Aşağıdaki dizinler ile tıklayarak üye olmadan sayfalara girebilir ve inceleyebilirsiniz!

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

 

İÇİNDEKİLER
Mahmut Selim GÜRSEL TAKDİM
Ahmet CANBABA Hayat Hikayesi
SUYA  SABUNA  
BİLİHÇLİ YİYİN ZAYIFLAYIN
TAKLİTÇİLİK (ŞİİR HIRSIZLIĞI)
KÖTÜ  KOKULAR
İYİ  NİYET 
ŞÖFÖR HİKAYELERİ  "RÖTGENCİ"
SOSYETE  KAZIM
UMUTLARIN  ÖTESİ VE TÜLAY SARAYKÖYLÜ   
DEMOKRASİYE  GEÇİŞ SANCILARI
HAYATA  DÖNÜŞ   (erken  teşhis)
013
İŞTE ÖYLE BİRİ
SEVGİLİ   GÖNÜL  ADAMI ALİ  ABDÜLKERİMOĞLU’NUN  ARDINDAN  13-05-2009
İŞLER HASTA
VALLAHİ GAZETEDEN ESİNLENDİM GOMİSERİM
KARAKOLA GİTSEM Mİ Kİ ACABA
İŞİNİ BİLEN MEMUR
BİR GÖÇ HİKÂYESİ
TEPKİSİZLİK
'KUDURDU KUDURASICA'
BİR  ŞİİRİN  ANATOMİSİ
AĞIR UYKU
FELAKET  HAMDİ
BAKKAL NASIL KURTULDU
RESİMLER BİR BELGEDİR 
 
 
Çalışma TELİF ESERİDİR izin almadan kullanmayınız!
Hazırlayan Mahmut Selim GÜRSEL
corumlu2000@gmail.com
Sitemiz ve yazarlarımız;hukuka, yasalara, telif haklarına ve kişilik haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir.

 01

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

KİTAP ismi  Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

TAKDİM           

Bir kitabın doğması, o kitabı yazmaya kalkan kişinin amacına ve bilgi birikimine göre değerlendirilmesi uygun olarak görülmelidir.

            Elinizde bulunan bu çalışmanın sizlere ulaşması için günlerini veren bu çabası için şükranlarımı sunarken, bu çalışmada da benim ufacık bir katkımın da bulunması beni bahtiyar etmiştir.

            Bu çalışma ile sizlerde bazı bilgileri edinmiş ve faydalanmış olarak uzun yılların birikimlerinden aydınlanacağınızı göreceksiniz.

            Bilgi; yazılmadıkça kaybolmaya açık birikimlerdir. Her insan bir kitaptır; onu okumamız gereklidir.

            Tanımadığımız ve anlamadığımız kişiler hakkında nasıl kararlar veremezsek; bir çalışmayı da incelemeden, okumadan karar veremeyiz. 

Mahmut Selim GÜRSEL

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 02

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Ahmet CANBABA

1941-Kalecik doğumluyum. 7 yaşında Ankara’ya geldim.İlk orta ve liseden sonra 1960 senesinde yedek subay öğretmen olarak askerliğimi Merzifon’un Bulak köyünde öğretmen olarak yaptım. Sonra teknik eleman olarak Önce Devlet sular idaresi, Antalya Ferrokrom ve Karpit Fabrikası,
Ankara'da Na-Ce mak sanayi, Özmak, Alaçam müşavirlik, Tüstaş, Tümaş, UBM, ve En son Güriş makine sanayinde Kostürüktör Ressam ve Dizaynır olarak çalıştım. 
1983 senesinde emekli oldum. İlk şiire Öğrencilik dönemimde Sanat okulu son sınıfta iken başladım. Sene 1960 ilk şiirim Ajans Türk Antolojisinde ve İsa Kayacan’ın çıkardığı Ece dergisinde yayınlandı. Öğretmenlik   devresi şiiri   geliştirmem  açısında  bana  çok  büyük  imkanlar verdi. İlk şiir kitabımı da 1967 senesinde “Sarhoş Dünya” olarak yayınladım.
Emekli olduktan sonra mesleğimle ilgili olarak  proje bürosu açtım. Daha  sonra Konur Sokakta önce lokanta daha sonra da kitap üzerine iş yeri açarak 1989 'a kadar işletmecilik yaptım. 1989'dan Sonra ailecek İstanbul’a yerleştik. İstanbul’da 1994 senesine kadar kaldık. 1993 senesinde büyük kızım evlenerek Almanya’ya yerleşti. Küçük kızımın da tayini tekrar Ankara’ya çıkınca 1994 senesinde tekrar Ankara’da yaşamımızı sürdürdük.1999 senesinde “Yeşilin Gözyazşları” şiir kitabı, 2003 senesi “Cennette Seninleyim” Hikaye Kitabı, 2005 senesi “Yaratanla Sohbet” şiir kitabımı edebiyat dünyasına kazandırdım.
2003 senesi öğretmen olan ikici kızımı da evlendirdikten sonra kendimi kültüre adadım. Halen  kültürle iç  içe emekliliğimin tadını çıkarmaya çalışıyorum.
Yayınevimizin  sanal yayınlanmış dergilerinde yazıları bulunmaktadır

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 03

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

SUYA  SABUNA  
Bir yazar hangi siyasi çizgide olursa olsun halkın çıkarlarına uygun olmayan, ihtiyaçlarına cevap vermeyen siyasi uygulamaları irdeleyerek, bir dergide yazı yazamaz mı?
Yazamaz diyenler: efendim dergi kültür ve sanat dergisi olmalı, her türlü siyasetten uzak durmalı savı ile okurlarını, ülkemizde olup bitenlerden mahrum bırakıyorlar anlamını taşımaz mı? Oysa siyasetinde bir kültürü vardır. Demokrasi, Cumhuriyet, Mülki idareler, Dış ilişkiler gibi birçok konular siyasetle iç içedir. Bir Türk vatandaşı olarak insan siyasi kültürü de bilmek zorundadır. Bu zorunda olma;  kültür dergilerinde inceleme yazısı olarak yazılan ve bundan binlerce sene önceki Etilerden, Sümerlerden ve hatta bir taş üzerindeki yazı kalıntılarının incelenmesini kaleme alıp bir dergide yayınlanmasından da önceliklidir.
Dergilerde öncelikle yazılması gereken güncel siyasi kültür haberleri elbette ki suya sabuna dokunacaktır.
Şimdi biz Cumhuriyetin kuruluşu ile kurulmuş fabrikalarımızı yok bahasına satmış, elden çıkartmışız. Özelleştirmelere önem verip kağıt fabrikalarını satmışız rafinerilerimizi,  çimento fabrikalarımızı, enerji üreten barajlarımızı satmışız. Telefon konuşmalarımızı yabancıların tekeline bırakmışız.  İstedikleri zaman bizleri dinleme olasılıkları olmasına rağmen.
Ulusalcılığımız, dilimiz, devlet yapımız, Anayasamız, Bayrağımız Sınırlarımız hep tartışılma konusu yapılıyor. Sağlam bina, planlı şehirleşme yapmadığımızdan, depremde ve sel felaketlerindeki ölümlere, kayıplara kader deyip geçiştiriyoruz. Soygun ve talanlara dokunsan senden kötüsü yok. Bazen insanlar kendi dürüstlüklerini ve belirli bir seviyede kalmalarını suya, sabuna dokunmadıklarına bağlarlar. Haksızda sayılmazlar. İnsanlar bazen bozulmamak için mücadele verir duruma gelmiştir. Düşünün bir kere bir rüşvet çarkının dişlisi konumuna getirilmiş namuslu vatandaşımız, inançları gereği o rüşvet çarkının içinde görev alır ama rüşveti almazsa o kişiye enayi gözü ile bakıldığı kesindir. Çevresi mal mülk sahibi olurken o durağandır. Neden böyle insanlarımızı çoğaltmayalım? Neden onlara sahip çıkmayalım?
Artık bütün yaşam tarzımızı suya, sabuna dokunmamak üzerine geliştiriyoruz. Anne babalar çocuklarını, ev kadınları eşlerini, Amirler yanında çalışanları tembihler duruma gelmiş: “Sakın hiçbir şeye karışma gördüğünü görmezden gel, duyduğunu duymazdan. Sağmış, solmuş sakın karışma. Varsın çalsın.  Var mı sana zararı. Çalıyor ama iyide çalışıyor.  Hak ediyor adam”  gibi laflarla kötülüğü ve kötüleri de meşrulaştırmak üzerine toplumsal bir düşünceye de sahibiz.
İnsanlar korkularından neredeyse pandomima sanatçıları gibi işaretleşerek konuşup anlaşmaya başlayacaklar. Herkes sus pus olmuş.
Dikkat edin köşe yazarlarına. Hangi yazar suya, sabuna dokunmadan yazıyorsa o yazarın patronu tarafından sırtı sıvazlanıyor. Eğer yazar inatla doğruları yazmaya devam ediyorsa o gazetecinin işine son veriliyor. Dergilerde böyle. Aman doğruları yazıp eleştiri almayalım. Siyaset bizim neyimize diyorlar. O düşüncedeki yazarlar ayak uydurup kol sallayarak günlerini gün ediyorlar.
Şimdi ben Nobel Barış Ödülünü bir A.B.D. Başkanın almaması yönünden düşüncelerimi belirtsem ve bunun nasıl bir iki yüzlülük olduğunu ve nasıl birilerine yalakalık yapıldığını yazsam bunlar dergide yayınlanmayacak konular mıdır acaba? Türkiye’deki yardım kurumlarıyla ilgili bir yazı yazacaksınız ama içinde yargılanan dernekler geçmeyecek denilecek. Ama en güzeli galiba televizyon haberleri izlemeyeceksin, internete girmeyeceksin, gazete okumayacaksın, ülke sorunlarından, vatandaşın geçiminden haberin olmayacak. Tabiî ki geriye nasıl balık tutulur, Kültür etkinliklerinin değerlendirilmesi, Eymir gölünde ki mangal partisi, Modanın getirdikleri, Yıldız falı gibi yaz yazabildiğin kadar.  Konu çok, atış serbest.
Sevgili dostlar! Okuyanları bıkkınlığa sürükleyecek yazılar yazıp biz değişmeyiz. Biz adam olmayız, eski tas, eski hamam gibi yorumlara sürükleyecek yazılardan gelin kaçınalım. Gelin, biz adam olmayız ı bırakalım, onuncu köye yolculuğumuzu sürdürelim hep beraber. Kirlilik diz boyunu geçmiş,  boğazımıza kadar bir pisliğe batmanın eşiğine gelmiş olabiliriz. İnanın yazılarımızla davranış ve hareketlerimizle, çirkinliklerin etrafında bir halka oluşturalım. Ne kadar doğruları yazsak ta hiç bir şey değişmiyor gibi bir hezeyana kapılmayalım. Hiç olmazsa yanlışa bir adım atacak olanların yollarını, fikirlerimizle değiştirme olasılığı vardır.
Gelin bunun hazzını yaşayalım hep beraber.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 04

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİLİNÇLİ  YİYİN  ZAYIFLAYIN
Hemen  her gün  gazete  sütunlarında  zayıflamayla  ilgili  yazılar  okursunuz. Çamur  banyosunun iyi  geldiğiyle ilgili  bir  mankenden diyet reçetesi  alırsınız. Doktoru  şunu  yeyin,  bunu  yemeyin  demişte,  mankende  artık yiyeceği  şeyleri  seçmeye  başlamış. Alışveriş  yapmak  gibi  özel  hobisinin  yanında  yemek yemek  gibide    özel  bir  hobisi  vardı. Bilinçli  yemek  yiyerek  zayıflayabileceğini  kendisi  biliyordu  ama  bilinçli  alışveriş    yaparak  gar dolabını  doldurması  işi de oldukça  zordu. Medyada  artık kimin ne yiyeceğinin  tartışıldığı  bir  ortamda, bu zavallı  bir türlü  zayıflayamayan insanlarımızın  durumunu  varın  siz düşünün.  Manken filancası,  biraz  fazla  kilolu  diye iş  alamıyorsa  veya sevgilisine  şirin  görünemiyorsa,  bunun  acısını  yaşayan  ve en çokta  böyle  mankenlerin  halinden  şikayetçi  şişman  zengin  sosyetenin TV deki  münakaşalarını  evinde zeytin  ekmeğe  talim  eden zümre  yapmıyor mu?. 
            Kışın mayo  defilesi  yapılırken podyumlarda  yaza  hazırlık  diye, yaz  ortasında sıcakta  kürklü,  kazaklı  kalın kumaşlardan  yapılmış  giysilerle yapılan defilelerde sergilenen kıyafetleri sade vatandaş  seyrederken  bunlar beni ilgilendirmez diye  tepki  koyabiliyor mu?.  Nüfusumuzun 35 milyonu  açlık sınırındayken, yaz  geliyor  diye martta  tv’ de ve  gazetelerde boy  gösteren  zayıflama  rejimiyle  ilgili  öneriler  sade  vatandaşın  neredeyse  baş  sorunu  olup  çıkıyor. İşkence haline getirdikleri aç yaşamayı rejim diye anlatmaları toplumu ne  yerine  koymaktır,  ben bunu  söylemeye  bir  kelime  bulamıyorum. Üstelik birde sade  vatandaşlar  nasıl kandırılıyor. Hani  aç kalmak işkence ya işte sizi  bu işkenceden  aç kalmadan  ve  açlık  çekmeden zayıflamanın metotları. Önce hangi  yiyeceklerin kaç kalori  verdiğini  bileceksiniz. Metabolizmanızı tok tutma eğilimine sokan ve  aynı  zamanda size  enerji  veren yiyecekleri  tespit  ettiniz mi  gerisi  kolay. Hangi yiyecekler yağ ihtiva eder. Bir  defa yiyeceğiniz  besinlerin  posası ve proteini bol  olacak. İçindeki şeker yükü  az olacak. Bu  genel bilgiden yola  çıkarak  yiyecekteki  favorilerinizi  tespit  edin. Ama bu  arada  damak  tadınızı ve ne  yapacağınızı  uzmanına sorduğunuzda   “canım  zayıflayacaksınız ya,  zayıflamada damak  tadı  düşünülmez”  der.  Yağsız salatayla,  yağsız  bir  çorba  yapın  bakalım.  Önceden öyle iştah açacak  acı yok, öyle  sosmuş,  mayonezmiş  kullanmak  yok. Lokmaları ağzınızda zaman tutarak yiyin.  Bir lokmayı  bitirmek  en az birkaç  dakikanızı  almalı. Yiyeceğiniz bütün nesneleri gözünüzün önüne getirin. Bir tarafta pirzolalar  olsun,  bir tarafta  baklava,  börek.  Hindi dolması ile kuzu  şişini de  belleğinizden  geçirmeyi  sakın ha ihmal  etmeyin. Önce beyninizde tokluk  başlasın. Bunları TV den   uzman  anlatırken evinde çocuk  annesine  soruyor.  “Anne hindi  dolması diyor,  o da ne ki”.   “Sus kızım  manken  ablanızı işte  bu  uzman  aha  bizim  gibi  zayıflatacakmış.  Gelseler de zayıflama   metodunu  bana  sorsalar  olmaz  sanki”  der kadın. Çocuğu  annesinin  bu  mırıldanmasını  duymamıştı  bile. Diyelim ki  tokluk sinyali  onların  beynine ulaşırken garibanında  beynine  yokluk  sinyali  ulaştı.  Sofradaki  zeytinini  üç kere ısırarak  ekmeğine katık  etti  ve çocuklarına :
“Bah  gızım  televizyondaki  bu  program yarınki  günümüzün  bu  günden  daha iyi  olmayacağının  işareti.  Ben ne diyorsam  siz öyle  yapın” dedi.  Sonra tv deki  uzman demez mi ki,  “yemek  yerken   zaman zaman dinlenin.  Sofradan kalkıp ta  bir yere  yatın  demiyorum  sayın  seyirciler.  Birbirinizle  konuşarak  vakit  geçirin” der demez stüdyodaki  mankenlerde  birbirleri ile dedikodular  seyircilerin  önüne  seriliverdi. Kim kimin  sevgilisini  ayartmış,  kimin  göğüsleri  podyumda iş  kazasına  uğrayarak  açılmışta  seyirciler  gördüğü  için  nazar  değmiş.  Mankeninde  silikon  göğsü  o  ‘nazardan’  patlamış.   Artık iş  kavgaya  dökülüverecekti ki  uzman  “sevgili  bayanlar, şu  anda  sofra  başında değilsiniz  lütfen kendinize  gelin” dedi de münakaşalar  kesildi. Ve uzman “işte kıymetli  seyirciler, manken  arkadaşlarımızın bu kırk dakikalık tatlı  sohbetleri  kadar, yemek  arasında sohbet  etmelisiniz”. “Bir  defa diyette  hem  karnınız  doyacak,  hem de en kısa  zamanda zayıflayacağım diyeceksiniz. Bunun ikisi  bir  arada  olmaz. En  az  altı  ay  gibi  bir  zamana  ihtiyacınız  var” dediğinde  zeytinini  dört  parçaya  bölen  ve kırk  dakikalık  manken münakaşalarının  ardından  uzmanın  arkasından da  olsa  evinden uzmanı  çekiştirmek  zorunda  kalan vatanım  kadını,  dört  parçalık  rejime:  “Vallah  benim  çocuklar  dayanamaz.  Tivi deki zayıflama rejimine.  Uzman zayıflama rejimi  anlatırken, sanki  onun  evindeki normal  yaşamından  bahsediyordu. Uzmanın zayıflama rejimini,   ekonomik rejime uygulamak isteyen  hükümet,  açlık  sınırının  altında  yaşayan  sade  vatandaşı  isyan  ettirmişti.  Bir  zeytini  dört kerede  yiyerek  bunun  altı  ay  devam  etmesine  çocuklarımı  alıştıramam diye  isyan  etti  ama  “hele şu   diyet  rejiminin  sonunu  bir  dinleyek  bahak”  dedi.   Uzman: “Yağsız yiye yiye damağınız bu lezzete alışacak.  Altı  ay sonraki  lezzetsizlik,  sizde  lezzete  dönüşecek ve  zorunlu  olarak  yağ  kullanmaya  bir  alerjiniz  olacak. Gittiğiniz yerlerde  yağlı,  lezzetli ve şişmanlatıcı  yemekler  olduğu  için  sizi  yemeğe  davet  edenleri üzmemek  için tadımlık  olarak  az az alacağınız  yemeklerde  zaten sizi  şişmanlatmayacaktır. Fazla  yiyerek  obozite olmak  yerine  her şeyi  kararında yerseniz zaten  obozite  olmaktan da  kurtulmuş   olursunuz” .  Bu  sırada  okurlardan  alınan telefonları  yanıtlar  uzman.  Spiker  bir  seyircimizden  telefon  var diyerek  uzmanın  sözünü  kesip, Uşaktan  Hanım  çeneli: “Efendim   senin dediğini  anlamış  değilim. Ben  zaten  günde bir  öğün yemek  yiyordum.  Şimdi  ramazan  gelecek,  mevcut  bütçeme  göre  bunu  artırmam mümkün  değil. Ramazanda  bir  öğünümü  ikiye bölüp  yarısını sahurda yiyeceğim. Benim bütün  şikayetim  oğluma  ekmekten  başka  bir şey veremiyoruz. Bütçemiz  kafi  değil.Günde  belki  beş  ekmek  yiyor. Sekiz  yaşında  doksan  kiloda  nasıl rejim uygulayabiliriz” dediğinde  uzman. Bayana  “Siz  kilolarınızdan  şikayetçi  değimlisiniz?” der.  Bayan  şikayetçi olmadığını  söyler  uzman  bayanın  yaşını,  kilosunu,   boyunu  sorar aldığı  cevaplar  karşısında  “tam  normal  kilodasınız.  Nasıl   bir  rejim  uyguluyorsunuz  bize  yazıp  gönderin.  Bundan  sonraki  programımızda  sizin  yaptığınız  diyeti  anlatalım”  dedikten  sonra seyircisine  çocuğunun  sorunu   olarak yaptığı  diyet  neticesi zayıflayarak  ölümün  eşiğine  gelmiş  bayanlardan  şişmanlamak  isteyenlere  senin  çocuğunun   uyguladığı  diyeti  uygulatarak
Zayıflıktan  kurtulmak  isteyen   müşterilerimize tatbik  edeceğiz ve bundan dolayı  siz seyircimizin bütçesine  katkıda bulunacağız  deyip seyircisinin  adresini   alır .   “Çocuğunuz  bir  ay  bizim  misafirimiz  olacak,  bizim  havuzumuzda  yüzerek,  her gün  cim lastik  yaparak  hekim  nezaretinde  kontrollü  olarak  zayıflatacağız.” Uzman,  dinleyenlerden gelen bir  sürü  telefonları   yanıtlar.  Bu  arada  kendi  kliniğinin  ve tesislerinin  reklamını  yapmaktan da  geri  kalmaz
            Uzman kişi  rejim  yapmak  isteyenleri  yağ  kullanmaya  karşı  direnmeye  davet  ettikten  sonra. Şekerle  ilgili  tehlikeleri  sıraladı. Kandaki  şeker  oranınız  çok   önemli  üstelik  halkımız  bilinçsizce  yağla  şekeri  birlikte  tüketiyor. Bu  iştahınızı  tetikler  oburlaşırsınız dediğinde, tivi deki  diyeti  dinleyen  sade  vatandaşımız,  komşusunun  çay  alamadığı  için  sıcak  suya  şeker konularak   çay  yerine  içtiği  şerbet  aklına  geldi ve  komşusunun  duvarını  yumrukladı.  İki  dakika   sonra  gelen  komşusuna.  “Bak  komşu  kahvaltıda  kullandığın  margarin  yağıyla  birlikte  şerbet  içiyorsunuz  ya,  o  işte  çok  zararlıymış  bah  doktorumuz  ne diyor  dinle”  diyerek  o  anda  söylediği  sözü  tekrar eden  doktoru komşusu da  dinler. Bak  tüm  bunların  yerine  kurabiye, çikolata, baklava  yerine  meyve  yiyeceksin. Komşusu  doktora  dönerek  “hay  ağzına  sağlık  doktor  bizde  zaten  öyle  yapıyoz”.  Kendisini  çağıran  komşusuna  dönerek  “öyle  değilmi  gı” dedikten sonra  neden öğle  olduğunu da televizyondaki  doktorun  duymadığına  üzülerek anlattı komşusuna. “Komşum  sen  de  aynı  şeyi  yapıyon  hiç  pazarda  satıcıların  gofret  attığını  duydun mu? Hiç  çikolata  attığını  duydun mu?, ya  baklava  attığını?  Biz zaten  Pazar  artığı  olarak sebzemizi  meyvemizi  topluyoz..  Onun  için  canımız  istediğinde  zaten sebze  ve  meyvemizi  yiyoz. Uzmanın  anlattığı   doğru  gomşu  bahsana  çevrene  bizlerden  herkes diyette  herkes  tığ  gibi.” Diyetçi  uzman  doktor  bu  arada sık sık  ama  az yemekten  bahsetmez mi günlük  ancak tek  öğün    yemek yiyen  komşusunu  diğer  komşusu  uyararak. “bak  gördün mü  kaç kere dedim size  akşamınızı  sabaha,  öğleye,  ikindine,  yatsıya  paylaştırın diye.” Komşusu:  “her öğüne çeyrek  dilim  ekmek  hemi,  öylemi diyon yani  sen bana? Kız kim doy ar  çeyrek  dilimle  allasseen!”. Doktor: “Ara  dilimlerde   yüz kalori”  der demez  komşu  “işte şu kalori  hesabından  anlamıyom. Yüz kalori,  yani yüz gramı  demek  istıyo”. “Yoh  anam,  bi  dinne bakalım  sende.  Ağız  tadıyla  bir  program   dinletmiyon .
Bu  arada diyet  uzmanı  sudan  bahsettiğinde,  gelen  komşu  “kalk  anam  kalk  aha bi  sattır  işe  güce   bahmadan  kilitlenip  kaldık   televizyona.  Böyle havadan  sudan  şeylerle  vakit  geçiriyoz”  deyip de  kalktı gitti  evine.  Ama  ne yalan  söyleyim  benim  hala  gulağım  televizyonda  doktorda. Doktor hala şişmanlar için,  onlar  kendilerini  fiziksel  özürlü  olarak  görüyorlar normal kilolarında  olanları gören  şişmanların,  tanrım  beni  tekrar  yarat dediklerini  duyar  gibi  oluyorum.  O  hala  Bol  su  için  diyordu. Şehrin  içme  suyu da  mikroplu.  Ama bilmem ki  nasıl  içsek  bol sudan. Doktor  herhal  dışardan  bidonla  su  alanları  kastediyodur. Pazardan  artık  toplayarak  evin  geçimini  sağlayan  bizler  için  değildir  bu  sözler.Eee  günde  sekiz  on bardakta  su.  Diyelim ki  içtik.
            İşte bu  tivilerdeki  sağlık  saatleri  pek  bi  hoşuma  gider. Bak  bugün ki  hekimde ‘Ostropoz’ diyo  dur  bi  gomşuya  seslenek bahak  deyip üç  dört  kez komşusuyla  bitişik  olan   duvarını  gene  yumrukladı…
 Aradan bir  iki  dakika   geçmeden  komşusu  demir  rezleli  kapının eşiğinden  göründü   “gene  ne var sabah  sabah  daha  sofrayı  bile  kaldırmadım. “Bak anam  bacım  bizde  hiç bi  hayat  galmamış ta  bizim  habarımız  yok.  Biz  orta  yaşlı  sayılıyoruz  ama gören  zanneder ki  yetmişinde.  Doktor  düzenli D  vitamini  kullanmamız  gerekli diyo.  Baksana  bidefa  sofanızdan  balık  etini  eksik  etmeyin”   deyip te ardından televizyondaki doktor  ‘somon’  dediğinde  …. “eh  bizim  soframızdan  çok şükür  ‘somun’  eksik  olmaz”  dedi.   Komşusu:  “sus  hele  somunu  annadık canım.”  Doktor  ‘Ton’  dediğinde  “tonmuş” dedi  gelen  komşu  “ohooo”  dedi   “tonnan  somunu  tedarih  ederik  eee dohtor.” Doktor ‘ Levrek’ deyince komşusu  hemen  ardından  “Bah  görüyonmu  ekmek te  gevrek  olacakmış besbelli” dedi. Doktor  devamla     “ardından da  sardalye  üstüne  süt  ürünlerini  sayabiliriz dediğinde …evin hanımı  “demek ki  sütü de  sandalye  üstünde  içecekmişiz”  dedi.  Komşusu  “annadıysam  arap  oluyum. Osdurapusdan  korunacaaz ne demekse”  Doktor: “D vitamini  güneş ışığı yardımıyla  cildimizde üretilir  bol  bol  güneşlenin” dediğinde ….ev hanımıyla  gomşusu  sözleşmişcesine  “aha  bi  onu  yapıyoh  zaten  bizde”. Bu  arada gene  bir  seyirci  bağlandı  telofona  “doktrcuum  günde  sekiz,  dokuz saat  bi  güzel  uyku  çekiyom. Saat  on birde  on ikide  kahvaltıdan  kalktı mı  öğle  yemeğine de  hacet  kalmıyor.  Kahvaltıda  ağzınıza  layık bi güzel  beyaz  peynir.  Ardından yumurta,  tereyağı,  reçel”,  Doktor  “duur  orda”;  dedikçe  bayan  “niye  duracam,  kimse  durduramaz  beni  kaç  gündür  sabahları  programı  arıyom  hep  meşgul  çıkıyo  kimse  durduramaz  beni”  deyip “ardından  ikindiyi  çok  hafif  geçiştiririm kırmızı  et  ve  balıkla  etin  yanında  mutlaka  salata  vardır.    Akşama  gene  bunlara  benzer  bir  şey  yerim  ama  yanında muhakkak pilav  ve  arkasından  tatlı  vardır .  Geceleri  yoğurt  ve sütü  ihmal  etmem .Tatlının  yerine  bazen  muzu,  çileği,  elmayı  meyve  olarak  tercih  ederim.  Bazen  rahatlık  versin  diye  şarapta  içtiğim  olur.  Şu  yirmi dört saat  gün  olarak o kadar  kısa ki  doktorcum adam bile  kızıyo  bana.  Yemek içmekten dolayı  kendisiyle  ilgilenmiyormuşum. Doktorcuum  günde bir  tanede multivitamin  içiyorum  çokmuu?  Ama  maalesef  spor  yapamıyorum  bu yaptıklarım  sizce  doğrumu?”
            Doktor  sabırla  bayanı  dinleyip  “kaç  kilosunuz,  sizde fazlaca obesit  olmalısınız    herhalde. Sabahları  erken  kalkın.  Geç  kalkan  fazla  kalori  yakmaz,  hareket  edin, kollestrol  ve doymuş  yağlara  dikkat  etmiyorsunuz  karbonhidratlı  yiyecekleri  daha  az tüketin.4000 kalorilik  öğle  yemeği  saydınız  bana.” 
             Evinde komşusuyla  televizyonu  izleyen  Sakine  hanım  Sakinliğini ilk  defa  bozup  komşusuna  dönerek: “Sankim  onlar bana   hayal  tacirliği  yapıyor  gibime  geliyor. Zayıf  olanlara    şişmanlama,  şişman  olanlara da   zayıflama dersi  verenlerin istediği şey bize  göre değil. Kimler  neyi  hayal  ediyorlarsa  işte o  hayal  tacirlerine  müracaat  etsinler. Zayıflamanın  iki  yolu  var.   Kendimize  gerekli  günlük  enerjiden  az alırsak  zayıflarız,  fazla  alırsak  şişmanlarız. Sağlıklı  yaşamdan  büyük  ikramiye  kazanmış gibi yiyip içseler de şişmanlamayanlardan  bahsediyorum.   
Tüm böyle  rejimi tatbik  ederek  ölüm  döşeğine  düşmüş  bir  mankenin  acı  dramı  ve bu  arada zaten  tatsız, tuzsuz, yağsız,  etsiz  sofrası  olan  vatandaşın  gene öyle  zayıf  kalarak  zaten rejimde  olduğundan, ölmeden  açlık  sınırında  yaşamaya  devam  ettiğini,  halkını  düşünen  devlet  adamlarının,  zenginler gibi  hiç  para  harcamadan  halkı  rejimde tuttuğunu,   milletinde  bundan  rahatsızlık  duymayarak  gene  bizleri  açlığa  mahkum  edenleri  seçtiğimizi  anlatacağım.
Doğru  ve dengeli  besleneceez diye   bi  kalori  listesi  tutuşturuverir  diyetisyenler  insanların ellerine.  İhtiyaç  duyduğu  kalorileri herkes  kendi  bünyesine  göre  alırsa, diyetisyene  gitmeye  hacet  kalır mı?.  İnsan  ihtiyaç  duyduğu  kadar  kalsiyum  alırsa  ve  hangi  besinlerin  ne kadar  kalsiyum  ihtiva  ettiğini  bilirse,  kemik  yapısını  insan  dengede  tutamaz mı?.
            Artık eskisi  gibi  devletin himayesi  altında  değil  vatandaş.  Evvelden  devlet  babalık  yapardı.  Fakire  fukaraya  yetime  dula.  Şimdi  her şey  özelleştirildi.  Birey  olarak   ailelerde   özelleşti. Şimdi kadınlar kocasının,  çocuklar  anne  ve babasının sorumluluğunda  olmak  istemiyorlar. Çünkü  bireysel  özgürlükte  sevmek  ve sevilmenin de  şartları  değişti.  Her şey  gidebildiği  yere  kadar  gidiyor. Günübirlik  mutluluğu  sürekli  hale  getirmeye  çalışıyoruz.
Koca  baskısında  kalan  kadınlara  ‘sığınma’  evleri  açılması,  kadının  çaresizliğinde  sokakta  kalmaması  açısından ne  iyi”.  Sakine hanımı  hayretler  içinde  dinleyen  komşusu,:” Ne gadar da  çok şey  örenmişin  bacım  sen” Öğrenmeziyim  hiç geçende  bizim  adamada  biraz  bahsettim de  adam:  “Peki öyleysem  kadın  sığınma  evi  varda,   neden  bir  erkek  sığıma  evi  yok?”  dedi . “Napacaan”  dediydim, “valla  hanım senin bu  çok  bilmişliğinden başka  nasıl  gurtulacaam”  demez mi. Komşusu “Valla  adam  haklı, bahsana  neler  biliyon  canım. Fazla  bilmişlik pek hayır  getirmez  insana.”

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 05

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

TAKLİTÇİLİK (ŞİİR HIRSIZLIĞI)

Modayı  ve markayı  takip  eden bayanlar ne  giyerlerse  giysinler  kendi  üzerlerindeki  giysileri  bir  başkasının  üzerinde  görmekten  hoşlanmazlar.  “Şimdi  benden  görür  aynısını  diktirir  veya   keşke  satın  aldığım  yeri  söylemeseydim” diye  çoğu  zaman  kendini  suçlar. Tabiî ki  komşusu, ‘oda  alır’  aynısını.   Komşusunun üzerinde  gördüğü kendi  bluzunun  aynısını   değil mi,  kanı  beynine  yürür ve  ‘ben yeni  bir şey  giyemeyecek miyim’  diye  feryat  eder.

Türk moda   endüstrisinin tasarım  odaklı markalaşma  stratejisi  piyasaya  yeni  ürünlerini  sürer. Kimi  zaman  mutluluk  şık  görünmektir. Tabiî ki  bir  emek  verilerek  üretilen  sitiller modayı  üzerlerinde  taşıyanların  estetiği  düşünülerek  dizayn  edildiği için  her  işletme  sahibi  ürünlerini  tescil  ettirirler. Bu  bütün  ürünlerde  böyledir. Mobilya da İmalat  haneye modelleri  çalınacak  diye  yabancıları  sokmazlar. Teknoloji  ve  sanayi  hırsızlığı da  aynı  yöntemlerle  yapılır.  Ama  günümüzde artık  bu tür çalma  çırpmalarla  işletmeler  başa  çıkamaz  oldu. Açılan tekstil  ürünleri,   , yapı  teknikleri, bilgisayar  ürünleri, gibi  otomobilinden,  uçağa  tankından,  füzesine  kadar  her  şey   sergilenerek  satışa  sunuluyor. İşte  gerek  mini  fotoğraf  makineleri  ve gerekse  cep  telefonları  sergilenen  ne  varsa  hepsini  görüntüleyebiliyor.

            Tabiî ki  buda  taklitçiliği hortlatıyor. Düşünün  müzik  sektörü taklit  kaset ve   CD’ lerle  başa  çıkabiliyor mu?

Çinliler gamma knife cihazından bir tane  satın almışlar tabiî ki  kullanmak için  değil. Cihazı  söküp  parçalamışlar benzerini  yaparak satmaya  başlamışlar.

Hani  bir  işe  yeni  başlasanız  özentiden  ustanızı  taklit  edebilirsiniz,  ya  sonra  sonrası.  Siz  ustanıza  benzedikçe  onun  yapıtlarını zirveye  taşırsınız. Oysa kendinize  özgü bir şeyler yaratarak  kendiniz  olsanız,  sanırım  bir  zaman  gelir  zirveye  oturan  siz  olursunuz.

Siyasette de  taklit  yok mu dur? Yıllarca  Erbakan Hocamız iktidarlara  batı  taklitçiliği  yaparak  bir  yere  varamazsınız  demiyor muydu? Batılı  taklit  ederek bir yere  varamayacağımızı  söyleyenler  iyiyi,  doğruyu  taklit  edin  diyor. Yani  imam ne yaparsa  sizde  imamın  yaptığını  yapın. Onların  taklitten  anladığı  ahlak  kavramıdır. Biz  onların  ahlakını  taklit  ederek  toplumumuzu  bozuyoruz,  toplumu  ahlaksız  yapıyoruz. Yani  batının  temizlik  kavramıyla  kendisini  Müslüman  görenlerin  temizlik  kavramları  arasındaki  farkı  görmelerini  isterdim  doğrusu. Örnek  alınmakla  taklitçiliği de  karıştırmamak  gerekir  diye  düşünmeliyiz. Eğer  yaptığınız  taklit  bir  başkasını  zarara  sokmuyorsa  ama  o  taklit  ettiğiniz  şey  toplumun  menfaatineyse o şeyi  taklit  etmekte de    yarar  vardır. Tabiî ki  biz  buna  örnek  alınma  demeliyiz.

Şimdi  düşünelim  Müslümanlığın  bütün kurallarını  taklit  ederek  yükselmiş,  zengin olmuş  bir  devlet  var mıdır? Ama kendilerini Müslüman görüp, para toplayarak birisi zengin olmuşsa, aynen onu taklit ederek bir başkası da halkın dini duygularını istismar etmiş,  para  toplayarak  zengin  olmuşlardır. Şimdi  o  zengin olanlar  başımızda, çevremizde  bizi  idare  ediyorlar. Bankalarıyla,  ibadethaneleriyle, okullarıyla bizleri kuşatmışlar. Taklitçilikle kazandıkları milyarlar halkı fakirleştirmiş,  bir  zamanlar  parası  pulu olup ta  onlara  muhtaç  olmayanlar  şimdi  onların  verdikleri  yardımlarla  yaşar  duruma  gelmişlerdir.

İnsanlar beğendikleri  her şeyin taklidini,  sahtesini,  hırsızlığını  yapmaya  çalışıyorlar.  Yalnız şiir mi dersin?  İlacından giydiği ayakkabıya,  elbiseye, bilgisayarından,  telefonuna kadar  her şey taklit. Aşkta, acıda, kederde sahtecilik  yok mu  sanırsın. Cinayeti işleyen  kişilerin  öldürdüğü  kişinin  ailesinin  yanında  sahte  gözyaşları  döktüğü,  dostlukların  sahte  olduğu  insan hayatında  her  zaman  vardır.

Üretmek mi?  Üretmek  akıl  ister. Fikir  taklidi,  hele  aynısını  yazarsan  adına  hırsızlık  denir. Herkesin  beğendiği  yapıtın  sahibi  alkış  alır  sen kıskanırsın  ve  herkesten  büyük olma  krizine  girersin,  ne  yapacaksın  o  zaman. Taklit  edeceksin. Çünkü  taklitte  zahmet  yoktur. Zahmet  olmadığı  zamanda  karşımıza  korsan plaklar,  korsan  kitaplar  gibi  bir  korsan  sektörü  çıkar ki  emeği,  üretimi  ayaklar  altına  alır.

Topluma  zararı  dokunan taklitçilerle  elbirliğiyle  mücadele  etmemiz  gerekir. Her  yazar, her şair kendi  arkadaşlarının  yapıtlarının  takipçisi  olmalı  hatta  tanımadığımız  büyüklerimizin  bile  yapıtlarına  bir  başkası  benim  diye  sahip çıkabilir.Ve  böyle  bir  kültür hırsızlığını yakalıyorsak  şayet  onlarında  haklarını  korumak  bizlerin  görevi  olmalı.

Her  yazarın  kendine  özgü  bir yazı yazma  sanatı  vardır. Birbirlerini  tanıyan  yazarlar,  şairler  kendi üsluplarına  göre cümlelerini  kurar,  belleklerindeki  kelimeleri  ona  göre  seçerler. Ancak  tabiî ki  okuyup  kendi  güncelinde yenilikler  yaratma, beyninin  laboratuarında yeni  denek kelimelerle  harmanlanmış  yeni  akımlar  getirmekte  olasıdır.

Edebiyatta biraz  isim  yaptınız mı  onun  rantı da  peşinden  gelir. Ancak rant sağlayacağım diye de  kaliteyi  düşürmek olmaz. Siz  kendi  doğrunuzda  devam  ederken  bir başkasının  gözü  kulağı  sizin üzerinizdedir. En kısa  zamanda  bir  bakmışsınız bir  yerden  taklidiniz  sürgün  verivermiş.  Tabiî ki  sizin  tiryakileriniz  yani okurlarınız boş  duracak  değiller ya,  bir yerlerde  okunan  bir  şiir  sizin  tiryakinize  tanıdık  gelip  o okunan  şiire  kulak kabartabilir. Bizde de öyle oldu. 

Şiirler bizim şiirlerimiz olmayabilir gene de  böyle şiir  taklitçiliğine  göz  yummayarak  eser  sahipleri  arkadaşlarımızın, dergi  ve  gazete  sahibi  dostlarımızın  taklitçilik  ve  hırsızlık  olaylarından haberdar  edilmeleri  gerektiğini   düşünüyorum. Bu  gibi  kişilerin  ispatlanmış  çalıntı  eselerlerle  yayınlanmış kendi  eserlerinin birlikte  görüleceği bir  liste yapılarak  tüm  şairlerin  kendi  arşivlerinde    bulundurması  zaruret  haline  gelmiştir

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 06

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

KÖTÜ  KOKULAR
         İnsanın  bazen  burnuna  hoş  gelmeyen kokular  vardır. Hele  oruçlu iken  Ramazanda  ağız  kokusu  hiç  çekilmez.  Oradan uzaklaşmak istersiniz. Ya  kokunun  nereden  geldiği  belli  değilse ,  bir yerlerde  ölmüş  fare  kokusu  yada kaynağını  bulamadığınız  bir  havyan  leşi  kokusu  sizi  canınızdan  bezdirir. Çünkü  sizin yaşamsal  alanınız  içindedir, o mekanı da  terk edemezsiniz.
         İşte  siyasetin içindede  çeşitli  kokular  vardır. Bunlar  yaşamımızı yakından  ilgilendirir. Bu  kokular  bazen  bizim  emeğimizin,  alın terimizin  çalınması  anlamına da  gelir. Bu  kokular  kimini  işinden  aşından  eder,  kimine  para  kazandırır.  Şehitlerimizin  acısından, Deniz  fenerinden, yılın  davası  Ergenokon’dan, yani  anlayacağınız  yılın  copçusundan  tutunda  yılın  popçusuna  kadar  herkes bu kokunun  baş  aktörleridir ve  etraflarına  kokular yayarlar  ve  bundan da  para  kazanırlar.   Hükümetin  başı  kendi  teşkilatlarından gelen  bu kokulara  karşı mücadele  etme  gereği  hiçbir  zaman  duymuyorsa  koku  alabildiğine  yayılır.  Hükümetin başı  acaba  neden  bu kokulara  karşı  savaş  açamaz  dersiniz. Çünkü kendiside  iktidar  olmadan  etrafını  kokuttuğu  için haklarında  davalar  açılmıştır. Bu  davalar dan  dolayı dokunulmazlığına  sığınarak  milletten  kokusunu  şimdilik  gizlemiş  görünmektedir.
         Ama  yıllardır  bu konularda  tecrübe  kazanan  halkımız  nereden  bir  koku  gelse  anlamaktadır  artık. Siyasetin  başı, koku  gelen  teşkilatlara  karşı
yeni  önlemler  alarak  kokuya  halkı  alıştıracakmış. Diyelim ki  yumurta  pazarlayacaksınız,  sizin kokunuz  arşı  alayı  aştı.   Önceden de  bir  mısır  kokusu  gelmişti  halkımızın  burnuna,   şimdide  yumurta. Herkes  biliyor  değil mi  bu kokuyu. Birazda   çocuklarınız    kokutsun   etrafı  canım  onun  kokusu  halkın  burnuna  gelene  kadar  atı  alan  Üsküdar’ı da  geçmiş  olur.
         Şimdi   diyelim ki  yumurta  pazarlayacaksınız.
Gazetelerde  soyadınızın görüldüğü  ve  kimliğinizi  belli  edecek  şekilde   önce ilanlarınız  çıkar  sonrada  pazarlama  elemanlarınız   büyük otellere  restoranlara  açar  telefonu  yumurtasının  markasını  söyler  işletme  sahibi de  kendi  elemanlarına  “alın  kardeşim  bu  yumurtayı,  pazarlayanların  babası  bakan  yarın  başımıza  bir  iş  gelir”  der.
Doğalgaz  saatlerinin  satışlarından. Pakistan’da  yapılan  üniversiteden. Belediyelerdeki  arsa  yolsuzluk  ve  usulsüzlüklerinden, ihale,   otobüs  ve  metrobüs  alımlarından  gelen  kokulara  ilaveten,  şaibe  kokusu,  doğalgaz  kokusu, dolandırıcılık kokusu,  naylon  fatura  kokusu, toprak kokusu,  su  kokusu, elektrik kokusu  kokuların  çeşitleri  arttıkça  burunları  koku  almayan  namuslu    milletvekilleri de  “hani  biz  diğer partiler  gibi  olmayacaktık”  diye  yola   çıktıklarından  gelen  kokuların  üstüne  üstüne  gitmek  istemişler  ama   başkanda  şimdi  ben operasyon  yapacağım  sabırlı  olun  demiş.  Herkes  sabır    ettikçe   bunlarda   oy  çokluğu  ile  soruşturma  kokularından  kurtulmuşlar  ve kurtuluyorlar da.  
         Hayvanlar  kızgınlık  zamanlarında  cinsel hormonlarının etkisi ile karşı  cinslerini  cinsel  yönden uyarmak  için  bir  koku  salgılarlar. Bizim  mecliste de  iktidarın  salgılamış  oldukları  kokular  muhalefet  de  dâhil  olmak  üzere  başka  partileri  uyarmış  olacak ki  şimdi  seçim  zamanı   bütün muhalefet  ve  iktidara  karşı  olanlar  bu kokularla  uyandılar.  Herkes  sabah  birbirine  soruyor  bugün  bir  koku  aldınız mı  diye.
          Şimdi  milletin  burnuna  kokular  gelmeye  başladı. Kaynağı  belli olamayan  kokuyu  çıkaranların  hareketleri  kendilerini  ele  veriyor. Artık  millet  kokunun  nereden  geldiğini  kesinlikle  bilmektedir.  Onun için 29 Mart  seçimleri  önem  kazanmaktadır.
İşte  bir  seçim  nutku.
 
NUTUK
 
Sayın vatandaşlarım, öhhö!.. öhhö!..
Köprünüz yok, reyiniz var biliyom.
Öyle  değel midir, dediler he!.. he!..
Neyiniz var, neyiniz yok biliyom.
 
Muhtarınız böyük bir ulu kişi
He deyin burada bitirin işi.
Mecliste abeyi, köyde gardaşı.
Cesur zengin beyiniz var biliyom.
 
Yolunuz çamurdan geçilmez imiş
Hökümet yaptırmaz diye kim demiş
Söyle len  Murtaza, söyle len Memiş.
Yemyeşil bir beldeniz var biliyom.
 
Devletimiz  okutup küçükleri
Sırtınızdan atacaaz yükleri
Bizim gibi değerli böyükleri
Sevip sayan  huyunuz var biliyom.
 
Yanınızdayız son nefesimizde
Biz olalım çıkacak sesinizde
Sizlerinde böyük meclisimizde
Bizim gibi dayınız var biliyom.
 
Köylüye gredi dirsen bizde var
Emme irey dersen o da sizde var
İlkbahar var, sonbahar var, yaz da var
Çeşmeniz yok, caminiz var biliyom.
 
Yar vurmuşu gurbet ele göçtüren
Yel vurmuş Iraza şifa saçtıran
Kel  Durmuşu böyük adam seçtiren
Çok  değerli köyünüz var biliyom.
 
Kimler ermiş görüp bizleri ayan
Dinnemeye gelmişler yorgun yayan
İçer hastalığa çare arayan
Derde derman suyunuz var biliyom
 
Aha burda ne dirseniz ben varım
Yolunuz burdanmı geçer annarım.
Meclise seçtirecek gurbannarım
Bize yeter sayınız var biliyom.
 
Değil akrabanız hısmınız için
Vallah inanmayan gısmınız için
Bizler için değil hasmınız için
Yolunacak tüyünüz var biliyom.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 07

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

İYİ  NİYET         
            Efendim bu  ozan  ‘Zebuni’  Yani  Ali  fazıl  Bozdağ  çok iyi  niyetli  bir  arkadaşımızdır. Ozanlar  derneğini  yeni  kurmuş  ve  aynı  zamanda  başkanı  seçilmişti. Bürosunda  kendisini  ziyarete  gittiğimde, laf  döndü  dolaştı insanlar  iyilik  yaptıklarında  karşılığını  göremiyorlar a  geldi. Gerçektende   öyleydi.
Efendim  bende sırf Ali Fazıl Bozdağ  derneğin  başkanı diye   derneğe  üye  olmuş bir  senelik de  aidatını  vermiştim. Ocak  ayında  genel  kurula  gidecekler   beni de  başkanlıktan  düşürecekler  dedi. Zebuni  Babanın da  bir  bildiği  vardır  demek ki dedim içimden.
 -Neden  düşürecekler. Dedim.
 -Bütün  zorluklar  aşılmış derneğin  kimseye  beş kuruş  borcu  yok.    Masrafları  cebimden  harcadım. Burada  toplanıp  ardımdan  kulis  yapıyorlar,  sanıyorum beni  ekarte  edecekler. Dedi. Bende: 
-Benim  oyum  senin. Dedim.
-Sana  oy  kullandırtmayacaklar ki.  Dedi.
-Neden?  Dedim. 
-Seni geçici  üyelikte bırakacaklar. Zebuni yanlısıymışsın. Zaten  bir  iki  oy  farkıyla da  seçimi  alacaklar. Dedi. Dediği gibide oldu. Ben ve benim gibi bir iki arkadaşlar geçiçi üyelikte kaldı Zebuniyi  başkanlıktan  düşürdüler.
Laf  iyilikten  açılmışken Zebuniyi  hayatında  iyi niyetinden  dolayı  hep  çarpmışlar.  Öyle  bir  zaman  gelmiş ki  artık  “kimseye  ne  bir  yardım  yapacağım,  nede  iyilikte  bulunacağım”  dedi. Dedi  ama  dediğini  kalbi  tasdik  etmiyordu.  Gözleri çook gerilere  daldı ve  bir  anısını  anlatmaya  başladı.
- Bir  kazada  postanede  çalışan  memurdum.  O gün sabaha kadar nöbetçiydim. Gece saat birde bir bayanla bir bey geldi. Uzun boylu iyi giyimli  bey:
-İstanbul’a telefon  edeceğim. Dedi.  Bende:  
-Telefon  etmeden  belirli  bir  ücret  ödemeniz   gerekmektedir. Dedim. Ya  telefon edip de  ücret  ödemeden  giderlerse, onun için önceden belirli bir ücret ödeyip telefon  ettikten sonra ne kadar alacakları ücret kalmışsa konuşulan miktardan çıkarılıp bakiyesi  ödenir.  Yani postanedeki  sistem  böyle  işlemektedir.  Adam: 
-Ne  kadar  ödemem  gerekiyor? Dedi 
-On  milyon! Dedim. Adamda para yoktu demek ki kolundaki saatini çıkarıp bana  uzattı.
-Telefon  etmek  zorundayım, bu  altın  saat  sizde  kalsın  daha  sonra   telefonun  ücretini  getirir  saatimi  alırım! Dedi.  Ben  baktım ki  adam  zor  durumda  verdiği  saat  altın,  saat  öyle  sıradan  bir  saat  değil.  Daha önceden kendime verdiğim  sözleri  tutacak  adam mıyım  sanki  ben.  Her  şey  lafta  kalıyor. Baksana  adam  darda  kalmış  gel de iyilik  etme.
-İnsanlık öldü mü beyefendi kalsın! Dedim.
-Adam asil birine benziyordu birazda buraların  yabancısı, kim bilir  ne  için  gelmişti.  Yanındaki  bayanda  oldukça  şık, birbirlerine  çok yakışmışlardı. Gecenin  bu  saatinde  binde  bir  insanların  işi  düşer  postaneye. Demek ki bunlarında  bir  sorunları  vardı. Yabancı:
-Olur mu efendim  saat kalsın, yarın bana havale para çıkaracaklar o zaman telefon ücretini  öder, saatimi de  alırım. Dedi. 
-Olur mu, olmaz mı.  derken  onların  samimi  davranışlarına  göre  bana  sonra  öderler  diye  saatini  almadım  adamın. Geçmiş gün konuşma ücretleri de üç milyon tuttu.  Hani  bana  ertesi  gün  ödeyeceklerdi. Bir gün,  iki gün, üç gün, beş gün, o da öyle  gitti  diye  düşündüm.
-A hhhh.! Ahmet  abii iyi  niyetimizden ! Hep  böyle  çok  paralarımız  gitti  hangi birisini  anlatayım ki.
Gene  bir gün  bayram  telaşımız  vardı. Ankara’ya gideceğim. Bütün yazıhaneleri  gezdim o  gün için  bilet  bulamadım  çaresizim. Postacılık yaptığım kazadan tayinim Ankara’ya çıktı, orada çalışıyorum. O gün gitmem lazım ki ertesi gün mesaim  var yetişeyim. Birazda ne bileyim  bize  idare  taktı bir  pundumuzu  yakalasınlar ki  bizi  gene  başka  bir  yere  sürsünler. Zaten  Ankara’ya  sürgün  gittik. Okullar  tatile  girmiş,  ertesi  gün bayram. Başka  zaman  her gün  Ankara’ya  boş  giden  otobüslerin o gün  akşam gece  yirmi dörde  kadar  bütün  biletleri  satılmış.  Öyle  yer ayırtma  falan da  yok. Bütün  biletler  birkaç  gün  öncesinden  satılmış. Çaresizim  Ankara istikametinde  yolda  duruyorum  hangi  araba  geçerse  geçsin  el  kaldırıyorum. Belki  biri  içlerinden  acırda  şu  garibanı da  alalım  der. Derken  aradan  epey  bir  zaman  geçti. Hani  umudun  kesildiği  yerde  yeni  umutlar  doğar.  Son  model  güzel  bir  araba  önümde  durdu.
-Nereye?  Dedi  şoför.
-Ankara!  Dedim. 
-Hadi  atla  bende  Ankara’ya  gidiyorum! Dedi. Büyük  bir  sevinçle  bindim arabaya, keyfime diyecek  yoktu. Daha önceden benim gibi bekleyenler beklemekten usanmışlar dağılmışlardı. Hani ne derler bekleyen derviş muradına  ermiş  diye.  Ankara’ya  doğru  epey  bir yol aldık.
-Nasılsınız  iyi misiniz? Dedi. 
-İyiyim  beyim! Dedim. Fazlada  bir şey  konuşmadık. Yolda  benzin  istasyonunda  durdu. İstasyondaki  kafede  yemek  yiyeceğini  söyledi.  Beni de  davet  etti. Benimde üzerimde fazla  para  yok;
-Sağ olun, teşekkür  ederim  benim  karnım  tok. Dedim. Esasında açlıkta  hissediyorum. İsmini bilmediğim bey ısrarla:
-Olmaz! Dedi  beni kolumdan  tutarak.  Lütfen  bir  yemeğimiz  nasip  olsun  daha  Ankara’ya  kadar  yol  arkadaşlığımız  sürecek  sizinle! Dedi.  Bende ister istemez  adamla    kafeye  gittim, bir  güzel  doyurdum   karnımı. Kendisi  ne  yediyse bana da onu  ısmarladı.   Hayatta  ne iyi  insanlar  varmış  demek. Ben  ne  büyük  yanılgı  içindeymişim  meğer, herkese  iyilik  yapmayacağım  bundan  sonra  derken.  Bak  hiç  tanımadığın  biri çıkıyor  karşına, sana  yemek  ısmarlıyor. Oradaki  garsonlardan  gördüğümüz  iltifatlardan dolayı adamın  tanınmış  birisi  olduğunu  anlamak  için  falcı olmaya  gerek  yoktu. Masaya  oturduk  lokanta  sahibinden  garsonlara  kadar  hepside:
- Hoş geldiniz  beyim! Dediler  adamın  halını  hatırını  sordular.  Beraber  yemeğimizi yedik,  ardından  çay  getirdiler  çayımızı içtik  arabasına  benzinini  aldı. Benzincide  bekleyen ve  Ankara’ya  gidecek  başkalarını da  aldı  arabaya. Hepside:
-Allah  razı  olsun. Diyordu  binenlerin. Çünkü  bütün  otobüsler  dolu  geçiyor  binmek  isteyenlerden  ancak üç kişiyi  alabilmişti  arabasına. İçimden: “Hayır  yapmayı çok  seviyor  bu  adam  Allah  böyle  adamları  başımızdan  eksik  etmesin”  dedim.  Araba  Ankara’ya  doğru  hareket  etti.  Ben  yemek için  teşekkür  ettim.  O:  
-Lütfen  efendim  ne gereği  var  teşekkürün. Size ne yapsam hakkınızı  ödeyemem!  dedi. 
-Estağfurullah efendim  ne  hakkım  var ki ödeyemeyeceksiniz  baksanıza  herkese  karşı  insanlığınızı gösteriyorsunuz. Dedim.  O
-Benim  yapım  böyle  ne  yapayım. Dedi. Ben  hep  kendi  kafamdan  şimdi  benden  ödeyemeyeceğim  para  istese  diye   düşünürken,  Şoföre:
-Önce  konuşalım  sonra  kavga  etmeye  gerek kalmasın. Ne  vereceğiz beyim Ankara’ya  kadar? Dedim.
-Bir  şey  vermen  gerekmez! Dedi.   
-Olur mu  canım. Şimdi  senden  alsak  herkesten de  almamız  lazım. Hiç  birinizden  beş kuruş  almayacağım.  Zaten  Ankara’ya  gitmek  zorundayım. Hep  beraber  konuşarak  gitmişiz  çok mu?  Dedi. Böyle  konuşurken  Dikmene  gelmişiz  farkında  değilim. Diğer  binenler  indiler  arabadan  baş başa  kalmıştık.  Artık  bundan  sonrasını  ben  eve  kadar  gidebilirdim.
-Bende  bir  kenarda  ineyim. Dedim. O:
-Nereye  gideceksin?  dedi. Bende:
-Abidinpaşa. Dedim. Sonra  adam  gazladı  doğru  Abidinpaşa.  Ben  içimden  “iyiliğin  bu  kadarı da  olmaz.  Ben  olsam  aynı  şeyi  yapmam  elin  tanımadığı  birine. Bu  devirde  gardaş  gardaşa  yapmaz  bu  adamın  yaptığını”  diye  düşünürken  Abidinpaşaya  gelmişiz.  Ben:
-Aha  şurada ineyim. Dedikçe  O:
-Sen  evini  tarif  et  hele,  buraya  kadar  getirmişiz  ben  seni  evine  bırakmadan  gider miyim  hiç? Dedi. Evin  önüne  geldiğimizde:
Bu  seferde  ben  seni  bırakmam  tövbeler  olsun.  Acı  bir  kahvemizi  içmeden  gitmek  olmaz! Dedim. O:
- Peki  öyle  olsun  hadi içelim! Dedi.  Dairenin zilini  çaldım hanım  bizi  kapıda  karşıladı.
-Hanım  misafirimiz var, bu  bey  beni  kazadan Ankara’ya  kadar  getirdi. Allah  razı olsun.  Bize  bir  yol yorgunluğu  kahvesi  yap ta  kendimize  gelelim”  dedim.  Kahvelerimizi  içtik  ismini  bilmediğim  şahıs:
-Sen  Ali  Fazıl  Bozdağ  değimlisin? Dedi.  Bende biraz hayret kesilerek:
-Evet! Dedim.
-Beni  tanımadın mı? Dedi. Bende:
-Yook!  Dedim.
-Hele  bi dikkatli  bak! Dedi.
-Valla  tanıyamadım  beyim! Dedim.
-Ben  Hamdi  Gül,  Hani  beş  sene  önce bir  akşam  gece  saat  on ikiyi  geçmişti. Postaneden  İstanbul’u aramam  gerekiyordu.  Üzerimde de saatimden başka beş kuruş  param  yoktu. Telefon  ederken ödemem  gereken  paraya  karşılık  paramın  olmadığını  söyleyip saati rehin  bırakmak  istemiştim de  sen:
- Olmaz  efendim  ben  kendimden  ödeyim  siz   bana   elinize  geçince  ödersiniz! Demiştiniz. O  günün  parasıyla  tutan  üç  milyonluk  borcumu da   5  milyon  olarak  ödemek  istiyorum”  Dediğinde  ancak  olayı  hatırlamıştım.
-Olur mu  Hamdi  bey! Kesinlikle  almam! Dedim.  Alırsın, almazsın derken 5 milyonu  komedinin üzerine   bıraktı  ve  başladı  o günün   akşamından  sonrasını  anlatmaya. 
-Ben fabrikatörüm. O gün  geceyi arabada  geceledik.  Ertesi  gün İstanbul’dan  gelen  havaleyi  aldıktan  sonra  postaneden   seni  aradım.  Senin   nöbetinin bitip  gittiğini  söylediler. Postanedeki  arkadaşlarından  hiç biri   sana  ulaşamayacaklarını  söylediler. O  akşamki  olayda  Kayseri’den  kazanıza  gelirken  bir benzin istasyonunda yankesicilere  cüzdanımı  çaldırdım.  İçinde  paralarım  dövizlerim,  kimliklerim  vardı. Hepsi  gitti. Yanımdaki bayan  kız  arkadaşımda da  aksine  para  yoktu. İstanbul’a  telefon edecek kadar  bile  üstelik.  İstanbul’dan  havale geldiği zaman  ödeyeceğiz  dememe  rağmen  otelin  kabul  etmemesinden dolayı  geceyi  arabada  geçirdik. Sana karşı borcumdan dolayı vicdanen çok  rahatsızdım. Bir tesadüf eseri siz karşıma çıktınız.  Önce uzaktan tereddüt ettim. Yakınınıza  geldiğimde  artık  siz  olduğunuzdan  kesinlikle  emindim.  Size karşı  borcumu ödeyebileceğim bir  fırsat  çıkmıştı önüme. Senin Ankara’ya gitmende  ayrıca  memnun  etti  beni.   Bakalım  ne  zamana  kadar  sürecek  beni  tanımaman  diye  özellikle  bekledim. Dedi 
Beni  evime  kadar  getirmesi    bulması  karşısında  ne  kadar   memnun olduğumu     anlatıp  evden  yolcularken böyle  dürüst   insanlarda  varmış  demekten  kendimi  alamadım.
Hala  kendisiyle  haberleşiriz. Şimdi  artık  fikrimi  değiştirmiştim  sen  iyilik  yap ta   varsın  el  alem kendi  kötülükleriyle  baş başa  kalsın. Çünkü  kötülük  yapmanın vicdani  huzursuzluğu  insanı  yer  bitirir.  

 

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 08

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

ŞÖFÖR HİKAYELERİ  "RÖTGENCİ"  
23-3-2003
Zengin bir ailenin iki çocuğundan biriydi Mahmut. Yeni yetmelerin ilk sevgililerini  bir  baykuş  çığlığında gecenin  tatlı  hatıralarını yaşatmışsa  kim unutabilir  o  ilk  aşkını. Geleceğe boş bakan gözlerle ufukta, bir çizgi gibi yakaladığı hayali mutluluğu, yaşanmamış  hayata  dair heyecanı kimi yerde  bir  acı  anı  gibi saklıyordu içinde. O içindeki ütopik  sevgilisini de hiçbir  an  aklından  çıkaramazdı. Bir gizli hastalığın  oluşmasının  baş mimarıydı çevresindeki  arkadaşları. Böyle  bir  başı boşlukta   kendisine  kimsede  söz  geçiremezdi.  Anasının sözünden çıkmayan bir babası vardı. Arkadaşları  Mahmut’la babasının arasını açmayı çok severlerdi.  Mahmut’un  babası  bir sefarette çalışıyordu. Şoförler uzaktan Mahmut’un babasını  gördüklerinde’ sabah, sabah  gene ev(ossuruk)havalandırmaya gidiyor’ derlerdi.  Süleyman  amca iş dönüşünde oğlu  Mahmut’u   sorarsa şayet,  duraktakiler:
”Oooo  Süleyman   amca o şimdi kim bilir nerede içiyordur, bir iki iş aldı mı   Mahmut  için yeter,  aslan gibi arkasında sen varsın “ derlerdi . Süleyman  içinden kızdığını belli etmeden başını sağa, sola sallayıp o kızgınlıkla eve gittiğinde, ‘oğlunu koruduğu   için’ karısı  Hamiyet hanımla da münakaşa ederdi.
Mahmut’un  taksicilik yaptığı senelerde Gaziosmanpaşa’ya  ‘yes’ mahallesi derlerdi. Adım başı Amerikalılar  otururdu  o muhitte. O muhitte  çalışan hizmetçilerin hepside İngilizce konuşur olmuştu. Dinamik  ve genç  görüntüleriyle  kendilerini naza çekerler, yeri geldiğinde  sosyetenin  büyük ve  seçkin  isimlerinin  katıldığı   kokteyllerde  vazife  alırlar, konukların  pembe  halılar  üzerinden  yürüyerek  girdikleri  mekanda    kokteylin  mönüsündeki   uzak doğuya  ait  yiyecekleri  çaktırmadan tadarlardı.  Şoförlerinin de tavladıkları birçok güzel hizmetçiler vardı. Sevgilisi olan  şoförlere Amerikan içkisi  ve  sigarası  getirirlerdi. Türk ailelerinin çocukları  onların çöplüğüne atılan oyuncaklarla sevinir, Amerikalıların  işe yaramayan okunmuş kitaplarını almak için çoğu kez çocuklar kavga yaparlardı. Hatta çöplükler bile paylaşılmıştı. Hiç kimse kendi evine yakın çöplükleri başkalarına  karıştırtmazlardı. Taksi müşterilerinin çoğu Amerikalılardı. Çoğu kez sent verirlerdi, dolar verirlerdi.
Süleyman amca  Mahmut’u  çok okusun istemişti  ama  olmadı. Oğlunun ısrarı üzerine 1958 model bir pontiyac otomobil almıştı. Ama Allah’ı var   Mahmut  arabasına çok iyi bakardı. Süleyman amca miras zenginiydi,  oldukça  mülayim bir yapısı  vardı.  Mahmut babasını parmaklarının ucunda  oynatsa da yeni alınan  otomobilden  dolayı bir baba  baskısı  altına  girmişti. Baba  baskısından bıktığı içinde  için  takside  hep gece çalışmayı  seviyordu. Gündüz  taksisini  bir şoföre veriyor   gecede kendisi kullanıyordu. Tabi   babası gece yorgun, argın oğlunu  takip edecek değil ya. Mahmut’ta  istediği  gibi  hareket  ediyordu.   
Mahmut  gece bir iş alsın, dönüşünü muhakkak  herhangi  bir evin ışık yanan  penceresinden bakıp evin içersini röntgenler, geçte olsa öyle durağa gelirdi. Gözlerden de ırak olduğu için  Süleyman  amca da oğlunu  dürüst çalışıyor bilirdi. Gene bir gün  iş dönüşü durağa gelirken bir binanın  en üst katındaki  odalardan birinin penceresinden odanın  lambasının yandığını görür. Gecenin  saat ikisinde ışığın yanması  Mahmut’u  heyecanlandırır. Öyle ya  insanlar bir şey yapmasalar ışık boşu boşuna yanmaz ki. Arabasını görünmeyecek bir şekilde zulaya  çeker. Dairenin yanan penceresinin tam karşısı  hizasına  gelen servi  ağacının gövdesine  tırmanmaya başlar. En üst katın ışığından başka binada hiçbir ışık yanmamaktadır. Bitişikteki kabası bitmiş  inşaatın bekçisi bile çoktan uyumuştu. Gece karanlığındaki sessizlikte kendi soluk alışının sesini  ve birde ara sıra  bastığında kırılan dalların çıtırtılarını duymaktaydı.
Röntgencilik sanki  Mahmut’un  ikinci mesleğiydi. Başka ağaçlara tırmanmak kolaydı ama böyle ulu bir servi ağacına  ilk defa tırmanacaktı. Tehlikeli bile olsa bir şey görme heyecanı, içindeki korkuyu bastırıyordu. Ağacın gövdesinden çıkan dallar oldukça kırılgan ve narindi. Çoğu kez tuttuğu dal elinde kalmakta, kırılan dalların çıkıntıları zorda olsa ayaklarına basamak  oluyordu. Dördüncü katın hizasına vardığında, Gördüğü manzara muhteşemdi. erotizmin  kuşatmasından  kurtulamayan  bir  bayan git  gide ufalan   hafifleyen  giysilerin  darlığından hap solmuş    uzuvlarının  dışarıya  fırlayacakmış  gibi  taşmaları  karşısında  kendini  zaptedemeyen  eşinin hırslı sarmaş  dolaşın da  sonsuz  bir  haz  yaşıyordu. Biraz  cilveli  nazlı  ve  çekingen  davranışları adeta  eşini  çıldırtıyordu. Sevdiği  bir çiçeğin ilk  tomurcuğunu  verdiği  bir andı  sanki karşısındaki  eşine karşı  duruşu. Sanki  orijinal  lezzetle  eşine  sunulmuş bir  aşk  tanrıçası  gibi  hissediyordu kendini bayan.
Mahmut’un  bastığı çatal dal  arasında sıkışan    ayaklarının yorgunluğu  bir acıyla kendisini uyarır.   Ayağını   dinlendirme  ihtiyacını  hisseder.  Diğer  ayağını  bastığı  çatal  arasına koymak  için  yorgun  ayağını  kaldırdığında bütün yükü diğer ayağına verdiğinden,  gövdesinin ağırlığını çekemeyen dal kırılır Mahmut hızla aşağı doğru  düşmeye başlar. İşte ne olduysa bu düşüşte olmuştu. Kurtulmak için her tuttuğu dal  elinde kalmaktadır.  Gövdesinin ağırlığını taşıyamayan  dallar  kırılıyor ,  Mahmut’un  düşüşünü  yavaşlatıyor ama engelleyemiyordu.
Genç evliler  duydukları  gürültü  üzerine, üzerlerine sardıkları bir çarşafla  yatak odalarının balkonuna açılan kapıdan balkona çıktıklarında  birisinin ağaçtan düştüğünü görmüşlerdi. Kendilerinin  röntgenlendiklerini   bilmediklerinden, hırsız zannedip, gece karanlığında, avazlarının çıktıkları kadar “hırsız kaçıyor, kimsecikler yok mu? aşağıda hırsız var.” diye birkaç  sefer bağırdılar. Gece karanlıkta  yankılanan  sesi kimin duyduklarını bilemediler  ama  kavak ağacının dibinde acıdan kıvranan birinin  siluetini belli, belirsiz gördüler.  Giyinik vaziyette olmadıklarından bağırmaktan da  öte bir şey yapamadılar.
Mahmut  korkunun verdiği paniklemeyle düştüğü yerden kalkıp üstünü  silker. Yırtılan üstünü başını gözü görmez,  çeşitli yerlerine batan dalların sıyrık ve kanatmalarındaki acıyı bile hissetmez. Bitişik inşaatın  tahta perdelerine tırmanır  kendini  inşaatın bahçesine atar. Yeter ki röntgenlediği binanın bahçesinde olmasın, yeter ki orada yakalanmasın. Ama şanssızlıklar  Mahmut’u orada da rahat bırakmayacaktır. Atladığı yeri görmez gece vakti. Oysa atladığı  yer bir kireç kuyusudur. İnşaat için açılmış ve söndürülmüş kireçle dolu bir yer.  Üzeri kaymak bağlamış ve derinlere doğru git gide katılaşan kirecin içersine neredeyse dizkapaklarına kadar gömülmüştür.
Gece geç saatlerde kadının çığlıklarını duyan bekçide uyanmış, kum yığınlarının ardındaki kireç kuyusundaki   Mahmut’u görmüştür bir karartı halinde. Mahmut’un yanına kadar gelen bekçi elinde koca bir kalasla, Mahmut’un  karşısına dikilip ,“hadi bakalım buradan nereye kaçacaksın” der.  Mahmut  bekçiye “Yav arkadaş beni tanımadın mı?.  Ben  pontiyacın sahibi  Mahmut.  Hani seni iş dönüşü yolda, belde alırım ya.  Hatırlamadın mı.?   Süleyman’ın  oğlu   Mahmut’um “deyince  bekçi elindeki kalası bırakıp el fenerini   Mahmut’un yüzüne tutar ve  ancak  Mahmut’u tanır. Mahmut’a:
”Yav  Mahmut  abi senin ne işin var burada”   deyip  Mahmut’u ellerinden tutarak  çeker, çıkartır kuyudan. 
Mahmut  bazı geceler  bira alır, bekçinin yanına uğrar beraber bira içerlerdi.  Mahmut’un tavladığı Amerikalıların yanında çalışan    bayan arkadaşına  beraber  kalsınlar diye  kendi  yerini  vermişti birkaç kez bekçi.  Onun için Mahmut  abisini çok severdi.
 Başına böyle haller de geldiğinde elbette ki yardımcı da olacaktı. Mahmut  çoğu kez  kimi akşam rakı, kimi akşam bira alıp, bekçiyle içtiklerinde  bekçiyi konuşturur,  hangi dairede kim oturuyor, hangi dairede yollu var,  hangi si güzel, iş verir  bekçiyi konuşturup dinlerdi.  Mahmut  ne zamandır o daireyi göz hapsine almıştı . Her gecede   aynı dairenin ışığı yanmaz ya, ama gözetlediği dairenin ışıkları her gece yanıyordu. İşte  Mahmut’u  gözetlemeye çeken nedenlerin başında da bu merakı vardı.
Kuyudan diz kapaklarına kadar kirece batmış bir vaziyette çıkan  Mahmut’un  üzerine  tazyikli hortumla su tutan bekçi  tahta perdedeki aralıktan bitişik binanın aydınlatma  ışıklarının yandığını ve kapıdan iki kişinin düşen ağacın altına kadar gelip  yere serilmiş servi dallarını ve yapraklarını bir birlerine  gösterip, biraz duyulacak bir sesle,”İşte hırsızın  çıktığı ağaç, bitişik inşaata bir soralım bakalım” dediklerinde  bekçi  Mahmut’a:  “aman abi hemen  saklan” deyip   Mahmutu   inşaattaki kendi odasına göndermişti.
Bitişik binadan gelen iki kişi bekçiye bir gürültü duyup duymadığını sorduklarında bekçi de  gürültü duyup onun üzerine uyandığını söyler. Guya hırsızı kovalamıştır ama yakalayamamıştır. Gelenler tatmin olduklarından  bekçiye teşekkür edip oradan ayrılırlar.
Mahmut  bekçiden aldığı pantolonu giyer  ve  açık bir büfeden aldığı rakıyı bekçiyle beraber içmeye koyulurlar. Mahmut bekçinin ısrarı üzerine olayı anlatır. İşte bu korku üzerine  Mahmut  bir daha  röntgencilik yapmayacağına dair bekçinin yanında kendi kendine söz verir. Yaptığı  işin  kötü  olduğunu  acı  bir  deneyle kendiside  anlamıştır.  Mahmut  bu sözü acaba ne kadar tutacaktı. Sabah bekçiden aldığı kıyafetlerle eve gittiğinde babası çoktan işine gitmişti. Yırtılmış gömlek ve pantolonlarının eksikliğini  bir hayli anası babası sordu ama   Mahmut  bir sır  gibi   ölene kadar kimseye söylemedi. 

 

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 09

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

SOSYETE  KAZIM
Mutluluk  arayanların  üzerlerinde durdukları  konuların başında  günler  gelir. Bu günlerde eşini mutlu  edebilmenin çarelerini arar  kocalar. Anneler gününde Kendi annesinin  gönlünü  alamayan koca , sırf  eşi memnun olsun diye  kayın validesini  düşünür gibi  görünmek  zorunda  hisseder kendisini. Kayınpederini kaybetmiş  bir damat , ilaçlar sayesinde 70 yaş sınırının çok   daha  altında  görünen  kayınvalidesine  telefon ederek
“Annecim Anneler Günün kutlu olsun” der. Yokluk sınırının içindeki  vatanım insanı  kendisini  ilgilendiren  günleri  işte  bu nedenlerden dolayı kaçırmaz.
            Memleketimizdeki insan manzaralarını incelediğimizde ; acısı bol bir muıtluluk tablosu çıkar karşımıza.  Açlık sınırında yaşayan  ve  gelirleri  asgari ücretin de  altında  bulunan  vatanım  insanı  mutluluğu  televizyon izlemekte  bulur.
            Satılmış 37  ekran televizyonunun karşısına kurulmuş haberleri izlerken , ‘Anneler Gününün’ kullanıldığını işittiğinde
“Yav garı,  bah bu gün  analar  günüymüş, oda neyse. Her zaman  bir gün çıkarıyolar besbelli” der.Hemen kanal değiştirerek , koca şiddetine maruz kalmış bir kadının  gözyaşları içersinde  ağza  alınmayacak kelimelerle kocasına  hakaret  etmesini  gördüğünde
 “aha  bizim  ganal burası” der. Açlık sınırında  yaşayan  Satılmış gibiler şiddeti, itilip kakılmışlığı, mutluluk sınırları içersinde  göredursun biz  bir de   mutluluğu  yakalamış  mutlu  azınlıktan  bahsedelim  birazda. Onlar kocalarını mutlu  etmek için  sürpriz olsun  diye  doğum  günü  pastasından dansöz  çıkaranlardır. Üzüntüleri günün  birinde buluşlarında  tıkanıp kalmalarıdır. Ne yapsınlarda  kocalarını  mutlu  etsinler…
            Binlerce  çarpan kalbin, binlerce  alınan nefesin ücra ve  kuytu bir köşesinden, çılgınca  dans edenleri  seyreder Kazım. Kendi kafasından Lailada   çılgınca  dans edenlerden  nasıl bir kazanç kapısı  çıkarırım diye  düşünür.. Bunlar geç vakit  evlerine varacaklar. Kiminin  ertesi gün  daveti,  kiminin yakın bir zamanda düğünü  nişanı  vardır.
            Kafasından o an  düşündüğü ile ilgili olarak  yapacağı işin tutacağını bilen sosyete  Kazım para harcamada  sınır tanımayan hanımların imdadına yetişir.. Şayet çiftler  evleneceklerse, gazete sütunlarına ‘sosyete Kazımın’ buluşları ile  geçmeleri  lazım. Kimi  evlilerin nikahını helikopterde kıydırır, kimininkini  denizde, sandalda. Örneğin birisinden hoşlanmıyorsanız seçeceğiniz hediyede , Kazım  yardımcınızdır. Kimine  akrep aldırır  kimine  fare  maskotu, kimine  ayıpladığınız bir koku.
            Hediye  paketleri açıldığında  kiminde  mutluluk  gülücükleri  belirirken  kiminde  korku  çığlıkları.
            Mutluluk hiçbir  zaman bekleyerek kişinin  ayağına  gelmez. Mademki  mutluluk  sizin  ayağınıza  gelmiyor  o halde  sen mutluluğun  ayağına  git. Onun için nemi yapacaksın ? Kazıma  müracaat edeceksiniz, Kazıma.
            İşte  bizim komik ve espiri  anlayışı sınırsız  Kazım kardeşimizin karşısına  gelip de  bir parti, bir davet, nişan, düğün herhangi bir  etkinlik, bir akşam yemeği gibi aklınıza gelen veya  gelmeyen kutlamalarda yardımcınızdır. Öyle çılgınlıklar düşünen  kişilerde  işin parasal yönünde  pek fazla  durmazlar.
            Mesela otobüsteniz, Kazım en önden herkesi görecek bir seviyeden hayırlı yolculuklar diler. Gurupla  samimiyet duygularını pekiştirir. Ve  arkasından her yolculuklarında  söylediği 
“Erkekler uzun yaşamak istiyorlarsa kendilerinden genç bir kadınla, Mutlu  bir evlilik  istiyorlarsa  kendilerinden yaşlı  bir kadınla  evlenmelidirler” (Pery W.Buffinton) sözünü  yüksek  sesle  söyleyip  herkesten alkış almasını  bilir.
            İşte sosyete Kazım dünyanın çeşitli yerlerini dolaşmış en çok heyecan yaşanılan yerde  Türkiye.  Düşünün  bir kere  tam doğum  gününüzde  Galata  kulesindesiniz. Sinagok’ta  bir patlama  oluyor.Sizin  partinizdeki  gezinizden onlarca  kişi  koşar  adımlarla  kaçışırken peşinizdeki  sosyete habercilerinin  flaşları patlıyor. Gazetelerdesiniz. Örneğin  bir gün  deprem oluyor, dörtlük  bir sarsıntı  geçirdiniz.  Bu rahat  sizde  ve konuklarınızda  7.7 lik bir heyecan yaratır.  Kazım  gene  iş başındaysa  gene  gazetelerin  sosyete sayfalarındadır. Korkunun kimyasına  karışmış  aşkların  gölgesinde  bir gece  geçiren  misafirlerinizi  ertesi gün  bir Kapadokya  gezisine rahatça ikna  edebilirsiniz.
            Kazımın bir başka  ustalığı da  Bulunduğu ortama  göre  Türkçesini  ayarlar. Kimi  davetlerde  Türkçesini  İngilizciye  kaçan bir  lehçeyle  anlatır  kimi  davetlerde  Almanca. Biz işte o zaman  davetlerdeki  yabancı misafirler arasında  İngilizler mi  ağırlıkta  yoksa  Almanlar mı   hemen söyleriz. Bay Kazım için  Türkiye’de keşfedilmemiş bir köşe yok. Meryem Anadan, Antalya’daki  Düden Şelalesine, Trabzon’daki  yayla  şenliklerine  kadar   ilginç kutlamalarda  ilginç mekanları hemen bulur..Onun için yurdun  ve  dünyanın  muhtelif yerlerinden de  davetler  alır. Onun  dağarcığındaki  kelimeler  ve  anlatım  teknikleri çok farklıdır. Seçkin yabancı misafirleri  ağırlaması  bazı yabancı dillerde tarzancadır.  Herkes kahkahadan kırılır. Kendilerini  renkli  bir  sosyal hayatın içinde  bulanlar buradaki  arkadaşlıklarından dolayı birbirlerini yakınen tanımış olurlar..Birde bakarsınız  bu gezinin sonunda  evlenmeye  karar vermişler..
Tiyatro ,müzik, veya şiir grupları içersindeki  bir etkinliğe katılmışsanız şayet sizin güzelliğinize beste  yapacak kişiler çıkıverir karşınıza.
            Kazımın partisini  renkli bulanlar “Binlerce  partiye  gittim bu kadar  insanlar için şaşırtıcı  olanı yok” derler..Herkes bir şeye  hayret eder partide  muhakkak. Belirli  bir refah seviyesinde yaşayan azınlığın  gardorabında hapis kalmış giysiler  gibi hissederler kendilerini,  Kazımın partisine katılmayanlar.
            Bir defa  Kazım herkesin  rüyasını  keşfeder. Dört kez bıçak altına yatmış ve  sonra bu benim yüzüm  değil diye  estetik  ameliyattan feryat eden bayan G.Y yi  yatıştırır  ve  kendisinin de  avantasını  alacağı  estetik doktoruna  havale ederek  hayır dualarını alır. Onun için insanların rüyalarını  gerçeğe  dönüştürmesini  sağlar. İnsanların  zihinlerindeki  rekleri,  burunlarına  gelen kokuları  anlar. Gözlerindeki ışığın  güneş mi,ay mı olduğunu  bilir. Daveti veren kişinin  süslenmesine ,  hazırlanmasına  yardımcı oluyor diye  beylerinin de Kazım  pek bir hoşlarına  gider.
            Kazım  bir gün gök kuşağının  altında  bir davet yapacağım  demişti. Yağmur yağdığı  zaman en güzel gök kuşağı  nerede oluşur diye  kafasından düşünüp keşfettiği  bir mekanda .Metorolijiyi  dinleyip yağmurun yağacağı  bir günü  tespit  etmiş  ve o gün  hemen ‘Mutlu çiftler yemeği’ adı  altında bir  gezi düzenlemişti.  Hem güneşli,  hem yağmurlu  bir ortam olacak. Böyle  bir ortam  ancak  baharda  olabilirdi. Üzerlerinde de  gök kuşağı  oluşacaktı  üstelik. Etrafı hırçın dağlarla  çevrilmiş küçücük  bir dağ lokantasının  taraçasındaki  o muhteşem  günü  kimse unutamamıştı..Geziye katılan bayanlardan  şık kostümler içindeki  kusursuz fiziklerinin  nimetlerini  toplayabilmek için,   bekar zamparaların zuladan kendilerine  bakmalarında  bir sakınca  görmeyenler ve hatta  buna  fırsat verenler  gezinin  en renkli  simalarıydı. Saçlarından tırnaklarına kadar süzülüşlerinin  farkında olmasını isterlerdi  bayanlar  erkeklerin. Çokları pahalı markaların  koleksiyonlarını  üzerlerinde  toplamanın  avantajlarını  bile kullanıyorlardı.
            İnsanları şok  etmek Kazımın işiydi. Kazıma  sorsanız:  “bir programınız  var mı?” diye o:  “Benim  deliliklerimin programı olmaz   her zaman her yerde  her şey  olabilir” derdi.  Herkes  Kazım için. “Kazımın  yapacağı her türlü  sürprize  hazırlıklı  olun”  derlerdi.
Havuz kenarında  masalara kurulmuş  davetliler  bir  ağustos  sıcağında   “ah şu  havuza  girsek te  bir  serinlesek”  demeye  fırsat kalmadan  birde bakarsınız  bir itfaiyenin hortumundan  sular  gökten yağmur gibi  inivermiş başınıza  sizin kalbinizi okumuşcasına.  Kalbinizin fırtınalarından dağılan yağmur bulutlarını  keşfeder ön sezileriyle. Hayatınızın  gerçeklerini  yüzünüze karşı  söyleyerek  herkese pes  dedirtir.
            İşte  mutlu  azınlığımızın  kendisini, hayatın acı gerçekleri  arasına  duvar çekerek  soyutlamalarının  örneklerini  görmüyor muyuz yaşamımızda. Memleketimin mutlu  azınlığından mutluluk manzaraları  sunduk. Kim bilir yaşam yelpazemizin  grafiğinde   yüzde kaçlık bir  açı ile  göstereceğiz böyle  mutluluk  tablolarını.

 

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 10

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

UMUTLARIN  ÖTESİ VE TÜLAY SARAYKÖYLÜ   
(Bir  Roman  Eleştirisi)
          Sirkeci  Garından  hareket  eden, trendeki Almanya’ya  gidecek  yolcular  yerlerini  alırlar  ve  bir  Almanya  serüveni  başlatır ki  Tülay  Sarayköylü,  inanın  kitabı  elinizden  bırakamazsınız,  bir  solukta  okumak istersiniz.
Sanıyorum ilk  romanı,  bunda da  oldukça  başarılı. Her ne kadar  mütevazılığınden, “böyle  bir  gurbetçi  serüveni yazacak kadar  kuvvetli  kalemim  olmadığını  biliyorum”  demesine  rağmen  oldukça  akıcı  konu  ve  kişileri  birleştirici  bir  bütünlük  sağlayarak  güzel  bir  sonla  romanını  bitirmiş.
         Gurbetçilerimizin  hayatını  yazarken  kendiside  bir  gurbetçi  olarak  11 yıl  Avrupa’da  yaşamış  biri olarak  yaşamdan  yansımaları  yakından  gözlemlemesi neticesi  böyle  bir  eseri  edebiyatseverlere  kazandırmış.
         Umutların  Ötesinde  köylerinden,  şehirlerinden  yaşam  derdiyle  anasını,  babasını,  eşini,  sözlüsünü  geride  bırakanların  bir  tren  yolculuğunda  tanışmaları ve  Almanya’daki  acı, tatlı  yaşam hikayeleri güzel  ve  akıcı  bir  dille  yazılmış.
         Trendeki  yolculukta  tanışanların  Almanya’da da  yollarının  kesişmeleri,  gurbetçi olarak  birbirlerine  sahip  çıkmalarının  bizlere  has  bir  meziyet olması  çok  güzel  işlenmiş.
         Aşkın, sevginin,  mutluluğun,  mutsuzluğun, acının, intikamın,  kinin,   nefretin  ve  ihanetin   bir  oya  gibi işlenerek yazıya  dökülmesi  neticesi  güzel  bir yapıt  ortaya  çıkmış.
         ‘Aşk’  diyorum çünkü  Selim’in içten içe Fatma’yı  sevişi, Fatma’yı  önceleri  bir kardeş  gibi  görüp,  koruyup kollaması ve  sonradan  evlenmeleri.
         Faruk  ve  Aynur’un  herkese  örnek  bir  evliliklerinin  olması.  Rafet’in  Türkiye’deki  ilk  göz  ağrısı  Hatçe’nin  bir  başkasıyla  evlenmiş  olmasının   verdiği  aşk  acısı  neticesinde, Türk  örf  ve  adetlerine  uymasa da    bir  Alman  bayanla  önceleri  arkadaş  ve  sonra  kadının  evlenmeden  beraber olmayı sürdürmek  istemesi neticesi  Rafet’in Örfümüze uymayan  bir  davranıştır  diyerek Beate’yi evlenmeye  razı  etmesi  gibi yaşam  kesitlerinde Türk  Alman ilişkilerine  yer  vererek güzel  bir  konuyu  romanda  işlemesi  ve tabiî ki  Beate’nin eski kocasıyla  bir  yasak  aşka  girişmesi  neticesi Rafet’in Alman  eşini  ve  eski  ayrıldığı  Alman kocasını  öldürmesi  neticesi  ihaneti  ve  cinayeti de  romanına  taşıyarak  yazar  Umutların  Ötesi  romanını  insanların  belleğine  yerleştirmeyi  başarmıştır. Başarmıştır  diyorum  çünkü,  anlatımında  yöresel  halk  ağzını  çok  güzel kullanarak o ortamı adeta  yaşatmıştır  okuyanına.
         Sonuç  olarak yurt  dışında  para  kazanmaktan  öte  yeni  başlayan  ve  biten umutlarda  daha  birçok  konuyu  elbette ki   yorumumda  bahsetmem  mümkün  değil. Ama  yazar  Almanya’daki  sevmediği  şeyleri   sıralamış  Güzel  cennet  yurdumuza  dönüş  yaptığında da Türkiye’de  olmasını  istemediği  birçok  keşkeler ide  yazmadan   geçememiş.
         Keşke insanlarımız  asık  suratlı  olmasa, Rüşvet  isteyen  Gümrük  memurları, Kahveleri  dolduran işsizler, yabancı plakalı  arabaları  görünce içilen  bir  şişe  gazozdan iki  misli  fiyat  alan  aç  gözlü  sahtekarlar olmasa. Elektrikler,  sular  kesilmese, hastanelerde  uzun hasta  kuyrukları  olmasa.  
           İşte  bütün kötü  alışkanlıklarımızı  bırakarak  dönsek  yurdumuza. Bizim  paradan çok  bunlara    ihtiyacımız  var  diyerek  bitirmiş romanını  sevgili Tülay  Sarayköylü
                   Söke  Şairler ve Yazarlar  Derneğinde bir  grup  şair  arkadaşlarla kendisini 2008 senesinin  şubatında  ziyaret  ettiğimizde bana imzalayarak verdiği  romanını   Ağustosta  okuyup  bitirdiğimde  kendisini  hep  kutlamak  geçiyordu içimden. Bekilli  şiir  etkinliğinde  kendisini  göremedim  ama Şair  Cemal  Şimşek  dostumdan  kendisini  kutladığımı   ve  selam  söylememi  iletmesini  istemiştim.  İşte  bu  duygu  ve  düşüncelerimle Tülay  Sarayköylüyü   Umutların  Ötesi  Yapıtından  dolayı  tekrar  kutlar  başarılarının  devamını  dilerim.

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

11

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

DEMOKRASİYE  GEÇİŞ SANCILARI

1951 Seçimlerinin ardından demokrat  partinin iş başına gelmesiyle birlikte  Devletçilikten  Özel  sektöre  kayış  başlamış, Amerikan  yardımlarıyla ülkemizde  sanayice  ilerlemenin  önüne  geçilmiş, daha fazla  hürriyet, daha  fazla  demokrasi  adı  altında  dinci  kesime yönelik  özgürlük  ve  demokrasi  gelmiş  ve  bu  gelişmeye  engel  olacak  kavramlar  laiklik  başta  olmak  üzere  budanmış  yabancıların  daha  fazla  söz  sahibi  olmaları  açısından  devlete  ait  neler  varsa  satılmış, Cumhuriyete  karşı  ‘İkinci  Cumhuriyetçiler’  çıkarak Atatürk ilkelerinin önüne  geçilmiştir.12  eylülle  birlikte  1980  öncesi sağ  sol  çatışmalarıyla birbirine  kırdırılan  gençlik, kendilerinin kullanıldıklarını  anladıklarında  artık  kendileri  için  vakit  çok  geçti. Sermaye 1970 öncesi bilinçsizliklerinin ve tecrübesizliklerinin zararlarını gördüklerinden sermayeye karşı çıkan sol örgütlenmenin karşısında ülkücü gençliği kullanmış,  1980 ihtilaline kadar gençlerin birbirlerini yok etmelerinde kapitalizm sistemli olarak oldukça güçlenmiş, buna karşın işçi köylü, memur kesimi de kendi davalarının takipçileri olmak açısından bir  sınıf  oluşturmuşlardır.  Yani  emekçi kesimi de  birçok  yandaşını yitirmesine rağmen  güçlenmişlerdir. Tabiî ki  bu  kamplara  ayrılmayı da  beraberinde  getirmiştir.
            Düşünün  bir kere 27 mayıs  ihtilali  olmuş,  devrimci  bir  anayasa  kabul  edilmiş.(BU  anayasa ki  halkın,  yani  toplum kesimlerinin  düşüncelerinin  önünde  bir anayasa)Gençler  emperyalizme karşı yürüyerek İstanbul’da  6.  filoyu  defol  git diye karşılamışlar. Deniz  Gezmiş  ve  arkadaşları  devrimin bir  kıvılcımı  olmuş,  ama  ne yazık ki  faşizmin  gücü bu  üç  fidanını   asmakla  kurtulacaklarını  sanmışlar,  Deniz  gezmiş  ve  arkadaşları idam  edilmiş    12  eylüle  böyle  gelinmiştir.
            Siyasiler  mecliste  reisicumhurunu  seçememiş,  sağ  sol  karmaşası  mecliste de  devam  etmiş,  halkın   12  eylülü  bir  kurtuluş  olarak  görmesine kadar  müdahalesini özellikle  sürdüren  ordu  12  Eylüle  gelindiğinde  darbe  yaparak  yönetime  el  koymuştur.
 Oysa  gençlerimiz  12  eylülle birlikte  faili meçhullerle ve  işkencedeki  ölümlerle  bir  girdabın  içine  sokulmuş  Hapishaneler   sağcı  ve  solcu  gençlerle  doldurulmuştur. İşte  bütün  bu  olaylarda  Türkiye  başta  Amerika  olmak  üzere  harici  güçlerle  hep  dışarıdan  yönetilmişlerdir.Barış  gönüllüleri  denmiş memleketimiz  karış  karış  gezilmiş,  köylümüzün  yani  halkımızın  örf  ve  adetlerinden  inanışlarına,  kimliklerinden  milliyetçilik duygularına,  dil  ve  lehçelerinden   siyasi  görüşlerine   kadar  Amerikan  casusları(Barış  Gönüllüleri) tarafından öğrenilmiş  öğrenilen  bilgilere  göre  Türkiye’nin  haritaları  çıkarılmış  ve bu  konular karşısında aleyhimize  geliştirilecek  stratejiler  oluşturulmuş  ve  bu  oluşturulan  stratejileri  savunan  kendi  gençlerimiz  Amerika da  burslu  olarak  okutulmuş  ve  Türkiye’ye  gelip  belirli  kilit  noktalarına  atandıklarında  Amerikan  siyasetini  savunmuşlardır.
            Türkiye üzerindeki emellerinin koruyucuları ve kollayıcıları olarak Avrupa ülkeleri de tabiî ki boş durmamışlardır. Demokrasimizin önündeki engellerin kaldırılması da Avrupa Birliği standartlarına uygun olarak ele alınmış Avrupa birliğine alınmayacağını bilmemize rağmen halkımızda bir Avrupa birliğine girme rüyaları yaratılmış,  serbest dolaşım,  bol para kazanmak gibi halkımızın özlemleri hep canlı tutulmuş ve AB ye üye olmak iktidarlarda oy potansiyelini artırma konusunda bir işlev haline gelmiştir.
            Türkiye’nin 1996 yılından itibaren gümrük birliğine girmesiyle Avrupa’daki ve dünyadaki gelişmiş ülkeler düzeyinde olmayan sanayimiz bu ülkelerle rekabet edemez düzeyde olduğundan ülkemizde birçok fabrika kendisine çekidüzen verip Avrupa’yla uyum sağlarken birçok küçük işletmelerde kapanmıştır. Tarımın ve sanayin devlet tarafından korunamaması sebebiyle ülkemiz yabancıların açık pazarı haline gelmiş kendi çiftçisini destekleyen ülkeler, ülkemize ucuz pirinç, buğday, mercimek ve her türlü bakliyat ürünlerini satmışlar. Emeğinin karşılığını alamayıp zarar eden köylümüz  ürün  ekmekten  vazgeçmiş  kendi  kendimize  yeterli  olan  bir  ülke pozisyonundan  tarımda da   dışa  bağımlı  bir  ülke  haline  getirilmiştir.  Tabiî ki  sanayimizde de  öyle.  Birçok fabrikalarımız  kapanmış,  teknolojik  yeniliklerle  donatılamayan  ve  devletin  arpalıkları  pozisyonunda  bulunan ve  sürekli  zarar  eden  eskimiş  teknolojilerimizle çalışan fabrikalarımız   Avrupa’ya  ayak  uyduramadığından  özelleştirilerek  teker  teker  elimizden  çıkarılmıştır. Artık  Avrupa’nın  işçisini,  çiftçisini  besleyen  sömürge  bir  ülke  konumuna  getirildik. Kendimizle  barışık  bir  toplumken  PKK nın dış  güçlerce  beslenip desteklenmesi  ve  ve  ülkemize  karşı zararlı  yayınlarda  bulunulmasına  göz  yumulması  karşısında  ülkemizdeki  ayrılıkçı  grupların  milli  duyguları,  kimlik  tartışmaları  yaratılarak  infial  noktalarına  kadar  getirilmiş,  en  ufak  olaylarda meydanlara  çıkarak yakıp  yıkmaya  ve  öldürmeye  yönelik  gösterilere  kadar  iş  vardırılmıştır.
            Sorunlarımız  birikerek  gelmiş  hiçbirisi  çözüme  kavuşturulmamış  bir  dağ  gibi  önümüzdedir. Ermeni  meselesinden,  Kıbrıs  meselesine, Kürt  sorunundan  doğalgaz  sorununa, dil  sorunundan, kriz  sorununa, işsizlik  sorunundan  eğitim  sağlık  yani  aklınıza  ne  gelirse bütün  sorunlara  kadar. Bütün  bu sorunlarla   başa  çıkmak  için  devletin  emniyet  güçleri  ile  halk  karşı  karşıya  getirilmiş  ve  devlet  kendi  bünyesinde  kendine  bağlı  birde  Gladyo   oluşturmuş ve  bu oluşumda  Susurluktaki Mercedes  kazasıyla ortaya  çıkmıştır.
Ülkemizin çok  değerli yazarları,  profesörleri, aydınları faili meçhul  suikastlarla  öldürülmüş  hiçbirisi aydınlatılamamıştır. Bu  işleri  halledemeyen  siyasetin elinden  kuvvet  kullanarak olayları  bastırmanın  ötesinde bir  iş  gelmemiştir. Dışarıdan  yönetilmenin neticesi Tarımı, sanayisi  ve  ekonomisi  çökmüş  bir  Türkiye’nin Özelleştirerek  ayakta  kalacağını  sananlar  yanıldıklarını  dışarıya  satacakları  bir şey  kalmadığı  zaman  anlayacaklardır. Şimdi  artık  taviz  verilerek işleri  yürütüyoruz. .  Tabiî ki   buda satılmadık kalan  fabrika  varsa satarak, Kürtçe  tv kanalları  açarak,  buzdolabı  çamaşır  makinesi  ve  gıda  maddeleri  dağıtarak, topraklarımızı  ve  yer altı  zenginliklerimizi  satarak, İMF den borç  para  alarak  ayakta  kalmaya  çalışılmaktadır.  İşte  29  mart  seçimleri   yapılmış  baştaki  iktidar  kan  kaybetse de  ne  değişmiştir. Halkımız  layık  olduğu  veçhile yönetilmeye  devam  edilecektir. 
            Yeni  Amerikan  başkanı Obama  geldi  20 milyar  dolar olarak  İMF nin  vereceği  kredi   ne  gibi  tavizler  verildi de    İMF nin  45  milyar  dolar  gibi  yüksek  bir  meblağa  ulaştırılmıştır. Acaba bu  tavizler  içinde Ermenistan’la  sınır açılırsa, Kıbrıs’ta  Rumlara  taviz  verilirse, Irakta  Kürtlere  tavizler  verilirse gibi   koşullar  ileri  sürülmüş müdür diye  insan  kendi  kendine  sormaktan da  kendini  alamıyor.
            Daha  bu gelişimin  içersine  Ergenekon’u dahil  etmedik. Oysa  Ergenekon  başlı  başına  işlenecek, ele  alınacak  bir  sorunlar  yumağıdır.
Çok partili  rejimmiş  gibi  görünse de  demokrasinin oturmayışı, seçim  sistemindeki  çarpıklık,  1950 sonrası olguyu  aynen  getirmiş,  2008  ler de 1950 leri  yaşar konumuna  gelmişiz. Tabiî ki  şu  anda Demokrat  Partinin iktidardan  uzaklaştırıldığı  ihtilaller  geleneği   ortadan kalktığı  için 2011 senesine  kadar  baskıcı ve  sindirici  ortama yokluk , yoksulluk  ve İşsizliği de  dahil  ettiğimizde  acaba demokrasiye   nasıl  ulaşırız.  İşte 45 milyar dolarlık  İMF  yardım  burada  imdada  yetişecek  gibi  gözüküyor.  Acaba bu  yardımlar  beş yüz milyar  doları  geçen  devletin  borcunu  daha da  yükselteceğinden daha  fazla  dış  borç  daha  fazla  dışa  bağımlılık  değimli?

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 12

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

HAYATA  DÖNÜŞ   (erken  teşhis)
Sırtımdaki,  göksümdeki  ve zaman  zaman  vücudumu  tümden  saran  ağrılarından  şikayet ettiğimde  eşim:
“ Hayatım  kaç defa  diyorum  sana  bir  dipten  doruğa  muayene  ol. Bak hastanede  çalışan komşumuzun  bir  tanıdık  doktoru  var, önce  muayenehanesine  gideceğiz,  sonrada  o  bize  bir  yol  gösterir,  gerekirse  bir  Check-up   yaptırırız. Muhakkak  bir  şey  var ki  sende  her gün  şikayetçisin  kendinden.“  Dediğinde ben hep  “haklısın  hayatım”  derdim de  bir  türlü  teşebbüse  geçmezdik.
 Tabiî ki  rahatsızdım  ağrıdan  sızıdan yana  ama  direniyordum  doktora  gitmeye. Nasıl  olduysa ağrılarımın  arttığı  bir  gün Hanımın da  ağrılardan şikayeti geldi  aklıma  ikimizde bir  muayene  olalım dedim. İşyerinden  telefon  ederek bir  randevu  aldım  doktordan.  Ertesi  gün  Fikret  beyin  muayene hane sine eşimle beraber giderek  vizite  ücretini yatırdım. Benim  göksümü, nefes  alışverişimi,  sırtımı  dinledi. Uzun  tetkiklerden  sonra  kartvizitinin  arkasına  imzasını  atarak “yarın  erkenden  hastaneye  gel,  kapıdan  kartımı  gösterdiğinde  direk içeri  girersin”  dedi. Tabi  eşimi de aynı  şekilde  muayene  ederek  aynı  şeyleri  eşime de  söyledi  ona da  bir kart yazarak  verdi. 
Ertesi  gün  bizde  öyle  yaptık.  Sabah  hastanenin  içi  ana  baba  günüydü. Onları  yararak  geçerken  arkamızdan  konuşuyorlardı.
“İşte  gene  özelciler geldi,  bunların  paraları  var  kuyruk  beklemezler ki.  Hele  bizim  gibi  geceden kalkıp ta  sıramı  alacaklar  sanki.”
Duymazlıktan  gelmek  zorundaydık.  Adamlar  haksızda  sayılmazdı  ama  ne yapacaksın  sağlık  sorunu  bu. Halimize  şükrettik. Zaten  şükürcü  bir  millet  değilmiyiz. Bir trfik kazası olsa,     bir uçak  düşse  çok  şükür, içinde  biz  yokuz  demezmiyiz. Ya  sel felaketinde,  depremde  kendilerine  zarar  gelmeyenler  şükretmezler mi. Bizde para ile  muayyene olacak  durumda  olduğumuza  şükrettik.  Oysa  çokları  doktora  gitmeyi  gerektirmeyecek  derecede  sağlıklarının yerinde  olduklarına şükrediyorlardı.   Ya birde  muayene  olacak  paramız  olmasaydı ?
Her  şeye  para  bulunuyordu da  şu  sağlığa  para  bulamıyordu halk.   Bulsa da  halkın    önceliği  sağlık  değildi ki.  Yakacak,  giyecek  ve  en  önemlisi  gıda. İşte  en  son  kertesine  getirmişler  hastalıklarını. Artık  doktora  gelmekten  başka  çare  bulamamış  insanların  yığılmalarıydı  hastanedeki  kalabalık. 
Kapıdaki  görevlilere doktorun  arkası  imzalı kartvizitini  gösterince  hiç  bekletmeden 
“ikinci kat  109 numara”  dedi  görevli. İkinci kat 109 numaraya  çıktığımda doktorun  bulunduğu  oda  kapısının  karşısındaki  görevli bayana doktorun  yazılı kartvizitini gösterdim “içerdekiler  çıksınlar  hemen  sizi  alacağım”  dedi.   Eşimin ve benim  sağlık karnesini alarak kaydını  yaptı. İçerden  çıkan  hastadan  sonra  muayene  olmak için  eşim  girdi  içeri.  Doktor  hiç muayene  etmeden  bir  kağıt  üzerinde  işaretlenmiş  liseyi  eşime    verdi. Sonra  ben  girdim benim  elime de bir  işaretlenmiş  tahlil kağıdı  verdi
“işaretli  tahlilleri  yap getir,  gittiğin  yerlerde kartımı  göster sıra  beklemezsin”  dedi.  Sistemin  çarkı  böyle  işliyordu  demek. Her  gittiğimiz  yerde hiç  beklemedik,  kan tahlilinde,  idrarda. 
Hele  kandan  bir  sürü tahliller  yaptılar.  Eşimle  beraber  hepsinin  neticelerini  aldık  doktora  verdik. İçerde  bir  başkası  daha  vardı. Sanıyorum  doktorun  tanıdığı  biri. Çenesi  düşük  bir  insan. Doktor sanki  onu  dinlemiyordu. Elinde   siyah  bir  çanta, içersinde  bir  sürü  ilaç  numuneleri  var.   İlaçlarla ilgili  bilgi  alışverişinden  başka bir şey  değildi  adamın  yaptığı.  Kim bilir hangi  fabrikanın ilaç pazarlamacısıydı.  Biz se  doktorun  tahlil  sonuçlarını söylemesini  bekliyorduk. Hele  adam  bir  konuşmasını  kesse  sıra  bize  gelecekti.
O  çenesi  düşük  adam  işi  bittiği  halde  çıkıp  gideceğine,  eşimle  beraber  doktorun  söylediğini   dinlemez mi.  Doktor  tekrar  tekrar  tahlil  sonuçlarına  baktı,  kafasını  salladı.  Ters  giden  bir şeyler  vardı galiba. Gözlerini  benden kaçırarak  eşime  bir şeyler  diyordu ki  eşim  benim kolumdan  tutup;
“Güven   sen  biraz dışarı da  bekle    benim  doktorla  bir  özel  görüşmem  olacak”  dedi.  Ben  dışarıda  beklerken  O geveze  adamında sesinin  yükseldiğini  duydum içerden. Durmadan  konuştular konuştular ama  konuşan  hep o  geveze  adamdı.  Ama  tam  anlayamıyordum konuşulanları. Sonra  o geveze adam  kapıdan  çıktı bana  dönerek “hücre çoğalmasıymış,  geçmiş olsun  iyi huyluysa korkulacak  bir şey  yok”  dedi. Adam  söyledi  söylemesine  ama benim kendisine  birşeyler  sormamı  beklemeden  çekip    gitti.  Bir  ara  peşinden koşturayım  dedim  vazgeçtim.  Doktor eşime  içerde  tedavi şekillerini  izah  etmiş,  ayrıca  başka  ülkelerde  tedavi  görebileceğini  söylemiş.  Hiç  konuşmadan  geldik  eve. Ben istiyorum ki  kendi birşeyler söylesin. ‘Korkulacak  bir şey  yok’  desin,  geveze  adamın  söylediği gibi. Ama  ne  gezer  eşimde  çıt yok.   
  Eve geldiğimizde birazda  yüzü  ağlamaklı:
“hücre  çoğalmasıymış,  kansermiş yani”  dedi.  Ben  oturduğum  koltuktan  fırlamıştım  sanki. Ellerimle  yüzümü kapatıp 
“Aman Allah’ım  buda mı  gelecekti  başıma”  dedim. Yalnız  hücre çoğalmasını  bir şeye  benzetememiştim  adam  söylediğinde.
Eşimin gözyaşlarına karışmış sözleri  düştü  üst  üste dudaklarından. Lavanta  kokan  çarşafları  serilmiş yatak  odasının  kapısında  durmuş,  içeriye  bakıyordu öylece.   Bir  dil  sürçmesi  onu  ele  verdi. ‘Hücre  çoğalmasıymış tan sonra kansermiş’  demesi. Şimdi  benimde   bildiğimi  bilmesinden  biraz  rahatlamıştı. Oysa nasıl  söyleyebilirim kinin  hesaplarını  yapmıştı  yol  boyu.  Tedavimdeki uzun  sürecin   ruhunda yaratacağı    karmaşadaki davranış  bozukluklarını  algılıyordum  eşimin.
Benim hastalığımı  duyduğunda  çoktan iç  dünyası  yıkılmıştı. Ben yatak odası kapısından içeri  girdiğimde  eşimde  arkamdaydı. Yatağın  bir  köşesine  usulca  oturdum. Eşimde yanıma  oturdu. Şimdi  az da  olsa  kendisine  gelmişti. Doğal  davranışların  kimyasındaki  sükuneti  yaratan  neydi. Sanki  hastanedeki  korku  ve  telaş  gitmişti  şimdi. Benim  kıyametler  koparacağımı, hayatı  hem kendisine  hem de  kendime  zehir  edeceğimi  düşünüyordu.
Kendisini  hiç de ilgilendirmeyen  bir  konuda doktorun  anlattıklarını  duyan  bir yabancı,  bana  patavatsızca 
“ Hücre  çoğalmasıymış demek ”   dediğinde   benim  dünyam zaten kararmıştı. Demek  benim  hastalığımı  duyduğunda  o  şarlatan içerde bağırmıştı  “çaresiz  bir  hastalık” diye.  O münasebetsiz adam  ne  münasebetle  benim hastalığım  hakkında  patavatsızca  konuşmuştu.  “Beyefendi  seni  ilgilendirmez bilmediğin  şeylere  lütfen karışma”  diye  eşimin   sinirlenip  bağırdığını duymuştum  kapıdan.  Sanki  ona  denmiyormuş  gibi   yüzü  kızarmayan  adam   büsbütün  moralimi  bozmuştu  dışarıya  çıkıp  ayrıca  bana hücre  çoğalmasıymış  diye   söylediğinde. Güya  ben  duymayacaktım. Yüzsüzlerin  yüzlü  çıkmalarını  düşünmek  insanı  üzmez mi.  Adam  sanki uyuşturucu bağımlısı gibi  söze  karşılık  verme  bağımlısı  içinde  görüyor kendisini  ve  durmadan  konuşuyordu. Zaten  içerde  doktoru  yüceltecek  konuşmalar  yaptığında   doktorun da  sesi  çıkmadan  propogandist  beyi  dinliyordu.
“Sağlık bu  hanımefendi. Eşiniz için   doktor  beyin  dediği  ülkeye  giderseniz  tedavi için  kesin  çözüm  bulunur.” dediğinde eşimin  iyice  dolduğunun  farkındaydım. Adam  durmadan  konuşuyor  benim  sağlığım  üzerine  çözümler  üretiyordu. Eşimde  artık  adamın  konuşmalarına  daha  fazla  tahammül  edememiş demekki.
“Beyefendi   Her  şeyde  tüketim  toplumu  olmuş  çıkmışız.  Şimdide  olur  olmaz  söz  tüketiyoruz,   ses tüketiyoruz,  onur  tüketiyoruz,  en  güzel  değerlerimizi  tüketiyoruz. Sevdiklerimizi  ve  kendimizi  tüketiyoruz, onun  için  siz  burada boşuna  sesinizi  tüketmeyin” dedikten  sonra  adam  doktorun  odasından  çıkmak  zorunda  kalmıştı. Üstelik  bana da  hastalığımı  söyleyerek uzaklaştı. 
Eşimin  doktorun  yanından  çıktığında  benim  değil de  sanki   onun teselliye  ihtiyacı  vardı.  Birazda onun için  kendimle  ilgili  bir  şey  sormamıştım  eve  gelene  kadar. Adamın  boş  yere  gevezelik etmesini unutamamıştım “neden  doktorun  söylemesi  gerekeni o adi adam  söyledi” diye  eşimin  saçlarını okşayarak  yanaklarından  öpmüştüm .
“Seni seviyorum  hayatım.  Hastalığım  unutmaki  her şeyin  sonu  değil” dedim.  Eşimi kendi  hastalığımın vahim  düşüncesinden uzaklaştırmak için   bir  savaş veriyordum  sanki.
Sanki  her tarafa  savrulmuş  başıboş  dönen  gezegenler   gibiydi  kafamdakiler. Şimdi  yatağa  uzandık   birbirimize  sarılıp çaresizlik içinde  ağlaşıyorduk.  Karı koca ortak  bir  sessizliğin içindeydik.  Hareketlerimizin  devinimleri sıfıra  inmiş  bir  pelte  gibi  yatağın  üzerine  serilip  öylece  bırakmıştı  bizi. 
Yaşlı  ve  şeker  hastası olan  anneme  ve  hele  bana  çok  düşkün   kalp hastası olan  babama  nasıl diyecektim. 
“Çocuklarıma  nasıl  söylerim”. Şimdi kendi  içimizdeki  boşlukta kendimizi mahkum  etmiş,  bir çıkış noktası  arıyorduk. Ben  ne  yapmıştım da  tanrı  çaresiz  bir  hastalığın eline   bırakmıştı  beni. Çevremdeki  en  yakınlarıma  söyleyerek,  düşüncelerimi  kemiren  olumsuzluklar  paylaşıldığında  yerine olumlu söylenecek her  söz belki  bana ilaç olurdu.  Şu anda  çaresizliğin  şokundaydık.  Vurgun  yemiştik.
“Hastane  kapılarındaki  çare bulunacak dertler içindeki   çaresizlikler zincirinin  bir  halkası da   bendim” diye  düşündüm. Ama şimdi  eşimin  ne  düşündüğünü  sezebiliyordum. Benim dalgın  bakışlarımdan  kendimi  uyandırarak  eşime
“Kiradaki  dairemizi  sattığımızda  Amerika’da  tedavisi  olabilir diyorsundur” değilmi?
“Tamam    düşündüğün   gibi  düşünüyorum  bende” dedi.  O da  anladığımı  anlamış  olacak ki 
“onu  sonra  konuşuruz”  dedi.  Ertesi  sabah, geçirdiğimiz  tedirgin  bir  geceden  sonra  tekrar  hastanedeydik.  Oğluma  ve  iki kızıma  üstü kapalıda  olsa  durumu  anlattığımda
“anne  annenizle,  dedenize  söylemeyin  sakın”  diye de  tembih  ettim. Büyük kızım
“hastaneye  bende  geleceğim  baba”  seni  yalnız  bırakamam”  dedi. Ufak kızımla oğlum yaşlı dedesi ve  anneannelerinin yanlarında kaldılar.  Sekseninin  üzerinde   insanlar,  onlarında bakıma  ihtiyaçları  var  nede  olsa. Büyük kentlerdeki  bir  başka  endişede  hızla  artan  kapkaç olayları. Eşim  bizimle  beraber  gelen büyük kızımıza  hastaneye  gidene kadar  tembih üzerine  tembih etti. Aman  çantana  dikkat  et  sanki  bizim  kıza  söylenmemiş. Eşim eczaneden  ilaç  almak  için  yanımızdan  ayrıldığında, kızımda  benim kan verirken çıkardığım  paltomu  koluna  asıyor. Hemşireler  kan alma  işini tamamlayıp ta    ben tekrar   paltomu  kızımdan  aldığımda bakmış ki  kızım  kolunda  çantası  yok. İki  tane  kesilmiş deri  sap  sallanıyor  kolunda  kızımın. Pes yani bu kadara da.  Anne  gelene kadar  sağa  sola  koşuşturdular  ama  nafile. Bu  ikinci  çarpılışı  kızımın. Bazen  insanlar hayatta  bedavadan yaşıyor.   Bana  “aman  olsun  canımıza  bir şey  gelmedi ya”  deyip  geçiştirdiler.  Ama    önemli olan benim  bir şeye  üzülmemem lazım. Hanım  ilaçlarla  geldikten sonra  tomografilerim  çekilecek  tabiki. Hadi   bu seferde  elektrikler  kesilmesin mi.  Yalnızca  kan tahlili  yaptırmış olduk  o gün. Akşam  evde çocuklar  “ Anne, babamı  Çine  götür. Türkiye den  kanser  hastaları  Çine  gidiyorlarmış ameliyat  olmak için. Kanser  turları  düzenleniyormuş. Herkes  gezi için umreye  gidiyor,  siz  sağlığınız  için  Çine  gitmişsiniz  çok mu”? diye  üsteleyince 
“haklısın  kızım”  dedim. Ama  doktorumuz   bendeki gelişmelerden  çok umutlu,  sanıyorum  sizlerin  sevgisi  ve  benim  stresten uzak  durarak  hiçbir şeyi  dert  edinmemem  kurtaracak  beni  bu dertten” Oysa  her şeyimiz  problem. Birçok  şeyi  bana  aksettirmediklerinizi biliyorum. Ne şehit  ailelerinin dramını,  nede  Cumhuriyet ilkelerinin  yavaş  yavaş  elden  gitmesini. Benim  bu konulardaki  hassasiyetim  kendi  canımdanda  önemli.
Eşim  hastalığım   devam  ederken,  sürekli  bu hastalıktan  tedavi  olanlardan  ne kullandıkları  ve  nelerden  çare  bulduklarını  hep  araştırmaktaydı. İçimde iyi olmama yönelik  büyük  bir inanç vardı. Artık eşimle   dağlardan ot  toplamaya gidiyorduk. İnternet ten   yeni  tedavi  sistemlerini  araştırıyorduk.  Çocuklarımın   benim yanımda     olmaları  bana destek  vermeleri  beni  hayata  bağlıyordu.  Bir  gün iliğimden  kan  aldılar  çok  büyük  bir  iğneydi.   Aman  Allahım  Birkaç  gün  sonra  gittiğimizde  hastalığımın  düzeldiği  yolundaki    doktorun  ifadesi   bana  dirençli  olmayı öğretmişti. 
“Sen  bunu  yenebilecek  güçtesin”  kanser ve karamsarlık arasında ilişki olduğunu ifade ederek   “Milattan sonra 2. yüzyılda melankolik insanların neşeli insanlara kıyasla kansere yakalanmaya daha yatkın oldukları anlaşılmıştı.18. ve 19. yüzyıllarda pek çok doktor , özellikle karamsar dediğimiz kişilerde kanserin, o kişinin yaşamındaki bir trajediden sonra oluştuğunu fark ettiler." dedi. " strese  verdiğimiz  tepki, stresin  kendisinden  daha  önemliydi.  
Uzun  tedavilerin  ardından ameliyata  hazırlandım. Radyoaktif  karantinalarda  kaldım.   Işın tedavileri,  atom kapsülü  haplar,  tekrar  tekrar  testler   tahliller, eşimin , çocuklarımın  ve  dostlarımın  beni  yalnız  bırakmayışları   beni  hayata  döndürdü  diyebilirim.
Şimdi  sağlığım  düzelmiş olarak , sanki hayata  yeniden  gelmişim  gibi  yaşamıma  sıfırdan  başladım. Sizde  benim yaptığımı  yapın.  Neticesini  değiştiremeyeceğiniz  hiçbir  olayda  üzülmeyeceksiniz.  Çünkü  üzülmeniz  hiçbir  şeyi  geri  getirmeyecektir.

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 13

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

İŞTE ÖYLE BİRİ
Önümüzde trafik lambaları kırmızı yanıyordu durduk. Sahipsiz şiirler gibi tedirgin birazdan bizi talan edecek bir fırtınanın içine düşeceğimizin farkında olmadan durduk.  Bir metre uzağımızda hemen solumuzda da ekip arabası her zaman durduğu yerde orta refüjde ki yerini almış bekliyordu. Bizi polis arabasına yabancı kılan bir şey mi vardı, bilemiyoruz.  
Eee e haliyle insan o saate yanı başında polis arabası ve biri içinde biride dışında olmak üzere iki polis memuru olduğunu görünce kendini güvende hissediyor sanmasına rağmen gene de bu saatte kalmanın tedirginliği var. En azından o geceye kadar öyle sanırdık. Daha birkaç  saniye  beklemiştik ki dilsiz ve sağır olan üstelik çirkin düşleri içinde saklı olmasına  rağmen  huzursuzca  şirretinin dışa vuruşuyla (o an numara yaptığını  anlayamadığımız)  bir simitçi  bozması polislerin olduğu taraftan  direksiyonda olan eşimin yanına doğru yaklaştı ve camı  tıklattı  sertçe, boş  meydanlara  sahip çıkan  birisinin  edasıyla, kirlilikten  keçe gibi olmuş  saçları ve uzun kirli tırnakları arasından tezgahındaki simidi işaret etti eliyle. Adamın simit satmak istediğini düşünen eşim: almayacağız dercesine iki eliyle ellerini yukarı kaldırarak işaret  etti. Simitçi kendisinin ne yapmak  istediğini  karşı tarafa  anlatamamanın  verdiği  sinirlilikle tezgahtaki  simidi  göstermeyi  bırakıp  biraz  üşüdüğünü  belirtmek için  kollarını  kendi iki  beline  dolayarak ve  aynı  zamanda  yüzünü  ekşiterek  üşüdüğünü  belirtmeye  çalıştığında  camı kapalı  otomobilin  içindeki  bayan kendisini kucaklanmak  gibi  bir  şeyin  yapacağını  anlayarak  eşinin  yanında  bu  nasıl  bir  küstahlık diye  düşündüğü   bir  sırada   adam  bu  defa  sigara  istediğini  belirtmek için  elini  sigara  içer  gibi  ağzına  götürdü. Eşim  yine  aynı  hareketle iki ellerini  yukarıya kaldırarak istemediğini  belirtti. ben  direksiyonun  başındayım bu  normal bir  insan  olmasa  gerek  baksana  laftan  anlamıyor, bunu  adam  değil yaratık olarak  belirtmek  gerekiyor. Sokak  aralarındaki  boş   asfalt  kenarlarını   park  alanları  olarak gören  sokak  eşkıyaları arabanızı  park  etmek  istediğinizde de  karşınıza  çıkıverirdi. Yaratık arabanın arkasına doğru ilerlerken işaret parmağını kaldırıp ben size şimdi  gösteririm  der gibi salladı,  önce  arabaya  tükürdü  ve  cama  bir  yumruk  attı. Gece geç saatte tüm  gürültüler uyumuş, etraftaki  sessizliği  yaratığın  yarattığı  gürültü  bozuyordu. Gene  bir takım  el ve kol hareketleri  yaptıktan  sonrada   bir  tekme attı  arabaya. Artık  bu kadar  hakareti  hazmedemeyen  eşim arabadan indi “ne yapıyorsun  sen”  diye  seslendi o: “he bebebe ha bübeee”  diye  bir takım  anlaşılmaz  kelimelerle  bağırıp ahrazlığın  verdiği  konuşamama hareketini el ve  kol  hareketlerine  döküp parr, parr deyip eşimin üzerine  doğru  giderken, eşim  derhal  yüzü bize  dönük olan polis  memuruna  doğru iki  adım  attı içindeki  korkusunu  ve  sessiz  çığlıklarını  duymayan polislerin karşısında  bir iki  dakikalık  duraksadı.  ‘Acaba  polisler  bir  şey  söylerler miydi kendisine’ diye  düşündü.   Sonrada  hiçbir şey  söylemeyen  polislere  karşı “görmüyor musunuz  adam  arabama  tükürüyor, tekmeliyor,  müdahale  etmeyecek misiniz? Bu arada ben arabanın içinden açık olan camdan  duyuyor ve  görüyorum olanı biteni. Sanki polis adamın yaptıklarını göz ardı edin, adamın  anlamsız  davranışlarına anlam katmayarak bırakın  öylece  bir mesele  çıkarmayın  def  olun  gidin  gibi  bir  hali  vardı.  Hani böyle bir durumda arabayı terk edip inmemek gerekir ya bende arabadan inmeden  ‘du  bakalım noolecek’ hikayesi  gibi düşünürken  adam  iki  eliyle  eşimi  itekledi. Böyle durumlarda  ben hala sabrımı sabırsızlığa  döndürmeden onların  amaçlarına  hizmet  etmemek için  arabada  beklemeyi  tercih  ediyordum.  Amaç zaten  arabadan herkesi indirmek  ve  ardından  soygunu  gerçekleştirmek gibi  bir bayat numaranın  içinde  olabilirler diye düşündüm. İlk olarak  polisin  tepkisi karşısında  şaşkına  döndük.
Hani Adana’da da asfaltın kenarına karısını yatırmış, elinde bıçakla karısını rasgele bıçaklayan bir caniyi polisler seyrediyordu,  adam yaklaşanlara bıçak sallayıp  “gelmeyin  keserim ha doğrarım sizi”  deyip herkesi  ve  bu  arada  polisleri de  korkutup  boyuna  karısına bıçak  saplıyordu ya işte oradaki polisten  farkı  yoktu  bu  polisinde. Demek ki  hepsine aman ha  vatandaşla  soyguncu  arasına  girip  canınızı  tehlikeye  atmayın mı  demişlerdi.
            Polis eşime “bak genç kardeşim çekip gitmezseniz adamın davranışları katlanarak büyür, sonra müdahale etsem ne olacak? Aydınlığa yol vermeyen kararlar verirse yetkililer,  herkes başka kulvarlarda koşarsa, suçlular salıverilip ikide bir  karşımıza çıkarsa, adamlar suç işlerken daha sonraki işleyeceği suçları da yedeğinde taşımaya devam ederse ben  ne  yapabilirim? Aha tutanak tuttum diyelim. Siz şikayetçi olacaksınız adamın  raporu  varsa  biz  bir gün nezarette yatırırız devlet adamı  alıp iki  gün  yemek yedirecek, barındıracak, savcılık  takipsizlik kararı verecek, sonra adam gene  buraya  gelecek. Biz burada sürekli görev yapıyoruz biz o zaman bu adama söz geçirebilir miyiz adam bizi de hiç saymaz.
Eşim:
“eee ne yapacağız o  zaman?”
            Polis “binin  arabanıza  gidin . Elde kaldıramazsın bunlara. Dalaşmaya gelmez. Bıçak  çıkarır saplar  maazallah.”
            Anlayamadığım  şu :
            Bu  dilsiz ve sağır  yaratık  yapacağını  yaptı ve  can kulağıyla  polisin  arkasından  uzanıp  muhabbeti  dinlemeye  koyuldu. Acaba polis yaratığın söyleyemediği yada rolü gereği dile getiremediği tehdidini bize iletmekle mi görevliydi.
            Polis:
            “Zaten  trafiği de  tıkıyorsunuz lütfen  aracınızı  çekiniz  ‘bu  arada  saat  gecenin  01 i  ve  bizden  başka  tek  araba  polisin  refüjdeki  arabasıydı’
            Eşim  hemen  arabaya  döndü ve  kıvrak  bir  manevrayla  arabamızı  polis otosunun  yanına  güzelce  yerleştirdi. Ve  yine  indi.  Bu  arada  dayanamayarak  bende  arabadan  indim. iki  araç  arasında  bizim hususi  aracımız  ve  polis  arabası  vardı, konuşmamız  kaldığı  yerden  devam  etmeye  başladı. Bu  arada  trafik polisi olan   ilerdeki  iki polis  memurunun  yanına  koşarak  gitti  yanına  bir  polis  memuru  daha  geldi.  Bildiğimiz düz  polis  bu. Düz polis diye bir şey  olur mu  demeyin oluyor  işte.
            2. polis kül rengi bakışlarının içersinden kolay baş edebileceklere çıkışmanın kendilerinde yarattığı rahatlıkla:
            “Ne yapıyorsunuz  siz?  dedi.  bizim  başka  bir şey  yapmadığımız  ortada  iken  bizim  yüreğimizdeki  diklenişin  yağmalandığını  hissetmek  ve  bizi kolayca  teslim  almak  veya, beynimizin  haksızlıklara  karşı  döşenmiş  mayınlarının tetikçisi  olabilirlerdi.  Bizim patlamamız, bizi  suçlu  konumuna  düşürecek  faktörlerin  başında  gelmekteydi.
 “Aracınızı buraya  koyamazsınız. Burası yaya  yolu . Ceza yazmak zorunda kalırım.” dedi.  polis  yapacağı  hamlesini  yapmıştı.
            İçimden ya sabır çektim  ve  
            “Polis bey  bir şey  yapmayacak mısınız? Bu şerefi olmayan yaratık görenlerde  acıtasyon  yaratıp  insanların  vicdanlarını  kendi  sistemiyle soyamaya gece  bu  yoldan  geçenlere  illallah dedirtmeye,   buralarda  dolanıp  huzur  kaçırmaya  devam mı  edecek?”
            İşte o an  yaratık her şeyi  duyuyor, anlıyor  ve  konuşamıyor  ama  üzerime  yürümeye  yelteniyor, bu  üzerime  yürümeye  yeltenmek için kendisinde  bulacağı  gücü polislerden  almış  olmalı ki böyle  bir  davranışın içine  girmişti . Hayatın  ve  sistemin  düzensizliğinden  vurgun  yemiş  biri  gibi hissettim  kendimi  geri  çekilerek  sendeledim. Yaratık elindeki  tezgahı havalandırdı. Şimdi  ben  biraz  daha  çileme  teslim  olmuş,  ateşe  dönüşmemiş  içimdeki  kıvılcımı tutuşturmak  üzereydim ki Eşim yaratığın  havalandırdığı tezgahını tuttu. Şimdi  donduruyorum  görüntüyü. Bir  tarafta tezgahtan  sakınmış  ama  karşı  bir  hamle  yapmak üzerek  kendi içindeki  öfkeleri  ateşleyecek birinin durumu,  diğer taraftan iki  trafik polisi, heyecanlı  gözlerle  bizi  seyrediyor ama  diğer taraf tanda   karşı  saldırıya  geçmiş  birinin  kendi  yüklerini  hafifletmenin  verdiği  rahatlıkla  gizliden  bir  oh  çekmeleri. Gene   sağır  dilsiz ama  her şeyi  duyan, polislerin  biz  bir şey  yapamayız  endişesinden  bir kat  daha  bizim karşımıza güçlenerek  çıkmış adeta  canavarlaşmış , bağırıp  çağırabilen  karşısındaki  suçsuzu  feveranlarıyla  suçlu düşürebilen, küfredebilen, bomboş  havaya  kalkmış  vurmaya duran   tezgahıyla  simitçi kılığına  girmiş sapık  bir yaratık. Geç  saatte  evine  giderken  kırmızı ışıkta  durma  gafletinde  bulunan  ve  simitçinin  tezgahını  tutmuş  eşim. Gözlerdeki  bu  enstantaneyi bizim  haricimizdekiler  başka  bir  çekimle  size  sunarlar  biliyorum.  
Ama biliyorum ki  manzaraya  sizde  hayret  etmişsinizdir. Şayet  sizde  bizim  anlattığımızın  dışında  bizimde  görmediğimiz  bir  görüntü  yakalamışsanız  biliniz ki   bu memlekette  şaşırma  yeteneğini  kaybedenlerdensiniz. Ben  hala  şaşkınlık  içindeyim ve  eşim  soruyor
            “ Polis bey şimdi  ben  bu  adamın  kafasını  kırsam  ne olur?
            Düz polis:
            “Sizi tutuklamak  zorunda  kalırım. Eğer  bu  adama  bir şey  yaparsanız  onu  adam yerine  koyarlar siz de  nezarette  kalırsınız  bu  gece.”
            “Peki  karşı koymazsak  bizim kafamızı kıracak? Bir zahmet o zaman bizi de adam yerine koyacak mısınız?”  diyorum. O kişi çekip  gidiyor.
            Düz polis
            “Ben  zaten  bir şey görmedim  arada çalılar  vardı .”
          Sonra bizde çekip gidiyoruz.   

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 14

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

SEVGİLİ   GÖNÜL  ADAMI ALİ  ABDÜLKERİMOĞLU’NUN  ARDINDAN  13-05-2009
Şairlerin sevgilisi,  babası, abisi, Ali Abdülkerimoğlu’nun   vefatının  üzerinden bir  sene  geçti. Şimdi  ikinci  Bodrum şiir  etkinliği  yhapılıyor.  1. Uluslar arası Bodrum şenliğinde Osman Karaaslan tarafından vefatını duyduğumda şoke olmuştum. Kütahya’da, Isparta’da, Simav’da, Salihli’de, Antalya’da, Bursa’da ve daha birçok yerlerde yapılan şiir etkinliklerinde Ali ağabeyimi gördüğümde insana sıcaklık veren babacan davranışlarından dolayı hemen kucaklaşır,  halını hatırını sorardım. O da hep iyiyim derdi. Şiirde usta bir kalemdi. İşte Şairler Meclisi adlı şiirindeki şiirin akışına ve anlamına bakın. O sevgi ile pişip mütevazı tavırlarıyla dostlarının gönüllerinde yer etmiş birisiydi.   
 
ŞAİRLER MECLİSİ
Çağırdınız koşup geldim
Menzilleri aşıp geldim
Bu meclise çiğ yakışmaz
Sevgi ile pişip geldim
 
Ali Abdülkerim ağabeycim Yaşadığı yer olan Simav’a âşık bir kişiydi.  Simav’ı çok severdi. Yalnız ben değil tüm şairler camiası yas tuttu onun için. Kendi halinde, ağlayanla ağlar, gülenle gülerdi. Yav Canbaba çok kıtalı şiir gönderi yon başka şairlerin şiirlerini basamıyoruz bu yüzden senin şiirlerinin uzun olanına yer vermeyeceğim dediğinde ne kadar haklıydı. O ne söylese kimse üzülmezdi. Yöresel basında ve camiamızda ses getirecek yazılar yazıldı hakkında. Ne kadar sevilen birisiydi.
KÜTAHYA (İHA) - Simavlı şair gazeteci Ali Abdülkerimoğlu’nun vefatı sebebiyle, Kütahya Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu, merhumun ailesine bir başsağlığı mesajı gönderdi.
Başkan İhsan Tunçoğlu imzasıyla Kerimoğlu'nun ailesine gönderilen taziye mesajda şu görüşlere yer verildi: "Simav İlçemizde yıllardır gazetecilik yapan değerli ağabeyimiz, şair Ali Abdülkerimoğlu’nun vefatını üzüntü ile öğrendik. Merhuma Allah’tan rahmet, kederli ailesine, dostlarına ve basın camiasına başsağlığı ve sabırlar dilerim   gibi, Kütahya gazeteciler Cemiyeti'nin, baş sağlı mesajı gibi insanı hayretler içine düşürecek başka haberlerde okudum internet sitelerinde  Ali  Abile  ilgili.
 
GAZETECİ-ŞAİR ALİ ABDÜLKERİMOĞLU, BALKONDAN DÜŞEREK ÖLDÜ
SİMAV - 11.04.2008 15:35:00
"Kütahya'nın Simav ilçesinde yaşayan 84 yaşındaki gazeteci-şair Ali Abdülkerimoğlu evinin balkonundan düşerek yaşamını yitirdi.
Dün sabah saatlerinde rahatsızlanarak Simav Doç. Dr. İsmail Karakuyu Devlet Hastanesine kaldırılan Ali Abdülkerimoğlu ayakta tedavisinin ardından evine gönderildi.
Tabakhane Mahallesi'nde kendi adının verildiği caddedeki evinin balkonuna çıkan Ali Abdülkerimoğlu dengesini kaybederek altı metre yükseklikten düştü.
Önce Simav ardından da Uşak Devlet Hastanesine kaldırılan Abdülkerimoğlu, tüm müdahalelere rağmen kurtarılamadı. Abdülkerimoğlu’nun cenazesi Halil Ağa Camisi'nde kılınan cenaze namazının ardından Çitgöl beldesi Cumhuriyet Mezarlağı'nda toprağa verildi.
Cenaze törenine, ailesi, yakınları, Simav Belediye Başkanı Rıza Özdemir, katıldı. Ali Abdülkerimoğlu 55 yıldır genel yayın yönetmenliğini yaptığı oğlu Aslan Abdülkerimoğlu’na ait Anadolu isimli gazetenin haber müdürlüğünü de yürütüyordu. Ali Abdülkerimoğlu, yazdığı bini aşkın şiirini üç kitapta toplayıp yayımlamıştı. Son olarak Amasya Valiliği tarafından düzenlenen Türk Sanat Müziği Beste Yarışmasında Altın Elma ödülü de kazanan Ali Abdülkerimoğlu’nun bugüne kadar bestelenmiş 20'yi aşkın şiiri bulunuyor."
Sevgili gönül dostları yukarıdaki yazıyı internetten bululduğum zaman Abdülkerimoğlunun eşinin de kendisinden önce vefat etmesinden dolayı daha da yalnız kaldığı ortaya çıkıyor.  Tabiî ki 84 yaşındaki şair babamızın kim bilir dengesini kaybedip de balkondan düşmesini gerektirecek nedenler nelerdi. Canım Ağabeyimin o anda tansiyonumu yükseldi de dengesini kaybetti acaba. Ben tabi bu zamana kadar onu hiçbir zaman aklımdan çıkarmadım. İstedim ki Ali ağabeyimizi sevenlerin yazdıklarını hep bir arada toplamak ve kimler onun için ne dedi diye bilmek ve bunu siz sevenleriyle paylaşmak istedim.
Oyhan Hasan Bıldırki, Ali Abülkerimoğlu ile  bir  anısını  anlatarak uzunca  bir  yazı  yazmış.  Gene Rahmetle Andığımız Tayyar Tahiroğlu Ağabeyimizin de içinde bulunduğu bir anı da bakın Bıldırki neler  diyor.
"Kendisiyle 2004 Temmuz’unda Söke Öğretmen evi’nde görüşmüştüm. İlçemize gelen konuk şairlerle Öğretmen evi’nde buluşmuştuk. Akşamüzeri serinliği başlamıştı. Çardak altındaydık. Birinin adımı seslendiğini duydum. Baktım, en ulu ak servi ağaçlarından birine belini dayamış olan Tayyar Tahiroğlu’nu gördüm. Yanındaki yaşlı şairle birlikte bana gülümsüyordu. Kalktım, yanlarına gittim, rica mica dinlemedim, ellerini öptüm.
Tayyar Tahiroğlu’nun; “Oyhan, bize sahip çık. Hele Ali Abdülkerimoğluna’na hepten sahip çık. Bu kadar gencin arasında iki yaşlı biz varız. Üstelik ben sonbaharımdayım, kendimi hiç iyi hissetmiyorum. Belki sonbaharı bir daha göremem.” deyişini unutamam. Ali Abdülkerimoğlu durur mu? “Tayyar, sonbaharda olan benim. Üstelik“Sonbahar” ilk şiir kitabım. Belki sen sonbahara biraz yakınsın ama bu genci üzmeye çalışma. O daha ilkbaharında olmalı. Bana göre sen de öylesin…” demişti.
Sonbahar, Tayyar Tahiroğlu’nu sevmiş olmalı, onu aramızdan çekip aldı."

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

15

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

İŞLER HASTA   
Kendi  iç  dünyasına  dalmış  internette  tanımış olduğu  adama  düşüncelerini  yoğunlaştırmıştı. Hangi  tasarımcılar  benim  gibi  kusursuz  bir  aşkı   güzel  giysiler  içinde cansız  bir   vücutta  hayata   geçirebilir ki. Bahar,  kıpırdanmasındaki  esin  kaynağını  kendinden  almıştı  sanki.  Sevgilisine   cömertçe  yazılar  yazıyordu. Erkek  bayan  konseptleriyle  hizmet  veren  butiklere  dönmüştü   içi.   Düşü  rengarenkti.   Tatlım  diyordu. Her  yerim  rengarenk  çiçekler  açmış  gibi geometrik  desenler  üzerinde ki bluzumun   ve  platin  rengi  mini  eteğimin altındaki  bacaklarımın   bir  sütun  gibi  seni  beklediğini  bilmeni  istiyorum.    Marka  merakım dan  olsa  gerek  hep  en  nadide  giysiler  içinde  göreceksin  beni.  Şimdi duygusuz  ve  acımasız  bir  şeytan tarafından  ruhum   ele  geçirilmiş gibi  sanki.  Çok kısa  zamanda  tanışmış  olsak ta iki  uzatmalı  aşıklar  gibi  hissediyo0rum  kendimi. Seni  çok  seviyorum. 
Adam  ismini  dahi  bilmediği  bir bayandan  gelen  yazılar  karşısında  aşk  sarhoşu  olmuş,  sanki  kendinden  geçmişti.  “İnsanlar elbetteki sevecekler, o  zaman  sevgisinin  kendisini  götürdüğü  yere  kadar  gitsin  aşkları. Yazarlar  kalemlerinin  götürdüğü  yere  kadar  yazsınlar.  İnsanlar  yapmak  istediklerini  yaptıklarında,  yapacakları  yere  kadar  gitmiş  olurlar.  İşte  bizde  gittiğimiz  yere  kadar  gidelim  internette  seninle.  Bende  seni  çok  seviyorum.  Başka  bir  çetleşme de  buluşmak üzere” demişti mesajında.
Daha  böyle  birçok  göndermeler  yaptılar  birbirlerine. Uzun, kısa  yazılarla  aşklarını  üç ayın  sonuna  getirmişlerdi ki  bir  pastanede buluşarak  tanışmaya  karar  verdiler.  Her ikisi de   yaşamlarının  gerçeklerini  anlatacaklar mıydı  acaba. Bir  gün   anlaştıkları   gibi bir  pastanede  buluştular.  Bayan:
-Aaffedersiniz ne  iş  yaparsınız”  dedi. Adam: 
-Fabrikatörüm”
-Çok  güzel.  Der bayan.
-Benim  eşimde  borsacı.  Adam bayanın  eşinin  borsacı  olduğuna  Sevinir çaktırmadan.
-Çok  güzel,  benimde    hisse  senetlerim  var. Borsa  yükseleceği  zaman  beni  inşallah  uyarırsınız”  der bayana. Bayan: 
-Ne  demek  efendim  tabi ki  yardımcı  olurum.  Ancak  bu işler  alenen  olmaz  ne de olsa  eşimin  telefonu  dinlenebilir”  der  bayan.   Adam:
Sen  orasını  merak  etme. Ben  telefonda hal hatır  sorarım  işler nasıl  derim   işler iyi  dediğinde   ben  o gün  kağıt  alacağım.  Sen   işler  kötü  maalesef  işler    hasta,   işler  yattı,  dediğinde de  elimdeki  kağıtları  satacağım. Der.  Kadın  aslında Borsacı Şükrü  İşler beyin evlerinde  hizmetçi olarak  çalışmaktadır. Çetleşerek iyi birini bulsa evlenip kendi  hayatını  kurtaracaktır. Ama  tanıştığı  fabrikatöre de  ben o  evin  hizmetçisiyim  diyemez.  Kadın  bir  fabrikatörle  tanışmaktan  dolayı  gayet  mutludur. Bu  arada  fabrikatörde   çok  sevinçlidir  nede  olsa  bir  ‘borsacı  eşiyle’  tanıştığı  için.  O da  içinden  ‘inşallah  benim  memur  emeklisi  olduğumu  anlamaz’  diye  geçirir.  O da  bayana  ‘fabrikatörüm’  diye  yalan  söylemiştir.  Emekli  olunca  bütün  parasını  borsaya  yatırmış, orta  hali  emekli   Satılmış beyden  başkası  değildir. Oldukçada  yüklü paralar  kaybetmiştir borsada.  Ama  bundan  sonra  hele  sevgilisi  Mahsune  hanımla tanıştıktan   sonra  daha  fazla  kazanacağından  emindir. Kadın,  borsacının  yanında  çalışmaktan  dolayı  borsa  ile ilgili  birçok  açıklamalarda  bulunur  fabrikatöre.
-Nede  olsa  eşimin bu  işlerdeki  gizemliliğini  ancak  ben  bilirim. Der . Fabrikatörle tekrar buluşmak üzere ayrılırlar.  İçinden  ‘Huşa hazretlerine yüz sürüp dilekte  bulunmamın karşılığını  alacağım  inşallah. Az mı gittim yatırlara.  Tekkelere  az mı  yüz  sürdüm. Ne kadarda yakışıklı adam  bayağı  ilgilendi  benimle,  Yarabbim  bir kabul  olsun  dileklerim,  bundan  sonra  bende  gün  yüzü  göreyim’ der.
Satılmışta   borsacı  hanımıyla  tanışmanın  verdiği  sevinçle daha  çok  kazanmanın  hayallerini  düşledi. Kadın  eve  vardığında   daha  Şükrü  beyin  gelmesine  hayli  bir  zaman  vardı.   Şükrü bey  eşinden  ayrılmasına  rağmen kendisine  davranışında  en  ufak bir  yanlışlığı  olmamıştı. Ne de  olsa  yaşça  borsacıdan  çok  büyüktü.  Kendine  uygun  arkadaş  getireceği  zaman  evine:   
-Mahsune bugün  ablanın  evine  gidebilirsin? Der.  Mahsunede   o gün  sevinçle  ablasına  gider eve beyin  istediği  zamanda  dönerdi. O gün de  öyle  oldu.
Akşama  bey  gelmeden  sofrasını  hazırladım  yanına da   bir  duble  rakısını  ve  soğuk  suyunu  hazır  etmiştim ki  kapının  zili  çaldı. Baktım Şükrü bey
-Hoş geldiniz  efendim. Dedim.
-Hoş bulduk Mahsune. Dedikten  sonra   üstünü  değiştirip  banyoya  girdi  bu  arada da bana:
-Bu gün ………kağıtları  para  edecek, borsa  yükselişe  geçecek . AB  için  tarihin  verilmesine  kesin  gözüyle  bakılıyor. Yarın hareketli bir  gün  yaşayacağız.  Çok  alım,  satım olacak, onun  için  sabah  erken  gitmeliyim,  beni  uyandır. Dedi.  Mahsune hanım da:
-Olur  bey uyandırırım. Dedi. Şükrü  bey banyodan  sonra  yemeğini  yiyip  bir  duble  rakısını  içtikten  sonra  yattı.  Mahsune  sabah  dediği  saatte  beyi  uyandırmak  istedi.  Şükrü  bey   rahatsızdı, yatağından  kalkmadan
-Mahsune  hanım  beni  arayanlara   kalkamayacağımı rahatsız olduğumu  söyle.  Lütfen  beni  kimse  rahatsız  etmesin. Diye  tembih etti  ve  odasından  çıkmadı. İşe  gitmemesinin  verdiği yoklukla  arkadaşlarından  birkaçı  aradı  ve  hepsine  şükrü  beyin  hasta  olduğunu  söyledi.
Tanıştığı  fabrikatör  yani  Satılmış da  büyük  bir  heyecanla  bayandan  tiyo  almak  için  telefon  açar:
-Efendim  günaydın    işler  nasıl? Der  kadın  internetten  tanıdığı  adamla  telefonda  ilk  defa  konuşmaktadır  sesini  alamaz   patronunun  yani  Şükrü  beyin  arkadaşlarından  birinin   aradığını  ve  Şükrü beyin  tembihini de düşünerek  
-Maalesef  efendim işler  hasta,  yatıyor.  Kimseyle konuşacak durumda  değil. Der.  Hizmetçi  Satılmışın telefondaki sesinden  tanıyamaz.  Nasıl  tanısın ki,  daha  ilk  defa  duyduğu  bir  ses.  Telefonu  kimsenin  rahatsız  etmemesi  için de  devre  dışı  bırakır. Mahsune  Hanımdan  işlerin  yattığına  dair  mesajı  alan  Satılmış ‘demek ki kocasının  yanında  ancak  bu  kadar  cevap verebiliyor,  müsait  değil.   Canım  sevgilim benim.  Gene beni düşünerek  işler  yattı diyebildi. Bu  benim  için  çok  önemli  der  ve elindeki  bütün   kağıtları  satar.
Ertesi gün  borsa yükselişe  geçmiş,  borsadaki ekranlardan  sattığı  kağıtların yükselişi  karşısındaki  değer  kayıplarından  Satılmış  saçını  başını  yolacak  duruma  gelmiştir. Yumruklarını  sıkıp bunumu  yapacaktın  bana  Mahsune  hani  parolamız  işler  hastaydı. Sevgilisinin  evini  bilmiyordu. bildiği  tek  şey  telefondu  ve  imeyil  adresiydi. Büyük  bir  kızgınlıkla  telefona  sarıldı  telefonuna  kimse  cevap  vermedi.  Sonra  imeyil  gönderdi  bir internet  kafeden.  İşler  hasta  dedin.  İşler  yattı  dedin, hayatımı  mahvettin  Mahsune. Üstelik  telefona da  çıkmıyorsun.  Bu  sana  son mesajım  sanıyorum bu  bu  dünyaya  son  mesajım. Hoşça  kal  oysa  seni  ne kadar çok  sevmiştim.
Artık  Mahsune  içinde  çok  geçti ertesi günkü  gazetelerden ‘Borsada iflas  etti kendisini  boğaz  köprüsünden  attı’  diye  bir  haber  okudu. Kendisini  seven  birisini tanımış  ama  onu  kısa  bir  zamanda  kaybetmenin  acısını da  yaşamıştı. Şükrü  İşler  beyin  birkaç  gün içinde  hastalığı  geçmiş   ama  Mahsune  için  kendisini  hiçbir  zaman  affetmeyeceği  ve  bir  sır  olarak içinde  sakladığı aşk acısının  izleri  hiçbir  zaman  geçmeyecekti.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 16

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

VALLAHİ GAZETEDEN ESİNLENDİM GOMİSERİM
Necati ile Suzi  altı  senedir  arkadaştılar. Necati’nin sanal alemde bir çok kişilerle arkadaşlığı olmuş ama Suzi’de karar kılmıştı. Ekonominin rezil rüsva olduğu, insanların standartlarının oluşmadığı ve yarının ne olacağı korkusuyla yaşadığı, hele internet ortamının yaygınlaştığı bir ülkede kadınların ve erkeklerin arkadaşlıklar kurmaları oldukça kolaylaşıyordu. Herkesin ruhu satılığa çıkmış vaziyette. En azından kiralıktı sanki.
Suzi olgun bir yaşta olmasa da  'hiç bir erkeğin', sık sık ağlama krizlerine tutulan kadınların, eşini aldattığını düşünüp kendisinin de eşini aldatmaya mehilli kadınların yanına yaklaşmaz. Kendisine anlayış,  şefkat ve sevgi göstermeyen kadının yanına da gelmez. Suzi  işte erkeklerin  böyle davrandıklarının  bilincindeydi.
 Necati oldukça yufka yürekli ama bir o kadarda gözünü budaktan esirgemeyen bir tipti. Suzi’den duyduğu şefkati yakınlığı hiç kimseden duymamış ama Suzi’yle tanıştıktan sonra da Suzi’nin sanal alem arkadaşlıklarını yasaklamıştı. Nede olsa onunla evlenmese de hayatının sonuna kadar arkadaş kalacaklardı. Necati’nin işi gücü yoktu. Kafasından terlemeden nasıl para kazanılır, o işlerin planını yapar, çoğu zaman da enselenirdi.  Suç dosyası oldukça kabarık olsa da bu planla birçok kişinin canını yakacağını düşünüyordu.
Necati elindeki gazeteden bir haberi kız arkadaşına okuduğunda arkadaşı Suzi gülmekten kendini zor tuttu. Ama Suzi’ye gazeteden okuyarak esinlendiği ve yapmayı düşündüğü planı anlatıp ta:
-Var mısın?” Dediğinde Suzi:
-Tabiî ki varım hadi gidiyoruz! Diyerek çıktılar evden. Eryaman’da yeni bitmiş 14 katlı binalardan birinden karşılıklı daire kiraladılar. Suzi sürekli uğradığı bir internet kaffeden birbirinden süslü cümlelerle erkeklerin gönlünü çelecek, içlerinden birini seçip kendine aşık edecekti. Ama önce Necati’yle birlikte kendisine bir takma isim seçti. Tanıdığı arkadaşı olan bir bayan ismini kullanarak internetten bir erkekle samimiyet kurdu. Ev adresini vererek bir gün evine davet etti.  Tabi adam büyük bir sevinçle kızın evine gider bayan kapıyı açar:
-Kimi aradınız?” Der. Adam bayanın ismini söyler:
-Evet benim! Der bayan. Sonra adam:
-Efendim internette tanışmıştık ya! Dediğinde bayan:
-Ay canımmm! Hoş geldin buyur. Deyip adamı içeri alır. Adam Arzu dolu cümlelerle ağzınızın içindeki sözlerin iletişim için nasıl kolaylıklar sağlayacağını düşünüp kelimeleri özenle seçmek için duraksadığında bayan:
-Rahat olun lütfen. Çıkarın üstünüzdeki ceketinizi. Der. Adam heyecandan vurgulamada hatalar yapsa da peltek konuşmasını sağlayacak heyecanını yenmenin telaşını sessizce içinde taşıyordu. İnternetin kendisine bulduğu sanal sayesinde ilk defa bir kız arkadaşı olacaktı. Suzi adamın heyecanlı olduğunu anlayıp:
-İİnternetle bulduğunuz ilk arkadaşlığınız mı. Dediğinde adam kekelemeye devam edip dil sürçmesiyle evetle hayır arası mırıldanmalarla saçma sapan bir şeyler söylemişti farkında olmadan.
-Sizi seviyorum galiba. Bayan dedi.
-Beni sevdiğini söyledin gel şöyle yanıma. Dediğinde, daha adam yerinden kalkmamıştı ki dairenin giriş kapısı çoktan açılmış, arkası kapıya dönük internet çapkınının arkasında bir kişi belirmişti iri cüsseli. İşte o anda kadın sesini yükselterek.
-Vallahi suçum yok, zili çaldı içeriye zorla girdi. Terbiyesiz bu adam beni tedirgin ediyor. Diye bağırdı. Adam omzuna konmuş iki elin ağırlığını hissedip heyecanına karışan korkuyla birlikte sıçramak istemişti. Tabiî ki bu Suzi’nin sevgilisinden başkası değildi. Necati adamın gömleğinin iki yakasından tutup utanmıyor musun evli barklı kadını taciz etmeye? Necati sanki yardıma gelen apartman komşusuymuş gibi.
-Ham fendi şikâyetçi isen karakola götürelim. Görsün bir bayanı taciz etmek, zorla evine girmek nasılmış? Internet çapkını çoktan yalvarmaya başlamıştı bile.
-Vallahi bu adrese çağırdı hanım beni, yemin ediyorum abi. Dedikçe kadının sanki eşi varmış gibi gene yüksek sesle bağırarak.
-Ne olur komşum, kocam duymasın ikimizi de keser. Deyip sözünü bitirdiğinde, bu seferde sevgilisi ciddi tavırlarla:
-Hanım efendi anlıyorum sizi, ben şahidim. Baksanıza adam zorla girmiş durumda evinize. Diyerek kendisinde karşı koyacak direnci iyice kaybolmuş adama yüklenirler itham edici sözlerle. Necati çeker tabancasını.
-Komşumun namusu benden sorulur, bu iş burada böyle bitmez, sen hiç alakan olmayan bayanın evine zorla gir, kadını taciz et. En az 10 sene yersin. Ne diyorsun bacım! Dediğinde daha kadın her hangi bir şey söylemeden adam
-El aleme rezil olmayayım ne olur ben evli barklı biriyim, karım duyarsa mahvolurum ne gerekiyorsa yapayım bırakın beni! Demeye başlamıştı çoktan. Kadın:
-Yok öyle yağma, kolaylıkla kurtulacağını mı sanıyorsun? Der. Kadının komşusu Necati:
-Tutukluluk halin cabası. Mahkeme masrafların, manevi tazminat, dünyanın parasını ödersin kadın şikayetçi olsa. Bacım manevi yönden gerçi çok korkmuşa benziyorsun bir şeyler versin de adamı sal gitsin, bir daha da haneye tecavüze kalkışmasın! Der. Adam kadınla olan internet ortamını çoktan unutmuş, Necati’nin söylediğini tas dikleyerek:
-Bak arkadaş doğru söylüyor ne istersen vereyim! Der. Adam zaten internette ne iş yaptığını, arabasını, evini barkını, çocuklarına, sülalesine varıncaya kadar çok şeyini Suzi’ye  söylemişti. Adam oracıkta üzerinde olan iki bin lirayı verir, ayrıca beş bin liralık ta bir senet imzalar bir ay sonrası için.
İnternet çapkını evi terk ederken komşusu Necati bey adamın arkasından kapısı açık duran kendi evine girerken adama:
-Bir daha görmeyeyim seni buralarda haaa! Diyerek ayrıca  peşinden korku  salmıştı.
-Suzi perde aralığından adamın arabasına binişini seyredip adamın gittiğini gördükten sonra hemen karşı dairedeki sevgilisinin evine giderek Necati’nin hazırlamış olduğu şarabı kollarını birbirlerinin arasından geçirerek karşılıklı “şerefine” diye yudumladılar. Suzi bir elinde şarap kadehini tutarken diğer elinde de tebessümle bir haberi okuyordu. İnternetten tanıştığı bir adama başkasının ev adresini verdi. Adama:
-Kapıya geldiğinde beni cep  telefonumdan  ara. Dedi. Adam belirtilen adrese gelince telefon etti:
-Şimdi ne yapacağım? Diye bayanı aradı. Büyün:
-Ben içerdeyim kapının zilini çalmadan soyun bakalım! Der. Adam soyunur.
-Şimdi ne yapacağım? Dediğinde kız  arkadaşı:
-Zili çal beni karşında çıplak bulacaksın. Der. Adam heyecanla kapının zilini çalar. O da ne hiç tanımadıkları çıplak birisi evlerinin kapısını çalmış karşılarında duruyor.  Hemen adamı yakalamışlar polisi arayıp gelen polise teslim etmişler. Adam durumu izah etmiş kızın telefonunu vermiş ve kızı da yakalamışlar. İşte bu haber Necati’ye ilham kaynağı olmuş ilk işlerinde güzel para kazanmışlardı. İlk işlerinin alışkanlığıyla Necati sevgilisiyle beraber yapacakları ikinci işlerinin planı hazırlamıştı. Birkaç gün gezip eğlenmişler ve bir başka sevgili için Suzi çoktan internet kafenin yolunu tutmuştu.
Her defasında planları çok iyi işler. Son işinden sonra bir gün Necat’inin karşısına sıska birisi çıkar. Adam her ne kadar Suziye göre denk birisi ise de Necati’ye göre boy fakiriydi. Necati oldukça kendinden emin adamı korkutmuş iş pazarlık safhasına gelmişti. Necati iki ellerini ense köküne arkadan dayamış karşısındaki tuzağa düşmüş internet sevgilisi tacizciye yeni yeni hamleler yapıyordu ki arkadan bir el ustalıkla Necati’nin iki elini bileklerinden kavrayıp ters bir hareketle Necati’yi koltuğundan fırlatmış, bilekleri kırılacak derecede bükülmüş olan Necati yabancı biriyle yüz yüze gelmişti. Necati iki büklüm olup yabancının karşısında çapraz duran kollarını kurtarmaya çalışsa da nafile. Yabancı o esnada:  
-Söyle bakalım kaç kişinin parasını gasp ettiniz, bu size yakışır mı? Dediğinde Necati karşısındakinin sivil polis olduğunu geç de olsa anlamıştı. Sıska ve bücür sevgili adeta devleşmiş ve:
-Alın götürün bunları, baksana iki kişilik bir çete bunlar. Bir daha da masum insanların canlarını yakmazlar. Deyip dışarıda hazır bekleyen ekibe arkadaşıyla birlikte Necati’yi ve Suzi’yi teslim etmişlerdi. Polis otosunda giderlerken Komiser:
-Nerden geldi aklınıza böyle adam dolandırmak söyleyin bakıyım? Dediğinde  Necati  birazda kelepçenin sıktığı ellerini gevşetmek için  uğraşırken can havliyle:
-Vallahi gazeteden bir haberden esinlendim gomiserim! Komiser:
-Esinlendin demek ha! Bu ne biçim iştir Vallahi anlamıyorum! Der Komiser yanındaki arkadaşına. Çocuk Süpermen filmini seyreder esinlenip kendini bakondan aşağı atar. Vurdulu,  kırdılı filim izlerler öğrenciler birbirlerini bıçaklarlar, öldürürler. Filimden esinlendim derler.  Ahhh şu esinlenmelerden çok çekeceğimiz var. Necati hem komiseri çaktırmadan dinliyor, bir taraftan da:
-Vallahi gazeteden esinlendim gomiserim! Diyordu.

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 17

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

KARAKOLA GİTSEM Mİ Kİ ACABA
El ettiler durdum. Erkek arka kapıyı nazik bir şekilde açtı, kız arkadaşını bindirdi ve kendiside benim yanıma oturdu:
-Mesa Koru Sitesi” dedi. Bende içimden çok sevinmiştim. Böyle uzun yol her zaman çıkmazdı. Ne de olsa Kızılay'la, Koru sitesi arası bu trafikte insanın en az kırk beş, elli dakikasını alırdı. Taksimetreye bastım, gazladım. Bir iki dakika geçmedi, yanımdaki:
-Eee! Anlat bakalım Şoför abi, şöyle iyi bi yanından ” Bende, başımdan geçen  bir olayı anlatmaya başladım.  Pür dikkat kesildi,  can kulağıyla dinliyordu.
Gene bir gün iş dönüşünde durağa gelirken yoldan biri; acele işi var gibi el etti. Yumuşak bir frenle Yanında durdum. İki arkadaştılar. Biri uzun boylu atletik yapılı, diğeri az kısa ve kilolu idi. Uzun boylusu ön koltuğa,  benim yanıma oturdu. Kısa olanı bana:
-Oran’a Dedi. Hani şoför olmasan da Ankara’yı bilmesen:’Ben de senin orana‘ dersin al başına belayı. Önde oturan arkadaki arkadaşı ile münakaşa etmeğe başladı. Demek ki taksiye binmeden önce de tartışmaları vardı.  Taksiye bindikten sonra da tartışmaları devam ediyordu. Önde oturan uzun boylu olanı arkadakine:
-Koyarım abi! Dedi. Arkadaki de:
-Koyamazsın! Dedi. Ben böyle tartışma mı olurmuş, koyarsın, koyamazsın diye düşünürken’ arkadaki:
-Ben abi kapımın önüne araba koydurtmam! Dedi. Bende adamların boş yere günahlarını alacaktım ki işi çözdüm. Uzun boylu olanı Kuğulu'da inecekti ama arkadaşı Oran'da oturduğu için:
-Olmaz abicim, önce seni Oran'da indirip sonra ben dönüşte Kuğulu'da inerim. Dedi. Kısa ve şişman olanı Oran da indirdik. Dönüşte ön koltukta oturan:
Şoför bey taksimetreyi kapat, nasıl olsa Kuğulu’ya ineceksin dönüş ücreti yazdırma bana” demez’ mi, bende:
-Olmaz! Dedim.  Hay demez olaydım da dillerim çekileydi. Adamda bunu mu bekliyormuş ne?
-Yav  gardaşım nasıl olmazmış, bal gibi olur. Senin elinde. İstesen olmaz mı yani ? Ben:
-Olmaz! Dedim. O:
-Olur! Dedi. Olurdu, olmazdı derken silahını çekti, arkadaş ne yapacaksın al başına belayı. Bizde delikanlı geçiniyoruz ya, üstelik de şoförüz. Bu arada:
-Çabuk üzerindeki paraları boşalt! Demez mi hani paraları vermek bir yana, soyulduğumuzu duyarlarsa arkadaşlar vallahi beni tefe koyarlar. Sen bizim şoför milletini bilmezsin. O zamanda Oran şehri yeni kurulmuş; in yok, cin yok yollarda. Bende üzerimde ne var ne yok kuruşuna kadar adama verdim.
İçimden de dua ediyordum, bu kadarla kurtulayım bari diye. Sonra birden üzerimden abandı, benden yanı olan kapıyı hızla açıp itekleyiverdi beni dışarı. Tabi ben bi güzel yuvarlandım yere. Vakit gece yarısı ve bana bağırarak:
-Üç saate kadar ortalıkta görünme, sonra git arabanı Cebeci’deki Kan bankası'nın önünden al! Dedi ve gazladı gitti. Sözünün eridir belki, dediğini yapar diyerek polise de haber vermedim.
Gece karanlıkta yayan Kan bankası'nın oraya kadar yürüdüm. Epeyce sağda, solda vakit geçirdim. Baktım üç saat geçmiş, dediği yerde arabam yok. Bir iki saatte öylesine bekledim belki gelir diye. Ne gelen vardı ne giden. Sonra gittim karakola soyulduğumu, arabamın uzun boylu, bıyıklı, esmer biri tarafından gasp edildiğini anlattım.  Polisler ifademi aldılar. Aradan iki gün geçti arabamı Sitelerde terkedilmiş olarak buldum. Emekli bir kişiyim, bütün yatırımımı  ‘aha’ bu taksiye yaptım. Allah'tan her hangi bir yerinde hasar yoktu. Buna da 'şükür', dedim.
-Eee! Dedi, kızın arkadaşı:
-Sonra ?
-Sonrası ne olacak, o karakol, başka karakola da. Bildirmiş arabamın gasp edildiğini. Moral bozukluğundan işe de gidemiyorum.
Ertesi gün polisler çalıştığım durağa gelmişler beni sormuşlar. Bakmışlar ki ben yokum; bu sefer arkadaşlarımdan ev adresimi almışlar. Eve geldiler. Hadi, beni evden alıp doğru karakola götürdüler. Gaspçılıktan yakalanmış üç, beş kişiyi bana gösterip:
-Senin arabanı gasp eden bunlar mı? Dediler Bende:
-Hayır, Komiserim bunların hiçbiri değil! Dedim. İkide bir:
-Dikkatli bak; bunlardan biri olabilir! Diyorlar, bende her defasında:
-Bunlar değil” diyorum. Sonra beni salıveriyorlar:
-Lazım olunca biz seni tekrar çağırırız. Diyorlar. Aradan ya birkaç saat geçiyor, veya bir gün, önce taksi durağına, beni bulamayıp, sonrada eve geliyorlar. Hadiii tekrar karakola.  Bu seferde başka karakollar çağırmaya başladı. Hiç çalışamıyorum, hastalandım, moral sıfır! Ekip arabasıyla karakola gidip bana gene bir sürü kişi gösteriyorlar hiçbiri olmadığı için, beni salıveriyorlar. Nasıl dönersem döneyim eve. Günah olmayacağını bilsem gösterdikleri kişilerden birisine:
-Aha bu benim arabamı gasp eden! Diyeceğim ama İnsanın vicdanı razı olmuyor.  Karakoldan yayan yapıldak eve geliyorum. Tabanlarım şişmiş. İnsanın uykusu da kaçıyor, uyu uyuyabilirsen. Bu işin gündüzü, gecesi olmuyor ki ne zaman bir gaspçı yakalansa, muhakkak karakoldayım.
Esasında polisler de bıktı bu işten ama onlarında vazifesi bu demek. Sistem böyle işliyor. Daha sonra önüme albüm koymaya başladılar:
-Bunlardan bir tanesini söyle de kurtul! Dediler. Esasında ben değil kendileri kurtulacaklardı. Gayet iyi anlıyorum ama anlamazlıktan geliyorum. Ama ben hiçbirini yapmadım. Şikayet etmek akıl karı değilmiş arkadaş. Bana arabamı sattıracaklardı.
Mesa Koru sitesine gelindiğinde yanımda oturan:
-Tamam, şoför gardaş, bayanı burada indirecez! Dedi. Ben durdum, delikanlı inip kızın kapısını açtı, vedalaştılar, sonra tekrar öne; yanıma oturdu:
-Ümit köye! Dedi ve sonra:
-Eee anlat, anlat hele! Bende:
-Yani senin anlayacağın gaspçılar bulunamadı. Ben gene bir hayli karakol, karakol dolaştım dosya kendiliğinden kapandı da çağırılmaktan kurtuldum. Ümit köy'e gelmiştik:
-Burada da ben ineyim! Dedi. İndi cebinden iki milyon çıkarıp:
-Buyur şoför bey!
-Ne bu? Dedim.
-Ne olacak Para görmüyon mu?
-Görüyorum görmesine de taksimetrede on sekiz milyon yazıyor,  on altı milyon daha vereceksin! Delikanlı:
-Onlar gaspçıydı, paranı vermemişler üstelik arabanı götürmüşler. Bizde öğrenciyiz, bizden de bu kadar. Hadi yaylan bakalım! Der demez ben arabadan dışarı çıkıp:
-Nasıl vermezmişsin! Dememe kalmadı nereden çıktıklarını bilemediğim gençler sekiz on kişi oluverdiler. Ne arada gelmişlerdi,  ne zaman gelmişlerdi farkına bile varamadım. Tek kelime etmeden bindim arabaya sonra:
-Hadi size de öğrenci kıyağı olsun bari! Dedim. Sonra bir ara ‘karakola gitsem mi ki’ diye düşündüm. Bu memlekette şoförlükte yapılmaz diye düşündüm. Dalmışım az daha kaza yapacaktım. Arabayı satsam mı ki diye düşündüm. Hala düşünüyorum...

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

   18

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

İŞİNİ BİLEN MEMUR
Can Bey işini bilmeyen bir memur emeklisiydi. Nedense hep çevresinde işini bilmeyen memur emeklileri vardı.
Bu işini bilmeyen memur emeklileri bir kafede otururlar, akşama kadar oyun oynayıp zaman öldürürlerdi.
Kimi işini bilmeyen memur emeklileri de dernek ve vakıflarda fahri çalışırlar, işini bilenlere hizmet ederlerdi. Bu dernek ve vakıfların başındakiler derneğin kuruluşundan sonra ölene kadar başkan olarak kalırlar.
Günün birinde devletin başı; ‘benim memurum işini bilir’ diye bir laf etmiş, artık sen seyredeceksin memleketteki cümbüşü. Her köşe başındaki memurlardan işini bilenler hiç çalışmamaya başlamışlar.
Bir bankamatik memurları türemiş ki sormayın. Çokları kahve köşelerinde ‘al papazı ver kızı’ boyuna oyun oynuyorlar. Aybaşlarında hesaplarına yatırılan maaşlarını bankamatik kartlarıyla çekip işlerine bakıyorlarmış.
Memurlar çalışmıyorlarmış ama iş yerlerinde de işler öyle bir birikmeye başlamış ki; işini bilen, çalışmayan memurlar, mesaiye kalıp daha çok maaş alır olmuşlar. İş biriktikçe işini bilen memurlar daha çok çalışmamaya ama daha çok para kazanmaya başlamışlar.
Gerçi Can Bey, emekli olduktan sonra söylenmiş o laf ama işyerlerinde de; işini bilen memurlarla, işini bilmeyen memurlar kamplara ayrılmışlar. Çoğu kez işini bilen memurlar mesai saatlerinde hem vakit geçirebilecekleri, hem de iş bitirebilecekleri kahveleri mesken tutmaya başlamışlardı. Bu kahvelerde akşama kadar ‘okey’ ve ‘iskambil’ oynuyorlar, iş takipçileri geldiklerinde de üç aşağı beş yukarı anlaşıp iş bitiriyorlardı. Nede olsa devir iş bitirme devriydi. Memur olmayan kesimden yani esnaf kesiminden kişilerde bu kalabalığı görüp işsiz zannedip acırlardı.
Artık memur tayinlerinde herkes tanıdıklarını devreye sokup nerelerde daha iyi rüşvet çarkı dönüyorsa oraya tayinlerini yaptırıyorlardı. Bu rüşvet pazarlıklarını kaç kez Can beyde televizyon kanallarındaki gizli çekimlerde izlemişti ama ne yapabilirdi:
-Televizyonda gösterildi de ne oldu' dedi,  kendi kendine.
İşini bilen memurlar yayından sonra amirleri tarafından azarlanmışlar:
-Beceriksiz herifler! Böyle açıktan açığa iş bilinmez,  işini bileceen, bildiğini bildirmiyeceeen. Arkadaşlar ne demiş atalarımız, ‘iş bilenin, kılıç kuşananın’ ne gadar dooru bi söz.
Amirleri böyle derde, o işini bilmeyen bir amir midir? Toplanan 'cukkalar' amirleri de dahil olmak üzere hep beraber pay edilir. Zaten bir yerde baktın ki herkes işini biliyor, sen de bileceen. Fakat şu bizim Can hayatta işini bilemedi.
İşini bilemeden de emekli oldu. Şimdi iş bilenleri gördükçe:
-Ahh! Şu söz bizim zamanımızda söylenmiş olsaydı; bak ben neler yapardım bir görsünlerdi". Can hayatı boyunca sıkıntı içinde yaşadı. İşini bilen memurlara ‘Allah yürü ya kulum’ diyordu da, kulları yanlış anlayıp sanki; ‘yürüt ya kulum’ demiş gibi yürütüyorlardı. Can içinden:
-Sanki biz o Allah'ın kulu değil miyiz” diye geçirir, sonrada 'tövbe, tövbe' der, 'belki tanrı bizi sınıyor, belki de öbür dünyada işini bilen memur biz olacaaz.' Can kafasından bin bir türlü hesaplarla, doluya koyup almayan, boşa koyup dolmayan dertleri düşünüp, dalgın ve boş bakan gözlerle yürürken; asfaltın kenarlarındaki tretuvarın diplerinde birikmiş çöpleri,  kaldırım üzerlerindeki atıkları, tenekeden yapılmış faraşa süpüren bir çöpçü dikkatini çeker.
Kapalı otobüs durağındaki banka oturup, bir hayli çöpçüye bakar. 'İşini çok ciddi yapan, dalga geçmeyen birisi' olarak görür çöpçüyü. Her taraf pırıl pırıldır. ‘Nasıl olsa birisi görmez, şu gölgede biraz oturayım, dinleneyim’ demeden arı gibi çalışmaktadır adam. ‘Allah, Allah  bir yanlışlık  olmalı  bu işte’ der Can.
Can adamı 'işini bilmeyen' bir işli gibi düşünür:
-Devletin başının söylediği laflardan bu adamın haberi yok galiba” der. Can oturduğu yerden kalkıp üşenmeden yolun karşı tarafına geçer. Çöpçünün yanına kadar gidip:
-Selamünaleyküm, kolay gelsin hemşerim” der. Çöpçüde Tanrı selamıdır diyerek:
-Aleykümselâm” der. Can:
-Hemşerim çok çalışıyorsun, hoşuma gitti çalışman,  bende emekliyim. Bazen dikkat ederim şu belediye çalışanlarına, ufak bir işin başına sekiz on kişi toplanırlar, biri amele çavuşudur çalışmaz, biri çavuş yardımcısıdır çalışmaz, biri alır eline bir kürek; 'atayım mı, atmayayım mı' der gibi o kürek boş gelip gider. Biraz ciddi çalışan varsa oda muhakkak işe yeni girmiştir veya geçici işçidir ki daimi kadroya alınana kadar göz boyasın. Yani bir kişinin bir günde yapacağı işi, on kişi bir günde yapar, onu da ağzına yüzüne bulaştırırlar ama seni hiçte öyle görmedim” der çöpçüye. Çöpçü süpürgeye yaslanır, bir iki saniye soluklanıp:
-Abi beni bi belediyeye alsalar var ya sen o zaman gör beni, amirim söz verdi beni belediyeye alacak” Can çöpçüye:
-Aha çalışıyon ya, yaptığın iş belediye işi değil mi?"  çöpçü de:
-Belediye işi emme! Benim patronum Yaşar Göbekatar” der. İşsiz işli olan, çöpçüye Can merakla:
-Hele bi anlat bakayım yaptığın iş belediye işi ama işverenin belediye değil. Bu nasıl oluyor?”  İşsiz işli de başlar anlatmaya:
-İşini bilen; işli işsiz,  Yaşar Göbekatar'ı heç tanımazdım. Ben işi gücü olmayan serseri birisiydim. Para kazanmak,  bir iş yapmak istiyorum ama ne iş yapsam yaptırmıyorlardı bana. Simit satmak istedim, bütün köşe başlarını tutmuşlar nereye durduysam biri gelip; 'Hooop hemşerim hadi yaylan bakalım, bizim satışlarımıza mani oluyon' dediler. Simitçiliği bıraktım. Mısır sattım, kestane sattım, ama bunlar geçici mevsimlik işlerdi. Mısır, kestane bitti mi başka işlere yöneleceen muhakkak. Günlük harcamam kadar kazanamadığım zaman borçlanmak zorunda kalıyordum. Günlerden bir gün havada öyle bi soğuk ki, her taraf tabiri caizse buz kesiyo. Bir kahveye gittim, okey oynayan bi masanın yanına çektim sandalyeyi. Oturuyordum. Garson hemen elime bi  çay tutuşturmaz mı, almam diyemedim. Mecburen alacaan, alacaan emme çay içsem öğlen aç galacaam. Ekmek parasını çaya verdin mi, zor garın doyurmak. Ben böyle düşünüp, çayımı höpürdeterek içiyormuşum da haberim yok. Masada oyun oynuyanlar ben her höpürdettikçe  'yarasın'  derlermişte ben duymazmışım. Düşünürken de nasılda gendimden geçmişim demek ki. Adının sonradan Yaşar Göbekatar olduğunu öğrendiğim kişi taş oyununda kazanır. Şakur şukur bir gürültüdür gider:
-Hadi bakıyım ödeyin hesapları” der karşısındakilere. Bende bu arada çayımı bitirdim, ellerim titreyerek çay parasını verecektim ki, Yaşar Göbekatar:
-Yoo! Olmaz, valla olmaz hemşerim. Bana uğur getirdin sen. Senin hesabını öderler şimdi yenilenler” demez mi? Bende hiç farkında olmadan höpürdeterek içtiğim çayın parasını cebime koyarken, Yaşar Göbekatar:
-Yav hemşerim ne güzel içiyodun öyle çayı. Ne iş yapan sen” dedi. Bende:
-Heeç “ dedim. Oda:
-Ne demek heeç, yani bi işin yok mu? Bende:
-Yok “ dedim,ne iş olursa yaparım.
-Senin adın ne?
-Satılmış.
-İyi, benim adımda Yaşar Göbekatar.
-Abi senin anıyacaan adam biraz düşündü, düşündü demek ki burada çalıştırdığı bir işçi varmış onu çıkarmış, Yaşar Göbekatar:
-Bak Satılmış şimdi parasını azımsamıyacaan, sana bi mıntıka temizliği işi vereceem, her gün gösterdiğim yeri tertemiz, pırıl pırıl edeceen. Süpürüp temizliyeceen. Çevrede çer, çöp bişey kalmayacak. Kontrole geldiklerinde, tertemiz görecekler. Sana da gündelik bir milyon verecem. Yemen, içmen bana ait. Tabi bu başlangıç. Hayırlısıyla bi çalışmaya başla, daha sonra ben seni gadrolu işçi olarak belediyeye aldıracaam. Sonra zamanı gelince sende benim gibi olursun. O zaman daha da çok artar maaşın” dedi. Bende, sonradan gadrolu olacaam diye kabul ettim. İdare ediyok işte. Asgari ücret kadar olmasa da ne yapacan? Can:
-Peki, o Yaşar Göbekatar kim?
-Heeç! Oda belediyenin gadrolu bir çöpçüsü. Duyduğuma göre oda kendi müdüründen daha çok maaş alıyormuş. Belki yirmi, yirmi beş yıllık belediyedeymiş. O yüz milyon alıyosa aylık, bana veriyo otuz milyon. Üstelikte çalışmıyo, akşama kadarda gahvede oyun oynuyo. Gadrolu olunca bende biliyom ne yapacaamı” dedikten sonra Can beye:
-Gusura bahma beyim daha çok süpüreceem yerler var” deyip başlar çalışmaya ama bir taraftan da  sesli düşünmeyi sürdürür:
-Ah bi belediyeye girsem, ah bi yüz milyon gaymada ben alsam, ah, bi okey, ah bi pişti, ah bi gadrolu, ah bi, ah bi” diye diye kendini işe vermiş çalışırken ve etrafı temizleye temizleye oradan uzaklaşırken Can bu işe şaşırıp kalmıştır.
Bir yanda işini bilen işsiz, işli Yaşar Göbekatar,  diğer yanda işsiz işli Satılmış'ı düşünerek, yeni bir şey öğrenmenin verdiği hayretlikle kendi yapacağı işi unutmuştur. Hem gider hem düşünür; 'Acaba ben bugün neyin kuyruğuna girecektim. Elektrik parasının mııı, Doğalgazın mııı, suyun muuu, Telofonun muuu?

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

  19

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR GÖÇ HİKÂYESİ
Babam henüz yeni ölmüştü. Bitişik bahçe komşumuz Saramet sanıyorum bu ölüm olayına sevinmişti. Bir evin erkeğinin ölmesi ne demek biliyor musunuz?  O evin mutsuzluğu demek. Evde erkek bir güçtü.  O güce bir ailenin ihtiyacı vardı. Çünkü bu ölümden geriye sahipsiz bir aile kalmıştı. Aileye sahip çıkacak tek kişi vardı oda bu ailenin yanında değildi. Yani öksüz kalan çocukların dayısı! Dayı Ankara’da hem okuyor, hem de çalışıyordu.
Saramedin korkusundan büyük annemin (anneannemin) gözüne uyku girmiyordu geceleri. Birazdan kapı çalacak Saramet canımıza malımıza zarar verecek kuşkusu içindeydi.
Çocukluk yıllarımda bunun bilincinde değildim yedi yaşında bir çocuktum. Annem çok genç yaşta dul kalmıştı. Bilhassa Anneannem, annem bizlere kol kanat geriyordu. Yanı başımızdaki bahçe komşumuzun annem ve bizler hakkındaki düşüncelerini ve olacakları en iyi ve sağlıklı bir şekilde düşünen büyük annemdi. Geceleri gözüne uyku girmeyişinin taşıdığı endişesini bahçe evleri bizden çok uzak olsa da oturmaya gittiğimiz  ‘Topal Ali abi’ ismindeki akrabamıza da söylemişti. Ali abi:
“sen telaşlanma Raife hala ben her gün size uğrarım” dediğinde annesi de oğlunun bizi yalnız bırakmayacağını, oğlum unutsa bile ben “git Rafya halana bir bak da gel” derim dediğini hayal meyal hatırlıyorum.
Bilhassa bu sahiplenmeyle büyük annemin yüreğine su serpilmişti. Bizler böyle bir korkunun ve endişenin içindeyken, birileri yani Saramet bize gelmenin hesaplarını yapıyordu. Bilse ki ‘Ali abi’ bizi koruyup, kollayacak onu bir dağ başında öldürür, ölüsü kim vurdu ya giderdi.
Bilhassa bizimle iyi iletişim içinde olanlara sırf söylenenler bize iletilsin diye güya yardım etmek ve sahiplenmek açısından
“o dört çocuğa babasızlık çektirir miyim ben.  Anasını ben alırım,  iki kızı da yetişince ve zamanı gelince benim oğlanlar alır. İki erkek çocuğu da malımıza sahip çıkarlar,  çobanlarımız olur, mallarımızın bekçiliğini, mahsullerimizin ırgatlığını yaparlar” demişti. işte bu sözler kulaktan kulağa söylenip büyük aneminde kulağına gelmiş olmalı ki annem bahçe komşumuz Ali ağabeye bu yüzden bir defa daha gidip konuşma gereği duymuştu. Ayrıca Ankara ya göç etme fikrini de ilk defa Ali ağabeye anlatıp bir danışacak bakalım akrabamız ne diyecekti. Korku içinde geçirdiğimiz birkaç geceden sonra gene bir gün bir akşam Ali  ağabeylere gittik durumu büyük annem anlattı  Ali abide “Dur bahak şu anda Saramedin bir  rahatsızlık verdiği yok. Hala Ankara’ya gitmenizi, o zaman bi daha konuşuruz” dedi ve gece  geç yarısı bizi evimize kadar getirip, o tekrar evine dönmüştü.
Ali ağabeylere gidişimizden birkaç gün sonra bir gün akşamüzeri geç vakitlerde dış kapımız hızlı hızlı çalınmıştı. Bu hayırlı bir çalış değildi. Topal Ali abi olsa aşağıdan seslenirdi “hala benim Ali” derdi. Hızlı ve olanca kuvvetiyle kapı zerdesi vuruluyordu.
Hacamatın aklında söylemek istedikleri bir şeyler vardı. Gece geç vakit gelmeliydi ki   çoluk çocuk uyumuş olsun, demek istediklerini Rayıfa kadına anlatsın ve hatta razılığı varsa  bir ikide Sıdıkayı sıkıştırsındı.
Sık sık ve kuvvetli kapı çalınmasından büyük annemin kalbi küt  küt atmaya başlamıştı.
“Boyu devrilisice  Saramet  bu” diye aklından  geçirdi.  “Gecenin bu sahatinde  birilerinin  evine  gitmenin  yakışık  almadığını  bilmez mi  bu  adam  neye  çalar  bu  sahatte  kapıyı” diye söylenerek     açtığında  korktuğu  başına  gelmişti. Korktuğunu ve  çekindiğini  belli  etmeden 
“oooo  saramet  senmiydin  bende  yabancı  birisi  sandım da  aha  bu  kalası  vuracaktım  kafasına” deyip  elindeki  bir  tahta  paçasını  yere  koydu. Girişteki  koca  avluda  bir iki  büyük  baş  hayvanla birlikte  davar olduğundan  hayvan  dışgısı  kokularının  arasından  bir üst kata  çıktılar. İki  yere  asılmış  lamba ışığının  titrek  yansımaları  arasında  Saramedin  başının  gölgesi  duvara aksedip  dalgalanıyordu.
Raife  annem  aşağıya  inerken  götürdüğü  feneri  gene evde  aydınlık  yapsın  diye  duvara  çakılmış  bir  çiviye  astı. Kapının o  sarsıcı  tak takları  vururken  büyük  annem,  annemi  bir  odaya  kapatmış, üzerinden de  kilitlemişti. Sorsa  “biraz  rahatsızda  erkenden  yattı”  diye  söyleyecekti.  Ama  kendisinin  yanında kendisine  güç  kuvvet  olacak  birinin  olması  gerekmez miydi. Bunu düşünerek   ablamı    uyandırmış
“sen  benim  gücümsün  kuvvetim sin” demişti. “İşte  yüce  Rabbim  bu  torunumdan  medet  umuyorum  sen  torunlarımı  ve  kızımı  bu  adamın  şerrinden  koru”   demiş  ve  ilk  defa  birkaç gün  evvel  gittiği  ve  hiçbir  zaman kendilerini  yalnız  bırakmayacak  akrabaları Topal  Ali gelmişti   aklına.  Oysa Ali  abide  o gün   kendilerini   yoklamaya gelmiş “Rayıf hala  bi  isteğin  varmı”  demişti.  Rayıfa  kadında  “yok  Allah  seni  başımızdan  eksik  etmesin”  diye de  duada  bulunmuş ve  Ali  abi   biraz  oturduktan sonra gitmişti. Aynı  günün  geç  vaktinde tekrar  bir daha  yoklamaya  gelmesi  bir  mucizeydi.  Saramed  büyük  annesinin  yanından  ayrılmayan  torunu  Emine nin uyumamasına  kızarak Rayıfa gadına:
“bu  kız  bu  saata  gadar  durumu  canım  uyut  get  sabiyi.  Hadi  Sıdıkayı da  uyandır da gel    bir  iki  laflarız” dedi.   Büyük  annem onun  rahatsızlanıp  erkenden  yattığını  söyledi. “Neyi  varmış  de bahak  bizim  bi yardımımız  dokunursa  söle  be  Rafya gadın  size  sahap  çıkmayacazda  kime  sahap  çıkacaz. Aha  bu  çocuklar  Memet  ağadan  bize  emanet. Ben onları  gözümün içi  gibi  baharım. De  git  uyandır  hele  Sıddıkayı  onun  yanında  gonuşak bahak  ne  diyo”  diye üsteledikçe büyük  annem  duymamazlıktan  geliyordu.
Saramet  Kaleciğin  haracını  yiyen  onun  bunun  malında  gözü olan,  döşünde  çifte  fişeklik sırtına  asılmış  tüfeğiyle  dağ  bayır  dolaşan,  kimi  yerde kendisine karşı  çıkanları  öldüren  ve  ölenlerin  kim vurdu ya  gittiği  bir  ortamda  dolaşan  bir  eşkıya.  Halkı  canından  bezdirmiş  kendisinden korkan  kişilere  yalancı  şahitlik  yaptırarak  haksız  yere  birçok  kişilerin  mallarını  elinden  almış  bir  kişi. Yani  geçim   kaynağı  buydu. Millet askerliğini  vatan için  yaparken o  aynı  zamanda  asker  kaçağı idi.
Büyük  annem  Saramede  “karnın  açmı?”  diye  sordu.   O da  “tokum”  dedi.    Büyük  annem    çay  yaptı  ikram  etti. Sırf   Sıdıkayı   aklına  getirmemesi  içinde   Saramet’i   lafa  tutarak  dağdan,  bayırdan  ona  bir şeyler  anlattırmanın  peşindeydi.  Belki  saat  geç olmuş  derde  kalkardı. Ama  ne mümkün  hala “sizin  bir  erkeğe  ihtiyacınız  var. Gecenin  bu  saatinde  galaçayına  gidip bahçanızın  arkına  suyu  çevirebilir misin? Rafya gadın  hep bunları  rahmatlı  Memet  yapardı.  Bunlar  erkek işi. Aha  davarı  güdecek  yaşta mı  çocuklar.  Bizim çocuklar  ne  güne  duruyor. Sana  baharık  Sıdıkaya’da  sahap  çıkarık ben kararımı  verdim  hele  sabaha  kadar  bi  oturak  bi  düşünekte sizi  bizim eve  taşırız.”
Raife  anam sıkımı  olmaz  diyecek  Sarıamada. İçinden  “Allhım  sen bana    bir  kurtuluş  ver.   Allahım sen  her şeye  kadirsin” diyor, çaktırmıyordu  ama  gözünün  yaşı  içine  akıyordu.  İkide  bir  medet  umduğu  torununun  uyumaması için  arasıra  çimdikliyordu  onu. Gecenin  belki  üçüydü. Hele  bu günü  bir  atlatsın  durmayacaktı  buralarda. Oğluna  haber  salıp  Ankara’ya  göçeceklerdi. “Çevremdeki  ırz düşmanlarının  elinden  kızımı  torunlarımı  kurtar  yarabbim”  diye  içinden  sürekli,  dualar  ediyordu.
Saramet  ara  sıra  köstekli  saatini  cebinden  çıkararak  saate  baksa da  gitmeye  hiç  niyeti  yoktu.  Nasıl  olsa  sabah  olunca  Sıdıka da  uyanırdı. Hep  beraber  kendi  evlerine  giderlerdi.
Samiye  oğlu Topal Aliye   Raife  halayı  sormuş  Alide   “gayet iyiler  sana  selamı  var  sağlığımıza  duacılar”  demişti.   Ama  Samiye    gece  bir  rüya  görmüş  destur  çekerek  uyanmış   oğlu  Aliyi  uyandırmıştı. 
“Ali  doğru Rayfe halana git  onları şu  anda  sıkıntıda  gördüm rüyamda”  demiş. Alide:  “Ana  daha  bugün  gittim ya. Sana  selamını  getirdim  gecenin  bu  saatinde  ne  gelecek  başlarına  canım” dese de   Anasının ısrarıyla  Ali  giyinir  Rayfe  halasının  evlerinin yolunu  tutar. Ali çok ileriden  Rayfe  halasının  evinin  ışığını  yanık  görünce  “bu  saate  kadar  yatmamışlar  demek ki”  diye  içinden  geçirir.  Geldiğini  haber  vermek  içinde  sesli  bir  türkü  tutturur.
İşte   bu  çaresizlikte  derinden  derine  bir  türkü  sesi  duyulmaya  başlandı.  Git  gide  yükselen  ve yakınlaşan  ses  sanki  Rayıfa  halanın  evine  doğru  geliyordu.  Ve  ses  kesilip te  alttaki  avlunun  kapısı  vurulmaya  başladığında  büyük  annem  rahat  bir  nefes  almıştı. Bu  Topal  Aliydi. Tanrıya  yakarışları  duyulmuştu  sanki. Saramet  huzursuzlaşmıştı
kimmiş  canım  gecenin  bu  sahatinde  kapıyı  çalan”  dedi. Rayfe  gadın  “Topal  Alidir   bizi gecenin  bu  saatlerinde  bile  gontrole  gelir”  dedi. İçindende “Çok  şükür  Yarabbim”  dedi.   Büyük  annemin  elinde  fener  gelen misafir Topal  Aliyle  yukarı  çıktığında  Sarameti  görüp 
 “ooooo  ağamda  buradaymış.  Senin  burada  olduğunu  bilseydim  ağam  ben uğramazdım  nede  olsa  Rayıfhalaya  sahap  çıkmamız  gerek” dedi  Saramet  “gecenin     geç  saatinde  nereden  böööle” diye  sordu Alide: “bahçalara  çaydan  su  çevirdim   ne  yapah  ağam  meyveler  çağlada.  Oturup  yer  minderine biraz  Sarametle  konuştular.  Sonrada Ali  Rayife  halasına: “hala sabaha  az bi  zaman kaldı,  anam çok özlemiş seni ille  Raife  halanı  getir  diyo  ne  dersin”  dediğinde  Büyük  annem:
“olur  sabah  çorbasını  içelim de  öyle  gidelim”  dedi.
Saramat  baktı ki  işler  beklediği  gibi  değil  kendi içinden  bu işi  başka  zaman  hallederiz  diye  düşünmüş  olacak ki
 “hadi  bana  eyvallah  vakitte  epey olmuş”  diyerek  kalktı. Ali ağabeyle Büyük  annem  Saramatı  yolculadılar. Büyük  annem ve bizler artık Ali abi gilin  evinde  misafirdik.  Büyük  annemin  isteğiyle  Ankara’ da ki  oğlu  Hakkı’ya  kendilerini  Ankara’ya  en kısa  zamanda götürmesi için Bir  kamyon  tutarak  gel diye Ali  ağabeye   mektup  yazdırdı.
Dayım  Ankara’dan  gelene kadar Ali  ağabeyler  sağ olsunlar  bizi misafir  ettiler. Aradan Bir  aya  yakın  bir  zaman  geçti  bir  gün  sabah   dayım  15  tonluk  bir  kamyonla   çıkageldi.  Tüm  eşyalar  yüklendi. Mahsuller  ekili  tarlalarında,  sebzeler  bahçede kimi yaprağa,  kimi çiçeğe  durmuş.  Ağaçların  meyveleri  çağlaya  dönmüş,  öylece  bırakıp,  bir  daha  geri  dönmemecesine  Ankara’ya  göç  etmiştik.
Kiraya  tutulmuş  bir  gecekonduda  dayımın  himayesinde yeni  bir  hayata  başladık.  
24-12-2006
 
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

  20

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

TEPKİSİZLİK
            Karşı  kuvvet, karşı  söz, karşı  davranış  bir  etkinin   karşılığı  olarak  karşımıza çıkar. Etki  ve  tepki  bir  güçler  dengesidir. İnsan, sağlığında, ekonomisinde,  sosyal yaşamında, kültürel yaşamında  aklınıza  ne  gelirse  etki içgüdüsüyle  hareketimizin  her  davranışımızın  karşısında   bir  tepki  ile  karşılaşmışızdır.
            Örneğin Bir  Çanakkale  savaşı  İngiliz  ve  Fransızların  İstanbul’u ele  geçirmek  istemesine  karşı  bir  tepkiden  doğmuştur. Balkan  savaşlarında  yorgun  düşen  Osmanlıyı  tamamen  çökertmek   ve  Anadolu’nun  zenginliklerini  yağmalamak için İngiliz  ve  Fransızların  saldırısına  karşı tepki  olarak bir  başkaldırıdır.
            1. dünya  savaşından  galip çıkan  devletler Önce  Mondros  anlaşmasına  göre  sıkıştırılmış,  Osmanlı  ordusu  dağıtılmış  yani  Osmanlının  eli kolu  bağlanmış   sonrada  Türkleri  azınlık  olarak  görüp  Osmanlıya  nasıl  Sevr  anlaşmasını  imza  ettirmişlerse  ve ülke  nasıl  dört  bir taraftan  düşman  güçleri  ile  kuşatılmışsa,  buna  tepki  olarak ta  kurtuluş  savaşı  başlatılmış  ve topyekun halkın mücadelesi ile Başta  Atatürk’ün  önderliğinde  Kurtuluş  savaşı  kazanılarak  Cumhuriyet ilan  edilmiş  ve  Yeni  bir  Türkiye  Cumhuriyeti  doğmuştur. İşte  bu  Cumhuriyetimizin  kazanımlarında  hangi  zor  şartlardan  bu  günlere  geldiğimizi  unutmamak  gerekir. Bunun   için  her  cumhuriyet  kazanımlarını  zora  sokacak ve  halkın  elinden  alacak  davranışlara  karşı  tepkilerimizi  ortaya  koymamız  lazım. Cumhuriyet’in  getirdiği  en  büyük devrimlerden  birisi  laikliktir. Bunun  karşısında  yobazlar din  elden  gidiyor  diye  cemaatleriyle birlikte tepkilerini  gösteriyor da  bizler  neden  tepkisiziz. Bu  günlere  gelene   kadar  gereken  tepkimizi  gösteremediğimizden    Cumhuriyet karşıtlarına  çeşitli tavizler  verilerek   yabancıların  ve  çıkar  gruplarının  direktif  ve  telkinleriyle  hareket  eder  duruma  getirildik.
            Üniversitelerde  öğretim  görevlilerimiz, mecliste Ulusal  bağımsızlıktan yana  tavır  koyan  ve  azınlıkta  kalan  Atatürkçü  milletvekillerimiz, Çağdaşlığı  savunan  kuruluşlarımız
Ordumuz, ADDD,  ÇYDD vs  birçok  dernek  ve  vakıf  gibi kuruluşlarımız  Cumhuriyet  mitingleri  yaparak   Atatürk  Devrimlerinin  birer  birer  elden  gidişlerine  tepkilerini  göstermişlerdir. Tepkilerin  tepkisizliğe  dönüşmesi  için  bu  mitinglere  katılan yurtseverler  tutuklanmış  birçokları  cezaevlerine  konulmuşlardır. 
            Son  günlerde  birde  yol  haritaları  furyası  başladı. Amerika’nın  yol haritası,Türkiye  Ermenistan  yol haritası,  Türkiye  AB yol Haritası ve birde  Abdullah Öcalan’ın  yol  haritası  gibi.  Amerikanın  Büyük  Ortadoğu Projesi  adı  altında  George Bush’un dayatmasıyla, İsrail ile Filistinliler arasında yeni bir ‘barış süreci’ başlaması  için  imzalandı. Netice  fiyasko. Amerikanın  güdümündeki  bir  İsrail’in  bağımsız bir  Filistin  Devleti  kurulmasını  asla  kabul  etmediğinden  Filistinlilerin  böyle  bir  barışa   tepkileri  devam  etmektedir. Esasında   Irak’ı  Özgürleştirmenin  yolu  bile  Filistin’den  geçmektedir.
Türkiye  ile  Ermenistan  arasındaki  yol  haritası  daha  çok  Ermenistan’ın  Azerbaycan  arasındaki  düşmanlığını   daha da artıracak  ve  Azerbaycanlı  kardeşlerimizin  Kara bağ  sorununu  daha  büyük   bir  çıkmaza    sokacaktır. Tabiî ki   böyle bir  yol  haritasının  uygulanması  aşamasında ABD  den,    Avrupa  ülkelerinden  büyük  takdirler  alan  hükümetimiz  Kendi  halkını  ve    Azeri  kardeşlerimizi  oldukça  üzmüştür.  Türkiye  AB  yol  haritasında  Aşılamayacak çok  sorunlar  vardır. Başta  Kıbrıs  meselesi  olmak  üzere  Türkiye’deki  demokratikleşme  süreci  adı  altında  Türkiye’ye  bir  Avrupa  baskısı  vardır. Avrupa  ülkelerinde  uygulanmayan  azınlıklar  statüsü   Türkiye’ye  uygulatılarak Ana  dilde  eğitiminden, Sosyalleşme  dengesinin getirdiği eşitsizliklerin  abartılarak   büyük  bir  ihanet  şebekesinin yaratılmasına  kadar  birçok  kabul  edilmez   şartlar   getirilmiş,  sonuç  olarak  demokratikleşme açılımı  adı  altında  süregelen girişimlerin  bir  çözüm  olamayacağının  ortaya  çıktığı  görülmüştür. Bütün  bu ihanet  şebekelerinin  toplantılarındaki  tepkisizlik   nedendir  acaba.  İnönü’nün  bir  sözünü  hatırlatmak  gerekecek  galiba. Bir  ülkede Namuslularda  en  az  namussuzlar  kadar   cesaretli  olmadıkça  o  memleket  düzelmez . Sindirilmiş  bir  halkın  silkinmesini bekleyeceğiz.     Üstelik  bu  açılıma  karşılık Öcalan’da  bir  yol  haritasıyla  karşımıza  çıkmış Türkiye’yi  parçalama    noktasına  getirecek  kendine  göre  cesurca   açıklamalarını  yaptı gazetelerden  okuduk. Ona  bu  cesareti  veren  sistemin  çarkında  vatan  sevdalıları  ezilirken, böyle  açıklamalara  fırsat  veren    idarecilerin Türkiye  üzerindeki  oynanan oyunlara  hizmet  ettiği de   açıkça  ortaya  çıkmaktadır 
            Neden  bizim  yol haritamızda Atatürk  Devrimlerini savunmak  için  yapılacak  mücadeleler  geçmesin. Aleyhimize alınacak  her  kararda  tepkisini  gösterecek  halkın özlemini  duymaktayız.  Mücadelemizde  bunun için olmalı  diyorum. Bu  günleri  gören  Mustafa  Kemal  Atatürk’ün  Bursa  Nutku  ne  kadar  yerinde.
 
BURSA  NUTKU
            Türk  Genci, devrimlerin ve  cumhuriyetin  sahibi ve  bekçisidir. Bunların  gereğine, doğruluğuna  herkesten  çok  inanmıştır. Yönetim  biçimini ve  devrimleri  benimsemiştir. Bunları  güçsüz  düşürecek  en  küçük  yada en  büyük bir  kıpırtı  ve  bir  davranış  duydu mu “Bu  ülkenin  polisi vardır, jandarması  vardır, ordusu  vardır, adalet  örgütü  vardır” demeyecek tir. Elle, taşla,  sopa  ve  silahla;  nesi  varsa  onunla kendi yapıtını koruyacaktır.
            Polis gelecek, asıl  suçluları  bırakıp, suçlu  diye  onu  yakalayacaktır.Genç ”Polis  henüz devletin  ve  cumhuriyetin polisi  değildir” diye  düşünecek ama  hiçbir  zaman  yalvarmayacaktır. Mahkemeler  onu  yargılayacaktır. Yine  düşünecek,  “demek  adalet  örgütünü de düzeltmek, yönetim  biçimine  göre  düzenlemek  gerek”
            Onu  hapse  atacaklar. Yasal  yollarla  karşı  çıkışlarla  bulunmakla  birlikte bana,başbakana  ve meclise  telgraflar  yağdırıp, haksız  ve  suçsuz  olduğu  için  salıverilmesine  çalışılmasını, kayrılmasını  istemeyecek. Diyeceki,  ben  inanç  ve  kanaatimin  gereğini  yaptım. Araya  girişimde  ve  eylemimde  haklıyım. Eğer  buraya haksız  olarak  gelmişsem, bu  haksızlığı ortaya  koyan neden  ve  etkenleri düzeltmekte  benim  görevimdir”
            İşte  benim  anladığım  Türk  Genci ve  Türk  Gençliği!
 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 21

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

'KUDURDU KUDURASICA'
            Kimsesizliğin çaresizliğine yüklediği derin uçurumlardaki, yalnız yaşamı ve bu yaşamını paylaştığı birde köpeği vardı Kadir’in. Kendi ne yerse köpeği ile paylaşırdı. Hep kendi kaderine benzetirdi sahiplendiği köpeğin kaderini. Onun için ‘Kader’ koymuştu adını.
            Fabrikatör Sami Beyi mi sordunuz? Tabi onun yaşamından da bahsetmek zorundayız.
            Sami Bey zengin bir vatandaştı. Sonradan görme zenginlerden. Zenginliği öyle tesadüf falan değil;  bilinçli zenginlerimizden. Kendi fabrikasında hastanelerin kullanacağı malzemeyi üretir ve hastanelere satar.
           O hastanelerin  'satın alma' da çalışan yetkili memurlarıyla işi pişirmiştir. Üçe mal ettiğini öyle beşe falan değil; neredeyse on üçe satar. Allah onun rızkını da öyle vermektedir(!)
            Sami Bey,  eşi ve çocuklarının bir dediğini iki etmez. Evinde hizmetçisi, aşçısı, bahçıvanı gibi çalışanları var. Hizmetçiye hizmetçi, aşçıya aşçı demezsin. Hepside bir birinden farksız. Evine bir çalışan alacağı zaman gazeteye ilan verir, gelenlerin lise mezunu olmasını, en azından kâğıt oyunlarından birkaçını bilmesini, evde evin hanımıyla iyi geçinmesini, evin uzun 'teri yer' cinsi köpeğini gezdirmesini, iki çocuğuyla arkadaş olmasını şart koşar,  vereceği ücreti de ona göre belirlerdi. Tabi ki Sami Bey fizyonomiye de dikkat etmekteydi. 
            Gerek hizmetçi, gerek aşçı son derece güzeldiler.  Onları gören çoğu erkekler aşık olup karılarını boşamaya kalkarlardı. Evin hizmetçisi, aşçısı, bahçıvanı böyle olunca evin hanımı nasıldır kim bilir?  Tabi insan bu üçünün içinde evin karısını görse güzellik yarışmasının birincisi zanneder.   
            Uzun tüylü teriyer cinsi köpekleri bir yarışma da birincilik almamış mıydı? Adı ‘Tufan’dı köpeğin. Evin büyük oğlu Selim ve kardeşi Yeşim;  ne maskaralıklar öğretmişlerdi Tufan’a. Aşıları zamanında olur, biraz hastalansa eve özel veteriner gelirdi.
            Hâlbuki Kaderin böyle midir yaşamı. Kadere acaba hayatında sağlığı ile ilgili bir aşı vuruldu mu? Ya sahibi Kadir’in yaşantısı; Kaderden farklı mı?  Daha ufak yaşlarda mahalle çocukları boğazından tel bağlayıp öyle dolaştırmışlar Kaderi. Sokaklarda, duvar diplerinde, apartman bahçelerinde yatmış, büyüdükçe ve ensesi kalınlaştıkça boynuna bağlanan tel boğazını sıkar olmuş. Kim ne verirse sokak köpeğine yiyemiyormuş.
           Açlıktan ve telin boğazını sıkmasından sabahlara kadar ulur, birilerinin bir yerlerden kendisiyle ilgilenmesini beklerdi sanki. Üstelik bu uluması birilerini rahatsız etmiş olacak ki; gece yarısı uyanan kişiler tarafından da bulunduğu yerden ‘taşlanarak uzaklaştırılması’nda işin cabasıydı. Gene böyle bir günde; hayvan sevmeyen biri tarafından, isabet aldığı bir taşla çenileyerek uzaklaştırılan bu çoban kırması köpek ağlamaklı gözlerle, inşaat bekçiliği yapan Kadir'in kulübesinin önüne geldiğinde;  irkilerek durdu. Kadir’in şefkatli yaklaşımıyla, kendisinin taşla kovalandığını, canının acıdığını bakışlarıyla anlatıyordu.
             Kadir köpeğin başını okşayıp teselli etmeye çalıştığında, köpeğin boynunda bükülerek etin dışında kalan tel parçasının eline batmasıyla anlamıştı kaderin boynuna gömülen teli. Kadir elleriyle köpeğin boynundaki tüyleri araladığında; hayvanın boynunun çepeçevre iltihaplı olduğunu görmüştü.
            Köpek büyüdükçe etinin içersinde kalmış tel,  hayvana yaşadığı sürece ıstırap vermişti demek. Kadir ona bir parça kendi yiyeceklerinden verdi.  Nasıl zor şartlarda yemeği yediğini, yutkunmada nasıl zorluk çektiğini gördüğünde, ağlamamak için kendini zor tuttu.
            Kadir inşaat patronundan ertesi gün izin alıp köpeği Veteriner Fakültesi'ne götürmüştü. Veteriner Meliha Yılmaz bir operasyonla deri içersinde kalan teli çıkarmış, yaranın gereken bakımını yapmış, iğnesini vurmuş, kullanması gereken bazı normal numaram ilaçları da Kadir’e vermişti. Esasında Meliha yılmaz da bu konuda kendisini hayvanlara adamış, hayvan sever bir kişiydi.
             Kadir de bir hayvan severden öğrenmiş Meliha Yılmaz’ı ancak  ‘Meliha Yılmaz size yardımcı olabilir’  demişlerdi.
             Meliha yılmaz birkaç gün sonra evine pansumana gelmesi için; Kadir’e ev adresini vermişti. Köpek birkaç gün içersinde kendini toparlamış, Kadir Meliha hanıma düzenli giderek pansumanını yaptırmış, artık;  Kadir, Kaderle şakalaşır olmuştu. 
              Kadir köpeğin kaderinin de kendi kaderine benzediğini düşünerek ona ‘Kader’ ismini koymuştu. Artık Kaderle, Kadir arkadaştılar. Kader kendisini sahiplenen bu kişinin sanki kulu, kölesi olmuştur. Kadir kulübesine çekildiğinde kaderle şakalaşır, boğuşur, onunla oyunlar oynardı.
            Kader, Kadir'in elini ağzına alır, ısıracakmış gibi yapar, geveler, bırakır,  üstünü başını ısırarak çekiştirir,  en azından Kadiri'n yalnızlığını giderirdi. Kadere de kendi kulübesinin bitişiğinde yatabileceği bir yer yaptı. İnşaat alanında Kader, Kadir'den daha iyi bekçilik görevi yapıyordu. Kadir’in gece görevi köpekten sonra azalmıştı. Rahat uykusunu uyuyordu.
           Kadir geceleri Kaderi serbest bırakıyor, gündüzleri kulübesine bağlıyordu. Kader geceleri başka köpeklerle arkadaşlık yapıyor sonra gene kulübesine dönüyordu
            Aradan epey bir zaman geçer. Kadir sabahleyin kalktığında; Kader kulübesinde yoktur. Aradan bir iki gün geçer,  Kaderden hiç ses soluk çıkmaz. Çevrede birçok kişilere sorar, hep 'görmedik' derler. Fakat bir gün bir park bekçisinden bir grup köpeğin ‘kuduz köpekler var’ şikâyetiyle toplanıp Belediye Ekiplerince öldürüldüğünü öğrenir. Bu bir söylentidir. Fakat ortada Kader olmadığı için de kuvvetli bir olasılıktır.
           Kadir Hıfsısaha' ya giderek kimlerin iğne olduğunu öğrenir. Çocuklardan birisinin adresini alıp çocuğun evine ziyarete gider. Çocuktan kendisini ısıran köpeği ‘tarif’ ettirir.
          Çocuk kaderi tarif etmiştir. Kadir, Kaderin kuduz olduğuna artık kesin gözüyle bakmaktadır. Isırılan çocukların hepside tedavilerine çoktan başlamışlardır.
            Kadir artık diğer köpeklerle birlikte kaderinde öldüğüne kesin inanır. Bu duruma çok üzülmüştür. Ne yapabilir di; ki alt tarafı bir bekçi parçasıydı.  Öldürülenlerde sokak köpeğiydi, ev köpeği değildi ya? Sahipleri peşine düşsün ve öldürenlerden hesap sorsun.
            Fabrikatör Sami beyin evindeki köpek ne kadar şanslıysa kaderde o kadar şanssızdır.
 Sami Bey köpeği sevmek bahanesiyle kaç kez hizmetçinin bacağını okşamaya kalkmış, çoğu kez karısına yakalanmıştı. Sami Beyde her defasında köpekleri; Tufanı kurtarıcı gibi gösterip:
        ” -Vallahi hanım köpeği almak için eğildim masanın altına” demesine rağmen, Nesrin hanımın azarından her defasında nasibini almış, Sami Beye:
        “ -Kudurdun, kudurasıca, utanmıyorsun, hizmetçinin bacaklarına dokunmaya. Bu yaşta kuduranları teneşir pekler” diye bas bas bağırırdı evde ama bu Sami Beyin kaçıncı kez hizmetçiyi, aşçıyı ve bahçıvanı taciz edişiydi. Hepsi de mini etekli, bakımlı kişilerdi.
         Nesrin hanımın arkadaşları geldiğinde; oynanan konken partisinde çoğu kez, eksik kişiler yerine hizmetçisi veya aşçısı bu boşluğu doldururdu. Sami Beyin çoğu kez çalışanları mıncıklamasına da Nesrin Hanım hep:
        “ -Kudurdu, kudurasıca” der başka bir şey demezdi. Kader tarafından ısırılan çocuklardan biri de;  Sami Beyin oğlu Selim’di. Sami Beyin belediyeye şikâyetiyle, sokak köpekleri katledilmişti. Sami Bey, evindeki köpeği hayvan sevgisinden dolayı değil; oyuncak ‘bir meta’ gibi gördüğünden besliyordu.
        Kaderin öldürülmesinin üzerinden kırk gün geçmiştir. Kadir'de de birtakım rahatsızlıklar belirir.  Bir gün hiçbir şey yokken patronunun üzerine atılır, işçiler patronu zor alırlar Kadir’in elinden.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 22

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR  ŞİİRİN  ANATOMİSİ
Mutlu olmak kolay  bir olgudur. neticesini  değiştiremeyeceğiniz her  olayı  normal karşılayın, yeter ki  sonucunda  ölüm  olmasın. Bir  nefes  alabilmenin mutluluğunu  her  zaman  yaşarsınız  ama  farkına  varmazsınız. Gelin  acıda  bile  tebessümü  yüzünüzden  eksik  etmeyin. Gülmenin  herkese yakıştığını, gülenlerin  yüzlerine  baktığında  anlarsınız. deneyin  isterseniz  gülen  bir  göze  baktığınızda  içinizin  ısındığını  hissedersiniz. Gezdirin  gözlerinizi  bir  güzelin  gözlerinde. o  gözler ki  kendine  aşık  eder  bakanı. Tabi  buradaki  ‘bakanı’  kelimesi parlamentodaki   bakan  anlamına  gelmez, zira  onlar  baksalar da  göremezler. Gözler,  gözlerde  gezerken   gözleriniz  sağlam  olsun  önemlisi. Göz  tembelliğiniz  varsa  ince  ayrıntıları  hissedemezsiniz,   yarının  sevdasını  bölüşemezsiniz  bakışlarınızda. Ne özlemlere  açılır  kolunuz,  nede  aydınlığa  çıkar  yolunuz. ama  bir  tebessüm  size  bir  selam  aldırır. Bir  el  uzanır  bir  tebessüme, dostça  kenetlenir  eller. Bazen  bir  magazin  sayfasına  bomba  gibi  düşer  haber. Falanca  artistle,  filanca  mankeni  el  ele  görüntülemiş  kameramanlar.”biz aşkla  değil dostça  tutuştuk  el  ele”  derler. Her  el  dost  elimidir,  bunu  kestirmek  oldukça  güçtür.
Hayatın  akışı  içinde  nelerle  karşılaşmaz ki  insan. Böbrek  rahatsızlığı  çeken  ve  böbrek  ameliyatı  olanın  sağlam  böbreğini  alıverir  doktorlar. Bademcikten  ameliyat  edilip de  ölene  rastlamaz mıyız.    Elektrikli  epilasyon aletiyle  elektrik  akımı  verilerek  derilerinin yanıp  estetiğini kaybedenler  gibi insanları  mutsuzluğa  itecek  bir sürü  olayların  insan  yaşamında  olduğunu  biliyoruz. Hayatın  akışı  içinde insanların  başına  istemese de böyle  olaylar  gelir.Tabiî ki  güzel  olaylarda  olmaz mı?
Tadını  özünde  gizleyen  üzümün şaraba dönmesiyle yapılan  içkinin ağzımızda  bıraktığı  buruk  mutluluğu  dostlarla  paylaşırken,  aşkın  şırasının da  bakışlarla  ve  el  ele  tutuşlarla  yüreklere  taşındığını  görürüz.
Aydınlığı  yüreklerinde  taşıyanların  karanlığa  yürümelerini zorunlu kılacak ortamlara  çekilmesi  ne  kadar  zordur. Ve  onları  karanlığa  yürütemezsiniz.
Zevk  almanın,  hoşlanmanın,  bedensel  hazza  dönmesi   aşkın  eylem  biçimidir ki   insanların  göz göze  bakışıp  dostça  el  sıkmalarına  kadar  geçen  zamandaki birlikteliklerin aşkın  zemininin  oluşturulmasındaki  süredir. Tüm  bunların  bütünü   mutluğu  tarif  etmek  gibi  bir  şeydir. Tüm  bu kadar  sevgiyi  kucaklamışken içimizde sakladığımız hayatın  mucizesini  gerçekleştirip  dünyaya  hoş geldin  bebek de  diyebilmeliyiz. Bunu  diyemiyorsak umutlarımız  yarına  küs  kalır. Aramıza dünya  girer  ve  gözlerinde  ay  tutulur  insanın.
 
 
GÖZLERİNDE  AY TUTULACAK
Bir kere  güleceksin
İçim  ısınacak  baktığımda  gözlerine
Gözlerimde  gezecek   gözlerin
 
Kendine mahkum olacak  sevdan
İçinden  gelip
Bir  selam  vereceksin
İsmimi  söyleyeceksin  merhaba  deyip
 
Uzatacaksın ellerini
Varsa öyle sıkılacak
Dostça eller
Varsa öyle kolay  tutulacak
 
 
Hayatımın akışını  sana  çevirip
Bedensel hazda bulmalıyız sevgiyi
Aydınlığa  yürümeliyiz  aydınlığa 
Kendi içimizde saklı  hayatın mucizesi
 
Biliyorum gene de
Küs kalacak  umutlarımız yarınlara                      
Bütün  dünya  girecek  aramıza
Güneşler girecek  güneşler
Gözlerinde ay  tutulacak
 
Şimdi yukarda  bir  şiirin  anatomisini  çıkardık. Şiirlerimizin    anlamlarını  düşünerek  neler  ifade  ediyorsa  “hikaye, anı  deneme”, gibi  yazı  türetebilir, yazılarımızın da özüne  inip şiir  türetebiliriz.  Bir  resme  bakarak  resim  neyi  anlatıyorsa  anlatılanı   düz  yazıya, düz yazı  neyi  ifade  ediyorsa o yazı  aynı  zamanda  resme  çevrilebilir.    
Teknolojik  gelişmelerin edebiyatta  kullanılmasının  yazarlara  sağladığı  faydalar  git  gide  çoğalmaktadır. Resimlerin  yazıya, yazılarında  resme  dönüşmesi  konusunda  deneyimli  olan dostların  daha  detaylı açıklama  yapmaları  bizlere  ışık  tutacaktır.  Oysa  resimlerin  gizemli  yönlerini keşfedip   hiçbir  araç  gerektirmeden şiire  çeviren  şairler vardır  içimizde. Başka  bir  gün bir  resimden ilham  alınarak yazılmış  bir  şiir  üzerindeki  görüşlerimizi  okurlarla  paylaşmayı  umut  ediyorum.

 

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 23

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

AĞIR UYKU
Issız  caddelerin  loş ışıklarında  yürüyen bir çift ayak sesinin yankılarıydı duyulan. Sekiz saatlik çalışmanın verdiği  yorgunluk ve uykusuzluk sürükleniyordu gecenin sessizliğindeki kaldırımlarda. Bir vardiya dönüşünde eve  çabuk gitmenin telaşını taşıyordu  atılan adımlar. İnsan ömründen sanki  bir güne karşı iki günlük  tüketilen bir gündü vardiyada çalışmak.
Can işveren pozisyonundaydı ama işçiler  temsilci seçmişlerdi kendisini fabrikada. Gazın, tozun, dumanın içersinde çalışmak kolay değildi.
Gecenin saat birinde, hani ne derler ‘in cin top oynuyor’ öyle bir şeydi,  Can'ın evine döndüğü zamanki gecenin anımsattığı. Vardiya tutsaklığından kurtulup, uykuya susamış gözlerini zar zor açarak ve bir sarhoş gibi yalpalayarak ilerliyordu Can evine. 'Uykusuzluğun ne demek olduğunu gelsinler de bana sorsunlar' dedi içinden.
‘Bu vardiyalı çalışmalarda yatma, kalkma zamanına çok dikkat edeceksin. Gece işe gideceğin zaman gündüz uykunu çok iyi alacaksın.’ Hele bir keresinde  gezer köprü vincin üzerinden az kalsın sıcak curuf  çukurlarının üzerine düşecekti. Yürüme yolundaki korkuluk zincirlerine zor tutundu. İlk defa ölümü bu kadar yakın hissetmişti kendine.
Vardiya otobüsünün tor tor  sesleri gecenin sessizliğini yırtarak kulaklarına kadar geliyordu hala. Biran evinin önünde buldu kendini. Evinin önüne kadar nasıl geldiğinin kendide farkına varamadı. Her zamanki vardiya dönüşünden farkı yoktu bu günkü  evine gelişinin.  Sokak kapısı  her zaman açıktı. ‘Kimsecikler uyanmasın’ diye  ayaklarının ucuna basarak  çıktı  basamakları. Üçüncü kata geldiğinde sönen otomat ışıklarına bir daha bastı, cebinden anahtarı çıkardı, anahtar deliğine soktu ama anahtar sağa sola dönmüyordu. Anahtarı  çıkardı, tekrar  tekrar  denedi  olmuyor, olmuyordu. Önce kesik kesik   sonrada sürekli olarak bir hayli zili çaldı.
Açan olmuyordu. Vardiya otobüsünden indiği zamanki uyku mahmurluğu kalmamıştı üzerinde. Yerini tarif edilmez bir heyecana bırakmıştı. Bin bir türlü vesvese geçiyordu aklından. Eşi ‘zehirlenmiş,  herhangi bir ‘hastanede yatıyor’ olabilir miydi? Kafasında böyle düşünceler varken  terasa çıktı.
Binanın en üst katında çatı yoktu.  Üst kattaki iki dairenin üzeri beton terastı. Evinin ön kısmı sokağa, arka kısmı bahçeye bakıyordu.
Bahçe kısmına bakan yatak odasının kapısını sessizce dinledi. Üç yaşındaki kızının ağlama sesini duydu. Biraz rahatlamıştı. Önceki saydıklarının hiç biri olmamıştı. Çocuğunun sürekli ağlamasına eşinden hiçbir müdahale yoktu ‘demek ki uyuyordu’ eşi. ‘Olur ya, insanlık hali, çocuğunun ağıtını duymayacak kadar yorulmuş, uykusuz kalmış’ olabilirdi. Yatak odası bir balkona açılıyordu. Teras üstündeki  inşaat sırıklarından cama vursa eşi duyardı herhalde. Onun için bir sırık aldı, cam kırılır düşüncesiyle önce hafif hafif vurdu ama ne gezer!  kırılırcasına vurdu.  ‘Kırılırsa kırılsın’dı. Ama ne cam kırıldı ne de eşini uyandırabildi.     
Camdan gelen gürültüden  ağlayan kızının bir iki dakika sesi kesiliyor,  kızı sonra gene ağlamaya başlıyordu. Birkaç kez kalasla vurmayı denedi ama bir sonuç alamamıştı. Gene Can terastan bulduğu birkaç tane boş yağ tenekelerini balkonun betonuna attı.  Çıkan gürültü dahi eşini uyandırmaya yetmemişti. Saat  gecenin birinden üçüne kadar uğraştı. Gecenin o sessiz karanlığında  çevredeki  binalardan uyananları  gördüğü zaman;  Can,  hiçbir şey yokmuş gibi gürültü yapmayı durduruyor, üç beş dakika sonra tekrar başlıyordu.
Can çaresiz alt kattaki komşuları  tapu sicil muhafızı İsmail Hakkı  beyi ‘uyandırmayı’ düşündü. Belki onun eşinin bir bilgisi olabilirdi, nihayet komşuydular.  Ev hanımı olarak birbiriyle gündüz görüşmüş olabilirdi. Bir iki kez komşusunun zilini çalan Can Bey  Hakkı Beyin kapıyı açmasıyla durumu ona anlatır. Hakkı Bey:
-Emin misin, kapı  açılmıyor mu?  Şimdi o zaman eşin anahtarı kapının üzerinde bıraktı galiba” dedikten sonra:
-Gel beraber bir deneyelim” deyip, Can Beyin kapısının önüne varırlar. Hakkı Bey anahtarı sokup çevrilmediğini görünce  tekrar tekrar birkaç kez denerler:
-Yok açıldı, açılacak şöyle yapalım" diye  konuşurlarken  kapı tıkırtısına ve konuşmalara  içerden:
-Kim o, kim var gecenin bu saatinde kapıda?” diye  bir ses gelir. Can ve İsmail Hakkı Bey:
-Biziz  açar mısın kapıyı?" derler ve kapı açıldığında  Can eşine saatin kaç olduğunu sorar:
-Bak dörde geliyor, ben saat birden beri seni uyandırmak için uğraşıyorum” der, eşine karşı kızgınlığını yatıştıran İsmail Hakkı Beyle gece yarısı bir kahve içerek sinirlerini yatıştırırlar.
Can eşinin uyuyakalmasına ilk defa tanık olmuştur. Bu kadar ağır uykudan sonra  Can'ın eşi, bir daha kapının üzerinde anahtar bırakmamaya 'tövbe' eder.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 24

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

FELAKET  HAMDİ
            Kim ne zamana kadar para yardımı yapardı.  Komşularından ne zamana kadar kimler yemek getirirdi.   
            Hadi üstünü başını çoğu insanlar acıyıp, kendi evlerinden  giymedikleri giysilerinden veriyorlardı.  Giysi işi bol bol yetip de artıyordu bile.
            Hele  bir defasında  belki de üç çuval eski birikmişti evinde.  ‘Ne yapayım bunları kime vereyim’ derken  deprem olmuştu da, deprem felaketine uğrayanlar için  televizyondan adresini aldığı bir dernek vasıtasıyla, deprem bölgesine  göndermişti.
            Kahveye her gittiğinde, kim çay ısmarlardı. Bazı günler kafası kıyak değilse  şayet, bir sığıntı gibi hissederdi kendini.  Çalışıp da  para kazanamamanın verdiği ezikliği  mimiklerinde nasıl yok etmeğe  çalışırsa çalışsın; çoğu kez bunda muvaffak olamaz, gülünç durumlara düşerdi.  Kimseye  zararı yoktu.
            Hamdi küçükken, bir menenjit mi geçirmiş ne; birazcık uçukluğu olmasa, kimse ona takılmaz, aşağılamaz; onun saflığından istifade etmezlerdi.  ‘Gariban’ diye  çoğu kişiler korusalar da  çokları da  bedavaya iş gördürürlerdi. Bir çay parasına onu tanıyanların ‘ayakçısı’ olmuştu.
            Akşamları yatacak doğru dürüst  bir mekanı da yoktu.  Apartman yapmak için kısmen yıkılmış kapısı, penceresi olmayan harabe bir gecekondunun odalarından birinin içersine  serdiği karton kutuda, gecelerini geçiriyordu. Ona göre park ve bahçelerde, tahta banklar üzerlerinde, istasyon ve terminallerde yatanlarda insandı. Onları gördükçe kendi yerinin iyi olduğunu düşünüp:
            -Ya Rabbim  buna da şükür, beterin beteri varmış demek ki. Derdi. Felaket Hamdi  haber dinlemeyi çok severdi.  Esasında çok iyi bir haber kolikti.  Yanından eksik etmediği  ‘Nuh Nebiden’ kalma ancak birkaç istasyonu alabilen bir  radyosu vardı. Nerede olursa olsun sık sık saati sorar, haberler gelmişse  radyosunu kulağının dibine kadar getirir, öyle dinlerdi  haberleri.
            Kahvede televizyondan haber dinlerken  herkes Hamdi'den yorum alır. Onun oturup kalkmalarına, küfürlerine el, kol hareketlerine bayılırlardı. Çoğu kez anlattıkları da doğru çıkardı. Zannetmeyin ki boş birisi. Çoğu kez kendisiyle dalga geçenleri utandırırdı.
            Öyle sorular sorardı ki  Hamdi,  bazıları apışıp kalırdı; sorduğu sorular karşısında. Lüks otellerde eğlenenlere hiç aldırış etmez, deniz kenarlarındaki insanların gırgırları şamataları, aşkları  Hamdi'yi hiç ilgilendirmez. Hele karnı açken, cebinde beş kuruş parası yokken, düğünlerde; savrulan paraları görmek  bile  Hamdi'yi ilgilendirmezdi. ‘Kendileri kazanıyor, kendileri harcıyorlar’ derdi.  Önemli olan onların yaşayışını maliye denetliyor mu? Vergisini veren herkes istediği gibi eğlenebilirdi. Bir kaza haberi oldu mu içi giderdi  Hamdi'nin. Bir ambulans gelip yaralıyı mı taşıyor:
            -Şuna bak arkadaş  ohh! Mis gibi yatak be, o sedyede olacaan şimdi? Kafası gözü sarılı insanları görüp:
            -Ohh be! Benim bi kafamı  gözümü yaracaklar, hele benimle öyle bi ilgilenecekler arkadaş, beni öyle bi sedyeye koymak için çaba sarf edecekler, bundan daha güzel mutluluk mu olur  be! Derdi. Felaket  Hamdi'nin  hastalandığında  kimsecikler semtine uğramazdı. ‘Kendi kendine iyi olur’ kimse, Hamdi'nin  ne zaman hastalanıp ne zaman iyi olduğunun farkına varmazdı. Bir sıcak yuvanın, bir şefkatli elin, bir okşayışın hasretini taşıyordu yüreğinde. Hastanın hastanede, suçlunun hapishane de  yatmasına imrenirdi. Zengin olsa, parası olsa, istediği gibi yaşardı ama bu durumda  parasız sıcak bir lokmada ancak böyle temin edilirdi.
              ‘On yedi Ağustos Depremi’ imdadına yetişmişti. Üzerinde yarım yamalak çatısı olan  duvarları yıkık,  kapısı ve pencereleri olmayan  barınak için sahiplendiği gecekondudaki  karton kutusunun içinde mışıl mışıl uyurken, gecenin saat üçünü biraz geçe  bir gürültüyle uyanmış, gecekondusunun  sağlam kalan kısımları da tamamen göçmüştü. Gecenin bir yarısında her taraftan feryat figan sesleri geliyordu. 'Oğlum' 'kızım'  diyenleri mi, 'anam' 'babam' diyenleri mi ararsın. Her tarafta bir panik, bir koşuşturmaca vardı. Çevresindeki çoğu binalar kendi gecekondusuna dönmüştü. Hamdi birkaç gündür açtı. Bir suyla, ısmarladıkları  bir bardak çay karın doyurmuyordu.  Vicdanı dayanamadı  feryatlara. Gene de gücünün yettiği kadar yardım etmeliydi. Başı dönüyordu. Kendi içindeki depremi bir atlatabilse. Kendi iç dünyasının yıkık duvarlarından bir kurtulabilse, açlığın kansızlığa, kansızlığın halsizliğe, dermansızlığa dönüştüğü iç dünyasından adımlarını atıp,  çatısı iyice göçmüş  duvarları daha da çok yıkılmış  gecekondusundan bir çıkabilse, gerisi  kolay olacaktı  Hamdi için. Bir hayli çevresinden gelen feryatları dinledi. Kalktı sendeleyerek, kendisine en yakın  bir apartmanın  yıkılmış enkazına kadar zar zor yürüdü. Nihayet kendi mahallesiydi. Dövünen feryat eden Can Beyi  ve  kenara çıkartılan kanlar içersindeki  ezilmiş  bir kişinin cesedini görür görmez, olduğu yere bayıldı. Hamdi kendisinin de diğer depremzedeler gibi  Ambulansa konulmasını, hastaneye getirilişini, hiç mi , hiç hatırlamıyordu. Kendisine geldiğinde hastane koğuşunda tertemiz yataklar içersinde buldu kendini. Bütün yataklar yaralı, hasta doluydu. Yeni yeni yaralılar geliyor, bir kısmı ayakta tedavi edilip gönderiliyordu. Etrafta bir koşuşturmaca vardı. Yavaş yavaş gözlerini açmış olanı biteni seyrediyordu. Gözleri Can abisini arıyordu. Yıkık enkazın önünde en son onu görmüştü. Tüm mahalleli  Hamdi'yi bilirdi. Yataklar üstünde birkaç tanıdık simaya rastladı. Çoğunun başında sahip çıkan kimseleri yoktu. Açık duran odalarının kapısından başlarını uzatıp yakınlarını arayan ve sonra başka odalara bakmak için telaşla oradan ayrılan depremzede yakınları  bir curcuna yaratıyordu. Hamdi bir hayli olanı biteni izledi yatağından. Sonra içersinde yemek bulunan arabanın girdiğini görünce kapıdan, bayram şekeri almış çocuklar gibi sevindi. Sevincini belli etmeden, sıcak bir tabak çorba, yoğurtlu ıspanak ve makarnayı  büyük bir iştahla bitirmişti. Açlık sınırının altında kaç kişi yaşıyorsa Hamdi de bunlardan biriydi. Hamdi git gide  düzeldi sağlığı yerine geldi. Ama Ufakken geçirdiği  menenjitin verdiği konuşma bozukluğu ve  zaman, zaman titremesini; doktorlar  deprem şokundan sanmışlardı. Hamdi'ye bir sabah doktoru:
            -Hamdi iyileştin artık seni taburcu edelim. Dedi. Oturduğu yeri sordu:
            -Bilmiyorum? Dedi. Hayatında ilk defa oturduğu şehrin dışına çıkmıştı.  Hamdi hastalığının verdiği konuşma bozukluğu ile evinin yıkıldığını, kendisinin kimsesi olmadığını ve hastaneye kimin tarafından getirildiğini bile hatırlamıyordu . Yalnızca açlıktan bayıldığı için  depremden dolayıymış gibi hastaneye getirilmişti. Doktorlar hem nereden bilebilirler diki  Hamdi'nin açlıktan bayıldığını. Kendisiyle gelenlerden kimsecikler kalmamıştı. Doktor:
            -Evladım kimsen yok mu  senin? Hamdi:
            –Yok! Evim yıkıldı, nerede yatacam ben şimdi? Deyip ağlıyordu. Doktor Depremle ilgili olarak gelen ekiplerden birine Hamdi'yi teslim etti. Tutanaklara deprem şokundan dolayı ‘konuşma bozukluğu’ ve  hafıza  kaybından  dolayı da bir şey ‘hatırlayamama’ diye yazdılar. Kimsesiz Hamdi'ye Güzel bir çadır, kap, kacak, ocak, televizyon  gibi bir ailenin ne gibi ihtiyaçları varsa hepsini verdiler. Üstelik ziyaretçileri de vardı Hamdi'nin. Çadırlara 'geçmiş olsuna  gelenler halini, hatırını soruyorlardı.  İlk defa insan yerine konulmanın zevkini tadıyordu. Aradan epey bir zaman geçti; birde prefabrik ev verdiler Hamdi'ye, keyfine diyecek yoktu. Artık  felaketlere de  imrenecek durumu kalmamıştı. Gelen yardımlardan ekmeğini, aşını alıyor, prefabrik evinde; deprem öncesindeki halinden ‘daha iyi şartlarda’  yaşamasına devam ediyordu. Bu ne kadar böyle devam ederdi, Hamdi'nin geleceği ne olurdu, bunu kendiside bilmiyordu ama şimdiki haline de, şükrediyordu. Bütün insanların acılarını yüreğinde taşıyan  Hamdi, şimdide deprem zedelerin kulu kölesidir. Hamdi ekmek kuyruğundadır, Hamdi tüp kuyruğundadır, Hamdi yardım kuyruğundadır. Tüm bunlar kendisi için değildir. Kim Hamdi'ye ne söylerse Hamdi onu yapmaktadır. Artık  Hamdi'nin hiçbir felaketten beklentisi yoktur. Kendi evinde; radyosundan, televizyonundan haberleri izlemekte, geçmişteki  felaket düşünceleri aklına geldikçe birazda içinde bu düşüncelerinin mahcubiyetini yaşamaktadır...  

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 25

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BAKKAL NASIL KURTULDU
Büyük bir Grosmarket de gözüne bir yazı ilişmişti.  ‘Bakkallar nasıl kurtulur’ diye. Bakkallar süper marketler karşısında ölüme mahkûm edilmişlerdi demek. Kurtuluşunu da gene süpermarketler düşünüyordu. Çevrede o kadar kurtulacak şeyler var ki çoğalt çoğaltabildiğin kadar. Emekli nasıl kurtulur, memur nasıl kurtulur, esnaf, köylü, çiftçi nasıl kurtulur. Daha da önemlisi Memleket nasıl kurtulur a kadar gidiyordu iş. Bu sanki Asiye nasıl kurtulur gibi bir şeydi demek. Hükümet memurun yakasına yapışmış, memur kurtulmaya çalışıyor. Kimi üç ay kalmış emekli olmasına  ‘bir emekli olayım’ kurtulacağım diyor. Neden kurtulacaksa! Çalışırken elektrik, su, doğalgaz, hastane kuyruğu vardı, bilmiyor ki garibim birde ‘emekli maaşı’  kuyruğu girecek devreye. Hadi bakalım kurtul kurtulabilirsen. Vergi kıskacına girmiş küçük esnaf; belki yirmi çeşit vergi. Birde bilinçsizlik var. Yığılmış kalmış vitrinlerde satılmayan mallar. Hele  ‘baharat’ cinsi küçük poşetlerdeki mallar, tarihleri geçmiş öyle duruyor raflarda. Müşteri bir şey alırken ayına, gününe bakıyor.
Fikri Bey nerede yeni açılan bir dükkân görse o dükkanı göz hapsine alır, tanıdığı pazarlamacıları yeni açılan dükkana gönderir, pazarlamacılara müşteri bulduğu için de komisyonunu alırdı. Ayrıca pusuya yatmış aslanlar gibi avını bekler, pazarlamacılardan aldığı ‘tiyo’ya göre hareket ederdi.
Fikri Beyin büyük grosmarketteki gözüne ilişen, ‘bakkallara verilen öğüt’ niteliğindeki yazı belleğinden hiç çıkmamıştı.
Sıddık Efendinin oğlu Fatih’inde gözü esnaflıktaydı. Hele bir emekli olsun  ‘o bilecekti’ ne yapacağını. Evlerinin karşısındaki apartman inşaatının bitmesine çok az kalmıştı. Alt kattaki dükkanlardan birini gözüne kestirmiş, her işe gidiş gelişte, dükkana alıcı gözüyle bakar, hayaller kurardı. Bu arada da dükkanın iç ölçülerini almış, kafasından nereye ne koyacağının hesabını çoktan yapmıştı.
Fatih emekli olmadan apartman inşaatı bitmiş, dükkanın bir başkası tarafından tutulmaması için,  ikide bir babasına ısrar ediyordu ‘bir an evvel dükkanı açalım’ diye. Babası Sıddık Efendide:
-Olum ne acelesi var hem bir emekli ol bahak! Dedikçe Fatih 
-Baba  açalım, ben emekli olana kadar  Yavuz’la  sen bakarsın dükkana.  Sabahları işe  gidinceye kadar sen, işten gelince de ben bakarım. Dükkana sen bakarsan, emekli olduğun için vergiyi az ödermişiz.” deyince  babası Sıddık’ta ‘olur’ demişti. Dükkan Sıddık Efendi adına kiralanır. Bütün işlemleri oğlu Fatih yürütür, babası dükkanın kendi adına açıldığının farkında bile değildir.
Sıddık  Efendi bankadaki  faizde yatan parasını çeker, borç olarak oğluna sermaye  yap diye  verir. Oğlu da birkaç ay sonra nasıl olsa emekli olacak, aldığı emekli ikramiyesini  babasına verip  borcunu kapatacaktır. Oysa Fatih  eline geçecek paranın üzerine biraz  koysa  oturduğu semtten bir daire alırdı. Ama onun kafası bakkal dükkanındadır. Yakınlarında başka dükkanlar vardır ama  ‘Allah herkesin kısmetini ayrı verir’ diye düşünür. Babasından aldığı parayla, dükkanın içini donatır. Artık pazarlamacılar Fatih’in  ayağına kadar gelmişler, pazarlayamadıkları ellerinde kalan malları Fatih’e satarlar. Çok geçmeden  Fatih nakit para sıkıntısı çekmeye  başlamıştır. Kendi  aylığını dükkana  harcadığı gibi babasının emekli maaşı da  alınan malların taksitine gitmektedir. Fatih gece geç saatlere kadar dükkandadır. Neyse ki sabahları babası açmaktadır dükkanı. Fatih akşamdan akşama uğramaya başlar  dükkana. Dükkanın satılmayan mallarla dolması  ve ellerinde dükkanı çevirecek sermayenin azalması  Fatih’in moralini bozmaktadır. Fatih’te  artık  akşam bir iki saat  bakıp dükkana, kasada beş kuruş bile bırakmadan ne var ne yok alıp, öyle gider olmuştu evine. Ertesi günde hep aynı şeyler tekrarlanıyordu.
Aradan zaman geçer, Fatih emekli olur. Emekli ikramiyesiyle babasına olan borcunu öder. Esnaflığın memurluktan daha zor olduğunu kavrar. Günde on beş,  on altı  saat çalışmanın  bıkkınlığı ile  sık  sık  dükkanı kardeşi Yavuz’a  ve babasına bırakıp gitmektedir. Esnaflık artık Fatih’in canına tak etmiştir. Ya  Babası  Sıddık Efendinin? O sanki halinden memnun mudur? Konuştuğu her müşteriye oğlundan dert yanmaya başlar. Fatih’in esas mesleği  şoförlüktü. Bir cahillik etmiş bakkal dükkanı açmış,  doldurmuştu satılmayan malları dükkanına. Kazandığı para ev kirasına ve arabasının benzin parasına gidiyordu.
Sıddık Efendinin okuma yazması olmadığından mahallenin çocukları  dükkana  yalnız Sıddık amcaları  olduğu  zaman doluşurlar, kimisi cips alır, kimi  sakız,  çikolata alır, parasını istediğinde:
-Sıddık amca deftere yaz  birazdan getireceğim” derler.  Sıddık Efendi de  çocukların yanında okuma yazma bilmediğinin anlaşılmaması için  veresiye defterini çıkartır,  kimin ne aldığını  aklında tutmaya  çalışarak yazıyormuş gibi yapıp deftere çizik atardı. Sonrada :
-Çabuk getirin parasını” diye birde tembih ederdi çocukları. Büyük insanlar bile biliyordu  Sıddık Efendinin okuma yazmasının olmadığını.  Çoğu kapıcılar da  aldığı şeyleri:
-Sıddık amca deftere yaz” deyip çıkıyorlardı  dükkandan. Herkesin sütüne kalmış bir şeydi  ödeyip ödememeleri. Herkes dükkanın başında Sıddık amcalarının olmasını isterlerdi.
Sıddık Efendinin kafasına yazdığı, kırmızı tişörtlü sakız, beyaz tişörtlü on yumurta, iki ekmek, kapıcı Kamil  apartman için aldığı on  ampul ve temizlik maddelerinin parası  haricinde,  kasada biriken  on beş  milyon lirayı da  akşam  oğlu Fatih geldiğinde almış üstelik babasına:
-Baba  hepsi bu kadar mı satışların?” dediğinde  Sıddık Efendi  kapıcının neler aldığını, kırmızı tişörtlü  çocuğun sakız, beyaz tişörtlü çocuğun da  on yumurta iki ekmek  aldığını  söyler. Fatih de:
-Hangi kırmızı tişörtlü çocuk baba? Beyaz  tişörtlü çocukta kim? Her zaman böyle mi  yapıyorsun?  Borçlarını ne zaman ödeyecekler?”  diye sorar.  Babası Sıddık:
-Ben onları biliyom olum, alırım onlardan. Esas sen dükkanının başında dur da  iyi işlet dükkanını “ dedi.
Sabah erkenden dükkanı açan Sıddık Efendi o gün dükkanına gelen çocuklardan  birine:
-On yumurtayla iki ekmek almıştın olum getdin mi parasını”  deyince  çocuk:
-Ne yumurtası!  Sıddık amca ben  yalnız ciklet aldım” dedi.  Sıddık efendi:
-Üzerinde  beyaz tişörtün vardı  ben bilmem mi  sendin olum.” dedi. Çocuk:
-Şimdi beyaz tişört giydiğime bakma Sıddık amca,  dün kırmızı tişörtüm vardı üzerimde,  ben yalnız sakız aldım. Al sakızın parasını”  deyip  Sıddık amcasına yirmi beş bin  lira  verdi ve dükkandan gene  bir şeyler alıp,  “parasını akşam veririm” dedi. Çocuk  çıktıktan sonrada üzerindeki  beyaz tişörtü belleğinde tutmaya çalışıyordu Sıddık Efendi.
Sıddık Efendi artık aklında renkleri de  karıştırmaya başlamış, kimin ne giyip de ne aldığını artık bilememektedir.  Oğlu  akşam dükkandan hesabı almaya geldiğinde de  münakaşaları eksik olmaz.
Fatih  emekli  olup dükkanı iyiden iyiye  babasına bırakmıştır. Kendisi her gün şoförlükle ilgili  gazete sütunlarında iş arar. Bir gün ‘bir makam şoförlüğü  aranmaktadır’ ilanı gözüne ilişir. İlanda ki kuruluşa müracaat eder ve hemen işe başlamasını söylerler.
Fatih artık  makam şoförü olarak bir özel sektörde çalışmaktadır. Dükkana akşamları hesap almak için  uğrar.  Dükkanın içinde mallar iyice boşalmaya başlamış, Sıddık Efendi  pazarlamacılardan aldığı malların parasını da ödeyemez duruma gelmiştir. Bazen pazarlamacı dükkana  alacağı için geldiğinde Sıddık Efendi:
-Akşamüzeri gel” diyor, pazarlamacı:
-Olur mu  amca her gün aynı şeyi söylüyorsun hangi akşamüzeri geleyim.  Bu akşam  son gelişim olsun”  deyip çıkıyor, bazı pazarlamacılara da,  dükkanına  alış veriş için gelen tanıdık  müşteriden:
-Akşam biriken hasılattan paranı öderim şu pazarlamacının işini bir  halledelim” deyip  para alıyordu. Müşteri akşam dükkana parasını almaya geldiğinde de:
-Bu gün senin paranı  ödeyecek kadar hasılat olmadı” deyip ertesi güne bırakıyordu. Ertesi günde, bir başka günden kalan  pazarlamacılar alacakları için geldiklerinde, elinde  avucunda ne varsa onu veriyor, bir şekilde borcu  günden  güne çoğalıyordu. Alacaklıların üçü beşi  akşam  geldiklerinde de başlıyor bir curcuna. Sıddık Efendi bunalıyor:
-Yav  hepiniz birden nerden çıktınız. Ben aha senden aldım”, diğerine dönüp:
-Senden ne zaman  para aldım arkadaş?” dediğinde, müşteri de:
-Etme, eyleme  Sıddık amca,  benden alıp ta  sütçüye vermedin mi,  üç gün önce? Deftere de yazdığını söyledin.  Hadi aç bakalım defteri” der.  Sıddık Efendi  yazmadığı belli olmasın diye:
-Pekiy öyleysem doğrudur. Günahı vebalı senin boynuna”  deyip, adama parasını veriyordu. Bunlar Sıddık Efendinin hep cepten ödediği paralardı. Ayın sonu  gelmeden  emekli  maaşını da  bu şekilde bitirmiştir. Sıddık Efendi tüm bu durumları da müşterilerine bir güzel anlatıp  oğlundan dert yanar olmuştu. ‘Kansızlar işletcez  diye açtılar dükkanı  sonnada benim başıma bırahtılar. Olu mu  canım bu bana’  deyip  müşterilerin kendisine  haklısın Sıddık amca demelerini beklerdi. Koskoca adam acınacak durumlara düşmüştü.  ‘Kendi kazancımı harcayamıyom, çoluk çocuğun maskarası oldum’ diye içi içini yiyordu. İyiki gecekondu arsasını mütahite  vermişti de  iki daire sahibi olmuştu.
Bir gün oğlu  Fatih’e:
-Dükkanı ne yapacaksanız yapın” dediğinde öğrenmişti,  dükkanın kendi üzerine olduğunu. Oğlu babasının adına dükkan işletiyordu ama  Sıddık Efendinin bundan haberi yoktu. Sonunda  ufak oğlu Yavuz’a, ‘devren satılık’ yazısı yazdırdı, gazeteye  ilan verdiler. Sıddık Efendi iki milyar istiyordu gelen müşterilerden. Gelenler şöyle bir bakıyor çekip gidiyordu. Komşusu  Can:
-Sıddık amca ne verirlerse ver kurtul” demişti de:
- Olumu Can Efendi, şindi alaman şu böyük buz dolabını iki milyara. Ben buzdolabı fiyatına veriyon aha bütün bu malları.” Sıddık Efendi  dükkanını bir övüyorki sormayın. Aradan onbeş gün geçiyor  bir müşteri  bir milyar veriyor.  Sıddık Efendi:
-Olumu canım bi buçuk vedilede vemedim”diyor.  Müşteri gittikten sonra komşusu Can:
-Verseydin ya Sıddık amca,  gün gelecek bu fiyata da müşteri bulamıyacaksın.” Dediğinde:
-Ölemi!  du bahak, Allah bizi biliyo” diyor. Bu arada  pazarlamacılarda  tanıdıkları Fikri Beye haber vermişler  müşteri olarak  Fikri Beyde çaktırmadan dükkanı göz altına almıştı. Sıddık Efendi gelen müşterilere dükkanı vermeye vermeye  en son bir müşteriyle münakaşa eder. Müşteriye:   “ -Yaharın gene vemen  beş yüze. Beş yüze olumu  canım” der. Tesadüfen  Can beyde  dükkandadır. Can  müşteri varken  eğilip Sıddık amcanın kulağına  sessizce:
- Bak bunu da  bulamayacaksın  ver kurtul”  demişti. Sıddık Efendi birden parlayıp Cana çatmış:
-Hep sizin yüzünüzden  veremedük  dükkanı” deyip,  müşteriyi kovmuştu dükkandan. Komşusu  Can bir gün pencereden baktığında dükkanın önünde bir hareketlilik  görür. Bir  pikap gelmiş  buzdolabını  yüklüyorlar. Can  üşenmez iner aşağı  Sıddık Efendinin oğlu  Yavuz’a sorar:
-Kaça devrettiniz dükkanı?” diye. Yavuz:
-Yalnız iki yüz milyona  buzdolabını sattık, biriken kira borcuna karşılık rafları dükkan sahibine bıraktık” der. Bu arada  bir yığın tarihi geçmiş baharatlar,  konserveler,  ufak tüplerdeki kalem uçları  gibi satılmayan malları da dışarı yığarlar. Mahallenin çocukları,  konu komşu alır malları da Sıddık Efendi  ‘kurtulduğunu’  sanır dükkandan. Aradan beş altı ay gibi bir zaman geçer, dükkanda kiralık  yazısı  halen durmaktadır.  Dükkanın çevresinde  bir adam dolaşır. İki ellerini siper ederek  dükkan camından içeri bakmaktadır. Adam dükkanın ne kadar zamandır boş olduğunu bilmektedir. Sıddık Efendinin kiraladığı fiyattan daha da aşağı dükkanı kiralar. Adam  dükkana fazla masraf yapmaz. Rafları,vitrinli dolabı, meşrubat soğutucusu  mevcuttur. Güzelce bir temizlettirir  ve dükkanın altındaki depoyu sürümü çok olan mallarla tıka basa doldurur.  Vitrinli koca  buzdolabını da getirip yerine  yerleştirir, kanuni işlerini halleder  işletmeye açar dükkanı.
Peşin aldığı malı veresiye vereceği zaman, fiyat hanesini boş bırakıp  müşteriden parayı alacağı zamanki  zamlı fiyatı  uygular müşteriye.  Yeni dükkan sahibi  Fikri  Beydi. Müşteriyle arasına bir mesafe koymuş, kendi sisteminden asla taviz vermiyordu. Gazetenin haricinde, domates, soğan, salatalık,  patates  gibi  ürünler koydu. Zaten bakkalı devralırken kazanmıştı. Sıddık Efendi çok yakınlarında açılan başka marketten dolayı şok olmuştu zamanında. Müşterilerine de market açıldı da ondan  işletemedik dükkanı diyordu. Fikri Beyin her fikri müşterilerinin hoşuna gidiyordu. Bakkal müşterisinin çok çeşit gibi bir beklentisi yoktu. Bunu bakkallar nasıl kurtulurdaki  yazıda da okumuştu.
Grosmarketin  yaptığı bakkala mal koyma deneyinde  1250 çeşit malın  425 adedi  işlem görmesine rağmen  bu 425 ürünün  163  çeşidi cironun % 90 ını oluşturuyor  diğer satılamayanlarda stokta  bulunuyor.  Sıddık Efendi stoktan kaybetmişti. Evinin tam karşısındaki arı gibi çalışan bakkalına baktıkça üzülüyordu. Bir gün bakkaldan alışveriş yaparken  bakkalın yeni sahibi Fikri Bey  Sıddık Efendiye:
-Beni tanıdın mı amca?” dedi. Sıttık Efendi:
-Yooh  ne biim canım kimsin.” Fikri Bey:
-Hani bana bir milyara  dükkanı devretmemiştin ya  işte ben o kişiyim. İki yüz  milyona  buzdolabını  aldım. İki yüz milyona da içini raflarıyla birlikte devraldım. İçinde bir aylık kirası da dahil.” Sıddık Efendi  dokunsalar ağlayacaktı. Birde üstelik  vergi  çıkıp gelmişti  işlettiği zamandan kalan. Hiç bir şey söylemeden  sessizce ayrıldı dükkandan.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

  26

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

RESİMLER BİR BELGEDİR 
Fotoğraflarım  yorgun  çıkar   anılarımdan. Biraz  sararmış,  birazda  geleceğine   umut  taşımadıklarından  üzgündürler. Acaba  diyorum kaç  nesil  önceki  yakınlarımın  fotoğrafları  var  arşivimde. Çocukluğumun  fotoğrafları  çocuklarımın  elinde harcanmış, yerlerini  arkadaşları ve  kendi  çocukları  alıvermiş.
Bir  fotoğrafın  doğasında  neler  saklı,  sizi  nerelere  alıp  götürür, nasıl  kendinize  geldiğinizin  farkına  varmazsınız  bazen.
Doğanın  yok  olması  gibi,  insan  doğasını da  fotoğraflarda  incelediğimizde;   kendi  cildine  bakım  yapan  bir  insan  yüzü  ile  bakımsız  bir  insanın  arasındaki  farkı da  fotoğraflarda  görürüz. İnsan  yüzündeki ufacık bir  yara  izi, insan  psikolojisini  nasıl  etkilerse,  doğamızdaki  insan  eliyle  yapılan  tahribatlarda  insanı  etkiliyor.  Yara  izleri   estetik  ameliyatlarla  nasıl  gideriliyorsa,  doğamızın  bozulan  çehresini de    daha  çok  ağaçlandırarak,  nehirlerimizi  kirletmeyerek,  dere  yataklarını  yerleşim  alanına  açmayarak  güzelleştirebiliriz. Fotoğrafçılık  sanatı güzelle  çirkini  ayırt  etmeye   yarar.  Bir  bakarsınız  bir  anı  olarak  çektiğiniz  fotoğraf,  günün  birinde  bir  belgesel  fotoğrafa  dönüşüvermiş.
Geçenlerde   fotoğrafla  ilgili  bir  haber  dikkatimi  çekti.  Bir  bayan  arkadaşından  bayram  tebriki  alıyor. Tebrik  kartı  üzerindeki  fotoğraf  dikkatini  çeker. Fotoğrafta  bir  şehir  ve  o  şehrin  bir  caddesinde  bir  bayan elinde bir   çocuk  arabası, içinde  dünyalar  tatlısı  bir  çocuk.    Fotoğraf  yaşlı  kadında  bir şeyler  çağrıştırmış  olacak ki  dikkatlice  inceleme  gereği  duyar. Şehrin  caddeleri,  binaları,  yabancı  değil.  Sanki   bu  yeri  biliyorum    diye  düşünür  bayan. Sonra  çocuk  arabasını  kullanan  bayanı  tanır. Bayan  seneler  öncesi  ölen  annesinden  başkası  değildir.  Tabiî ki  çocuk  arabası  içersindekinin de  kendisi  olduğunu  hayretle  fark  eder. İşte  arkadaşının   bilinçsizce  gönderdiği  bir kartpostal  bir  ‘anı’  resmine  dönüşüvermiş. 
Belediye  başkanları,   iktidardaki  siyasilerimiz   çarpık  şehirleşmeyi  ve   imar  bozukluğunu  halkına  hoş  göstermek  için  şehrin   eski  renksiz fotoğraflarıyla,  yeni  teknolojinin  imkanlarıyla  çekilmiş  üç  boyutlu  renkli  fotoğraf  karelerindeki  aynı  mekanı  fotoğraf  sergisi  açıp ta  fotoğrafları   sergilediğinde   halk    gelişmeyi  takdirle  karşılar ve belediye  başkanlarına  övgüler  yağdırırlar. Ama  vatandaş  hiçbir  zaman  şu  soruları  yetkililere  sormayı  aklına  getirmez.
O  mekanın, siyah beyaz resmin  kerelerindeki  manzarada, servi  ağaçlarının  yeşilliğini   göremez, ağaçlardaki  kuş  seslerini  duyamaz,   akan  deredeki  berrak  suyu  ve  mesire  yeri  olarak  kullanılan o  güzelim  yeşil  çimenlerle  kaplı  doğayı  hiçbir  zaman  göremez. Hele hayvanların  özgürce  dolaştığını, otlandığını  düşünemez.
Bu  tür  resimler  bir  belgesel  nitelik  taşımaktadır  aynı  zamanda. Geçmişle  günümüzdeki  gelişmeleri  takip  ederek  insanlar  ne  kazanmış  nelerini  kaybetmiş,  resimler  çok  şey  ifade  eder. Dahası  araziler  üzerinden  kimler  nemalanmış  kimler  büyük  servetler  kazanmışlar bunları  resmi  ağızlara  sormak  gerekir. İşte  fotoğraflar  bu  soruyu sorduran  somut  belgelerdir de  aynı  zamanda.
Çok  değil otuz  sene  öncesinin  tuz  gölünde  gölün  kullanabilirliğinin    büyüklüğünün   temizliğinin    gölün  içersinde  yaşayan  hayvan  türleri  ile  ilgili güzel  fotoğraflarının,  bugünün fotoğraflarıyla  karşılaştırılması  karşısında  gördüklerimiz yüreklerimizi  sızlatıyor.  Birçok  drenaj  kanallarının  göle  verilmesiyle  hayvan  neslinde  azalmalar  olmuş hava  fotoğrafları  ile  tespitlerde,  gölde  çok  büyük  küçülmeler  görülmüş kirlenmişlik  ve  koku  adeta  tuzu  bile  kokar  duruma  getirmiştir. Tuz  gölüne  akan  suyun  azalması  ve  yer  altı  sularının  çekilmesinden  dolayı  gölde  büyük  ölçüde  su  seviyesinde  düşüşler  olmuştur. Tuz  gölü  Van  gölünden  sonra  yurdumuzun  ikinci  büyük  gölüdür. Tuz  gölüne  dökülen  en  büyük  akarsu  Konya’nın  şehir  kanalizasyonudur.  
Yat  turizmiyle  ünlü  Göcek  Koyunun  49  yıllığına  birçok  işletmelere  ve  otellere verilmesi  neticesi  sahil  şeridi gemi  barınaklarıyla dolmuş    doğal  güzellikler  kaybolmuştur. Tabiî ki  bu tür  misalleri  çoğaltabiliriz. Baraj  ve  yol  yapımıyla  ilgili  tahribatlar, getirisi  ve  götürü sü  hesaplanmadan  açılan  maden  sahaları, ormanlık  alanın  yok  edilerek  konuta  dönüştürülmesi. Orman  içi  köylerimizde  betonlaşma, ağaçların  kesilerek  ormanın  yok  edilmesi.
Daha  birçok  konularda  eskiden  çekilen  resimlerle  birçok  işlemler  görmüş,  yaralar  almış  doğanın  şimdiki  görüntüleri  arasındaki  çirkinliği  gözler  önüne  sermektedir  fotoğraflar. Onun  için  bizlerde  birey  olarak  güzelliklerimizi  fotoğraflar  çekerek  gelecek  nesillere    birer  belge  olarak  iletelim.

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR!

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR
 
Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM
 Hukuka, Yasalara, Telif  ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir.