|
|
Aşağıdaki dizinler ile tıklayarak üye
olmadan sayfalara girebilir ve inceleyebilirsiniz! |
|
|
|
İÇİNDEKİLER
|
-
Mahmut Selim GÜRSEL TAKDİM
Ahmet CANBABA
Hayat Hikayesi
SUYA SABUNA
BİLİHÇLİ YİYİN ZAYIFLAYIN
-
TAKLİTÇİLİK (ŞİİR
HIRSIZLIĞI)
-
KÖTÜ KOKULAR
İYİ NİYET
ŞÖFÖR HİKAYELERİ "RÖTGENCİ"
SOSYETE KAZIM
-
UMUTLARIN ÖTESİ VE TÜLAY
SARAYKÖYLÜ
-
DEMOKRASİYE
GEÇİŞ SANCILARI
-
HAYATA DÖNÜŞ (erken teşhis)
013İŞTE ÖYLE BİRİ
SEVGİLİ GÖNÜL ADAMI ALİ
ABDÜLKERİMOĞLU’NUN ARDINDAN 13-05-2009
-
İŞLER HASTA
VALLAHİ GAZETEDEN ESİNLENDİM GOMİSERİM
KARAKOLA GİTSEM Mİ Kİ ACABA
-
İŞİNİ BİLEN MEMUR
BİR GÖÇ HİKÂYESİ
TEPKİSİZLİK
'KUDURDU KUDURASICA'
BİR ŞİİRİN ANATOMİSİ
AĞIR UYKU
FELAKET HAMDİ
BAKKAL NASIL KURTULDU
RESİMLER BİR BELGEDİR
|
|
Çalışma TELİF ESERİDİR izin almadan
kullanmayınız! |
Hazırlayan Mahmut Selim
GÜRSEL |
corumlu2000@gmail.com
|
Sitemiz ve yazarlarımız;hukuka, yasalara, telif
haklarına ve kişilik haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir. |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
01 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
KİTAP ismi Sayfaya
dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
TAKDİM
Bir kitabın doğması, o kitabı yazmaya kalkan kişinin amacına ve
bilgi birikimine göre değerlendirilmesi uygun olarak
görülmelidir.
Elinizde bulunan bu çalışmanın sizlere ulaşması için günlerini
veren bu çabası için şükranlarımı sunarken, bu çalışmada da
benim ufacık bir katkımın da bulunması beni bahtiyar etmiştir.
Bu
çalışma ile sizlerde bazı bilgileri edinmiş ve faydalanmış
olarak uzun yılların birikimlerinden aydınlanacağınızı
göreceksiniz.
Bilgi; yazılmadıkça kaybolmaya açık birikimlerdir. Her insan bir
kitaptır; onu okumamız gereklidir.
Tanımadığımız ve anlamadığımız kişiler hakkında nasıl kararlar
veremezsek; bir çalışmayı da incelemeden, okumadan karar
veremeyiz.
Mahmut Selim GÜRSEL
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
02 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
|
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
Ahmet CANBABA |
1941-Kalecik doğumluyum. 7
yaşında Ankara’ya geldim.İlk orta ve liseden sonra 1960
senesinde yedek subay öğretmen olarak askerliğimi
Merzifon’un Bulak köyünde öğretmen olarak yaptım. Sonra
teknik eleman olarak Önce Devlet sular idaresi, Antalya
Ferrokrom ve Karpit Fabrikası,
Ankara'da Na-Ce mak sanayi,
Özmak, Alaçam müşavirlik, Tüstaş, Tümaş, UBM, ve En son
Güriş makine sanayinde Kostürüktör Ressam ve Dizaynır olarak
çalıştım.
1983 senesinde emekli oldum.
İlk şiire Öğrencilik dönemimde Sanat okulu son sınıfta iken
başladım. Sene 1960 ilk şiirim Ajans Türk Antolojisinde ve
İsa Kayacan’ın çıkardığı Ece dergisinde yayınlandı.
Öğretmenlik devresi şiiri
geliştirmem açısında bana çok büyük
imkanlar verdi. İlk şiir kitabımı da 1967 senesinde “Sarhoş
Dünya” olarak yayınladım.
Emekli olduktan sonra
mesleğimle ilgili olarak proje bürosu açtım. Daha
sonra Konur Sokakta önce lokanta daha sonra da kitap üzerine
iş yeri açarak 1989 'a kadar işletmecilik yaptım. 1989'dan
Sonra ailecek İstanbul’a yerleştik. İstanbul’da 1994
senesine kadar kaldık. 1993 senesinde büyük kızım evlenerek
Almanya’ya yerleşti. Küçük kızımın da tayini tekrar
Ankara’ya çıkınca 1994 senesinde tekrar Ankara’da yaşamımızı
sürdürdük.1999 senesinde “Yeşilin Gözyazşları” şiir kitabı,
2003 senesi “Cennette Seninleyim” Hikaye Kitabı, 2005 senesi
“Yaratanla Sohbet” şiir kitabımı edebiyat dünyasına
kazandırdım.
2003 senesi öğretmen olan ikici
kızımı da evlendirdikten sonra kendimi kültüre adadım. Halen
kültürle iç içe emekliliğimin tadını
çıkarmaya çalışıyorum.
Yayınevimizin sanal yayınlanmış dergilerinde yazıları
bulunmaktadır
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
03 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
SUYA SABUNA
Bir yazar hangi siyasi çizgide
olursa olsun halkın çıkarlarına uygun olmayan, ihtiyaçlarına cevap
vermeyen siyasi uygulamaları irdeleyerek, bir dergide yazı yazamaz
mı?
Yazamaz diyenler: efendim dergi
kültür ve sanat dergisi olmalı, her türlü siyasetten uzak durmalı
savı ile okurlarını, ülkemizde olup bitenlerden mahrum bırakıyorlar
anlamını taşımaz mı? Oysa siyasetinde bir kültürü vardır. Demokrasi,
Cumhuriyet, Mülki idareler, Dış ilişkiler gibi birçok konular
siyasetle iç içedir. Bir Türk vatandaşı olarak insan siyasi kültürü
de bilmek zorundadır. Bu zorunda olma; kültür dergilerinde inceleme
yazısı olarak yazılan ve bundan binlerce sene önceki Etilerden,
Sümerlerden ve hatta bir taş üzerindeki yazı kalıntılarının
incelenmesini kaleme alıp bir dergide yayınlanmasından da
önceliklidir.
Dergilerde öncelikle yazılması gereken güncel siyasi kültür
haberleri elbette ki suya sabuna dokunacaktır.
Şimdi biz Cumhuriyetin kuruluşu ile
kurulmuş fabrikalarımızı yok bahasına satmış, elden çıkartmışız.
Özelleştirmelere önem verip kağıt fabrikalarını satmışız
rafinerilerimizi, çimento fabrikalarımızı, enerji üreten
barajlarımızı satmışız. Telefon konuşmalarımızı yabancıların
tekeline bırakmışız. İstedikleri zaman bizleri dinleme olasılıkları
olmasına rağmen.
Ulusalcılığımız, dilimiz, devlet
yapımız, Anayasamız, Bayrağımız Sınırlarımız hep tartışılma konusu
yapılıyor. Sağlam bina, planlı şehirleşme yapmadığımızdan, depremde
ve sel felaketlerindeki ölümlere, kayıplara kader deyip
geçiştiriyoruz. Soygun ve talanlara dokunsan senden kötüsü yok.
Bazen insanlar kendi dürüstlüklerini ve belirli bir seviyede
kalmalarını suya, sabuna dokunmadıklarına bağlarlar. Haksızda
sayılmazlar. İnsanlar bazen bozulmamak için mücadele verir duruma
gelmiştir. Düşünün bir kere bir rüşvet çarkının dişlisi konumuna
getirilmiş namuslu vatandaşımız, inançları gereği o rüşvet çarkının
içinde görev alır ama rüşveti almazsa o kişiye enayi gözü ile
bakıldığı kesindir. Çevresi mal mülk sahibi olurken o durağandır.
Neden böyle insanlarımızı çoğaltmayalım? Neden onlara sahip
çıkmayalım?
Artık bütün yaşam tarzımızı suya,
sabuna dokunmamak üzerine geliştiriyoruz. Anne babalar çocuklarını,
ev kadınları eşlerini, Amirler yanında çalışanları tembihler duruma
gelmiş: “Sakın hiçbir şeye karışma gördüğünü görmezden gel,
duyduğunu duymazdan. Sağmış, solmuş sakın karışma. Varsın çalsın.
Var mı sana zararı. Çalıyor ama iyide çalışıyor. Hak ediyor adam”
gibi laflarla kötülüğü ve kötüleri de meşrulaştırmak üzerine
toplumsal bir düşünceye de sahibiz.
İnsanlar korkularından neredeyse
pandomima sanatçıları gibi işaretleşerek konuşup anlaşmaya
başlayacaklar. Herkes sus pus olmuş.
Dikkat edin köşe yazarlarına. Hangi
yazar suya, sabuna dokunmadan yazıyorsa o yazarın patronu tarafından
sırtı sıvazlanıyor. Eğer yazar inatla doğruları yazmaya devam
ediyorsa o gazetecinin işine son veriliyor. Dergilerde böyle. Aman
doğruları yazıp eleştiri almayalım. Siyaset bizim neyimize diyorlar.
O düşüncedeki yazarlar ayak uydurup kol sallayarak günlerini gün
ediyorlar.
Şimdi ben Nobel Barış Ödülünü bir
A.B.D. Başkanın almaması yönünden düşüncelerimi belirtsem ve bunun
nasıl bir iki yüzlülük olduğunu ve nasıl birilerine yalakalık
yapıldığını yazsam bunlar dergide yayınlanmayacak konular mıdır
acaba? Türkiye’deki yardım kurumlarıyla ilgili bir yazı yazacaksınız
ama içinde yargılanan dernekler geçmeyecek denilecek. Ama en güzeli
galiba televizyon haberleri izlemeyeceksin, internete girmeyeceksin,
gazete okumayacaksın, ülke sorunlarından, vatandaşın geçiminden
haberin olmayacak. Tabiî ki geriye nasıl balık tutulur, Kültür
etkinliklerinin değerlendirilmesi, Eymir gölünde ki mangal partisi,
Modanın getirdikleri, Yıldız falı gibi yaz yazabildiğin kadar. Konu
çok, atış serbest.
Sevgili dostlar! Okuyanları
bıkkınlığa sürükleyecek yazılar yazıp biz değişmeyiz. Biz adam
olmayız, eski tas, eski hamam gibi yorumlara sürükleyecek yazılardan
gelin kaçınalım. Gelin, biz adam olmayız ı bırakalım, onuncu köye
yolculuğumuzu sürdürelim hep beraber. Kirlilik diz boyunu geçmiş,
boğazımıza kadar bir pisliğe batmanın eşiğine gelmiş olabiliriz.
İnanın yazılarımızla davranış ve hareketlerimizle, çirkinliklerin
etrafında bir halka oluşturalım. Ne kadar doğruları yazsak ta hiç
bir şey değişmiyor gibi bir hezeyana kapılmayalım. Hiç olmazsa
yanlışa bir adım atacak olanların yollarını, fikirlerimizle
değiştirme olasılığı vardır.
Gelin bunun hazzını yaşayalım hep
beraber.
|
|
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
04 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
BİLİNÇLİ YİYİN ZAYIFLAYIN
Hemen her gün gazete
sütunlarında zayıflamayla ilgili yazılar okursunuz. Çamur
banyosunun iyi geldiğiyle ilgili bir mankenden diyet
reçetesi alırsınız. Doktoru şunu yeyin, bunu yemeyin
demişte, mankende artık yiyeceği şeyleri seçmeye başlamış.
Alışveriş yapmak gibi özel hobisinin yanında yemek yemek
gibide özel bir hobisi vardı. Bilinçli yemek yiyerek
zayıflayabileceğini kendisi biliyordu ama bilinçli
alışveriş yaparak gar dolabını doldurması işi de oldukça
zordu. Medyada artık kimin ne yiyeceğinin tartışıldığı bir
ortamda, bu zavallı bir türlü zayıflayamayan insanlarımızın
durumunu varın siz düşünün. Manken filancası, biraz fazla
kilolu diye iş alamıyorsa veya sevgilisine şirin
görünemiyorsa, bunun acısını yaşayan ve en çokta böyle
mankenlerin halinden şikayetçi şişman zengin sosyetenin TV
deki münakaşalarını evinde zeytin ekmeğe talim eden zümre
yapmıyor mu?.
Kışın mayo defilesi yapılırken podyumlarda
yaza hazırlık diye, yaz ortasında sıcakta kürklü, kazaklı
kalın kumaşlardan yapılmış giysilerle yapılan defilelerde
sergilenen kıyafetleri sade vatandaş seyrederken bunlar beni
ilgilendirmez diye tepki koyabiliyor mu?. Nüfusumuzun 35
milyonu açlık sınırındayken, yaz geliyor diye martta tv’ de
ve gazetelerde boy gösteren zayıflama rejimiyle ilgili
öneriler sade vatandaşın neredeyse baş sorunu olup
çıkıyor. İşkence haline getirdikleri aç yaşamayı rejim diye
anlatmaları toplumu ne yerine koymaktır, ben bunu söylemeye
bir kelime bulamıyorum. Üstelik birde sade vatandaşlar nasıl
kandırılıyor. Hani aç kalmak işkence ya işte sizi bu
işkenceden aç kalmadan ve açlık çekmeden zayıflamanın
metotları. Önce hangi yiyeceklerin kaç kalori verdiğini
bileceksiniz. Metabolizmanızı tok tutma eğilimine sokan ve
aynı zamanda size enerji veren yiyecekleri tespit ettiniz
mi gerisi kolay. Hangi yiyecekler yağ ihtiva eder. Bir defa
yiyeceğiniz besinlerin posası ve proteini bol olacak.
İçindeki şeker yükü az olacak. Bu genel bilgiden yola
çıkarak yiyecekteki favorilerinizi tespit edin. Ama bu
arada damak tadınızı ve ne yapacağınızı uzmanına
sorduğunuzda “canım zayıflayacaksınız ya, zayıflamada damak
tadı düşünülmez” der. Yağsız salatayla, yağsız bir çorba
yapın bakalım. Önceden öyle iştah açacak acı yok, öyle
sosmuş, mayonezmiş kullanmak yok. Lokmaları ağzınızda zaman
tutarak yiyin. Bir lokmayı bitirmek en az birkaç dakikanızı
almalı. Yiyeceğiniz bütün nesneleri gözünüzün önüne getirin. Bir
tarafta pirzolalar olsun, bir tarafta baklava, börek. Hindi
dolması ile kuzu şişini de belleğinizden geçirmeyi sakın ha
ihmal etmeyin. Önce beyninizde tokluk başlasın. Bunları TV
den uzman anlatırken evinde çocuk annesine soruyor. “Anne
hindi dolması diyor, o da ne ki”. “Sus kızım manken
ablanızı işte bu uzman aha bizim gibi zayıflatacakmış.
Gelseler de zayıflama metodunu bana sorsalar olmaz sanki”
der kadın. Çocuğu annesinin bu mırıldanmasını duymamıştı
bile. Diyelim ki tokluk sinyali onların beynine ulaşırken
garibanında beynine yokluk sinyali ulaştı. Sofradaki
zeytinini üç kere ısırarak ekmeğine katık etti ve
çocuklarına :
“Bah gızım televizyondaki bu
program yarınki günümüzün bu günden daha iyi olmayacağının
işareti. Ben ne diyorsam siz öyle yapın” dedi. Sonra tv
deki uzman demez mi ki, “yemek yerken zaman zaman
dinlenin. Sofradan kalkıp ta bir yere yatın demiyorum
sayın seyirciler. Birbirinizle konuşarak vakit geçirin” der
demez stüdyodaki mankenlerde birbirleri ile dedikodular
seyircilerin önüne seriliverdi. Kim kimin sevgilisini
ayartmış, kimin göğüsleri podyumda iş kazasına uğrayarak
açılmışta seyirciler gördüğü için nazar değmiş.
Mankeninde silikon göğsü o ‘nazardan’ patlamış. Artık iş
kavgaya dökülüverecekti ki uzman “sevgili bayanlar, şu
anda sofra başında değilsiniz lütfen kendinize gelin” dedi
de münakaşalar kesildi. Ve uzman “işte kıymetli seyirciler,
manken arkadaşlarımızın bu kırk dakikalık tatlı sohbetleri
kadar, yemek arasında sohbet etmelisiniz”. “Bir defa diyette
hem karnınız doyacak, hem de en kısa zamanda zayıflayacağım
diyeceksiniz. Bunun ikisi bir arada olmaz. En az altı ay
gibi bir zamana ihtiyacınız var” dediğinde zeytinini dört
parçaya bölen ve kırk dakikalık manken münakaşalarının
ardından uzmanın arkasından da olsa evinden uzmanı
çekiştirmek zorunda kalan vatanım kadını, dört parçalık
rejime: “Vallah benim çocuklar dayanamaz. Tivi deki
zayıflama rejimine. Uzman zayıflama rejimi anlatırken, sanki
onun evindeki normal yaşamından bahsediyordu. Uzmanın
zayıflama rejimini, ekonomik rejime uygulamak isteyen
hükümet, açlık sınırının altında yaşayan sade vatandaşı
isyan ettirmişti. Bir zeytini dört kerede yiyerek bunun
altı ay devam etmesine çocuklarımı alıştıramam diye isyan
etti ama “hele şu diyet rejiminin sonunu bir dinleyek
bahak” dedi. Uzman: “Yağsız yiye yiye damağınız bu lezzete
alışacak. Altı ay sonraki lezzetsizlik, sizde lezzete
dönüşecek ve zorunlu olarak yağ kullanmaya bir alerjiniz
olacak. Gittiğiniz yerlerde yağlı, lezzetli ve şişmanlatıcı
yemekler olduğu için sizi yemeğe davet edenleri üzmemek
için tadımlık olarak az az alacağınız yemeklerde zaten sizi
şişmanlatmayacaktır. Fazla yiyerek obozite olmak yerine her
şeyi kararında yerseniz zaten obozite olmaktan da
kurtulmuş olursunuz” . Bu sırada okurlardan alınan
telefonları yanıtlar uzman. Spiker bir seyircimizden
telefon var diyerek uzmanın sözünü kesip, Uşaktan Hanım
çeneli: “Efendim senin dediğini anlamış değilim. Ben zaten
günde bir öğün yemek yiyordum. Şimdi ramazan gelecek,
mevcut bütçeme göre bunu artırmam mümkün değil. Ramazanda
bir öğünümü ikiye bölüp yarısını sahurda yiyeceğim. Benim
bütün şikayetim oğluma ekmekten başka bir şey veremiyoruz.
Bütçemiz kafi değil.Günde belki beş ekmek yiyor. Sekiz
yaşında doksan kiloda nasıl rejim uygulayabiliriz” dediğinde
uzman. Bayana “Siz kilolarınızdan şikayetçi değimlisiniz?”
der. Bayan şikayetçi olmadığını söyler uzman bayanın
yaşını, kilosunu, boyunu sorar aldığı cevaplar karşısında
“tam normal kilodasınız. Nasıl bir rejim uyguluyorsunuz
bize yazıp gönderin. Bundan sonraki programımızda sizin
yaptığınız diyeti anlatalım” dedikten sonra seyircisine
çocuğunun sorunu olarak yaptığı diyet neticesi
zayıflayarak ölümün eşiğine gelmiş bayanlardan şişmanlamak
isteyenlere senin çocuğunun uyguladığı diyeti uygulatarak
Zayıflıktan kurtulmak
isteyen müşterilerimize tatbik edeceğiz ve bundan dolayı siz
seyircimizin bütçesine katkıda bulunacağız deyip seyircisinin
adresini alır . “Çocuğunuz bir ay bizim misafirimiz
olacak, bizim havuzumuzda yüzerek, her gün cim lastik
yaparak hekim nezaretinde kontrollü olarak zayıflatacağız.”
Uzman, dinleyenlerden gelen bir sürü telefonları yanıtlar.
Bu arada kendi kliniğinin ve tesislerinin reklamını
yapmaktan da geri kalmaz
Uzman kişi rejim yapmak isteyenleri yağ
kullanmaya karşı direnmeye davet ettikten sonra. Şekerle
ilgili tehlikeleri sıraladı. Kandaki şeker oranınız çok
önemli üstelik halkımız bilinçsizce yağla şekeri birlikte
tüketiyor. Bu iştahınızı tetikler oburlaşırsınız dediğinde,
tivi deki diyeti dinleyen sade vatandaşımız, komşusunun
çay alamadığı için sıcak suya şeker konularak çay
yerine içtiği şerbet aklına geldi ve komşusunun duvarını
yumrukladı. İki dakika sonra gelen komşusuna. “Bak
komşu kahvaltıda kullandığın margarin yağıyla birlikte
şerbet içiyorsunuz ya, o işte çok zararlıymış bah
doktorumuz ne diyor dinle” diyerek o anda söylediği sözü
tekrar eden doktoru komşusu da dinler. Bak tüm bunların
yerine kurabiye, çikolata, baklava yerine meyve yiyeceksin.
Komşusu doktora dönerek “hay ağzına sağlık doktor bizde
zaten öyle yapıyoz”. Kendisini çağıran komşusuna dönerek
“öyle değilmi gı” dedikten sonra neden öğle olduğunu da
televizyondaki doktorun duymadığına üzülerek anlattı
komşusuna. “Komşum sen de aynı şeyi yapıyon hiç pazarda
satıcıların gofret attığını duydun mu? Hiç çikolata
attığını duydun mu?, ya baklava attığını? Biz zaten Pazar
artığı olarak sebzemizi meyvemizi topluyoz.. Onun için
canımız istediğinde zaten sebze ve meyvemizi yiyoz.
Uzmanın anlattığı doğru gomşu bahsana çevrene bizlerden
herkes diyette herkes tığ gibi.” Diyetçi uzman doktor bu
arada sık sık ama az yemekten bahsetmez mi günlük ancak tek
öğün yemek yiyen komşusunu diğer komşusu uyararak. “bak
gördün mü kaç kere dedim size akşamınızı sabaha, öğleye,
ikindine, yatsıya paylaştırın diye.” Komşusu: “her öğüne
çeyrek dilim ekmek hemi, öylemi diyon yani sen bana? Kız
kim doy ar çeyrek dilimle allasseen!”. Doktor: “Ara
dilimlerde yüz kalori” der demez komşu “işte şu kalori
hesabından anlamıyom. Yüz kalori, yani yüz gramı demek
istıyo”. “Yoh anam, bi dinne bakalım sende. Ağız tadıyla
bir program dinletmiyon .
Bu arada diyet uzmanı sudan
bahsettiğinde, gelen komşu “kalk anam kalk aha bi sattır
işe güce bahmadan kilitlenip kaldık televizyona. Böyle
havadan sudan şeylerle vakit geçiriyoz” deyip de kalktı
gitti evine. Ama ne yalan söyleyim benim hala gulağım
televizyonda doktorda. Doktor hala şişmanlar için, onlar
kendilerini fiziksel özürlü olarak görüyorlar normal
kilolarında olanları gören şişmanların, tanrım beni tekrar
yarat dediklerini duyar gibi oluyorum. O hala Bol su
için diyordu. Şehrin içme suyu da mikroplu. Ama bilmem ki
nasıl içsek bol sudan. Doktor herhal dışardan bidonla su
alanları kastediyodur. Pazardan artık toplayarak evin
geçimini sağlayan bizler için değildir bu sözler.Eee
günde sekiz on bardakta su. Diyelim ki içtik.
İşte bu tivilerdeki sağlık saatleri pek bi
hoşuma gider. Bak bugün ki hekimde ‘Ostropoz’ diyo dur bi
gomşuya seslenek bahak deyip üç dört kez komşusuyla
bitişik olan duvarını gene yumrukladı…
Aradan bir iki dakika
geçmeden komşusu demir rezleli kapının eşiğinden göründü
“gene ne var sabah sabah daha sofrayı bile kaldırmadım.
“Bak anam bacım bizde hiç bi hayat galmamış ta bizim
habarımız yok. Biz orta yaşlı sayılıyoruz ama gören
zanneder ki yetmişinde. Doktor düzenli D vitamini
kullanmamız gerekli diyo. Baksana bidefa sofanızdan balık
etini eksik etmeyin” deyip te ardından televizyondaki
doktor ‘somon’ dediğinde …. “eh bizim soframızdan çok
şükür ‘somun’ eksik olmaz” dedi. Komşusu: “sus hele
somunu annadık canım.” Doktor ‘Ton’ dediğinde “tonmuş”
dedi gelen komşu “ohooo” dedi “tonnan somunu tedarih
ederik eee dohtor.” Doktor ‘ Levrek’ deyince komşusu hemen
ardından “Bah görüyonmu ekmek te gevrek olacakmış besbelli”
dedi. Doktor devamla “ardından da sardalye üstüne süt
ürünlerini sayabiliriz dediğinde …evin hanımı “demek ki sütü
de sandalye üstünde içecekmişiz” dedi. Komşusu
“annadıysam arap oluyum. Osdurapusdan korunacaaz ne demekse”
Doktor: “D vitamini güneş ışığı yardımıyla cildimizde
üretilir bol bol güneşlenin” dediğinde ….ev hanımıyla
gomşusu sözleşmişcesine “aha bi onu yapıyoh zaten bizde”.
Bu arada gene bir seyirci bağlandı telofona “doktrcuum
günde sekiz, dokuz saat bi güzel uyku çekiyom. Saat on
birde on ikide kahvaltıdan kalktı mı öğle yemeğine de
hacet kalmıyor. Kahvaltıda ağzınıza layık bi güzel beyaz
peynir. Ardından yumurta, tereyağı, reçel”, Doktor “duur
orda”; dedikçe bayan “niye duracam, kimse durduramaz
beni kaç gündür sabahları programı arıyom hep meşgul
çıkıyo kimse durduramaz beni” deyip “ardından ikindiyi
çok hafif geçiştiririm kırmızı et ve balıkla etin
yanında mutlaka salata vardır. Akşama gene bunlara
benzer bir şey yerim ama yanında muhakkak pilav ve
arkasından tatlı vardır . Geceleri yoğurt ve sütü ihmal
etmem .Tatlının yerine bazen muzu, çileği, elmayı meyve
olarak tercih ederim. Bazen rahatlık versin diye şarapta
içtiğim olur. Şu yirmi dört saat gün olarak o kadar kısa
ki doktorcum adam bile kızıyo bana. Yemek içmekten dolayı
kendisiyle ilgilenmiyormuşum. Doktorcuum günde bir tanede
multivitamin içiyorum çokmuu? Ama maalesef spor
yapamıyorum bu yaptıklarım sizce doğrumu?”
Doktor sabırla bayanı dinleyip “kaç
kilosunuz, sizde fazlaca obesit olmalısınız herhalde.
Sabahları erken kalkın. Geç kalkan fazla kalori yakmaz,
hareket edin, kollestrol ve doymuş yağlara dikkat
etmiyorsunuz karbonhidratlı yiyecekleri daha az tüketin.4000
kalorilik öğle yemeği saydınız bana.”
Evinde komşusuyla televizyonu izleyen
Sakine hanım Sakinliğini ilk defa bozup komşusuna dönerek:
“Sankim onlar bana hayal tacirliği yapıyor gibime
geliyor. Zayıf olanlara şişmanlama, şişman olanlara da
zayıflama dersi verenlerin istediği şey bize göre değil.
Kimler neyi hayal ediyorlarsa işte o hayal tacirlerine
müracaat etsinler. Zayıflamanın iki yolu var. Kendimize
gerekli günlük enerjiden az alırsak zayıflarız, fazla
alırsak şişmanlarız. Sağlıklı yaşamdan büyük ikramiye
kazanmış gibi yiyip içseler de şişmanlamayanlardan
bahsediyorum.
Tüm böyle rejimi tatbik
ederek ölüm döşeğine düşmüş bir mankenin acı dramı ve
bu arada zaten tatsız, tuzsuz, yağsız, etsiz sofrası olan
vatandaşın gene öyle zayıf kalarak zaten rejimde
olduğundan, ölmeden açlık sınırında yaşamaya devam
ettiğini, halkını düşünen devlet adamlarının, zenginler
gibi hiç para harcamadan halkı rejimde tuttuğunu,
milletinde bundan rahatsızlık duymayarak gene bizleri
açlığa mahkum edenleri seçtiğimizi anlatacağım.
Doğru ve dengeli besleneceez diye bi kalori listesi
tutuşturuverir diyetisyenler insanların ellerine. İhtiyaç
duyduğu kalorileri herkes kendi bünyesine göre alırsa,
diyetisyene gitmeye hacet kalır mı?. İnsan ihtiyaç
duyduğu kadar kalsiyum alırsa ve hangi besinlerin ne
kadar kalsiyum ihtiva ettiğini bilirse, kemik yapısını
insan dengede tutamaz mı?.
Artık eskisi gibi devletin himayesi altında
değil vatandaş. Evvelden devlet babalık yapardı. Fakire
fukaraya yetime dula. Şimdi her şey özelleştirildi. Birey
olarak ailelerde özelleşti. Şimdi kadınlar kocasının,
çocuklar anne ve babasının sorumluluğunda olmak
istemiyorlar. Çünkü bireysel özgürlükte sevmek ve sevilmenin
de şartları değişti. Her şey gidebildiği yere kadar
gidiyor. Günübirlik mutluluğu sürekli hale getirmeye
çalışıyoruz.
Koca baskısında kalan
kadınlara ‘sığınma’ evleri açılması, kadının
çaresizliğinde sokakta kalmaması açısından ne iyi”. Sakine
hanımı hayretler içinde dinleyen komşusu,:” Ne gadar da çok
şey örenmişin bacım sen” Öğrenmeziyim hiç geçende bizim
adamada biraz bahsettim de adam: “Peki öyleysem kadın
sığınma evi varda, neden bir erkek sığıma evi yok?”
dedi . “Napacaan” dediydim, “valla hanım senin bu çok
bilmişliğinden başka nasıl gurtulacaam” demez mi. Komşusu
“Valla adam haklı, bahsana neler biliyon canım. Fazla
bilmişlik pek hayır getirmez insana.”
|
|
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
05 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
TAKLİTÇİLİK (ŞİİR
HIRSIZLIĞI)
Modayı ve
markayı takip eden bayanlar ne giyerlerse giysinler kendi
üzerlerindeki giysileri bir başkasının üzerinde görmekten
hoşlanmazlar. “Şimdi benden görür aynısını diktirir veya
keşke satın aldığım yeri söylemeseydim” diye çoğu zaman
kendini suçlar. Tabiî ki komşusu, ‘oda alır’ aynısını.
Komşusunun üzerinde gördüğü kendi bluzunun aynısını değil
mi, kanı beynine yürür ve ‘ben yeni bir şey giyemeyecek
miyim’ diye feryat eder.
Türk moda
endüstrisinin tasarım odaklı markalaşma stratejisi piyasaya
yeni ürünlerini sürer. Kimi zaman mutluluk şık görünmektir.
Tabiî ki bir emek verilerek üretilen sitiller modayı
üzerlerinde taşıyanların estetiği düşünülerek dizayn edildiği
için her işletme sahibi ürünlerini tescil ettirirler. Bu
bütün ürünlerde böyledir. Mobilya da İmalat haneye modelleri
çalınacak diye yabancıları sokmazlar. Teknoloji ve sanayi
hırsızlığı da aynı yöntemlerle yapılır. Ama günümüzde artık
bu tür çalma çırpmalarla işletmeler başa çıkamaz oldu. Açılan
tekstil ürünleri, , yapı teknikleri, bilgisayar ürünleri,
gibi otomobilinden, uçağa tankından, füzesine kadar her
şey sergilenerek satışa sunuluyor. İşte gerek mini
fotoğraf makineleri ve gerekse cep telefonları sergilenen
ne varsa hepsini görüntüleyebiliyor.
Tabiî ki buda taklitçiliği
hortlatıyor. Düşünün müzik sektörü taklit kaset ve CD’ lerle
başa çıkabiliyor mu?
Çinliler gamma
knife cihazından bir tane satın almışlar tabiî ki kullanmak
için değil. Cihazı söküp parçalamışlar benzerini yaparak
satmaya başlamışlar.
Hani bir işe
yeni başlasanız özentiden ustanızı taklit edebilirsiniz, ya
sonra sonrası. Siz ustanıza benzedikçe onun yapıtlarını
zirveye taşırsınız. Oysa kendinize özgü bir şeyler yaratarak
kendiniz olsanız, sanırım bir zaman gelir zirveye oturan
siz olursunuz.
Siyasette de taklit yok mu dur? Yıllarca
Erbakan Hocamız iktidarlara batı taklitçiliği yaparak bir
yere varamazsınız demiyor muydu? Batılı taklit ederek bir
yere varamayacağımızı söyleyenler iyiyi, doğruyu taklit
edin diyor. Yani imam ne yaparsa sizde imamın yaptığını
yapın. Onların taklitten anladığı ahlak kavramıdır. Biz
onların ahlakını taklit ederek toplumumuzu bozuyoruz,
toplumu ahlaksız yapıyoruz. Yani batının temizlik kavramıyla
kendisini Müslüman görenlerin temizlik kavramları arasındaki
farkı görmelerini isterdim doğrusu. Örnek alınmakla
taklitçiliği de karıştırmamak gerekir diye düşünmeliyiz. Eğer
yaptığınız taklit bir başkasını zarara sokmuyorsa ama o
taklit ettiğiniz şey toplumun menfaatineyse o şeyi taklit
etmekte de yarar vardır. Tabiî ki biz buna örnek alınma
demeliyiz.
Şimdi düşünelim
Müslümanlığın bütün kurallarını taklit ederek yükselmiş,
zengin olmuş bir devlet var mıdır? Ama kendilerini Müslüman
görüp, para toplayarak birisi zengin olmuşsa, aynen onu taklit
ederek bir başkası da halkın dini duygularını istismar etmiş,
para toplayarak zengin olmuşlardır. Şimdi o zengin olanlar
başımızda, çevremizde bizi idare ediyorlar. Bankalarıyla,
ibadethaneleriyle, okullarıyla bizleri kuşatmışlar. Taklitçilikle
kazandıkları milyarlar halkı fakirleştirmiş, bir zamanlar
parası pulu olup ta onlara muhtaç olmayanlar şimdi onların
verdikleri yardımlarla yaşar duruma gelmişlerdir.
İnsanlar
beğendikleri her şeyin taklidini, sahtesini, hırsızlığını
yapmaya çalışıyorlar. Yalnız şiir mi dersin? İlacından giydiği
ayakkabıya, elbiseye, bilgisayarından, telefonuna kadar her şey
taklit. Aşkta, acıda, kederde sahtecilik yok mu sanırsın.
Cinayeti işleyen kişilerin öldürdüğü kişinin ailesinin
yanında sahte gözyaşları döktüğü, dostlukların sahte olduğu
insan hayatında her zaman vardır.
Üretmek mi?
Üretmek akıl ister. Fikir taklidi, hele aynısını yazarsan
adına hırsızlık denir. Herkesin beğendiği yapıtın sahibi
alkış alır sen kıskanırsın ve herkesten büyük olma krizine
girersin, ne yapacaksın o zaman. Taklit edeceksin. Çünkü
taklitte zahmet yoktur. Zahmet olmadığı zamanda karşımıza
korsan plaklar, korsan kitaplar gibi bir korsan sektörü
çıkar ki emeği, üretimi ayaklar altına alır.
Topluma zararı
dokunan taklitçilerle elbirliğiyle mücadele etmemiz gerekir.
Her yazar, her şair kendi arkadaşlarının yapıtlarının
takipçisi olmalı hatta tanımadığımız büyüklerimizin bile
yapıtlarına bir başkası benim diye sahip çıkabilir.Ve böyle
bir kültür hırsızlığını yakalıyorsak şayet onlarında
haklarını korumak bizlerin görevi olmalı.
Her yazarın
kendine özgü bir yazı yazma sanatı vardır. Birbirlerini
tanıyan yazarlar, şairler kendi üsluplarına göre cümlelerini
kurar, belleklerindeki kelimeleri ona göre seçerler. Ancak
tabiî ki okuyup kendi güncelinde yenilikler yaratma, beyninin
laboratuarında yeni denek kelimelerle harmanlanmış yeni
akımlar getirmekte olasıdır.
Edebiyatta biraz
isim yaptınız mı onun rantı da peşinden gelir. Ancak rant
sağlayacağım diye de kaliteyi düşürmek olmaz. Siz kendi
doğrunuzda devam ederken bir başkasının gözü kulağı sizin
üzerinizdedir. En kısa zamanda bir bakmışsınız bir yerden
taklidiniz sürgün verivermiş. Tabiî ki sizin tiryakileriniz
yani okurlarınız boş duracak değiller ya, bir yerlerde okunan
bir şiir sizin tiryakinize tanıdık gelip o okunan şiire
kulak kabartabilir. Bizde de öyle oldu.
Şiirler bizim şiirlerimiz olmayabilir gene
de böyle şiir taklitçiliğine göz yummayarak eser sahipleri
arkadaşlarımızın, dergi ve gazete sahibi dostlarımızın
taklitçilik ve hırsızlık olaylarından haberdar edilmeleri
gerektiğini düşünüyorum. Bu gibi kişilerin ispatlanmış
çalıntı eselerlerle yayınlanmış kendi eserlerinin birlikte
görüleceği bir liste yapılarak tüm şairlerin kendi
arşivlerinde bulundurması zaruret haline gelmiştir
|
|
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
06 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
KÖTÜ KOKULAR
İnsanın bazen burnuna hoş gelmeyen kokular
vardır. Hele oruçlu iken Ramazanda ağız kokusu hiç
çekilmez. Oradan uzaklaşmak istersiniz. Ya kokunun
nereden geldiği belli değilse , bir yerlerde ölmüş
fare kokusu yada kaynağını bulamadığınız bir havyan
leşi kokusu sizi canınızdan bezdirir. Çünkü sizin
yaşamsal alanınız içindedir, o mekanı da terk
edemezsiniz.
İşte siyasetin içindede çeşitli kokular
vardır. Bunlar yaşamımızı yakından ilgilendirir. Bu
kokular bazen bizim emeğimizin, alın terimizin
çalınması anlamına da gelir. Bu kokular kimini işinden
aşından eder, kimine para kazandırır. Şehitlerimizin
acısından, Deniz fenerinden, yılın davası Ergenokon’dan,
yani anlayacağınız yılın copçusundan tutunda yılın
popçusuna kadar herkes bu kokunun baş aktörleridir ve
etraflarına kokular yayarlar ve bundan da para
kazanırlar. Hükümetin başı kendi teşkilatlarından
gelen bu kokulara karşı mücadele etme gereği hiçbir
zaman duymuyorsa koku alabildiğine yayılır. Hükümetin
başı acaba neden bu kokulara karşı savaş açamaz
dersiniz. Çünkü kendiside iktidar olmadan etrafını
kokuttuğu için haklarında davalar açılmıştır. Bu davalar
dan dolayı dokunulmazlığına sığınarak milletten
kokusunu şimdilik gizlemiş görünmektedir.
Ama yıllardır bu konularda tecrübe kazanan
halkımız nereden bir koku gelse anlamaktadır artık.
Siyasetin başı, koku gelen teşkilatlara karşı
yeni önlemler alarak kokuya halkı alıştıracakmış.
Diyelim ki yumurta pazarlayacaksınız, sizin kokunuz
arşı alayı aştı. Önceden de bir mısır kokusu
gelmişti halkımızın burnuna, şimdide yumurta. Herkes
biliyor değil mi bu kokuyu. Birazda çocuklarınız
kokutsun etrafı canım onun kokusu halkın burnuna
gelene kadar atı alan Üsküdar’ı da geçmiş olur.
Şimdi diyelim ki yumurta pazarlayacaksınız.
Gazetelerde soyadınızın görüldüğü ve kimliğinizi
belli edecek şekilde önce ilanlarınız çıkar sonrada
pazarlama elemanlarınız büyük otellere restoranlara
açar telefonu yumurtasının markasını söyler işletme
sahibi de kendi elemanlarına “alın kardeşim bu
yumurtayı, pazarlayanların babası bakan yarın başımıza
bir iş gelir” der.
Doğalgaz saatlerinin satışlarından. Pakistan’da
yapılan üniversiteden. Belediyelerdeki arsa yolsuzluk
ve usulsüzlüklerinden, ihale, otobüs ve metrobüs
alımlarından gelen kokulara ilaveten, şaibe kokusu,
doğalgaz kokusu, dolandırıcılık kokusu, naylon fatura
kokusu, toprak kokusu, su kokusu, elektrik kokusu
kokuların çeşitleri arttıkça burunları koku almayan
namuslu milletvekilleri de “hani biz diğer partiler
gibi olmayacaktık” diye yola çıktıklarından gelen
kokuların üstüne üstüne gitmek istemişler ama
başkanda şimdi ben operasyon yapacağım sabırlı olun
demiş. Herkes sabır ettikçe bunlarda oy çokluğu
ile soruşturma kokularından kurtulmuşlar ve
kurtuluyorlar da.
Hayvanlar kızgınlık zamanlarında cinsel
hormonlarının etkisi ile karşı cinslerini cinsel yönden
uyarmak için bir koku salgılarlar. Bizim mecliste de
iktidarın salgılamış oldukları kokular muhalefet de
dâhil olmak üzere başka partileri uyarmış olacak ki
şimdi seçim zamanı bütün muhalefet ve iktidara karşı
olanlar bu kokularla uyandılar. Herkes sabah birbirine
soruyor bugün bir koku aldınız mı diye.
Şimdi milletin burnuna kokular gelmeye
başladı. Kaynağı belli olamayan kokuyu çıkaranların
hareketleri kendilerini ele veriyor. Artık millet
kokunun nereden geldiğini kesinlikle bilmektedir. Onun
için 29 Mart seçimleri önem kazanmaktadır.
İşte bir seçim nutku.
NUTUK
Sayın vatandaşlarım, öhhö!.. öhhö!..
Köprünüz yok, reyiniz var biliyom.
Öyle değel midir, dediler he!.. he!..
Neyiniz var, neyiniz yok biliyom.
Muhtarınız böyük bir ulu kişi
He deyin burada bitirin işi.
Mecliste abeyi, köyde gardaşı.
Cesur zengin beyiniz var biliyom.
Yolunuz çamurdan geçilmez imiş
Hökümet yaptırmaz diye kim demiş
Söyle len Murtaza, söyle len Memiş.
Yemyeşil bir beldeniz var biliyom.
Devletimiz okutup küçükleri
Sırtınızdan atacaaz yükleri
Bizim gibi değerli böyükleri
Sevip sayan huyunuz var biliyom.
Yanınızdayız son nefesimizde
Biz olalım çıkacak sesinizde
Sizlerinde böyük meclisimizde
Bizim gibi dayınız var biliyom.
Köylüye gredi dirsen bizde var
Emme irey dersen o da sizde var
İlkbahar var, sonbahar var, yaz da var
Çeşmeniz yok, caminiz var biliyom.
Yar vurmuşu gurbet ele göçtüren
Yel vurmuş Iraza şifa saçtıran
Kel Durmuşu böyük adam seçtiren
Çok değerli köyünüz var biliyom.
Kimler ermiş görüp bizleri ayan
Dinnemeye gelmişler yorgun yayan
İçer hastalığa çare arayan
Derde derman suyunuz var biliyom
Aha burda ne dirseniz ben varım
Yolunuz burdanmı geçer annarım.
Meclise seçtirecek gurbannarım
Bize yeter sayınız var biliyom.
Değil akrabanız hısmınız için
Vallah inanmayan gısmınız için
Bizler için değil hasmınız için
Yolunacak tüyünüz var biliyom.
|
|
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
07 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
- İYİ NİYET
- Efendim bu ozan ‘Zebuni’ Yani Ali fazıl Bozdağ
çok iyi niyetli bir arkadaşımızdır. Ozanlar derneğini yeni
kurmuş ve aynı zamanda başkanı seçilmişti. Bürosunda
kendisini ziyarete gittiğimde, laf döndü dolaştı insanlar
iyilik yaptıklarında karşılığını göremiyorlar a geldi.
Gerçektende öyleydi.
- Efendim bende sırf Ali Fazıl Bozdağ
derneğin başkanı diye derneğe üye olmuş bir senelik de
aidatını vermiştim. Ocak ayında genel kurula gidecekler beni
de başkanlıktan düşürecekler dedi. Zebuni Babanın da bir
bildiği vardır demek ki dedim içimden.
- -Neden düşürecekler. Dedim.
- -Bütün zorluklar aşılmış
derneğin kimseye beş kuruş borcu yok. Masrafları cebimden
harcadım. Burada toplanıp ardımdan kulis yapıyorlar, sanıyorum
beni ekarte edecekler. Dedi. Bende:
- -Benim oyum senin. Dedim.
- -Sana oy kullandırtmayacaklar ki.
Dedi.
- -Neden? Dedim.
- -Seni geçici üyelikte bırakacaklar.
Zebuni yanlısıymışsın. Zaten bir iki oy farkıyla da seçimi
alacaklar. Dedi. Dediği gibide oldu. Ben ve benim gibi bir iki
arkadaşlar geçiçi üyelikte kaldı Zebuniyi başkanlıktan düşürdüler.
- Laf iyilikten açılmışken Zebuniyi
hayatında iyi niyetinden dolayı hep çarpmışlar. Öyle bir
zaman gelmiş ki artık “kimseye ne bir yardım yapacağım,
nede iyilikte bulunacağım” dedi. Dedi ama dediğini kalbi
tasdik etmiyordu. Gözleri çook gerilere daldı ve bir anısını
anlatmaya başladı.
- - Bir kazada postanede çalışan
memurdum. O gün sabaha kadar nöbetçiydim. Gece saat birde bir
bayanla bir bey geldi. Uzun boylu iyi giyimli bey:
- -İstanbul’a telefon edeceğim.
Dedi. Bende:
- -Telefon etmeden belirli bir
ücret ödemeniz gerekmektedir. Dedim. Ya telefon edip de ücret
ödemeden giderlerse, onun için önceden belirli bir ücret ödeyip
telefon ettikten sonra ne kadar alacakları ücret kalmışsa konuşulan
miktardan çıkarılıp bakiyesi ödenir. Yani postanedeki sistem
böyle işlemektedir. Adam:
- -Ne kadar ödemem gerekiyor? Dedi
- -On milyon! Dedim. Adamda para
yoktu demek ki kolundaki saatini çıkarıp bana uzattı.
- -Telefon etmek zorundayım, bu
altın saat sizde kalsın daha sonra telefonun ücretini
getirir saatimi alırım! Dedi. Ben baktım ki adam zor durumda
verdiği saat altın, saat öyle sıradan bir saat değil. Daha
önceden kendime verdiğim sözleri tutacak adam mıyım sanki ben.
Her şey lafta kalıyor. Baksana adam darda kalmış gel de
iyilik etme.
- -İnsanlık öldü mü beyefendi kalsın!
Dedim.
- -Adam asil birine benziyordu birazda
buraların yabancısı, kim bilir ne için gelmişti. Yanındaki
bayanda oldukça şık, birbirlerine çok yakışmışlardı. Gecenin bu
saatinde binde bir insanların işi düşer postaneye. Demek ki
bunlarında bir sorunları vardı. Yabancı:
- -Olur mu efendim saat kalsın, yarın
bana havale para çıkaracaklar o zaman telefon ücretini öder,
saatimi de alırım. Dedi.
- -Olur mu, olmaz mı. derken
onların samimi davranışlarına göre bana sonra öderler diye
saatini almadım adamın. Geçmiş gün konuşma ücretleri de üç milyon
tuttu. Hani bana ertesi gün ödeyeceklerdi. Bir gün, iki gün,
üç gün, beş gün, o da öyle gitti diye düşündüm.
- -A hhhh.! Ahmet abii iyi
niyetimizden ! Hep böyle çok paralarımız gitti hangi birisini
anlatayım ki.
- Gene bir gün bayram telaşımız
vardı. Ankara’ya gideceğim. Bütün yazıhaneleri gezdim o gün için
bilet bulamadım çaresizim. Postacılık yaptığım kazadan tayinim
Ankara’ya çıktı, orada çalışıyorum. O gün gitmem lazım ki ertesi gün
mesaim var yetişeyim. Birazda ne bileyim bize idare taktı bir
pundumuzu yakalasınlar ki bizi gene başka bir yere sürsünler.
Zaten Ankara’ya sürgün gittik. Okullar tatile girmiş, ertesi
gün bayram. Başka zaman her gün Ankara’ya boş giden
otobüslerin o gün akşam gece yirmi dörde kadar bütün biletleri
satılmış. Öyle yer ayırtma falan da yok. Bütün biletler
birkaç gün öncesinden satılmış. Çaresizim Ankara istikametinde
yolda duruyorum hangi araba geçerse geçsin el kaldırıyorum.
Belki biri içlerinden acırda şu garibanı da alalım der.
Derken aradan epey bir zaman geçti. Hani umudun kesildiği
yerde yeni umutlar doğar. Son model güzel bir araba önümde
durdu.
- -Nereye? Dedi şoför.
- -Ankara! Dedim.
- -Hadi atla bende Ankara’ya
gidiyorum! Dedi. Büyük bir sevinçle bindim arabaya, keyfime
diyecek yoktu. Daha önceden benim gibi bekleyenler beklemekten
usanmışlar dağılmışlardı. Hani ne derler bekleyen derviş muradına
ermiş diye. Ankara’ya doğru epey bir yol aldık.
- -Nasılsınız iyi misiniz? Dedi.
- -İyiyim beyim! Dedim. Fazlada bir
şey konuşmadık. Yolda benzin istasyonunda durdu. İstasyondaki
kafede yemek yiyeceğini söyledi. Beni de davet etti. Benimde
üzerimde fazla para yok;
- -Sağ olun, teşekkür ederim benim
karnım tok. Dedim. Esasında açlıkta hissediyorum. İsmini
bilmediğim bey ısrarla:
- -Olmaz! Dedi beni kolumdan
tutarak. Lütfen bir yemeğimiz nasip olsun daha Ankara’ya
kadar yol arkadaşlığımız sürecek sizinle! Dedi. Bende ister
istemez adamla kafeye gittim, bir güzel doyurdum karnımı.
Kendisi ne yediyse bana da onu ısmarladı. Hayatta ne iyi
insanlar varmış demek. Ben ne büyük yanılgı içindeymişim
meğer, herkese iyilik yapmayacağım bundan sonra derken. Bak
hiç tanımadığın biri çıkıyor karşına, sana yemek ısmarlıyor.
Oradaki garsonlardan gördüğümüz iltifatlardan dolayı adamın
tanınmış birisi olduğunu anlamak için falcı olmaya gerek
yoktu. Masaya oturduk lokanta sahibinden garsonlara kadar
hepside:
- - Hoş geldiniz beyim! Dediler
adamın halını hatırını sordular. Beraber yemeğimizi yedik,
ardından çay getirdiler çayımızı içtik arabasına benzinini
aldı. Benzincide bekleyen ve Ankara’ya gidecek başkalarını da
aldı arabaya. Hepside:
- -Allah razı olsun. Diyordu
binenlerin. Çünkü bütün otobüsler dolu geçiyor binmek
isteyenlerden ancak üç kişiyi alabilmişti arabasına. İçimden:
“Hayır yapmayı çok seviyor bu adam Allah böyle adamları
başımızdan eksik etmesin” dedim. Araba Ankara’ya doğru
hareket etti. Ben yemek için teşekkür ettim. O:
- -Lütfen efendim ne gereği var
teşekkürün. Size ne yapsam hakkınızı ödeyemem! dedi.
- -Estağfurullah efendim ne hakkım
var ki ödeyemeyeceksiniz baksanıza herkese karşı insanlığınızı
gösteriyorsunuz. Dedim. O
- -Benim yapım böyle ne yapayım.
Dedi. Ben hep kendi kafamdan şimdi benden ödeyemeyeceğim
para istese diye düşünürken, Şoföre:
- -Önce konuşalım sonra kavga
etmeye gerek kalmasın. Ne vereceğiz beyim Ankara’ya kadar? Dedim.
- -Bir şey vermen gerekmez! Dedi.
- -Olur mu canım. Şimdi senden
alsak herkesten de almamız lazım. Hiç birinizden beş kuruş
almayacağım. Zaten Ankara’ya gitmek zorundayım. Hep beraber
konuşarak gitmişiz çok mu? Dedi. Böyle konuşurken Dikmene
gelmişiz farkında değilim. Diğer binenler indiler arabadan baş
başa kalmıştık. Artık bundan sonrasını ben eve kadar
gidebilirdim.
- -Bende bir kenarda ineyim. Dedim.
O:
- -Nereye gideceksin? dedi. Bende:
- -Abidinpaşa. Dedim. Sonra adam
gazladı doğru Abidinpaşa. Ben içimden “iyiliğin bu kadarı da
olmaz. Ben olsam aynı şeyi yapmam elin tanımadığı birine.
Bu devirde gardaş gardaşa yapmaz bu adamın yaptığını” diye
düşünürken Abidinpaşaya gelmişiz. Ben:
- -Aha şurada ineyim. Dedikçe O:
- -Sen evini tarif et hele,
buraya kadar getirmişiz ben seni evine bırakmadan gider
miyim hiç? Dedi. Evin önüne geldiğimizde:
- Bu seferde ben seni bırakmam
tövbeler olsun. Acı bir kahvemizi içmeden gitmek olmaz!
Dedim. O:
- - Peki öyle olsun hadi içelim!
Dedi. Dairenin zilini çaldım hanım bizi kapıda karşıladı.
- -Hanım misafirimiz var, bu bey
beni kazadan Ankara’ya kadar getirdi. Allah razı olsun. Bize
bir yol yorgunluğu kahvesi yap ta kendimize gelelim” dedim.
Kahvelerimizi içtik ismini bilmediğim şahıs:
- -Sen Ali Fazıl Bozdağ
değimlisin? Dedi. Bende biraz hayret kesilerek:
- -Evet! Dedim.
- -Beni tanımadın mı? Dedi. Bende:
- -Yook! Dedim.
- -Hele bi dikkatli bak! Dedi.
- -Valla tanıyamadım beyim! Dedim.
- -Ben Hamdi Gül, Hani beş sene
önce bir akşam gece saat on ikiyi geçmişti. Postaneden
İstanbul’u aramam gerekiyordu. Üzerimde de saatimden başka beş
kuruş param yoktu. Telefon ederken ödemem gereken paraya
karşılık paramın olmadığını söyleyip saati rehin bırakmak
istemiştim de sen:
- - Olmaz efendim ben kendimden
ödeyim siz bana elinize geçince ödersiniz! Demiştiniz. O
günün parasıyla tutan üç milyonluk borcumu da 5 milyon
olarak ödemek istiyorum” Dediğinde ancak olayı hatırlamıştım.
- -Olur mu Hamdi bey! Kesinlikle
almam! Dedim. Alırsın, almazsın derken 5 milyonu komedinin
üzerine bıraktı ve başladı o günün akşamından sonrasını
anlatmaya.
- -Ben fabrikatörüm. O gün geceyi
arabada geceledik. Ertesi gün İstanbul’dan gelen havaleyi
aldıktan sonra postaneden seni aradım. Senin nöbetinin
bitip gittiğini söylediler. Postanedeki arkadaşlarından hiç
biri sana ulaşamayacaklarını söylediler. O akşamki olayda
Kayseri’den kazanıza gelirken bir benzin istasyonunda
yankesicilere cüzdanımı çaldırdım. İçinde paralarım
dövizlerim, kimliklerim vardı. Hepsi gitti. Yanımdaki bayan kız
arkadaşımda da aksine para yoktu. İstanbul’a telefon edecek
kadar bile üstelik. İstanbul’dan havale geldiği zaman
ödeyeceğiz dememe rağmen otelin kabul etmemesinden dolayı
geceyi arabada geçirdik. Sana karşı borcumdan dolayı vicdanen çok
rahatsızdım. Bir tesadüf eseri siz karşıma çıktınız. Önce uzaktan
tereddüt ettim. Yakınınıza geldiğimde artık siz olduğunuzdan
kesinlikle emindim. Size karşı borcumu ödeyebileceğim bir
fırsat çıkmıştı önüme. Senin Ankara’ya gitmende ayrıca memnun
etti beni. Bakalım ne zamana kadar sürecek beni tanımaman
diye özellikle bekledim. Dedi
- Beni evime kadar getirmesi
bulması karşısında ne kadar memnun olduğumu anlatıp evden
yolcularken böyle dürüst insanlarda varmış demekten kendimi
alamadım.
- Hala kendisiyle haberleşiriz.
Şimdi artık fikrimi değiştirmiştim sen iyilik yap ta varsın
el alem kendi kötülükleriyle baş başa kalsın. Çünkü kötülük
yapmanın vicdani huzursuzluğu insanı yer bitirir.
|
|
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
08 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
- ŞÖFÖR HİKAYELERİ "RÖTGENCİ"
- 23-3-2003
- Zengin bir ailenin iki çocuğundan
biriydi Mahmut. Yeni yetmelerin ilk sevgililerini bir baykuş
çığlığında gecenin tatlı hatıralarını yaşatmışsa kim unutabilir
o ilk aşkını. Geleceğe boş bakan gözlerle ufukta, bir çizgi gibi
yakaladığı hayali mutluluğu, yaşanmamış hayata dair heyecanı kimi
yerde bir acı anı gibi saklıyordu içinde. O içindeki ütopik
sevgilisini de hiçbir an aklından çıkaramazdı. Bir gizli
hastalığın oluşmasının baş mimarıydı çevresindeki arkadaşları.
Böyle bir başı boşlukta kendisine kimsede söz geçiremezdi.
Anasının sözünden çıkmayan bir babası vardı. Arkadaşları Mahmut’la
babasının arasını açmayı çok severlerdi. Mahmut’un babası bir
sefarette çalışıyordu. Şoförler uzaktan Mahmut’un babasını
gördüklerinde’ sabah, sabah gene ev(ossuruk)havalandırmaya gidiyor’
derlerdi. Süleyman amca iş dönüşünde oğlu Mahmut’u sorarsa
şayet, duraktakiler:
- ”Oooo Süleyman amca o şimdi kim
bilir nerede içiyordur, bir iki iş aldı mı Mahmut için yeter,
aslan gibi arkasında sen varsın “ derlerdi . Süleyman içinden
kızdığını belli etmeden başını sağa, sola sallayıp o kızgınlıkla eve
gittiğinde, ‘oğlunu koruduğu için’ karısı Hamiyet hanımla da
münakaşa ederdi.
- Mahmut’un taksicilik yaptığı
senelerde Gaziosmanpaşa’ya ‘yes’ mahallesi derlerdi. Adım başı
Amerikalılar otururdu o muhitte. O muhitte çalışan hizmetçilerin
hepside İngilizce konuşur olmuştu. Dinamik ve genç görüntüleriyle
kendilerini naza çekerler, yeri geldiğinde sosyetenin büyük ve
seçkin isimlerinin katıldığı kokteyllerde vazife alırlar,
konukların pembe halılar üzerinden yürüyerek girdikleri
mekanda kokteylin mönüsündeki uzak doğuya ait yiyecekleri
çaktırmadan tadarlardı. Şoförlerinin de tavladıkları birçok güzel
hizmetçiler vardı. Sevgilisi olan şoförlere Amerikan içkisi ve
sigarası getirirlerdi. Türk ailelerinin çocukları onların
çöplüğüne atılan oyuncaklarla sevinir, Amerikalıların işe yaramayan
okunmuş kitaplarını almak için çoğu kez çocuklar kavga yaparlardı.
Hatta çöplükler bile paylaşılmıştı. Hiç kimse kendi evine yakın
çöplükleri başkalarına karıştırtmazlardı. Taksi müşterilerinin çoğu
Amerikalılardı. Çoğu kez sent verirlerdi, dolar verirlerdi.
- Süleyman amca Mahmut’u çok okusun
istemişti ama olmadı. Oğlunun ısrarı üzerine 1958 model bir
pontiyac otomobil almıştı. Ama Allah’ı var Mahmut arabasına çok
iyi bakardı. Süleyman amca miras zenginiydi, oldukça mülayim bir
yapısı vardı. Mahmut babasını parmaklarının ucunda oynatsa da
yeni alınan otomobilden dolayı bir baba baskısı altına
girmişti. Baba baskısından bıktığı içinde için takside hep gece
çalışmayı seviyordu. Gündüz taksisini bir şoföre veriyor gecede
kendisi kullanıyordu. Tabi babası gece yorgun, argın oğlunu takip
edecek değil ya. Mahmut’ta istediği gibi hareket ediyordu.
- Mahmut gece bir iş alsın, dönüşünü
muhakkak herhangi bir evin ışık yanan penceresinden bakıp evin
içersini röntgenler, geçte olsa öyle durağa gelirdi. Gözlerden de
ırak olduğu için Süleyman amca da oğlunu dürüst çalışıyor
bilirdi. Gene bir gün iş dönüşü durağa gelirken bir binanın en üst
katındaki odalardan birinin penceresinden odanın lambasının
yandığını görür. Gecenin saat ikisinde ışığın yanması Mahmut’u
heyecanlandırır. Öyle ya insanlar bir şey yapmasalar ışık boşu
boşuna yanmaz ki. Arabasını görünmeyecek bir şekilde zulaya çeker.
Dairenin yanan penceresinin tam karşısı hizasına gelen servi
ağacının gövdesine tırmanmaya başlar. En üst katın ışığından başka
binada hiçbir ışık yanmamaktadır. Bitişikteki kabası bitmiş
inşaatın bekçisi bile çoktan uyumuştu. Gece karanlığındaki
sessizlikte kendi soluk alışının sesini ve birde ara sıra
bastığında kırılan dalların çıtırtılarını duymaktaydı.
- Röntgencilik sanki Mahmut’un
ikinci mesleğiydi. Başka ağaçlara tırmanmak kolaydı ama böyle ulu
bir servi ağacına ilk defa tırmanacaktı. Tehlikeli bile olsa bir
şey görme heyecanı, içindeki korkuyu bastırıyordu. Ağacın
gövdesinden çıkan dallar oldukça kırılgan ve narindi. Çoğu kez
tuttuğu dal elinde kalmakta, kırılan dalların çıkıntıları zorda olsa
ayaklarına basamak oluyordu. Dördüncü katın hizasına vardığında,
Gördüğü manzara muhteşemdi. erotizmin kuşatmasından kurtulamayan
bir bayan git gide ufalan hafifleyen giysilerin darlığından
hap solmuş uzuvlarının dışarıya fırlayacakmış gibi taşmaları
karşısında kendini zaptedemeyen eşinin hırslı sarmaş dolaşın da
sonsuz bir haz yaşıyordu. Biraz cilveli nazlı ve çekingen
davranışları adeta eşini çıldırtıyordu. Sevdiği bir çiçeğin ilk
tomurcuğunu verdiği bir andı sanki karşısındaki eşine karşı
duruşu. Sanki orijinal lezzetle eşine sunulmuş bir aşk
tanrıçası gibi hissediyordu kendini bayan.
- Mahmut’un bastığı çatal dal
arasında sıkışan ayaklarının yorgunluğu bir acıyla kendisini
uyarır. Ayağını dinlendirme ihtiyacını hisseder. Diğer
ayağını bastığı çatal arasına koymak için yorgun ayağını
kaldırdığında bütün yükü diğer ayağına verdiğinden, gövdesinin
ağırlığını çekemeyen dal kırılır Mahmut hızla aşağı doğru düşmeye
başlar. İşte ne olduysa bu düşüşte olmuştu. Kurtulmak için her
tuttuğu dal elinde kalmaktadır. Gövdesinin ağırlığını taşıyamayan
dallar kırılıyor , Mahmut’un düşüşünü yavaşlatıyor ama
engelleyemiyordu.
- Genç evliler duydukları gürültü
üzerine, üzerlerine sardıkları bir çarşafla yatak odalarının
balkonuna açılan kapıdan balkona çıktıklarında birisinin ağaçtan
düştüğünü görmüşlerdi. Kendilerinin röntgenlendiklerini
bilmediklerinden, hırsız zannedip, gece karanlığında, avazlarının
çıktıkları kadar “hırsız kaçıyor, kimsecikler yok mu? aşağıda hırsız
var.” diye birkaç sefer bağırdılar. Gece karanlıkta yankılanan
sesi kimin duyduklarını bilemediler ama kavak ağacının dibinde
acıdan kıvranan birinin siluetini belli, belirsiz gördüler.
Giyinik vaziyette olmadıklarından bağırmaktan da öte bir şey
yapamadılar.
- Mahmut korkunun verdiği
paniklemeyle düştüğü yerden kalkıp üstünü silker. Yırtılan üstünü
başını gözü görmez, çeşitli yerlerine batan dalların sıyrık ve
kanatmalarındaki acıyı bile hissetmez. Bitişik inşaatın tahta
perdelerine tırmanır kendini inşaatın bahçesine atar. Yeter ki
röntgenlediği binanın bahçesinde olmasın, yeter ki orada
yakalanmasın. Ama şanssızlıklar Mahmut’u orada da rahat
bırakmayacaktır. Atladığı yeri görmez gece vakti. Oysa atladığı yer
bir kireç kuyusudur. İnşaat için açılmış ve söndürülmüş kireçle dolu
bir yer. Üzeri kaymak bağlamış ve derinlere doğru git gide
katılaşan kirecin içersine neredeyse dizkapaklarına kadar
gömülmüştür.
- Gece geç saatlerde kadının
çığlıklarını duyan bekçide uyanmış, kum yığınlarının ardındaki kireç
kuyusundaki Mahmut’u görmüştür bir karartı halinde. Mahmut’un
yanına kadar gelen bekçi elinde koca bir kalasla, Mahmut’un
karşısına dikilip ,“hadi bakalım buradan nereye kaçacaksın” der.
Mahmut bekçiye “Yav arkadaş beni tanımadın mı?. Ben pontiyacın
sahibi Mahmut. Hani seni iş dönüşü yolda, belde alırım ya.
Hatırlamadın mı.? Süleyman’ın oğlu Mahmut’um “deyince bekçi
elindeki kalası bırakıp el fenerini Mahmut’un yüzüne tutar ve
ancak Mahmut’u tanır. Mahmut’a:
- ”Yav Mahmut abi senin ne işin var
burada” deyip Mahmut’u ellerinden tutarak çeker, çıkartır
kuyudan.
- Mahmut bazı geceler bira alır,
bekçinin yanına uğrar beraber bira içerlerdi. Mahmut’un tavladığı
Amerikalıların yanında çalışan bayan arkadaşına beraber
kalsınlar diye kendi yerini vermişti birkaç kez bekçi. Onun için
Mahmut abisini çok severdi.
- Başına böyle haller de geldiğinde
elbette ki yardımcı da olacaktı. Mahmut çoğu kez kimi akşam rakı,
kimi akşam bira alıp, bekçiyle içtiklerinde bekçiyi konuşturur,
hangi dairede kim oturuyor, hangi dairede yollu var, hangi si
güzel, iş verir bekçiyi konuşturup dinlerdi. Mahmut ne zamandır o
daireyi göz hapsine almıştı . Her gecede aynı dairenin ışığı
yanmaz ya, ama gözetlediği dairenin ışıkları her gece yanıyordu.
İşte Mahmut’u gözetlemeye çeken nedenlerin başında da bu merakı
vardı.
- Kuyudan diz kapaklarına kadar kirece
batmış bir vaziyette çıkan Mahmut’un üzerine tazyikli hortumla su
tutan bekçi tahta perdedeki aralıktan bitişik binanın aydınlatma
ışıklarının yandığını ve kapıdan iki kişinin düşen ağacın altına
kadar gelip yere serilmiş servi dallarını ve yapraklarını bir
birlerine gösterip, biraz duyulacak bir sesle,”İşte hırsızın
çıktığı ağaç, bitişik inşaata bir soralım bakalım” dediklerinde
bekçi Mahmut’a: “aman abi hemen saklan” deyip Mahmutu
inşaattaki kendi odasına göndermişti.
- Bitişik binadan gelen iki kişi
bekçiye bir gürültü duyup duymadığını sorduklarında bekçi de
gürültü duyup onun üzerine uyandığını söyler. Guya hırsızı
kovalamıştır ama yakalayamamıştır. Gelenler tatmin olduklarından
bekçiye teşekkür edip oradan ayrılırlar.
- Mahmut bekçiden aldığı pantolonu
giyer ve açık bir büfeden aldığı rakıyı bekçiyle beraber içmeye
koyulurlar. Mahmut bekçinin ısrarı üzerine olayı anlatır. İşte bu
korku üzerine Mahmut bir daha röntgencilik yapmayacağına dair
bekçinin yanında kendi kendine söz verir. Yaptığı işin kötü
olduğunu acı bir deneyle kendiside anlamıştır. Mahmut bu sözü
acaba ne kadar tutacaktı. Sabah bekçiden aldığı kıyafetlerle eve
gittiğinde babası çoktan işine gitmişti. Yırtılmış gömlek ve
pantolonlarının eksikliğini bir hayli anası babası sordu ama
Mahmut bir sır gibi ölene kadar kimseye söylemedi.
|
|
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
09 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
- SOSYETE KAZIM
- Mutluluk arayanların üzerlerinde
durdukları konuların başında günler gelir. Bu günlerde eşini
mutlu edebilmenin çarelerini arar kocalar. Anneler gününde Kendi
annesinin gönlünü alamayan koca , sırf eşi memnun olsun diye
kayın validesini düşünür gibi görünmek zorunda hisseder
kendisini. Kayınpederini kaybetmiş bir damat , ilaçlar sayesinde 70
yaş sınırının çok daha altında görünen kayınvalidesine telefon
ederek
- “Annecim Anneler Günün kutlu olsun”
der. Yokluk sınırının içindeki vatanım insanı kendisini
ilgilendiren günleri işte bu nedenlerden dolayı kaçırmaz.
- Memleketimizdeki insan manzaralarını incelediğimizde
; acısı bol bir muıtluluk tablosu çıkar karşımıza. Açlık sınırında
yaşayan ve gelirleri asgari ücretin de altında bulunan
vatanım insanı mutluluğu televizyon izlemekte bulur.
- Satılmış 37 ekran televizyonunun karşısına kurulmuş
haberleri izlerken , ‘Anneler Gününün’ kullanıldığını işittiğinde
- “Yav garı, bah bu gün analar
günüymüş, oda neyse. Her zaman bir gün çıkarıyolar besbelli”
der.Hemen kanal değiştirerek , koca şiddetine maruz kalmış bir
kadının gözyaşları içersinde ağza alınmayacak kelimelerle
kocasına hakaret etmesini gördüğünde
- “aha bizim ganal burası” der.
Açlık sınırında yaşayan Satılmış gibiler şiddeti, itilip
kakılmışlığı, mutluluk sınırları içersinde göredursun biz bir de
mutluluğu yakalamış mutlu azınlıktan bahsedelim birazda. Onlar
kocalarını mutlu etmek için sürpriz olsun diye doğum günü
pastasından dansöz çıkaranlardır. Üzüntüleri günün birinde
buluşlarında tıkanıp kalmalarıdır. Ne yapsınlarda kocalarını
mutlu etsinler…
- Binlerce çarpan kalbin, binlerce alınan nefesin
ücra ve kuytu bir köşesinden, çılgınca dans edenleri seyreder
Kazım. Kendi kafasından Lailada çılgınca dans edenlerden nasıl
bir kazanç kapısı çıkarırım diye düşünür.. Bunlar geç vakit
evlerine varacaklar. Kiminin ertesi gün daveti, kiminin yakın bir
zamanda düğünü nişanı vardır.
- Kafasından o an düşündüğü ile ilgili olarak
yapacağı işin tutacağını bilen sosyete Kazım para harcamada sınır
tanımayan hanımların imdadına yetişir.. Şayet çiftler
evleneceklerse, gazete sütunlarına ‘sosyete Kazımın’ buluşları ile
geçmeleri lazım. Kimi evlilerin nikahını helikopterde kıydırır,
kimininkini denizde, sandalda. Örneğin birisinden hoşlanmıyorsanız
seçeceğiniz hediyede , Kazım yardımcınızdır. Kimine akrep aldırır
kimine fare maskotu, kimine ayıpladığınız bir koku.
- Hediye paketleri açıldığında kiminde mutluluk
gülücükleri belirirken kiminde korku çığlıkları.
- Mutluluk hiçbir zaman bekleyerek kişinin ayağına
gelmez. Mademki mutluluk sizin ayağınıza gelmiyor o halde sen
mutluluğun ayağına git. Onun için nemi yapacaksın ? Kazıma
müracaat edeceksiniz, Kazıma.
- İşte bizim komik ve espiri anlayışı sınırsız
Kazım kardeşimizin karşısına gelip de bir parti, bir davet, nişan,
düğün herhangi bir etkinlik, bir akşam yemeği gibi aklınıza gelen
veya gelmeyen kutlamalarda yardımcınızdır. Öyle çılgınlıklar
düşünen kişilerde işin parasal yönünde pek fazla durmazlar.
- Mesela otobüsteniz, Kazım en önden herkesi görecek
bir seviyeden hayırlı yolculuklar diler. Gurupla samimiyet
duygularını pekiştirir. Ve arkasından her yolculuklarında
söylediği
- “Erkekler uzun yaşamak istiyorlarsa kendilerinden genç bir
kadınla, Mutlu bir evlilik istiyorlarsa kendilerinden yaşlı bir
kadınla evlenmelidirler” (Pery W.Buffinton) sözünü yüksek sesle
söyleyip herkesten alkış almasını bilir.
- İşte sosyete Kazım dünyanın çeşitli yerlerini
dolaşmış en çok heyecan yaşanılan yerde Türkiye. Düşünün bir
kere tam doğum gününüzde Galata kulesindesiniz. Sinagok’ta bir
patlama oluyor.Sizin partinizdeki gezinizden onlarca kişi
koşar adımlarla kaçışırken peşinizdeki sosyete habercilerinin
flaşları patlıyor. Gazetelerdesiniz. Örneğin bir gün deprem
oluyor, dörtlük bir sarsıntı geçirdiniz. Bu rahat sizde ve
konuklarınızda 7.7 lik bir heyecan yaratır. Kazım gene iş
başındaysa gene gazetelerin sosyete sayfalarındadır. Korkunun
kimyasına karışmış aşkların gölgesinde bir gece geçiren
misafirlerinizi ertesi gün bir Kapadokya gezisine rahatça ikna
edebilirsiniz.
- Kazımın bir başka ustalığı da Bulunduğu ortama
göre Türkçesini ayarlar. Kimi davetlerde Türkçesini
İngilizciye kaçan bir lehçeyle anlatır kimi davetlerde
Almanca. Biz işte o zaman davetlerdeki yabancı misafirler
arasında İngilizler mi ağırlıkta yoksa Almanlar mı hemen
söyleriz. Bay Kazım için Türkiye’de keşfedilmemiş bir köşe yok.
Meryem Anadan, Antalya’daki Düden Şelalesine, Trabzon’daki yayla
şenliklerine kadar ilginç kutlamalarda ilginç mekanları hemen
bulur..Onun için yurdun ve dünyanın muhtelif yerlerinden de
davetler alır. Onun dağarcığındaki kelimeler ve anlatım
teknikleri çok farklıdır. Seçkin yabancı misafirleri ağırlaması
bazı yabancı dillerde tarzancadır. Herkes kahkahadan kırılır.
Kendilerini renkli bir sosyal hayatın içinde bulanlar buradaki
arkadaşlıklarından dolayı birbirlerini yakınen tanımış
olurlar..Birde bakarsınız bu gezinin sonunda evlenmeye karar
vermişler..
- Tiyatro ,müzik, veya şiir grupları
içersindeki bir etkinliğe katılmışsanız şayet sizin güzelliğinize
beste yapacak kişiler çıkıverir karşınıza.
- Kazımın partisini renkli bulanlar “Binlerce
partiye gittim bu kadar insanlar için şaşırtıcı olanı yok”
derler..Herkes bir şeye hayret eder partide muhakkak. Belirli bir
refah seviyesinde yaşayan azınlığın gardorabında hapis kalmış
giysiler gibi hissederler kendilerini, Kazımın partisine
katılmayanlar.
- Bir defa Kazım herkesin rüyasını keşfeder. Dört
kez bıçak altına yatmış ve sonra bu benim yüzüm değil diye
estetik ameliyattan feryat eden bayan G.Y yi yatıştırır ve
kendisinin de avantasını alacağı estetik doktoruna havale
ederek hayır dualarını alır. Onun için insanların rüyalarını
gerçeğe dönüştürmesini sağlar. İnsanların zihinlerindeki rekleri,
burunlarına gelen kokuları anlar. Gözlerindeki ışığın güneş mi,ay
mı olduğunu bilir. Daveti veren kişinin süslenmesine ,
hazırlanmasına yardımcı oluyor diye beylerinin de Kazım pek bir
hoşlarına gider.
- Kazım bir gün gök kuşağının altında bir davet
yapacağım demişti. Yağmur yağdığı zaman en güzel gök kuşağı
nerede oluşur diye kafasından düşünüp keşfettiği bir mekanda .Metorolijiyi
dinleyip yağmurun yağacağı bir günü tespit etmiş ve o gün hemen
‘Mutlu çiftler yemeği’ adı altında bir gezi düzenlemişti. Hem
güneşli, hem yağmurlu bir ortam olacak. Böyle bir ortam ancak
baharda olabilirdi. Üzerlerinde de gök kuşağı oluşacaktı
üstelik. Etrafı hırçın dağlarla çevrilmiş küçücük bir dağ
lokantasının taraçasındaki o muhteşem günü kimse
unutamamıştı..Geziye katılan bayanlardan şık kostümler içindeki
kusursuz fiziklerinin nimetlerini toplayabilmek için, bekar
zamparaların zuladan kendilerine bakmalarında bir sakınca
görmeyenler ve hatta buna fırsat verenler gezinin en renkli
simalarıydı. Saçlarından tırnaklarına kadar süzülüşlerinin farkında
olmasını isterlerdi bayanlar erkeklerin. Çokları pahalı
markaların koleksiyonlarını üzerlerinde toplamanın
avantajlarını bile kullanıyorlardı.
- İnsanları şok etmek Kazımın işiydi. Kazıma
sorsanız: “bir programınız var mı?” diye o: “Benim
deliliklerimin programı olmaz her zaman her yerde her şey
olabilir” derdi. Herkes Kazım için. “Kazımın yapacağı her türlü
sürprize hazırlıklı olun” derlerdi.
- Havuz kenarında masalara kurulmuş
davetliler bir ağustos sıcağında “ah şu havuza girsek te
bir serinlesek” demeye fırsat kalmadan birde bakarsınız bir
itfaiyenin hortumundan sular gökten yağmur gibi inivermiş
başınıza sizin kalbinizi okumuşcasına. Kalbinizin fırtınalarından
dağılan yağmur bulutlarını keşfeder ön sezileriyle. Hayatınızın
gerçeklerini yüzünüze karşı söyleyerek herkese pes dedirtir.
- İşte mutlu azınlığımızın kendisini, hayatın acı
gerçekleri arasına duvar çekerek soyutlamalarının örneklerini
görmüyor muyuz yaşamımızda. Memleketimin mutlu azınlığından
mutluluk manzaraları sunduk. Kim bilir yaşam yelpazemizin
grafiğinde yüzde kaçlık bir açı ile göstereceğiz böyle
mutluluk tablolarını.
|
|
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
10 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
UMUTLARIN ÖTESİ VE TÜLAY
SARAYKÖYLÜ
(Bir Roman Eleştirisi)
Sirkeci Garından hareket eden, trendeki
Almanya’ya gidecek yolcular yerlerini alırlar ve bir
Almanya serüveni başlatır ki Tülay Sarayköylü, inanın
kitabı elinizden bırakamazsınız, bir solukta okumak
istersiniz.
Sanıyorum ilk romanı, bunda
da oldukça başarılı. Her ne kadar mütevazılığınden, “böyle
bir gurbetçi serüveni yazacak kadar kuvvetli kalemim
olmadığını biliyorum” demesine rağmen oldukça akıcı konu
ve kişileri birleştirici bir bütünlük sağlayarak güzel
bir sonla romanını bitirmiş.
Gurbetçilerimizin hayatını yazarken kendiside
bir gurbetçi olarak 11 yıl Avrupa’da yaşamış biri olarak
yaşamdan yansımaları yakından gözlemlemesi neticesi böyle
bir eseri edebiyatseverlere kazandırmış.
Umutların Ötesinde köylerinden, şehirlerinden
yaşam derdiyle anasını, babasını, eşini, sözlüsünü geride
bırakanların bir tren yolculuğunda tanışmaları ve
Almanya’daki acı, tatlı yaşam hikayeleri güzel ve akıcı
bir dille yazılmış.
Trendeki yolculukta tanışanların Almanya’da da
yollarının kesişmeleri, gurbetçi olarak birbirlerine sahip
çıkmalarının bizlere has bir meziyet olması çok güzel
işlenmiş.
Aşkın, sevginin, mutluluğun, mutsuzluğun, acının,
intikamın, kinin, nefretin ve ihanetin bir oya gibi
işlenerek yazıya dökülmesi neticesi güzel bir yapıt ortaya
çıkmış.
‘Aşk’ diyorum çünkü Selim’in içten içe Fatma’yı
sevişi, Fatma’yı önceleri bir kardeş gibi görüp, koruyup
kollaması ve sonradan evlenmeleri.
Faruk ve Aynur’un herkese örnek bir
evliliklerinin olması. Rafet’in Türkiye’deki ilk göz
ağrısı Hatçe’nin bir başkasıyla evlenmiş olmasının
verdiği aşk acısı neticesinde, Türk örf ve adetlerine
uymasa da bir Alman bayanla önceleri arkadaş ve sonra
kadının evlenmeden beraber olmayı sürdürmek istemesi
neticesi Rafet’in Örfümüze uymayan bir davranıştır diyerek
Beate’yi evlenmeye razı etmesi gibi yaşam kesitlerinde Türk
Alman ilişkilerine yer vererek güzel bir konuyu romanda
işlemesi ve tabiî ki Beate’nin eski kocasıyla bir yasak
aşka girişmesi neticesi Rafet’in Alman eşini ve eski
ayrıldığı Alman kocasını öldürmesi neticesi ihaneti ve
cinayeti de romanına taşıyarak yazar Umutların Ötesi
romanını insanların belleğine yerleştirmeyi başarmıştır.
Başarmıştır diyorum çünkü, anlatımında yöresel halk
ağzını çok güzel kullanarak o ortamı adeta yaşatmıştır
okuyanına.
Sonuç olarak yurt dışında para kazanmaktan
öte yeni başlayan ve biten umutlarda daha birçok konuyu
elbette ki yorumumda bahsetmem mümkün değil. Ama yazar
Almanya’daki sevmediği şeyleri sıralamış Güzel cennet
yurdumuza dönüş yaptığında da Türkiye’de olmasını
istemediği birçok keşkeler ide yazmadan geçememiş.
Keşke insanlarımız asık suratlı olmasa, Rüşvet
isteyen Gümrük memurları, Kahveleri dolduran işsizler,
yabancı plakalı arabaları görünce içilen bir şişe gazozdan
iki misli fiyat alan aç gözlü sahtekarlar olmasa.
Elektrikler, sular kesilmese, hastanelerde uzun hasta
kuyrukları olmasa.
İşte bütün kötü alışkanlıklarımızı bırakarak
dönsek yurdumuza. Bizim paradan çok bunlara ihtiyacımız
var diyerek bitirmiş romanını sevgili Tülay Sarayköylü
Söke Şairler ve Yazarlar Derneğinde
bir grup şair arkadaşlarla kendisini 2008 senesinin
şubatında ziyaret ettiğimizde bana imzalayarak verdiği
romanını Ağustosta okuyup bitirdiğimde kendisini hep
kutlamak geçiyordu içimden. Bekilli şiir etkinliğinde
kendisini göremedim ama Şair Cemal Şimşek dostumdan
kendisini kutladığımı ve selam söylememi iletmesini
istemiştim. İşte bu duygu ve düşüncelerimle Tülay
Sarayköylüyü Umutların Ötesi Yapıtından dolayı tekrar
kutlar başarılarının devamını dilerim.
|
|
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
11 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
DEMOKRASİYE
GEÇİŞ SANCILARI
- 1951 Seçimlerinin ardından demokrat
partinin iş başına gelmesiyle birlikte Devletçilikten Özel
sektöre kayış başlamış, Amerikan yardımlarıyla ülkemizde
sanayice ilerlemenin önüne geçilmiş, daha fazla hürriyet, daha
fazla demokrasi adı altında dinci kesime yönelik özgürlük ve
demokrasi gelmiş ve bu gelişmeye engel olacak kavramlar
laiklik başta olmak üzere budanmış yabancıların daha fazla
söz sahibi olmaları açısından devlete ait neler varsa
satılmış, Cumhuriyete karşı ‘İkinci Cumhuriyetçiler’ çıkarak
Atatürk ilkelerinin önüne geçilmiştir.12 eylülle birlikte 1980
öncesi sağ sol çatışmalarıyla birbirine kırdırılan gençlik,
kendilerinin kullanıldıklarını anladıklarında artık kendileri
için vakit çok geçti. Sermaye 1970 öncesi bilinçsizliklerinin ve
tecrübesizliklerinin zararlarını gördüklerinden sermayeye karşı
çıkan sol örgütlenmenin karşısında ülkücü gençliği kullanmış, 1980
ihtilaline kadar gençlerin birbirlerini yok etmelerinde kapitalizm
sistemli olarak oldukça güçlenmiş, buna karşın işçi köylü, memur
kesimi de kendi davalarının takipçileri olmak açısından bir sınıf
oluşturmuşlardır. Yani emekçi kesimi de birçok yandaşını
yitirmesine rağmen güçlenmişlerdir. Tabiî ki bu kamplara
ayrılmayı da beraberinde getirmiştir.
- Düşünün bir kere 27 mayıs ihtilali olmuş,
devrimci bir anayasa kabul edilmiş.(BU anayasa ki halkın,
yani toplum kesimlerinin düşüncelerinin önünde bir
anayasa)Gençler emperyalizme karşı yürüyerek İstanbul’da 6.
filoyu defol git diye karşılamışlar. Deniz Gezmiş ve
arkadaşları devrimin bir kıvılcımı olmuş, ama ne yazık ki
faşizmin gücü bu üç fidanını asmakla kurtulacaklarını
sanmışlar, Deniz gezmiş ve arkadaşları idam edilmiş 12
eylüle böyle gelinmiştir.
- Siyasiler mecliste reisicumhurunu seçememiş,
sağ sol karmaşası mecliste de devam etmiş, halkın 12
eylülü bir kurtuluş olarak görmesine kadar müdahalesini
özellikle sürdüren ordu 12 Eylüle gelindiğinde darbe yaparak
yönetime el koymuştur.
- Oysa gençlerimiz 12 eylülle birlikte faili meçhullerle ve
işkencedeki ölümlerle bir girdabın içine sokulmuş
Hapishaneler sağcı ve solcu gençlerle doldurulmuştur. İşte
bütün bu olaylarda Türkiye başta Amerika olmak üzere harici
güçlerle hep dışarıdan yönetilmişlerdir.Barış gönüllüleri
denmiş memleketimiz karış karış gezilmiş, köylümüzün yani
halkımızın örf ve adetlerinden inanışlarına, kimliklerinden
milliyetçilik duygularına, dil ve lehçelerinden siyasi
görüşlerine kadar Amerikan casusları(Barış Gönüllüleri)
tarafından öğrenilmiş öğrenilen bilgilere göre Türkiye’nin
haritaları çıkarılmış ve bu konular karşısında aleyhimize
geliştirilecek stratejiler oluşturulmuş ve bu oluşturulan
stratejileri savunan kendi gençlerimiz Amerika da burslu
olarak okutulmuş ve Türkiye’ye gelip belirli kilit
noktalarına atandıklarında Amerikan siyasetini savunmuşlardır.
- Türkiye üzerindeki emellerinin koruyucuları ve
kollayıcıları olarak Avrupa ülkeleri de tabiî ki boş durmamışlardır.
Demokrasimizin önündeki engellerin kaldırılması da Avrupa Birliği
standartlarına uygun olarak ele alınmış Avrupa birliğine
alınmayacağını bilmemize rağmen halkımızda bir Avrupa birliğine
girme rüyaları yaratılmış, serbest dolaşım, bol para kazanmak gibi
halkımızın özlemleri hep canlı tutulmuş ve AB ye üye olmak
iktidarlarda oy potansiyelini artırma konusunda bir işlev haline
gelmiştir.
- Türkiye’nin 1996 yılından itibaren gümrük birliğine
girmesiyle Avrupa’daki ve dünyadaki gelişmiş ülkeler düzeyinde
olmayan sanayimiz bu ülkelerle rekabet edemez düzeyde olduğundan
ülkemizde birçok fabrika kendisine çekidüzen verip Avrupa’yla uyum
sağlarken birçok küçük işletmelerde kapanmıştır. Tarımın ve sanayin
devlet tarafından korunamaması sebebiyle ülkemiz yabancıların açık
pazarı haline gelmiş kendi çiftçisini destekleyen ülkeler, ülkemize
ucuz pirinç, buğday, mercimek ve her türlü bakliyat ürünlerini
satmışlar. Emeğinin karşılığını alamayıp zarar eden köylümüz ürün
ekmekten vazgeçmiş kendi kendimize yeterli olan bir ülke
pozisyonundan tarımda da dışa bağımlı bir ülke haline
getirilmiştir. Tabiî ki sanayimizde de öyle. Birçok
fabrikalarımız kapanmış, teknolojik yeniliklerle donatılamayan
ve devletin arpalıkları pozisyonunda bulunan ve sürekli zarar
eden eskimiş teknolojilerimizle çalışan fabrikalarımız
Avrupa’ya ayak uyduramadığından özelleştirilerek teker teker
elimizden çıkarılmıştır. Artık Avrupa’nın işçisini, çiftçisini
besleyen sömürge bir ülke konumuna getirildik. Kendimizle
barışık bir toplumken PKK nın dış güçlerce beslenip
desteklenmesi ve ve ülkemize karşı zararlı yayınlarda
bulunulmasına göz yumulması karşısında ülkemizdeki ayrılıkçı
grupların milli duyguları, kimlik tartışmaları yaratılarak
infial noktalarına kadar getirilmiş, en ufak olaylarda
meydanlara çıkarak yakıp yıkmaya ve öldürmeye yönelik
gösterilere kadar iş vardırılmıştır.
- Sorunlarımız birikerek gelmiş hiçbirisi çözüme
kavuşturulmamış bir dağ gibi önümüzdedir. Ermeni meselesinden,
Kıbrıs meselesine, Kürt sorunundan doğalgaz sorununa, dil
sorunundan, kriz sorununa, işsizlik sorunundan eğitim sağlık
yani aklınıza ne gelirse bütün sorunlara kadar. Bütün bu
sorunlarla başa çıkmak için devletin emniyet güçleri ile
halk karşı karşıya getirilmiş ve devlet kendi bünyesinde
kendine bağlı birde Gladyo oluşturmuş ve bu oluşumda
Susurluktaki Mercedes kazasıyla ortaya çıkmıştır.
- Ülkemizin çok değerli yazarları,
profesörleri, aydınları faili meçhul suikastlarla öldürülmüş
hiçbirisi aydınlatılamamıştır. Bu işleri halledemeyen siyasetin
elinden kuvvet kullanarak olayları bastırmanın ötesinde bir iş
gelmemiştir. Dışarıdan yönetilmenin neticesi Tarımı, sanayisi ve
ekonomisi çökmüş bir Türkiye’nin Özelleştirerek ayakta
kalacağını sananlar yanıldıklarını dışarıya satacakları bir
şey kalmadığı zaman anlayacaklardır. Şimdi artık taviz
verilerek işleri yürütüyoruz. . Tabiî ki buda satılmadık kalan
fabrika varsa satarak, Kürtçe tv kanalları açarak, buzdolabı
çamaşır makinesi ve gıda maddeleri dağıtarak, topraklarımızı
ve yer altı zenginliklerimizi satarak, İMF den borç para
alarak ayakta kalmaya çalışılmaktadır. İşte 29 mart
seçimleri yapılmış baştaki iktidar kan kaybetse de ne
değişmiştir. Halkımız layık olduğu veçhile yönetilmeye devam
edilecektir.
- Yeni Amerikan başkanı Obama geldi 20 milyar
dolar olarak İMF nin vereceği kredi ne gibi tavizler verildi
de İMF nin 45 milyar dolar gibi yüksek bir meblağa
ulaştırılmıştır. Acaba bu tavizler içinde Ermenistan’la sınır
açılırsa, Kıbrıs’ta Rumlara taviz verilirse, Irakta Kürtlere
tavizler verilirse gibi koşullar ileri sürülmüş müdür diye
insan kendi kendine sormaktan da kendini alamıyor.
- Daha bu gelişimin içersine Ergenekon’u dahil
etmedik. Oysa Ergenekon başlı başına işlenecek, ele alınacak
bir sorunlar yumağıdır.
- Çok partili rejimmiş gibi görünse
de demokrasinin oturmayışı, seçim sistemindeki çarpıklık, 1950
sonrası olguyu aynen getirmiş, 2008 ler de 1950 leri yaşar
konumuna gelmişiz. Tabiî ki şu anda Demokrat Partinin
iktidardan uzaklaştırıldığı ihtilaller geleneği ortadan
kalktığı için 2011 senesine kadar baskıcı ve sindirici ortama
yokluk , yoksulluk ve İşsizliği de dahil ettiğimizde acaba
demokrasiye nasıl ulaşırız. İşte 45 milyar dolarlık İMF
yardım burada imdada yetişecek gibi gözüküyor. Acaba bu
yardımlar beş yüz milyar doları geçen devletin borcunu daha
da yükselteceğinden daha fazla dış borç daha fazla dışa
bağımlılık değimli?
|
|
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
12 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
- HAYATA DÖNÜŞ (erken teşhis)
- Sırtımdaki, göksümdeki ve zaman
zaman vücudumu tümden saran ağrılarından şikayet ettiğimde
eşim:
- “ Hayatım kaç defa diyorum sana
bir dipten doruğa muayene ol. Bak hastanede çalışan komşumuzun
bir tanıdık doktoru var, önce muayenehanesine gideceğiz,
sonrada o bize bir yol gösterir, gerekirse bir Check-up
yaptırırız. Muhakkak bir şey var ki sende her gün
şikayetçisin kendinden.“ Dediğinde ben hep “haklısın hayatım”
derdim de bir türlü teşebbüse geçmezdik.
- Tabiî ki rahatsızdım ağrıdan
sızıdan yana ama direniyordum doktora gitmeye. Nasıl olduysa
ağrılarımın arttığı bir gün Hanımın da ağrılardan şikayeti
geldi aklıma ikimizde bir muayene olalım dedim. İşyerinden
telefon ederek bir randevu aldım doktordan. Ertesi gün
Fikret beyin muayene hane sine eşimle beraber giderek vizite
ücretini yatırdım. Benim göksümü, nefes alışverişimi, sırtımı
dinledi. Uzun tetkiklerden sonra kartvizitinin arkasına
imzasını atarak “yarın erkenden hastaneye gel,
kapıdan kartımı gösterdiğinde direk içeri girersin” dedi. Tabi
eşimi de aynı şekilde muayene ederek aynı şeyleri eşime de
söyledi ona da bir kart yazarak verdi.
- Ertesi gün bizde öyle yaptık.
Sabah hastanenin içi ana baba günüydü. Onları yararak
geçerken arkamızdan konuşuyorlardı.
- “İşte gene özelciler geldi,
bunların paraları var kuyruk beklemezler ki. Hele bizim gibi
geceden kalkıp ta sıramı alacaklar sanki.”
- Duymazlıktan gelmek zorundaydık.
Adamlar haksızda sayılmazdı ama ne yapacaksın sağlık sorunu
bu. Halimize şükrettik. Zaten şükürcü bir millet değilmiyiz.
Bir trfik kazası olsa, bir uçak düşse çok şükür, içinde biz
yokuz demezmiyiz. Ya sel felaketinde, depremde kendilerine
zarar gelmeyenler şükretmezler mi. Bizde para ile muayyene
olacak durumda olduğumuza şükrettik. Oysa çokları doktora
gitmeyi gerektirmeyecek derecede sağlıklarının yerinde
olduklarına şükrediyorlardı. Ya birde muayene olacak paramız
olmasaydı ?
- Her şeye para bulunuyordu da şu
sağlığa para bulamıyordu halk. Bulsa da halkın önceliği
sağlık değildi ki. Yakacak, giyecek ve en önemlisi gıda.
İşte en son kertesine getirmişler hastalıklarını. Artık
doktora gelmekten başka çare bulamamış insanların
yığılmalarıydı hastanedeki kalabalık.
- Kapıdaki görevlilere doktorun
arkası imzalı kartvizitini gösterince hiç bekletmeden
- “ikinci kat 109 numara” dedi görevli. İkinci
kat 109 numaraya çıktığımda doktorun bulunduğu oda
kapısının karşısındaki görevli bayana doktorun
yazılı kartvizitini gösterdim “içerdekiler çıksınlar hemen sizi alacağım” dedi. Eşimin
ve benim sağlık karnesini alarak kaydını yaptı. İçerden çıkan
hastadan sonra muayene olmak için eşim girdi içeri. Doktor
hiç muayene etmeden bir kağıt üzerinde işaretlenmiş liseyi
eşime verdi. Sonra ben girdim benim elime de bir
işaretlenmiş tahlil kağıdı verdi
- “işaretli tahlilleri yap getir,
gittiğin yerlerde kartımı göster sıra beklemezsin” dedi.
Sistemin çarkı böyle işliyordu demek. Her gittiğimiz yerde
hiç beklemedik, kan tahlilinde, idrarda.
- Hele kandan bir sürü tahliller
yaptılar. Eşimle beraber hepsinin neticelerini aldık doktora
verdik. İçerde bir başkası daha vardı. Sanıyorum doktorun
tanıdığı biri. Çenesi düşük bir insan. Doktor sanki onu
dinlemiyordu. Elinde siyah bir çanta, içersinde bir sürü
ilaç numuneleri var. İlaçlarla ilgili bilgi alışverişinden
başka bir şey değildi adamın yaptığı. Kim bilir hangi
fabrikanın ilaç pazarlamacısıydı. Biz se doktorun tahlil
sonuçlarını söylemesini bekliyorduk. Hele adam bir konuşmasını
kesse sıra bize gelecekti.
- O çenesi düşük adam işi
bittiği halde çıkıp gideceğine, eşimle beraber doktorun
söylediğini dinlemez mi. Doktor tekrar tekrar tahlil
sonuçlarına baktı, kafasını salladı. Ters giden bir şeyler
vardı galiba. Gözlerini benden kaçırarak eşime bir şeyler
diyordu ki eşim benim kolumdan tutup;
- “Güven sen biraz dışarı da
bekle benim doktorla bir özel görüşmem olacak” dedi. Ben
dışarıda beklerken O geveze adamında sesinin yükseldiğini
duydum içerden. Durmadan konuştular konuştular ama konuşan hep o
geveze adamdı. Ama tam anlayamıyordum konuşulanları. Sonra o
geveze adam kapıdan çıktı bana dönerek “hücre çoğalmasıymış, geçmiş olsun iyi huyluysa korkulacak
bir şey yok” dedi. Adam söyledi söylemesine ama benim
kendisine birşeyler sormamı beklemeden çekip gitti. Bir
ara peşinden koşturayım dedim vazgeçtim. Doktor eşime içerde
tedavi şekillerini izah etmiş, ayrıca başka ülkelerde tedavi
görebileceğini söylemiş. Hiç konuşmadan geldik eve. Ben
istiyorum ki kendi birşeyler söylesin. ‘Korkulacak bir şey yok’
desin, geveze adamın söylediği gibi. Ama ne gezer eşimde çıt
yok.
- Eve geldiğimizde birazda yüzü
ağlamaklı:
- “hücre çoğalmasıymış, kansermiş
yani” dedi. Ben oturduğum koltuktan fırlamıştım sanki.
Ellerimle yüzümü kapatıp
- “Aman Allah’ım buda mı gelecekti
başıma” dedim. Yalnız hücre çoğalmasını bir şeye
benzetememiştim adam söylediğinde.
- Eşimin gözyaşlarına karışmış
sözleri düştü üst üste dudaklarından. Lavanta kokan çarşafları
serilmiş yatak odasının kapısında durmuş, içeriye bakıyordu
öylece. Bir dil sürçmesi onu ele verdi. ‘Hücre çoğalmasıymış
tan sonra kansermiş’ demesi. Şimdi benimde bildiğimi
bilmesinden biraz rahatlamıştı. Oysa nasıl söyleyebilirim kinin
hesaplarını yapmıştı yol boyu. Tedavimdeki uzun sürecin
ruhunda yaratacağı karmaşadaki davranış bozukluklarını
algılıyordum eşimin.
- Benim hastalığımı duyduğunda çoktan iç dünyası yıkılmıştı.
Ben yatak odası kapısından içeri girdiğimde eşimde arkamdaydı.
Yatağın bir köşesine usulca oturdum. Eşimde yanıma oturdu.
Şimdi az da olsa kendisine gelmişti. Doğal davranışların
kimyasındaki sükuneti yaratan neydi. Sanki hastanedeki korku
ve telaş gitmişti şimdi. Benim kıyametler koparacağımı, hayatı
hem kendisine hem de kendime zehir edeceğimi düşünüyordu.
- Kendisini hiç de ilgilendirmeyen
bir konuda doktorun anlattıklarını duyan bir yabancı, bana
patavatsızca
- “ Hücre çoğalmasıymış demek ”
dediğinde benim dünyam zaten kararmıştı. Demek benim
hastalığımı duyduğunda o şarlatan içerde bağırmıştı “çaresiz
bir hastalık” diye. O münasebetsiz adam ne münasebetle benim
hastalığım hakkında patavatsızca konuşmuştu. “Beyefendi seni
ilgilendirmez bilmediğin şeylere lütfen karışma” diye eşimin
sinirlenip bağırdığını duymuştum kapıdan. Sanki ona
denmiyormuş gibi yüzü kızarmayan adam büsbütün moralimi
bozmuştu dışarıya çıkıp ayrıca bana hücre çoğalmasıymış diye
söylediğinde. Güya ben duymayacaktım. Yüzsüzlerin yüzlü
çıkmalarını düşünmek insanı üzmez mi. Adam sanki uyuşturucu
bağımlısı gibi söze karşılık verme bağımlısı içinde görüyor
kendisini ve durmadan konuşuyordu. Zaten içerde doktoru
yüceltecek konuşmalar yaptığında doktorun da sesi çıkmadan
propogandist beyi dinliyordu.
- “Sağlık bu hanımefendi. Eşiniz
için doktor beyin dediği ülkeye giderseniz tedavi için
kesin çözüm bulunur.” dediğinde eşimin iyice dolduğunun
farkındaydım. Adam durmadan konuşuyor benim sağlığım üzerine
çözümler üretiyordu. Eşimde artık adamın konuşmalarına daha
fazla tahammül edememiş demekki.
- “Beyefendi Her şeyde tüketim
toplumu olmuş çıkmışız. Şimdide olur olmaz söz tüketiyoruz,
ses tüketiyoruz, onur tüketiyoruz, en güzel değerlerimizi
tüketiyoruz. Sevdiklerimizi ve kendimizi tüketiyoruz, onun için
siz burada boşuna sesinizi tüketmeyin” dedikten sonra adam
doktorun odasından çıkmak zorunda kalmıştı. Üstelik bana da
hastalığımı söyleyerek uzaklaştı.
- Eşimin doktorun yanından
çıktığında benim değil de sanki onun teselliye ihtiyacı
vardı. Birazda onun için kendimle ilgili bir şey sormamıştım
eve gelene kadar. Adamın boş yere gevezelik etmesini
unutamamıştım “neden doktorun söylemesi gerekeni o adi adam
söyledi” diye eşimin saçlarını okşayarak yanaklarından öpmüştüm
.
- “Seni seviyorum hayatım.
Hastalığım unutmaki her şeyin sonu değil” dedim. Eşimi kendi
hastalığımın vahim düşüncesinden uzaklaştırmak için bir savaş
veriyordum sanki.
- Sanki her tarafa savrulmuş
başıboş dönen gezegenler gibiydi kafamdakiler. Şimdi yatağa uzandık birbirimize sarılıp çaresizlik içinde
ağlaşıyorduk. Karı koca ortak bir sessizliğin içindeydik.
Hareketlerimizin devinimleri sıfıra inmiş bir pelte gibi
yatağın üzerine serilip öylece bırakmıştı bizi.
- Yaşlı ve şeker hastası olan
anneme ve hele bana çok düşkün kalp hastası olan babama
nasıl diyecektim.
- “Çocuklarıma nasıl söylerim”.
Şimdi kendi içimizdeki boşlukta kendimizi mahkum etmiş, bir
çıkış noktası arıyorduk. Ben ne yapmıştım da tanrı çaresiz
bir hastalığın eline bırakmıştı beni. Çevremdeki en
yakınlarıma söyleyerek, düşüncelerimi kemiren olumsuzluklar
paylaşıldığında yerine olumlu söylenecek her söz belki bana ilaç
olurdu. Şu anda çaresizliğin şokundaydık. Vurgun yemiştik.
- “Hastane kapılarındaki çare
bulunacak dertler içindeki çaresizlikler zincirinin bir halkası
da bendim” diye düşündüm. Ama şimdi eşimin ne düşündüğünü
sezebiliyordum. Benim dalgın bakışlarımdan kendimi uyandırarak
eşime
- “Kiradaki dairemizi sattığımızda
Amerika’da tedavisi olabilir diyorsundur” değilmi?
- “Tamam düşündüğün gibi
düşünüyorum bende” dedi. O da anladığımı anlamış olacak ki
- “onu sonra konuşuruz” dedi.
Ertesi sabah, geçirdiğimiz tedirgin bir geceden sonra tekrar
hastanedeydik. Oğluma ve iki kızıma üstü kapalıda olsa durumu
anlattığımda
- “anne annenizle, dedenize
söylemeyin sakın” diye de tembih ettim. Büyük kızım
- “hastaneye bende geleceğim baba”
seni yalnız bırakamam” dedi. Ufak kızımla oğlum yaşlı dedesi ve
anneannelerinin yanlarında kaldılar. Sekseninin üzerinde
insanlar, onlarında bakıma ihtiyaçları var nede olsa. Büyük
kentlerdeki bir başka endişede hızla artan kapkaç olayları.
Eşim bizimle beraber gelen büyük kızımıza hastaneye gidene
kadar tembih üzerine tembih etti. Aman çantana dikkat et
sanki bizim kıza söylenmemiş. Eşim eczaneden ilaç almak için
yanımızdan ayrıldığında, kızımda benim kan verirken çıkardığım
paltomu koluna asıyor. Hemşireler kan alma işini tamamlayıp
ta ben tekrar paltomu kızımdan aldığımda bakmış ki kızım
kolunda çantası yok. İki tane kesilmiş deri sap sallanıyor
kolunda kızımın. Pes yani bu kadara da. Anne gelene kadar sağa
sola koşuşturdular ama nafile. Bu ikinci çarpılışı kızımın.
Bazen insanlar hayatta bedavadan yaşıyor. Bana “aman olsun
canımıza bir şey gelmedi ya” deyip geçiştirdiler. Ama önemli
olan benim bir şeye üzülmemem lazım. Hanım ilaçlarla geldikten
sonra tomografilerim çekilecek tabiki. Hadi bu seferde
elektrikler kesilmesin mi. Yalnızca kan tahlili yaptırmış olduk
o gün. Akşam evde çocuklar “ Anne, babamı Çine götür. Türkiye
den kanser hastaları Çine gidiyorlarmış ameliyat olmak için.
Kanser turları düzenleniyormuş. Herkes gezi için umreye
gidiyor, siz sağlığınız için Çine gitmişsiniz çok mu”? diye
üsteleyince
- “haklısın kızım” dedim. Ama
doktorumuz bendeki gelişmelerden çok umutlu, sanıyorum
sizlerin sevgisi ve benim stresten uzak durarak hiçbir şeyi
dert edinmemem kurtaracak beni bu dertten” Oysa her şeyimiz
problem. Birçok şeyi bana aksettirmediklerinizi biliyorum. Ne
şehit ailelerinin dramını, nede Cumhuriyet ilkelerinin yavaş
yavaş elden gitmesini. Benim bu konulardaki hassasiyetim kendi
canımdanda önemli.
- Eşim hastalığım devam ederken,
sürekli bu hastalıktan tedavi olanlardan ne kullandıkları ve
nelerden çare bulduklarını hep araştırmaktaydı. İçimde iyi
olmama yönelik büyük bir inanç vardı. Artık eşimle dağlardan ot
toplamaya gidiyorduk. İnternet ten yeni tedavi sistemlerini
araştırıyorduk. Çocuklarımın benim yanımda olmaları bana
destek vermeleri beni hayata bağlıyordu. Bir gün iliğimden
kan aldılar çok büyük bir iğneydi. Aman Allahım Birkaç
gün sonra gittiğimizde hastalığımın düzeldiği yolundaki
doktorun ifadesi bana dirençli olmayı öğretmişti.
- “Sen bunu yenebilecek güçtesin”
kanser ve karamsarlık arasında ilişki olduğunu ifade ederek
“Milattan sonra 2. yüzyılda melankolik insanların neşeli insanlara
kıyasla kansere yakalanmaya daha yatkın oldukları anlaşılmıştı.18.
ve 19. yüzyıllarda pek çok doktor , özellikle karamsar dediğimiz
kişilerde kanserin, o kişinin yaşamındaki bir trajediden sonra
oluştuğunu fark ettiler." dedi. " strese verdiğimiz tepki,
stresin kendisinden daha önemliydi.
- Uzun tedavilerin ardından
ameliyata hazırlandım. Radyoaktif karantinalarda kaldım. Işın
tedavileri, atom kapsülü haplar, tekrar tekrar testler
tahliller, eşimin , çocuklarımın ve dostlarımın beni yalnız
bırakmayışları beni hayata döndürdü diyebilirim.
- Şimdi sağlığım düzelmiş olarak ,
sanki hayata yeniden gelmişim gibi yaşamıma sıfırdan başladım.
Sizde benim yaptığımı yapın. Neticesini değiştiremeyeceğiniz
hiçbir olayda üzülmeyeceksiniz. Çünkü üzülmeniz hiçbir şeyi
geri getirmeyecektir.
|
|
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
13 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
- İŞTE ÖYLE BİRİ
- Önümüzde trafik lambaları kırmızı
yanıyordu durduk. Sahipsiz şiirler gibi tedirgin birazdan bizi talan
edecek bir fırtınanın içine düşeceğimizin farkında olmadan durduk.
Bir metre uzağımızda hemen solumuzda da ekip arabası her zaman
durduğu yerde orta refüjde ki yerini almış bekliyordu. Bizi polis
arabasına yabancı kılan bir şey mi vardı, bilemiyoruz.
- Eee e haliyle insan o saate yanı başında polis arabası ve biri
içinde biride dışında olmak üzere iki polis memuru olduğunu görünce
kendini güvende hissediyor sanmasına rağmen gene de bu saatte
kalmanın tedirginliği var. En azından o geceye kadar öyle sanırdık.
Daha birkaç saniye beklemiştik ki dilsiz ve sağır olan üstelik
çirkin düşleri içinde saklı olmasına rağmen huzursuzca şirretinin
dışa vuruşuyla (o an numara yaptığını anlayamadığımız) bir
simitçi bozması polislerin olduğu taraftan direksiyonda olan
eşimin yanına doğru yaklaştı ve camı tıklattı sertçe, boş
meydanlara sahip çıkan birisinin edasıyla, kirlilikten keçe gibi
olmuş saçları ve uzun kirli tırnakları arasından tezgahındaki
simidi işaret etti eliyle. Adamın simit satmak istediğini düşünen
eşim: almayacağız dercesine iki eliyle ellerini yukarı kaldırarak
işaret etti. Simitçi kendisinin ne yapmak istediğini karşı
tarafa anlatamamanın verdiği sinirlilikle tezgahtaki simidi
göstermeyi bırakıp biraz üşüdüğünü belirtmek için kollarını
kendi iki beline dolayarak ve aynı zamanda yüzünü ekşiterek
üşüdüğünü belirtmeye çalıştığında camı kapalı otomobilin
içindeki bayan kendisini kucaklanmak gibi bir şeyin yapacağını
anlayarak eşinin yanında bu nasıl bir küstahlık diye
düşündüğü bir sırada adam bu defa sigara istediğini
belirtmek için elini sigara içer gibi ağzına götürdü. Eşim
yine aynı hareketle iki ellerini yukarıya kaldırarak
istemediğini belirtti. ben direksiyonun başındayım bu normal
bir insan olmasa gerek baksana laftan anlamıyor, bunu adam
değil yaratık olarak belirtmek gerekiyor. Sokak aralarındaki
boş asfalt kenarlarını park alanları olarak gören sokak
eşkıyaları arabanızı park etmek istediğinizde de karşınıza
çıkıverirdi. Yaratık arabanın arkasına doğru ilerlerken işaret
parmağını kaldırıp ben size şimdi gösteririm der gibi salladı,
önce arabaya tükürdü ve cama bir yumruk attı. Gece geç saatte
tüm gürültüler uyumuş, etraftaki sessizliği yaratığın yarattığı
gürültü bozuyordu. Gene bir takım el ve kol hareketleri
yaptıktan sonrada bir tekme attı arabaya. Artık bu kadar
hakareti hazmedemeyen eşim arabadan indi “ne yapıyorsun sen”
diye seslendi o: “he bebebe ha bübeee” diye bir takım
anlaşılmaz kelimelerle bağırıp ahrazlığın verdiği konuşamama
hareketini el ve kol hareketlerine döküp parr, parr deyip eşimin
üzerine doğru giderken, eşim derhal yüzü bize dönük olan polis
memuruna doğru iki adım attı içindeki korkusunu ve sessiz
çığlıklarını duymayan polislerin karşısında bir iki dakikalık
duraksadı. ‘Acaba polisler bir şey söylerler miydi kendisine’
diye düşündü. Sonrada hiçbir şey söylemeyen polislere karşı
“görmüyor musunuz adam arabama tükürüyor, tekmeliyor, müdahale
etmeyecek misiniz? Bu arada ben arabanın içinden açık olan camdan
duyuyor ve görüyorum olanı biteni. Sanki polis adamın yaptıklarını
göz ardı edin, adamın anlamsız davranışlarına anlam katmayarak
bırakın öylece bir mesele çıkarmayın def olun gidin gibi
bir hali vardı. Hani böyle bir durumda arabayı terk edip inmemek
gerekir ya bende arabadan inmeden ‘du bakalım noolecek’ hikayesi
gibi düşünürken adam iki eliyle eşimi itekledi. Böyle
durumlarda ben hala sabrımı sabırsızlığa döndürmeden onların
amaçlarına hizmet etmemek için arabada beklemeyi tercih
ediyordum. Amaç zaten arabadan herkesi indirmek ve ardından
soygunu gerçekleştirmek gibi bir bayat numaranın içinde
olabilirler diye düşündüm. İlk olarak polisin tepkisi karşısında
şaşkına döndük.
- Hani Adana’da da asfaltın kenarına karısını yatırmış, elinde
bıçakla karısını rasgele bıçaklayan bir caniyi polisler
seyrediyordu, adam yaklaşanlara bıçak sallayıp “gelmeyin keserim
ha doğrarım sizi” deyip herkesi ve bu arada polisleri de
korkutup boyuna karısına bıçak saplıyordu ya işte oradaki
polisten farkı yoktu bu polisinde. Demek ki hepsine aman ha
vatandaşla soyguncu arasına girip canınızı tehlikeye atmayın
mı demişlerdi.
- Polis eşime “bak genç kardeşim çekip gitmezseniz
adamın davranışları katlanarak büyür, sonra müdahale etsem ne
olacak? Aydınlığa yol vermeyen kararlar verirse yetkililer, herkes
başka kulvarlarda koşarsa, suçlular salıverilip ikide bir karşımıza
çıkarsa, adamlar suç işlerken daha sonraki işleyeceği suçları da
yedeğinde taşımaya devam ederse ben ne yapabilirim? Aha tutanak
tuttum diyelim. Siz şikayetçi olacaksınız adamın raporu varsa
biz bir gün nezarette yatırırız devlet adamı alıp iki gün yemek
yedirecek, barındıracak, savcılık takipsizlik kararı verecek, sonra
adam gene buraya gelecek. Biz burada sürekli görev yapıyoruz biz o
zaman bu adama söz geçirebilir miyiz adam bizi de hiç saymaz.
- Eşim:
- “eee ne yapacağız o zaman?”
- Polis “binin arabanıza gidin . Elde kaldıramazsın
bunlara. Dalaşmaya gelmez. Bıçak çıkarır saplar maazallah.”
- Anlayamadığım şu :
- Bu dilsiz ve sağır yaratık yapacağını yaptı ve
can kulağıyla polisin arkasından uzanıp muhabbeti dinlemeye
koyuldu. Acaba polis yaratığın söyleyemediği yada rolü gereği dile
getiremediği tehdidini bize iletmekle mi görevliydi.
- Polis:
- “Zaten trafiği de tıkıyorsunuz lütfen aracınızı
çekiniz ‘bu arada saat gecenin 01 i ve bizden başka tek
araba polisin refüjdeki arabasıydı’
- Eşim hemen arabaya döndü ve kıvrak bir
manevrayla arabamızı polis otosunun yanına güzelce yerleştirdi.
Ve yine indi. Bu arada dayanamayarak bende arabadan indim.
iki araç arasında bizim hususi aracımız ve polis arabası
vardı, konuşmamız kaldığı yerden devam etmeye başladı. Bu
arada trafik polisi olan ilerdeki iki polis memurunun yanına
koşarak gitti yanına bir polis memuru daha geldi. Bildiğimiz
düz polis bu. Düz polis diye bir şey olur mu demeyin oluyor
işte.
- 2. polis kül rengi bakışlarının içersinden kolay baş
edebileceklere çıkışmanın kendilerinde yarattığı rahatlıkla:
- “Ne yapıyorsunuz siz? dedi. bizim başka bir
şey yapmadığımız ortada iken bizim yüreğimizdeki diklenişin
yağmalandığını hissetmek ve bizi kolayca teslim almak veya,
beynimizin haksızlıklara karşı döşenmiş mayınlarının tetikçisi
olabilirlerdi. Bizim patlamamız, bizi suçlu konumuna düşürecek
faktörlerin başında gelmekteydi.
- “Aracınızı buraya koyamazsınız. Burası yaya yolu . Ceza
yazmak zorunda kalırım.” dedi. polis yapacağı hamlesini
yapmıştı.
- İçimden ya sabır çektim ve
- “Polis bey bir şey yapmayacak mısınız? Bu şerefi
olmayan yaratık görenlerde acıtasyon yaratıp insanların
vicdanlarını kendi sistemiyle soyamaya gece bu yoldan
geçenlere illallah dedirtmeye, buralarda dolanıp huzur
kaçırmaya devam mı edecek?”
- İşte o an yaratık her şeyi duyuyor, anlıyor ve
konuşamıyor ama üzerime yürümeye yelteniyor, bu üzerime
yürümeye yeltenmek için kendisinde bulacağı gücü polislerden
almış olmalı ki böyle bir davranışın içine girmişti . Hayatın
ve sistemin düzensizliğinden vurgun yemiş biri gibi hissettim
kendimi geri çekilerek sendeledim. Yaratık elindeki tezgahı
havalandırdı. Şimdi ben biraz daha çileme teslim olmuş,
ateşe dönüşmemiş içimdeki kıvılcımı tutuşturmak üzereydim ki
Eşim yaratığın havalandırdığı tezgahını tuttu. Şimdi donduruyorum
görüntüyü. Bir tarafta tezgahtan sakınmış ama karşı bir hamle
yapmak üzerek kendi içindeki öfkeleri ateşleyecek birinin
durumu, diğer taraftan iki trafik polisi, heyecanlı gözlerle
bizi seyrediyor ama diğer taraf tanda karşı saldırıya geçmiş
birinin kendi yüklerini hafifletmenin verdiği rahatlıkla
gizliden bir oh çekmeleri. Gene sağır dilsiz ama her şeyi
duyan, polislerin biz bir şey yapamayız endişesinden bir kat
daha bizim karşımıza güçlenerek çıkmış adeta canavarlaşmış ,
bağırıp çağırabilen karşısındaki suçsuzu feveranlarıyla suçlu
düşürebilen, küfredebilen, bomboş havaya kalkmış vurmaya duran
tezgahıyla simitçi kılığına girmiş sapık bir yaratık. Geç
saatte evine giderken kırmızı ışıkta durma gafletinde bulunan
ve simitçinin tezgahını tutmuş eşim. Gözlerdeki bu
enstantaneyi bizim haricimizdekiler başka bir çekimle size
sunarlar biliyorum.
- Ama biliyorum ki manzaraya sizde
hayret etmişsinizdir. Şayet sizde bizim anlattığımızın dışında
bizimde görmediğimiz bir görüntü yakalamışsanız biliniz ki bu
memlekette şaşırma yeteneğini kaybedenlerdensiniz. Ben hala
şaşkınlık içindeyim ve eşim soruyor
- “ Polis bey şimdi ben bu adamın kafasını
kırsam ne olur?
- Düz polis:
- “Sizi tutuklamak zorunda kalırım. Eğer bu adama
bir şey yaparsanız onu adam yerine koyarlar siz de nezarette
kalırsınız bu gece.”
- “Peki karşı koymazsak bizim kafamızı kıracak? Bir
zahmet o zaman bizi de adam yerine koyacak mısınız?” diyorum. O
kişi çekip gidiyor.
- Düz polis
- “Ben zaten bir şey görmedim arada çalılar vardı
.”
- Sonra bizde çekip gidiyoruz.
|
|
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
14 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
SEVGİLİ GÖNÜL ADAMI ALİ
ABDÜLKERİMOĞLU’NUN ARDINDAN 13-05-2009
Şairlerin sevgilisi, babası, abisi,
Ali Abdülkerimoğlu’nun vefatının üzerinden bir sene geçti.
Şimdi ikinci Bodrum şiir etkinliği yhapılıyor. 1. Uluslar arası
Bodrum şenliğinde Osman Karaaslan tarafından vefatını duyduğumda
şoke olmuştum. Kütahya’da, Isparta’da, Simav’da, Salihli’de,
Antalya’da, Bursa’da ve daha birçok yerlerde yapılan şiir
etkinliklerinde Ali ağabeyimi gördüğümde insana sıcaklık veren
babacan davranışlarından dolayı hemen kucaklaşır, halını hatırını
sorardım. O da hep iyiyim derdi. Şiirde usta bir kalemdi. İşte
Şairler Meclisi adlı şiirindeki şiirin akışına ve anlamına bakın. O
sevgi ile pişip mütevazı tavırlarıyla dostlarının gönüllerinde yer
etmiş birisiydi.
ŞAİRLER MECLİSİ
Çağırdınız koşup geldim
Menzilleri aşıp geldim
Bu meclise çiğ yakışmaz
Sevgi ile pişip geldim
Ali Abdülkerim ağabeycim Yaşadığı
yer olan Simav’a âşık bir kişiydi. Simav’ı çok severdi. Yalnız ben
değil tüm şairler camiası yas tuttu onun için. Kendi halinde,
ağlayanla ağlar, gülenle gülerdi. Yav Canbaba çok kıtalı şiir
gönderi yon başka şairlerin şiirlerini basamıyoruz bu yüzden senin
şiirlerinin uzun olanına yer vermeyeceğim dediğinde ne kadar
haklıydı. O ne söylese kimse üzülmezdi. Yöresel basında ve
camiamızda ses getirecek yazılar yazıldı hakkında. Ne kadar sevilen
birisiydi.
KÜTAHYA (İHA) - Simavlı şair
gazeteci Ali Abdülkerimoğlu’nun vefatı sebebiyle, Kütahya
Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu, merhumun ailesine bir
başsağlığı mesajı gönderdi.
Başkan İhsan Tunçoğlu imzasıyla
Kerimoğlu'nun ailesine gönderilen taziye mesajda şu görüşlere yer
verildi: "Simav İlçemizde yıllardır gazetecilik yapan değerli
ağabeyimiz, şair Ali Abdülkerimoğlu’nun vefatını üzüntü ile
öğrendik. Merhuma Allah’tan rahmet, kederli ailesine, dostlarına ve
basın camiasına başsağlığı ve sabırlar dilerim gibi, Kütahya
gazeteciler Cemiyeti'nin, baş sağlı mesajı gibi insanı hayretler
içine düşürecek başka haberlerde okudum internet sitelerinde Ali
Abile ilgili.
GAZETECİ-ŞAİR ALİ ABDÜLKERİMOĞLU, BALKONDAN DÜŞEREK ÖLDÜ
SİMAV - 11.04.2008 15:35:00
"Kütahya'nın Simav ilçesinde yaşayan
84 yaşındaki gazeteci-şair Ali Abdülkerimoğlu evinin balkonundan
düşerek yaşamını yitirdi.
Dün sabah saatlerinde
rahatsızlanarak Simav Doç. Dr. İsmail Karakuyu Devlet Hastanesine
kaldırılan Ali Abdülkerimoğlu ayakta tedavisinin ardından evine
gönderildi.
Tabakhane Mahallesi'nde kendi adının verildiği caddedeki evinin
balkonuna çıkan Ali Abdülkerimoğlu dengesini kaybederek altı metre
yükseklikten düştü.
Önce Simav ardından da Uşak Devlet
Hastanesine kaldırılan Abdülkerimoğlu, tüm müdahalelere rağmen
kurtarılamadı. Abdülkerimoğlu’nun cenazesi Halil Ağa Camisi'nde
kılınan cenaze namazının ardından Çitgöl beldesi Cumhuriyet
Mezarlağı'nda toprağa verildi.
Cenaze törenine, ailesi, yakınları, Simav Belediye Başkanı Rıza
Özdemir, katıldı. Ali Abdülkerimoğlu 55 yıldır genel yayın
yönetmenliğini yaptığı oğlu Aslan Abdülkerimoğlu’na ait Anadolu
isimli gazetenin haber müdürlüğünü de yürütüyordu. Ali
Abdülkerimoğlu, yazdığı bini aşkın şiirini üç kitapta toplayıp
yayımlamıştı. Son olarak Amasya Valiliği tarafından düzenlenen Türk
Sanat Müziği Beste Yarışmasında Altın Elma ödülü de kazanan Ali
Abdülkerimoğlu’nun bugüne kadar bestelenmiş 20'yi aşkın şiiri
bulunuyor."
Sevgili gönül dostları yukarıdaki
yazıyı internetten bululduğum zaman Abdülkerimoğlunun eşinin de
kendisinden önce vefat etmesinden dolayı daha da yalnız kaldığı
ortaya çıkıyor. Tabiî ki 84 yaşındaki şair babamızın kim bilir
dengesini kaybedip de balkondan düşmesini gerektirecek nedenler
nelerdi. Canım Ağabeyimin o anda tansiyonumu yükseldi de dengesini
kaybetti acaba. Ben tabi bu zamana kadar onu hiçbir zaman aklımdan
çıkarmadım. İstedim ki Ali ağabeyimizi sevenlerin yazdıklarını hep
bir arada toplamak ve kimler onun için ne dedi diye bilmek ve bunu
siz sevenleriyle paylaşmak istedim.
Oyhan Hasan Bıldırki, Ali
Abülkerimoğlu ile bir anısını anlatarak uzunca bir yazı
yazmış. Gene Rahmetle Andığımız Tayyar Tahiroğlu Ağabeyimizin de
içinde bulunduğu bir anı da bakın Bıldırki neler diyor.
"Kendisiyle 2004 Temmuz’unda Söke
Öğretmen evi’nde görüşmüştüm. İlçemize gelen konuk şairlerle
Öğretmen evi’nde buluşmuştuk. Akşamüzeri serinliği başlamıştı.
Çardak altındaydık. Birinin adımı seslendiğini duydum. Baktım, en
ulu ak servi ağaçlarından birine belini dayamış olan Tayyar
Tahiroğlu’nu gördüm. Yanındaki yaşlı şairle birlikte bana
gülümsüyordu. Kalktım, yanlarına gittim, rica mica dinlemedim,
ellerini öptüm.
Tayyar Tahiroğlu’nun; “Oyhan, bize
sahip çık. Hele Ali Abdülkerimoğluna’na hepten sahip çık. Bu kadar
gencin arasında iki yaşlı biz varız. Üstelik ben sonbaharımdayım,
kendimi hiç iyi hissetmiyorum. Belki sonbaharı bir daha göremem.”
deyişini unutamam. Ali Abdülkerimoğlu durur mu? “Tayyar, sonbaharda
olan benim. Üstelik“Sonbahar” ilk şiir kitabım. Belki sen sonbahara
biraz yakınsın ama bu genci üzmeye çalışma. O daha ilkbaharında
olmalı. Bana göre sen de öylesin…” demişti.
Sonbahar, Tayyar Tahiroğlu’nu sevmiş
olmalı, onu aramızdan çekip aldı."
|
|
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
15 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
İŞLER HASTA
Kendi iç dünyasına dalmış
internette tanımış olduğu adama düşüncelerini yoğunlaştırmıştı.
Hangi tasarımcılar benim gibi kusursuz bir aşkı güzel
giysiler içinde cansız bir vücutta hayata geçirebilir ki.
Bahar, kıpırdanmasındaki esin kaynağını kendinden almıştı
sanki. Sevgilisine cömertçe yazılar yazıyordu. Erkek bayan
konseptleriyle hizmet veren butiklere dönmüştü içi. Düşü
rengarenkti. Tatlım diyordu. Her yerim rengarenk çiçekler
açmış gibi geometrik desenler üzerinde ki bluzumun ve platin
rengi mini eteğimin altındaki bacaklarımın bir sütun gibi
seni beklediğini bilmeni istiyorum. Marka merakım dan olsa
gerek hep en nadide giysiler içinde göreceksin beni. Şimdi
duygusuz ve acımasız bir şeytan tarafından ruhum ele
geçirilmiş gibi sanki. Çok kısa zamanda tanışmış olsak ta iki
uzatmalı aşıklar gibi hissediyo0rum kendimi. Seni çok
seviyorum.
Adam ismini dahi bilmediği bir
bayandan gelen yazılar karşısında aşk sarhoşu olmuş, sanki
kendinden geçmişti. “İnsanlar elbetteki sevecekler, o zaman
sevgisinin kendisini götürdüğü yere kadar gitsin aşkları.
Yazarlar kalemlerinin götürdüğü yere kadar yazsınlar.
İnsanlar yapmak istediklerini yaptıklarında, yapacakları yere
kadar gitmiş olurlar. İşte bizde gittiğimiz yere kadar
gidelim internette seninle. Bende seni çok seviyorum. Başka
bir çetleşme de buluşmak üzere” demişti mesajında.
Daha böyle birçok göndermeler
yaptılar birbirlerine. Uzun, kısa yazılarla aşklarını üç ayın
sonuna getirmişlerdi ki bir pastanede buluşarak tanışmaya
karar verdiler. Her ikisi de yaşamlarının gerçeklerini
anlatacaklar mıydı acaba. Bir gün anlaştıkları gibi bir
pastanede buluştular. Bayan:
-Aaffedersiniz ne iş yaparsınız”
dedi. Adam:
-Fabrikatörüm”
-Çok güzel. Der bayan.
-Benim eşimde borsacı. Adam
bayanın eşinin borsacı olduğuna Sevinir çaktırmadan.
-Çok güzel, benimde hisse
senetlerim var. Borsa yükseleceği zaman beni inşallah
uyarırsınız” der bayana. Bayan:
-Ne demek efendim tabi ki
yardımcı olurum. Ancak bu işler alenen olmaz ne de olsa
eşimin telefonu dinlenebilir” der bayan. Adam:
Sen orasını merak etme. Ben
telefonda hal hatır sorarım işler nasıl derim işler iyi
dediğinde ben o gün kağıt alacağım. Sen işler kötü
maalesef işler hasta, işler yattı, dediğinde de elimdeki
kağıtları satacağım. Der. Kadın aslında Borsacı Şükrü İşler
beyin evlerinde hizmetçi olarak çalışmaktadır. Çetleşerek iyi
birini bulsa evlenip kendi hayatını kurtaracaktır. Ama tanıştığı
fabrikatöre de ben o evin hizmetçisiyim diyemez. Kadın bir
fabrikatörle tanışmaktan dolayı gayet mutludur. Bu arada
fabrikatörde çok sevinçlidir nede olsa bir ‘borsacı eşiyle’
tanıştığı için. O da içinden ‘inşallah benim memur emeklisi
olduğumu anlamaz’ diye geçirir. O da bayana ‘fabrikatörüm’
diye yalan söylemiştir. Emekli olunca bütün parasını borsaya
yatırmış, orta hali emekli Satılmış beyden başkası değildir.
Oldukçada yüklü paralar kaybetmiştir borsada. Ama bundan sonra
hele sevgilisi Mahsune hanımla tanıştıktan sonra daha fazla
kazanacağından emindir. Kadın, borsacının yanında çalışmaktan
dolayı borsa ile ilgili birçok açıklamalarda bulunur
fabrikatöre.
-Nede olsa eşimin bu işlerdeki
gizemliliğini ancak ben bilirim. Der . Fabrikatörle tekrar
buluşmak üzere ayrılırlar. İçinden ‘Huşa hazretlerine yüz sürüp
dilekte bulunmamın karşılığını alacağım inşallah. Az mı gittim
yatırlara. Tekkelere az mı yüz sürdüm. Ne kadarda yakışıklı
adam bayağı ilgilendi benimle, Yarabbim bir kabul olsun
dileklerim, bundan sonra bende gün yüzü göreyim’ der.
Satılmışta borsacı hanımıyla
tanışmanın verdiği sevinçle daha çok kazanmanın hayallerini
düşledi. Kadın eve vardığında daha Şükrü beyin gelmesine
hayli bir zaman vardı. Şükrü bey eşinden ayrılmasına rağmen
kendisine davranışında en ufak bir yanlışlığı olmamıştı. Ne de
olsa yaşça borsacıdan çok büyüktü. Kendine uygun arkadaş
getireceği zaman evine:
-Mahsune bugün ablanın evine
gidebilirsin? Der. Mahsunede o gün sevinçle ablasına gider eve
beyin istediği zamanda dönerdi. O gün de öyle oldu.
Akşama bey gelmeden sofrasını
hazırladım yanına da bir duble rakısını ve soğuk suyunu
hazır etmiştim ki kapının zili çaldı. Baktım Şükrü bey
-Hoş geldiniz efendim. Dedim.
-Hoş bulduk Mahsune. Dedikten
sonra üstünü değiştirip banyoya girdi bu arada da bana:
-Bu gün ………kağıtları para edecek,
borsa yükselişe geçecek . AB için tarihin verilmesine kesin
gözüyle bakılıyor. Yarın hareketli bir gün yaşayacağız. Çok
alım, satım olacak, onun için sabah erken gitmeliyim, beni
uyandır. Dedi. Mahsune hanım da:
-Olur bey uyandırırım. Dedi. Şükrü
bey banyodan sonra yemeğini yiyip bir duble rakısını
içtikten sonra yattı. Mahsune sabah dediği saatte beyi
uyandırmak istedi. Şükrü bey rahatsızdı, yatağından kalkmadan
-Mahsune hanım beni arayanlara
kalkamayacağımı rahatsız olduğumu söyle. Lütfen beni kimse
rahatsız etmesin. Diye tembih etti ve odasından çıkmadı. İşe
gitmemesinin verdiği yoklukla arkadaşlarından birkaçı aradı ve
hepsine şükrü beyin hasta olduğunu söyledi.
Tanıştığı fabrikatör yani
Satılmış da büyük bir heyecanla bayandan tiyo almak için
telefon açar:
-Efendim günaydın işler nasıl?
Der kadın internetten tanıdığı adamla telefonda ilk defa
konuşmaktadır sesini alamaz patronunun yani Şükrü beyin
arkadaşlarından birinin aradığını ve Şükrü beyin tembihini de
düşünerek
-Maalesef efendim işler hasta,
yatıyor. Kimseyle konuşacak durumda değil. Der. Hizmetçi
Satılmışın telefondaki sesinden tanıyamaz. Nasıl tanısın ki,
daha ilk defa duyduğu bir ses. Telefonu kimsenin rahatsız
etmemesi için de devre dışı bırakır. Mahsune Hanımdan işlerin
yattığına dair mesajı alan Satılmış ‘demek ki kocasının
yanında ancak bu kadar cevap verebiliyor, müsait değil.
Canım sevgilim benim. Gene beni düşünerek işler yattı diyebildi.
Bu benim için çok önemli der ve elindeki bütün kağıtları
satar.
Ertesi gün borsa yükselişe
geçmiş, borsadaki ekranlardan sattığı kağıtların yükselişi
karşısındaki değer kayıplarından Satılmış saçını başını
yolacak duruma gelmiştir. Yumruklarını sıkıp bunumu yapacaktın
bana Mahsune hani parolamız işler hastaydı. Sevgilisinin
evini bilmiyordu. bildiği tek şey telefondu ve imeyil
adresiydi. Büyük bir kızgınlıkla telefona sarıldı telefonuna
kimse cevap vermedi. Sonra imeyil gönderdi bir internet
kafeden. İşler hasta dedin. İşler yattı dedin, hayatımı
mahvettin Mahsune. Üstelik telefona da çıkmıyorsun. Bu sana
son mesajım sanıyorum bu bu dünyaya son mesajım. Hoşça kal
oysa seni ne kadar çok sevmiştim.
Artık Mahsune içinde çok geçti
ertesi günkü gazetelerden ‘Borsada iflas etti kendisini boğaz
köprüsünden attı’ diye bir haber okudu. Kendisini seven
birisini tanımış ama onu kısa bir zamanda kaybetmenin acısını
da yaşamıştı. Şükrü İşler beyin birkaç gün içinde hastalığı
geçmiş ama Mahsune için kendisini hiçbir zaman
affetmeyeceği ve bir sır olarak içinde sakladığı aşk acısının
izleri hiçbir zaman geçmeyecekti.
|
|
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
16 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
- VALLAHİ GAZETEDEN ESİNLENDİM GOMİSERİM
- Necati ile Suzi altı senedir
arkadaştılar. Necati’nin sanal alemde bir çok kişilerle arkadaşlığı
olmuş ama Suzi’de karar kılmıştı. Ekonominin rezil rüsva olduğu,
insanların standartlarının oluşmadığı ve yarının ne olacağı
korkusuyla yaşadığı, hele internet ortamının yaygınlaştığı bir
ülkede kadınların ve erkeklerin arkadaşlıklar kurmaları oldukça
kolaylaşıyordu. Herkesin ruhu satılığa çıkmış vaziyette. En azından
kiralıktı sanki.
- Suzi olgun bir yaşta olmasa da 'hiç
bir erkeğin', sık sık ağlama krizlerine tutulan kadınların, eşini
aldattığını düşünüp kendisinin de eşini aldatmaya mehilli kadınların
yanına yaklaşmaz. Kendisine anlayış, şefkat ve sevgi göstermeyen
kadının yanına da gelmez. Suzi işte erkeklerin böyle
davrandıklarının bilincindeydi.
- Necati oldukça yufka yürekli ama
bir o kadarda gözünü budaktan esirgemeyen bir tipti. Suzi’den
duyduğu şefkati yakınlığı hiç kimseden duymamış ama Suzi’yle
tanıştıktan sonra da Suzi’nin sanal alem arkadaşlıklarını
yasaklamıştı. Nede olsa onunla evlenmese de hayatının sonuna kadar
arkadaş kalacaklardı. Necati’nin işi gücü yoktu. Kafasından
terlemeden nasıl para kazanılır, o işlerin planını yapar, çoğu zaman
da enselenirdi. Suç dosyası oldukça kabarık olsa da bu planla
birçok kişinin canını yakacağını düşünüyordu.
- Necati elindeki gazeteden bir haberi
kız arkadaşına okuduğunda arkadaşı Suzi gülmekten kendini zor tuttu.
Ama Suzi’ye gazeteden okuyarak esinlendiği ve yapmayı düşündüğü
planı anlatıp ta:
- -Var mısın?” Dediğinde Suzi:
- -Tabiî ki varım hadi gidiyoruz!
Diyerek çıktılar evden. Eryaman’da yeni bitmiş 14 katlı binalardan
birinden karşılıklı daire kiraladılar. Suzi sürekli uğradığı bir
internet kaffeden birbirinden süslü cümlelerle erkeklerin gönlünü
çelecek, içlerinden birini seçip kendine aşık edecekti. Ama önce
Necati’yle birlikte kendisine bir takma isim seçti. Tanıdığı
arkadaşı olan bir bayan ismini kullanarak internetten bir erkekle
samimiyet kurdu. Ev adresini vererek bir gün evine davet etti. Tabi
adam büyük bir sevinçle kızın evine gider bayan kapıyı açar:
- -Kimi aradınız?” Der. Adam bayanın
ismini söyler:
- -Evet benim! Der bayan. Sonra adam:
- -Efendim internette tanışmıştık ya!
Dediğinde bayan:
- -Ay canımmm! Hoş geldin buyur. Deyip
adamı içeri alır. Adam Arzu dolu cümlelerle ağzınızın içindeki
sözlerin iletişim için nasıl kolaylıklar sağlayacağını düşünüp
kelimeleri özenle seçmek için duraksadığında bayan:
- -Rahat olun lütfen. Çıkarın
üstünüzdeki ceketinizi. Der. Adam heyecandan vurgulamada hatalar
yapsa da peltek konuşmasını sağlayacak heyecanını yenmenin telaşını
sessizce içinde taşıyordu. İnternetin kendisine bulduğu sanal
sayesinde ilk defa bir kız arkadaşı olacaktı. Suzi adamın heyecanlı
olduğunu anlayıp:
- -İİnternetle bulduğunuz ilk
arkadaşlığınız mı. Dediğinde adam kekelemeye devam edip dil
sürçmesiyle evetle hayır arası mırıldanmalarla saçma sapan bir
şeyler söylemişti farkında olmadan.
- -Sizi seviyorum galiba. Bayan dedi.
- -Beni sevdiğini söyledin gel şöyle
yanıma. Dediğinde, daha adam yerinden kalkmamıştı ki dairenin giriş
kapısı çoktan açılmış, arkası kapıya dönük internet çapkınının
arkasında bir kişi belirmişti iri cüsseli. İşte o anda kadın sesini
yükselterek.
- -Vallahi suçum yok, zili çaldı
içeriye zorla girdi. Terbiyesiz bu adam beni tedirgin ediyor. Diye
bağırdı. Adam omzuna konmuş iki elin ağırlığını hissedip heyecanına
karışan korkuyla birlikte sıçramak istemişti. Tabiî ki bu Suzi’nin
sevgilisinden başkası değildi. Necati adamın gömleğinin iki
yakasından tutup utanmıyor musun evli barklı kadını taciz etmeye?
Necati sanki yardıma gelen apartman komşusuymuş gibi.
- -Ham fendi şikâyetçi isen karakola
götürelim. Görsün bir bayanı taciz etmek, zorla evine girmek
nasılmış? Internet çapkını çoktan yalvarmaya başlamıştı bile.
- -Vallahi bu adrese çağırdı hanım
beni, yemin ediyorum abi. Dedikçe kadının sanki eşi varmış gibi gene
yüksek sesle bağırarak.
- -Ne olur komşum, kocam duymasın
ikimizi de keser. Deyip sözünü bitirdiğinde, bu seferde sevgilisi
ciddi tavırlarla:
- -Hanım efendi anlıyorum sizi, ben
şahidim. Baksanıza adam zorla girmiş durumda evinize. Diyerek
kendisinde karşı koyacak direnci iyice kaybolmuş adama yüklenirler
itham edici sözlerle. Necati çeker tabancasını.
- -Komşumun namusu benden sorulur, bu
iş burada böyle bitmez, sen hiç alakan olmayan bayanın evine zorla
gir, kadını taciz et. En az 10 sene yersin. Ne diyorsun bacım!
Dediğinde daha kadın her hangi bir şey söylemeden adam
- -El aleme rezil olmayayım ne olur
ben evli barklı biriyim, karım duyarsa mahvolurum ne gerekiyorsa
yapayım bırakın beni! Demeye başlamıştı çoktan. Kadın:
- -Yok öyle yağma, kolaylıkla
kurtulacağını mı sanıyorsun? Der. Kadının komşusu Necati:
- -Tutukluluk halin cabası. Mahkeme
masrafların, manevi tazminat, dünyanın parasını ödersin kadın
şikayetçi olsa. Bacım manevi yönden gerçi çok korkmuşa benziyorsun
bir şeyler versin de adamı sal gitsin, bir daha da haneye tecavüze
kalkışmasın! Der. Adam kadınla olan internet ortamını çoktan
unutmuş, Necati’nin söylediğini tas dikleyerek:
- -Bak arkadaş doğru söylüyor ne
istersen vereyim! Der. Adam zaten internette ne iş yaptığını,
arabasını, evini barkını, çocuklarına, sülalesine varıncaya kadar
çok şeyini Suzi’ye söylemişti. Adam oracıkta üzerinde olan iki bin
lirayı verir, ayrıca beş bin liralık ta bir senet imzalar bir ay
sonrası için.
- İnternet çapkını evi terk ederken
komşusu Necati bey adamın arkasından kapısı açık duran kendi evine
girerken adama:
- -Bir daha görmeyeyim seni buralarda
haaa! Diyerek ayrıca peşinden korku salmıştı.
- -Suzi perde aralığından adamın arabasına binişini seyredip
adamın gittiğini gördükten sonra hemen karşı dairedeki sevgilisinin
evine giderek Necati’nin hazırlamış olduğu şarabı kollarını
birbirlerinin arasından geçirerek karşılıklı “şerefine” diye
yudumladılar. Suzi bir elinde şarap kadehini tutarken diğer elinde
de tebessümle bir haberi okuyordu. İnternetten tanıştığı bir adama
başkasının ev adresini verdi. Adama:
- -Kapıya geldiğinde beni cep
telefonumdan ara. Dedi. Adam belirtilen adrese gelince telefon
etti:
- -Şimdi ne yapacağım? Diye bayanı
aradı. Büyün:
- -Ben içerdeyim kapının zilini
çalmadan soyun bakalım! Der. Adam soyunur.
- -Şimdi ne yapacağım? Dediğinde kız
arkadaşı:
- -Zili çal beni karşında çıplak
bulacaksın. Der. Adam heyecanla kapının zilini çalar. O da ne hiç
tanımadıkları çıplak birisi evlerinin kapısını çalmış karşılarında
duruyor. Hemen adamı yakalamışlar polisi arayıp gelen polise teslim
etmişler. Adam durumu izah etmiş kızın telefonunu vermiş ve kızı da
yakalamışlar. İşte bu haber Necati’ye ilham kaynağı olmuş ilk
işlerinde güzel para kazanmışlardı. İlk işlerinin alışkanlığıyla
Necati sevgilisiyle beraber yapacakları ikinci işlerinin planı
hazırlamıştı. Birkaç gün gezip eğlenmişler ve bir başka sevgili için
Suzi çoktan internet kafenin yolunu tutmuştu.
- Her defasında planları çok iyi
işler. Son işinden sonra bir gün Necat’inin karşısına sıska birisi
çıkar. Adam her ne kadar Suziye göre denk birisi ise de Necati’ye
göre boy fakiriydi. Necati oldukça kendinden emin adamı korkutmuş iş
pazarlık safhasına gelmişti. Necati iki ellerini ense köküne arkadan
dayamış karşısındaki tuzağa düşmüş internet sevgilisi tacizciye yeni
yeni hamleler yapıyordu ki arkadan bir el ustalıkla Necati’nin iki
elini bileklerinden kavrayıp ters bir hareketle Necati’yi
koltuğundan fırlatmış, bilekleri kırılacak derecede bükülmüş olan
Necati yabancı biriyle yüz yüze gelmişti. Necati iki büklüm olup
yabancının karşısında çapraz duran kollarını kurtarmaya çalışsa da
nafile. Yabancı o esnada:
- -Söyle bakalım kaç kişinin parasını
gasp ettiniz, bu size yakışır mı? Dediğinde Necati karşısındakinin
sivil polis olduğunu geç de olsa anlamıştı. Sıska ve bücür sevgili
adeta devleşmiş ve:
- -Alın götürün bunları, baksana iki
kişilik bir çete bunlar. Bir daha da masum insanların canlarını
yakmazlar. Deyip dışarıda hazır bekleyen ekibe arkadaşıyla birlikte
Necati’yi ve Suzi’yi teslim etmişlerdi. Polis otosunda giderlerken
Komiser:
- -Nerden geldi aklınıza böyle adam
dolandırmak söyleyin bakıyım? Dediğinde Necati birazda kelepçenin
sıktığı ellerini gevşetmek için uğraşırken can havliyle:
- -Vallahi gazeteden bir haberden
esinlendim gomiserim! Komiser:
- -Esinlendin demek ha! Bu ne biçim
iştir Vallahi anlamıyorum! Der Komiser yanındaki arkadaşına. Çocuk
Süpermen filmini seyreder esinlenip kendini bakondan aşağı atar.
Vurdulu, kırdılı filim izlerler öğrenciler birbirlerini
bıçaklarlar, öldürürler. Filimden esinlendim derler. Ahhh şu
esinlenmelerden çok çekeceğimiz var. Necati hem komiseri çaktırmadan
dinliyor, bir taraftan da:
- -Vallahi gazeteden esinlendim
gomiserim! Diyordu.
|
|
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
17 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
KARAKOLA GİTSEM Mİ Kİ ACABA
El ettiler durdum. Erkek arka kapıyı
nazik bir şekilde açtı, kız arkadaşını bindirdi ve kendiside benim
yanıma oturdu:
-Mesa Koru Sitesi” dedi. Bende
içimden çok sevinmiştim. Böyle uzun yol her zaman çıkmazdı. Ne de
olsa Kızılay'la, Koru sitesi arası bu trafikte insanın en az kırk
beş, elli dakikasını alırdı. Taksimetreye bastım, gazladım. Bir iki
dakika geçmedi, yanımdaki:
-Eee! Anlat bakalım Şoför abi, şöyle
iyi bi yanından ” Bende, başımdan geçen bir olayı anlatmaya
başladım. Pür dikkat kesildi, can kulağıyla dinliyordu.
Gene bir gün iş dönüşünde durağa
gelirken yoldan biri; acele işi var gibi el etti. Yumuşak bir frenle
Yanında durdum. İki arkadaştılar. Biri uzun boylu atletik yapılı,
diğeri az kısa ve kilolu idi. Uzun boylusu ön koltuğa, benim yanıma
oturdu. Kısa olanı bana:
-Oran’a Dedi. Hani şoför olmasan da
Ankara’yı bilmesen:’Ben de senin orana‘ dersin al başına belayı.
Önde oturan arkadaki arkadaşı ile münakaşa etmeğe başladı. Demek ki
taksiye binmeden önce de tartışmaları vardı. Taksiye bindikten
sonra da tartışmaları devam ediyordu. Önde oturan uzun boylu olanı
arkadakine:
-Koyarım abi! Dedi. Arkadaki de:
-Koyamazsın! Dedi. Ben böyle
tartışma mı olurmuş, koyarsın, koyamazsın diye düşünürken’ arkadaki:
-Ben abi kapımın önüne araba
koydurtmam! Dedi. Bende adamların boş yere günahlarını alacaktım ki
işi çözdüm. Uzun boylu olanı Kuğulu'da inecekti ama arkadaşı Oran'da
oturduğu için:
-Olmaz abicim, önce seni Oran'da
indirip sonra ben dönüşte Kuğulu'da inerim. Dedi. Kısa ve şişman
olanı Oran da indirdik. Dönüşte ön koltukta oturan:
Şoför bey taksimetreyi kapat, nasıl
olsa Kuğulu’ya ineceksin dönüş ücreti yazdırma bana” demez’ mi,
bende:
-Olmaz! Dedim. Hay demez olaydım da
dillerim çekileydi. Adamda bunu mu bekliyormuş ne?
-Yav gardaşım nasıl olmazmış, bal
gibi olur. Senin elinde. İstesen olmaz mı yani ? Ben:
-Olmaz! Dedim. O:
-Olur! Dedi. Olurdu, olmazdı derken
silahını çekti, arkadaş ne yapacaksın al başına belayı. Bizde
delikanlı geçiniyoruz ya, üstelik de şoförüz. Bu arada:
-Çabuk üzerindeki paraları boşalt!
Demez mi hani paraları vermek bir yana, soyulduğumuzu duyarlarsa
arkadaşlar vallahi beni tefe koyarlar. Sen bizim şoför milletini
bilmezsin. O zamanda Oran şehri yeni kurulmuş; in yok, cin yok
yollarda. Bende üzerimde ne var ne yok kuruşuna kadar adama verdim.
İçimden de dua ediyordum, bu kadarla
kurtulayım bari diye. Sonra birden üzerimden abandı, benden yanı
olan kapıyı hızla açıp itekleyiverdi beni dışarı. Tabi ben bi güzel
yuvarlandım yere. Vakit gece yarısı ve bana bağırarak:
-Üç saate kadar ortalıkta görünme,
sonra git arabanı Cebeci’deki Kan bankası'nın önünden al! Dedi ve
gazladı gitti. Sözünün eridir belki, dediğini yapar diyerek polise
de haber vermedim.
Gece karanlıkta yayan Kan
bankası'nın oraya kadar yürüdüm. Epeyce sağda, solda vakit geçirdim.
Baktım üç saat geçmiş, dediği yerde arabam yok. Bir iki saatte
öylesine bekledim belki gelir diye. Ne gelen vardı ne giden. Sonra
gittim karakola soyulduğumu, arabamın uzun boylu, bıyıklı, esmer
biri tarafından gasp edildiğini anlattım. Polisler ifademi aldılar.
Aradan iki gün geçti arabamı Sitelerde terkedilmiş olarak buldum.
Emekli bir kişiyim, bütün yatırımımı ‘aha’ bu taksiye yaptım.
Allah'tan her hangi bir yerinde hasar yoktu. Buna da 'şükür', dedim.
-Eee! Dedi, kızın arkadaşı:
-Sonra ?
-Sonrası ne olacak, o karakol, başka
karakola da. Bildirmiş arabamın gasp edildiğini. Moral bozukluğundan
işe de gidemiyorum.
Ertesi gün polisler çalıştığım
durağa gelmişler beni sormuşlar. Bakmışlar ki ben yokum; bu sefer
arkadaşlarımdan ev adresimi almışlar. Eve geldiler. Hadi, beni evden
alıp doğru karakola götürdüler. Gaspçılıktan yakalanmış üç, beş
kişiyi bana gösterip:
-Senin arabanı gasp eden bunlar mı?
Dediler Bende:
-Hayır, Komiserim bunların hiçbiri
değil! Dedim. İkide bir:
-Dikkatli bak; bunlardan biri
olabilir! Diyorlar, bende her defasında:
-Bunlar değil” diyorum. Sonra beni
salıveriyorlar:
-Lazım olunca biz seni tekrar
çağırırız. Diyorlar. Aradan ya birkaç saat geçiyor, veya bir gün,
önce taksi durağına, beni bulamayıp, sonrada eve geliyorlar. Hadiii
tekrar karakola. Bu seferde başka karakollar çağırmaya başladı. Hiç
çalışamıyorum, hastalandım, moral sıfır! Ekip arabasıyla karakola
gidip bana gene bir sürü kişi gösteriyorlar hiçbiri olmadığı için,
beni salıveriyorlar. Nasıl dönersem döneyim eve. Günah olmayacağını
bilsem gösterdikleri kişilerden birisine:
-Aha bu benim arabamı gasp eden!
Diyeceğim ama İnsanın vicdanı razı olmuyor. Karakoldan yayan
yapıldak eve geliyorum. Tabanlarım şişmiş. İnsanın uykusu da
kaçıyor, uyu uyuyabilirsen. Bu işin gündüzü, gecesi olmuyor ki ne
zaman bir gaspçı yakalansa, muhakkak karakoldayım.
Esasında polisler de bıktı bu işten
ama onlarında vazifesi bu demek. Sistem böyle işliyor. Daha sonra
önüme albüm koymaya başladılar:
-Bunlardan bir tanesini söyle de
kurtul! Dediler. Esasında ben değil kendileri kurtulacaklardı. Gayet
iyi anlıyorum ama anlamazlıktan geliyorum. Ama ben hiçbirini
yapmadım. Şikayet etmek akıl karı değilmiş arkadaş. Bana arabamı
sattıracaklardı.
Mesa Koru sitesine gelindiğinde
yanımda oturan:
-Tamam, şoför gardaş, bayanı burada
indirecez! Dedi. Ben durdum, delikanlı inip kızın kapısını açtı,
vedalaştılar, sonra tekrar öne; yanıma oturdu:
-Ümit köye! Dedi ve sonra:
-Eee anlat, anlat hele! Bende:
-Yani senin anlayacağın gaspçılar
bulunamadı. Ben gene bir hayli karakol, karakol dolaştım dosya
kendiliğinden kapandı da çağırılmaktan kurtuldum. Ümit köy'e
gelmiştik:
-Burada da ben ineyim! Dedi. İndi
cebinden iki milyon çıkarıp:
-Buyur şoför bey!
-Ne bu? Dedim.
-Ne olacak Para görmüyon mu?
-Görüyorum görmesine de taksimetrede
on sekiz milyon yazıyor, on altı milyon daha vereceksin! Delikanlı:
-Onlar gaspçıydı, paranı vermemişler
üstelik arabanı götürmüşler. Bizde öğrenciyiz, bizden de bu kadar.
Hadi yaylan bakalım! Der demez ben arabadan dışarı çıkıp:
-Nasıl vermezmişsin! Dememe kalmadı
nereden çıktıklarını bilemediğim gençler sekiz on kişi oluverdiler.
Ne arada gelmişlerdi, ne zaman gelmişlerdi farkına bile varamadım.
Tek kelime etmeden bindim arabaya sonra:
-Hadi size de öğrenci kıyağı olsun
bari! Dedim. Sonra bir ara ‘karakola gitsem mi ki’ diye düşündüm. Bu
memlekette şoförlükte yapılmaz diye düşündüm. Dalmışım az daha kaza
yapacaktım. Arabayı satsam mı ki diye düşündüm. Hala düşünüyorum...
|
|
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
18 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
- İŞİNİ BİLEN MEMUR
- Can Bey işini bilmeyen bir memur
emeklisiydi. Nedense hep çevresinde işini bilmeyen memur emeklileri
vardı.
- Bu işini bilmeyen memur emeklileri
bir kafede otururlar, akşama kadar oyun oynayıp zaman öldürürlerdi.
- Kimi işini bilmeyen memur emeklileri
de dernek ve vakıflarda fahri çalışırlar, işini bilenlere hizmet
ederlerdi. Bu dernek ve vakıfların başındakiler derneğin
kuruluşundan sonra ölene kadar başkan olarak kalırlar.
- Günün birinde devletin başı; ‘benim
memurum işini bilir’ diye bir laf etmiş, artık sen seyredeceksin
memleketteki cümbüşü. Her köşe başındaki memurlardan işini bilenler
hiç çalışmamaya başlamışlar.
- Bir bankamatik memurları türemiş ki
sormayın. Çokları kahve köşelerinde ‘al papazı ver kızı’ boyuna oyun
oynuyorlar. Aybaşlarında hesaplarına yatırılan maaşlarını bankamatik
kartlarıyla çekip işlerine bakıyorlarmış.
- Memurlar çalışmıyorlarmış ama iş
yerlerinde de işler öyle bir birikmeye başlamış ki; işini bilen,
çalışmayan memurlar, mesaiye kalıp daha çok maaş alır olmuşlar. İş
biriktikçe işini bilen memurlar daha çok çalışmamaya ama daha çok
para kazanmaya başlamışlar.
- Gerçi Can Bey, emekli olduktan sonra
söylenmiş o laf ama işyerlerinde de; işini bilen memurlarla, işini
bilmeyen memurlar kamplara ayrılmışlar. Çoğu kez işini bilen
memurlar mesai saatlerinde hem vakit geçirebilecekleri, hem de iş
bitirebilecekleri kahveleri mesken tutmaya başlamışlardı. Bu
kahvelerde akşama kadar ‘okey’ ve ‘iskambil’ oynuyorlar, iş
takipçileri geldiklerinde de üç aşağı beş yukarı anlaşıp iş
bitiriyorlardı. Nede olsa devir iş bitirme devriydi. Memur olmayan
kesimden yani esnaf kesiminden kişilerde bu kalabalığı görüp işsiz
zannedip acırlardı.
- Artık memur tayinlerinde herkes
tanıdıklarını devreye sokup nerelerde daha iyi rüşvet çarkı
dönüyorsa oraya tayinlerini yaptırıyorlardı. Bu rüşvet
pazarlıklarını kaç kez Can beyde televizyon kanallarındaki gizli
çekimlerde izlemişti ama ne yapabilirdi:
- -Televizyonda gösterildi de ne oldu'
dedi, kendi kendine.
- İşini bilen memurlar yayından sonra
amirleri tarafından azarlanmışlar:
- -Beceriksiz herifler! Böyle açıktan
açığa iş bilinmez, işini bileceen, bildiğini bildirmiyeceeen.
Arkadaşlar ne demiş atalarımız, ‘iş bilenin, kılıç kuşananın’ ne
gadar dooru bi söz.
- Amirleri böyle derde, o işini
bilmeyen bir amir midir? Toplanan 'cukkalar' amirleri de dahil olmak
üzere hep beraber pay edilir. Zaten bir yerde baktın ki herkes işini
biliyor, sen de bileceen. Fakat şu bizim Can hayatta işini bilemedi.
- İşini bilemeden de emekli oldu.
Şimdi iş bilenleri gördükçe:
- -Ahh! Şu söz bizim zamanımızda
söylenmiş olsaydı; bak ben neler yapardım bir görsünlerdi". Can
hayatı boyunca sıkıntı içinde yaşadı. İşini bilen memurlara ‘Allah
yürü ya kulum’ diyordu da, kulları yanlış anlayıp sanki; ‘yürüt ya
kulum’ demiş gibi yürütüyorlardı. Can içinden:
- -Sanki biz o Allah'ın kulu değil
miyiz” diye geçirir, sonrada 'tövbe, tövbe' der, 'belki tanrı bizi
sınıyor, belki de öbür dünyada işini bilen memur biz olacaaz.' Can
kafasından bin bir türlü hesaplarla, doluya koyup almayan, boşa
koyup dolmayan dertleri düşünüp, dalgın ve boş bakan gözlerle
yürürken; asfaltın kenarlarındaki tretuvarın diplerinde birikmiş
çöpleri, kaldırım üzerlerindeki atıkları, tenekeden yapılmış faraşa
süpüren bir çöpçü dikkatini çeker.
- Kapalı otobüs durağındaki banka
oturup, bir hayli çöpçüye bakar. 'İşini çok ciddi yapan, dalga
geçmeyen birisi' olarak görür çöpçüyü. Her taraf pırıl pırıldır.
‘Nasıl olsa birisi görmez, şu gölgede biraz oturayım, dinleneyim’
demeden arı gibi çalışmaktadır adam. ‘Allah, Allah bir yanlışlık
olmalı bu işte’ der Can.
- Can adamı 'işini bilmeyen' bir işli
gibi düşünür:
- -Devletin başının söylediği
laflardan bu adamın haberi yok galiba” der. Can oturduğu yerden
kalkıp üşenmeden yolun karşı tarafına geçer. Çöpçünün yanına kadar
gidip:
- -Selamünaleyküm, kolay gelsin
hemşerim” der. Çöpçüde Tanrı selamıdır diyerek:
- -Aleykümselâm” der. Can:
- -Hemşerim çok çalışıyorsun, hoşuma
gitti çalışman, bende emekliyim. Bazen dikkat ederim şu belediye
çalışanlarına, ufak bir işin başına sekiz on kişi toplanırlar, biri
amele çavuşudur çalışmaz, biri çavuş yardımcısıdır çalışmaz, biri
alır eline bir kürek; 'atayım mı, atmayayım mı' der gibi o kürek boş
gelip gider. Biraz ciddi çalışan varsa oda muhakkak işe yeni
girmiştir veya geçici işçidir ki daimi kadroya alınana kadar göz
boyasın. Yani bir kişinin bir günde yapacağı işi, on kişi bir günde
yapar, onu da ağzına yüzüne bulaştırırlar ama seni hiçte öyle
görmedim” der çöpçüye. Çöpçü süpürgeye yaslanır, bir iki saniye
soluklanıp:
- -Abi beni bi belediyeye alsalar var
ya sen o zaman gör beni, amirim söz verdi beni belediyeye alacak”
Can çöpçüye:
- -Aha çalışıyon ya, yaptığın iş
belediye işi değil mi?" çöpçü de:
- -Belediye işi emme! Benim patronum
Yaşar Göbekatar” der. İşsiz işli olan, çöpçüye Can merakla:
- -Hele bi anlat bakayım yaptığın iş
belediye işi ama işverenin belediye değil. Bu nasıl oluyor?” İşsiz
işli de başlar anlatmaya:
- -İşini bilen; işli işsiz, Yaşar
Göbekatar'ı heç tanımazdım. Ben işi gücü olmayan serseri birisiydim.
Para kazanmak, bir iş yapmak istiyorum ama ne iş yapsam
yaptırmıyorlardı bana. Simit satmak istedim, bütün köşe başlarını
tutmuşlar nereye durduysam biri gelip; 'Hooop hemşerim hadi yaylan
bakalım, bizim satışlarımıza mani oluyon' dediler. Simitçiliği
bıraktım. Mısır sattım, kestane sattım, ama bunlar geçici mevsimlik
işlerdi. Mısır, kestane bitti mi başka işlere yöneleceen muhakkak.
Günlük harcamam kadar kazanamadığım zaman borçlanmak zorunda
kalıyordum. Günlerden bir gün havada öyle bi soğuk ki, her taraf
tabiri caizse buz kesiyo. Bir kahveye gittim, okey oynayan bi
masanın yanına çektim sandalyeyi. Oturuyordum. Garson hemen elime bi
çay tutuşturmaz mı, almam diyemedim. Mecburen alacaan, alacaan emme
çay içsem öğlen aç galacaam. Ekmek parasını çaya verdin mi, zor
garın doyurmak. Ben böyle düşünüp, çayımı höpürdeterek içiyormuşum
da haberim yok. Masada oyun oynuyanlar ben her höpürdettikçe
'yarasın' derlermişte ben duymazmışım. Düşünürken de nasılda
gendimden geçmişim demek ki. Adının sonradan Yaşar Göbekatar
olduğunu öğrendiğim kişi taş oyununda kazanır. Şakur şukur bir
gürültüdür gider:
- -Hadi bakıyım ödeyin hesapları” der
karşısındakilere. Bende bu arada çayımı bitirdim, ellerim titreyerek
çay parasını verecektim ki, Yaşar Göbekatar:
- -Yoo! Olmaz, valla olmaz hemşerim.
Bana uğur getirdin sen. Senin hesabını öderler şimdi yenilenler”
demez mi? Bende hiç farkında olmadan höpürdeterek içtiğim çayın
parasını cebime koyarken, Yaşar Göbekatar:
- -Yav hemşerim ne güzel içiyodun öyle
çayı. Ne iş yapan sen” dedi. Bende:
- -Heeç “ dedim. Oda:
- -Ne demek heeç, yani bi işin yok mu?
Bende:
- -Yok “ dedim,ne iş olursa yaparım.
- -Senin adın ne?
- -Satılmış.
- -İyi, benim adımda Yaşar Göbekatar.
- -Abi senin anıyacaan adam biraz
düşündü, düşündü demek ki burada çalıştırdığı bir işçi varmış onu
çıkarmış, Yaşar Göbekatar:
- -Bak Satılmış şimdi parasını
azımsamıyacaan, sana bi mıntıka temizliği işi vereceem, her gün
gösterdiğim yeri tertemiz, pırıl pırıl edeceen. Süpürüp
temizliyeceen. Çevrede çer, çöp bişey kalmayacak. Kontrole
geldiklerinde, tertemiz görecekler. Sana da gündelik bir milyon
verecem. Yemen, içmen bana ait. Tabi bu başlangıç. Hayırlısıyla bi
çalışmaya başla, daha sonra ben seni gadrolu işçi olarak belediyeye
aldıracaam. Sonra zamanı gelince sende benim gibi olursun. O zaman
daha da çok artar maaşın” dedi. Bende, sonradan gadrolu olacaam diye
kabul ettim. İdare ediyok işte. Asgari ücret kadar olmasa da ne
yapacan? Can:
- -Peki, o Yaşar Göbekatar kim?
- -Heeç! Oda belediyenin gadrolu bir
çöpçüsü. Duyduğuma göre oda kendi müdüründen daha çok maaş
alıyormuş. Belki yirmi, yirmi beş yıllık belediyedeymiş. O yüz
milyon alıyosa aylık, bana veriyo otuz milyon. Üstelikte çalışmıyo,
akşama kadarda gahvede oyun oynuyo. Gadrolu olunca bende biliyom ne
yapacaamı” dedikten sonra Can beye:
- -Gusura bahma beyim daha çok
süpüreceem yerler var” deyip başlar çalışmaya ama bir taraftan da
sesli düşünmeyi sürdürür:
- -Ah bi belediyeye girsem, ah bi yüz
milyon gaymada ben alsam, ah, bi okey, ah bi pişti, ah bi gadrolu,
ah bi, ah bi” diye diye kendini işe vermiş çalışırken ve etrafı
temizleye temizleye oradan uzaklaşırken Can bu işe şaşırıp
kalmıştır.
- Bir yanda işini bilen işsiz, işli
Yaşar Göbekatar, diğer yanda işsiz işli Satılmış'ı düşünerek, yeni
bir şey öğrenmenin verdiği hayretlikle kendi yapacağı işi
unutmuştur. Hem gider hem düşünür; 'Acaba ben bugün neyin kuyruğuna
girecektim. Elektrik parasının mııı, Doğalgazın mııı, suyun muuu,
Telofonun muuu?
|
|
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
19 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
- Babam henüz yeni ölmüştü. Bitişik
bahçe komşumuz Saramet sanıyorum bu ölüm olayına sevinmişti. Bir evin
erkeğinin ölmesi ne demek biliyor musunuz? O evin mutsuzluğu demek.
Evde erkek bir güçtü. O güce bir ailenin ihtiyacı vardı. Çünkü bu
ölümden geriye sahipsiz bir aile kalmıştı. Aileye sahip çıkacak tek
kişi vardı oda bu ailenin yanında değildi. Yani öksüz kalan çocukların
dayısı! Dayı Ankara’da hem okuyor, hem de çalışıyordu.
- Saramedin korkusundan büyük annemin
(anneannemin) gözüne uyku girmiyordu geceleri. Birazdan kapı çalacak
Saramet canımıza malımıza zarar verecek kuşkusu içindeydi.
- Çocukluk yıllarımda bunun bilincinde
değildim yedi yaşında bir çocuktum. Annem çok genç yaşta dul kalmıştı.
Bilhassa Anneannem, annem bizlere kol kanat geriyordu. Yanı
başımızdaki bahçe komşumuzun annem ve bizler hakkındaki düşüncelerini
ve olacakları en iyi ve sağlıklı bir şekilde düşünen büyük annemdi.
Geceleri gözüne uyku girmeyişinin taşıdığı endişesini bahçe evleri
bizden çok uzak olsa da oturmaya gittiğimiz ‘Topal Ali abi’ ismindeki
akrabamıza da söylemişti. Ali abi:
- “sen telaşlanma Raife hala ben her gün
size uğrarım” dediğinde annesi de oğlunun bizi yalnız bırakmayacağını,
oğlum unutsa bile ben “git Rafya halana bir bak da gel” derim dediğini
hayal meyal hatırlıyorum.
- Bilhassa bu sahiplenmeyle büyük
annemin yüreğine su serpilmişti. Bizler böyle bir korkunun ve
endişenin içindeyken, birileri yani Saramet bize gelmenin hesaplarını
yapıyordu. Bilse ki ‘Ali abi’ bizi koruyup, kollayacak onu bir dağ
başında öldürür, ölüsü kim vurdu ya giderdi.
- Bilhassa bizimle iyi iletişim içinde
olanlara sırf söylenenler bize iletilsin diye güya yardım etmek ve
sahiplenmek açısından
- “o dört çocuğa babasızlık çektirir
miyim ben. Anasını ben alırım, iki kızı da yetişince ve zamanı
gelince benim oğlanlar alır. İki erkek çocuğu da malımıza sahip
çıkarlar, çobanlarımız olur, mallarımızın bekçiliğini,
mahsullerimizin ırgatlığını yaparlar” demişti. işte bu sözler kulaktan
kulağa söylenip büyük aneminde kulağına gelmiş olmalı ki annem bahçe
komşumuz Ali ağabeye bu yüzden bir defa daha gidip konuşma gereği
duymuştu. Ayrıca Ankara ya göç etme fikrini de ilk defa Ali ağabeye
anlatıp bir danışacak bakalım akrabamız ne diyecekti. Korku içinde
geçirdiğimiz birkaç geceden sonra gene bir gün bir akşam Ali
ağabeylere gittik durumu büyük annem anlattı Ali abide “Dur bahak şu
anda Saramedin bir rahatsızlık verdiği yok. Hala Ankara’ya gitmenizi,
o zaman bi daha konuşuruz” dedi ve gece geç yarısı bizi evimize kadar
getirip, o tekrar evine dönmüştü.
- Ali ağabeylere gidişimizden birkaç gün
sonra bir gün akşamüzeri geç vakitlerde dış kapımız hızlı hızlı
çalınmıştı. Bu hayırlı bir çalış değildi. Topal Ali abi olsa aşağıdan
seslenirdi “hala benim Ali” derdi. Hızlı ve olanca kuvvetiyle kapı
zerdesi vuruluyordu.
- Hacamatın aklında söylemek istedikleri
bir şeyler vardı. Gece geç vakit gelmeliydi ki çoluk çocuk uyumuş
olsun, demek istediklerini Rayıfa kadına anlatsın ve hatta razılığı
varsa bir ikide Sıdıkayı sıkıştırsındı.
- Sık sık ve kuvvetli kapı çalınmasından
büyük annemin kalbi küt küt atmaya başlamıştı.
- “Boyu devrilisice Saramet bu” diye
aklından geçirdi. “Gecenin bu sahatinde birilerinin evine
gitmenin yakışık almadığını bilmez mi bu adam neye çalar bu
sahatte kapıyı” diye söylenerek açtığında korktuğu başına
gelmişti. Korktuğunu ve çekindiğini belli etmeden
- “oooo saramet senmiydin bende
yabancı birisi sandım da aha bu kalası vuracaktım kafasına”
deyip elindeki bir tahta paçasını yere koydu. Girişteki koca
avluda bir iki büyük baş hayvanla birlikte davar olduğundan
hayvan dışgısı kokularının arasından bir üst kata çıktılar. İki
yere asılmış lamba ışığının titrek yansımaları arasında
Saramedin başının gölgesi duvara aksedip dalgalanıyordu.
- Raife annem aşağıya inerken
götürdüğü feneri gene evde aydınlık yapsın diye duvara
çakılmış bir çiviye astı. Kapının o sarsıcı tak takları
vururken büyük annem, annemi bir odaya kapatmış, üzerinden de
kilitlemişti. Sorsa “biraz rahatsızda erkenden yattı” diye
söyleyecekti. Ama kendisinin yanında kendisine güç kuvvet
olacak birinin olması gerekmez miydi. Bunu düşünerek ablamı
uyandırmış
- “sen benim gücümsün kuvvetim sin”
demişti. “İşte yüce Rabbim bu torunumdan medet umuyorum sen
torunlarımı ve kızımı bu adamın şerrinden koru” demiş ve
ilk defa birkaç gün evvel gittiği ve hiçbir zaman kendilerini
yalnız bırakmayacak akrabaları Topal Ali gelmişti aklına. Oysa
Ali abide o gün kendilerini yoklamaya gelmiş “Rayıf hala bi
isteğin varmı” demişti. Rayıfa kadında “yok Allah seni
başımızdan eksik etmesin” diye de duada bulunmuş ve Ali abi
biraz oturduktan sonra gitmişti. Aynı günün geç vaktinde tekrar
bir daha yoklamaya gelmesi bir mucizeydi. Saramed büyük
annesinin yanından ayrılmayan torunu Emine nin uyumamasına
kızarak Rayıfa gadına:
- “bu kız bu saata gadar durumu
canım uyut get sabiyi. Hadi Sıdıkayı da uyandır da gel bir
iki laflarız” dedi. Büyük annem onun rahatsızlanıp erkenden
yattığını söyledi. “Neyi varmış de bahak bizim bi yardımımız
dokunursa söle be Rafya gadın size sahap çıkmayacazda kime
sahap çıkacaz. Aha bu çocuklar Memet ağadan bize emanet. Ben
onları gözümün içi gibi baharım. De git uyandır hele Sıddıkayı
onun yanında gonuşak bahak ne diyo” diye üsteledikçe büyük
annem duymamazlıktan geliyordu.
- Saramet Kaleciğin haracını yiyen
onun bunun malında gözü olan, döşünde çifte fişeklik sırtına
asılmış tüfeğiyle dağ bayır dolaşan, kimi yerde kendisine karşı
çıkanları öldüren ve ölenlerin kim vurdu ya gittiği bir
ortamda dolaşan bir eşkıya. Halkı canından bezdirmiş
kendisinden korkan kişilere yalancı şahitlik yaptırarak haksız
yere birçok kişilerin mallarını elinden almış bir kişi. Yani
geçim kaynağı buydu. Millet askerliğini vatan için yaparken o
aynı zamanda asker kaçağı idi.
- Büyük annem Saramede “karnın açmı?”
diye sordu. O da “tokum” dedi. Büyük annem çay yaptı
ikram etti. Sırf Sıdıkayı aklına getirmemesi içinde Saramet’i
lafa tutarak dağdan, bayırdan ona bir şeyler anlattırmanın
peşindeydi. Belki saat geç olmuş derde kalkardı. Ama ne mümkün
hala “sizin bir erkeğe ihtiyacınız var. Gecenin bu saatinde
galaçayına gidip bahçanızın arkına suyu çevirebilir misin? Rafya
gadın hep bunları rahmatlı Memet yapardı. Bunlar erkek işi. Aha
davarı güdecek yaşta mı çocuklar. Bizim çocuklar ne güne
duruyor. Sana baharık Sıdıkaya’da sahap çıkarık ben kararımı
verdim hele sabaha kadar bi oturak bi düşünekte sizi bizim
eve taşırız.”
- Raife anam sıkımı olmaz diyecek
Sarıamada. İçinden “Allhım sen bana bir kurtuluş ver. Allahım
sen her şeye kadirsin” diyor, çaktırmıyordu ama gözünün yaşı
içine akıyordu. İkide bir medet umduğu torununun uyumaması
için arasıra çimdikliyordu onu. Gecenin belki üçüydü. Hele bu
günü bir atlatsın durmayacaktı buralarda. Oğluna haber salıp
Ankara’ya göçeceklerdi. “Çevremdeki ırz düşmanlarının elinden
kızımı torunlarımı kurtar yarabbim” diye içinden sürekli,
dualar ediyordu.
- Saramet ara sıra köstekli saatini
cebinden çıkararak saate baksa da gitmeye hiç niyeti yoktu.
Nasıl olsa sabah olunca Sıdıka da uyanırdı. Hep beraber kendi
evlerine giderlerdi.
- Samiye oğlu Topal Aliye Raife
halayı sormuş Alide “gayet iyiler sana selamı var sağlığımıza
duacılar” demişti. Ama Samiye gece bir rüya görmüş destur
çekerek uyanmış oğlu Aliyi uyandırmıştı.
- “Ali doğru Rayfe halana git onları
şu anda sıkıntıda gördüm rüyamda” demiş. Alide: “Ana daha
bugün gittim ya. Sana selamını getirdim gecenin bu saatinde ne
gelecek başlarına canım” dese de Anasının ısrarıyla Ali giyinir
Rayfe halasının evlerinin yolunu tutar. Ali çok ileriden Rayfe
halasının evinin ışığını yanık görünce “bu saate kadar
yatmamışlar demek ki” diye içinden geçirir. Geldiğini haber
vermek içinde sesli bir türkü tutturur.
- İşte bu çaresizlikte derinden
derine bir türkü sesi duyulmaya başlandı. Git gide yükselen
ve yakınlaşan ses sanki Rayıfa halanın evine doğru geliyordu.
Ve ses kesilip te alttaki avlunun kapısı vurulmaya
başladığında büyük annem rahat bir nefes almıştı. Bu Topal
Aliydi. Tanrıya yakarışları duyulmuştu sanki. Saramet
huzursuzlaşmıştı
- kimmiş canım gecenin bu sahatinde
kapıyı çalan” dedi. Rayfe gadın “Topal Alidir bizi gecenin bu
saatlerinde bile gontrole gelir” dedi. İçindende “Çok şükür
Yarabbim” dedi. Büyük annemin elinde fener gelen misafir Topal
Aliyle yukarı çıktığında Sarameti görüp
- “ooooo ağamda buradaymış. Senin
burada olduğunu bilseydim ağam ben uğramazdım nede olsa
Rayıfhalaya sahap çıkmamız gerek” dedi Saramet “gecenin geç
saatinde nereden böööle” diye sordu Alide: “bahçalara çaydan su
çevirdim ne yapah ağam meyveler çağlada. Oturup yer minderine
biraz Sarametle konuştular. Sonrada Ali Rayife halasına: “hala
sabaha az bi zaman kaldı, anam çok özlemiş seni ille Raife
halanı getir diyo ne dersin” dediğinde Büyük annem:
- “olur sabah çorbasını içelim de
öyle gidelim” dedi.
- Saramat baktı ki işler beklediği
gibi değil kendi içinden bu işi başka zaman hallederiz diye
düşünmüş olacak ki
- “hadi bana eyvallah vakitte epey
olmuş” diyerek kalktı. Ali ağabeyle Büyük annem Saramatı
yolculadılar. Büyük annem ve bizler artık Ali abi gilin evinde
misafirdik. Büyük annemin isteğiyle Ankara’ da ki oğlu Hakkı’ya
kendilerini Ankara’ya en kısa zamanda götürmesi için Bir kamyon
tutarak gel diye Ali ağabeye mektup yazdırdı.
- Dayım Ankara’dan gelene kadar Ali
ağabeyler sağ olsunlar bizi misafir ettiler. Aradan Bir aya
yakın bir zaman geçti bir gün sabah dayım 15 tonluk bir
kamyonla çıkageldi. Tüm eşyalar yüklendi. Mahsuller ekili
tarlalarında, sebzeler bahçede kimi yaprağa, kimi çiçeğe durmuş.
Ağaçların meyveleri çağlaya dönmüş, öylece bırakıp, bir daha
geri dönmemecesine Ankara’ya göç etmiştik.
- Kiraya tutulmuş bir gecekonduda
dayımın himayesinde yeni bir hayata başladık.
- 24-12-2006
-
|
-
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR
|
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
20 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
TEPKİSİZLİK
Karşı kuvvet, karşı söz, karşı davranış bir
etkinin karşılığı olarak karşımıza çıkar. Etki ve tepki bir
güçler dengesidir. İnsan, sağlığında, ekonomisinde, sosyal
yaşamında, kültürel yaşamında aklınıza ne gelirse etki
içgüdüsüyle hareketimizin her davranışımızın karşısında bir
tepki ile karşılaşmışızdır.
Örneğin Bir Çanakkale savaşı İngiliz ve
Fransızların İstanbul’u ele geçirmek istemesine karşı bir
tepkiden doğmuştur. Balkan savaşlarında yorgun düşen Osmanlıyı
tamamen çökertmek ve Anadolu’nun zenginliklerini yağmalamak
için İngiliz ve Fransızların saldırısına karşı tepki olarak
bir başkaldırıdır.
1. dünya savaşından galip çıkan devletler Önce
Mondros anlaşmasına göre sıkıştırılmış, Osmanlı ordusu
dağıtılmış yani Osmanlının eli kolu bağlanmış sonrada
Türkleri azınlık olarak görüp Osmanlıya nasıl Sevr
anlaşmasını imza ettirmişlerse ve ülke nasıl dört bir
taraftan düşman güçleri ile kuşatılmışsa, buna tepki olarak
ta kurtuluş savaşı başlatılmış ve topyekun halkın mücadelesi ile
Başta Atatürk’ün önderliğinde Kurtuluş savaşı kazanılarak
Cumhuriyet ilan edilmiş ve Yeni bir Türkiye Cumhuriyeti
doğmuştur. İşte bu Cumhuriyetimizin kazanımlarında hangi zor
şartlardan bu günlere geldiğimizi unutmamak gerekir. Bunun
için her cumhuriyet kazanımlarını zora sokacak ve halkın
elinden alacak davranışlara karşı tepkilerimizi ortaya
koymamız lazım. Cumhuriyet’in getirdiği en büyük devrimlerden
birisi laikliktir. Bunun karşısında yobazlar din elden gidiyor
diye cemaatleriyle birlikte tepkilerini gösteriyor da bizler
neden tepkisiziz. Bu günlere gelene kadar gereken tepkimizi
gösteremediğimizden Cumhuriyet karşıtlarına çeşitli tavizler
verilerek yabancıların ve çıkar gruplarının direktif ve
telkinleriyle hareket eder duruma getirildik.
Üniversitelerde öğretim görevlilerimiz, mecliste
Ulusal bağımsızlıktan yana tavır koyan ve azınlıkta kalan
Atatürkçü milletvekillerimiz, Çağdaşlığı savunan kuruluşlarımız
Ordumuz, ADDD, ÇYDD vs birçok dernek ve vakıf gibi
kuruluşlarımız Cumhuriyet mitingleri yaparak Atatürk
Devrimlerinin birer birer elden gidişlerine tepkilerini
göstermişlerdir. Tepkilerin tepkisizliğe dönüşmesi için bu
mitinglere katılan yurtseverler tutuklanmış birçokları
cezaevlerine konulmuşlardır.
Son günlerde birde yol haritaları furyası
başladı. Amerika’nın yol haritası,Türkiye Ermenistan yol
haritası, Türkiye AB yol Haritası ve birde Abdullah Öcalan’ın
yol haritası gibi. Amerikanın Büyük Ortadoğu Projesi adı
altında George Bush’un dayatmasıyla, İsrail ile Filistinliler
arasında yeni bir ‘barış süreci’ başlaması için imzalandı. Netice
fiyasko. Amerikanın güdümündeki bir İsrail’in bağımsız bir
Filistin Devleti kurulmasını asla kabul etmediğinden
Filistinlilerin böyle bir barışa tepkileri devam etmektedir.
Esasında Irak’ı Özgürleştirmenin yolu bile Filistin’den
geçmektedir.
Türkiye ile Ermenistan
arasındaki yol haritası daha çok Ermenistan’ın Azerbaycan
arasındaki düşmanlığını daha da artıracak ve Azerbaycanlı
kardeşlerimizin Kara bağ sorununu daha büyük bir çıkmaza
sokacaktır. Tabiî ki böyle bir yol haritasının uygulanması
aşamasında ABD den, Avrupa ülkelerinden büyük takdirler
alan hükümetimiz Kendi halkını ve Azeri kardeşlerimizi
oldukça üzmüştür. Türkiye AB yol haritasında Aşılamayacak çok
sorunlar vardır. Başta Kıbrıs meselesi olmak üzere
Türkiye’deki demokratikleşme süreci adı altında Türkiye’ye
bir Avrupa baskısı vardır. Avrupa ülkelerinde uygulanmayan
azınlıklar statüsü Türkiye’ye uygulatılarak Ana dilde
eğitiminden, Sosyalleşme dengesinin getirdiği eşitsizliklerin
abartılarak büyük bir ihanet şebekesinin yaratılmasına kadar
birçok kabul edilmez şartlar getirilmiş, sonuç olarak
demokratikleşme açılımı adı altında süregelen girişimlerin bir
çözüm olamayacağının ortaya çıktığı görülmüştür. Bütün bu
ihanet şebekelerinin toplantılarındaki tepkisizlik nedendir
acaba. İnönü’nün bir sözünü hatırlatmak gerekecek galiba. Bir
ülkede Namuslularda en az namussuzlar kadar cesaretli
olmadıkça o memleket düzelmez . Sindirilmiş bir halkın
silkinmesini bekleyeceğiz. Üstelik bu açılıma karşılık
Öcalan’da bir yol haritasıyla karşımıza çıkmış Türkiye’yi
parçalama noktasına getirecek kendine göre cesurca
açıklamalarını yaptı gazetelerden okuduk. Ona bu cesareti
veren sistemin çarkında vatan sevdalıları ezilirken, böyle
açıklamalara fırsat veren idarecilerin Türkiye üzerindeki
oynanan oyunlara hizmet ettiği de açıkça ortaya çıkmaktadır
Neden bizim yol haritamızda Atatürk Devrimlerini
savunmak için yapılacak mücadeleler geçmesin. Aleyhimize
alınacak her kararda tepkisini gösterecek halkın özlemini
duymaktayız. Mücadelemizde bunun için olmalı diyorum. Bu
günleri gören Mustafa Kemal Atatürk’ün Bursa Nutku ne kadar
yerinde.
BURSA NUTKU
Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi
ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok
inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir.
Bunları güçsüz düşürecek en küçük yada en büyük bir kıpırtı
ve bir davranış duydu mu “Bu ülkenin polisi vardır, jandarması
vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır” demeyecek tir. Elle,
taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını
koruyacaktır.
Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu
diye onu yakalayacaktır.Genç ”Polis henüz devletin ve
cumhuriyetin polisi değildir” diye düşünecek ama hiçbir zaman
yalvarmayacaktır. Mahkemeler onu yargılayacaktır. Yine
düşünecek, “demek adalet örgütünü de düzeltmek, yönetim
biçimine göre düzenlemek gerek”
Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı
çıkışlarla bulunmakla birlikte bana,başbakana ve meclise
telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için
salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek.
Diyeceki, ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım. Araya
girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak
gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri
düzeltmekte benim görevimdir”
İşte benim anladığım Türk Genci ve Türk
Gençliği!
|
|
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
21 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
'KUDURDU KUDURASICA'
Kimsesizliğin çaresizliğine yüklediği derin
uçurumlardaki, yalnız yaşamı ve bu yaşamını paylaştığı birde köpeği
vardı Kadir’in. Kendi ne yerse köpeği ile paylaşırdı. Hep kendi
kaderine benzetirdi sahiplendiği köpeğin kaderini. Onun için ‘Kader’
koymuştu adını.
Fabrikatör Sami Beyi mi sordunuz? Tabi onun
yaşamından da bahsetmek zorundayız.
Sami Bey zengin bir vatandaştı. Sonradan görme
zenginlerden. Zenginliği öyle tesadüf falan değil; bilinçli
zenginlerimizden. Kendi fabrikasında hastanelerin kullanacağı
malzemeyi üretir ve hastanelere satar.
O hastanelerin 'satın alma' da çalışan yetkili
memurlarıyla işi pişirmiştir. Üçe mal ettiğini öyle beşe falan
değil; neredeyse on üçe satar. Allah onun rızkını da öyle
vermektedir(!)
Sami Bey, eşi ve çocuklarının bir dediğini iki
etmez. Evinde hizmetçisi, aşçısı, bahçıvanı gibi çalışanları var.
Hizmetçiye hizmetçi, aşçıya aşçı demezsin. Hepside bir birinden
farksız. Evine bir çalışan alacağı zaman gazeteye ilan verir,
gelenlerin lise mezunu olmasını, en azından kâğıt oyunlarından
birkaçını bilmesini, evde evin hanımıyla iyi geçinmesini, evin uzun
'teri yer' cinsi köpeğini gezdirmesini, iki çocuğuyla arkadaş
olmasını şart koşar, vereceği ücreti de ona göre belirlerdi. Tabi
ki Sami Bey fizyonomiye de dikkat etmekteydi.
Gerek hizmetçi, gerek aşçı son derece güzeldiler.
Onları gören çoğu erkekler aşık olup karılarını boşamaya
kalkarlardı. Evin hizmetçisi, aşçısı, bahçıvanı böyle olunca evin
hanımı nasıldır kim bilir? Tabi insan bu üçünün içinde evin
karısını görse güzellik yarışmasının birincisi zanneder.
Uzun tüylü teriyer cinsi köpekleri bir yarışma da
birincilik almamış mıydı? Adı ‘Tufan’dı köpeğin. Evin büyük oğlu
Selim ve kardeşi Yeşim; ne maskaralıklar öğretmişlerdi Tufan’a.
Aşıları zamanında olur, biraz hastalansa eve özel veteriner gelirdi.
Hâlbuki Kaderin böyle midir yaşamı. Kadere acaba
hayatında sağlığı ile ilgili bir aşı vuruldu mu? Ya sahibi Kadir’in
yaşantısı; Kaderden farklı mı? Daha ufak yaşlarda mahalle çocukları
boğazından tel bağlayıp öyle dolaştırmışlar Kaderi. Sokaklarda,
duvar diplerinde, apartman bahçelerinde yatmış, büyüdükçe ve ensesi
kalınlaştıkça boynuna bağlanan tel boğazını sıkar olmuş. Kim ne
verirse sokak köpeğine yiyemiyormuş.
Açlıktan ve telin boğazını sıkmasından sabahlara
kadar ulur, birilerinin bir yerlerden kendisiyle ilgilenmesini
beklerdi sanki. Üstelik bu uluması birilerini rahatsız etmiş olacak
ki; gece yarısı uyanan kişiler tarafından da bulunduğu yerden
‘taşlanarak uzaklaştırılması’nda işin cabasıydı. Gene böyle bir
günde; hayvan sevmeyen biri tarafından, isabet aldığı bir taşla
çenileyerek uzaklaştırılan bu çoban kırması köpek ağlamaklı
gözlerle, inşaat bekçiliği yapan Kadir'in kulübesinin önüne
geldiğinde; irkilerek durdu. Kadir’in şefkatli yaklaşımıyla,
kendisinin taşla kovalandığını, canının acıdığını bakışlarıyla
anlatıyordu.
Kadir köpeğin başını okşayıp teselli etmeye
çalıştığında, köpeğin boynunda bükülerek etin dışında kalan tel
parçasının eline batmasıyla anlamıştı kaderin boynuna gömülen teli.
Kadir elleriyle köpeğin boynundaki tüyleri araladığında; hayvanın
boynunun çepeçevre iltihaplı olduğunu görmüştü.
Köpek büyüdükçe etinin içersinde kalmış tel,
hayvana yaşadığı sürece ıstırap vermişti demek. Kadir ona bir parça
kendi yiyeceklerinden verdi. Nasıl zor şartlarda yemeği yediğini,
yutkunmada nasıl zorluk çektiğini gördüğünde, ağlamamak için kendini
zor tuttu.
Kadir inşaat patronundan ertesi gün izin alıp köpeği
Veteriner Fakültesi'ne götürmüştü. Veteriner Meliha Yılmaz bir
operasyonla deri içersinde kalan teli çıkarmış, yaranın gereken
bakımını yapmış, iğnesini vurmuş, kullanması gereken bazı normal
numaram ilaçları da Kadir’e vermişti. Esasında Meliha yılmaz da bu
konuda kendisini hayvanlara adamış, hayvan sever bir kişiydi.
Kadir de bir hayvan severden öğrenmiş Meliha
Yılmaz’ı ancak ‘Meliha Yılmaz size yardımcı olabilir’ demişlerdi.
Meliha yılmaz birkaç gün sonra evine pansumana
gelmesi için; Kadir’e ev adresini vermişti. Köpek birkaç gün
içersinde kendini toparlamış, Kadir Meliha hanıma düzenli giderek
pansumanını yaptırmış, artık; Kadir, Kaderle şakalaşır olmuştu.
Kadir köpeğin kaderinin de kendi kaderine
benzediğini düşünerek ona ‘Kader’ ismini koymuştu. Artık Kaderle,
Kadir arkadaştılar. Kader kendisini sahiplenen bu kişinin sanki
kulu, kölesi olmuştur. Kadir kulübesine çekildiğinde kaderle
şakalaşır, boğuşur, onunla oyunlar oynardı.
Kader, Kadir'in elini ağzına alır, ısıracakmış gibi
yapar, geveler, bırakır, üstünü başını ısırarak çekiştirir, en
azından Kadiri'n yalnızlığını giderirdi. Kadere de kendi kulübesinin
bitişiğinde yatabileceği bir yer yaptı. İnşaat alanında Kader,
Kadir'den daha iyi bekçilik görevi yapıyordu. Kadir’in gece görevi
köpekten sonra azalmıştı. Rahat uykusunu uyuyordu.
Kadir geceleri Kaderi serbest bırakıyor, gündüzleri
kulübesine bağlıyordu. Kader geceleri başka köpeklerle arkadaşlık
yapıyor sonra gene kulübesine dönüyordu
Aradan epey bir zaman geçer. Kadir sabahleyin
kalktığında; Kader kulübesinde yoktur. Aradan bir iki gün geçer,
Kaderden hiç ses soluk çıkmaz. Çevrede birçok kişilere sorar, hep
'görmedik' derler. Fakat bir gün bir park bekçisinden bir grup
köpeğin ‘kuduz köpekler var’ şikâyetiyle toplanıp Belediye
Ekiplerince öldürüldüğünü öğrenir. Bu bir söylentidir. Fakat ortada
Kader olmadığı için de kuvvetli bir olasılıktır.
Kadir Hıfsısaha' ya giderek kimlerin iğne olduğunu
öğrenir. Çocuklardan birisinin adresini alıp çocuğun evine ziyarete
gider. Çocuktan kendisini ısıran köpeği ‘tarif’ ettirir.
Çocuk kaderi tarif etmiştir. Kadir, Kaderin kuduz
olduğuna artık kesin gözüyle bakmaktadır. Isırılan çocukların
hepside tedavilerine çoktan başlamışlardır.
Kadir artık diğer köpeklerle birlikte kaderinde
öldüğüne kesin inanır. Bu duruma çok üzülmüştür. Ne yapabilir di; ki
alt tarafı bir bekçi parçasıydı. Öldürülenlerde sokak köpeğiydi, ev
köpeği değildi ya? Sahipleri peşine düşsün ve öldürenlerden hesap
sorsun.
Fabrikatör Sami beyin evindeki köpek ne kadar
şanslıysa kaderde o kadar şanssızdır.
Sami Bey köpeği sevmek bahanesiyle kaç kez hizmetçinin bacağını
okşamaya kalkmış, çoğu kez karısına yakalanmıştı. Sami Beyde her
defasında köpekleri; Tufanı kurtarıcı gibi gösterip:
” -Vallahi hanım köpeği almak için eğildim masanın
altına” demesine rağmen, Nesrin hanımın azarından her defasında
nasibini almış, Sami Beye:
“ -Kudurdun, kudurasıca, utanmıyorsun, hizmetçinin
bacaklarına dokunmaya. Bu yaşta kuduranları teneşir pekler” diye bas
bas bağırırdı evde ama bu Sami Beyin kaçıncı kez hizmetçiyi, aşçıyı
ve bahçıvanı taciz edişiydi. Hepsi de mini etekli, bakımlı
kişilerdi.
Nesrin hanımın arkadaşları geldiğinde; oynanan konken
partisinde çoğu kez, eksik kişiler yerine hizmetçisi veya aşçısı bu
boşluğu doldururdu. Sami Beyin çoğu kez çalışanları mıncıklamasına
da Nesrin Hanım hep:
“ -Kudurdu, kudurasıca” der başka bir şey demezdi. Kader
tarafından ısırılan çocuklardan biri de; Sami Beyin oğlu Selim’di.
Sami Beyin belediyeye şikâyetiyle, sokak köpekleri katledilmişti.
Sami Bey, evindeki köpeği hayvan sevgisinden dolayı değil; oyuncak
‘bir meta’ gibi gördüğünden besliyordu.
Kaderin öldürülmesinin üzerinden kırk gün geçmiştir.
Kadir'de de birtakım rahatsızlıklar belirir. Bir gün hiçbir şey
yokken patronunun üzerine atılır, işçiler patronu zor alırlar
Kadir’in elinden.
|
|
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
22 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
- BİR ŞİİRİN ANATOMİSİ
- Mutlu olmak kolay bir olgudur.
neticesini değiştiremeyeceğiniz her olayı normal karşılayın,
yeter ki sonucunda ölüm olmasın. Bir nefes alabilmenin
mutluluğunu her zaman yaşarsınız ama farkına varmazsınız.
Gelin acıda bile tebessümü yüzünüzden eksik etmeyin. Gülmenin
herkese yakıştığını, gülenlerin yüzlerine baktığında anlarsınız.
deneyin isterseniz gülen bir göze baktığınızda içinizin
ısındığını hissedersiniz. Gezdirin gözlerinizi bir güzelin
gözlerinde. o gözler ki kendine aşık eder bakanı. Tabi
buradaki ‘bakanı’ kelimesi parlamentodaki bakan anlamına
gelmez, zira onlar baksalar da göremezler. Gözler, gözlerde
gezerken gözleriniz sağlam olsun önemlisi. Göz tembelliğiniz
varsa ince ayrıntıları hissedemezsiniz, yarının sevdasını
bölüşemezsiniz bakışlarınızda. Ne özlemlere açılır kolunuz,
nede aydınlığa çıkar yolunuz. ama bir tebessüm size bir
selam aldırır. Bir el uzanır bir tebessüme, dostça kenetlenir
eller. Bazen bir magazin sayfasına bomba gibi düşer haber.
Falanca artistle, filanca mankeni el ele görüntülemiş
kameramanlar.”biz aşkla değil dostça tutuştuk el ele” derler.
Her el dost elimidir, bunu kestirmek oldukça güçtür.
- Hayatın akışı içinde nelerle
karşılaşmaz ki insan. Böbrek rahatsızlığı çeken ve böbrek
ameliyatı olanın sağlam böbreğini alıverir doktorlar.
Bademcikten ameliyat edilip de ölene rastlamaz mıyız.
Elektrikli epilasyon aletiyle elektrik akımı verilerek
derilerinin yanıp estetiğini kaybedenler gibi insanları
mutsuzluğa itecek bir sürü olayların insan yaşamında olduğunu
biliyoruz. Hayatın akışı içinde insanların başına istemese de
böyle olaylar gelir.Tabiî ki güzel olaylarda olmaz mı?
- Tadını özünde gizleyen üzümün
şaraba dönmesiyle yapılan içkinin ağzımızda bıraktığı buruk
mutluluğu dostlarla paylaşırken, aşkın şırasının da bakışlarla
ve el ele tutuşlarla yüreklere taşındığını görürüz.
- Aydınlığı yüreklerinde
taşıyanların karanlığa yürümelerini zorunlu kılacak ortamlara
çekilmesi ne kadar zordur. Ve onları karanlığa yürütemezsiniz.
- Zevk almanın, hoşlanmanın,
bedensel hazza dönmesi aşkın eylem biçimidir ki insanların
göz göze bakışıp dostça el sıkmalarına kadar geçen zamandaki
birlikteliklerin aşkın zemininin oluşturulmasındaki süredir. Tüm
bunların bütünü mutluğu tarif etmek gibi bir şeydir. Tüm bu
kadar sevgiyi kucaklamışken içimizde sakladığımız hayatın
mucizesini gerçekleştirip dünyaya hoş geldin bebek de
diyebilmeliyiz. Bunu diyemiyorsak umutlarımız yarına küs kalır.
Aramıza dünya girer ve gözlerinde ay tutulur insanın.
-
-
- GÖZLERİNDE AY TUTULACAK
- Bir kere güleceksin
- İçim ısınacak baktığımda gözlerine
- Gözlerimde gezecek gözlerin
-
- Kendine mahkum olacak sevdan
- İçinden gelip
- Bir selam vereceksin
- İsmimi söyleyeceksin merhaba deyip
-
- Uzatacaksın ellerini
- Varsa öyle sıkılacak
- Dostça eller
- Varsa öyle kolay tutulacak
-
-
- Hayatımın akışını sana çevirip
- Bedensel hazda bulmalıyız sevgiyi
- Aydınlığa yürümeliyiz aydınlığa
- Kendi içimizde saklı hayatın mucizesi
-
- Biliyorum gene de
- Küs kalacak umutlarımız yarınlara
- Bütün dünya girecek aramıza
- Güneşler girecek güneşler
- Gözlerinde ay tutulacak
-
- Şimdi yukarda bir şiirin
anatomisini çıkardık. Şiirlerimizin anlamlarını düşünerek
neler ifade ediyorsa “hikaye, anı deneme”, gibi yazı
türetebilir, yazılarımızın da özüne inip şiir türetebiliriz. Bir
resme bakarak resim neyi anlatıyorsa anlatılanı düz yazıya,
düz yazı neyi ifade ediyorsa o yazı aynı zamanda resme
çevrilebilir.
- Teknolojik gelişmelerin edebiyatta
kullanılmasının yazarlara sağladığı faydalar git gide
çoğalmaktadır. Resimlerin yazıya, yazılarında resme dönüşmesi
konusunda deneyimli olan dostların daha detaylı açıklama
yapmaları bizlere ışık tutacaktır. Oysa resimlerin gizemli
yönlerini keşfedip hiçbir araç gerektirmeden şiire çeviren
şairler vardır içimizde. Başka bir gün bir resimden ilham
alınarak yazılmış bir şiir üzerindeki görüşlerimizi okurlarla
paylaşmayı umut ediyorum.
|
|
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
23 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
AĞIR UYKU
Issız caddelerin loş ışıklarında
yürüyen bir çift ayak sesinin yankılarıydı duyulan. Sekiz saatlik
çalışmanın verdiği yorgunluk ve uykusuzluk sürükleniyordu gecenin
sessizliğindeki kaldırımlarda. Bir vardiya dönüşünde eve çabuk
gitmenin telaşını taşıyordu atılan adımlar. İnsan ömründen sanki
bir güne karşı iki günlük tüketilen bir gündü vardiyada çalışmak.
Can işveren pozisyonundaydı ama
işçiler temsilci seçmişlerdi kendisini fabrikada. Gazın, tozun,
dumanın içersinde çalışmak kolay değildi.
Gecenin saat birinde, hani ne derler
‘in cin top oynuyor’ öyle bir şeydi, Can'ın evine döndüğü zamanki
gecenin anımsattığı. Vardiya tutsaklığından kurtulup, uykuya susamış
gözlerini zar zor açarak ve bir sarhoş gibi yalpalayarak ilerliyordu
Can evine. 'Uykusuzluğun ne demek olduğunu gelsinler de bana
sorsunlar' dedi içinden.
‘Bu vardiyalı çalışmalarda yatma,
kalkma zamanına çok dikkat edeceksin. Gece işe gideceğin zaman
gündüz uykunu çok iyi alacaksın.’ Hele bir keresinde gezer köprü
vincin üzerinden az kalsın sıcak curuf çukurlarının üzerine
düşecekti. Yürüme yolundaki korkuluk zincirlerine zor tutundu. İlk
defa ölümü bu kadar yakın hissetmişti kendine.
Vardiya otobüsünün tor tor sesleri
gecenin sessizliğini yırtarak kulaklarına kadar geliyordu hala.
Biran evinin önünde buldu kendini. Evinin önüne kadar nasıl
geldiğinin kendide farkına varamadı. Her zamanki vardiya dönüşünden
farkı yoktu bu günkü evine gelişinin. Sokak kapısı her zaman
açıktı. ‘Kimsecikler uyanmasın’ diye ayaklarının ucuna basarak
çıktı basamakları. Üçüncü kata geldiğinde sönen otomat ışıklarına
bir daha bastı, cebinden anahtarı çıkardı, anahtar deliğine soktu
ama anahtar sağa sola dönmüyordu. Anahtarı çıkardı, tekrar tekrar
denedi olmuyor, olmuyordu. Önce kesik kesik sonrada sürekli
olarak bir hayli zili çaldı.
Açan olmuyordu. Vardiya otobüsünden
indiği zamanki uyku mahmurluğu kalmamıştı üzerinde. Yerini tarif
edilmez bir heyecana bırakmıştı. Bin bir türlü vesvese geçiyordu
aklından. Eşi ‘zehirlenmiş, herhangi bir ‘hastanede yatıyor’
olabilir miydi? Kafasında böyle düşünceler varken terasa çıktı.
Binanın en üst katında çatı yoktu.
Üst kattaki iki dairenin üzeri beton terastı. Evinin ön kısmı
sokağa, arka kısmı bahçeye bakıyordu.
Bahçe kısmına bakan yatak odasının
kapısını sessizce dinledi. Üç yaşındaki kızının ağlama sesini duydu.
Biraz rahatlamıştı. Önceki saydıklarının hiç biri olmamıştı.
Çocuğunun sürekli ağlamasına eşinden hiçbir müdahale yoktu ‘demek ki
uyuyordu’ eşi. ‘Olur ya, insanlık hali, çocuğunun ağıtını duymayacak
kadar yorulmuş, uykusuz kalmış’ olabilirdi. Yatak odası bir balkona
açılıyordu. Teras üstündeki inşaat sırıklarından cama vursa eşi
duyardı herhalde. Onun için bir sırık aldı, cam kırılır düşüncesiyle
önce hafif hafif vurdu ama ne gezer! kırılırcasına vurdu.
‘Kırılırsa kırılsın’dı. Ama ne cam kırıldı ne de eşini
uyandırabildi.
Camdan gelen gürültüden ağlayan
kızının bir iki dakika sesi kesiliyor, kızı sonra gene ağlamaya
başlıyordu. Birkaç kez kalasla vurmayı denedi ama bir sonuç
alamamıştı. Gene Can terastan bulduğu birkaç tane boş yağ
tenekelerini balkonun betonuna attı. Çıkan gürültü dahi eşini
uyandırmaya yetmemişti. Saat gecenin birinden üçüne kadar uğraştı.
Gecenin o sessiz karanlığında çevredeki binalardan uyananları
gördüğü zaman; Can, hiçbir şey yokmuş gibi gürültü yapmayı
durduruyor, üç beş dakika sonra tekrar başlıyordu.
Can çaresiz alt kattaki komşuları
tapu sicil muhafızı İsmail Hakkı beyi ‘uyandırmayı’ düşündü. Belki
onun eşinin bir bilgisi olabilirdi, nihayet komşuydular. Ev hanımı
olarak birbiriyle gündüz görüşmüş olabilirdi. Bir iki kez komşusunun
zilini çalan Can Bey Hakkı Beyin kapıyı açmasıyla durumu ona
anlatır. Hakkı Bey:
-Emin misin, kapı açılmıyor mu?
Şimdi o zaman eşin anahtarı kapının üzerinde bıraktı galiba”
dedikten sonra:
-Gel beraber bir deneyelim” deyip,
Can Beyin kapısının önüne varırlar. Hakkı Bey anahtarı sokup
çevrilmediğini görünce tekrar tekrar birkaç kez denerler:
-Yok açıldı, açılacak şöyle yapalım"
diye konuşurlarken kapı tıkırtısına ve konuşmalara içerden:
-Kim o, kim var gecenin bu saatinde
kapıda?” diye bir ses gelir. Can ve İsmail Hakkı Bey:
-Biziz açar mısın kapıyı?" derler
ve kapı açıldığında Can eşine saatin kaç olduğunu sorar:
-Bak dörde geliyor, ben saat birden
beri seni uyandırmak için uğraşıyorum” der, eşine karşı kızgınlığını
yatıştıran İsmail Hakkı Beyle gece yarısı bir kahve içerek
sinirlerini yatıştırırlar.
Can eşinin uyuyakalmasına ilk defa
tanık olmuştur. Bu kadar ağır uykudan sonra Can'ın eşi, bir daha
kapının üzerinde anahtar bırakmamaya 'tövbe' eder.
|
|
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
24 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
FELAKET HAMDİ
Kim ne zamana kadar para yardımı yapardı.
Komşularından ne zamana kadar kimler yemek getirirdi.
Hadi üstünü başını çoğu insanlar acıyıp, kendi
evlerinden giymedikleri giysilerinden veriyorlardı. Giysi işi bol
bol yetip de artıyordu bile.
Hele bir defasında belki de üç çuval eski
birikmişti evinde. ‘Ne yapayım bunları kime vereyim’ derken deprem
olmuştu da, deprem felaketine uğrayanlar için televizyondan
adresini aldığı bir dernek vasıtasıyla, deprem bölgesine
göndermişti.
Kahveye her gittiğinde, kim çay ısmarlardı. Bazı
günler kafası kıyak değilse şayet, bir sığıntı gibi hissederdi
kendini. Çalışıp da para kazanamamanın verdiği ezikliği
mimiklerinde nasıl yok etmeğe çalışırsa çalışsın; çoğu kez bunda
muvaffak olamaz, gülünç durumlara düşerdi. Kimseye zararı yoktu.
Hamdi küçükken, bir menenjit mi geçirmiş ne;
birazcık uçukluğu olmasa, kimse ona takılmaz, aşağılamaz; onun
saflığından istifade etmezlerdi. ‘Gariban’ diye çoğu kişiler
korusalar da çokları da bedavaya iş gördürürlerdi. Bir çay
parasına onu tanıyanların ‘ayakçısı’ olmuştu.
Akşamları yatacak doğru dürüst bir mekanı da
yoktu. Apartman yapmak için kısmen yıkılmış kapısı, penceresi
olmayan harabe bir gecekondunun odalarından birinin içersine
serdiği karton kutuda, gecelerini geçiriyordu. Ona göre park ve
bahçelerde, tahta banklar üzerlerinde, istasyon ve terminallerde
yatanlarda insandı. Onları gördükçe kendi yerinin iyi olduğunu
düşünüp:
-Ya Rabbim buna da şükür, beterin beteri varmış
demek ki. Derdi. Felaket Hamdi haber dinlemeyi çok severdi.
Esasında çok iyi bir haber kolikti. Yanından eksik etmediği ‘Nuh
Nebiden’ kalma ancak birkaç istasyonu alabilen bir radyosu vardı.
Nerede olursa olsun sık sık saati sorar, haberler gelmişse
radyosunu kulağının dibine kadar getirir, öyle dinlerdi haberleri.
Kahvede televizyondan haber dinlerken herkes
Hamdi'den yorum alır. Onun oturup kalkmalarına, küfürlerine el, kol
hareketlerine bayılırlardı. Çoğu kez anlattıkları da doğru çıkardı.
Zannetmeyin ki boş birisi. Çoğu kez kendisiyle dalga geçenleri
utandırırdı.
Öyle sorular sorardı ki Hamdi, bazıları apışıp
kalırdı; sorduğu sorular karşısında. Lüks otellerde eğlenenlere hiç
aldırış etmez, deniz kenarlarındaki insanların gırgırları
şamataları, aşkları Hamdi'yi hiç ilgilendirmez. Hele karnı açken,
cebinde beş kuruş parası yokken, düğünlerde; savrulan paraları
görmek bile Hamdi'yi ilgilendirmezdi. ‘Kendileri kazanıyor,
kendileri harcıyorlar’ derdi. Önemli olan onların yaşayışını maliye
denetliyor mu? Vergisini veren herkes istediği gibi eğlenebilirdi.
Bir kaza haberi oldu mu içi giderdi Hamdi'nin. Bir ambulans gelip
yaralıyı mı taşıyor:
-Şuna bak arkadaş ohh! Mis gibi yatak be, o sedyede
olacaan şimdi? Kafası gözü sarılı insanları görüp:
-Ohh be! Benim bi kafamı gözümü yaracaklar, hele
benimle öyle bi ilgilenecekler arkadaş, beni öyle bi sedyeye koymak
için çaba sarf edecekler, bundan daha güzel mutluluk mu olur be!
Derdi. Felaket Hamdi'nin hastalandığında kimsecikler semtine
uğramazdı. ‘Kendi kendine iyi olur’ kimse, Hamdi'nin ne zaman
hastalanıp ne zaman iyi olduğunun farkına varmazdı. Bir sıcak
yuvanın, bir şefkatli elin, bir okşayışın hasretini taşıyordu
yüreğinde. Hastanın hastanede, suçlunun hapishane de yatmasına
imrenirdi. Zengin olsa, parası olsa, istediği gibi yaşardı ama bu
durumda parasız sıcak bir lokmada ancak böyle temin edilirdi.
‘On yedi Ağustos Depremi’ imdadına yetişmişti. Üzerinde yarım
yamalak çatısı olan duvarları yıkık, kapısı ve pencereleri
olmayan barınak için sahiplendiği gecekondudaki karton kutusunun
içinde mışıl mışıl uyurken, gecenin saat üçünü biraz geçe bir
gürültüyle uyanmış, gecekondusunun sağlam kalan kısımları da
tamamen göçmüştü. Gecenin bir yarısında her taraftan feryat figan
sesleri geliyordu. 'Oğlum' 'kızım' diyenleri mi, 'anam' 'babam'
diyenleri mi ararsın. Her tarafta bir panik, bir koşuşturmaca vardı.
Çevresindeki çoğu binalar kendi gecekondusuna dönmüştü. Hamdi birkaç
gündür açtı. Bir suyla, ısmarladıkları bir bardak çay karın
doyurmuyordu. Vicdanı dayanamadı feryatlara. Gene de gücünün
yettiği kadar yardım etmeliydi. Başı dönüyordu. Kendi içindeki
depremi bir atlatabilse. Kendi iç dünyasının yıkık duvarlarından bir
kurtulabilse, açlığın kansızlığa, kansızlığın halsizliğe,
dermansızlığa dönüştüğü iç dünyasından adımlarını atıp, çatısı
iyice göçmüş duvarları daha da çok yıkılmış gecekondusundan bir
çıkabilse, gerisi kolay olacaktı Hamdi için. Bir hayli çevresinden
gelen feryatları dinledi. Kalktı sendeleyerek, kendisine en yakın
bir apartmanın yıkılmış enkazına kadar zar zor yürüdü. Nihayet
kendi mahallesiydi. Dövünen feryat eden Can Beyi ve kenara
çıkartılan kanlar içersindeki ezilmiş bir kişinin cesedini görür
görmez, olduğu yere bayıldı. Hamdi kendisinin de diğer depremzedeler
gibi Ambulansa konulmasını, hastaneye getirilişini, hiç mi , hiç
hatırlamıyordu. Kendisine geldiğinde hastane koğuşunda tertemiz
yataklar içersinde buldu kendini. Bütün yataklar yaralı, hasta
doluydu. Yeni yeni yaralılar geliyor, bir kısmı ayakta tedavi edilip
gönderiliyordu. Etrafta bir koşuşturmaca vardı. Yavaş yavaş
gözlerini açmış olanı biteni seyrediyordu. Gözleri Can abisini
arıyordu. Yıkık enkazın önünde en son onu görmüştü. Tüm mahalleli
Hamdi'yi bilirdi. Yataklar üstünde birkaç tanıdık simaya rastladı.
Çoğunun başında sahip çıkan kimseleri yoktu. Açık duran odalarının
kapısından başlarını uzatıp yakınlarını arayan ve sonra başka
odalara bakmak için telaşla oradan ayrılan depremzede yakınları bir
curcuna yaratıyordu. Hamdi bir hayli olanı biteni izledi yatağından.
Sonra içersinde yemek bulunan arabanın girdiğini görünce kapıdan,
bayram şekeri almış çocuklar gibi sevindi. Sevincini belli etmeden,
sıcak bir tabak çorba, yoğurtlu ıspanak ve makarnayı büyük bir
iştahla bitirmişti. Açlık sınırının altında kaç kişi yaşıyorsa Hamdi
de bunlardan biriydi. Hamdi git gide düzeldi sağlığı yerine geldi.
Ama Ufakken geçirdiği menenjitin verdiği konuşma bozukluğu ve
zaman, zaman titremesini; doktorlar deprem şokundan sanmışlardı.
Hamdi'ye bir sabah doktoru:
-Hamdi iyileştin artık seni taburcu edelim. Dedi.
Oturduğu yeri sordu:
-Bilmiyorum? Dedi. Hayatında ilk defa oturduğu
şehrin dışına çıkmıştı. Hamdi hastalığının verdiği konuşma
bozukluğu ile evinin yıkıldığını, kendisinin kimsesi olmadığını ve
hastaneye kimin tarafından getirildiğini bile hatırlamıyordu .
Yalnızca açlıktan bayıldığı için depremden dolayıymış gibi
hastaneye getirilmişti. Doktorlar hem nereden bilebilirler diki
Hamdi'nin açlıktan bayıldığını. Kendisiyle gelenlerden kimsecikler
kalmamıştı. Doktor:
-Evladım kimsen yok mu senin? Hamdi:
–Yok! Evim yıkıldı, nerede yatacam
ben şimdi? Deyip ağlıyordu. Doktor Depremle ilgili olarak gelen
ekiplerden birine Hamdi'yi teslim etti. Tutanaklara deprem şokundan
dolayı ‘konuşma bozukluğu’ ve hafıza kaybından
dolayı da bir şey ‘hatırlayamama’ diye yazdılar. Kimsesiz Hamdi'ye
Güzel bir çadır, kap, kacak, ocak, televizyon gibi bir ailenin
ne gibi ihtiyaçları varsa hepsini verdiler. Üstelik ziyaretçileri de
vardı Hamdi'nin. Çadırlara 'geçmiş olsuna gelenler halini,
hatırını soruyorlardı. İlk defa insan yerine konulmanın
zevkini tadıyordu. Aradan epey bir zaman geçti; birde prefabrik ev
verdiler Hamdi'ye, keyfine diyecek yoktu. Artık felaketlere de
imrenecek durumu kalmamıştı. Gelen yardımlardan ekmeğini, aşını
alıyor, prefabrik evinde; deprem öncesindeki halinden ‘daha iyi
şartlarda’ yaşamasına devam ediyordu. Bu ne kadar böyle devam
ederdi, Hamdi'nin geleceği ne olurdu, bunu kendiside bilmiyordu ama
şimdiki haline de, şükrediyordu. Bütün insanların acılarını
yüreğinde taşıyan Hamdi, şimdide deprem zedelerin kulu
kölesidir. Hamdi ekmek kuyruğundadır, Hamdi tüp kuyruğundadır, Hamdi
yardım kuyruğundadır. Tüm bunlar kendisi için değildir. Kim Hamdi'ye
ne söylerse Hamdi onu yapmaktadır. Artık Hamdi'nin hiçbir
felaketten beklentisi yoktur. Kendi evinde; radyosundan,
televizyonundan haberleri izlemekte, geçmişteki felaket
düşünceleri aklına geldikçe birazda içinde bu düşüncelerinin
mahcubiyetini yaşamaktadır...
|
|
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
25 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
BAKKAL NASIL KURTULDU
Büyük bir Grosmarket de gözüne
bir yazı ilişmişti. ‘Bakkallar nasıl kurtulur’ diye. Bakkallar
süper marketler karşısında ölüme mahkûm edilmişlerdi demek.
Kurtuluşunu da gene süpermarketler düşünüyordu. Çevrede o kadar
kurtulacak şeyler var ki çoğalt çoğaltabildiğin kadar. Emekli
nasıl kurtulur, memur nasıl kurtulur, esnaf, köylü, çiftçi nasıl
kurtulur. Daha da önemlisi Memleket nasıl kurtulur a kadar
gidiyordu iş. Bu sanki Asiye nasıl kurtulur gibi bir şeydi
demek. Hükümet memurun yakasına yapışmış, memur kurtulmaya
çalışıyor. Kimi üç ay kalmış emekli olmasına ‘bir emekli
olayım’ kurtulacağım diyor. Neden kurtulacaksa! Çalışırken
elektrik, su, doğalgaz, hastane kuyruğu vardı, bilmiyor ki
garibim birde ‘emekli maaşı’ kuyruğu girecek devreye. Hadi
bakalım kurtul kurtulabilirsen. Vergi kıskacına girmiş küçük
esnaf; belki yirmi çeşit vergi. Birde bilinçsizlik var. Yığılmış
kalmış vitrinlerde satılmayan mallar. Hele ‘baharat’ cinsi
küçük poşetlerdeki mallar, tarihleri geçmiş öyle duruyor
raflarda. Müşteri bir şey alırken ayına, gününe bakıyor.
Fikri Bey nerede yeni açılan bir
dükkân görse o dükkanı göz hapsine alır, tanıdığı
pazarlamacıları yeni açılan dükkana gönderir, pazarlamacılara
müşteri bulduğu için de komisyonunu alırdı. Ayrıca pusuya yatmış
aslanlar gibi avını bekler, pazarlamacılardan aldığı ‘tiyo’ya
göre hareket ederdi.
Fikri Beyin büyük grosmarketteki
gözüne ilişen, ‘bakkallara verilen öğüt’ niteliğindeki yazı
belleğinden hiç çıkmamıştı.
Sıddık Efendinin oğlu Fatih’inde
gözü esnaflıktaydı. Hele bir emekli olsun ‘o bilecekti’ ne
yapacağını. Evlerinin karşısındaki apartman inşaatının bitmesine
çok az kalmıştı. Alt kattaki dükkanlardan birini gözüne
kestirmiş, her işe gidiş gelişte, dükkana alıcı gözüyle bakar,
hayaller kurardı. Bu arada da dükkanın iç ölçülerini almış,
kafasından nereye ne koyacağının hesabını çoktan yapmıştı.
Fatih emekli olmadan apartman
inşaatı bitmiş, dükkanın bir başkası tarafından tutulmaması
için, ikide bir babasına ısrar ediyordu ‘bir an evvel dükkanı
açalım’ diye. Babası Sıddık Efendide:
-Olum ne acelesi var hem bir
emekli ol bahak! Dedikçe Fatih
-Baba açalım, ben emekli olana
kadar Yavuz’la sen bakarsın dükkana. Sabahları işe gidinceye
kadar sen, işten gelince de ben bakarım. Dükkana sen bakarsan,
emekli olduğun için vergiyi az ödermişiz.” deyince babası
Sıddık’ta ‘olur’ demişti. Dükkan Sıddık Efendi adına kiralanır.
Bütün işlemleri oğlu Fatih yürütür, babası dükkanın kendi adına
açıldığının farkında bile değildir.
Sıddık Efendi bankadaki faizde
yatan parasını çeker, borç olarak oğluna sermaye yap diye
verir. Oğlu da birkaç ay sonra nasıl olsa emekli olacak, aldığı
emekli ikramiyesini babasına verip borcunu kapatacaktır. Oysa
Fatih eline geçecek paranın üzerine biraz koysa oturduğu
semtten bir daire alırdı. Ama onun kafası bakkal dükkanındadır.
Yakınlarında başka dükkanlar vardır ama ‘Allah herkesin
kısmetini ayrı verir’ diye düşünür. Babasından aldığı parayla,
dükkanın içini donatır. Artık pazarlamacılar Fatih’in ayağına
kadar gelmişler, pazarlayamadıkları ellerinde kalan malları
Fatih’e satarlar. Çok geçmeden Fatih nakit para sıkıntısı
çekmeye başlamıştır. Kendi aylığını dükkana harcadığı gibi
babasının emekli maaşı da alınan malların taksitine
gitmektedir. Fatih gece geç saatlere kadar dükkandadır. Neyse ki
sabahları babası açmaktadır dükkanı. Fatih akşamdan akşama
uğramaya başlar dükkana. Dükkanın satılmayan mallarla dolması
ve ellerinde dükkanı çevirecek sermayenin azalması Fatih’in
moralini bozmaktadır. Fatih’te artık akşam bir iki saat bakıp
dükkana, kasada beş kuruş bile bırakmadan ne var ne yok alıp,
öyle gider olmuştu evine. Ertesi günde hep aynı şeyler
tekrarlanıyordu.
Aradan zaman geçer, Fatih emekli
olur. Emekli ikramiyesiyle babasına olan borcunu öder.
Esnaflığın memurluktan daha zor olduğunu kavrar. Günde on beş,
on altı saat çalışmanın bıkkınlığı ile sık sık dükkanı
kardeşi Yavuz’a ve babasına bırakıp gitmektedir. Esnaflık artık
Fatih’in canına tak etmiştir. Ya Babası Sıddık Efendinin? O
sanki halinden memnun mudur? Konuştuğu her müşteriye oğlundan
dert yanmaya başlar. Fatih’in esas mesleği şoförlüktü. Bir
cahillik etmiş bakkal dükkanı açmış, doldurmuştu satılmayan
malları dükkanına. Kazandığı para ev kirasına ve arabasının
benzin parasına gidiyordu.
Sıddık Efendinin okuma yazması
olmadığından mahallenin çocukları dükkana yalnız Sıddık
amcaları olduğu zaman doluşurlar, kimisi cips alır, kimi
sakız, çikolata alır, parasını istediğinde:
-Sıddık amca deftere yaz
birazdan getireceğim” derler. Sıddık Efendi de çocukların
yanında okuma yazma bilmediğinin anlaşılmaması için veresiye
defterini çıkartır, kimin ne aldığını aklında tutmaya
çalışarak yazıyormuş gibi yapıp deftere çizik atardı. Sonrada :
-Çabuk getirin parasını” diye
birde tembih ederdi çocukları. Büyük insanlar bile biliyordu
Sıddık Efendinin okuma yazmasının olmadığını. Çoğu kapıcılar
da aldığı şeyleri:
-Sıddık amca deftere yaz” deyip
çıkıyorlardı dükkandan. Herkesin sütüne kalmış bir şeydi
ödeyip ödememeleri. Herkes dükkanın başında Sıddık amcalarının
olmasını isterlerdi.
Sıddık Efendinin kafasına
yazdığı, kırmızı tişörtlü sakız, beyaz tişörtlü on yumurta, iki
ekmek, kapıcı Kamil apartman için aldığı on ampul ve temizlik
maddelerinin parası haricinde, kasada biriken on beş milyon
lirayı da akşam oğlu Fatih geldiğinde almış üstelik babasına:
-Baba hepsi bu kadar mı
satışların?” dediğinde Sıddık Efendi kapıcının neler aldığını,
kırmızı tişörtlü çocuğun sakız, beyaz tişörtlü çocuğun da on
yumurta iki ekmek aldığını söyler. Fatih de:
-Hangi kırmızı tişörtlü çocuk
baba? Beyaz tişörtlü çocukta kim? Her zaman böyle mi
yapıyorsun? Borçlarını ne zaman ödeyecekler?” diye sorar.
Babası Sıddık:
-Ben onları biliyom olum, alırım
onlardan. Esas sen dükkanının başında dur da iyi işlet
dükkanını “ dedi.
Sabah erkenden dükkanı açan
Sıddık Efendi o gün dükkanına gelen çocuklardan birine:
-On yumurtayla iki ekmek
almıştın olum getdin mi parasını” deyince çocuk:
-Ne yumurtası! Sıddık amca ben
yalnız ciklet aldım” dedi. Sıddık efendi:
-Üzerinde beyaz tişörtün vardı
ben bilmem mi sendin olum.” dedi. Çocuk:
-Şimdi beyaz tişört giydiğime
bakma Sıddık amca, dün kırmızı tişörtüm vardı üzerimde, ben
yalnız sakız aldım. Al sakızın parasını” deyip Sıddık amcasına
yirmi beş bin lira verdi ve dükkandan gene bir şeyler alıp,
“parasını akşam veririm” dedi. Çocuk çıktıktan sonrada
üzerindeki beyaz tişörtü belleğinde tutmaya çalışıyordu Sıddık
Efendi.
Sıddık Efendi artık aklında
renkleri de karıştırmaya başlamış, kimin ne giyip de ne
aldığını artık bilememektedir. Oğlu akşam dükkandan hesabı
almaya geldiğinde de münakaşaları eksik olmaz.
Fatih emekli olup dükkanı
iyiden iyiye babasına bırakmıştır. Kendisi her gün şoförlükle
ilgili gazete sütunlarında iş arar. Bir gün ‘bir makam
şoförlüğü aranmaktadır’ ilanı gözüne ilişir. İlanda ki kuruluşa
müracaat eder ve hemen işe başlamasını söylerler.
Fatih artık makam şoförü olarak
bir özel sektörde çalışmaktadır. Dükkana akşamları hesap almak
için uğrar. Dükkanın içinde mallar iyice boşalmaya başlamış,
Sıddık Efendi pazarlamacılardan aldığı malların parasını da
ödeyemez duruma gelmiştir. Bazen pazarlamacı dükkana alacağı
için geldiğinde Sıddık Efendi:
-Akşamüzeri gel” diyor,
pazarlamacı:
-Olur mu amca her gün aynı şeyi
söylüyorsun hangi akşamüzeri geleyim. Bu akşam son gelişim
olsun” deyip çıkıyor, bazı pazarlamacılara da, dükkanına alış
veriş için gelen tanıdık müşteriden:
-Akşam biriken hasılattan paranı
öderim şu pazarlamacının işini bir halledelim” deyip para
alıyordu. Müşteri akşam dükkana parasını almaya geldiğinde de:
-Bu gün senin paranı ödeyecek
kadar hasılat olmadı” deyip ertesi güne bırakıyordu. Ertesi
günde, bir başka günden kalan pazarlamacılar alacakları için
geldiklerinde, elinde avucunda ne varsa onu veriyor, bir
şekilde borcu günden güne çoğalıyordu. Alacaklıların üçü beşi
akşam geldiklerinde de başlıyor bir curcuna. Sıddık Efendi
bunalıyor:
-Yav hepiniz birden nerden
çıktınız. Ben aha senden aldım”, diğerine dönüp:
-Senden ne zaman para aldım
arkadaş?” dediğinde, müşteri de:
-Etme, eyleme Sıddık amca,
benden alıp ta sütçüye vermedin mi, üç gün önce? Deftere de
yazdığını söyledin. Hadi aç bakalım defteri” der. Sıddık
Efendi yazmadığı belli olmasın diye:
-Pekiy öyleysem doğrudur. Günahı
vebalı senin boynuna” deyip, adama parasını veriyordu. Bunlar
Sıddık Efendinin hep cepten ödediği paralardı. Ayın sonu
gelmeden emekli maaşını da bu şekilde bitirmiştir. Sıddık
Efendi tüm bu durumları da müşterilerine bir güzel anlatıp
oğlundan dert yanar olmuştu. ‘Kansızlar işletcez diye açtılar
dükkanı sonnada benim başıma bırahtılar. Olu mu canım bu
bana’ deyip müşterilerin kendisine haklısın Sıddık amca
demelerini beklerdi. Koskoca adam acınacak durumlara düşmüştü.
‘Kendi kazancımı harcayamıyom, çoluk çocuğun maskarası oldum’
diye içi içini yiyordu. İyiki gecekondu arsasını mütahite
vermişti de iki daire sahibi olmuştu.
Bir gün oğlu Fatih’e:
-Dükkanı ne yapacaksanız yapın”
dediğinde öğrenmişti, dükkanın kendi üzerine olduğunu. Oğlu
babasının adına dükkan işletiyordu ama Sıddık Efendinin bundan
haberi yoktu. Sonunda ufak oğlu Yavuz’a, ‘devren satılık’
yazısı yazdırdı, gazeteye ilan verdiler. Sıddık Efendi iki
milyar istiyordu gelen müşterilerden. Gelenler şöyle bir bakıyor
çekip gidiyordu. Komşusu Can:
-Sıddık amca ne verirlerse ver
kurtul” demişti de:
- Olumu Can Efendi, şindi alaman
şu böyük buz dolabını iki milyara. Ben buzdolabı fiyatına
veriyon aha bütün bu malları.” Sıddık Efendi dükkanını bir
övüyorki sormayın. Aradan onbeş gün geçiyor bir müşteri bir
milyar veriyor. Sıddık Efendi:
-Olumu canım bi buçuk vedilede
vemedim”diyor. Müşteri gittikten sonra komşusu Can:
-Verseydin ya Sıddık amca, gün
gelecek bu fiyata da müşteri bulamıyacaksın.” Dediğinde:
-Ölemi! du bahak, Allah bizi
biliyo” diyor. Bu arada pazarlamacılarda tanıdıkları Fikri
Beye haber vermişler müşteri olarak Fikri Beyde çaktırmadan
dükkanı göz altına almıştı. Sıddık Efendi gelen müşterilere
dükkanı vermeye vermeye en son bir müşteriyle münakaşa eder.
Müşteriye: “ -Yaharın gene vemen beş yüze. Beş yüze olumu
canım” der. Tesadüfen Can beyde dükkandadır. Can müşteri
varken eğilip Sıddık amcanın kulağına sessizce:
- Bak bunu da bulamayacaksın
ver kurtul” demişti. Sıddık Efendi birden parlayıp Cana çatmış:
-Hep sizin yüzünüzden veremedük
dükkanı” deyip, müşteriyi kovmuştu dükkandan. Komşusu Can bir
gün pencereden baktığında dükkanın önünde bir hareketlilik
görür. Bir pikap gelmiş buzdolabını yüklüyorlar. Can üşenmez
iner aşağı Sıddık Efendinin oğlu Yavuz’a sorar:
-Kaça devrettiniz dükkanı?”
diye. Yavuz:
-Yalnız iki yüz milyona
buzdolabını sattık, biriken kira borcuna karşılık rafları dükkan
sahibine bıraktık” der. Bu arada bir yığın tarihi geçmiş
baharatlar, konserveler, ufak tüplerdeki kalem uçları gibi
satılmayan malları da dışarı yığarlar. Mahallenin çocukları,
konu komşu alır malları da Sıddık Efendi ‘kurtulduğunu’ sanır
dükkandan. Aradan beş altı ay gibi bir zaman geçer, dükkanda
kiralık yazısı halen durmaktadır. Dükkanın çevresinde bir
adam dolaşır. İki ellerini siper ederek dükkan camından içeri
bakmaktadır. Adam dükkanın ne kadar zamandır boş olduğunu
bilmektedir. Sıddık Efendinin kiraladığı fiyattan daha da aşağı
dükkanı kiralar. Adam dükkana fazla masraf yapmaz.
Rafları,vitrinli dolabı, meşrubat soğutucusu mevcuttur. Güzelce
bir temizlettirir ve dükkanın altındaki depoyu sürümü çok olan
mallarla tıka basa doldurur. Vitrinli koca buzdolabını da
getirip yerine yerleştirir, kanuni işlerini halleder işletmeye
açar dükkanı.
Peşin aldığı malı veresiye
vereceği zaman, fiyat hanesini boş bırakıp müşteriden parayı
alacağı zamanki zamlı fiyatı uygular müşteriye. Yeni dükkan
sahibi Fikri Beydi. Müşteriyle arasına bir mesafe koymuş,
kendi sisteminden asla taviz vermiyordu. Gazetenin haricinde,
domates, soğan, salatalık, patates gibi ürünler koydu. Zaten
bakkalı devralırken kazanmıştı. Sıddık Efendi çok yakınlarında
açılan başka marketten dolayı şok olmuştu zamanında.
Müşterilerine de market açıldı da ondan işletemedik dükkanı
diyordu. Fikri Beyin her fikri müşterilerinin hoşuna gidiyordu.
Bakkal müşterisinin çok çeşit gibi bir beklentisi yoktu. Bunu
bakkallar nasıl kurtulurdaki yazıda da okumuştu.
Grosmarketin yaptığı bakkala
mal koyma deneyinde 1250 çeşit malın 425 adedi işlem
görmesine rağmen bu 425 ürünün 163 çeşidi cironun % 90 ını
oluşturuyor diğer satılamayanlarda stokta bulunuyor. Sıddık
Efendi stoktan kaybetmişti. Evinin tam karşısındaki arı gibi
çalışan bakkalına baktıkça üzülüyordu. Bir gün bakkaldan
alışveriş yaparken bakkalın yeni sahibi Fikri Bey Sıddık
Efendiye:
-Beni tanıdın mı amca?” dedi.
Sıttık Efendi:
-Yooh ne biim canım kimsin.”
Fikri Bey:
-Hani bana bir milyara dükkanı
devretmemiştin ya işte ben o kişiyim. İki yüz milyona
buzdolabını aldım. İki yüz milyona da içini raflarıyla birlikte
devraldım. İçinde bir aylık kirası da dahil.” Sıddık Efendi
dokunsalar ağlayacaktı. Birde üstelik vergi çıkıp gelmişti
işlettiği zamandan kalan. Hiç bir şey söylemeden sessizce
ayrıldı dükkandan.
|
|
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
26 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
RESİMLER BİR BELGEDİR
Fotoğraflarım yorgun çıkar
anılarımdan. Biraz sararmış, birazda geleceğine umut
taşımadıklarından üzgündürler. Acaba diyorum kaç nesil önceki
yakınlarımın fotoğrafları var arşivimde. Çocukluğumun
fotoğrafları çocuklarımın elinde harcanmış, yerlerini arkadaşları
ve kendi çocukları alıvermiş.
Bir fotoğrafın doğasında neler
saklı, sizi nerelere alıp götürür, nasıl kendinize
geldiğinizin farkına varmazsınız bazen.
Doğanın yok olması gibi, insan
doğasını da fotoğraflarda incelediğimizde; kendi cildine
bakım yapan bir insan yüzü ile bakımsız bir insanın
arasındaki farkı da fotoğraflarda görürüz. İnsan yüzündeki
ufacık bir yara izi, insan psikolojisini nasıl etkilerse,
doğamızdaki insan eliyle yapılan tahribatlarda insanı
etkiliyor. Yara izleri estetik ameliyatlarla nasıl
gideriliyorsa, doğamızın bozulan çehresini de daha çok
ağaçlandırarak, nehirlerimizi kirletmeyerek, dere yataklarını
yerleşim alanına açmayarak güzelleştirebiliriz. Fotoğrafçılık
sanatı güzelle çirkini ayırt etmeye yarar. Bir bakarsınız
bir anı olarak çektiğiniz fotoğraf, günün birinde bir
belgesel fotoğrafa dönüşüvermiş.
Geçenlerde fotoğrafla ilgili
bir haber dikkatimi çekti. Bir bayan arkadaşından bayram
tebriki alıyor. Tebrik kartı üzerindeki fotoğraf dikkatini
çeker. Fotoğrafta bir şehir ve o şehrin bir caddesinde bir
bayan elinde bir çocuk arabası, içinde dünyalar tatlısı bir
çocuk. Fotoğraf yaşlı kadında bir şeyler çağrıştırmış olacak
ki dikkatlice inceleme gereği duyar. Şehrin caddeleri,
binaları, yabancı değil. Sanki bu yeri biliyorum diye
düşünür bayan. Sonra çocuk arabasını kullanan bayanı tanır.
Bayan seneler öncesi ölen annesinden başkası değildir. Tabiî
ki çocuk arabası içersindekinin de kendisi olduğunu hayretle
fark eder. İşte arkadaşının bilinçsizce gönderdiği bir
kartpostal bir ‘anı’ resmine dönüşüvermiş.
Belediye başkanları, iktidardaki
siyasilerimiz çarpık şehirleşmeyi ve imar bozukluğunu
halkına hoş göstermek için şehrin eski renksiz
fotoğraflarıyla, yeni teknolojinin imkanlarıyla çekilmiş üç
boyutlu renkli fotoğraf karelerindeki aynı mekanı fotoğraf
sergisi açıp ta fotoğrafları sergilediğinde halk gelişmeyi
takdirle karşılar ve belediye başkanlarına övgüler yağdırırlar.
Ama vatandaş hiçbir zaman şu soruları yetkililere sormayı
aklına getirmez.
O mekanın, siyah beyaz resmin
kerelerindeki manzarada, servi ağaçlarının yeşilliğini göremez,
ağaçlardaki kuş seslerini duyamaz, akan deredeki berrak
suyu ve mesire yeri olarak kullanılan o güzelim yeşil
çimenlerle kaplı doğayı hiçbir zaman göremez. Hele hayvanların
özgürce dolaştığını, otlandığını düşünemez.
Bu tür resimler bir belgesel
nitelik taşımaktadır aynı zamanda. Geçmişle günümüzdeki
gelişmeleri takip ederek insanlar ne kazanmış nelerini
kaybetmiş, resimler çok şey ifade eder. Dahası araziler
üzerinden kimler nemalanmış kimler büyük servetler kazanmışlar
bunları resmi ağızlara sormak gerekir. İşte fotoğraflar bu
soruyu sorduran somut belgelerdir de aynı zamanda.
Çok değil otuz sene öncesinin
tuz gölünde gölün kullanabilirliğinin büyüklüğünün
temizliğinin gölün içersinde yaşayan hayvan türleri ile
ilgili güzel fotoğraflarının, bugünün fotoğraflarıyla
karşılaştırılması karşısında gördüklerimiz yüreklerimizi
sızlatıyor. Birçok drenaj kanallarının göle verilmesiyle
hayvan neslinde azalmalar olmuş hava fotoğrafları ile
tespitlerde, gölde çok büyük küçülmeler görülmüş kirlenmişlik
ve koku adeta tuzu bile kokar duruma getirmiştir. Tuz
gölüne akan suyun azalması ve yer altı sularının
çekilmesinden dolayı gölde büyük ölçüde su seviyesinde
düşüşler olmuştur. Tuz gölü Van gölünden sonra yurdumuzun
ikinci büyük gölüdür. Tuz gölüne dökülen en büyük akarsu
Konya’nın şehir kanalizasyonudur.
Yat turizmiyle ünlü Göcek
Koyunun 49 yıllığına birçok işletmelere ve otellere verilmesi
neticesi sahil şeridi gemi barınaklarıyla dolmuş doğal
güzellikler kaybolmuştur. Tabiî ki bu tür misalleri
çoğaltabiliriz. Baraj ve yol yapımıyla ilgili tahribatlar,
getirisi ve götürü sü hesaplanmadan açılan maden sahaları,
ormanlık alanın yok edilerek konuta dönüştürülmesi. Orman içi
köylerimizde betonlaşma, ağaçların kesilerek ormanın yok
edilmesi.
Daha birçok konularda eskiden
çekilen resimlerle birçok işlemler görmüş, yaralar almış
doğanın şimdiki görüntüleri arasındaki çirkinliği gözler
önüne sermektedir fotoğraflar. Onun için bizlerde birey
olarak güzelliklerimizi fotoğraflar çekerek gelecek
nesillere birer belge olarak iletelim.
|
|
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR! |
Hazırlayan
Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi corumlu2000@gmail.com |
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
|
Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL
adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM |
Hukuka, Yasalara,
Telif ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir. |
|