|
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
Hazırlayan
Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi corumlu2000@gmail.com |
|
|
|
Mahmut Selim GÜRSEL TAKDİM
Hayat Hikayesi
BERİM HÜZÜNLERİM
HÜZÜNLERİN TERAZİSİ
TESADÜF
GELECEĞİN
ATLILARI İÇİN TEMEL SÜVARİ EĞİTİMİ MAHİYETİNDE AFORİZMATİK
ULUMALARDIR.
TAŞRADA İNTİHARA HAZIRLANAN BİR FARE
|
|
|
Çalışma TELİF ESERİDİR izin almadan
kullanmayınız! |
Hazırlayan Mahmut Selim
GÜRSEL |
corumlu2000@gmail.com
|
Sitemiz ve yazarlarımız;hukuka, yasalara, telif
haklarına ve kişilik haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir. |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
01 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
KİTAP ismi Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
TAKDİM
Bir kitabın doğması, o kitabı yazmaya kalkan kişinin amacına ve
bilgi birikimine göre değerlendirilmesi uygun olarak
görülmelidir.
Elinizde bulunan bu çalışmanın sizlere ulaşması için günlerini
veren bu çabası için şükranlarımı sunarken, bu çalışmada da
benim ufacık bir katkımın da bulunması beni bahtiyar etmiştir.
Bu
çalışma ile sizlerde bazı bilgileri edinmiş ve faydalanmış
olarak uzun yılların birikimlerinden aydınlanacağınızı
göreceksiniz.
Bilgi; yazılmadıkça kaybolmaya açık birikimlerdir. Her insan bir
kitaptır; onu okumamız gereklidir.
Tanımadığımız ve anlamadığımız kişiler hakkında nasıl kararlar
veremezsek; bir çalışmayı da incelemeden, okumadan karar
veremeyiz.
Mahmut Selim GÜRSEL
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
02 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
|
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
Bora ATILGAN |
-
İzmir 'de doğdu. İlköğrenimini ve orta öğrenimini burada tamamladı.
Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi'nden 2008 de
mezun oldu.
Yayınevimizin sanal yayınlanmış dergilerinde yazıları
bulunmaktadır.
|
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
03 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
BENİM HÜZÜNLERİM
Bitkin bir hüzün benimkisi. Kurumuş
ağaçların gölgesinden beslenir. Nasıl ki kişi yalnızlığının kuytusunu
seçerse bu hüzün de seçilmiş bir bitkinliktir. Kimin gölgesinde kaldıysa
onun şeklini alan bu hüzün yüzyıllık bir yalnızlıktan arta kalan belli
belirsiz suskunlukların karanlık düşüdür.
Suskun bir hüzün benimkisi. Nice
dilsizin dilinden alınarak dilsizlerin dili olmaya aday olmuştur.
Suskunluğunu arkasından sürükleyip gelirken tozu dumana kattığı yollarda
arkasından gelenleri görememiş ve hep tek başına olduğunu düşünerek
yüzyıllarca yürümüştür. Yürüdüğü yolların yolcusu olup yüzlerce yerleşik
yolcuya yol olmuştur.
Kırgın bir hüzün benimkisi. İnsanlığın
yaşadığı her kırılmada sadece o zedelenmiş, kaybedilmiş düşlerin kırgını
olması için ikna edilmeye çalışılmış fakat bir türlü kandırılamamıştır.
Yalancıların düzen tuttuğu bütün bağlama sohbetlerinde kara düzen
bağlamasıyla boy gösterip edep erken adına söz söylemiş ve bade
içmiştir.
Yorgun bir hüzün benimkisi. Senelerce
didinerek kurduğu kalabalıkların ortasında üzüntüyü ve yalnızlığı tatmış
güleç yüzleriyle yüceltici tavırlar sergileyen insanlara inanan
yönlerine kendini teslim etmiştir. Yorgunluğun uykusunu gecelerin
karanlık yüzlerinde yaşamaya çalışsa da başarısızlığını umudum
gözlerinde okumuş ve yıldığını hissetmiştir.
Yalçın bir hüzün benimkisi. Yüksek
kayalardan kendini atarak insan denen yaratığın bendini aşmaya çalışmış
her denemesinde başarısız olduğunu görüp umutsuzluğa kapılmış ama yine
de heybetini korumayı bilmiştir. Yüzyılların yozlaştırmayı başardığı
nice yalçın düşlerin içinde deniz feneri gibi parlayan benim hüznüm
yalçın kavramının soysuzlaştırıldığı küresel güllerin bostanında yerli
üretim bir lale olup kısa süreli de olsa açmayı başarabilmiştir.
Olgun bir hüzün benimkisi. Her türlü
zamana ve mekâna alışkın bir yapısı olmakla birlikte içini girdiği her
kabın şeklini alamamış bu nedenle de hiçbir kabın kapağı olmayı
becerememiştir. Küf tutmaya başladığı gün de hurdaya çıkarılmıştır.
Hüzünlerin ikinci el piyasasına bomba gibi düşerek fiyat kırmış, çok
ucuza gittiğini bilmesine rağmen ağırbaşlılığından taviz vermeyerek
kaderine boyun eğmiştir.
Hırçın bir hüzün benimkisi. Yırtıcı
kuşların kanatlarından baktığı dünyayı yorumlamaya çalışırken hep büyük
bir aynaya yansımış olan kendi görüntüsüne bakarak övünmüştür.
Ateşliliğini borçlu olduğu bu yansıma sonucu giriştiği her kavgada
yenilen taraf olma zorunda kaldığından ateşini kendine ve
çevresindekilere saklamıştır.
Zengin bir hüzün benimkisi. Kesesinin
deliklerini çam sakızları ile sıvarken ibrişimleri gücendirdiğinin
farkına varmamış ve kesesinden daha fazla altın kaybetmiştir. Varlığı
nedeniyle kimseyi aşağılamamış bu nedenle de aşağılamadığı diğer
duygular tarafından enayi yerine koyulmuştur. Zengin sözcüğüne yakınlık
duyamayan bir kişilikte yaşamaya çalışırken ruhunun zenginliği ile o
kişilik arasında olumlu bir bağ sezmiş ve rahatlamış bir biçimde
mutluluğun tadına varmıştır.
Bütün bunlar benim özge cemalleri
tertemiz hüzünlerimdir. Aralarında asi, yılmaz, dinç olanları da
vardır. Kim bilebilir ki? Bildiğimizi sandığımız birçok şeyi
bilmediğimizin farkına varma durumunu yaşayıp da bütün bu hüzünleri
doğru tanımladığını savlayan bir kişilik yaratmak elbette çok zordur.
Böcekleşen insanın evrensel dönüşüm süreci içinde varlığımızı yapısal
kökeninden uzaklaştırarak açıklamaya çalışma gayretinin çarpıklığı ilk
anda göze çarpmamaktadır.
Kimi zamanlarımı yalnızlığın kumsalında
umutsuz beklentilerimi tatmin etmek amacıyla hızlı ve anlamsız yaşama
gereğini duymaktaydım. Kimsesizce bitkin nice hüzünlerimi teselli etmeye
çabalarken kendimin bile kuytusunda kaldığımı fark ettim. Hüzünlerim hep
aynı yalnızlığın kumsalında yüzen ve boğulmamak için devamlı mücadele
eden bir yorgun denizciydiler. Birçok büyük okyanusu yüzerek aşıp
gelmişler defalarca ölümle yüz yüze gelmişler ve neticede bu güne
ulaşmışlar.
Ben bütün bunların farkına sonradan
vardım. Farkındalığın değerini de böylece anladım. Bizlere dayatılan tüm
hüzünler küreselleşen dünyanın soyut ve yozlaşmış değerlerini yüklenmeye
çalışan pespayelerdi. Biz ise bunun farkına varmış olsak dahi bir şeyler
yapamamaktan, bu gidişe bir son verememekten büyük bir üzüntü
duymaktaydık. Yapay nice gülleri koklamamız istenmekteydi bizden. Bir
bahçenin güllerini koklamak isterken onlar bize plastik dünyalarının
yapay güllerini sunmaktaydılar. Ben ve hüzünlerim. Yani biz .
Tanıtlanmış bir aşkın yoz güllerini bile bile devşirmeye mahkûm
edilmiştik.
Benim hüzünlerimin de çarpık olması
olağandır. Onlar benim hüzünlerim. Çelişik bir kişilikte çekimser kalmış
birçok duygunun bir köşesine ilişmiş seferi hüzünlerim. Hangi dalın
okunmuş güllerisiniz siz ve ben niçin yıkılmış nice düşlerin mıcır ve
moloz dolu kumsallarında güneşin tutulduğu bir günde bronzlaşmaya
çalışmaktayım.
Bu benim hüznümdür, duyun ey ahali!
Çelişik bir hüzün benimkisi.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
04 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
HÜZÜNLERİN TERAZİSİ
Tartarak aşamadığınız kütle
problemlerini ölçeceğiniz bir alanın olmasını mutlaka istersiniz.
Kütlesel bir problem olmadığını kesinlikle bildiğiniz duygusal
sorunların bile ağırlığını tartabileceğiniz hassaslıkta terazilerin
olmasını mutlaka istersiniz. Ne garip ki bunu ben de isterim. Geceler
boyu yalnızlığınızı körükleyen ve ağırlığıyla boynunuza vurulmuş bir
prangayı andıran hüzünleriniz ölçü tutmaz olur. Üzülmek çare değildir
çoğu zaman; çünkü üzülerek aşamazsınız hüzünlerinizi. Beklersiniz, ‘’O’’
gelsin diye türlü batıl çareler aramaya başlarsınız ve o bir türlü
gelmez. Bekleyen olmak beklenen olmaktan daha iyidir bazen. Bekleyişin
verdiği acılar ile berkleşen yüreğiniz en sert aşkların acılarına
hazırlıklı hale gelir. Bunu bu kadar akılcılaştırmak doğru mudur peki?
Yani iki kere ikinin dört olduğu gerçeği kadar belirgin midir acıların
insan yüreğini berkleştirdiği? Sanmıyorum. Hayatımızın birçok alanını
kaplayan bu tanımlanmış duygular, piyasanın göbeğinde en müstehcen
biçimde pazarlanıyor zaten. Bizler bize sunulan duygulardan en rağbet
edilenlerini seçmeye çalışıyoruz. Bir boy büyüğünü alıyoruz seneye de
olsun diye; ama hiçbir zaman seneye de kullanamıyoruz bu duygularımızı;
çünkü modası geçmiş oluyor bir sonraki sene geldiğinde. Şekillere
bağımlı bu duyguların kendilerini şekillerle ifade etme çabası çoğu
zaman çok gülünç oluyor; eğlencelik izlence hissi veren hüzünlerin
poşetlenmiş Pazar hali satılan değerlerin içinde satılmışlık mertebesine
kadar düşen bu duyguları mizahın terazisinde tartıyor.
Tartımı ayarladım, yalan yanlış ölçse de
hüzünlerimi bu tartının verileriyle yolumda yürümeye devam edeceğim.
Hüzünlüyüm desen burada oldukça basit ve estetikten yoksun bir iç dökme
olur diye düşünüyorum. Zaten ben genellikle düşünüyorum. Descartes’in
dediği gibi var olmayı da bir başarabilsem herhangi bir sorunum
kalmayacak. Hüzünlerimin mutlaka mantıklı bir nedeni vardır; ancak ben
bu mantığı kuranların bilişsel düzeyine erişmiş miyim bilemiyorum.
Mantığınım durduğu bir nokta olmasını da istemiyorum bu durumun. Akıp
gitmeli düşüncelerim hüzün deyince. Anlamalıyım, anlamlandırmalıyım,
kendime göre bir tanımını yapabilmeliyim hüzünlerimin. Hüzün sözcüğüne
eklediğim bu iyelik ekinin bir anlamı olmalı işte. O’nu
anlamlandırmalıyım. Nice saf duygunun ehliyetsiz ellerde harcandığı,
birçok hassas insanın hassas sıfatını kazanmak için kendi özüne
yabancılaştığı günümüzde ben kendi duygularımı hüzünlerimi iyelik ekim
ile donatabilmeliyim. Hüzünlerimin üzerinde bir başka tekil şahsın eki
olmamalı. Oysa benim hüzünlerimin üzerinde tekil olmayan milyonlarca
çoğul şahsın izi var. Onlar hüzünlerime değdikçe daha bir çoğul oluyorum
galiba. Dassein’imin bir parçası olmuş bu çoğul hüzünler. İkinci ve
üçüncü çoğul şahısların penceresinden bakıyorum dünyamı kamaştıran
hüzünlerime. Şahıslarım çoğaldıkça ben de çoğalıyorum. Benliğimde birkaç
müstear ismin ağırlığını taşıyorum işte. Bunu neden mi yapıyorum?
Yapmasaydım çıldıracaktım desem Sait Faik‘e özenmiş olur muyum?
Ophelia’ya yazarken kendim olmak için başkalarına yazarken uydurma
kimliklere bürünüyorum desem ‘’ kökü dışarıda’’ olan bir evrensel
esinlenme hattının eksenine girmiş olur muyum? Pessoa mıyım ben, kendimi
Pessoa kadar yetkin mi görüyorum bu merhalede?
Hüzünlerimin terazisini getirin bana, kendimi tartmak istiyorum. İki
dirhem kadar gelsem de benliğimde kaç kişiyi taşıyabileceğimi görmek
istiyorum. Büyük olasılıkla bir benliği bile taşıyamadığım için sıfır ve
virgülle başlayan bir ondalık değerim olacak bu terazinin üzerinde. Ne
gam, hiç sorun değil. Yine de görmek istiyorum. Al eline kalemi yaz
başından geçeni tarzında şair ve yazarların türediği bu günlerde başımın
içinden geçenlerin hamalı olup onları kendime dert edindiğim için hiç de
mutsuz değilim. Kendimi dışlanmış gibi hissetmiyorum; aksine ben bütün
bu kokuşmuşluğu ve aleladeliği kendi isteğimle dışlıyorum. Belki de bu
bir savunma mekanizması, Freudyen bir okuması yapılabilecek nevrotik bir
durum. Olsun, ben bu durumumu benimsiyorum ve tüm ağırlığını gönüllü
olarak üstleniyorum. Bu konuda kimseyi suçlayamam ve yargılayamam. Kendi
suçumu üstlenebilecek kadar cesur ve kişilik sahibiyim. Belki de bu bana
öyle görünüyor. Hüzünlerimle baş başa kaldığımda kendime sorduğum nadir
sorulardan biri de suçumun kefaletini ödemeye muktedir olup olamayacağım
meselesi üzerine odaklı. Farklı kişiliklerin hamalı olduğumu biliyorum,
onları kendi isteğimle üstleniyorum.
Başıma aldığım bu bela da neyin nesi?
Kalemimin ucundan damlayanlarla kedimi vuruyorum. Hiç kimse böyle
intihar etmeyi denememiştir, buna eminim. Sorularınız varsa ya şimdi
sorun ya da daha sonra ban sorun çıkarmayın. Ey insanlık benim halimde
olsaydın ne yapardın? Çok çoğul bir soru oldu bu biliyorum ve ben bu
kadar çok biliyorum demeyi hiç sevmiyorum; çünkü bildiklerimi bu cihanı
dolduran bir tutam bilginin sadece bir parçası olduğunu ‘’
biliyorum’’. Sakın korkmayın emi,hüzünler üzerine son yazım olmayacak
bu. Daha devam edeceğim ama şimdilik değil. Nedenini sormayın bana,
nedenlerle aram bu sıralar pek iyi değil.
Hüzünlerim, ne olur beni anlayın,
eleştirmeyin; çünkü ben kendini eleştirdikçe ıssızlaşan biriyim. Şimdi
ısız adama çekilmekteyim. Siz şimdilik beni hayal etmekle yetinin.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
05 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
TESADÜF
Şimdi beni yitirmenizi, benim yerime
kendinizi bulmanızı buyuruyorum; hepiniz beni inkar ettiğinizde,
reddettiğinizde, işte o gün, ancak o gün geri döneceğim sizlere…’’
FRİEDRİCH NİETZSCHE
Duyulara dıştan verili olan işaretler
aracılığıyla içsel gerçekliğin bilinmesini sağlayan bu yönteme
‘’anlama’’ diyoruz. ’’ WİLHELM DİLTHEY
Tesadüf! Bu yazının yazılış sürecini
ifade eden tek anlamlı sözcük. Yanlış anlamayın, tesadüf sözcüğünün tek
anlamlı olduğunu savlamıyorum; sadece bu yazımın yazılma serüvenini
anlatacak tek sözcüğün bu olduğunu söylüyorum, o kadar. Tesadüfen elimi
klavyenin üzerinde buldum ve serüven başladı. Yine bir diyara konuk
olarak gitmeye hazırlanıyordum. Bu seferki yolculuğum kalemimin
güdümünde tesadüf denizlerinin açıklarına doğru olacaktı. Tesadüfü
doğuran bir sebep yok muydu peki? Olmaz olur mu? O, söylemişti bana
hayatın küçük tesadüflerin etkisinde işlediğini. İşlemek sözcüğünü
kullanırken bir makineye mi benzetiyordu hayatı? Kim bilir? Gerçi
benzetmiş olsa da yanılmış olduğunu söyleyemem. Hayat bir makine gibi
işliyor ve biz o makinenin için de yarı bilinçli bir biçimde çarkların
arasında bize sunulana razı ve bize sunulandan memnun yaşıyoruz.
Tesadüfen başımızı omzuna taslayabileceğimiz birini bulursak ne mutlu
bize. O, da öyle demişti. Küçük kutusundan bahsetmişti. Küçük kutusunun
içine doldurmayı istediği şeylerle mutlu bir biçimde yaşamayı
arzuladığını söylemişti. Küçük tesadüflerin küçük kutusu; ne mutlu sana,
ne mutlu seni imgeleminde yaratabilen hassas beynin minicik yüreğine!
Mutluluk mu bizim aradığımız değer biçilmez hazine? Tüm aramalarımıza
rağmen gül yüzünü bize göstermeyen narin sevgili? Yüzyıllardır arıyoruz
neyi aradığımızı bilmeyerek. Şair sormuştu; ‘’ Bana mutluluğun resmini
çizebilir misin Abidin?’’ diye. Abidin resimler çizmişti, neredeyse üç
çeyrek asır. Peki mutluluk o resimlerin neresinde? Chagal’ın ‘’ Hemhal
Olmuşlar At Üstünde’’ adlı resmini gözlerinizin önüne getirin hele.
Mutluluk bu olamaz mı ki? O resimdeki iki sevgili mutluluğun ete kemiğe
bürünmüş hali olamaz mı? Ya da mutluluğun tek somut anlatımı o resimdeki
iki sevgilinin durumu mu? Sorular uzuyor, sorular uzadıkça O’ nun
yüzündeki belirsizlik çoğalıyor. Hissettiklerimizin çoğuna yerleşen
yüzyılların küflü hüznü bir vezir i azam edasıyla kuruluyor yüzümüzün
soluk tahtına. O, söylemişti. Küçük kutusuna sığdıracağı şeylerle
dünyanın yozlaşıklığının ötesinde mutlu bir yaşamı sevdikleriyle
birlikte sürebilmenin kıvancını bana. Öğrenmiştim. Biliyorum demeyi
sevmediğimi söylemiş miydim hiç? Elbette söyledim. Hüznümün bir köşesine
ilişmiş biçimde sinsice bekleyen belleğimden ani bir nida yükseliyor,
altında söylenmedik söz bulunmayan gökyüzüne. ‘’Biliyorum’’ demeyi
sevmediğini söylemiştin ey fani insan. Fani olan bendim, fani olan
benliğimdi, fani olan yaban düşüncemdi, fani olan tüm faniliğine rağmen
ölümsüzlüğe uzanmayı arzulayan kalemimdi. Kalemim, bilmediği bir diyarı
tecrübesizce betimlemeye çalıştıkça bocaladığını görüyor ve
erişemeyeceği bir olgunluk düzeyine ulaşmak için boşuna çaba sarf
ediyordu. Yorulmuştum, benliğim ağır yara almış, hanım
yağmalanmıştı.
Tesadüf! Falanca yerde falanca kişiye
rast gelmek ya da beklenmedik bir anda aşırı derecede mutlu edici bir
olay ve ya da durumla karşı karşıya kalmak, ilk defa giydiğin bir bluz
ile girdiğin sınavda yüksek not alınca bütün sınavlara o bluzla girmeyi
istemek kadar basit ve adi bir biçimde açıklanamayacak ölçüde anlamlı
bir kelime, tesadüf. O, da böyle demişti tam olarak ve sunturlu bir
küfürle bozulan kalemini yâd etmişti. Evindeki kalem çöplüğünden
bahsederken bir yandan da ‘’ kapalı devre analizi’’ yapmaya devam
etmişti. Bir eli klavyedeydi, bir eli kitabında ve ya çalıştığı konu da
bilgisayardaydı diyelim öyle olsun işte. Mucizevî kelimeyi işte böyle
bir durumda yazım olsun o: zaman. Ne tarifsiz bir sözcük değil mi? Ne
kadar tanımlamaya çabalasak da, çaldığımız zamanın minaresine kılıf
bulamadığımızdan bir türlü anlamlandıramadığımız bir sözcük: zaman.
Hepimiz onun içindeyiz ve ya o bizim içimizde. Bütün yaşamımız ona
ayarlı, onun içinde bütün debelenişlerimiz. Tanpınar‘ın dediği gibi; ‘’
ne içindeyiz zamanın / ne de büsbütün dışında / yekpare geniş bir anın /
parçalanmaz akışında ‘’. Bir de onu ölçmeye çalışmışız iyi mi? Boyunu
posunu belirlemeye çalışmışız ve bu çalışmalarımız sonunda icat
ettiğimiz aleti bir apolet gibi kolumuza asmışız, bak şimdi de kolumda.
O, şöyle dedi sonra ‘’ o küçük kutumun içine sığdırdığım küçük şeylerim
ve sevdiklerimle zamanın etkisinin dışında bir düzlemde mutlu yaşamak
istiyorum.’’ ve ekledi bütün şirinliğiyle ‘’ sadece tesadüfler etki
edebilmeli oraya, ayarlanmış olmamalı hiçbir şey’’. Ayarlanmış olmamalı
mutluluğumuz, ayarlanmış olmamalı sevdiklerimiz ve biz bir şeylere
yetişmek amacıyla koşturup durmamalıyız ayarlanmış bir hayatın içinde.
Tesadüfler etkilemeli sadece yaşantımızı, gerçek tesadüfler. Onlarla
yaşantımız belirlenirken karşılaştığımız her tesadüfte alaycı olmayan
huzurlu bir gülümseme kaplamalı dudaklarımızı. Ellerimiz sonsuzluğun
güllerinin demetlerine uzanarak, mutluluk bahçesinin mahsulleri olan bu
gülleri sevdiklerimize dağıtsın. Sevdiklerimiz de bu gülleri kendi
sevdiklerine versinler; derken güller elden ele. Edip Cansever’ de tam
olarak bunu söylemişti ‘’ Yerçekimli Karanfil’’inde; ya da ben onun
böyle söylediğini sanmıştım, bana gelen çağrışım böyleydi onun
şiirinden. ‘’ Görüyor musun bir sevdayı büyütüyoruz seninle’’ . Bunu
O’na söylemiyorum, kesinlikle, yanlış anlaşılmasın bu sözüm de. Bunu tüm
insanlığa seslenerek adeta haykırırcasına söylüyorum, ‘’ulumam’’
gittikçe tizleşiyor, kendimi yiyip kendimi tüketiyorum: ‘’gittikçe
artıyor yalnızlığımız.’’
Tesadüf ! Bir defa da odasını toplarken
rastlamıştım ona. Bir yandan kütüphanesinin raflarını düzeltirken öbür
yandan kafasında kurduğu dünyanın teorik temellerini atmaya çalışıyor;
bütün bunlardan bulduğu vakitlerde de bana laf yetiştirmeye çalışıyordu.
Laf yetiştirmek derken olumsuz bir durum canlandı kafanızda değil mi?
Olabilir; ama daha çok erken bunun için. İleride önünüze çıkacak olan
olumsuzluğun bir ‘’ girizgâhı’’ olsun bu şimdilik. Sonra ayrıntılı bir
biçimde gireriz içine çıkmamacasına. Şunu bilin yeter: yormuştum
kendimi, kendi yorgunluğumu ona yormak istemiştim; şimdi daha iyi
görebiliyorum bunu. O zaman O’na uzun uzun odasını toplamasının
gereksizliğini kanıtlamaya çalışmıştım, kendimi büyük göstermek için
belleğimin ve kalemimin sınırlarını zorlamıştım. Değme filozofun içinden
çıkamayacağı felsefi uslamlamalar türetmiştim bütün çelişkileriyle
birlikte. Ben bunlarla uğraşırken O odasını toplamaya devam ediyordu,
oysa ben onun uğraşının anlamsızlığını kanıtlamaya çalışan bir yazı
yazmak için klavyenin başında terliyordum ve onun ne yaptığını nelerle
uğraştığını, neleri düşündüğünü hiç aklımdan geçirmiyordum. Şimdi
düşünüyorum da bir insanın odasını toplarken içinde bulunduğu bunalım
halini o zaman nasıl da algılayamamışım. Kızıyorum kendime, zaten
oldukça düşük olan benlik bilincim ve öz saygım biraz daha zedeleniyor.
Kendi küçüklüğüme bakmadan bir deli kibriyle kendimi ona ispatlamaya
çalışıyordum işte. Hem de nasıl: Derrida’nın ‘’differance’’ kavramı
üzerinden zamanın ruhuna yönelik eleştirel çözümlemeler yapıp, tesadüf
adı verdiğimiz kavramın ‘differance’’ ın insanlar tarafından farklı
algılanmasıyla ortaya çıktığını Luis Borges’un felsefesini eleştirerek
ispata çabalamak. Kanıtladıktan sonra neyi elde edecektim ki? Koskoca
bir hiç. Neyi kazanacaktım ki? Koskoca bir hiç. Şunu bekliyordum galiba:
tamam sen haklısın. Bu beklediğim gerçekleşeydi ne olacaktı peki?
Koskoca bir hiç. Evet, koskoca bir hiç uğruna minicik bir yüreği kırmak…
Kırıldı, kırdım. Kırıkların tamir edilmezliğini düşündükçe çıldırdım,
onarabilsem bile kırılan yerlerde kırgınlığın izleri varolmaya devam
edecekti. O meşhur hikâyedeki gibi kütüğün üstünde çivilerin izleri
kalacaktı. Ne yaparsam yapayım silemeyecektim o izleri, sadece üstlerini
örtebilirdim; fakat üstünü örttüğüm bu kırıklar gözümden uzak oldukça
bilincimin altını oyup kemirecekti. Sustum, suskunluğum dillerin
susmasını geçene kadar devam ettim. O’nun odasının dağınık bir köşesinde
O’nun eliyle toplanmayı bekledim.
Tesadüf ! Gel sen topla beni bu gece.
Dağılmışım, benliğimden çıktığım halde sıfıra ulaşamamışım. Şarkıda
söylendiği gibi ‘’kendimi kendimden çıkardım’’ ;ama kalan sıfır değildi.
Bir başkasıydı. Tanıyamamıştım onu ilk bakışta. Sonradan öteki
yüzlerimden biri olduğunu anlamıştım. Binlerce yüzüm vardı ve her yüze
ait olan farklı benliklerim. Hangisine ihtiyaç duyarsam onu
takınıyordum. Aldatıyordum herkesi ve ya yüzümde o an onların görmek
istediği kişiyi taşıyarak onları aşağıladığımı düşünüp kendimi
aldatıyordum. Müstear bir kişilik bu bendeki, hüzünlerim gibi üzerinde
iyelik ekimi taşıyor olsa da bana ait olmayan ve birçok kişinin izini
bağrında taşıyan çoğul bir kişilik. O’na da söylemiştim bunu, farklı
kişiliklerin içini tek bedenle doldurmaya çalıştığımı, bunu yapacağım
derken çoğalmak yerine parçalandığımı ve her bir parçamı ayrı bir bütün
sayıp ikinci bir bölünmeye tabi tuttuğumu. Yadırgamadı O, ben de yadsıma
gereği duymadım. Yadsımalıydım; çünkü benliğimi işgal eden diğer
kişiliklerimden en yalancı olanı böyle emrediyordu bana. Emrediyordu
benim yarattığım sefil kişilik, bana emirler verebiliyordu işte. Sefil
kişiliğimi susturduktan sonra ben bu parçalanmışlık içinde toparlanmak
için kıvranırken O şöyle demişti: ‘’ Benim de dolabımda yüzlerce maske
var ve her gün dışarıya çıkarken birini takıyorum, eve gelince çıkarıp
bir diğerini takınıyorum. ‘’ çıldıracaktım, hala çıldırıp çıldırmadığımı
net bir biçimde bildiğimi söyleyemem. Benim gibi birine rastlamıştım:
benim gibi biri. O’nun maskeleri vardı, benim kişilerim. O maskelerini
takınıyordu, ben kişiliklerimi. Ben kendimi kendimden çıkarıyordum, O
ise maskelerini çıkarıyordu yüzünden. Aklıma birden ikinci bir şarkı
geliyor tam da burada: Maskeli Balo. ‘’O maskeli balo ve onun
sahte yüzleri.’’ Sadece burası önemli benim için bu şarkının. Bu dizeyi
bağlamından koparıyorum ve kendi bilincimde yeni bir bağlama uluyorum.
Bir süvari gibiydim o gece. Maskeli Balo’nun içinde sahte yüzünü
takınmış O’nu arıyordum ilişik kişiliğimle. Sadece bulmayı istemiyordum,
bulmak için ölüp ölüp diriliyordum. Kendimde kendimi diriltiyordum. Bak
burada yeniden seni hatırladım ey okuyucu! Sakın yanlış anlama, bu
yazımda O’na ilan ı aşk etmiyorum. Her ne kadar aşkın şehri Venedik’in
maskeli balolarından bahsediyor olsam da burada kast ettiğim şey aşk
değil. Ey okuyucu Freud’u haklı çıkarmak için bu kadar kendini paralama
olur mu? Sen ben değilsin , ‘’kendine zarar verme mesleğinde’’ henüz
yenisin, ayağını denk al, yoksa sen bilirsin. Ayrıca yazıyla ve şiirle
âşık olunmayan bir devirde yaşadığımızı da burada bu yazıya ataç ile
iliştirmek isterim. Bu sözlerim O’na değil ey okuyucu sana, beni
anlasana. Ama önceden uyarıyorum seni, sakın beni anlamak için çaba sarf
ederken kendini parçalama. Şunu bil ey okuyucu: O ve ben ‘’sadece ve
sadece’’ tanıtlanmış bir hayatı ayarlanmış bir dünyanın içinde yaşamaya
muhalif olarak farklı maske ve kişiliklerle isyanımızı ifade etmeye
çalışan ‘’soyu tükenmeye yüz tutmuş’’ iki ‘’ hümanist entel serseri’’yiz;
aşık ve maşuk değil !!!
Tesadüf ! O, kapalı bir devre olan asıl
benliğimi analiz ederken beni oluşturan nedenleri ve alt nedenleri
gördükçe olasılık dâhilinde olmayan bir varoluşa sahip olduğumu
keşfettim. Keşfim tesadüfîydi, isteyerek bunu yapmadım ben. İstesem de
yapamazdım zaten. İsteyip de yapabildiğim o kadar az şey var ki yazsam
bir yazının başlığı bile olmaz. O, yazıyor musun demişti bana. Ben de
yazdığımı söylemiştim O’na. Önemseyip bunları okur mu ki? Belki küçük
bir ihtimal var, O bu yazıyı okuyabilir. Küçücük bir tesadüf O’nun bu
yazıyı okumasına aracı olabilir. Tesadüfen klavyenin üzerinde dolaşmaya
başlayan ellerimin yazı yoluyla uzandığı bu serüven onun okuması için
yazılmadı sadece. O’nun da bu yazıyı okuyacağı gerçeği göz önünde
tutularak yazıldı bunu itiraf ediyorum. Tutuklayın beni, sorguya
savunmaya gerek yok, kurun bana meyvesi insan olan ağacı, bahar mevsimi
geldi. İskemleyi fazla küçük yapmayın emi, küçük iskemlelerden oldum
olası nefret ederim. Bu nedenle kırık bir kalbe uzanmanın yolunu küçücük
bir iskemleye benzeyen bu yazıdan açmasını beklemem; çünkü küçük
iskemleler bir yerlere ilişmek içindir, bilirim. Bir kafe köşesine, bir
kaldırım kenarına, bir masanın ucuna, bir kalbin kapakçığına…
Tesadüf! Bu yarı kurmaca düzlemi işgal
eden yazıyı altı bölümde bitirmek istemezdim. Kısa kesmeleri sevmediğimi
iyi bilirsin ey okuyucu. Uzun uzun söz etmeliyim her şeyden, uzun uzun
itiraf etmeliyim her şeyi. Sıkı dur tesadüf, itiraf ediyorum her şeyi:
Bu metni altı bölümde bitirmek istemezdim; fakat…
Tesadüf bu ya; yedinci bölümde
dinleneceğim.
AYIRT EDİCİ ALGILAMAYA YÖNELİK EDİTORYAL
NOT: ‘’Ölüler Biliyor Dirilere Aşk İtirafımdır! ’’ ı bir sonraki yazıya
kadar bekleyeceksiniz.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
06 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
GELECEĞİN ATLILARI İÇİN TEMEL SÜVARİ EĞİTİMİ
MAHİYETİNDE AFORİZMATİK ULUMALARDIR.
Ulumalar hayatı taciz etmeyi
becerebildiği oranda etkileyici oluyor. Sil baştan yazılan birçok hikâye
hayatın içindeki temel taciz hattını oluşturuyor ve yola devam edenlerin
gittikleri yerde yaşadıkları tacizin etkileriyle yaşamalarına neden
oluyor.
Hayatın insanlara dayattığı birçok
yükümlülük var ve biz bu yükümlülüklerden yan çizmek için elimizden
geleni yapıyoruz. Bilerek ve ya bilmeyerek başka insanların hayatını
etkiliyoruz. Etkileşimin en fazla arttığı yerler olarak da karşımıza
büyük şehirler çıkıyor. Metroda karşımızdaki koltuğa oturan kişinin o
koltuğa oturmaktan başka bir suçu olmasa bile o an orada olması hayatın
ona biçmiş olduğu bedeli ödemesi için yeterli oluyor. Elinizde olmadan
gözleriniz karşınızdaki kişinin gözleri üzerinde dolaşmak zorunda
kalıyor. Gözlerinizin dar açısına yerleşen onlarca insanın çoğu zaman
estetikten yoksun yüzleri o an içinde kendinizi gerçekleştirmenize engel
olur. Şehirlerdeki bu karmaşık durum süre giden bir anarşinin varlığını
hissettirse de bu durum izin verilmiş bir anarşinin bizim isteğimiz
dışında hayatımıza sokulması demek aslında. Bunun farkına varmak o kadar
güç olmasa dahi farkına vardığın şeyi değiştirmek için harekete geçmek
sırası geldiğinde yılgınlığımız ya da umursamazlığımız, sorumsuzluğunuz
arttıkça artıyor. Milyonlarca insanın keşfettiği bir durum bu; ancak bu
binlerin algısındaki yanılmalar nedeniyle değiştirmenin gerçekleşmesi
sonraki bir zamana erteleniyor. Ertelene ertelene sona ertelenmişliği
yaşamaya başlıyoruz hayatta. Ertelenen de biziz erteleyen de. Yılmışız
yaşadıklarımızdan, dışımızdaki güçlerin bizi kategorilendirmek için
gösterdiği çaba karşısında direncimiz çok düşük. Düşmüşlüğün, aşağılığın
teorisinin temel fizik kanunları misali deneysel süreçlerle ispata
çalışıldığı kalabalık şehirlerde şehrin en minik parçası halinde
yaşamımızı devam ettirme zorunluluğu elimizi kolumuzu bağlıyor.
Çaresizliği sürekli yaşayınca umursamazlığımız da artıkça artıyor.
Umurumuzda değil içinde bulunduğumuz durum ve kimiz biz? Kimliğimize ne
tür bir değer hangi birim ile veriliyor? Ölçtükçe artıyor mu acılarımız,
terkedilmişliğimiz; yalnızlığımız? Nedir bizi bunca bunaltan bunca
çaresiz bırakan temel psikolojik süreç? Bildiğim tek şey var: öğrenilmiş
çaresizlik!
Milyonlarca insanın yaşadığı en büyük
psikolojik sorun bu. Deney kafesine kapatılmış fareler gibiyiz, deneyi
yönetenler tarafından ortama sunulan acı verici uyarıcılar tepkilerimizi
düzenliyor, zaman zaman arttırıyorlar tepkiyi deneyi yönetenler, zaman
zaman azaltıyorlar, biz ise acı verici uyarıcıyı azaltmanın elimizde
olmadığını “öğreniyoruz”. Öğretilen bir durum içindeyiz hepimiz. Bunun
farkında olsak da değiştirmenin imkânsızlığını öğrenmişiz bir yerlerde.
Bu nedenle değişebilir bir durum karşısında olsak bile bu durumu
değiştiremiyoruz; değiştiremeyeceğimizi sandığımız için harekete bile
geçmiyoruz. Pasifliğimizi başka türlü ifade edebileceğimi sanmıyorum.
Uluma meselesine gelince, ulumanın
yayılması ile bu durumun insan bilişsel süreçlerine dayattığı
zorunluluk, insanın farkı algılaması ile ortadan kalkabiliyor. Ulumanın
baskısı ile tepkimeye giren insan psikolojisi “acaba” sorusunu sorarak
içinde bulunduğu durumu sorguluyor. Tahlil sürecinin uzaması bir anlamda
sorgulama sürecinin uzaması demek oluyor ve bu durumda insanın içinde
bulunduğu psikolojik konum daha iyi eleştirilebiliyor.
Gelelim geleceğin atlılarına: Anadolu
coğrafyasında nice dert ve sıkıntıyı yaşayan bir milletin gençliği
olarak ileriki koşularımızı başarıyla tamamlamak için bize düşen temel
görevler vardır. Daha önce de tanımladığımız gibi içinde yaşadığımız
şehirlerin bize dayattığı sanal gerçekliğin dışında bir düşünüş hattı
kurmak için içinde bululduğumuz tecrit haline yönelik bir itirazımızın
olması gerekir. İtirazımızı yaşamın merkezine eylemsel bir biçimde
yerleştirebilmek itirazımızın sanallığını da ortadan kaldırır.
Düşüncelerimizin içerdiği itiraz, durumu farkı hissettirecek düzeye
ulaşmalı ve temel epistemolojik klişeleri parçalayacak düzeyde
yıkıcılığı rahminde besleyip büyütmelidir. Biz her ne kadar Bozok
Yaylası’nın göbeğinde bütün bu hay huydan uzak bir yaşantı sürdürmeye
çalışsak da küreselleşen dünyanın sanal verileri tarafından bilinçli ve
programlı bir süreç zarfında taciz edilmekteyiz. Eserlerimizin de bu
süreçten etkilenmesi olasıdır. Buna engel olmak ve eserlerimizin
özgünlüğünü korumak için geleneğin kanıtlanmış verilerini yeni bir
felsefi sanatsal süreçten geçirerek işlemeliyiz. Aksi takdirde Türk
felsefesi ve sanatının geleceği batı sanat ve felsefesinin güdük bir
kopyası olma gerçeği ile karşı karşıya gelecektir. Günümüzde tartışılan
felsefi ve sanatsal gündem bunun en gerçekçi örneğidir. Bugün bir
felsefenin geçerliliği batıda bu felsefeyi benimseyen aydınların çok
olması ile ölçülmektedir. Bir sanat eserinin değeri milyon dolar
vurguncularının ona biçtiği maddi değer ile ölçülmektedir. Bu süreç
izlendiğinde Türkiye’de sanat eserinin ilgi görmesi için bu sanat
eserinin batıda rağbet edilen bir sanat anlayışıyla üretilip
üretilmediği önemli bir ölçüttür.
Geleceğim atlılarını tanımladığımıza
göre bu atlılara verilecek temel süvari eğitimini de tanımlamalıyız. Bu
eğitim geleneğin verilerini putlaştırmadan gerçekçi bir düzleme
oturtarak işleyen, geleneğin eş süremli ve art süremli okumalarını
yapabilen, anakronizme sapmadan geleneği günümüz verileriyle
harmanlayabilen, harmanlama yaparken yamalı bohça yaratmadan özgünü
yakalayabilen bir anlayışla yapılabilir. Sanat nasıl ki yaşamı anlamanın
organonu ise ( Wilhelm Dilthey) gelenek de yaşamın köklerini
içinde taşır. Okullarımızda verilen sanat ve felsefe eğitimi, batı sanat
ve felsefesine dayalı olarak tam anlamıyla bir beyin yıkama sürecinin
programlanmış halidir. Milli eğitimin kaynaklarıyla ayakta tutulan bu
okullarda batı kültürü yedisinden yetmişine örgün ve yaygın eğitim gören
binlerce öğrenciye adeta dayatılmaktadır. Kendi sanat ve felsefesine
yabancılaşan bu bireyler bütün felsefeci ve sanatçıların batıdan
çıktığını düşünerek bu ülkeden iyi yetişmiş dahi sanatçıların asla
yetişemeyeceği anlayışına klasik biçimde koşullandırılmaktadır.
Değiştirmeye çalışan sanatçıların ve felsefecilerin de batıya endeksli
medyada yer bulamayacağı öğretilmektedir. Böylece öğrenilmiş çaresizlik
durumu palazlandırılmaktadır.
Özetle “bizden adam olmaz” anlayışının
güdüklüğü ile kendi gizilgücünü kavrayamamış bireylerin yetiştirdiği
gençlerin üretebileceği bir sanat ve felsefe bulunmamaktadır.
Geçmişindeki dahi sanat ve felsefe adamlarını tanımayan genç birey
tanımadığı bir geleneğin sürdürücüsü olamaz. Buraya kadar devam
ettirmeye çalıştığımız ulumanın anlamı da budur işte. Eğiticilerin
ulumaları ile uyandırılan bireyler bunu kavrayacak uyanıklığa sahip
olabilirler. Aforizma tik bir ulumayı bu yazının sonuna kadar bekleyen
saf ve temiz okuyuculara tavsiyemiz aforizma ile hayatı tanımlamaya
çalışanların, hayatı sınıflandırmaya çalışan gözlük takmış atlar olduğu
gerçeğini hatırlamalarıdır. Keza her tanımlama çalışması “ağyarını mani,
efradını cami”’ mahiyette olmalıdır.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
07 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
- TAŞRADA İNTİHARA HAZIRLANAN BİR FARE
- Geldi, yazıcımın içine girdi. Ben onu
misafir etmemiştim oysa. Mülkiyetimin sınırlarını gaslederek geldi ve
benim hayatımın içine acısıyla kederiyle yerleşti. O derece rahattı ki
ben bile kendi yaşam alanımda bu ölçüde rahat tasarruflar
gerçekleştirme konusunda onunla yarışamam. Ne kadar rahattı, yüzünde
belli belirsiz bir gülümseme de vardı galiba. Tüm dünyaya karşı bir
isyanı mı simgeliyordu bu küçücük farenin varlığı. Oysaki
çevremi bütün bütün düzenlemiştim. Beni etkileyecek olan ortamımın
aurasını bozacak düzeydeki her şeyi uzaklaştırmıştım çevremden..
Bulunduğum yere hâkim olmanın mutluluğunu tarif bile edemezdim
önceleri, buna inanın. Yalanı bile uzaklaştırmıştım hayatımdan.
Zamanla bunu da yani yalana da alıştım. Alıştırdılar işte ne
yapabilirim. Ah o şeker ve sevimli fare. İlk günlerde tiksinmiştim
ondan, korkmuştum bana virüs bulaştıracağını düşünerek. O ise korkarak
değil hissederek sevmişti beni ya da ben öyle hissetmiştim. Altı üstü
bir fare değildi bu, ‘’hümanist entel bir serseriydi’’ kesinlikle.
Nietzsche felsefesindeki anarşik öğelerin kökenleri üzerine bir yazımı
yazdırırken yazıcımın içine öylece ağıverdi işte. Ani bir refleks ile
onu engelleyemez miydim? Bunu elbette yapabilirdim. Zaten tüm
tanıdıklarım bu tür entelektüel konulardaki refleksif hassasiyetim
konusunda hemfikirdirler. Masamın ayrılmaz parçaları olan gazete
destelerinden birkaçını kullanarak farenin üzerine bir kâbus gibi
çökemez miydim? Bunu da yapabilirdim; çünkü bu tür tacizlere karşı
gösterdiğim fiili tepkilerim allame arasında meşhurdur; ama yapmadım.
Korkudan değildi, inanın, sadece bunu yapmak istemedim. Bazen edip
eylediklerimizin sebebini net bir biçimde bilemeyiz, bizim dışımızda
olan etkenler nedeniyle harekete geçen kaslarımızın edip
eylediklerinden mesul edilemeyiz. Biz yapmamışızdır, bizi bir dürten
olmuştur bu işe ve bunlara dürtü denir. Bu durum da tam olarak bu
tarife uygun bir biçimde gelişti.
- Günler geçtikçe faremin çıkardığı
seslere alışmaya başladım. Sabahleyin erkenden kalkarak senfonik bir
eyleme hazırlanıyordu fareciğim. Oldukça kakafonik sesler çıkarıyor
olsa da modern atonal müziğin kuramsal ve felsefi içeriğine yabancı
olmayan kulaklarım bu düzensiz sesleri bir senfoni gibi algıladı.
Algımda bir yanılma payı elbette vardı; fakat ben bu yanılma payının
katsayısının yüksek olduğunu pek düşünmüyorum. Evet, çok
heyecanlanmıştım. Yazıcımın içinde dünyanın en etkileyici atonal müzik
şaheserleri bedava besteleniyor ve sadece bana sunuluyordu. Kendimi
bir lord gibi hissettim. Büyük ve görkemli şatomun içine tıktığım ve
paraya boğduğum onlarca klasik müzik sanatçısı sadece benim için en
güzel eserlerini veriyorlardı. Ve ben sofamdaki ipek koltuğa oturmuş
ve ayaklarımı geniş penceremden gördüğüm kusursuz kır manzarasına
doğru uzatmış bir biçimde onları dinliyordum. Hayal bu işte, nasıl ki
dilin kemiği yok ise hayalin de kemiği yok. Hayallerinizin sınırları
ile imgelerinizin sınırları aynı. Öyle işte! Benim şeker fareciğim
seni sevmeye alışıyor muyum ne?
- Sevgi mi? Kimse bunun varlığını iddia
ederek bana çeşit çeşit taklalar üzerinden felsefeler üretmeye
kalkmasın. İnsanlar sevilmek için çok kötü ve benim minicik farem de
bunun farkında elbet. İnsan adı verilen vahşi yaratığın güvenilmeye
değmeyen bir yapıya sahip olduğunu benim minicik fındık farem de
biliyor. Yazıcımın içine girerek hayatımı taciz etmeye başlayan bu
fare vesilesiyle fare adı verilen yaratıklar hakkında bilgilerimi de
tazeleme imkânı elde ettim. Mesela fındık faresi farelerin en küçük
olanlarından ve bu fare türü elektronik aletlere özel bir ilgi
duyuyor. Bunları kemirerek yaşamını sürdürüyor. Benim farem de fındık
faresi boyutlarında olmasına rağmen senfonik sesler çıkararak kemirme
etkinliği konusundaki üstün başarıları nedeniyle fındık faresi adı
verilen zararlı mahlûkat sınıflaması içine girmiyor. Vereceği zararın
da o kadar büyük olacağını sanmıyorum ben. Sanrılarım pek güvenilir
şeyler değil, bunu biliyorum; ancak insanoğluna olan güvensizliğim
nedeniyle güvenecek bir tek bu minicik fareyi buluyorum galiba. Emin
değilim hiçbir şeyden, insanlara güvenim sarsılıyor, hayvanlar âlemini
tanıdıkça insanların hayvanlaşmaya başladığını düşünmeye başlıyorum.
Bugün gördüğüm insanlar geçmişte abideler yaratarak insanın ruhsal
dünyasına tercüman olmuş o şair ve yazarlar neslinin torunları mı?
Kesinlikle hayır! Ben bir insan olarak bir insan yerine bir fare ile
dertleşmeyi deniyorsam bunun bir tek açıklaması olabilir: insanlar
beni ve benim değerli düşüncelerimi hak etmiyor. Hakkınız olmayan bir
şeyi size verdiğim için ben suçluyum; çünkü hiçbiriniz bunu hak
etmemişti. Alayınız dayatılmış bir adiliğin aidiyetinin sırtınıza
vurduğu semerler ile yol almaya çalışıyorsunuz. Bunu görmenizi
beklemiyorum, beni farem bunu görüyor bu bana yeter. Beni anlamanızı
istemiyorum, benim farem beni anlıyor bu bana yeter. Ama şunu bilin ki
size boyun eğmeyeceğim, isyanımın bayrağını dalgalandırmaya devam
edeceğim. İtirazımı yüksek sesle sürdüreceğim. Hem kimsiniz siz? Benim
hayatıma bu derece rahat bir biçimde müdahale etme hakkını kimden
alıyorsunuz. Kendi aşağılıklığınızı görmeden benim samimiyetimi
sorgulamaya çalışıyorsunuz? Hititler gelecekte böyle tipli insanların
topraklarının üzerinde hüküm süreceğini bilselerdi eminim ki
Hattuşaş’ı buraya kurmazlardı. Ama gelecek bilinemez ki …
- Küçücük bir fare bile insan adını verdiğimiz yaratıkların yanında
gayet medeni bir konumu işgal ediyor. Sam Savage’nin Firmin adlı
romanı da burada anlam kazanıyor. Kitapların arasında onları okuyarak
insanlar âlemi hakkında bilgi sahibi olan ve kendini geliştiren bir
hümanist entel fare yanında ot gibi yaşayıp inekler gibi böğüren ve
birbirini yemek için zaman kollayan bu vahşi yaratıkların yeri ne?
Felsefe okumaları yapabilen bir farenin yanında daha kendi dilindeki
bir metni okuyup anlayamayan yaratıkların esamisi okunur mu? Peki bu
yaratıkları ciddiye alarak yapılan faaliyetler yerini bulup amacını
gerçekleştirebilir mi?
- Kim ne derse desin Anadolu hala Yakup
Kadri’nin Yaban’ında anlatıldığı ölçüde yaban ve yırtıcı. Kendi
dışından gelenleri kabul etmeyecek kadar tutucu ve yobaz. Kendi
yabanlığına bakmadan, medeni insanları iftiralarla yıldıracak kadar
kurnaz ve ikiyüzlü. Yaklaşık bin yıldır bu topraklar üzerinde ekip
biçiyoruz ve hala bu toprakları ıslah edebildiğimiz söylenemez.
İnsanlarımızı ıslah edemedik ki toprakları nasıl ıslah edelim mi
dediniz? Haklısınız insanlarımız ıslah edilmemek için üstün çaba sarf
ediyorlar. Bu çabaları nedeniyle onlara üstün hizmetsizlik madalyası
versek yeridir. Ancak bütün bu duruma rağmen ‘ gelen neden gitmek için
gün sayıyor buradan’ diye sormaları da yok mu? Beni deli ediyor. Siz
onları kaçırıyorsunuz da ondan anladınız mı mankafalar diye haykırasım
geliyor.
- Reşat Nuri’nin güzel bir romanı var
bilisiniz belki: Yeşil Gece. Romanın adı Anadolu’nun yabanlığının
sebebine yönelik ipuçlarını içeriyor olsa da ben bu romanın
cehaletimizin daimiliğinin engellenememesi hakkında bilgi edinmek
amacıyla okunması taraftarıyım. Şunu da söylemekten çekinmiyorum:
zamanı geldiğimde ayaklarım topuklarıma değe değe kaçıp gideceğim bu
zorunluluklarımdan ve sizlere inat bir fare besleyeceğim kafeste, daha
sonra da ‘fareciğim altın kafeste aman’ diye türküler söyleyeceğim
sevinç içinde.
- Vakti zamanında Don Kişot’u okumak
gibi bir gafleti ve dalaleti gerçekleştirmiş
bulunduydum!!! Yel değirmenlerinin betonsu kütlelerine hücum
etmeyeceğim.
- İlgililere binaen duyurulur!
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
|
|
|
|
BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR! |
Hazırlayan
Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi corumlu2000@gmail.com |
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
|
Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL
adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM |
Hukuka, Yasalara,
Telif ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir. |
|
|
|
|
|
|
|