 |
 |
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
Hazırlayan
Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi corumlu2000@gmail.com |
|
|
|
Mahmut Selim GÜRSEL TAKDİM
Hayat Hikayesi
ÜÇ
İKTİBAS
TEMAŞA; MUKADDİME MALUM ZATLARA NASİHAT
SAYIN MALUM ZATLAR
TAVUK
VE ADAM
ÖZGÜRLÜĞÜN ÖZGÜRLÜĞÜ
BANKALAR VE UÇURANLAR VE KAÇIRANLAR
BANKALAR
VE UÇURAN-KAÇIRANLAR / İBN HALDUN'A NAZİRE MUKADDİMEYE BERDEVAM
MEMLEKET
MESELELERİNE KESİN ÇÖZÜM
DÖRT KÖŞE GAZETECİLİK
BİR
YAZARIMIZA CEVAP"A YAZARDAN CEVAP
YAZARIMIZIN YENİ YAZISINA CEVAP"A YAZARDAN CEVAP
İNSAN VE HAYVAN |
|
|
Çalışma TELİF ESERİDİR izin almadan
kullanmayınız! |
Hazırlayan Mahmut Selim
GÜRSEL |
corumlu2000@gmail.com
|
Sitemiz ve yazarlarımız;hukuka, yasalara, telif
haklarına ve kişilik haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir. |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
01 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
KİTAP ismi Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
TAKDİM
Bir kitabın doğması, o kitabı yazmaya kalkan kişinin amacına ve
bilgi birikimine göre değerlendirilmesi uygun olarak
görülmelidir.
Elinizde bulunan bu çalışmanın sizlere ulaşması için günlerini
veren bu çabası için şükranlarımı sunarken, bu çalışmada da
benim ufacık bir katkımın da bulunması beni bahtiyar etmiştir.
Bu
çalışma ile sizlerde bazı bilgileri edinmiş ve faydalanmış
olarak uzun yılların birikimlerinden aydınlanacağınızı
göreceksiniz.
Bilgi; yazılmadıkça kaybolmaya açık birikimlerdir. Her insan bir
kitaptır; onu okumamız gereklidir.
Tanımadığımız ve anlamadığımız kişiler hakkında nasıl kararlar
veremezsek; bir çalışmayı da incelemeden, okumadan karar
veremeyiz.
Mahmut Selim GÜRSEL
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
02 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
|
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
-
Adnan İLHAN
-
Aslen Çorumlu olmakla birlikte, 1964
yılında İzmir’de doğdum, Diyarbakır’da nüfusa kaydoldum.
-
İlkokulun ilk iki sınıfını
İstanbul’da, sonraki üç sınıfını da Merzifon’da okudum.
Ortaokulu Çorum’da, Liseyi ise Ankara’da bitirdim. Akabinde
Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
İktisat Bölümü’nden mezun oldum.
-
İlkokul sıralarında hangi meslek
dalına atılmayı hayal ettiğimi hatırlamıyorum ama, lise
yıllarında Müfettiş olmayı istiyordum. Üniversite sonrasında,
Allah nasip etti, bu isteğim gerçekleşti. Liseyi bitirdikten
sonra çalışmaya başladım. Üniversiteyi de çalışarak okudum. Çok
farklı işlerde çalışma imkanı buldum.
-
Son çalıştığım işte başımdan geçen en
önemli olay; 21 banka şubesi olan bir ilde daha iki yılımı
doldurmadan en eski 8 banka müdürü içerisinde yer almamdır.
Bankacılık, itibarı kadar, stresi de yüksek bir meşgaledir.
İleri zeka gerektirmemekle birlikte, pratik zeka gerektirir.
Şahsen ben, insanları tahlil etme gibi bir “zevke”, bir o kadar
da “derde” sahip olanlara tavsiye ederim.
-
Müfettişlik yaptığım dönemde epeyce
rapor yazdığımdan yazı yazmaya yatkınlığım vardı. Yazdığım
raporlarda da standart rapor tekniğinin dışına çıkmayı
seviyordum. Fakat sonradan Şube müdürlüğüm döneminde Genel
Müdürlükle yıldızlarımızın barışık değil de karışık olması
neticesinde; Genel Müdürlüğe yazılan yazılar ve onların
yazılarına cevabi yazılarla külliyatlı bir yazı koleksiyonuna
sahip oldum. Aynı süreç beni, amatör olarak şiir denemelerine de
sevketti. Tabii ki başlangıçta biraz Necip Fazıl, biraz
da Neyzen Tevfik üslubuyla. Bu arada
yayınlanmamış, ancak yakın çevreme verdiğim yazılar da mevcuttu.
Özetlersem, ilk yazılarım, önceki çalıştığım kurumun muhaberat
kayıtlarındaki yazılardır.
-
Yazı yazmamdan dolayı aldığım tek
ödül, Çorumlu 2000 dergisinin 1.sayfasındaki “Bu sayıya yazı ve
reklam vererek katkıda bulunanlara Gürsel Yayınevi teşekkür
eder” ibaresidir.
-
Büyük emellerim yok. Tamah ve hırs
sahibi de değilim. Makam ve mevkiyi
de fazla önemsemiyorum. Ancak, her işimde yaptığım işi iyi
yapmaya çalıştım.
Bulunulan makamın Sabancı Center’ın
en üst katı gibi değerlendirilmesinin yanlış olduğunu
düşünüyorum. Çünkü böyle değerlendirme yapanların bulundukları
makamdan inişi epeyce acı oluyor. Bu yüzden ben, bulunduğum
yerleri hep zemin kat olarak gördüm ve inerken hiç “ağrı” ve
“sancı” duymadım.
-
Tekamül kaygısı duyuyorum, terakki
etmeye çalışıyorum, iki günümün aynı olmamasına gayret
ediyorum.
-
Özellikle bu dönemde en büyük erdemin
“dik durmak” ve “mert olmak” olduğunu düşünüyorum. “Sabun
köpükleri” ve “muz kabukları” arasında buna çalışıyorum.
-
Ve;
-
Başımı dik tutmaya,
-
Temiz dürüst kalmaya,
-
Hayır dua almaya,
-
Ben Allah’a söz verdim.
-
Sözümü tutmaya gayret ediyorum.
-
Çorum ekonomisi ile ilgili “Bir Başka
Açıdan Çorum” isimli çalışmam Çorum Hakimiyet Gazetesinde
yayınlandı, ancak kitap halinde basıl(a)madı.
-
Belirli bir konuda yazı yazmak gibi
bir kaygı duymuyorum. Aklımın yettiği, dilimin döndüğü konularda
yazmaya çalışıyorum.
-
Profesyonel bir yazar değilim. Çorumlu
2000 Dergisi dışında, bir çalışmam ve birkaç yazım Çorum
Hakimiyet Gazetesinde, bir yazım da Türkiye Gazetesi bölge
ekinde yayınlandı.
Yayınevimizin basılmış ve sanal yayınlanmış dergilerinde yazıları
bulunmaktadır
|
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
03 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
- TEMAŞA; MUKADDİME MALUM ZATLARA NASİHAT
-
Ciddi meseleleri,"ciddi" tarzda ifade itmeye çalıştık.
-
Ama anlatamadık.
-
Yine ciddi bir meseleyi ele almaya çalışacağız.
-
Fakat bu sefer "mizahi" tarzda! Hem de; " kara mizah ".
-
Kim bilir,
-
Belki anlatabiliriz.
-
Kur'an-ı Kerim'de geçen, " mesh" edilen, "aşağılık maymunlar
olun"(2/65,7/166) denilen insanlar var.
-
Ancak bu yazının konusu bu değil.
-
Allah, bazı insanları, onların davranışlarını ve
yaptıkları yüzünden başlarına gelenleri, bazen
hayvanlara, bazen bitkilere, bazen de tabiat olaylarına teşbih ederek
(benzeterek) misaller veriyor.
-
Ancak bu yazının konusu bu da değil.
-
"Bu değil" dediğimiz konuları nasip olursa başka yazılarda incelemeye
çalışacağız.
-
Allah, Tin Suresinde: İncir, Zeytin, Sina Dağı ve güvenli belde
(Mekke) üzerine yemin ederek diyor ki:
-
"Biz insanı en güzel şekilde yarattık (894/4)”
-
"Sonra onu aşağıların en aşağısı kıldık. (85/5)”
-
Burada bir hususa dikkatinizi çekmek isterim.
-
Yukarıda iki ayet peş peşe zikredilmektedir. Yani;
-
En güzel şekilde ( ahsen-i takvim ) yaratılan, yaratılanların en
şereflisi (eşref-i mahlûkat) olan insan ile en aşağısı (esfel-i
safilin) olan insan arasında ince bir çizgi var.
-
İnsan; ahsen-i takvim olarak yaratılmasına rağmen, fiil ve
davranışlarıyla esfel-i safiline düşüyor.
-
Yukarıda ifade etmeye çalıştığımız ince çizgi sebebiyle de ahsen- i
takvim ile,esfel-i safilini ayırt etmede zaman, zaman güçlük
çekiyoruz.
-
Kimler esfel-i safilindir?
-
Bazen çok iyi zannettiğimiz bazı insanların aslında öyle olmadıklarını
sonradan anlıyoruz.
-
Bazen de ömür boyu anlayamıyoruz.
-
Kur'an-ı Kerim'de ve Hadis-i Şerif'ler de bunların özellikleri ile pek
çok ip uçları veriyor.
-
Ancak bu yazının konusu bu da değil.
-
Şu kadarını söylemekte yarar var:
-
Bu "malum zatlar" ;
-
Her partide bulunurlar, ama partileri yoktur.
-
Her ideolojide bulunurlar, ama ideolojileri yoktur.
-
Her meşrep de bulunurlar, ama meşrepleri yoktur.
-
Her mekânda bulunurlar, ama mekanları yoktur.
-
Kıvraktırlar,
-
Esnektirler,
-
Popülisttirler,
-
Oportünisttirler,
-
Tevili çok severler,
-
İyi oyuncudurlar, ancak; hep "esas oğlanı" oynarlar.
-
Zahirde (görünürde) bazısı çok dindar, bazısı hiç inanmazlar,
-
Ama; bâtın da ( iç yüzün de),aralarında hiç bir fark bulunmaz.
-
Bu yazı ; "ahsen-i takvim" ile, "eşref-i mahlukat"a layık
olanları ve olmaya çalışanları,
-
Tenzih ve tebrik ederek,
-
Muhabbetle selamlama,
-
"Esfel-i safilin"e layık olanları ve olmaya çalışanları,
-
Teşbin ve tenkit ederek,
-
Kara mizah tavsiyelerde bulunma, amacına mâtuftur.
-
Hâlâ; kim bunlar?
-
Kim oldukları,
-
Teşbih edilenleri teşhis etmenize bağlı?
-
Birkaç ipucu:
-
"Yoksa, kalplerinde hastalık olanlar, Allah'ın onların kinlerini
dışarı vurmayacağını mı sandılar? (47/29) Eğer dileseydik,
Biz onları sana gösterirdik; sen de onları yüzlerinden tanırdın. And
olsun ki ; sen onları konuşmalarından da tanırsın; Allah
işlediklerinizi bilir (47/30)"
- " Onlara baktığın
zaman cüsseleri hoşuna gider; konuşurlarsa sözlerini
dinlersin; tıpkı sıralanmış kof kütük gibidirler;....
(63/4)”
-
|
|
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
04 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
- ÜÇ İKTİBAS
- Bir;
-
- “Batı Afrika'nın kıyı bölgelerinde maden işleten
Avrupalı girişimcilerin en önemli sorunu düzenli işçi temin etmekti.
İşçi bulunmuyor değildi; ama birkaç günden fazla çalıştırılamıyordu.
Madene geliyorlar ve birkaç gün çalıştıktan sonra paralarını isteyip
gidiyorlardı. Son derece yüksek işçi sirkülasyonu vardı ve bu durum,
verimi fevkalade düşürüyordu. Sebep olarak, ücretlerin düşük olduğu
düşünüldü. Ücretlere üst üste birkaç kez zam yapıldıysa da olumlu bir
sonuç alınamadığı gibi, yerliler her defasında çalışma sürelerini
biraz daha kısalttılar. İşin içinden çıkamayan, alışık olmadıkları bir
durumla karşılaşan görevliler, durumu Avrupa'daki merkezlerine
bildirdiler. Şikâyetlere uzaktan bir anlam veremeyen merkez, yerinde
incelemeler yapmak üzere bir kaç uzman gönderdi. Yerinde yaptıkları
doğrudan incelemelerden de bir sonuç alamadılar. Fakat içlerinden
biri, yerlilerle yakınlaşmış; dillerini kısa zamanda çat-pat
öğrenivermişti. Onlarla konuşabilmesi sayesinde kafasındaki muammayı
doğrudan doğruya sormak imkânına kavuşmuş oldu. Meğerse yerliler,
parayla satın almak zorunda oldukları tek bir şey için çalışmaya
geliyorlarmış: Tuz. Köylerinden çıkıp madene geliyorlar ve bir yıllık
tuz ihtiyaçlarını karşılayacak kadar para kazandıktan sonra ayrılıp,
şehre inmekte ve tuzu satın alıp köylerine dönmekteymişler.
- Nasıl düşünüldüğü bir kez anlaşıldıktan sonra çözüm
genellikle kolay olur. Madencilik şirketlerinin yetkilileri de
sevinçten şapkalarını havaya fırlatıp yeni bir plan tasarlarlar.
Avrupa'dan birkaç bisiklet getirtip yeni bir girişimde bulunurlar.
Yakınlardaki bir köyün evlilik çağına gelmiş gösterişli bir gencine bu
bisikletlerden birini hediye ederek işe yeniden koyulurlar. Bisiklet
hediye edilen gencin kabile içinde statüsü yükselir; kabiledeki günlük
olayların merkezine yerleşir; genç kızların hepsi ondan söz etmeye
başlar. Diğer gençler durumdan etkilenir ve böyle bir bisikleti satın
alma “ideal” ine kendilerini kaptırırlar. Parayla satın alabilecekleri
değerli bir şey vardır artık. Böylece pahalı bir bisikleti son derece
düşük bir ücretle satın almak uğruna, düzenli işçiye dönüşürler.”
-
- İki;
- “Afrikalı avcılar, maymunlar ormanına dalarak onların
görebileceği bir yere bir testi gömüyorlar. Bu testiye bir miktar
fındık koyarak, başlıyorlar çıkarıp yemeğe. Daha sonra orayı terk edip
gizleniyorlar.
- Onları fındık yerken gören maymunlar aynen taklit
ederek çömlekteki fındıkları yemeye geliyorlar. Lakin çömleğin ağzı
öyle hesaplı yapılmıştır ki, maymun elini boş olarak sokabilmekte,
lakin dolu olarak çıkaramamaktadır. Avcılar, maymunlar tam elini
çömleğe daldırıp fındığı avuçladıklarında ortaya çıkıp maymunlara
doğru koşmakta, lakin maymunlar avuçlarındaki fındıktan
vazgeçemedikleri için kaçamamakta ve dolayısıyla fındık hatırına
yakalanmaktadırlar.”
-
- Üç;
- “Sisal, kenevire benzeyen, büyük yapraklı, bol
elyaflı, dokumada kullanılan bir bitkidir. Bu bitki, Meksika
civarlarında, taşlık, sert ve organik maddeler bakımından fakir
topraklarda yetişirmiş.
- Bir gün bir Amerikan şirketi, bu bitkiyi Florida
topraklarında yetiştirmeye karar vermiş. Bu bitkiden verim almak
uğruna aklına ne geldiyse yapmış. Hiç taşı olmayan arazileri seçmiş,
araziyi bir pamuklu yatak gibi yumuşacık olana kadar sürmüş; en teknik
yöntemlerle tohumları eşit aralıklarla serpiştirmiş; en faydalı
gübrelerle gübrelemiş.
- Bitki boy atmış; yeşillikler içinde kalan arazi adeta
ormana dönmüş. Amerikalılar, Sisal tarımını Meksikalılardan aldık diye
sevince boğulmuşlar. Vakti gelmiş; mahsulü biçmişler. Yaprakların
içinde bulunması lazım gelen elyafı aramaya başlamışlar.
- Bir de ne görsünler!
- Yapraklardan bir gram bile elyaf çıkmamış. Hayatı
kolaylaştırılan bitki, bütün becerilerini kaybetmiş, boy atarken yan
gelip yatmış.”
- Velhasıl ı kelam,
- Nasip olursa iktibaslara da devam!
- Vesselam...
- Not: “1” ve “3”, İbrahim Okur'un, “İkinci Binyılın Muhasebesi”
isimli üç ciltlik eserinin üçüncü cildinden, “2” ise, Mustafa
İslamoğlu'nun “Yahudileşme Temayülü” eserinden iktibas edilmiştir.
-
-
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
05 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
- SAYIN MALUM ZATLAR!
- Her gördüğünüz sakallıyı,
- Büyük babanız sanmayın.
- Sakal,
- Sadece büyük babanızda bulunmaz.
- Büyük babanız haricinde de
- Sakallılar mevcuttur.
- Bir sakallı gördüğünüzde,
- Önce;
- Ayaklarına bakın.
- Eğer dört ayaklıysa,
- Tamam!
- O sizin büyük babanızdır.
-
- Herkesin
- Belli zamanlarda,
- İhtiyaçlarını gidermesi tabiidir.
- Ancak;
- İcra mekânını iyi seçmek gerekir.
- Siz,
- İhtiyaç gidermek için,
- Camii duvarına yaklaşmayın.
- Çünkü....
- Taşları bağlamış olsalar da,
- Sopalar ve oklavalar,
- Açıkta bulunuyor olabilir
-
- Bir şeyler olmak sizin de hakkınız.
- Ancak;
- Seçimde dikkatli olmak gerekir.
- Yani; Hemen,
- Bir an önce,
- Bir baltaya sap olmaya çalışmayın.
- Çünkü...
- Sap olmaya çalıştığınız şey, neticede bir "balta"dır.
- Kendilerini kesen baltaya,
- Ağaçlar bile;
- " Balta, balta da, sapı bizden olmasa" demektedirler.
- Kaldı ki;
- Bir" balta"ya" sap" olmaya çalışırken,
- Bir " sap"a " kazma" olma riski de bulunmaktadır.
-
- "Armudu iyisini seven" malum canlıyla,
- Fotoğraf çektirirseniz,
- Fotoğrafın arkasına mutlaka,
- " Sağdaki ben ",
- veya;
- " Soldaki ben" diye bir not düşün.
-
- Çünkü...
- Fotoğrafa bakanlar,
- Resimdekilerden hangisinin,
- " Siz" olduğunu çıkartamaya bilirler.
- Bu durumda,
- "Malum Canlı" ya,
- Büyük bir haksızlık yapılmış olur.
-
- Her şeyde,
- Büyüklük iyidir zannedip de,
- Kendinizi büyük göstermeye çalışmayın.
- Sizin küçüklüğünüz,
- Bizatihi büyüklüğünüzdür.
- Çünkü...
- Salatalığın küçüğü makbuldür.
-
- Su hayattır,
- Ferahlıktır.
- Ancak; Sizin için değil.
- O halde,
- Dereyi görünce paçanızı sıvamayın.
- Çünkü....
- Akan su pislik tutmaz.
- Dostlarınıza ihanet etmeyin.
- Bu sebeple,
- Gösteriş için de olsa,
- Hacca gitmeyiniz.
- Çünkü...
- Haccın farzları arasında,
- Şeytan taşlamak da mevcuttur.
- Bu farzı yerine getirmeye çalışırsanız,
- Şeytan;
- Size:
- " - Sen de mi dostum" diyecektir.
-
- Seyahat etmek,
- Herkes gibi,
- Sizin de hakkınız.
- "Nereye gideyim? "diye düşünmenize gerek yok.
- Tereddütsüz, Hindistan'ı tercih edin.
- Çünkü...
- En fazla saygı ve itibarı orada göreceksiniz.
-
-
- Sürekli oturacağınız yer
- Sizin ikametgâhınızdır.
- Seçerken hata yapmamalısınız.
- Mutlaka ve daima,
- Demiryollarına yakın yerlerde ikamet edin.
- Çünkü...
- Bakacağınız trenler,
- Sadece demiryollarından geçerler.
-
- Yükseklik korkusu olanlar için,
- Uçmanın,
- Hayali bile kâbustur.
- Ancak;
- Bu korku sizin için,
- Sadece bir komediden ibarettir,
- Uçmaktan korkmayın.
- Uçun!
- Çünkü...
- İnsan uçamaz.
- Fakat...
- Siz,
- Rahatlıkla uçabilirsiniz.
-
- Evlenin,
- Yuva kurun.
- Çokluğunuzda bolluk var-dır.
- Ancak!
- Söğüt dalına,
- Yuva yapmaya çalışmayın
- Çünkü...
- Söğüt dalına yuva yapmanız,
- Türkülerde söz konusu edilmekle birlikte,
- Hakikatte de mümkün değildir.
- O türküye inandığınız takdirde,
- Bastığınızda kırılan söğüt dalı,
- Size başka bir türkü söyleyecektir.
- Haa!
- Bir de,
- Sineklere dikkat edin!
-
- İstediğiniz yere gidin,
- İstediğiniz yerde dolaşın,
- Ancak,
- Her şey zamanında yapıl-malı.
- Sakın ha!
- Şaşırıp da,
- Büyümeden dışarıya çıkmayın.
- Çünkü...
- Küçükken başınızı ezebilirler.
-
- Biliyorum,
- Çok zor.
- Ancak,
- Mutlaka, Boynunuzu düz tutmaya çalışın.
- Çünkü...
- Neden eğri olduğunu sora bilirler.
- Sizin,
- Bu soruya verebileceğiniz tek "cevap"sınız,
- Yalnızca,
- İki kelimelik bir "soru"dan ibaret olacaktır.
-
-
- Okuyun!
- Öğrenin!
- İminizi, irfanınızı artırın.
- Ancak;
- Tahsilinizin,
- Her şeyi hallettiğini zannet meyin.
- Çünkü...
- Tahsil cehaleti alır,
- Siz,
- Yine baki kalırsınız.
- Herkes şarkı söyleyebilir.
- Ancak,
- Herkesin esi güzel değildir.
- Bir de;
- İki işi bir arada yapmak,
- Herkesin harcı değildir.
- Meselâ,
- Amerika nın eski Devlet Başkanı J. Carter,
- Sakız çiğneyerek merdiven inemezmiş.
- Siz de;
- Sakın ha!
-
- Sesinizin güzel olduğunu söyleyenlere kanıp da,
- Peynir yerken,
- Şarkı söylemeye çalışmayın.
- Çünkü...
- İlla da şarkı söylemek istiyorsanız,
- Hamamda, Tek başınıza,
- Ağzını boş iken söyleyin.
-
- Arkadaşlarınızla uzak yerlere gitmek
isteyebilirsiniz.
- Bu durumda,
- Bir taşıt aracına ihtiyacınız olacaktır.
- Her arabanın boyutu,
- Cüssenizle mütenasip değildir.
- Dört arkadaş bir arabaya sığabilmeniz için,
- En uygun taşıt aracı,
- Wolswagen'dir.
- Çünkü...
- İkiniz ön koltuğa,
- Diğer ikisi de,
- Arka koltuğa olmak üzere,
- Rahatlıkla sığarsınız.
-
- Biliyorum,
- Kervanlara karşı,
- Su-i zan sahibisiniz.
- Çok da kızıyorsunuz.
- Ancak;
- Her kervan gördüğünüzde,
- Bağırıp çağırmayın.
- Çünkü...
- Bağırıp, çağırmanız,
- Kervanın yürümesine,
- Engel Olamayacaktır.
-
-
- NOT : Bu kısa Mukaddime'yi (girişi) " uzun "
bulanlar var ise; bir de İbn Haldun'un "Mukaddime"sine bakmalarını
sağlık veririm.
-
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
06 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
- TAVUK VE ADAM
- Adamın biri kendini tavuk sanıyormuş. Doktor kontrolü
altına alınmış, uzun ve yoğun tedavi sonunda adam, doktora tavuk değil
insan olduğuna artık inandığını söylemiş ve teşekkür ederek doktorun
odasından çıkmış. Fakat kapıdan geri dönmüş ve doktorun yanına
gelerek:"Doktor bey, ben tavuk değilim tamam ama, bunu dışarıdaki
horozlarda biliyor mu?" diye sormuş.
- Tahlil ve Netice:
- 1) Adam tavuk olmadığına tam olarak inanmamış veya
ikna edilememiştir. Çünkü tavuk değil adam olduğuna inanan bir adamın
dışarıdaki insanları horoz olarak görmesi mümkün değildir. Buradan,
adamın tavuk statüsünü değiştirmemek konusunda güçlü bir statükocu
tavır gösterdiği sonucu çıkmaktadır ki bu sorun aşılması güç bir
sorundur. Çünkü bu tavır sahipleri genellikle yanlış statükoyu
savunmayı tutarlılık olarak değerlendirmektedir.
- Burada şu husus önemlidir: Adam tavuk olmadığını
dışarıdaki horozların bilip bilmediğini, doktora tedavi esnasında veya
tedavi sonrasında sormamaktadır. Tedavinin neticesindeki son görüşmede
doktora insan olduğuna artık inandığını söyleyerek teşekkür
etmektedir. Bu soruyu, doktorun yanından ayrıldıktan bir müddet sonra
kapıdan geri dönüp tekrar doktorun yanına gelerek sormaktadır. Adamın
bu soruyu tedavi esnasında veya sonrasında sormamasının muhtemelen
sebebi tavuk olmadığına inanmamasına rağmen doktordan çekindiği için
soramamasından kaynaklanmaktadır.
- Burada şunu da belirtmek gerekir ki;
adamın "soruyu" sonra sorması, gecikmiş bir sorma eylemi olmasına
rağmen hiç sormamasından daha cesaretli bir eylem olması nedeniyle
takdire şayandır. Çünkü adam "soruyu" hiç sormasaydı, her an kendisine
taciz ve tecavüzde bulunacağını zannettiği horozların yoğun stresiyle
yaşamak mecburiyetinde kalacaktı.
- 2) Adam, tavuk olmadığına tam olarak inanmamakla
birlikte, tavuk olduğuna da tam olarak inanmamaktadır. Çünkü adam,
horozları tavuklara taciz ve tecavüzde bulunan varlıklar olarak
değerlendirmektedir. Hâlbuki gerçekte horozların ve tavukların
birbirleriyle münasebeti böyle değildir. Horozlar arasında tavuklara
cinsel taciz ve tecavüzde bulunan ahlaksız ve sapık horozların
bulunduğu kabul edilse dahi tüm horozları bu bağlamda değerlendirmek
yanlıştır. Bu yanlış değerlendirme, genelleme hatasından
kaynaklanmaktadır.
- Erkek düşmanı aşırı çağdaş insan-kadın
feministler gibi, horozları düşman gören aşırı çağdaş feminist
tavukların var olduğu düşünülse dahi bu durumun bir sapma olduğu
açıktır. Bu nedenle adamın tavuk kimliği de kişiliğinde tam olarak
yerleşmemiştir.
- 3) Adamın kendini tavuk olarak görmesi bir sapmadır.
Bu sapma doğuştan gelmemektedir. Sonradan olmadır. Çünkü doğar doğmaz
kımız içmek istediğini söyleyen bebekler halk destanlarında geçmekle
birlikte, doğar doğmaz kendini civciv veya tavuk sanan bebeklere
rastlanılmamıştır. Bazı çocukların ve yetişkinlerin zaman zaman tavuk
taklidi yaptıkları bir hakikat ise de bu durum "sapma" değil, oyun
veya latife maksadıyla yapılan bir "rol" dür.
- Başlangıçta "insan" olan bir canlının sonradan
kendisini tavuk görmesi aslında başlangıçtaki "insan" kimliğinin
kişiliğinde tam olarak kabul edilmediği anlamına gelmektedir. Çünkü
kimliği kişiliğinde yerleşmiş bir "insan" ın kendisini sonradan tavuk
sanması mümkün değildir.
- 4) Adamın kendisini horoz olarak değil de tavuk olarak
görmesi de ilginçtir. Çünkü cinsiyet olarak adamın, tavuk-horoz
ikilisinde ki karşılığı "horoz"dur. Fakat adam, kendisini tavuk olarak
görmektedir. Yani "adam"ın, "insan" kimliğinin kişiliğinde tam olarak
yerleşmemesinin ötesinde, "adam" kimliğinde de problemi olduğunu
söylemek yanlış olmasa gerektir. Muhtemelen sapma öncesinde "adam",
insan olarak kendisini "kadın" kimliğinin özelliklerine yakın
görmekteydi. Belki de sapmanın önemli sebeplerinden birisi de buydu.
- 5) Bir adamın kendisini, olmadığı tavuk olarak
görmesi, olduğunu sandığı tavuğun özelliklerine sahip olmadığından,
mantık bütünlüğü içerisinde cevaplaması mümkün olmayan soru ve
sorunlar nedeniyle ciddi problemler ve sıkıntılarla karşı karşıya
kalması neticesini doğuracaktır. Bazı soru ve sorunları tevil etmesi
mümkünse de (örneğin burnunu gaga, kollarını kanat, olarak tevil
edebilir. Yapılması muhtemel tevillerin "tavuk mantığı" ile mi, yoksa
"adam mantığı" ile mi yapılacağı da ayrıca incelenmesi gereken bir
sorundur) tevili imkânsız soru ve sorunlarla karşılaşacaktır.
(Örneğin burnunu gaga ile tevil etmesi mümkün iken ağzını ne ile tevil
edecektir. Bazı yiyecekleri ellerini kullanmadan yiyebilirse de
ellerini kullanarak yediği yiyecekleri nasıl tevil edecektir.
Yumurtlaması mümkün olmadığına göre yumurtlamayan bir tavuk olarak
aşağılık kompleksinin yarattığı bir takım psikolojik sorunlarla da
karşılaşması muhtemel olacaktır.)
- 6) Burada doktorun çok önemli hataları görülmektedir.
Bu hatalar hem teşhiste hem de tedavidedir. Doktor adamın sadece
kendisini tavuk sandığını düşünerek teşhis hatası yapmıştır. Hâlbuki
adam kendisini tavuk sanmakla birlikte çevresinde de taciz ve tecavüze
hazır horozların bulunduğunu düşünmektedir. Tabii burada doktorun
cinsiyetini ve adamın doktoru tavuk mu, yoksa horoz mu olarak
gördüğünü bilmiyoruz. Muhtemelen adam, insan-kadınları horoz olarak
değerlendirmemektedir. Olsa olsa tavuk olarak değerlendirmektedir.
Fakat adamın, tüm "adam"ları mı, yoksa bazı "adam" ları mı horoz
olarak değerlendirdiğini de bilmiyoruz.
- Adam tüm adamları horoz olarak görüyor
ve doktorda cinsiyet olarak erkek ise doktora "doktor" diye hitap
ettiğine göre horozlar içerisinde de doktorların olduğunu
düşünmektedir. Yine bilmediğimiz bir konu horoz olarak gördüğü
adamlarla, gerçekte horoz olan horozlar arasında bir fark gözetiyor
mu, gözetiyorsa nasıl bir fark gözetiyor? Bunu da bilemiyoruz.
- Doktor teşhisteki bu hatasından dolayı tedavi yöntemi
olarak sadece adamın tavuk olmadığına kendisini ikna etme yolunu
seçerek de hatalı davranmıştır. Hâlbuki doktor, adamın çevresinde
gördüğünü zannettiği horozların gerçekte horoz olmadığı, kendisine
taciz ve tecavüzde bulunmayacakları hususunda da tedavide
bulunmalıydı.
- Doktorun, adamın "dışarıdaki horozları", tedavi
esnasında veya sonrasında değil de kapıdan döndükten sonra sorması
hususunda da hatası vardır. Çünkü birinci maddede incelendiği gibi
adam, muhtemelen doktordan çekinmiştir. Doktorun adama karşı,
çekinilecek tavırlar sergilediği için hatası olduğu gibi, adamın
statükoculuğundan kaynaklanan tasdikini gerçek tasdik zannederek de
hatalı davranmıştır.
- Bu kadar hatası olan bir doktor, kesinlikle liyakatsiz
bir doktordur. Hem teşhisi hatalı dır, hem de tedavi yöntemi.
Doktorluğuna derhal son verilmelidir.
- Netice: Bir adam hür iradesi ile tavuk olmak istiyorsa
buna insanların itiraz etme hakkı var mıdır? Olmaması gerekir. Acaba
Tavuk statüsünün, adam statüsünden daha alt seviyede bir statü olduğu
iddia edilerek onu adam statüsüne zorlamak doğru olur mu? Olmaması
gerekir. Çünkü adam, bu statüyü hür iradesiyle seçmiştir. Kimsenin,
kimseye statü dayatma hakkı yoktur. Fakat burada şu soru çok
önemlidir. Adamın tavuk olması mümkün müdür?
- Yani fiiliyatta tavuk olabilir mi? Bu
soruya olumlu cevap vermek mümkün değildir. Çünkü bir adam kendini
tavuk sanabilir, ancak tavuk olamaz. Tavuk olamaz ama kendisini tavuk
sanıyorsa, "tavuk mantığı"na sahip olabilir ki bu tavuk olmaktan da
daha vahim bir durum olur. Olmadığı ve olamayacağı yanlış statükoyu
ısrarla savunur, tekamülden, tefekkürden, terakkiden nasipsiz olur,
iki omzunun üzerindeki yuvarlak cismin içindeki cevherden bihaber
olur, onu patates çuvalı zanneder.
-
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
07 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
- ÖZÜRLÜNÜN ÖZGÜRLÜĞÜ
- Algılayamayanlar anlayamazlar,
- Anlayamayanlar anlatamazlar.
- Bilmeyenler öğrenebilirler,
- Bilmediğini bilmeyenler öğrenemezler,
- Öğrenemeyenler öğretemezler.
- Genel olarak fiziki özürlü insanlar,
özürlerinin farkındadırlar ve kabullenmişlerdir.
- Fikri özürlü insanlar ise özürlerini
ya fark edemezler ya da kabullenemezler.
- Fark edemeyenler, özürleri izah
edildiğinde anlarlar ve özürlerini tashih ederler.
- Kabullenemeyenler ise -ki çoğunluğu
böyledir- kronik vakalardır. Bunlar özürleri sebebiyle algılayamazlar,
algılayamadıkları için anlayamazlar, anlayamadıkları için de
anlatamazlar.
- Fikir özgürlüğü ile fikri özürlülüğü
de birbirinden ayırmamız gerekmektedir.
- Fikir özgürlüğü, herkesin fikrinin
değerli olduğunun, doğru gelmese dahi saygı gösterilmesi icap
ettiğinin kabulünü gerektirir.
- Fikri özürlülüğü ise özelliklerinden
ya da emarelerinden anlayabiliriz. Bir kısmını sıralayalım:
- Kelamı kabahatin fikir, bu fikrin de
müstakim zannedilmesi,
- Kabahatin kabullenilmemesi ve bunda
ısrar edilmesi,
- Başkalarının düşüncelerine nezaket ve
saygı gösterilmemesi,
- Kavramları karıştırmanın yayla
çorbasını karıştırmak gibi iyi bir şey olduğunun sanılması,
- Tek başına ters yolda giderken, düz
yolda giden herkesin ters yolda gittiğini düşünen fıkradaki Temel
tavrının gösterilmesi,
- Bazılarını saymaya çalıştığımız
emarelerden de anlaşılacağı gibi fikri özürlülük marazi bir
rahatsızlıktır. Dolayısıyla evveliyatla tıbbın alanına girer. Lakin
maraz; fiziki değil, fikri olduğundan, hasta özrünü genellikle kabul
etmediğinden veya kabullenemediğinden, daha da önemlisi özrün
toplumsal yansımaları bulunduğundan üzerinde hassasiyetle durmayı
gerektirir.
- Durumun önemine binaen ben de
naçizane, önemli gördüğüm birkaç hususa değinmek istiyorum.
- Fikri özürlü, kendinde kabahat işleme
özgürlüğü var zanneder. Halbuki hiç kimsenin böyle bir özgürlüğü
yoktur. Dolayısıyla fikir özgürlüğüne mani olan fikri özürlülük ile
fikri platformda mücadele edilmelidir. Aksi takdirde hem özürlüler hem
de müsamaha gösterenler yönünden menfi neticeler hâsıl olacaktır.
- Hâsıl olacak neticelerden birincisi;
- Her ne kadar özürlü, özrünün özür
olduğunu bilmese de, özürlünün kabahat işlemesine sükût etmek,
özürlünün kabahatini fütursuzca büyütmesine ve alanını pervasızca
genişletmesine sebep olacaktır.
- İkincisi:
- Özürlünün kabahat işlemesine sükût
etmek, bu durumu gören potansiyel özürlü adaylarını, kabahat işlemeye
tahrik ve teşvik etmek anlamına gelecektir.
- Üçüncüsü;
- Kabahate fikren tepki göstermek
yerine-ki bazen hiçbir şey yapmamak, yeterince kötü şey yapmak
anlamına gelir, özürlünün kabahat işlemesine sükût etmek, kabahatlerin
katmerleşmesine katlanmak mecburiyetini doğuracaktır.
- Yani;
- Nasrettin Hoca ile Timur arasındaki
fil hikâyesinden mülhem şöyle söyleyebiliriz;
- Bir filin defi için yola çıkamayanlar, iki filin
şerrine müstahak olurlar.
- Bu arada önemli bir hususa dikkat etmek gerekir:
- Fikri özürlülerden kabahatleri sebebiyle özür beyan
etmesi beklenmemelidir. Çünkü fikri özrü büyük olanın beyan edeceği
özür de kabahatinden büyük olur. Dolayısıyla özürlü-nün özür beyan
etmesini beklemek, daha büyük bir kabahat işlemesini istemek anlamına
gelir.
- Velhasıl ı kelam,
- Nasip olursa bu konuya da devam!
- Vesselam!
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
08 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
- BANKALAR VE UÇURAN-KAÇIRANLAR
- Çorumlu 2000 Dergisinin değerli yazarlarından ve eski
TSO Başkanı Sayın Ümit
- Uzel, derginin 13.sayısında çıkan "Bankalar ve Uçan Kaçanlar"
başlıklı yazısında, aramız da geçen bir sohbetten bahisle, Çorum'daki
bankalar ve Çorum'un tanıtımı hakkında çeşitli değerlendirmelerde
bulunuyor ve bu arada benim düşüncelerimin de tenkidini yapıyor.
- Ben de bu yazıda Sayın Uzel'in
yazısındaki yanlışlıkları tashihe, bilgi eksikliklerini ikmale gayret
göstereceğim. Yani, işte bana da bir yazı konusu çıktı!
- Öncelikle Sayın Uzel'in yazısında
bahsettiği aramızdaki tatlı münazaradaki boşluğu tamamlamalıyım.
Çorum'daki bankaların kültür faaliyetlerinin içinde ve yanında
olmaları veya olmamaları ile Çorum'un "uçma- kaçma" durumu iki ayrı
konu idi. Biz de bu iki ayrı konuyu ayrı ayrı konuştuk. Sayın Uzel
bankaların kültür faaliyetlerine yaklaşımına olan eleştirisini
yazısına derç etmiş ancak, benim cevabımı eksik bırakmış. Hem bu
eksikliği tamamlamak hem de bu konuda birkaç kelam etmek istiyorum.
Ben gerçekten de bankacı arkadaşların bir sözcüsü olmadığım için
onların adına konuşmayı doğru bulmadığımı ifade ettim.
- Fakat banka müdürlerinin her parasal
konuda kendilerine başvurulmasından rahatsız olduklarını, kaldı ki
yetkilerinin ve Sayın Uzel'in bahsettiği temsil- ağırlama giderlerinin
de mahdut olduğunu ifade ettim. Zaten mahdut olan bu giderlerin,
kültür faaliyetlerine tahsisi giderin niteliğine de uygun değildir.
Şahsen ben 2,5 senedir İhlas Finans Kurumu Çorum Şube Müdürü olarak
görev yapıyorum. Bugüne kadar benim veya diğer banka müdürlerinin
herhangi bir panel, konferans vb. toplantıya veya etkinliğe konuşmacı
veya katılımcı olarak davet edildiğini hatırlamıyorum. Herhalde banka
müdürleri ekonomi den hiç anlamıyorlar!
- Nedendir bilinmez, banka müdürleri, "
fikri " konularda değil de hep "nakdi" konularda hatırlanıyorlar.
Neyse! Bu konu nasip olursa başka bir yazının konusu olsun.
- Sayın Uzel'in yazısında esas bahse konu olan husus;
Çorum'un "uçma- kaçma" durumu. Sayın Uzel bu konuyu yazısında benim
ağzımdan şöyle naklediyor:
- "Burada sizin de Ümit Uzel olarak kabahatiniz var.
Çorum'u görevdeyken şöyle uçuyor, böyle kaçıyor diye çok abarttınız.
Bu nedenle olması gerekenden çok "banka" şu-besi açıldı, Çorum'a.
Dedi."
- Efendim ben, 1998 yılında, Çorum ekonomisi hakkında,
gerçekten büyük emek vererek, "Bir Başka Açıdan Çorum" adlı bir
çalışma yaptım. Fazla tevazünün kibirden geldiğini bilerek ifade
edeyim ki gerçekten değerli bir çalışmaydı. Bu çalışma, Çorum
Hakimiyet gazetesinde de, bir aydan fazla, teşbihte hata olmasın
pehlivan tefrikası gibi yayınlandı. Ben bu konudaki düşüncelerimi 46
sahifelik çalışmamda izah ettim.
- Sayın Gürsel, yazılarımın uzunluğu
sebebiyle müşteki olmasa uzunca iktibasta bulunurdum. Ancak yazıyı
uzatmamak saıkiyle çalışmanın "sonuç" kısmından birkaç iktibas ile
yetineceğim.
- (...)
- "Hakikat şudur ki; Çorum'un "bulunduğu yer" , "
göründüğü ve gösterildiği yer " değildir. Necasetten " taharet ",
necisi görmekte " maharet " gerektirir. Necasetin üstü örtülerek
taharet olmaz."
- (...)
- "Gerçeklerin farkında olanların bir kısmı bu durumun
avantaj olacağını düşünerek ya sesini çıkarmamış, ya da bu "
senaryo" dan yararlanmaya, "esas oğlan" rolünü kapmaya çalışmıştır.
- Çorum'a, sanayileşti, kalkındı, "uçtu" diyenlerin bir
kısmı kendilerini başka yerlere "uçurma" gayretindedirler. Çorum' u
uçuranların bir kısmının kendilerini nereye uçurmak istediklerini
seçimlerin arifesinde görmek mümkün olacaktır.
-
- Gerçeklerin farkında olup, bunun Çorum için avantaj
olacağını zanneden oportünistlere söyleyeceğimiz şey şudur ki; "Aristo
mantığı" her zaman geçerli değildir. (Kız kocasını seviyor, kocası
annesini seviyor. O hal de gelin, kaynanasını seviyor şeklindeki
Aristo mantığının da her zaman geçerli olmadığı gibi.) Bu durum
avantaj olmadığı gibi tam ter sine dezavantaj olmuş ve Çorum zarar
görmüştür. Görmeye de devam etmektedir. Örneğin Çorum, kamu
yatırımlarından, devlet desteğinden gereği kadar yararlanamamaktadır.
- Son söz: Sanayileşmenin olmadığı bir yerde
sanayileştik demek ve bundan zarar görmek "sanayileşme" değil, olsa
olsa "enayileşme”dir.
- Evet! Tekrar ifade edeyim ki, bu iktibas lar 1998
yılında yapılan çalışmamdan yapılmıştır.
- İktibaslardan da anlaşılacağı gibi tenkidimin muhatabı
bir kişi değildir, "uçuran kaçıranlar" birden fazladır. Kaldı ki
sosyal ve ekonomik olaylarda sebepler de bir değil, birden fazladır.
Bu konuda da sebep biricik değildir. Uçuran- kaçıranların niyetleri de
farklıdır. Dolayısıyla, TSO Başkanı'nın yöreyi tanıtmasıyla banka
şubesi açılması arasında doğrudan ve bire bir ilişki yoktur. Bu mantık
benim yukarıda eleştirdiğim Aristo mantığının yanlış kullanımına bir
başka örnektir.
- Tabii ki, hayır Sayın Uzel. Bu öyle değil. Benim
söylediğim şöyle; Ben, Çorum'un abartılmasında maalesef sizin önemli
katkılarınızın bulunduğu kanaatini taşıyorum.
- Yazınızın münderecatı da bu kanaatimi
güçlendiriyor.
- Yazınızda diyorsunuz ki; " Eğer öyle ise, siz ve sizin
gibi; benim Başkan olduğum yıllarda açılan banka ve kurumlarda
çalışanlar, yedikleri ekmeği bana borçlu olmazlar mı?”
- Ben de diyorum ki; her rızık sahibi,
rız kı veren olarak Allah'a borçludur. Bu sebeple Allah'a şükür
etmeliler, vesileye ise teşekkür.
- Sayın Uzel size olan tek borcum,
iade-i ziya-ret borcudur. Temerrüde düşen bu borcu da en kısa sürede
ödeyeceğimi beyan ediyorum. Hem sonra;
- Cellat işsiz kalmasın diye cinayet
savunulur mu?
- Bir gram bal için bir çeki odun çiğnenir mi?
- Bir kişinin istihdamı için bin kişinin istikbali
karartılır mı?
- Sayın Uzel! Söyler misiniz?
- Çorum'da banka enflasyonu sebebiyle; mağdur olanlar,
iflas edenler, faiz batağına düşenler, intihar edenler, vücut
kimyaları bozulanlar, psikolojik tedavi görmek zorunda kalanlar,
işlerini kaybedenler, işçilerini çıkartmak zorunda kalanlar, ekmeğini
kaybedenler kimlerden alacaklılar?
- Sayın Uzel! Tabii ki ışığı yayalım. Kimimiz mum,
kimimiz de ayna olalım. Lakin mum yanmadan, mumu imha etmeyelim, ihya
edelim. Büyüyecek ışığı küçücükken lodosa çıkartmayalım,
karartmayalım. Şekeri olmayan kaymaklı ekmek kadayıfını kim yer? Ya
da ağır şeker hastası kaymaklı ekmek kadayıfını yerse ne olur, Sayın
Uzel?
- Bankaların şube açma prosedürüne ve kıstaslarına
gelince; serde yedi sene Müfettişlik bulunduğundan ve bu konuda özel
incelemelerim mevcut olduğundan epeyce malumat sahibiyim. Yukarıda
bahsettiğim çalışmamda da izah ettiğim gibi, Çorum'da şube açmakla,
bazı banka Genel Müdürlükleri hata yapmışlardır, yanılmışlardır,
yanıltılmışlar-dır ve bir kısmı bunu sonradan anlamışlardır.
- Keşke Sayın Uzel! Görevi bıraktıktan sonra da Çorum
hakkında çıkan yazıları takip edebilseydiniz. Naçizane benim çalışmamı
da okuma imkânı bulurdunuz. O zaman, zannediyorum ki; yazınızda
bahsedilen birçok hususun cevabını ve izahatını orada görürdünüz.
- Sayın Uzel! Çorum hakkındaki "sosyo- ekonomik veriler"
toparlayabildiğim kadar, benim çalışmamda geniş bir şekilde yer
almaktadır. Ayrıca "uçuran- kaçıranlar"ın niyetlerini ve amaçlarını
da çeşitli açılarından orada irdelemeye çalıştım. Sizi "yıpratmak"
için çıkarılan "söylentileri yayan" , "belli amaç sahipleri" kimdir
bilemiyorum. Açıklarsanız biz de öğrenmiş oluruz. Ben ise amacımı 1998
yılındaki çalışmamda izah ettim.
- Hülasa, Çorum uçmamakta ve kaçmamaktadır. Çorum'u
uçuran ve kaçıranlar, Çorum'a yarar değil, zarar vermişlerdir. Lütfen
daha fazla vermesinler.
- Hayat izafi değil midir?
- İyi olmadan kötü mevcut olur mu?
- Kötüyü iyiye kıyasen tespit dışında bir imkân mevcut
mudur?
- Mümkün müdür?
- Her şeyin iyisi ve kötüsü olur, Sayın Uzel! Hele de
sonuçları kötüyse...!
- Popülist hallisünasyonlar kaymaklı ekmek kadayıfını
var gibi gösterseler de, hallisünasyonların etkisi kaybolduğunda
ortada var olan, sadece derin bir hüsrandır.
- Vesselam...
-
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
09 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
- BANKALAR VE UÇURAN-KAÇIRANLAR / İBN HALDUN'A
NAZİRE MUKADDİMEYE BERDEVAM
- Birisi diğerine sormuş:
- - Biz Cuma namazını ne günü kılmıştık?
Sonra kendisi cevaplamış:
- - Tamam! Hatırladım, geçen Salı
kılmıştık.
- Sayın Ümit Uzel'in derginin
16.sayısındaki, "Bankalar ve Uçan Kaçanlarla İlgili Son Yazım"
başlıklı yazısı şahsım ile alakalı olduğundan bu yazımda, muhtelif
hususları izaha, muhtelif hataları tashihe gayret göstereceğim.
- Evvela, mukaddime sade dinde bir saygı tarifi yapmak
zaruri olmuştur. Saygı üç aşamalıdır. İnsan, önce kendisine saygı
duymalıdır, sonra karşısındakine saygı göstermelidir. Üçüncü aşamada
da karşısındakinden aynı saygıyı beklemelidir. Bu sıra lamadaki,
herhangi bir eksiklik de, herhangi bir değişiklik de doğru değildir.
Buna uyulmuyor ise; söylenecek söz "Kısasta hayat vardır.”
- Herkesin kendine has bir üslubu vardır. Birisinin
üslubunu, bir başkasının beğenmesi de, beğenmemesi de mümkündür. Lakin
"üslubu beyan ayniyle insan"dır. Kimisi titiz ve hassas bir şekilde
kelamını ve kalemini kullanmaya gayret gösterirken, kimisi de "Az
sonra"lı Reha Muhtar üslubunu tercih edecektir. "Az sonra"lı Reha
Muhtar üslubu bazıları için "reyting" kaygısı, bazıları için ise "zap-ping"
gerekçesi olacaktır.
- Sayın Uzel yazısında; " Yıllardır diyorum ki; Ümit
Uzel olarak tek satır abartımı gösteremezsiniz". Ben böyle diyorum,
başkaları "hayır, senin Çorum'un abartılmasında önemli katkıların
var." Bunlardan biri de Sayın İlhan.
- Böyle diyorlar ama hiç örnek gösteremiyorlar.
- Ya ben anlatma özürlüyüm, ya da başkaları anlama
özürlü" diyor.
- Ben de diyorum ki Sayın Uzel, sizin de "başkaları"
diyerek tasdik ettiğiniz gibi, demek ki bu konuda sizi tenkit eden
sadece bir-iki kişi değil. Birçok kişinin, topluca anlama özürlü
olması muhal olduğundan, şahsınızın hem anlama, hem de anlatma özrü
doğal olmaktadır.
- Sayın Uzel'in yazısından birkaç iktibas ile
tahlilimize devam edelim.
- Sayın Uzel diyor ki:
- "Atatürk'ün Cumhuriyeti ilan ettiğinden bu yana 77 yıl
geçmiş, Uygar olabilmenin en önemli unsurlarından biri olan "Yazı
Devrimi" üzerinden ise tamı tamına 72 yıl.
- Sayın İlhan'ın yazılarını okurken şaşırmıyor değilim.
Neden mi? Atatürk'ün Cumhuriyeti üzerinden 77 yıl, Yazı Devriminden bu
yana 72 yıl geçmiş, fakat değerli yazar arkadaşım, tam bir Cumhuriyet
dönemi çocuğu olmasına rağmen, benim gibi 60 yaşındaki bir insanın
bile anlayamadığı tarzda kelimeler bulup yazısını süslemiş. İnanın çok
zorlandım çözmek için. O kadar eski dil kullanıyordu ki. Yaşı ve
kültürü gereği Cumhuriyet dönemi insanı olarak, daha sade, daha
anlaşılır dili, yani; öz Türkçeyi niye kullanmaz anlayamam."
- (...)
- "...devamlı okuyan bir insanım. Gururla söylerim. Bir
oda dolusu 6.000 (altı bin) den fazla kitabım var. İçinden okunmayan
hiç yok....."
- Ben de diyorum ki; öncelikle, bu
"bağlamda" acaba, durup dururken, "devrimsel saptamaların" sebeb-i
hikmeti ne ola? Hani, bayram değil, seyran değil, biz ilk defa yazan
değil, Sayın Uzel ilk defa okuyan değil. Allah Allah! Lakin lisan
konusundaki münazaraları ziyadesiyle faydalı bulduğumdan ben de
fikirlerimi beyan edeceğim.
- Sayın Uzel!, O kadar fazla kavram kargaşası ve kafa
karışıklığı var ki herhalde kitap çalışması sizi çok yordu. Önce
karıştırdığınız kavramları tashih edelim. Kullanılan "Alfabe" (sizin
deyişinizle yazı) başka şeydir, "Dil/Lisan" başka şeydir. Mesela
İngilizce bir dildir, Almanca başka bir dildir. Fakat ikisi de aynı
alfabeyi (yani yazıyı, yani Latin alfabesini) kullanırlar. Son
günlerde takip edebildiyseniz Karamanoğlu Mehmet Bey'den, Türkçenin
resmi dil olarak kabulünün (72 veya 77 değil), 723.yılından söz
ediliyor.
- Sevgili Uzel! 72 yıl önce değişen (Allah korusun)
lisanımız değil efendim, alfabemiz / yazımız!
- Birkaç soru ile devam edelim;
- Sayın Uzel! Uygar olmak o kadar kolay
mıdır ki; "Yazı Devrimi" ile "hemencecik" uygar olunuyor.
- 72 yıldan önce, Osmanlı Paşası olan Atatürk de dâhil,
insanlarımız hep ilkel miydi?
- Alfabesini değiştirmeyen, Latin alfabesi de
kullanmayan Japonlar sizce ilkel midir?
- Alfabemiz değişmesine rağmen, ölene kadar Arap
alfabesini kullanan Aziz Nesin sizce ilkel miydi?
- Gelelim kelime kullanımına. Her kelime bir kavramı,
her kavram bir bilgiyi ifade eder. Dolayısıyla ne kadar çok kelime
biliyorsanız, o kadar fazla bil giye ve düşünme kapasitesine sahip
olursunuz. Her öğrenilen yeni kelime, yeni bir "bilgi" demektir. Kimi
insan birkaç yüz kelime ile konuşur ve yazar ki misi de binlerle ifade
edilen kelimeler ile. Okuduğumuz metinler içinde anlayamadığımız,
bilmediğimiz, yanlış bildiğimiz kelimelerin olması tabiidir.
Bildiklerimizin yanında bilmediklerimiz, ummanda damla mesabesindedir.
- O halde bilmediklerimizi öğrenmeye,
yanlış bildiklerimizi de düzeltmeye gayret etmeliyiz. İdrak
edemediklerimizi inkâr etmek yerine, ikrar ederek idrak etmeye
çalışmalıyız. "Beşik ten mezara kadar" ilim tavsiye edildiğine göre
öğrenmede yaş sınırı olmadığı da açıktır. Ben şahsen hem evimde, hem
de işyerimde lügat bulunduruyorum ve sık sık müracaat ediyorum.
Hassaten tavsiye ederim. Kelime haz(i)nenizin artacağına, imlanızın
düzeleceğine ve ufkunuzun açılacağına emin olabilirsiniz.
- Sayın Uzel! Benim yazılarımı okurken "şaşırmıyor
değil"miş.
- Peki, "nedenmiş? (!)
- Atatürk'ün Cumhuriyeti üzerinden 77 yıl, Yazı
Devrimi'nden bu yana 72 yıl geçmiş (zaman ne çabuk geçiyor), fakat
değerli yazar arkadaşım (o ben oluyorum efendim) tam bir Cumhuriyet
dönemi çocuğu olmasına rağmen, benim gibi 60 yaşındaki (Maşallah) bir
insanın bile anlayamadığı tarzda kelimeler (nasıl bir tarz ise!) bulup
yazısını süslemiş. (bir edebi ve estetik zarafet var yani). İnanın çok
zorlandım çözmek için. (matematik denklemi ile okunan metin
karıştırılmış zannediyorum). O kadar eski dil (eski değil eskimeyen
olmalıydı) kullanıyordu ki. Yaşı ve kültürü gereği Cumhuriyet dönemi
insanı olarak, daha sade, daha anlaşılır dili, yani; öz Türkçeyi niye
kullanmaz anlayamamam.
- Anlatayım efendim; naçizane ben, yazarken ziyadesiyle
hassas ve titiz davranan bir insanım. Yazdıklarımı tekrar tekrar
okurum ve tashih ederim. Kullandığım kelimelere ve doğru kullanımına
dikkat ederim. Yazarken mutlaka lügat kullanırım ve çok sık müracaat
ederim. Kullanmaya gayret ettiğim lisan, temiz, latif ve zarif
Türkçedir. Her dilde olduğu gibi bizim dilimizde de yabancı kelimeler
mevcuttur. Bu durum, kültürel münasebetlerin bir sonucudur ve
tabiidir. Yanlış olan ise yerleşmiş ve oturmuş kelimelerin yerine
uydur(t)ulmuş kelimelerin ikame edilmeye çalışılmasıdır. Hafızanızı
yoklarsanız, para ile kelime uydur(t)ulduğu dönemi hatırlayacağınız
kanaatindeyim. Hafızanızı biraz daha yoklarsanız, "ihrac" kelimesinin
Arapça kökenli olduğunu bilmeden, "dilimizden yabancı kelimeleri "ihrac"
edeceğiz" diyen zavallı yöneticilerimizi de hatırlayacaksınız. Öz
Türkçe diye ölçüsüzce uydur(t)ulan kelimelerin bir çoğu şimdi
kullanılmıyor, sadece latife ile hatırlanıyor. Mesela: gülcük
(=rozet), ası(=afiş), özdeksel (=maddi), tinsel (=mane vi).vs. Yabancı
kelimeleri atacağız, öz Türkçe konuşacağız diye birbirine yakın fakat
farklı anlamlardaki kelimelerin yerine tek kelimenin kullanılmaya
çalışılması (mesela "tartışma" kelimesi) kelime haz(i)nemizi ve
düşünme kapasitemizi iyice köreltmiştir. Arapça ve Farsça kökenli
kelimelerden kaçarken, büyük bir özenti ile İngilizce ve Fransızca
kelimeler "ithal" e-dilmeye başlanmıştır. Bugüne kadar, sadece öz
Türkçe kelimeleri ihtiva eden bir lügat mevcut değildir ve mevcudiyeti
de mümkün değildir. Bu bizim lisanımız için böyle olduğu gibi, başka
lisanlar için de böyledir.
- Hem sonra, kitap okuma alışkanlığına sahip ve
okumaktan büyük bir zevk duyan birisi ile en son okuduğu kitap mezun
olduğu okulda okuduğu ders kitabı olan birisinin okuduğu metinleri
anlama kapasitesi tabii ki farklı olacaktır. " Hiç bilen ile bilmeyen
bir olur mu?"
- Bu arada; Sayın Uzel'in ismini okurken şaşırmıyor
değilim. Neden mi? Atatürk'ün Cumhuriyeti üzerinden 77 yıl, Yazı
Devrimi'nden bu yana 72 yıl geçmiş, fakat değerli yazar arkadaşım, tam
bir Cumhuriyet dönemi çocuğu olmasına rağmen, benim gibi 36 yaşındaki
bir insanın anlayamadığı tarzda isim kullanıyor. İnanın çok
zorlanıyorum çözmek için. Yaşı ve kültürü gereği Cumhuriyet dönemi
insanı olarak daha sade, daha anlaşılır isim, yani; öz Türkçe isim
niye kullanmaz anlayamam.
- Sayın Uzel'den hassaten istirham ediyorum; lütfen
"uygar olmanın en önemli unsurlarından biri olan Yazı Devrimi"ne uygun
olarak isminizi tashih ediniz. Çünkü isminiz olan "ümit", Arapça
kökenli bir kelimedir. Yardımcı olma sadedinde Öz Türkçeleştirirsek
"umut" dememiz icap ediyor. Lakin daha da bir "uygar" olmak
isteniyorsa İngilizce karşılığı "hope" (okunuşu:"hop") kullanılabilir.
Lakin: bu durumda kanaatimce Kilim Dergisindeki arkadaşlar, "Kilimce"
ve ince bir tepki göstereceklerdir.
- Sayın Uzel! Benim "2,5 yıldır bu görevdeyim. Bugüne
kadar benim veya diğer banka müdürlerinin herhangi bir toplantıya
panel, konferans vb. konuşmacı ve katılımcı olarak davet edildiğimizi
hatırlamıyorum, bizler sadece parasal konularda akla geliyoruz..."
şeklindeki tenkidime cevaben, "Ben de tam 2,5 yıldır bu görevden
ayrıyım. Şu an nasıldır bilmem. Ancak; arşivimde çeşitli banka
toplantılarını tertiplediğimizi ve benim de o toplantılara başkanlık
ettiğimi, bunun yanında her toplantıya banka müdürlerini davet
ettiğimi görev sürenizin azlığı nedeniyle bilemiyor olabilirsiniz,
bunu da doğal karşılarım" diyor.
- Ben de diyorum ki, evet, sizin döneminizdeki TSO' nın
yaklaşımını bilmiyorum. Bence de doğru olanı yapmışsınız, teşekkür
ediyorum. Lakin benim bu konudaki tenkidim görevde bulunduğum 2,5
yıllık süre içerisinde TSO da dâhil, ekonomi ile ilgili etkinlik dü-zenleyen
ve düzenlemesi icap eden tüm kurum ve kuruluşları kapsayan umumi bir
tenkittir. Bu husus iktibas edilen yazıda açıkça bellidir.
- Sayın Uzel diyor ki; "Diyorsunuz ki; keşke Sayın Uzel,
görevi bıraktıktan sonra da Çorum hakkında çıkan yazıları takip
edebilseydiniz..." Yapmayın dos-tum;Benim okuma yönünden -üzülerek
söylerim- en kısır yıllarım TSO Başkanlığı yaptığım 12 yıl dır. Ön-cesi
ve sonrası devamlı okuyan bir insanım. Gururla söylerim. Bir oda
dolusu 6.000(altı bin)den fazla kitabım var. İçinde okunmayan hiç
yok. Çorum hakkında ise dolu dolu yazı ve raporlar var.
- Sizin yazınızı okumadığımı ise iyi bildiniz.
- Gene sizin ifadenizle söyleyeyim; "Bir gram bal için
bir çeki odun çiğnenir mi?
- İzin verin 46 sayfalık yazıdan bir gram bal almayı hiç
düşünemem" diyor.
- Evvela bir hususu belirtmeliyim; Her kim olursa olsun,
kütüphanesinde veya "oda"sın da mevcut kitaplarının sayısını rakamla
beyanı, akabinde de parantez içerisinde yazıyla tekrarı yadırgadığımı,
nahoş, ayıp ve garip bulduğumu ifade etmeliyim. "Bir oda dolusu"
ifadesini de kitapları tasvir manasında "şık" bulmadığımı ilave
etmeliyim. Bu arada anlayamadığım birkaç husus var; onları Sayın Uzel
cevaplandırırsa memnun olacağım:
- "Bir oda dolusu" kitap ve "içinde
okunmayan hiç yok" ise kitaplarınız arasında ansiklopedi yok mudur?
Var ise Ansiklopediler gerektiği zaman başvurulan kitaplar mıdır,
yoksa baştan sona okunmalı mıdır? Hepsini okudunuz mu?
- Kitaplarınız arasında sözlük yok mudur? Var ise
sözlükler de baştan sona okunmalı mıdır?
- Okudunuz mu? Sözlükleriniz öz Türkçe
midir? Öz Türkçe bir tek sözlük bugüne kadar yayınlanmış mıdır?
- İltifat ve teşekkür haricinde, hiç kimseden, herhangi
bir şey beklemeden aylarca emek verilerek hazırlanan ve tamamen şahsi
para ile fotokopi şeklinde çoğaltılan, kitap haline getirilerek
satılması ve kar edilmesi düşünülmeyen, her ortamda ve her yazıda
atıfta bulunularak zikredilmeyen, reklam edilmeyen, özellikle rakamsal
verileri açısından bugüne kadar Çorum hakkındaki en kapsamlı
çalışmayı, okumadan "bir gram bal" diye nitelendirmek ayıp değil
midir? Okunmadan "bir gram bal" olduğu nasıl anlaşılmaktadır? Malum mu
olmaktadır? Başka kerametleriniz de mevcutmudur? Zikredilen çalışmanın
büyük bölü-mü, resmi ve özel, kurum ve kuruluşların, Türkiye ve Çorum
hakkındaki rakamsal verilerinden müteşekkildir. Bu verilerin
nerelerden temin edildiği "Yararlanılan Kaynaklar"da ayrı ayrı
belirtilmiştir. Bu ekonomik veriler "bir gram bal" mı dır ? Daha da
ilginci, "Yararlanılan Kaynaklar" içinde zat-i âlinizin TSO Başkanı
olduğu dönemde hazırlanan "Çorum Ticaret ve Sanayi Odası
Katalogu-1995" de mevcuttur. Acaba siz, Başkanlığınız döneminde "bir
gram bal" istihsali ile mi, yoksa "bir çeki odun" istifi ile mi
iştigal ettiniz?
- Bir taraftan Çorum hakkındaki yazıları takip
ettiğinizi söylerken, öte taraftan Çorum hakkındaki bir çalışmayı
okumadığınızı itiraf etmek tenakuz değil midir? Perhiz yaparken lahana
turşusu taam etmek doğru mudur?
- Rakamla ve yazıyla 6000(altı bin) kitap oku-yan bir
insanın emek verilerek hazırlanan bir çalışmayı, okumadan küçümsemesi
mümkün olmadığına göre, acaba okunduğu ifade edilen, rakamla ve
yazıyla 6.000(altı bin) kitap, Cin Ali'nin Maceraları ile Teksas ve
Tommiks'in çizgi romanları mıdır?
- Sayın Uzel yazısında benim yazımdan iktibasta
bulunarak "Banka Genel Müdürlükleri'nin hata yapmasının Ümit Uzel'le
ne gibi ilgisi var ki? Kim dedi onlara "şube açın" diye. Hoş bizler
desek bile, bizim sözümüz ile üç kuruş kredi vermeyenler, banka şubesi
mi açacaklar?
- Sayın İlhan, Çorum bu durumdan zarar görmektedir,
görmeye devam etmektedir. Örneğin kamu yatırımlarından gereği kadar
yararlanamamaktadır" buyuruyorsunuz.
- El insaf.
- Demek Çorum Devlet yatırımı alacak ama benim gibiler
yüzünden alamıyor. Demek seçip An-kara'ya gönderdiğimiz
Milletvekillerimiz, Bakanlık yapanlarımız çok çalışıyor, uğraşıyor,
didiniyor ama be-nim gibiler yok mu, hep tekere çomak sokuyor, o
nedenle Devlet yatırımı gelmiyor, öyle mi ?”
- Öyle değil tabii, Sayın Uzel? Şöyle; ben, zikredilen
çalışmada da, iktibas ettiğiniz yazıda da açıkça belirttiğim gibi,
Çorum ekonomisi abartılmış, "uçtu-kaçtı" popülizmi ve oportünizmi ile
olduğundan farklı bir yerde gösterilmiştir, diyorum. Banka sayısının
gereğinden çok fazla olmasının da, Çorum'un Devlet yatırımlarından
gereği kadar yaralanamamasının da (ki muhtemelen Devlet, bunlar zaten
uçuyorlar biz uçamayan illere bakalım demiş olmalı) önemli
sebeplerinden "birisi" sizin de mühim "katkı"nızın olduğunu düşündüğüm
bu abartıdır kanaatindeyim. Yani tekere çomak sokulmuyor, tam tersine
tekere uygun olmayan zeminde ve kapasitesinin üzerinde sürat
yaptırılmaya çalışılıyor. Zikredilen çalışmada bu durumu şöyle ifade
etmiştim;
- "...iyi bir potansiyele sahip, iktisatta "take off"
olarak adlandırılan, uçağın yerden ilk kalkış anını ifade eden,
ekonomik kalkınmanın başlangıç aşamasındaki bir ekonomiye yanlış
yönlendirmeler ve yanlış tanımlamalar yapılmaktadır. Kanatsız bir
uçak, üstelik uçak pistinin üstünde bir sürü "kanalizasyon çukuru"
varken uçurulmaya çalışılmaktadır. “
- Sayın Uzel yazısında; "Bir etek dolusu maaş alan,
kıyak emeklilik peşinde koşanları değil ama benim gibi, yaşadığı kente
pür amatörce görev yapanları eleştireceksiniz. Bu neye benziyor Sayın
İlhan? Neyse, neye benzediğini yazmayayım, siz anlarsınız biliyorum."
Diyor. Ben de diyorum ki; "bir etek dolusu maaş alan, kıyak emeklilik
peşinde koşanlar" tabii ki tenkit edilmeli, tenkit edilecek birçok
husus da mevcut ama bizim mevzuumuz " uçma - kaçma". Bu mevzuda da
mezkûr Zatların Allah için mühim bir kat-kıları olduğu söylenemez.
Duran bir saat dahi, günde iki defa doğruyu gösterir. Kaldı ki,
milletvekillerinin ben tamamen toplumun bire bir aynaları olduğu
kanaatin-deyim. Münferit olarak değil ama umumi manada,
milletvekillerine kızmak, aynaya kızmaktır. Bu arada, bir de Sayın
Uzel, ben "neye benzediğini" anlayamadım yazarsanız memnun olurum.
- Sayın Uzel, 600 sayfalık bir kitap yazdığından
bahsediyor ve "...Tabii 600 sayfayı "bir gram bal" için okumayanlar
olabilir" diyor. Estağfurullah Sayın Uzel, ben şahsen emek verip
yazılan bir kitabı, "bir gram bal" olarak nitelemeyi saygısızlık ve
nezaketsizlik addederim efendim.
- Sayın Uzel yazısının "Az sonra"lı bölümlerinde,
kendisi ve Çorum hakkında "ulusal" basında çıkan yazılardan çeşitli
iktibaslar yapmış. İyi güzel, hoş da, birde "Kalkınmada Çorum modeli",
"Çorum örneği" türü yazılardan iktibaslar ile "aslanlar" ve "kaplanlar"dan
da bahsetseydi daha hoş olacaktı. Değerli arşivinde mutlaka mevcuttur.
Acaba kitabına mı alacak?
- Bu arada kendi adıma açıkça söyleyeyim. "ev danasının
öküz olması" nı istemeyen namerttir.
- Velhasıl ı kelam,
- Bu yazılar konuya mukaddime (giriş) yazıları olup,
nasip olursa devam edeceğiz.
- Vesselam....
-
-
-
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
10 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
- MEMLEKET MESELELERİNE KESİN ÇÖZÜM
- Partilerin il başkanları, partileri
iktidara geldiğinde otomatik olarak” İlin Her şeyinden Sorumlu Devlet
Bakanı” olmalıdırlar ve tüm yetki onlara verilmelidir.
- İktidar ne demektir?
- Güç demektir.
- Güç ise kullanılmadığı takdirde bir
anlam ifade etmez.
- Mademki millet partiyi iktidar
yapmıştır,
- Mademki, millet, partiye teveccüh
göstermiştir,
- Bu güç kullanılmalıdır.
- Bu da yetmez...
- Kollar sıvanmalı, milletin karmasana
geçmeli ve bu gücün nasıl kullanıldığı anlatılmalıdır.
- İktidar gücü kullanmalarken direnç
gösteren, direnmeye yelteneler “asi”lerin kulakları çekmekle
yetinilmemeli, kulakları koparılmalıdır.
- Çünkü:
- Onlara müsamahakâr davranamasa, diğer
potansiyel asilere örnek teşkil edecektir.
- Parti teşkilatlarıyla uyum
sağlayamayan daire müdürlerine, bir gün dahi tahammül edilmemelidir.
- Çünkü
- Parti teşkilatlara ‘seçilmiş”ler den
müteşekkildir.
- Daire müdürleri ise “atanmış”tır.
- Zaten; “Atanmış”ları da,” seçilmiş”ler
atamıştır.
- Milletin seçtiği temsilcilere uyum
sağlayamamak ne demektir?
- Büyük saygısızlık,
- Büyük sorumsuzluk demektir.
- Bu tür insanlardan memlekete hizmet
beklemek beyhudedir.
- Aslanda;
- Daire müdürleri çok önemli bir görev
de ifa etmemektedirler.
- Sadece, çok önemli oldukları izlenimi
oluşturmaya çalışmaktadırlar.
- Parti teşkilatında bu işleri onlardan
daha iyi bilen güzide insanlar bulunmaktadır.
- Evdeki ampulü rahatlıkla
değiştirebilen bir insan Tedaş Müdürünün,
- Sigaranın üflenerek değil de içine
çekilerek içileceğini bilen bir insan, Tekel Müdürünün,
- Bulunduğu ildeki bir insani telefonla
ararken, alan koduna gerek olmadığını bilen bir insan, Telekom
Müdürünün,
- Bütün ineklerin dişi olduğunu bilen
bir insan, Tarım Müdürünün,
- Evinin tapusuna sahip olan bir insan,
Tapu Müdürünün,
- Nezle olunca burnunun aktığını bilen
bir insan, Sağlık Müdürünün,
- Esnafların SSK ya kaydolmayacağını
bilen bir insan, Bağ Kur Müdürünün,
- İşçilerin Bağ Kura kaydolmayacağını
bilen bir insan, SSK Müdürünün,
- Sporcunun zeki, çevik ve ahlaklı
olanını seven bir insan, Gençlik ve Spor Müdürünün,
- Liseyi bitiren bir öğrencinin
üniversite sınavına girebilmesi için herhangi bir dershaneye
kaydolmasının şart olmadığını bilen bir insan Milli Eğitim Müdürünün,
- Bir bankaya olan borcunu diğer
bankalardan aldığı krediyle ödeyebilen bir insan Banka Müdürünün. Vb.
- Yaptığı işleri pekala bilir.
- Hatta..
- Akrabaları arasında mutlaka bu
kurumlarda çalışanlar da vardır.
- Ya, babası eğitimcidir,
- Ya, amcası; sporcudur,
- Ya, dayısı bankacıdır...
- Durum böyle olunca bu işlerden parti
teşkilatlarının en az daire müdürleri kadar anlamaları tabiidir.
- İstinasız olarak bütün devlet
memurlarına istedikleri bir partiye (üye olma mecburiyeti
getirilmelidir.
- Bunun büyük faydaları olacaktır.
- Bir kere;
- Her memurun bir partiye (üye olduğu
takdirde, iktidara gelen parti bürokratik atamalarda hiçbir güçlük
çekmeyecektir.
- İktidara geldiğinde önüne parti
(üyelerinin listesini alacak ye kolaylıkla atamaları tamamlayacaktır.
- Müstahdeminden, genel müdürüne kadar
tüm atama ye tayinlerde “tam isabet’ kaydedilecektir.
- İkinci olarak;
- Her devrin adamı olan ve iktidara kim
gelinse ona yanaşan;
- Hacı yatmazlar,
- Lastik toplar,
- Yumuşak demirler,
- Kıvırcık salataları,
-
|
-
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
11 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
- DÖRT KÖŞE GAZETECİLİK
- Epey emek verdiğim bir çalışmam "Çorum Hakimiyet"
gazetesinde yayınlandı.
- Aynı gazetede birkaç "köşe"de de yazım çıktı.
- Bu yazı, "Çorumlu 2000" dergisinde yayın lanan ikinci
yazım.
- Bunları şunun için yazıyorum:
- Şahsıma sabit bir "köşe" tahsis edilmese de,
- Düzenli olarak yazmasam da,
- Neticede birkaç "köşe"de yazılarım yayınlanıyor.
- Ancak!..
- Garip bir durum var.
- O da şu:
- Ben, bir "köşe"de yazınca, maddi olarak "dört köşe"
olacağımı zannediyordum. Böyle bir şey olmadı.
- Çok satan gazetelerin köşe yazarlarına bakıyorum,
40-50 bin dolar ücret alıyorlar.
- Diyeceksiniz ki; senin yazdığın yayın organlarının
trajı, onların yazdığı yayın organlarının trajı kadar mı?
- Değil, tamam ama, bizim gibi nacizane yazmaya
çalışanların da hiç olmazsa birkaç bin dolar gibi cüz'i bir ücret
alması gerekmez mi?
- Bence gerekir!
- Böyle bir gereklilik olmasına rağmen yayın
organlarımızın değerli yöneticileri tarafından bu konu mevzubahis dahi
edilmiyor.
- Bu sebeple ben de durumu Basın Konseyi' nin "tatlı"
Başkanı Oktay Ekşi Bey'e intikal ettirmeyi düşünüyorum.
- Daha da önemli bir başka husus var:
- Değerli hemşerilerimiz tarafından, bize bir teşekkür
dahi çok görülürken,
- Bir çok gazeteci yüksek maaşlarının dışında,
tanındıkları için çeşitli avanta(j)lara sahip oluyorlar.
- Bizzat şahidi olduğum bir örnek vermek istiyorum:
- Bankacılık kesimine yakın olanlar bilirler;
- Bir dönem belli bankalar, belli şahıslara çok uygun
vadelerde ve çok uygun faizlerle kredi verdiler.
- Bu kredileri kullananların önemli bölümü, milletimizin
değerli bir kısım milletvekilleri ile güzide basınımızın saygıdeğer
bazı gazetecileriydi.
- İşin daha ilginç tarafı bu kredilerin büyük bölümü
tahsil edil(e)medi ve o belli bankaların zarar hanelerine yazıldı.
- Çünkü bu zatlar çok iyi tanınıp, bilinmeleri ne rağmen
nasıl olduysa(!) takip edil(e)medi.
- Banka Müfettişliği yaptığım dönemde, ünlü
gazetecilerden birinin tahsil edil(e)meyen kredisine, bizzat şahidim.
- O sıralarda da ünlüydü ama şimdi daha
da ünlü.
- Bu aralar çok satan bir gazetede başyazar.
- Televizyonda program yapıyor.
- Çeşitli "durum"larda "gözlem"de bulunan "civa" gibi
bir gazeteci.
- Tabii ki günün anlam ve önemine binaen rotbalanscı!
- Teftişte bulunduğum sırada, dosyası önüme geldiğinde
bir hayli şaşırmıştım.
- Çünkü dava takip bülteninde hatırlayabildiğim
kadarıyla mealen, şunlar yazılıydı:
- "İkametgahı tespit edilemediği ve mahallin de de
tanınmadığından, kredinin tahsil kabiliyeti yoktur."
- Şimdi,
- Durum böyleyken,
- Siz çıkacaksınız,
- Dürüstlük edebiyatı yapacaksınız,
- Millete ahlak dersleri vereceksiniz,
- Memleketin makus talihini düzeltmek için, rot-balans
tavsiyelerinde bulunacaksınız.
- Olur mu?
- Olur!
- Çünkü
- İnsanlar,
- Layık oldukları şekilde yönetildikleri gibi,
- Layık oldukları şekilde de yönlendiriliyorlar.
-
-
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
12 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
- BİR YAZARIMIZA CEVAP"A YAZARDAN CEVAP
- Çorumlu 2000 Dergisinin 7. Sayısında yayınlanan "Dört
Köşe Gazetecilik" başlıklı yazıma istinaden, derginin sahibi ve
mesul<1> müdürü<2> Sayın M. Selim Gürsel tarafından "Bir Yazarımıza
Cevap" başlığıyla bir yazı yayınlamıştır.
- Biz de bu yazımızda Sayın Gürsel'in
yazısını "irdelemeye" ve cevabını cevaplamaya çalışacağız.
- İlgi yazımda, yüksek tirajlı
gazetelerde, yüksek ücretle köşe yazarlığı yapan, milletin
değerlerinden uzak, kendilerinin ahlaki problemi olduğu halde millete
ahlak dersleri vermeye çalışan " dört köşe gazetecilileri" tenkit
etmiş ve bir "köşelik" yazarı da misal vermiştim. Bu arada naçizane
<3> benim gibi yazmaya çalışanların da ücret almadan yazdıklarından
bahisle, muhtelif tarihlerde yazılarımın yayınlandığı " Çorumlu 2000
" Dergisi ve "Çorum Hakimiyet" Gazetesine latifede bulunmuştum.
- Sayın Gürsel yazısını 5,6 ve 7.
Paragrafında şahsıma ithaf en;" 7. sayıda yayınladığım yazısını almaya
yanına gittiğim zaman, yazısının ses getireceğini söyleyerek tarafıma
verdi. Evet! Yazı oldukça açık ve netti ve benden bu sesi getirdi.
- Yazı hem nalına, hem mıhına vuran bir
tarzda yazılmıştı. Birinci taş " Çorum Hakimiyet" Gazetesi ile
"Çorumlu 2000" Dergisine nazikane umduğunu yazmış. Sonrada
bir anısında köşe yazarlarının birisinin nasıl köşelik olduğunu ima
etmiş.
- Herhalde; Çorum'da yayın yapan
gazetelerin ve derginin hangi şartlar altında yaşamaya çalıştığını
bilerek, şaka ile umduğunu yazmış. Verdiği yazısının yayınlanacağını
bile zannedersem ummuyordu ve bilirsiniz derler ki:"Her şakanın yüzde
yetmişi essahtır." Biz de bu şakayı ileriki yıllarda "esahlatırız."Demektedir.
- Sayın Gürsel derginin 7.sayısı için
yazımı almaya teşrif ettiklerinde, kendisine, yazının " ses
getireceğini" değil ama, farklı ve değişik bir yazı olduğu mealinde
ifadeler kullandım. Bunun sebebi ise "nal" ile değil,"mıh" ile
ilgilidir. "Mıh" da istihza ile tenkid edilen köşelik yazardır.
- Sayın Gürsel, 6. Paragrafta " nazikâne
umduğu" derken, 7. paragrafta "şaka ile umduğu" tabirini kullanmak
tadır. "Birinci taş" olarak ifade edilen “Çorum Hakimiyet" Gazetesi ve
"Çorumlu 2000" dergisi ile alakalı, ilgili yazımdaki "dokundurma" ne
"nazikane umduğum" , ne de " şaka ile umduğum" ile ilgilidir. Sadece
"nazikâne bir latifedir." . Bu latifedeki "essah" ise yine köşelik
yazardır.
- Sayın Gürsel'in de yazısında bahsettiği gibi "Çorum'da yayın yapan
gazetelerin ve dergilerin hangi şartlar altında yaşamaya çalıştığını"
bilen bir insanım. Kaldı ki Çorumlu 2000 Dergisinin yayınlanma
aşamasında; Sayın Gürsel'in de hatırlayacağı gibi çabalarını manen
teşvik ve takdir edenler arasındayım.
- Gelelim Sayın Gürsel'in yazısındaki
matematiksel hesaplarına;
- 1) 11 .paragrafta "telif ücreti
olarak istenilen birkaç bin dolar fiyata biz en azamisi olan 1000
doları esas alalım " deniyor. Bilindiği gibi birkaç bin doların
"azamisi" değil "asgarisi" bin dolar olmaktadır.
- 2) 10. Paragrafta "...1. sayıda
benim dışımda 14, 2. sayıda 14, 3. Sayıda benim dışımda 17, 4.
sayı-da benim dışımda 21, 5.sayıda be nim dışımda 22, 6. sayıda
benim dışımda 22, hemşerimiz yazı verme zahmetine girmişti.",
11. paragrafta ise "...küçük bir hesapla 1000 dolardan 1. sayıda
14.000 dolar, 2. sayıda 14.000 dolar, 3. Sayıda 18.00 dolar, 4.
sayıda 21.000 dolar, 5. sayıda 22.000 dolar, 6. Sayıda 22.000 dolar
toplam 111.000 dolar, derginin çıkmasından bugüne ortalama dolar
kurunun 360.000 olarak düşünürsek 34.200.000.-TL.
Etmekte..."denilmektedir.
- Eğer, 10 paragraftaki yazar sayıları doğruysa, 11. paragraftaki
çarpma ve toplama işlemleri yanlıştır. Çünkü toplam bedel 111.000
dolar değil, 110. 000 dolar yapmaktadır. Yine dolar kurunu, 10.
Paragrafta belirtildiği şekilde 360.000.TL. olarak düşünürsek toplamın
TL. karşılığı da 34.200.000.00.- TL.<4> değil, 39.600.000.000.- TL.
olması gerekmektedir. Kaldı ki Sayın Gürsel'in hesabına göre toplamı
111.000 dolar olarak kabul edersek dahi toplamın TL. karşılığı yine
34.200.000.000.- TL. değil, 39.960.000.000.- TL olmaktadır.
- Hesaplamadaki vahamet bunlarla da
kalmıyor. 13.paragrafta, Sayın Gürsel 34.200.000.000.-TL. dan da
vazgeçiyor, bu defa toplamın TL. karşılığı 33.000.000.000.- TL.
olarak belirtiyor.
- Bu durumda anlaşılıyor ki Sayın
Gürsel'in,"hesap makinesi"ni (*) derhal değiştirmesi gerekiyor.
- Sayın Gürsel,15.paragrafta çalıştığım
kurumun 200.000 dolar (hesaplamasına göre 72 Milyar TL.? reklam
parası vermesini talep ediyor. Burada taktire şayan husus var ki o da
şu : Sayın Gürsel'in yazısındaki matematiksel hesaplamalar içinde
hesap makinesinin doğru çalıştığı tek hesap bu. Gerçekten de 200.000
dolar ile 360.000.-Tl. yi çarptığınızda 72 Milyar TL. sonucunu
vermektedir.
- Sayın Gürsel'in mantığından yola
çıkarsak 72 Milyar TL. reklam parası sayın Gürsel'in "nazikane umduğu"
veya " şaka ile umduğunu" olmaktadır. Bu talebi "şaka ile umduğu"
olarak de derlendirdiğimizde ve yine Sayın Gürsel' e göre bu her
şakanın yüzde yetmişi "es sah" olduğuna, 72 Milyar TL. nin yüzde
yetmişi de 50.400.000.000-TL. yaptığına göre Sayın Gürsel "essah"
olarak 50.400.000.000.TL. talep ediyor demektir. Ancak Sayın Gürsel
bu talebini kendisini de pek "akla yakın" bulmuyor, bir sonraki
paragrafta "benim daha akla (!) yakın gelen iki teklifim var.
Bunlardan birisini seçmekte özgür (!) sünüz (ünlem işaretleri bana
aittir)" Diyerek o muhteşem tekliflerini sıralıyor:
- 1- yazarlarımızın ve çizerlerimizin
pek çoğu bilirler. Önceleri bizim gibi mahalli basında boy
gösterirler, sonra da yazıları ile yükselerek büyük tirajlı dergi veya
gazetede köşe yazarı olur 45-50.000 dolar alırlar ve yükselirler,
bizlerde gurur duyarak ; " Bak !" şu yazar var ya, zamanın behrinde fi
tarihinde bizim dergimiz-gazetemizde yazıları çıkardı diyerek
kulaklarını çınlatırız.
- 2- Ya da. Her yazınız yayınlandıkça
yayınlayan o yere birkaç on bin dolar yazılarınız yayınlansın diye
üste verirsiniz.”
- Bu akla (!) yakın gelen tekliflerden
birincisi için söyleyeceğim şey şudur: Şahsen benim, büyük tirajlı
gazetelerde yazı yazmak ve 45-50.000 dolar almak gibi bir özlemim yok.
Daha da önemlisi kulaklarımın sağlığı açısından çınlamasında büyük
fayda mülahaza ediyorum. Bununla birlikte eğer böyle özlemleri olan
yazar arkadaşlar var ise ve Sayın Gürsel de, dergideki dizgi
hatalarına önlem almaz ise, korkarım ki onların da " boy " gösterme
imkânı olmayacaktır.
- İkinci teklife gelince; "birkaç on-bin
<5>dolar"ın "asgarisi olan 10.000 dolar alır, derginin son sayısındaki
yazar sayısı olan 22 ile çarparsa 220.000 dolar sonucuna ulaşırız. TL.
karşılığını bulmak için de çıkan sonucu ortalama dolar kuru denilen
360.000.TL. Ile çarparsak 79.200.000.000-TL. yi elde ederiz. Bununda
"essah" olan "yüzde yetmiş"i 55.400.000.000.-TL.<6> eder. Her ay böyle
bir rakamın sayın Gürsel'in gelir hanesine girmesi, onun ruh
sağlığını bozacağı için bu vicdansızlığı yapmamamız gerektiğini
düşünüyorum.
- Görüldüğü gibi birinci teklif benim
kulak sağlığıma, ikinci teklif ise Sayın Gürsel'in ruh sağlığına
zararlı olmak tadır. Dolayısıyla ikimizin de sağlığı açısından her iki
teklifi de dikkate almamak gerektiği sonucuna ulaşıyoruz
- Konumuzla ilgisi yok ama bir
hikâyeyle <7> yazımızı bitirelim.
- Bir araştırmacı pireler üzerinde araştırma yapmaya
karar vermiş. Pireyi masanın üzerine koymuş ve "zıpla" demiş. Pire
zıplamış. Ve hemen notunu almış:
- " Masaya konulan pire zıpla komutuyla zıplamaktadır.”
- Daha sonra pirenin ayaklarını koparmış, pireyi yine
masanın üzerine koymuş ve "zıpla " demiş. Pirede herhangi bir hareket
olmadığını görmüş ve notunu almış:
- " Ayakları koparılan pirenin kulakları duymamaktadır.
-
- "(*) Hesap makinesi değiştirmesi gerekir " demem
samimiyetimdendir.
- Yazarımızın verdiği yazıdan itina ile bu yazım
hataları bulunmuş ve numaralanmıştır. Layzer yazıcı çıkışı bende
(Sayın Gürsel) de bulunmaktadır.
- <1>,<2>Mesul, Müdür orijinal yazıda küçük harflerle yazılmıştır.
<3> naçizane Ç harfi C olarak yazılmıştır. <4>Sonuç yazılırken
çoktandır kuruşların hesap edildiğinin unutulduğunu zannettiğim
000.00. TL (kuruş) Müdürümüz tarafından işlenmiştir. Bu yanlışlık
aynen yazılmamıştır. <5> yazarımız birleşik yazmıştır. <6> sonuç
yazarımıza aittir. 79.200.000.000X70:100=55.440.000.000. formülü
hatırlarsam böyle olmalıydı.<7> Yorum okuyucuya ait. Hikâye mi? Fıkra
mı? M. Selim GÜRSEL
-
-
|
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
13 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
- YAZARIMIZIN YENİ YAZISINA
CEVAP"A YAZARDAN CEVAP
- Sayın Gürsel, 10.sayıdaki yazımda 7 yazım ha tası
tespit etmiş, doğrudur. Kütüphane Müdürlüğünden gelen bir değerli
yayıncıyla bu konuda "âşık" atmanın güçlüğünü biliyorum. Kaldı ki
(haşa) hatadan münezzehlik gibi bir iddia sahibi de değilim.
- Ayrıca dil konusundaki tenkitlerin son
derece faydalı olacağı düşünce sindeyim. Ancak, Sayın Gürsel'in
yazısındaki "cümle" ve "imla" hataları; hem uzun sayfalar harcamamı
gerektireceğinden, hem de hatalarımın tespitine tepki gösterdiğim gibi
yanlış bir düşüncenin doğmasına sebebiyet verebileceğinden, bu yazının
konusu olmayacaktır. Fakat Sayın Gürsel'in "mana" hataları, bir ölçüde
bu yazının kapsamı içerisindedir.
- Bu mukaddimeden sonra Sayın Gürsel'in
tespit ettiği hatalar hakkında birkaç kelam etmek istiyorum:
- Sayın Gürsel'in değerli tespitleri
sonrasında "naciz" olarak bildiğim kelimenin doğrusunun "naçiz"
olduğunu öğrenmeme vesile olduğu için kendisine minnettarım.
- "Mesul" ve "Müdür" kelimelerinin baş
harfleri gerçekten de küçük yazılmıştır, doğrudur, yazım hatasıdır.
- "On bin" rakamı yazıyla bi(r)leşik
yazılmıştır. Doğrudur, fakat burada yazım hatası yoktur. Çünkü
rakamlar yazıyla, ayrı ayrı da, bi(r)leşik olarak da
yazılabilmektedir.
- "34.000.000.00.-TL" da bir "0" eksiktir, "55.400.000.000.-TL" da
ikinci "4" rakamı yerine "0" rakamı yazılmıştır. Her ikisi de
hatalıdır ve hatalar yine bana aittir. Her iki hata da "tapaj"
hatasıdır ve fakat "hesap" hatası değildir. Bu arada, Sayın Gürsel
79.200.000.000 x 70: 100=55.440.000.000.- formülünü (bence hesabını)
doğru olarak bulduğuna göre "Mekke Pazarı"ndan aldığı, "8 haneli 9
Riyallik" hesap makinesini çoktan değiştirdiği kanaatindeyim.
- Hikâye mi? Fıkra mı? Benim tercihim
hikâye. Ama fıkra da yanlış olmazdı. Yine de Sayın Gürsel' in
söylediği gibi yorum okuyucuya ait olsun.
- Yazım hataları ile ilgili üzüldüğüm bir hususu ifade
etmeden geçemeyeceğim. Sayın Gürsel tespit ettiği hataları belirtirken
benim bu hataları inkar edebileceğim zannıyla "Layzer yazıcı çıkışı
bende (Sayın Gürsel) de bulunmaktadır" şeklinde bir ifadede bulunuyor.
Bu suizan sebebiyle Sayın Gürsel'e teessüf ediyorum. Aramızdaki hukuka
istinaden Sayın Gürsel'in, hataları-mı "inkar" değil, bilakis "ikrar"
edeceğimi bilmesi gerekirdi diye düşünüyorum.
- Sayın Gürsel yazısının 3.paragrafında
"Yazarımıza lütfen bahsi geçen sayımızda yayımlanan yazısını
dikkatlice okumasını nazikâne öneririm. Nazikâne dememin gerekçesi ise
sorduğunuz soruya yine nazikâne bir cevap vermişiz" şeklinde pek de
"nazikâne" olmayan bir ifadede bulunuyor. Halbuki eğer benim7.sayıdaki
yazımı "itina" ile okuyabilseydi sorduğum soruya cevabı yine kendimin
verdiğini, verdiğim cevabın sonuna da (!) işareti koyduğumu
göreceklerdi. Hem yazının üslubundan, hem de (!) işaretinden sorunun
ve cevabın "nazikane bir latife"den ibaret olduğu gayet açıktır.
- 7.sayıdaki yazımın bir yerinde "...ben de duru mu
Basın Konseyi'nin "tatlı" Başkanı Oktay Ekşi Bey'e intikal ettirmeyi
düşünüyorum" şeklinde bir ifa de mevcut. Sayın Gürsel yazısının 4.
paragrafında bu ifadeyle ilgili olarak diyor ki: "...Yazarımız
yazısında bulunan "Basın Konseyinin tatlı..." Diye bahsettiğiniz
zat-ı muhtereme her halde geçen zaman dilimi içinde iletmişsinizdir.
İşte burada nazikâne bir istek şakaya kaçmaktadır ki; Çorum'da
"şakanın murtunu kaçırma" diye bir söz bulunmaktadır. Yazınızda siz
nazikâne isteğinizi şakayla karışık olarak birazda şikâyette
bulunacağınızdan bahsederek biraz "murt"unu kaçırmışsınız. Aynı
paragrafta ise: "...'nazikane latifedir'. Bu latifedeki ...'
Demişsiniz. Benim bu sözlerden anladığım ise; nezaket, şaka ve
latifeden anlamadığım gibi geldi ne dersiniz?" Şöyle derim: Evet!
Lütfen ve hemen, zihninizdeki "nezaket", "şaka" ve "latife"
kavramlarının manalarını tecdit edin.
- Sayın Gürsel yine 7.sayıdaki yazımı "itina" ile
okuyabilseydi, yazımdan eksik olarak iktibas ettiği tatlı kelimesinin
tırnak içerisinde yazıldığını görebilecek ve bu tırnak içerisindeki
tatlı kelimesinin bir sevgi ve takdir ifadesi olarak değil de, Oktay
Bey' in soyadı olan "ekşi"ye nazire olarak istihza saikıyla
kullanıldığını anlayacaktı. Anladığında da eminim ki; ne şakayla
karışık nazikâne bir istekten, ne de kaçırılan "murt"lardan
bahsedecekti. Yazı yazmaya devam ettiğim bir dergi ve gazeteyi, gayri
ciddi bulduğum bir kuruma ve sempati beslemediğim Başkanına ispiyon
etmeyi gayri ahla-ki bulduğumu ifade etmeme gerek olmamalıydı di-ye
düşünüyorum.
- Sayın Gürsel 5. paragrafta, yazımdaki "...Çorumlu
2000 dergisinin yayınlanma aşamasında; Sayın Gürsel'in de
hatırlayacağı gibi çabalarını manen teşvik ve takdir edenler
arasındayım" ifadesine alınganlık göstererek maddi konularda
açıklamalarda bulunuyor. Sonra da "Keşke benim çalışmalarım için
gösterdiğiniz ilgi ikimiz arasında kalsaydı. Pir Sultan Abdal'ın
müridine dediği gibi; "...dostun attığı gül yaralar beni"" diyor.
Sayın Gürsel Çorumlu 2000 dergisi için hakikaten büyük bir çaba
gösteriyor. Okumaya soğuk bakılan bir ortamda, dergiyi yaşatmak için
hem maddi sıkıntılar yaşıyor, hem de vaktini ve sağlığını harcıyor.
Ayda 500.000.- TL lık dergi parasını vermekten imtina eden "koca koca"
adamların düşük seviyeli tavırlarını yakından bilenlerdenim. Bu
sebeple Sayın Gürsel' in çabalarını başından beri olduğu gibi bundan
sonra da manen ve alenen teşvik ve takdir edenler arasında olacağım.
Bunu ifade etmenin yanlış değil bilakis doğru olduğu inancındayım.
Yanlış olan hadisenin maddi boyutunun Sayın Gürsel tarafından ifşa
edilmesi olduğunu düşünüyorum.
- Keşke Sayın Gürsel! Keşke! Bence hiç de önemli olmayan maddi boyut
ikimiz arasında kalsaydı. Dostun attığı gül yaralar, doğru, ya dostun
attığı, gülün dikeni ise o ne yapar, Sayın Gürsel?!
- Sayın Gürsel yazısının 6.paragrafında,
önce benim derginin tamamını okumadığım hususunda kinaye ile suizanda
bulunuyor, sonra da tamamını okuduğum zannıyla asgari ile azami
arasındaki farkı bilememesini daha önce dergide ifade ettiği ilkokul
mezunu olmasına bağlayarak normal karşılamamın gerektiğini belirtiyor.
Hâlbuki Sayın Gürsel doğru olanı yapıp- benim hatalarımı
numaralandırarak tespit ettiğine göre, bu konuda tahsilden kaynaklanan
bir zaafı söz konusu değil. Kendisinden beklenen, hatasını ikrar
ederek tashih etmek olmalıydı diye düşünüyorum.
- Sayın Gürsel 7.paragrafta "Olmayan bir hesap ta aramış
olduğunuz birkaç bin doların ne önemi olacaktır?" diyor ve Silifke
yaylalarındaki koyunlardan dem vuruyor. Sonra da "birkaç bin doların
hesabını sormanız, "mesleğinizin icabından olsa" gerek. Yine de bu
dikkatiniz "Dikkate" değer " diyor. Sayın Gürsel! Ben de diyorum ki;
sizin, hiç gereği yokken, olmayan bir hesabı, uzun uzun yapmanız
normal karşılanıyor da, neden benim bu hesaptaki hataları yazmam garip
karşılanıyor? Yoksa dergi sahipleri her istediğini yazabilir de,
yazarlar yazamazlar mı? Yoksa dergi sahiplerine her şey mübah,
yazarlara günah mı? Yoksa...?! Ayrıca, Sayın Gürsel! Size "hesap
sormak" benim haddim değildir. Böyle bir ifade kullanmanızı yine
yazımı "itina" ile okuyamamanıza veya yaptığınız bir sürç-i lisanı
derç etmenize bağlıyorum. Mesleğimin icaplarını icra etmeye gücümün
yettiğince çaba gösteriyorum. Ayrıntılara, becerebildiğimce dikkat
etmeye çalışıyorum. Çünkü, hayatın ve kainatın gerçeklerinin küçük
ayrıntı-larda gizli olduğunu düşünüyorum. Bu bakış açısın-da,
geçmişte yaptığım Müfettişliğin de bir katkısı olmuş tur. Ancak,önemli
ölçüde "mesleğimin icabı değil", "fıtratımın icabı" olsa gerek. Kaldı
ki, asli anlamıyla, yap-tığım işin de meslek olmadığını düşünüyorum.
- Sayın Gürsel'in 8.paragrafta ifade ettiği sıkıntı-ları
bilenlerdenim. Bir an önce "belinin doğrulmasını" canü gönülden
temenni ediyorum. Sayın Gürsel'in içtiği "soğuk su"yu ise bilmiyorum.
Ancak Sayın Gürsel söylediği için doğru olduğuna inanıyorum.
- Sayın Gürsel, yazısının 10 - 12. paragraflarında,
yazısını tekrar okumamı salık verdikten sonra, "ikrar" ettiğimi
değiştirip "deforme" etmememi istiyor ve dergiyi kaybetmiş
olabileceğimden bahsediyor. Ben de soruyorum: Bu suizan niye? Ne zaman
"ikrar"ımı "deforme" ettiğimi gördünüz, lütfen açıklar mısınız, Sayın
Gürsel?!
- Sayın Gürsel, 7. sayıda benim çalıştığım kurumdan 72
Milyar TL. reklam parası talep ettiğini tekrarlıyor, bunda "umut" veya
"şaka" değil, bir "gerçekçilik" var değil mi diye soruyor. Öncelikle
şunu söylemeliyim: Talep edilen rakam bir "umut"tur. Umut bir
beklentidir. "Gerçek" ise realitedir, olandır. Zannediyorum Sayın
Gürsel' in buradaki kastı, talebinin, "şaka" değil "gerçekleşmesi
mümkün" bir "umut" olduğudur. Ben de diyorum ki; keşke imkân olsa,
Sayın Gürsel'e 72 Milyar değil,172 Milyar TL. lık reklam verebilsem de
bu "umut", "gerçek"leşse. Bu konuda yetkimin olmadığını müteaddit
defalar Sayın Gürsel'e söylememe ve bu konudaki samimiyetimi bildiğini
tahmin etmeme rağmen, talepte ki "gerçekçiliği" anlamak mümkün
değildir. Kaldı ki, Sayın Gürsel 7.sayıda bu talebi yaptıktan hemen
sonraki paragrafta, "Fakat Çorumlu 2000 olarak benim daha akla yakın
gelen iki teklifim var..." diyerek, kendi talebini kendisi de pek akla
yakın bulmadığını zımmen ifade ediyor.
- Sayın Gürsel 13.paragrafta, benim 7.sayıdaki yazımda
köşe dönülecek bir telif isteği ile aynı köşe dönme doğrultusunda
"küçük bir isteğin"in "zoruma" gitmesin diye iki öneri sunmasında ne
gibi bir yanlışlık bulduğumu soruyor. Öncelikle şu hususu
belirtmeliyim ki; başından beri ısrarla, müteaddit defalar mükerreren
ifade ettiğim gibi; ne "köşe dönme", ne de hakiki manada "telif"
talebim mevcut değildir. Sayın Gürsel' in talebindeki yanlışlıkları
ise önceki yazımda belirttiğimden tekrarı lüzumsuz görüyorum.
Sakıncalar hususunda ise "deneyim"im olmamakla birlikte "gözlem"lerim
mevcut tur. Belirli gelir düzeyine sahip insanlar, birden, çok yüksek
bir servete sahip olduklarında ruh sağlıklarını ve huzurlarını
kaybetmektedirler. Eğer Sayın Gürsel, Milli Piyango, Spor Toto, Spor
Loto gibi talih oyunlarından büyük paralar kazananları rasat etme
imkanını bulsaydı, eminim ki bu konudaki görüşlerimi tenkit değil,
teyit edecekti. Her ne kadar Sayın Gürsel denemek için sakınca
görmüyorum diyorsa da, denenmişi denemenin doğru olmadığını düşünüyor
ve denememesini tavsiye ediyorum. Kaldı ki, ben de kendisine, bu
denemeyi yaptırma imkânına sahip değilim.
- Sayın Gürsel yine aynı paragrafta dolar kurunu sabit
olarak almamı tenkit ederek, "köprülerin al-tından çok suların
geçtiğini", kurların değiştiğini, kendisine maddi açıdan "yazık"
edildiğini ifade ediyor. Dergide yayınlanan aylık döviz bültenlerine
göre ortalama kur bulmam gerektiğini belirtiyor. Tabii ki, ortalama
döviz kuru alınabilirdi. Almayı düşünseydim, işim hasebiyle dergiye
bakmadan da bu hesabı yapabilirdim. Fakat ben, Sayın Gürsel' in kendi
hesabına baz aldığı kurları kullanmayı, abartı yapmamak için daha
doğru buldum. Yine de bu "sanal" hesapta yaptığım haksızlıktan dolayı
özür beyan ederim.
- "Kulak çınlama"sı hususundaki izahatlara müteşekkirim
ve "hayra" çınlatılan kulağa da bir itirazım yok. Ancak, 7.sayıdaki
yazımda anlatmaya çalıştığım, "köşelik" yazarı anarken benim onun
kulaklarını çınlat-tığım gibi, bir başkasının da benim kulaklarımı
çınlatmasının kulaklarımın sağlığına teşbihen zararlı olduğu
düşüncesindeyim.
- Sayın Gürsel! Hatalarımı numaralandırarak tespit
etmeniz beni rahatsız etmemiştir. Yazımın başında da ifade ettiğim
gibi rahatsız edici olan hatalarımı inkar edeceğim suizannıyla Layzer
yazıcı çıkışının kendinizde olduğunun belirtilmesidir. Şahsi kanaatim
odur ki; bu tür hata tespitleri mümkün olduğunca bundan sonra da
yapılmalıdır. Böylece hem hatalarımızı düzeltme, hem de doğrusunu
öğrenme imkânına kavuşmuş oluruz diye düşünüyorum. Hatasız insan
olmadığı, tek başınıza büyük bir gayretle meşakkatli bir çalışma
içerisin de olduğunuz hepimizin malumudur. Ancak sizin de be-nim gibi
düşünerek, hatalarınızı, başkalarının varsayım sal hataları ile
kapatmaya çalışmak yerine, "ikrar" ederek "tashih"ine çalışmanızı
temenni ediyorum. Yine de, sizi rahatlatacaksa söyleyeyim ki, sizin
yerinizde olsam herhalde sizden daha fazla hata yapardım. Fakat
tenkidinden rahatsız olmaz, "asgari" hale getirmeye çalışırdım.
- Sayın Gürsel, 15.paragrafta, "(!) işareti her yerde
kullanılabilir mi?" diye soruyor. Tabii ki, ünlem işareti her zaman
ve her yerde kullanılamaz. Kullanıldığı yerlerde ise önemli bir vazife
ifa ettiği açıktır. Bazen ünlemin anlamını iyi ifade etmesi için
iktibaslarda da kullanılması icap etmektedir. İktibaslarda
kullanıldığında da parantez içerisine alınmaktadır. Bu sebeple
ünlemler Sayın Gürsel' den yapılan iktibaslarda ve doğru yerlerde
kullanılmıştır. Ünlem işareti eğer iktibaslarda kullanılıyorsa, bunun
yazının aslında olmadığının belirtilmesi, iktibas edilen yazara
gösterilmesi gereken saygının gereğidir ve bu yapılmıştır.
İktibaslarda yoğun olarak kullanılan ünlem işaretine Sayın Gürsel'in
tepkisini hayretle karşıladığımı itiraf etmeliyim. Tekrar, zor olmazdı
ama lüzumsuz olurdu. Bu arada bilgisayardaki "kop yala" komutu ile
ilgili bilgiye hassaten teşekkür ediyorum.
- Sayın Gürsel, 10.sayıda yayınlanan
yazımda bulduğu hataları belirtirken "yazarımızın verdiği yazıdan
itina ile bu yazım hataları bulunmuş ve numaralanmıştır" diyor. Sayın
Gürsel' e yazımı "itina"ile okuduğu için teşekkür ederim. Eğer, Sayın
Gürsel, "imla"ya gösterdiği bu "itina"yı, "mana"ya da gösterseydi zan
ediyorum ki, sonraki karşılıklı yazışmalar olmayacaktı. Şu hususu tüm
samimiyetimle ifade etmek isterim ki; 7.sayıda yayınlanan "Dört Köşe
Gazetecilik" başlıklı yazıma Sayın Gürsel' in cevap verme ihtiyacı
duyacağı hiç aklıma gelmemişti. Çünkü Sayın Gürsel' in cevaplamasını
gerektiren bir husus yoktu. Yazı "köşelik" bir yazarı istihza ile
tenkit etmek amacına matuf idi. Bu arada "Çorumlu 2000 Dergisi" ve
"Çorum Hakimiyet Gazetesi"ne de küçük latifeler yapılmıştı. Latifeler
ga-yet "latif" idi ve "murt"ları da yerindeydi, kaçmamıştı. Eğer Sayın
Gürsel bu yazıya ithafen yazdığı cevabi yazısını "itina" ile tekrar
okursa görecektir ki bütün "murt"lar "kaçak" durumuna düşmüştür.
- 7.sayıda yayınlanan yazımı Sayın Gürsel' e teslim ettikten sonra
ve dergi basılmadan önce kendi yazımın ve cevabi yazısının bilgisayar
çıktısını bana gönderdi. Yazısını okuyunca şaşırdığımı itiraf
etmeliyim. Kendisini aradığımda, yazıyı latife olarak yazdığını,
çıktının yazısının bir kısmı olduğunu (Sayın Gürsel' in 7.sayıdaki
yazısında dikkat edilirse dipnot olarak "Atilla demem
samimiyetimdendir" ifadesi mevcuttur. Yazıda Atilla kelimesi
geçmediğinden gerçekten de dergide de yayınlanan yazının bütünün bir
parçası olduğu izle-nimi vermektedir), ve dergiye basmayacağını ifade
etti. Ben de, istiyorsa yayınlamasında bir mahsur olmadığını, ancak,
bana da cevap hakkı doğacağını söyledim. Yazışmaların başlangıcı böyle
olmuştur.
- Sayın Gürsel, "maksat üzüm yemek
değil, bağcıyı dövmek" diyorsunuz. Yanılıyorsunuz. Maksat ne üzüm
yemek, ne de bağcıyı dövmek. Maksat tarafıma yapılan haksız ve
adaletsiz taarruza karşı müdafaa-i nefse çalışmaktır.
- Sayın Gürsel! Yazıdaki hikâye, sizin
hesap hatalarınız sebebiyle değil, başkasına yapılan tenkidi, yanlış
tefsir etmeniz sebebiyle anlatılmıştır.
- Sayın Gürsel! Babanızı hayırla yad
ediyorum. Gerçekten çok doğru söylemiş, aynen katılıyorum. Ben de
belirtilen şekilde hareket etmeye çalışıyorum. Sizden, 7.sayıdaki
yazınızı "itina" ile tekrar okumanızı istirham ediyor ve sonra da
soruyorum: Acaba o yazınızı, babanızın öğüdüne uygun buluyor musunuz?
- İtiraf etmeliyim ki; insan olmam
hasebiyle yazılarıma nefsaniyet mutlaka giriyordur. Bununla beraber
karşılıklı yazışmaların müsebbibi olmadığımı düşünüyorum.
- Fuzuli diyor ki:
- Hal müşkildür anda kim bir ola, Sahib-i hükm ü sahib-i da'va.
- (Karar sahibi ile dava sahibi aynı olunca duru-mu çözmek gerçekten
zor olur.)
- Tahkime ne dersiniz?
- Yine de;
- Cem Sultan' ın dediği gibi:
- Cefalarun bana bildüm vefa imiş iy dost
- Bu fikri kim ben iderdüm hata imiş iy dost.
- (Bana cefa yaptığını düşünüyordum, bu hata imiş, Ey dost,
cefalarının bana vefa olduğunu anladım.)
- Sayın Gürsel' i seviyorum ve saygı
duyuyorum. Çabalarını da naçizane teşvik ve takdir ediyorum. Etmeye de
devam edeceğimi alenen beyan ediyorum. Vesselam..!
-
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
14 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
- İNSAN VE HAYVAN
- Çorumlu 2000 Dergisinin eski
yazarlarından olduğumu söylememde herhalde bir mahsur yoktur. Dergide
ilkyazım 6. Sayıda, Ocak 1999’da çıkmış. Aradan neredeyse 21 sene
geçmiş. Zaman su misali! Dergiye yazdığım son yazıdan sonra herhangi
bir dergi ve gazeteye yazı yazmadım. Dolayısıyla bu yazı benim 21 sene
sonraki ilkyazım!
- Bu sayı dergimizin son sayısı imiş!
Her şeyin bir sonu var. İnşallah Mahmut Bey, yeni projelere başlar,
bizi yeniden “köşe” sahibi yapar! “Dört köşe” değil, tek köşe yeter de
artar bile.
- Bir dostum: problem çıkartacak bir
yazı yazma diye ikaz etti beni! Ben yazı âleminin dışında, o çok
içinde olduğu için mutlaka bir bildiği vardır diye bir şey söylemedim.
Zor zamanlarda yazmıştım, böyle bir ikazı hatırlamıyorum. Herhalde
yaşlandığım için ikaz etme gereği duydu, teşekkür ediyorum. Bu ikazı
dikkate aldığımı ifade etmeliyim.
- İlkyazım Tavuk ve İnsan başlığı ile
yayınlanmış, https://gurselyayin.com/1-63/corumlu006-00.htm#sayi006adnanilhan
psikolojik tahlil denemesi idi. Bu son yazıda insanın insana
yaptıklarını yazsam problem olur belki, ben de insanın hayvana
yaptıklarını yazayım diye düşündüm. Bu sefer bu yazıdan da kinaye ile
başka anlamlar çıkartanlar olabileceği aklıma geldi. O halde tamamen
iktibas, alıntı yaparsam bir problem çıkmaz zannediyorum.
- Aşağıdaki örnekler gerçek mi, onu da
bilmem mümkün değil. Şahsen ben gerçek olmadığı kanaatindeyim!
- Ey okuyucu!
- İki tırnak içerisinde yani “ “
yazılanlar bana ait cümleler değildir. “Hayvanlardan Tanrılara/Sapiens-İnsan
Türünün Kısa Bir Tarihi/Yuval Noah Harari”ye aittir. Yazar yabancı,
örnekler yurt dışından verildiği için bizim ülkemizde bu tür örneklere
rastlamak tabii ki mümkün değildir!
- “Pek çok Yeni Gine toplumunda, bir
insanın zenginliği sahip olduğu domuz sayısıyla ölçülür. Kuzey Yeni
Gine'deki çiftçiler, domuzların kaçmamalarını garanti altına almak
için burunlarından büyükçe bir parçayı keserler. Domuz koklamaya
çalıştıkça müthiş bir acı verir bu. Domuzlar koklamadan yiyeceklerini
hatta gidecekleri yönü bile bulamadıklarından, sahiplerine tamamen
bağımlı hâle gelirler. Yeni Gine'deki bir başka bölgede domuzların
gözünü çıkarmak âdet haline gelmiştir, bunun amacı da hayvanların
nereye gittiğini görememesidir.”
- “Hayvanlara istediğini yaptırmak için
süt endüstrisinin de kendi yöntemleri var. İnekler, keçiler ve
koyunlar ancak yavruladıktan sonra ve ancak bu yavrular emdiği sürece
süt üretirler. Hayvanın süt üretimini devam ettirmesi için çiftçinin
elinde bu yavrulardan bulunması fakat yavrular tüm sütü tüketmeden
çiftçinin bunu engellemesi gerekmektedir. Tarih boyunca yaygın olarak
kullanılan yöntemlerden biri, yavruları doğumdan kısa süre sonra
kesmek, annenin tüm sütünü sağmak ve sonra tekrar hamile bırakmaktır.
Bu hâlâ çok kullanılan bir yöntemdir. Pek çok modern süt çiftliğinde,
süt inekleri kesilmeden önce yaklaşık beş yıl yaşar. Bu beş yıl
boyunca inek neredeyse hep hamiledir ve doğum yaptıktan sonraki 60-120
gün boyunca azami süt üretimini sağlamak için özel olarak beslenir.
Doğumdan kısa süre sonra buzağılar anneden ayrılır. Dişiler bir
sonraki süt ineği nesli olmak üzere yetiştirilir, erkeklerse et
endüstrisine verilir.
- Diğer bir yöntem de yavruları
annelerinin yanında tutmak ama çok fazla süt emmelerini çeşitli
yöntemlerle engellemektir. Bunu yapmanın en basit yolu yavrunun süt
emmeye başlamasına izin verip süt gelir gelmez yavruyu çekmektir. Bu
yöntem genellikle hem yavrudan hem de anneden tepki görür. Bazı çoban
kabileleri yavruyu öldürüp etini yer, derisini de doldururdu. İçi
doldurulmuş yavru derisi anneye gösterilerek süt üretiminin artması
sağlanırdı. Sudan'daki Nuer kabilesi doldurulmuş hayvanlara annenin
idrarından sürerek bu sahte yavrulara tanıdık bir koku verecek kadar
işi ilerletmişti. Bir başka Nuer tekniği de, yavrunun ağzının
kenarlarına boynuzlar takıp annenin canını yakmak ve emzirmeye itiraz
etmesini sağlamaktı. Sahra'da deve yetiştiren Tuaregler de yavru
develerin üst dudağını ve burnunun bir kısmını kesip veya yaralayıp
süt emmeyi acı verici bir hâle getirerek fazla süt tüketmelerini
önleme yöntemini geliştirmişti.”
- “Endüstriyel et çiftliğindeki bir
buzağı, doğumdan hemen sonra annesinden ayrılarak vücudundan çok da
büyük olmayan ufacık bir kafese koyulur ve bütün hayatını burada
geçirir (ortalama dört ay). Kafesten asla çıkmaz, kaslarının
gelişmemesi için diğer buzağılarla oynamasına veya yürümesine de izin
verilmez, çünkü yumuşak kaslar yumuşak ve sulu biftekler demektir.
Buzağının ilk defa yürüme, kaslarını esnetme ve diğer buzağılarla
temas kurma fırsatı kesimhaneye giderken olur. Evrimsel anlamda buzağı
tarih boyunca yaşamış en başarılı türlerden biridir. Fakat aynı
zamanda gezegendeki en zavallı hayvanlardan da biridir.”
- “Yabancı” insanların hayvanlara neler yaptıklarına yazardan
örnekler verdim. Aslında yapmayacaktım ama dayanamadım bir de “yabancı
erkek-kadın” ilişkileri ile ilgili yine aynı yazardan bir alıntı
yaparak yazıyı hitama erdireyim;
- “İngiltere Kralı I. Edward (1237-1307)
ve karısı Kraliçe Eleanor (1241-1290) iyi bir örnektir. Çocukları,
ortaçağda mümkün olabilecek en iyi koşullarda büyüyor ve en iyi
şekilde besleniyordu. Saraylarda yaşıyor, istedikleri kadar gıda
tüketebiliyorlardı, sıcak tutan kıyafetleri vardı, yakacakları boldu,
mümkün olan en temiz sudan içiyorlardı, bir hizmetliler ordusu onlara
hizmet ediyordu ve en iyi doktorlar da emirlerindeydi. Kayıtlar
Kraliçe Eleanor'un 1255'le 1284 arasında 16 çocuk doğurduğunu yazar:
- 1-Adı bilinmeyen bir kız çocuğu 1255'te doğumda öldü.
- 2- Catherine adında bir kız çocuğu 1 ya da 3 yaşında öldü.
- 3- Joan, diğer bir kız çocuğu 6 aylıkken öldü.
- 4- John adında bir erkek çocuğu 5 yaşında öldü.
- 5- Henry, 6 yaşında öldü.
- 6- Eleanor adlı kız çocuğu 29 yaşında öldü.
- 7- Adı bilinmeyen başka bir kızı 5 aylıkken hayatını kaybetti.
- 8- Joan 35 yaşında öldü.
- 9- Alphonso 10 yaşında öldü.
- 10- Margaret 58 yaşında öldü.
- 11- Berengeria isimli bir kız çocuğu 2 yaşında öldü.
- 12- Diğer bir adı bilinmeyen kızı doğumdan kısa süre sonra öldü.
- 13- Mary adlı kızı 53 yaşında öldü.
- 14- Adı bilinmeyen bir erkek çocuğu, doğumdan hemen sonra öldü.
- 15- Elizabeth 34 yaşında öldü.
- 16- Edward adında bir oğlan çocuğu.
- En gençleri olan Edward, çocukluğun
tehlikeli yıllarında hayatta kalabilen ilk erkekti ve babasının
ölümünden sonra Kral II. Edward olarak İngiliz tahtına çıktı. Başka
bir deyişle, Eleanor'un bir İngiliz kraliçesinin en önemli görevi olan
kocasına bir veliaht verebilmesi için 16 kez doğurması gerekmişti. II.
Edward'ın annesi muhtemelen olağanüstü sabırlı ve dayanıklı bir
kadındı. Edward'ın kendisine eş olarak seçtiği Fransız Isabella ise
öyle değildi:
- Isabella, Edward 43 yaşındayken onu öldürdü.”
-
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
|
|
|
|
BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR! |
Hazırlayan
Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi corumlu2000@gmail.com |
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
|
Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL
adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM |
Hukuka, Yasalara,
Telif ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir. |
|
|
|
|
|
|
|