DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

 

İÇİNDEKİLER
Mahmut Selim GÜRSEL TAKDİM
Hayat Hikayesi
MUTAFA AMUCA'NIN CUVARASI
ÇOCUKLARIMIZ VE BİZ 
SEN OLMAYINCA
BAHAR GELİNCE
KİMLERİNDİR
DEMEDİLER Mİ?
AYIP DEĞİL AĞLAMAK!
SERZENİŞ


 

 
Çalışma TELİF ESERİDİR izin almadan kullanmayınız!
Hazırlayan Mahmut Selim GÜRSEL
corumlu2000@gmail.com
Sitemiz ve yazarlarımız;hukuka, yasalara, telif haklarına ve kişilik haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir.

 01

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

KİTAP ismi  Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

TAKDİM           

Bir kitabın doğması, o kitabı yazmaya kalkan kişinin amacına ve bilgi birikimine göre değerlendirilmesi uygun olarak görülmelidir.

            Elinizde bulunan bu çalışmanın sizlere ulaşması için günlerini veren bu çabası için şükranlarımı sunarken, bu çalışmada da benim ufacık bir katkımın da bulunması beni bahtiyar etmiştir.

            Bu çalışma ile sizlerde bazı bilgileri edinmiş ve faydalanmış olarak uzun yılların birikimlerinden aydınlanacağınızı göreceksiniz.

            Bilgi; yazılmadıkça kaybolmaya açık birikimlerdir. Her insan bir kitaptır; onu okumamız gereklidir.

            Tanımadığımız ve anlamadığımız kişiler hakkında nasıl kararlar veremezsek; bir çalışmayı da incelemeden, okumadan karar veremeyiz. 

Mahmut Selim GÜRSEL  

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 02

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mehmet GÜNDOĞAR
1932 yılında Çorum İline bağlı Çıkrık Köyünde doğmuşum. Çıkrık Köyü benim ata yurdumdur. Babam,dedem,daha büyük dedelerim hep burada doğmuş,burada yaşamışlar. 
Çocukluk yıllarımda babam,çiftçilik yapardı. Ben de  onun en yakın yardımcısıydım. Bu nedenle çiftçiliğin en ince ayrıntılarını babamdan öğrenmiştim. İlkokulu köyümde Çıkrık Bölge İlkokulunda bitirdim. O yıllar çevredeki  okulu   olmayan  köylerden de, okulumuza  öğrenci  gelirdi. Bu nedenle sınıflarımız kalabaydı.  Her  sınıfın bir öğret meni vardı. 
İlkokuldan  sonra Ladik Akpınar Köy Enstitüsüne gönderildim. 1951 yılında bu okulu bitirerek öğretmen oldum. İlk öğretmenliğime Amasya'nın Kovay Köyünde başladım. Birisi kız,dört çocuğum oldu. Hepsini yuvadan uçurdum. 
1965 yılına kadar çeşitli köylerde tek başına  öğretmenlik  yaptım  bu okulların hem baş öğretmeni,hem  beş  öğretmeniydim. 1965 de kıdem ve  başarılarımdan  sıram geldiği için Çorum Merkez Bahçelievler  İlkokuluna  atandım.  Diyebilirim ki; öğretmenliğimin en güzel yılları bu okulda geçti. Öğretmenliğimin ve çabalarımın meyvelerini bu okulda  görmeye  başladım.  Şu günlerde bile duyup,başarılarıyla iftihar ettiğim öğrencilerimin hepsi de,bu okuldan. Tabii,onların başarılarının nedeni kendi  emeklerinin  karşılığıysa da, gene de  bir zamanlar benim öğrencim olmalarından haklı olarak kendime de bir gurur payı çıkarsam haksız sayılmam.  Yirmi  yedi yıllık öğretmenken,şahsi birtakım nedenlerden ötürü  1978  yılı sonlarına doğru emekliye ayrıldım.  Ama  çok  mutsuz oldum. Zira bir türlü öğretmenliği üzerimden koparıp atamıyordum. Tam on dört yıl  gece rüyalarımda en az, haftanın dört  gününde  bir yerlerde öğretmenlik yaptım.1980  yılında, yedek    subaylığımdan   tanıdığım batıya (İzmir'e) göçüp yerleştim. 1990 lı yılların  başında,Anadolu Üniversitesinin Eğitim Açıköğretim  Fakültesinin ön  lisansını   tamamlayarak 1991 de öğretmenliğe tekrar döndüm. Bu yeniden başlayış;benim için ikinci bir bahar oldu. ,23 Ekim 1996 tarihinde Karşıyaka Evrenpaşa İlkokulundan ikinci kez emekliye ayrıldım.    Böylece  devletime otuz bir buçuk yıla yakın hizmet etmiş oldum. 
İlk okul  yıllarında   köyümüzde  amcalarımın  arkadaşı, harbiye  okulu  öğrencisi bir  genç  gelmişti. Ona hayran olmuş,  subay  olmayı; hatta pilot olmaya heveslenmiştim. Ama kısmette öğret men olmak varmış. Tekrar dünyaya  gelme  imkanım olsaydı,her  defasında gene öğretmenliği seçmekte hiç  ikilem  göstermezdim.  Öğretmenlikten emekli olduktan sonra, çeşitli işlere girdim, çıktım.  Bakkallıktan, piyango bileti satıcılığına,şehir içi otobüs  servisi  yazıhanesindeki telefon başı beklemekten, restoranta kasa fişi kesmeye  kadar  farklı işlerde  çalıştım. Bunlardan hiçbirini öğretmenlik  kadar onurlandırıcı değildi. Sevemedim hiçbirini. 
Öğretmenlik ; iyi bir  insan olmak,iyi bir insan yetiştirmek  sanatıdır.  Böyle  onurlu mesleğin bence dört tane anahtarı vardır: Sevgi, sabır, hoşgörü ve özveridir. Eğer insan;çocuğu sevmiyorsa, sabırlı davranıp,hoşgörülü davranamıyorsa,öğretmen  olmasın derim.  Tabii  bunu söylerken öğretmenin bilgi,kültür ve eğitimcilik kapasitesine değinmek  istemiyorum. Okulda  okurken;Balıkesirli bir öğretmenimiz vardı.  Meslek dersi öğretmenimizdi Ziya  Kozan. " Oğlum öğretmen  olmayın, öğreten  olun !" derdi. İnsan  öğretmenliği seçmişse " öğreten "olmalı. Zira öğretmenlik" bir tanrı mesleğidir.” 
Ta ; okul yıllarından bu yana şiir yazmaya çalıştım.  Hemen ,hemen her   konuda şiirler yazdım  Bu şiirlerimin birkaçı ilk  kez  yedek  subaylığım  sırasında Edremit'in Körfez Gazetesinde yayımlandı.1996 yılında "Osmanlı  Padişahları Kendini Anlatıyor" başlığı altında ders  için  şiir  diliyle padişahları konuşturdum. Diğer bazı şiirlerimle bi likte Çorum Yenigün Gaze tesirde  yayımlandı. 
Kardeşim;Eğitimci Yazar Muzaffer Gündoğar'ın teşvikiyle öykü ve roman denemelerine başladım. 1997-1998 de ilk roman denemem "Nar Çiçekleri "  Çorum  Haber  Gazetesinde yayımlandı. Okuyucularım  tarafından ilgiyle okunduğu söylenildi. Bundan cesaret alarak," Şarapnel " isimli roman denememi yaptım. Halen Çorum Haber Gazetesinde  yayını  sürmektedir. Bu arada bazı öykülerimden  bir  kaçı da yayımlanmıştır. Yazdıklarımdan dolayı bir ödül almışlığım yoktur. 
 İdealsiz kişi olmaz. Muhakkak ki;her insanın  gerçekleşmesini  istediği bir ideali vardır. Benim idealim de yazdığım  şiirlerimi, öykülerimi, romanlarımı  yayımlayarak  kitap haline getirmektir. 
Çıkarmış olduğunuz "Çorumlu 2000" isimli derginizin bazı sayıları kardeşim Muzaffer Gündoğar  vasıtasıyla  bana  ulaştırıldı.  Yaptığınız bu çalışmaları, Çorum'umuz ve   Çorumlu kardeşlerimiz açısından  büyük  bir  değer  taşımaktadır. Bu çalışmalarınızı taktir ve övgüye değer niteliktedir. Teşekkür eder,bu başarıyı daha uzun yıllar sürdürmenizi dilerim.  Yayınevimizin basılmış ve sanal yayınlanmış dergilerinde yazıları bulunmaktadır.
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 03

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

MUTAFA AMUCA'NIN CUVARASI     
         Mustafa amca orta halli bir rençper (çiftçi) di. Geçinebilmek için hem rençperlik yapıyor ve hem de çerçicilik. Bu köyde bağından çıkan üzümünü, bahçesinden çıkan meyveyi, sebzeyi eşeğine yükleyip yakın kasaba ve kırsal köylerde satanlara çerçi deniliyordu. Bu işin adına da çerçicilik!
         Bu iki işi birbirine yardım etmezse, geçim zor olurdu. Köy insanının yüzde sekseninin yaptığı iş buydu. Mustafa amca da bu işi yapıyordu.
         Köyün gençleri ona "AMUCA" diye hitap ederdi. Bu hitap şekli Mustafa amcaya özgüydü. Yoksa başkalarına normal dil konuşulurdu.
         Mustafa amca gariban bir kişiydi. Hoş sohbet, sevecen, güler yüzlü biriydi. İlkbaharda işlerinin ucu çıkınca bir başlar, kasımda kar yere düşene dek didinir dururdu. Evindeki beş nüfusu geçindirmek kolay değildi.  
Kar yağmakla işler bitmiyordu.  Bu kez de lahana, pırasa, ıspanak, pekmez gibi kış yiyeceklerini satmaya giderdi.  İşleri bitmiyordu. Mevsimine göre çift sürmek, ekin ekmek, tırpan biçmek, yığın yapmak, sap getirmek, harman sürmek, bel tepmek, saman çekmek, bağ budamak, üzüm satmak gibi işleri değişirdi ama onun değişmeyen bir işi vardı ki; o hiç değişmezdi. Sigara içmek. Ucuz "Köylü sigarası" gece gündüz yanındaydı. Ne marka olursa olsun, sigara içmek onun tek tutkusuydu.
         Yaz gelmiş, ekinler yetmiş, orak ve tırpanla biçilerek, el ile yolunarak yığınlar yapılmıştı. Şimdi bir de harman derdi vardı.  Köyün sürülmemiş boş düzlüğü olmadığı için, herkes harmanını köy önündeki arpalıklardan harmana yetesi yeri süpürüp, salma su ile sularlar, tapanla da düzeltirler, kururken de loğ taşıyla pekiştirilince beton gibi olurdu.
         Harman yapma işi yalnız olacak bir iş değildi. Bu iş ortaklaşa imece ile yapılırdı. Mustafa amca da harmanını böylece ortaklaşa yapmıştı.
         Harman kuruyunca acil yerlerden başlayarak başak yığınlarını getirip sürmeye başladı. Dövenini iki öküz ile bir eşeğe sürdürüyordu. Öküzler yorulunca birini eşeği ile değiştirip dinlendiriyordu. Çünkü onlar uzak tarlalardan sap getirmeye de sorumluydular.
         Hava sıcak olursa ancak bir buçuk günde iki kağnı başağı tınaz haline getirebiliyordu.  Zenginler bu işi, iki üç düvenle, daha kısa sürede, daha çok iş yaparak sürdürüyordu. Oysa Mustafa amcanın tek dövenle işi çok zaman alıyordu.
         Sap getirme yerleri uzaktı. Günde iki kağnı sap ancak getirebiliyordu. Bir, bir buçuk saat uzakta tarlalar vardı. Bu tarlalardan sap getirmek, öküz ayağıyla iki misli sürüyordu.
         Ne olduysa bu son gidişte oldu. Sap getirme yeri bir saat uzaktaki Uzun döşek mevkisiydi. Ara uzak, yol sapaydı. Bazen toprağı yumuşak tarlalardan, bazen sel yataklarından, bazen de taşlı araziden geçmek durumunda kalıyordu. Kum da ve yumuşak zeminde kağnının tekerlekleri batıyor, dingili zor dönüyordu. Bu durum, hem güç kaybına neden oluyor, hem zaman.
         Sabaha üç saat kala kağnısını koştu. Boş kağnıyı öküzler inişli yollardan tarlaya çabucak neşeyle indirmişti. Gökyüzünde yıldızlar pırıl pırıl parlaktı. Sabahyıldızı doğmuş, Mustafa amcanın sigarasına göz kırpıyordu sanki.
         Kağnıya binmiş, bacaklarını iki okun arasından sallamış, elinde kısa övenderesiyle usta bir tır şoförüne benziyordu. Yığınların böğrüne varınca, öküzlere:
         -Bovvaah! Dedi. Gariban öküzler, kulaklarını kısarak durdular.  Hayvansı hisleriyle biliyorlardı ki; gidişleri, geldikleri gibi olmayacaktı. Zahmet ve zorluk gene başlayacaktı. Bu korku ve endişeye geviş getirmeyi bile bırakmışlar, bir robot gibi duruyorlardı.  Başka zaman olsa yığındaki başakları, söküp yemeye can atarlardı. Şimdi ise dönüp bakmıyorlardı bile.
         Mustafa amca, ceketini çıkarıp bir kenara fırlattı. Kağnıyı çevirip gidişe uygun bir pozisyona getirdi, dayakladı. Kağnıyı durdururken rüzgârın yönünü de düşünmek zorundaydı kişi. Zira rüzgârın zararından en az etkilenmek amaçlanırdı. Urganları çıkardı. Eliceklele birlikte uygun bir yere attı. Anadutu çıkardı, yığının üzerine koydu.  Yığın tırmığı yığının üstünde bırakılmıştı. Onu ayakaltından uzaklaş-tırdı.      Anadutu eline aldı.
-Ya Bismillah! Diyerek işe başladı. Dağınık desteleri, kağnının önündeki ok arasına doldurmuştu. Göplerden başlayarak desteleri yığmaya başladı. Bu yıl çok yağmur yağmıştı.  Zamansız yağdığı için başaklar uzundu ama buğday verimi azdı. Bire beş, on bile veriyordu. "Ama uzun boylu saplarla kağnı yüklemek zevkli oluyor. Biraz da dökümlü olsa " diye düşündü.
         Yarım saatte kağnı yüklenmişti. Sabahın seher yeli yavaş yavaş kendini hissettiriyordu. Şafağın ilk ışıkları, Emirbağı köyünün üstündeki çalıdan belirmeye başlamıştı. Tan yeri ağarıyordu.
         Anadutu vura vura, kağnının görünümünü düzeltti. "Güzel oldu" dedi, kendi kendisine. Urganları çözdü. Halkasını okun ucuna geçirdiği kangalını önden arka ya doğru fırlatıp, sonra ikincisini. Urganların uçları, sapın üzerinden geriye doğru fırlayıp gittiler. Urgan atabilmek, el hüneri isterdi. Bu bir deneyim meselesiydi. Bu iş Meksika kovboyunun sığır yakalamasına benzemiyordu.  Biraz içeriden, biraz dışarıdan atmak, yolda sapın kayarak kağnının devrilmesine neden olabilirdi.
         Kağnının arkasına geçti. Eliceğin birini dolama ağacına soktu. Urgana asılıp önce sağ urganı, sonra sol urganı iyice gerdirdi.  Kağnı hazırdı.  Kağnıyı beş on adım ileriye çekerek durdurdu. Tırmığı alıp, dağılan başak saplarını topladı, yığında kalan sapların üzerine koydu. Anadutu kağnıya soktu. Terlemişti. Ceketini sırtına giyindi. Çıkartıp bir sigara yaktı.
         Bugün kağnı pek havalı görünüyordu. " kulaklı" yüklemişti. Genç delikanlıların yavuklusuna, tam hava atacağı cinsteydi. Eğer sap, güzel yüklendiyse, ön taraftaki urganların baskısıyla, tilki kulağı gibi bir görünüm meydana geldiyse, kağnı "kulaklı" yüklenmiş sayılırdı.  Böyle bir kağnının koşusu yiğit, dingilide güzel gıcırdıyorsa, sahibinin yanına kurumundan varılmazdı. Bu kağnı da, bu gün böyle yüklenmişti.
         Mustafa amca,  o günleri çoktan geçmişti. Sekiz on yıldır evli, çoluk çocuk sahibiydi. Kağnısıyla şöyle, önünden, yanından bakıp göğüs geçirdi.
- Ah gidi sevdalı günlerimiz, ah! Dedi. Geçim derdi yüzünden, sevmeyi bile unuttuk. Hatta sevilmeyi de. Bir idik iki olduk.  İki idik beş olduk. Şey ettiğim karısı, üzerine abamı atsam çocuk doğuruyor.
Dedi. Kağnını önüne geçti, dayağı çeldi. Öküzlere "ho!" Dedi. 
Seher yeli inceden inceye esiyor, kağnı tarlanın yumuşak zeminine batarak gittiği için dingili acıklı nağmeler üretiyor, Mustafa amca sigarasını dudaklarında tüttürüyordu.
Tarladan yola çıkınca, öküzlerin önünü serbest bırakıp, yanı başına geçti. Yeniden öküzlere "ho!" dedi. Övendire ile dürtükleyip onlara gayret verdi, yorulmuş, beli ağrımıştı. Öküzler de ağır gidiyordu.   
         - Çok yüklemişim herhalde. Dedi. Bu gidişle harmana geç varacağız. Övendireyi arkasında yere paralel tutarak, kollarını üzerine attı. Kağnı gıcırdıyor, seher yeli esiyor, amca sigarasını tüttürüyordu duman duman.
         Uzun Döleğin bayırını çıkınca, bir süre düzden girdi. Hafif bir inişten sonra, Porsukluğun derenin ağzında kumdan yürüdü. Yar üzerinden tehlikeli geçişler yapıldı. Kağnı takip edilmezse, hemen devrilme tehlikesi içindeydi. Ne ise ki, Kuyucağın yavşanlığa çıkabilmişti.
         Öküzlere "do-vaah" dedi. Kağnıyı dayakladı. Öküzleri dinlendirmek için böyle durulan yerlere "soluk yeri" denirdi. Daha böyle üç ta ne, soluk yeri olacaktı. Sigarasını yenileyip Mustafa amca da dinlenmeye geçti. Esen rüzgâr sigaranın dumanını Davultepe'ye doğru alıp götürüyordu. Öküzler yorulmuş solukları kızgın dumanlar halinde sabahın serinliğine yayılıyordu.
         Mola bitince sigarasını yeniledi. Dayağı çekip, yeniden "ho!" dedi. Yavşanlığın yolu sıkışmış kumdu. Tekerler batmıyor tıkır, tıkır kolay dönüyordu. "Yol böyle düz ve beki olsa ne kadar güzel olurdu" diye düşündü. "Öküzler yorulmaz, bu kadar da zaman tüketmezdi." Dedi.
Ortalık ısınmıştı. Yanından birkaç kadın eşeklere binmiş, Kuyucağa, Bendaltına gidiyordu. Mustafa amcayı gören kadınların gençleri, eşekten sıçrayıp indiler. Ayıp sayılırdı. Besbelli ya sebze, ya meyve sulayacaklar, ya da sebze toplayacaklardı.
         Düz ve beki yol çabuk bitti. Üçköy'ün çayın sel yatağına girmişti. Gene tekerler kumda ağır dönüyor, kağnı acı acı gıcırdıyordu. Seher yeli esiyor amca sigara yeniliyordu.
         Zorda olsa çay geçildi
         Hacı velinin dereye girildi. Hem hafif yokuşlu, hem de zemin yumuşaktı. Kağnının böyle yanık yanık gıcırdaması, sinir bozucuydu. "Nasıl da unuttum mazıyı yağlamayı" diye söylendi."Bu kadar bağırışın bu yüzden" dedi. Burayı çıkarlarsa ana yola az kalacaklardı. O zaman biraz daha rahat gidecekti.
         Güneş doğarken derenin sonundaki düzlüğe vardılar. Burası Kovaönü bağlarının alt başıydı. Mola için, kağnıyı durdurup dayakla dı. Öküzler ağızlarından beyaz köpükler dökerken, burunlarından da boz dumanlar püskürtüyorlardı. Güneş bir övendire boyu çıkmıştı.
Rüzgârda hızını artırmıştı. Her zaman böyle olurdu, güneş yükselirken rüzgâr hızını artırırdı.
         Bentaltından, Kızılbel'den,  Gökyer'den sap yükleyen kağnıların sesleri, çeşit çeşit gıcırtılarla, nağmeler çıkararak yüz, yüz elli metre uzaktaki ana yoldan geliyordu.
         Mustafa amca sigarasını yenilemiş, yan üstü uzanmış, kafasını dirsek üstündeki eline dayamıştı. İçi dökülmüş sigara çabuk bitmiş, izmariti fiskeleyerek yenisini yakmıştı Güneşle birlikte hızlanan seher yeli, havalanan izmariti kaptığı gibi, sanki minik bir ok misali kağnının saplarına saplayıverdi. Bunu ancak güneş görmüş, rüzgarın bu soğuk şakasına alayla gülümsemişti.
         Rüzgâr esiyordu. Öküzler uzun yoldan gelmiş "Henşel" marka bir tren lokomotifi gibi soluyor, burunlarından boz dumanlar püskürmeye devam ediyordu. Mustafa amca sigarasını tüttürüyor, hayaller kuruyor, anayoldan kağnı gıcırtıları, daha yanık ve daha dokunaklı geliyordu.
         Bir çıtırtı. O da ne? Bir duman. Öküzlerde bir telaş, bir derbelenme... Bire aman sap kağnısı yanmakta. Öküzler boyunduruktan kur tul maya çabalamaktalar.
         Mustafa amca yerinden fırladı. Ceketini çıkardı. Alevlere vurdu, vurdu... "Püf ,püf ! Püf te püf" Faydası yok. Bu sigaranın dumanını üflemeye benzemiyor. Bu kez övendire ile vurdu, vurdu. Hayır! mümkünü yok. Kağnı yanıyor.
         Öküzleri bari kurtarsa! Elini beline attı. Kamasını aradı. Hayır. Onuda yanına almamıştı. Oysa olağanüstü durumlar için, çiftçinin belinde bir kaması olurdu. Zelve kırılır, öküzlere bir şey olur, kesmek icap edebilirdi. Zelve bağlarını kesmeye o bile yoktu.
         Ne ise ki öküzler can korkusuna zelveye yüklenince, kırarak kağnıdan çıktılar, kurtuldular. Sonra kağnının otuz adım uzağına kaçarak, durup yanmakta olan kağnının alevlerine bön bön baktılar.
Şaşkınlıkları geçince, yolun kıyısına uzanan yeşil asma yapraklarını yemeye başladılar. Hem yükten kurtulmuş, hem de birkaç aydır saman yemekten usanmışlardı.
         - Aferin size de, dedi. Mustafa amca. Bana kalaydınız, kebap olacaktınız. İyi ki Zelveleri kırıp kendinizi kurtardınız. Başka zaman olsa, zelve kıran öküzü ya satarlar, ya da kesip etlik yaparlardı. Günlük hayattaki bazı işten kaytaran insanlar gibi makbul tutulmazlardı. Böyle öküzlere "Huylu" damgası vurulurdu.
         Mustafa amca çaresiz ve şaşkın, sigarasını aradı. Yaktı, ayakları üzerine çömeldi. Elleriyle başını kavrayıp, gözleri yaşararak yangının seyrine daldı. Rüzgâr hâlâ esiyor güneş: "Benim yapamadığımı sen yaptım" der gibi göz kırpıyor, sanki gülümsüyordu.        
         Bir saat sonra kağnıdan, iki tekerin çelik çemberi ile, dayağı oka bağlayan iki karış uzunluğundaki çelik zincirinden başka bir şey kalmamıştı. Çemberler soğuyunca kalktı. Yeniden bir sigara yaktı. Çelik çemberleri omzuna astı. Çelik zincirle övendireyi eline aldı. Öküzleri önüne kattı. Harmanın yolunu tuttu. Rüzgârın hızı kesilmiş, hafiften esiyor, kağnı yol ortasında kül olmuş yatıyor, sigara amcanın ağzında tütüyordu. Güneş tepelerin üzerinde muzip, muzip gülümsüyor. Mustafa amca mah cup mahcup yürüyordu harmana doğru.
         Ayşe yenge her zaman olduğu gibi, bu gün de erkenden kalkmıştı. İlk işi oğlunu uyandırıp kaldırmak oldu.
         - Kalk oğlum! Baban sapa gitmiştir. Harmanımız boş kaldı. Başıboş hayvanlar gelip ekinimizi yemesin. Etrafı dağıtmasın. Ben çorbayı pişirip geleyim.
         Güneş doğmamıştı daha. Sekiz dokuz yaşlarında bir oğlan. Yatağın ortasında oturmuş, gözlerini ovuşturuyordu.
         - Amaan dedi ağlamaksı. İnsana bir dakika rahat vermezsin ki uyuyayım. Bıktım vallahi şu işinizden.
         - Niçin öyle söylüyorsun oğlum? Babanın canı yok mu? O ta gece yarısı gitmiştir sapa. O da bizim gibi çabalıyor. Şimdi yorulup uykusuz kalacağız ki, kışın rahat edelim.
         Baba çıkasın öyle rahatlıkta. Durmak, dinlenmek yok. Nisan sonunda okullar kapanalı, sabah uykusu yok. Gündüz akşama dek döven üstünde güneşin altında dön Allah dön, toz ile samanı da cabası!
         - Haklısın oğlum. Ama başka çaremiz mi var? Köylülerin, çiftçilerin kaderi bu! Böyle olmazsa bir lokma ekmeği nereden buluruz?
         Oğlancık kalktı, harmanın yolunu tuttu. Ayşe yenge çorbayı ocağa koymuştu. Karıştırıp pişirdi. Acele ediyordu. Güneş doğmuştu. "Şimdiye gelmiştir harmana. Ama ben hâlâ bir çorbayı bile pişirip yola çıkamadım." Diye düşündü.
         - Geç kaldık ellehem, kalk kızım baban harmana gelmiş, acıkmıştır. Dedi.
         Kızını kaldırdı. Küçük bebeğin altını açıp değiştirdi, temizledi, giyindirdi. Kızının kucağına bıraktı. Ekmeği, lüzumlu şeyleri heybeye koydu. Eşeği çıkarıp heybeyi üzerine koydu ve kızını bindirdi.
         - İyi tutun kızım düşme ha! Diye tembihte bulundu. Kız altı yaşındaydı. Düşmezdi eşekten, alışıktı. İçinde bir sıkıntı vardı. Harmana apar topar varıldı. Kocası daha gelmemişti, biraz soluğu genişler gibi oldu. Sonra yeniden bir sizi türedi içinde. Bir şeyler yakıyordu yüreğini ve bir yerlerini. Ama neydi?
         - Bizim yolumuz sapa, kimse görmedi demek ki. Diyordu çocuklarına.
         Güneş yükseliyordu. Çiğ ıslaklığı kurumuştu. Büyük yabayı eline alıp sap döşeğini aktardı. Çalı süpürgesi ile etrafı topladı. Karnını doyuran eşeği bir gölgeye bağladı.
         Çocuklar acıkmış sızlanıyorlardı.
         - Durun! Babanız şimdi gelir. Sabırlı oluverin biraz. Dedi. Kız daha akıllıydı:
         - Biz anamla; babamızı merak ediyoruz. Sense boğaz düşünüyorsun. Dedi.
         - Kardeşin doğru söylüyor. Dedi Ayşe yenge. Normal zamanda bir buçuk iki saat sonra mezarlıkta iki öküz göründü. "o ne bunlar bizim öküzler değil mi?" Dedi kendi kendine Ayşe yenge. Öküzlerin arkasından Mustafa amca göründü. Yürüyüşü yorgun ve bitkindi. Omzunda çelik kağnı tekerlerinin çemberleri, elinde çelik zincir ve övendire geliyordu. Yürüyüşü aynen ayağında demir laleler takılmış bir mahkûma benziyordu. Ayşe yenge:
         - Amanıın! O da ne, Kağnı nerede? Diye fırladı. Araksını oğlan ve kız takip ettiler. Karşı karşıya gelip yükünü paylaştılar. Karısı:
         - Ne oldu, kağnı nerede, sap nerede? Diye merak ve korkuyla sordu Mustafa amcaya:
         - Yürüyün, harmanda anlatırım. Dedi Mustafa amca bitkin bir sesle.
         Komşu harmandakilerin meraklı bakışları altında kendini harman kulübesinin gölge sine bıraktı. Ayşe yenge ve çocuklar merak, korku ve heyecan içinde babalarına bakıyorlardı.
         - Battık. Battık kadımı battık. Hem de gırtlağımıza kadar. Dedi. Korkutuyorsun beni, ne oldu anlatsana, insanı merakta koyma sana? Dedi Ayşe yenge.
         - Bitti artık. Harman da, rençperlikte! Kağnımız, emeklerimiz, umutlarımız da. Bir sigara izmaritiyle yanıp kül oldu. Artık bundan sonra, ne kağnımız, ne de harmanımız olacak. Ben onları beş kuruşluk köylü Sigarasının izmaritiyle yakıp kül ettim. Artık kim senin yüzüne bakamam ben. Dedi.
         Sonra bütün olanları ayrıntısıyla anlattı. Çocuklar ve Ayşe yenge ağlıyordu. Sonra Ayşe yenge kendine geldi. Metin ve sevecen bir dille:
         - Haydi, haydi canımız sağ olsun. Kağnısı olmayan açlıktan ölmüyor ya. Gel, gel üzülme. Bu yılda bu harmandakiler ile idare ederiz. Gelecek seneye Allah kerim. Geceden buyana açsın. Düşünme, çocuklar da açlar. Yemek buz gibi oldu. Cana gelecek mala gelsin. Düşünme artık, gel otur! Dedi.
         O yıl Mustafa amca köyün en erken harmanını kaldıran oldu. Bu kötü haber harman yerinden başlayarak tüm köyde duyuldu. Kimi üzülerek, kimi içinden alay ederek Mustafa amcayı teselli etmeye çalıştılar.
         Bir zaman bu olay köyde söylendi durdu. Bir zaman Mustafa amca aşağılık duygusu ile ezildi. Sigaraya yeni alışanlara daima şu uyarı yapılır oldu:
         - İç, iç. Mustafa amca gibi bir gün, bir şeylerini yakarsın elbet.
         Aradan yıllar geçti. Her şey gibi bu olay da unutuldu. Fakat Mustafa amca sigarayı unutmadı ve bırakmadı. Sigara Mustafa amcanın kağnısını yakmakla kalmadı, en sonunda o sigara ile kendisi de yandı. Gırtlak kanseri olup hayatı noktaladı.
         Dostlarım şen ve esen kalalar,
Okuyup kıssadan, hisse alalar.
 
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 04

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

ÇOCUKLARIMIZ VE BİZ 
         Eğitim ve öğretim yılının başladığı şu günlerde, bir konunun velilerimiz tarafından anımsanmasını istedim. Aslında bu konu; çok kapsamlı olduğundan ben, bir kısmını ele almak istiyorum.
         Her ana baba, çocuklarını okusun, eğitilsin diye okula gönderirler. Çocukların okula gitmesi ile iş bitmediği, çocuklarının mutlaka okulda ve okul dışında da takip edilmesi gerekir.
Çocuk evden çıktıktan sonra okula gidiyor mu?
Derslerine gerektiği gibi yöneliyor mu?
Okulunda davranışı nasıl?
Arkadaşları ile uyumlu davranıyor mu?
Okulda verilen ödev ve görevleri yerine getiriyor mu?
Okul çıkışı eve vaktinde dönüyor mu? Vb. soruları veli olarak biz kendimize sorup, çocuğumuzu takip etmememiz gerekir. Hele gündüzlerin kısalıp, okulun paydos saatlerinin, dar akşama kalacağı günümüzde buna önemle gereksinim vardır. Her türlü kötülüğün arttığı günümüzde, çocuğumuzun başına neler geleceğini kestiremeyiz. Anne baba; çocuğunu sorgulamalı, gecikmelerin ve diğer aksaklıkların hesabını çocuklarından onları incitmeden bir arkadaş gibi sormalıdır.
         Çocuklar hayat tecrübeleri olmadığından ince düşünemezler. Kötü, haylaz, denetimsiz çocukların hal ve hareketleri ile onların yaşamı ilginç gelebilir. Bu çocukların sözlerine aldanarak, onlara uyarlar. Kuytu yerlerde sigara içme, ilerleyen alışkanlıkları sonucu narkotik bağımlılıklara kadar işi götürebilirler. Bu gibi arkadaşlara kapılan çocuklar velilerinin nerede kaldın? Sorusuna sudan sebepler bulurlar. “Arkadaşım hasta idi ödevini evine verdim. Arkadaşıma uğradım. Alış veriş için geciktim” gibi bahanelerle velilerini kandırırlar. Bu yalanlarla kandırılan veliler ileride daha başka yalanlarla kandırılmaya çalışılır. Anne ve baba bilmelidir ki; böyle gecikmelerin ardından gelen küçük yalanlar, bir kötü alışkanlığın başlangıç tohumu olabilir.
         Çocuklarımız kendilerince masum kaçamakların, ileride onları karanlık ilişkilere, hayatlarını her türlü çıkmaz hale getireceğini bilemezler. Bizler bu duruma çocuklarımızı ihmalimiz ve ilgisizliğimiz yüzünden getirdiğimizi asla kabul etmeyiz ve kendimizi savunmaya çalışırız. “Kendi düşen ağlamaz” deriz, bu ilgisizliğimizin, takipsizliğimizin sonucu, bunun müsebbibi biziz, biz bu hale düşmesine sebep olduk demeyiz.
         Rahmetli babamın babaannesi derdi ki:”Geceler tekin değildir oğul. İçinde neler gizlidir bilinmez “. Ben babaanneye “Nine” derdim, bu hitabı annemden almıştım çünkü annem babaanneye nine diye hitap ederdi. Ninem devamlı bir hikâye anlatırdı:
         “Halamla, dedemden sonra ninemin bir oğlu daha olmuş. Çocuk on iki, on üç yaşlarındayken bir akşam köyde bir şey için komşuya gönderilmiş. Dönünceye kadar karanlık bastırmış. Yolu caminin önünden geçiyormuş. Köyün mezara ölü taşınan sal tahtası, yani tabutu cami duvarına dayalı, yolun görünen kısmında dururmuş. Çocuk tabuta on beş, yirmi adım yaklaşınca durmuş. Korkmuş tabutun yanından geçmeye. Yolun karşı yönünden de bir kadın gelip karşısına dikilmiş. Kadın sormuş:
- Sen kimsin oğul? Demiş.
- Ben Dilber’in oğlu Mehmet’im. Diye cevaplamış çocuk.
- Peki! orada ne diye duruyorsun? Demiş kadın.
- Şurada duran sal tahtasından korkuyorum de geçemiyorum. Demiş çocuk.
- Ben de korkuyorum. O zaman sen oradan koş, ben buradan koşayım. Böylece karşılıklı kaçar kurtuluruz. Demiş kadın.
Çocuk bulunduğu yerden, kadın karşıdan koşmuş. Ama ikisi de sal tahtası tarafından geçmemeye çalışırken birbirleriyle çarpışmışlar. Çocuk zayıf ve güçsüz olduğu için düşüp sal tahtasına doğru yuvarlanmış, başını oraya çarpmış. Bir süre sonra çocuk başını tutarak eve dönmüş. Olanları annesine anlatmış. İki gün yatakta baş ağrısıyla kıvrandıktan sonra üçüncü gün ölmüş.
Devir icabı doktor yok, muayene yok. Neden öldüğünü bilen de, soran da yok. Rahmetli ninem zavallı yavrum; ödü patladı da korkusundan ölüp gitti der, aradan elli- altmış yıl geçmesine rağmen gözyaşlarını tutamayıp ağlardı.”
Arkasından bize şu tembihi yapmayı ihmal etmezdi:”Aman ha! Çocuklarınızı akşam karanlığı bastıktan sonra evinizden dışarı çıkarmayın” Derdi. Çoğu zaman babamızın bizi, şu veya bu nedenle bir yerlere göndermesine mani olurdu. O bizim koruyucu meleğimizdi.
Tabii bu tembihler altmış yıl önceki çocukları içinde ama gene de yararı tartışılmaz doğruluktaydı. Zamanımızın çocukları ve gençleri şeytanın boynuzunu, duyurmadan dibinden sökecek kadar zeki ve akıllı ama ”El elden üstündür” demişler. Ne kadar akılları başlarında olsa da, onları da baştan çıkartacak, daha akıllıları çıkabilir elbette.
Sonuç olarak şunu demek isterim: Zamanımızda ölülerden değil, dirilerin şerrinden korkar hale geldik. Ninemin dediği gibi çocuklarımızın başını gece değil, gündüz bile koyuvermeyelim.
Saygılarımla.
 
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 05

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

SEN OLMAYINCA
Sevda çiçekleri ektin gönlüme
Bir teki açmadı sen olmayınca.
Bülbüller konardı konca güllere
Bir teki geçmedi sen olmayınca.
 
Mor dağlar başından güneş gitmiyor
Yağışlar olsa da bir şey bitmiyor.
Hasretin çekmeye gücün yetmiyor
Gönlüm öksüz kaldı sen olmayınca.
  
Hayalin saniye gözümden gitmez
Hasretin gönlümde acısı bitmez
Bahçemde gül açıp bülbüller ötmez
Hepsi öksüz kaldı sen olmayınca.
31 Mart 1999 Karşıyaka
 
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 06

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BAHAR GELİNCE
Çözülür gönlümün, buzları karı,
Havalar ılıyıp bahar gelince.
Tükenir gönlümün, sabrı kararı
Tabiat süslenip, bahar gelince!
 
Çiçeklerle bezenir, bahçesi bağı,
Yeşile boyanır ormanı, bağı,
Canlanır gözümde gençliğin çağı
Şakırken bülbüller; bahar gelince.
 
Umutlar boy atar, âşıklar uyanır,
Hayaller tozpembe renge boyanır.
Her anı bir hançer kalbe dayanır,
Hıçkırık misali; bahar gelince!
 
Duygular kabarır; akan sel gibi,
Anılar vefasız, sanki el gibi,
Devrilip, dağıtan esen yel gibi,
Çırpınır şu gönlüm; bahar gelince.
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 07

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

KİMLERİNDİR
Bir berbat zamanda çile dolarız,
Emek belli değil, pul kimindir?
Sam vurmuş örneği hemen solarız,
Mevsim belli değil, yel kemlerindir?
 
Vatandaş avlanır vaatle, sözle.
Bağrı yanıktır ateşle, közle.
Ulus kalkınır mı kavlak öküzle?
Çiftlik belli değil, yol kimlerindir?
 
Gün geçmez bir başka çete türüyor
İller ilçeye, köye yürüyor.
Yakıyor, yıkıyor birde vuruyor,
Suçlu belli değil dul kimlerdir?
 
Zengin atlarını düzde oynatır,
Fakir kazanını gizli kaynatır,
Bir çıkar olmazsa sorulmaz hatır,
Taraf belli değil kol kimle
 
Ulusçu geçinin bir kısım sözde,
Cehalet okunur, çoğunun gözde
Damgası yoktur ki insanın yüzde,
Ümmet belli değil, kul kimlerdir.
İzmir Karşıyaka
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 08

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

DEMEDİLER Mİ?
Sana haber saldım, esen yellerle,
Nasıl özlediğim, demediler mi?
Baharda açılan, gonca güllerle,
Nasıl özlediğin, demediler mi?
 
Yıllar duvar ördü, yolaklarıma,
Aylar zincir oldu, ayaklarıma,
Mevsimler kelepçe, bileklerime,
Gurbette tutsağım, demediler mi?
 
Yokluğun zamansız, boynumu büker,
Hasretin çeki taşı, bağrıma çöker,
Ayrılan çaresiz, hasreti çeker,
Sevenler bilirler, demediler mi?
 
Zaman bu ömürden, neler almadı,
Umudum tükendi, sabrım kalmadı,
Sana söylemeye, imkân olmadı,
Hâla sevdiğimi, demediler mi?

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 09

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

AYIP DEĞİL AĞLAMAK!
Dönüşüyor git gide, yalnızlığa günümüz,
Yaklaşıyor demek ki; sonsuzluğa ömrümüz.
Beklentiler biterken, umutlar hep sönmede,
Sevilmeyi unuttuk, aşklar bile ölmede.
 
Her kağnı sesine, kol kaldırıp oynamak,
Hep mazide kaldı, ayıp değil ağlamak.
Çevremizde bir zaman dönüyorken, şen yüzler,
Şimdi hepsi yabancı, tanımazlar, bilmezler.
 
Debelenmek boşuna, varıyoruz son uca,
Er geç herkes varacak, kaçınılmaz sonuca,
Nerede kağnı sesine, kol kaldırıp oynamak,
Sonumuzu düşünüp, ayıp değil ağlamak.
 
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 10

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

SERZENİŞ
Bana yar olmayan sevgisiz güzel
Gitsen ne yazar ki gitme ne yazar.
Ömrümü tükettim hep azar azar,
Bilsen ne yazar ki, bilme ne yazar.
 
Çağırdım sevdama koşup gelmedin.
Nasıl sevdiğimi görüp bilmedin.
Bir soru sormuştum yanıt vermedin
Versen ne yazar ki, verme ne yazar
 
Güllerim açmadı, bahçem kurudu,
Her otu, yaprağı hasret bürüdü
Güneş gazel etti, rüzgâr sürüdü
Görsen ne yazar ki, görme ne yazar.
 
Mor bulutlar gibi savrulup ağma
Kurak çöle düşsem bir damla yağma,
Bir güneş olsan da üstüme doğma,
Doğsan ne yazar ki, doğma ne yazar.
 
Sildim defterimden anmak istemem.
Hasretinle her gün yanmak istemem.
Nerede olursan ol, bilmek istemem
Gelsen ne yazar ki, gelme ne yazar.
27 Mart 2000

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR!

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR
 
Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM
 Hukuka, Yasalara, Telif  ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir.