DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

 

 

İÇİNDEKİLER
Mahmut Selim GÜRSEL TAKDİM
Hayat Hikayesi
ÜÇ İKTİBAS
TEMAŞA; MUKADDİME MALUM ZATLARA NASİHAT
SAYIN MALUM ZATLAR
TAVUK VE ADAM
ÖZGÜRLÜĞÜN ÖZGÜRLÜĞÜ
BANKALAR VE UÇURANLAR VE KAÇIRANLAR
BANKALAR VE UÇURAN-KAÇIRANLAR / İBN HALDUN'A NAZİRE MUKADDİMEYE BERDEVAM
MEMLEKET MESELELERİNE KESİN ÇÖZÜM
DÖRT KÖŞE GAZETECİLİK
BİR YAZARIMIZA CEVAP"A YAZARDAN CEVAP
YAZARIMIZIN YENİ YAZISINA CEVAP"A YAZARDAN CEVAP
İNSAN VE HAYVAN

 
Çalışma TELİF ESERİDİR izin almadan kullanmayınız!
Hazırlayan Mahmut Selim GÜRSEL
corumlu2000@gmail.com
Sitemiz ve yazarlarımız;hukuka, yasalara, telif haklarına ve kişilik haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir.
 
 
 
 
 
 
 
 

 01

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

KİTAP ismi  Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

TAKDİM           

Bir kitabın doğması, o kitabı yazmaya kalkan kişinin amacına ve bilgi birikimine göre değerlendirilmesi uygun olarak görülmelidir.

            Elinizde bulunan bu çalışmanın sizlere ulaşması için günlerini veren bu çabası için şükranlarımı sunarken, bu çalışmada da benim ufacık bir katkımın da bulunması beni bahtiyar etmiştir.

            Bu çalışma ile sizlerde bazı bilgileri edinmiş ve faydalanmış olarak uzun yılların birikimlerinden aydınlanacağınızı göreceksiniz.

            Bilgi; yazılmadıkça kaybolmaya açık birikimlerdir. Her insan bir kitaptır; onu okumamız gereklidir.

            Tanımadığımız ve anlamadığımız kişiler hakkında nasıl kararlar veremezsek; bir çalışmayı da incelemeden, okumadan karar veremeyiz. 

Mahmut Selim GÜRSEL  

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 

 02

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Adnan İLHAN
Aslen Çorumlu olmakla birlikte, 1964 yılında İzmir’de doğdum, Diyarbakır’da nüfusa kaydoldum. 
İlkokulun ilk iki sınıfını İstanbul’da, sonraki üç sınıfını da Merzifon’da okudum. Ortaokulu Çorum’da, Liseyi ise Ankara’da bitirdim. Akabinde Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İktisat Bölümü’nden mezun oldum. 
İlkokul sıralarında hangi meslek dalına atılmayı hayal ettiğimi hatırlamıyorum ama, lise yıllarında Müfettiş olmayı istiyordum. Üniversite sonrasında, Allah nasip etti, bu isteğim gerçekleşti. Liseyi bitirdikten sonra çalışmaya başladım. Üniversiteyi de çalışarak okudum. Çok farklı işlerde çalışma imkanı buldum. 
Son çalıştığım işte başımdan geçen en önemli olay; 21 banka şubesi olan bir ilde daha iki yılımı doldurmadan en eski 8 banka müdürü içerisinde yer almamdır. Bankacılık, itibarı kadar, stresi de yüksek bir meşgaledir. İleri zeka gerektirmemekle birlikte, pratik zeka gerektirir. Şahsen ben, insanları tahlil etme gibi bir “zevke”, bir o kadar da “derde” sahip olanlara tavsiye ederim. 
Müfettişlik yaptığım dönemde epeyce rapor yazdığımdan yazı yazmaya yatkınlığım vardı. Yazdığım raporlarda da standart rapor tekniğinin dışına çıkmayı seviyordum. Fakat sonradan Şube müdürlüğüm döneminde Genel Müdürlükle yıldızlarımızın barışık değil de karışık olması neticesinde; Genel Müdürlüğe yazılan yazılar ve onların yazılarına cevabi yazılarla külliyatlı bir yazı koleksiyonuna sahip oldum. Aynı süreç beni, amatör olarak şiir denemelerine de sevketti. Tabii ki başlangıçta biraz Necip Fazıl, biraz da Neyzen Tevfik üslubuyla. Bu arada yayınlanmamış, ancak yakın çevreme verdiğim yazılar da mevcuttu. Özetlersem, ilk yazılarım, önceki çalıştığım kurumun muhaberat kayıtlarındaki yazılardır. 
Yazı yazmamdan dolayı aldığım tek ödül, Çorumlu 2000 dergisinin 1.sayfasındaki “Bu sayıya yazı ve reklam vererek katkıda bulunanlara Gürsel Yayınevi teşekkür eder” ibaresidir. 
Büyük emellerim yok. Tamah ve hırs sahibi de değilim. Makam ve mevkiyi de fazla önemsemiyorum. Ancak, her işimde yaptığım işi iyi yapmaya çalıştım. 
Bulunulan makamın Sabancı Center’ın en üst katı gibi değerlendirilmesinin yanlış olduğunu düşünüyorum. Çünkü böyle değerlendirme yapanların bulundukları makamdan inişi epeyce acı oluyor. Bu yüzden ben, bulunduğum yerleri hep zemin kat olarak gördüm ve inerken hiç “ağrı” ve “sancı” duymadım. 
Tekamül kaygısı duyuyorum, terakki etmeye çalışıyorum, iki günümün aynı olmamasına gayret ediyorum. 
Özellikle bu dönemde en büyük erdemin “dik durmak” ve “mert olmak” olduğunu düşünüyorum. “Sabun köpükleri” ve “muz kabukları” arasında buna çalışıyorum. 
Ve; 
Başımı dik tutmaya, 
Temiz dürüst kalmaya, 
Hayır dua almaya, 
Ben Allah’a söz verdim. 
Sözümü tutmaya gayret ediyorum. 
Çorum ekonomisi ile ilgili “Bir Başka Açıdan Çorum” isimli çalışmam Çorum Hakimiyet Gazetesinde yayınlandı, ancak kitap halinde basıl(a)madı
Belirli bir konuda yazı yazmak gibi bir kaygı duymuyorum. Aklımın yettiği, dilimin döndüğü konularda yazmaya çalışıyorum. 
Profesyonel bir yazar değilim. Çorumlu 2000 Dergisi dışında, bir çalışmam ve birkaç yazım Çorum Hakimiyet Gazetesinde, bir yazım da Türkiye Gazetesi bölge ekinde yayınlandı. 
Yayınevimizin basılmış ve sanal yayınlanmış dergilerinde yazıları bulunmaktadır

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 

 03

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

TEMAŞA; MUKADDİME MALUM ZATLARA NASİHAT
            Ciddi meseleleri,"ciddi" tarzda ifade itmeye çalıştık.
            Ama anlatamadık.
            Yine ciddi bir meseleyi ele almaya çalışacağız.
            Fakat bu sefer "mizahi" tarzda! Hem de; " kara mizah ".
            Kim bilir,
            Belki anlatabiliriz.
            Kur'an-ı Kerim'de geçen, " mesh" edilen, "aşağılık maymunlar olun"(2/65,7/166) denilen insanlar var.
            Ancak bu yazının konusu bu değil.
            Allah, bazı  insanları, onların davranışlarını ve  yaptıkları yüzünden   başlarına  gelenleri, bazen  hayvanlara, bazen bitkilere, bazen de tabiat olaylarına teşbih ederek (benzeterek) misaller veriyor.
            Ancak bu yazının konusu bu da değil.
            "Bu değil" dediğimiz konuları nasip olursa başka yazılarda incelemeye çalışacağız.
            Allah, Tin Suresinde: İncir, Zeytin, Sina Dağı ve güvenli belde (Mekke) üzerine yemin ederek diyor ki:
            "Biz insanı en güzel şekilde yarattık (894/4)”
            "Sonra onu aşağıların en aşağısı kıldık. (85/5)”
            Burada bir hususa dikkatinizi çekmek isterim.
            Yukarıda iki ayet peş peşe zikredilmektedir. Yani;
            En güzel şekilde ( ahsen-i takvim ) yaratılan, yaratılanların en şereflisi (eşref-i mahlûkat) olan insan ile en aşağısı (esfel-i safilin)  olan insan arasında ince bir çizgi var.
            İnsan; ahsen-i takvim olarak yaratılmasına rağmen, fiil ve davranışlarıyla esfel-i safiline düşüyor.
            Yukarıda ifade etmeye çalıştığımız ince çizgi sebebiyle de ahsen- i takvim ile,esfel-i safilini ayırt etmede  zaman, zaman güçlük çekiyoruz.
            Kimler esfel-i safilindir?
            Bazen çok iyi zannettiğimiz bazı insanların aslında öyle olmadıklarını sonradan anlıyoruz.
            Bazen de ömür boyu anlayamıyoruz.
            Kur'an-ı Kerim'de ve Hadis-i Şerif'ler de bunların özellikleri ile pek çok ip uçları veriyor.
            Ancak bu yazının konusu bu da değil.
            Şu kadarını söylemekte yarar var:
            Bu "malum zatlar" ;
            Her partide bulunurlar, ama partileri yoktur.
            Her ideolojide bulunurlar, ama ideolojileri yoktur.
            Her meşrep de bulunurlar, ama meşrepleri yoktur.
            Her mekânda bulunurlar, ama mekanları yoktur.
            Kıvraktırlar,
            Esnektirler,
            Popülisttirler,
            Oportünisttirler,
            Tevili çok severler,
            İyi oyuncudurlar, ancak; hep "esas oğlanı" oynarlar.
            Zahirde  (görünürde) bazısı çok dindar, bazısı hiç inanmazlar,
            Ama; bâtın da ( iç yüzün de),aralarında hiç bir  fark bulunmaz.
            Bu yazı ; "ahsen-i  takvim" ile, "eşref-i  mahlukat"a layık olanları ve olmaya çalışanları,
            Tenzih ve tebrik ederek,
            Muhabbetle selamlama,
            "Esfel-i safilin"e layık olanları ve olmaya çalışanları,
            Teşbin ve tenkit ederek,
            Kara mizah tavsiyelerde bulunma, amacına mâtuftur.
            Hâlâ; kim bunlar?
            Kim oldukları,
            Teşbih edilenleri teşhis etmenize bağlı?
            Birkaç ipucu:
            "Yoksa, kalplerinde hastalık olanlar, Allah'ın onların kinlerini dışarı vurmayacağını mı sandılar?  (47/29)  Eğer dileseydik,  Biz onları sana gösterirdik; sen de onları yüzlerinden tanırdın. And olsun ki ; sen onları konuşmalarından da  tanırsın; Allah işlediklerinizi bilir (47/30)"
" Onlara  baktığın   zaman cüsseleri hoşuna gider; konuşurlarsa  sözlerini  dinlersin; tıpkı sıralanmış  kof  kütük gibidirler;.... (63/4)”
 

 

 

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 

 04

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 
ÜÇ İKTİBAS
Bir;
 
            “Batı Afrika'nın kıyı bölgelerinde maden işleten Avrupalı girişimcilerin en önemli sorunu düzenli işçi temin etmekti. İşçi bulunmuyor değildi; ama birkaç günden fazla çalıştırılamıyordu. Madene geliyorlar ve birkaç gün çalıştıktan sonra paralarını isteyip gidiyorlardı. Son derece yüksek işçi sirkülasyonu vardı ve bu durum, verimi fevkalade düşürüyordu. Sebep olarak, ücretlerin düşük olduğu düşünüldü. Ücretlere üst üste birkaç kez zam yapıldıysa da olumlu bir sonuç alınamadığı gibi, yerliler her defasında çalışma sürelerini biraz daha kısalttılar. İşin içinden çıkamayan, alışık olmadıkları bir durumla karşılaşan görevliler, durumu Avrupa'daki merkezlerine bildirdiler. Şikâyetlere uzaktan bir anlam veremeyen merkez, yerinde incelemeler yapmak üzere bir kaç uzman gönderdi. Yerinde yaptıkları doğrudan incelemelerden de bir sonuç alamadılar. Fakat içlerinden biri, yerlilerle yakınlaşmış; dillerini kısa zamanda çat-pat öğrenivermişti. Onlarla konuşabilmesi sayesinde kafasındaki muammayı doğrudan doğruya sormak imkânına kavuşmuş oldu. Meğerse yerliler, parayla satın almak zorunda oldukları tek bir şey için çalışmaya geliyorlarmış: Tuz. Köylerinden çıkıp madene geliyorlar ve bir yıllık tuz ihtiyaçlarını karşılayacak kadar para kazandıktan sonra ayrılıp, şehre inmekte ve tuzu satın alıp köylerine dönmekteymişler.
            Nasıl düşünüldüğü bir kez anlaşıldıktan sonra çözüm genellikle kolay olur. Madencilik şirketlerinin yetkilileri de sevinçten şapkalarını havaya fırlatıp yeni bir plan tasarlarlar. Avrupa'dan birkaç bisiklet getirtip yeni bir girişimde bulunurlar. Yakınlardaki bir köyün evlilik çağına gelmiş gösterişli bir gencine bu bisikletlerden birini hediye ederek işe yeniden koyulurlar. Bisiklet hediye edilen gencin kabile içinde statüsü yükselir; kabiledeki günlük olayların merkezine yerleşir; genç kızların hepsi ondan söz etmeye başlar. Diğer gençler durumdan etkilenir ve böyle bir bisikleti satın alma “ideal” ine kendilerini kaptırırlar. Parayla satın alabilecekleri değerli bir şey vardır artık. Böylece pahalı bir bisikleti son derece düşük bir ücretle satın almak uğruna, düzenli işçiye dönüşürler.”
 
İki;
            “Afrikalı avcılar, maymunlar ormanına dalarak onların görebileceği bir yere bir testi gömüyorlar. Bu testiye bir miktar fındık koyarak, başlıyorlar çıkarıp yemeğe. Daha sonra orayı terk edip gizleniyorlar.
            Onları fındık yerken gören maymunlar aynen taklit ederek çömlekteki fındıkları yemeye geliyorlar. Lakin çömleğin ağzı öyle hesaplı yapılmıştır ki, maymun elini boş olarak sokabilmekte, lakin dolu olarak çıkaramamaktadır. Avcılar, maymunlar tam elini çömleğe daldırıp fındığı avuçladıklarında ortaya çıkıp maymunlara doğru koşmakta, lakin maymunlar avuçlarındaki fındıktan vazgeçemedikleri için kaçamamakta ve dolayısıyla fındık hatırına yakalanmaktadırlar.”
 
Üç;
            “Sisal, kenevire benzeyen, büyük yapraklı, bol elyaflı, dokumada kullanılan bir bitkidir. Bu bitki, Meksika civarlarında, taşlık, sert ve organik maddeler bakımından fakir topraklarda yetişirmiş.
            Bir gün bir Amerikan şirketi, bu bitkiyi Florida topraklarında yetiştirmeye karar vermiş. Bu bitkiden verim almak uğruna aklına ne geldiyse yapmış. Hiç taşı olmayan arazileri seçmiş, araziyi bir pamuklu yatak gibi yumuşacık olana kadar sürmüş; en teknik yöntemlerle tohumları eşit aralıklarla serpiştirmiş; en faydalı gübrelerle gübrelemiş.
            Bitki boy atmış; yeşillikler içinde kalan arazi adeta ormana dönmüş. Amerikalılar, Sisal tarımını Meksikalılardan aldık diye sevince boğulmuşlar. Vakti gelmiş; mahsulü biçmişler. Yaprakların içinde bulunması lazım gelen elyafı aramaya başlamışlar.
            Bir de ne görsünler!
            Yapraklardan bir gram bile elyaf çıkmamış. Hayatı kolaylaştırılan bitki, bütün becerilerini kaybetmiş, boy atarken yan gelip yatmış.”
            Velhasıl ı kelam,
            Nasip olursa iktibaslara da devam!
            Vesselam...
Not: “1” ve “3”, İbrahim Okur'un, “İkinci Binyılın Muhasebesi” isimli üç ciltlik eserinin üçüncü  cildinden, “2” ise, Mustafa İslamoğlu'nun “Yahudileşme Temayülü” eserinden iktibas edilmiştir.
 
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 

 05

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

SAYIN MALUM ZATLAR!
Her gördüğünüz sakallıyı,
Büyük babanız sanmayın.
Sakal,
Sadece büyük babanızda bulunmaz.
Büyük babanız haricinde de
Sakallılar mevcuttur.
Bir sakallı gördüğünüzde,
Önce;
Ayaklarına bakın.
Eğer dört ayaklıysa,
Tamam!
O sizin büyük babanızdır.
 
            Herkesin
            Belli zamanlarda,
            İhtiyaçlarını gidermesi tabiidir.
            Ancak;
            İcra mekânını iyi seçmek gerekir.
            Siz,
            İhtiyaç gidermek için,
            Camii duvarına yaklaşmayın.
           Çünkü....
           Taşları bağlamış olsalar da,
           Sopalar ve oklavalar,
           Açıkta bulunuyor olabilir
 
            Bir şeyler olmak sizin de hakkınız.
            Ancak;
            Seçimde dikkatli olmak gerekir.
            Yani; Hemen,
            Bir an önce,
            Bir baltaya sap olmaya çalışmayın.
            Çünkü...
            Sap olmaya çalıştığınız şey, neticede bir "balta"dır.
            Kendilerini kesen baltaya,
            Ağaçlar bile;
            " Balta, balta da, sapı bizden olmasa" demektedirler.
            Kaldı ki;
            Bir" balta"ya" sap" olmaya çalışırken,
            Bir " sap"a " kazma"  olma riski de bulunmaktadır.
 
            "Armudu iyisini seven" malum canlıyla,
            Fotoğraf çektirirseniz,
            Fotoğrafın arkasına mutlaka,
            " Sağdaki ben ",         
veya;
" Soldaki ben" diye  bir not düşün.
 
            Çünkü...
            Fotoğrafa bakanlar,
            Resimdekilerden hangisinin,
            " Siz" olduğunu çıkartamaya bilirler.
            Bu durumda,
            "Malum Canlı" ya,
            Büyük bir haksızlık yapılmış olur.
 
            Her şeyde,
            Büyüklük iyidir zannedip de,
            Kendinizi büyük göstermeye çalışmayın.
            Sizin küçüklüğünüz,              
Bizatihi büyüklüğünüzdür.
            Çünkü...
            Salatalığın küçüğü makbuldür.
 
            Su hayattır,
            Ferahlıktır.
            Ancak;            Sizin için değil.
            O halde,
            Dereyi görünce paçanızı sıvamayın.
            Çünkü....
Akan su pislik tutmaz.
Dostlarınıza ihanet etmeyin. 
            Bu sebeple,
            Gösteriş için de olsa,             
Hacca gitmeyiniz.
            Çünkü...
            Haccın farzları arasında,       
            Şeytan taşlamak da mevcuttur.         
            Bu farzı yerine getirmeye çalışırsanız,
            Şeytan;           
            Size:
            " -  Sen de mi dostum" diyecektir.
 
            Seyahat etmek,
            Herkes gibi,
            Sizin de hakkınız.      
            "Nereye gideyim? "diye düşünmenize gerek yok.
            Tereddütsüz, Hindistan'ı tercih edin.
            Çünkü...
            En fazla saygı ve itibarı orada göreceksiniz.
           
 
Sürekli oturacağınız yer
            Sizin ikametgâhınızdır.
            Seçerken hata yapmamalısınız.
            Mutlaka ve daima,
            Demiryollarına yakın yerlerde ikamet edin.
            Çünkü...                     
            Bakacağınız trenler,
            Sadece demiryollarından geçerler.
 
            Yükseklik korkusu olanlar için,
            Uçmanın,
            Hayali bile kâbustur.
            Ancak;
            Bu korku sizin için,
            Sadece bir komediden ibarettir,
            Uçmaktan korkmayın.
            Uçun!
            Çünkü...         
            İnsan uçamaz.
            Fakat...
            Siz,
            Rahatlıkla uçabilirsiniz.
 
            Evlenin,
            Yuva kurun.
            Çokluğunuzda  bolluk var-dır.
            Ancak!
            Söğüt dalına,
            Yuva yapmaya çalışmayın
            Çünkü...
            Söğüt dalına yuva yapmanız,
            Türkülerde söz konusu edilmekle birlikte,    
            Hakikatte de mümkün değildir.        
            O türküye inandığınız takdirde,       
            Bastığınızda kırılan söğüt dalı,         
            Size başka bir türkü söyleyecektir.
            Haa!
            Bir de,
            Sineklere dikkat edin!
 
            İstediğiniz yere gidin,
            İstediğiniz yerde dolaşın,
            Ancak,
            Her şey zamanında yapıl-malı.
            Sakın ha!
            Şaşırıp da,
            Büyümeden dışarıya çıkmayın.
            Çünkü...
            Küçükken başınızı ezebilirler.
 
            Biliyorum,
            Çok zor.
            Ancak,
            Mutlaka, Boynunuzu düz tutmaya çalışın.
            Çünkü...
            Neden eğri olduğunu sora bilirler.
            Sizin,
            Bu soruya verebileceğiniz tek "cevap"sınız,
            Yalnızca,
            İki kelimelik bir  "soru"dan ibaret olacaktır.
           
           
            Okuyun!
            Öğrenin!        
İminizi, irfanınızı artırın.
            Ancak;
            Tahsilinizin,
            Her şeyi hallettiğini zannet meyin.
            Çünkü...
            Tahsil cehaleti alır,
            Siz,     
            Yine baki kalırsınız.
            Herkes şarkı söyleyebilir.
            Ancak,
            Herkesin esi güzel değildir.
            Bir de;
            İki işi bir arada yapmak,
            Herkesin harcı değildir.
            Meselâ,          
            Amerika nın eski Devlet Başkanı J. Carter,
            Sakız çiğneyerek merdiven inemezmiş.
            Siz de;
            Sakın ha!
 
            Sesinizin güzel olduğunu söyleyenlere kanıp da,
            Peynir yerken,
            Şarkı söylemeye çalışmayın.
            Çünkü...
            İlla da şarkı söylemek istiyorsanız,
Hamamda, Tek başınıza,
Ağzını boş iken söyleyin.
 
Arkadaşlarınızla uzak yerlere gitmek isteyebilirsiniz.
            Bu durumda,
            Bir taşıt aracına ihtiyacınız olacaktır.
            Her arabanın boyutu,
            Cüssenizle mütenasip değildir.         
            Dört arkadaş bir arabaya sığabilmeniz için,
            En uygun taşıt aracı,
            Wolswagen'dir.
            Çünkü...
            İkiniz ön koltuğa,      
            Diğer ikisi de,
            Arka koltuğa olmak üzere,
            Rahatlıkla sığarsınız.
 
            Biliyorum,
            Kervanlara karşı,
            Su-i zan sahibisiniz.
            Çok da kızıyorsunuz.
            Ancak;
            Her kervan gördüğünüzde,
            Bağırıp çağırmayın.
            Çünkü...
            Bağırıp, çağırmanız,
            Kervanın yürümesine,
Engel Olamayacaktır.
 
 
            NOT  : Bu  kısa  Mukaddime'yi  (girişi) " uzun "  bulanlar var ise; bir de İbn Haldun'un  "Mukaddime"sine  bakmalarını sağlık veririm.
 
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 

 06

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

TAVUK VE ADAM
            Adamın biri kendini tavuk sanıyormuş. Doktor kontrolü altına alınmış, uzun ve yoğun tedavi sonunda adam, doktora tavuk değil insan olduğuna artık inandığını söylemiş ve teşekkür ederek doktorun odasından çıkmış. Fakat kapıdan geri dönmüş ve doktorun yanına gelerek:"Doktor bey, ben tavuk değilim tamam ama, bunu dışarıdaki horozlarda biliyor mu?" diye sormuş.
Tahlil ve Netice:
            1) Adam tavuk olmadığına tam olarak inanmamış veya ikna edilememiştir. Çünkü tavuk değil adam olduğuna inanan bir adamın dışarıdaki insanları horoz olarak görmesi mümkün değildir. Buradan, adamın tavuk statüsünü değiştirmemek konusunda güçlü bir statükocu tavır gösterdiği sonucu çıkmaktadır ki bu sorun aşılması güç bir sorundur. Çünkü bu tavır sahipleri genellikle yanlış statükoyu savunmayı tutarlılık olarak değerlendirmektedir.
            Burada şu husus önemlidir: Adam tavuk olmadığını dışarıdaki horozların bilip bilmediğini, doktora tedavi esnasında veya tedavi sonrasında sormamaktadır. Tedavinin neticesindeki son görüşmede doktora insan olduğuna artık inandığını söyleyerek teşekkür etmektedir. Bu soruyu, doktorun yanından ayrıldıktan bir müddet sonra kapıdan geri dönüp tekrar doktorun yanına gelerek sormaktadır. Adamın bu soruyu tedavi esnasında veya sonrasında sormamasının muhtemelen sebebi tavuk olmadığına inanmamasına rağmen doktordan çekindiği için soramamasından kaynaklanmaktadır. 
Burada şunu da belirtmek gerekir ki; adamın "soruyu" sonra sorması, gecikmiş bir sorma eylemi olmasına rağmen hiç sormamasından daha cesaretli bir eylem olması nedeniyle takdire şayandır. Çünkü adam "soruyu" hiç sormasaydı, her an kendisine taciz ve tecavüzde bulunacağını zannettiği horozların yoğun stresiyle yaşamak mecburiyetinde kalacaktı.
            2) Adam, tavuk olmadığına tam olarak inanmamakla birlikte, tavuk olduğuna da tam olarak inanmamaktadır. Çünkü adam, horozları tavuklara taciz ve tecavüzde bulunan varlıklar olarak değerlendirmektedir. Hâlbuki gerçekte horozların ve tavukların birbirleriyle münasebeti böyle değildir. Horozlar arasında tavuklara cinsel taciz ve tecavüzde bulunan ahlaksız ve sapık horozların bulunduğu kabul edilse dahi tüm horozları bu bağlamda değerlendirmek yanlıştır. Bu yanlış değerlendirme, genelleme hatasından kaynaklanmaktadır.
Erkek düşmanı aşırı çağdaş insan-kadın feministler gibi, horozları düşman gören aşırı çağdaş feminist tavukların var olduğu düşünülse dahi bu durumun bir sapma olduğu açıktır. Bu nedenle adamın tavuk kimliği de kişiliğinde tam olarak yerleşmemiştir.
            3) Adamın kendini tavuk olarak görmesi bir sapmadır.  Bu sapma doğuştan gelmemektedir. Sonradan olmadır. Çünkü doğar doğmaz kımız içmek istediğini söyleyen bebekler halk destanlarında geçmekle birlikte, doğar doğmaz kendini civciv veya tavuk sanan bebeklere rastlanılmamıştır. Bazı çocukların ve yetişkinlerin zaman zaman tavuk taklidi yaptıkları bir hakikat ise de bu durum "sapma" değil, oyun veya latife maksadıyla yapılan bir "rol" dür.
            Başlangıçta  "insan" olan bir canlının sonradan kendisini tavuk görmesi aslında başlangıçtaki "insan" kimliğinin kişiliğinde tam olarak kabul edilmediği anlamına gelmektedir. Çünkü kimliği kişiliğinde yerleşmiş bir "insan" ın kendisini sonradan tavuk sanması mümkün değildir.
            4) Adamın kendisini horoz olarak değil de tavuk olarak görmesi de ilginçtir. Çünkü cinsiyet olarak adamın, tavuk-horoz ikilisinde ki karşılığı "horoz"dur. Fakat adam, kendisini tavuk olarak görmektedir. Yani "adam"ın, "insan" kimliğinin kişiliğinde tam olarak yerleşmemesinin ötesinde, "adam" kimliğinde de problemi olduğunu söylemek yanlış olmasa gerektir. Muhtemelen sapma öncesinde "adam", insan olarak kendisini "kadın" kimliğinin özelliklerine yakın görmekteydi. Belki de sapmanın önemli sebeplerinden birisi de buydu.
            5) Bir adamın kendisini, olmadığı tavuk olarak görmesi, olduğunu sandığı tavuğun özelliklerine sahip olmadığından, mantık bütünlüğü içerisinde cevaplaması mümkün olmayan soru ve sorunlar nedeniyle ciddi problemler ve sıkıntılarla karşı karşıya kalması neticesini doğuracaktır.  Bazı soru ve sorunları tevil etmesi mümkünse de  (örneğin burnunu gaga, kollarını kanat, olarak tevil edebilir. Yapılması muhtemel tevillerin "tavuk mantığı" ile mi, yoksa "adam mantığı" ile mi yapılacağı da ayrıca incelenmesi gereken bir sorundur)  tevili imkânsız soru ve sorunlarla karşılaşacaktır. (Örneğin burnunu gaga ile tevil etmesi mümkün iken ağzını ne ile tevil edecektir. Bazı yiyecekleri ellerini kullanmadan yiyebilirse de ellerini kullanarak yediği yiyecekleri nasıl tevil edecektir. Yumurtlaması mümkün olmadığına göre yumurtlamayan bir tavuk olarak aşağılık kompleksinin yarattığı bir takım psikolojik sorunlarla da karşılaşması muhtemel olacaktır.)
            6) Burada doktorun çok önemli hataları görülmektedir.  Bu hatalar hem teşhiste hem de tedavidedir. Doktor adamın sadece kendisini tavuk sandığını düşünerek teşhis hatası yapmıştır. Hâlbuki adam kendisini tavuk sanmakla birlikte çevresinde de taciz ve tecavüze hazır horozların bulunduğunu düşünmektedir. Tabii burada doktorun cinsiyetini ve adamın doktoru tavuk mu, yoksa horoz mu olarak gördüğünü bilmiyoruz. Muhtemelen adam, insan-kadınları horoz olarak değerlendirmemektedir. Olsa olsa tavuk olarak değerlendirmektedir. Fakat adamın, tüm "adam"ları mı, yoksa bazı "adam" ları mı horoz olarak değerlendirdiğini de bilmiyoruz.
Adam tüm adamları horoz olarak görüyor ve doktorda cinsiyet olarak erkek ise doktora "doktor" diye hitap ettiğine göre horozlar içerisinde de doktorların olduğunu düşünmektedir. Yine bilmediğimiz bir konu horoz olarak gördüğü adamlarla, gerçekte horoz olan horozlar arasında bir fark gözetiyor mu, gözetiyorsa nasıl bir fark gözetiyor? Bunu da bilemiyoruz.
            Doktor teşhisteki bu hatasından dolayı tedavi yöntemi olarak sadece adamın tavuk olmadığına kendisini ikna etme yolunu seçerek de hatalı davranmıştır. Hâlbuki doktor, adamın çevresinde gördüğünü zannettiği horozların gerçekte horoz olmadığı, kendisine taciz ve tecavüzde bulunmayacakları hususunda da tedavide bulunmalıydı.
            Doktorun,  adamın "dışarıdaki horozları", tedavi esnasında veya sonrasında değil de kapıdan döndükten sonra sorması hususunda da hatası vardır. Çünkü birinci maddede incelendiği gibi adam, muhtemelen doktordan çekinmiştir.  Doktorun adama karşı, çekinilecek tavırlar sergilediği için hatası olduğu gibi, adamın statükoculuğundan kaynaklanan tasdikini gerçek tasdik zannederek de hatalı davranmıştır.
            Bu kadar hatası olan bir doktor, kesinlikle liyakatsiz bir doktordur. Hem teşhisi hatalı dır, hem de tedavi yöntemi. Doktorluğuna derhal son verilmelidir.
            Netice: Bir adam hür iradesi ile tavuk olmak istiyorsa buna insanların itiraz etme hakkı var mıdır? Olmaması gerekir. Acaba Tavuk statüsünün, adam statüsünden daha alt seviyede bir statü olduğu iddia edilerek onu adam statüsüne zorlamak doğru olur mu? Olmaması gerekir. Çünkü adam, bu statüyü hür iradesiyle seçmiştir. Kimsenin, kimseye statü dayatma hakkı yoktur. Fakat burada şu soru çok önemlidir. Adamın tavuk olması mümkün müdür?
Yani fiiliyatta tavuk olabilir mi? Bu soruya olumlu cevap vermek mümkün değildir. Çünkü bir adam kendini tavuk sanabilir, ancak tavuk olamaz. Tavuk olamaz ama kendisini tavuk sanıyorsa, "tavuk mantığı"na sahip olabilir ki bu tavuk olmaktan da daha vahim bir durum olur. Olmadığı ve olamayacağı yanlış statükoyu ısrarla savunur,  tekamülden, tefekkürden, terakkiden nasipsiz olur, iki omzunun üzerindeki yuvarlak  cismin içindeki cevherden bihaber olur, onu patates çuvalı zanneder.
 
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 

 07

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

ÖZÜRLÜNÜN ÖZGÜRLÜĞÜ
Algılayamayanlar anlayamazlar,
Anlayamayanlar anlatamazlar.
Bilmeyenler öğrenebilirler,
Bilmediğini bilmeyenler öğrenemezler,
Öğrenemeyenler öğretemezler.
Genel olarak fiziki özürlü insanlar, özürlerinin farkındadırlar ve kabullenmişlerdir.
Fikri özürlü insanlar ise özürlerini ya fark edemezler ya da kabullenemezler.
Fark edemeyenler, özürleri izah edildiğinde anlarlar ve özürlerini tashih ederler.
Kabullenemeyenler ise -ki çoğunluğu böyledir- kronik vakalardır. Bunlar özürleri sebebiyle algılayamazlar, algılayamadıkları için anlayamazlar, anlayamadıkları için de anlatamazlar.
Fikir özgürlüğü ile fikri özürlülüğü de birbirinden ayırmamız gerekmektedir.
Fikir özgürlüğü, herkesin fikrinin değerli olduğunun, doğru gelmese dahi saygı gösterilmesi icap ettiğinin kabulünü gerektirir.
Fikri özürlülüğü ise özelliklerinden ya da emarelerinden anlayabiliriz. Bir kısmını sıralayalım:
Kelamı kabahatin fikir, bu fikrin de müstakim zannedilmesi,
Kabahatin kabullenilmemesi ve bunda ısrar edilmesi,
Başkalarının düşüncelerine nezaket ve saygı gösterilmemesi,
Kavramları karıştırmanın yayla çorbasını karıştırmak gibi iyi bir şey olduğunun sanılması,
Tek başına ters yolda giderken, düz yolda giden herkesin ters yolda gittiğini düşünen fıkradaki Temel tavrının gösterilmesi,
Bazılarını saymaya çalıştığımız emarelerden de anlaşılacağı gibi fikri özürlülük marazi bir rahatsızlıktır. Dolayısıyla evveliyatla tıbbın alanına girer. Lakin maraz; fiziki değil, fikri olduğundan, hasta özrünü genellikle kabul etmediğinden veya kabullenemediğinden, daha da önemlisi özrün toplumsal yansımaları bulunduğundan üzerinde hassasiyetle durmayı gerektirir.
Durumun önemine binaen ben de naçizane, önemli gördüğüm birkaç hususa değinmek istiyorum.
Fikri özürlü, kendinde kabahat işleme özgürlüğü var zanneder. Halbuki hiç kimsenin böyle bir özgürlüğü yoktur. Dolayısıyla fikir özgürlüğüne mani olan fikri özürlülük ile fikri platformda mücadele edilmelidir. Aksi takdirde hem özürlüler hem de müsamaha gösterenler yönünden menfi neticeler hâsıl olacaktır.
Hâsıl olacak neticelerden birincisi;
Her ne kadar özürlü, özrünün özür olduğunu bilmese de, özürlünün kabahat işlemesine sükût etmek, özürlünün kabahatini fütursuzca büyütmesine ve alanını pervasızca genişletmesine sebep olacaktır.
İkincisi:
Özürlünün kabahat işlemesine sükût etmek, bu durumu gören potansiyel özürlü adaylarını, kabahat işlemeye tahrik ve teşvik etmek anlamına gelecektir.
Üçüncüsü;
Kabahate fikren tepki göstermek yerine-ki bazen hiçbir şey yapmamak, yeterince kötü şey yapmak anlamına gelir, özürlünün kabahat işlemesine sükût etmek, kabahatlerin katmerleşmesine katlanmak mecburiyetini doğuracaktır.
Yani;
Nasrettin Hoca ile Timur arasındaki fil hikâyesinden mülhem şöyle söyleyebiliriz;
            Bir filin defi için yola çıkamayanlar, iki filin şerrine müstahak olurlar.
            Bu arada önemli bir hususa dikkat etmek gerekir:
             Fikri özürlülerden kabahatleri sebebiyle özür beyan etmesi beklenmemelidir. Çünkü fikri özrü büyük olanın beyan edeceği özür de kabahatinden büyük olur. Dolayısıyla özürlü-nün özür beyan etmesini beklemek, daha büyük bir kabahat işlemesini istemek anlamına gelir.
Velhasıl ı kelam,
Nasip olursa bu konuya da devam!
Vesselam!
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 

 08

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BANKALAR VE UÇURAN-KAÇIRANLAR
            Çorumlu 2000 Dergisinin değerli yazarlarından ve eski TSO Başkanı Sayın Ümit
Uzel, derginin 13.sayısında çıkan "Bankalar ve Uçan Kaçanlar" başlıklı yazısında, aramız da geçen bir sohbetten bahisle, Çorum'daki bankalar ve Çorum'un tanıtımı hakkında çeşitli değerlendirmelerde bulunuyor ve bu arada benim düşüncelerimin de tenkidini yapıyor.
Ben de bu yazıda Sayın Uzel'in yazısındaki yanlışlıkları tashihe, bilgi eksikliklerini ikmale gayret göstereceğim. Yani, işte bana da bir yazı konusu çıktı!
Öncelikle Sayın Uzel'in yazısında bahsettiği aramızdaki tatlı münazaradaki boşluğu tamamlamalıyım. Çorum'daki bankaların kültür faaliyetlerinin içinde ve yanında olmaları veya olmamaları ile Çorum'un "uçma- kaçma" durumu iki ayrı konu idi. Biz de bu iki ayrı konuyu ayrı ayrı konuştuk. Sayın Uzel bankaların kültür faaliyetlerine yaklaşımına olan eleştirisini yazısına derç etmiş ancak, benim cevabımı eksik bırakmış. Hem bu eksikliği tamamlamak hem de bu konuda birkaç kelam etmek istiyorum.  Ben gerçekten de bankacı arkadaşların bir sözcüsü olmadığım için onların adına konuşmayı doğru bulmadığımı ifade ettim.
Fakat banka müdürlerinin her parasal konuda kendilerine başvurulmasından rahatsız olduklarını, kaldı ki yetkilerinin ve Sayın Uzel'in bahsettiği temsil- ağırlama giderlerinin de mahdut olduğunu ifade ettim. Zaten mahdut olan bu giderlerin, kültür faaliyetlerine tahsisi giderin niteliğine de uygun değildir.  Şahsen ben 2,5 senedir İhlas Finans Kurumu Çorum Şube Müdürü olarak görev yapıyorum. Bugüne kadar benim veya diğer banka müdürlerinin herhangi bir panel, konferans vb. toplantıya veya etkinliğe konuşmacı veya katılımcı olarak davet edildiğini hatırlamıyorum. Herhalde banka müdürleri ekonomi den hiç anlamıyorlar!
Nedendir bilinmez, banka müdürleri, " fikri " konularda değil de hep "nakdi" konularda hatırlanıyorlar. Neyse! Bu konu nasip olursa başka bir yazının konusu olsun.
            Sayın Uzel'in yazısında esas bahse konu olan husus; Çorum'un "uçma- kaçma" durumu. Sayın Uzel bu konuyu yazısında benim ağzımdan şöyle naklediyor:
            "Burada sizin de Ümit Uzel olarak kabahatiniz var.  Çorum'u görevdeyken şöyle uçuyor, böyle kaçıyor diye çok abarttınız. Bu nedenle olması gerekenden çok "banka" şu-besi açıldı, Çorum'a. Dedi."
            Efendim ben, 1998 yılında, Çorum ekonomisi hakkında, gerçekten büyük emek vererek, "Bir Başka Açıdan Çorum" adlı bir çalışma yaptım.  Fazla tevazünün kibirden geldiğini bilerek ifade edeyim ki gerçekten değerli bir çalışmaydı.  Bu çalışma, Çorum Hakimiyet gazetesinde de, bir aydan fazla, teşbihte hata olmasın pehlivan tefrikası gibi yayınlandı. Ben bu konudaki düşüncelerimi 46 sahifelik çalışmamda izah ettim.
Sayın Gürsel, yazılarımın uzunluğu sebebiyle müşteki olmasa uzunca iktibasta bulunurdum. Ancak yazıyı uzatmamak saıkiyle çalışmanın "sonuç" kısmından birkaç iktibas ile yetineceğim.
(...)
            "Hakikat şudur ki; Çorum'un "bulunduğu yer" ,  " göründüğü ve gösterildiği yer " değildir.  Necasetten " taharet ", necisi görmekte  " maharet "  gerektirir.  Necasetin üstü örtülerek taharet olmaz."
(...)
            "Gerçeklerin farkında olanların bir kısmı bu  durumun avantaj olacağını düşünerek ya  sesini çıkarmamış, ya da  bu " senaryo" dan yararlanmaya, "esas oğlan" rolünü kapmaya çalışmıştır.
            Çorum'a, sanayileşti, kalkındı, "uçtu" diyenlerin bir kısmı kendilerini başka yerlere "uçurma" gayretindedirler. Çorum' u uçuranların bir kısmının kendilerini nereye uçurmak istediklerini seçimlerin arifesinde görmek mümkün olacaktır.
 
            Gerçeklerin farkında olup, bunun Çorum için avantaj olacağını zanneden oportünistlere söyleyeceğimiz şey şudur ki; "Aristo mantığı"  her zaman geçerli değildir. (Kız kocasını seviyor, kocası annesini seviyor. O hal de gelin, kaynanasını seviyor şeklindeki Aristo mantığının da her zaman geçerli olmadığı gibi.) Bu durum avantaj olmadığı gibi tam ter sine dezavantaj olmuş ve Çorum zarar görmüştür. Görmeye de devam etmektedir. Örneğin Çorum, kamu yatırımlarından, devlet desteğinden gereği kadar yararlanamamaktadır.
            Son söz: Sanayileşmenin olmadığı bir yerde sanayileştik demek ve bundan zarar görmek "sanayileşme" değil, olsa olsa "enayileşme”dir.
            Evet! Tekrar ifade edeyim ki, bu iktibas lar 1998 yılında yapılan çalışmamdan yapılmıştır.
            İktibaslardan da anlaşılacağı gibi tenkidimin muhatabı bir kişi değildir,  "uçuran kaçıranlar" birden fazladır. Kaldı ki sosyal ve ekonomik olaylarda sebepler de bir değil, birden fazladır.  Bu konuda da sebep biricik değildir. Uçuran- kaçıranların niyetleri de farklıdır.  Dolayısıyla, TSO Başkanı'nın yöreyi tanıtmasıyla banka şubesi açılması arasında doğrudan ve bire bir ilişki yoktur. Bu mantık benim yukarıda eleştirdiğim Aristo mantığının yanlış kullanımına bir başka örnektir.
            Tabii ki, hayır Sayın Uzel.  Bu öyle değil.  Benim söylediğim şöyle; Ben, Çorum'un abartılmasında maalesef sizin önemli katkılarınızın bulunduğu kanaatini taşıyorum. 
Yazınızın münderecatı da bu kanaatimi güçlendiriyor.
            Yazınızda diyorsunuz ki; " Eğer öyle ise, siz ve sizin gibi; benim Başkan olduğum yıllarda açılan banka ve kurumlarda çalışanlar, yedikleri ekmeği bana borçlu olmazlar mı?”
Ben de diyorum ki; her rızık sahibi, rız kı veren olarak Allah'a borçludur. Bu sebeple Allah'a şükür etmeliler, vesileye ise teşekkür.
Sayın Uzel size olan tek borcum, iade-i ziya-ret borcudur.  Temerrüde düşen bu borcu da en kısa sürede ödeyeceğimi beyan ediyorum. Hem sonra;
Cellat işsiz kalmasın diye cinayet savunulur mu?
            Bir gram bal için bir çeki odun çiğnenir mi?
            Bir kişinin istihdamı için bin kişinin istikbali karartılır mı?
            Sayın Uzel! Söyler misiniz?
            Çorum'da banka enflasyonu sebebiyle; mağdur olanlar, iflas edenler, faiz batağına düşenler, intihar edenler, vücut kimyaları bozulanlar, psikolojik tedavi görmek zorunda kalanlar, işlerini kaybedenler, işçilerini çıkartmak zorunda kalanlar, ekmeğini kaybedenler kimlerden alacaklılar?
            Sayın Uzel!  Tabii ki ışığı yayalım. Kimimiz mum, kimimiz de ayna olalım.  Lakin mum yanmadan, mumu imha etmeyelim, ihya edelim. Büyüyecek ışığı küçücükken lodosa  çıkartmayalım, karartmayalım.  Şekeri olmayan kaymaklı ekmek kadayıfını kim yer? Ya da ağır şeker hastası kaymaklı ekmek kadayıfını yerse ne olur, Sayın Uzel?
            Bankaların şube açma prosedürüne ve kıstaslarına gelince; serde yedi sene Müfettişlik bulunduğundan ve bu konuda özel incelemelerim mevcut olduğundan epeyce malumat sahibiyim. Yukarıda bahsettiğim çalışmamda da  izah  ettiğim gibi, Çorum'da şube açmakla, bazı  banka Genel Müdürlükleri hata yapmışlardır,  yanılmışlardır, yanıltılmışlar-dır ve bir kısmı bunu sonradan anlamışlardır.
            Keşke Sayın Uzel!  Görevi bıraktıktan sonra da Çorum hakkında çıkan yazıları takip edebilseydiniz. Naçizane benim çalışmamı da okuma imkânı bulurdunuz.  O zaman, zannediyorum ki; yazınızda bahsedilen birçok hususun cevabını ve izahatını orada görürdünüz.
            Sayın Uzel! Çorum hakkındaki "sosyo- ekonomik veriler" toparlayabildiğim kadar, benim çalışmamda geniş bir şekilde yer almaktadır. Ayrıca "uçuran- kaçıranlar"ın niyetlerini ve amaçlarını da  çeşitli  açılarından orada irdelemeye  çalıştım.  Sizi "yıpratmak" için çıkarılan "söylentileri yayan" ,  "belli amaç sahipleri" kimdir bilemiyorum. Açıklarsanız biz de öğrenmiş oluruz. Ben ise amacımı 1998 yılındaki çalışmamda izah ettim.
            Hülasa, Çorum uçmamakta ve kaçmamaktadır.  Çorum'u uçuran ve kaçıranlar, Çorum'a yarar değil, zarar vermişlerdir. Lütfen daha fazla vermesinler.
            Hayat izafi değil midir?
            İyi olmadan kötü mevcut olur mu?
            Kötüyü iyiye kıyasen tespit dışında bir imkân mevcut mudur?
            Mümkün müdür?
            Her şeyin iyisi ve kötüsü olur, Sayın Uzel! Hele de sonuçları kötüyse...!
            Popülist hallisünasyonlar kaymaklı ekmek kadayıfını var  gibi gösterseler de, hallisünasyonların etkisi kaybolduğunda ortada var olan, sadece derin bir hüsrandır.
            Vesselam...
 
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 

 09

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BANKALAR VE UÇURAN-KAÇIRANLAR / İBN HALDUN'A NAZİRE MUKADDİMEYE BERDEVAM
            Birisi diğerine sormuş:
- Biz Cuma namazını ne günü kılmıştık? Sonra kendisi cevaplamış:
- Tamam! Hatırladım, geçen Salı kılmıştık.
Sayın Ümit Uzel'in derginin 16.sayısındaki, "Bankalar ve Uçan Kaçanlarla İlgili Son Yazım" başlıklı yazısı şahsım ile alakalı olduğundan bu yazımda, muhtelif hususları izaha, muhtelif hataları tashihe gayret göstereceğim.
            Evvela, mukaddime sade dinde bir saygı tarifi yapmak zaruri olmuştur. Saygı üç aşamalıdır. İnsan, önce kendisine saygı duymalıdır, sonra karşısındakine saygı göstermelidir. Üçüncü aşamada da karşısındakinden aynı saygıyı beklemelidir. Bu sıra lamadaki, herhangi bir eksiklik de, herhangi bir değişiklik de doğru değildir. Buna uyulmuyor ise; söylenecek söz "Kısasta hayat vardır.”
            Herkesin kendine has bir üslubu vardır. Birisinin üslubunu, bir başkasının beğenmesi de, beğenmemesi de mümkündür. Lakin "üslubu beyan ayniyle insan"dır. Kimisi titiz ve hassas bir şekilde kelamını ve kalemini kullanmaya gayret gösterirken, kimisi de "Az sonra"lı Reha Muhtar üslubunu tercih edecektir. "Az sonra"lı Reha Muhtar üslubu bazıları için "reyting" kaygısı, bazıları için ise "zap-ping" gerekçesi olacaktır.
            Sayın Uzel yazısında; " Yıllardır diyorum ki; Ümit Uzel olarak tek satır abartımı gösteremezsiniz". Ben böyle diyorum, başkaları "hayır, senin Çorum'un abartılmasında önemli katkıların var." Bunlardan biri de Sayın İlhan.            
            Böyle diyorlar ama hiç örnek gösteremiyorlar.
            Ya ben anlatma özürlüyüm, ya da başkaları anlama özürlü" diyor.          
            Ben de diyorum ki Sayın Uzel, sizin de "başkaları" diyerek tasdik ettiğiniz gibi, demek ki bu konuda sizi tenkit eden sadece bir-iki kişi değil. Birçok kişinin, topluca anlama özürlü olması muhal olduğundan, şahsınızın hem anlama, hem de anlatma özrü doğal olmaktadır.
            Sayın Uzel'in yazısından birkaç iktibas ile tahlilimize devam edelim.
            Sayın Uzel diyor ki:  
            "Atatürk'ün Cumhuriyeti ilan ettiğinden bu yana 77 yıl geçmiş, Uygar olabilmenin en önemli unsurlarından biri olan "Yazı Devrimi" üzerinden ise tamı tamına 72 yıl.
            Sayın İlhan'ın yazılarını okurken şaşırmıyor değilim. Neden mi? Atatürk'ün Cumhuriyeti üzerinden 77 yıl, Yazı Devriminden bu yana 72 yıl geçmiş, fakat değerli yazar arkadaşım, tam bir Cumhuriyet dönemi çocuğu olmasına rağmen, benim gibi 60 yaşındaki bir insanın bile anlayamadığı tarzda kelimeler bulup yazısını süslemiş. İnanın çok zorlandım çözmek için. O kadar eski dil kullanıyordu ki. Yaşı ve kültürü gereği Cumhuriyet dönemi insanı olarak, daha sade, daha anlaşılır dili, yani; öz Türkçeyi niye kullanmaz anlayamam."
(...)
            "...devamlı okuyan bir insanım. Gururla söylerim. Bir oda dolusu 6.000 (altı bin) den fazla kitabım var. İçinden okunmayan hiç yok....."
Ben de diyorum ki; öncelikle, bu "bağlamda" acaba, durup dururken, "devrimsel saptamaların" sebeb-i hikmeti ne ola? Hani, bayram değil, seyran değil, biz ilk defa yazan değil, Sayın Uzel ilk defa okuyan değil. Allah Allah! Lakin lisan konusundaki münazaraları ziyadesiyle faydalı bulduğumdan ben de fikirlerimi beyan edeceğim.
            Sayın Uzel!, O kadar fazla kavram kargaşası ve kafa karışıklığı var ki herhalde kitap çalışması sizi çok yordu. Önce karıştırdığınız kavramları tashih edelim. Kullanılan "Alfabe" (sizin deyişinizle yazı) başka şeydir, "Dil/Lisan" başka şeydir. Mesela İngilizce bir dildir, Almanca başka bir dildir. Fakat ikisi de aynı alfabeyi (yani yazıyı, yani Latin alfabesini) kullanırlar. Son günlerde takip edebildiyseniz Karamanoğlu Mehmet Bey'den, Türkçenin resmi dil olarak kabulünün (72 veya 77 değil), 723.yılından söz ediliyor.
            Sevgili Uzel! 72 yıl önce değişen (Allah korusun) lisanımız değil efendim, alfabemiz / yazımız!
            Birkaç soru ile devam edelim;
Sayın Uzel! Uygar olmak o kadar kolay mıdır ki; "Yazı Devrimi" ile "hemencecik" uygar olunuyor.
            72 yıldan önce, Osmanlı Paşası olan Atatürk de dâhil, insanlarımız hep ilkel miydi?       
            Alfabesini değiştirmeyen, Latin alfabesi de kullanmayan Japonlar sizce ilkel midir?
            Alfabemiz değişmesine rağmen, ölene kadar Arap alfabesini kullanan Aziz Nesin sizce ilkel miydi?    
            Gelelim kelime kullanımına. Her kelime bir kavramı, her kavram bir bilgiyi ifade eder. Dolayısıyla ne kadar çok kelime biliyorsanız, o kadar fazla bil giye ve düşünme kapasitesine sahip olursunuz. Her öğrenilen yeni kelime, yeni bir "bilgi" demektir. Kimi insan birkaç yüz kelime ile konuşur ve yazar ki misi de binlerle ifade edilen kelimeler ile. Okuduğumuz metinler içinde anlayamadığımız, bilmediğimiz, yanlış bildiğimiz kelimelerin olması tabiidir. Bildiklerimizin yanında bilmediklerimiz, ummanda damla mesabesindedir.
O halde bilmediklerimizi öğrenmeye, yanlış bildiklerimizi de düzeltmeye gayret etmeliyiz. İdrak edemediklerimizi inkâr etmek yerine, ikrar ederek idrak etmeye çalışmalıyız. "Beşik ten mezara kadar"  ilim tavsiye edildiğine göre öğrenmede yaş sınırı olmadığı da açıktır. Ben şahsen hem evimde, hem de işyerimde lügat bulunduruyorum ve sık sık müracaat ediyorum. Hassaten tavsiye ederim. Kelime haz(i)nenizin artacağına, imlanızın düzeleceğine ve ufkunuzun açılacağına emin olabilirsiniz.
            Sayın Uzel! Benim yazılarımı okurken "şaşırmıyor değil"miş.
            Peki, "nedenmiş? (!)
            Atatürk'ün Cumhuriyeti üzerinden 77 yıl, Yazı Devrimi'nden bu yana 72 yıl geçmiş (zaman ne çabuk geçiyor), fakat değerli yazar arkadaşım (o ben oluyorum efendim) tam bir Cumhuriyet dönemi çocuğu olmasına rağmen, benim gibi 60 yaşındaki (Maşallah) bir insanın bile anlayamadığı tarzda kelimeler (nasıl bir tarz ise!) bulup yazısını süslemiş. (bir edebi ve estetik zarafet var yani). İnanın çok zorlandım çözmek için. (matematik denklemi ile okunan metin karıştırılmış zannediyorum). O kadar eski dil (eski değil eskimeyen olmalıydı) kullanıyordu ki. Yaşı ve kültürü gereği Cumhuriyet dönemi insanı olarak, daha sade, daha anlaşılır dili, yani; öz Türkçeyi niye kullanmaz anlayamamam.
            Anlatayım efendim; naçizane ben, yazarken ziyadesiyle hassas ve titiz davranan bir insanım. Yazdıklarımı tekrar tekrar okurum ve tashih ederim. Kullandığım kelimelere ve doğru kullanımına dikkat ederim. Yazarken mutlaka lügat kullanırım ve çok sık müracaat ederim. Kullanmaya gayret ettiğim lisan, temiz, latif ve zarif Türkçedir. Her dilde olduğu gibi bizim dilimizde de yabancı kelimeler mevcuttur. Bu durum, kültürel münasebetlerin bir sonucudur ve tabiidir. Yanlış olan ise yerleşmiş ve oturmuş kelimelerin yerine uydur(t)ulmuş kelimelerin ikame edilmeye çalışılmasıdır. Hafızanızı yoklarsanız, para ile kelime uydur(t)ulduğu dönemi hatırlayacağınız kanaatindeyim. Hafızanızı biraz daha yoklarsanız, "ihrac" kelimesinin Arapça kökenli olduğunu bilmeden, "dilimizden yabancı kelimeleri "ihrac" edeceğiz" diyen zavallı yöneticilerimizi de hatırlayacaksınız. Öz Türkçe diye ölçüsüzce uydur(t)ulan kelimelerin bir çoğu şimdi kullanılmıyor, sadece latife ile hatırlanıyor. Mesela: gülcük (=rozet), ası(=afiş), özdeksel (=maddi), tinsel (=mane vi).vs. Yabancı kelimeleri atacağız, öz Türkçe konuşacağız diye birbirine yakın fakat farklı anlamlardaki kelimelerin yerine tek kelimenin kullanılmaya çalışılması (mesela "tartışma" kelimesi) kelime haz(i)nemizi ve düşünme kapasitemizi iyice köreltmiştir. Arapça ve Farsça kökenli kelimelerden kaçarken, büyük bir özenti ile İngilizce ve Fransızca kelimeler "ithal" e-dilmeye başlanmıştır. Bugüne kadar, sadece öz Türkçe kelimeleri ihtiva eden bir lügat mevcut değildir ve mevcudiyeti de mümkün değildir. Bu bizim lisanımız için böyle olduğu gibi, başka lisanlar için de böyledir.
            Hem sonra, kitap okuma alışkanlığına sahip ve okumaktan büyük bir zevk duyan birisi ile en son okuduğu kitap mezun olduğu okulda okuduğu ders kitabı olan birisinin okuduğu metinleri anlama kapasitesi tabii ki farklı olacaktır. " Hiç bilen ile bilmeyen bir olur mu?"
            Bu arada; Sayın Uzel'in ismini okurken şaşırmıyor değilim. Neden mi? Atatürk'ün Cumhuriyeti üzerinden 77 yıl, Yazı Devrimi'nden bu yana 72 yıl geçmiş, fakat değerli yazar arkadaşım, tam bir Cumhuriyet dönemi çocuğu olmasına rağmen, benim gibi 36 yaşındaki bir insanın anlayamadığı tarzda isim kullanıyor. İnanın çok zorlanıyorum çözmek için. Yaşı ve kültürü gereği Cumhuriyet dönemi insanı olarak daha sade, daha anlaşılır isim, yani; öz Türkçe isim niye kullanmaz anlayamam.
            Sayın Uzel'den hassaten istirham ediyorum; lütfen "uygar olmanın en önemli unsurlarından biri olan Yazı Devrimi"ne uygun olarak isminizi tashih ediniz. Çünkü isminiz olan "ümit", Arapça kökenli bir kelimedir. Yardımcı olma sadedinde Öz Türkçeleştirirsek "umut" dememiz icap ediyor. Lakin daha da bir "uygar" olmak isteniyorsa İngilizce karşılığı "hope" (okunuşu:"hop") kullanılabilir. Lakin: bu durumda kanaatimce Kilim Dergisindeki arkadaşlar, "Kilimce" ve ince bir tepki göstereceklerdir.
            Sayın Uzel! Benim "2,5 yıldır bu görevdeyim. Bugüne kadar benim veya diğer banka müdürlerinin herhangi bir toplantıya panel, konferans vb. konuşmacı ve katılımcı olarak davet edildiğimizi hatırlamıyorum, bizler sadece parasal konularda akla geliyoruz..." şeklindeki tenkidime cevaben, "Ben de tam 2,5 yıldır bu görevden ayrıyım. Şu an nasıldır bilmem. Ancak; arşivimde çeşitli banka toplantılarını tertiplediğimizi ve benim de o toplantılara başkanlık ettiğimi, bunun yanında her toplantıya banka müdürlerini davet ettiğimi görev sürenizin azlığı nedeniyle bilemiyor olabilirsiniz, bunu da doğal karşılarım" diyor.
            Ben de diyorum ki, evet, sizin döneminizdeki TSO' nın yaklaşımını bilmiyorum. Bence de doğru olanı yapmışsınız, teşekkür ediyorum. Lakin benim bu konudaki tenkidim görevde bulunduğum 2,5 yıllık süre içerisinde TSO da dâhil, ekonomi ile ilgili etkinlik dü-zenleyen ve düzenlemesi icap eden tüm kurum ve kuruluşları kapsayan umumi bir tenkittir. Bu husus iktibas edilen yazıda açıkça bellidir.
            Sayın Uzel diyor ki; "Diyorsunuz ki; keşke Sayın Uzel, görevi bıraktıktan sonra da Çorum hakkında çıkan yazıları takip edebilseydiniz..." Yapmayın dos-tum;Benim okuma yönünden -üzülerek söylerim- en kısır yıllarım TSO Başkanlığı yaptığım 12 yıl dır. Ön-cesi ve sonrası devamlı okuyan bir insanım. Gururla söylerim. Bir oda dolusu 6.000(altı bin)den fazla kitabım var. İçinde okunmayan hiç yok. Çorum hakkında ise dolu dolu yazı ve raporlar var.
            Sizin yazınızı okumadığımı ise iyi bildiniz.
            Gene sizin ifadenizle söyleyeyim; "Bir gram bal için bir çeki odun çiğnenir mi?  
            İzin verin 46 sayfalık yazıdan bir gram bal almayı hiç düşünemem" diyor.
            Evvela bir hususu belirtmeliyim; Her kim olursa olsun, kütüphanesinde veya "oda"sın da mevcut kitaplarının sayısını rakamla beyanı, akabinde de parantez içerisinde yazıyla tekrarı yadırgadığımı, nahoş, ayıp ve garip bulduğumu ifade etmeliyim. "Bir oda dolusu" ifadesini de kitapları tasvir manasında "şık" bulmadığımı ilave etmeliyim. Bu arada anlayamadığım birkaç husus var; onları Sayın Uzel cevaplandırırsa memnun olacağım:
"Bir oda dolusu" kitap ve "içinde okunmayan hiç yok" ise kitaplarınız arasında ansiklopedi yok mudur? Var ise Ansiklopediler gerektiği zaman başvurulan kitaplar mıdır, yoksa baştan sona okunmalı mıdır?  Hepsini okudunuz mu?
            Kitaplarınız arasında sözlük yok mudur?  Var ise sözlükler de baştan sona okunmalı mıdır?
Okudunuz mu? Sözlükleriniz öz Türkçe midir? Öz Türkçe bir tek sözlük bugüne kadar yayınlanmış mıdır?       
            İltifat ve teşekkür haricinde, hiç kimseden, herhangi bir şey beklemeden aylarca emek verilerek hazırlanan ve tamamen şahsi para ile fotokopi şeklinde çoğaltılan, kitap haline getirilerek satılması ve kar edilmesi düşünülmeyen, her ortamda ve her yazıda atıfta bulunularak zikredilmeyen, reklam edilmeyen, özellikle rakamsal verileri açısından bugüne kadar Çorum hakkındaki en kapsamlı çalışmayı, okumadan "bir gram bal" diye nitelendirmek ayıp değil midir? Okunmadan "bir gram bal" olduğu nasıl anlaşılmaktadır? Malum mu olmaktadır? Başka kerametleriniz de mevcutmudur? Zikredilen çalışmanın büyük bölü-mü, resmi ve özel, kurum ve kuruluşların, Türkiye ve Çorum hakkındaki rakamsal verilerinden müteşekkildir. Bu verilerin nerelerden temin edildiği "Yararlanılan Kaynaklar"da ayrı ayrı belirtilmiştir. Bu ekonomik veriler "bir gram bal" mı dır ? Daha da ilginci, "Yararlanılan Kaynaklar" içinde zat-i âlinizin TSO Başkanı olduğu dönemde hazırlanan "Çorum Ticaret ve Sanayi Odası Katalogu-1995" de mevcuttur. Acaba siz, Başkanlığınız döneminde "bir gram bal" istihsali ile mi, yoksa "bir çeki odun" istifi ile mi iştigal ettiniz?
            Bir taraftan Çorum hakkındaki yazıları takip ettiğinizi söylerken, öte taraftan Çorum hakkındaki bir çalışmayı okumadığınızı itiraf etmek tenakuz değil midir? Perhiz yaparken lahana turşusu taam etmek doğru mudur?
            Rakamla ve yazıyla 6000(altı bin) kitap oku-yan bir insanın emek verilerek hazırlanan bir çalışmayı, okumadan küçümsemesi mümkün olmadığına göre, acaba okunduğu ifade edilen, rakamla ve yazıyla 6.000(altı bin) kitap, Cin Ali'nin Maceraları ile Teksas ve Tommiks'in çizgi romanları mıdır?
            Sayın Uzel yazısında benim yazımdan iktibasta bulunarak "Banka Genel Müdürlükleri'nin hata yapmasının Ümit Uzel'le ne gibi ilgisi var ki? Kim dedi onlara "şube açın" diye. Hoş bizler desek bile, bizim sözümüz ile üç kuruş kredi vermeyenler, banka şubesi mi açacaklar?
            Sayın İlhan, Çorum bu durumdan zarar görmektedir, görmeye devam etmektedir. Örneğin kamu yatırımlarından gereği kadar yararlanamamaktadır" buyuruyorsunuz.
            El insaf.
            Demek Çorum Devlet yatırımı alacak ama benim gibiler yüzünden alamıyor. Demek seçip An-kara'ya gönderdiğimiz Milletvekillerimiz, Bakanlık yapanlarımız çok çalışıyor, uğraşıyor, didiniyor ama be-nim gibiler yok mu, hep tekere çomak sokuyor, o nedenle Devlet yatırımı gelmiyor, öyle mi ?”
            Öyle değil tabii, Sayın Uzel? Şöyle; ben, zikredilen çalışmada da, iktibas ettiğiniz yazıda da açıkça belirttiğim gibi, Çorum ekonomisi abartılmış, "uçtu-kaçtı" popülizmi ve oportünizmi ile olduğundan farklı bir yerde gösterilmiştir, diyorum. Banka sayısının gereğinden çok fazla olmasının da, Çorum'un Devlet yatırımlarından gereği kadar yaralanamamasının da  (ki muhtemelen Devlet, bunlar zaten uçuyorlar biz uçamayan illere bakalım demiş olmalı) önemli sebeplerinden "birisi" sizin de mühim "katkı"nızın olduğunu düşündüğüm bu abartıdır kanaatindeyim. Yani tekere çomak sokulmuyor, tam tersine tekere uygun olmayan zeminde ve kapasitesinin üzerinde sürat yaptırılmaya çalışılıyor. Zikredilen çalışmada bu durumu şöyle ifade etmiştim;
            "...iyi bir potansiyele sahip, iktisatta "take off" olarak adlandırılan, uçağın yerden ilk kalkış anını ifade eden, ekonomik kalkınmanın başlangıç aşamasındaki bir ekonomiye yanlış yönlendirmeler ve yanlış tanımlamalar yapılmaktadır. Kanatsız bir uçak, üstelik uçak pistinin üstünde bir sürü "kanalizasyon çukuru" varken uçurulmaya çalışılmaktadır. “
            Sayın Uzel yazısında; "Bir etek dolusu maaş alan, kıyak emeklilik peşinde koşanları değil ama benim gibi, yaşadığı kente pür amatörce görev yapanları eleştireceksiniz. Bu neye benziyor Sayın İlhan? Neyse, neye benzediğini yazmayayım, siz anlarsınız biliyorum." Diyor. Ben de diyorum ki; "bir etek dolusu maaş alan, kıyak emeklilik peşinde koşanlar" tabii ki tenkit edilmeli, tenkit edilecek birçok husus da mevcut ama bizim mevzuumuz  " uçma - kaçma".  Bu mevzuda da mezkûr Zatların Allah için mühim bir kat-kıları olduğu söylenemez. Duran bir saat dahi, günde iki defa doğruyu gösterir. Kaldı ki, milletvekillerinin ben tamamen toplumun bire bir aynaları olduğu kanaatin-deyim. Münferit olarak değil ama umumi manada, milletvekillerine kızmak, aynaya kızmaktır. Bu arada, bir de Sayın Uzel, ben "neye benzediğini" anlayamadım yazarsanız memnun olurum.
            Sayın Uzel, 600 sayfalık bir kitap yazdığından bahsediyor ve "...Tabii 600 sayfayı "bir gram bal" için okumayanlar olabilir" diyor. Estağfurullah Sayın Uzel, ben şahsen emek verip yazılan bir kitabı, "bir gram bal" olarak nitelemeyi saygısızlık ve nezaketsizlik addederim efendim.
            Sayın Uzel yazısının "Az sonra"lı bölümlerinde, kendisi ve Çorum hakkında "ulusal" basında çıkan yazılardan çeşitli iktibaslar yapmış. İyi güzel, hoş da, birde "Kalkınmada Çorum modeli", "Çorum örneği" türü yazılardan iktibaslar ile "aslanlar" ve "kaplanlar"dan da bahsetseydi daha hoş olacaktı. Değerli arşivinde mutlaka mevcuttur. Acaba kitabına mı alacak?
            Bu arada kendi adıma açıkça söyleyeyim. "ev danasının öküz olması" nı istemeyen namerttir.
            Velhasıl ı kelam,
            Bu yazılar konuya mukaddime (giriş) yazıları olup, nasip olursa devam edeceğiz.           
            Vesselam....
 
                     
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 

 10

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

MEMLEKET MESELELERİNE KESİN ÇÖZÜM
Partilerin il başkanları, partileri iktidara geldiğinde otomatik olarak” İlin Her şeyinden Sorumlu Devlet Bakanı” olmalıdırlar ve tüm yetki onlara verilmelidir.
İktidar ne demektir?
Güç demektir.
Güç ise kullanılmadığı takdirde bir anlam ifade etmez.
Mademki millet partiyi iktidar yapmıştır,
Mademki, millet, partiye teveccüh göstermiştir,
Bu güç kullanılmalıdır.
Bu da yetmez...
Kollar sıvanmalı, milletin karmasana geçmeli ve bu gücün nasıl kullanıldığı anlatılmalıdır.
İktidar gücü kullanmalarken direnç gösteren, direnmeye yelteneler “asi”lerin kulakları çekmekle yetinilmemeli, kulakları koparılmalıdır.
Çünkü:
Onlara müsamahakâr davranamasa, diğer potansiyel asilere örnek teşkil edecektir.
Parti teşkilatlarıyla uyum sağlayamayan daire müdürlerine, bir gün dahi tahammül edilmemelidir.
Çünkü
Parti teşkilatlara ‘seçilmiş”ler den müteşekkildir.
Daire müdürleri ise “atanmış”tır.
Zaten; “Atanmış”ları da,” seçilmiş”ler atamıştır.
Milletin seçtiği temsilcilere uyum sağlayamamak ne demektir?
Büyük saygısızlık,
Büyük sorumsuzluk demektir.
Bu tür insanlardan memlekete hizmet beklemek beyhudedir.
Aslanda;
Daire müdürleri çok önemli bir görev de ifa etmemektedirler.
Sadece, çok önemli oldukları izlenimi oluşturmaya çalışmaktadırlar.
 Parti teşkilatında bu işleri onlardan daha iyi bilen güzide insanlar bulunmaktadır.
Evdeki ampulü rahatlıkla değiştirebilen bir insan Tedaş Müdürünün,
Sigaranın üflenerek değil de içine çekilerek içileceğini bilen bir insan, Tekel Müdürünün,
Bulunduğu ildeki bir insani telefonla ararken, alan koduna gerek olmadığını bilen bir insan, Telekom Müdürünün,
Bütün ineklerin dişi olduğunu bilen bir insan, Tarım Müdürünün,
Evinin tapusuna sahip olan bir insan, Tapu Müdürünün,
Nezle olunca burnunun aktığını bilen bir insan, Sağlık Müdürünün,
Esnafların SSK ya kaydolmayacağını bilen bir insan, Bağ Kur Müdürünün,
İşçilerin Bağ Kura kaydolmayacağını bilen bir insan, SSK Müdürünün,
Sporcunun zeki, çevik ve ahlaklı olanını seven bir insan, Gençlik ve Spor Müdürünün,
Liseyi bitiren bir öğrencinin üniversite sınavına girebilmesi için herhangi bir dershaneye kaydolmasının şart olmadığını bilen bir insan Milli Eğitim Müdürünün,
Bir bankaya olan borcunu diğer bankalardan aldığı krediyle ödeyebilen bir insan Banka Müdürünün. Vb.
Yaptığı işleri pekala bilir.
Hatta..
Akrabaları arasında mutlaka bu kurumlarda çalışanlar da vardır.
Ya, babası eğitimcidir,
Ya, amcası; sporcudur,
Ya, dayısı bankacıdır...
Durum böyle olunca bu işlerden parti teşkilatlarının en az daire müdürleri kadar anlamaları tabiidir.
İstinasız olarak bütün devlet memurlarına istedikleri bir partiye (üye olma mecburiyeti getirilmelidir.
Bunun büyük faydaları olacaktır.
Bir kere;
Her memurun bir partiye (üye olduğu takdirde, iktidara gelen parti bürokratik atamalarda hiçbir güçlük çekmeyecektir.
İktidara geldiğinde önüne parti (üyelerinin listesini alacak ye kolaylıkla atamaları tamamlayacaktır.
Müstahdeminden, genel müdürüne kadar tüm atama ye tayinlerde “tam isabet’ kaydedilecektir.
İkinci olarak;
Her devrin adamı olan ve iktidara kim gelinse ona yanaşan;
Hacı yatmazlar,
Lastik toplar,
Yumuşak demirler,
Kıvırcık salataları,
 
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 

11

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

DÖRT KÖŞE GAZETECİLİK
            Epey emek verdiğim bir çalışmam "Çorum Hakimiyet" gazetesinde yayınlandı.
            Aynı gazetede birkaç "köşe"de de yazım çıktı.
            Bu yazı, "Çorumlu 2000" dergisinde yayın lanan ikinci yazım.
            Bunları şunun için yazıyorum:
            Şahsıma sabit bir "köşe" tahsis edilmese de,
            Düzenli olarak yazmasam da,
            Neticede birkaç "köşe"de yazılarım yayınlanıyor.
            Ancak!..
            Garip bir durum var.
            O da şu:
            Ben, bir  "köşe"de yazınca, maddi olarak "dört köşe" olacağımı zannediyordum.  Böyle bir şey olmadı.
            Çok satan gazetelerin köşe yazarlarına bakıyorum, 40-50 bin dolar ücret alıyorlar.
            Diyeceksiniz ki; senin yazdığın yayın organlarının trajı, onların yazdığı yayın organlarının trajı kadar mı?
            Değil, tamam ama, bizim gibi nacizane yazmaya çalışanların da hiç olmazsa birkaç bin dolar gibi cüz'i bir ücret alması gerekmez mi?
            Bence gerekir!
            Böyle bir gereklilik olmasına rağmen yayın organlarımızın değerli yöneticileri tarafından bu konu mevzubahis dahi edilmiyor.
            Bu sebeple ben de durumu Basın Konseyi' nin "tatlı" Başkanı Oktay Ekşi Bey'e intikal ettirmeyi düşünüyorum.
            Daha da önemli bir başka husus var:
            Değerli hemşerilerimiz tarafından, bize bir teşekkür dahi çok görülürken,
            Bir çok gazeteci yüksek maaşlarının dışında, tanındıkları için çeşitli avanta(j)lara sahip oluyorlar.
            Bizzat şahidi olduğum bir örnek vermek istiyorum:
            Bankacılık kesimine yakın olanlar bilirler;
            Bir dönem belli bankalar, belli şahıslara çok uygun vadelerde ve çok uygun faizlerle kredi verdiler.
            Bu kredileri kullananların önemli bölümü, milletimizin değerli bir kısım milletvekilleri ile güzide basınımızın saygıdeğer bazı gazetecileriydi.
            İşin daha ilginç tarafı bu kredilerin büyük bölümü tahsil edil(e)medi ve o belli bankaların zarar hanelerine yazıldı.
            Çünkü bu zatlar çok iyi tanınıp, bilinmeleri ne rağmen nasıl olduysa(!) takip edil(e)medi.
            Banka Müfettişliği yaptığım dönemde, ünlü gazetecilerden birinin tahsil edil(e)meyen kredisine, bizzat şahidim.
O sıralarda da ünlüydü ama şimdi daha da ünlü.
            Bu aralar çok satan bir gazetede başyazar.
            Televizyonda program yapıyor.
            Çeşitli "durum"larda  "gözlem"de bulunan "civa" gibi bir gazeteci.
            Tabii ki günün anlam ve önemine binaen rotbalanscı!
            Teftişte bulunduğum sırada, dosyası önüme geldiğinde bir hayli şaşırmıştım.
            Çünkü dava takip bülteninde hatırlayabildiğim kadarıyla mealen, şunlar yazılıydı:
            "İkametgahı tespit edilemediği ve mahallin de de tanınmadığından, kredinin tahsil kabiliyeti yoktur."
            Şimdi,
            Durum böyleyken,
            Siz çıkacaksınız,
            Dürüstlük edebiyatı yapacaksınız,
            Millete ahlak dersleri vereceksiniz,
            Memleketin makus talihini düzeltmek için, rot-balans tavsiyelerinde bulunacaksınız.
            Olur mu?
            Olur!
            Çünkü
            İnsanlar,
            Layık oldukları şekilde yönetildikleri gibi,
            Layık oldukları şekilde de yönlendiriliyorlar.
 
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 

 12

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR YAZARIMIZA CEVAP"A YAZARDAN CEVAP
            Çorumlu 2000 Dergisinin 7. Sayısında yayınlanan "Dört Köşe Gazetecilik" başlıklı yazıma istinaden, derginin sahibi ve mesul<1> müdürü<2> Sayın M. Selim Gürsel tarafından "Bir Yazarımıza Cevap" başlığıyla bir yazı yayınlamıştır. 
Biz de bu yazımızda Sayın Gürsel'in yazısını "irdelemeye" ve cevabını cevaplamaya çalışacağız.
İlgi yazımda, yüksek tirajlı gazetelerde, yüksek ücretle köşe yazarlığı yapan, milletin değerlerinden uzak, kendilerinin ahlaki problemi olduğu halde millete ahlak dersleri vermeye çalışan " dört köşe gazetecilileri" tenkit etmiş ve bir "köşelik" yazarı da misal vermiştim. Bu arada naçizane <3>  benim gibi yazmaya çalışanların da ücret almadan yazdıklarından bahisle, muhtelif tarihlerde yazılarımın yayınlandığı " Çorumlu 2000 "  Dergisi ve "Çorum Hakimiyet" Gazetesine latifede bulunmuştum.
Sayın Gürsel yazısını 5,6 ve 7. Paragrafında şahsıma ithaf en;" 7. sayıda yayınladığım yazısını almaya yanına gittiğim zaman, yazısının ses getireceğini söyleyerek tarafıma verdi. Evet! Yazı oldukça açık ve netti ve benden bu sesi getirdi.
Yazı hem nalına, hem mıhına vuran bir tarzda yazılmıştı. Birinci taş " Çorum Hakimiyet" Gazetesi ile "Çorumlu 2000" Dergisine nazikane umduğunu yazmış. Sonrada bir anısında köşe yazarlarının birisinin nasıl köşelik olduğunu ima etmiş.
Herhalde; Çorum'da yayın yapan gazetelerin ve derginin hangi şartlar altında yaşamaya çalıştığını bilerek, şaka ile umduğunu yazmış. Verdiği yazısının yayınlanacağını bile zannedersem ummuyordu ve bilirsiniz derler ki:"Her şakanın yüzde yetmişi essahtır." Biz de bu şakayı ileriki yıllarda "esahlatırız."Demektedir.
Sayın Gürsel derginin 7.sayısı için yazımı almaya teşrif ettiklerinde, kendisine, yazının " ses getireceğini" değil ama, farklı ve değişik bir yazı olduğu mealinde ifadeler kullandım. Bunun sebebi ise "nal" ile değil,"mıh" ile ilgilidir. "Mıh" da istihza ile tenkid edilen köşelik yazardır.
Sayın Gürsel, 6. Paragrafta " nazikâne umduğu" derken, 7.  paragrafta "şaka ile umduğu" tabirini kullanmak tadır. "Birinci taş" olarak ifade edilen “Çorum Hakimiyet" Gazetesi ve "Çorumlu 2000" dergisi ile alakalı, ilgili yazımdaki  "dokundurma" ne "nazikane umduğum" , ne de " şaka ile umduğum" ile ilgilidir. Sadece "nazikâne bir latifedir." . Bu latifedeki "essah" ise yine köşelik yazardır.
Sayın Gürsel'in de yazısında bahsettiği gibi "Çorum'da yayın yapan gazetelerin ve dergilerin hangi şartlar altında yaşamaya çalıştığını" bilen bir insanım. Kaldı ki Çorumlu 2000 Dergisinin yayınlanma aşamasında; Sayın Gürsel'in de hatırlayacağı gibi çabalarını manen teşvik ve takdir edenler arasındayım.
Gelelim Sayın Gürsel'in yazısındaki matematiksel hesaplarına;
1) 11 .paragrafta "telif ücreti olarak  istenilen  birkaç bin dolar fiyata biz en azamisi olan 1000 doları esas alalım " deniyor.  Bilindiği gibi birkaç bin  doların "azamisi" değil "asgarisi" bin dolar olmaktadır.
2)  10.  Paragrafta   "...1. sayıda benim dışımda 14, 2. sayıda 14, 3. Sayıda  benim dışımda 17, 4. sayı-da  benim dışımda 21, 5.sayıda be nim dışımda  22,  6.  sayıda benim dışımda 22, hemşerimiz  yazı verme zahmetine girmişti.", 11. paragrafta ise  "...küçük bir hesapla  1000  dolardan  1. sayıda 14.000 dolar, 2. sayıda 14.000 dolar,  3. Sayıda 18.00 dolar, 4. sayıda 21.000  dolar, 5. sayıda 22.000 dolar,  6. Sayıda 22.000 dolar toplam 111.000 dolar, derginin çıkmasından  bugüne ortalama dolar kurunun 360.000  olarak düşünürsek 34.200.000.-TL. Etmekte..."denilmektedir.
Eğer, 10 paragraftaki yazar sayıları doğruysa, 11. paragraftaki çarpma ve toplama işlemleri yanlıştır.  Çünkü toplam bedel 111.000 dolar değil, 110. 000 dolar yapmaktadır. Yine dolar kurunu, 10. Paragrafta belirtildiği şekilde 360.000.TL. olarak düşünürsek toplamın TL. karşılığı da  34.200.000.00.- TL.<4>  değil, 39.600.000.000.- TL. olması gerekmektedir. Kaldı ki Sayın Gürsel'in hesabına göre toplamı 111.000 dolar olarak kabul edersek dahi toplamın TL. karşılığı yine 34.200.000.000.- TL. değil,  39.960.000.000.- TL olmaktadır.
 Hesaplamadaki vahamet bunlarla da kalmıyor. 13.paragrafta, Sayın Gürsel  34.200.000.000.-TL. dan da vazgeçiyor, bu defa toplamın TL. karşılığı  33.000.000.000.- TL. olarak belirtiyor.
Bu durumda anlaşılıyor ki Sayın Gürsel'in,"hesap makinesi"ni (*) derhal değiştirmesi gerekiyor.
Sayın Gürsel,15.paragrafta çalıştığım  kurumun 200.000 dolar (hesaplamasına göre 72  Milyar TL.? reklam parası vermesini talep ediyor. Burada taktire şayan husus var ki o da şu : Sayın Gürsel'in  yazısındaki  matematiksel  hesaplamalar  içinde  hesap makinesinin doğru çalıştığı tek hesap  bu. Gerçekten de 200.000 dolar ile 360.000.-Tl. yi çarptığınızda 72  Milyar  TL. sonucunu vermektedir.
Sayın Gürsel'in mantığından yola çıkarsak 72 Milyar TL. reklam parası sayın Gürsel'in "nazikane umduğu" veya " şaka ile umduğunu" olmaktadır. Bu talebi "şaka ile umduğu" olarak de derlendirdiğimizde ve yine Sayın Gürsel' e göre bu her şakanın yüzde yetmişi "es sah" olduğuna, 72 Milyar TL. nin yüzde yetmişi de 50.400.000.000-TL. yaptığına göre Sayın Gürsel  "essah" olarak 50.400.000.000.TL.  talep ediyor demektir. Ancak Sayın Gürsel bu talebini kendisini de pek "akla yakın" bulmuyor, bir sonraki paragrafta "benim daha akla (!) yakın gelen iki teklifim var. Bunlardan birisini seçmekte özgür (!) sünüz  (ünlem işaretleri bana aittir)" Diyerek o muhteşem tekliflerini sıralıyor:
1- yazarlarımızın ve çizerlerimizin pek çoğu bilirler. Önceleri bizim gibi mahalli basında boy gösterirler, sonra da yazıları ile yükselerek büyük tirajlı dergi veya gazetede köşe yazarı olur 45-50.000 dolar alırlar ve yükselirler, bizlerde gurur duyarak ; " Bak !" şu yazar var ya, zamanın behrinde fi tarihinde bizim dergimiz-gazetemizde yazıları çıkardı diyerek kulaklarını çınlatırız.
2-  Ya da. Her yazınız yayınlandıkça yayınlayan o yere birkaç on bin dolar yazılarınız yayınlansın diye üste verirsiniz.”
Bu akla (!) yakın gelen tekliflerden birincisi için söyleyeceğim şey şudur:  Şahsen benim, büyük tirajlı gazetelerde yazı yazmak ve 45-50.000 dolar almak gibi bir özlemim yok. Daha da önemlisi kulaklarımın sağlığı açısından çınlamasında büyük fayda mülahaza ediyorum. Bununla birlikte eğer böyle özlemleri olan yazar arkadaşlar var ise ve Sayın Gürsel de, dergideki dizgi hatalarına önlem almaz ise, korkarım ki onların da " boy " gösterme imkânı olmayacaktır.
İkinci teklife gelince; "birkaç on-bin <5>dolar"ın "asgarisi olan 10.000 dolar alır, derginin son sayısındaki yazar sayısı olan 22 ile çarparsa 220.000 dolar sonucuna ulaşırız. TL. karşılığını bulmak için de çıkan sonucu ortalama dolar kuru denilen 360.000.TL.  Ile çarparsak 79.200.000.000-TL. yi elde ederiz. Bununda "essah" olan "yüzde yetmiş"i 55.400.000.000.-TL.<6> eder. Her ay böyle bir  rakamın sayın Gürsel'in gelir hanesine girmesi, onun ruh sağlığını bozacağı için bu vicdansızlığı yapmamamız gerektiğini düşünüyorum.
Görüldüğü gibi birinci teklif benim kulak sağlığıma, ikinci teklif ise Sayın Gürsel'in ruh sağlığına zararlı olmak tadır. Dolayısıyla ikimizin de sağlığı açısından her iki teklifi de dikkate almamak gerektiği sonucuna ulaşıyoruz
Konumuzla ilgisi yok ama bir hikâyeyle  <7> yazımızı bitirelim.
            Bir araştırmacı pireler üzerinde araştırma yapmaya karar vermiş. Pireyi masanın üzerine koymuş ve "zıpla" demiş. Pire zıplamış. Ve hemen notunu almış:
            " Masaya konulan pire zıpla komutuyla zıplamaktadır.”
            Daha sonra pirenin ayaklarını koparmış, pireyi yine masanın üzerine koymuş ve "zıpla " demiş. Pirede herhangi bir hareket olmadığını görmüş ve notunu almış: 
            " Ayakları koparılan pirenin kulakları duymamaktadır.
 
            "(*)  Hesap makinesi değiştirmesi gerekir "  demem samimiyetimdendir.
            Yazarımızın verdiği yazıdan itina ile  bu yazım hataları  bulunmuş  ve  numaralanmıştır. Layzer yazıcı çıkışı bende (Sayın Gürsel) de bulunmaktadır.
 <1>,<2>Mesul, Müdür orijinal yazıda küçük harflerle yazılmıştır.  <3>   naçizane Ç harfi C  olarak yazılmıştır. <4>Sonuç yazılırken çoktandır kuruşların hesap edildiğinin unutulduğunu zannettiğim 000.00. TL (kuruş) Müdürümüz tarafından işlenmiştir. Bu yanlışlık aynen yazılmamıştır. <5> yazarımız birleşik yazmıştır. <6> sonuç yazarımıza aittir. 79.200.000.000X70:100=55.440.000.000. formülü hatırlarsam böyle olmalıydı.<7> Yorum okuyucuya ait. Hikâye mi? Fıkra mı?                                    M. Selim GÜRSEL
                                                           
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 

 13

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

YAZARIMIZIN YENİ YAZISINA CEVAP"A YAZARDAN CEVAP
            Sayın Gürsel, 10.sayıdaki yazımda 7 yazım ha tası tespit etmiş, doğrudur. Kütüphane Müdürlüğünden gelen bir değerli yayıncıyla bu konuda "âşık" atmanın güçlüğünü biliyorum.  Kaldı ki  (haşa) hatadan münezzehlik gibi bir iddia sahibi de değilim. 
Ayrıca dil konusundaki tenkitlerin son derece faydalı olacağı düşünce sindeyim.  Ancak, Sayın Gürsel'in yazısındaki "cümle" ve "imla" hataları; hem uzun sayfalar harcamamı gerektireceğinden, hem de hatalarımın tespitine tepki gösterdiğim gibi yanlış bir düşüncenin doğmasına sebebiyet verebileceğinden, bu yazının konusu olmayacaktır. Fakat Sayın Gürsel'in "mana" hataları, bir ölçüde bu yazının kapsamı içerisindedir.
Bu mukaddimeden sonra Sayın Gürsel'in tespit ettiği hatalar hakkında birkaç kelam etmek istiyorum:
Sayın Gürsel'in değerli tespitleri sonrasında "naciz" olarak bildiğim kelimenin doğrusunun "naçiz" olduğunu öğrenmeme vesile olduğu için kendisine minnettarım.
"Mesul" ve "Müdür" kelimelerinin baş harfleri gerçekten de küçük yazılmıştır, doğrudur, yazım hatasıdır.
"On bin"  rakamı yazıyla bi(r)leşik yazılmıştır. Doğrudur, fakat burada yazım hatası yoktur. Çünkü rakamlar yazıyla, ayrı ayrı da, bi(r)leşik olarak da yazılabilmektedir.
"34.000.000.00.-TL" da bir "0" eksiktir, "55.400.000.000.-TL" da ikinci "4" rakamı yerine "0" rakamı yazılmıştır.  Her ikisi de hatalıdır ve hatalar yine bana aittir. Her iki hata da "tapaj" hatasıdır ve fakat "hesap" hatası değildir. Bu arada, Sayın Gürsel 79.200.000.000 x 70: 100=55.440.000.000.- formülünü (bence hesabını) doğru olarak bulduğuna göre "Mekke Pazarı"ndan aldığı,  "8 haneli 9 Riyallik" hesap makinesini çoktan değiştirdiği kanaatindeyim.
Hikâye mi? Fıkra mı? Benim tercihim hikâye. Ama fıkra da yanlış olmazdı. Yine de Sayın Gürsel' in söylediği gibi yorum okuyucuya ait olsun.
            Yazım hataları ile ilgili üzüldüğüm bir hususu ifade etmeden geçemeyeceğim. Sayın Gürsel tespit ettiği hataları belirtirken benim bu hataları inkar edebileceğim zannıyla "Layzer yazıcı çıkışı bende (Sayın Gürsel) de bulunmaktadır" şeklinde bir ifadede bulunuyor. Bu suizan sebebiyle Sayın Gürsel'e teessüf ediyorum. Aramızdaki hukuka istinaden Sayın Gürsel'in, hataları-mı "inkar" değil, bilakis "ikrar" edeceğimi bilmesi gerekirdi diye düşünüyorum.
Sayın Gürsel yazısının 3.paragrafında "Yazarımıza lütfen bahsi geçen sayımızda yayımlanan yazısını dikkatlice okumasını nazikâne öneririm. Nazikâne dememin gerekçesi ise sorduğunuz soruya yine nazikâne bir cevap vermişiz" şeklinde pek de "nazikâne" olmayan bir ifadede bulunuyor. Halbuki eğer benim7.sayıdaki yazımı "itina" ile okuyabilseydi sorduğum soruya cevabı yine kendimin verdiğini, verdiğim cevabın sonuna da (!) işareti koyduğumu göreceklerdi. Hem yazının üslubundan, hem de (!)  işaretinden sorunun ve cevabın "nazikane bir latife"den ibaret olduğu gayet açıktır.
            7.sayıdaki yazımın bir yerinde "...ben de duru mu Basın Konseyi'nin "tatlı"  Başkanı Oktay Ekşi Bey'e intikal ettirmeyi düşünüyorum" şeklinde bir ifa de mevcut. Sayın Gürsel yazısının 4. paragrafında  bu ifadeyle ilgili olarak diyor ki: "...Yazarımız yazısında bulunan  "Basın Konseyinin tatlı..."  Diye bahsettiğiniz zat-ı muhtereme her halde geçen zaman dilimi içinde iletmişsinizdir.  İşte burada nazikâne bir istek şakaya kaçmaktadır ki; Çorum'da "şakanın murtunu kaçırma" diye bir söz bulunmaktadır. Yazınızda siz nazikâne isteğinizi şakayla karışık olarak birazda şikâyette bulunacağınızdan bahsederek biraz  "murt"unu kaçırmışsınız. Aynı paragrafta ise: "...'nazikane latifedir'. Bu latifedeki ...' Demişsiniz. Benim bu sözlerden anladığım ise; nezaket, şaka ve latifeden anlamadığım gibi geldi ne dersiniz?"  Şöyle derim: Evet! Lütfen ve hemen, zihninizdeki "nezaket", "şaka" ve "latife" kavramlarının manalarını tecdit edin.
            Sayın Gürsel yine 7.sayıdaki yazımı "itina" ile okuyabilseydi, yazımdan eksik olarak iktibas ettiği tatlı kelimesinin tırnak içerisinde yazıldığını görebilecek ve bu tırnak içerisindeki tatlı kelimesinin bir sevgi ve takdir ifadesi olarak değil de,  Oktay Bey' in soyadı olan "ekşi"ye nazire olarak istihza saikıyla kullanıldığını anlayacaktı. Anladığında da eminim ki; ne şakayla karışık nazikâne bir istekten, ne de kaçırılan "murt"lardan bahsedecekti. Yazı yazmaya devam ettiğim bir dergi ve gazeteyi, gayri ciddi bulduğum bir kuruma ve sempati beslemediğim Başkanına ispiyon etmeyi gayri ahla-ki bulduğumu ifade etmeme gerek olmamalıydı di-ye düşünüyorum.
            Sayın Gürsel 5. paragrafta, yazımdaki  "...Çorumlu 2000 dergisinin yayınlanma  aşamasında; Sayın Gürsel'in de hatırlayacağı gibi çabalarını manen  teşvik ve takdir edenler arasındayım" ifadesine alınganlık göstererek maddi konularda açıklamalarda bulunuyor. Sonra da "Keşke benim çalışmalarım için gösterdiğiniz ilgi ikimiz arasında kalsaydı.  Pir Sultan Abdal'ın müridine dediği gibi;  "...dostun attığı gül yaralar beni"" diyor. Sayın Gürsel Çorumlu 2000 dergisi için hakikaten büyük bir çaba gösteriyor. Okumaya soğuk bakılan bir ortamda, dergiyi yaşatmak için hem maddi sıkıntılar yaşıyor, hem de vaktini ve sağlığını harcıyor. Ayda 500.000.- TL lık dergi parasını vermekten imtina eden "koca koca" adamların düşük seviyeli tavırlarını yakından bilenlerdenim. Bu sebeple Sayın Gürsel' in çabalarını başından beri olduğu gibi bundan sonra da manen ve alenen teşvik ve takdir edenler arasında olacağım. Bunu ifade etmenin yanlış değil bilakis doğru olduğu inancındayım. Yanlış olan hadisenin maddi boyutunun Sayın Gürsel tarafından ifşa edilmesi olduğunu düşünüyorum.
Keşke Sayın Gürsel! Keşke! Bence hiç de önemli olmayan maddi boyut ikimiz arasında kalsaydı. Dostun attığı gül yaralar, doğru, ya dostun attığı, gülün dikeni ise o ne yapar, Sayın Gürsel?!
Sayın Gürsel yazısının 6.paragrafında, önce benim derginin tamamını okumadığım hususunda kinaye ile suizanda bulunuyor, sonra da tamamını okuduğum zannıyla asgari ile azami arasındaki farkı bilememesini daha önce dergide ifade ettiği ilkokul mezunu olmasına bağlayarak normal karşılamamın gerektiğini belirtiyor. Hâlbuki Sayın Gürsel doğru olanı yapıp- benim hatalarımı numaralandırarak tespit ettiğine göre, bu konuda tahsilden kaynaklanan bir zaafı söz konusu değil. Kendisinden beklenen, hatasını ikrar ederek tashih etmek olmalıydı diye düşünüyorum.
            Sayın Gürsel 7.paragrafta "Olmayan bir hesap ta aramış olduğunuz birkaç bin doların ne önemi olacaktır?" diyor ve Silifke yaylalarındaki koyunlardan dem vuruyor.  Sonra da  "birkaç bin doların hesabını sormanız, "mesleğinizin icabından olsa" gerek. Yine de bu dikkatiniz "Dikkate"  değer " diyor.  Sayın Gürsel! Ben de diyorum ki; sizin, hiç gereği yokken, olmayan bir hesabı, uzun uzun yapmanız normal karşılanıyor da, neden benim bu hesaptaki hataları yazmam garip karşılanıyor? Yoksa dergi sahipleri her istediğini yazabilir de,  yazarlar yazamazlar mı? Yoksa dergi sahiplerine her şey mübah, yazarlara günah mı? Yoksa...?! Ayrıca, Sayın Gürsel! Size "hesap sormak" benim haddim değildir. Böyle bir ifade kullanmanızı yine yazımı "itina" ile okuyamamanıza veya yaptığınız bir sürç-i lisanı derç etmenize bağlıyorum. Mesleğimin icaplarını icra etmeye gücümün yettiğince çaba gösteriyorum. Ayrıntılara, becerebildiğimce dikkat etmeye çalışıyorum. Çünkü, hayatın ve  kainatın gerçeklerinin küçük ayrıntı-larda gizli  olduğunu düşünüyorum. Bu bakış açısın-da, geçmişte yaptığım Müfettişliğin de bir katkısı olmuş tur. Ancak,önemli ölçüde "mesleğimin icabı değil", "fıtratımın icabı" olsa gerek.  Kaldı ki, asli anlamıyla, yap-tığım işin de meslek olmadığını düşünüyorum.
            Sayın Gürsel'in 8.paragrafta ifade ettiği sıkıntı-ları bilenlerdenim.  Bir an önce "belinin doğrulmasını" canü gönülden temenni ediyorum. Sayın Gürsel'in içtiği "soğuk su"yu ise bilmiyorum. Ancak Sayın Gürsel söylediği için doğru olduğuna inanıyorum.
            Sayın Gürsel, yazısının 10 - 12. paragraflarında, yazısını tekrar okumamı salık verdikten sonra, "ikrar" ettiğimi değiştirip "deforme" etmememi istiyor ve dergiyi kaybetmiş olabileceğimden bahsediyor. Ben de soruyorum: Bu suizan niye? Ne zaman "ikrar"ımı "deforme" ettiğimi gördünüz, lütfen açıklar mısınız, Sayın Gürsel?!
            Sayın Gürsel,  7. sayıda benim çalıştığım kurumdan 72 Milyar TL. reklam parası talep ettiğini tekrarlıyor, bunda "umut" veya "şaka" değil, bir "gerçekçilik" var değil mi diye soruyor.  Öncelikle şunu söylemeliyim: Talep edilen rakam bir  "umut"tur. Umut bir beklentidir. "Gerçek"  ise realitedir, olandır.  Zannediyorum Sayın Gürsel' in buradaki kastı,  talebinin, "şaka" değil "gerçekleşmesi mümkün" bir "umut" olduğudur. Ben de diyorum ki; keşke imkân olsa, Sayın Gürsel'e 72 Milyar değil,172 Milyar TL. lık reklam verebilsem de bu "umut", "gerçek"leşse. Bu konuda yetkimin olmadığını müteaddit defalar Sayın Gürsel'e söylememe ve bu konudaki samimiyetimi bildiğini tahmin etmeme rağmen, talepte ki "gerçekçiliği" anlamak mümkün değildir. Kaldı ki, Sayın Gürsel 7.sayıda bu talebi yaptıktan hemen sonraki paragrafta,  "Fakat Çorumlu 2000 olarak benim daha akla yakın gelen iki teklifim var..." diyerek, kendi talebini kendisi de pek akla yakın bulmadığını zımmen ifade ediyor.
            Sayın Gürsel 13.paragrafta, benim 7.sayıdaki yazımda köşe dönülecek bir telif isteği ile aynı köşe dönme doğrultusunda "küçük bir isteğin"in  "zoruma" gitmesin diye iki öneri sunmasında ne gibi bir yanlışlık bulduğumu soruyor. Öncelikle şu hususu belirtmeliyim ki; başından beri ısrarla,  müteaddit defalar mükerreren ifade ettiğim gibi; ne "köşe dönme", ne de hakiki manada "telif" talebim mevcut değildir. Sayın Gürsel' in talebindeki yanlışlıkları ise önceki yazımda belirttiğimden tekrarı lüzumsuz görüyorum. Sakıncalar hususunda ise "deneyim"im olmamakla birlikte "gözlem"lerim mevcut tur. Belirli gelir düzeyine sahip insanlar, birden, çok yüksek bir servete sahip olduklarında ruh sağlıklarını ve huzurlarını kaybetmektedirler. Eğer Sayın  Gürsel, Milli Piyango, Spor Toto, Spor Loto gibi talih oyunlarından büyük paralar kazananları rasat etme  imkanını  bulsaydı, eminim ki bu konudaki görüşlerimi tenkit değil, teyit edecekti. Her ne kadar Sayın Gürsel denemek için sakınca görmüyorum diyorsa da, denenmişi denemenin doğru olmadığını düşünüyor ve denememesini tavsiye ediyorum.  Kaldı ki, ben de kendisine, bu denemeyi yaptırma imkânına sahip değilim.
            Sayın Gürsel yine aynı paragrafta dolar kurunu sabit olarak almamı tenkit ederek, "köprülerin al-tından çok suların geçtiğini", kurların değiştiğini, kendisine maddi açıdan "yazık" edildiğini ifade ediyor. Dergide yayınlanan aylık döviz bültenlerine göre ortalama kur bulmam gerektiğini belirtiyor. Tabii ki, ortalama döviz kuru alınabilirdi. Almayı düşünseydim, işim hasebiyle dergiye bakmadan da bu hesabı yapabilirdim. Fakat ben, Sayın Gürsel' in kendi hesabına baz aldığı kurları kullanmayı, abartı yapmamak için daha doğru buldum. Yine de bu "sanal" hesapta yaptığım haksızlıktan dolayı özür beyan ederim.
            "Kulak çınlama"sı hususundaki izahatlara müteşekkirim ve  "hayra"  çınlatılan kulağa da bir itirazım yok. Ancak, 7.sayıdaki yazımda anlatmaya çalıştığım, "köşelik" yazarı anarken benim onun kulaklarını çınlat-tığım gibi, bir başkasının da benim kulaklarımı çınlatmasının kulaklarımın sağlığına teşbihen zararlı olduğu düşüncesindeyim.
            Sayın Gürsel! Hatalarımı numaralandırarak tespit etmeniz beni rahatsız etmemiştir. Yazımın başında da ifade ettiğim gibi rahatsız edici olan hatalarımı inkar edeceğim suizannıyla Layzer yazıcı çıkışının kendinizde olduğunun belirtilmesidir. Şahsi kanaatim odur ki; bu tür hata tespitleri mümkün olduğunca bundan sonra da  yapılmalıdır.  Böylece hem hatalarımızı düzeltme, hem de doğrusunu öğrenme imkânına kavuşmuş oluruz diye düşünüyorum. Hatasız insan olmadığı, tek başınıza büyük bir gayretle meşakkatli bir çalışma içerisin de olduğunuz hepimizin malumudur. Ancak sizin de be-nim gibi düşünerek, hatalarınızı, başkalarının varsayım sal hataları ile kapatmaya çalışmak yerine, "ikrar" ederek "tashih"ine çalışmanızı temenni ediyorum. Yine de,  sizi rahatlatacaksa söyleyeyim ki, sizin yerinizde olsam herhalde sizden daha fazla hata yapardım. Fakat tenkidinden rahatsız olmaz, "asgari" hale getirmeye çalışırdım.
            Sayın Gürsel, 15.paragrafta,  "(!)  işareti her yerde kullanılabilir mi?" diye soruyor.  Tabii ki,  ünlem işareti her zaman ve her yerde kullanılamaz. Kullanıldığı yerlerde ise önemli bir vazife ifa ettiği açıktır. Bazen ünlemin anlamını iyi ifade etmesi için iktibaslarda da kullanılması icap etmektedir.  İktibaslarda kullanıldığında da parantez içerisine alınmaktadır. Bu sebeple ünlemler Sayın Gürsel' den yapılan iktibaslarda ve doğru yerlerde kullanılmıştır.  Ünlem işareti eğer iktibaslarda kullanılıyorsa, bunun yazının aslında olmadığının belirtilmesi, iktibas edilen yazara gösterilmesi gereken saygının gereğidir ve bu yapılmıştır. İktibaslarda yoğun olarak kullanılan ünlem işaretine Sayın Gürsel'in tepkisini hayretle karşıladığımı itiraf etmeliyim. Tekrar, zor olmazdı ama lüzumsuz olurdu. Bu arada bilgisayardaki "kop yala" komutu ile ilgili bilgiye hassaten teşekkür ediyorum.
Sayın Gürsel, 10.sayıda yayınlanan yazımda bulduğu hataları belirtirken "yazarımızın verdiği yazıdan itina ile bu yazım hataları bulunmuş ve numaralanmıştır" diyor. Sayın Gürsel' e yazımı "itina"ile okuduğu için teşekkür ederim. Eğer, Sayın Gürsel, "imla"ya gösterdiği bu "itina"yı, "mana"ya da gösterseydi zan ediyorum ki, sonraki karşılıklı yazışmalar olmayacaktı. Şu hususu tüm samimiyetimle ifade etmek isterim ki; 7.sayıda yayınlanan "Dört Köşe Gazetecilik" başlıklı yazıma Sayın Gürsel' in cevap verme ihtiyacı duyacağı hiç aklıma gelmemişti. Çünkü Sayın Gürsel' in cevaplamasını gerektiren bir husus yoktu. Yazı "köşelik" bir yazarı istihza ile tenkit etmek amacına matuf idi. Bu arada "Çorumlu 2000 Dergisi" ve "Çorum Hakimiyet Gazetesi"ne de küçük latifeler yapılmıştı. Latifeler ga-yet "latif" idi ve "murt"ları da yerindeydi, kaçmamıştı. Eğer Sayın Gürsel bu yazıya ithafen yazdığı cevabi yazısını "itina" ile tekrar okursa görecektir ki bütün "murt"lar "kaçak" durumuna düşmüştür.
7.sayıda yayınlanan yazımı Sayın Gürsel' e teslim ettikten sonra ve dergi basılmadan önce kendi yazımın ve cevabi yazısının bilgisayar çıktısını bana gönderdi. Yazısını okuyunca şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Kendisini aradığımda, yazıyı latife olarak yazdığını, çıktının yazısının bir kısmı olduğunu (Sayın Gürsel' in 7.sayıdaki yazısında dikkat edilirse dipnot olarak "Atilla demem samimiyetimdendir" ifadesi mevcuttur. Yazıda Atilla kelimesi geçmediğinden gerçekten de dergide de yayınlanan yazının bütünün bir parçası olduğu izle-nimi vermektedir), ve dergiye basmayacağını ifade etti. Ben de, istiyorsa yayınlamasında bir mahsur olmadığını, ancak, bana da cevap hakkı doğacağını söyledim. Yazışmaların başlangıcı böyle olmuştur.
Sayın Gürsel, "maksat üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek" diyorsunuz. Yanılıyorsunuz. Maksat ne üzüm yemek, ne de bağcıyı dövmek. Maksat tarafıma yapılan haksız ve adaletsiz taarruza karşı müdafaa-i nefse çalışmaktır.
Sayın Gürsel! Yazıdaki hikâye, sizin hesap hatalarınız sebebiyle değil, başkasına yapılan tenkidi, yanlış tefsir etmeniz sebebiyle anlatılmıştır.
Sayın Gürsel! Babanızı hayırla yad ediyorum. Gerçekten çok doğru söylemiş, aynen katılıyorum. Ben de belirtilen şekilde hareket etmeye çalışıyorum. Sizden, 7.sayıdaki yazınızı "itina" ile tekrar okumanızı istirham ediyor ve sonra da soruyorum: Acaba o yazınızı, babanızın öğüdüne uygun buluyor musunuz?
İtiraf etmeliyim ki; insan olmam hasebiyle yazılarıma nefsaniyet mutlaka giriyordur. Bununla beraber karşılıklı yazışmaların müsebbibi olmadığımı düşünüyorum.
Fuzuli diyor ki:
Hal müşkildür anda kim bir ola, Sahib-i hükm ü sahib-i da'va.
(Karar sahibi ile dava sahibi aynı olunca duru-mu çözmek gerçekten zor olur.)
Tahkime ne dersiniz?
Yine de;
Cem Sultan' ın dediği gibi:
Cefalarun bana bildüm vefa imiş iy dost
Bu fikri kim ben iderdüm hata imiş iy dost.
(Bana cefa yaptığını düşünüyordum, bu hata imiş, Ey dost, cefalarının bana vefa olduğunu anladım.)
Sayın Gürsel' i seviyorum ve saygı duyuyorum. Çabalarını da naçizane teşvik ve takdir ediyorum. Etmeye de devam edeceğimi alenen beyan ediyorum. Vesselam..!
 
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 

 14

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 
İNSAN VE HAYVAN
Çorumlu 2000 Dergisinin eski yazarlarından olduğumu söylememde herhalde bir mahsur yoktur. Dergide ilkyazım 6. Sayıda, Ocak 1999’da çıkmış. Aradan neredeyse 21 sene geçmiş. Zaman su misali! Dergiye yazdığım son yazıdan sonra herhangi bir dergi ve gazeteye yazı yazmadım. Dolayısıyla bu yazı benim 21 sene sonraki ilkyazım! 
Bu sayı dergimizin son sayısı imiş! Her şeyin bir sonu var. İnşallah Mahmut Bey, yeni projelere başlar, bizi yeniden “köşe” sahibi yapar! “Dört köşe” değil, tek köşe yeter de artar bile.
Bir dostum: problem çıkartacak bir yazı yazma diye ikaz etti beni! Ben yazı âleminin dışında, o çok içinde olduğu için mutlaka bir bildiği vardır diye bir şey söylemedim. Zor zamanlarda yazmıştım, böyle bir ikazı hatırlamıyorum. Herhalde yaşlandığım için ikaz etme gereği duydu, teşekkür ediyorum. Bu ikazı dikkate aldığımı ifade etmeliyim.
İlkyazım Tavuk ve İnsan başlığı ile yayınlanmış, https://gurselyayin.com/1-63/corumlu006-00.htm#sayi006adnanilhan psikolojik tahlil denemesi idi. Bu son yazıda insanın insana yaptıklarını yazsam problem olur belki, ben de insanın hayvana yaptıklarını yazayım diye düşündüm. Bu sefer bu yazıdan da kinaye ile başka anlamlar çıkartanlar olabileceği aklıma geldi. O halde tamamen iktibas, alıntı yaparsam bir problem çıkmaz zannediyorum.
Aşağıdaki örnekler gerçek mi, onu da bilmem mümkün değil. Şahsen ben gerçek olmadığı kanaatindeyim!
Ey okuyucu!
İki tırnak içerisinde yani “   “ yazılanlar bana ait cümleler değildir. “Hayvanlardan Tanrılara/Sapiens-İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi/Yuval Noah Harari”ye aittir. Yazar yabancı, örnekler yurt dışından verildiği için bizim ülkemizde bu tür örneklere rastlamak tabii ki mümkün değildir!
“Pek çok Yeni Gine toplumunda, bir insanın zenginliği sahip olduğu domuz sayısıyla ölçülür. Kuzey Yeni Gine'deki çiftçiler, domuzların kaçmamalarını garanti altına almak için burunlarından büyükçe bir parçayı keserler. Domuz koklamaya çalıştıkça müthiş bir acı verir bu. Domuzlar koklamadan yiyeceklerini hatta gidecekleri yönü bile bulamadıklarından, sahiplerine tamamen bağımlı hâle gelirler. Yeni Gine'deki bir başka bölgede domuzların gözünü çıkarmak âdet haline gelmiştir, bunun amacı da hayvanların nereye gittiğini görememesidir.”
“Hayvanlara istediğini yaptırmak için süt endüstrisinin de kendi yöntemleri var. İnekler, keçiler ve koyunlar ancak yavruladıktan sonra ve ancak bu yavrular emdiği sürece süt üretirler. Hayvanın süt üretimini devam ettirmesi için çiftçinin elinde bu yavrulardan bulunması fakat yavrular tüm sütü tüketmeden çiftçinin bunu engellemesi gerekmektedir. Tarih boyunca yaygın olarak kullanılan yöntemlerden biri, yavruları doğumdan kısa süre sonra kesmek, annenin tüm sütünü sağmak ve sonra tekrar hamile bırakmaktır. Bu hâlâ çok kullanılan bir yöntemdir. Pek çok modern süt çiftliğinde, süt inekleri kesilmeden önce yaklaşık beş yıl yaşar. Bu beş yıl boyunca inek neredeyse hep hamiledir ve doğum yaptıktan sonraki 60-120 gün boyunca azami süt üretimini sağlamak için özel olarak beslenir. Doğumdan kısa süre sonra buzağılar anneden ayrılır. Dişiler bir sonraki süt ineği nesli olmak üzere yetiştirilir, erkeklerse et endüstrisine verilir.
Diğer bir yöntem de yavruları annelerinin yanında tutmak ama çok fazla süt emmelerini çeşitli yöntemlerle engellemektir. Bunu yapmanın en basit yolu yavrunun süt emmeye başlamasına izin verip süt gelir gelmez yavruyu çekmektir. Bu yöntem genellikle hem yavrudan hem de anneden tepki görür. Bazı çoban kabileleri yavruyu öldürüp etini yer, derisini de doldururdu. İçi doldurulmuş yavru derisi anneye gösterilerek süt üretiminin artması sağlanırdı. Sudan'daki Nuer kabilesi doldurulmuş hayvanlara annenin idrarından sürerek bu sahte yavrulara tanıdık bir koku verecek kadar işi ilerletmişti. Bir başka Nuer tekniği de, yavrunun ağzının kenarlarına boynuzlar takıp annenin canını yakmak ve emzirmeye itiraz etmesini sağlamaktı. Sahra'da deve yetiştiren Tuaregler de yavru develerin üst dudağını ve burnunun bir kısmını kesip veya yaralayıp süt emmeyi acı verici bir hâle getirerek fazla süt tüketmelerini önleme yöntemini geliştirmişti.”
“Endüstriyel et çiftliğindeki bir buzağı, doğumdan hemen sonra annesinden ayrılarak vücudundan çok da büyük olmayan ufacık bir kafese koyulur ve bütün hayatını burada geçirir (ortalama dört ay). Kafesten asla çıkmaz, kaslarının gelişmemesi için diğer buzağılarla oynamasına veya yürümesine de izin verilmez, çünkü yumuşak kaslar yumuşak ve sulu biftekler demektir. Buzağının ilk defa yürüme, kaslarını esnetme ve diğer buzağılarla temas kurma fırsatı kesimhaneye giderken olur. Evrimsel anlamda buzağı tarih boyunca yaşamış en başarılı türlerden biridir. Fakat aynı zamanda gezegendeki en zavallı hayvanlardan da biridir.”
“Yabancı” insanların hayvanlara neler yaptıklarına yazardan örnekler verdim. Aslında yapmayacaktım ama dayanamadım bir de “yabancı erkek-kadın” ilişkileri ile ilgili yine aynı yazardan bir alıntı yaparak yazıyı hitama erdireyim;
“İngiltere Kralı I. Edward (1237-1307) ve karısı Kraliçe Eleanor (1241-1290) iyi bir örnektir. Çocukları, ortaçağda mümkün olabilecek en iyi koşullarda büyüyor ve en iyi şekilde besleniyordu. Saraylarda yaşıyor, istedikleri kadar gıda tüketebiliyorlardı, sıcak tutan kıyafetleri vardı, yakacakları boldu, mümkün olan en temiz sudan içiyorlardı, bir hizmetliler ordusu onlara hizmet ediyordu ve en iyi doktorlar da emirlerindeydi. Kayıtlar Kraliçe Eleanor'un 1255'le 1284 arasında 16 çocuk doğurduğunu yazar: 
1-Adı bilinmeyen bir kız çocuğu 1255'te doğumda öldü.
2- Catherine adında bir kız çocuğu 1 ya da 3 yaşında öldü.
3- Joan, diğer bir kız çocuğu 6 aylıkken öldü.
4- John adında bir erkek çocuğu 5 yaşında öldü.
5- Henry, 6 yaşında öldü.
6- Eleanor adlı kız çocuğu 29 yaşında öldü.
7- Adı bilinmeyen başka bir kızı 5 aylıkken hayatını kaybetti.
8- Joan 35 yaşında öldü.
9- Alphonso 10 yaşında öldü.
10- Margaret 58 yaşında öldü.
11- Berengeria isimli bir kız çocuğu 2 yaşında öldü.
12- Diğer bir adı bilinmeyen kızı doğumdan kısa süre sonra öldü.
13- Mary adlı kızı 53 yaşında öldü.
14- Adı bilinmeyen bir erkek çocuğu, doğumdan hemen sonra öldü.
15- Elizabeth 34 yaşında öldü.
16- Edward adında bir oğlan çocuğu.
En gençleri olan Edward, çocukluğun tehlikeli yıllarında hayatta kalabilen ilk erkekti ve babasının ölümünden sonra Kral II. Edward olarak İngiliz tahtına çıktı. Başka bir deyişle, Eleanor'un bir İngiliz kraliçesinin en önemli görevi olan kocasına bir veliaht verebilmesi için 16 kez doğurması gerekmişti. II. Edward'ın annesi muhtemelen olağanüstü sabırlı ve dayanıklı bir kadındı. Edward'ın kendisine eş olarak seçtiği Fransız Isabella ise öyle değildi:
Isabella, Edward 43 yaşındayken onu öldürdü.”
 
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR!

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR
 
Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM
 Hukuka, Yasalara, Telif  ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir.