DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

 

 
İÇİNDEKİLER
Mahmut Selim GÜRSEL TAKDİM
Hayat Hikayesi
YÜZYILIN FELAKETİNİ YASADIM
ALLAH KORKUSU
SİZ HİÇ TURİST OLDUNUZ MU?
GENÇLİK PROBLEMLERİ VE İDEAL GENÇLİK
EKONOMİK GİBİ GÖRÜNEN
FESTİVALİN ARDINDAN AT YARIŞLARI HAKKINDA
BİRLEŞMEŞ MİLLETLER AMERİKA’YI NE ZAMAN DENETLEYECEK
ÇORUM'DAN İSMET ÖZEL GEÇTİ !!,
EŞREF-İ MAHLÛKAT
KOMPLEKS=KİBİR
HİTİTLER BİZİM NEYİMİZ OLUYOR?
ŞEYTAN VE SİYASET
HAYIRLI BİR SEYAHAT
ÇENESİZLER SERAMİK
AS KAPLO
ÇOPİKAS
ÇORUM YUMURTA
ENSAR DERSHANESİ
LANGUAGE CENTRE
MURATHAN KOLEJİ
KRİSTAL ŞEKER
ANADOLU ŞEKER
SÜREÇ KİTAP KULÜBÜN VE DERNEĞİ
YENİ BOYUT

 

 
Çalışma TELİF ESERİDİR izin almadan kullanmayınız!
Hazırlayan Mahmut Selim GÜRSEL
corumlu2000@gmail.com
Sitemiz ve yazarlarımız;hukuka, yasalara, telif haklarına ve kişilik haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir.

 01

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

KİTAP ismi  Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

TAKDİM           

Bir kitabın doğması, o kitabı yazmaya kalkan kişinin amacına ve bilgi birikimine göre değerlendirilmesi uygun olarak görülmelidir.

            Elinizde bulunan bu çalışmanın sizlere ulaşması için günlerini veren bu çabası için şükranlarımı sunarken, bu çalışmada da benim ufacık bir katkımın da bulunması beni bahtiyar etmiştir.

            Bu çalışma ile sizlerde bazı bilgileri edinmiş ve faydalanmış olarak uzun yılların birikimlerinden aydınlanacağınızı göreceksiniz.

            Bilgi; yazılmadıkça kaybolmaya açık birikimlerdir. Her insan bir kitaptır; onu okumamız gereklidir.

            Tanımadığımız ve anlamadığımız kişiler hakkında nasıl kararlar veremezsek; bir çalışmayı da incelemeden, okumadan karar veremeyiz. 

Mahmut Selim GÜRSEL  

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 02

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Zekai İŞLER

1956 yılında Osmancık'ta doğdum. İlk ve orta okulu Merzifon'da,liseyi (İML) Çorum'da bitirdim. İmam Hatip Neslinin idealizmine sahip bir kimseyim.Yüksek öğrenimimi İlahiyat alanında yaptım.
1980 yılından itibaren Çorum, Kahramanmaraş,ve Kocaeli'nde çeşitli lise,imam hatip lisesi,ticaret lisesi ve ilköğretim  okullarında öğretmenlik yaptım. 
Sporla aktif olarak ilgilendim. Voleybol oynadım. Futbol ve voleybol hakemliği yaptım. Kros çalıştım. 6000 metre Türkiye Kros Müsabakalarına katıldım. Güzel sanatlara ilgi duyarım. Eski sanatlarımızdan Hat Sanatı sevdiğim bir daldır. Tiyatro ile özel olarak uğraştım. Çalıştığım lisede (Karamürsel Lisesi) ahşap Konak,Ah Şu Gençler ve Aile Bağları isimli üç önemli eseri sahneye koydum. Yönetmen olarak Ahşap Konak oyunu ile “Jüri Özel Ödülü” aldım. 
 Sivil toplum örgütleriyle yakından ilgilendim. Demokrasi kültürünün gelişmesinde; vakıf,dernek,klüp gibi kuruluşlara önemli görevler düştüğüne olan inancım beni daime bu kuruluşlarda faal (aktif) olmaya zorladı. 
Cemiyeti ve 2002'de Halen Ensar Vakfı ile devam ediyor. Bu kurumlarda üye,yönetim kurulu üyeliği ve başkan olarak ülkemizin gençliğine eğitim yoluyla ,fakir insanlarımıza da maddi olarak hizmet etmeye çalıştım. 
Bu tür kuruluşları ve buradaki hizmetleri çok önemsiyorum.  Şu an faal olarak öğretmenlik mesleğine devam ediyorum. Emeklilik dönemine kadar resmi olarak,emeklilikten sonra da fahri olarak eğitim faaliyetlerine devam edeceğim.  Hedefim iyi,faydalı ve verimli insan yetiştirmektir. İnsana yatırımın her şeyden önemli olduğuna inanıyorum. Bütün bunlara ilaveten de Çorumlu 2000 Dergisinde fırsat buldukça yazıyorum. Doğru olduğuna inandığım düşünceleri insanlarla paylaşmak istiyorum. 
Dergiye emek veren bütün dostlara saygılar sunuyorum. Yayınevimizin basılmış ve sanal yayınlanmış dergilerinde karikatürleri  bulunmaktadır

 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 03

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

YÜZYILIN FELAKETİNİ YASADIM
         Her şey;17 Ağustos 1999 Salı gecesi saat 3'ü 2 dakika geçtiği bir anda aniden başladı. İnsanı derinden etkileyen, korkutan uğultulu bir ses ve büyük bir sarsıntıyla birlikte derin uykularımızdan uyandırıldık.
Daha sonraları "Yüzyılın Felaketi" kabul edilen ve 45 saniye süren yer sarsıntısı bir bölgeyi yerle bir etmişti.
7.4 şiddetindeki depremi Kur'an-ı Kerim'in yedinci sure
sinin dördüncü ayetinde şöyle anlatıyor:
         "Araf Suresi 7 -4. Ayet nice memleketler var ki biz onları helâk ettik. Azabımız onlara gece leyin yahut gündüz istirahat ederlerken geldi."
         Yüce Kitabın söz konusu ettiği "Helâk ettik " ifadesi şüphesiz ki; "hikmeti" tam bilinemeyecek bir muammadır. Anlam itibariyle hem geçmişi, hem de geleceği içine almaktadır. Çünkü "Kitab'ın" mesajı herhangi bir zaman dilimiyle sınırlanamaz.  Aksine çağlar üstü özelliğe sahiptir. Yani; tüm zamanlara yöneliktir. Nuh Kavmi, Semud Kavmi tarihte nasıl helâk olmuşsa, günümüzde ya da gelecekte herhangi bir kavim de böyle "helâk" olabilir.  Gölcük'te ve diğer beldelerde depremi yaşayan insanların zihinlerinde artık bir  "helâk olma" olgusu yatmaktadır. Tarihi yazanlar bunu böylece "tarihe geçmek" durumundadırlar, bundan sonra hiçbir olay ya da kimse   " helâk olduğumuzun" gerçeğini bizim zihnimizden silip atamaz.
         Bizler; Kur'an-ın haber verdiği bu şiddete gece uyurken yakalandık. Bir insanın duyabileceği, hissedebileceği en büyük "korku" ile saniyelerce sallandık. Zamanın izafi olduğunu söyleyen Einstein (Aynştayn) çok haklıydı. Çünkü 45 saniye, bir asır kadar uzundu.
         Aman Allah'ım! Ne dehşet şeydi o öyle! Koca bina önce yukarı zıplıyor, sonra da sağa-sola doğru yatıp kalkıyordu. Dışarıdaki ses bazen bir patlamaya, bazen kuvvetli bir rüzgârın uğultusuna benziyordu.  Hayır! Kesinlikle bu ses benzeri olmayan korkunç bir sesti.  Semud Kavmini "kuru otlara" döndüren sayha  (çığlık) böyle bir şey miydi acaba?
         Şüphesiz bu olayın maddi-fiziki boyutu da Gözden uzak tutulmamalıdır. Fay hattı üzerine eksik malzeme ile yapılan evler, mimari hatalar, teknik bilgisizlikler ve de daha vahimi; aç gözlülükler, ihtiraslar... Üç kat izin verilen yerlere kitabına uydurulup beş kat çıkmalar vb. vb...
Sarsılmayla uyanır uyanmaz bir yere kıpırdamamız veya kaçmamız mümkün olmadı. Şiddetin büyüklüğü hareket kabiliyetimizi kısıtlamıştı. Fakat korkuyla beraber bilincimiz yerindeydi.  Bu gürültülü sarsıntı olsa olsa "Kıyamet" olabilirdi. Zaten daha sonraki günlerde hiç kimse bu olaya "deprem" değil de  "sanki kıyamet koptu"  diyerek ifade etmeyi tercih etti. Bu kavram belki de hadisenin büyüklüğüne uygun düşüyordu.  Çünkü; bölge insanlarının hayatları boyunca şahit oldukları en şiddetli, en büyük olay şüphesiz ki 17 Ağustos 1999 depremiydi.
         Depremden sonra korkunun üzerimizde oluşturduğu motivasyon ile o kadar hızlı hareket ettik ki; 45 saniyede bitirdiğimiz üç adet Kelime-i Şahadetten bile hızlıydık. Sanırım 3-5 dakika içinde hemen herkes sokakta yerini almış ve süratle evlerini boşaltmıştı.
         İlk şaşkınlıktan sonra, bağırma, çağırma ve çığlıklar bitince etrafı derin bir sessizlik ve endişeli bir sükûnet aldı.
         Ne olmuştu?
         Bundan sonra ne olacaktı?
         O anda elimizde kalan belliydi; Korku, endişe, panik, enkaz ve yokluk!
.        Sonrasını kestirmek o an için güçtü. Sadece derin bir teslimiyet içinde:
         "Görelim Mevlâ neyler..." Diyorduk.... 
         Türkiye'miz; genç nüfusu ve hareketli tartışmaları ile canlı- kanlı (dinamik) bir ülkedir.  Hemen istinasız her konuda insanlar tartışmalar içine girecek birbiriyle zıtlaşırlar.
         Deprem konusu da böyle oldu. Kimileri olayın bütünüyle dini yorumunu yaparken, bazıları da fay hattına takılıp kaldılar. Müteahhitler de işin "sosu" oldu.
Hâlbuki kozmik âlemde her olay oldukça karmaşıktır. Ne gariptir ki; hiç kimse, bu olayın sosyal ya da ilâhi boyutlu olabilir mi?  Diye sormadı. Sormaya kalkanlar da bir şekilde paylarını aldılar. Peki, bir olaya farklı açılardan bakılması normal değil mi? Pekâlâ jeologlar fay hattından, inşaat mühendisleri binaların yapım teknikleri ve hataları yönünden, Belediye yetkilileri müteahhitler açısından, din âlimleri de Allah'ın "Âlemlerin Rabb'i" oluşu, yani; yerlerin ve göklerin sahibi ve hâkimi olması sebebiyle "Allah'ın arzında" meydana gelen her hadisenin O'nun bilgisi dışında olmayacağı, fikrinden hareket ederek değerlendirebilirler.
         Her türlü olaya, soğukkanlı bir şekil de ve mümkün olduğu kadar geniş açıdan bakmak faydalıdır.
         Biz depremin oluşundan itibaren bu tür değerlendirmeleri dinleyerek, okuyarak şaşkına düştük. Halen süren bu tartışmaları hatırlayıp yorumunu sizlere bırakırken ben hatıralarıma dönmek istiyorum.
         Depremin oluşundan itibaren 3-5 dakika içinde istinasız herkes bizim apartman dışarı çıkmıştı.  Bir anda yollar, kaldırımlar insan seline dönüştü.
         Biz evimizin tam karşısındaki kaldırıma yerleştik. Bizim evler ile karşı evler arasında genişçe yol ve yeşil bir alan bulunuyordu. Yaklaşık 25-30 metrelik bir mesafe olduğundan oturduğumuz yer güvenli sayılırdı. Bütün komşular çok yakın oturuyorduk. Bazı durumları sonradan düşündüm. Galiba korkunun oluşturduğu bir içgüdüyle yakın duruyorduk.
         10-15 metre uzaklıktan ve tam karşıdan evimizi seyrettiğimizde binanın her tarafı iyice çatladığını, fakat yıkılmadığını gördük. O anda herkes herhalde aynı şeyi düşünüyordu.   Yıllardır içinde yaşadığımız, acı- tatlı günlerimizin geçtiği, çocuklarımızı büyüttüğümüz ve dostlarımızı misafir ettiğimiz evimiz bize o kadar yabancıydı ki; onu acı bir tebessümle seyretmek ten başka elimizden bir şey gelmiyordu.
         Kaldırımda üşümemize rağmen, beton üzerinde oturuyor fakat battaniye, kilim gibi şeyleri almak için evlerimize giremiyorduk. Hadi benim dairem dördüncü kattaydı, lakin zemin katta oturan komşum bile evine girmiyordu.
Bu duygular hızla zihnimizden geçerken hemen yanımızdaki apartmandan insan çığlıkları geliyordu. Gerçi hala ortalık karanlık olduğu için olup biteni iyi seçemiyorduk. Biz erkekler ani bir merakla çocukları ve kadınları bırakıp, yanımızdaki apartmana koştuk. O anda yakından gördük ki; 5 katlı ev 4 kat olmuş. Zemin kat tamamen çökmüş, bina yıkıldı, yıkılacak vaziyette yan duruyor. Tehlike içindeki binadan büyük bir gayretle insanlar boşaltıldı. Onlarda evlerin karşısında kaldırıma toplandılar.
         Bu arada herkes çöken iki dairede insan olup olmadığını soruyordu. Ev sahibi bir dairenin boş olduğunu, kiracılarının tatile gittiğini, fakat karşı dairede 5 kişilik bir ailenin evde olduğunu söyledi. (Şeref hoca)
         Heyecan, telaş ve karanlık, biraz da (aslında çokça) komşuluk ilişkilerinin zayıflığı sebebiyle içeride insanların bulunduğunu anlamamız gecikmişti. Hemen evin etrafına dolaştık. İçeriden sesler geliyordu.
             -İmdat!... Kurtarın bizi!...  Lakin kimsenin bir şey yapması mümkün değildi. Elimizde ne balyoz, ne de demir kesici vardı. Hatta bir çakı bıçağımız bile yoktu. Evlere de giremiyorduk. Doğrusu çok zavallı bir haldeydik. Çaresizlikten da ha kötü bir duygu yoktur her halde. O an öyle düşünüyordum.
         Yardım için gerekli araç- gereç temin edilmediği için sokak sakinlerinin telaşı, oraya- buraya koşuşmalara devam ederken, başka semtten de gelenler oluyordu. Bunların içinden elinde küçük bir balyozla gelen Yusuf isimli genç hepimizi harekete geçirdi:
          - Açılın, toprakları kazın, betonları atın, biriniz hastaneye haber versin, kurtarıcı çağırın! Filan diyordu. Bu arada duvarı kırmaya başlamıştı. Herhalde bir saat falan uğraştı, ama bir arpa boyu yol alınamadı.  Yaklaşık olarak olaydan iki saat sonra bir kurtarıcı geldi. Bahçeyi kazarak bodrumdan girmeyi denedik olmadı. Sonra yan duvar kırıldı ve açılan delikten bir insanın zor sığabileceği bu delikten evin 16 yaşındaki erkek çocuğu çıkarıldı. Çocuk kan-ter içinde, toz toprağa bulaşmış haliyle elleri ve yüzü mosmor kesilmişti. Delikanlının enkazdan çıkması hepimizi o kadar mutlu etmişti ki, o sevinci anlatmam imkânsız.  Bir anda herkes coşkulu bir alkış tufanı oluştu. Herkes sevincini alkışlarla dışa vurmuştu, orada müthiş; coşkulu bir gürültü vardı. Çocuk anne, baba ve kardeşlerini soruyordu. Onlarında kurtulduğu söylenerek bir arabayla alelacele hastaneye gönderildi. Sonra diğerlerini bulmaya yöneldik. Geride 4 kişi kalmıştı. Fakat ne yazık ki; evdeki diğer insanlara ulaşılamadı. Teknik imkânsızlıklar ile bu konudaki bilgisizliğimiz sebebiyle bir öğretmen hanımı ve 13 ile 19 yaşındaki iki kızı gözümüzün önünde, bağıra, bağıra ölüp gittiler.
         İlk moral bozucu olay buydu. Çalışmalar 3 saat sürmüştü, bir özel kurtarıcı ile çevredeki halkın gayreti dışında hiçbir resmi yardım almamıştık. Etraf derin bir sessizlik kapladı. Herkes bulunduğu yere yığılmış kalmıştı. Sessizlik bir hayli sürdü...   Bundan sonra yaşayacağımız yüzlerce "sükûtu hayalden" sadece biriydi bu sessizlik.                          
PETKİM YANIYOR   
         Çaresizliğin kahredici ıstırabını ilk dört saatte iliklerimize kadar hissettik. Sabahın ilk ışıklarıyla beraber umutsuzluk daha da arttı.
         Her gün yapmaya alıştığımız sıradan, rutin şeyler bizim için lüks olmaya başlamıştı. Mesela; bakkaldan ekmek, süt, gazete gibi şeyleri bulamaz olmuştuk. Ayrıca elektrikler kesilmiş, su boruları patlamış, umumi tuvaletler 2 -3 saat içinde dolarak pislik ve kokudan içine girilemez hale gelmişti.
         Çevrede olup biteni anlamak için hem şehrim Öğretmen Muammer Aksoy ile yaklaşık iki saat süren bir şehir turu yaptık.
Bizim evden ayrılıp, 400 metre ilerideki çok katlı ve çok daireli bir apartmanın tamamen çöktüğünü, adeta, yerle bir olduğunu görünce işin vahametini anlamaya başladım.
         Yıkıntıya bakarken aklıma deprem konusundaki bilgilerimizin yanlışlığı geldi. Ben; binaların temellerinden oynayarak yan yatacağını düşünüyordum, hâlbuki öyle olmadı. Çoğunlukla binalar birinci katlardaki kolonların kırılmasıyla yıkıldı.
         Altında geniş iş yeri ve asmakatlı dükkânı bulunan binalar ise depremde yıkılma önceliği olan binalar olarak gözlemledim. Yan yatan binalar olmakla birlikte, genelde binaların ağırlık merkezine doğru, aynı istikamette çöktüğüne şahit oldum. Bütün duvarları dağılan, kolonları kırılan bina adeta " tost" gibi olu yordu yani altında ve üstünde kırılmamış bütün tabliyeler, ortasında ise kapılar, pencereler, duvarlar, eşyalar ve insanlar neler varsa.
         Böyle yıkılan binalardaki en şanslı kişileri şüphesiz ki en üstte oturanlar oluyordu.
         Benim gördüğüm ve hikâyesini ikinci bölümde anlattığım ilk enkaz evime 10 metre mesafedeki komşumun eviydi. Lakin 400 metre aşağıdaki bu gördüğüm enkaz korkunçtu. Koca bina hiçbir sağlam yeri kalmamacasına toz toprak yığını olmuştu. Enkaz üzerinde iki askeri araçla gelmiş yaklaşık 60 kadar "asker " vardı. Ellerinde kazma, kürek ha bire çalışıyorlardı.  Bina çevresinde ise, enkaz altında kalanların yakınları büyük bir acıyla ah-ü fi-gan ediyorlardı ki; yürek dayanası değil.      
         Hemen içimizden yardım isteği belirmesine rağmen; "ne yapabiliriz" sorusu kursağımızda kaldı. Çünkü enkazın çevresini tutmuş olan askerler kimseyi içeri salmıyordu. Bu durum tamamen diğer arkadaşlarının rahat çalışabilmesi içindi. Bir müddet seyrettik. Toz toprak ve acılarımız birbirine karışıyordu. Tanıdıklarımızı teselli ediyor "İnşallah kurtulurlar" diye duada bulunuyorduk.
         Bir arkadaşım hıçkırıklarla ağlayarak bacanağı olan Öğretmen Faruk Beyin, kendisi, eşi ve üç kızı ile birlikte enkaz altında kaldığını söylüyordu. Bir başkası; anneannesinin evde olduğunu, bir diğeri ise; bir hafta sonra gelin olacak kız kardeşinin bulunduğunu, umutsuzca anlatıyordu.
         Hikâyeler böyle uzayıp giderken elden gelen bir şeyin olmaması hepimizi toptan kahrediyordu. Bir şey dikkatimi çekti o an,"U-MUT". İhsanda hiç yok olmuyordu. "Umut", acının ve felaketin büyüklüğüyle eş değer sanki. Enkaz ne kadar kötüyse, o kadar da insanlara ulaşacağınızı hayal ediyorsunuz. Bu durumdayken umutsuzluk değil, elimizde bir aletin bulunmaması sizi kahrediyor. Yeterli alet-edevat bulunsa sanki bütün insanları bir bir toplayacaksınız enkaz altından.
         Ama olmuyor işte... Kahrolası çaresizlikten başka elinizden bir şey gelmiyor.
         O anı tekrar yaşarken, depremden etkilenerek görüp duyduklarını "yaşam kavgası"  başlıklı bir şiirle dile getiren öğrencim; Gamze Kuru'nun mısraları aklıma geliyor:
         "Evsiz, barksız olanların,
         Anasız, babasız kalanların,
         Yaşam kavgası verenlerin,
         Sorarım hali ne olacak ?"
         Evet: "ne olacak bu insanlar?" 17 Ağustos üzerinden neredeyse 8 ay geçmesine rağmen soru güncelliğini koruyor.
         Bir başka öğrencim Bahar Sapancı'nın bana ulaştırdığı anlamlı şiiri ise başka bir sorunu gündeme getiriyor:
         "Sabah kalktım ki;
         İnsanların bazıları evlerin altında,
         Acı içinde bağırıyor, dışarıdakiler,
         Nasıl dayanır insanın içi buna,
         Nerede Kızılay, nerede söyleyin bana?”
         Bu düşünceler içinde, yapacağımız bir şey olmadığı için yolumuza devam ettik. Sanki her durak, her istasyon katar katar acı ve ıstırap dolu idi. Üzüntümüz daha da arttı. Bu arada denize varmıştık. Her zaman gezip, temiz hava aldığımız, bize yaşamanın zevkini tattıran parklar, çay bahçeleri ve yaya yolları bulunan güzel sahilimiz perişan haldeydi. Yerler çatlamış, kaldırımlar bozulmuş, daha önce denizden çalınan dolgu alanların hemen tamamı tekrar denize karışmıştı. Büyükler: "Deniz verdiğini geri aldı" diyorlardı.
         O güzelim parklar, çay bahçeleri ve bayramlarda kullanılan geniş tören alanı, bir kısmı denize karışmış halde tamamen bozulmuştu.  Hatta at üzerindeki kocaman ATATÜRK HEYKELİ bile, kaidesiyle birlikte yarı yatmış şekilde denizin içindeydi.
         Biraz daha ilerleyip buruna geldiğimizde daha korkunç bir manzarayla karşılaştık. İzmit-Derince arasında bulunan PETKİM tesisleri alev, alev yanıyordu. Sabahtan itibaren havada bir bulanıklık görüyorduk, fakat Petkim'in yanacağı aklımıza gelmemişti. Bu arada olup-biteni, herhangi bir iletişim aracından istifade edemediğimiz için ancak gözümüzle görünce anlayabiliyorduk.
         Oldukça uzak olmasına rağmen, Cehennem gibi alevler insanı ürkütüyordu. Hele çıkan dumanlar güneşin parlaklığına bile engel oluyordu.
         Sahilden tekrar ilçe merkezine doğru yürümeye başladık. Tanıdığımız dost ve arkadaşların evlerine bakıyorduk.  Evler sağlam bazıları yıkık olabiliyor, fakat ortada kimseyi göremiyorduk.  Herkes telaşla açık alanlara gittiği için biz harabeler arasında kâbus yaşı-yorduk.    
         Bu arada rastladığımız AKSA'da işçi olarak çalışan eski bir komşumuz; DİNÇKÖK'LERİN Elyaf  ve Kimya Fabrikaları  olan  AKSA ve AK-KİM'de gaz tanklarının yerinden oynadığını ve  tanklardan sızan gazların Altınova-Karamürsel istikametinde   yayıldığını, bazı köylerinde boşaltıldığını söylemez mi?
         Bir tarafta Cehennem ateşi, öte tarafta zehirli gaz ve her tarafta enkaz...
         Gel de ölme!
         Yine Gamze’yi hatırladım: "Ne olacak bu insanların hali? " diye düşündüm. 
PETKİM'deki petrol tanklarından birinin alev alev yanışını Karamürsel sahillerinden seyrettikten sonra elemli gözlerle evin yolunu tuttuk. Etrafı kuşatan sisli-puslu hava içimizi karatmaya devam ediyordu. Evden ayrılalı yaklaşık olarak iki saat geçmişti. Doğrusu gece üçten beri ayaktaydık ve karnımızda iyice acıkmıştı.
Yol arkadaşım M. Aksoy ile sahildeki lokantaların birine oturup pide yedikten sonra yola koyulduk.
         Yolun üzerindeki her yıkıntının yanında durup; "olmaz böyle şey..." diyerek aklımızın almadığı bu azim kuvvet karşısında; "Allah-Allah..."  Diyerek hayretimizi ifade edip, o muhteşem gücün asıl sahibini hatırlıyorduk.
         Bizim o zamanki halimizi gözleyen birisi kelimenin tam anlamıyla "ruhsal bir çöküntü" içinde olduğumuz hükmüne varabilirdi. Yani; bir nevi canlı enkaz gibiydik.        
         Yıllardır üzerinden gelip geçtiğimiz beton yollar, kaldırımlar adeta mukavva bir kutu gibi bükülmüş, kırılmış haliyle moralimizi bozu yordu. Uzayıp giden çatlaklar bizi de bir yere alıp götürüyordu.  Önümüzdeki çatlakların enerjinin boşaldığı "Fay Hatları" olduğunu düşünüyorduk.
         Yoldan giderken tanıdığımız herkese: "geçmiş olsun, bir zararınız var mı?" diye soruyorduk. 17 Ağustosu takip eden 2-3 ay içinde bu cümleyi kaç kez tekrarladığımızı Allah bilir. Bazen de cümlenin sonuna "ölen- yiten var mı?" diye ekliyorduk.
         Baştan beri bu olaylarda beni kahreden çaresizlikler olmuştur. Yine öyle oldu. Yolumuz üzerindeki yıkıntıların etrafında umutsuzca çabalayan insanları gördükçe "Ah ulan ah!!!" demekten başka bir şey gelmiyordu elimizden ve ben kahroluyordum bu yoksunluk tan dolayı. Aslında böyle eli kolu bağlı olmak, bir şey yapamamakla benim yapıma, karakterime aykırı bir durumdu.  Mutlaka bir şeyler yapmalıydım, işe yaramam gerekiyordu. Aksi halde vicdan azabı çekebilirim diye düşünürken, ilçe merkezine kadar geldiğimizi fark ettim. Burada yol arkadaşım M. Aksoy'dan ayrılıp bizim mahalleye giden bir başka arkadaşın arabasıyla eve döndüm.  Daha doğrusu kaldırım- kondumuza döndüm.            
         Geldiğimde bizim hanım ile yandaki komşu hanımlar ve küçük çocuklar donmuş gibi oturuyorlardı. Yanımda getirdiğim pideleri onlara verdiğim halde korku ve üzüntüden ne hanım, ne de diğerleri bir lokma bile yemediler. Bir köşe bulup ben de oturdum. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Kızgın güneşin altında öylece garip garip otururken, benim çok değer verdiğim İHL Müdürü Mustafa Şahin Hoca ile oğlu Metin geldiler. Onların gelişi biraz canlanmamıza vesile oldu. Selamlaşma faslından sonra, yıkılan evin çevresinde tur atıp, depremin şiddetinden, tahribattan filan konuştuk.
         Aslında; olayın boyutları hakkında fazla detaylı bilgimiz yoktu.  Çünkü iletişim tam anlamıyla kesilmişti.  Televizyon seyredemiyor,  evde kalan radyolarımıza ulaşamıyorduk, telefonlar zaten kesilmişti, cep telefonları bile işe yaramıyordu.
         Yeterli bilgi olmadığı için her zaman olduğu gibi fısıltı gazetesi devredeydi. Herkes birbirine; Değirmendere batmış, Gölcük yerle bir olmuş, Adapazarı haritadan silinmiş filan deyip duruyordu.
         Merak içimizi kemiriyordu. O anda karar verdim. Dördüncü kattaki evime çıkıp radyo, battaniye ve saatimi alıp gelecektim.  Bir cesaret işiydi.  Kararımı açıkladığımda bizim hanım ve oradakiler şiddetle itiraz ettiler. Onlar konuşurken ben ani bir kararla, hızla koşup merdivenleri tırmanmaya başladım. Planladığım eşyaları aldım. Evin içi harp meydanı gibiydi. Dolaplar devrilmiş, ne kadar cam, porselen eşya varsa hemen hemen hepsi kırılmıştı.       
         Merdivenlerden o kadar hızlı indim ki; sanıyorum dünya rekoru kırmışımdır. Bu eve çıkıp-inme olayı küçük bir kesit. Hem de unutulmayacak cinsten bir kesit. Aslında basit gibi görünüyor ama tam bir imtihan. Durduğunuz yer; insan ve korku olgusunun kesiştiği bir nokta.  O anda bir insan olarak ne kadar zayıf ve korumasız olduğunuzu hissediyorsunuz.  Diğer taraftan,"merak" saikiyle harekete geçiyorsunuz. Karşınızda ise, aşılması zor bir "korku"  duvarı bulunuyor. Duvarı aştınız mı, kahramansınız.
         Ben bir kahraman değilim, fakat korkakta sayılmam. İşte o temelleri oynamış, yıkılacağını sandığımız eve girip-çıktım. Merdivenlerden inip, apartman kapısından çıktığımda uzaktan yeşil Tipo marka bir araba bana yaklaştı. Arabanın içinde bir rehber ile biri kadın, diğeri erkek iki Hollandalı gazeteci vardı. Benimle konuşmak istediler.        
         Rehber Aracılığıyla daha önce deprem yaşayıp-yaşamadığımı, neler hissettiğimi ve yardım alıp-alamadığımız gibi şeyler sordular.
         Daha önce küçük şiddetle iki depremi Çorum ve İzmir'de yaşadığımı, hissettiklerimi ise anlatmamın mümkün olmayacağını, sadece  "Aman Allah'ım! Dehşet bir şeydi..." diyerek ifade ettim.  Yardım konusuna gelince; en ufak bir yardım gelmemişti. Hatta hiçbir resmi yetkili ile karşılaşmamıştık. Sahi nerede bizim Devlet yetkililerimiz diye, bir Devletimizin olduğu o anda aklıma geldi. Yere yığılmış bir sürü insana, bir  "geçmiş olsun"  bile denmemişti. Televizyonda söylemişseler de biz duymamıştık.  Tabi ki; ben bunları Hollandalı gazeteci dostlarımıza söylemedim. Ne yani, koca Memleketi küçücük bir Hollanda karşısında rezil mi edecektim?
         İçimden "kol kırılır, yen içinde ..."," biz bunu hallederiz" deyip: "Geldiler efendim, sordular, yardım aldık"  falan diyerek konuşmayı bitirdim.
DEPREMİN İLK GECESİ
         Depremin ilk gecesi şüphesiz en zor ve uzun geceydi. Mevsim yaz olmasına rağmen geceleri üşütecek kadar serindi. Hatta sabaha doğru çiğ düştüğü için yerdeki otlar ve ağaçların yaprakları ıslaktı.
         Bizler ise; yine bütün komşularla beraber geniş bir bahçenin bir köşesine yığılmıştık. Herkes birbirine yakın duruyordu. Bu durumu daha önce ifade etmiştim. Deprem olduktan hemen sonra kaldırımlarda insanlar adeta birbirlerine sokulmuşlardı. Ben bu davranışı "KORKU" motivasyonu olarak düşünüyorum. Korkuyorduk ve birbirimize yaklaşıyorduk, ya da içimizdeki korkuları böyle bastırıyorduk.
         Gece olunca zeytin ağaçlarının altına uzanıp yattık. Herkes kendine taşı toprağı düzelterek bir yer yaptı. Bulabilen altına, üstüne battaniye, çarşaf gibi şeyler aldı. Bulamayanlar da özellikle erkekler ateş yakıp etrafında sigara içmeyi tercih ettiler. Öyle ya; ertesi gün resmi ya da gayri resmi hiçbir işimiz yoktu. Biz "battaniye" sahibi olan şanslı kişilerdendik.  Bu şansı kendi kahramanlığıma (!) yani evimize girme cesareti göstermiş olmama borçluyduk.
         Gece geç saatlere kadar konuşmaktan yorulduğumuz halde yine de gözümüze uyku girmiyordu. Sonra; yavaş yavaş sustuk. Artık kimse konuşmuyordu. Buna rağmen uyuyan da yoktu, çocuklardan başka. Yıldızları ve gökyüzünü seyrederken, belki de kendi kendimizle baş başa kalıp "nefis muhasebesi" yapıyorduk.  Öyle ya; dün akşam ölmüş olabilirdik. Bu dünyadan borçlu gitmek, üzgün ve küskün ayrılmak da mümkündü. İnsanoğlu garip bir varlık.  İyisi var, kötüsü var. İnsanlardan şöyle veya böyle incinmiş ya da bazılarını incitmiş olabilirdik. Bu sebeple helallik dilemeden çekip gitmek zordu doğrusu. Ama olmadı. İşte bize bir süre daha "mühlet verildi.”
         Bunları düşünürken; üzerimize yıkılacak bir çatı olmadığı için rahattık. Yer üzü için aynı şeyi söylemek mümkün değildi. 1-2 saatte bir hissedilen artçı depremler, özellikle kadınlara korku dolu "Kelime-i Şahadetler" ve "Kelime-i Tevhitler" okutturuyordu.
         Ben bu deprem olayından sonra iki çeşit adama rastlamadım:  Birincisi: "Hiç kahraman görmedim. Yani ben korkmadım; bu da ne ki, olur böyle şeyler, doğa kanunudur." Filan diye konuşan kimse hiç olmadı. Meydan okumak şöyle dursun; tam bir teslimiyet vardı. İkincisi: Allahsız adam görmedim. Herkes tam anlamıyla iman sahibi idi. Daha önceden tanıdığım "Din konusunda soğuk tavırlı kimseler bile, sık sık Allah'tan, Peygamberden bahsediyordu.
Yani insanoğlunun acizliğine bütün çıplaklığıyla şahit oldum.
Belki de; 17 Ağustos olayına "felaket" değil de "kıyamet" deyişimiz bundandır.
         Artçı depremler devam ediyordu. Bizim hissettiklerimizin dışında radyodan öğrendiğimize göre; 300 civarında sarsıntı olmuş, her sarsıntıdan sonra uzman (!) Arkadaşlarımız sarsıntının şiddetini tespit ediyordu. Yok! 3 şiddetinde; hayır en az 4,5 vardır diye tartışmalar sürüp gidiyordu.
         Böylece zor şartlar altında, korku ve soğuk içinde sabah ettik.  Meğer evlerimiz ve yataklarımız ne büyük nimetmiş de biz farkın da değilmişiz. Güneş doğmadan önce öğretmen arkadaşım Senai Bey ateş yakmıştı biraz ısındık. Güneş doğduktan sonra çoluk, çocuk kalktılar ve mütevazı yiyeceklerle kahvaltılar yapıldı. Ben; sadece çay içiyordum ki, komşulardan birisi benim arandığımı söyledi. Bunu söyleyenler bahçenin öteki ucunda kümelenmiş bir gruptandı. Koşarak gittim. Birisi beni sorduğunu ve aşağıya doğru gittiğin söyledi.
Hanıma haber verip, tepedeki bahçeden hızla evimizin istikametine koşmaya başladım. Bu da ayrı bir heyecan; felaketin oluşundan itibaren yerli komşularımızın akrabaları arayıp, sordukça bizim gibi yabancılar bir garip oluyorduk. İşte sonunda bizi de arayan, soran olmuştu. Bu bizi heyecanlandırdı.
Gelenler; Babam, Kayınpederim, Kız kardeşim, eniştem ve Kayınbiraderimdi. Onların gelmesiyle bizde bir canlanma oldu. O cesaretle tekrar eve çıkıp yiyecekler, çay malzemeleri falan aldım. Kaldırım üzerinde sanki piknikteymiş gibi güzel bir kahvaltı yaptık ve hatta misafirlerimize evin önünde ki incir ağacından taze incir kopararak ikram ettim. Bundan sonra; misafirlerimizin maceralarını dinledik. İstanbul yolu kapalı olduğu için, Düzce'den sonra Karadeniz istikametine yönelmişler, ta sahile ulaştıktan sonra eski ve bakımsız bir yoldan Kocaeli'nin Kandıra İlçesine, oradan da İzmit üzerinden Gölcük ve Karamürsel'e gelmişler. Adım adım ilerleyen bir trafik, uykusuz geçen bir geceden sonra sanırım; bizi sağgörünce yorgunluklarını unuttular.  Sonra erkek milletiyle etrafı gezdik. Gör-dükleri karşısında donup kaldılar.
Eğer bu köşenin okuyucuları varsa; bugün (bu sayıda) biraz onlarla konuşmak ve kendilerine maruzatımı arz etmek istiyorum.
         ÇORUMLU 2000 Dergisinin elinizdeki bu sayısı ile "Deprem Anılarının" 6. yayınlanmış olacak. Zaman ne kadar hızlı geçiyor. Bir bakıyorsunuz beş sayıyı geride bırakmışsınız. Pekâlâ, biz bu beş sayıda ne yaptık, neler anlattık. Doğrusu bizzat yaşadığım, içinde bulunduğum bir olayı kaleme almak, sözcüklerle ifade etmek o kadar kolay olmadı. Bunun benim "iyi bir yazar" olmamam dışında bazı sebepleri daha var.
Önce bu yazı serisine başlama düşüncemden söz edelim. 99 yılının Kasım ayı başlarındaydı. Çorum'a yeni dönmüştüm. O günlerde Gazi Caddesinden aşağı doğru yürürken Saat Kulesi civarında; elinde dergi dolu siyah çantası, yılların izleri üzerinde çokça belli olan gür, beyaz sakalı ile Çorum'un (şehir sınırları içindeki) Evliya Çelebisi Mahmut Selim Beyle karşılaştım. Kitapseverliğimiz dolayısıyla eskiden bir tanışıklığımız vardı. Selam ve kucaklaşmadan sonra oralarda bir yerde oturup, çayla karışık sohbet ettik. O gün için "deprem" sıcak bir konu olduğundan ve 17 Ağustosun izleri üzerimde taptaze dururken, haliyle sohbetin konusu da bu oldu. Ben acıklı ve heyecanlı bir ses tonuyla ha bire "depremi" anlatıp duruyordum. Beni sabırla dinleyen Mahmut Bey kısaca konuşup "bunları bizim dergide yaz..." dedi. Bir müddet tereddütten sonra  "olabilir" dedim.      
         Yaklaşık bir ay sonra benim anıların I. Bölümü dergide yayınlanmıştı ki; Çorum Hakimiyet Gazetesinde bir haber gözüme ilişti. Çorum İlahiyat Fakültesinden Yrd. Doç. Dr. Naci Kula Beyin "Deprem" konulu bir konferansı duyuruluyordu. Merak ettim. Acaba Naci Bey depremi içinden yaşamış bir kimse miydi? Yoksa deprem bölgesinde yaptığı bir araştırmayı mı aktaracaktı?
         Konferans öncesi kendisiyle görüştüm. Naci Bey bir araştırma yapmış ve gözlemlerini ilmi kriterlerle yorumlayarak bir sonuca ulaşmıştı. Yaklaşık bir saate yakın sohbetimiz sonunda, birçok konuda ortak mutabakata vardığımızı gördüm. Sağduyu sahibi, düşünen ve hayata sağlam yerden bakan insanlar için" aklın yolu birdi..."
         Din psikolojisi alanında da doktora sahibi olan hoca, bizzat deprem bölgesini bütünüyle gezerek Yalova, Gölcük, Sakarya ekseninde 120 kişiyle bire bir sohbette bulunmuş, yüzlerce kişiyle de çeşitli vesilelerle gözleme dayanan ilişkileri olmuştu.
         Naci Beyle görüşmemizden sonra kendisine; Hocam "depremi siz yazmalısınız" dedim. O da "hayır" dedi. "Sizlerin yani, depremi bizzat yaşayanların anlattıkları ya da yazdıklarından hareketle bizler bir sonuca varıyoruz. Asıl materyal sizlersiniz. Mutlaka yazın, bu tür olaylarda yazılı belgelerin olması çok önemli"  diyerek beni teşvik etti.
         Böylece bu yazı serisi başladı ve devam ediyor.
         Gelelim benim cepheme:             
         Öncelikle; sözlü anlatımdaki heyecanı yazılı anlatımda bulamıyorum. Yani; yazı ile ifa de zor şey, ya da ben beceremiyorum. Sonrası benim için psikolojik bir yönü oluyor, her sayıda yazmak için uğraştığım bir iki gün kâbuslar yaşıyorum. Olayı yeni baştan kare kare tekrar hatırlamak insanı mahvediyor. Buna rağmen şu ana kadar yazılan beş bölümde, depremin 24 saatini anlatmaya muvaffak oldum. Bence en önemli zaman dilimi kesinlikle 24 saatti. Ondan sonrakiler birbirinin aynısı, rutin şeyler olarak sürüp gidiyor.
         Ayrıca; ben bu zamana kadar yazılan bölümlerde pek fazla yoruma girmedim. Sadece gördüğüm, şahit olduğum, duyduğum olayları yansıttım. Bu hususta yorum okuyucunundur.
         İzniniz olursa; anıları burada keseceğim. Ancak benim deprem sonrası Gölcük'te Sivil Toplum örgütleriyle yardım çalışmalarım oldu. 15 yıl ekmeğini yediğim bir bölgenin insanlarına vefa borcumu ödemek, vicdanen rahatlatmak için bir de, bak "deprem oldu, zoru görünce kaçtı gitti " dedirttirmemek için iki aya yakın toz toprak içinde hizmet ettim. Bir iki sayıda onlardan bahsederek, bu bahsi burada bir daha Cenab-ı Rabb’ül Alemi'nin bu Millete böyle acılar göstermesin dileğiyle kapatıyorum. Görelim Mevlâ'm neyler...
 
GÖLCÜK DEPREMİNDE YIKILAN EVLERE İNAT, DİMDİK AYAKTA DURAN BİR ŞAHSİYET: METİN TAVUKÇUOĞLU  
         O harp meydanına otağını kurmuş soylu bir komutan gibiydi. Lakin bildiğimiz komutanlardan oldukça farklı bir görünüme sahipti. Ne mağrur bir duruşu, ne de söz ve davranışlarıyla etrafındakilere hâkim olma arzusu vardı. Tam tersine hafif, pürüzsüz tonlu sesi ile daima ciddi bir tavır içindeydi. Sürekli meşguldü, bir şeyler yapılmasını istiyordu, fakat buyurgan değildi.
         Metin Abi Marmara Depreminde felaketin odak noktası olan Gölcük'e çadırını kurmuştu. Kendi çadırının oraya kurulmasına vesile olan “Hakyol Vakıf”nın Kadıköy temsilcisiydi. Ayrıca kişilik olarak Hakyol kelimesinden ilham almış Hak Yolunun bir eriydi. Ama o bir komutandı yani orada yapılması gereken her şeyden sorumlu bir insandı.    
         En büyük silahı tevazu olan bu değerli şahsiyeti ben 17 Ağustos felaketinin ikinci haftasında tanıdım.
         Biz beş kişilik bir arkadaş grubuyla Gölcük sahilinde kurulmuş sivil yardım ekiplerini dolaşıyorduk. Amacımız uygun bir ekiple yardım çalışmalarına katılmaktı. Kavaklı Sahilinden Gölcük Belediyesi Kongre Sarayına kadar ulaştığımızda istediğimizi pek bulamamıştık. Fakat Kongre Sarayının yanında kurulmuş olan Hakyol Vakıf yardım çadırı ilgimizi çekti. Hemen gidip konuştuk. Konuştuğumuz kişiler isimlerini sonradan öğrendiğimiz Metin Bey ile Salih Beydi. Kendilerine Gölcük ve çevresini iyi tanıdığımızı ve yardımcı olmak istediğimizi belirttik. Metin Bey İstanbul, Salih Bey de Bursa'dan geldikleri için, bu isteğimizi memnuniyetle kabul ettiler.
         Öylece çalışmaya başladık. Hemen arkadaşlarla Gölcük haritası üzerinde beş bölge çizip, kendi bölgemize giren mahallelerde ihtiyaç tespitine başladık. Bize verilen araçlarla önce tespit yapıyor, sonra ihtiyaçları insanlara ulaştırıyorduk.   
         O günlerde çadır kentlerin ihtiyaçları daha kolay temin ediliyordu. Herkes çadırda ve toplu olarak bir bölgede olduğu için yardımlar o noktaya yöneliyordu.
         Biz evleri yıkılmayan ya da az hasarlı olduğu için evlerine yakın durmak isteyen insanlara ulaşmak istiyorduk. Su, sabun, ekmek, peynir, zeytin, çocuk bezi, süt vb.. Ne ihtiyaç varsa tespit edip onu merkezimize bildiriyorduk. İsim isim bilgisayara kaydedip poşetlere doldurduğumuz malzemeleri vatandaşlarımıza götürüyorduk. Bu iş o kadar yoğun olu yordu ki, toz toprak içinde terliyor, yoruluyor fakat çok mutlu oluyorduk. Herkes bize "Allah Razı olsun" duasında bulunuyor, yakamızdaki  “Görevli” yazısını okuyup sürekli teşekkür ediyorlardı.
         Metin Bey, arkadaşlarıyla birlikte depremin ikinci günü yani 18 Ağustosta Gölcük'e gelmişlerdi. Bir sivil toplum hareketiydi. Kızılay ise beşinci gün ancak gelebilmiş, iki günde kendine yer bulup yerleşebilmişti. İlk günden itibaren Ankara ve İstanbul Büyük Şehir belediyeleri bölgeye her gün binlerce ekmek gönderiyordu. Bu ekmeklerin iki bini bizim çadıra geliyordu. Ayrıca diğer dini vakıf ve dernekler de yardımlarını bizim çadıra ulaştırıyorlardı. Biz kuru gıda, giyecek, kahvaltılık peynir, zeytin haricinde sabah çaylı kahvaltı, akşam sıcak yemek veriyorduk. Yaklaşık olarak günde 2 bin kişi kuyruğa giriyor ve iki çeşit sıcak yemek yiyordu. Ben şahsım adına o insanlara sabah, akşam yemek dağıtmaktan, sürekli kepçe sallamaktan büyük haz duyuyordum.
         İnsanların aç gözlülük yapıp bir yerine, iki, üç yerine altı kişilik yemek istemeleri, ayrıca kuyruklarda itişip, kakışmaları, sıra kavgaları yapmaları bile şevkimizi kırmıyordu.
         Günde birkaç saat uykumuz oluyordu. Çünkü gece gelen malları çadırlara indiriyor, gündüz ise dağıtıyorduk. Bitkin halde ama şikayetsiz yatağa uzandığımızda :"Bu Millet ne kadar asil bir Millet, bilmediği, tanımadığı insanlara tonlarca yiyecek, içecek gönderiyor..." diye düşünürken, yardım alanlara baktığım da; bir ekmek lazımsa üç istiyor, yağma ediyor, kapışıyor ve gözleri doymuyor, bunları gördükçe kahroluyordum. Nasıl kahrolmam? Çöplükler dağ gibi ekmek yığınlarıyla dolup, her taraf pet şişe ve yiyecek artıklarından kokmaya başlamıştı. Öte tarafta enkaz altındaki cesetlerin kokuları ağzımıza, burnumuza taktığımız maskelerden bile süzülerek bizi rahatsız ediyordu.
         Pislik, rezillik ve israf diz boyu...işte bunlar beynimden dilime geldiğinde şikayet edecek olsam,Metin Abi imdadımıza yetişiyor ve diyordu ki: "Hocam! Bunlar yaralı insanlar, büyük bir korkudan çıktılar, geleceklerini göremiyorlar, emniyet duyguları yok oldu... onlara karşı sabırlı ve sevecen olmalıyız vb..." Evet böyle diyor ve sürekli çalışmamızı hem de sabırla, inatla, sevgiyle iş görmemizi sağlıyordu.
         Gün boyu mübalağasız 3-5 dakikada bir "Metin Abi" diye bağıran birileri oluyor, ya bir şey istiyor, ya da ne yapması gerektiğini soruyordu. İkide bir "Metin Abi telefon..." diye bağıran, bilgisayar uzmanı küçük kardeşimiz Bilal bile onu yıldıramıyordu.
         Kısacası Metin Bey, bitmez, tükenmez enerjisiyle çalıştı... çalıştı... çalıştı... karakterine uygun olarak herkese oldukça nazik davranıyordu. 45 gün boyunca hiç öfkeli ve kızgın bir tavrına şahit olmadım. Adam eksiğinde kepçeyle yemek dağıtıyor, su veriyor, yerlerden çöp bile topluyordu.
         Karadeniz insanının kendisine mahsus ani çıkışları ve heyecanları vardır. Metin Abi; Rize kökenli olmasına rağmen kendisinde bu Karadenizlilik özelliklerini görmedim. Ve kendi kendime şöyle hüküm verdim: "Metin Bey aldığı tasavvuf terbiyesi ile ırki özelliklerini yenmiş.”
         Değerli okurlar; işte yüzyılın felaketinde böyle nice isimsiz kahramanlar sadece "Allah Rızası" için seferber olmuştu...
METİN AĞABEYİN HAZİN SONU            
Gölcük merkezinde "Hak Yol Vakfı" adına yardım çadırı kurup 45 gün boyunca gece, gündüz hizmet veren değerli insan Metin TAVUKÇUOĞLU'NUN "Hazin Sonu" bu sayıda anlatacağız!
         "Hazin Son" gibi dramatik ve etkileyici bir cümle ile biten yazıyı okuyunca bizim; Mahmut Selim Bey öldü mü yoksa? Diye sormaz mı? Allah geçinden versin bu soruda beni etkiledi doğrusu. Etkisizleştirme, yok sayma, atıl hâle getirme de bir nevi "öldürme" değil midir? Galiba öyle oldu dedim içimden.
         Gerçekten Metin Bey ölmedi. O öyle kolay ölecek bir kimse değil. Allah bundan sonra da uzun ve hayırlı ömürler versin kendisine. Lakin Metin Bey bir buçuk aylık geceli, gündüzlü yorucu hizmetinin karşılığı olarak: Resmen kovuldu. Evet; aynen böyle oldu. Kendisine gösterilen resmi bir yazı ile 2 gün içinde çadırlarını sökecek, bulunduğu yeri terk etmesi istendi. Neden? Niçin? Dünya durdukça bu olayı anlatmaya gönlüme ve zihnime hüzün veriyor. Maneviyatım yıkılıyor ve düşündükçe, hatırladıkça "iç buhranlar" geçiriyorum.
         Çadırda hizmet veren herkes öyle olmuştu. O gece Metin Ağabey herkesi çadırda toplamış ve bizlere yardımımızdan dolayı teşekkür etmişti. İki gün içinde çadırlarımızı söküp yardım faaliyetlerimizi durduracaktık. Nasıl şoke olduğumuzu anlatamadım. Hepsinin gözleri doldu, boğazları düğümlendi, dokunsan ağlayacak çocuklar. Metin Bey dengeli bir insan, sözünü ölçüp, biçip konuşuyor. Hiçbir kurum ve kişiyi töhmet altında bırakmıyor. Neden ağabey? Diyenlere, kısmet bu kadarmış... Diyor. Başka kardeşlerimiz devam edecek diyor...
         Garip olan şu; hiçbirimiz bir ücret karşılığı olarak orada bulunmuyoruz. Hatta birbirimizi bile isimler dışında yeterince tanımıyoruz. Çünkü sürekli hizmet verdiğimizden dolayı hemen hiç konuşma fırsatımız olmuyordu. Fakat; gözlerimiz ve hislerimiz bizi  bir noktada odaklandırıyordu; Allah rızası için ihtiyaç sahiplerine yardımcı olmak.
         O; unutulmaz gece herkes adına konuşma yapan; Almanya'dan deprem bölgesine gelmiş ve tesadüfen bizim ekibe katılmış olan ve herkesten çok çalışan Mustafa isimli bir genç, hepimizin duygularına tercüman olup, gözlerimizi yaşarttı.
         O gece sabahında yavaş yavaş toplandık. Akşam ise son yemeğimizi verdik. Yemekten sonra Metin Bey, eline aldığı megofonla, bazı televizyonlarda yayınlanan kısa bir konuşma yaparak vatandaşlara, yetkililerin isteği üzerine çalışmalara son verileceğini, bundan böyle burada yemek ve yardım çalışması olmayacağını anlattı. Konuşması biter bitmez bir kıyamettir koptu. İnsanlar bağırmaya, çalışmaya başladılar. Gürültüler o kadar arttı ki, 500 metrelik alan içinde canlı yayın yapan bütün özel televizyon kameraları bizim çadırın önüne geldiler.
         Metin Bey; ikinci bir konuşmayla vatandaşları sükûnete davet etmesine rağmen insanlar çıldırmış gibiydi. Hayatımda böyle öfkeli insanlar görmemiştim. Lakin bu görüntülerin hiçbiri herhangi bir kanalda yayınlanmadı. O geceyi uykusuz ve tatsız geçirdik. Sabah erkenden büyük olgunlukla elimizde kalan malları dağıtıp, direkleri söktük, çadırları katladık, çevredeki insanlarla helalleşip, veda ettik.
         Hemen yanımızda küçük bir çadırda ikamet eden yardımsever Amerikalı genç bir karı koca vardı. Bir gün orada bulunan 2 tonluk plastik su depomuz devrilmişti. İnsanların yardımıyla zor, şer ağaç ve taşların üzerine yerleştirdikten sonra kırılan bütün musluklarını onarmak Amerikalı dostumla bana kalmıştı. Ben İngilizceyi, o da Türkçeyi bilmiyorduk fakat evrensel bir dil ile ve "Muhtaç olana yardım etme" gibi insani bir duyguyla öyle güzel anlaşmıştık ki; bir, iki saat uğraşıp aletsiz, edevatsız muslukları tekrar eski haline getirmiştik. Amerikalı dostumun adı Corc muydu, yoksa Cek miydi? Ya da her neyse veda için el salladığımda öyle mahzun olmuştu ki, anlatmam imkânsızdı...
         Hâlbuki biz Gölcüklü depremzedeler için kışın neler yapacağımızı, Ramazan Ayında iftar yemeklerini nasıl pratik ve hızlı bir şekilde dağıtabileceğimizi düşünüyorduk. Her şey akim kaldı...    Metin Ağabey burada bir semboldü. Belki de herkes tek tek ona benziyordu, hizmet farkıyla İstanbul'dan çoluk, çocuğunu ve rahat yatağını bırakarak gel, tozun, toprağın içinde gece, gündüz demeden günlerce uğraş didin. Bir karşılık beklemeden çalış, çabala sonra da itil, kakıl.
         Müsterih ol Metin Ağabey. Eminim ki, bir "teşekkür" senin şevkini artırır, moralini yükseltirdi. Ama sen "insanların en hayırlısı, insanlara hizmet edenler" olduğunu bilen; mütevazı, gösterişsiz bir insansın. Yaptığın işin ecrini ve zerre kadar hayrın zayi olmayacağını biliyorsun. Allah senden razı olsun. ben şahit olarak senin ve senin gibi nicelerinin; Salih Hocamın, Bekir kardeşimin, Nevzat ağabeylerin, Kemal, Hüseyin, Aladdin, Cemal, Nuri ve Faruk hocaların, Dr. Osman kardeşimin, Elif ve Emel hanımların, ismini sayamadığım bir sürü gencin önünde, hem bir depremzede, hem de sivil toplum mensubu bir yardımsever olarak saygıyla eğiliyorum. Sağ olsunlar. Var olsunlar.
YARDIM EKİPLERİ / ZİYARETÇİLER
         Anadolu yarımadası üzerinde depremler hep olagelmiştir. Lakin” 17 Ağustos 1999 Marmara Depremi”nden sonra “Deprem olgusu” bir daha unutulmamak üzere Türkiye'nin gündemine girmiştir.
         17 Ağustos 1999 depremi resmi/ sivil hemen herkesi hazırlıksız yakalamıştı. Belki bu çapta bir felâket akla gelmediği için, bazı müdahalelerde geç kalındı. Bunu anlamak mümkün, fakat işi “yardım” olan bazı kuruluşların “şaşkın ördeğe” dönmesini anlamak zor. Meselâ; Kızılay ın yozlaşması, çıkar sağlanan bir kurum haline gelmiş olması, eski bir Kızılaycı olarak beni kahretti. Halkımız ise yerinde tepkisini gösterdi.
         Gölcük ve diğer felâket bölgelerinde bütün olumsuzluklara rağmen güzel şeyler de oldu. Dayanışma, yardımlaşma ve acıları paylaşma en üst düzeyde gerçekleşti. Felâketin olduğu andan itibaren, kamu kuruluşları, sivil toplum örgütleri, politikacılar ve sanatçılar vb. seferber oldular. Ziyaretler ve yardımlar aralıksız devam etti.
         Benim tespit edebildiğim şahıs ve kurumlar şunlardı;
         Önce 17 Ağustosta Gölcük'e gelen yardım ekipleri:
         İnsan Hak ve Hürriyetleri Derneği (İHH), Mazlum-Der, Hak Yol Vakfı. KESK (Kamu Emekçileri Sendikası), Marmara Işık Dershaneleri, İnsan Kaynağını Geliştirme Vakfı, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (!), ETT (Avrupa Türk Telekom), Kızılay, Tekel, İstanbul Büyük Şehir Belediyesi, Ankara Büyük Şehir Belediyesi, Dünya Kiliseler Birliği, Türk Protestan Kiliseleri Birliği, Gölcük Belediyesi, Adana, Seyhan, Siirt ve Söke belediyeleri vb.
         Gölcük halkının özellikle; Ankara, İstanbul belediyeleri ile  Mazlum-Der, İHH ve Hak Yol Vakfını unutmaları mümkün değildir. Geç kalmakla beraber Kızılay ve haberleşme hizmetlerinden dolayı ETT de kayda değer hizmetler vermişlerdir.
         Ziyaretçiler de şunlardır:
         Süleyman Demirel, Yaşar Okuyan, Recai Kutan, Metin Bostancıoğlu, Lütfi Doğan, Musa Uzunkaya, Vecdi Gönül, Ahmet Taşgetiren, Abdulkadir Aksu, Yaşar Dedelek, Suna Yıldızoğlu, Nurseli İdiz, Yonca Evcimik, Seda Sayan, bütün TV kanalları ve İngilter'den Yusuf İslâm.
         Sonuç olarak, bu yazı serisini burada bitirirken şunları da belirtmek istiyorum:
         İsteğimiz dışında büyük bir felâketin şahidi olduk. Şahsım ve ailem adına büyük kayıplarımız oldu. Ama Allah'a şükür bugün hayatta bulunuyoruz. Ölenlere Rahmet diliyorum. Övündüğüm şey; felaket sonrasında korkarak hemen bölgeyi terk etmedim, yani kaçmadım. Tam elli dokuz gün elimden geldiğince deprem bölgesinde felâket zedelere yardımcı oldum. Bu yardımım kişisel, amatörce bir yardım olmayıp, bir sivil toplum örgütüyle beraber yapılan profesyonel bir çalışma olmuştur. Ben şahsen bu çalışmaların içinde bulunmakla on beş yıl boyunca yaşadığım bir bölgeye ve oranın insanlarına karşı vefa borcumu ödemiş olduğumu düşünüyorum.
         Son olarak, yaklaşık olarak on sayıdan beri Çorumlu 2000 Dergisinde duygu ve düşüncelerimi anlatmama vesile olan fedakâr ve vefakâr insan, kadirşinas ağabeyimiz M. Selim Gürsel'e teşekkür ediyorum.
         Allah C.C. nasip ederse hayatın başka renkleriyle ve güncel konularla zaman zaman karşınızda olacağım.
 
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 04

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

ALLAH KORKUSU 
         Allah korkusu “fobi” değildir. Hatta bildiğimiz anlamda korku bile sayılmaz. Kur'an dilinde “korku” olarak tercüme edilen “takva” kelimesi korunma veya sakınma anlamına gelmektedir. Kur'ana göre: Allah’ın en sevimli kulları takva sahipleridir. Takva “Allah'tan korkmak”tan ziyade günahtan sakınma yani günah işlememe manasındadır.
         Bu sebeple “Allah korkusu” denilince; öcüden korkar gibi korkmak değil, bilakis Allah'a karşı sevgi ve saygıyla karışık yüce bir duygu içinde olmak kastedilmiştir.
         Allah'ın Azametinden korkan, hesap verme bilincinde olan toplumlar için “Allah korkusu” muazzam bir kontrol mekanizmasıdır. Yüreğinde bu duyguyu taşıyan insanların daha medeni ve kul hakkına daha çok riayet edeceklerini düşünüyorum. Fakat ne yazık ki; önce insanların yüreğinden bu duygu çalındı. Allah'tan korkmayan kuldan utanır mı? Hesaba inanan kimse çalıp, çırpabilir mi?
         Bir süredir toplumumuzu sarsan devlet malını hortumlama, yetim malına el uzatma ahlaksızlığı, bozulan insan yapımız üzerine derin derin düşünmemizi gerektiriyor. Ne oldu bu insanlara? Hayâ damarları nasıl çatladı? Daha yüz yıl önce “Yaralı Kuşlar” için vakıflar kuran, onlara merhamet gösteren insanların çocukları bugün nasıl oluyor da bir toplumun çöküşü pahasına bu işleri yapabiliyorlar?
         Burada bir kimlik sorunundan bahsedilebilir. Materyalist felsefelerle yetişmiş, kazanmak ve harcamak üzere kurgulanmış, hayatı yemek odası, yatak odası ve tuvalet arasına sıkışmış idealsiz ve erdemsiz insanların çoğaldığı bir toplumun sonu budur. Kutsal kavramları, ahlâki endişeleri ve dini duyguları olmayan insanların oluşturdukları vurgun düzeni içinde iştahları frenleyecek etken ne olabilir ki?
         Komşusu açken, tok yatmayacak incelik ve kalitede insanlar nerede acaba? Yoksa bunlar bir hayal mi?
         Bazı şeyleri yeniden ve doğru olarak düşünmemiz gerekiyor galiba.
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 05

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

SİZ HİÇ TURİST OLDUNUZ MU?
         Sözlük anlamı; sırf gezmek için yapılan yolculuk seyahat veya gezi olarak tamamlanan turizm kavramı 21.yüzyılda ekonominin vaz geçilmez konularından biri olmuştur. Artık devletler bütçelerini hazırlarken turizm gelirlerini önemli bir kalem olarak hesaba katmaktadırlar. Şu anda Türkiye'de ekonomik krizden kurtulmak için “Paket” hazırlayan hükümet bile turizmden 10 milyar dolarlık bir gelir beklenmektedir.
         Turizm, insanların “merak” duygularından kaynaklanan bir hadisedir. Gezmek, görmek, insanları farklı kültür ve medeniyetleri tanımak, birçok insanin içinde olan isteklerdir. Bizler lise çağlarındayken hocamız “çok gezen mi bilir, çok okuyan mı?” şeklinde münazaralar yaptırırlardı. Çok gezmediğimizden olacak “çok okumayı” yeğlerdik. Okumak gerçekten önemli fakat sahip olduğumuz bilgi birikimiyle gezerek, teoriden-pratiğe yönelmek çok daha önemli bir aşamadır. Çünkü “kısmi bilgi” gezinti ile gözetlemeye dönüşüyor. Şöyle de diyebiliriz, gezerek, görerek öğrenmek bilgi edinmenin en eğlenceli, en gerçek yoldur.
         Bu mantığı tersinden düşünmeliyiz; çok oturdukları ve çok gezenleri için “çok şey bilen” toplumların gelişme hızı kapalı toplumlara göre daha fazla olmaktadır, denilebilir.
         Türkiye'miz turizm açısından bir “açık hava müzesi” durumundadır. Anadolu birçok medeniyetin durağı olmuş bir coğrafyadır. Hititlerden-Osmanlılara kadar onlarca medeniyetin eserleri bulmak mümkündür.
         Bu özelliklerinden dolayı hatırı sayılır miktarda turist çeken bir ülkede yaşıyoruz. Ne yazık ki bizler Türk Vatandaşları olarak ülkemizdeki bu eserleri gezip-görmeyi pek aklımızdan geçirmiyoruz. Bunun tek nedeni ekonomik sıkıntılar olamaz herhalde. Ekonomik sıkıntılar biraz da meraksızlık, ilgisizlik ya da bilgisizlik ekleyebiliriz.
                   Kutsal Kitabımız Kur'an da “Yeryüzünde gezerek geçmiş milletlerden ibret almamız “ için on iki ayette tavsiye vardır. Dini hassasiyeti olan bu toplumun hiç değilse bu sebepten mekânın uyması gerekir. Fakat bu da bilinmiyor herhalde!
         Başlıktaki soruyu bunun için sormuştum;”Ey insanlar neredeyse dini bir emir olan turizm olgusunu içinize sindirip, siz hiç turist oldunuz mu ?”
         Olmadıysanız ne duruyorsunuz! Hem de bu turizm sezondan başlayın. Diğer bir merakımda şu? Şehrimize bir adım mesafede bulunan Hititlerin başkentini gören kaç Çorumlu var acaba?
         Bir anket konusu neden olmasın?
         Beraberce aşağıdaki soruları kendimize samimiyetle cevaplayarak Çorumlu 2000 Dergimizin bürosuna, bana ya da diğer yazar arkadaşlara verirseniz okuyucularımız arasında bir anket yapmış oluruz. Bu ankete yazar arkadaşlarımızın da katılmalarını arzuluyorum.
SORULAR:
•Merkez ilçede Çorum Kalesini gezdiniz mi?    %     (
•İskilip Kalesini gezdiniz mi?                            %     (
•Osmancık kalesini gezdiniz mi?                       %     (
•Osmancık’ta bulunan Köprü’den geçtiniz mi? %     (
•Alacahöyük’e gittiniz mi?                              %     (
•Boğazköy’ü ziyaret ettiniz mi?                      %     (
•Eskiyapar’a gittiniz mi?                                  %     (
•Ortaköy’e gittiniz mi?                                    %     (
•Çorum Müzesini gezdiniz mi?                          %     (
•Alacahöyük Müzesini gördünüz mü?            %     (
•Boğazkale Müzesini gezdiniz mi?                 %     (
•Çatak’a gittiniz mi?                                        %     (
•Elmabeli Yaylasına gittiniz mi?                     %     (
•Enginönü Yaylasına gittiniz mi?                    %     (
•Abdullah Yaylasına çıktınız mı?                     %     (
•Kunduzlu Yaylasına gittiniz mi?                    %     (
•Elvançelebi’ye gittiniz mi?                            %     (
•Koyunbaba Türbesine gittiniz mi?                 %     (
•Hüseyin Gazi Türbesine gittiniz mi?             %     (
•Karadonlu Can Baba Türbesine gittiniz mi? %     (
•Sizin gittiğiniz diğer yerleri açıklayınız (Ayrı kağıda)       
Adınız ve Soyadınız:
Mesleğiniz:
Adresiniz:
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 06

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

GENÇLİK PROBLEMLERİ VE İDEAL GENÇLİK
         İslâm Medeniyeti değerler sistemi üzerine kurulmuştur. Üzerinde önemle durmamız gereken değerler Peygamberimizin dilinden katagorik bir tarzda ifade edilmiştir. Konumuza örnek teşkil edecek bir alıntıyı burada zikretmek istiyorum.
         "Beş şey gelmeden önce, beş şeyin kıymetini bilmemiz" isteniyor.
         Ölmeden önce hayatın,
         Hastalıktan önce sıhhatin,
         Meşguliyetten önce boş vaktin,
         Fakirlikten önce zenginliğin,
         İhtiyarlıktan önce GENÇLİĞİN
Değerini bilmemiz istenen beş şeyden birisi görüldüğü gibi "gençliğin" kıymetini bilmektir. Çünkü gençlik insan hayatının bütünü içinde en dinamik, en zinde bölümünü teşkil eder. Çocukluk ve ihtiyarlık dönemlerinde güçsüz olan insanoğlu, gençliğinde sahip olduğu "dinamizmi" hayatı boyunca arzulamaktadır.
         Gençlik çağı için mutlak bir yaş limiti vermek gerekirse bunu 15 ila 25 yaşları arası olarak belirtebiliriz. Bu dönem kişinin kafasından neden, niçin ve nasılların başladığı, bağımsızlık isteklerin, topluma karışma, evden kopma ve çevreye yönelmenin hızlandığı bir dönemdir. Ayrıca kişinin ruhi ve fikri eğilimlerinin gelişmesi bu dönemde daha Doruk noktadadır.
         Bizim Ülkemizde ve dünyanın başka ülkelerinde gençlik çağı genellikle sorunlu bir çağdır. Bizde sorunları aşmada iki kurum önemli görülmektedir. Bunlar okul ve ailedir. Aile, gencin şahsiyetinin oluşumunda önemli bir faktördür. Çünkü gencin birçok olumsuz faktör içinde neyi, nasıl yapacağını kendi başına belirlemesi zordur. Bu değişime yardımcı olunduğunda topluma katılımı ve uyumu kolay olabilir. Fakat Ülkemizdeki ailelerin gençlerimizin kültürel ve yapısal özelliklerini anlamaları mümkün gözükmemektedir. Bu sebeple gençlerin kişilik oluşumunda çevrenin etkisi daha fazladır. Yani içinde yaşadığı toplum, kitle iletişim vasıtaları, basın, sinema ve televizyon genç üzerinde aileden daha baskın etki yapmaktadır.
         Gencin hayatında "okul"da şüphesiz büyük bir boşluğu doldurmaktadır. Sokağın olumsuzlukları, medyanın çarpıklıkları ve ailenin yetersizliği bir ölçüde okulda giderilmektedir. Fakat okulun da genç için tam bir çözüm yeri olduğunu söylemek imkânsızdır.  Çünkü gençlik; enerjiyle beraber, korku ve endişelerin fazla olduğu kuşkulu bir dönemdir.
Lise çağındaki öğrenciler üzerinde yapılan anketlerde görülen ve bir öğretmen olarak benim de bu konuda gözlemlediğim bazı hususlar vardır. Genç kuşakların en çok endişelendiği konular olarak şunları tespit ettim:
         Gelecek kaygısı,
         Kuşaklar arası kopukluk,
         Mahrem konulardaki ölçüsüzlük,
         Parasızlığın getirdiği sıkıntı,
         Aile ve toplumdan gelen baskılar...
         Bunlara ilaveten "gençliğini yaşa kardeşim","bu gençlik her zaman ele geçmez "gibi yanlış telkinleri eklememiz icab eder ki; bu sözler gençlerimizi alkol, uyuşturucu ve ne yazık ki ahlâki bozukluklara itmektedir.
         Sonuç olarak gençlerimize sabırlı ve akıllı olmalarını, kılavuzlarını iyi seçmelerini, anne ve babalarını dinlemelerini, Milli ve Ahlâki Törelere uymalarını tavsiye ediyor ve Atatürk'ün "Gençliğe Hitabesi" ile, Üstat Necip Fazıl Kısakürek'in "Gençliğe Hitabesi"ni okumalarını istiyorum.
"Beş şey gelmeden önce, beş şeyin kıymetini bilmemiz" isteniyor.
         Ölmeden önce hayatın,
         Hastalıktan önce sıhhatin,
         Meşguliyetten önce boş vaktin,
         Fakirlikten önce zenginliğin,
         İhtiyarlıktan önce GENÇLİĞİN
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 07

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

EKONOMİK GİBİ GÖRÜNEN
         Bir toplumun varlığı, sürekliliği ve düzenli yaşamı bazı değerlere sahip olmasına bağlıdır. Bu değerler; siyaset, hukuk, ahlâk ve ekonomi gibi vazgeçilmez değerlerdir.
         Tarih içinde büyük medeniyet kurabilmiş milletlerin yükseliş ve düşüşleri tamamen toplumsal değerlere verdikleri önemle alakalıdır. Siyasette ikiyüzlülerin, hukukta iradesizlerin, ekonomide hırsızların ve genelde de ahlâksızların hâkim olduğu bir ülkede medeniyet seviyesinin yükseldiği görülmemiştir. Dolayısıyla; toplumsal değerler yozlaştıkça çürüme ve yok oluş da hız kazanmaktadır.
         Rüşvet, hırsızlık, ihtiras ve ahlâki dejenerasyon bütün toplumlarda sıkıntılara sebep olmuştur. Bu sıkıntıların sonunda ise fakirlik, geri kalmışlık ve sosyal dengelerin bozulması gibi vahim sonuçlar doğurmaktadır.
         Toplum içindeki bütün dengeler aslında sadece “Ahlâk kavramı” üzerine oturmaktadır. Ahlâk bozulduğu zaman bunun yansımaları bütün kurum ve kişileri doğrudan etkilemektedir.
         Geçtiğimiz günlerde konumuza örnek olacak ilginç bir olay meydana geldi. Adamın birisi bunalım geçiriyor ve çalıştığı bankayı soyuyor. (adam bunalımda ama bankayı soyacak kadar şuuru yerinde) Bankadan tam 32 milyar lira gasp ediyor. Çaldığı paraları da dışarıdan gelip, geçenlere gelişi güzel dağıtmaya başlıyor. O insanlar da haram, helâl demeden paraları kapışmaya başlıyorlar. Hikâyemiz bu kadar. Beni ilgilendiren meseleye gelince: İnsanların yağmaladığı 32 milyar liradan sadece 4.3 milyarının bankaya iade edilmiş olması.
         İşte size toplumdan bir kesit! Aslında nefis bir anket ve sahici
Bir imtihan. Sonuç sekizde biri dürüstlük gösterebilen bir toplum...
Varın Ötesini siz düşünün.  Şimdi Türkiye öyle bir noktaya geldi ki; sanki sorunlarımızın kaynağı ekonomide düğümleniyor, başka eksiklik yok. Bütün konuşmalar, düşünceler, ilgi ve alâkalar bir noktaya teksif ediliyor. Tahmin edebileceğimiz; konsantrasyon, noktası ekonomiye oturdu. Ancak yaşayan krizin sırf iktisadi temellerden kaynaklanmadığı açıktır. Lâkin yaşanan sorun halka arz edilirken fırsattan istifade, gerçek sebepler göz ardı edilerek halkın elindeki ekonomik imkânlarda iyice daraltılıyor. Vergilerin artırılması, Şeker ve Tütün yasaları gibi.
         Lafı eğip, bükmeden demek istiyorum ki; sorunların temelinde bana göre ahlâk problemi vardır. İyi yetişmiş, vatansever ve ahlaklı insanlarla kurumlar yükselirken, çıkarcı ve anlaksız insanlarla aynı başarıyı sağlamak mümkün değildir.
         Bu sebeple toplumsal olaylara doğru yerden bakmamız gerekiyor. Aksi takdirde, bazı temel konuları gözden kaçırdığımız zaman hastalıkların teşhis ve tedavisi mümkün olmaz. Kaos ortamları gelişmenin, güçlenmenin önündeki en büyük engeldir. Çünkü birçok alanda şahit olduğumuz, vicdanları sızlatan olaylar, toplumsal dinamizmi yok etmektedir.
         Milli serveti yağmalanan bir ülkede insanların çalışma istekleri kırılmakta, heyecan ve aktiviteleri sönmektedir.  İşte o zaman ekonominin temel şartı olan üretim azalarak ihtiyaçlar karşılanamaz hale gelmektedir. Klasik ifadesiyle arz, talep kanunu çalışmayınca Ekonomik denge bozulmaktadır.
         Sonuç olarak, ekonominin temeli de ahlaktır.  Yunus Emre'nin: 
“Bir ben vardır bende benden içeri...” 
Dediği gibi, hem ekonomik gibi gözüken şeylerin arka planında hem de şu andaki toplumsal olayların arka planında bence büyük bir ahlak zafiyeti vardır.
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 08

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

FESTİVALİN ARDINDAN AT YARIŞLARI HAKKINDA
         Festival denince aklıma hep İspanyol diktatörü Franko'nun 3F formülü geliyor. Ünlü diktatör halkını uyutmak için;futbol,festival ve fiesta (boğa güreşleri)'dan yararlanmış.
         Bizim Çorum Festivalinin bu olayla hiçbir alakası yok tabii. Bizimki sıradan masum bir eğence ve sergiden ibaret! Çorum'daki festivalde kalite zaman zaman yükseliyor bazen da çok düşüyor. Bu sene şahit olabildiğim tek etkinlik at yarışları oldu. Müzik programlarının kaliteli olduğunu duydum. Fakat ben sadece izleyebildiğim at yarışları üzerine konuşmak istiyorum. şüphesiz bu eleştiri genele yansıtılamaz.
         At denilince de aklıma hep sadakat ve estetik gelir. Atın çok sadık bir hayvan olduğuna dair küçükken okuduğum bir hikâyenin bu düşüncemde etkisi var. Atın heybetli fakat güzel görünümü, koşuşundaki ritmik ahenk, hatta yelelerinin, kuyruğunun rüzgârdaki uçuşu bile oldukça estetik görünmektedir. Bu güzelliklere atın binicisini de eklemek gerekir. Jokeyin giyiminden, duruşuna kadar bu sanatsal dekora uygunluğu şarttır. Neden? Çünkü laf olsun diye atları koşturmuyoruz. Bu etkinliğin maksadı göz zevki ile birlikte yarışma heyecanını tatmin edebilmektedir. Bu özelliklerinden dolayı at yarışları, at yetiştiriciliği ile ata binicilik ayrı bir dikkat (özen) gerektiriyor.
         Bu seneki festivalde benim seyrettiğim at yarışlarında doğrusu hiç estetik güzellik yoktu. Sonuna kadar yanımdaki bu konuda uzman olan arkadaşımla; Hasan Bey ile söylene söylene seyretmek zorunda kaldık.
         Ben burada, görebildiğim eksiklikleri önümüzdeki yıllar için yararlı olur düşüncesiyle dile getirmek istiyorum. Çünkü görülen bütün çirkinlikler hem bu yarışları düzenleyen kuruluş hem de şehrimiz adına bir eksikliktir.
         Yapılması gerekenleri şöyle ifade edebiliriz:
         1- Seyirci olarak şehrin eşrafından, yerli hemen hemen kimseler yoktu. Büyük esnaflara yerli tanınmış kimselere özel davet yapılabilir. Belki de çirkinlikleri gördükleri için at yarışları üçüncü sınıf bir organize ile yapıldığı için kimse rağbet etmiyordur.
         2- anlatım ve sunuculuk çok önemlidir. Bu işi bilen kibar, dili düzgün, Türkçesi yeterli, mikrofonik ses tonuna sahip spiker bulunmalıdır. Yarışçılara “lan” diye hitap eden, kendisine has (özel) hareketlerini mikrofonda yüksek sesle ifade eden kaba, hoyrat bir sunucu elbette itici oluyor.
         3- Hakem heyeti kararlı ve uzman olmalı, mikrofon önünde herkesin duyacağı şekilde tartışmamalıdır.
         4- Yarışı seyretmek güzel bir duygudur. Ancak herkes (mesela benim gibi) at yarışları hakkında ön bilgi verilmelidir.
         5- Seyircilerle yarış pisti iyice ayrılmalı. Meraklı seyircilerin kapattığı pisti ve yarışı izlemek mümkün olmadı. Polis ve zabıta kuvveti buna yeterli olmadı. Bazan de bıktıkları için mücadele etmediler. Boşluklardan olacak görev başında çekirdek yiyen polisler vardı.
         6- Atlar ve yarışçılar koşu sıraları gelinciye kadar çevrili orta alanda bulunmalı, o bölgeye onlardan başka kimse girmemeli, onlar da dışarıya çıkmamalı.   
         7- Benim en çok gözümü rahatsız eden ata binenlerin giysileri oldu. Sanki adamlar ahırdan çıkıp gelmişler. Pejmürde kıyafetlerle ata binilir mi? Biraz maddi fedakârlıkla çok güzel, estetik bir görünüm sağlanabilir. Bunun için; çeşitli boylarda beyaz ya da gri keten pantolon temini ile yarıların türüne göre renkli tişörtler ayarlamak güzel olur. Mesela “rahvan” bir yarış için yarışçılara “mavi atlet”,”dörtnala” bir koşu için “beyaz” başka tür için de “turuncu” olabilir. Tişörtlerin arkasına veya önüne sponsor firma reklamı ile yarışçı sırasını belirleyen 1,2,3 ... veya 10,11,12... şeklinde rakam yazmak, yarışların kolay izlenilmesi için pekala olur.
         8- güreşlerde olduğu gibi seyyar ve yüksek tribün konulması iyi olur.
         9- Ödül töreni de daha profesyonel ve düzenli olmalı, yarışçı atın üstünden ödül almalı.
         Benim tespit edebildiğim eksiklikler bunlar. Demem odur ki; madem böyle ilgi çeken güzel bir etkinlik organize ediliyor. “Bunu ucuza getirelim” düşüncesi doğru değildir. Azıcık masraf yapmalı ama unutulmaz bir güzellik sergilenmelidir. Başka türlü “şehir kültürü” nasıl gelişebilir?
 
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 09

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİRLEŞMEŞ MİLLETLER AMERİKA’YI NE ZAMAN DENETLEYECEK
         Sanırsınız ki; Birleşmiş Milletler Teşkilatı Amerika'nın canını sıkan, keyfini kaçıran ülkeler anında müdahale etmek için kurulmuş bir örgüttür. Amerikan Hükümeti Birleşmiş Milletlere “şu ülkeye gir diyor;giriyor ,dur diyor;duruyor,denetle diyor;denetliyor !!!”
         Adı üstünde Birleşmiş Milletler, eğer milletler birleşiyorsa neden Amerika'nın dediği oluyor? Yok, birleşemiyorsanız, neden hâlâ o teşkilatta kalıyorsunuz? Amerika güçlü, böyle istiyor, örgütü “çıkarına” kullanıyor diyorsanız neden itiraz etmiyorsunuz?
         Hadi biraz gerçekçi olalım. Birleşmiş Milletler teşkilatının güçlü üyeleri genellikle Hıristiyan ülkeler, Amerika nın Birleşmiş Milletleri kullanarak yönetimine ve iç işlerine karıştığı ülkelerin çoğunluğu ise Müslüman ülkelerdir. Bu sebeple Amerika'nın hukuksuz işleri diğer Hıristiyan ülkelerin de işine geliyor. Bütün Batı Alemi hücrelerinde bulunan, zihin kodlarına yerleşmiş “İslâm Düşmanlığı” duygularını Birleşmiş Milletler ve Amerika Birleşik Devletlerinin saldırgan ve hegomonik tavırlarıyla tatmin ediyorlar. Bu konuyu abarttığımı düşünenlere soruyorum: Öyle ise Birleşmiş Milletler Genel Sekreterinin Hıristiyan olmasını neden ısrarla isteniyor ve yapılıyor?
         Geçtiğimiz dönemde Birleşmiş Milletler Müslüman bir ülkeden başkan seçti. Görünüş adaletli davranıyor ve bir Müslüman ülkeden seçim yapıyordu. Fakat ne yazık ki seçilen kişi Müslüman değildi. Düşünüyorum da; dini hassasiyeti bulunan, şuurlu ve adaletli bir Müslüman Genel Sekreter olsaydı, ne kadar güzel olurdu. Amerika Birleşik Devletleri şu anda yaptıklarını yapabilir miydi?
         Burada durup bir öz eleştiri yapalım:
Müslüman ülkelerin yöneticileri ne kadar Müslüman? Olaylara böyle din ekseninden bakan kaç lider var? Batı Alemi bakış açısını koyu bir Hıristiyanlık üzerine bina ederken bizim yöneticilerin eline bazı oyuncaklar verilmiş, oyalayıp duruyorlar. Elbette din kavgası yapalım demiyorum. Ancak  karşıdakiler ne kadar dine odaklanıyorsa, Müslüman ülke liderleri de en azından onlar kadar dini duygularla hareket etmelidir.
         Birleşmiş Milletlerin şimdiki Genel Sekreteri hangi dine mensup bilmiyorum. Şimdi biz bu kişiden ne bekleyebiliriz? Bir gün oturup kendi kendine şöyle düşünebilir mi?
         “Yahu biz hep Afganistan'ı, İran'ı, Libya'yı ya da Irak'ı denetliyoruz? Irak'ın elinde silah olsa ne olur? Esas o silahların imalat yeri Amerika değil mi? Öyle ise biz denetime önce Amerika'dan başlamalıyız diyebilir mi ?” Sanmıyorum.
         Hadi biraz da ütopya yapalım.
Hayal bu ya!
“Bir heyet kuruluyor. Başlangıçta Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri olarak bir Müslüman ve Türkiye, İran, Pakistan, Mısır, Endonezya, Malezya, Japonya, İspanya, Romanya ve İtalya'dan oluşan 20 kişilik bir heyet Türk Başkanları ile birlikte görevlendiriliyor olsun.
         Bu heyet tam yetki ile Amerika'nın mahrem yerlerini denetlesinler. Nerede ne kadar silah üretiyorlar, bu silahları hangi ülkelere satıyor. Nükleer çalışmalar hangi boyutta araştırılıyor. Ellerinde bulunan atom, hidrojen bombalarına derhal el konulması için teklif raporu yazılıyor. Bu karar karşılığında Birleşmiş Milletler Amerika Birleşik devletlerini yaptırımlar uygulanması için kararı oyluyor ve uygulanması için vetosuz karar çıkartılıyor.
         Bütün Birleşmiş Milletler devletleri Amerika'ya yaptırımlarından dönmesi için ambargo uygulamasına geçiyor. Parası dünya ülkelerinde ve bilhassa Birleşmiş Milletler ülkelerinde bulundurulması, kullanılması büyük suç; hatta casusluk olarak nitelendirilerek cezalandırılacağı kararı alınıyor. Amerikalılar Birleşmiş Milletler Ülkelerine bir vize değil bütün ülkelerin onayı ile girebilmeleri kararı çıkartılıyor.”
         Yukarıdaki ütopya olmaktan daha ileriye gidemeyecektir.
         Taraflı idareler, ülkeler için zararlı olduğu kadar da tehlikeli olmuyor mu?
         Saygılarımla.
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 10

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

ÇORUM'DAN İSMET ÖZEL GEÇTİ !!, 
         6 Nisan Cumartesi günü Afra Kültür Merkezi'nde İsmet ÖZEL'UN “TOPARLANIN GİTMİYORUZ” konferansları serisinden 8.si gerçekleştirildi. “Gerçek Hayat Dergisi”nin düzenlediği ve Türkiye turu sayılabilecek konferansların diğerlerinde olduğu gibi Çorum konferansı da oldukça ilgi gördü. Afra Kültür Merkezinin alt salonu ile üst kısmı tamamen doluydu.
         İsmet ÖZEL adından da anlaşılacağı gibi “Özel” bir insan! Şair ve yazar;”Şiir Okuma Kılavuzu”,”Taşları Yemek Yasaktır”, ”Celladıma Gülümserken”, ”Cinayetler Kitabı”,”Zor Zamanda Konuşmak”,”Tahrir Yazıları” gibi ilginç kitapların,”Cuma Mektupları“ gibi dikkat çekici makalelerin,”Toparlanın Gitmiyoruz” gibi iddialı sözlerin sahibi bir yazar.
         İsmet ÖZEL fırtınalı bir kişilik, Marksist Felsefeyle başlayan gençlik yılları “Solcu Kimliği” tatminsizliği ve sığlığı sonucu “Türkiye'nin tek kültür değeri” kabul ettiği İslâm'da karar kılar. Suyun akıp mecrasını bulduğu gibi İsmet ağabeyimizde savrulur, savrulur nihayet en güzel noktada durur. Artık o cesur bir Müslüman'dır.
         Bu günlerde konjonktür icabı kimsenin kimliğini ayan-beyan etmediği, hele bu kimlik dinsel bir temele dayanıyorsa, O’nu beyan edecek kişi de göz önünde bir adamsa yanı; yazar, siyasetçi, sanatçı gibi,kimliği açıklamak daha zordur. Fakat; o şahsiyet ismet ÖZEL'SE durum farklıdır.
         Ahmet HAKAN soruyor: İslâmcı mısınız?
         İsmet ÖZEL Cevap veriyor: Hem de nasıl!
         İnancın içselleştirmiş, kınayanın kınamasına aldırmayan, sırça köşkünde tek başına, yapayalnız, ekâbir bir kişilik İsmet ÖZEL. Anlaşılabileceği ikinci bir kişiyi bulamadığını kendisi söylüyor. Bu sözler üzerine;”Aristokrat mı takılıyorsunuz?” Diye soran arkadaşa “Takılmıyorum. Aristokratım” diyecek kadar açık sözlü. “Kulaklarım kendimden başka ses duymuyor” diyecek kadar kibirli. Lakin acayip yakışıyor bu tavır ona. Hiç iğreti bir durum yok.
         İsmet ÖZEL Türkiye'de eşi az bulunur bir entelektüel. Dünya sistemini, sistemin temel dayanaklarını ve bu sistemin Türkiye ayağını iyi bilen bir aydın. İnsanları, dünyadaki bu hegomanyayı kabul edenler = etmeyenler şeklinde sıfırlayacak kadar kesin bir “Sistem dışı” söylem içinde bulunuyor.
         İsmet ÖZEL istikrarlı bir insan, çizgisini değiştirmeden kendisini geliştirdiği yıllar içinde, şu ana kadar ki; en iyi çıkışını da “Gerçek Hayat”la yaptı. Şimdi yılların birikimini, süzgeçten geçirmiş, rafine edilmiş haliyle her hafta önümüze koyuyor ki, etkilenmemek elde değil.
         Bütün bu meziyetlerin yanında Sayın İsmet ÖZEL'İN bir insan olarak eksik-noksan yönleri mutlaka vardır ve olmalıdır. Ancak bizi ilgilendiren tarafı onun fikri, felsefi tarafıdır. Kusurları bizi ilgilendirmez diyorsunuz değil mi? Ben de öyle düşünüyorum.
         Bize Çorum türkülerini öğrenmemizi tavsiye etmişti. Bir de ahlak ile zekânın doğru orantılı olduğunu söylemişti. Ha... az kalsın unutuyordum. Ayrıca;”Devlet benim kıymetimi bilmiyorsa o benim değersizliğimi göstermez...” Demişti.
         Teşekkürler İsmet ÖZEL, eline,diline sağlık.
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

11

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

EŞREF-İ MAHLÛKAT
         Yaratılmış varlıkların en şereflisi anlamına gelen "Eşref-i Mahlûkat" kavramı, sadece insan için kullanılmıştır. Buradaki "Eşref" kelimesini; en üstün, en yetenekli, en saygıdeğer, en duygulu ve en akıllı manâsına anlamamız gerekiyor.
         Yaratıcı; yarattığı tüm varlıklar içinde sadece insana özel bir anlam yüklemiş ve insanoğlunu değer yönünden en tepede tutmuştur. İşte insanın sahip olduğu bu üstün yetenekler onu varlıkların en şereflisi konumuna yükseltmiştir.
         Bu anlamda; insan diğer varlıklardan tartışmasız üstün bir varlıktır. Fakat günah kavramı çerçevesinde olaya yaklaştığımızda, varlıklar içinde şöyle bir sıralama yapmamız gerekiyor:
"En üst grupta; Günah işleme kabiliyetleri olmadıkları için, Melekler.
"Orta grupta; hem günah işleyebilen, hem de günahtan uzak durabilen; İnsanlar,"        
En alt grupta ise; hiç bir sorumlulukları bulunmadıkları için, Hayvanlar yer almaktadır.
         Yukarıdaki şekilde görüldüğü gibi; merkez sabit değildir. İnsanlar kazandıkları ahlaki değerlere ve aldıkları manevi mesafeye göre bazen Meleklerden üstün olabilmekte, bazen de Hayvanlardan daha aşağı bir konuma düşmektedir. Yani; insan için Melekleşme ya da Hayvanlaşma     değil, onlardan üstün veya aşağı olma söz konusudur.
         İnsanın kendi türü içindeki, yerini belirleyen kıstas ise; tamamen ahlak kavramıdır. Ahlak ise; dine dayalı bir davranış biçimidir. Her ne kadar, din dışı bir ahlak anlayışının olabileceği savunulmuşsa da böyle bir ahlakın yaptırım gücü zayıftır. Mesela; içki içmek veya hırsızlık yapmak gibi eylemler karşısında dince yasak yani haram oldukları gerekçesiyle tavır alan bir kimse; iç dinamizmi ve sevk amili yüksek bir motivasyona sahip olduğu için "Ahlaki bir davranış" elde edebilir. Ancak; dini inançları reddeden ve yukarıdaki olgulara karşı “akıl" noktasından yaklaşan, yani manevi motivasyonu bulunmayan bir kimseyi "Çalmanın" dayanılmaz cazibesiyle karşı karşıya kaldığı bir durumda engelleyecek faktör ne olabilir? Bu sebeple; bana göre "Dindışı ahlak" ile ahlaklanmış insanlar dünyanın her yerinde suçlara ve günahlara karşı en zayıf insan grubunu teşkil etmektedir.
         Burada durup, şöyle bir sonuca ulaşmamız zaruri ve mantıki görünmektedir.
         İnsanoğlu da; bütün varlıklar gibi bir yaratıcının eseridir.
         Ancak insan diğerlerinden farklı olarak akıl ve irade sahibi bir varlıktır. Bu özellikleriyle insanda ilahi bir yön de vardır. İşte bu sebeple insan "Eşref-i Mahlûkat”tır.
         Sonuç olarak; fıtratta (yaratılışta) var olan yücelik korunduğu zaman insan yükselir, fıtrata ters yükler alındığında ise, alçalır.
         İşte bütün mesele insanı, insanlığı yüce ve yüksek bir noktada tutmaktır.
         Bunu başaranlara ne mutlu!
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 12

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

KOMPLEKS=KİBİR
         Kompleks Batılı bir kavram, biz de kullanıyoruz. Zengin anlamlar ihtiva eden bu kelimenin bir anlamı şudur:"içinde çok ve farklı unsurlar barındıran, karmaşık ve girift şeyler". Mesela; Çok amaçlı binalardan oluşan, bizim eski dilde "Külliye" dediğimiz, bütün içinde çeşitlilik ifade eden binalar topluluğuna kompleks denir.
         İkincisi;"çeşitli şuuraltı birikimler sonucu ortaya çıkan ve bazı psikolojik bozukluklara sebep olan ruh hali". Her iki tanımda da çokluk, karışıklık ve farklılık kısacası; giriftlik hâkim.
         Kompleks aslında insanla birlikte var olan bir davranış biçimidir. Kompleksli davranış iki yönlüdür. İçinde bulunduğu durumu izah edemeyen ya da kabullenemeyen kimseler karışık ruhsal durumları sebebiyle bazen aşağılık, bazen de yükseklik kompleksine kapılırlar.
         Kompleksin bizim kültürümüzdeki karşılığı nedir, İslâm literatüründe hangi kavram kompleksin yerini tutabilir? Doğrusu tam karşılığını bulmak zor ama özellikle ikinci anlamının içinden "büyüklük kompleksi"ne iyi bir karşılık olarak KİBİR kelimesini gösterebiliriz.
         Kibir; sözlükte "Büyük büyüklenme" anlamlarına gelir. Kebir, Ekabir, Ekber kelimeleri de Türkçede değişik şekillerde kullanılan ve hep büyüklük anlamına gelen kelimelerdir. Çorum'da yaşayanlar bilir; Camii Kebir "Büyük Camii "anlamında Ulu Camii'nin diğer adıdır.  Edebiyatta "Divan-ı Kebir" bir şairin bütün şiirlerinin toplandığı büyük eseri manasına kullanılmakta,"Ekabir" büyük adamlar için,"Ekber" kelimesi ise; başta Allah'ın en büyük olduğunu belirtmek için "Allah-u Ekber" tamlamasıyla kullandığımız ve günde 30 defa "Ezan-ı Muhammedi" ile birlikte işittiğimiz bildik bir kelimedir.
         Dini terim olarak, büyüklenme ya da böbürlenme anlamında kullanılan kibir kelimesi "Bir kimsenin kendisini diğer insanlardan üstün, farklı ve önde görmesi demektir ki; bu da büyüklük kompleksine uygun düşer. Bu durum, yani kişinin kendisini üstün görme tavrı, gerçekten kişinin sahip olduğu bazı özelliklerden dolayı olabilir. Sözgelimi, erkekler için "zenginlik",kadınlar için de "güzellik" kavramları her zaman hem kibirlilik, hem de kompleks alâmetidir.
         Bu tür kibirli davranışlar az da olsa her insanda bulunmasına rağmen belirli bir dozu geçerek aşırılığa kaçması halinde komplekse dönüşmektedir. Bu anlamda kompleks bir hastalıktır. Her türlü manevi hastalığın tedavisi İslam'da bulunduğuna göre, bu hastalığın tedavisi de bulunmaktadır. O da :"Tevazu" yani alçakgönüllülüktür.
         Düşünebiliyor musunuz? Hem çok yetenekli olacaksınız, hem de havalara girmeden kompleks göstermeden insanlar arasında efendice, mütevazı bir şekilde yaşayacaksınız. İşte gerçek meziyet budur. Bilinmelidir ki, zengin, meşhur, sanatçı ve makam sahibi kişiler tevazu içinde olurlarsa bu davranış onları büyültür. Kompleksli davranışlar ise, insanı hem seviyesiz hem de sevimsiz yapar, aynı zamanda da küçültür.
         Peygamber Efendimiz:"Üç şeyin insanı helak edeceğini" bildirmiştir.
         1- Cimrilik,
         2- Nefsin arzularına uymak,
         3-Kişinin kendini insanlardan üstün görmesi,
         Büyüklenmenin karşılığında diğer insanları küçümseme de vardır. Yani; yukarıda olabilmek için birilerinin basamak olması gerekiyor.
      Terazi misali, bir tarafın kalkması, diğer tarafın aşağıya inmesine sebep oluyor. İşte Peygamber Efendimiz; Büyüklenme olayında başkalarını küçümseme, burun bükme ve önemsememe gibi davranışlar bulunduğu için bunu zulüm olarak niteliyor. Başka bir Hadiste ise: "Benlik davası ve üstünlük iddiasında bulunmayan alçak gönüllü Mümin Cennetliktir. Azgın Mizaçlı, hayrı engelleyici ve KİBİRLİ kişi ise Cehennemliktir." duyuruluyor. Bu hadis bize; toplum içinde nasıl davranacağımızı göstermektedir. İnsan sosyal bir varlık olduğuna göre muhakkak toplum içinde bulunacaktır. Öyle ise, araca binen kişinin trafik kurallarına uyması nasıl zorunlu ise, toplum hayatına uymak ta öylesine zorunludur.
         Bütün dostlara, özellikle toplumun üst tabakalarında bulunan yönetici, başkan, siyasi lider, zengin ve şöhretli kişilere kompleksli olmamalarını tavsiye ediyoruz. Konumuzu Yüce Rab’imizin Kâinat Kitabındaki ebedi sözü ile bitirelim:
         "Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü sen, elbette yeri yaramazsın, boyca dağlara ulaşamazsın."(İsra-37)
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 13

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

HİTİTLER BİZİM NEYİMİZ OLUYOR?     
         İlk insandan, günümüze kadar yeryüzünden yüzlerce insan topluluğu gelip geçmiştir. Ancak; bugün bu topluluklardan pek azının adı anılmaktadır. Pekiyi; neden bazı toplulukların isimleri tarihe geçerken, bazılarından ise hiç bahsedilmiyor? Hemen söyleyelim, bu durum tamamen o toplumun, bir medeniyet vücuda getirip-getirememesiyle alakalıdır.
         Yaşadığı dönemde; çevresine hâkim olan, büyük bir askeri ve ekonomik güç ile birlikte yüksek bir sanat, edebiyat ve mimari geliştiren kavimlerin eserleri zamanımıza kadar ulaşmıştır. İşte bu bir medeniyettir. Öyle insan toplulukları da vardır ki; tarihten günümüze ulaşan herhangi bir "izleri" mevcut değildir. Onlar sadece, bir isim veya bölge adıyla anılmaktadır. Örneğin Afrika Kabileleri gibi! Afrika Kıtasının kuzeyinde, Mısır'lıların büyük bir medeniyetleri olmasına rağmen, kıta içinde bulunan sözgelimi Ugandalıların, Çadlıların kendilerini dünyaya tanıtacakları bir medeniyetleri yoktur. Bu sebeple, kendilerine "Afrika Yerlileri" denilir ve geçilir.
         Tarih boyunca yeryüzünde kurulmuş 26 büyük medeniyetten bahsediliyor. Yani her kavmin, her milletin sahip olduğu büyük bir medeniyeti bulunmuyor.
         Amerika Kıtasının ilk yerlileri Aztek, İnka ve Maya'lardır. Bu kavimlerin günümüze ulaşan bir medeniyetleri vardır. Asya Kıtasında Çin, Japon, Hind, İran ve Uygur Türklerinin medeniyetleri, Afrika’da Mısır, Ön Asya'da Mezopotamya, Asur ve Babil medeniyetleri ile Avrupa'da Roma, Anadolu’da ise; Hitit, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı medeniyetlerini sayabiliriz.
         Görüldüğü gibi Anadolu Yarımadası, toprağının bereketi, ikliminin uygunluğu ve jeopolitik konumu itibariyle dünyanın diğer bölgelerinden daha çok medeniyetlere beşik olmuştur.
         Anadolu Medeniyetleriyle ilgilenmek, bu medeniyetlerle ilgili eserleri ortaya çıkarmak hem tarihe, hem de turizme katkı açısından önemlidir.  Geçmişi araştırmak, eski medeniyetlerin birikimlerinden yararlanmak ve onları korumak bir insanlık görevidir. Ancak, ilgide adaletli gerekmek gereklidir. Örneğin; Hitit, Bizans ve Osmanlı medeniyetleriyle, sondan başa doğru, yüzde 50-30-20 gibi oranlarda bir ilgi adaletli olur kanaatindeyim. Çünkü bu ülkedeki hâkim kültür İslam'dır. Osmanlı Medeniyeti ise Bir İslam Medeniyetidir. Hitit ve Bizans Medeniyetlerine gösterilen ilgi Osmanlı Medeniyetinden esirgenirse yanlış olur.
         Bu son cümleyi Anadolu'daki eski medeniyetlere sahip çıktığı halde, dini hassasiyetini kaybettiği için Osmanlı Medeniyetine sahip çıkmayan "köksüz bir zihniyetin" varlığını hissettiğim için söyledim.
         Bizler "yeryüzünde gezin ve ibret alın "metaforuna sahip kişiler olarak her medeniyete layık olduğu değeri vermekle yükümlüyüz.
         02-08 Eylül tarihleri arasında Çorum'da yapılacak olan V. Uluslararası Hititoloji Kongresi yaşadığımız şehrin tanınması, dünyaya açılması ve tabii ki turizm açısından çok önemlidir. Ayrıca tarih bilimine katkı sağlayacağını düşünüyorum. Daha önce "Hitit Festivali" çerçevesinde yapılan bir panelde Hititlere ait bir şiiri dinlemek beni mutlu etmişti. Geçmişi tanımak ve geçmişin sırlarını çözmek güzel bir duygudur. Ancak, Festivalin adının "Hitit" olmasına itirazım var. Hititleri tanımaktan mutlu olmama rağmen, bir aidiyet duygusu taşımıyorum. Bu anlamda onlara karşı "nötr" duygular içindeyim. Bu yüzden benim yaşadığım şehirde Festivale bana ait, benden bir ismin olmasını isterim. Fakat"Hititoloji Kongresi" hem isim hem de yer olarak doğrudur. Her yıl yapılması ve Çorum'da yapılması isabetli olur. Çünkü Hitit sözcüğü Çorum'u diğer şehirlerden ayıran önemli bir farktır.
         Hititlerin Tarihine baktığımızda;4000 yıl geriye gitmemiz gerekiyor. Hititler Kafkaslar üzerinde Anadolu'ya gelmişlerdir. Dilleri Hint-Avrupa diller ailesinden, ırkları da İndo-Germen ırklar grubundandır.
         Burada, Hitit Tarihine Almanların neden ilgi gösterdiğini anlayabiliriz. Çünkü her iki millet de Cermen Irkındandır. Nitekim Boğazkale ve Şappihova bölgesinde uzun yıllar çalışan Alman Bilim Adamı Dr. Peter NEVE sırf taşları ortaya çıkarmak çalışmıyordur her halde. İşin ırki bir heyecanı da vardır mutlaka.
         Çorum'da ki en büyük otele adını verdiğimiz Anitta, ismi tesbit edilen ilk Hitit kralıdır. Hitit Devletinin ilk kurucusu Labarna'dır. Başkentleri ise Hattuşaş’tır. Hititler bu bölgeye hâkim olmadan önce Asurlular hâkimdi ve burada ticaret kolonileri bulunuyordu. Anadolu'da önceleri şehir devletleri bulunurken Hititler ilk organize temelini atmışlardır. M.Ö.1850 yıllarında başlayan Hitit Dönemi M.Ö.1200 yıllarına kadar devam etmiştir.
         Hititlerin bölgede ki en önemli şehirleri Başkent Boğazköy  (Hattusas),Alacahöyük, Eski yapar, Pazarlı, Kuşsaray ve Ortaköy'dür.
         Hititlerin tarih sahnesinden çekilmesinden sonra, sırasıyla; Frigler, Kimmerler, Medler, Persler ve Galatlar bölgeyi idareleri altına almışlardır. Daha sonra Julius Ceasar zamanında Romalıların eline geçen bölge Anadolu'da bir kavşak noktası haline getirilmiştir. Roma İmparatorluğunu bölünmesiyle Bizans'ın elinde kalan Çorum bölgesinin o zamanki adı Nikonya'dır.
         Nikonya'dan Çorum'a çok şey değişti tabii ki. Orta Asya'dan gelen Çorumlu Oymağı bu şehre belki de kıyamete kadar devam edecek ismini verdi. Bu şehirde yaşayan bizler bölgemize tarihteki o ihtişamlı önemini tekrar kazandırmamız gerekiyor.
         Hititoloji Kongreleri bu açıdan bir başlangıç, bir sıçrama noktası olabilir...
         Kongreye katılan bilim adamlarına ve diğer misafirlere şehrimize hoş geldiniz diyor, bu kongre için emeği geçen herkese teşekkür ediyorum.       
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 14

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

ŞEYTAN VE SİYASET
         Kutsal kitaplar Şeytan'ı kötülüğün simgesi olarak görürler. Yani; Şeytan her zaman pisliğin ortasında yer alır, kıyıda-köşede kalmayı istemez.
         Şeytan kötülüklerini ortaya koyarken iki yöntem kullanır: Bunlar; desise ve vesvese silahlarıdır. Desise; hile, tuzak ve aldatma, Vesvese ise nefs ve Şeytan'ın meydana getirdiği iç karışıklığı, şüphe ve tereddüt demektir. İşte Şeytan, bu iki eylemin profesörüdür. İçimizdeki bütün şüphe ve tereddütlerin müsebbibi odur. Kendimizi şeytani duygulara kaptırdığımızda iflah olmamız mümkün değildir.
         Şeytan işini nasıl yapıyor? Tabii ki; vesvese ile. İyi bir iş yapmak istediğimizde hemen zihnimize bir sürü sorular hücum ediyor; "Yapsam mı, yapmasam mı?","Doğru mu, yanlış mı?"," İyi mi, kötü mü ?","Öyle mi, böyle mi?" kısacası sorular peş peşe sıralanıyor; Acaba... acaba... acaba...
         Şeytan kötülüğü bilerek ve isteyerek, kendi özgür iradesiyle seçmiştir. Bu seçiminin sonunda da ceza olarak Allah'ın huzurundan kovulmuştur. Müslümanlar bu ilahi bilgiye ulaştıkları günden beri "Kovulmuş Şeytan'ın şerrinden Allah'a sığınmak" üzere klasikleşmiş bir dua ede gelmişlerdir.
         Şeytan Hakk'ın huzurundan kovulmakla birlikte helak edilmemiştir. Yani eylemlerini yapmakta serbest bırakılmıştır. Hatta hak-batıl tercihinde serbest olan insanoğlu için Şeytan iyi bir imtihan vesilesidir. Ancak, bu güçlü düşmana karşı kendimizi koruyabilmemiz için Yüce Rabb'imiz bizlere İRADE silahını lütfetmiştir. Bu güçlü silahı da sabır ve iman ile takviye etmiştir.
         Hiç unutmamamız gereken uyarı şudur: "Şeytan'a karşı duyarlı ve tepkili olmak, şeytani plan, düşünce, his ve heveslerden uzak durmaktır."
         Siyaset bahsine gelince... Siyaset bir çeşit insan idare etme sanatıdır. İnsanları idare etmenin ise türlü türlü yolları vardır. Yani; idare zor zanaattır, vatandaşın huyları ise çeşit çeşittir. Bu sebeple siyasetçi nabza göre şerbet vermesini bilir. Araziye göre de hareket eder, ancak bunları yaparken siyasette "Dürüstlük" en geçmez akçedir.
         Siyasetçi için merdivenleri çıkmanın yolu hiç bir zaman atlas halı ile döşenmiş, gül suyu ile yıkanmış değildir. Doğrusu temiz ve dürüst siyaset yapabilmek mevcut seçim sisteminde pek de kolay değildir.
         O zaman ne oluyor?
         Siyasetçi en bildik damardan girerek işi bağlamaya çalışıyor. Bu yol insanlık tarihi boyunca işe yaramış olan "Menfaat" yoludur. Bu yolda dikenler ve taşlar paranız olduğu sürece hiç ayağınıza dolanmayacaktır...
         Yaa işte böyle!  "Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır" buyurmuş atalarımız... Şeytan öyle, siyasetçi de böyle çalışıyor. Durum böyle olunca içimden <Kolay gelsin demek> gelmiyor.
         Lakin İyi dileklerimi, Ramazan Şeytan'ı gibi eli kolu bağlanmış İblis ile dürüst siyasetçiye saklıyorum.
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

15

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

HAYIRLI BİR SEYAHAT
         23-24 Ekim tarihlerinde birkaç değerli dost ile İstanbul'a gittik. Bu güzel kente en az 200 defa gitmişimdir, fakat her gidişimde ayrı bir heyecan duyarım. Coğrafi konumu, tarihi dokusu ve hepsi bir şaheser olan camileri ile muhteşem bir şehirdir İstanbul...
         Gündüz yaptığımız seyahat, insanı bunaltmayan güneşli bir havada geçtiği için oldukça zevkli geçti. Akşam civarında Boğaz Köprüsüne ulaştık. Lakin öyle kalabalık ki adım adım ilerliyoruz, tek sıkıcı boğaz geçişi oldu.
         Akşam namazını Eyüp Sultan'da kıldık... Allah'ım ne muhteşem dekor... Tatlı bir ezan, çınarlar, güzel ışıklandırılmış Eyüp Camii ve çevresindeki tarihi atmosfer insanı 500 yıl öncesine götürüyor. Eyüp Mezarlığı ise bu 500 yıllık tarihin kanıtları olarak karşımızda duruyor.
         Camiinin içi bir başka güzel, değerli dostum Atilla Beyin deyimiyle nispetler, renkler, kullanılan malzemeler birbirlerine öyle uyumlu ki herhangi bir kusur görülmüyor. Bozulsalar tamiratını bile yapacak becerimiz yok bugün. Bu muhteşem eserlerde mimarlıktan öte bir şey olmalı. Bu eserlerin statik hesapları, plan ve projeleri; bir keşif, bir ilham ya da bir içe doğuş olsa gerek. Hangi yüksek matematik bilgisi ile yapıldı, o güzelim malzemeler nereden bulundu, o malzemelerin kalıcılığı nereden bilindi? Bunlar hep bir muamma!
         İkinci gün Fatih Çarşamba'da ki Ağa Camii mekânımız oldu. Buradaki mezar taşlarının ilginçliği dikkatimi çekti. Bilen için her mezar taşı ayrı bir dünyayı hatırlatıyor. Erbabı için, mezarda yatan zatın kimliği meçhul değil. Kadın veya erkek, genç kız ya da çok çocuklu bir kadın olduğu bilindiği gibi, kişinin hangi mislikten olduğu nakış gibi mezar taşlarına işlenmiş. Hele oradaki mübarek zat ve nasihatleri bizim için ayrı bir lezzetti.
         İkinci gün öğleden sonraki randevumuz Yeşilay Cemiyeti'nin Cağaloğlundaki merkezi idi. Yeşilay Cemiyeti Genel Başkanı Selahattin KAPTANAĞASI bizi yaşlı bir delikanlı edasıyla karşıladı. İlerlemiş yaşına rağmen kendisini dertli, bilgili, heyecanlı ve dinamik bulduk.
         Biz arkadaşlarımızla kendi aramızda şöyle düşünmüştük: Ülkemizde son yıllarda birazda ekonomik krizin sebep olduğu bir çöküntü var. Alkol, sigara ve her türlü kötü alışkanlık bu çöküşün hızlanmasına sebep oluyor. Toplumu kene gibi sömüren kötü alışkanlıklarla mücadele etmemiz şarttır. Bu mücadele aslında her vatanını sevenin birinci görevidir. Bilinçli her insanın alkolizme, sigaraya, uyuşturucuya şiddetle karşı olması gerekmektedir.
Bizi harekete geçiren bu düşüncelerle gittiğimiz Yeşilay Cemiyetinde bizden daha heyecanlı bir başkanla karşılaştık.
Başkan Devlet yetkililerine feryat edercesine yalvarıyor; neslimize sahip çıkalım, çocukları bu tehlikelerden koruyalım diye... Bir yıl içinde 1300 küsur toplantı yapıldığını, bunun Türkiye gibi büyük bir ülke için tuz bile olmayacağını söylüyor. Yetkililerin bu işe acil el atmalarını, okul çevrelerindeki kafe, internet kafe, kahvehane, meyhane, bar, pavyon gibi mekânların açılmasına izin verilmemesini ve uzaktakilerin de sürekli kontrol edilmesini istiyor.
Yapıkları bu mücadele için maddi gelirlerinin yeterli olmadığını, bütün belediyelerin bu işe pay ayırması gerektiğini ifade ediyor.
Vali, Kaymakam ve Belediye Başkanlarının Türk Halkına karşı büyük sorumlulukları bulunduğunu ve bu yetkilerinin gençlere sahip çıkmalarını rica ediyor. Bu yıl içinde ülkemizde tüketilen alkol ve sigaraya harcanan para ile 160.000 adet konut yapılabileceğini rakamlarla anlatıyor,(bu kadar konutla 5 tane yeni Çorum şehri Kurabilirsiniz) ayrıca; istatistiklerle trafik kazalarının % 65'i,tecavüz ve şiddet olaylarının $% 50'si,cinayetlerin % 85'i,aile problemlerinin %75'i alkol sebebi ile olduğunu anlatıyor.
Yeşilay Cemiyetinin Başkanını dinlerken o kadar dehşete düştük ki, bir an ülkemizdeki en büyük sorunun içki, sigara ve uyuşturucu olduğunu düşündük.
Önümüzdeki günlerde güzel Çorum'umuzda cemiyetin bir şubesini açarak kolları sıvamamız gerekiyor. Sorumluluk sahibi herkesin bu hayırlı işe yardımcı olmasını istiyoruz. Bu öylesine büyük bir tehlike ki; çevre, ekonomi ve terör gibi sorunlar bunun yanında basit kalıyor.
Değerli okuyucular. Bayramlar; sevinç, bolluk, kardeşlik için bir vesiledir. Bu mübarek günleri vesile ederek sigara ve içki gibi kötü alışkanlıkları olanlar bıraksınlar. Tövbe etsinler. Bu karar onlar için daha hayırlı olacaktır.
Bayramınızı tebrik eder, tüm insanlık alemi için hayırlara vesile olmasını dilerim.
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 16

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

ÇENESİZLER SERAMİK
Çorumlu 2000 Dergisinin bundan sonraki sayılarında sizlere Çorum'da kendi iş kolunda "İLK" olan, herhangi bir alanda öncülük yapmış olan kişi ya da kuruluşları tanıtmaya davam ediyoruz.
Bu sayıda sizlere "ÇENESİZLER SERAMİK VE TİCARET A.Ş."yi tanıtıyoruz. Konuşmamızı Çenesizler Seramik Sanayi'nin Organize Sanayi Bölgesindeki fabrikasında yaptık. Konuşmamızı Fabrika Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Sayın Erdem ÇENESİZ ile Çorumlu 2000 Dergisinin Sahibi Sayın Mahmut  Selim GÜRSEL Beylerin  bulunduğu bir  ortamda; Genel Müdür N. Bülent ONUR  ve  Fabrika Müdürü  Levent KARACABAY ile yaptık. Kendilerine söyleşiden dolayı teşekkür ediyoruz.
 
N. Bülent ONUR 1964 yılında Çorum'da doğdu. Albayrak İlkokulunu ve Samsun Anadolu Lisesinden sonra; İTÜ. İnşaat Fakültesini bitirdi.
1994 yılına kadar Şantiye Şefliği ve Proje Mühendisliği ve Müteahhitlik yaptı.1994 yılından beri “ECE" Seramikte
Genel Müdürlük görevinde bulunmaktadır.
Evli ve bir çocuk babasıdır.
 
Levent KARACABAY 1962 yılında Yozgat'ta Doğdu. ODTÜ Metarurji Mühendisliği mezunudur. Eczacıbaşı Vitra'da 7 yıl, AR-GE Şefliği, Serel'de 4 yıl Üretim Müdürlüğü,"EGE" Seramikte bir yıl Genel Müdür Danışmanlığı yaptı.1998 yılından beri "ECE" Seramikte Fabrika Müdürü olarak çalışmaktadır.
Evli ve bir çocuk babasıdır.
 
         Zekai İŞLER: - Seramik Fabrikası kurma fikri nereden çıktı, neden seramik düşünüldü?
         N.B. ONUR:  - Fabrika ile ilgili yatırım çalışmaları 1992 yılında başladı. Fikir babası Erdem Beydir. Çorum o yıllarda büyüme trendine geçmişti. Fakat klasik sektörde büyüyordu.  Biz de alışılmışın dışında bir sektör aradık. Hem inşaat sektörüne yakın olması, hem de piyasa araştırmalarımız sonunda  "seramik"e karar verildi.       
         Zekai İŞLER: - Faaliyete ne  zaman geçtiniz, üretiminiz yeterli mi?
         N.B. ONUR: - 1993 yılında yatırım tamamlandı. 1994'te fiili üretim başladı. İlk başta kapasite düşüktü.19 94'ten sonraki 2-3 yıl içinde küçük yatırımlarla takviye edilen fabrikamızda 1997'de tam kapasiteye ulaştı.
         Zekai İŞLER: - Üretim çeşitleriniz ve kapasiteniz nedir?
L. KARACABAY: - "ECE" Markasıyla banyo takımları, banyo aksesuarları, tek parça helâ taşı, lavabo ve klozet üretimi yapıyoruz. Kapasitemiz 350.000 adet /yıl, hedefimiz ise; 600.000 adet / yıldır. En iddialı üretimimiz de korlu ürünlerimizdir. Dekorların tamamı sır içi olup, aşınma ve solmaya karşı ömür boyu garantilidir.  Ürünlerimizin tamamı; orijinal tasarım olup, tescillidir.
         Zekai İŞLER: -  Hammadde sıkıntınız var mı, hammaddeyi nereden temin ediyorsunuz?
         N.B. ONUR: - Hammadde konusunda sıkıntımız bulunmuyor. Hammaddenin bir bölümü ithal, İngiltere, Rusya ve Ukrayna'dan geliyor. Yerli olanlar ise; Marmara ve Batı Anadolu bölgelerinden temin ediliyor.
         Zekai İŞLER: - Satış ve pazarlama sorunu var mı, yurt içi ve yurt dışı satış noktaları nerelerdir?
         L. KARACABAY:  - Satışlarımız ana distribütörler vasıtasıyla oluyor. Ankara ve İstanbul'da Bölge Müdürlüğümüz ve depolarımız var. Ayrıca; Bursa, İzmir, Denizli, Adana, Antalya, Gaziantep, Diyarbakır, Kayseri, Konya, Samsun, Ordu, Trabzon ve Erzurum'da bayiliklerimiz bulunuyor.
         Ürünlerimizin yaklaşık %30'u ihraç ediliyor. İsrail, S.Arabistan, Belçika, Arnavutluk, Kosova, Makedonya, Rusya ve Türkî Cumhuriyetler en çok ürünlerimizi ihraç ettiğimiz ülkelerdir.
         Zekai İŞLER: - Kalite konusunda neler söyleyebilirsiniz?
N.B. ONUR: - "ECE" Seramik ailesine 1998 yılında katılan ve halen Fabrika Müdürümüz olan Levent Bey; Ece seramik ailesine bütünüyle bir değişim getirdi. Özellikle kalitenin oluşumu Levent Beyle olmuştur. Fiyatı en makul, kaliteyi en yüksek noktada tutmaya gayret ediyoruz. İddiamız: “Bizim kalite de ve bizim fiyatımızda ürün olmadığıdır.”
Zekai İŞLER: - İşçi ve teknik personel sayısı nedir? İşçilerinizle probleminiz var mı?
N.B. ONUR: - Şu an çalışan işçi sayımız 110 civarında, teknik personelimiz ise 6 kişiden ibarettir. Biz burada işçi - işveren mantığı ile değil de, ”ECE Seramik Ailesi" felsefesinden hareket ettiğimiz için çalışanlar açısından her hangi bir problemimiz bulunmuyor.
         İş yönetimi: Müdür + Sorumlu + İşçiler şeklinde olmakla beraber, yönetimde hiyerarşi yerine hızlı iş görme yöntemiyle çalışıyoruz. "Ders alınan başarısızlık başarıdır", "Hata yapma hakkımız vardır" sloganları bizim çalışmamıza ışık tutmaktadır.
         Başka önemli hususta şudur: Biz işçilerimizle birkaç yıllığına değil, emekli oluncaya kadar çalışmayı düşünüyoruz. Bu sebeple çok tatmin edici olmamakla beraber; Çorum piyasasının üzerinde bir ücret politikamız vardır.
         Zekai İŞLER:  - Ürünlerinizi rekabete açtınız mı?  Fuarlara katılıyor musunuz?
         L. KARACABAY: - Elbette rekabet kaliteyi zorluyor. Yurtiçinde Tüyap Seramik-Banyo Fuarına 4 senedir katılıyoruz. Tunus ve Azerbaycan olmak üzere 2 defa yurtdışı fuarına katıldık.
         Zekai İŞLER: -  Efendim! Son olarak "Ece Seramik"in avantaj ya da dezavantajları nelerdir? Varsa problemlerinizi öğrenmek istiyorum.
         Erdem ÇENESİZ: - Avantajımız; Çorum'a yatırım yapmak.  Doğduğumuz, büyüdüğümüz bu şehre karşı borcumuzu ödemiş olmamız en büyük avantajımızdır.
         N. Bülent ONUR: - Yetişmiş insan, hammadde ve ulaşım (Deniz, Hava, Demiryolu) gibi tüm kaynaklardan uzak olmak dezavantajımızdır.
         Levent KARACABAY: -Problemimiz; Havayolu ve Demiryolu olmayışı. Ayrıca Çorum'da doğal gazın olmaması maliyeti artırıyor.  Bunun dışında ülkemizdeki diğer sorunlardan herkes gibi bizde etkileniyoruz.
         Zekai İŞLER: - Bu konuşma için size teşekkür ediyor, çalışmalarınızda, işlerinizde başarılar diliyorum.
         Erdem ÇENESİZ, N. Bülent ONUR, Levent KARACABAY: -  Biz teşekkür ederiz.
 
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 17

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

AS KAPLO
         26 yıl  "Kültür işleriyle"  uğraşan entelektüel  bir insan, emekli olunca sanayi sektörüne atılırsa ne olur? Değerli hemşerimiz Ahmet ERTEKİN Bey ile Organize Sanayi Bölgesindeki AS KABLO tesislerinde hem yeni işini, hem de kültürel meseleleri konuştuk. Kültüre ait konuşmalar bizde kaldı. Biz sizlere as kablo ile ilgili söyleşimizi sunuyoruz.
Zekai İŞLER: - Ahmet Bey; Emekliliğiniz hayırlı olsun. Daha önceki mesleki kariyerinizle pek ilgisi bulunmayan bu "kablo" işi nereden çıktı?
Ahmet ERTEKİN: - Kardeşimin İstanbul'da "Kablo Fabrikaları yapan bir fabrikası" bulunuyordu. Kendisi de kablo üretimi yapmak isteyince, Çankırı Organize Sanayiden teşvik almışlar. Benim fabrikanın başında durmam icap etti.  Teşviki Çorum'a naklettik, böylece Fabrika Çorum Organizeye kuruldu, biz de başına geçtik.
Zekai İŞLER: - As kablo neler üretiyor, hangi piyasaya hitap ediyor?
Ahmet ERTEKİN: - Genellikle inşaat sektöründe kullanılan bütün elektrik kablolarının çeşitlerini yani alçak gerilim kablolarını üretiyoruz. Aracı firmalar aracılığıyla Alman'larla çalıştık. Zaman zaman dış satımlar oldu. Lakin biz çoğunlukla iç piyasaya yönelik çalışıyoruz.
Zekai İŞLER: - Hammadde olarak neler kullanıyor ve nereden temin ediyorsunuz?
Ahmet ERTEKİN : - Elektrolitik bakır, saf bakır ve PVC kullanıyoruz. Hammadde İstanbul'dan temin ediliyor.
Zekai İŞLER: - Personel ve ücret durumunuz nasıldır?
Ahmet ERTEKİN: - Yönetim dâhil 15 personelimiz var. Ücret politikamız 2 yıla kadar iyiydi. 2 yıldan beri Türkiye'nin genel ekonomide durgunluk bizi de etkiledi. Şu an normaldir.
Zekai İŞLER: - Üretimdeki kaliteniz, üretim fazlalıkları ve bu hususlarda problemleriniz nelerdir?
Ahmet ERTEKİN: - Kaliteyi etkileyen faktör; bakırın saflığı ile PVC nin kalitesidir. Kabloda iletkenlik önemli! Rakibimiz değil de, rahatsız olduğumuz şeyler var. Bizim sektörde "merdiven altı kabloculuğu" denilen bir üretim şekli var.  Yeterli denetim olmadığı için standart dışı üretim yapıyorlar, ucuz olduğu için tercih ediliyor. Stok maliyetleri artırdığı için üretim depolama gibi bir lüksümüz kalmadı.
Zekai İŞLER: - Fabrikanızın aylık kapasitesi ne kadardır.  Pazarlama yönteminiz nedir?
Ahmet ERTEKİN: - Biz tek vardiya çalışıyoruz. Aylık 100 ton bakır işleme kapasitemiz vardır. Tüketimimiz bayilik sistemi ile olmaktadır. Ayrıca arabalı pazarlamacılar. Pazarlama alanımız başta; Çorum olmak üzere, Karadeniz Bölgesi ile Ankara ve İstanbul'a da satışlarımız bulunmaktadır.      
Zekai İŞLER: - İçinde bulunduğunuz yıllar sanayiciler için gerçekten zor dönemler, bunu biliyoruz. Zorluklar aşılırsa, (Ülke genelinde)  ekonomi rayına oturursa, problemleriniz bitmiş olacak mı? Başka zorluklar var mı?
Ahmet ERTEKİN: - Efendim biz işe 1996 - 97 yılında sanayinin iniş döneminde başladık. İyi dönemleri görmedik.  Zorlukları aşmak için önce mesaileri kaldırdık, ardandan yavaş yavaş üretim kapasitemizi düşürdük. Böylece zor şartlarda ayakta kalabildik. Bizim esas problemimiz, standart dışı üretilen mallardır. Türkiye'de kaliteli mal üreten firmaların piyasadaki standart dışı mallarla mücadele etmeleri zordur. Çünkü kalitenin bir maliyeti var. Bunu da haliyle ürüne yansıtmak zorundasınız. Bu sebeple ucuz mal ile rekabet imkânı yok.
         Zekai İŞLER: - Ahmet Bey, As Kablo dışında herhangi bir çalışmanız var mı?
Ahmet ERTEKİN: - Çorum Organize Sanayi İş Adamları Derneği diye bir kuruluşumuz var.  Kısa adı ÇOSİYAD olan bu kuruluşun Başkan Yardımcılığı görevini yapıyorum.
Zekai  İŞLER: - Çıkarken kapıya yakın bir yerde ve tam  karşımızda Ahmet Beyin yakınmalarını dile getiren bir levha asılıydı ve üzerinde şöyle yazıyordu: "Dünyada hiç  kimse, hiçbir şeyi daha kötü yapmadan daha ucuza satamaz" Ahmet Beye kim bilir belki  olabilir mi? Diye takıldıktan sonra teşekkür ettik.
Ahmet ERTEKİN: - Biz de isteriz. Diyerek o da teşekkürlerini ifade etti..
 
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

   18

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

ÇOPİKAS
Bu sayıda sizlere "ÇOPİKAS A.Ş."yi tanıtıyoruz. Konuşmamızı ÇOPİKAS Genel Müdürü Sayın İsa DOĞANLI ile Ankara Yolu üzerinde bulunan fabrikada yaptık.  Kendisine söyleşiden dolayı teşekkür ediyorum.
İsa DOĞANLI: 1961 tarihinde İzmir’de doğdu. Endüstri Yüksek Mühendisliği mezunudur.
16 yıldır bu sektörde çalışmakta olan İsa DOĞANLI; 4 yıldır
  ÇOPİKAS’IN çeşitli kademelerde çalıştıktan sonra; 1999 yılından itibaren ÇOPİKAS Genel Müdürü olarak görevine devam etmektedir.
        
Zekai İŞLER - Kısaca kuruluşunuzun tarihçesini anlatabilir misiniz?
İsa DOĞANLI: - Şirketimiz 1976 yılında kurulup,1981 yılında Kâğıt fabrikasını çalıştırmaya başladı. Daha sonra 1989'da oluklu fabrikası işletmeye açıldı. Geçen yıl bütün hisseleri David S. Smith
Grubu tarafından satın alındı.
Zekai İŞLER: - İşletmenizin kullandığı arazi miktarı ne kadardır?
İsa DOĞANLI: -Yaklaşık 105 dönüm Arazimizin, toplam 
21 dönümü kapalı alandır. 48 dönümden fazla bir alanımız bahçe-yeşil  alandır.
Zekai İŞLER: - Sektörünüzde pazar durumunuz ve rakipleriniz var mı? Sıralamaya konulduğunuzda sektörel büyüklüğünüz ile mahsuru yoksa 1999 üretiminizi ve cironuzu öğrenebilir miyiz?
İsa DOĞANLI: - Pazar ve rakiplerimiz içinde 98 şirket çalışmaktadır. Oluklu mukavva pazarında 1996'dan beri sektörün en büyük üçüncü üreticisiyiz.
Geçen yıl 36.413 ton oluklu mukavva kutu satarak, pazar payımızı %6 olarak koruduk. 1999 ciromuz 10.1 trilyon TL'dir.
Zekai İŞLER: -  Satışlarınızın Türkiye geneli bölgesel yüzdeleri nelerdir? Bu satışlarınızın önemli müşterilerinizi açıklamanızda bir sakınca var mı?
İsa DOĞANLI : -Ülke içi satışlarımızın yarısını İstanbul ve               Trakya bölgesinde %30 unu bulunduğumuz bölgede ve Karadeniz'de, Bursa ve İzmir bölgelerinde ise%10'arını gerçekleştiriyoruz.
Ürünlerimizin %15'i özel kesimli ve %68'i klasik kutulardan oluşmaktadır. Beyaz eşya ve elektronik eşya kutularında, Çopikas'ın pazarda tartışılmaz bir üstünlüğü ve bilgi birikimi mevcuttur.
Özellikle seramik, maya ve meşrubat sanayilerine yönelik özel kesimli kutu üretimimiz giderek artmaktadır. Bu sanayilere, 1996'da  %4'ler seviyesinde hizmet verirken, ikinci Bobst makinemizin de devreye girişi ile 1999'de  %25'le-re ulaştık.
İlk 25 müşterimize toplam satışlarımızın %75'ini gerçekleştiriyoruz. Arçelik, Beko ve Ardem Gazal gibi bazı Koç firmaları ile Profilo, Cocacola, Eczacıbaşı gibi gruplar "güven veren üretici, stabil ürün kalitesi ve düzenli servis" nedeniyle Çopikas'dan alış veriş etmeyi tercih etmektedir. Arçelik, Ardem, Profilo Peg ve Gazal, gibi bazı müşterilerimiz bize "başarılı yan sanayici" ödülleri verdiler.
Zekai İŞLER: - Üretimini yaptığınız makineler ile mamulün ham maddesini nerelerden karşılıyorsunuz ve makine parkı hakkında bilgi verebilir misiniz?
         İsa DOĞANLI: - Kâğıt makinemiz İtalyan orijinli olup Over markadır.  2.8 m genişliğinde fluting ve test liner kâğıtlarını üretmektedir. Toplam kâğıt ihtiyacımızın %25 -30'unu kendimiz üretirken,  bir o kadarını iç piyasadaki özel kuruluşlardan alıyoruz. Se-ka toplam kâğıt ihtiyacımızın ancak  %10-15’ini verebiliyor.  Önemli miktardaki kraftliner ihtiyacımız ile beyaz ihtiyacımızın tümü, çeşitli müşterilerimizin otomatik dolum makinelerinin daha verimli çalışması için ithal edilmektedir. Oluklu fabrikasında, BHS oluklu hat- tı ile iki tane printer slotter (Bendazzolli ve Si-mon-360),üç tane yapıştırmalı kutu makinesi  (Martin-1224, Martin-718 ve Emba),  iki tane özel kesim makinesi (Bobst-SPO)ile bir katlama yapıştırma makinesi mevcuttur. Bendaz zolli, 480 cm genişliğinde olup,  ülkemizdeki en geniş kutu makinesidir.
Bu makine parkına ilave olarak, bir oluklu fabrikasında olması gereken tüm ekipmanlara sahibiz. Bu yıl sonuna dek, boya hazırlama istasyonu ile dizayn atelyemizi devre ye alacağız.
Zekai İŞLER: - Mamulleriniz zannedersem; kağıt ve mukavva üretimi üzerine, bu mamullerin üretimini yıllar olarak ve günlük olarak verebilir misiniz?
İsa DOĞANLI : - Kağıt fabrikasında 1996'da 10.958 ton, 1997'de 12.736 ton,1998  de 12.745 ve 1999'da 11.500 ton kağıt üretirken, oluklu fabrikasında 1996'da  30.556  ton, 1997'de  35.697 ton,1998'de  33.336  ton  ve  1999'da 36.413 ton kutu ürettik. Her iki tesis de üç vardiya düzeninde çalışmaktadır. Günde ortalama 200.000 orta büyüklükte  (deterjan, kuru maya, gıda) yapıştırmalı kutu,50.000   büyük boy (televizyon, iplik, buzdolabı) dikişli kutu ve 300.000 özel kesimli (meşrubat, seramik, yaşmaya) kutu üretebiliyoruz.
Zekai İŞLER: - İşletmenizde kalite belgesi olarak hangilerine sahiptir. Çevre sağlığı için ne gibi önlemleriniz bulunmak tadır?
İsa DOĞANLI : -1996'da Ts-İso 9002 belgesi ve1997'de Ts-İso14001 belgesi aldık. Türkiye çapında çevre yönetim sistemi belgesini alabilen 3'ncü şirketiz.  Dizayn bölümünü devreye aldıktan sonra 99’da İso-9001 aldık.
Müşteri şikâyetlerini, iadeleri ve fireleri azaltmak ve zamanında teslimat yapmak başlıca kalite hedeflerimizdir.
Arıtma tesisimizi 2 yıldır başarı ile çalıştırıyoruz. Enerji ve temiz su tüketimini azaltmak ile ağaç sayısının arttırılması başlıca çevre hedeflerimizdir. Bütün çalışanlarımızın fabrika bahçesinde kendi diktikleri ağaçları mevcuttur. Geçen yılsonundan itibaren toplam kalite yönetimini uygulamaya çalışıyoruz.  İlk defa öz değerlendirme, çalışanların memnuniyeti ve müşteri memnuniyeti anketlerimizi gerçekleştirdik.
Zekai İŞLER: - Fabrikanızda çalışan işçi sayısı ve çalışanlarınıza mesleki yenilenme eğitim veriyor musunuz? İlerisi için insan kaynaklarına önem verip, burs veya başka benzeri teşvikleriniz var mı?
İsa DOĞANLI : -275'i kadrolu ve 75'i geçici statüde toplam 350 çalışanımız var. 1996'da yapılan organizasyon değişikliği ile çalışanlarımızın kararlara katılmasını destekliyoruz.
Çopikas'da çeşitli konularda düzenli eğitim programları uygulanmaktadır. Bu amaçla 1996'da kişi başına 15 saat eğitim vermişken; 1997'de kişi başına 20 saat eğitim verdik. Eğitimler artarak sürdü ve 1999'da ilk defa yoğun İngilizce eğitimlerine de  başladık.
Çeşitli grup çalışmalarının yanı sıra; öneri verme sistemi ve ayın personelini seçme sistemi gibi bireysel başarıları teşvik eden sistemlerimiz başarı ile çalışmaktadır.
Son iki yıldır, iki üniversite öğrencisine iş garantili burs veriyoruz.
Zekai İŞLER: - Hedeflerinizi kısaca açıklayabilir misiniz, size göre kurumunuzun problemleri nelerdir?
İsa DOĞANLI: - Hedeflerimiz; önümüzdeki 3 yıl içinde satışlarımızı 36.000 tondan 50.000 tona çıkarmayı, 4 gün olan kutu teslim süresini 2 güne düşürmeyi, fireleri ve enerji tüketimini %20 azaltmayı hedefliyoruz.
Bize göre bazı problemler bulunmaktadır, bunlar: Nitelikli eleman bulunamaması,  pazara olan uzaklık, havaalanının olmaması ve elektrik de ki dalgalanma en önemli problemlerimiz.
Zekai İŞLER: - Bizi bilgilendirdiğiniz için teşekkür ederiz.
İsa DOĞANLI: -Bizde teşekkür ederiz
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

  19

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

ÇORUM YUMURTA
         Bu ay sizlere Çorum Yumurta Üretim Pazarlama A.Ş. Adına Yönetim Kurulu Başkanı Sayın Mustafa Kemal DURAN ile Çorum'da ilkler dizinim için söyleşi yaptık.
         Z. İŞLER: - Mustafa Bey önce kendinizi okuyucularımıza tanıtır mısınız?
M.K. DURAN: - 1943 yılında Çorum'da doğdum. Tanyeri ilkokulunu ve Çorum Lisesi Orta kısmını okudum. Şu an Çorum Yumurta A.Ş.'nin Yönetim Kurulu Başkanıyım.
Z. İŞLER: - Yumurta sektörüne neden ve nasıl girdiniz?
M. K. DURAN: Daha önce küçük çapta salma tavukçuluk yapılıyordu. Kümes yumurtacılığına biz başladık. İlk bu işe başlayanlar 9 kişiydik. Bu işe önce yan sektör olarak başlanıldı. Çünkü daha önce bakkallık, makine motor ticareti gibi işler yapıyorduk. Daha sonra bu sektör ilgimizi çekti ve araştırma yaptık; yumurta gıda maddesi olarak çok tüketiliyordu. Ayrıca kısa sürede paraya dönüşüyordu. Böylece kârlı gördüğümüz bu işe girmiş olduk.
Z. İŞLER: - Çorum ve çevresinde ne kadar tavuk çiftliği var; bunlardan kaç tanesi bugün faal durumda, bu çiftliklerde yumurta üretimi ne kadar?
M. K. DURAN: - şu an 157 tavuk çiftliği bulunuyor. Ekonomik krizden etkilenerek ilk önce 50 tavuk çiftliği kapanmıştı. Şu anda 10 kadar tavuk çiftliği kapalı. Yani; ortalama 150 tavuk çiftliği faaliyette bulunuyor ve tümünün günlük yumurta üretimi 12 milyon civarındadır.
Z. İŞLER: - Üretilen yumurta nasıl tüketiliyor, pazarlama yönteminiz, Çorum içi ve dışı tüketim miktarı nedir, bilgi verir misiniz?
M. K. DURAN: - Önce şunu belirteyim. Bütün çiftliklerin üretimlerinin yaklaşık % 80' inin pazarlamasını buradan, Yumurta Pazar-lama A.Ş. yoluyla yapıyoruz. Çorum içi haftalık yumurta tüketimi 500 bin civarında. Çorum dışında İstanbul, Ankara, Karadeniz ve Doğu ve Güneydoğu bölgeleri bizim pazarımız. Çorum içi satışlarımız için, satış büromuz ve servis araçlarımız var. Bakkallara paketlenmiş olarak yumurta sunuyoruz, il dışında ise; Anka-ra GİMAT'ta satış mağazamız var. İstanbul'da ise bayilerimiz var. Ayrıca çevre vilayetler içinde serbest pazarlamacılar bulunmaktadır.
Z. İŞLER: - Geniş bir iç pazarınız var. Bu sektörün Türkiye genelindeki payı nedir, ihracatınız hangi ülkelere olmaktadır ve ne kadar satışınız var?
M. K. DURAN: - Türkiye'deki yumurta üretiminin % 7 sini Çorum üretiyor. İhracatın % 80 i Çorum kaynaklı. Sektörel dış ticaret firması aracılığı ile yapılıyor. Ürünlerimiz şimdilik, Romanya, Azerbaycan, Gürcistan ve dolaylı yollarla Ermenistan'a gidiyor. Halen diğer ülkelerle ilgili araştırmalarımız devam ediyor. İhracat için yeni bina yapıldı. Işıktan geçirilmiş taze yumurtaları paketleyen yeni makineler alındı. Döviz girdilerimiz 1998 yılında 4.200.000 dolar,1999 yılında ise 3.100.000 dolar olmuştur.
Z. İŞLER: - Yumurta nasıl bir besindir, zararlı yönleri var mıdır?
         M. K. DURAN:- Bu soru için teşekkür ederim. Bilen, bilmeyen yumurta hakkında ileri, geri konuşuyor. Bakınız; bir kere dünyada yumurtadan başka kendi orijinal kabuğunda muhafaza edilen bir hayvansal gıda maddesi yoktur. Çok ucuz bir vitamin kaynağıdır. 1 kilogram et ile 1 kilogram yumurta aynı protein değerindedir. Buna karşılık 1 kilogram et ortalama 3 milyon,1 kilogram yumurta ise 600 bin liradır.         Yumurtadaki kolesterolün zararlı olmadığı ABD'li bilim adamları ispat ettiler. Eski tezleri çürüttüler.
         Netice olarak; yumurta ucuz, besleyici ve protein değeri yüksek bir besin maddesidir.
Z. İŞLER: - Sayın DURAN! Yumurta A.Ş. nasıl kuruldu. Şu andaki yapısı nedir, ülke genelinde bir etkinliği var mı?
M. K. DURAN: - Şirket ilk başta 11 kişi ile kuruldu. Daha sonra 25 kişilik bir katılım oldu. 87-88 yılından sonra teşvik alındı. Sayın ÖZAL dönemindeki destekten sonra 157 ortağımız oldu.
Yönetim 11 kişiden oluşuyor, iki yılda bir seçim yapılıyor. Etkinliğimize gelince; Türkiye'de 3 tane borsa var. Çorum, Afyon ve Kayseri. Afyon'un üretimi 1.800.000 adet, Kayseri'de ise 4 milyon civarında. Bizim üretimimiz ise 12 milyon adet tir. Bu durumda fiyatı belirleyen Çorum oluyor.
Z. İŞLER: - Yumurta A.Ş.nin ve size bağlı çiftliklerin işçi istihdamı nedir, kaç kişi çalışıyor?
M. K. DURAN: - Yumurta A.Ş. de çalışan 65 personelimiz var. Çiftliklerde en az 15 bakıcı bulunmaktadır. Bu insanlar genellikle aileleri ile birlikte çalışmaktadırlar. Bu durumda yuvarlak hesapla 7 ila 10 bin arasında insan bu sektörden ekmek yemektedir.
Z. İŞLER: - Sayın DURAN! Doğrusu verdiğiniz bilgilerden dolayı yumurta sektörü ile bir Çorumlu olarak gurur duydum.  Bu işe öncülük ettiğiniz için de ayrıca şehrimiz adına size minnettar olduğumuzu ifade etmek istiyorum.
Her sektörde olduğu gibi işletmelerin artı yönleri ya da kendilerinin ve müşterilerinin memnun olduğu şeyler gibi, sıkıntıları da bulunuyor. Sizin sektörünüzün sorunları varsa lütfen belirtiniz?
M. K. DURAN: - Evet; Yumurta A.Ş.nin övünebileceğimiz artı yönleri var. Bunları sıralarsak: Tasnif makinesi, biri Çorum'da bulunan ve tüm Avrupa ülkelerinde sadece 4 tane olan yumurta tasnif makinesi. İki yıl önce 840.000 dolara aldığımız bu makinenin şu andaki değeri 1 milyon dolar.
Her yumurta üretim çiftliğinin ve şirketin veterineri bulunmaktadır. Hayvan hastalıklarını teşhis etmek için lâboratuarımız bulunmaktadır.
Stok için 3 veya 6 aylık 5 milyon kapasiteli 900m2 lik depolarımız var. Şirkete ait depolama, indirme, bindirme araçlarımız (fortlifler) bulunmaktadır.
Sorunlarımıza gelince: Taban fiyatı sebebiyle, buğday, mısır, yem vb. ürünleri dünya fiyatının iki katına alıyoruz. Bu sebeple Türkiye'de yumurta pahalıya mal oluyor. Dışarıda bu fiyatlardan dolayı zorlanıyor ve haksız rekabetle karşılaşıyoruz. Bizde sadece 30 üretici kendi yemini üretiyor.
Devletten beklentimiz dünya fiyatlarına uygun hammadde temin edilmesi ve dünya ile rekabet yapabilecek imkânların bize verilmesini istiyoruz.
Z. İŞLER: - Verdiğiniz bilgiler için size şahsım ve ÇORUMLU 200 Dergisi adına teşekkür ediyorum.
         M. K. DURAN: - Ben de size bu bilgileri halkımıza aktardığınız ve buna aracı olduğunuz için teşekkür ediyorum. Sağ olun.
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

  20

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

ENSAR DERHANESİ
Çorumlu 2000 Dergisinin değerli okuyucuları, dergimizin her sayısında sizlere “Sanat, Siyaset, Ticaret” gibi çeşitli alanlarda katkıda bulunan değerli müteşebbisleri (girişimcileri) tanıtmaya çalışıyoruz.
Bu röportajların temel iki amacı vardır. Birincisi; gençlere, iş yapmak isteyen yeni kuşaklara örneklik teşkil etmesi! İkincisi de, bu şehrin gelişmesine, büyümesine katkıda bulunan insanlara bir vefa borcudur. Onların yaptıkları iyi şeylerin tarihte bir vesika olarak yansımasıdır.
Bu ay ki konuğumuz içimizden birisi, İç Anadolu Holding Yönetim Kurulu Başkanı. Genç ve çalışkan iş adamı Sayın Murat YILDIRIM. Murat Bey çok yönlü bir kişiliğe sahip! İlgi alanları farklı olmasına rağmen hepsinde başarılı olmuş bir kimse.
Görüşmemizi Ensar Dershanesinde Murat Beyin odasında yaptık. İşte sorularımız ve cevaplarıyla Murat YILDIRIM.
Zakai İŞLER: - Murat Bey, konuşmamıza sizi tanıyarak başlayalım.
Murat YILDIRIM: - 1958 Çorum doğumluyum. Çorum Eti Ortaokulu ve Ankara Gülveren Lisesi mezunuyum. Yüksek öğrenimimi ise Eskişehir Eğitim Enstitüsü Matematik Bölümünde tamamladım. Kütahya Gediz Gökler Ortaokulu ilk görev yerimdir. Daha sonra Çorum İmam Hatip Lisesi matematik öğretmenliğine atandım. 1987 yılında Milli Eğitim Bakanlığı kanalıyla İngiltere'ye gittim. Orada bir yıl İngilizce, matematik kursu gördüm. Döndüğümde Çorum Anadolu Lisesine İngilizce, matematik öğretmeni olarak atandım. Bu görevime devam ederken,1991 yılında istifa ettim. Bir grup arkadaşımla ENSAR DERSHANESİNİ kurduk. Ben kurucu Müdür olarak çalışmaya başladım. Daha sonra 1992 yılında Özel Pınar İlköğretim okulunu kurduk. Dershanemizin 1996 yılında Alaca Şubesini,1999 yılında da İskilip Şubesini açtık. Yine bu yıllarda (1998) İç Anadolu Bakliyat Fabrikamız Organize Sanayi bölgesinde açıldı.
Evliyim, üç çocuk babasıyım. İngilizce bilmekteyim.
Zakai İŞLER: - Murat Bey, siz bu işler dışında sanıyorum, sivil toplum çalışmaları ardından siyaset yaptınız. Başka bilmediğimiz yönünüz var mı?
Murat YILDIRIM: - Ben öğretmen iken Kızılay Yönetim Kurulunda bulundum. Daha sonra 10 arkadaşımla birlikte Milli Gençlik Vakfı Çorum Şubesini kurduk. Başkan Yardımcısı olarak görev yaptım. Bundan sonraki yıllarda ise Çorum, Amasya, Yozgat illeri Milli Gençlik Vakfı Bölge Başkanlığı görevinde bulundum. Bu ara yine Çorum'un en büyük kooperatifi olan S.S Binevler Arsa Yapı Kooperatifi Yönetim Kurulu Başkanlığını yaptım.
1993 yılında RP Çorum İl Başkanlığına seçildim. 1994 Belediye Seçimlerinde İl Başkanı olarak, arkadaşlarımın olağanüstü çalışmaları ile Çorum'da ilk defa merkez dâhil 5 tane Belediye Başkanlığı kazandık. Genel Seçimlerde Çorum'un 6 milletvekilinden 3 tanesini aldık.
Zakai İŞLER: - Görülen o ki yaptığımız işlerde oldukça başarılı olmuşsunuz. Oldukça enerjik bir insansınız, hayatın farklı alanlarıyla aynı anda uğraşıyorsunuz. Sizin için hangisi daha cazip siyaset mi, ticaret mi?
Murat YILDIRIM: - Benim için Ticaret, siyaset ve eğitim bir saç ayağı gibidir. Yerine göre hepsinin yapılması gerekir. Siyaset bir milletin idaresidir, millete hizmettir. Ticaret ve eğitim de o milletin devamı için gerekli unsurlardır. Eğitimsiz bir toplum düşünülemez, ticaretsiz ve siyasetsiz bir toplum da hayatiyetini sürdüremez. Benim genel felsefem insana ve topluma hizmettir. Bu imkânı nerede bulursam, orada hizmet yapmaya çalışıyorum. Bundan da büyük bir zevk alıyorum. Halka hizmet hakka hizmet olarak görüyorum. Her alanın kendine göre güzel yönleri olduğu gibi, risk ve sıkıntıları da vardır.
Zakai İŞLER: - Bir an öğretmen olduğunuz günleri düşünerek, özlem duyduğunuz oluyor mu? Yoksa “iyi oldu” mu diyorsunuz?
Murat YILDIRIM: - Öğretmenlik kutsal bir meslektir. Birçok işle uğraştım. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim; öğretmenlik mesleği tat ve zevk başka mesleklerde yoktur. Çünkü eğitim direkt olarak insana hitap etmektedir. Toplumu oluşturan her çeşit insanın sizin elinizde şekillendiğini görüyorsunuz. Yeniden bir meslek seçme durumunda olsaydım yine “öğretmen” olmayı, yalnız bu işi uzman bir şekilde yapmayı isterdim.
Zakai İŞLER: - Murat Bey, bir köy çocuğunun sizin bulunduğunuz noktaya gelmesi kolay değil, çalışma heyecanınızın arka planında ne var?
Murat YILDIRIM: Ben çocukken şehirde okuyan ağabeylerimizin tatilde köye geldiklerinde davranışlarını izler ve özenirdim. Daha sonra benim de okuma arzum gelişti. Ve ortaokula kaydoldum. Lise yıllarında Ankara'da okumama rağmen büyük şehir içinde eriyip gitmedim. Tam bir Anadolu çocuğu hüviyeti ile muhafazakâr, örf ve âdetlerine bağlı bir genç olarak liseyi bitirdim. Yüksek okulda okuduğum kitapların etkisiyle öğretmenlik yıllarımda ve daha sonrasında sosyal ve siyasal hayata ilgi duydum.
İşte bütün bu birikimlerin sonucu olarak ve inancımın gereği olarak insana ve topluma hizmet etmeyi kendime vazife edindim. Heyecanımın gerisinde yatan gerçek budur.
Zakai İŞLER: - “İnancın büyük güç olduğu tartışılmaz bir gerçektir. İsterseniz” biraz daha derine inelim. İç dünyanız nasıldır? Mesela büyük işler yaparken sizi harekete geçiren itici güç nedir? Hırs mı? Para ya da şöhret mi?  Veya başka bir şey mi?
Murat YILDIRIM: - Buna tam olarak hırs diyemem. Belki de bir hizmet aşkıdır. Çok çalışmak, başarılı olmak hırs olarak kabul ediliyorsa buna hırsta diyebilirsiniz... Yalnız bu hırs olumlu bir hırstır. Olaya şöyle bakabiliriz, bizim ve arkadaşlarımızın hırsları sonucu: yüzlerce öğrenciyi üniversiteye gönderdik. Birçok insana iş imkânı sağladık. Yani, biz Çorum'u seviyoruz, Çorum insanına hizmet etmek istiyoruz. İtici güç budur.
Zakai İŞLER: - Bu “başarı” şahsi  bir şey mi? Yoksa bir ekip başarısı mıdır?
Murat YILDIRIM: - Kesinlikle bir ekip başarısıdır. “Bir elin nesi var, iki elin sesi var” Atasözü bunu daha iyi açıklar. Arkadaşlarımla birlikte “Planlama, uygulama, denetleme” yapıyoruz. Başarının sırrı budur.
Zakai İŞLER: - Murat Bey, tevazu güzel şeydir. Tebrik ederim. Pekala bu dünyada yaşadığınız süre içerisinde hayatınızı değiştirecek kadar etkilendiğiniz bir olay, bir iş yada bir gözleminiz var mı?
Murat YILDIRIM: - Üniversite yıllarında Asım Köksal'ın “İslâm Tarihi”ni okuyunca sahabelerin yaşantısı beni çok derinden etkiledi. İlke olarak özel hayatımda bu fikirleri benimsedim. Bu benim ruh dünyamı oluşturdu. Peygamberimizin sahabelerinin fedakârlıkları dünyada eşi görülmemiş inanmışlık ve insanlık örneğidir.
Peygamberimizin Allah'ın elçisi olmakla birlikte aynı zamandı bir öğretmen, bir komutan ve bir devlet başkanıydı. Siyaset, eğitim ve ticarete çok önem verirdi. Bizde bunu kendimize örnek aldık.
İşte bizi değiştiren, ruh dünyamızı oluşturan, başarılarımızın arkasındaki itici güç bu inançtır.
Zakai İŞLER: Dikkat ettim konuşmanız boyunca sürekli olarak “siyaset, ticaret ve eğitimin” önemini vurguluyorsunuz. Başka bir şey sorayım. Türkiye şartlarında bu alanların hangisinde başarı elde etmek daha kolaydır?
Murat YILDIRIM: Doğrusu şu anda ülkemiz şartlarında herhangi bir işte başarılı olmak kolay değil. Ancak ticarette başarılı olursanız diğer alanlardaki başarıya kolay ulaşabilirsiniz?
Zakai İŞLER: - Günlük programınız nasıl, yoğun mu?
Murat YILDIRIM: - Sabah ilk işim inşaatların kontrolü oluyor. Daha sonra gerektiğinde Organize Sanayi Bölgesindeki fabrikamız ile Aytaç'a uğruyorum. Saat 12 gibi dershaneye geliyorum. Normal günlük rutin işleri yapıyorum. Akşam en erken 20-21 de eve gidiyorum. Daha sonra yemek...gazete...çocuklar... derken günü bitirmiş oluyorum. Bazen kitap okumaya çalışıyorum.
Zakai İŞLER: - Belki en başta sormam gerekiyordu. Ama iyi oldu. Önce sizi tanıdık. Şimdi de yaptığınız işleri soralım; İç Anadolu Holding bünyesinde hangi faaliyetlerde bulunuyorsunuz?
Murat YILDIRIM: - Efendim ilk göz ağrımızdan başlayalım. Önce Ensar Dershanesi kuruldu. Bugün gelinen noktada dershanemiz fiziki ortam olarak. Yani kütüphane, kafeterya, okuma salonu ve öğretmen odaları ve derslikleriyle Milli Eğitim standartlarına uygun bir binadır. Tabii ki bu olumlu ortam eğitime de yansımaktadır. Tecrübeli öğretmen kadrosu ve doküman zenginliği (kitap, dergi) ile başarılı eğitim hizmetine devam etmektedir. Bu hizmetin sonucu olarak birlerce öğrencimize üniversite yolu açılmıştır. Bunun bizim için büyük manevi tatmini söz konusudur.
Zakai İŞLER: Dershanecilik sizi özel okula yönlendirdi galiba?
Murat YILDIRIM: - Evet o tabi bir sonuçtu. Şimdi öğrenci kalitesiyle kendini kabul ettirmiş olan Özel Pınar İlköğretim okulumuz halen bu hizmetine devam etmektedir. İnşaatı devam eden yeni binamızın bitmesiyle imkânlarımız oldukça büyüyecek, kalitemiz ise daha da artacaktır.
Zakai İŞLER: - Eğitim hizmetleri dışında inşaat, bakliyat ve bir de bayiliğiniz var...onlar nasıl gidiyor?
Murat YILDIRIM: Çorum'da yöresel olarak yetişen her türlü bakliyatın eleme, sınıflama ve paketleme işlemini yapıyoruz. Paketlenen mamullerimiz Çorum, Amasya ve İstanbul piyasasına veriliyor. Ürünlerimiz kaliteli olup, muadil ürünlerle kıyas edilince fiyat olarak normaldir.
Zakai İŞLER: - Ürünleri nasıl temin ediyorsunuz?
Murat YILDIRIM: - Kuru fasulye, yeşil mercimek ve nohut Çorum çevresindeki köylerden, kırmızı mercimek Gaziantep'ten, pirinç ise Kargı ve Osmancık yöresinden temin ediliyor. Pirinç tamamen yerli üründür. Bulgur ise fabrikalardan alınıyor?
Zakai İŞLER: - Neyin bayiliği var?
Murat YILDIRIM: - Aytaç ürünleri bayiliğimiz var. Çorum ili ve ilçelerinde pazarlama yapıyoruz. Aytaç'ın et ve süt mamulleri ile yağ, peynir, makarna, meyve suyu ve su çeşitlerimiz vardır.
Zakai İŞLER: - İnşaat sektöründe neler yapıyorsunuz?
Murat YILDIRIM: Şirketimiz bünyesinde Silm Kent'teki “Yeşil Vadi Villa Kooperatifi” bulunmaktadır. Bu çalışmamız ile dublex, yaşanabilir bir mekân ve yeşili bol bir ortam sağlamak üzere insanları dinlendirecek bir ev ve çevre hazırlamaya çalışıyoruz.
Zakai İŞLER: - Allah kolaylık versin. Efendim, bu çerçevede ileride yapmayı düşündüğünüz işler, ya da idealiniz, hedefleriniz nelerdir?
Murat YILDIRIM: - Mümkün olduğu kadar potansiyeli olan ilçelere ve çevre illere dershanemizin şubesini açmak (şu anda iki ilçemizde açıldı; alaca, İskilip) sonra özel okullarımızı çoğaltmak, daha ileri hedefimiz ise; Çorum'da Özel Üniversite açmaktır. Daha genel bir hedefimiz de: Çorum'umuzu dünyaya açmaktır.
Zakai İŞLER: - Son olarak Çorum insanına bir mesajınız var mı?
Murat YILDIRIM: - Evet, amacımız insanımıza hizmet etmektir. Çorum halkından bize destek olmalarını bekliyoruz.
Zakai İŞLER: - Efendim size bu konuşmadan dolayı teşekkür ediyorum. Heyecanınız beni de olumlu şekilde motive etti.
Murat YILDIRIM: Ben teşekkür ederim. Size ve derginize başarılar dilerim.
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 21

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

LANGUAGE CENTRE
Bu sayımızda siz okuyucularımıza Çorum'un ilkleri olarak Yabancı Dil öğreten Language Centre'i tanıtıyoruz.
Bize; Language Centre Kurucusu olan Sayın Halil İbrahim AŞGIN kendisini tanıttı, bilgi verdi. Sorularımızı cevapladı.
Zekai İŞLER: - Lütfen kendinizi kısaca tanıtır mısınız?
Halil İbrahim AŞGIN: - 1973 Yılı Çorum doğumluyum. İlkokul, ortaokul ve liseyi Çorumda tamamladım. 1993 yılında girdiğim üniversite sınavı sonucunda İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, Kamu Yönetimi Bölümünü kazandım. 1997 yılında bu okuldan mezun oldum. Mezun olduktan hemen sonra başlattığım çalışmalar neticesinde Mayıs 1998'de Çorum'un ilk yabancı dil kursu olan kurumumuzun Milli Eğitim Bakanlığı'ndan onayını aldım. Aynı yıl Marmara Üniversitesi'nde Mahalli İdareler ve Yerinden Yönetim bilim dalında Yüksek Lisans Programını kazandım. Halen aynı programın tez aşaması ile birlikte dil kursumuzdaki faaliyetlerimize devam ediyorum.
Zekai İŞLER : - Language Centre ne zaman açıldı? Böyle bir yeri açarken düşünceniz neydi; para mı? Yoksa başka hedefler mi düşündünüz?
Halil İbrahim AŞGIN : - Language Centre'in öğretime başlama izin yazısının tarihi 04.06.1998'dir. Yani iki yıl dört aylık bir mazimiz var. Böyle bir yeri açarken tek hedef olmaz., hedefleriniz vardır. İki binlerin eşiğinde, yüz altmış binlik koca bir şehrin bir dil kursunun dahi olmaması çok acı bir şeydi. Bir kursa gidebilmek için yazları şehrimize gelmeyen gelemeyen ve hatta sadece kursa gidebilmek için büyük şehirlere giden arkadaşlarımızın varlığı bizi böyle bir kursu açmaya itti. Aynı sorunu ben de yaşadım. Üniversitede okurken “özellikle yazları” İngilizce kursuna gitmek istedim ama yoktu. Var olanlarda mahalle aralarında, apartman dairelerinde, kaçak olan ve hiç de yeterli olmamasına rağmen kurs açığını bu şekilde doldurmaya çalışan yerlerdi. Fakat bu tür yerler, maalesef, kendim de gitmeme rağmen ” hiç de yeterli değildi. Bir takım standartları olan, ehil insanlardan kurulu bir kadroya sahip, seviyeli bir kurs mutlaka açılmalıydı, bu güne kadar kimse açmamışsa, onu ben açmalıydım. Öyle de oldu.
Zekai İŞLER: - İlgi nasıl, gösterilen ilgiyi yeterli buluyor musunuz?
Halil İbrahim AŞIN: - İlgi her geçen gün artıyor. Boşluğa attığımız Çığlık yankı yapıyor artık. İlk başlarda insanların kafasında bir “acaba” sorusu vardı. Geçen süre içerisinde bu sorunun cevap bulduğunu görmek bizleri fazlasıyla sevindirdi. İlk günlerde kursumuza gelenler “acaba öğrenebilir miyiz? Çorum'da bu iş iyi yapılabilir mi? Hocalarınız kim, öğretebilecekler mi?” Gibi sorular sorarken, bugün “şartlarınızı öğrenmek istiyorum”, ardından da “lütfen kaydımı yapın” diyorlar. Bu aşamaya gelmek kolay olmadı. Ama biz biliyorduk ki; en büyük reklam buradan memnun ayrılan bir kursiyerdi. Öylede oldu. İlk dört ay, dört kişiyle hafta içi akşamları sekizden ona kadar ders yaptık. Ama ardından arka arkaya gruplar açtık. Bugün genel İngilizce programından, ÖSS Yabancı Dil Sınavına Hazırlığa; KPDS Sınavlarına hazırlıktan, ilköğretim öğrencilerine takviye derslerine kadar geniş bir yelpazede faaliyetlerimizi devam ettiriyoruz. 
Şehir merkezinden kurslarımıza katılanlar olduğu gibi, ilçelerden ve hatta köylerden katılan arkadaşlarımız da var.
Şu an kursumuza devam eden yüz yirmi civarında öğrencimiz var. Bu kuruluşunun ikinci yılında olan bir kurum için belki de iyi bir rakam. Fakat ben yeterli görmüyorum. Çünkü bu şehrin merkez nüfusu 170 bin. Bu nüfusa ilçeleri de eklediğiniz zaman öğrenci sayımızın aslında hiç de yeterli olmadığını söyleyebiliriz. Tabi bunu söylerken, öğrenci sayımız beş yüz de olsa, niçin altı yüz olmasın diye olaya yaklaşan bir mantaliteye sahip olduğumu söylemeden geçemeyeceğim.
Zekai İŞLER: -Kursiyerleriniz genelde hangi yaşlardan oluşuyor?
Halil İbrahim AŞGIN: - Yediden yetmişe her yaştan öğrencilerimiz oluyor. Fakat lise ve üniversite mezunu olan arkadaşlarımızın sayısının “özellikle genel İngilizce programlarında” daha fazla olduğunu söyleyebilirim. Çünkü bunlar hayatın ve çağın gerçekleriyle yüz yüze olunca dilin önemini daha da iyi anlıyorlar. Sıradan bir sürü insanın olduğu ve işsizlik oranının çok yüksek olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Fakat iki binli yılların, globalleşen dünyasında yer edinmek isteyen işletmeler bir sürü insan istemiyor, kalifiye insan istiyor. Kalifiye işgücüne olan talepteki artış, bize de talep olarak yansıyor. O yüzden kursiyerlerimizin çoğu 18-25 yaş grubu arası gençler.
ÖSS yabancı dil sınavına hazırlık gruplarımıza liselerin dil alanı öğrencisi veya mezunu olan kursiyerlerimiz yoğunluklu olarak katılırken, KPDS Sınavına hazırlıkta ise ilimizdeki değişik fakülte ve yüksek okul hocalarının bir teveccühü söz konusudur.
Zekai İŞLER : - Dil öğrenimi ne kadar önemli veya kimler için önemlidir?
Halil İbrahim AŞGIN: - Bu soruya kısaca şöyle cevap verilebilir; dil öğrenimi çok önemlidir ve herkes için önemlidir. Yeniçağa, hatta yeni bir bin yıla girdik. Bu çağa herkes bir isim veriyor: Bilgi Çağı, Enformasyon Çağı, iletişim çağı, teknoloji çağı vs. Bütün bu tabirlerin özünde yatan sıradanlığa başkaldırı, Sıra dışılığa teşviktir. Bu gün bilgi, güçtür ve bilimsel bilgiye ulaşmanın yolu dilden geçer. Kısaca koca bir sürünün içerisinde sıra dışı olmak isteyen insanlar için dil önemlidir. Nicelikten, nitelikli işgücü anlayışına geçen dünyamızda dilin önemi her geçen gün artmaktadır. Uğraş alanında iyi bir konuma gelmek isteyen herkes için dil artık kaçınılmazdır.
Zekai İŞLER: - Prof. Oktay Sinanoğlu'nun Türkiye'deki dil öğrenimi veya yabancı dil ile eğitim konusunda ağır eleştirileri var, Türkiye'yi sömürge devletlerinin kolonilerine benzetiyor. Bu konuda sizin düşünceniz nedir?
Halil İbrahim AŞGIN: - Prof.Oktay Sinanoğlu Bey'in eleştirilerini okumadım. Fakat şunu belirtmek isterim ki, kanaatimce Türkiye'de yabancı dil eğitimi muhakkak gereklidir ve olmalıdır. Zaten yabancı dilin önemi de ortadadır. Fakat yabancı dil ile eğitim, pek de tasvip edilebilir bir şey değildir. Bilimsel bilginin edinimi sürecinin de bir açmazıdır. Yabancı Dille eğitim yapan üniversitelere konulan hazırlık sınıflarında iyi bir dil eğitimi verilmeli, hatta ileri ki sınıflarda da yabancı dil dersleri gösterilmeli, fakat diğer dersler yabancı dille verilmemelidir. Kanaatimce Eğitim sistemimizin milliliği açısından da bu gereklidir. Gençlerimiz iyi bir kimya, matematik, işletme yönetimi, istatistik, İngilizce, Almanca vs. öğrenmeli; fakat İşletme yönetimi veya kimyayı ya da bir başka dersi İngilizce olarak okumamalıdır.
Zekai İŞLER: - Yabancı Dil en iyi şekilde nasıl, nereden öğrenilebilir? Bilgisayar ve CD ile dil öğrenimi klasik öğrenime alternatif olabilir mi?
Halil İbrahim AŞGIN: - Burada bir espri yapmama izin verin: Yabancı dil en iyi bizim öğrettiğimiz şekilde ve Language Centre'dan öğrenilir. Yabancı dil öğrenimi çok yönlü bir olaydır. İnsanlar görerek, duyarak, okuyarak, yazarak ve hatta hissederek dil öğrenirler.  Dil öğreniminde bir rehbere ihtiyaç vardır ki; bu rehber kurslardaki öğretim kadrosudur. Bilgisayar ve CD ile dil öğretiminin klasik öğrenime alternatif olacağı düşüncesi ayrımcı bir anlayışın tezahürüdür. Klasik yöntemlerle bilgisayarların sağladığı imkânların bir birlerini desteklemesi ve bir arada kullanılmasının en faydalı yol olacağı kanaatindeyim. Yani bu iki metot birbirlerinin alternatifi değil;  tamamlayıcılarıdır, mütemmim cüzleridir. Bilgisayarlara ne zaman kalp nakli yapılırsa o zaman öğretmene ihtiyaç olmayacaktır. Çünkü dil yaşayan bir şeydir, bir canı ve kalbi vardır. Duygusuz bir makineden öğrenilmeyecek kadar hissi bir şeydir.
Zekai İŞLER: - İlave etmek istediğiniz bir şey var mı?
Halil İbrahim AŞGIN: - Önce bana bu imkânı verdiğiniz için teşekkür ederim. Bir şehrin sadece ekonomik yönü yoktur; sosyal, kültürel ve eğitim yönü de vardır. Biz bu şehrin eğitim yönünü geliştirmek için bir şeyler yapmaya çalışıyoruz, siz de şehrimizin kültür yapısına önemli birtakım katkılarda bulunuyorsun. Bu şehrin bir sevdalısı olarak bu vesile ile size ve derginize hizmeti geçenlere ayrıca şükranlarımı sunuyorum.
Eğitim ile, özellikle de dil öğretimi ile, ilgili olarak kafa yoran insanların görüşlerine, eleştirilerine ve katkılarına açık olan birisi olarak, katkılarınızı bekliyorum efendim.
Saygılarımla....
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 22

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

MURATHAN KOLEJİ
Bu sayımızda sizlere Çorum’da ilklerden birisi olan Murathan Kolejini tanıtacağız. Konuşmamızı Özel Murathan Lisesi Müdürü Sayın Durmuş DEVRİŞ Bey ile yaptık.
Z.İŞLER: - Sayın Müdürüm kendinizi okuyucularımıza tanıtır mısınız?
D. DERVİŞ: -1960 Adıyaman ili Besni ilçesine bağlı merkez köyde doğdum. İlkokulu köyümde, ortaokulu Adıyaman merkezde, liseyi Kahramanmaraş'ta Üniversiteyi Ankara'da okudum. Askerliğimi yedek subay olarak İzmir'de yaptıktan sonra 1985 yılında Zonguldak ilinde öğretmenliğe başladım. Ankara ve Malatya'dan sonra şu anda Çorum'da Özel Murathan Lisesinde görev yapmaktayım.
Z. İŞLER: - Murathan Lisesi (Koleji)  ne zaman kuruldu?
D. DERVİŞ: - Okulumuz 1997 yılında Özel Çorum Eğitim Hizmetleri Ticaret A. Ş.' ne bağlı olarak kuruldu. 1996 yılında da Özel Bereket İlköğretim Okulu aynı şirkete bağlı olarak kurulmuş ancak bugün Özel Murathan İlköğretim Okulu olarak faaliyetini sürdürmektedir. Aynı binada aynı kurucuya ait İlköğretim ve Lise olarak eğitim öğretim faaliyetlerini sürdürmektedir.
Z. İŞLER: - Türkiye'de eğitimin kalitesi bazı okullar istisna edilirse sürekli irtifa kaybediyor bunun sebep ve çareleri nelerdir?
D. DERVİŞ: - Eğitimin sorunları Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde çeşitli panellerde, toplantılarda tartışılır, aşağıdan yukarıya teklifler gider. Ve Milli Eğitim Şuralarında her şey enine boyuna tartışılır. Bunun ötesinde söz etmem benim için büyük iddia olur.
Ancak şu kadar denilebilir zannediyorum; Ülkelerin gelişmişlik düzeyiyle doğru orantılı olarak eğitim sorunları da azalmıştır. Bir firma veya kurumun başarısı; Fiziki ortamın güzelliğine, insan kaynaklarının verimliliğine ve para kaynaklarının yeterliliğine göre artar. Bu üç unsurdaki verimlilik toptan kaliteyi belirler.  Yine bu üç unsurdaki verimlilik de;  ülkemizin zenginliğiyle doğru orantılıdır. Onun için eğitimde irtifa kaybediyor demiyorum. Ülke olarak kullanırsak; aşağıdaki durumumuz yukarılara sıçrama durumuna geçecektir
         Eğitimde kalkınmayı planlayan ve uygulayan lider Mustafa Kemal Atatürk “Muasır Medeniyet Seviyesi” hedefini göstermiştir. Anılarda ilk Milli Eğitim Bakanlığının   ( Maarif Vekaletinin) durumu, geldiğimiz seviyeyi çok iyi formüle eder zannediyorum: Bir bakan, bir odacı, küçük bir mekan, odada küçük bir masa, birkaç tahta sandalye ... o noktadan bu güne gelindiğinde irtifa kaybetmedik ancak “ Muasır Medeniyet Seviyesine” ulaşmada eksiğimiz oldu denilebilir.
Z. İŞLER: -Kaç öğrenciniz bulunuyor, öğretmen ve derslikler yeterli mi?
D. DERVİŞ: - İlköğretimle birlikte 310 öğrencimiz var. Öğretmen derslik ve laboratuar yönünden hiçbir eksikliğimiz yok. Modern okulculuk anlayışının gereklerini yerine getirmekteyiz. 
Z. İŞLER: - Şehir sınırları dışında bulunmanız herhangi bir zorluk oluşturuyor mu?
D. DERVİŞ: - Okulumuz Şehre uzak sayılmaz. Saat kulesine 5 Km mesafedeyiz. Bilakis şehrin bitişinde olmak eğitim adına avantaj sağlar zannediyorum. Şehrin sisinden, sesinden uzak, piknik ortamında tam gün eğitim yapmak çocuğun eğitimi ve öğretimi adına kazanım olsa gerek. Büyük şehirlerde Şehrin dışında çok özel okul var. Örneğin; Özel Atılım Koleji, Ankara'ya 30 Km mesafede İncik köyünde.
         Z. İŞLER: - Türkiye'de resmi okulların özel okullara oranı ne düzeyde?
         D. DERVİŞ: - Türkiye'de oran çok düşük Avrupa ülkelerinde Amerika'da ve Japonya'da özel okul oranı çok yüksek. Örneğin Türkiye'de resmi özel okul oranı % 1.2 ( yaklaşık 1  ) iken Japonya'da % 85 ( Seksen beş ) düzeyinde. Sanırım bu rakamlar sorunuza cevap teşkil etmektedir.
Z. İŞLER: - Çorumda İlk defa halka açık “Bilim Sergisi” düzenlediniz, tepkiler nasıldı, hedeflediğiniz amaca ulaşabildiniz mi?
D. DERVİŞ - Bilim sergisinden esas amacımız, öğrencilerimize bilimsel hedef ve kimlik vermekti. Bir öğrencinin ben Matematik, Fizik, Kimya, Biyoloji, Tarih veya Bilgisayar bilim grubundayım demesi önemliydi. Bu kimlikle halkın karşısına çıkıp tiyatroda rol yapar gibi 5 gün boyunca izleyicilere rolünü anlatması dolayısıyla öğrencilerin kendini aşması daha da önemliydi. Bizce önemli olan hedefler aşıldı. Dahası öğrencisiyle, öğretmeniyle, velisiyle Murathan İlköğretim okulu ve Lisesi okulda yaşadığı bilimsel havayı, Çorum halkıyla birlikte yaşamanın hazzını duydu.
Tepkiler hep olumluydu. İzlenim defterine çok güzel notlar düşüldü.
Z. İŞLER: - Başarılarınızı ve Özelliklerinizi anlatır mısınız?
D. DERVİŞ: - Eğitim öğretim sevgiyle mümkündür. Çocuğu sevmek, ama karşılıksız sevmek başarının sırrıdır. Sevgi ve ilgiyle birlikte başarı gelir.
1999- 2000 Öğretim Yılı Kutlu Doğum Haftası Bilgi ve Kültür Yarışmasında Çorum 2.liği
Akdeniz Olimpiyatları Matematik dalında 10.culuk ve 21.lik
Trafik Konulu Kompozisyon yarışmasında Çorum 3. lüğü
1999-2000 öğretim yılı Trafik Konulu Kompozisyon yarışmasında Çorum 3. lüğü
2000-2001 öğretim yılı Körler Federasyonunca düzenlenen Kompozisyon yarışmasında Türkiye 3. lüğü.
Dönem Öz-öğret-der sınavında İlköğretim 2. Sınıflarda Türkiye 1.liği
Atatürkçü Düşünce Derneğince düzenlenen şiir yarışmasında ilköğ. II. Kademede Çorum 1.liği.
Milli Eğitim Müdürlüğünce yapılan seviye Tespit sınavında 6. Sınıflarda Çorum 1. Liği,  21. Liği, 28. ciliği ve 35. Liği
2000 2001 Öğretim Yılında Milli Eğitim Müdürlüğünce yapılan seviye Tespit sınavında 7. Sınıflarda Çorum 2.liği ve  24. liği
2000  200 Öğretim Yılında)Milli Eğitim Müdürlüğünce yapılan seviye Tespit sınavında 8. Sınıflarda Çorum 3. lüğü ve 35. Liği        
2000 2001 Öğretim Yılında 02.01.2001 tarihinde yapılan HP Genç Mucitler yarışmasına katılmaya hak kazanma.
Masa Tensinde Genç ve Yıldız erkeklerde Takım Halinde Çorum İli Birinciliği
2000 2001 Öğretim Yılında Masa Tensinde Genç ve Yıldız erkeklerde Takım Halinde Çorum İli Birinciliği
1999 2000 Öğretim Yılında Turizm İl Müdürlüğünün düzenlediği Fotoğraf yarışmasında Çorum 3. lüğü
Masa Tenisi Yıldız Kızlar kategorisinde Çorum 3. Lüğü
2000 2001 öğretim Yılında Masa Tenisi Yıldız Kızlar kategorisinde Çorum 2. lüğü
1999 2000 öğretim Yılında Puanlı Atletizm de takım halinde Küçükler kategorisinde Çorum 3 lüğü
Satrançta genç erkeklerde il birinciliği
TÜBİTAK Matematik olimpiyatlarında; I. Aşama sınavını geçerek (ilk 41 )  iki öğrencimiz II. Aşama sınavına girmeye hak kazanmışlardır.
TÜBİTAK’ın düzenlediği Enerji Tasarrufu konulu yarışma için Fizik dalında proje çalışması gönderildi.
Velilerimize yönelik olarak Ana Baba Okulu Aile İçi Eğitim Semineri düzenlendi.
Z.İŞLER: - Çorum halkına söylemek istediğiniz iletilmesini arzu ettiğiniz bir mesajınız var mı?
D. DERVİŞ: - Her türlü etkinliklerimizde onları hep yanımızda aramızda gördük, onlara teşekkür ediyoruz.
Z.İŞLER: - Konuşma için size teşekkür ediyor, başarılarınızın devamını diliyoruz.
D.DERVİŞ - Bende teşekkür ediyor, başarılar diliyorum.
 
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 23

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

KRİSTAL ŞEKER
         Değerli okurlar! Bu sayımızda sizlere Şeker sektöründe hizmet veren kuruluşu tanıtacağız. Kristal Şeker Sanayii A.Ş. Kayserili yatırımcılar tarafından kurulan fabrikayı M. Selim Gürsel’le gezerek,. Fabrika Müdürü Sayın Recep Bekarlar ile fabrika hakkında bilgi aldık.
Zekai İŞLER: - Efendim lütfen önce kendinizi tanıtıp sonra da yatırım için neden Çorum Organize Sanayi Bölgesini seçtiniz  anlatır mısınız?
Recep BEKARLAR: - Adım Recep Bekarlar 1955 yılında Kayseri'de doğdum. Makine Mühendisiyim. Şirketimizin ortakları aslen Kayserili olup, Ankara'da ikamet etmektedirler. Yani; Çorum'a Ankara'dan geldik. Buraya gelmemizin bazı sebepleri vardır.
Çorum'un Ankara'ya yakınlığı, teşvikli yatırım olması, kalkınmada öncelikli oluşu ve en önemlisi Çorum' da sanayi alt yapısının çevre illerden daha uygun olması nedeniyle Çorum seçildi.
Zekai İŞLER: - Recep Bey, fabrikanızın kapalı ve açık hizmet alanları ne kadardır, tesis ne zaman faaliyete başladı?
Recep BEKARLAR: - Tesislerimizin toplam arsa alan 19500 m2 dir. Bunun içinde 3500 m2 kapalı alana sahibiz. Fabrikamızın temeli 1992 Ağustosunda atıldı. 1993 Martında ise üretime başlandı.
Fabrikamızın 3 ortağı bulunmaktadır.
Zekai İŞLER: - Hammadde nereden temin ediliyor, günlük kapasiteniz nedir?
Recep BEKARLAR: - Toz şekerin tamamı Çorum ve Kayseri şeker fabrikalarından temin ediliyor. Günlük 35 ton/gün küp şeker üretim kapasitesine sahibiz.
Zekai İŞLER: - Şu an fabrikanızda kaç kişi çalışmaktadır, Mamulleriniz genellikle iç mi, yoksa dış pazara yöneliktir?
Recep BEKARLAR: - Üçü pazarlamacı olmak üzere idari personelimiz 6 kişidir. 15 tane de işçimiz var, toplam 21 kişiyiz. Biz genellikle iç piyasaya çalışıyoruz. Sıcak satış yöntemiyle toptancılara veriyoruz. Çorum çevresi ile Yozgat, Çankırı ve Kırıkkale illerine ve ayrıca Ankara ve İstanbul'daki hipermarketlere veriyoruz. Metro, Beğendik, Oy-pa, Migros, Endi ve Gima gibi marketler grubuyla çalışıyoruz.
Zekai İŞLER: - Recep Bey, küp şeker yapılarken herhangi bir katkı maddesi kullanılıyor mu, bir kg. lık pakette kaç şeker bulunuyor, şekerin ton fiyatı nedir?
Recep BEKARLAR: - Küp şeker, presleme yöntemiyle yapılıyor. İçinde hiçbir katkı maddesi yoktur. 1 kg. lık paketler içinde 360 adet küp şeker bulunmaktadır. Maalesef şekerin iç piyasada fiyatı oldukça yüksektir. Şekerin tonu dış piyasada (175-200 $) dolar iken, iç piyasada bu rakam (600 $) dolara kadar çıkmaktadır.
Zekai İŞLER: - Bu fiyat farkı nereden kaynaklanıyor, bu durumda dışarıdan şeker geliyor mu?
Recep BEKARLAR: - Türkiye dışındaki ülkeler genellikle şeker kamışından şeker üretiliyor. Bu da maliyeti düşürüyor. Bizde ise, pancar taban fiyatlarının politik olması ve maalesef tesislerin verimli ve rantabıl çalışmaması dolayısıyla maliyet artıyor. Son iki yıldır iç ve dış piyasadaki fiyat farklarından dolayı kaçak şeker kullanılıyor. Yani şeker sınırlardan kaçak olarak geliyor. Bazen de dışarıya gitmesi gereken ihraç malları, iç piyasaya veriliyor.
Zekai İŞLER: - Recep Bey, Türk Sanayii 1-2 yıldır krizde. Bunu sanayici dostlarımızla yaptığımız görüşmelerden anlıyoruz. Yakınmalar diz boyu. Sizin sorunlarınız nelerdir, tabii ki genel sıkıntıyı değil, özellikle sizin sektörle ilgili olanı soruyorum?
Recep BEKARLAR: - Krizden; herkes gibi bizde etkileniyoruz. Ülkemizin içinde bulunduğu ekonomik dar boğaz hepimizi ilgilen-diriyor. Özele gelince: Biz en çok kalitesiz mal üreten ve gramaj eksikliği bulunan firmalardan, bir de son iki yıldır iç ve dış piyasalardaki fiyat farkından dolayı kaçak şeker kullanan imalatçılardan şikâyetçiyiz.
Zekai İŞLER: - Çorum Organize Sanayi bir ara cazip bölge iken, şimdilerde pek hareketli gözükmüyor, dışarıdan yatırımcı gelmiyor mu, bunun sebepleri nelerdir?
Recep BEKARLAR: - Evet doğru söylüyorsunuz. Mesela biz teşvik kapsamında Türkiye'de kurulan 7 kuruluştan biriyiz. Son üç yıldır Çorum'a başka şehirlerden yatırımcı gelmiyor. Yatırımlar Yozgat'a kaymış durumda.
Zekai İŞLER: - Efendim,son olarak Çorum'u, Çorumlu sanayicileri değerlendirmenizi,varsa tavsiyelerinizi almak istiyorum .
         Recep BEKARLAR: - Çorumlular ferdi yatırımlarını yaptılar. Şimdi sermaye beraberliği yaparak büyük yatırımlara girmeleri gerekiyor. Güçlerini, imkânlarını birleştirerek teknolojik ağırlıklı ve dış satımı mümkün uygun sektörlere girmeliler. Çorum teşebbüs açısından çok iyi, sorun işbirliği olmaması. Çorum sanayisinin özelliği; Çorumlu yatırımcıların Çorum'da kalmasıdır.
         Zekai İŞLER: -  Recep Bey, size teşekkür ediyor, başarılar diliyorum.
         Recep BEKARLAR: - Ben teşekkür ederim.
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 24

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

ANADOLU ŞEKER
         Şeker sektöründe iş yapan ikinci kuruluş olan Anadolu Şeker A.Ş. M. Selim Gürsel Bey ile gittik. Bizi Anadolu Şeker Fabrikası Müdürü Mehmet Arsanacı Bey karşıladı. İşte sorularımız.
         Zekai İŞLER: - Mehmet Bey, önce kendinizi tanıtarak, fabrikanızın ne zaman faaliyete başladınız, fabrikanız kaç ortaklıdır; öğrenebilir miyim?
Mehmet ARSANACI: - Efendim ben,1969 yılında Çorum'da doğdum. Eğitimim: Endüstri Meslek Lisesi, Makine Ressamlığı bölümüdür. Fabrikamızın temeli 1990 yılında atıldı. 1992 Ocağında ise üretime başladı. Tek ortaklı bir kuruluştur.
Zekai İŞLER: - Herkese sorduğum klasik bir soru var. Size de soralım. Neden Çorum?
Mehmet ARSANACI: - Bu sorunun iki cevabı var. Bir Çorum'da Şeker Fabrikası olması, iki biz Çorumluyuz. Çorum'a yatırım yapma ve Çorum'a, Çorumluya hizmet etme istek ve arzusu.
Zekai İŞLER: - Personel sayınız ve yıllık kapasitenizden bahseder misiniz?
Mehmet ARSANACI: - Toplam 17 personelimiz var. Bunun 15'i işçi, 2'si ise idari personeldir. Günlük 30 ton/gün kapasiteli bir fabrikamız var.
Zekai İŞLER: - Hammadde nereden tedarik ediliyor. Özel bir pazarlama yönteminiz var mı, ürettiklerinizi nerelere satıyorsunuz?
Mehmet ARSANACI: - Hammadde Çorum, Kayseri, Ankara ve Suluova şeker fabrikalarından temin ediyoruz. Kendimiz pazarlıyoruz. Yurtiçinde: Ankara, Yozgat, Kırıkkale, Çorum Merkez ve ilçelerine. Yurtdışında ise: Türk Cumhuriyetlerinden Azerbaycan, Kazakistan ve Türkmenistan'a, ayrıca İran ve Kuveyt'e gönderiyoruz. Kanada ile temaslar devam ediyor. Anlaşma sağlanırsa Kanada'ya da küp şeker göndereceğiz.
Zekai İŞLER: - Fabrikanız çok temiz ve bakımlı bulduk. Elinizdeki tesisler ve yaptığınız diğer işler nelerdir?
Mehmet ARSANACI: - Kapalı alanımız 5000 m2 dir. Üç adet tam otomatik dolum makinesi, bir adet şeker presleme ünitesi ile bir adet toz şeker poşetleme makinesi mevcuttur. Firmamız küp şeker yanında toz şeker paketleme de yapmaktadır. Ayrıca Rozi Çocuk bezi ile Prenses çayın Çorum temsilcisiyiz.
Zekai İŞLER: - Size de soralım. Küp şeker içinde herhangi bir katkı maddesi bulunuyor mu?
Mehmet ARSANACI: - Küp şekerin için de hiçbir katkı maddesi yoktur. Buyurun size göstereyim. (Kalkıyoruz fabrikayı gezerken Mehmet Bey bize anlatıyor) Burada şeker hafif nemlendiriliyor. Sonra tünel fırınlarda kurutulup nemi alınarak el değmeden şu gördüğünüz makinelerde el değmeden kutulanmaktadır.
Zekai İŞLER: - Pazarlama yönteminiz ve satış noktalarınız nelerdir?
Mehmet ARSANACI: - Çorum: Metropol, Hitit Gıda, Haksan   ve  Belediye Tanzim. Ankara'da Nazar Marketler zincirine, Kılıçlar, Yalçınkaya ve Karahmetler gibi kuruluşlara veriyoruz. Ayrıca toptancılarla da çalışıyoruz.
Zekai İŞLER: - Paketleme sisteminiz farklı galiba?
Mehmet ARSANACI: - Çeşitlerimiz çok. Bizim 500, 750, 900 ve 1000 gramlık 4 grup küp şekerimiz var. Kahvehaneler için 5 kiloluk paketlerimiz mevcut.  Ayrıca 1 kg., 2 kg. Ve 5 kg. lık toz şeker poşetlerimiz vardır.
Zekai İŞLER: -  Problemleriniz nelerdir?
Mehmet ARSANACI: - Şeker fabrikası fiyat açısından ve diğer yönlerden bizlere öncelik tanımıyor, yardım görmüyoruz.
Zekai İŞLER: - Bu konuşma için size teşekkür ediyorum.
         Mehmet ARSANACI: - Biz de teşekkür ediyoruz.
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 25

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

SÜREÇ KİTAP KULÜBÜN VE DERNEĞİ
Değerli okuyucular! Çorumlu 2000 Kültür, Tarih, Sanat ve Edebiyat Dergisi Çorum'umuzda kendi türünde " ilk " olan ya da herhangi bir alanda "öncülük" etmiş olan kuruluşları sizlere tanıtıyor.
Bu sayımızda " Kitap Kulübü " adıyla halkın "okuma eylemsizliğine" engel olmak ve " kitap bulamıyoruz" bahanesine çözüm üretmek amacıyla kurulmuş amatör fakat daha geniş imkânlara kavuştuğunda önemli bir boşluğu dolduracak olan bir müesseseden söz etmek istiyoruz.
Konuşmamızı Süreç Kitap Kulübün ve Derneğin Bakanı Hüseyin KARADAŞ ile yaptık.
Zekai İŞLER: - Sayın Hüseyin KARADAŞ! Kitap kulübü kurma fikri nasıl oluştu?
Hüseyin KARADAŞ:- Bir grup kitapsever olarak bu işe kitapevi açarak başladık. Bu amaçla "Süreç Kitapevi"ni açtık. Amacımız bu kitapevi vasıtasıyla Çorum halkına kitap yoluyla bilgi ulaştırmaktı. Bu kitapevini açmadan önce yeni çıkan kitaplara ulaşmamız ve yayın dünyasını takip etmemiz zor oluyordu. Kitapevi açmaktaki amaç hem kendimize, hem Çorum halkına bilginin ulaştırılmasını kolaylaştırmaktı.  Kitapevi açmamızda ticari kaygıdan çok okuma seviyesi düşük olan halkımıza kitabı ulaştırmaktı. Gerek kitaba olan ilgisizlik, gerekse okuma seviyesinin düşük olması bizi yeni arayışlara itti. Bu yüzden kitapevinde ulaşamadığımız okuyucu kitlesine kitap kulübü vasıtasıyla ulaşmayı amaçladık.
Çünkü okuyucu kitlesine ulaşabilmek için faaliyet alanımızı geliştirmemiz gerekiyordu. Bu amaçla "Süreç Tarih ve Kültür Araştırmalar Merkezi Derneği"ni kurduk.
Zekai İŞLER: -  Ne zaman ve hangi imkânlarla kuruldu?
Hüseyin KARADAŞ: - 1998'in kasım ayında kurudu.  Dernek kurma kararı alan arkadaşların maddi katkılarıyla kuruldu. Bu arkadaşlar kendi kütüphanelerindeki kitapları bağışladılar.
Çevremizdeki diğer kişilerden de kitap konusunda duyarlılıklarını göstermelerini istedik.
Zekai İŞLER: - Faaliyetleriniz nelerdir?
Hüseyin KARADAŞ: -Dernek tüzüğünde belirtilen faaliyetlerdir.  Bunlar: 1) Periyodik kitap kültür sohbetleri. 2) Kitap kulübü çerçevesinde ödünç kitap servisi.  3) Süreli yayınlar servisi.  4) Kitap kulübü üyelerinin birbirleriyle tanışmaları, bilgi alışverişinde bulunmaları için entelektüel bir ortam oluşturmak. 5) yayın dünyasını takip edip, önemli makale, köşe yazısı, amatör çalışmaları pano vasıtasıyla kitap kulübü üyelerine ulaştırmak. 6) Üyelerin kaynaşması için geziler düzenlemek. 7) Kermes faaliyetleri.
Bu faaliyetlerin yapılış amacı bilgiyle insan arasındaki mesafeyi kapatmak ve her türlü düşüncenin özgürce dile getirildiği bir ortam oluşturmaktır. Bu amaçla kitap kulübü olarak şu ilkeleri benimsedik.
Süreç Kitap Kulübü İlkeleri: Bilgi ile insan arasındaki mesafeyi kapatmak ve okuma imkânları hazırlamak için devamlı bir kütüphane - arşiv oluşturmak amacındadır.
Dünyadaki ve Türkiye'deki kültürel üretimleri, basın yayın faaliyetlerini izlemek için  "Kitap, dergi, gazete" takibi yapar.
         "Düşünce ve inanç Özgürlüğü”nün farklı düşünce ve inançlar tanınmadan anlaşılamayacağını vurgular.
         Farklı düşüncelerin buluştuğu bir ortamdır. SÜREÇ'TE dokunulamaz,"sorgulanamaz hiçbir düşünce" yoktur. (alay ve sövgü eleştiri metodu olamaz)
         "Erdemli toplumun" oluşumuna katkı olarak " Bilgi - İnanç-Eylem" dengesini gözeten bir yaşam tarzı önenir.
Zekai İŞLER: -  Kitap sayınız ve sunduğunuz imkânlar yeterli midir?
Hüseyin KARADAŞ: - Şu anda elimizde 1500 civarında kitap var.  Hedefimiz okuyucuya kaliteli kitaplar ulaştırmak. Kitaplar konusunda seçici davranıyoruz. Her düşünceden seviyeli kitaplar bulundurmaya çalışıyoruz. Maddi olanaklarımızın kısıtlı olması sorunun çözümünü zorlaştırmaktır. Bu olumsuz şartlar da üyelerimize mümkün olduğunca iyi bir hizmet sunmaya gayret ediyoruz.  İmkânları yeterli hale getirmeye çalışıyoruz.
Zekai İŞLER: - Okuyucularınızdan beklentileriniz ve sorunlarınız nelerdir?
Hüseyin KARADAŞ: - Çorum'da maalesef yeterli okuyucu kitlesi yok. Şu anda 200 civarında okuyucumuz var. Amacımız bu sayıyı mümkün olduğu kadar yukarı çekmek.  Bu amaçla okuyucularımızdan ve kitapseverlerden bu sayının artması için katkıda bulunmalarıdır. Okuyucularımızdan en büyük beklentimiz okumalarını sürekli tutmaları, sistematik ve düzenli okumaları kitap kulübünün işlevselliğine katkıda bulunmaları, edindikleri düşünceleri tartışılabilmeli, bu düşüncelerini diğer insanlarla paylaşmaları, ön yargıdan kaçınmalıdırlar.
Zekai İŞLER: - Bundan sonraki hedefleriniz nelerdir?
Hüseyin KARADAŞ: - Okudukları, sevdikleri kitap yazarlarıyla buluşmak, imza günleri düzenlemek, daha geniş kitlelere ulaşmak için konferanslar, paneller, sempozyumlar düzenlemek, sanatsal, kültürel etkinliklerde bulunmak, kitap kulübündeki kitap sayısını arttırmaktır.
Zekai İŞLER: - Çalışmalarınızda başarılar diliyor, Çorum'umuza bir yenilik kattığınız için size teşekkür ediyoruz.
Hüseyin KARADAŞ: - Biz teşekkür ederiz. Bu vesileyle okuyucularınıza ulaşabilirsek seviniriz.
 
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

  26

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

YENİ BOYUT
         İlimizde ilklere imzasını atmış sanayi ve kültürel kuruluşlarımızı, Çorumlu 2000 Dergisinde siz okurlarımıza tanıtarak, bu kuruluşların Çorum'a kazandırdıklarını sizlere aktarıyoruz. 
Bu tanıttığımız kuruluş "Sadece Çorum'da değil, Türkiye'de alanında ilk olan bir kuruluş." Konuşmamızı Dr. Şakir ERKAN Bey ile Yeni Boyut'un kurs merkezinde yaptık.
Zekai İŞLER: - Değerli Hocam! Sorularımıza izninizle Yeni Boyut'tan başlamak istiyorum. Yeni Boyut nedir?
Şakir ERKAN: - Yeni Boyut; adı üstünde Çorum insanına yepyeni bir boyut kazandırmak için kurulmuş bir kurumdur. Okuma, öğrenme, iletişim, girişimcilik gibi tamamı ile insana yönelik, sermayesi, aracı, amacı insan olan, insanın bireysel ve sosyal gelişimini esas alan bir kurumdur.
Zekai İŞLER: - Böylesi bir çalışma fikri nereden çıktı?
Şakir ERKAN: - Bilindiği gibi; duran bir şey bir etki olmadan harekete geçmez. Harekete geçen şey de etken olmadan duramaz. Biz bu etkene gerekçe diyoruz. Gerekçe olmadan beyin de çalışmıyor. Benim gerekçem de akademik çalışmalarım sırasında çektiğim sıkıntılardı.
Hem öğretmenlik yapıyordum, hem akademik çalışmalar yapıyordum ve hem de günde 4 saatimi yolda harcamak zorunda kalıyordum. Bu durum zamanı daha iyi kullanmam için arayışa itti.  Önce; Hızlı Okuma Kursu aldım. Daha sonra Bilgimatik, Memomatik, Şematik derken aradığımı bulmuştum. Öğrendiğim şeylerin faydasını görünce başkaları da bundan yararlansınlar istedim. Bir yaz boyu 12 kişi ile çalıştık ve beraber bir gösteri yaptık. Daha sonra kurs düzenledik. Nihayet daha profesyonel çalışmak için Yeni Boyut'u kurduk.
Zekai İŞLER: - Yeni Boyut'ta "Okuma" ile ilgili çalışmalarınızdan bahseder misiniz?
Şakir ERKAN: - Öncelikle; şunu ifade edeyim ki, tekniğini bilmeyen için kitap okumak zor bir iştir. Üstelik anlama olmadığı zaman daha da zorlaşır. Böylece okuyucu kitaptan ve okumaktan uzaklaşır. Biz burada okumayı ve anlamayı kolaylaştıran teknikler veriyoruz. Gözün görme alanını genişletmek, göze hız kazandırmak ve konsantrasyon sağlamak suretiyle okuma hızını en az 4-5 kat artırabiliyoruz. Okuma hızı beyin çalışma hızına ulaşıp, kavramlar beyne bütün olarak gönderildiği için de anlamada da artış oluyor.
Zekai İŞLER: - Öğrenme ile ilgili yaptığınız çalışmaları anlatır mısınız?
Şakir ERKAN: - Öğrenmenin üç unsuru vardır. Görüntü, çağrışım ve heyecan! Bu üç unsur aynı anda devreye girmezse öğrenme olmaz. Bunun için beynimizi tanımak onun yapısı ve çalışma şekline uygun bir metodu takip etmek gerekir.  
Beynimizin iki lobu ve her lobun kendine göre işlevleri vardır.
Sol lob matematik, sayılar, mantık dizileri ile ilgilenirken; sağ lob renk, şekil, müzik, resim, hayal vb. ile ilgilenir. Eğer öğrenmek istediğiniz konuya iki lobu da katıp görüntü oluşturarak çağrışım yaptırabilirseniz mükemmel bir öğrenme olur ve uzun süre belleğinizde kalır. Başlangıçta zor ve karışık gibi görünen bu usul zamanla yerleşir ve bir okuyuşta bir şiiri belleğinize yerleştirebilecek bir seviyeye ulaşabilirsiniz.  Bu seviye için en az 3 aylık bir süre gerekir. Burada yaptığımız çalışmalarla her türlü sayısal ve sözel değerleri, tarihler, telefon numaralarını, günlük, aylık, yıllık randevular, isimler, yüzler vb. gerekli bilgiler kolayca belleğe depolanır ve uzun süre saklı tutulabilir.
Zekai İŞLER: - İletişim, girişimcilik gibi konularda neler yapıyorsunuz?
Şakir ERKAN: - Son yıllarda NLP diye bir bilim dalı oluştu.  Türkçemizde sinir dili programlanması diye çevirebileceğimiz bu bilim, düşünce, dil ve davranışların kendi avantajlarımız doğrultusunda yeniden düzenlenmesidir. Yapılan çalışmalar sonunda kişinin kendisi ve çevresiyle iletişimde gözle görülür olumlu gelişmeler olmaktadır. Örneğin: Kendileri için hedefler oluşturabilen, bu hedefler doğrultusunda yılmadan çalışabilen, morali yüksek, kendisiyle barışık, diğer insanlarla sevecen ilişkiler kurabilen, kendisini sınırlandıran korku, kuruntu ve fobi gibi olumsuzluklardan kurtarabilen insanlar oluşmaktadır.
Zekai İŞLER: -  Kursiyerlerinizde gördüğünüz olumlu gelişmeler nelerdir?
Şakir ERKAN: - Aslında bu soru direkt olarak kursiyerlerimize yöneltilmesi gereken bir sorudur. Bizim gördüğümüz kadarıyla okuma hızında en az 4-5 kat artış oluyor. Burada hızını 20 kat artıran da olabiliyor. Anlama kabiliyetinde düşme değil artış gözleniyor ki; okuma hızını 20 kat artırıp okuduğu kısımlardan sorulan 10 sorunun tamamına doğru cevap verebilenlerde oluyor. Ayrıca insanlarla olan iletişim ve kendini motive etme konularında hissedilir derecede gelişme olmaktadır.
Zekai İŞLER: - Çorum'da benzer çalışmalar yapanlar var mıdır?
Şakir ERKAN: - Doğrusunu söylemek gerekirse; Türkiye'de bu kurumun benzeri yoktur. Türkiye'de vakıflar ve dernekler aracılığıyla Hızlı Okuma Kursları verilmekte, İstanbul' da NLP seminerleri yapılmaktadır. Ancak üçünü birden çalışan tek kurum Yeni Boyut'tur. Bir başka özelliğimizde M.E. Bakanlığı onaylı tek kurum olmamızdır.
Zekai İŞLER: - İlerideki hedefleriniz nelerdir?
Şakir ERKAN: - Yeni Boyut tekniklerinin uygulandığı dershane ve özel okullar açmak, daha geniş kitlelere hitap edebilmektir.
Böylece daha sevecen ilişkiler kurabilen, insan olmanın değerini bilen, insan olmanın heyecanını, sevincini yaşayan, daime gelişen ve geliştiren bir insan ve böyle insanlardan oluşan bir toplum oluşturulması için ortam hazırlamaktır!
Zekai İŞLER: - Bireysel girişim için ne yapılmalıdır?
Şakir ERKAN: - Bireysel gelişim için yapılması gereken iki şey kişinin insan olmasının güzelliklerini yaşayabileceği bir amaç edinmek, bu amacın bir takım fedakârlıklarla katlanmaya değip değmeyeceğine karar vermek ve gerçekleştirmek için yola koyulmaktır. "İmkânsız bir şey yoktur sadece biraz zaman alır"  Herhangi birinin yaptığını herkes yapabilir. "Başlamak için büyük olmak gerekmiyor ama büyük olmak için başlamak gerekiyor" anlayışıyla hareket edip daima "çözüme" ve "daha iyi nasıl"a odaklanmak gerekir.
Zekai İŞLER: - Bireysel gelişim toplumsal gelişimin önünde bir şey midir?
Şakir ERKAN: - Bireysel gelişim toplum için zorunlu bir gelişimdir. İnsan ilişkilerinin her şeyin üzerinde tutulduğu bir toplum olması söz konusu olduğuna göre, bireysel gelişimi toplumsal gelişimden ayrı düşünmek mümkün değildir. Bize göre hiçbir insan ada değildir. Kişinin eşi, dostu, akrabası, hemşerisi, milleti ayrı bir yönü, ayrı bir motivasyon kaynağıdır. Bu nedenle biz bireyi toplumdan ayrı düşünemiyoruz.
Zekai İŞLER: - Bu tür kurslar sadece öğrencilere ya da gençlere mi faydalı?
Şakir ERKAN: - Bu kurslar 7'den 77' ye herkes için faydalıdır. Uygun kurlar ve homojen gruplar oluşturmak suretiyle tüm seviyelerle çalışmalar yaptık ve yapmaya devam ediyoruz.
Zekai İŞLER: -  Topluma vereceğiniz mesaj var mı?
Şakir ERKAN: - Biz milletimizin her bir ferdinin fevkalade potansiyel gücü olduğuna, ancak oldukça basit nedenlerle kendilerini sınırladıklarına inanıyoruz.  
Büyük düşünmeliler. Mutlaka bir yerden başlamalılar. Büyük olmak için bu şarttır. Bu güzel insanlara danışmanlık yapmak için her zaman açığız.
Zekai İŞLER: - Ben size kolaylıklar diliyorum. Başarı dileklerimi ve teşekkürlerimi arz ediyorum!
Şakir ERKAN: - Ben  size teşekkür ederim!
 
 
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR!

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR
 
Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM
 Hukuka, Yasalara, Telif  ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir.