- SU HIRSIZLARI
- İlkbaharın ay ışıklı bir
gecesiydi. Ağaç dallarındaki bülbüller başka türlü ötüyorlardı bu
gece. Yarı açmış ağaçların çiçekleri etrafa kokularını saçarken Boğaç
Köyü derin bir sessizliğe gömülmüştü. Köpeklerin havlamaları bu
sessizliği ara ara bozuyor, merkeplerin anırtıları da, sahiplerine
yatsı yemlerinin verilmesini ihtar ediyordu. Yatsı namazını camide
kılanlar, muhtarın odasına davet edildi. Bu gece için imamın da
bulunması icap eden toplantı yapılacaktı.
- Aradan yarım saat geçti.
Muhtarın odası Köyün büyükleriyle dolmuştu. Herkesin yüzünde bir
endişe vardı. Dudaklarına aldıkları ikinci sigaralarını ardı ardına
tüttürüyorlar ve odanın içinde koyu bir dumana boğuyorlardı.
- Bu geceki toplantı bundan
öteki toplantılardan başka türlüydü. Hiç kimsenin ağzını bıçak
açmıyordu. İhtiyar babalar gözlerini yere dikmişler derin derin
düşünüyorlardı. Gündüzden dağ bekçisi Kılcı'nın verdiği haber
herkesin neşesini çoktan kaçırmıştı.
- İri vücutlu, orta boylu,
dazlak kafalı, kırmızı yüzlü Aliş Ağa sigarasının son dumanını
ciğerlerini doldurduktan sonra sert bir hareketle izmaritini ocağın
içine attı. Sonra oda kapısı önünde işaretini bekleyen bekçiye göz
etti. Bekçi omzunda ki köy dokuzlusu ile hazır ol vaziyetine geçerek
<başüstüne> der gibi selam verdi.
- Odaya çağırılan büyüklerin
tamamlanmış olduğundan kapı örtülüp kimsenin içeriye alınmaması için
reze boş olarak odanın kapısı üzerine takıldı. Çok mühim bir mesele
olmalıydı ki alınacak kararın odada kalması isteniyordu.
- Ortalıkta çıt çıkmadığı
gibi öksürüğü gelenlerin bile, ellerini ağızlarına kapatarak sükûneti
bozmamağa çalışıyorlardı.
- Muhtar Aliş Ağa; Odaya
çağırttığı köy büyüklerine dönerek:
- - Ağalar! Sizi buraya
toplamamdaki mecburiyet mühim bir meselenin görüşülmesi içindir. Biz,
ihtiyar meclisi olarak sizlerin bir karara varmanızı istiyoruz.
İleride yapacağımız yanlış bir adımın pahalıya mal olacağını düşündük
ve sizi buraya topladık. Siz ne karar verirseniz, biz ona göre hareket
edeceğiz! Odanın başköşesinde oturan hoca Sarıklı Sarı Sülü
dayanamayarak:
- - Muhtar; kararınız ne ise
söyleyin de biz de öğrenmiş olalım! Dedi. Aliş Ağa birkaç defa kesik
kesik öksür dükten sonra:
- - Komşular! Gündüzden kara
haberi aldınız, her sene bu hadisenin korkusu içinde yaşıyorum.
Bilmiyorum ne yapacağımızı? Bizim kendilerine muhtaç olduğumuzu
bildiklerinden ufacık bir meselemizi deve edip suyumuzu
kesiveriyorlar. Sanki biz onların uşağıyız. Ömrümüzün sonuna kadar
eyvallah diyeceğiz. Bu davanın kolay halledilmeyeceğine inandığım
için, sizlerinde benim emrimden dışarı çıkmamanızı istiyorum. Hepiniz
takdir edersiniz ki, bugün insan kendi evini dahi zor idare
edebilmektedir. Bir evde iki kardeşin geçinmesinin ne kadar zor
olduğunu bilirsiniz sanırım. Ama ikiden fazla ailenin bir arada
oturmasının da ne kadar zor olduğunu burada açıklamaya lüzum
görmüyorum. Gelelim ki bir köyün idaresine; köyümüz için karar almanın
ne kadar acı olacağını siz düşünün. Bu geceki alacağımız karardan önce
biz sorumlu, sonra da sizler olacağınızdan, konuşmalarınızı dinleme
istiyorum! Dedi.
- Sarı Sülü, Kuru Memiş,
zırto Hasan dayanamadılar. Durmadan sigaralarının dumanlarını
ağızlarında yukarı üflüyorlar ve içlerinden de < ne olacaksa olsun!>
der gibi muhtarın sözünün bitmesini bekliyorlardı. Sarı Sülü uzun
burnunu karıştırdıktan sonra:
- - Muhtar açık konuş, biz
başımıza seni seçtik, sen ne dersen hepimiz peşindeyiz! Dedi.
- Aliş Ağa bu konuşmaya her
ne kadar memnun olduysa da alınacak kararın sonunda köy için iyi
neticelerin geleceği ihtimalini düşünerek bu işin bu odada köy
büyükleri tarafından halledilmesini istiyordu. Sözlerine devamla:
- - Komşular! Köyümüzün bu
topraklar üzerine kurulduğu günden beri, bir türlü halledemediği bir
su davası vardır. Bu dava şimdi öyle bir çıkmaza girdi ki, hiç
birimizin düşünemeyeceği kötü hadiselerin cereyan edeceği içten bile
değildir. Düşünün bir kere: Yüz elli hanelik kocaman Boğaç Köyünün
cahiline haber anlatmak kolay mıdır sanıyorsunuz? Yarın cahillerimiz
tarafından olmadık hadiseler başımıza gelirse, kabahat kimin olur? Pek
tabi benim "Muhtar iki cahile haber anlatamadı" derler. Şu halde
birlik olup bu davamızı kanun yoluyla halletmemiz gerekir. Zorbalıkla
iş halledilmez. Hükümetin kanunları kılıçtan keskindir. İşte bu
sebepten kurulumuzun aldığı kararı sizlere bildirip ileride bizleri
sorumlu tutmamanızı arzu ediyoruz. Evet komşular. Aklı eren veya
ermeyen burada içine doğan fikri anlatırsa, bize de yardım etmiş olur.
Şimdi aldığımız kararı bildiriyorum: Suyumuzu kesen Tekin köyünün
ihtiyar meclisini mahkemeye vermek kararındayız, mahkeme belki uzun
sürecek ama ne yapalım başka çaremiz yok. "Bekleyen derviş muradına
ermiş" dedikleri gibi bir gün mükâfatımızı alacağız. İster kızın,
ister arkadan söyleyin ben muhtarken hiç birinizin burnunu kanatmadan
giriştiğimiz bu davada suyu kazanacağımıza inanıyorum. Dedi.
- Kuru
Memiş bir şeyler anlatmak istiyordu. Köyde para bakımından zengin
olduğundan herkese borç para veren burnu büyük adamlardan biriydi.
Karısıyla kendin den başka kimsesi bulunmadığından kazandığı paraları
harcamaz, biriktirirdi. Cahil ve bön olmasına rağmen de herkes parası
için hatırını sayardı. Bir yerde bir şey üzerine konuşulurken, hemen
ileri atılır, böylelikle kendi fikrinin kabul edilmesini isterdi. Beli
kambur kara sakallı, vücut yapısı biraz zayıf olduğundan <Kuru Memiş>
diye ad takmışlardı ona.
- Kuru Memiş oturduğu yerden
kımıldar gibi yaptı, bir sağa, bir sola baktıktan sonra:
- -
Ağalar! Her zaman ileri atılıp doğruyu söylediğimden kimse beni
sevmez. Allah'ın verdiği birkaç kuruşum da olmasa köyden dışarı
atarsını beni. Evet; bu yaşa kadar çok yer gördüm, çok kaldırım
çiğnedim. Paranın görmediği iş yoktur bu dünyada. Ne yapalım, suyumuzu
onlara bırakmaktansa mahkemenin adamını bulup cebini de dolduru
verirsek suyumuz kına gibi un ederler! Dedi.
- Odanın
içinde Kuru Memiş’in bu sözünü haklı bulanlar vardı. Şehirde birinin
mahkeme işi oldu mu cep doldurmak suretiyle bir davanın kazanılacağını
sanıyorlardı. Cehalet onlara öyle bir sınır çizmişti ki, haklı
davanın, haksız davanın da bu yoldan yürümek suretiyle hak
kazanacağını sanıyorlardı.
- Kuru Memiş'in bu
saçma-sapan sözüne karşılık muhtar dayanamadı.
- - Memiş Ağa! Burada para
işi değil, suyu akıtma işi mevzuu. Para ile işin halledileceğini
nereden biliyorsun? Mahkemeye nasıl iftira ediyorsun sen? Hangi
devirde yaşıyoruz? Cumhuriyet devrinde böyle şey olmaz! Kanun
kanundur. Haklı kimse er geç hakkını alır. Ortaya böyle sözler atıp da
milletin aklını çelme! Ortada büyük bir ölümüz var. Bunu hep birlikte
kaldıracağız. Nerede ise sıcaklar başlayacak. Kıblemizdeki tarlalar
bu su ile sulanıyor. Yaz boyunca akmadı mı, biz de öldük demektir.
Yeter ki mahkemeyi tez zamanda kazanalım. O zaman suyumuz bak nasıl
akıyor. Ah! Elimizde çıkarılan ilamımız bulunsaydı, şimdi mahkemeye
hiç lüzum yoktu. Ne yapalım ki, bir ihmallik yüzünden kayboldu gitti!
Zırto Hasan dayanamadı:
- -İlam,
ilam diyorsunuz. Siz köy büyükleri olarak niçin ilamı eski muhtardan
devir almadınız? Bir değil, iki değil. Bu üçüncü defadır suyumuzu
kesiyorlar. Yer yarılıp göğe uçmadı ya ilam. Muhakkak bir yerden
çıkınla saklı durmaktadır. Elime bir geçse biliyorum ben Doğru Valiye
koşup ben önüne koyarım ilamı. Sonra da "Bizi aç mı bırakacaksınız
paşam" derim. Ne yapalım ki ilamı bulamıyoruz. Dedi.
- Suyun ilamı bütün
aramalara rağmen bulunamamıştı. Aliş Ağa'dan önce muhtarlık yapan ve
muhtarlığında da bir kalp krizi dolayısıyla ölen Amasyalı Emrullah ağa
zamanında zayi olmuştu.
-
Emrullah ağanın evi delik deşik ettirildiği halde, ne yazık ki bir
türlü bulunamıyordu ilam. Tesadüfen evin kovuklarına konulduğu sanılan
yerlerde de bulunamayıp farelerin yemiş olduğu kanaatine varılıyordu.
Mahkemenin ilam suretini de çıkartmak mümkün olamayacaktı. Çünkü beş
yıl önce eski adliye binası yanmış olduğundan ilamın çıkartılması da
mümkün değildi. Tek çare Ankara'ya gidip temyiz mahkemesinden otuz yıl
önce tasdik edilmiş dosya buldurularak suyun karar suretinin
çıkartılması belki mümkün olacaktı.
- Zırto Hasan askerliğini
çavuşlukla bitirmiş olduğundan böyle şeylere akıl erdiriyordu.
Konuşmalarında kanunların numaralarını ezberden söylemekte olduğundan
"Zırto Hasan" derlerdi adına. Yani bir şey konuştu mu, deli gibi inat
eder," benim bildiğim kanuna uyar" derdi.
- Otuz yıl önce köylerinin
güney komşuları olan Tekin Köyü ile paylaşamadıkları bu su yüzünden
büyük bir kavga yapmışlar, birkaç kişiyi de kurban verdikten sonra
mahkeme, bu suyun haftanın iki gününü Tekinlilere, kalan beş günün de
suları kesilen Boğaç köyüne akmasına karar vermişti. Mahkemenin
verdiği bu karar vermişti. Mahkemenin verdiği bu karar gereğince bu
iki köy kardeş gibi geçinir davalı olan suları da şırıl şırıl akardı.
- Aradan günler, aylar,
yıllar geçmişti. Yine bir ilkbahar mevsiminde Tekinliler Boğaçlılara
kızarak sularını vermemişlerdi. O zaman da Boğaçlılar gözlerini açık
tutarak Tekin köyüne hücum etmiş, onlardan hem öçlerini hem de
sularını almak için tekinlilerin iki kişisini öldürmüşlerdi.
- Şimdi ise öç alma sırası
Tekinlilere gelmişti. Aradan on yıl gibi bir zaman geçmesine rağmen
üçüncü bir su itilafı doğuvermişti. Mahsullerinin tam suya geldiği bir
zamanda bu suyun akması, Boğaçlılara çok pahalıya mal olacaktı.
Olacaktı ama bu üçüncü kavgada da vurar vurana, kıran kırana gelecekti
belki?
- Aliş Ağa ile
arkadaşlarının telaşı da yerindeydi. Elde ilam olsaydı, Vilayete
müracaat edip zarar ziyan davasını açmak içten bile değildi.
- Ne
yapsınlar ki, ellerine bir türlü geçmiyordu ilam...
- Aliş
Ağa bunu bildiği için mahkemenin kararının çıkmasına sabredecek
gençlerin, bir taşkınlık yapılmasından çekiniyordu. Odaya çağrılan köy
büyükleri, alınacak bu karar gereğince, Tekin'le bir vukuatın
çıkmasını önleyeceklerdi. Kesik kesik öksüren Aliş Ağa:
- -
Komşular! Önce içinizden bir heyet seçelim. Ankara'dan ilamın suretini
çıkartsınlar. Mahkeme kararı verinceye kadar Ankara'dan ilam gelir,
bizde tedbirimizi almış oluruz. Bu benim görüşüm, şayet içinizde bu
davayı başka türlü halletmeyi düşünenler varsa, lütfen söylesinler!
Zirto Hasan dayanamadı:
- -
Muhtar! İlamı çıkartmak kolay değil. Otuz senelik bir davanın
dosyasını Temyiz'den buldurmak her yiğidin harcı mıdır? Aksine dosya
numarasını da bilmiyorsun ki çıkartılması kolay olsun. Ayrıca oraya
gidecek heyetin yemesi, içmesi, yatması az para ile mi olur
sanıyorsunuz? Ama lâkin tam suya ihtiyacımız olduğu zaman, bir de
Vilayete suyumuzu Tekinliler haksız yere kestiler diye müracaat etsek
faydalı olur sanıyorum. Civar köylerin hepsi de bizim haklı olduğumuzu
biliyorlar. Otuz senedir, elli senedir, bilmem yüz senedir bu suyu
müşterek kullanıyoruz. Yarın mahkemede şahit dinletiriz olur gider. Bu
bakımdan elimizde tutanak olsun. Hemen Vilayete müracaat etmek lazım!
Zamanını geçirmemeliyiz. Yanımıza büyük komşular da katılsın. Hiç
çekinmeden suyumuzu Tekinliler kestiler" diyelim. Aliş Ağa tekrar söze
başladı:
- -
Ağalar!" dedi. Hasan çavuşun konuştuğu gibi, bir taraftan mahkeme ile
uğraşırken, bir taraftan da Ankara'ya bir heyet gönderelim. Benim
yarın ilk işim, Tekin köyü muhtarını mahkemeye vermek olacaktır. İkide
bir bu köyle ne uğraşacağız. Eğer kanun bu suyun üçte ikisini bize
verdiyse ne zaman olsa mahkeme yine aynı kararı verecektir. Yalnız bu
sefer suyumuzu ne yapıp yapıp demir boru ile toprak altından
arazilerimize kadar getirelim. Allah'a şükür hükümetin eli uzun, kolu
uzun! Dünya durdukça kardeşi kardeşe kırdırmaz ya? Bir gün çaresini
bulup, iki köyü de elbette rahatlatacaktır. Bu ne Allah’ını seversen?
Ömrümüzün sonuna kadar bu köye minnet mi edeceğiz? Hem aklıma bir şey
geldi. Parti Başkanımızın kulağını da büküp, alakalarını çekelim.
Nasıl olsa nüfusumuz Tekinlilerin nüfusundan iki kat fazla. Tahmin
ediyorum, davalı bu suyumuzu toprak altından demir boruyla getirmeye
yardım ederler. Böylelikle bir daha kavga olmaz!
- Odadakilerin çoğu bu
teklifi cazip gördüler. İçlerinde başka türlü düşünenler olsa da,
muhtarın dava açmasını kabul ettiler. Ayrıca köy gençlerinin rahat
durmaları için, babaları tarafından sıkı sıkı tembihler yapılması az
da olsa önlemek istemişlerdi. Aliş Ağa tekrar:
- -
Ağalar! Yarından itibaren bütün bekçileri vazifelendireceğim. Arazi
bekçilerine domuz kurşunu vereceğim. Her kim Tekin köyü istikametine
doğru gitmek isterse, alimallah canına okurum. İleride bir kavga
çıkarsa, ilk önce onu deliğe soktururum. Benden günah gitti!
- Oda
içinde oturanlar bundan böyle sularının kanun yoluyla akacağına
inandıklarından, yüzleri az da olsa gülmeye başlamıştı.
-
Böylelikle hem sigaralarını içiyor, hem de fısıltı halinde su ile
ilgili konuşmalar yapıyorlardı. Bir ara Kuru Memiş uzun uzun
öksürdükten sonra:
- -
Ağalar! İşi bir kakara bağlayın da evlerimize dağılalım, nerede ise
gece yarısı olacak. Herkesin işi var, gücü var! Dedi. Yanında
oturan sarıklı birkaç ağa ile köyün imamı da:
- -
Doğru, doğru! Dediler. Bunun üzerine Aliş Ağa öksürerek susun der gibi
yaptı.
- -
Arkadaşlar, biz yarın şehre gidip, suyun davasını açacağız. Ankara'ya
gidecekler de benimle gelsinler. Biliyorsunuz zaman kaybetmemek lazım!
Dedi. Kuru Memiş dayanamadı. Elini cebine sokarak, dede yadigârı para
cüzdanını çıkardı. Kabarık cüzdanı havada sallayarak:
- - Komşular! Benim param
böyle günde lazım olacak. Köyüm için canım kurban olsun. Ankara
masrafları benden! Yalnız paramı harman sonu muhtar senden isterim!
Dedi. Aliş Ağa da:
- - Memiş
ağa, beni bu işe karıştırma. Biz ancak makbuzla para toplarız. Bu para
ise bütçe haricidir. Gerçi ek bütçe de yapsak olur. Eğer münasipse,
paranı şimdi seçeceğimiz Ankara heyeti toplasın! Dedi.
- Kuru Memiş bıyığının
altından gülüyor, parasının her yerde kendini, hatırı sayılır bir adam
yaptığına, bir daha hükmediyordu. Para demek, köyde her şey demekti.
Banka borçları yatırılırken, tahsildar para toplarken, düğünler
yapılırken, velhasıl köyde bir tarla satılırken, herkes Memiş ağanın
eteğini öper; kısa bir zaman için borç para isterlerdi. Memiş Ağa da;
odada çıkardığı gibi kabarık cüzdanını mağrur yeleğinden çıkarır,
muhtarın yanında ihtivacı olanlara borç verirdi. Şimdi de, parası yine
O'nun şerefini yükseltecekti. Odaya girdiğinden beri <<para işi
konuşulmaz mı?>> diye planlar kuruyordu.
- Hatta bir an borç verdiği şahısları
bile gözünün önüne getirdi. Bu yıl ki tarlalarından çıkacak
mahsulleri, kimlere sürdüreceğini, gelecek yıla nadas bıraktığı
yerleri nasıl ektireceğini, uzun uzun düşündü. Kararını vermişti
çoktan. Muhtarı borçlu yapıp, akıtılması için uğraşılan sudan da
sebzelerini bol, bol sulatacaktı. Bütün düşüncesi muhtarın kendine
borçlu olmasını istiyordu. Memiş ağanın para teklifine odadakilerin
hepsi <<munnasip!>> Dediler. Şimdi de Ankara'ya gönderilecek heyetin
seçilmesine sıra gelmişti.
- Aliş Ağa etrafına bir göz
gezdirdikten sonra öksürerek:
- - Memiş
Ağayı, Hasan çavuşu, Sülük ağayı Ankara'ya gönderelim! Dedi. Bu üç
kişinin ismini işitenler hiç düşünmeden:
- -
Münasip! Dediler. Böylece, Boğaç Köyünün büyükleri sularını kanun
yoluyla halletmeye karar vermişlerdi. Gece de epeyce ilerlemiş
olduğundan toplantı son buldu.
- Çorum
Ovası, doğusunda Ak Dağ Ziyaret Tepesi, Batıda, Hacılar hanı beli,
Kuzeyde, Köse Dağı, Güneyde ise Dört Tepe Dağı arasındaki büyük bir
vadi parçasının adıdır. İlkbahar geldiği zaman, Allah'ın kullarına
lütfettiği yağmurlar yağarsa, (Her ilkbahar mevsiminde bu ovaya yağmur
yağmaz. Bazı seneler kurak geçer) buğdayları kırmızı, insanları
çalışkan, ambarları dolu olur.
- Çorum
Ovası'nın. Ankara - Samsun asfaltı buradan geçer. Hacılar Hanı
belinden aşılarak, Çorum'a doğru bakılınca, ova bazen yeşil, bazen
sarı, bazen da karlı olur. Hangi mevsimde geçersen geç, bakmağa doyum
olmaz vadinin güzelliğine.
- Köyler
ovanın üzerine yıldız kümeleri gibi serpilmişlerdir. Köy ağaçlıklar
içinde bir çeşmeye ağzını dayamıştır. İşte köyü de kuzey yönünü Çorum
ovasına, güney yönünü Dört tepe Dağının Çorum Ovasına bakan kuzey
yamaçlarında, yan yana dizilmiş birçok köyler vardır. Bunlarda, yan
yana dizilmiş birçok köyler vardır. Bunların evleri beyaz sıvalı,
kiremitleri kırmızı, sıvaları ise azdır. Ancak ilkbahar yağmurlarının
bol olması sevindirir bu köyleri. Tekin'de, Boğaç köyünün bağları
üzerindeki ormanın yeşil eteğine kurulmuş, seksen hanelik şirin bir
köydür. Kuruluşu Boğaç'tan sonra olduğundan, henüz çoğalmamıştı
nüfusları.
- Bir zamanlar Boğaç Köyünün
tam doğusundaki Kumlu Derenin çaya döküldüğü yerde yaşıyormuş
Tekinliler. Dört Tepe Dağının sık ormanlarından çıkan bir değirmenlik
su, hem Boğaçlılara hem de Tekinlere yetip artıyormuş o zamanlar. Ne
yazık ki Kumlu Derenin akrepleri rahat bırakmazmış Tekinlileri. Bir
gün, iki gün derken kaçırmış hepsini. Göçünü alan Dört Tepe Dağının
ormanlarında soluğunu almış. Kısa zamanda kendilerine tarla, bahçe ve
değirmen yapıvermişler orada, Boğaçlıların hiç aklına gelmemiş
sularının kesileceği. <<Yazık akrepten kurtulsunlar şu zavallılar>>
demişler göçtüklerinde.
- İki köy
kardeş gibi geçinip, yedikleri ayrı gidiyormuş o zamanlar. Arazinin
darlığı yüzünden ormandan tekrar tarla yapmaya başlamış Tekinliler.
Dört Tepe Dağının yalçın kayalarını söküp, yerine değirmen, ağaçları
söküp yerine tarla yapmaya başlamış.
-
Çevrenin en güzel meyveleri, üzümleri, şarapları Tekin'den çıkmaya
başlamış. Yalnız buğdayları pek yetişmemiş topraklarında. Arazi
ormandan sökülmüş olduğundan, taşlarla dolmuş tarlalar. İçine
saldıkları sular, taşlar arasında bir kısım toprakları da alıp
götürüvermiş. Bunlara rağmen bu güzel suyun, havanın, yeşilliğin
tadına doyamayan Tekinliler, razı olmuşlar kaderlerine. Değirmenleri
çoğaltmışlar sıra sıra. Meylerini çoğaltmışlar parsel parsel.
Geçimlerini de bu yöne akıtmışlar kolayca. Derken sık sık Boğaçlıların
sularını kesmeye başlamış Tekinliler.
- Bu haksızlığa tahammül
edemeyen Boğaçlılar da elli sene önce ilk kavgayı çıkarıp, vermişler
iki kurbanlarını. Bu kavga üzerine mahkeme paylaşılamayan bu suyun
haftada iki gününü Tekin'e kalan beş gününü de Boğaç Köyünün arazisine
akıtmağa karar vermiş. Otuz yıl rahat akmış suları. Tekrar yirmi sene
önce ikinci bir kavgada da ölmüş iki kişi Tekinlilerden. Mahkeme bu
ikinci kavgada da evvelki kararını tekrarlayıp, Tekinlilerin haksız
olduğunu çıkarmış ortaya. Bundan sonra da uzun bir zaman suları bol
bol akmış Boğaçlıların.
- İşte bu ilkbaharda da
havaların birden kurak gitmesi Tekinlilerin Boğaçlılara vermek
istemedikleri suyu kesmek için, çeşitli bahaneler aramalarına zemin
hazırlamıştı.
- Aliş Ağanın köylüyü odaya
topladığı günün ilk saatlerinde.
- Boğaçlıların gençleri
Tekin Köyünün batı yamaçlarındaki ormanda hayvanlarını otlatırken,
Tekinlilerin orman bekçileri tarafından dövülür. Bekçi Kılcı da bu
manzarayı büyük havuzun başından seyrederken, Boğaç çobanlarının
dövülmelerini hazmedemez. Omzunda ki dokuzlusunu çevirerek, korkutmak
bahanesiyle boşaltır. Tekin bekçileri de <<vay sen misin bize silah
atan>> deyip akmakta olan bir değirmenlik Boğaç suyunu keserler.
Böylece üçüncü kavganın kıvılcımı da Tekin'e sıçramış olur.
- İlkbahar mevsiminin sıcak
günleri devam ederken, Boğaç Köyü ile Tekin Köyünün araları evvelki
kavgalarda olduğu gibi gittikçe açılıyordu. Mahkemenin kararını da
nazara almıyorlardı. Kiminin silahı kuvvetliyse o onu öldürüp, uzun
zaman su taksim edildiği bir şekilde akacaktı. Bir damla su için kan
kokuyordu şimdi. Ne çare ki bu kavgalarda ne olursa suçsuz kimselere
oluyordu. Öldüren bulununcaya kadar fakirin canı çıkıyordu çoktan.
Ömürlerinin hapishanede çürümesi her iki köy için de sonu gelmeyen bir
husumet yaratıyordu.
- Aliş Ağa durumu çok iyi
bildiğinden, toplantının ertesi günü üç bekçiyi silahlandırıp, Tekin
Köyüne giden yolların bitiş noktalarına diktirdi. Bekçilere o kadar
çok sıkı talimat verdi ki; Kur'an-ı Ke-rim'e bile el bastırıp, Tekin'e
gidenleri mutlaka haber vermelerini şart koştu.
- Böylece Aliş Ağanın gönlü
biraz rahatlamış olarak, vilayete gidip, sularının sebepsiz yere
Tekinlilerin kesmiş olduğunu mahkemeye aksettirildi. Hatta o gece
Memiş Ağa refakatindeki üç kişilik heyeti de, Ankara'ya kendi eliyle
yolcu etti.
- Paylaşamadıkları bu su
için kanuni yoldan hareket ettiğine çok seviniyordu Aliş Ağa. Çarşıda
acele, acele yürüyor, Tekinlilerin birini gördüğü zaman <<artık yeter
ettiğiniz, kanun sizin terbiyenizi verecektir>> der gibi kafasını
sallıyordu.
- Hana gelip, doru atına
atladığı gibi Boğaç'ın yolunu tuttu. Boğaç şehre üç saatlik bir
mesafede bulunuyordu. Yürüyecek olduğu şose, ovanın doğu kenarı
ortasından geçiyor, köylerine bir buçuk saat mesafedeki bir çeşmeden
köylerine ayrılıyordu.
- Aliş Ağa bu yol ayrımına
geldi.
- Dört tepe dağının başı
siyah bulutlarla kaplandı. Aliş Ağanın gözleri ağlayan bir insanın
gözleri gibi yaşardı.
- Atın
üzerinden ellerini havaya kaldırıp: <<Ya Rabbi sen bizim
yetimlerimizin aç bırakma! Sen getirdin bu dünyaya, sen doyur
karnımızı! Sana daima duacıyız. Kâdir olduğun gibi, bir damla içmek
için verdiğin suyumuzu dahi elimizden aldılar. Çoluk çocuğumuz,
hayvanımız, senin vereceğin rızıkla yaşayacak. Bizi unutma! Rahmetini
üstümüzden esirgeme! Her yıl verdiğin bol yağmurlarını,
mahsullerimizin üzerine sen yağdır! Amin !..Amin!... Ulu Allah’ım!
Tekinlerin suyuna ihtiyaç bırakma >> diye durmadan dua ediyordu.
- Nerede
var, nerede yok şiddetli bir gök gürültüsü oldu. At ayaklarını
kaldırıp Aliş Ağayı yere atacaktı. Öyle bir yağmur yağıyordu ki,
bardaktan boşanırcasına. Çok devam etmedi bu yağmur. Siyah bulutlar
gök gürültüleri arasında Akdağ'a doğru yollarını değiştirdi.
- Köye geldiği zaman
sırılsıklam olmuştu Aliş Ağa. Odanın önünde durarak:
- - Bekçi
Kılcı. Diye bağırdı. Bekçe Kılcı odadan fırlayıp, Aliş Ağanın yanına
geldi. Atı ahıra götürürken:
- - Başka
bir emrin var mı? Der gibi Aliş Ağanın yüzüne baktı. Aliş Ağanın bir
şey söylemediğini görünce ıslanmış atı ahıra çekti.
- Aliş ağa odanın
başköşesine oturdu. Sırtından ıslak ceketini çıkartılıp, başka bir
ceket giydirildi. Ocak alelacele yakılıp, ateşine bir demlik çay
kondu.
- Herkes Aliş Ağanın
konuşmasını bekliyordu. Aliş Ağa ısınınca yüzü gülmeye başladı. Aklına
yoldaki duası geldi. Gözlerini etrafındaki köylülere gezdirerek:
- -
İnşallah bu yıl mahsulümüz iyi olacak! Dedi. Tekin Muhtarı hakkında
dava açtığını da sözlerine ilave etti.
- Yağmurun verdiği serinlik,
ancak bir hafta devam etti. İlkbaharın kavurucu sıcakları birden bire
bastırdı.
- Bu yağmurun sayesinde
Tekin Köyü tarafındaki bütün sebzelikler yeşilliğe büründü. Ekinler
tarlaların yüzünü iyice kapatmıştı. Herkes harıl harıl çalışıyor, yeni
mevsimin uzun günlerini boş geçirmiyorlardı.
- Boğaç Köyüne her yıl,
ilkbahar geldiği zaman bol yağmurlar yağardı, yaz mevsimine kadar
Tekin'den gelen suya pek ihtiyaçları olmazdı. Hâlbuki yağmurun nemi
bu erken sıcaklardan çabucak kaybolmuş, toprak çatlamaya bile
başlamıştı. Gökteki yağmur bulutları Doğaç’a uğramıyor, bir damla
bile bırakmadan başka yerlere gidiyordu.
- Yağmur bulutlarının
gökyüzünde görülmemesi, tam bir hafta devam etti. Toprak iyice suya
geldi. İlkbaharın henüz yarısı geçmeden, kavurucu bir sıcak dalgası
ekinleri kurutmağa başladı.
- Bütün ekilen mahsuller,
ilk yağan yağmurun kuvvetiyle büyüdükleri gibi kaldı. Hele
sebzelikler, çapa gelmeyecek derecede kurudu.
- Boğaçlılar, kadın erkek
yağmur duasına çıkıyor, yalvarıyor, yalvarıyorlardı. Ne yapsalar gökte
bir tane bulut göze çarpmıyordu. Sanki Boğaç Köyünün bir günahı vardı
da, gökteki bulutlar buraya uğramıyorlardı. Köyün içinden akan çeşme
bile içmelerine yetmemeye başladı.
- Günlerden bir Cuma idi.
İmam Aliş Ağadan aldığı talimat gereğince, hutbede su üzerine vaiz
veriyordu. Konuşmalarında, <<yağmurun yağmaması, köyün içinde bazı
kötülüklerin gizli, gizli yapıldığını, bunların bırakılmasını, Tekin
Köyü için de bir taşkınlığa meydan verilmemesini>> Söyledi.
- Camii içindeki
ihtiyarlardan maadası, konuşmamak için patlayacak dereceye gelmişti.
Hele son sıralardaki genç delikanlılar, nerede ise namazı bırakıp,
dışarıya çıkacaklardı.
- Aliş Ağa camiden çıkınca,
halka odanın önünde toplanmasını söyledi. Canları sıtkın olan
Boğaçlılar <<ne olacak toplanmasak>> der gibi isteksiz, isteksiz
odanın önüne geldiler.
- Muhtarın odası tek katlı,
önünde camiye bakan çardağı bulunan, toprak bir evdi. Bitişiğindeki
evler kendinin ve kardeşinindi.
- Meydanlığın tam ortasından
köyün ana caddesi geçiyordu. Halk bu odanın önünü iyice doldurdu. Aliş
Ağa çardağa çıkarak:
- - Komşular! Hepinizin
üzüntüsünü anlıyorum. Yüze, yüze kuyruğuna geldik. Mahkeme çok yakında
lehimize karar verecek. İnşallah suyumuzu akıtacağız. Şayet,
akıtamazsak Ankara'dan gelen ilam, zarar ziyan davasını açmaya kâfi
gelir. Hiç düşünmeyin, bu su yüzünden bütün zararımızı Tekinlilerden
er geç alacağız!
- Kalabalıktan mırıltılar
başladı. Kimisi:
- - Ahrette mi?
- - Ne zaman?
- - Ankara'dan ne haber?
- - Kimin suyunu kime
vermiyorlar?
- - Korktukça üstümüze
sığıyorlar! Diyorlardı. Aliş Ağa:
- - Susun! Bir haftadır
yaptığınız çehre yeter artık! Birkaç güne kadar Ankara'dan haber
çıkmazsa köylü köyücek Valiye çıkacağız! Korkmayın... Tekrar ediyorum,
bir çılgınlık her şeyi mahveder. Allah'ınızı severseniz, kıldığınız şu
namazın hatırı için, bir hafta daha sabredin! Eğer gelecek Cuma da
size iyi haberlerle karşınıza çıkmazsam, o zaman ne konuşursanız
konuşun! Dedi.
- Bu konuşmayı duyanlar,
sokrana sokrana odanın önünden dağılmaya başladılar.
- Aliş Ağa, domur domur
terlemişti. Kolamıydı yüz elli hanelik bir köye haber anlatmak.
Yanındaki en yakın üye arkadaşları bile, hareketlerini
değiştirmemişlerdi. Bu çıkımlara rağmen, suyu akıtıp, <<yaşasın Aliş
Ağa>> Dedirtmeye and içmişti bir kere.
- Aliş Ağa bu hadiselerden
sonra bir gün ihtiyar kurulunu yanına alarak, Tekin Köyünden sulanan
bütün araziyi keşfe çıktı.
- Bekçi
Kılcı'yı da silahını kuşattırıp, köyün odun yoluna doğru yürüdüler.
Havanın sıcaklığı kavuruyordu insanı. Yanındaki dört üyesi hiç
konuşmuyordu. Sanki başlarına bir belâ gelecekmiş gibi susuyorlardı
nedense.
- İlk önce dağ yolunun
etrafındaki tarlaları incelemeye başladılar. Gördükleri buğday
tarlaları, ilk yağmurun verdiği kuvvetle yarı ot, yarı buğday
başakları ile dolmuştu. Başak saplarının topraktan çıkış uzunluğu,
yirmi santimi geçmiyordu. Sapların arası sarıdikenlerle doluydu.
- Aliş Ağa bir başak tanesi
alarak, tanelerini saymaya başladı. Taneler çok zayıf ve özü olmayan
buruşuk bir vaziyette görünüyordu.
- Ortalama bir tahmin
yapılarak, ancak ekilen tohumların zor elde edileceği kanaatine
vardı. Böylece arpa ve diğer tahıl ekilmiş tarlalar da gezildi.
Bunlarında ekilen tohumlarına karşılık, daha az tohum vereceği
hesaplandı. Demek ki; bu yıl Boğaç Köyü ektiği tohumları dahi
alamayacaktı.
- Aliş Ağa; sigarasını
birbiri ardına uluyor, arkadaşlarının gözlerine bakarak:
- -Benim
kabahatim ne? Ben mi yaptım bu işi! Diye mırıldandı.
- İkinci uğrakları, sebze
ekilmiş iyi verimli bir bahçeye isabet etti. Bahçenin etrafı karaçalı
dikenleriyle örülmüş, ortası çeşitli sebze fideleriyle doluydu.
- Zavallı fidecikler ilk
yağmurun tesiriyle topraktan başını yukarı çıkartmış, parsellerini
kapamadan sararıp soluvermişlerdi.
- Bir kısım susuzluğa
dayanan sebze fideleri ise, gece serinlikte açılmak üzere bittiği
yerlerde buruşa kalmıştı.
- Yapılan bu ikinci keşifte
de zararın çok olduğu tespit edildi.
- Güneşin kavurucu
sıcaklığı, ihtiyar heyetini iyiden iyiye yakmıştı. Hepsinin
susuzluktan dudakları yapışır bir hale geldi. O sırada Aliş Ağanın:
- - Yürüyün havuzun
yanındaki Damlalı Dereye. Oradaki kaynak suyundan bol bol içelim!
Demesi biraz olsun üzgün yüzlere soğuk su serpmişti.
- Yolları taşlık içinde
devam ederken, fakir bir köylünün bin bir güçlükle kurduğu bir meyve
bahçesine rast geldiler.
- Burası
da evvelki sebzelik gibi, etrafı çalı ile çevrilmiş bir yerdi.
Bahçenin iç kenarı yeni dikilmiş kavak fidanları ile doluydu. Zavallı
kavakçıklar sulanmadığından dikildiği gibi yerlerinde kurumuşlardı.
Ortasındaki meyve ağaçları, dallarındaki yapraklarını
buruşturmuş iseler de, bu buruşuk yapraklar arasında orak armutları
erken sararmaya bile başlamıştı. Bunlar susuzluğun tam manasıyla
bilinen yönleriydi.
- Köyün ihtiyar meclisi,
hangi tarlaya, hangi sebzeliğe, hangi meyveliğe baktıysalar, hepsini
de aynı gördüler. Gönüllerinin sıkıcı üzgünlüğü
içinde, Damlalı Derenin soğuk kaynağına vardılar. Ellerini ve
yüzlerini soğuk suda yıkayarak, bol bol su içtiler. Söğütlerin koyu
gölgelerinde hiç konuşmadan oturdular. Uzakları, geldikleri bütün
araziyi seyre daldılar.
- Öğlenin koyu sıcağı iyice
bastırmıştı. Oturdukları derenin yamacında bulunan büyük su havuzuna
doğru gitmek istediler. Derenin yamacını kolay çıktılar. Şimdi büyük
havuzun başında bulunuyorlardı. Havuz, her iki köyün ortasında
Boğaçlılar tarafından yapılmıştı. 500 tonluk büyüklükte bomboş
yatıyordu. Kenarlarındaki yosun ve kurbağa pislikleri sarı yeşilli bir
şekilde yerlerinde kuruya kalmıştı. Manzara o kadar acıydı ki; bir
aydır bir damla dahi su bırakılmamıştı.
- On yıl önce de yine aynı
manzara vardı. Ama, ara sıra yağmur yüzü gördüğünden, içindeki
mırıllar börek dilimi gibi parça parça olmuştu.
- Aliş Ağanın havuzun içine
ve etrafındaki ağaçlara bakması, çok kederli olduğunu gösteriyordu. Ne
yapmalı da, suyu bu havuza akıtmalıydı? Bütün düşüncesi, bu evvelki
senelerde olduğu gibi, kanlı bir olay olmadan bir değirmenlik sularını
şırıl şırıl bu havuza akıtmalıydı. Bu düşünceler içinde sigarasının
izmaritini ayağındaki soğuk kuyu lastiğiyle söndürerek: <<Yürüyün
arkadaşlar >> Dedi.
- Havuzun elli metre
batısında ki Damlalı Dere Tepesinde kocaman bir ceviz ağacı vardı.
Temkini elden bırakmamak düşüncesiyle, bu cevizin dibine doğru
yürüdüler. Yolda:
- -
Alacağınız olsun Tekinliler! Zaman gelip de fırsatınız bir elime
geçerse ananızı ağlatmazsam bana da Kelali demesinler! Dedi.
- Bu sözü duyan üyelerden
Halit Çavuş güldü. İçinden <<Elinden ne gelir, ateş olsan cürümün
kadar yer yakarsın>> der gibi kesik kesik öksürdü.
- Cevizin dibi, az da olsa
sıcağı serinletiyordu. İlkbahar oldu mu gölgesindeki çayırlığa
oturmaya doyum olmazdı. Çünkü bütün Çorum Ovası buradan ayakaltına
seriliyordu.
- Terleyen ayaklarını cayır
cayır yakan lastiklerden çıkardıkları zaman, ayak parmakları terden
katran gibi köpürmüştü.
- Aliş Ağa derin bir nefes
aldıktan sonra bekçi Kılıcı'ya Tekin arazisini gözetlemesini söyledi.
Ağzındaki sigara nerede ise dudaklarını yakacaktı. İzmariti ağzından
atıp, Çorum Ovasını seyre daldı.
- Çorum Ovasının ortasını
iki taraftan yara yara geçen çayların etrafındaki tarlalar, yem
yeşildi. Her ne kadar yıl kurak gittiyse de, ara ara sarıçiçekli
otlar göze çarpıyordu. Dört Tepe Dağının kuzeyine sıralanan bütün
köylerin tarlaları Tekin'den sulanamayan buğdayları kolayca ayırt
edilebiliyordu.
- Bilhassa Bağlaç'ın
evlerinin etrafı, bir çember gibi kavak ağaçları ile çevrili
bulunduğundan, dallar üzerindeki yapraklar köyün altındaki suların
tarlalar yeşilliklerini muhafaza ediyordu. Gözler;
oturulan tepenin kuzey yönündeki yakın arazilere çevrilince, elde
olmayan bir yürek çırpıntısı, insanı bir anda üzüntüden üzüntüye sevk
ediyordu. Tabiat buraya garez mi etmişti? Geri düşünceli, içleri bin
bir fesatlıkla dolu insanların kaprisleri sayesinde mahvolmuş ve
mahvoluyordu. Artık suyu bıraksalar bile, iş işten geçmişti. Ekinler,
sebzeler çoktan elden çıkmıştı.
- Aliş Ağa; bu kavrulan
arazi içinde sarı rengi yeşile boyayan, kendi üzüm bağlarına doğru
baktı. İçinden, çok eski zamanları geçirdi. Bir zamanlar; Tekin'den
çıkan bu suyun paylaşılmaya bile lüzum görülmeden aktığı günleri
hatırladı. Köyden havuza kadar uzanan bu yeşillik cennetin susuzluktan
bir zaman sonra kurumaya yüz tutacağını düşündü. <<Canavar insanlar
bizi zorla kötülüğe sevk ediyorlar, bu kadar suyu kıçınıza mı
akıtacaksınız? Allah'ın verdiği bir nimeti israf etmeye ne hakkınız
var? Arazileriniz hep taşlık içinde bulunuyor. İçine bıraktığınız
suları zapt etmediği toprağınızı bile silip süpürüyor. Buna rağmen
inadınızda durmak için, o güzelim suyu kumlu dereye boşa
akıtıyorsunuz. Ne olur sıcakların kavurucu şu günlerinde, bu canım
ağaçlara su gönderseniz, günah mı olur? Bu kadar kötü olmayı nereden
düşünüyorsunuz? Dedelerinizle dedelerimiz ne güzel geçiniyorlardı. Bir
zamanlar civar köyler bize gıpta ediyorlardı. Düğünlerde, bayramlarda
birbirlerini görmeseler, dayanamıyorlardı. Değirmenlerimizin yarı
hakkı bizimdi. Sattıkta size kötülük mü ettik? Vermediğiniz bu sudan
şimdi ne kazanıyorsunuz? Görülüyor ki; sıra sıra değirmenleriniz boş
yatıyor. Sizi biz besliyorduk alçaklar, şallaklar! Diye durmadan
kızıyordu.
- Siniri kabarmış, elleri
titremeye başlamıştı. Aliş Ağa içindeki bu zehrini dökmek için:
- -
Arkadaşlar! Durumu gözünüzle gördünüz ve görmektesiniz. Yapılacak tek
çare, yarından itibaren Valiye çıkıp, her şeyi gördüğümüz gibi
anlatmaktır. Eğer derdimize bir çare bulamazlarsa Ankara'ya tel
çekeriz, bütün köylüyü Valinin karşısına dikeriz, benim düşüncem bu!
Birinci üye Halit Çavuş, yerinden kalkar gibi yaparak: - Kabahat
bizim, Tekin’e gidip de ilk günlerde yalvarsaydık, suyumuzu merhamete
gelir verirlerdi. El öpmeyle dudak aşınmaz! Şimdi öpmedik de ne oldu?
Aliş Ağa:
- - Ne
olacak hiç bir şey olmazdı. O zaman orada niçin konuşmadın? Hep sözü
bana bıraktın! Dedi.
- Diğer üyeler de birinci
üyeyi destekler gibi göründüler.
- Aliş Ağa sigarasının
birini yakıp, birini söndürüyordu. İşin neticesinin ne olacağını
kestirdiği için.
- - Burada konuşmak kolay!
Buyurun hep birlikte Tekin'e gidip, bellerimizdeki tabancalarla
önümüze gelene ateş edelim. Bunu mu istiyorsunuz? Cesaretiniz varsa
buyurun. Nasıl olsa ileride vukuat çıktığı zaman, önce bizi atacaklar
dama. Hiç olmazsa şimdiden girelim de, suçsuzlar günah çekmesinler!
- Bu söze yalnız Halit Çavuş
<<Evet>> Dedi. Diğer üç üye seslerini çıkarmadılar. Demek ki; köyleri
için bir belaya girmek istemiyorlardı.
- Aliş Ağa;Kılıcı'ya işaret
eder gibi yaparak elini kaldırdı. Sonra da:
- - Korkaklar! Sizinle altın
olsa bölüşmem. Aklımı ekmekle mi yedim. Sizin cesaretinizi ölçmek için
bunu söyledim. Dedi. Bu söz üzerine; hiç cevap alamadı. Tekrar:
-
-Kalkın! Nerede ise ikindi oluyor. Şu önümüzdeki bağları da geçerken
gözden geçirirsek, Valiye durumu anlatmak kolay olur! Yanındakiler
yine hiç cevap vermeden Aliş Ağayı takibe başladılar. Havuzun başından
geçerek bağların içine doğru, köye yollandılar.
- Güneşin kavurucu sıcaklığı
geçtikleri kuru çayın kumlarını yumurta pişirecek şekilde kızdırmıştı.
Yol üzerindeki bağlarda hiçbir zarar görülmüyordu. Yalnız yol
kenarındaki elma ve erik ağaçlarında çokça tırtıl göze çarpıyordu.
Demek ki; tırtıllar da Boğaçlılara zarar veriyordu.
- Koyu ceviz ağaçlarının
gölgelerinden yürüyerek yarım saatlik iniş aşağı giden bir yolculuktan
sonra cami önüne geldiler. Tarla işlerinden dönen
delikanlı gençler caminin doğu tarafındaki ağaçlar üzerine top, top
oturmuşlardı. Yüzlerinde bir neşesizlik, gözlerinde ise ürkeklik
yaratan bir hal vardı.
- Hele caminin şadırvanından
şırıl şırıl akan suların serinliğine kendini kaptırmış, eli bastonlu
ihtiyarlar düşünüyorlardı.
- Alış Ağa çardağından bu
fakir insanların içinden geçenleri okur gibi oldu. Arada sırada göğe
bakıyor, bir bulutun kıpırdayıp, kıpırdamadığını inceliyordu. Cumaya
üç gün kalmıştı. Ne yapıp Cumadan önce Valiyi boylamalıydı.
- O gece; son kararını
vererek, bekçi ile odaya çağırdığı altı kadar köyde sözü geçen
ihtiyarları şehre götüreceğini bildirdi. Ayrıca temiz urba giymelerini
de hatırlattı. Köyün en iyi yaylılarından birini tutup, sabahın erken
saatlerinde Çorum'un yolunu tuttu.
- Yolda hiç kimse
konuşmuyor, kara kara düşünüyorlardı. Şehre yaklaştıkça herkesin yüzü
değişiyor; <<Valinin karşısında neler söyleyeceğiz>> demek ister gibi
bir durum alıyorlardı. Üç saatlik bir yolculuktan sonra, şehirde
arabalarını doğruca Terlemez'in Hanına sürdüler. Hanın bitişiğindeki
kahvede birer simit ile sabah kahvaltılarını yaptılar. Saat sekiz
olmuştu. Sakal tıraşlarını olmak ve kahvede birleşmek üzere çarşıya
dağıldılar.
- İkinci defa kahvede
toplandıklarında Hükümetin arkasında birleşmek üzere birbirlerinden
ayrıldılar. İhtiyar kurulu; Valiye verecekleri dava dilekçesini
yazdırmak üzere saat kulesi civarındaki bir arzuhalciye doğru
yollandılar.
- Geçtikleri yol, saat
kulesinin karşısında bulunan şehirce meşhur Veli Paşa Oteli önüne
uğruyordu. Aliş Ağa bu büyük otelin garajına bir göz atmak istedi.
Otelin büyükçe bir avlusu vardı. Otel bu avlu etrafında yapılmıştı.
Avlunun içi otobüs ve kamyonlarla doluydu. Aliş Ağa gözü yeni gelen
bir otobüsten inen yolculara takıldı. Bir de ne görsün; kalabalığın
arasında Memiş Ağayı görmez mi, gözleri fal taşı gibi açıldı Aliş
Ağanın. Habersizce Memiş Ağanın yanına yaklaşarak:
- - Ne oldu, ne oldu? Çabuk
söyle dedi. Memiş Ağa birden bire ne söyleyeceğini unutarak
heyecanlandı.
- - Çıkarttık Ağa, çıkarttık
ama biz de ak ile karayı seçtik! Dedi.
- Aliş Ağanın nereye
gittiğini arayan ihtiyar kurulu bu sözleri işitmişti. Biraz evvel
ağızlarını bıçak açmazken, şimdi çocuklar gibi seviniyorlardı.
Heyecanlarını gidermek için otelin köşesindeki kahveye oturup Memiş
Ağanın getirdiği ilamı gözleriyle görmek istediler. Kahve tenhaydı.
Aliş Ağa; ilamı sonuna kadar okudu. İhtiyar kurulu da dikkatle
dinledi.
- Artık Boğaçlılar için
karada ölüm yoktu. Zaman kaybetmeden mahkemeye ikince defa müracaat
etmeleri lazımdı. Heyecanları onları o kadar şaşkın bir hale sokmuştu
ki, Memiş Ağaya Zırto Hasan ile Salı Sülüğü bile sormayı unutmuşlardı.
- Ancak söz sırasında Memiş
Ağanın:
- - Onlar
yorgunluktan köye yakın olan Kadıkırı benzinliğinde indiler. Köye
çoktan varmışlardır! Demesi soracakları suali toptan cevaplandırmıştı.
- İlamı önce köylerinin
arzuhalcilerine gösterip bir dilekçe yazdırdılar. Sonra bu dilekçeyi
ilama ekleyerek Asliye Hukuk Hâkimliğine götürdüler. Mahkemeye
verdikleri dilekçenin tez zamanda tebliği için postacı Ahmet'e de
tembih ettiler. O gün Aliş Ağa zarar ziyan keşfinin bir an önce
yapılmasının zaruri olduğunu hatırlatmak maksadıyla ilgili
mahkemelerin hâkimine de ricada bulundu. İkinci Asliye Hukuk Hâkimi
Aliş ağaya:
- -
İnşallah en geç üç gün içinde keşfinize gelirim. Bu iş için dört tane
vasıtanın yedi günlük ücretini emaneten Başkâtipliğe yatırın! Dedi.
- Aliş Ağa dışarıda bekleyen
arkadaşlarına bu durumu anlatıp tanıdıkları bir tüccardan bu parayı
almak icap ettiğini bildirdi. Neticede lazım olan para bulunup,
Başkâtipliğe yatırıldı, İşlerin yolunda gitmesi Boğaçlıları çılgına
çevirmişti. Bastıkları yerleri görmüyor, köylerine haber yetiştirmenin
sevinci içinde açlıklarını dahi hissetmiyorlardı. Saat Kulesi dibinden
çevirdikleri üç tane faytona binerek hana geldiler. Valiye çıkmak için
getirdikleri ihtiyarları da alarak köylerinin yolunu tuttular. Yolda
durmadan Memiş Ağayı konuşturup ilamı nasıl çıkarttığını
anlattırdılar. Köylerinin büyük bir beladan kurtulmuş olmasına
şükrederek neşe içinde cami önünde durdular.
- Boğaç bir bayram havası
yaşıyordu. Herkes gülüyor, görülmedik belayı atlattıkları için
durmadan önceki kavgalarından dem vuruyorlardı.
- Köse Dayı:
- - Ulan
aptallar! Bizi ne sanıyordunuz? Hakkımız olan suyu alamayacak mıydık
sanki? Kanun bizimle beraberdir!
- Kartal:
- - Daha
ben ölmedim! Önce beni öldürsünler de sonra suyumuzu alsınlar!
- Körali:
- - Ulan
vicdansızlar! Bu yıl bizi aç mı koyacaktınız? Şimdi zararlarımızı bir
bir verin de kuyruğunuz tava sapına dönsün! Diyordu.
- Bir gün sonra Cuma idi.
Akşamdan Aliş Ağa minareden Kılıcı'yı bağırttırıp her evin önünden
geçen sokakların temizlenmesini Boğaçlılara duyurdu. Yukarıda
köylerine gelecek ağır misafirlerin her yeri temiz görmesini
istiyordu. İki gün içinde bütün gübrelikler temizlenmiş, sokaklar
pırıl pırıl olmuştu. Köye büyük misafir geleceği zaman yollar ve
sokaklar hep böyle temiz tutulurdu. Aliş Ağa bile basık odasını sigara
dumanlarından kurtarmak için badana ettirmiş, gelinlik kız gibi ağır
misafirler için döşetmişti.
- Odanın başköşesine yeni
yünden yapılmış dört tane yatak koydurdu. İki yatak üst üste konulmuş,
işlemeli kilim yastıklarda kenarlarına dizilmişti. Onların üzerine de
kuş tüyünden doldurulmuş yastıklar sıralandı. Ocağın içine de dede
yadigârı saraylara ait tunç bir semaver yerleştirdi. Camiden getirilen
radyum lambası yakılacak bir duruma sokulduktan sonra oda oturulacak
bir hale geldi.
- Aliş Ağa bekçi Kılıcı'yı
da sağmal ineği olan büyük komşulara gönderip, her gün taze yoğurt
bulundurmalarını tembih ettirdi. Ayrıca en iyi cins yataklarını
dövdürüp, ağır misafirlerin yatması için hazırlandı.
- Artık her türü
hazırlıkları tamamlamışlardı. Verdikleri dilekçede, zikrettikleri
arazilerin keşfedilmesi için, Sulh Hukuk Hâkimliği, İkinci Asliye
Hukuk Hâkimliği, Tapudan iki teknisyen, ziraattan iki bilirkişi, iki
avukat, zabıt kâtipleri olmak üzere on kişilik bir keşif heyeti Pazar
günü Boğaç'a gelmesi kararlaştırıldı.
- Gelecekleri günün
sabahında, bütün Boğaçlılar şehir yolunu tuttular. Karşıdan jeeplerin
tozlarını gördükleri zaman sevinçlerinden ağlama derecesine geldiler.
Çünkü iki aylık kuruyan mahsulleri keşfedilip, tahmin edilen
zamanlarda Tekin köyünden alınacaktı. Bu bakımdan keşif heyetinin
gözlerine iyi görünüp, davalarında haklı olduklarını bildirmek
lazımdı.
- Köyün dışında mezarlığın
yanında sıra olarak ağır misafirlerine saygı duruşunda bulundular.
- Cami
önünde duran ilk jeepten inen, kır saçlı Asliye Hukuk Hâkimi ile
yanında genç hâkim ve diğer misafirlere, köyde aklı erenler <<hoş
geldin!>> dediler.
- Serinlemek için muhtarın
odasının önündeki dut ağacının gölgesine çekilen kır saçlı hâkim
muhtara dönerek:
- - Yanımızda ihtiyar
kurulundan başka kimse bulunmasın Tarlaları zarara uğrayanlar da
köyden ayrılmasın! Diye sözlerine ilave etti.
- Bu emirler üzerine Aliş
Ağa, kaş göz işareti yaptı köylülerine. Tariften anlayan arif
köylüler, hemen caminin yanına çekildiler. Şimdi keşif heyeti ile
ihtiyar kurulu baş başa kalmıştı. Kır saçlı hâkim:
- -Muhtar, verdiğiniz
dilekçe gereğince, Tekin köyünün altındaki su havuzunun başına çıkıp,
keşfedeceğimiz araziyi yakından görmemiz lazım! Dedi. Aliş Ağa:
- - Baş üstüne hâkim bey!"
diyerek, emirlerine hazır olduğunu bildirdi.
- İki jeepe hâkimler
diğerine memurlar bindiler. İhtiyar kurulundan iki kişi de yol
göstererek havuzun başına vardılar.
- Havuz, yine susuz
günlerinden en kavurucu sıcağı içinde topluyordu. Ortalıktaki sıcak
dalgası alev alev belli oluyordu. Kuşkanadını oynatmıyordu. Keşif
heyetinin üstünde hep yazlık elbiseleri vardı. Renkli güneş
gözlüklerinin altında, yüzleri durmadan terliyor, mendiller bu yüzlere
serinlik vermek için sağa sola sallanıyordu.
- Aliş Ağa misafirlerini
doğruca büyük cevizin çayırlığına götürdü. Sıcağın harareti cevizin
gölgesinde biraz olsun kaybolmuştu. Hâkimler endişelerini
gidermek için durmadan köyün üstündeki zarara uğrayan araziye
bakıyorlardı. Ovalardaki ekinler, kırmızımtırak dururken, Boğaç'ın
üzerindeki ekinler ise, sapsarı kesilmişti. Ağaçlarda, yollarda ve
tarlalarda göze, güneşte yanmış bir renk çarpıyordu.
- Hâkimlerle teknisyenler,
araziyi dürbünlerle uzun uzun incelediler. Oturdukları yerden, keşfi
kolay yapmak maksadıyla, zarar gören araziyi ikiye ayırdılar. Doğu
kısmını kır saçlı, batı kısmını da genç hâkim keşfedecekti. Basit bir
krokisi çizildikten sonra dönerek:
- - Biz hazırlık yapıncaya
kadar, avukatlarınız yoluyla, zarara uğrayan köylüleri iki Kısma
ayırın! Dedi. Muhtar da:
- - Emriniz baş üstüne
efendim! Diyerek, cami yanında toplanmış halkın arasına girdi.
Avukatları da her türlü talimatı vererek, keşifte lüzumlu kolaylığı
göstermelerini müvekkillerinden ricada bulundu. Bu arada muhtarın
odasının çardağında zabıt dosyalarını hazırlayan hâkimler, ilk
keşiflerini yapmak üzere, hemen köyün evlerinin bitişiğindeki
bahçelere gittiler.
- Hâkimlerin her adımını
attığı tarla, sebzelik ve bahçeden önce, tapu teknisyenleri tarafından
krokileri çiziyor sonra da, ziraat memurları tarafından sulanmamaktan
dolayı zararın miktarı tespit ediliyordu. İlk gün keşif heyeti iyice
yoruldu.
- Akşama yakın caminin önüne
döndüler. Keşiflerinden arazilerin zabıtları tutulabilmesi için,
çalışabilecekleri geniş bir oda lazımdı. Bunun için kır saçlı hâkim
muhtara dönerek:
- - Okulun dershanelerinden
birisini çalışma yeri, köydeki yeni yapılan odaların birisini de yatma
yeri olarak hazırlansın! Dedi. Aliş Ağa:
- - Baş üstüne! Bir saat
içinde her istedikleriniz hazır olur efendim! Dedi.
- Yatmak için önceden
hazırlanmış yataklar, öğretmen evine dolmuştu. Burası hâkimlerin rahat
etmesi için ayrılan çok temiz bir yer oldu. Fen memurları ile
avukatlar de, köyün en yeni bir odasında yatacaklardı. Geriye kalan
ziraat memurları ile zabıt kâtipleri de Aliş Ağanın odasında
kalacaklardı.
- Akşam olmuştu. Okulun
büyük dershanesinden birisine masalar hazırlandı. Üzerleri köyden
toplanan masa örtüleriyle kaplatılıp, yanları da en güzel
sandalyelerle çevrildi.
- Aliş Ağanın evinde pişen
tavuklar kızartılmış olarak, diğer yemeklerle birlikte bu masaların
üzerine dizildi. Ortaya da iki tane radyum lambası konulmuştu ki az da
olsa şehirdeki ziyafet sofralarından birini andırıyordu.
- Sofranın başına davet
edilen ak saçlı hâkimle arkadaşları bu manzarayı görünce birbirlerinin
yüzüne bakmaktan başka çare bulamadılar.
- Keşif heyetinin açlıktan
karınları zil çalıyordu. Ne yapsınlar ki, başkanları olan ak saçlı
hâkimin önce lokmayı ağzına alması lazım gelirdi.
- Hâkim, bir ara çantasından
çıkardığı kumanyayı yemeye başladı. Kumanyanın içinde birkaç tane kuru
köfte ile biraz da beyaz peynir vardı. Hâlbuki masaların üzerinde ağzı
kapalı olarak tereyağında pişmiş yemekler, ortalıkta mis gibi
kokuyordu. Hâkim, bir sağa, bir sola baktıktan sonra:
- - Arkadaşlar bana
bakmayın, evden getirdiğim şu kumanyaları zayi olmasın diye yemek
istiyorum. Biraz sonra sizinle birlikte ben de yiyeceğim! Dedi.
Utanmıştı kendisine bakan gözlerden. Yemezse olmayacaktı. Zaten başka
türlü de yapamazdı. Bir hafta bu köyde kalacaklarına göre, yiyeceği,
kumanyayı nereden bulacaktı.
- Yemekler yenildi, içildi,
ama hiç kimsenin içine sinmedi. Boğaçlılar hayal kırıklığına
uğramıştı. Hiç beklemedikleri bu hareket onları bayağı üzmüştü.
- Yemekler yendikten sonra
yapılan keşiflerin tutanakları tutuldu. Sonra da sabahleyin erken
kalkmak üzere herkese tahsis edilen odalara gidildi.
- Sabahın erken saatinde
ağır misafirlerini uykudan uyandırmamayı düşünen Aliş Ağa, köyün sığır
ve davarını başka yollardan otlağa göndermişti. Öğretmen evinin
önündeki güzel bahçeye, en nefis tereyağlarıyla, en köpüklü sütleri
hazırlatmış olarak, ağır misafirlerinin kahvaltı etmelerini
bekliyordu.
- Nihayet güneşin doğuşuyla
kır saçlı hâkimin de kalkması bir oldu.
- Hâkim okulun uygulama
bahçesine çıkmış geziyordu. Bahçede beş yüze yakın on yaşlı kavak
ağaçları ile yüz elliye yakın meyve ağaçları vardı. Kavakların kökleri
derinde olduğundan, suya ihtiyaçları pek olmamıştı. Fakat meyve
ağaçları çok susamış olduğundan üzerindeki meyveler besleyememişti.
Hele diplerindeki otlar, gazel gibi sararmıştı. Güneşi çok alan
topraklar ise susuzluktan parça parça yanmıştı.
- Hâkim
bunları inceden inceye süzdü. Cebinden çıkardığı Yeni harmandan bir
sigara alarak yaktı, derin derin nefeslendi. Kederlendiği yüzünden
okunuyordu. Kahvaltı yerine doğru yaklaşırken, sıralanmış kavak
yapraklarına bakıyordu.
- Güneş iyice etrafa
yayılmıştı. Hâkimin kalktığını görenler, kan uykularını terk edip,
kuyudan çekilen soğuk sularla yüzlerini yıkadılar.
- Kahvaltı sofrasının
başında sütleri bitirilerken, dört tane jeepin şoförü de çalıştırmıştı
arabalarını.
- Keşfedilecek her tarlanın
başında, mutlaka sahibinin bulunması, hâkim tarafından Aliş Ağaya sıkı
sıkı tembih edilmişti. Sonra da, iki koldan arazilerin keşfedilmesine
başlandı.
- Bir hafta içinde Tekin
köyünden sulanan ne kadar bağ, bahçe, tarla ve sebzelik varsa hepsinin
zararı tek tek tespit edildi.
- Yaz mevsiminin verdiği
sıcaklık, herkesin yüzünü sim siyah yakmıştı. Vazifesinin verdiği
mesuliyetten dolayı keşiflerini bir an önce bitirip şehre dönmek
istemelerinden, sakallarını dahi tıraş etmeye zaman bulamamışlardı.
- Aliş Ağa bu ağır
misafirlerine bir köylünün yapması lazım gelen hürmetin hepsini
göstermişti.
- Gerek hâkimler, gerekse
diğer memurlar vazifelerini bitirince, muhtarla bütün köylülere ayrı
ayrı teşekkür ederek köyden ayrıldılar.
- Ağır misafirlerin bu
şekilde ayrılmaları Boğaçlıları çok memnun bıraktı.
- Memiş Ağa durmadan her
köşede vaiz veriyor, köylü için yapamayacağı bir şey olamayacağını
sözlerine ekliyordu.
- Herkes, herkes memnun
kalmıştı bu işten. İçlerinden aklı eren yaşlılar:
- - Tekinlilerin evlerini,
hayvanlarını satsalar dahi, tespit edilen zarar ve ziyanı
ödeyemeyeceklerini! Söylüyorlardı. Her köşede biri nutuk çekiyor,
durmadan yapılan bu keşiften köyleri adına düşecek parayı, kuruşu
kuruşuna hesap ediyorlardı.
- Aliş Ağa şehre gittiği gün
keşfin neticesini öğrenmek üzere avukatlarına uğradı. Avukatlar:
- -
Yapılan bu keşfin iyi netice vereceğini, yalnız hukuk kanunları
gereğince, toptan değil de ayrı ayrı mahkemeye zarar ziyan davası
açmaların da gerektiğini, eğer öyle hareket etmezlerse, yapılan
keşifle, harcanan bütün paraların boşa gider! Dediler. Aliş Ağa çok
ama pek çok üzgün olarak <<Karadeniz de gemileri batmış bir insan
gibi>> boynu bükük olarak köye döndü.
- Köye geldiğinde köy
büyükleri Aliş Ağanın hemen yanına toplandılar. Durmadan yüzüne bakıp
konuşmasını bekliyorlardı.
- Aliş Ağa bir şeye canı
sıkıldı mı, sigarasını durmadan havaya üfler, başını da sağa ve sola
sallardı. Şimdi de öyle yapıyordu.
- Hiç kimse bir şey
söylemeden gözlerini bir noktaya dikmiş, bakıyor bakıyordu. Bütün
düşüncesi, yüz elli aile reisinin ayrı ayrı dilekçe yazdırıp,
harçlarıyla avukat paralarını nereden vereceklerdi.
- Aza koydu dolmadı, doluya
koydu almadı. Dönülse bir türlü, dönülmese bir türlüydü. Bu
düşüncelerin çabası içinde konuşmak istemiyordu. Memiş Ağanın:
- - Ne oldu sana? Dilini mi
yuttun? Demesi, acı hakikati bir anda ortaya koydu. Aliş Ağa:
- - Ağalar ben düşünmeyim de
kimler düşünsün? Davamızda üç avukattan aşağısı bakmıyor. Hem paranın
yarısını peşin getirirseniz davanıza bakarız, ne yapayım ben? Bu köy
bunun altından nasıl kalkar! Dedi.
- Bu haberi duyanlar soğuk
su dökülmüş gibi yerlerinde dona kaldılar. Köyde para bulmak kolay
mıydı? Hâkimler de haklıydı yoksa yüz elli dosyanın başka türlü
içinden çıkılır mıydı hiç? Eğer ayrı ayrı bakılmazsa, davanın sonucu
beş senede alınmazdı. Hâkimler yaptıkları keşfin durumunu yakından
gördüklerinden, bu yoldan yürümek suretiyle, davayı kısa zamanda
bitirmek istiyorlardı. Konuşmaya başlayan Aliş Ağa, bu
durumu uzun uzun köylülere izah etti. Davayı mutlaka kazanacaklarını,
harcadıkları paraları da santimi santimine Tekinlilerden geri
alacaklarını, her sözünde tekrarlıyordu. Şimdilik paranın yarısının
bulunması ile yüz elli dosyanın mahkeme masrafının verilmesi bur
problem olmuştu. ne yapmalıydılar? Komşu köylerden borç isteseler,
onlarda da belki bulunamayacaktı.
- Güz zamanı buğdayların
tamamını verseler kâfi gelmeyecekti. Köyü şimdi matem havası
sarmıştı. Hayvanlarını pazara çekip satsalar, mahkemelerin tez zamanda
karara varmasına güvenemiyorlardı. Çünkü hukuk muhakemeleri en az üç
senede neticeye varıyordu. Bu sebepten para problemi bir türlü
halledilemezdi. Zaten, on beş bin lira nereden bulunurdu ki?
- Köyün en kıymetli eşyasını
satsa bile, bu paranın temini yine mümkün olamazdı. Hiçbir çarenin
bulunmasına imkân bırakmamıştı. Kara düşünceler, kara düşünceleri
takip etti.
- Günler ilerliyordu. Orak
bitirilerek harman zamanı yaklaşmıştı. Bu sebepten köyde müthiş bir
gevşeme vardı. İhtiyarlar bir araya gelmiyor, bu parayı da bir türlü
toplayamıyorlardı. Davayı takip eden yalnız Aliş Ağaya kalmıştı.
- Aliş Ağa her gün şehre
gidiyor, yalvarıyor, yakarıyordu.
- Orak biçmeye gidenler,
zarara uğrayan mahsullerini gördükçe kahırlarından için için eriyor,
kış ortasında aç kalacakları düşündükçe de Tekinlilere büsbütün kin
besliyorlardı. Cahillik ne kötü şeydi. Yegane arzuları, mahkemenin bu
keşfe zarar ziyan tazminatını tespit edip, tekinlilerin mallarını
satarak, Boğaçlılara vermesini istiyorlardı.
- Aliş Ağa şimdiye kadar
yapılan borçların tahsilini yapamamıştı. Kurulu toplayıp
vermeyenlerden haciz yoluyla toplamayı karara bağladı. Haciz sırasında
bir zorluk çıkmaması için iki jandarma geldi. Köylünün kendisine soğuk
davranmasına kızmaya başlamıştı zaten.
- Çocuğun elinde tüfeğe
benzeyen iple bağlı bir tahta parçası vardı. Aliş Ağanın bu manzara
karşısında ayakları olduğu yerde kaldı. Düşündü, düşündü. Çok düşündü.
Evin kedisi dahi açlıktan karnına geçmiş, yemek verecekler diye
sahibinin gözüne bakıyordu. Karşısındaki başka bir odanın kapısı da
açıktı. Oda kiler vazifesi görüyordu. Yerde serilmiş bir çul içinde
dürülmüş bir yatak vardı. Çulun kenarlarından bu yatağın uçları
görünüyordu. Yatak daha önceki yataklardan çok eski ve kirli idi.
Demek ki; büyük çocuklar bu odada yatıyordu.
- Yatağın biraz ilerisindeki
büyük bir sepet üzerinde, arpa ile buğday unundan karılarak yapılmış,
yüz kadar yufka ekmek vardı. Çocuğun bu ekmeği vermek istemediğini
hatırladı.
- Üzüntüsünün verdiği
dalgınlık, ne arkadaşlarını, ne de jandarmaları görmeğe imkân
vermişti. Biraz yürüdükten sonra, peşine gelen bekçiye:
-
<<jandarma üyelerinin odaya gelmelerini! >>Söyledi. Odasının
çardağındaki hasır sergiye uzanarak, derin düşüncelere daldı. Aradan
biraz zaman geçtikten sonra, üyelere jandarmalar Aliş Ağanın yanına
gelmişlerdi.
- Aliş Ağa o kadar çok
üzüldü ki, yanına gelenlerin selam verdiğini dahi duymadı. Neden sonra
karşılarında jandarmalarla üyeleri görünce, istemeyerek tebessüm edip:
- -
Rahatsızlandım! Demekle sorulacak her soruya toptan cevap verdi. Bu
hareketinin neden icap ettiğine şaşıran jandarmalar, bir şey sormaktan
çekindiler.
- İlkindi ezanı
yaklaşıyordu. Cami önünde oturmaya gelen birkaç ihtiyar arasından
Memiş Ağa da <<Paramı alırım>> düşüncesiyle hep çardağa doğru
bakıyordu. Aliş Ağa uzaktan da olsa duyuracağını bilerek:
- -Memiş
Ağa! Diye seslendi. Memiş Ağanın kulağı tetikteydi. Üyelerinden
birinden, parasını toplayıp vereceğini öğrenmişti. Bu sebepten yavaş
yavaş çardağa gelip:
- - Buyur Aliş Ağa! Dedi.
Memiş Ağanın gözünde bir sevinç ışığı görülüyordu. Kalbi hızlı hızlı
çarpıyor, boğazı da hıcıl hıcıl ediyordu. Aliş Ağa topladığı paraların
hepsini eline alarak, cebinden çıkardığı mendil üzerine koyup:
- - Al bakalım Memiş Ağa. Al
say. Kalanı benim borcum olsun! Dedi. Memiş Ağa çabuk çabuk elleri
titreyerek kırışık bankonotları sayıyor ve üst üste desteliyordu.
1,2,3,4,5 derken dokuz yüz doksan lira saydı.
- Aliş Ağa sigarasının
dumanını yukarı üfleyerek, dazlak kafasını şapkasının altından
kaşımağa başladı. Yüzü her an renkten renge giriyordu. Önündeki
bekçiye dönüp:
- - Odada ne kadar haciz
ettiğimiz eşya varsa, aldığımız evlere tekrar geri verin! Dedi.
- Jandarmalarla üyeler, bu
durum karşısında şaşırmışlardı. Aliş Ağanın bir şeye kızdığına
hükmettiler. Çünkü fakir kadının evindeki acıklı manzarayı onlar
görmemişti. Birici üye Halit Çavuş yönünü camiden tarafa çevirip,
bıyığının altından güldü. Aliş Ağanın haciz yapmayı bıraktığına
seviniyor, kendisinin de böyle bir mesuliyetten kurtulduğuna içinden
şükrediyordu. Bekçiler böyle bir emir karşısında nasıl hareket
edeceklerini şaşırdılar. Aliş Ağanın:
- - Ne duruyorsunuz? Artık
para toplamıyoruz; ne dedimse onu yapın, kimsenin malını kimseye
karıştırmadan, gözümün önünde dağıtın! Dedi. Bekçiler bu sert emir
karşısında:
- - Baş üstüne! Diyerek,
herkesin eşyalarını aldıkları eve geri verdiler. Jandarmalar bu tatsız
hareket karşısında:
- - Aliş Ağa bize müsaade
et de şehre gidelim! Dediler. Bu arzu karşısında üç gündür beslediği
misafirlerine dilinin ucuyla:
- - Aceleniz ne? Akşam kalın
da yarın gidersiniz! Dedi. Jandarmalar köyde beklemekten usandıkları
için, tekrar müsaade isteyip şehre doğru yollandılar. Biraz sonra da
üyeler, Memiş Ağa evlerine gitmek üzere çardaktan ayrıldılar.
- Haciz işi Aliş Ağaya çok
dokunmuştu. Üç gün evinden
- -
Hastayım! Diye çıkmadı. Sonra da, ilkokuldan mezun olan oğlunu, askeri
okula sokmak maksadıyla Ankara’ya gidip rapor almayı düşündü. Bu hem
kendi için, hem de çocuğunun istikbali için iyi olacağından, bir
haftada dönmek düşüncesiyle, mühürleri birinci üye Halit Çavuşa teslim
etti. Ayrıca bütün bekçileri de çağırıp Halit Çavuşun huzurunda ikinci
defa olarak:
- - Tekin
köyü tarafına kuş uçurmayın! Diye söyledi.
- Yaz mevsiminin kavurucu
bir günüydü. Havanın sıcaklığından buram buram terliyordu. İkindiye
doğru harmanda işini bitiren delikanlılar, cami önünde öbek öbek
yığılmış oturuyorlardı. Yine herkesin yüzünde ızdırabın izleri belli
oluyordu. Harmanın tozu terleyen delikanlıların sırtlarındaki
gömlekleri çamur gibi yapmıştı. Sakalları birbirine karışmış
ihtiyarlar, başlarını yere eğmiş, tos tos düşünüyorlardı. Tarlaları
biçilen, ekin yığınlarının yarıdan fazlası sürüldüğü halde evlerine
getirdikleri buğdaylar şimdilik karınlarını doyurabilecekti.
Hayvanlarına yedirecekleri yemleriyle, kışlık yiyeceklerini henüz
temin edememişlerdi. Cami önünde oturan sarıklı güngörmüş ihtiyarlar,
bunları düşünüyor, gelecekteki acı günleri şimdiden yaşıyorlardı.
- Bunlardan ayrı oturan,
boyunlarında mendillerle sarılmış yağız çehreli delikanlılar, durmadan
bir şeyler konuşuyorlar ve cami önünde bulunmayan diğer arkadaşlarına
haber gönderiyorlardı.
- Bugün yine bir şeyler
dönüyordu ortada. Aliş Ağanın köyde bulunmayışı, kötü niyetli
delikanlılara fırsat vermişti. Bütün çalışma ve çabalarına rağmen
sularının kanun yoluyla halledilmediğinden, zorla olsa akıtmak
istiyorlardı bunlar. Yapacakları her hareketi gizli tutmak amacıyla,
fısıltı halinde konuşuyorlardı.
- Gece oldu. Harmanın
yorgunluğuna dayanamayanlar, ihtiyarlar yatsı namazını camide kılar
kılmaz evlerine çekilip derin uykuya daldılar. Gündüzün sıcaklığı hâlâ
geçmemişti. Gecenin sessizliğinde kuşkanadını kıpırdatmıyordu.
Gökyüzünde yıldızlar sık sık birbirlerine kayıyor, Samanyolu'ndaki
burçlar ise pırıl pırıl parlıyorlardı. Ay hilal durumunda olduğundan,
yıldızların ışıkları aydınlatıyordu yeryüzünü.
- Bekçi Kılcı omzundaki köy
dokuzlusu ile cami önünde dolaşırken, orada bulunan bir viranelikten
paytak yürüyüşlü, kısa boylu, yuvarlak yüzlü, gece pek benzi belli
olmayan bir delikanlı, Kılcı'nın arkasından kucakladı. Bekçi
şaşırmıştı.
- -Kim
o? Diyecek oldu. Fakat kısa boylu delikanlının:
- -Sus!
Demesi üzerine, sesinden Paytak Aziz olduğunu anlayan bekçi sesini
çıkarmadı. Paytak Aziz bekçinin ceketinden aşağı çekerek oturmasını
istedi.
- - Kılcı! Dedi.
- -
Biliyorsun senin hiçbir zaman kötülüğünü istemem! Fakirsin, birkaç
hakla ekin almana mani olmayacağım. Yalnız Aliş Ağa Ankara'ya
gitmişken yapmak istiyoruz. Eğer müsaade eder de, göz yumarsan, şu
odada toplanıvereceğiz. Biz odada dururken, sen de köyün dışında
dolaşırsın. Korkma! Yemin ediyorum. Sana bizim zararımız gelmez. Hem
Tekin köyüne de gitmeyeceğiz. Bir sigara içimi kadar bir toplantı
yapacağız. Hepsi bundan ibaret! Şimdi iyi anladın mı Kılcı'cığım! Diye
sordu.
- Bekçi uzun uzun düşündü.
Muhtarın Ankara'ya giderken verdiği talimat aklına geldi.
- -
Olmaz! Diyecekti. Ama Paytak Aziz secereli eşkıyanın biriydi. Zaten
gece yarısı da olmuştu ki, kimse görmeden toplanmalarına kendi çıkarı
için müsaade etmeyi uygun gördü. Sonra da:
- - Odada
ne yapacaksınız? Diye sordu. Paytak Aziz biraz yumuşattığı bekçiye,
diller dökmeye başladı. Söz arasında önceden arkadaşları ile
işaretleştiği iki ıslığı ardı ardına çaldı. Biraz sonra yolun
kenarındaki viranelikten, üç kişi çıkarak, Paytak Aziz'in yanına doğru
geldiler. Bekçi bir ara aklını başına toplayıp, muhtarın:
- - Ben yokken bir şey çıkarsa, Kılcı
seni mesul tutarım! Demesini hatırladı. Derhal tüfeğini doğrultup:
-
-Kımıldamayın! Yoksa vururum! Dedi.
- O anda
Paytak Aziz tabancasının namlusunu bekçinin sırtına dayadı ve:
- -Aziz
dostum tüfeğini havaya kaydır, yoksa tetiği çekerim! Diye ihtar etmesi
korkutmuştu bekçiyi. Kırcı güç bela tüfeğini emniyete alıp, bu eşkıya
adamların emrine boyun eğmeye mecbur kaldı.
- Kendilerini emniyette hissederek,
yanlarına yaklaşanlar, Paytak Aziz'in çok samimi arkadaşları Çaprak
Zühtü ile Kambur Sinan ve Gödek Akif'ti. Kızgın kızgın nefes
alıyorlar, bekçinin gözlerine sert sert bakıyorlardı.
- Çapraz Zühtü, eşkıya
tipli, orta boylu, incecik yüzlü, yürürken ayakları dolaşan, uzun
bıyıklı bir delikanlıydı. Kambur Sinan ise, kardeşinden ayrı ev
yaptırmış, nerede akşam, orada sabah eden, sünepe delikanlılardan
biriydi. Boynunu yere soka soka yürümesinden “Kambur Sinan” derlerdi
adına. Hatta arkadaşları ile şakalaşırken ”senin karnında kırk tilki
var, hiçbirinin kuyruğu birbirine değmiyor” diye takılırlardı ona.
Gödek Akif'e gelince, bu üç kişinin koltuğundan geçinen, nerede akşam
orada sabahlayan, bir kavga çıkarsa o işe mutlaka parmak atan, arada
sırada tokur tokur öksüren, kısa boylu ve arap yüzlü biriydi.
- Bu dört delikanlı bir
araya gelince, köyde yapmadıkları kalmazdı. Kimisinin davarını,
kimisinin buğdayını çalar, kimisinin de naracılı alarak kışı rahat
ayak uğramayan evlerde ziyafetler çekmekle geçirirlerdi.
- Hele; köyde düğünler
başladı mı yaşardı bunlar. Düğün odasının başköşesine çekilirler,
düğünler bitinceye kadar zil zurna sarhoş olarak, sabahlara kadar kız
oynatmakla geçirirlerdi vakitlerini.
- Köye faydaları da
dokunurdu bunların. Fakir bir dul kadının tarlası sürülecekse, gidip
sürerlerdi ara sıra. Erkekliklerine de diyecek yoktu. Köyleri için
birisi kötü konuştum, katiyen tahammül etmezlerdi. Hiçbir zaman <<Boğaç’ta
böyle bir namussuzluk varmış>>dedirtmezlerdi bunlar.
- Bekçi bu itleri
hırlatmamak için:
- - Ben
köy dışına gidiyorum. Bir saat kadar oralarda gezerim. Siz de ne
yapacaksanız yapın da bana dokunmayın! Dedi. Sonrada tüfeğini omzuna
vurarak gitti.
- Gecenin sessizliğinde Aliş
Ağanın odası bunlara kalmıştı. İlk iş planladıkları mahallelere
dağılıp, gündüzden tembihledikleri yirmi kadar delikanlıyı odaya
çağırmak oldu.
- Odanın pencerelerine
gerdikleri kilimler dışarıya katiyen ışık sızdırmıyordu. Ne olur, ne
olmaz düşüncesiyle birisinin şüphe etmemesine de nazara almışlardı.
- Paytak Aziz, bunların
reisi olmalıydı ki, durmadan odanın içinde dolaşıyor ve:
- -
Gelmeyen arkadaşım var mı?>> Diye parmak hesabı yapıyordu. Odaya
gelenler, ortaya önce bir selam çakıp sedirdeki hasırın üzerine
oturuyorlardı. Gelenler ellerinde üzerleri nakışlanmış kuru çitlenbik
değnekleri vardı. Ağızlarındaki sigaralar bittikçe, yenileri
ekleniyordu yerlerine. Heyecanları o kadar çok yüzlerinden okunuyordu
ki; ciğerlerine doldurdukları sigara dumanlarını, hiç dışarıya
vermiyorlardı. Bütün arzuları sularını kesen Tekinlerden uğradıkları
zarara karşı öçlerini almaktı. Almaktı ama ne zaman? Ne vakit? Bunu
hiç kimse bilmiyordu.
- Paytak Aziz odanın
etrafını bir kere daha kolaçan etti, sonra:
- - Arkadaşlarım! Gündüzden
verdiğiniz sözde durarak bu gecenin yarısında burada toplandınız, beni
çok ümitlendirdi. Sizlere burada köyümüzün selameti ve tüyü bitmeyen
yetimlerin hakkını almak için toplanmış bulunuyoruz. Başımızı
koyduğumuz bir dava var! Büyüklerimiz bir türlü halledemedi bu davayı.
Hükümet kılını bile kıpırdatmıyor, hâkimlerde davayı düşüreceklermiş.
- Parayı avukatlar peşin
almayınca bizim davaya bakmıyorlarmış. Biz ne yapalım? Bizim günahımız
ne? Keşifse yaptılar, zararsa gördüler. Hani ne çıktı? Hiç. Bekleye
bekleye gözümüz patladı. Harcadığımız paralar hep boşa gitti. Avukat
tutmasalar ne olur sanki? Evvelce bütün köy adına verilen dilekçe
yetiyordu da, şimdi neden yetmiyor? Hep para tuzağı! Bizi soymaktan
başka bir şey düşünmüyor bunlar! O halde ne yapmamız lazım? Oturup ta
elimizi kolumuzu bağlayıp, karı gibi ağlayalım mı yani? Allah bize
acısaydı yağmur verir, ekinlerimiz iyi olurdu. Demek ki, Allah'ında
bize garazı var. Biz harcadığımız bu paralarla uğradığımız zararları
onların yanına mı bırakacağız? Hepiniz inek misiniz siz? Soruyorum,
korkak mısınız? Ulan burası köy, burada kanun yoktur. Görünmeyen bir
Allah, bir de kuvvetli yumruk vardır ortada! Şayet korkak olup ölümden
kaçıyorsanız, karılarınızın donunu giyip, çarşaflarını da başınıza
örterek sokağa çıkmayın! Ödekler sizi!
- Kusura bakmayın acı
konuşuyorum. Şimdi burada alacağımız bir karar var. Kellemiz gitse
dahi geri dönmeyeceğiz bu karardan. Toplantımızı çok gizli yaptık.
Bundan sonraki toplantıları da bağlardaki bekçi kulübesinde yapacağız.
Aranızda birinin bir şey çıtlattığını duyarsam, kendini ölmüş bilsin.
Onun gibilerin içimizde yeri yok. Şimdi peki deyip de sabah cayacak
olan maymun iştahlılar varsa hemen evlerine gitmekte serbesttirler.
- Oda içindeki yirmi üç
delikanlı ellerindeki yazılı çitlenbik değneklerine dayanmış,
oturuyorlardı. Hiç birinin yüzünde korkak olmadığı okunuyordu.
Köylerinin menfaati için bu davayı halletmeye girişmişlerdi, bir kere
içlerindeki erkeklik alevleri yanıp tutuşturuyordu onları.
Sinirlerinden terliyorlardı bile.
- Ortada biraz sessizlik
devam etti. Oda tamamı ile sigara dumanına bürünmüştü. Suların
akmayışı; tarla, bağ, bahçe ve sebzelikteki zararları gözlerinin önüne
getirmeyi yarattı. Harmana geldikleri halde, içleri sevine sevine
çalışamamışlardı hiç. Tekinliler neden bu kötülüğü yapmışlardı
bunlara? Önceki kavgalarda da mı köyleri böyle zarara uğramıştı?
Hâkimler niçin davalarına bakmıyordu? Gelip de gözleriyle uğradıkları
zararları görmemişler miydi?
- İçlerindeki kini haklı
olarak besliyorlar, onlardan bu öçlerini ne pahasına olursa olsun,
almak istiyorlardı.
- Yumuk gözleriyle herkesi
inceden inceye süzen Paytak:
- - Arkadaşlar; acele
yapacağımız işler üzerinde hiçbir şey konuşmadan, burada bu gece
alacağımız kararlardan dönmek ve dışarıya hiçbir şey sezdirmemek için
yemin etmemiz lazımdır.
- Zaten evlerimizden yemin
etmek için getirdiğimiz, çitlenbik değneklerini de hazırlamış
bulunuyorsunuz. Dedelerimizin yaptığı usul gereğice, değnek
atlayacağız. Zannetmiyorum ki, değneği atlayan yiğit korkak olsun.
Onun için erkeklikte kahpelik olmasın, yemin edene, ben ne emredersem,
hiç çekinmeden onu yapacaktır. Bilmem anlatabildim mi? Arzu edene
tekrar söylüyorum ister bu yemine iştirak eder, isterse etmez. Yalnız,
etmemek isteyen üçü, dokuzu şart edip, buradan öyle çıkacaktır!
- Bu söz karşısında
delikanlıların suratlarındaki ekşilik büsbütün sinirle çevrildi. Barut
gibi bir kıvılcım bekliyordu ateş almağa. Dönmek isteyen olsa bile,
katılmışlardı bu toplantıya. <<Ölmek ver dönmek yok>> kabilinden
buraya kadar gelmişlerdi ne çare. Dönüşü olmayan bir yolculuğa
çıkıyorlardı bu gece. Yolculukları ister uçurum, ister bataklık olsun,
yürüyüp gideceklerdi biteviye.
- Petrol lambasının ışığı,
dumandan is yapmış havada yanan gece bekçisinin fenerine benziyordu.
Deposundaki petrol tükenmek üzere olduğundan, yeni badana edilmiş
duvarlara gölgeler çiziyordu. Odanın tavanı senelerce sigara
dumanlarını emmiş bulunduğundan, katran gibi göze çarpmaktaydı. Ters
tavan çok basıktı. Bu sebepten genç delikanlıların gözlerini yakmaya
başlamıştı dumanlar. Artık kimsenin sabrı kalmamıştı. Paytak Aziz'den
çekinmeseler,<<sen ne oluyorsun lan!>> diyeceklerdi.
- Paytak odayla öyle
delikanlılar toplamıştı ki, hep toy delikanlılardı bunlar. Kimisi
askerden yeni gelmiş, kimisi de askere gidecek ateşli, gözlerini
budaktan esirgemeyen gençlerdi. Paytak Aziz kurt olduğundan kimsenin
sabrını taşırmamak için söze başladı.
- - Kardeşleri! Ciğer
parelerim! Şimdi herkes getirdiği değneği namaz kılar gibi önüne
koysun. Sonra ben ne dersem, ne konuşursam, aynını tekrarlayacaksınız.
İçimizden gelen bir arzuyla da, benim atladığım gibi değneğinizi
atlayacaksınız! Dedi.
- Hep birden kabul dediler.
Daha evvelden değnek atlanmasının nasıl yapıldığını duyduklarından,
odada namaz kılar gibi saf oldular. Değneklerin yazılı taraflarını da
önlerine getirerek, reislerinin konuşmasını beklemeğe başladılar.
- Paytak Aziz en öne
durmuştu. Aziz'in arkasında beşer kişilik saflar halinde dört sıra
oldular. En arkaya Kambur, Gödek, Çapraz sıralandılar. Bunlar
öndekilerin yemin edip, değneklerini atlayıp atlamadıklarını tespit
edeceklerdi.
- Paytak cebinden çıkardığı
ve enam cüzüne benzeyen sarı bir kâğıdı lambanın isli ışığına tutarak
okumaya başladı.
- - Pir! Adıyla başlıyorum
yemine. Bütün gayem şahsi çıkarım için değil, yediden yetmişe, tüyü
bitmeyen sabi kardeşlerimizin hakkını almak için kendimi feda ettim bu
yola. Eğer bu yolda ölecek olursam, ruhumu yüce tanrı ve pirimiz
tarafından şehit mertebesine ulaşmasını dilerim. Takip ettim bu yoldan
hiçbir kimseye ağzımdan hiçbir şey kaçırmayacağım. Ölürsem dahi! Âmin,
âmin der önümdeki değnekten atlarım!
- Herkes paytak Aziz'in
atladığı gibi değneğini atlamıştı. Reis ve reis yardımcılarının
yüzleri gülüyor, planlarının açıklanmaması için de birbirlerine kaş,
göz işareti yapıyorlardı. Paytak Aziz kendisine general süsü vererek
cebinden ikinci bir kâğıt çıkardı:
- - Sevgili Arkadaşlarım!
Vazifemiz şu andan itibaren başlamış bulunuyoruz. Yalnız suyumuzu
arttırmak için tatbik edeceğimiz birkaç maddelik programdan sadece
birincisini bildireceğim. İkinci toplantımızı yaptığımızda, ikinci
planımızı söyleyeceğim. Dinleyin şimdi beni. Evet arkadaşlar. Bir
hafta içinde herkes kendine birer mavzer satın alacaktır. O mermiden
az olmamak şartıyla da cephane tedarik edeceksiniz. Bunun için size
bir hafta mühlet veriyorum. Evlerinizden çaldığınız, aşırdığınız,
sattığınız borçlandığınız paralar veya eşyaları bu mavzerlere
yatıracaksınız. Mavzerler muhakkak alınacak. Gece gece yakın köylere
gidip cephanenizi de satın alacaksınız. İtiraz yok. Silahsız erkek
yiğit olmaz. Yalnız şunu hatırlatayım. Aldığınız mavzerler çakaralmaz
cinsinden olmasın. Tekrar ediyorum, Perşembeye ortak bağlardaki
kulübede birleşeceğiz. Gelirken herkes mavzerini de getirecek. Sakın
almamazlık ve gelmemezlik etmeyin. Çünkü yemin ettiniz. Bunu
unutmayın. Bak az kalsın aklımdan çıktı gitti. Kulübeye tam gece
yarısı, kimseye gözükmeden geleceksiniz. Anlata bildim mi?
- Delikanlılar mırıltı
halinde
- - Peki!
Dediler reislerine. Reis gecenin geç olduğunu hatırlatarak hepsi teker
teker kucaklaşıp öpüştüler. İşlerinde başarılar dileyerek damların
koyu karanlıklarından tek tek evlerine yollandılar.
- Aliş Ağa Ankara’dan
dönmüştü. Köyde olan bitenleri bekçi ve üyelerden sorduğu zaman:
- -
Yaramaz bir şey yok! Demişlerdi ona. Bu habere az da olsa sevinmişti
Aliş Ağa. Bütün düşüncesi istifa edip ayrılmaktı muhtarlıktan. Ama
ayrılamıyordu nedense. Köyün en zengini sayıldığından, üç bin lirayı
da sinesine çekmişti. İleride ister versinler, ister vermesin, bu iş
için para toplamayacaktı artık. Öyleyse neden ayrılamıyordu
muhtarlıktan? Yoksa daha evvel zimmetine para mı geçirmişti? Hayır,
alacağında gayri, yıllık muhtar ücreti de duruyordu defterde. Korktuğu
bir şey vardı. O da muhtarlıktan ayrılsa bile, ileride olacak bir
vukuattan tıkacaklardı deliğe.
- İmkânı mı vardı.
Boğaçlılar, Tekinlilerden birini vurmuş olsa,
- -Aliş
Ağa vurdu! Diyeceklerdi. İşte bu sebepten bir türlü veremiyordu
istifasını.
- Bunlara rağmen bir çare
vardı. O da köyü terk edip şehre göçmekti. Maalesef bunu da çok
kıymetli arazileri yüzünden yapamıyordu.
- Mahkeme sükût etmiş, ancak
su davasının devamına karar verilmişti. Bunca harcanan paralar boşa
gitmişti artık.
- Köyde aklı ermeyen
ihtiyarlar durmadan sokranıyor, şimdiye kadar toplanan paraların Aliş
Ağa tarafından yenmiş olduğuna kanaat getiriyorlardı.
- Hele Kur Memiş’in
konuşmasını kinse çekemiyordu artık. Gittiği, oturduğu her yerde
- - Bin
liram da bin liram! Diyordu. Köyün aklı eren adamları, evlerden,
harmanlardan evlerine gidiyorlardı. Kimsenin birbirine itimadı
kalmamıştı.
- Harmanda ödemek üzere
aldıkları borç buğdaylarla, borç paraları bile ödeyemiyorlardı.
Köylerinin bir felaketin yolunda olduğunu sezenler de, işleri varmış
gibi, haftanın üç gününü şehirde geçiriyorlardı. Böylece, kendilerine
yapılacak bir iftiradan az da olsa korunmuş oluyorlardı.
- Tekinliler mahkemenin
sükut ettiğini öğrenince günlerce eğlence yapmışlar, ne olur ne olmaz
kabilinden de şehir yollarını başka köye aktarmışlardı.
- Tekinliler şehirdeki
akıllı adamlardan öğüt aldıklarından sularının bundan böyle tamamen
kendilerinin olacağını her yerde söylüyorlardı.
- Bu haberi duyan yeminci
delikanlılar ise, yakın köylere gidip, durmadan silah ve mermilerini
temin etmişlerdi.
- Yemin ettikleri gece,
ikinci toplantıları için Paytak Aziz ve arkadaşları tarafından, bağ
kulübesinde oynatılmak üzere bir de kız getirmişlerdi. Paytak Aziz bu
kızı kendine dost tutmuş, bin bir vaatlerle birçok şey adamıştı.
Yegâne arzusu, yeminli arkadaşlarını memnun edip, çizdiği planı satırı
satırına tatbik etmekti.
- Gündüzleri kulübeye küçük
bir masa kurulmuş, rakılarını ağızları da çoktan açılmıştı. Orta
bağların bekçisi Paytak Aziz ve yirmi üç arkadaşları için teklif
yoktu. Paytak Aziz kendince verdiği ani bir kararla ormanın içindeki
Tekinlilerin sürüsünden bir koyun çalmıştı. Gece de kulübeye getirerek
kesip arkadaşlarına meze hazırlamıştı. Kulübenin etrafı elma, armut ve
ayva ağaçları ile çevrili bulunduğundan, karanlıkta kulübede yanan
ışık dışarıdan pek belli olmuyordu. Buna rağmen kızı oynatırken
çıkacak sesin de dışarıya aksetmemesi için pencere ve giriş kapısı çul
parçaları ile iyice tutturulmuştu. Kulübenin ocağında kocaman bir
kazan vardı. İçinde çalınan koyun etleri kavurma yapılıyordu. İki tane
de çalgıcı getirmişlerdi. Paytak her şeyi düşünmüş olmalı ki, şehirden
getirttiği bu çalgıcıların gözleri görmüyordu. Öyle ya mavzerleri
görünce neler söylemezdi bunlar.
- Gece yarıya yaklaşırken
ama çalgıcılar kaçak rakıyla iyice sarhoş edilmişlerdi. Üç mavzerli
reis muavinleri, sıra ile nöbet tutuyor, bağlara gelecek herhangi bir
ayak sesini hemen kulübeye ulaştıracaktı.
- Bağlardaki bu kulübe, köye
yarım saat mesafede bulunduğundan, kimsenin haberi olmayacaktı bu
eğlenceden. Çünkü kız oynatmanın burada yapılmasına mana verecekti
görenler.
- Paytak kendince yaptığı
planları, çok samimi olduğu bu üç arkadaşına bile söylemiyordu. Gece
yarısına doğru yirmi yeminli delikanlı, yeni aldıkları silahlarıyla
dolmuştu kulübeye.
- İçeriye girenler heyecanla
sedirlere oturuyor, masanın başında Paytak'la içen, Sarıkız'a hayretle
bakıyorlardı. Sarıkız güzel miydi güzel. Küçücük gözleri, yay gibi
kaşları, benekli yanakları, hokkacık dudakları, incecik bacakları ile
kıvırcık sarı saçları herkesi bir anda kendine çekiveriyordu. Aksine
köye daha böyle güzel bir piliç getirmemişlerdi hiç. Ömürleri boyunca
ilk güzel kızı burada görüyorlardı.
- Paytak, mağrur mağrur
dostunun yanında oturuyor, arkadaşlarına doldurduğu rakıları ayaklı
kadehlerle Sarıkız'ın eliyle dağıtıyordu. Onun elinde kim içmezdi
rakı. İncecik parmaklarından uzatılan kadehler, bir anda içiliyor,
keyifler iyiden iyiye çakırlaşıyordu. Sarıkız giyinmiş olduğu japone
kollu entarisinin arkasındaki fermuarı Paytak'a çözdürüp bir anda
bembeyaz vücudu ile ortaya çıkıverdi. O kadar güzel bir vücudu vardı
ki, incecik bacakları, bir şişe gibi kalçalarına uzanıyor, incecik
beli de dolgun memelerine ulaşıyordu. Gerdanı bembeyazdı Sarıkızın.
- Bütün gözler Sarıkızın
vücudunda geziniyor, geziniyordu. Şişelerdeki rakılar hiç tesir
etmiyordu yeminlilere. Çalgıcılar bu manzarayı görmedikleri için,
yavaş yavaş çalıyorlardı çalgılarını. Paytak Aziz’in kadehini kaldırıp
da:
- - Şerefinize arkadaşlar! Yiyelim,
içelim, eğlenelim! Demesinden sonra, Sarıkız gösterdiği oyunla bütün
yemincileri mest etmişti. Göğüslerindeki yıldız sutyenle kalçasındaki
ipek kemer çözülüp atılmak isteniyordu artık.
- Kazanda pişen koyun eti
yavaş yavaş tükenmeye başlamıştı. Eğlence birkaç saat böylece devam
etti. Sabahın yaklaşması bir anda Paytak'ı kendine getirmişti.
- Mavzerleri alırken bile
dolaplar çevirerek temin etmişlerdi paraları.
- Kurtuluş çaresi yalnız ve
yalnız bu azılı çete reislerinin emirlerine riayet etmekten başka
kalmamıştı.
- Paytak Aziz sözlerine
devamla:
- - Arkadaşlar! Şimdi size
ikinci planımı açıklıyorum: Önümüzdeki Perşembe gecesi aynı saatte
baltalarla silahlarımızı alıp ormanda buluşacağız. Eşeklerinizi de
getirseniz çok iyi olur. Tekinlerin ormanında o gece odun keseceğiz.
Hepsi bu kadar arkadaşlar. Tekrar söylüyorum. Gelecek Perşembe gece
yarısında, bizim ormanın altındaki Uzun Pınar da birleşeceğiz.
Korkmayın benim planım iyi netice verir. Tekinliler pazardan köylerine
dönünce yorgunluktan ağızları açılacak. Biz de kısa zamanda
ormanlarını talan edeceğiz. Hem biliyorsunuz silahlı gideceğiz ormana.
Marşımıza kimse çıkamaz bizim! Dedi.
- Kambur Sinan la Gödek
Akif:
- - Pek tabii kimse çıkamaz!
Dediler. Sarhoşluğun verdiği cesaretle de yeminliler konuşmağa
başladı.
- - Çıkamaz!
- - Analarını belleriz!
- - Onlarda ne yürek var ki,
gece ormana gelsinler!
- - Gelirlerse görürler
günlerini! Diyorlardı.
- Paytak Aziz son sözünü:
- - Sarıkızdan korkmayın! O
benim dostum oldu artık. Canınız istediği zaman getirip bu kulübede
oynatacağım! Diyerek bitirdi.
- Yeminciler ceketlerinin
cebinden Çıkarttıkları bezden tüfek kılıflarını mavzerlerinin üzerine
giydirerek, kimsenin tüfek olduğunu anlamaması için harmanlarına
saklamak düşüncesi ile kulübeden ayrıldılar.
- Paytak Aziz’in planı harfi
harfine tatbik ediliyordu. ikinci toplantılarında aldıkları karar
gereğince gündüzden biledikleri baltaları alarak önlerine kattıkları
merkeplerle tutmuşlardı dağın yolunu. Orman köye bir saat
uzaklıktaydı. Her yeminci ayrı yollardan Uzun Pınar’ın başına gelip
merkebini ormanın içine bağlayarak, suyun kenarındaki çayırlığa yattı.
Gece tam yarıyı bulmuştu.
- Paytak herkesten önce
geldiğinden, yemincilerin tamamlanmasını bekledi. Yirmi dört merkeple
dalmışlardı Tekin ormanına. Tekin’in evleri yarım saat doğusundaki
dere içinde, karanlıkta ala bele görünüyordu. Baltalarının çok keskin
olmasından yarım saatte etmişlerdi odunlarını. O güzelim filiz gibi
meşeler bir anda yerlere serilmişti. Önce meşelerin yan taraflarındaki
dallar, sonra tepeler, en sonunda da bir düdük damağı mahvetmişti
ormanı. Tekinlerin pazar yorgunluğundan dolayı kan uykularını
bölmeyerek uyanmamışlardı. Balta seslerinin kesilmesiyle yüklenmişti
odunlar. Merkepler zor taşıyorlardı. Ala ala meşeleri üst üste
yüklendiğinden yolun iniş aşağı olması sayesinde bir saatlik yol yarım
saatte ulaşılmıştı harmanlarına. Teker teker yükler yıkılmış, odunlar
samanlar altına gömülmüştü. Çoktan yeminciler bu üçüncü planı da tam
yerinde tatbik etmişlerdi.
- Paytak terleyen yüzünü
silerek:
- - Dördüncü toplantının,
yine bir hafta sonra kulübede gece yarısı olacak! Diyerek samimi bir
hava içinde ayrılmıştı arkadaşlarından. Yavaş yavaş yumurta çalar gibi
hırsızlığa alışan yeminliler, dördüncü toplantılarını yapmak üzere
gece yarısı gelmişti kulübeye.
- Paytak arkadaşlarını
altışar kişilik gruplar yapıp Tekinlilerin bağlarına doğru hareket
ettirdi.
- İki silahlı Tekin
bağlarının arasındaki tepeleri tutmuştu.
- Herhangi bir tehlikede
vereceklerdi işaretlerini.
- Gökyüzü ara ara
bulutluydu. Bağlar içinde öten böcekler harman mevsiminin geldiğini
duyuruyordu etrafa. Kuru çayırların üzerindeki ateş böcekleri de
yeminlilere ışık tutuyordu. Çalıların koyu karanlıklarına saklana
saklana önceden tarif edilen bağlara daldılar. Bu bağlar meyve yüklü
ağaçlarla doluydu. Tekin'den çıkan bir değirmenlik su ile bu bağlar
bolca sulanmış olduğundan bütün meyveler hem dolgun, hem olgundu.
- Elmalar, armutlar, şeker
torbalarıyla yakın bağlara aktarıldı. Sonra da portakal sepetleriyle
toplanılan üzümler, yine yeminlilerin bağlarındaki üzüm sepetlerine
boşaltıldı.
- Ertesi gün kendi
bağlarından toplanmış gibi şehre götürülerek ucuz pahalı satıldı
pazarda. Alınan paralar, çete muavinlerine teslim edilmiş olduğundan
reise verilmek üzere hesap defterine kaydedildi.
- Üçüncü baskının ne zaman
yapılacağını bildirmeyen Paytak; yardımcılarına şunları söyledi:
- - Hey aziz dostlarım! Bu
gençleri fazla sıkıştırmaya gelmez. Başımıza bela olurlar sonra. Onun
için, üçüncü darbeyi biz vuralım. Tahmin ediyorum, bu sefer suyumuzu
akıtırlar gibi geliyor bana!
- Çapraz, Gödek, Kambur
bütün dikkatleriyle Paytak'ın gözünün içine baktılar. Bir an korkar
gibi oldular. Sonra da:
- - Hazırız reis! Dediler.
- Paytak kirli dişlerini
göstererek kıs kıs güldü. Birden suratı ciddileşerek:
- - Ahbaplar! Beni tanıdınız
sanıyorum. Benim yaptığım planlar hep kafamda durur. Onun için tatbik
edeceğim bir planı bir ben, bir de Allah bilir. Ondan sonra da, siz
bilirsiniz. Şimdi kulübeye gidelim de sabaha kadar rahat uyuyalım,
sabahleyin şafakta birlikte kalkacağız!
- Çapraz’la, Kambur
birbirlerine bakıştılar:
- - Ulan reis, senin ne mal
olduğunu anlayamadık! Dediler. Paytak’ta:
- - Anlayamazsınız, askerde
onbaşım da benim ne mal olduğumu anlayamadı! Dedi. Neşeli kahkahalar
atarak epeyce gülüştüler. Kulübenin kapısını arkasından sürgüleyip
uykuya daldılar. Yaz gecesinde uykular tatlı oluyordu. Yıldızların
ışığı altında yeryüzü sapsarıydı. Ara sıra baykuşların sesi kuru ağaç
dallarından geliyordu. Gündüzün sıcak toprak ve taşları iyice ısıtmış
olduğundan, gece yarısına doğru çıkan poyraz, insanın yüzünü alev,
alev yakıyordu. Poyrazın kesildiği zamanlarda, sesi bu mevsimde nadir
duyulan birçok küçük kuşlar, yabani sesler çıkarıyorlardı. Zühre
yıldız, yavaş yavaş sabahın yaklaştığını işaret ediyordu.
- Paytak kulübenin damına
çıkarak, Tekin’in tarlalarına doğru uzun uzun baktı. Uzaklardan bir
kağnı gıcırtısının geldiğini duydu. Hemen arkadaşlarının yanına
inerek, ocak başında hazırladıkları idare isini boya yaptı. Sonra
Çapraz’ı, Kambur’u, Gödelek’i alelacele uyandırıp yüzlerini bu isle
boyadı. Elbiselerini de giydirmeyip don gömlek kulübeden dışarı
çıkardı.
- Boğaç’ta erkekler hep uzun
donla, pijama gibi uzun kollu kaputtan yapılmış gömlek giyerlerdi.
Bunların üzerindeki don ve gömlekler, karanlıkta mezardan çıkmış
hortlakların elbiselerine benziyordu. Hele tüfeklerini sırtlarına
takıp da, siyah örtüleri ağızlarına bağlayınca, tam hortlak olmuşlardı
bunlar. Paytak öne düşmesiyle, üç yardımcısı onu takibe koyuldu.
Bağların koyu çalılıklarından saklana saklana Tekin’lilerin ilk
tarlasına geldiler.
- Hemen tarlada da, Tekinli delikanlı
kağnısıyla sap yüklemeğe gelmişti. Sabahın şafak vaktinde, tarlasında
kalan son yığınını kağnısına yüklüyordu. Tarla biraz çukurca
olduğundan, kağnısını yığının arkasına bıraktı. Sonra köyünden buraya
kadar gelirken içinde sakladığı sidiği, Boğaç bağlarına doğru dönüp
boşaltmak istedi. Tam uçkurunu çözerken, bağların içinden dört
hortlak üzerine atıldı delikanlının. Zavallı Tekinli genç bir
delikanlı olduğundan, şuurundaki korku gözlerinden yıldırım çarpması
yaptı.
- Hiç beklenmedik böyle bir
hareket karşısında delikanlının dili tutularak, olduğu yere yığıla
kaldı.
- Üzerine atlayan
hortlaklar, Tekinlinin ellerini, ayaklarını kalın sicimlerle
bağladılar. Sonrada kaput bezi ile ağzıyla gözünü sıkıca bağlayıp
Kamburun sırtına yüklediler. Kambur Tekinliyi kendi bağının içine eli
kolu bağlı olarak bıraktı. Bıraktığı yer bağ teveklerinin en yeşil, en
sık olan yer idi. Etrafı yüksek çalıların örtünmesiyle bir duvar
teşkil ediyordu. Kambur yolda gelirken sırtını elledi. Gömleği
ıslaktı. Tekinli delikanlı korkusundan küçük abdestini Kamburun
sırtına bırakmıştı. Kambur ne güleceğini, ne ağlayacağını, ne de
korkacağını bildi.
- Şafak iyici belli
olduğundan, Boğaç bağları arasına kendini atmıştı. Artık Tekinliler
görse bile tanıyamazdı Kamburu. Kulübenin yakın bir yerinde Tekinlinin
kağnısını gördü. Kendi kendine:
- - Allah! Kağnını da ne
işi var burada! Dedi. Sonra öküzlerin de getirilmiş olduğunu gördü.
- - Korkunç şey! Dedi. O
sırada kulübenin arkasındaki koyu çalılıkta öküzler duruyordu. Paytak:
- - Tamam mı Sinan? Sinan
da:
- - Tamam Reis! Paytak:
- - Çabuk olun, elimizi
çabuk tutalım da şu öküzleri kesiverelim, nerede ise ezan yaklaşıyor!
Dedi. Kambur hiç konuşmadı. Çaprazla Gödek içeriden sicim getirdiler.
Öküzler küçük boyda, dolgun etli, yeni koşulmuş tosunlardı.
- Dört kişi yardımıyla bu
iki tosunda kolayca kesilmişti, artık korkacakları kalmamıştı. İkisi
tosunları yüzerken, biri nöbet bekliyor, biri de kağnıyı söküp hiç
kimsenin ayak basmadığı sık çalılığın ortasındaki böğürtlenliğe
saklıyordu. Eğer kağnıyı tarlada bıraksalar, işleri ters gidecekti
belki.
- Öğleye kadar tosunlar
yüzülmüş, yirmi dört parçaya ayrılmıştı. Tosunların karnından
çıkartılan işkembe ve bağırsaklar olduğu gibi yine sık çalılığın
ortasında kazılan derin bir kuyuya gömülmüştü. Tosunların etleri ise
yatak çarşafları içinde kulübeye yakın bir böğürtlen dikeninin altına
saklandı. Üzerleri yolunan otlarla örtüldü. Artık görülmesine imkân
yoktu. Tosunlar kesilirken toprağa akan kanların üzeri, iyice bezenmiş
olduğundan kan eseri kalmamıştı ortalarda. Şüphe olmasın diye de, uzak
bağlardan yolunan sarı otlarla örtülmüştü üzerleri.
- Paytak muavinlerini yanına
topladı. Hepsinin benzi sapsarıydı o vakit. İşledikleri bir suçun
altında kıvrım kıvrım kıvranıyorlardı. Yalnız Paytak korkmuş gibi
görünmemek için kulübede önceden artırdığı kaçak rakıyı su içer gibi
kafasına dikiyordu.
- - Arkadaşlar! Dedi.
- - Ben şimdi buraya bir
kağıt yazarım. Akrabam buralarını pırıl pırıl süpürür. Siz de harmana
inip yeminlilere haber verirsiniz. Gece şu etleri paylaşırız. Sakın et
kestiğimizi söylemeyin. Bu gece ne yapıp yapıp pisliğimizi
temizleyelim. Anladınız değil mi?
- -
Anladık reis! Dediler. Paytak:
- -
Ahbaplar, bağladığımız delikanlı, bu gece orada yatar, anası da akşam
olmayınca oğlunu aramaz. Komşuları ise, şehre gittiğini zanneder. Onun
için bu gece bu işi bitirmeliyiz. Bilmem anlatabiliyor muyum?
- -
Anladık reis, sen hiç üzülme. Bu gece hepimiz burada oluruz! Dediler.
Dağıldıkları zaman öğle olmuştu. Ayrı ayrı yollardan, önce
harmanlarına, oradan da evlerine gittiler. Akşamın karanlığında
yeminli delikanlılar gece kulübede toplanılacağını, muavinler
tarafından gizli gizli bildirildi.
- Paytak
Aziz tosunların ciğerlerini kulübede kavururken, üç yardımcısı da
yemincileri toplamıştı köyden. Bu acele toplanışta bir it yeniği
olduğunu sezen yeminiler, ürkek ürkek kulübeye geldiler. Kulübenin
kapısı açılınca et kokusu mis gibi etrafa yayıldı. Et yüzüne hasret
kalan yeminciler bu durum karşısında az da olsa içlerinden sevinmeye
başlamışlardı.
- Ocağın
yan köşesine yaslanan paytak, herkesi ayrı ayrı süzüyordu. İçinde bir
korku vardı. Ama bu korkunun neden ileri geldiğini kendiside
kestiremiyordu bir türlü. Hiçbir zaman korkmazken, yüreği gürp gürp
atmaya başlamıştı. Ocağın alev alev ışıttığı ışık çizgilerinde
yemincilerin tamam olduğu görüldü
- Paytak Sarıkız'ı kucağına çekerken,
kulağına bir şeyler fısıldadı. Sarıkız gülen gözleriyle Paytağın
elinden aldığı kadehi yudumlarken, boğazından inen rakılar da görünür
gibi oluyordu.
-
Paytağın emri üzerine çalgıcılarla Sarıkız'ı arkasına takan Çapraz,
köylerinin yakınlarında bulunan Saza köyündeki bir dostunun evine
götürdü. Şimdi Paytak, planının ikinci maddesini söyleyecekti. Ağzını
Sarhoşluğunun verdiği ağırlıkla, sağa sola oynatıp:
- - Arkadaşlar! Dedi.
- - Sizlerin bana karşı olan
itimadınız, beni çok pek çok sevindirmiştir. Hepinizin huzurunda
tekrar yemin ediyorum. Hiç birinize zarar getirmeyeceğim tek arzum,
sizlerin sayesinde şu suyumuzu akıtmaktır. Evet! Akıtmaktır
arkadaşlar. Askerde onbaşım, yamansın Paytak derdi bana. Benim bunları
söylemem yersizdir, yalnız şunu size arz etmek istiyorum: Planlı bir
iş daime kar getirmiştir. Daha elimde neler var bilseniz? İnşallah
bunları sıra ile yaptığımız zaman, Tekinliler nasıl yola gelecektir.
Göreceksiniz, şırıl şırıl suyumuzu nasıl akıtacaklar. Yalnız sabretmek
lazım! Sabretmek. Anladınız mı? Bu gün yediğimiz tosun Tekinliler bize
hediye göndermişler. Bizde onların canı için afiyetle yiyiverdik.
Sahibi arasın dursun bakalım, bulabilecekler mi?
- Bu haberi duyan
yeminlilerden birkaçının yüreği çoktan sarsılmıştı. Hayatlarında ilk
defa yiyorlardı haramı. Ama girmişlerdi bu işe. Ne yapsalar
düşmüşlerdi bataklığa.
- Karşısındaki yeminciler,
Paytağın konuşmasını dinliyorlardı. Paytak yüzünü hafif gülümseterek!
- - Dostlarım! Sizleri
buraya toplamam, hem bir ziyafet çekmek, hem de sattığımız üzüm ve
elmaların paralarını bölüştürmek oldu. Benim çok dikkat ettiğim,
kimseye hak geçmemesidir. Şimdi size Zühtü paranızı dağıtsın. Biraz
sonra da karınlarınızı doyurup işlerimize bakalım! Dedi.
- Zühtü ayağa kalkmıştı.
Cüzdanından çıkardığı onlukları sıradan hepsine dağıttı. Gülüyordu
içinden <Biraz sonra kavurmalık et dağıtacağım > diyecekti. Yutkundu,
reisinin söylemesini düşünerek vaz geçti konuşmaktan.
-
- Paytak, gözlerini kor
olmuş ateşin içinde dikmişti. Derin derin düşüncelere dalmıştı. <Şimdi
eti dağıtsam evlerinde kavuracaklar, kavrulan etleri babaları görünce
ne diyecekler? Burada kavursam, soranlara ne cevap vereceğim.> diye
içinden birçok planlar kurdu.
- Aniden kafasından bir şey
geçirdi. Söylemek istedi, vazgeçti. Sonra gözlerini muavinlerinin
gözlerini muavinlerinin gözlerinde gezdirerek:
- - Hadi yahu acıktık
vallahi. Şu doymaz karnımızı doyuralım da, konuşacaklarımızı
konuşalım! Dedi.
- Ocakta ciğer ve tosunların
yerlerinden alınan parçalar iyice kızarmıştı.
- Büyük bir tepsiye
boşaltıldı. Kokusu büsbütün yayılmıştı kulübenin içine, bağların en
iyi üzümleri de toplanmıştı gündüzden.
- Yufka ekmek arasına
doldurulan ciğerler, üzümlerin katığıyla bir yutkunmaya iniyordu
midelere.
- Kirli kafasını şapkasının
altından kaşıyan Paytak, ilk anda Sarıkız'ını aklına getirdi. Ne yapıp
yapıp Sarıkız'a bir et makinesi buldurur, etleri kolayca çekerim.
Dedi. Kendi kendine. Tosunların etini yemincilere dağıtmaktan vaz
geçmişti bir anda.
- - Gece
iki eşekle üzüm götürür gibi uzaklaşırım! Dedi şehre.
- Kazandaki ciğerli kıyma
kaybolmuştu sofrada. Ortada üzüm çöpleri ile artan yufka ekmeklerinden
başka hiçbir şey yoktu.
- - Arkadaşlar! Ettiğimiz
yemin gereğince, hiçbir yerde foyamız meydana çıkmadı. Size bu
bakımdan ne kadar teşekkür etsem azdır. İşin sonuna geldik. İsterseniz
on beş gün birbirimizle buluşmayalım. Hem, benim de şehirde işim var
zaten. Tam on beş gün sonra, bu saatte burada toplanacağız. Bu sefer
silahlarınızı iyi silin, mermilerinizi de çoğaltın. Ölmezsem on beş
gün sonra, son darbeyi vurup, yeminlerimizi bozacağız. Evvelce dediğim
gibi, tam gece yarısı noksansız olarak sizi burada bekliyorum!
Anladınız mı? Hep bir ağızdan
-
-Anladık! Dediler.
- Paytak tek tek herkesin
gözüne bakarak, korkup korkmadıklarını kontrol etti. Bıyığı terlemiş
yeni delikanlılar da biraz heyecan görülüyordu:
- - Bu
heyecan elde olmayan bir hadise yaratır. Toplantının bittiği ve evlere
gidip rahat edin! Dedi.
- Ayakları bir türlü
reislerinden ayrılmak istemeyen muavinler, arkalarına baka baka
arkadaşlarını yolcu ettiler. Merak ettikleri tek şey, gündüzden
kestikleri tosunların etlerini reislerinin ne yapacağıydı. Sabrı
tükenen Çapraz:
- - Yahu sen deli misin,
niçin etleri dağıtmadın? Dedi.
- Paytak: Öyle bir kahkaha
attı ki, birden bire delirmiş gibi yaptı. Reislerinin böyle
değişmesine şaşıran muavinler.
- - Evet! Ben yamanımdır. Bu
cesareti askerde onbaşımdan almıştım.” Bana “ Sen hem dinliyor, hem de
içinden planlar kuruyorsun Paytak! Derdi. Ben de bu planı aniden
düşündüm. Bakın planım hoşunuza gidecek mi?
-
Tosunların etlerini bu gece iki eşekle üzüm götürüyormuş gibi, dostum
Sarıkız'ın evine götüreceğim. Orada kıyma edip tenekelere
dolduracağım. Böylelikle hiç kimse görmeden dağıtılması da kolay
olacak! Dedi.
- Muavinlerinin hoşuna
gitmişti bu buluş. Kolay mıydı? Ağustosun sıcağında bağ kulübesinde et
kızartmak? Hele ortada cinayet sayılacak bir de domuz-topu edilmiş
Tekinli vardı ki, mutlak surette bu gece kesilen tosunların etleri yok
edilmeliydi. Çapraz:
- - Ulan reis, senden
korkulur vallahi! Dedi. Arkasında Kambur:
- - Doğrusunu söyleyeyim mi?
Ben bu işte sana kızmaya başlamıştım! Dedi. Gödek de:
- -Ne hınzırdır bizim reis,
hiç açık kapı bırakır mı?
- Diyerek sırıtmaya başladı.
Gödek Akif'in harmanını yakındı. Hemencecik dört üzüm sepetini kendi
merkebine yükleyip, kulübeye yetiştirdi.
- Kambur da, Paytağın
merkebini bekçi olan akrabasının evinden getirdi.
- Alel acele tosunların
etlerini balta ile büyük üzüm sepetlerine olacak şekilde parçaladı.
Sonra, çarşaflarla çıkın yapıp etlerin dışarıdan görünmemesi için
sepetlere yerleştirdi. Üzerlerine de biraz üzüm ve bağ yaprağı koyup
şehrin yolunu tuttular.
- Uzun bir yolculuktan sonra
sabah ezanına yakın, kimseler uyanmadan, Sarıkızın evine varmıştı
Gödek'le Paytak.
- Sarıkızın evi Tepecik
mahallesinde olduğundan, hayvanların avluya alınmasıyla, dış kapının
kapanması bir oldu. O gece domuz topu yapılan delikanlıyı arayan ve
mutlaka Boğaçlılar tarafından öldürüldüğü kanaatine varan Tekinliler,
savcılığa ihbarda bulunmuşlardı. Jandarma başgediklisi altı jandarma
alarak Boğaç köyüne gelmiş, bütün tarla ve bağları aramıştı. Bir türlü
delikanlının ne ölüsü, ne de dirisi bulunuyordu.
- Yeminli delikanlılar bu
işte bir kurt yeniği olduğuna hükmettiklerinden gözden kaybolmuşlardı.
Çalıştıkları, gittikleri her yerde kulak kabartıp, onları öğrenmek
istiyorlardı.
- Muhtar Aliş Ağa
jandarmaların bağları aramalarına bir mana vermiyorsa da, yakasını da
başgediklinin elinden kurtaramıyordu. Verilen ihbarda:
- -
Tekinli bir delikanlının Boğaç bağları kıyısındaki tarlasında sap
yüklerken, tosunlarıyla birlikte kaybolduğu. idia ediliyordu.
- İki gündür Tekinliyi
aramalarına rağmen, hiçbir yerden haber çıkmamıştı. Bu sebeplerden
dolayı, Tekinlinin öldürülerek bağlar arasına saklandığı akla
geliyordu.
- Boğaçlıların bağlarında
Tekinliyi bulamadıklarından, şimdi de Tekin köyünün bağları aramaya
başlamışlardı. Ne çare ki; burada da bulunamamıştı delikanlı. Ümitler
kesilmek üzereydi. Tekin köylünün uzun bıyıklı muhtarı, Aliş Ağaya dik
dik baktı. İçinden<Sen öldürttün bu oğlanı> demek istedi.
- Aliş Ağa ise, sinirinden
Tekin muhtarının yüzüne bakmıyor, durmadan sigarasını içiyordu.
Delikanlı ölü bulunsa bari, öldüren cezasını çekecekti. Ama ortada
hiçbir vesika yoktu.
- Başgedikli derin
düşüncelere daldı. Bir an, jandarmaları bağlar arasındaki tepelerden
bağırtmak geldi aklına. Bunu da deneyip, şehre geri dönmekten başka
çare kalmamıştı. Tosunların da ortada görünmemesi, şüpheyi ortaya
koymuştu. Hatta şehrin bütün kasaplarına kaybolan tosunların eşkâlinin
bildirilmiş olmasına rağmen, hâlâ bir haber çıkmamıştı.
- Başgedikli, kendi kendine
<tosunlar başka pazarlara götürülüp satılabilir> dedi. <eğer tosunları
sattıysalar, cinayete kurban giden delikanlıyı da bulamamamız çok
zor!> diye düşündü. Elindeki kırbacı yanında duran ceviz ağacının
gövdesine tık, tık vurdu. Birden bire karar değiştirip, Tekinle Boğaç
arasındaki altı tepeye jandarmaları gönderdi. Giderlerken de tepeye
çıktığınızda;
- - Ali!
Diye üç defa bağırın! Dedi. Jandarmalar:
- - Baş
üstüne kumandanım! Deyip, hızlı hızlı işaret edilen tepelere doğru
yürümeye başladılar. Aradan beş dakika geçmemişti. Jandarmaların:
- - Ali!
Diye bağırmaları her iki köyün bağlarında yankılar yaptı. Bu
bağırmalar sonunda, Tekin bağları içinden, Ali’nin boğuk boğuk
iniltileri duyuldu.
- Ali, bu seslerin kendisi
için söylendiğini anladığından, canını kurtarmak için avazı çıktığı
kadar bağırmak istemişti. Ne yazık ki; ağzı iyice bağlı olduğundan
kendisine bağıranlara bu kadar karşılık vermişti. Çıkardığı uğultuyu
tesadüfen yakınlardaki bir jandarma duymuş olduğundan, son kuvvetiyle:
- - Ali!
Ali! Neredesin? diye bağırarak, uğultunun geldiği yere doğru
koşuyordu. Bu jandarmanın koştuğunu gören diğer jandarmalar da o tara
doğru koşmaya başladılar. Bir anda herkesi bir heyecan sarmıştı. Ali
ölmüş olsaydı ses vermeyecekti. Demek ki; ölmemişti veya ağır
yaralıydı. Başgedikli ile iki muhtar da jandarmaların koştuğu tarafa
doğru koşmaya başladılar.
- Aliş Ağa, Ali'nin sağ
olduğuna çok sevindi. Çünkü uğultuyu kendisi de duymuştu. Uğultuyu
işiten jandarma Ali'nin bulunduğu yere varmıştı. Diğer arkadaşlarını
yaklaştırmayarak sevinç içinde komutanını beklemeğe koyuldu.
Başgedikli ile iki muhtar çar çabuk yetişmişti jandarmaların yanına.
Koşmanın verdiği nefes darlığı içinde <Nerede Ali?> demek istiyorlardı
içlerinden. Fakat jandarmanın:
- - Ölü
değil komutanım yaralı! Demesi yine korkutmuştu muhtarı.
- Ali kenarları çalılıklarla
örtülü, ortası sık üzüm tevekleri arasındaki kendi bağının
karaçalılıkları içinde elleri bağlı, arkası dönük duruyordu. Çalılar
sık olduğundan Ali sürüne sürüne bu dikenli karaçalıların içine ölüm
korkusundan sokulmuştu. Sokulmuştu ama, geçtiği yerlerdeki çalılar da
kana boyamıştı Ali'yi.
- Bu manzara karşısında
Tekin Muhtarı nasıl bağın içine atıldıysa, elleri yüzleri kan içinde
kalmış Ali'yi çalının içinden çekip çıkarmıştı. Ali'nin gözlerindeki
sargı çözülmüş olduğundan bıraktığı ilk teveğin dibinde duruyordu.
- Ali ile Tekin muhtarı
kuzu, koyun gibi yalıyorlardı birbirlerini. Bir insan ne kadar kötü
düşmanı olsa dahi, yine acıyordu içinden. Ali'nin benzi sap sarıydı.
Korkusundan bütün vücudu tir tir titriyordu. Yüzlerini çalılar
çizdiğinden, çıkan kanlar elbisesine akmıştı.
- Başgedikli yumuşak bir
çayırlığa Ali'yi yatırarak aklının başına gelmesini bekledi. Ali
başında duranlara aptal aptal bakıyordu. Açlık ve korkudan konuşacak
mecali kalmamıştı.
- Başgedikli, Ali'nin
bunların yanında başına gelen hadiseyi anlatmaktan çekineceğini
düşünerek, jandarmalarla muhtarları sesin işitilmeyeceği bir yere
gönderdi. Ali ile başgedikli baş başa kalmışlardı.
- -Ali! Dedi. Söyle bana ne
yaptılar? Bana hiç çekinmeden başına gelenleri bir bir anlat. Sakın
korkup da yalan söyleme. Ben söylediklerini kimseye duyurmam!
- Ali, ürkek bir tavırla
gözlerini gediklinin gözlerinde gezdirdi. Üç gündür aç olduğundan
konuşacak hali kalmamıştı. Bakıldığı zaman yüzünde dayak yemiş de
konuşamıyor gibi bir hali vardı. Korkar gibi bir ses çıkartarak:
- - Baş Efendi! Tosunlarımı
kağnıya koşup tarlama sap yüklemeğe gelmiştim. Bu gelişim son
olacaktı. Çünkü diğer yığınları harmana taşımıştım. O gün evden
çıkarken, ihtiyar anam <Oğlum böyle erken erken oraya gitme.
Boğaçlılardan bininin hışmına uğrarsın!> Demişti. Ben de, yüreğim
ağzımda olarak, içim sızlaya sızlaya yığınların yayına geldim. Şafak
yeri söküyordu. Herkesin kan uykusunda yükleri yığınlarımı demiştim.
Aksine, küçük abdestim de gelmişti. Biraz ferahlamak için tarlaların
bağlardan tarafındaki yönüne dönüp işiyordum. Birden karşıma yüzleri
Arap gibi dört kişi çıktı. Çok, pek çok korktum. Ondan sonrasını
bilmiyorum. Neden sonra birinin sırtına yüklendiğimi duyar gibi oldum.
Bir de buraya attıklarını hissettim!
- Başgedikli heyecanla:
- - Devam et. Sonra ne oldu?
Dedi. Ali ellerini gözlerini ovuşturarak, etrafa bakmağa başladı.
Kalkacak oldu. Kalkamadı, ayakları ve kaput bezi ile bağlanmış
olduğundan, yerleri hâlâ acıyordu. Parmakları ve elleri sıkıca
gerildi. Sonra da:
- - Beni
öldürecekler sanmıştım efendim. Aklıma kötü şeyler getirdim. Karşıma
çıkanların kimler olduğunu tanımak şöyle dursun, mezardan çıkmış
hortlaklara benzettim onları. Dördününde elbisesi beyaz, yüzleri Arap
gibiydi. Bağa attıkları zaman hiç acı duymadım. Ha şimdi öldürecekler,
ha şimdi öldürecekler diye tir tir titredim. Gelen giden olmayınca,
kafamı yere süre süre gözümdeki sargıyı sıyırdım. Gözümü çok zaman
açamadım. Sargı o kadar çok sıkmışlardı ki; gözlerim bir zaman kapalı
kaldı. Sonra nasılsa kendiliğinden açımdı.
- Yattığım yerden doğrulmak
istedim, imkânı yoktu doğrulmamın. Etrafım yeşil bağ tevekleri ile
örtülüydü. Ancak gökyüzünü görebiliyordum buradan. Derken sürünmek
geldi aklıma. Sürünürken, bağın bizim bağ olduğunu gördüm. Anladım ki
gece olunca beni bağımda öldürüp kim vurdu ya koyacaklarını. Korkum
büsbütün arttı. Beni bulamasınlar diye duvar dibindeki karaçalılığın
içine girdim. Elimi ayağımı, yüzümü gördüğümüz gibi çalılar yırttı.
Fakat ölüm korkusu bana her acıyı unutturdu.
- Üç gündür sakladığım bu
yerde ecel teri döktüm. Geceleri gözümü kırpmadan korkular içinde
geçirdim. Tek teselli olduğum beni bulamayacakları idi. Eğer
bağırmasaydınız, geç de olsa gelip öldüreceklerdi beni! Dedi.
- Başgedikli Ali'nin
anlattıklarını hayretle dinledi. Zaptını tutup, evrakı savcılığa
gönderebilmesi için muhtarlarla, jandarmaları yanına çağırdı. Oracıkta
olanları, yeni baştan Ali'ye bir daha anlattırdı. Tutanağını iki
muhtara da imzalattıktan sonra, Tekin Muhtarını köyüne gönderip, Aliş
Ağayı da Boğaç'a doğru yolcu etti.
- Suratı çok korkunçtu
gediklinin. Vukuatın Boğaçlılar tarafından yapıldığına hiç şüphe
etmiyordu.
- Ali'yi yanına alıp olayın
işlendiği tarlasına geldi. Bir de orada keşif yaptıktan sonra jeepe
Ali'yi de alıp sorgu hâkimliğinde ifade verdirmek üzere Çorum'a
getirdi.
- Aliş Ağa günlerce bağlarda
gördüğü bu manzarayı köylülere anlattı.
- - Böyle
hareketi canavar insanlar yapar. Tosunlar mutlaka yakın köylerde
saklıdır. Nasıl olsa bir gün ortaya çıkar. Tosunlara yataklık edenleri
hiç acımadan adalete teslim edeceğim! Ulan nasıl köymüş bu köy?
İnsanın başını belaya sokacaklar, zararı alamadıysanız benim ne
günahım var? Parayı vermeyen sizlersiniz. Elbet bir gün hükümet bunun
çaresine bakacak. Yoksa koca köyü aç bırakacak değil ya! Diye durmadan
ağzına gelenleri ortalığa savuruyordu.
- Bu sözleri işiten
yeminciler ise birbirlerinin yanlarına gelmiyorlar, ufacık bir ipucu
vermemek için ağızlarından bir şey kaçırmamaya çok dikkat ediyorlardı.
- Başgedikli her gün jeeple
Boğaç'a geliyor, şüphelendiği şahısları nezarete götürüp, gece de
dayaktan geçiriyordu. Bunlara rağmen bulunamamıştı bir ipucu. Bütün
civardaki köylerin muhtarlarına emir yazdırmış, eşkâlleri verilen
tosunlar ise her yerde aranıyordu. Yer yarılıp girmişti tosunlar.
Bulma ümitleri kesilince aramaktan vazgeçmişti jandarmalar.
- Paytak Aziz, Sarıkızın
evine yerleşmiş, buldurduğu küçük et makinesinde iki tosunun etini
durmadan çekiyordu.
- Güzel vücutlu Sarıkız
dostunun yalan vaatlerine inanmış olduğundan çarşıdan temin ettiği
mezelerle masayı donatmıştı. Izgara da pişirdiği pirzolaları kendi
eliyle Paytak Aziz’e durmadan yediriyordu.
- Eski dostuna diktirdiği
ipek pijamaları Paytağa giydirmiş, hasır koltuklar üzerinde yalan
sözlerini kötü de olsa dinliyordu. Arada sırada pikaba koyduğu oyun
havalarına çırıl çıplak soyunup,
- Hırsız sevgilisinin
neşesine neşe katıyordu. Paytak içiyordu. Böyle yaşamak herkese nasip
olmazdı.
- Orospu parası yemek,
orospu evinde durmak zevk veriyordu ona. Banyosunda yıkanmak, tıraş
olmak büyütmüştü burnunu.
- Kapıya gelip de Sarı Kızı
görmek isteyenlere kızıyordu içinden. < O benim oldu. Tırnağını
göstermem size. Boğaç'la Tekin'in malları kurban olsun bu yavruya>
Diyordu.
- Günler geçmez olmuştu. Bir
türlü haber gelmiyordu köyden. İşte bu sebeple Sarı Kızı bıktıracağım
diye korkuyordu Paytak. Arada sırada ben uyuyacağım diye dostuna
bahaneler uydurup, Sarı Kızın neler yaptığını bilmek istiyordu.
- Sarı Kız yeni sevgilisini
elinden kaçırmamak için, Paytağın yüzüne yalancıktan gülüyor, birazcık
komşuya gidiyorum diyerek yapacağı işleri gizlice beceriyordu.
- Aradan on gün geçmişti.
Bir gece Çapraz, Sinan, Gödek gelmişti. Paytağın yanına. Paytak
bunları görünce ser sevinç oldu. Utanmasa ağlayacaktı oracıkta.
Boyunlarına sarılıp öptü onları. Tesadüfen Sarı Kız bir arkadaşına
gitmişti. Arkadaşlarına sordu:
- - Ne
var, ne yok? Tekin'li ne alemde? Dedi paytak. Bütün hadiseyi olduğu
gibi nakletti Çapraz.
- -
Öldürdün bizi reis, öldürdün! Dediler, Gödek'le, Sinan. İşi kısadan
kesmek için para sordu onlara. Ceplerinde ne varsa alıp, doldurdu
cüzdanına. Sonra:
- - Size
bu gece ziyafet çekeceğim. Yalnız benim yalanımı çıkarmayın. Ne dersem
tasdik edin! Dedi onlara. Bu sıra Sarı Kız girdi odaya. Karşısında
beklenmedik misafirleri bulunca, Paytağın gözüne aval aval bakmaya
başladı. Paytak:
- - Korkma, dostum. Onlar
benim sağ kolumdur. Para getirmişler bize. Harcayacağın para olsun.
Buyur şu cüzdanımı da, içinden masrafları al! Dedi. Sarı Kız kabarık
cüzdanın içindeki yüzlüklere göz attı. Yüzü yavaş yavaş gülmeye
başladı. Ne tatlıydı şu paranın yüzü. Nereden geldiği belli olmayan bu
paralar unutturuyordu her şeyi.
-
-Yiğidim! Misafirlerimize sor ne arzu ediyorlar bakalım? Ben varken
her arzularını yerine getiririm onların! Paytak muavinlerinin
gözlerini içine baktı. Neler istediklerini anlamak istedi. Muavinler
Sarı Kızın bacaklarına ve göğüslerine bakıyorlardı. Bu bakışlar
kıskandırmıştı Paytağı.
-
-Sevgilim! Senin mahallede tanıdığın arkadaşların vardır. Bu gece
hatırım için onları buraya getirsen de, felekten bir gece çalsak olmaz
mı?
- - Olur!
Bir çaresine bakalım. Yalnız fazla içmeyip, bağırmamak şartıyla kabul
ediyorum! Dört köşe olmuştu muavinler. Reislerine bakıp:
- - Hiç
ses eder miyiz yenge! Dediler.
- Ayak
seslerinin çekilmesiyle kuruldu masalar. Kulüp rakıları ortaya
çıkartıldı. Pencereye çekilen kalın perdeden dışarıya ışık sızmıyordu.
Ampulün üzerini kırmızı kropon ile kaplamışlardı. Pikabın sesi az
açılmıştı. Ortaya önce Sarı Kız çıktı. Anadan üryan olmuştu. O güzelim
beyaz vücudu kırmızı ışıkta narçiçeğine benziyordu. Paranın verdiği
iştahla alnından boncuk boncuk ter gelinceye kadar oynadı, Sarı Kız.
- Paytak nerede ise
atılacaktı üzerine. Sarı Kızın bu kadar dişi olduğunu çekememişti,
nedense. Tam yanından geçerken kucağına çekti.
- -
Sevgilim hatırım için şu kadehimi sonuna kadar içer misin? Dedi. Sarı
Kız dostunu kırmamak için paytağın arzusunu kabul etti. Bundan sonra
misafir bulunan üç tane kadın sıra ile çıktılar ortaya. İkinci çıkan
çopur yüzlü, vücudu kar gibi beyaz, göbekli birisiydi. Hem göbeğini,
hem de kalçalarını oynatması aşka getirmişti muavinleri. Arkasından
iki orospu daha oynadı. Ortada. Bunlar da kenar mahallenin
orospularıydı. Çirkin olduklarından yüzlerine bakılmıyordu.
- Genç yaşta
bulunduklarından da çıplak vücutları kırmızı ışıkta seyrediliyordu.
Şişedeki rakılar bitmiş, keyiflerde iyice çakırlaşmıştı. Gözler
çirkini güzeli ayırt edemiyordu artık. Sarı Kızın evinden aralıklı
zamanlarda çıkan bu kadınlar misafir delikanlıları birer birer
evlerine götürmüşlerdi. Böylece muavinler reislerinin sayesinde
felekten bir gece çalmışlardı.
- Paytak
Aziz işleri o kadar planlı yapmıştı ki; tosunları kestiği yerde bile
bir iz bıraktırmamıştı. Hele bağ kulübesinin her yanı saatte bir
bekçisi tarafından sulanıp süpürülüyordu. Aliş Ağa buraları gezdiği
halde hiçbir şeyden şüphe etmemişti. Hırsız davası da delil
yetmezliğinden, Ali'nin verdiği ifade gereğince de şimdilik
takipsizlik kararı alınmıştı.
- Bu
haberi duyan Paytak çok sevinmişti kendi kendine. Sonra da yeminci
arkadaşlarına söz verdiği on dördüncü günün akşamı alaca karanlıkta
Sarıkız'ın evinden gizlice çıkarak gece yarısı bağ kulübesine
gelmişti.
-
Muavinleri kulübede Paytak'ı bekliyorlardı. Reislerinin geldiğini
görünce sarmaş dolaş oldular. O gece sabaha kadar bol bol eğlendikleri
o geceden dem vurdular.
- Ertesi
gün muavinler köye dağılarak yeminlileri kulübeye davet ettiler.
Akşamın erken saatinde reislerine verdiği ödevin yapıldığını
bildirdiler. Yine evvelce olduğu gibi tedbiri elden bırakmıyorlardı.
Sıra ile nöbet tutup ufacık bir çıt sesini ulaştırıyorlardı kulübeyi.
- Paytak muavinlerinin birer birer
hatırını sordu. Hadiseler hakkında bir kimsenin bir şey sezip
sezmediğini öğrenmek istedi. Hatta Aliş Ağanın kendisini arayıp
aramadığını da sordu. Çarpaz:
- - Reis!
Bana komşu olduğu için; Aliş Ağaya senin Ankara'ya çalışmaya gittiğini
söyledim! Dedi. Paytak bu haberlere çok sevindi. İçinden <Aferin,
reisinizin kurnazlığını yavaş yavaş almaya başladınız> Dedi. Kulübenin
tavanına baktı:
- -
Susun! Bir çıtırtı duyar gibi oldum!. Yoksa kulübenin üstünden bizi mi
dinliyorlar? Biraz sonra bir baykuşun tuhaf öttüğü duyuldu. Paytak bir
sigara yakarak:
- - Bu
gece arkadaşlarının noksansız toplandığı takdirde son planını
açıklayacağım! Dedi. Muavinler birbirlerine bakarak:
- - Bize
söyle de sana fikir verelim reis! Demek istediler. Çapraz işi şakaya
getirip:
- - Reis! Senin ne adam
olduğuna inanamadık gitti. Niçin bize yapacaklarını söylemiyorsun?
Dedi. Gödek de:
- - Gavur musun sen yahu?
Niçin planını bize açıklamıyorsun?
- Yoksa bizden şüphe mi ediyorsun?
Dedi. Paytak; içinden gelmeyen bir tebessümle sırıtmaya başladı. Sonra
da:
- - Öyledir öyle! Onbaşım da
askerlere “Sen ne yamansın Paytak” derdi bana. Size olanı biteni
söylersem hiç planın yürü mü hiç? Baksanıza; tosunların etini pay pay
dağıtacaktık o gece. Fakat delikanlıların bakışları hoşuma
gitmediğinden dağıtmadım etleri. Eğer gitseydi, ben de dağıtmış
olsaydım çoktan yakayı ele vermiştik! Dedi. Muavinler hep birlikte:
- - Doğru, doğru ne diyelim
doğru söze. Hakikaten planı değiştirmeseydin, ölürdük Vallahi!
Dediler. Biraz sonra bağların altından bir ıslık sesi geldi. Her zaman
olduğu gibi, kulübeye toplanırken kuş sesine benzer bir ıslıkla işaret
verirlerdi yeminliler. Şimdi de on beş gün evvelki sözleri üzerine ilk
işareti veriyorlardı.
- Çapraz; kulübeden dışarı
çıkıp aynı bir kuş gibi toplantının olduğunu işaret etti yeminlilere.
- Gökyüzünde ara ara siyah
bulutlar olduğundan alaca karanlık vardı ortalıkta. Kulübenin içindeki
yanan gaz lambası sarı bir renk vermişti ortalığa. Nerede ise; sönüp
karanlığa boğacaktı kulübeyi. Paytak bu lambanın fitili yukarı
çıkarken içeriye giren yeminliler, ortaya soğuk bir selam
çakıyorlardı. Herkeste bir heyecan vardı. Sanki başlarına bir hal
gelecekmiş gibi korkuyorlardı.
- Yeminliler kulübenin
toprak sedirlerine otururlarken, yüreklerinde hissettiler. Söz vermiş
oldukları bu toplantıya son defa olmak üzere gelmişlerdi.
- - Biz
yemini bozuyoruz. Başımızı sen belaya mı sokacaksın? Diyeceklerdi. Ama
ne yapsınlar ki dönemiyorlardı sözlerinden. İyi kötü şu suyu akıtalım
da kurtulalım ettiğimiz yeminden diyemiyorlardı. Geceleri evlerinden
çıkarlarken babalarının duymamalarına çok dikkat etmişlerdi. Ancak
kendi karıları biliyorlardı bu dalavereleri. Onlar da gelin oldukları
için söyleyemiyorlardı kimselere.
- Ne zordu huzursuzluk. Ne
zordu gizli gizli dolaplar çevirmek. Dökemiyorlardı içlerin. Yaz
geçseler, onu da yapamıyorlardı. Tıpış tıpış ellerinde olmadan
geliyorlardı kulübeye. İçlerindeki bir kuvvet bunları itiyordu
uçuruma. Çünkü sularını akıtmak için başlarını koymuşlardı bu yola.
- Harman sona erdiği haldi,
tarlalara ekilen tohumları alamamışlardı bile. Gerçi köyün birkaç
zengini vardı ama topu topu yirmi evi geçmezdi bunlar.
- Mevsimin bolluğu
dolayısıyla, karınların doyuruyorlardı şimdilik. Yarın kış olduğu
zaman bir lokma yavan ekmeği kimden alacaklardı? Ağustos böceğinin
hesabı gibi kime dayı diyeceklerdi kışın. Toprak sedirde oturan
yeminliler süt dökmüş kedi gibi pis pis düşünüyorlardı.
- Tekin'li delikanlının
bağlanışı ile tosunların çalınması da korkutmuştu yüreklerini. İlk
başlangıçtan beri yürekleri gürp gürp eden delikanlılar, sıtma tutmuş
gibi titriyorlardı. Ortada hem geziniyor, hem de kafasındaki planları
tatbike çalışıyordu. Sigarasının izmaritini ayağının altında ezip
cebinden yenisini çıkartıp yakmasıyla ciğerlerine doldurması bir oldu.
Burnundaki dumanları etrafa saçarken!
- - Arkadaşlar! İki hafta
önce Tekin köyünden Ali'nin tosunlarını ben çaldım. Ali'yi de ben
bağlayıp bağlarına ben attım. Görüyorsunuz ben hiç korkuyor muyum?
Bunun neticesinin boş çıkacağını hesaplamıştım. Öldürmek içten
değildi. Zaten elimi yüzümü boyalı görünce oracığa yıkılıverdi
delikanlı. İşiyordu; korkusundan uçkurunu bile bağlayamadı.
Bilirsiniz, planımı hiç kimseye söylemem ben. Sorun; muavinlerimin
bile gece kulübeye gelmeyince domuz topu planımı öğrenemediler. Şimdi
bu kahramanlıkları anlatmamdaki gayem, sizin kılınıza bir şey
gelmeyeceğini bildirmektir. Baksanıza korkudan nerede ise küçük
dillerini yutacak toy delikanlılar. Şunu anlatmak istiyorum. Tosunları
ne yaptın diyeceksiniz? Evet! Haklısınız bu soruyu sormaya. Havaya
uçmadı ya tosunlar. Kestim arkadaşlar! Ciğerlerini de geçen toplantıda
burada birlikte yediniz. Hatırlarsınız her halde? İşte o zaman
tosunlar kulübenin arkasında kesilmiş, şuradaki çalılar arasında da
etlerini saklamıştım. Niyetim bu etleri ayrı ayrı pay etmekti. Evet!
Dostlarım suç hepimizindir. Yemin ettiğimiz gibi birimiz hepimiz,
hepimiz birimiz içindir. Türkçesi saman altından suyu yürütüp,
düşmanlarımıza pes dedirtmektir. Korkmayın! Artık bir şey çalmak yok.
Yalnız son bir arzum var sizlere. O da şu planımızın sonuna geldik.
Evvelce anlattığım gibi, başımıza bir şey gelmeden bu son planı da
tatbik edip, yeminlerimizi bozmak olmaktır işimiz!
- Bu sözün söylenişi,
yemincileri sevindirmişti. Nerden girdiydiler bu işe. Koca köyde başka
kimseler yok muydu? Yarın suları akarsa, onlar bağlarını
sulayamayacaklar mıydı?
- Girdikleri bu işe bin
pişman olduklarından içlerini yakıp kavuruyordu hareketleri. Paytak
sözlerine devamla:
- Evet arkadaşlarım! Şimdi size son planımı açıklıyorum!
- Herkesin gözü sönmekte
olan gaz lambasına dikilmişti. Reislerinin ağzından çıkacak sözü
merakla bekliyorlardı yeminciler. Çıt yoktu ortalıkta. Nefesler
kesilmiş, kalplerin atışı geliyordu kulaklara. Paytak:
- - Ne korkuyorsunuz öyle
yahu? Planımız boşa silah atmaktır. Hepsi bundan ibaret! Korkacak ne
var bunun ötesinde? Düşünün bir kere, yirmi dört mavzerin hepsi birden
gecenin yarısında Tekin'in üzerini tararsa, korkmazlar mı hiç onlar?
Ben daha fazla korksunlar diye. Çokça mermi getirdim sizlere. Yalnız
bu son planı yarın gece tatbik edeceğiz. Bilmem anlayabildiniz mi?
- Böyle bir soru karşısında
herkes birbirinin yüzüne bakmaya başladı. Çete reisinin yardımcıları,
sıra ile Paytak'a ne yapacaklarını sormak istedi. Bu sebeple önce
Çarpaz Zühtü ilk sözü aldı:
- - Reis! Dedi. Anladık
planı, anladık ama, mavzerleri niçin boşa atacağız? Buna sebep ne?
Paytak kazma dişlerinin arasından sırtararak:
- - Tabii mermileri boşa
atacağız. Deli misiniz siz? Şu zamanda adam öldürülür mü hiç. Biz
onları silahla korkutacağız, silahla! Anladın mı avanak? Göreceksiniz,
karşımıza çıkabilecekler mi? Kork, kork! Nereye varacak halimiz böyle?
Ondan kork. Bundan kork. Bir de kanundan kork. Nerede ise kapı
arkasındaki süpürgeden bile korkacaksınız. Baksanıza hepinizin rengi
kül gibi oldu! Ulan ne ödeksiniz siz, analarınız sizi erkek doğurdum
diye hiç mi sevinmesin? Nerede ise koyunlarınızdan karılarınızı dahi
alacaklar. Esir misiniz siz?
- Niçin
yaşıyorsunuz, kışın aç ölmektense şimdi ölmek günah mıdır? Söyleyin
bakalım, neden çekiniyorsunuz? Boşa silah atmaktan mı çekiniyorsunuz?
O halde cevap verin bana? Gödek Akif söze karıştı:
- - Reis! Ya kurşunlardan
birisi; körün taşı gibi Tekinlilerin birisini öldürürse, o zaman
kurtarır mısın bizi? Paytak öyle bir kahkaha attı ki:
- - Ulan tohumuna para
vermedik ya, düşmanımızın birisi eksilir. Yeminimizde ölsek de,
öldürsek de kimseye bir şey söylemeyecektik ya. Ne çabuk unuttun. Siz
mermileri boşa atacaksınız diyorum. Hâlâ mı anlamadınız? Kambur Sinan
tokur tokur öksürerek:
- - Reis bu kurşunları
nereden atacağız? Dedi. O zaman reis bir general kesilerek, kulübedeki
yürüyüşlerini sıklaştırmaya başladı. Sonra da:
- - Arkadaşlar! Plan şu.
Şimdi sizi dört gruba ayırıyorum, grupları söylemeden bu dört grubun
ateş yerini söyleyeceğim. Yalnız, çok mühim! Plan içinde planım var.
Biraz sonra isimlerini okuduğum grup başkanları arkadaşlarını alıp, bu
gece yapacağımız ufak planı tatbik edecekler. Bakın size altı kutu
kırmızı boya getirdim. Bu boyalardan birer tane alıp tarif edeceğim
bağlardaki elma ağaçlarının altlarına yazı yazacaksınız. İşte suyumuzu
bu yazılar akıtacak. Kırmızı boya kan demektir. Attığımız silahlar da
cesaret demektir. Şimdi beni iyi anladınız mı?
- Evvelce olduğu gibi bu
boyalardan hiçbir şey anlamadı yeminliler. Çapraz dayanamayıp sordu:
- - Reis boya ne olacak
yani? Dedi. Paytak; belini doğrultup içinden güldü:
- - Boya mı? Ha boya. Ulan
boya kandır. Girdiğiniz bağlardaki elma ağaçlarından birer dal kesip,
parçasını ayırmadan sallayacaksınız aşağıya. Elmanın dibinde de bu
boyalarla 'Suyumuza kan isteriz' diye yazı yazacaksınız. Anladın mı
şimdi? Bu yazıların biri görülmezse, öbürü görülecek, böylece
karşımıza ellerini kollarını sallaya sallaya çıkacaklar. Biz de
üzerlerine yaylım ateş açacağız. O zaman tıpış tıpış korkularından
suyumuzu bırakıverecekler. Bunda korkacak ne var? Onların
korkularından bir daha çıkamayacaklar karşımıza. Biz de kan
uykularında basacağız kurşunu!
- Bu taraf hoşuna gitmişti
yeminlilerin. Bu kadarcık basit bir iş yapılırdı herhalde. Çapraz,
Kambur, Gödek sevinmişlerdi bu işe. Onlarda sanıyorlardı ki; gidip
Tekin köyünü basacak, orada silahlar patlayacaktı.
- Hâlbuki kurşun atacakları
yer havuzun batı tarafındaki çalılı tepeydi. Burası Tekin köyü ile
Boğlaç köyünün sınırını teşkil eden bir yerdi. Tekin köyüne gitmek
için on beş dakika daha yolculuk yapmak lazım gelirdi.
- Paytak ikna etmişti
yemincileri ama, kendide terlemişti bayağı. İşi kolay gösterip
afsunlamıştı herkesi. Şimdi grupların gideceği bağlara, bir gece sonra
mevzilenecekleri yerleri tarif edecekti.
- Sigarasının artakalan
kısmını, birbiri ardına ciğerlerine doldurduktan sonra:
- - Dostlarım! Şimdi
Tekinliler kan uykularında. Eğer gecikmeden bu geceki vazifelerimizi
bitirirsek köyümüz için çok faydalı olacaktır. Her zaman söylediğim
gibi, ben sizin burnunuzu kanatmayacağım. Silahlar bir patlasın, köyde
bomba tesiri yapacak. Ertesi gün de korkularından şırıl şırıl
salıverecekler suyumuzu... Zaten akıtmasalar bile, komşu köylerden bu
silahların sesini duyanlar hükümete haber verecekler. Hükümet de
suyumuzu garanti halledecektir. Benim aklım ona eriyor. Nerede ise
şafak sökecek. Şimdi size vazife taksimi yapıyorum.
- Ali, Sıddık, Hakkı,
Selahattin, Ömer siz Çapraz'la eski değirmenin yanındaki bağa
gireceksiniz.
- Mustafa, Hüsamettin, Hacı,
Şakir, Bekir siz de Sinan'la çeşmeli bağa gidip elmaların dalını
ayırarak diplerine 'suyumuza kan isteriz' yazısını yazacaksınız.
- Geriye kalan Hasan,
Hüseyin, Ahmet, Osman, Lütfi sizler de benimle havuzun üst kısmındaki
bağa gireceğiz. Bilmem tarif ettiğim yerleri anlaya bildiniz mi?
Tekrar söylüyorum! Dalları kamalarla kesip, ses çıkarmamaya gayret
edeceksiniz. İşte size dört kutu boya. Orada bulduğunuz bir çöple bu
yazıları yazmanız mümkün olur. Bağlardan çıkınca doğru evlerinize!
Yarın gece hiç birbirinizi görmeden şafaktan bir saat önce havuzun
yanında birleşeceğiz. Size yerlerinizi geldiğinizde tarif edeceğim. Bu
yerlerde mevzi alıp, verdiğim tabanca işaretiyle basacağız kurşunu.
Tanrı hepimizin emeğini zayi etmesin. Gelmemezlik yok! Gelmeyen
kendini yok bilsin! Dedi.
- Nerde ise şafak sökmeye az
bir zaman kalmıştı. Yeminli delikanlılar grup başkanları refakatinde
tarif edilen bağlara, oradaki elma ağaçlarından birer dal ayırarak
reislerinin emirlerini yerine getirmişlerdi.
- Yarım sat içinde, havuzun
başından ayrılarak kimisi evine, kimisi de harmanına gitmişlerdi.
- Köy bekçileri yeminlilerin
bu hareketlerini gördükleri halde görmüyormuş gibi göz yumuyorlardı
nedense.
- Ertesi gün Tekinliler'in
bağ bekçilerin kesilen elma dallarını görmüşler, yazılan yazıları günü
gününe takip eden, suyu haksız yere kesmelerinden dolayı kendilerini
suçlu gören Tekinliler; bu zamana kadar seslerini çıkartmamışlardı.
- Neticenin neye varacağını
kestiremiyorlar, evvelki kavganın verdiği huzursuzluğu hatırladıkça
da, bu defa yine sabretmeyi tercih ediyorlardı.
- Ama şimdi bu
hareketleriyle, kendilerine düpedüz hareket ediyordu Boğaçlılar. Ne
yapmalıydılar? Bu hareketlere göz mü yummalıydılar? Yumsalar bile
Boğaçlıların daha ileriye gitmeyecekleri ne malumdu?
- Önce ormanları kesilmiş,
ses çıkarmamışlardı. Sonra; koyunları, meyveleri, üzümleri çalınmış,
yine ses çıkarmamışlardı. Hele son zamanlarda Ali'ni domuz topu
edilmesi, öldürüyordu Tekinlileri. Bir türlü bulunamıyordu tosunlar.
- Bunlarda yetmiyormuş gibi,
hiç günahı olmayan elma ağaçlardan dal ayırmışlardı Boğaçlılar.
Üstelik her elma ağacının altına “Suyumuza kan isteriz” diye yazmaları
çileden çıkartmıştı Tekinlileri.
- Uzun bıyıklı muhtar, önce
üyelerini yanında topladı. Hep birlikte kesilen elma ağaçlarını
keşfettikten sonra:
- - Ne yapacağız arkadaşlar?
Benim içimde yavaş yavaş korkular belirmeye başladı. Yaptığımız işin
sonunun olacağını biliyordum. Ali'yi bağlayınca suyu bırakalım
demiştim size. Haydin bakalım nasıl ayıklayacaksanız ayıklayın
kılçıkları. Elin köyünün suyunu, bir bekçinin silah atmasına keser
misiniz? Soruyorum; aç bıraktınız herifleri. Aç it fırın yıkar derler.
Elma değil, başınızı da ayıracaklar! Dedi. Üyeler kızmıştı bu sözlere:
- - Muhtar sen kendinden
korkuyorsun! Dediler. Bu sırada dalları kesilen bağ sahipleri de
gelmişti oraya. <Mal canın yongası> Dedikleri gibi, dalların kesilişi
çok dokunmuştu sahiplerine <Can istiyorlarmış > Dediler muhtara.
- Muhtar, yanlarına
gelenlerin yüzlerinden Boğaçlılara olan kini okudu. Ölüm hiç geliyordu
gözlerine <Suya kan isteriz > yazısına karşı < Kan istiyorlarsa
veririz > diyorlardı korkmadan. < Tek suyumuzu almasınlar da ölelim >
Diyorlardı.
- Omuzlarındaki av
tüfekleriyle, ellerindeki sopaları yere dayayan bekçiler bilgiç
muhtarlarının bekliyorlardı emirlerini. Uzu bıyıklı, uzun boyunlu,
Fatih burunlu muhtar; birden ayağa kalktı. Bekçilere hitaben:
- - Kalkın bakalım ayağa!
Gidin harmanlara da gördüğünüz insanları odama gönderin! Dedi.
Bekçiler:
- - Baş
üstüne! Diyerek iki koldan harmanlara daldılar. Muhtarla üyeler de
bağların arasındaki çay yolundan odaya doğru yollandılar.
- Harmanlar köyün doğu
tarafında bulunuyordu. Herkes harmanından kalkmış yalnız evlere
taşınması lazım gelen samanlar görülüyordu ortalıkta. Yollarda saman
çetenlerine rastlanıyordu.
- Şimdi de Tekin halkı
heyecanlı bir gün yaşıyorlardı. Birbirlerine rastlayanlar
konuşmuyorlardı. Köy büyüklerinin çoğu oturuyordu cami önünde. Kekeme
bekçinin:
- -
Muhtaaar hehepipininiziii oooodada bekkkliyooor! Demesi üzerine
birbirlerine bakıştılar, tuhaf tuhaf. Yarım saat içinde muhtarın odası
sözü geçen insanlarla tıka basa dolmuştu.
- Odanın baş kösesinde uzun
bıyıklı muhtar, gelenleri tek tek gözden geçiriyordu. Çoklarının bu
şeyden haberi olmadığına kanaat getirdi. Odada ne var diye çoluk çocuk
da gelmişti oraya. Muhtarın:
- - Her evden bir kişi
kalacak odada! Odada köy büyükleri kaldı orada. Kapı kapanmış,
muhtarın konuşmasını bekliyordu herkes.
- Muhtar:
- - Komşular! Bekçiler biraz
önce bağlardan acı haberi getirdiler. Biz de gözümüzle gördük
olanları. Boğaçlıların kırdığı yumurta kırkı geçti. Şimdi de
dallarımızı kesmişler. Bu da yetmiyormuş gibi
- < Suyumuza kan isteriz > diye yazı
yazmışlar bağlara. Ben şimdiye kadar sizleri teskin ettim. Ama şimdi
karışmayacağım artık, ne yaparsınız yapın. Benden günah kalktı.
Kabahatin büyüğü bende! Bıraktırmalıydım sularını. Kanunun emrettiği
yoldan yürütmeliydim sizleri. Evvelki kavgalarımız gibi bir cinayetin
olacağı doğuyor içime. Gelin vazgeçin bana kızmaktan. Ne olursunuz? <
Beterin beteri vardır! > derler. Akıtıverelim sularını, bunun sonu bu
köy için iyilik getirmez gibi geliyor bana!
- Yeminciler son
toplantılarında aldıkları karar gereğince, o gün evlerinde saklanarak,
gece yarısından sonra silahlarını alıp, mermilerini de ceplerine
doldurarak, tutturmuşlar havuz başını.
- Paytak Aziz'in tarif
ettiği yerlere dört grup halinde yerleşmişlerdi. Heyecanlarından tir
tir titriyorlardı yeminliler.
- Aksine hava da bulutlu
olduğundan, zifiri bir karanlık vardı o gece. Civarındaki ağaçların
korkunç heybetinden başka bir şey görünmüyordu.
- Paytak Aziz grupları
kontrol etmek ve talimat vermek için, eline mavzerini alarak yürümeye
başladı. Hem grupların nişan alacakları yerleri tarif ediyor, hem de <
köye kaçan var mı? > diye gözünün altından yemincileri sasıyordu.
Yeminlilerin boşa silah atmakla sona ereceğini inanan yeminciler,
noksansız gelmişlerdi yerlerine.
- Paytak; bir zafer kazanma
ümidi ile yerinde duramıyor, muavinlerini yanına çağırarak,
gruplardaki delikanlıların heyecanlarını gidermeleri için talimat
veriyordu. Havuzun başı ve civardaki çalılı tepeler siper alınarak,
Tekin Köyünün evlerinin bacalarına doğru namlular çevrildi.
- Öyle bir talimat vermişti
ki Paytak, kurşunların mutlaka evlerin kiremitlerine değmesini
istiyordu. Yirmi dört mavzerin bir anda makineli tüfek gibi köyün
taraması, bundan doğacak yankı sayesinde de sularını akıtılacağına
inandığı her sözüne ilave ediliyordu.
- Son talimat gereğince,
mavzerlerin ağızlarına beşer mermi sürdürdü. Diğer mermiler de tarak
halinde yeminlerinin yanı başında duyuluyordu. Herkes reisin tabanca
ile yapacağı işareti bekliyordu.
-
Yemincilerin gruplarında henüz bıyığı bitmemiş delikanlılar
yattıkları tümsekler arkasında ecel teri dökmeye başladılar. Belki de
hiç silah atmamışlardı şimdiye kadar biraz sonra ilk kurşunlarını
atacaklarından kalpleri gürp gürp atıyordu çoktan.
- Her şey hazırdı şu anda.
Paytak, bir gökyüzüne bakıyor, bir de Tekin Köyünün sarp kayalıkları
üzerindeki ufuklara. Öyle bir an geldi ki; heyecanlarından nefes
alamıyorlardı artık.
- Gökteki
siyah bulutlar yavaş yavaş kaybolmuş, yıldızların ışığı ise, bir
felaketin olacağını bildiriyordu Paytak'a. Kalbi burkulur gibi oldu.
Şimdiye kadar su için yaptırdığı hırsızlıkları hatırladı.
- Her şey hazırdı şu anda.
Paytak, bir gökyüzüne bakıyor, bir de Tekin Köyünün sarp kayalıkları
üzerindeki ufuklara. Öyle bir an geldi ki; heyecanlarından nefes
alamıyorlardı artık. Gökteki siyah bulutlar yavaş yavaş kaybolmuş,
yıldızların ışığı ise, bir felaketin olacağını bildiriyordu Paytak'a.
Kalbi burkulur gibi oldu. Şimdiye kadar su için yaptırdığı
hırsızlıkları hatırladı.
- Pusuya düştüklerini
anlamışlardı ama iş işten geçmişti. Attıkları bütün mermileri Tekinin
evlerine ve sarp kayalıklara yollamışlardı. Karşılarında duran
bağların çalılıkları arkasında pusu kurmuş bulunan Tekinlileri fark
edememişlerdi. Etseydi, hiç boşa atar mıydı kurşunları. Yeminlilere
emin veren reis ilk kurşunu yer yemez oracıkta öldü.
- Paytak Aziz'in grubundan
Osman ismindeki gözü pek bir yeminli yerinden kalkıp reislerinin
yıkıldığı yere gelmek istedi. Tam kalkıyordu ki onun da kolunu
kaldırması, üçüncü kurşuna hedef olmuştu.
- -
Yandım anam! Demesiyle kendini yere attı. Tekinliler sıraç gibi bir
mermiyi dahi boşa atmıyorlardı. Çünkü Boğaçlıları öldürmek için yemin
etmişlerdi gündüzden.
- Hâlbuki Boğaçlıların
yeminlileri, şakacıktan kurşun atmaktı. Harpçilik oynuyorlardı.
Aldıkları, çaldıkları hep bir değirmenlik sularını akıtmak içindi.
- Mavzerlerden çıkan
kurşunlar sabahın erken saatlerinde sarp kayalıklarda iki ses
çıkartıyordu. Koyu bir barut kokusu boğmuştu ortalığı. Tan yerinin
iyice ağarmasından Tekinliler öldürdükleri Boğaçlıları görmüşlerdi.
Birden bire ateşi kesivermişler. Almışlardı öcerini. Öldürmüşlerdi
Boğaçlıları. Şeytan karşılarına geçip, yüreklerine düşürmüştü sızıyı.
- Bu korku içinde
çalılıkların arkasına saklanarak köylerine doğru kaçmaya başlamışlar,
şakacıktan yapılan plan iki canı kurban etmiş, birini de ağırca
yaralamıştı. Reislerinin gözleri önünde can vermesi kudurtmuştu
yeminlileri. İçlerindeki nefes aleve çevrilmişti şimdi. Ne yazık ki
bir tane mermi dahi kalmamıştı mavzerlerinde. Kulaklarını sağır eden
kurşun seslerinden kimin ne yaptığı belli değildi.
- Ölülerin durumunu acı acı
seyreden Sinan, yanındaki Gödeğe sertçe çıkıştı:
- -
Onlardan önümüze kim çıkarsa basalım kurşunu! Dedi. Paytak, Çapraz'ın
yanında dolu duran mavzerini alıp, yerdeki dolu mermileri toplayarak
yürüdüler. Tekin bağlarına. Durmadan koşuyorlar, iki bağ parselini
birden atlıyorlardı. Hırslarından gözleri kan çanağına dönmüştü. Bir
hiç uğruna reisleri ölmüştü. İlk uğradıkları bağı geçiyorlardı ki,
tesadüfen mermisi biten bir tekinlinin elinde tüfeği ile kaçtığını
gördüler.
- İkisi
iki yerden diz çöküp arkasına doğru bastılar kurşunu. Tekinli kendini
kurumuş bir armut ağacına siper etti. Bir türlü atılan kurşunlar
Tekinliye isabet etmiyordu.
-
Mavzerlerinin ağzındaki son mermileri de bitmişti artık. Son taraklar
mavzerin ağzına acelece sürüp ateşe devama başladılar.
- Mermileri tükendiğini zanneden
Tekinli kendini bağ çukuruna attı. Bu atlayışta da kurşunlar yine
tutmamıştı onu. Demek ki eceli yetmemişti Tekinlinin. Aralarındaki
mesafe elli metre ya vardı, ya yoktu. Kaçmasını istemeyen Sinan'la
Gödek, kurşun gibi yetiştiler Tekinlinin yanına. İçlerini kavuran
hırslarıyla mavzerlerinin dipçiklerini vurdular Tekinlinin kafasına.
Bu da yetmiyormuş gibi, kocaman bir taş alarak attılar Tekinlinin
başına. Tekinlinin yüzü mavzerin ilk dipçiği ile koyu bir kana
boyanmıştı. Atılan kocaman taş, Tekinliyi cansız yere uzatmıştı. Ölmüş
gibiydi Tekinli. Bu manzarayı gören Sinan'la Gödek, akıllarını
başlarına topladılar. Bu suretle Tekin'e gitmekten vazgeçtiler.
- Ortalık
iyice ışıdığından, bağların çalılıklarına saklana saklana, havuzun
başına tekrar geri döndüler. Paytak'la Çapraz kucak kucağa yatıyordu
orada. Bu sırada kendi bağlarının arasından gürültüler gelmeye
başladı. Ne yapacaklarını şaşırmışlardı bir an. Havuzun altındaki
kumlu çaya doğru kaçmak istediler. Koşar adımlarla kumluğu geçtiler.
Tam bağlara girecek yerde, Çapraz'ın grubundan Ali'yi yaralı buldular.
Ali de bacağından vurulmuştu. Yarası soğumuş olduğundan kaçamayarak
oracığa yıkılmıştı. Sinan'la Gödeği görünce:
- - Aman
kimseye görünmeyin! Çabuk saklanın! Dedi. Sinan bu söz üzerine
yuvasından çıkan tavşan gibi, batıya doğru koşarak atladı bir bağa.
Gödek de, Sinan'ın peşini takip etmişti.
- - Hak
yerini buldu! Derler işte. Paytak yaptığının cezasını çekmişti. Ama
Çapraz'la iki ağır yaralı yeminlinin ne günahı vardı? Demek ki;
onların da günahı olmalıydı ki, çekmişti cezalarını.
- Sinan derin derin
düşünmeye başladı içinden < Ne bulduysam merhametimden buldum. > Dedi.
< Tosunları keserken içim bir hoş olmuştu. Bunun sonu kötü olacak
demiştim. Hırsızlıkları hep su için yapmıştım > Diye düşündü.
- Çocuklarını gözünün önüne
getirdi Sinan, Gödeğe dönerek:
- - Beni deliğe atarlarsa
çocuklarım ne yer? Ölsek de, öldürülsek de, ağzımızdan bir şey
kaçırmayacağız! Deyip, yemin ettikleri günü hatırladı.
- Korku dizlerinin bağını
çözmüştü Gödeğin. Sinan kan tutmuş arkadaşının elinden tutarak ilk
girdikleri bağın böğürtlen dikenleri arasına saklandılar.
- Sabahın erken saatinde,
harp sahasını andır gibi, atılan silah seslerini duyan Boğaçlılar, kan
uykularından uyanarak telaşa düşmüşlerdi. Herkesin içinde, sonu
gelmeyen burkulma oldu. Ellerinde olmayan bir kuvvet, silahların
atıldığı yere çekiyordu onları. Evvelden beri içlerinde ürperti ile
yaşadıkları kanlı hadisede nihayet zuhur etmişti.
- Evlerinden ellerine
geçirdikleri balta, kazma, kürek, av tüfeği ve sopalarla tutmuşlardı
havuzun yolunu. Alabildiklerine yokuş yukarı koşuyorlar, nefeslerini
alamaz hale getiriyorlardı. Bağların arasından geçerken, atılan silah
sesleri birdenbire kesilmişti. Bu arada Aliş Ağanın don gömlek olarak
çıplak bir at üzerinden:
- -Durun! Gitmeyin! Kim
ileri giderse vururum! Diye bağırması duyuldu. Elindeki av tüfeğini
nişan alır bir vaziyette tutuyordu.
- Bu durumda kim dinlerdi
Aliş Ağayı. Havuza doğru kadın, erkek, çoluk, çocuk Aliş Ağanın sesini
duymamış gibi yaparak yürüyüşlerine biteviye devam ediyorlardı.
- Aliş Ağa atını dörtnala
sürerek kalabalığın önüne geçti. Havuzu görebilecek bir açıklıkta
çobanlarının Ali'yi yatar gördü. Heyecanını zor toplayıp var kuvvetle
çıplak attan yere atlayıp pür telaş:
- - Ne o Ali, seni kim vurdu
çabuk söyle? Dedi. Ali:
- - Of bacağım! Anam
vurdular beni! Ölürsem gözüm açık gitsin, er geç alacağım öcümü!
Pusuya düşürdüler bizi. Vay anam! Diyordu.
- Kanlar şalvarından yerdeki
kuma doğru sızıyordu. Yüzü sapsarıydı. Şapkasını daha önce düşürmüş
olduğundan, saçları karmakarışıktı. Elini kalçasına doğru uzatmış,
kurşunun çıktığı yerden akan kanları kapamak istiyordu. Eli baştanbaşa
kan içindeydi. Ali Ağanın sorularına hiç cevap vermiyor, inliyor
inliyordu. Yavaş yavaş ağzı köpüklenmeye başlamıştı Ali'nin.
- Aradan biraz vakit
geçmişti ki, kalabalığın iki ucu dolmuştu oraya. Aliş Ağa her ne kadar
kalabalığın yaklaşmamasını istiyorsa da, heyecanın artması, bir sel
gibi gelen insan akınını zapt edemiyordu.
- Ali'nin başına toplananlar
heyecanlarını gideremeyeceğinden, yürümüşlerdi havuzun başına. Orada
da ölüleri üst üste görünce irkilmişti herkes.
- Aliş Ağa eline tüfeğini
almış kovalıyordu gelenleri bir taraftan da:
- - Dokunmayın, Dokunmayın!
Gelmeyin, gelmeyin diyorum size! Diye bağırıyordu etrafa.
- Paytağın anası ile
Zühtü'nün anasını zapt edememişti Aliş Ağa. Kuzgunlar gibi
kapanıyorlardı oğullarını üzerine. Durmadan ağlıyorlardı. Göğüslerini,
başlarını, saçlarını yoluyorlardı. Arada bir:
- - Yavrum, sizi vuranların
ocağı sönsün. Azizim, Zühtüm, tüysüz yavrularınızı yetim bırakıp da
nereye gittiniz? Diye durmadan ağlıyorlardı.
- Zor, şer üç bekçinin
yardımıyla alınmıştı analar. Elleri, yüzleri kan dolmuştu
zavallıların. Bekçiler ellerindeki tüfekleri havaya atıyorlar,
ölülerin yanına yaklaştırmıyorlardı gelenleri. Şimdi de kalabalık bir
sel gibi Tekin Köyüne doğru akmaya başlamıştı.
- Ağızlarından küfürler arasında:
- -
Sıraçlar!
- -
Katiller!
- -
Utanmazlar!
- - Nasıl
kıydınız yavrulara?
- - Kor
muyuz yayınıza!
- -
Kökünüzü keseceğiz sizin!
- -
Ankara'ya gidip, kaldıracağız sizi buradan!
- -
Kellelerinizi ağaca takacağız! Diye avazları çıktığı kadar bağrışmalar
duyuluyordu.
- İmkân mı vardı, gözleri
kan hırsıyla dolan insanları zapt etmek, köyden gelenlerden iki kişi
kalabalığı yararak Tekinlilerin ilk bağına atladı. Hızlı hızlı Tekin'e
doğru koşuyorlardı. Şimdi ikinci bir kavga başlayacaktı. Böylece vuran
vurana, öldüren öldürene gidecekti. Kanunu kim tanırdı şimdi? Bir tek
Aliş Ağa nasıl çevirecekti bunları.
- Bağın içinden
koşanlar,”öldürüldü” diye bırakılan Tekin'linin üzerine tesadüfen
varmışlardı. Ayaklarının bastığı bağ çukurunda inler gibi yapan, yüzü
kandan tanınmayan bir adam görünce ellerinde olmadan.
- - Burada bir yaralı var!
Diye bağırıvermişlerdi gidenler. Aliş Ağa hem bunları Tekin'e
göndermemek, hem de durgunluk fırsatını kaçırmamak için, üç bekçi ile
birlikte ileriye atıldı. Yaralının başına vardığı zaman, elbisesinden
Tekin'li olduğunu tanıdı. O anda kafasında şimşek gibi bir plan
geçirdi. Silahını gelenlerin üzerine doğru çevirerek boşa atmaya
başladı. Tüfeğin ağzından çıkan saçmalar, bağ parsellerinden tozlar
çıkartıyordu. Kalabalık bu durum karşısında biraz durakladı.
- Tam bu sırada hazır gibi
köylerine komşu olan, Saza köyünün ileri gelenleri ellerinde av
tüfekleri olduğu halde, Aliş Ağanın yanına atladılar. Onlar da
silahlarını kalabalığın önüne doğru boşa atmağa başladılar. Bu sayede,
çok büyük bir hadise önlenmiş oldu.
- Aliş Ağa bu yardımcı
kuvvet sayesinde köylülerini havuzun başına geri püskürtmüştü. İkinci
bekçiyi Tekinlinin başına dikerek, köy dokuzlusu sırtında olan Kılcı
ile birlikte ölenlerin başına geldi.
- Saza köyü muhtarına rica
ederek:
- -
Aşağıdaki ilk gördükleri yaralıyı, şehre yetiştirin! Diye söyledi.
- Güneş oldukça
yükseldiğinden ortalığı ısıtmaya başlamıştı. Havuzun başına öbek öbek
oturan Boğaçlılar kavganın nasıl meydana gelmiş olduğunu birbirlerine
durmadan soruyorlar.
- Ortada iki ölü, iki de
ağır yaralı vardı. Evvelki ağır yaralı bir sedye ile Saza'ya
indirilmişti. Bilahare tutulan bir yaylı ile de hastaneye gönderildi.
Yemincilerden ilk yaralıyı alan Osman da, kolunu kendi mendiliyle
sarıp, uzak yollardan evine kaçmıştı.
- Diğer yeminciler ise,
bağların ayak uğramayacak sık çalılıklarında saklı bulunuyorlardı.
Korkularından saklandıkları yerlerinde duramıyor <yakalanacağız > diye
de oldukları yerde ecel teri döküyorlardı. Evvelden yemin ettikleri
için görülseler bile yaptıkları bütün işleri için görülseler bile,
yaptıkları bütün işleri inkâr edeceklerdi.
- Aşağıda ihtiyar kurulu ile
birlikte, bağ içinde yatan Tekin'linin ifadesini almağa gitti. Bilmek
istedikleri kavganın kimin tarafından çıkartıldığını öğrenmek, ona
göre savunma yapmak istiyorlardı.
- Tekinli aldığı yaraların
tesiriyle < hırıl, hırıl > ediyordu. Ağzından bir kelime almak şöyle
dursun, ölecek diye de korktuklarından bir adım uzakta duruyorlardı.
Şimdi ne yapmalıydılar? Gördükleri her iki yaralıdan bir adım uzakta
duruyorlardı.
- İşe yarar bir ipucu
alamamışlardı. Kucaklarında kalan iki ölüyü keşif etmeye gelen
savcıya:
- -
Bunları kim vurdu muhtar? Diye sorduğunda, ne cevap verecekti Aliş
Ağa? Meselenin mühim tarafı bu idi. Ne yapıp yapıp, bütün köylüyü bu
kavgaya katılmış göstererek, Tekinlilerden öçlerini almak lazımdı.
Sorulacak her soruya < Köylü köyücek suyumuzu tutmaya geldiğimizde
Tekin köyünden ... Aziz'le Zühtü'yü vurdu.. da, Ali ile Osman'ı
yaraladı> dedirecekti. Bundan başka çare var mıydı zaten?
- Köy büyükleri ile köyün
imamı da havuzun başında bulunamıyorlardı.
- Aliş Ağa sigarasını yaktı.
Havuzun en yüksek duvarı üzerine çömeldi. Önündeki üç sıra halinde
duran sıra kavakların üst yapraklarından başlayarak, dibine kadar
bakışlarını gezdirdi. Gözü kavaklardaydı ama aklı < bu cinayetleri
Tekin köyünden kimlere yükleyelim?> Diyordu.
- Bir anda sigarasını yarı
içmeden, sert bir hareketle yere attı. Sonra da, imamın gözünün içine
bakarak:
- - İmam efendi az gelir
misin? Dedi. İmam şaşırdı, etrafına baktı. < Bana ne diyecek > Der
gibi yaparak Aliş Ağanın yanına gitti. Aliş Ağa birden bire karar
değiştirerek geri döndü. İhtiyar kuruluna seslenip, onların da yanına
gelmelerini istedi.
- Böylece altı kişilik bir
grup, havuzun batı yamacındaki büyük ceviz ağacı dibinde oturdular.
Belki burada su için son toplantılarını yapacaklardı.
- Aliş Ağanın yüzü, durmadan
renkten renge giriyor, öfkesini ağzına aldığı sigaradan çıkartıyordu.
Suları kesildi kesileli, bu felaketin olacağını sezinlediğinden daima
işin kanun yoluyla yapılmasını arzu etmişti. Ne yazık ki; bütün
çabalarına rağmen yine olacak olmuştu. Köylerinden fidan gibi iki ölü
ile iki yaralıyı paylaşamadıkları bir değirmenlik suya kurban
etmişlerdi. Neden? Niçin olmuştu bu kavgalar? Durup dururken gözleri
bağlı bir kuş gibi ölüvermişti delikanlılar.
- Hepsi, sonu ve ardı
tükenmeyen su tutmak, tarla sulamak, ürün yetiştirmek, karın doyurmak
için değil miydi? Şu halde bir yıl boyunca aç kalmaktansa, çalmak,
bağlamak, ölmek, öldürmek hiç geliyordu gözlerine. Bir damla su için
yapamayacakları yoktu bu insanların.
- İçinden < kurban
verdiğimiz bu yavruların öcünü almalıyım. > Dedi Aliş Ağa. Cevizin
gövdesine belini dayayıp, tüfeğini yüzü ile omuzu arasında
sıkıştırarak, imama doğru tekrar baktı.
- - İmam Efendi! Şimdi size
Allah için bir yemin veriyorum. Sorduğum suallere cevap vermeden iyi
düşünüp, ondan sonra konuşmanı istiyorum. Ne benim, ne de onlar için
konuşacaksın. Allah'ı hiçbir zaman aklından çıkartmayıp, kitapların
buyruklarına göre hareket edeceksin anladın mı? İmam Aliş Ağanın
soracağı sorunun ne olabileceğini düşünmeye daldığı bir sırada, Aliş
Ağa konuşmaya başladı:
- - İmam
Efendi! Bu gün olanları gözünle gördün. Birkaç senedir köyümüzde
vazifeli bulunuyorsun. Kesilen bu su yüzünden uğradığımız zararları
kuruşu kuruşuna hatırlıyorsun. Bilmem anlayabildin mi sorduklarımı?
Dedi. İmam:
- - Evet! Dedi. Aliş Ağa:
- - Öyle ise bir tek kelime
soracağım. Bu soruya evet veya hayır diyeceksin. Anlamışsınızdır her
halde? İmam bütün dikkatiyle Ali Ağayı dinliyordu. Aliş Ağa; gözlerini
kendini dinleyen imamın gözlerinde gezdirerek nasıl bir cevap
vereceğini anlamak maksadıyla:
- - İmam efendi. Ölülerimizi
vuranları görmediğimiz halde öldürenlerin de Tekinler
Olduğuna bütün kalplerimizle inanarak Ahmet'in vurulduğuna, Mehmet;
Mehmet'in vurulduğuna Ahmet; vurdu diyebilir miyiz? İmam bir anda
sararıverdi. Bu soruya nasıl cevap vermeliydi? Feci bir şekilde
öldürülen Aziz'le, Zühtü'yü gözünün önüne getirdi. Ayrıca bağlar
içinde ölü gibi yatmakta olan Tekinlinin de bu cinayetlerin
işlenmesinde rolü olduğunu düşündü. Titrek elini alnına koydu,
durakladı. Gözleri ihtiyar kurulunun üzerinde tek tek gezdirdi. Sonra
da; sakin bir konuşma ile:
- - Köyün
selameti için yalan söylemek cevazdır! Dedi.
- Aliş Ağanın yüz hatları birden bire
gevşeyerek:
- - Çok
teşekkür ederim imam efendi. Bizi çok müşkül bir çıkmazdan kurtardın.
Eğer şimdi bize müsaade edersen bu mevzu üzerinde arkadaşlarla
görüşeceğiz. Lütfen bizi yalnız bırakınız! Dedi.
- İmam gülümseyerek müsaade isteyip,
havuzun başına doğru yollandı.
- Cevizin gölgesinde Aliş Ağa ile
dört üyesi baş başa kalmıştı. Gözleri uzaktaki tozlu yollardan
ayırmıyordu. Bu arada çok uzaklardaki bir yolda bir toz bulutu meydana
geldi. Aliş Ağa bu toz bulutuna uzun uzun baktı, sonra:
- -
Arkadaşlar! Biraz sonra işlenen cinayeti keşfe gelecekler. Pek tabii
ki; ”Bunları kim vurdu” Diye soracaklar bize. “Biz bilmiyoruz,
görmedik” desek bunca zaman suyumuzu kesip, fidan gibi
delikanlılarımızı öldüren Tekinlilere yardım etmiş olacağız. Eğer
bizimkiler onlardan şimdi birkaçını vurmuş olsalardı, yanımıza
koyacaklar mıydı sanıyorsunuz? Şüphesiz ki, hiç tereddüt etmeden
hepimizi gözlerimiz baka baka deliğe dolduracaklardı. Şimdi onlardan
yalnız bir ağır yaralı var. Çok şükür onda da kurşun yarası yok. Savcı
gelinceye kadar ya ölür, ya ölmez. Ne ise gelelim planımıza. Benim
kafamca havuzun başında oturanlara duyurmadan köyde ağzı laf yapanları
yanımıza çağırıp şahitlik yapmalarını yanımıza çağırıp şahitlik
yapmaları yanımıza çağırıp şahitlik yapmalarını söylememiz lazım.
İmamın söylediğini yeminle onlara anlatıp, Tekinlilerin ileri
gelenlerinden Aziz'i, Zühtü'yü, Osman'ı, Ali'yi Tekinliler vurdu
dedirtmeliyiz. Yalnız unutmayın ne keder çok şahit ayarlarsak ve ne
kadar çok provasını yaparsak kazancımız o kadar çok olur. Önce
domuzların azılılarını deliğe doldurmalıyım ki, bundan sonra suyumuzu
rahat rahat akıtsınlar. Tekrar ediyorum. Savcının karşısında aman
şahitlerimiz şaşmasınlar. Gözlerinin önünde bu kurbanlarımızı ve
onların yetim yavrularını getirirsek,”bu havuzun başına suyumuza
bakmaya gelmiştik, Tekinliler bize pusu kurup şu tepeden Serdar Ağa,
Şu bağdan Çelebi Ağa, şu hendekten Bilmiş Ağa ateş etti. Vallahi,
Billahi gözlerimizle gördük ”dedireceksiniz. Bilmem meramımı
anlatabildim mi? Nerde ise, yaralı arabası ile gönderdiğimiz cinayet
ihbarı Çorum'a ulaşmıştır. Yarım saat içinde keşifçiler burada
olurlar. Elimizi çabuk tutalım! Dedi.
- İhtiyar
kurulu bu konuşmayı yerinde buldu. < Görmedik > diyemezlerdi zaten.
Havuzun başındakileri tek tek bağların arasına çağırıp talimat vermek
maksadıyla cevizin altından kalktılar. Bağların içine doğru kısa
yoldan yürüdüler. Atladıkları ilk bağdan geçerken sık çalılıklar
içinde bir çıtırtı duydular. İlkin kulak asmadılar, biraz sonra bu
çalılıklar üzerinde bir kuşun uçması şüphelerini arttırmıştı büsbütün.
İçlerine, Tekinlilerden birinin saklanmış olması doğdu. Aliş Ağa ürkek
bakışlarla sık çalılığa doğru ilerledi. Yere eğilip de çalılıkların
altına dikkatle bakınca iki kişinin saklanmış olduğunu gördü. Tüfeğini
onlara doğru çevirip:
- -
Çıkın! Yoksa vururum! Dedi. Çalıların içinde Kambur Sinan ile Gödek
Akif tir tir titriyorlardı. Aliş Ağanın < Vururum! > sözünü işitince
sürüne sürüne girdikleri gibi çalılıkların altından dışarı çıktılar.
Benizleri kefen gibiydi. Aliş Ağanın yüzüne bakmayarak durmadan yere
bakmaya başladı. Aliş Ağa bu iki delikanlıyı tepeden tırnağa süzdükten
sonra:
- - Burada ne yapıyorsunuz?
Dedi. Gödek Arif, Sinan'ın gözüne bakarak.
- - Köyden arkadaşımızın
vurulduğunu duyunca dereden doğru Tekin'e baskın yapacaktık. Sizi de
cevizin dibinde görünce buraya saklandık! Dedi. Aliş Ağa yutmamıştı.
Sorulduğu zaman savcının karşısına bu eşkıya herifleri eli silahlı mı
çıkaracaktı. < Elbette mühim bir hadise olmasa Tekinliler bunları
öldürürler mi? Dedi içinden.
- Çalınan tosunları,
bağlanan Tekinliyi gözünün önüne getirdi Aliş Ağa. < Bunlar da bu
hınzırlığı yapmışlardır! > dedi kendi kendine. <Şimdiye dek
Tekinlilerle ne yapsalar, ölenlerle birlikte yapmışlardı. Ölenlerle
birlikte yapmışlardın bunlar > diye geçirdi aklından.
- Kambur
Sinan tir tir titriyordu. Nerede ise korkusundan bayılıp yere
düşecekti. Tokur tokur öksürmeğe başladı bir an. Gözünün altından
ihtiyar kurulunun kendini nasıl süzdüğünü gözetliyordu.
- Aliş Ağa dönerek:
- - Doğru mu söylüyorlar
Arif? Tekin'e beraber mi gidecektiniz? Dedi. Sinan:
- - Evet! Tekine gidiyorduk
Aliş Ağa! Diye karşılık verdi. Aliş Ağa arkadaşlarına göz ederek <
Vazifenizi bir an önce bitirin > der gibi işaret yaptı. İhtiyar kurulu
bu işaret üzerine bağlar içinde yürürken Aliş Ağa bunlara çeşitli
Sorular sormaya devam etti.
- Akif ile Sinan'a durmadan
şaşırtıcı sualler sordu. Bir an mavzerlerinin dolu olup olmadığını
düşündü. Elini ellerindeki mavzerlerine uzatarak muayene etmeye
başladı. Önce namluları kokladı. Yanmış barut zehir gibi kokuyordu.
Mekanizmayı açtı. Şarjör yatağının boş olduğunu gördü.
- Sinan'la Akif başlarını
büsbütün aşağıya eğdiler. O sırada şüphesi artan Aliş Ağa çalıların
dibini aramaya başladı. Çalıların içinde saklı diğer mavzerleri de
gördü. Öfkesinden dudakları titremeğe, kafasını sallamaya başladı.
Dazlak kafasını kirli şapkasının altından kaşıyıp hiddetle:
- - Ulan serseriler! Demek
siz çıkardınız bu kavgayı. Siz yaptınız bu hırsızlıkları. Şimdi
elimden nasıl kurtulacaksınız bakalım! Söyleyin kum vurdu bunları? Şu
silahlar kimin? Çabuk söyleyin diyorum size! Dedi. Akif korkak bir
tavırla:
- - Dayı!
Biz mermileri boşa atıyorduk, onların pusuda olduğunu ne bilelim, bizi
armut gibi düşürdüler. Öldürmek için gelmemiştik buraya. Olan oldu!
Dedi. Sonra da gözlerini bir noktaya dikerek Paytak Aziz'in vuruluşunu
hatırladı. Aziz'in:
- - Vay
Anam!” Demesiyle karıştı ortalık. Ondan sonra Zühtü'yü vurdular. Ali
ile Osman da yaralı olarak bağlara doğru kaçıyorlardı. Senin bağlar
arasından sesini duyunca biz de buraya saklandık! Dedi. Aliş Ağa
sigarasından dumanı ciğerlerine doldurup nefes alıp verdikçe, kalbi de
gürp gürp atıyordu. Çok heyecanlanmıştı.
- - Size
bunları kim vurdu diye soruyorum? Dedi. Kambur Sinan:
- - Dayı
alaca karanlıkta bizim geleceğimizi Tekinliler öğrenmiş olmalar ki
üzerimize aniden ateş açtılar. Neye uğradığımızı bilemedik. Allah için
doğru söylüyorum, bildiğimizin hepsi bu kadar. Vallahi, Billahi biz
mermileri korkutmak için boşa atıyorduk! Dedi. Aliş Ağa:
- - Mermileri boşa
atıyordunuz öyle mi? Tekinlilerin tosunlarını niye çaldınız? Oğlanı
neden domuz topu ettiniz? Haydi! Buna da cevap verin bakalım? Onların
canı yanmazsa sizi öldürürler mi hiç? Ne duruyorsunuz? Cevap versenize
şimdi de yapmadık diyebilir misiniz? Dedi. Kambur:
- - Dayı! Vallahi-Billahi bu
hırsızlıkları hep suyumuzu akıttırmak için yaptık. Bağlardaki
meyveleri su için çaldık. Ali'yi korkutup suyumuzu akıtsınlar diye
bağladık. Şimdiye kadar mallarına dokunuyor muyduk onların?
Kurbanlarımız da bizimle beraberdi. Onlar da suyumuzu akıtmak için
tosunları çalmaya yardım etmişlerdi. Cahillik ettik bir kere. Ayağının
altını öpeyim verme bizi ele. Çocuklarımıza acı. Söyleme kimseye bizi!
Diye durmadan yalvarıyordu.
- Aliş Ağa konuşmasına ara
vererek, yaptıkları bu harekette haklı olduklarını düşündü. Haklı
olduklarını düşündü. Haklı olsalar bile olan olmuştu artık. < Ah
emeklerim! Bu işler olmadan şu suyu halledemedim gitti > Dedi içinden.
Sonra; Tekinliyi kimlerin dövdüğünü öğrenmek istedi. Kızmış gibi
yaparak:
- - Ulan yüzünü, kandan
tanınmaz hale soktuğunuz Tekinliyi kim dövdü? Dedi. Kambur'un
dudakları birden bire titremeye başladı:
- - Ağa be! Akif öldü diye
bıraktık onu. Yoksa ölmemiş mi? Dedi.
- Aliş Ağa daha fazla
konuşmamaksızın yersiz olduğunu düşündü. İşin evvelden hazırlanmış bir
tertip olduğuna, bir defa daha kanaat getirerek:
- - Ulan it oğlu itler!
Ağzınızı bir yerde açarsanız kendinizi yok bilin bu köyde. Bundan
sonra etinizi parça parça etseler, ağzınızdan bir şey
kaçırmayacaksınız? Anladınız mı budalalar! Görüyorsunuz buralar çok
kalabalık. Kimsenin aklına çalı dibini aramak gelmez. Biz tesadüfen
bulduk sizi. İyice çalıların içinde kaybolun şimdi. Gece olunca
evinize gidin üç gün de evinizden dışarıya çıkmayın! Dedi.
- Gödek'le Kambur
sevinçlerinden Aliş Ağanın ayaklarına kapanmışlardı. Aliş Ağa havuz
başındakilere görünmemek maksadıyla eğile eğile tekrar cevizin dibine
doğru yürüdü. Uçkurunu bağlar gibi yaparak abdest bozmuş taklidi
yaptı. Sonra da havuzun başına tekrar geri geldi.
- Öğlene yakın; Çorum'dan
iki jeeple, bir pikap içinde bir bölük jandarma geldi. Havuzun
başındaki Boğaçlılar, gelenlerin işlerine mani olmamak için bağların
içine çekildiler.
- Havuzun başındaki düzlüğe
portatif bir masa kuruldu. Bir savcı, bir doktor, bir jandarma
yüzbaşısı ile iki zabıt kâtibi toplandılar masanın başına. Savcı;
jandarma yüzbaşına dönerek:
- - Jandarmanın bir kısmını
Tekin köyünün etrafını kuşatmasını! Diye emretti!.Bu sırada şapkasını
açarak bağların içinde Tekinli birinin yaralı olduğunu Aliş Ağaya
haber verildi.
- Savcı ile doktor hemen
yaralının yanına koştular. Tekinlinin önceki hırıltısı hâlâ devam
ediyordu. Ağzındaki köpüklerle akan salyaları birbirine karışmıştı.
Kalbi normal atıyordu.
- Doktor savcıya göz işareti
yaparak < Ölür bu adam> der gibi yaptı. <Hastaneye gönderilse de zor
kurtulur > Demek istedi. Yaralı derhal pikabın içinde, dört
jandarmanın kolları arasında üleştirildi. Ayrıca ifadesinin kendine
geldiği zaman alınması, sıkı sıkı tembih edildi.
- Şimdi de kucak kucağa
yatan iki ölünün başında buluyordu keşif heyeti. Zühtü'nün boynundan
akan kan, elbiseleri üzerinde simsiyah kurumuştu. Ölü yeşili sinekler
bu pıhtılaşmış kanı emiyorlardı.
- Paytağın üzerinde kan
bulaşığı olmamasına rağmen, yüzü mosmor olmuştu. Demek ki yediği
kurşun kanını içine akıtmıştı.
- Doktor otopsiyi yaparken,
savcı da Boğaç Muhtarı ile üyelerini sorguya çekti. Uzun uzun dinledi
söylediklerini. Hepsinin verdiği ifade aynı merkezde toplanıyordu.
Aliş Ağa:
- - Don
gömlek bir vaziyette koşarak geldiğini. Söyledi. Üyeler de;
gördüklerini evvelce kararlaştırdıkları plana uygun olarak söylediler.
- Savcı, bunlardan sonra,
ilk önce havuza su tutmaya gelenlerin hadiseyi anlatmaları için tek
tek ifadelerine müracaat etti.
- Evvelden provası yapılmış
ateşli gençler, şaşırmadan planlı bir ifade verdiler. Kabahati
Tekinlilerin üzerine atarak, köyün en azılı ağalarının Aziz'le
Zühtü'yü vurmuş olduklarını söylediler.
- Sıra Aliş Ağa tarafından
gösterilen otuz kadar Bogaçlı genç hadisede kendilerini bulmuş gibi,
savcının karşısında hiç falso yapmadan yeminleri dikip dikip attılar.
En az bir şahit Tekinlilerin ileri gelenlerinden, iki kişinin elinde
mavzeri nişan alıp Aziz'le Zühtü'ye nişan alıp, Aziz'e, Zühtü'ye,
Osman'a ve Ali'ye vurmak kastı ile kurşun attıklarını söylemişti.
- Boğaçlıların sorguları
ikindiye az bir zaman kala sona erdi. Güneş ortalığı kızdırmış
olduğundan, keşif heyetini tere boğmuştu. Nerede ise cenazeler
kokacaktı sıcaktan. Sanki güneş bütün günahları keşif heyetinden
alıyordu.
- Sıra Tekinlilerin
ifadesine gelmişti. Savcı Boğaçlıların cenazelerini Aliş Ağaya teslim
ederek hiçbir kimse bırakmadan köylerine gitmelerini tembih etti.
Öfkesini konuşmasından çıkarmak arzusu ile:
- - Kumandanım! Bütün
jandarmaları jeplere bindirip Tekin'e sefer yapmasını, Boğaçlıların
isimlerini verdiği adamları da getirmesini. İstedi.
- Jandarmalar Tekin'e
giderek, isimleri verilen katil zanlılarını havuzun başına teker teker
getirdi. Birkaçı hariç isimleri verilenler toplanmıştı havuzun başına.
- Şimdi de, Tekinlilerin
çoluk çocuğu, karı, kızanı bütün ihtiyarları seyrediyordu havuzun
başında.
- Köyün ileri gelenlerinden
cinayete adı karışanların tek tek ifadesi alındı. Hiç birsi < Biz
vurduk veya şu vurdu.> Gibi ifadeler vermiyordu. Hepsi de < Vurmadık,
bilmiyoruz!> diyorlardı.
- Savcı
ve Jandarma kumandanı sinirlerinden küplere biniyor, doğru ifade
vermedikleri için Tekinlilere ağızlarına geleni atıp üflüyorlardı.
- En sonunda, kafasında
şimşek gibi bir plan geçti savcının. Kumandanın kulağına eğilerek bir
şeyler fısıldadı. Jandarma kumandanı beraberlerinde getirdiği bir
onbaşıyı yanına çağırarak oradaki kadın ve çocukları köylerine
kovmalarını emretti. İmkânımı vardı bunların kovmanın. Sakız gibi
yapışıp, gitmiyorlardı havuzun başından.
- Jandarmalar otuz kadar
Tekinliyi çember içine almış bırakmıyorlardı. Bunların içinde,
Boğaçlıların en çok ismini bildiği Bilmiş Ağa vardı. Kumandan bütün
planların bunun parmağı altından çıktığına hükmederek, eline ilk
kelepçe vurdu. Jandarmaların itiş, kakışları arasında götürülmek
istendi Çorum'a. Bilmiş Ağa dayanamadı kükredi:
- - Bana dokunmayın. Benim
günahım yok! Onlar beni çekemedikleri için yazdırmışlar, bakın birçok
torun sahibiyim bu yaşımda adam öldürür müyüm ben? Diyordu. Kumandan
da durmadan:
- - Bu adamları siz
öldürmediniz de kim öldürdü? Diyordu.
- Böylece yirmi dokuz kişi
teker teker göz hapsine alındı. Bunlara rağmen hiç birinden bir ipucu
alınamadı. Son çare olarak, otuz kişinin tevkif edilerek ceza evine
gönderilmesini istedi savcı.
- Kumandan aldığı bu emir
üzerine Tekinlilerin ellerini kelepçeye vurdurdu. Bilmiş Ağanın yüzü
sap sarı kesildi. Dayanamayıp:
- - Savcı Bey! Bizi tevkif
etmeye hakkınız yok! Burası koca köydür. Ben vurmadım ama başkası
vurmuş olabilir. Elbette bize kurşun atanlara biz de karşılık
vermişizdir. Suçu neden bizde arıyorsun? Bak, bir yiğidimiz de bizim
var. Ağır yaralı olduğunu gözlerinizle gördünüz. Belki öldü, belki
yaşamıyordur. Sizin vazifeniz bizi sorguya çekmek ama suçumuz yokken
tevkif edemezsiniz bizi. Köyümüzden vurulmuşlardır bunları. Ama kimin
vurduğunu ne bileyim? Yoksa durup dururken adam vurulur mu hiç? Silah
kullanmamızı onlar istediler. Buyurun görün şu elmaların altlarında
neler yazmış Boğaçlılar! Suya kan isteriz demişler. Kavgamız bundan
çıktı zaten. Biz yine bir şey yapmazdık onlara. Ortada kanun vardı.
Kanun hakkımızı er geç verecekti. Ne yazık ki sabrımızı zamansız
taşırdı Boğaçlılar. Koyunlarımızı çaldılar, bir şey demedik.
Meyvelerimizi topladılar bir şey demedik. Ormanlarımızı kestiler bir
şey demedik, bunlarda yetmiyormuş gibi, bir de delikanlımızı domuz
topu edip öldürmek istediler. Tosunları toz duman ettiler, yinede bir
şey demedik. Ama Allah'ın verdiği şu elma ağaçlarını kesip diplerine
kırmızı boyu ile suyu kan isteriz demeleri yemin ettirdi hepimize.
Öldürseniz de söylemeyiz vurduğumuzu. Şimdi isterseniz idama
götürebilirsiniz bizi hâkim Bey! Dedi.
- Bunları söyledi ama nerede
ise olduğu yere yıkılacaktı. İhtiyar olduğu buruşuk yüzünden ve
ayağının topal olduğu, konuşurken gezinmesinden belli oluyordu.
Aşağıya doğru sarkan uzun bıyıklarına gözyaşları dökülmeye bil
başlamıştı Bilmiş Ağanın. Savcı ise öfkesinden tokatlayacaktı
ihtiyarı. Hırsını yenemeyerek:
- - Siz niye kestiniz
bunların sularını? Niye aç bıraktınız çocuklarını? Onlar haksız mıdır
yani? Allah'ın suyunu niçin bölüşemiyorsunuz? Diye avaz avaz
bağırıyordu. İhtiyar tekrar sözlerine devamla:
- - Evet Savcı Bey. Hakkımız
olan suyumuzu, gözümüz bakarken veri miyiz Boğaçlılara? Nüfusumuz bir
iken bin oldu. Karnımızı doyuramıyoruz artık! Diye durmadan
vızırdanıyordu.
- Savcının sabrı tükenmişti
artık. Jandarma komutanına dönerek:
- - Bu otuz kişiyi tevkif
ediyorum. Noksansız Çorum'a getirin! Dedi. Sonra da yanında
binmelerini bekleyen jeepe doktorla atlayarak şehrin yolunu tuttular.
- Jandarma komutanı ellerini
kelepçelediği, otuz kadar Tekinliyi önüne kattı. Beşer kişilik gruplar
halinde başlarına ikişer jandarma takıp Çorum'a doğru yollandırdı.
Biraz sonra zabıt kâtipleriyle kendi de jeepe binip arkalarından
takibe koyuldu.
- Bağların içinden geçerken
bu durumu uzaktan seyreden kadınlar; bastılar feryadı. Kocalarının
arkalarına koşarak yaklaşmak istemeyen jandarmaların önüne yatıp:<
Götürmeyin kocalarımızı! Onlar suçsuzdur! > Diye hüngür hüngür
ağlıyorlardı.
- Şimdi her iki köyde bir
mateme bürünmüştü. Ölen ölmüştü ama, öldüren de bütün aile efradını
yetim bırakarak hapse gidiyordu.
- Bu ne manzara Ya Rabbi!
Cahil İnsanların karşısına şeytan geçmişti çoktan. Hiç durmadan göbek
atıyordu önlerinde. Yellenmişti. Öğretmişti. Kızdırmıştı. İyi
insanları kötü yola sevk eden kör şeytan. Ne yazık ki; olan masum
yavrularla dul kalan çiçeği burnunda gelinlere olmuştu.
- Zavallı Boğaçlılar,
günlerce tarlalarını sulayamadıklarından, sularının akması için gizli
gizli su hırsızlığına çıkmışlardı geceleri. Belki evlerde topu topu
iki çuval buğdayları vardı. Onu da kışa ulaştırmadan, oturup
bitirivereceklerdi birden.
- Bir damla su için
kendilerini ölümün kucağına seve seve atmışlardı.
- Akşamın alaca karanlığında
verdikleri su kurbanlarını gözyaşları arasında toprağa verdiler.
- Kim bilir Anadolu'nun nice
köylerinde bu acıklı manzarayı yaşıyordu insanlar. Bazıları dünyaya
yaşamak için gelirlerken, bazıları da yemincilerin yaptığı gibi, < Su
hırsızlığına > çıkıp, bir lokma yavan ekmek için vurulup ölüyorlardı.
- Yaz mevsiminin kavurucu
sıcaklığı, gündüz tam on iki saat devam etmişti. Akşam yanaştığı
halde, gölgelerin harareti yakıyordu insanı. Üç aydır içindeki
yosunları dahi kuruyan su havuzuna bir değirmenlik Tekin suyu şırıl
şırıl akıyordu.
- Suyun rengi başka türlüydü
şimdi. Su arklarının içinde biriken kuru otlarla köstebek toprakları
doluyordu havuza.
- Nöbetçi jandarmalar
havuzun içine doğru uzanan çötene batıyor, kurumuş otların arasındaki
yaz kurbağalarının sevinçlerini hissediyorlardı.
- Bundan sonra neye yarardı
sanki? Ağustos ayı yarıyı geçmişti. Kimsenin bu suya ihtiyacı
kalmamıştı artık.
- Bağların içindeki
bülbüller başka türlü ötüyorlardı bu gece. Seviniyorlardı,
uçuşuyorlardı daldan dala. Yalnız baykuşlar korkulu ötüyorlardı
nedense?
- Gece derin sessizlik
içinde geçti. Havuz ağzına kadar su ile dolmuştu. < Su hırsızları>nın
kanlarıyla biriken bu suyu kimse görmek istemiyordu artık.
- Çorum Ovası, bir gün
önceki sıcaklığını yaşarken, şehrin içinde oturan halk da İstanbul'un
büyük trajlı gazetelerinin birinci sayfalarında yazılı “SU
HIRSIZLARI”NIN nasıl öldüklerini okuyorlardı.
-
-
|