ne  demek  efendim  tabi ki  yardımcı  olurum.  Ancak  bu işler  alenen  olmaz  ne de olsa  eşimin  telefonu  dinlenebilir”  der  bayan.   Adam:
Sen  orasını  merak  etme. Ben  telefonda hal hatır  sorarım  işler nasıl  derim   işler iyi  dediğinde   ben  o gün  kağıt  alacağım.  Sen   işler  kötü  maalesef  işler    hasta,   işler  yattı,  dediğinde de  elimdeki  kağıtları  satacağım. Der.  Kadın  aslında Borsacı Şükrü  İşler beyin evlerinde  hizmetçi olarak  çalışmaktadır. Çetleşerek iyi birini bulsa evlenip kendi  hayatını  kurtaracaktır. Ama  tanıştığı  fabrikatöre de  ben o  evin  hizmetçisiyim  diyemez.  Kadın  bir  fabrikatörle  tanışmaktan  dolayı  gayet  mutludur. Bu  arada  fabrikatörde   çok  sevinçlidir  nede  olsa  bir  ‘borsacı  eşiyle’  tanıştığı  için.  O da  içinden  ‘inşallah  benim  memur  emeklisi  olduğumu  anlamaz’  diye  geçirir.  O da  bayana  ‘fabrikatörüm’  diye  yalan  söylemiştir.  Emekli  olunca  bütün  parasını  borsaya  yatırmış, orta  hali  emekli   Satılmış beyden  başkası  değildir. Oldukçada  yüklü paralar  kaybetmiştir borsada.  Ama  bundan  sonra  hele  sevgilisi  Mahsune  hanımla tanıştıktan   sonra  daha  fazla  kazanacağından  emindir. Kadın,  borsacının  yanında  çalışmaktan  dolayı  borsa  ile ilgili  birçok  açıklamalarda  bulunur  fabrikatöre.
-Nede  olsa  eşimin bu  işlerdeki  gizemliliğini  ancak  ben  bilirim. Der . Fabrikatörle tekrar buluşmak üzere ayrılırlar.  İçinden  ‘Huşa hazretlerine yüz sürüp dilekte  bulunmamın karşılığını  alacağım  inşallah. Az mı gittim yatırlara.  Tekkelere  az mı  yüz  sürdüm. Ne kadarda yakışıklı adam  bayağı  ilgilendi  benimle,  Yarabbim  bir kabul  olsun  dileklerim,  bundan  sonra  bende  gün  yüzü  göreyim’ der.
Satılmışta   borsacı  hanımıyla  tanışmanın  verdiği  sevinçle daha  çok  kazanmanın  hayallerini  düşledi. Kadın  eve  vardığında   daha  Şükrü  beyin  gelmesine  hayli  bir  zaman  vardı.   Şükrü bey  eşinden  ayrılmasına  rağmen kendisine  davranışında  en  ufak bir  yanlışlığı  olmamıştı. Ne de  olsa  yaşça  borsacıdan  çok  büyüktü.  Kendine  uygun  arkadaş  getireceği  zaman  evine:   
-Mahsune bugün  ablanın  evine  gidebilirsin? Der.  Mahsunede   o gün  sevinçle  ablasına  gider eve beyin  istediği  zamanda  dönerdi. O gün de  öyle  oldu.
Akşama  bey  gelmeden  sofrasını  hazırladım  yanına da   bir  duble  rakısını  ve  soğuk  suyunu  hazır  etmiştim ki  kapının  zili  çaldı. Baktım Şükrü bey
-Hoş geldiniz  efendim. Dedim.
-Hoş bulduk Mahsune. Dedikten  sonra   üstünü  değiştirip  banyoya  girdi  bu  arada da bana:
-Bu gün ………kağıtları  para  edecek, borsa  yükselişe  geçecek . AB  için  tarihin  verilmesine  kesin  gözüyle  bakılıyor. Yarın hareketli bir  gün  yaşayacağız.  Çok  alım,  satım olacak, onun  için  sabah  erken  gitmeliyim,  beni  uyandır. Dedi.  Mahsune hanım da:
-Olur  bey uyandırırım. Dedi. Şükrü  bey banyodan  sonra  yemeğini  yiyip  bir  duble  rakısını  içtikten  sonra  yattı.  Mahsune  sabah  dediği  saatte  beyi  uyandırmak  istedi.  Şükrü  bey   rahatsızdı, yatağından  kalkmadan
-Mahsune  hanım  beni  arayanlara   kalkamayacağımı rahatsız olduğumu  söyle.  Lütfen  beni  kimse  rahatsız  etmesin. Diye  tembih etti  ve  odasından  çıkmadı. İşe  gitmemesinin  verdiği yoklukla  arkadaşlarından  birkaçı  aradı  ve  hepsine  şükrü  beyin  hasta  olduğunu  söyledi.
Tanıştığı  fabrikatör  yani  Satılmış da  büyük  bir  heyecanla  bayandan  tiyo  almak  için  telefon  açar:
-Efendim  günaydın    işler  nasıl? Der  kadın  internetten  tanıdığı  adamla  telefonda  ilk  defa  konuşmaktadır  sesini  alamaz   patronunun  yani  Şükrü  beyin  arkadaşlarından  birinin   aradığını  ve  Şükrü beyin  tembihini de düşünerek  
-Maalesef  efendim işler  hasta,  yatıyor.  Kimseyle konuşacak durumda  değil. Der.  Hizmetçi  Satılmışın telefondaki sesinden  tanıyamaz.  Nasıl  tanısın ki,  daha  ilk  defa  duyduğu  bir  ses.  Telefonu  kimsenin  rahatsız  etmemesi  için de  devre  dışı  bırakır. Mahsune  Hanımdan  işlerin  yattığına  dair  mesajı  alan  Satılmış ‘demek ki kocasının  yanında  ancak  bu  kadar  cevap verebiliyor,  müsait  değil.   Canım  sevgilim benim.  Gene beni düşünerek  işler  yattı diyebildi. Bu  benim  için  çok  önemli  der  ve elindeki  bütün   kağıtları  satar.
Ertesi gün  borsa yükselişe  geçmiş,  borsadaki ekranlardan  sattığı  kağıtların yükselişi  karşısındaki  değer  kayıplarından  Satılmış  saçını  başını  yolacak  duruma  gelmiştir. Yumruklarını  sıkıp bunumu  yapacaktın  bana  Mahsune  hani  parolamız  işler  hastaydı. Sevgilisinin  evini  bilmiyordu. bildiği  tek  şey  telefondu  ve  imeyil  adresiydi. Büyük  bir  kızgınlıkla  telefona  sarıldı  telefonuna  kimse  cevap  vermedi.  Sonra  imeyil  gönderdi  bir internet  kafeden.  İşler  hasta  dedin.  İşler  yattı  dedin, hayatımı  mahvettin  Mahsune. Üstelik  telefona da  çıkmıyorsun.  Bu  sana  son mesajım  sanıyorum bu  bu  dünyaya  son  mesajım. Hoşça  kal  oysa  seni  ne kadar çok  sevmiştim.
Artık  Mahsune  içinde  çok  geçti ertesi günkü  gazetelerden ‘Borsada iflas  etti kendisini  boğaz  köprüsünden  attı’  diye  bir  haber  okudu. Kendisini  seven  birisini tanımış  ama  onu  kısa  bir  zamanda  kaybetmenin  acısını da  yaşamıştı. Şükrü  İşler  beyin  birkaç  gün içinde  hastalığı  geçmiş   ama  Mahsune  için  kendisini  hiçbir  zaman  affetmeyeceği  ve  bir  sır  olarak içinde  sakladığı aşk acısının  izleri  hiçbir  zaman  geçmeyecekti.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 05

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Ahmet CANBABA

Ahmet CANBABA HAYAT HİKAYESİ

GÖZ  GÖRE   GÖRE
 
Hak yolu deyip de uçkur
Çözülmez göz göre gör
Tanrı aşkına kadın kız
Düzülmez  göz, göre göre
 
Hata kimde ne demeli
Herkes suçunu bilmeli
Uçacak evin temeli
Kazılmaz göz göre  göre
 
Tahrik etme sağı solu
Nedir işin çıkar yolu
Hakaretler dolu, dolu
Yazılmaz göz, göre  göre
 
Yönetirler cambaz gibi
Çalarlar düzenbaz gibi
Bunca vatandaş kaz gibi
Yolunmaz göz, göre göre
 
Ateşten gömlek giyerek
Allahuekber diyerek
Bilerek ve bilmeyerek
Ölünmez göz, göre göre
 
Düşün yobazın kastı ne
Çıkar Atanın büstüne
Kırsınlar diye üstüne
Salınmaz göz, göre  göre.
 
Demokrasi almış yara
Ufkumuz görünmez kara
Gizli ödenekten para
Çalınmaz göz ,göre  göre.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 06

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Ahmet CANBABA

Ahmet CANBABA HAYAT HİKAYESİ

DÜŞERİM
 
Seninle sensiz yaşarım
Gel desen gele düşerim
Bende böyle bir beşerim
Hallerden hale düşerim
 
Yaparım aşk için hile
Yel olur dağlar aşarım
Yetişmek için menzile
Bellerden ,bele düşerim.
 
İçim coşku dolu benim
Bendime sığmaz taşarım
Akan suyun yolu benim
Sellerden , sele düşerim.
 
Yüreğinle sarsan beni
Gönlünde sevda eşerim
Sevip’ de harcarsan beni
Ellerden, ele düşerim
 
Bende sen varsın sor niçin
İçimden gelir coşarım
Kem söz etme benim için
Dillerden dile düşerim
 
Gitme bir bak n’olur dur da
Senin için hep başarım
Rüzgar gibi dağda kırda
Yellerden ,yele düşerim

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 07

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Atilla ALPAY
Atilla ALPAY HAYAT HİKAYESİ
YEŞİLAY  ÜNİVERSİTEDE..
Her  yıl geleneksel  olarak yapılan üniversite  bahar şenliğine  bu  yıl Açaray  gençlik kültür ve sanat  Derneğinin  davetlisi  olarak katılan  Türkiye  Yeşilay Derneği   Çorum Şubesi de açtığı  standıyla ilgi ve beğeni   topladı.
Üç gün süren  şenlik boyunca  gençlerle beraber olan  ve onlara sigara  alkol ve  uyuşturucuların zararlarını anlatan Şube  başkanı Attila ALPAY; gördüğü ilgiden  memnun  olduğunu   belirterek şunları söyledi :
“Hitit  üniversitesinin Geleneksel olarak yaptığı  bahar  şenliklerine  bu yıl ilk defa  katıldık. Üniversite  yönetiminin  bize verdiği  yerde  stand açarak  panolarımızı  yerleştirdik. Üniversite gençliğimizden  çok büyük bir ilgi  ve   alaka gördük. Pek çoğunun  sigara içmesine rağmen  hemen hepsinin bırakma isteği içinde  olduklarını gözlemledik. Bütçelerinin  büyük bir kısmının  bu zehire gittiğinin ve şiddetle zehirlendiklerinin hemen  hepsi farkında. Yine hepsi de  kurtulma  yolları arıyor.Onları bilgilendirdik , broşür ve cd dağıttık.Sorularını  cevapladık.Sergi  süresince  sigarayı  bırakan gençlere  belge ve armağanlar verdik.Gördüğümüz samimiyetten son  derece memnunuz. Bütün  gençlerimizin sigarayı  ve kimne içiyorsa bilumum bağımlılık  yapan maddelerini bırakmalarını  ve sağlıklı bir ömür   sürmelerini  diliyoruz. Hepsine  derslerinde  başarılar temenni  ederiz. Ayrıca bize  yer veren  üniversite  yönetimine ve  bizi  bu etkinlikten haberdar ederek davet eden Açaray  Kültür ve gençlik derneğine de  çok  teşekkür ederiz.”

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 08

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Bora ATILGAN

Bora ATILGAN HAYAT HİKAYESİ

TAŞRADA İNTİHARA HAZIRLANAN BİR FARE
Geldi, yazıcımın içine girdi. Ben onu misafir etmemiştim oysa. Mülkiyetimin sınırlarını gaslederek geldi ve benim hayatımın içine acısıyla kederiyle yerleşti. O derece rahattı ki ben bile kendi yaşam alanımda bu ölçüde rahat tasarruflar gerçekleştirme konusunda onunla yarışamam. Ne kadar rahattı, yüzünde belli belirsiz bir gülümseme de vardı galiba. Tüm dünyaya karşı bir isyanı mı simgeliyordu bu küçücük farenin varlığı.  Oysaki çevremi bütün bütün düzenlemiştim. Beni etkileyecek olan ortamımın aurasını bozacak düzeydeki her şeyi uzaklaştırmıştım çevremden.. Bulunduğum yere hâkim olmanın mutluluğunu tarif bile edemezdim önceleri, buna inanın. Yalanı bile uzaklaştırmıştım hayatımdan. Zamanla bunu da yani yalana da alıştım. Alıştırdılar işte ne yapabilirim. Ah o şeker ve sevimli fare. İlk günlerde tiksinmiştim ondan, korkmuştum bana virüs bulaştıracağını düşünerek. O ise korkarak değil hissederek sevmişti beni ya da ben öyle hissetmiştim. Altı üstü bir fare değildi bu, ‘’hümanist entel bir serseriydi’’ kesinlikle. Nietzsche felsefesindeki anarşik öğelerin kökenleri üzerine bir yazımı yazdırırken yazıcımın içine öylece ağıverdi işte. Ani bir refleks ile onu engelleyemez miydim? Bunu elbette yapabilirdim. Zaten tüm tanıdıklarım bu tür entelektüel konulardaki refleksif hassasiyetim konusunda hemfikirdirler. Masamın ayrılmaz parçaları olan gazete destelerinden birkaçını kullanarak farenin üzerine bir kâbus gibi çökemez miydim? Bunu da yapabilirdim; çünkü bu tür tacizlere karşı gösterdiğim fiili tepkilerim allame arasında meşhurdur; ama yapmadım. Korkudan değildi, inanın, sadece bunu yapmak istemedim. Bazen edip eylediklerimizin sebebini net bir biçimde bilemeyiz, bizim dışımızda olan etkenler nedeniyle harekete geçen kaslarımızın edip eylediklerinden mesul edilemeyiz. Biz yapmamışızdır, bizi bir dürten olmuştur bu işe ve bunlara dürtü denir. Bu durum da tam olarak bu tarife uygun bir biçimde gelişti.
Günler geçtikçe faremin çıkardığı seslere alışmaya başladım. Sabahleyin erkenden kalkarak senfonik bir eyleme hazırlanıyordu fareciğim. Oldukça kakafonik sesler çıkarıyor olsa da modern atonal müziğin kuramsal ve felsefi içeriğine yabancı olmayan kulaklarım bu düzensiz sesleri bir senfoni gibi algıladı. Algımda bir yanılma payı elbette vardı; fakat ben bu yanılma payının katsayısının yüksek olduğunu pek düşünmüyorum. Evet, çok heyecanlanmıştım. Yazıcımın içinde dünyanın en etkileyici atonal müzik şaheserleri bedava besteleniyor ve sadece bana sunuluyordu. Kendimi bir lord gibi hissettim. Büyük ve görkemli şatomun içine tıktığım ve paraya boğduğum onlarca klasik müzik sanatçısı sadece benim için en güzel eserlerini veriyorlardı. Ve ben sofamdaki ipek koltuğa oturmuş ve ayaklarımı geniş penceremden gördüğüm kusursuz kır manzarasına doğru uzatmış bir biçimde onları dinliyordum. Hayal bu işte, nasıl ki dilin kemiği yok ise hayalin de kemiği yok. Hayallerinizin sınırları ile imgelerinizin sınırları aynı. Öyle işte! Benim şeker fareciğim seni sevmeye alışıyor muyum ne?
Sevgi mi? Kimse bunun varlığını iddia ederek bana çeşit çeşit taklalar üzerinden felsefeler üretmeye kalkmasın. İnsanlar sevilmek için çok kötü ve benim minicik farem de bunun farkında elbet. İnsan adı verilen vahşi yaratığın güvenilmeye değmeyen bir yapıya sahip olduğunu benim minicik fındık farem de biliyor. Yazıcımın içine girerek hayatımı taciz etmeye başlayan bu fare vesilesiyle fare adı verilen yaratıklar hakkında bilgilerimi de tazeleme imkânı elde ettim. Mesela fındık faresi farelerin en küçük olanlarından ve bu fare türü elektronik aletlere özel bir ilgi duyuyor. Bunları kemirerek yaşamını sürdürüyor. Benim farem de fındık faresi boyutlarında olmasına rağmen senfonik sesler çıkararak kemirme etkinliği konusundaki üstün başarıları nedeniyle fındık faresi adı verilen zararlı mahlûkat sınıflaması içine girmiyor. Vereceği zararın da o kadar büyük olacağını sanmıyorum ben. Sanrılarım pek güvenilir şeyler değil, bunu biliyorum; ancak insanoğluna olan güvensizliğim nedeniyle güvenecek bir tek bu minicik fareyi buluyorum galiba. Emin değilim hiçbir şeyden, insanlara güvenim sarsılıyor, hayvanlar âlemini tanıdıkça insanların hayvanlaşmaya başladığını düşünmeye başlıyorum. Bugün gördüğüm insanlar geçmişte abideler yaratarak insanın ruhsal dünyasına tercüman olmuş o şair ve yazarlar neslinin torunları mı? Kesinlikle hayır! Ben bir insan olarak bir insan yerine bir fare ile dertleşmeyi deniyorsam bunun bir tek açıklaması olabilir: insanlar beni ve benim değerli düşüncelerimi hak etmiyor. Hakkınız olmayan bir şeyi size verdiğim için ben suçluyum; çünkü hiçbiriniz bunu hak etmemişti. Alayınız dayatılmış bir adiliğin aidiyetinin sırtınıza vurduğu semerler ile yol almaya çalışıyorsunuz. Bunu görmenizi beklemiyorum, beni farem bunu görüyor bu bana yeter. Beni anlamanızı istemiyorum, benim farem beni anlıyor bu bana yeter. Ama şunu bilin ki size boyun eğmeyeceğim, isyanımın bayrağını dalgalandırmaya devam edeceğim. İtirazımı yüksek sesle sürdüreceğim. Hem kimsiniz siz? Benim hayatıma bu derece rahat bir biçimde müdahale etme hakkını kimden alıyorsunuz. Kendi aşağılıklığınızı görmeden benim samimiyetimi sorgulamaya çalışıyorsunuz? Hititler gelecekte böyle tipli insanların topraklarının üzerinde hüküm süreceğini bilselerdi eminim ki Hattuşaş’ı buraya kurmazlardı. Ama gelecek bilinemez ki …
Küçücük bir fare bile insan adını verdiğimiz yaratıkların yanında gayet medeni bir konumu işgal ediyor. Sam Savage’nin Firmin adlı romanı da burada anlam kazanıyor. Kitapların arasında onları okuyarak insanlar âlemi hakkında bilgi sahibi olan ve kendini geliştiren bir hümanist entel fare yanında ot gibi yaşayıp inekler gibi böğüren ve birbirini yemek için zaman kollayan bu vahşi yaratıkların yeri ne? Felsefe okumaları yapabilen bir farenin yanında daha kendi dilindeki bir metni okuyup anlayamayan yaratıkların esamisi okunur mu? Peki bu yaratıkları ciddiye alarak yapılan faaliyetler yerini bulup amacını gerçekleştirebilir mi?
Kim ne derse desin Anadolu hala Yakup Kadri’nin Yaban’ında anlatıldığı ölçüde yaban ve yırtıcı. Kendi dışından gelenleri kabul etmeyecek kadar tutucu ve yobaz. Kendi yabanlığına bakmadan, medeni insanları iftiralarla yıldıracak kadar kurnaz ve ikiyüzlü. Yaklaşık bin yıldır bu topraklar üzerinde ekip biçiyoruz ve hala bu toprakları ıslah edebildiğimiz söylenemez. İnsanlarımızı ıslah edemedik ki toprakları nasıl ıslah edelim mi dediniz? Haklısınız insanlarımız ıslah edilmemek için üstün çaba sarf ediyorlar. Bu çabaları nedeniyle onlara üstün hizmetsizlik madalyası versek yeridir. Ancak bütün bu duruma rağmen ‘ gelen neden gitmek için gün sayıyor buradan’ diye sormaları da yok mu? Beni deli ediyor. Siz onları kaçırıyorsunuz da ondan anladınız mı mankafalar diye haykırasım geliyor.
Reşat Nuri’nin güzel bir romanı var bilisiniz belki: Yeşil Gece. Romanın adı Anadolu’nun yabanlığının sebebine yönelik ipuçlarını içeriyor olsa da ben bu romanın cehaletimizin daimiliğinin engellenememesi hakkında bilgi edinmek amacıyla okunması taraftarıyım. Şunu da söylemekten çekinmiyorum: zamanı geldiğimde ayaklarım topuklarıma değe değe kaçıp gideceğim bu zorunluluklarımdan ve sizlere inat bir fare besleyeceğim kafeste, daha sonra da ‘fareciğim altın kafeste aman’ diye türküler söyleyeceğim sevinç içinde.
Vakti zamanında Don Kişot’u okumak gibi bir gafleti ve dalaleti gerçekleştirmiş bulunduydum!!! Yel değirmenlerinin betonsu kütlelerine hücum etmeyeceğim.
İlgililere binaen duyurulur!

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 09

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Bora ATILGAN

Bora ATILGAN HAYAT HİKAYESİ

HÜZÜNLERİN TERAZİSİ
Tartarak aşamadığınız kütle problemlerini ölçeceğiniz bir alanın olmasını mutlaka istersiniz. Kütlesel bir problem olmadığını kesinlikle bildiğiniz duygusal sorunların bile ağırlığını tartabileceğiniz hassaslıkta terazilerin olmasını mutlaka istersiniz. Ne garip ki bunu ben de isterim. Geceler boyu yalnızlığınızı körükleyen ve ağırlığıyla boynunuza vurulmuş bir prangayı andıran hüzünleriniz ölçü tutmaz olur. Üzülmek çare değildir çoğu zaman; çünkü üzülerek aşamazsınız hüzünlerinizi. Beklersiniz, ‘’O’’ gelsin diye türlü batıl çareler aramaya başlarsınız ve o bir türlü gelmez. Bekleyen olmak beklenen olmaktan daha iyidir bazen. Bekleyişin verdiği acılar ile berkleşen yüreğiniz en sert aşkların acılarına hazırlıklı hale gelir. Bunu bu kadar akılcılaştırmak doğru mudur peki? Yani iki kere ikinin dört olduğu gerçeği kadar belirgin midir acıların insan yüreğini berkleştirdiği? Sanmıyorum. Hayatımızın birçok alanını kaplayan bu tanımlanmış duygular, piyasanın göbeğinde en müstehcen biçimde pazarlanıyor zaten. Bizler bize sunulan duygulardan en rağbet edilenlerini seçmeye çalışıyoruz. Bir boy büyüğünü alıyoruz seneye de olsun diye; ama hiçbir zaman seneye de kullanamıyoruz bu duygularımızı;  çünkü modası geçmiş oluyor bir sonraki sene geldiğinde. Şekillere bağımlı bu duyguların kendilerini şekillerle ifade etme çabası çoğu zaman çok gülünç oluyor; eğlencelik izlence hissi veren hüzünlerin poşetlenmiş Pazar hali satılan değerlerin içinde satılmışlık mertebesine kadar düşen bu duyguları mizahın terazisinde tartıyor.
Tartımı ayarladım, yalan yanlış ölçse de hüzünlerimi bu tartının verileriyle yolumda yürümeye devam edeceğim. Hüzünlüyüm desen burada oldukça basit ve estetikten yoksun bir iç dökme olur diye düşünüyorum. Zaten ben genellikle düşünüyorum. Descartes’in dediği gibi var olmayı da bir başarabilsem herhangi bir sorunum kalmayacak. Hüzünlerimin mutlaka mantıklı bir nedeni vardır; ancak ben bu mantığı kuranların bilişsel düzeyine erişmiş miyim bilemiyorum. Mantığınım durduğu bir nokta olmasını da istemiyorum bu durumun. Akıp gitmeli düşüncelerim hüzün deyince. Anlamalıyım, anlamlandırmalıyım, kendime göre bir tanımını yapabilmeliyim hüzünlerimin. Hüzün sözcüğüne eklediğim bu iyelik ekinin bir anlamı olmalı işte. O’nu anlamlandırmalıyım. Nice saf duygunun ehliyetsiz ellerde harcandığı, birçok hassas insanın hassas sıfatını kazanmak için kendi özüne yabancılaştığı günümüzde ben kendi duygularımı hüzünlerimi iyelik ekim ile donatabilmeliyim. Hüzünlerimin üzerinde bir başka tekil şahsın eki olmamalı. Oysa benim hüzünlerimin üzerinde tekil olmayan milyonlarca çoğul şahsın izi var. Onlar hüzünlerime değdikçe daha bir çoğul oluyorum galiba. Dassein’imin bir parçası olmuş bu çoğul hüzünler. İkinci ve üçüncü çoğul şahısların penceresinden bakıyorum dünyamı kamaştıran hüzünlerime. Şahıslarım çoğaldıkça ben de çoğalıyorum. Benliğimde birkaç müstear ismin ağırlığını taşıyorum işte. Bunu neden mi yapıyorum? Yapmasaydım çıldıracaktım desem Sait Faik‘e özenmiş olur muyum?  Ophelia’ya yazarken kendim olmak için başkalarına yazarken uydurma kimliklere bürünüyorum desem ‘’ kökü dışarıda’’ olan bir evrensel esinlenme hattının eksenine girmiş olur muyum? Pessoa mıyım ben, kendimi Pessoa kadar yetkin mi görüyorum bu merhalede?
Hüzünlerimin terazisini getirin bana, kendimi tartmak istiyorum. İki dirhem kadar gelsem de benliğimde kaç kişiyi taşıyabileceğimi görmek istiyorum. Büyük olasılıkla bir benliği bile taşıyamadığım için sıfır ve virgülle başlayan bir ondalık değerim olacak bu terazinin üzerinde. Ne gam, hiç sorun değil. Yine de görmek istiyorum. Al eline kalemi yaz başından geçeni tarzında şair ve yazarların türediği bu günlerde başımın içinden geçenlerin hamalı olup onları kendime dert edindiğim için hiç de mutsuz değilim. Kendimi dışlanmış gibi hissetmiyorum; aksine ben bütün bu kokuşmuşluğu ve aleladeliği kendi isteğimle dışlıyorum. Belki de bu bir savunma mekanizması, Freudyen bir okuması yapılabilecek nevrotik bir durum. Olsun, ben bu durumumu benimsiyorum ve tüm ağırlığını gönüllü olarak üstleniyorum. Bu konuda kimseyi suçlayamam ve yargılayamam. Kendi suçumu üstlenebilecek kadar cesur ve kişilik sahibiyim. Belki de bu bana öyle görünüyor. Hüzünlerimle baş başa kaldığımda kendime sorduğum nadir sorulardan biri de suçumun kefaletini ödemeye muktedir olup olamayacağım meselesi üzerine odaklı. Farklı kişiliklerin hamalı olduğumu biliyorum, onları kendi isteğimle üstleniyorum.
Başıma aldığım bu bela da neyin nesi? Kalemimin ucundan damlayanlarla kedimi vuruyorum. Hiç kimse böyle intihar etmeyi denememiştir, buna eminim. Sorularınız varsa ya şimdi sorun ya da daha sonra ban sorun çıkarmayın. Ey insanlık benim halimde olsaydın ne yapardın? Çok çoğul bir soru oldu bu biliyorum ve ben bu kadar çok biliyorum demeyi hiç sevmiyorum; çünkü bildiklerimi bu cihanı dolduran bir tutam bilginin sadece bir parçası olduğunu  ‘’ biliyorum’’. Sakın korkmayın emi,hüzünler üzerine son yazım olmayacak bu. Daha devam edeceğim ama şimdilik değil. Nedenini sormayın bana, nedenlerle aram bu sıralar pek iyi değil.
Hüzünlerim, ne olur beni anlayın, eleştirmeyin; çünkü ben kendini eleştirdikçe ıssızlaşan biriyim. Şimdi ısız adama çekilmekteyim. Siz şimdilik beni hayal etmekle yetinin.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 10

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Bora ATILGAN

Bora ATILGAN HAYAT HİKAYESİ

GELECEĞİN ATLILARI İÇİN TEMEL SÜVARİ EĞİTİMİ MAHİYETİNDE AFORİZMATİK ULUMALARDIR.
Ulumalar hayatı taciz etmeyi becerebildiği oranda etkileyici oluyor. Sil baştan yazılan birçok hikâye hayatın içindeki temel taciz hattını oluşturuyor ve yola devam edenlerin gittikleri yerde yaşadıkları tacizin etkileriyle yaşamalarına neden oluyor.
Hayatın insanlara dayattığı birçok yükümlülük var ve biz bu yükümlülüklerden yan çizmek için elimizden geleni yapıyoruz. Bilerek ve ya bilmeyerek başka insanların hayatını etkiliyoruz. Etkileşimin en fazla arttığı yerler olarak da karşımıza büyük şehirler çıkıyor. Metroda karşımızdaki koltuğa oturan kişinin o koltuğa oturmaktan başka bir suçu olmasa bile o an orada olması hayatın ona biçmiş olduğu bedeli ödemesi için yeterli oluyor. Elinizde olmadan gözleriniz karşınızdaki kişinin gözleri üzerinde dolaşmak zorunda kalıyor. Gözlerinizin dar açısına yerleşen onlarca insanın çoğu zaman estetikten yoksun yüzleri o an içinde kendinizi gerçekleştirmenize engel olur. Şehirlerdeki bu karmaşık durum süre giden bir anarşinin varlığını hissettirse de bu durum izin verilmiş bir anarşinin bizim isteğimiz dışında hayatımıza sokulması demek aslında. Bunun farkına varmak o kadar güç olmasa dahi farkına vardığın şeyi değiştirmek için harekete geçmek sırası geldiğinde yılgınlığımız ya da umursamazlığımız, sorumsuzluğunuz arttıkça artıyor. Milyonlarca insanın keşfettiği bir durum bu; ancak bu binlerin algısındaki yanılmalar nedeniyle değiştirmenin gerçekleşmesi sonraki bir zamana erteleniyor. Ertelene ertelene sona ertelenmişliği yaşamaya başlıyoruz hayatta. Ertelenen de biziz erteleyen de. Yılmışız yaşadıklarımızdan, dışımızdaki güçlerin bizi kategorilendirmek için gösterdiği çaba karşısında direncimiz çok düşük. Düşmüşlüğün, aşağılığın teorisinin temel fizik kanunları misali deneysel süreçlerle ispata çalışıldığı kalabalık şehirlerde şehrin en minik parçası halinde yaşamımızı devam ettirme zorunluluğu elimizi kolumuzu bağlıyor. Çaresizliği sürekli yaşayınca umursamazlığımız da artıkça artıyor. Umurumuzda değil içinde bulunduğumuz durum ve kimiz biz? Kimliğimize ne tür bir değer hangi birim ile veriliyor? Ölçtükçe artıyor mu acılarımız, terkedilmişliğimiz; yalnızlığımız? Nedir bizi bunca bunaltan bunca çaresiz bırakan temel psikolojik süreç? Bildiğim tek şey var: öğrenilmiş çaresizlik!
Milyonlarca insanın yaşadığı en büyük psikolojik sorun bu. Deney kafesine kapatılmış fareler gibiyiz, deneyi yönetenler tarafından ortama sunulan acı verici uyarıcılar tepkilerimizi düzenliyor, zaman zaman arttırıyorlar tepkiyi deneyi yönetenler, zaman zaman azaltıyorlar, biz ise acı verici uyarıcıyı azaltmanın elimizde olmadığını “öğreniyoruz”. Öğretilen bir durum içindeyiz hepimiz. Bunun farkında olsak da değiştirmenin imkânsızlığını öğrenmişiz bir yerlerde. Bu nedenle değişebilir bir durum karşısında olsak bile bu durumu değiştiremiyoruz; değiştiremeyeceğimizi sandığımız için harekete bile geçmiyoruz. Pasifliğimizi başka türlü ifade edebileceğimi sanmıyorum.
Uluma meselesine gelince, ulumanın yayılması ile bu durumun insan bilişsel süreçlerine dayattığı zorunluluk, insanın farkı algılaması ile ortadan kalkabiliyor. Ulumanın baskısı ile tepkimeye giren insan psikolojisi “acaba” sorusunu sorarak içinde bulunduğu durumu sorguluyor. Tahlil sürecinin uzaması bir anlamda sorgulama sürecinin uzaması demek oluyor ve bu durumda insanın içinde bulunduğu psikolojik konum daha iyi eleştirilebiliyor.
Gelelim geleceğin atlılarına: Anadolu coğrafyasında nice dert ve sıkıntıyı yaşayan bir milletin gençliği olarak ileriki koşularımızı başarıyla tamamlamak için bize düşen temel görevler vardır. Daha önce de tanımladığımız gibi içinde yaşadığımız şehirlerin bize dayattığı sanal gerçekliğin dışında bir düşünüş hattı kurmak için içinde bululduğumuz tecrit haline yönelik bir itirazımızın olması gerekir. İtirazımızı yaşamın merkezine eylemsel bir biçimde yerleştirebilmek itirazımızın sanallığını da ortadan kaldırır. Düşüncelerimizin içerdiği itiraz, durumu farkı hissettirecek düzeye ulaşmalı ve temel epistemolojik klişeleri parçalayacak düzeyde yıkıcılığı rahminde besleyip büyütmelidir. Biz her ne kadar Bozok Yaylası’nın göbeğinde bütün bu hay huydan uzak bir yaşantı sürdürmeye çalışsak da küreselleşen dünyanın sanal verileri tarafından bilinçli ve programlı bir süreç zarfında taciz edilmekteyiz. Eserlerimizin de bu süreçten etkilenmesi olasıdır. Buna engel olmak ve eserlerimizin özgünlüğünü korumak için geleneğin kanıtlanmış verilerini yeni bir felsefi sanatsal süreçten geçirerek işlemeliyiz. Aksi takdirde Türk felsefesi ve sanatının geleceği batı sanat ve felsefesinin güdük bir kopyası olma gerçeği ile karşı karşıya gelecektir. Günümüzde tartışılan felsefi ve sanatsal gündem bunun en gerçekçi örneğidir. Bugün bir felsefenin geçerliliği batıda bu felsefeyi benimseyen aydınların çok olması ile ölçülmektedir. Bir sanat eserinin değeri milyon dolar vurguncularının ona biçtiği maddi değer ile ölçülmektedir. Bu süreç izlendiğinde Türkiye’de sanat eserinin ilgi görmesi için bu sanat eserinin batıda rağbet edilen bir sanat anlayışıyla üretilip üretilmediği önemli bir ölçüttür.
Geleceğim atlılarını tanımladığımıza göre bu atlılara verilecek temel süvari eğitimini de tanımlamalıyız. Bu eğitim geleneğin verilerini putlaştırmadan gerçekçi bir düzleme oturtarak işleyen, geleneğin eş süremli ve art süremli okumalarını yapabilen, anakronizme sapmadan geleneği günümüz verileriyle harmanlayabilen, harmanlama yaparken yamalı bohça yaratmadan özgünü yakalayabilen bir anlayışla yapılabilir. Sanat nasıl ki yaşamı anlamanın organonu ise ( Wilhelm  Dilthey) gelenek de yaşamın köklerini içinde taşır. Okullarımızda verilen sanat ve felsefe eğitimi, batı sanat ve felsefesine dayalı olarak tam anlamıyla bir beyin yıkama sürecinin programlanmış halidir. Milli eğitimin kaynaklarıyla ayakta tutulan bu okullarda batı kültürü yedisinden yetmişine örgün ve yaygın eğitim gören binlerce öğrenciye adeta dayatılmaktadır. Kendi sanat ve felsefesine yabancılaşan bu bireyler bütün felsefeci ve sanatçıların batıdan çıktığını düşünerek bu ülkeden iyi yetişmiş dahi sanatçıların asla yetişemeyeceği anlayışına klasik biçimde koşullandırılmaktadır. Değiştirmeye çalışan sanatçıların ve felsefecilerin de batıya endeksli medyada yer bulamayacağı öğretilmektedir. Böylece öğrenilmiş çaresizlik durumu palazlandırılmaktadır.
Özetle “bizden adam olmaz” anlayışının güdüklüğü ile kendi gizilgücünü kavrayamamış bireylerin yetiştirdiği gençlerin üretebileceği bir sanat ve felsefe bulunmamaktadır. Geçmişindeki dahi sanat ve felsefe adamlarını tanımayan genç birey tanımadığı bir geleneğin sürdürücüsü olamaz. Buraya kadar devam ettirmeye çalıştığımız ulumanın anlamı da budur işte. Eğiticilerin ulumaları ile uyandırılan bireyler bunu kavrayacak uyanıklığa sahip olabilirler. Aforizma tik bir ulumayı bu yazının sonuna kadar bekleyen saf ve temiz okuyuculara tavsiyemiz aforizma ile hayatı tanımlamaya çalışanların, hayatı sınıflandırmaya çalışan gözlük takmış atlar olduğu gerçeğini hatırlamalarıdır. Keza her tanımlama çalışması “ağyarını mani, efradını cami”’ mahiyette olmalıdır.
 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

11

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mahmut Selim GÜRSEL

Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ
BİSİKLETE BİNELİM!
Geçenlerde bir acil işi için Saat kulesinden Bahçelievler de bulunan evime çıkmak yürürken bir Gazi Caddesinde araçların olmaması dikkatimi çekti. Dikkatli bakınca yolun iki tarafının da araç trafiğine kapalı olduğunu gördüm. Etrafta da pek çok polisin olması beni biraz daha araştırmaya itti.
Birisine sordum:
- Ne oluyor. Hayırdır? Sorduğum kişi:
- Bir şey yok amca otuz yaşın üzerindeki şahıslara bisiklete binmelerini tavsiye için bisiklete mi bineceklermiş. Biraz önce bisikletlerle yukarı çıkmışlar. Şimdide buradan geçeceklermiş. Dedi.
Fotoğraf makinemi çıkartarak bir iki poz alalım diye bekledim. Bir ekip aracının eskortluğunda bisikletliler gözüktü. Birkaç kare resim alabildim.
Lafı uzatmayalım. Bu grupta otuz yaşında 9 şahıs vardı 30 yaşının altında da bir o kadar kişilerin de bulunması dikkatimi çekti.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 12

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mahmut Selim GÜRSEL

Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ

ANAM II
 

Vardığın yerde kim bilir
Hangi makamda bulunuyorsun
Çektin o zamanlar eşinden
Biz çocuklarında.
Babamın bir maaşı yetireceğim diye
Yürürdün pazarları o uzak yere
Aldığın üç file sebzeyi alır getirirdin bize.
Bilmemiştik kadrini o zamanlar
Ne cefalar içinde bizleri büyüttüğünü.
Ya şimdi biliyor muyuz?
Yine bilmiyoruz kadrini.
Aklımıza gelirse bir Fatiha
Yollarsak mekânına bazen
Ziyarete gelemezsek kabrini
Unutuldun sanma seni
Anamsın bilmedik kıymetini.
Bir zaman sonra bizde
Senin gibi kabir ehli olup
Buluşur muyuz yandaki boşlukta
Uzatırlar mı acaba kabrinin yanına.
İşte dünya böyle anacığım,
Sen yaşadın ve göçtün buradan
Bizde geleceğiz ardından.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 13

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mahmut Selim GÜRSEL

Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ

1 MAYIS KISA TARİHÇESİ
Sekiz saatlik iş gününü elde etme amacı düşüncesi ilk kez Avustralyalı isçiler, 1856'da, sekiz saatlik işgünü lehinde gösteriler, toplantılar ve eğlenceler düzenleyerek, hep birlikte bir günlük iş bırakmaya karar verdiler.
Bu kutlama 21 Nisan olarak kararlaştırıldı. Avustralyalı isçiler bu kararı, sadece o yıl için düşünmüşlerdi. Bu girişim heyecanlara yol açtı ve bu kutlamanın her yıl tekrarlanmasına karar verildi. Bu kutlama diğer ülke yayılmaya başladı ve dünyanın bütün ülkelerince benimsendi. Amerikalılar 1886'da l Mayıs'ın evrensel bir iş bırakma günü olmasına karar verdiler ve l Mayıs'ta 200 bin Amerikalı işçi iş bırakarak 8 saatlik işgünü talebinde bulundular. Polisiye ve yasal baskılarla, gösteriyi tekrarlamasını birkaç yıl engellendi. 1888'de bu kutlamalar için yeniden karar alındı. Avrupa'daki işçi hareketi de, bu hareketin en güçlü ifadesini 1889'da toplanan Uluslararası İsçiler Kongresi 400 delegenin katıldığı sekiz saatlik işgünü talebinin en basta yer alması gerektiği yolunda “Uluslar Arası Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü” olarak kabul kararını aldılar. Fransız sendikalarının temsilcisi, Bordeaux'lu isçi Lavigne, bu talebin tüm ülkelerde evrensel bir iş bırakma ile dile getirilmesini teklif etti. Amerikan isçilerinin temsilcisinin l Mayıs 1890'da grev yapılması yolunda aldığı karara dikkat çekti ve Amerika Kongresi bu tarihte uluslararası gününün kutlanmasına karar verdi.
Türkiye’de; Anadolu'da 1 Mayıs ilk defa 1905 yılında İzmir'de kutlandı. Bunu 1909 Üsküp kutlaması izledi İstanbul'da ilk 1 Mayıs kutlaması 1910'da yapıldı. 1912 İstanbul Pangaltı da yapılan kutlamadan sonra, 1913 Kutlamalar yasaklandı.
1920 1 Mayısı'nda işgal idaresinin ve Osmanlı hükümetinin yoğun baskılarına karşın 1 Mayıs İşçi Bayramı olarak kutlandı. 1921'in 1 Mayısı'nda yürüyüş ve kutlamalar askeri suç ilan edilmesine rağmen İstanbul'un hemen tüm işçileri, özellikle şirket-i Hayriye, Seyrü Sefain, Haliç idaresi ve Tramvay şirketi çalışanları 1 Mayıs'ı kutladılar. 1922  Sultan Ahmet Meydanında toplanan emekçiler, Galata’dan gelen gurupla birleşerek Kağıt haneye yürüyerek gösteri yaptılar. 1923 1 Mayısı'nda çok sayıda yerli ve yabancı işletmede çalışan işçiler greve çıktı. İşçi taleplerinin arasında, yabancı şirketlere el konulması, 1 Mayıs'ın resmen işçi bayramı olarak tanınması, sekiz saatlik işgünü, hafta tatili, serbest sendika ve grev hakkı talepleri vardı. Birçok işçi bu gösterilerde tutuklandı.
1924 yılında1 Mayısı'nı "İşçi Bayramı" olarak kutlayan işçiler engellenmek istendi. Sekiz saatlik işgünü için bildiri dağıtan birçok işçi tutuklandı. 1925 yılında Takrir-i Sükun Kanunu sonrasında kutlamalara izin verilmedi. 1935 yılına kadar her yıl ancak gizli kutlanabildi. 1 Mayıs'ın bundan sonraki tarihi yasaklarla yazıldı.
1935 yılında "Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanun" adıyla çıkarılan düzenleme ile "Bahar ve Çiçek Bayramı" olarak 1 Mayıs genel tatil günlerine dâhil edildi. 27 Mayıs 1960 ihtilalinde yasaklar yaşandı. Toplu Sözleşme, Grev ve Lokavt Kanunu'nun kabul tarihi olan 24 Temmuz, işçi sınıfına 1 Mayıs'ın yerine bayram olarak dayatıldı. Ancak bu girişimlerin hepsi, kararlı mücadeleler sonucu geri döndü.
En büyük katılımlı 1 Mayıs, 1976 tarihinde kutlandı. Bu kutlama DİSK'in öncülüğünde Taksim Meydanında yapıldı. O gün Taksim Meydanı' nı 400 bin emekçi doldurdu. Taksim meydanı "Bir Mayıs Meydani" adi ile anılmaya başladı. 1977 tarihinde 500 bin emekçi Beşiktaş ve Saraçhanede toplanıp Taksime yürüdü. Halen meçhul olan saldırılar sonucunda 37 kişi katledildi, 200'den fazla yaralı mevcudu ile kanlı 1 Mayıs olarak tarihimize geçti. 1978 tarihinde yüz binler Taksim alanında toplandı. 1977 katliamının failleri bulunsun taleplerinde bulunuldu. 1979 yılında Sıkıyönetim Komutanlığı İstanbul'da mitinge izin vermedi; yasağa uymayarak Taksime çıkan 1059 kişi göz altına alındı. 1979 1 Mayısı İzmir Konak Meydanı'nda kutlandı.
1980 12 Eylül Askeri Darbesi sonucu tüm kutlamalar yasaklandı. Bu yasaklar içerisinde 1 Mayıs’ta bulunmakta idi. Bu yeni bir yasaklı dönemde; kısa süreli iş bırakmalar, bayramlaşmalar ve bildiri dağıtılması gibi etkinliklerle, 1 Mayıs anısının belleklerden silinmesine izin verilmedi. 1987 tarihinde yedi yıl aradan sonra, bazı Milletvekilleri ve sendikalar öncülüğünde, aydın, sanatçı ve bilim adamları ile birlikte yaklaşık 1000 kişilik bir grup Taksim Anıtı'na 1 Mayıs Şehitlerini anmak üzere çelenk bırakmak istediler. Polis sadece Milletvekillerinin araçla anıta ulaşmasına izin verdi. 1988 İstanbul Valiliği 1 Mayıs Kutlamaları için Taksime izin vermedi. Taksime çıkmak isteyen sendikacıları polis önledi. 1989 tarihinde Taksim'de bir araya 2000 kişiye saldırıldı. Mehmet Akif Dalcı isimli bir işçi yaşamını yitirdi. İzmir, Ankara, Adana, Kayseri, Gaziantep, Bursa, Diyarbakır, Eskişehir, Balıkesir, Manisa ve Elazığ´da gösteriler yapıldı ve tutuklamalar oldu. 1990 tarihinde Taksim'e yürümek isteyenlere izin verilmedi. Çıkan çatışmada İTÜ Öğrencisi Gülay Beceren felç oldu. 1991 tarihinde İzmir´de 20 bin kişilik gösteri gerçekleştirildi. 1992 TÜRK-IŞ, HAK-IŞ, ve DİSK Ankara´da salon toplantısı yaparak ortak kutlama yapılarak gerçekleştirdi.
1996 tarihinde 1980 sonrasının en kitlesel mitingi gerçekleştirildi. Kutlayanların ortak katilimi ile 20 yerde kutlama yapıldı. Kadıköy'ü dolduran yaklaşık 100-150 bin gösterici toplandı ama yine açılan ateş sonrası 3 kişi yaşamını kaybetti. 1997 1 Mayıs'ının geçen yılla kıyaslanamayacak kadar az bir katılımla gerçekti 1997 1 Mayıs’ı İstanbul- Ankara- İzmir-Mersin- Antalya- Denizli ve Uşak’ta yürüyüş ve mitinglerle kutlanmıştır. Bu organizasyonu Türk-İş / DİSK / KESK yapmıştır.
1998 tarihinde 1 Mayıs “Şimdi Demokrasi Zamanıdır” sloganı ile alanlarda kutlanmıştır. 1999 da Büyük Kentler dışında ilçelerde de kutlamalar yapılmıştır. 2000 yıl farklı bir şekilde “Küresel saldırıya küresel direniş”; sloganı ile alanlarda mitinglerle kutlandı. 2001 yılı 1 Mayıs kutlaması İstanbul Abide-i Hürriyet Meydanında “küresel saldırıya karşı güç birliği” sloganı ile kutlandı.
Bu kutlamalar 2004 1 Mayısına gelince DİSK, KESK ve diğer meslek örgütleri “bizi Çağlayan alanına hapis edemezsiniz” direnmesi ile kutlamalarını Saraçhane de toplanıp Yenikapı ya yürüyüşlerle ve mitingle kutlarken, Türk-iş ile diğer bazı parti ve meslek kuruluşları Çağlayan alanını doldurdular. 2005 1 Mayıs kutlaması İstanbul Kadıköy meydanında 80 bin kişi katılımı ile kutlandı. 2006 1 Mayıs en geniş katılımın yaşandığı ilçe Kadıköy oldu. Çeşitli sendikalar ve gruplar saat 12.00 sularında Rıhtım Caddesi`ne yürüdü. Düzenlenen miting sonrası saat 16.00 sularında gruplar tamamen dağıldı. 2007 yılında 1 Mayıs'ı tekrar Taksim'de kutlayarak aynı zamanda 1977'de olan olayları anmak isteyen grupları polis silah, biber gazı, gaz bombası kullanarak durdurmaya çalıştı. 100'den fazla kişi yaralandı. 580, diğer kaynaklara göre 700'e yakın gözaltı gerçekleşti. İbrahim Sevindik adındaki bir vatandaş hayatını kaybetti. 2007 Tarihinde İşçi Örgütleri karar alarak 1977 Taksim Kanlı Olaylarını anmak istedi. 900 kadar gösterici tutuklandı. Çok sayıda tabanca ve Molotof kokteyli ele geçirildi. 2008 Tarihinde 1 Mayıs Taksim Meydanında kutlanmasına izin verilmedi. İstanbul´da şiddetin dozu artı, hastaneye gaz bombası atıldı. İstanbul genelinde 531 gözaltı ve 38 yaralı ile kutlandı.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 1 Mayıs'ın resmi tatil olmasına ilişkin düzenlemeyi içeren “5892 sayılı Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un onaylayarak Başbakanlığa gönderdi. 2009 Nisan'ında Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne verilen önergeden sonra 1981'den sonra tekrar resmi bayram olarak kabul edildi.
 Mayıs Bayramı bayram olarak kutlanan ve toplulukların çatışması olarak kutlanması olarak nice yıllarca, yasaklanmadan kutlanmasını dilerim!
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 14

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mahmut Selim GÜRSEL

Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ
HIZIR- İLYAS (HIDIRELLEZ)
            Geleneklerimizle dini kişilerin karıştığı ve sadece ülkemizde değil bütün İslam âleminde de çeşitli atlarla kutlanan bir bahar karşılama şenliğidir. Ruz-ı Hızır (Hızır günü) olarak adlandırılan Hıdrellez günü; Gregoryen takvimi (Miladi takvimi)ne göre 6 Mayıs, eskiden kullanılan Rumi takvim olarak da bilinen Jülyen takvimine göre 23 Nisan günü olarak  Hızır ve İlyas’ın yeryüzünde buluştukları gün olduğu sayılarak kutlanmaktadır.
6 Mayıs’tan Hızır Günleri adıyla anılır8 Kasım’a kadar olan süre yaz mevsimi, 8 Kasım’dan 6 Mayıs’a kadar olan süre ise Kasım Günleri adıyla kış mevsimini oluşturmaktadır. Bu yüzden 6 Mayıs günü kış mevsiminin bitip sıcak yaz günlerinin başladığının da gösterdiğinin işareti olarak kutlanılır.
            Türkiye 6 Mayıs tarihinde kutlanan HIDIRELLEZ ismi olarak anılmaktadır. Bu kutlamalar daha çok kadınlar arasında kutlanır.
Hızır Aleyhisselâm’ın (Arapça: al Khidr; Yeşil adam), İbrahim'den sonra yaşamış bir Peygamber veya Veli. Avrupa ve Asya kıtalarına hâkim olan Zülkarney’nin askerinin kumandanı ve teyzesinin oğludur. İsminin, Belkâ bin Melkan, künyesinin Ebü'l-Abbâs olduğu ve soyunun Nuh Aleyhisselâmın Sam dayandığı bildirilmiştir. Bazıları da Hızır aleyhisselâm’ın İsrâiloğulların’dan olduğunu söylemiştir.
Hızır lakabıyla meşhur olmasının sebebi, kuru bir yere oturup kalktığı zaman, oranın yeşerip yemyeşil olmasıdır.
İlyas peygamberin M.Ö. 9. yüzyılda yaşadığı tahmin edilmektedir. İsmi Kur'an-ı Kerim'de geçen bir peygamberdir.
Bu iki dini şahsın buluştukları ve bu günün insanların dileklerinin Hızır’ın uğraması ile gerçekleşeceğini umarak dileklerde bulunurlar.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

15

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Müslüm TUNABOYLU

Müslüm TUNABOYLU HAYAT HİKAYESİ

METEOROLOJİK OLAYLAR ARASINDA   KALAN ÇORUM
Durup dururken nerden çıktı bu meteorolojik olaylar. Çorum’un geçmişine şöyle bir göz attığımız da çok değişik meteorolojik olayların yaşandığını görürüz.1979 yılının otuz Ağustosu otuz bir ağustosa bağlayan gece saat 22. 45 de başlayan sağanak yağış unutulacak cinsten değil. Hava sıcaklığının normalin üzerine çıkması değişik bir meteorolojik olayın habercisi imiş gibi geliyor insana. O günleri yaşayan Çorumlular hafızalarını bir kez daha sorgulayacaklardır.
Nadık deresinden inen sel,.bugün ki Vali konağının ihata duvarlarını yıktı.Gazi Caddesinde selin yüksekliği iki metreyi buldu.Önüne gelen her şeyi alan sel,suları şehrin batısındaki boşlukları yapay göllere çevirdi.Yarım saati aşkın sağanak yağışla birlikte düşen yumurta büyüklüğünde ki dolu dışarıda yakaladığı canlı cansız demeden tüm varlıkları bilinmez bir değişikliğe uğrattı Çorum o gece yirmi beş evladını kaybetti.Haberleşme olanakları kalmadı.Telefon hatları koptu,direkler devrildi, içinde oturulan oturulmayan .kısaca ne kadar bina varsa  kuzey batı yönündeki camlarını kaybetti.Konutların içerisi buz parçaları ile doldu.Balkonlardan evlere dolan suları boşaltmak için büyük küçük herkes görev aldı.Cam üreten firmalar Çorum’a cam ulaştırmak için araç konvoylarında  yer aldı.Tekerlekli araçların üst kısımları  buz parçalarının darbesinden gerekli nasibini almıştı.Çorum dışına çıkan bu araçların plakasına bakmadan Çorum’dan geldiği hemen dikkati çekiyordu.
Otuz Ağustos seli ve getirdiği felaketi unutmak mümkün değil.çok sayıda konut oturulamaz hale geldi.Sel zedeler için bir süre okullar ve pansiyonlardan yararlanıldı. Dönemin Valisi Nevzat Şensoy’un Çorum’da hayatı normale çevirmek için gösterdiği gayretleri ve çalışmaları da unutmak mümkün değil. Tanık olduğum çok sayıda olayın karşısında unutamadığım bir olayı siz okurlarıma aktarmak istiyorum. Konutlar ya tümden yıkılmış, ya da bir iki duvarı yıkılmış, evde ne varsa yani iğneye kadar her şey sel suları ile yer değiştirmiş, vatandaş olanaksız kendine uzatılacak eli bekliyor. Vali makamına bir pansiyon yöneticisi çağırdı, sel zedelerin misafir edilmesini istedi. Görevlinin olumsuz tavırları kabullenilecek cinsten değildi. Vali kimin malını kimden esirgiyorsun sen diye görevliyi dışarıya attırdı. Yine aynı saatlerde makama gelen bir görevli hanımı, eşinin şehirde olmadığını, kapalı olan ambarın kendisi tarafından açılarak kullanılabilecek ne kadar su boşalma aracı varsa verebileceğini söylemesi Vali Şensoy’u çok duygulandırdı. Anılan araçlar depo kapısı  görevlinin hanımının  kontrolünde kırılarak depo boşaltıldı.
Sel sularının temizliği günlerce sürdü. Ağustosun son günü basın mensupları da çaresizlik içindeydi. Haberleşme çok güçtü. Yol kenarında ne kadar telefon kutusu varsa sel suyu ile dolmuş. Görev yapamaz hale gelmişti.
Basın mensupları merkez deki PTT binasında toplandık. Pencerelerin camları gece yere inmişti, odanın içersinde hala buz parçaları temizlenmeyi bekliyordu. Biz çok değişik görüntüleri gördüğümüz için burada ki görüntüyü nice sonra fark edebildik. Aramızda haberleşme için çareler üretirken içeriye dönemin PTT Bakım Müdürü Nuri Bey girdi. Meraklanmayın ben sizi istediğiniz istikamete ulaştırırım dedi. Ulusal basın merkezleri ile buluşabilmek için Çorum’dan İzmir’e oradan Ankara’ya, Ankara’dan da İstanbul’a faal iki hattan yararlanarak ilimizin uğradığı doğal afeti yazılı basına ulaştırabildik. Aynı gece Amasya da sağanak yağıştan nasibini almış, bazı maden ocaklarına sel dolmuş işçiler hayatlarını kaybetmişlerdi. Amasya o dönemde yarım otomatik görüşmelere açıktı. Merzifon Tavşan dağı üzerinde ki radyo link aktarıcılarına çok kısa sürede ulaşmışlar, Ankara’yı da bilgilendirmişlerdi. Çorum ‘un böyle bir olanağı kalmadığı için sabahı beklemek zorunda kalmıştı. Şehir itfaiyesinin telefonundan başka telefon çalışmıyordu. Sabah saat beş sıralarında Vali Şensoy’u arayarak bilgi almak istedim. Bende itfaiyenin numarası ile Sayın Şensoy’a ulaşabildim. Aldığım bilgi  ürpertiyordu.25 insanımız boğularak can vermişti Devletin organları tarafından hazırlanan rapora göre kayıp sayısı 18 di. Ancak çoğu yurttaşlar otopsiyi beklemeden  cenazeleri  köylerine götürerek son yolculuklarına uğurlamışlardı. Basın objektifleri hiçte iç açıcı olmayan görüntüleri saptamışlardı.
O dönemde .yalnız TRT 1 var.Ancak biz Çorum’daki felaketi Ankara ya ulaştıramamıştık.Sıfır üçte çalışan görevliye Ankara’ya hangi yönden ulaşabilirsek ulaşalım.Dedim Karşıma  Tosya da ki  memur çıktı.Ben haberleri  Tosya ya o da Ankara ya aktardı.Böylece Çorum’daki felaketi Ankara da öğrenmişti.Olayları  neden detayları ile vermek istediğime tepkiniz olabilir.
Amasya Ankara ya bizden önce ulaştığı için yola çıkarılan TRT ekibi Amasya yolunda ilerlerken Kuşsaray karşısına vardıklarında  bir görevli biz yakını bırakıp da neden uzağa gidiyoruz.Önce Çorum’da çekim yapalım sonra da Amasya ya gideriz der.Bu sözcükleri arkadaşlarına söyleyen  görevli Çorumlu dur.Yaşadığı bölgedeki felaketi o daha yakından hissetmişti.Vali Şensoy.,TRT ekibine benim yardımcı olmamı istemişti.Akşam haberlerinde Çorum ‘daki sel felaketi ülke geneline sunulabilmişti.
Yapılan haberler sonu çok sayıda Çorumlu asker ailesine yardım için izinli bırakılmış,yaralar birlikte sarılmıştı.Anımsadığım kadarı ile yüz altmış beş aile evsiz kalmıştı.Bir süre toplu koruma ve barındırmaya alınan aileler daha sonra akrabalarının yanına yerleştirildi.Kente prefabrik evler gönderildi,ancak bunlardan gereği kadar yararlanılamadı.Uygun arsa bulunamadığı için  daha sonrada başka bölgelere gönderildi.
O günlerde afetler yasasında ki bazı maddelerin günün koşullarına uygun olmadığı belirtilmiş olmasına rağmen Amasya-Çorum ve Sakarya milletvekilleri bir birlik yaparak zorluk çıkaran maddeyi geçersiz kılmak için  genel kurula indiremedi. Maddeye göre evi yıkılana  devlet elini uzatır,kiracıya ise herhangi bir yardımda bulunulamaz.Bu maddenin  yeni olgulara göre değişikliğe uğratılması gerektiği düşünündeyim.
Geçmişin bir acısını size aktarmakla ne yarar sağlanacağı konusunda değişik yorumlar yapılabilir. Çorum’un alt yapısı bana göre henüz tamamlanmamıştır. Kamu kurum ve kuruluşları bütçeye konulan ödeneklerle alt yapıyı bugün ki duruma getirebilmişlerdir. Çorumun alt yapısı için ayrılacak olan ödeneklerin biraz büyütülmesi gerektiğini düşünüyorum. Çorum’un alt yapısına yine bir göz atmakta fayda var diye düşünüyorum.Nisan sonu ve mayıs ayı içinde meydana gelen sağanak yağışlar sonunda asfaltın hemen gözünün yaşlandığını,asfaltta yarış yapan araçların etrafı nasıl ıslattığını birlikte  yaşamaktayız. Araç sürücüsü bir yandan arabasını bedavadan temizlerken,yol boyunda yayada yürüyen insanların nasıl üstlerinin kirlendiğinden pek haberi olmuyor.Bütün bunları görmemek yada düşünmemek istiyorsak,Çorum’un alt yapısına bir sil baştan yeniden bakmak zorundayız.
Çok karamsar tablolar çizdiğim için beni bağışlayın,Son günlerde bir hava alanı kırgınlığının oluştuğuna tanık olmaktayız.Herkesin kendini savunma hakkının bulunduğunu unutmamak gerekiyor.Direnmenin bir yararı olmayacağına inanıyor,Bazı yetkililerin ikide bir hava alanı olayı ile haberlere girmelerini uygun bulmuyorum.
Çorum bulunmaz bir yerleşim yeridir.Hemen her gün belli saatlerde keşişleme yada poyrazdan etkileniyor ve rahatlıyoruz.Çorum’daki meteorolojik yapı ülkemizde çok az yerleşim biriminde bulunmaktadır,sıcaktan bunalan yöre insanlarına yazı Çorum da geçirmelerini rahatlıkla önerebiliriz diyor saygılar sunuyorum

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 16

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Necati ÇAVDAR

Necati ÇAVDAR HAYAT HİKAYESİ

EĞTİM- MAĞRİF ve İRFAN
Hanım lokalleri, aile ve gençlik merkezleri, belediyelerin yaptığı sosyal çalışmaların başında gelen işler oldu.
Zira belediyeler; halktan aldıklarını ilk defa doğrudan halka veriyorlar.
Böylece daralan, bunalan şehir halkının sosyalleşmesinde önemli katkı sağlıyorlar.
Biz her zaman ki gibi Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin “Aile Merkezi”, ‘ihtiyarlar’ bölümünde bilgisayar başındayız.
Kimler yok ki
Ev hanımları.
İşçiler.
Çiftçiler
Memur emeklileri
Kimi üst düzey görev yapmış bürokratlar.
Profesöründen ilkokul öğretmenliğine kadar öğretim ordusunun çeşitli kademelerinde görev almış insanlar.
Ve diğer meslek erbaplarından, çoğu emekli 50 yaş üstü amcalar, teyzeler.
Aile merkezinde Büyükşehir Belediyesinin sunduğu, müzik, resim, spor, diksiyon, bilgisayar, oyun gibi çok çeşitli aktivitelere katılıp, kimi boş zaman değerlendiriyor kimi zamanında ulaşamadıkları bilgi –becerileri ediniyorlar.
Burası, çocuk,engelli, yetişkin ve ihtiyarlar bölümleri ile tam bir rehabilitasyon merkezi..
Ancak konum o değil.
 26 Nisan 2009 günü  “Aile Merkezi”nde “23 Nisan haftası” nedeni ile miniklerin sergileyecekleri çeşitli etkinlikler oldu.
Değişik okullardan çocuklar hazırlandıkları konulardaki becerilerini izleyenlere sundular.
Guruplardan biri, sunum öncesi beklemek için “İhtiyarların” bilgisayar bölümüne daldılar.
Aman ne  gürültü.
Arkasından bir hanım geldi. Sesler azaldı.
O hanımın sesi ile derhal sesizlik başladı. Ve – konuşması- hareketleri ile öğretmenleri olduğunu kesine yakın kanaat sahibi kılan – hanımın “Bilgisayarlara kesinlikle el sürmeyeceksiniz” talimatı geldi.
El sürülse ne olacak ise?
O, çekti gitti.
Çocuklar, yine başladı konuşmaya, kaynaşmaya.
Bir birini duymak adına çıkardıkları sesler gürültü kapsamı içinde..
Hocaları geldiğinde, “çıt” yok.
Ve hocalarının bet sesi yine yankılandı:
-Ben bilgisayarlara el sürmeyeceksiniz dedim. Siz şifresini bile açmışsınız! Bir kere hocaları, çocuklara neden bilgisayarlara dokunmamaları gerektiğini izah bile etmedi. O, bazı çocukların bilgisayarlara ulaşmak için ne zahmet çektiklerini unutarak sadece kendi isteğini “dikte” edip, çekip gitti
Ve zannediyordu ki bilgisayarlar, şifreli. O, kilidi bilmeyen kullanamaz.Oysa internetle  istenilen yere  rahatça erişebilinecek kamuya açık bilgisayarlardı..
 
Çocukların kendi aralarındaki koşturma ve konuşmalarına baksanız sanki hep kendileri var.
Oysa hemen hepsi önlerindeki ekrana kilitli, hem de bırakın babalarını dedeleri- ebeleri yaşlarında en az 10 kişi oturuyordu.
Biraz önce hocaları gelince susan çocuklar için çeşitli meslek guruplarından saçları aklaşmış hemen hepsi 50 yaş üstü insanlar sanki “yok”.
Kimsenin umurunda değil.
Hepside kuşlar gibi özgür, cıvıl cıvıl.
Özgürlüklerini bütün serbestliği ile kana kana yaşamak adına çırpınıyorlar.
Biraz sonra birileri bir top balon ile geldi. Balona hücum eden çocuklar; elinde balon yumağı olanın çevresine toplanıp hep bir ağızdan aynı isteği avazları çıktığınca dile getirerek balon almak için çaba harcıyorlar.
Çocuklardan bir kaçına,”Hangi okuldan geldiniz. Ne yapacaksınız ?” şeklinde soru sordum.
Bağırıp çağırarak birbirleri ile iletişim kuran, top alabilmek için topluca ses çıkaranlar sanki kendilerine sorulmamış gibi suskunlar.
Bazılarının yüzü kızarıyor.  Ama sessizler.
Biraz önce ve sonra hep birlikte bağıran, çağıran onlar değil sanki
Toplu istek ve davranışta hep beraber hareket edenler, tek tek ilişkide yoklar
Tek başlarına davranışta sanki dilerini yutmuşlar.
Konuşabilenlerde kem küm ve suçlu gibi.
Yani toplu tepki ve eylemde; birlikte varlar.
Ancak ferdi işlerde; yoklar.
Topluluk içinde kaybolurken, bireysellikte, farklı olmak da sıfır çekiyorlar.
Bu tavırları, ilginç geldi. Onların kimilerine göre gürültüsüne aldırış etmeyen, anlayışla karşılayan. Ya da “Neme lazım?” tarzından ses çıkarmayanlar olduğu gibi müdahale edende olamadı değil.
Kilitlendiği bilgisayar ekranına sırtını dönen Mustafa Hoca:
-Susun. Bu kadar da olmaz. Bak insanlar var. Diye parladı. Aldıran kim. Çocuklar çocukça eylemlerine devam ettiler. Daha da sinirlendiği yüzünün rengine vuran Mustafa Hoca’nın:
-Biliyor musunuz? Bende öğretmenim! Demesi, çocukların çoğunun susamasına hatta yönlerini Mustafa hocaya çevirerek dikkat kesilmelerine yetti. Mustafa hoca, ancak bu şekilde söyleyebileceklerini söyleyebildi. Ve dahi “Bir zamanlar öğretmen olduğunu” onlara anlattı.. Bilgisayarlara kilitlenerek çevreyle ilgisini kesen ve kesmiş gibi olanlara, kendisini tanımayanlara eski bir “eğitimci olduğunu” bi hakkın öğretti. Ve de  Ben işte bunun için emekli oldum. Çünkü kimseyi dinlemiyorlar. Bırakın çocukları. Orada sus. Burada sus. Burada sus diyorlar. Bakın soru soruyoruz cevap bile veremiyorlar.
-Korkutmayın. Birazda rahat olsunlar dememiz üzerine:
-Bunlar eğitimsiz. Eğitmek lazım. Demez mi?
Mustafa hocanın “eğitilmemişler” sözüne itiraz ederek:
-Eğitim insana değil hayvana yakışır. İnsan bilgilendirilir. Eğitilen robotlaşır. Bu yönü ile de hayvana, eğitim verirsiz. Dedik.  Abdulkadir hocanın iki tarafı iştahlandırmasıyla tartışma sürdü. Mustafa hoca, hala insanın eğitilmesi gerektiğini söylüyor.
Peki bu eğitim ne idi?
Hocaları gelince  toptan susulan.
Otorite –hoca- gidince toptan farklılaşılan bir yapı neyin eseri?
Biz yıllarca sözde “eğitim“ veriyoruz.
İşte manzara ortada.
Bence insan eğitilmemeli.
Çünkü o bir nesne değil.
O, duyguları, aklı, muhakeme gücü, sezişleri olan diğer yaratıklardan farklı olan insan ve değişmez, değiştirilemez tabi kanun ve irade ile ortaya konduğu gibi eşrefi mahluk Yaratılmışların en üstünü, şereflisi İnsana bilgi verirsiniz. Öğretirsiniz. Kullanma, kabullenme, öğrendiklerini hayata geçirme kendine kalmış.
O, teklif edilmeye değer bir varlık. Dikte edilmeye değer değil. Eğitimde, belirli yönlendirme yapılarak eğitenin belirlediği bir kalıba sokma anlayışı vardır.Dikte etme-edilme vardır.
İnansın tek tipleştirilmesi.
Aynı düşünmesi.
Aynı hareket etmesi.
Aynı giymesi.
Aynı şeyleri tüketmesi.
Eğitenin amacına hizmet eder hale gelmesi.
Yani makine yada robotlaşması söz konusu.
Akıl yok. Mukayese yok..İtiraz ve eleştiri yok.
Eğitimcisinin insafına kalmış..Ne yöne salarsa salar.
Zira eğitim; en basit anlamıyla davranışları değiştirme sanatı. Yani bireyde eğitenin istendiği davranışların yerleşmesi, eğitimcisince olumsuz davranışların sonlandırılması amacıyla sürdürülen sistematik bir program. Eğitim; kişiyi aklı, duyguları ve davranışlarıyla bir bütün olarak ele alarak  bir oluşturma ve yönlendirme sürecine tabi tutar.
Öğretme, bilgi verme eğitimle aynı değil ki.
Onda teklif var.
Orada baştan kabul yok.
Eğitme bu anlamda insana değil ancak hayvana yakışır bir uygulama.
Ya da diktatoryalar da kalabalıkları şeflerin istediği kalıba sokma ameliyesi. Tıpkı bir zamanların değişmez, hatta “ebedi “sayılan  şeflerin;  Hitlerin, Musoloni’n, Lenin ve Stalin metodu ..Ve onlardan  şöyle böyle etkilenen diğer  çağdaşları diktatörlerin denemeleri, kimi kuruntularının tecrübe edilmesi..Ve de sömürge ülkelerinin her türlü varlığını  patronlarına peşkeş çekmenin  başka bir efsunlu  adı “eğitim”.
Ne eğitilene ne de eğitene faydası olmayan zorlamalar. Ama milletlere, insanlara çok şeyler kaybettiren sıkıntılar. Demokrasi ve çoğulculuk.. Hele hele insanı  “en kamil” yaratık gören anlayış, eğitmeyi, eğitilmeyi kabullenemez. Eğitim, az gelişmiş ülkelerin ve diktatoryaların efendileri adına  halklarına giydirdikleri deli gömlekleri. Ve yer yer zulme varan uygulama aracı.
Ülkemizde maarif bakanlığının eğitim bakanlığı şekline getirilmesi bile ilginç..
Zira eğitim, insanları belli amaç için yönlendirmek adına istenen kalıba sokma işi.
Oysa “marif “, “eğtimle”eş anlamlı bile değil.
Maarif: Tahsil ile elde edilen ilim, malûmat, bilgi.
Bu bilgilerle elde edilen kişinin isteğine, kabiliyetine göre şekillenen    “Maharet. Üstatlık. Hüner. Kültür” anlamına geliyor.
Bununla da iş bitmiyor.
İnsanın irfan sahibi de olması hoş.
İrfan sahibi olmak içinde illa tahsil gerekmiyor.
Çünkü İrfan;
Bilme, anlama,kültür, üterim, tecrübe ve zekadan ileri gelen zihni bir olgunluk, doygunluk.. Tasavvuf ve felsefe de ise evrenin sırlarını bilme gücü.
İnsanı eğitebilir, öğrettir, bilgi sahibi yapmak için yılarca tahsil hayatlarında çürütebilirsiniz, ancak o irfan sahibi olmayabilir. Çünkü sosyoloji, psikoloji, biyoloji ve sosyal antropoloji ilimlerinin tespitleri ile sabittir ki insan yalnız fizyolojik yapıdan ibaret değildir.
Hiç tahsil hayatı yaşamamış biri de pek ala irfan sahibi olabilir.
İlimde “bilmek” olmaz ise olmaz şart iken irfan da insanın kendi şart ve kabiliyetleri ile düşünüp, inceleyerek kazandığı bilmedir. İrfan sahipleri çok kere birbirinden, beslendikleri  kaynaklarda bile  habersiz oldukları halde insanlığı bir bütün olarak algılayıp insanlık değerlerine nerede olursa olsun duyarlı olmakla  ortak tavırlar gösterirler. Ariflerin irfanı marifet olarak meyvesini verir.Onlar eserden eser sahibine ulaşmak için mücadele ederler.
Kimi sosyal olaylar “bilimsellik” ya da “eğtim” kılıfı içinde üstü kapatılıyor.
Eğitimde; bilmek, farkına varmak yoktur. Verileni kabul esastır.
Bilmek de idrak olmazsa olmaz şarttır. Varlıkları ve oluşları bilmekle ilim olur.
Bazıları işin tekniğine, şekil şartının yerine getirilmesine bile bilim ve ilim desede bu yeter mi?
İşte ABD’den dünyaya dalga dalga yayılan ekonomik kriz..
ABD de ve diğer ülkelerde bunca ilim-bilim adamı. Teşkilatları..
Bilseler, önceden tedbir almazlar mı?
Muhasebe kayıtlarının nasıl yapılacağını yani hesap şartlarını bilim-ilim sananlar elbette yaşanan ekonomik krizi bilemezler.
Çünkü sosyal olayların çoğu bilimle- ilimle olmaz. Onlar yön ve şekil veremezler. Olsa olsa kudretle olabilir. İlimle ancak malum olan, var olan, olabilecekler açıklanabilir. Olmayan mümkün değil.
Çoğu da malumat ile bilgiyi eş koşar.
Oda ayrı bir şey.
Bilgide tenkit etme ve hükümler verme kabiliyetini inkişaf – geliştirme –ettirme esas iken eğitimde bu yoktur. Eğitimde sadece “kabu”l esastır. Bu anlamı ile aslında aklın askıya alınması yani insanın uyutma ve uyuşturma işidir.
Çok kere bilgi ve kültürü de aynı sayarız. İrfan yerine,”kültür” deriz.. Malumat kırıntılarını kültür zannederiz.
Oysa Fransızca bir kelime olan kültür; her hangi bir konuda kazanılan sistemli ve geniş bilgi demektir. İlim ve irfan, dolayısıyla kültür en anlamlı ifadesini bu kelimede bulur.
İrfan da; bilmek ve anlamak manaları olmakla birlikte, eğitim ve öğretimle elde edilemeyen gerçeği, sezerek idrak etme gücü de söz konusudur. Kültürde böyle bir durum yoktur.
 
Bu noktada Ömer Seyfettin'in öğretmen arkadaşlarıyla giriştiği “alim-arif “  tartışmasını hatırlamakta fayda var.
Ömer Seyfettin;  İkinci Dünya Harbi yıllarında öğretmendir. Bir ara öğretmenler odasında otururken,
Arkadaşlar, der, bu millet âlim değildir ama âriftir. Bu irfanı sayesinde pek çok şeyi okumuşlardan daha iyi sezer, fark eder ve bilir.
Arkadaşları itirazı basar:
-Olur mu öyle şey!  İlmi olmayanın irfânı mı olurmuş?., derler.
Harp yılları olduğu için de, iktisadî ve ticarî hayat durgun, yokluk ve sıkıntı had safhadadır. Şekersizlikten çaylar bile kuru üzümle, pekmezle içilmektedir. Bu durumu değerlendiren Ömer Seyfettin,
-Müjde arkadaşlar! der. Almanya'dan bilmem kaç ton şeker geliyormuş, çayları kuru üzümle içmekten kurtuluyoruz!
Bunu duyan öğretmenler, sevinçten yerlerinden fırlar ve bu haberi avuçlarını patlatırcasına alkışlarlar!
Ama o da ne? Tam bu esnada kapı önünde bulunan hademe de en ufak bir reaksiyon görülmemekte. Ömer Seyfettin bu defa hademeye döner ve;
-Sen niye sevinmiyorsun, şekere ihtiyacın yok mu? diye sorar.
Hademenin verdiği cevap arifanedir:
-Boş versene Bey'im, der, kel merhemi bulsa kendi başına sürecek! Almanya harp ediyor, düşünsene. Şekeri nerden bulup da bize gönderecek?
Bu cevap üzerine Ömer Seyfettin, irfandan mahrum olan arkadaşlarına dönerek,
-İşte der, beyler, âlimle ârifin, ilimle irfânın farkı. Ayrıca irfan’ın, tasavvufî yönü de vardır;  İlâhî bir feyiz olarak yada  belli alanlarda o konuya yoğunlaşarak; kâinata, hayat ve varlıklara ait birtakım sırlara vâkıf olup, bilme hasletidir.
Nasıl ki her sistematik programın olmazsa olmazları varsa elbette ki eğitim sisteminin de olmazsa olmazları var; disiplin bunun başında gelir.
Sonuç olarak insan duyarlılığının “özgür, kendisini ifade edebilen, kendini tanıyan, sorumluluk sahibi olan, görev bilinci gelişmiş, özgüveni yüksek, özsaygılı bireyler yetiştirmek için” eğitime değil bilgiye ihtiyacı vardır. İstenilen davranışa sevk edecek bilgiyi yükleyerek insanı robotlaştırmak bir milleti toplu davranışa itmek içinde mutlaka eğitilmesi gerek.
Hakim kültürler; birer zulüm kültürü haline gelmiş ve insanı insanlık dışı bir kültüre doğru itmektedir. Geri kalmış ülkelerin emrine girdikleri yada onlara şirin görünme sevdası ile azat kabul etmez yöneticileri, insanlarını onlara göre yetiştirmek için eğitmektedirler.
Sömürge ya da yarı sömürgelere bakın.
Efendileri gitse bile onlar efendilerinin izinde
Onlara göre eğitiliyorlar
Hatta birçok millet kendi dilinde değil efendilerinin dilinde resmi konuşmaları yaparak insanlarını o dilde eğitiyor.
Fakat eğitilenler nedense bir türlü efendilerinin seviyelerine çıkamıyor.
Ne Hint kıtası İngiltere seviyesinde.Ne de Cezayir, Raunda; o kadar eğitilmelerine rağmen Fransa seviyesine çıkabildi..
Türkiye, kendisine sınır dikte edenlerin arzularına göre yazısını, dilini, değerler sistemini değiştirdi, “Cumhuriyet projesi” yutturmacası ile insanımızı “batılı”ya uygun “eğitime” tabi tuttu.  Geldiğimiz   nokta ortada..
Siyasal yapılar da öyle.
Sömürgeciler, işgalciler, çekilirken, sözde “huzur bulmaları için” bir ev ödevi veriyor.
İlla “anayasa yapacaksınız. Yapın da görelim.. Ve bu şartlarda  ülkenizden çekilelim” diye.. Şimdi Irak’a getirilen “özgürlük ve demokrasi” gibi model dayatıyorlar.
Efendilerine göre hazırlanan anayasalar o milletlere, devletçiklere bir türlü huzur getirmiyor.
Oysa, mesela İngiltere’ye,; “Bize anayasa dayatıyorsunuz. Neden sizde anayasa yok. Bize illa seçimle gelen cumhuriyet diyorsunuz. Sizde mutlakıyete yakın meşrutiyet neden
Eski sömürgeler, bu tür soruları Belçika’ya, Hollanda’ya, İsveç’e.. sormuyor.Akıl bile edemiyor.
Onların istediği gibi seçim turları atıyoruz, onlar gibi demokratikleşmeyip “anayasal” bariyerlere çarpıyoruz.
Halk “hâkimiyeti” değil, birilerinin iradesi galip geliyor. Halkın seçtikleri “hakimlerin iradesine” tabi oluyor. Yoksa ”anayasal “engele takılarak  iktidara layık bulunmuyor..
Oysa her milletin milli hüviyeti,sosyal yapısı farklı olduğu gibi her insanda farklı yapıdadır.Farklı anlayıştadır.
Mesele;  farkı, kabul ederek farklılığı faydaya çevirmektir.
Milli Eğitim, maarif kelimesinin yanında çok cılız kalıyor
Sadece kanun zoruna dayanan tedbirlerle yapılan eğitim milletin hayrına sonuç vermiyor. Milletin irfanına,  mili kültürüne  saygılı  müspet ilimlerin iştirakiyle yürüyen bir maarif sisteminin varlığı ne kadarda gerekli..
Eski Yunan, görkemli medeniyetine rağmen “Site” dışındakileri insan saymıyordu. İnsanını “Köleler ve efendileri” diye ona göre eğitiyordu.
Romalılar buna benzer bir prensibi hukuk kaidesi olarak ortaya koymuşlardı. Güçlünün haklılığı prensibi..
Hrıstiyanlığın “tabiatı” inkâra kadar giden görüşüne tepki olarak doğan Rönesans’ta insanları zevk ve madde düşkünü olmaktan öteye götüremedi.
Aristokrasi yıkıldıysa da insanı yücelttiğini sanan “Hümanizm” insanlığı hüsrana götürdü. İnsanı, eşyayı tüm varlıkları amacına uygun “eğitmeye” kalkan “Marksist-Leninist- Maocu” sistemin hali ortada..
Mesela, Hikmet Sami Türk’e saldıran geç kız.?..
Veya  Bostancı’da onca teşkilatlı kuvvetlere karşı İstanbul’u savaş alanı haline getiren..
Tam “eğitimli” değil mi?
Eğitim, insana insani değerler katmaz belki de “eğiten” sahibinin –amacına hizmet adına- uzatacağı yağlı kemiğe kendini feda etme pahasına hayvanlaştırır.

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 17

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Özkan KARACA
Özkan KARACA HAYAT HİKAYESİ

GÜL BAHÇESİN DE

Bir ahu bakışın ömrümün kederine değer. Yüreğime kan sızarak akışın: Sevdamın; asil ferdine, asıl kendi adına olan...... değer. Özümü oyalayan, sözümü aralayan, ruhumu korlayan, izanımı zorlayan..! Hüzün sarsıntısı ile, yağmurların irademi örterek karanlığın bağrına sokulmuştum. İsmini dilimden düşürerek karanlığın bezi içersinde arıyordum. Başıma toplanan yıldızları avucumda topladım. Işık süzmeleriyle; yolumu tayin, ismini kaim ederek izlerle sürülüyordum... İsmini anı taşların altında buldum, dudaklarım çığlığın yankılı sesinde isminle duruldum. Seni kalbimin sandığını açarak sakladım. Benliğimi dikenliyen gül adı olan sen. Gül bahçesinde durdum. Karanlık içersinde kan akışı gibi hafakan basan, ızdırab yükleyen güllerin gözlerime kan boşaltan renkleri. İsminle haykırdım, yapraklar savruldu. Hazin bahçenin boğucu oltasında hafakanlar bastı, gölgen kırılan dimağımda taştı. Bir yandan güllerin kanlı bakışı üzerime hücum eder, bin andan günlerin derdi yüreğimi ezer. Anların resminde yansıyan cismin alnıma yerleşti, izlerin sesinde fısıldanan ismin canıma yerleşti. Gözlerimin acı boğultusunda sen, gönlümün sancı kavruluşunda sen. Güllerin yapraklarını rüyalarına sokuyorum. Günlerin şanlı adresinde ve merkezinde konumlanan sana taze gül gönderiyorum. Şiirlerimin bestesi seninle çalıyor, acı melodilerin yakarışı seni çalıyor. Yüreğimin esareti senin adınla kelepçeleniyor.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

   18

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Özkan KARACA

Özkan KARACA HAYAT HİKAYESİ

KARACA AHMET'TE Kİ VESİKALIK
 
Gözlerime topraktan sürme çekildi
Dudaklarıma taşların telaşında mim gerildi
Selvilerin gölgesinde, tarihin göbeğinde
Yüreğimin tenine hüzün yeli serildi
Karacahmet'in takibinde ruh torbaları
Ensemin damarına devrildi
 
Mermer köşeli yüzü
Ceset döşeli yükü
Toprak köseli teli
Anılarla yüzleşmiş seli
Akar hazin kuyuların duruluğuna
 
Saatler, elimde hovardaca kaçan
Çöllerin kuruluğuna ayak vuran deli
 
Bir vesikalık buldum
Karacaahmet'in ölüm evrakında dürülen filesinde
 
Anların mengenesinde sıkışmış
Hayatın yaşlılığında gerilerde sıkılmış
Alınların penceresine karanlık boya yıkılmış
1960 yılında kalan er kişi vesikası
toprağın tabağına gömülen yakamoz
bedenini çürüttü...
 
Dudaklarında hafif tebessüm,
Ufukların avucuna uzanan tezekkür bakışlarında,
yürek seferi vardı, kafanın kürek eseri sardı...
Kıvırcık saçları maviyi ve maziyi kaç kere yaladı
Yorgun gözleri kimbilir hangi kaldırımları kamcıladı
Bilinmez, dostlarının şahitliğinde hatıralarla yaslandı
 
Bu yüze ölümü sordum
Kendisinden kaçınılmaz vuslatın ağırlığını duydum
Ruhumun savrulan sağırlığında
toprak yüküne eğildim
Kara toprağın kelepçesinde teslim...
 
Bir vesikalık fotoğraf
Bin anın ininde aklıma yatalak
Elimde ki benim vesikalığım olsa
Geleğin izinde donan yüzle
Mezarlığa ayna...

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

  19

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Özkan KARACA

Özkan KARACA HAYAT HİKAYESİ

   GÜN BATIMI...
 
Gecenin mezarında alnımı kemiren anılar
Düşler yurdunun bulutlarını parçalayarak kaçar
İzbe duvarların hicranında nefes olarak bakar
Kafa hatırasının defteri soluk kalarak rüyalara yatar
 
Yitip giden zamanların toprağı çöktü
Küskün bulutların özlemi yağmurunu döktü
 
Gün batımı güneşin kanlı gözleri
Gün yakıtı hayatın sıcak şefkati
 
Gün batıyor, gün doğuyor
Zamanlar suya yazılarak kaybolur
Bulutlar başımızda taç olarak
hatıralar kuma kazılarak yok olur
Ufuklar ötesine taş adımı uzatacak
Gün batımı,
Gün yakıtı...

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

  20

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Selma GÜRSEL

Selma GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ

CILBIR

MALZEMESİ: 3-4 porsiyon için,400 gram kuru soğan,250 gram koyun kıyması,3 yumurta,50 gram tereyağı,2 domates,2 adet sivri biber,isteğe göre kırmızı pul biber,tuz.4 su bardağı su.
Soğanlar kabuklarından soyulur ve doğranarak bir tencereye konulur.
50 gram tereyağı yada margarin soğanların üzerine konarak tencere ateşe konulur.
Yağ eriyip,soğanlar biraz ölünce üzerine kıyma konularak istenildiği kadar tuz ilave edilir.
Soğanlar ölünceye kadar önceden yıkanan domates ve biber doğranır.
Kıymalar haşlanınca doğranmış olan domates ve biberi tencereye konularak üzerine yumurtalar kırılır üzerine istenildiği kadar pul biber konulur.
Kıymalar haşlanınca doğranmış olan domates ve biberi tencereye konularak üzerine yumurtalar kırılır üzerine istenildiği kadar pul biber konulur.
Bu karışım güzelce ateşte karıştırılır. Karıştırılan bu yemeğin üzerine 4 su bardağı soğuk su ilave edilir,tuzu istediğiniz kadar ayarlanır.
Kısık ateşte çılbır yarım saat kadar pişirildikten sonra sıcak olarak servis yapılır.

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 21

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Serkan ÖKÇE
Serkan ÖKÇE HAYAT HİKAYESİ
DARGINIM KENDİME
 
Dargınım kendime
Artık gitmiyorum
O gittiğimiz yerlere
Ve ben uyuyamıyorum
Sen gittin diye...
Sanki eksiğim,
Sanki bir şeyleri unutmuş gibiyim...
Selamı kestim;
Yüzüme bile bakmıyorum...
Teamülüm yok kendime
Görürsen eğer beni şaşırma
Kapında bir gece...

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 22

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Serkan ÖKÇE
Serkan ÖKÇE HAYAT HİKAYESİ
ÇOCUK KALALIM
 
Bakma gözlerime öyle
Bir ömür boyu bakmayacaksan eğer
Tutma ellerimi
Hiç tutma…
Bırakıp gideceksen eğer
 
Sevdiğini söyleme
Bir gün keşke diyeceksen
Gülme yüzüme
Hiç gülme…
Bir gün tüm güllerini toplayıp gideceksen
 
Penceredeki çiçekleri sularken
Yıldızları göremeyeceksen
Beni gördüğünde yolunu çevireceksen eğer
Al oyuncaklarını, uzakta oyna
Büyüyünce beni unutacaksan eğer
 
Bırak çocuk kalalım
Körebe oynarız
Kırlarda çiçek toplar,
Kuzularla koşarız
 
Bırak bizi
Çocuk kalalım
Bırak bizi zaman
Eğer büyüyünce ayıracaksan…

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 23

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Üzeyir Lokman ÇAYCI

Üzeyir Lokman ÇAYCI HAYAT HİKAYESİ

GÜL ÇIKMAZI SOKAĞI
 
Kıskıvrak acılar saracak düşlerini
Dinle artık denizi
Gördüklerince.
Güneşin doldurduğu mavilikler var ya
Acılar orada uyurken
El ele
Günah taşıyacak geceler...
Göğü içecek gözlerin
Dayanamayacaksın
Gül Çıkmazı Sokağı’nda
Bir kayboluşun uğultusuna.
 
Şiirler suskun olacak orada
Şarkılar ağlatacak seni
Kadehler kırılacak ellerinde
Düşünemeyeceksin
Ve sonra... bil ki
Bir daha Gül Çıkmazı Sokağı’nda
Göremeyeceksin beni...

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 24

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Üzeyir Lokman ÇAYCI

Üzeyir Lokman ÇAYCI HAYAT HİKAYESİ

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR
 
 Hukuka, Yasalara, Telif  ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir.
Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM

09. SAYI FİKİR DERGİSİ NE GİTMEK İÇİN TIKLAYINIZ 01/06/2009