DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

 

 

İÇİNDEKİLER
Mahmut Selim GÜRSEL TAKDİM
Hayat Hikayesi
BERİM HÜZÜNLERİM
HÜZÜNLERİN TERAZİSİ
TESADÜF
GELECEĞİN ATLILARI İÇİN TEMEL SÜVARİ EĞİTİMİ MAHİYETİNDE AFORİZMATİK ULUMALARDIR.
TAŞRADA İNTİHARA HAZIRLANAN BİR FARE

 

 
Çalışma TELİF ESERİDİR izin almadan kullanmayınız!
Hazırlayan Mahmut Selim GÜRSEL
corumlu2000@gmail.com
Sitemiz ve yazarlarımız;hukuka, yasalara, telif haklarına ve kişilik haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir.

 01

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

KİTAP ismi  Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

TAKDİM           

Bir kitabın doğması, o kitabı yazmaya kalkan kişinin amacına ve bilgi birikimine göre değerlendirilmesi uygun olarak görülmelidir.

            Elinizde bulunan bu çalışmanın sizlere ulaşması için günlerini veren bu çabası için şükranlarımı sunarken, bu çalışmada da benim ufacık bir katkımın da bulunması beni bahtiyar etmiştir.

            Bu çalışma ile sizlerde bazı bilgileri edinmiş ve faydalanmış olarak uzun yılların birikimlerinden aydınlanacağınızı göreceksiniz.

            Bilgi; yazılmadıkça kaybolmaya açık birikimlerdir. Her insan bir kitaptır; onu okumamız gereklidir.

            Tanımadığımız ve anlamadığımız kişiler hakkında nasıl kararlar veremezsek; bir çalışmayı da incelemeden, okumadan karar veremeyiz. 

Mahmut Selim GÜRSEL  

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 02

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Bora ATILGAN
          İzmir 'de doğdu. İlköğrenimini ve orta öğrenimini burada tamamladı. Dokuz Eylül Üniversitesi  Buca Eğitim Fakültesi'nden 2008 de mezun oldu. Yayınevimizin   sanal yayınlanmış dergilerinde yazıları bulunmaktadır.

 

 
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 03

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BENİM HÜZÜNLERİM
Bitkin bir hüzün benimkisi. Kurumuş ağaçların gölgesinden beslenir. Nasıl ki kişi yalnızlığının kuytusunu seçerse bu hüzün de seçilmiş bir bitkinliktir. Kimin gölgesinde kaldıysa onun şeklini alan bu hüzün yüzyıllık bir yalnızlıktan arta kalan belli belirsiz suskunlukların karanlık düşüdür.
Suskun bir hüzün benimkisi. Nice dilsizin dilinden alınarak dilsizlerin dili olmaya aday olmuştur. Suskunluğunu arkasından sürükleyip gelirken tozu dumana kattığı yollarda arkasından gelenleri görememiş ve hep tek başına olduğunu düşünerek yüzyıllarca yürümüştür. Yürüdüğü yolların yolcusu olup yüzlerce yerleşik yolcuya yol olmuştur.
Kırgın bir hüzün benimkisi. İnsanlığın yaşadığı her kırılmada sadece o zedelenmiş, kaybedilmiş düşlerin kırgını olması için ikna edilmeye çalışılmış fakat bir türlü kandırılamamıştır. Yalancıların düzen tuttuğu bütün bağlama sohbetlerinde kara düzen bağlamasıyla boy gösterip edep erken adına söz söylemiş ve bade içmiştir.
Yorgun bir hüzün benimkisi. Senelerce didinerek kurduğu kalabalıkların ortasında üzüntüyü ve yalnızlığı tatmış güleç yüzleriyle yüceltici tavırlar sergileyen insanlara inanan yönlerine kendini teslim etmiştir. Yorgunluğun uykusunu gecelerin karanlık yüzlerinde yaşamaya çalışsa da başarısızlığını umudum gözlerinde okumuş ve yıldığını hissetmiştir.
Yalçın bir hüzün benimkisi. Yüksek kayalardan kendini atarak insan denen yaratığın bendini aşmaya çalışmış her denemesinde başarısız olduğunu görüp umutsuzluğa kapılmış ama yine de heybetini korumayı bilmiştir. Yüzyılların yozlaştırmayı başardığı nice yalçın düşlerin içinde deniz feneri gibi parlayan benim hüznüm yalçın kavramının soysuzlaştırıldığı küresel güllerin bostanında yerli üretim bir lale olup kısa süreli de olsa açmayı başarabilmiştir.
Olgun bir hüzün benimkisi. Her türlü zamana ve mekâna alışkın bir yapısı olmakla birlikte içini girdiği her kabın şeklini alamamış bu nedenle de hiçbir kabın kapağı olmayı becerememiştir. Küf tutmaya başladığı gün de hurdaya çıkarılmıştır. Hüzünlerin ikinci el piyasasına bomba gibi düşerek fiyat kırmış, çok ucuza gittiğini bilmesine rağmen ağırbaşlılığından taviz vermeyerek kaderine boyun eğmiştir.
Hırçın bir hüzün benimkisi. Yırtıcı kuşların kanatlarından baktığı dünyayı yorumlamaya çalışırken hep büyük bir aynaya yansımış olan kendi görüntüsüne bakarak övünmüştür. Ateşliliğini borçlu olduğu bu yansıma sonucu giriştiği her kavgada yenilen taraf olma zorunda kaldığından ateşini kendine ve çevresindekilere saklamıştır.
Zengin bir hüzün benimkisi. Kesesinin deliklerini çam sakızları ile sıvarken ibrişimleri gücendirdiğinin farkına varmamış ve kesesinden daha fazla altın kaybetmiştir. Varlığı nedeniyle kimseyi aşağılamamış bu nedenle de aşağılamadığı diğer duygular tarafından enayi yerine koyulmuştur. Zengin sözcüğüne yakınlık duyamayan bir kişilikte yaşamaya çalışırken ruhunun zenginliği ile o kişilik arasında olumlu bir bağ sezmiş ve rahatlamış bir biçimde mutluluğun tadına varmıştır. 
Bütün bunlar benim özge cemalleri tertemiz hüzünlerimdir.  Aralarında asi, yılmaz, dinç olanları da vardır. Kim bilebilir ki? Bildiğimizi sandığımız birçok şeyi bilmediğimizin farkına varma durumunu yaşayıp da bütün bu hüzünleri doğru tanımladığını savlayan bir kişilik yaratmak elbette çok zordur. Böcekleşen insanın evrensel dönüşüm süreci içinde varlığımızı yapısal kökeninden uzaklaştırarak açıklamaya çalışma gayretinin çarpıklığı ilk anda göze çarpmamaktadır.
Kimi zamanlarımı yalnızlığın kumsalında umutsuz beklentilerimi tatmin etmek amacıyla hızlı ve anlamsız yaşama gereğini duymaktaydım. Kimsesizce bitkin nice hüzünlerimi teselli etmeye çabalarken kendimin bile kuytusunda kaldığımı fark ettim. Hüzünlerim hep aynı yalnızlığın kumsalında yüzen ve boğulmamak için devamlı mücadele eden bir yorgun denizciydiler. Birçok büyük okyanusu yüzerek aşıp gelmişler defalarca ölümle yüz yüze gelmişler ve neticede bu güne ulaşmışlar.
Ben bütün bunların farkına sonradan vardım. Farkındalığın değerini de böylece anladım. Bizlere dayatılan tüm hüzünler küreselleşen dünyanın soyut ve yozlaşmış değerlerini yüklenmeye çalışan pespayelerdi. Biz ise bunun farkına varmış olsak dahi bir şeyler yapamamaktan, bu gidişe bir son verememekten büyük bir üzüntü duymaktaydık. Yapay nice gülleri koklamamız istenmekteydi bizden. Bir bahçenin güllerini koklamak isterken onlar bize plastik dünyalarının yapay güllerini sunmaktaydılar. Ben ve hüzünlerim. Yani biz . Tanıtlanmış bir aşkın yoz güllerini bile bile devşirmeye mahkûm edilmiştik.
Benim hüzünlerimin de çarpık olması olağandır. Onlar benim hüzünlerim. Çelişik bir kişilikte çekimser kalmış birçok duygunun bir köşesine ilişmiş seferi hüzünlerim. Hangi dalın okunmuş güllerisiniz siz ve ben niçin yıkılmış nice düşlerin mıcır ve moloz dolu kumsallarında güneşin tutulduğu bir günde bronzlaşmaya çalışmaktayım.
Bu benim hüznümdür, duyun ey ahali!
Çelişik bir hüzün benimkisi. 

 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 04

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

HÜZÜNLERİN TERAZİSİ
Tartarak aşamadığınız kütle problemlerini ölçeceğiniz bir alanın olmasını mutlaka istersiniz. Kütlesel bir problem olmadığını kesinlikle bildiğiniz duygusal sorunların bile ağırlığını tartabileceğiniz hassaslıkta terazilerin olmasını mutlaka istersiniz. Ne garip ki bunu ben de isterim. Geceler boyu yalnızlığınızı körükleyen ve ağırlığıyla boynunuza vurulmuş bir prangayı andıran hüzünleriniz ölçü tutmaz olur. Üzülmek çare değildir çoğu zaman; çünkü üzülerek aşamazsınız hüzünlerinizi. Beklersiniz, ‘’O’’ gelsin diye türlü batıl çareler aramaya başlarsınız ve o bir türlü gelmez. Bekleyen olmak beklenen olmaktan daha iyidir bazen. Bekleyişin verdiği acılar ile berkleşen yüreğiniz en sert aşkların acılarına hazırlıklı hale gelir. Bunu bu kadar akılcılaştırmak doğru mudur peki? Yani iki kere ikinin dört olduğu gerçeği kadar belirgin midir acıların insan yüreğini berkleştirdiği? Sanmıyorum. Hayatımızın birçok alanını kaplayan bu tanımlanmış duygular, piyasanın göbeğinde en müstehcen biçimde pazarlanıyor zaten. Bizler bize sunulan duygulardan en rağbet edilenlerini seçmeye çalışıyoruz. Bir boy büyüğünü alıyoruz seneye de olsun diye; ama hiçbir zaman seneye de kullanamıyoruz bu duygularımızı;  çünkü modası geçmiş oluyor bir sonraki sene geldiğinde. Şekillere bağımlı bu duyguların kendilerini şekillerle ifade etme çabası çoğu zaman çok gülünç oluyor; eğlencelik izlence hissi veren hüzünlerin poşetlenmiş Pazar hali satılan değerlerin içinde satılmışlık mertebesine kadar düşen bu duyguları mizahın terazisinde tartıyor.
Tartımı ayarladım, yalan yanlış ölçse de hüzünlerimi bu tartının verileriyle yolumda yürümeye devam edeceğim. Hüzünlüyüm desen burada oldukça basit ve estetikten yoksun bir iç dökme olur diye düşünüyorum. Zaten ben genellikle düşünüyorum. Descartes’in dediği gibi var olmayı da bir başarabilsem herhangi bir sorunum kalmayacak. Hüzünlerimin mutlaka mantıklı bir nedeni vardır; ancak ben bu mantığı kuranların bilişsel düzeyine erişmiş miyim bilemiyorum. Mantığınım durduğu bir nokta olmasını da istemiyorum bu durumun. Akıp gitmeli düşüncelerim hüzün deyince. Anlamalıyım, anlamlandırmalıyım, kendime göre bir tanımını yapabilmeliyim hüzünlerimin. Hüzün sözcüğüne eklediğim bu iyelik ekinin bir anlamı olmalı işte. O’nu anlamlandırmalıyım. Nice saf duygunun ehliyetsiz ellerde harcandığı, birçok hassas insanın hassas sıfatını kazanmak için kendi özüne yabancılaştığı günümüzde ben kendi duygularımı hüzünlerimi iyelik ekim ile donatabilmeliyim. Hüzünlerimin üzerinde bir başka tekil şahsın eki olmamalı. Oysa benim hüzünlerimin üzerinde tekil olmayan milyonlarca çoğul şahsın izi var. Onlar hüzünlerime değdikçe daha bir çoğul oluyorum galiba. Dassein’imin bir parçası olmuş bu çoğul hüzünler. İkinci ve üçüncü çoğul şahısların penceresinden bakıyorum dünyamı kamaştıran hüzünlerime. Şahıslarım çoğaldıkça ben de çoğalıyorum. Benliğimde birkaç müstear ismin ağırlığını taşıyorum işte. Bunu neden mi yapıyorum? Yapmasaydım çıldıracaktım desem Sait Faik‘e özenmiş olur muyum?  Ophelia’ya yazarken kendim olmak için başkalarına yazarken uydurma kimliklere bürünüyorum desem ‘’ kökü dışarıda’’ olan bir evrensel esinlenme hattının eksenine girmiş olur muyum? Pessoa mıyım ben, kendimi Pessoa kadar yetkin mi görüyorum bu merhalede?
Hüzünlerimin terazisini getirin bana, kendimi tartmak istiyorum. İki dirhem kadar gelsem de benliğimde kaç kişiyi taşıyabileceğimi görmek istiyorum. Büyük olasılıkla bir benliği bile taşıyamadığım için sıfır ve virgülle başlayan bir ondalık değerim olacak bu terazinin üzerinde. Ne gam, hiç sorun değil. Yine de görmek istiyorum. Al eline kalemi yaz başından geçeni tarzında şair ve yazarların türediği bu günlerde başımın içinden geçenlerin hamalı olup onları kendime dert edindiğim için hiç de mutsuz değilim. Kendimi dışlanmış gibi hissetmiyorum; aksine ben bütün bu kokuşmuşluğu ve aleladeliği kendi isteğimle dışlıyorum. Belki de bu bir savunma mekanizması, Freudyen bir okuması yapılabilecek nevrotik bir durum. Olsun, ben bu durumumu benimsiyorum ve tüm ağırlığını gönüllü olarak üstleniyorum. Bu konuda kimseyi suçlayamam ve yargılayamam. Kendi suçumu üstlenebilecek kadar cesur ve kişilik sahibiyim. Belki de bu bana öyle görünüyor. Hüzünlerimle baş başa kaldığımda kendime sorduğum nadir sorulardan biri de suçumun kefaletini ödemeye muktedir olup olamayacağım meselesi üzerine odaklı. Farklı kişiliklerin hamalı olduğumu biliyorum, onları kendi isteğimle üstleniyorum.
Başıma aldığım bu bela da neyin nesi? Kalemimin ucundan damlayanlarla kedimi vuruyorum. Hiç kimse böyle intihar etmeyi denememiştir, buna eminim. Sorularınız varsa ya şimdi sorun ya da daha sonra ban sorun çıkarmayın. Ey insanlık benim halimde olsaydın ne yapardın? Çok çoğul bir soru oldu bu biliyorum ve ben bu kadar çok biliyorum demeyi hiç sevmiyorum; çünkü bildiklerimi bu cihanı dolduran bir tutam bilginin sadece bir parçası olduğunu  ‘’ biliyorum’’. Sakın korkmayın emi,hüzünler üzerine son yazım olmayacak bu. Daha devam edeceğim ama şimdilik değil. Nedenini sormayın bana, nedenlerle aram bu sıralar pek iyi değil.
Hüzünlerim, ne olur beni anlayın, eleştirmeyin; çünkü ben kendini eleştirdikçe ıssızlaşan biriyim. Şimdi ısız adama çekilmekteyim. Siz şimdilik beni hayal etmekle yetinin.

 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 05

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

TESADÜF
Şimdi beni yitirmenizi, benim yerime kendinizi bulmanızı buyuruyorum; hepiniz beni inkar ettiğinizde, reddettiğinizde, işte o gün, ancak o gün geri döneceğim sizlere…’’
FRİEDRİCH NİETZSCHE
Duyulara dıştan verili olan işaretler aracılığıyla içsel gerçekliğin bilinmesini sağlayan bu yönteme ‘’anlama’’ diyoruz. ’’   WİLHELM DİLTHEY
Tesadüf! Bu yazının yazılış sürecini ifade eden tek anlamlı sözcük. Yanlış anlamayın, tesadüf sözcüğünün tek anlamlı olduğunu savlamıyorum; sadece bu yazımın yazılma serüvenini anlatacak tek sözcüğün bu olduğunu söylüyorum, o kadar. Tesadüfen elimi klavyenin üzerinde buldum ve serüven başladı. Yine bir diyara konuk olarak gitmeye hazırlanıyordum. Bu seferki yolculuğum kalemimin güdümünde tesadüf denizlerinin açıklarına doğru olacaktı. Tesadüfü doğuran bir sebep yok muydu peki? Olmaz olur mu? O, söylemişti bana hayatın küçük tesadüflerin etkisinde işlediğini. İşlemek sözcüğünü kullanırken bir makineye mi benzetiyordu hayatı? Kim bilir? Gerçi benzetmiş olsa da yanılmış olduğunu söyleyemem. Hayat bir makine gibi işliyor ve biz o makinenin için de yarı bilinçli bir biçimde çarkların arasında bize sunulana razı ve bize sunulandan memnun yaşıyoruz. Tesadüfen başımızı omzuna taslayabileceğimiz birini bulursak ne mutlu bize. O, da öyle demişti. Küçük kutusundan bahsetmişti. Küçük kutusunun içine doldurmayı istediği şeylerle mutlu bir biçimde yaşamayı arzuladığını söylemişti. Küçük tesadüflerin küçük kutusu; ne mutlu sana, ne mutlu seni imgeleminde yaratabilen hassas beynin minicik yüreğine! Mutluluk mu bizim aradığımız değer biçilmez hazine? Tüm aramalarımıza rağmen gül yüzünü bize göstermeyen narin sevgili? Yüzyıllardır arıyoruz neyi aradığımızı bilmeyerek. Şair sormuştu; ‘’ Bana mutluluğun resmini çizebilir misin Abidin?’’ diye. Abidin resimler çizmişti, neredeyse üç çeyrek asır. Peki mutluluk o resimlerin neresinde? Chagal’ın ‘’ Hemhal Olmuşlar At Üstünde’’ adlı resmini gözlerinizin önüne getirin hele. Mutluluk bu olamaz mı ki? O resimdeki iki sevgili mutluluğun ete kemiğe bürünmüş hali olamaz mı? Ya da mutluluğun tek somut anlatımı o resimdeki iki sevgilinin durumu mu? Sorular uzuyor, sorular uzadıkça O’ nun yüzündeki belirsizlik çoğalıyor. Hissettiklerimizin çoğuna yerleşen yüzyılların küflü hüznü bir vezir i azam edasıyla kuruluyor yüzümüzün soluk tahtına. O, söylemişti. Küçük kutusuna sığdıracağı şeylerle dünyanın yozlaşıklığının ötesinde mutlu bir yaşamı sevdikleriyle birlikte sürebilmenin kıvancını bana. Öğrenmiştim. Biliyorum demeyi sevmediğimi söylemiş miydim hiç? Elbette söyledim. Hüznümün bir köşesine ilişmiş biçimde sinsice bekleyen belleğimden ani bir nida yükseliyor, altında söylenmedik söz bulunmayan gökyüzüne. ‘’Biliyorum’’ demeyi sevmediğini söylemiştin ey fani insan. Fani olan bendim, fani olan benliğimdi, fani olan yaban düşüncemdi, fani olan tüm faniliğine rağmen ölümsüzlüğe uzanmayı arzulayan kalemimdi. Kalemim, bilmediği bir diyarı tecrübesizce betimlemeye çalıştıkça bocaladığını görüyor ve erişemeyeceği bir olgunluk düzeyine ulaşmak için boşuna çaba sarf ediyordu. Yorulmuştum, benliğim ağır yara almış,  hanım yağmalanmıştı.
Tesadüf! Falanca yerde falanca kişiye rast gelmek ya da beklenmedik bir anda aşırı derecede mutlu edici bir olay ve ya da durumla karşı karşıya kalmak, ilk defa giydiğin bir bluz ile girdiğin sınavda yüksek not alınca bütün sınavlara o bluzla girmeyi istemek kadar basit ve adi bir biçimde açıklanamayacak ölçüde anlamlı bir kelime, tesadüf. O, da böyle demişti tam olarak ve sunturlu bir küfürle bozulan kalemini yâd etmişti. Evindeki kalem çöplüğünden bahsederken bir yandan da ‘’ kapalı devre analizi’’ yapmaya devam etmişti. Bir eli klavyedeydi, bir eli kitabında ve ya çalıştığı konu da bilgisayardaydı diyelim öyle olsun işte. Mucizevî kelimeyi işte böyle bir durumda yazım olsun o: zaman. Ne tarifsiz bir sözcük değil mi? Ne kadar tanımlamaya çabalasak da, çaldığımız zamanın minaresine kılıf bulamadığımızdan bir türlü anlamlandıramadığımız bir sözcük: zaman. Hepimiz onun içindeyiz ve ya o bizim içimizde. Bütün yaşamımız ona ayarlı, onun içinde bütün debelenişlerimiz. Tanpınar‘ın dediği gibi; ‘’ ne içindeyiz zamanın / ne de büsbütün dışında / yekpare geniş bir anın / parçalanmaz akışında ‘’. Bir de onu ölçmeye çalışmışız iyi mi? Boyunu posunu belirlemeye çalışmışız ve bu çalışmalarımız sonunda icat ettiğimiz aleti bir apolet gibi kolumuza asmışız, bak şimdi de kolumda. O, şöyle dedi sonra ‘’ o küçük kutumun içine sığdırdığım küçük şeylerim ve sevdiklerimle zamanın etkisinin dışında bir düzlemde mutlu yaşamak istiyorum.’’ ve ekledi bütün şirinliğiyle ‘’ sadece tesadüfler etki edebilmeli oraya, ayarlanmış olmamalı hiçbir şey’’. Ayarlanmış olmamalı mutluluğumuz, ayarlanmış olmamalı sevdiklerimiz ve biz bir şeylere yetişmek amacıyla koşturup durmamalıyız ayarlanmış bir hayatın içinde. Tesadüfler etkilemeli sadece yaşantımızı, gerçek tesadüfler. Onlarla yaşantımız belirlenirken karşılaştığımız her tesadüfte alaycı olmayan huzurlu bir gülümseme kaplamalı dudaklarımızı. Ellerimiz sonsuzluğun güllerinin demetlerine uzanarak, mutluluk bahçesinin mahsulleri olan bu gülleri sevdiklerimize dağıtsın. Sevdiklerimiz de bu gülleri kendi sevdiklerine versinler; derken güller elden ele. Edip Cansever’ de tam olarak bunu söylemişti ‘’ Yerçekimli Karanfil’’inde; ya da ben onun böyle söylediğini sanmıştım, bana gelen çağrışım böyleydi onun şiirinden. ‘’ Görüyor musun bir sevdayı büyütüyoruz seninle’’ . Bunu O’na söylemiyorum, kesinlikle, yanlış anlaşılmasın bu sözüm de. Bunu tüm insanlığa seslenerek adeta haykırırcasına söylüyorum, ‘’ulumam’’ gittikçe tizleşiyor, kendimi yiyip kendimi tüketiyorum: ‘’gittikçe artıyor yalnızlığımız.’’
Tesadüf ! Bir defa da odasını toplarken rastlamıştım ona. Bir yandan kütüphanesinin raflarını düzeltirken öbür yandan kafasında kurduğu dünyanın teorik temellerini atmaya çalışıyor; bütün bunlardan bulduğu vakitlerde de bana laf yetiştirmeye çalışıyordu. Laf yetiştirmek derken olumsuz bir durum canlandı kafanızda değil mi? Olabilir; ama daha çok erken bunun için. İleride önünüze çıkacak olan olumsuzluğun bir ‘’ girizgâhı’’ olsun bu şimdilik. Sonra ayrıntılı bir biçimde gireriz içine çıkmamacasına. Şunu bilin yeter: yormuştum kendimi, kendi yorgunluğumu ona yormak istemiştim; şimdi daha iyi görebiliyorum bunu. O zaman O’na uzun uzun odasını toplamasının gereksizliğini kanıtlamaya çalışmıştım, kendimi büyük göstermek için belleğimin ve kalemimin sınırlarını zorlamıştım. Değme filozofun içinden çıkamayacağı felsefi uslamlamalar türetmiştim bütün çelişkileriyle birlikte. Ben bunlarla uğraşırken O odasını toplamaya devam ediyordu, oysa ben onun uğraşının anlamsızlığını kanıtlamaya çalışan bir yazı yazmak için klavyenin başında terliyordum ve onun ne yaptığını nelerle uğraştığını, neleri düşündüğünü hiç aklımdan geçirmiyordum. Şimdi düşünüyorum da bir insanın odasını toplarken içinde bulunduğu bunalım halini o zaman nasıl da algılayamamışım. Kızıyorum kendime, zaten oldukça düşük olan benlik bilincim ve öz saygım biraz daha zedeleniyor. Kendi küçüklüğüme bakmadan bir deli kibriyle kendimi ona ispatlamaya çalışıyordum işte. Hem de nasıl: Derrida’nın ‘’differance’’ kavramı üzerinden zamanın ruhuna yönelik eleştirel çözümlemeler yapıp, tesadüf adı verdiğimiz kavramın ‘differance’’ ın insanlar tarafından farklı algılanmasıyla ortaya çıktığını Luis Borges’un felsefesini eleştirerek ispata çabalamak. Kanıtladıktan sonra neyi elde edecektim ki? Koskoca bir hiç. Neyi kazanacaktım ki? Koskoca bir hiç. Şunu bekliyordum galiba: tamam sen haklısın. Bu beklediğim gerçekleşeydi ne olacaktı peki? Koskoca bir hiç. Evet, koskoca bir hiç uğruna minicik bir yüreği kırmak… Kırıldı, kırdım. Kırıkların tamir edilmezliğini düşündükçe çıldırdım, onarabilsem bile kırılan yerlerde kırgınlığın izleri varolmaya devam edecekti. O meşhur hikâyedeki gibi kütüğün üstünde çivilerin izleri kalacaktı. Ne yaparsam yapayım silemeyecektim o izleri, sadece üstlerini örtebilirdim; fakat üstünü örttüğüm bu kırıklar gözümden uzak oldukça bilincimin altını oyup kemirecekti. Sustum, suskunluğum dillerin susmasını geçene kadar devam ettim. O’nun odasının dağınık bir köşesinde O’nun eliyle toplanmayı bekledim.
Tesadüf ! Gel sen topla beni bu gece. Dağılmışım, benliğimden çıktığım halde sıfıra ulaşamamışım. Şarkıda söylendiği gibi ‘’kendimi kendimden çıkardım’’ ;ama kalan sıfır değildi. Bir başkasıydı. Tanıyamamıştım onu ilk bakışta. Sonradan öteki yüzlerimden biri olduğunu anlamıştım. Binlerce yüzüm vardı ve her yüze ait olan farklı benliklerim. Hangisine ihtiyaç duyarsam onu takınıyordum. Aldatıyordum herkesi ve ya yüzümde o an onların görmek istediği kişiyi taşıyarak onları aşağıladığımı düşünüp kendimi aldatıyordum. Müstear bir kişilik bu bendeki, hüzünlerim gibi üzerinde iyelik ekimi taşıyor olsa da bana ait olmayan ve birçok kişinin izini bağrında taşıyan çoğul bir kişilik. O’na da söylemiştim bunu, farklı kişiliklerin içini tek bedenle doldurmaya çalıştığımı, bunu yapacağım derken çoğalmak yerine parçalandığımı ve her bir parçamı ayrı bir bütün sayıp ikinci bir bölünmeye tabi tuttuğumu. Yadırgamadı O, ben de yadsıma gereği duymadım. Yadsımalıydım; çünkü benliğimi işgal eden diğer kişiliklerimden en yalancı olanı böyle emrediyordu bana. Emrediyordu benim yarattığım sefil kişilik, bana emirler verebiliyordu işte. Sefil kişiliğimi susturduktan sonra ben bu parçalanmışlık içinde toparlanmak için kıvranırken O şöyle demişti: ‘’ Benim de dolabımda yüzlerce maske var ve her gün dışarıya çıkarken birini takıyorum, eve gelince çıkarıp bir diğerini takınıyorum. ‘’ çıldıracaktım, hala çıldırıp çıldırmadığımı net bir biçimde bildiğimi söyleyemem. Benim gibi birine rastlamıştım: benim gibi biri. O’nun maskeleri vardı, benim kişilerim. O maskelerini takınıyordu, ben kişiliklerimi. Ben kendimi kendimden çıkarıyordum, O ise maskelerini çıkarıyordu yüzünden. Aklıma birden ikinci bir şarkı geliyor tam da burada: Maskeli Balo.  ‘’O maskeli balo ve onun sahte yüzleri.’’ Sadece burası önemli benim için bu şarkının. Bu dizeyi bağlamından koparıyorum ve kendi bilincimde yeni bir bağlama uluyorum. Bir süvari gibiydim o gece. Maskeli Balo’nun içinde sahte yüzünü takınmış O’nu arıyordum ilişik kişiliğimle. Sadece bulmayı istemiyordum, bulmak için ölüp ölüp diriliyordum. Kendimde kendimi diriltiyordum. Bak burada yeniden seni hatırladım ey okuyucu! Sakın yanlış anlama, bu yazımda O’na ilan ı aşk etmiyorum. Her ne kadar aşkın şehri Venedik’in maskeli balolarından bahsediyor olsam da burada kast ettiğim şey aşk değil. Ey okuyucu Freud’u haklı çıkarmak için bu kadar kendini paralama olur mu? Sen ben değilsin , ‘’kendine zarar verme mesleğinde’’ henüz yenisin, ayağını denk al, yoksa sen bilirsin. Ayrıca yazıyla ve şiirle âşık olunmayan bir devirde yaşadığımızı da burada bu yazıya ataç ile iliştirmek isterim. Bu sözlerim O’na değil ey okuyucu sana, beni anlasana. Ama önceden uyarıyorum seni, sakın beni anlamak için çaba sarf ederken kendini parçalama. Şunu bil ey okuyucu: O ve ben ‘’sadece ve sadece’’ tanıtlanmış bir hayatı ayarlanmış bir dünyanın içinde yaşamaya muhalif olarak farklı maske ve kişiliklerle isyanımızı ifade etmeye çalışan ‘’soyu tükenmeye yüz tutmuş’’ iki ‘’ hümanist entel serseri’’yiz; aşık ve maşuk değil !!!
Tesadüf ! O, kapalı bir devre olan asıl benliğimi analiz ederken beni oluşturan nedenleri ve alt nedenleri gördükçe olasılık dâhilinde olmayan bir varoluşa sahip olduğumu keşfettim. Keşfim tesadüfîydi, isteyerek bunu yapmadım ben. İstesem de yapamazdım zaten. İsteyip de yapabildiğim o kadar az şey var ki yazsam bir yazının başlığı bile olmaz. O, yazıyor musun demişti bana. Ben de yazdığımı söylemiştim O’na. Önemseyip bunları okur mu ki? Belki küçük bir ihtimal var, O bu yazıyı okuyabilir. Küçücük bir tesadüf O’nun bu yazıyı okumasına aracı olabilir. Tesadüfen klavyenin üzerinde dolaşmaya başlayan ellerimin yazı yoluyla uzandığı bu serüven onun okuması için yazılmadı sadece. O’nun da bu yazıyı okuyacağı gerçeği göz önünde tutularak yazıldı bunu itiraf ediyorum. Tutuklayın beni, sorguya savunmaya gerek yok, kurun bana meyvesi insan olan ağacı, bahar mevsimi geldi. İskemleyi fazla küçük yapmayın emi, küçük iskemlelerden oldum olası nefret ederim. Bu nedenle kırık bir kalbe uzanmanın yolunu küçücük bir iskemleye benzeyen bu yazıdan açmasını beklemem; çünkü küçük iskemleler bir yerlere ilişmek içindir, bilirim. Bir kafe köşesine, bir kaldırım kenarına, bir masanın ucuna, bir kalbin kapakçığına…
Tesadüf! Bu yarı kurmaca düzlemi işgal eden yazıyı altı bölümde bitirmek istemezdim. Kısa kesmeleri sevmediğimi iyi bilirsin ey okuyucu. Uzun uzun söz etmeliyim her şeyden, uzun uzun itiraf etmeliyim her şeyi. Sıkı dur tesadüf, itiraf ediyorum her şeyi: Bu metni altı bölümde bitirmek istemezdim; fakat…
 
Tesadüf bu ya; yedinci bölümde dinleneceğim.
AYIRT EDİCİ ALGILAMAYA YÖNELİK EDİTORYAL NOT: ‘’Ölüler Biliyor Dirilere Aşk İtirafımdır! ’’ ı bir sonraki yazıya kadar bekleyeceksiniz.

 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 06

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

GELECEĞİN ATLILARI İÇİN TEMEL SÜVARİ EĞİTİMİ MAHİYETİNDE AFORİZMATİK ULUMALARDIR.
Ulumalar hayatı taciz etmeyi becerebildiği oranda etkileyici oluyor. Sil baştan yazılan birçok hikâye hayatın içindeki temel taciz hattını oluşturuyor ve yola devam edenlerin gittikleri yerde yaşadıkları tacizin etkileriyle yaşamalarına neden oluyor.
Hayatın insanlara dayattığı birçok yükümlülük var ve biz bu yükümlülüklerden yan çizmek için elimizden geleni yapıyoruz. Bilerek ve ya bilmeyerek başka insanların hayatını etkiliyoruz. Etkileşimin en fazla arttığı yerler olarak da karşımıza büyük şehirler çıkıyor. Metroda karşımızdaki koltuğa oturan kişinin o koltuğa oturmaktan başka bir suçu olmasa bile o an orada olması hayatın ona biçmiş olduğu bedeli ödemesi için yeterli oluyor. Elinizde olmadan gözleriniz karşınızdaki kişinin gözleri üzerinde dolaşmak zorunda kalıyor. Gözlerinizin dar açısına yerleşen onlarca insanın çoğu zaman estetikten yoksun yüzleri o an içinde kendinizi gerçekleştirmenize engel olur. Şehirlerdeki bu karmaşık durum süre giden bir anarşinin varlığını hissettirse de bu durum izin verilmiş bir anarşinin bizim isteğimiz dışında hayatımıza sokulması demek aslında. Bunun farkına varmak o kadar güç olmasa dahi farkına vardığın şeyi değiştirmek için harekete geçmek sırası geldiğinde yılgınlığımız ya da umursamazlığımız, sorumsuzluğunuz arttıkça artıyor. Milyonlarca insanın keşfettiği bir durum bu; ancak bu binlerin algısındaki yanılmalar nedeniyle değiştirmenin gerçekleşmesi sonraki bir zamana erteleniyor. Ertelene ertelene sona ertelenmişliği yaşamaya başlıyoruz hayatta. Ertelenen de biziz erteleyen de. Yılmışız yaşadıklarımızdan, dışımızdaki güçlerin bizi kategorilendirmek için gösterdiği çaba karşısında direncimiz çok düşük. Düşmüşlüğün, aşağılığın teorisinin temel fizik kanunları misali deneysel süreçlerle ispata çalışıldığı kalabalık şehirlerde şehrin en minik parçası halinde yaşamımızı devam ettirme zorunluluğu elimizi kolumuzu bağlıyor. Çaresizliği sürekli yaşayınca umursamazlığımız da artıkça artıyor. Umurumuzda değil içinde bulunduğumuz durum ve kimiz biz? Kimliğimize ne tür bir değer hangi birim ile veriliyor? Ölçtükçe artıyor mu acılarımız, terkedilmişliğimiz; yalnızlığımız? Nedir bizi bunca bunaltan bunca çaresiz bırakan temel psikolojik süreç? Bildiğim tek şey var: öğrenilmiş çaresizlik!
Milyonlarca insanın yaşadığı en büyük psikolojik sorun bu. Deney kafesine kapatılmış fareler gibiyiz, deneyi yönetenler tarafından ortama sunulan acı verici uyarıcılar tepkilerimizi düzenliyor, zaman zaman arttırıyorlar tepkiyi deneyi yönetenler, zaman zaman azaltıyorlar, biz ise acı verici uyarıcıyı azaltmanın elimizde olmadığını “öğreniyoruz”. Öğretilen bir durum içindeyiz hepimiz. Bunun farkında olsak da değiştirmenin imkânsızlığını öğrenmişiz bir yerlerde. Bu nedenle değişebilir bir durum karşısında olsak bile bu durumu değiştiremiyoruz; değiştiremeyeceğimizi sandığımız için harekete bile geçmiyoruz. Pasifliğimizi başka türlü ifade edebileceğimi sanmıyorum.
Uluma meselesine gelince, ulumanın yayılması ile bu durumun insan bilişsel süreçlerine dayattığı zorunluluk, insanın farkı algılaması ile ortadan kalkabiliyor. Ulumanın baskısı ile tepkimeye giren insan psikolojisi “acaba” sorusunu sorarak içinde bulunduğu durumu sorguluyor. Tahlil sürecinin uzaması bir anlamda sorgulama sürecinin uzaması demek oluyor ve bu durumda insanın içinde bulunduğu psikolojik konum daha iyi eleştirilebiliyor.
Gelelim geleceğin atlılarına: Anadolu coğrafyasında nice dert ve sıkıntıyı yaşayan bir milletin gençliği olarak ileriki koşularımızı başarıyla tamamlamak için bize düşen temel görevler vardır. Daha önce de tanımladığımız gibi içinde yaşadığımız şehirlerin bize dayattığı sanal gerçekliğin dışında bir düşünüş hattı kurmak için içinde bululduğumuz tecrit haline yönelik bir itirazımızın olması gerekir. İtirazımızı yaşamın merkezine eylemsel bir biçimde yerleştirebilmek itirazımızın sanallığını da ortadan kaldırır. Düşüncelerimizin içerdiği itiraz, durumu farkı hissettirecek düzeye ulaşmalı ve temel epistemolojik klişeleri parçalayacak düzeyde yıkıcılığı rahminde besleyip büyütmelidir. Biz her ne kadar Bozok Yaylası’nın göbeğinde bütün bu hay huydan uzak bir yaşantı sürdürmeye çalışsak da küreselleşen dünyanın sanal verileri tarafından bilinçli ve programlı bir süreç zarfında taciz edilmekteyiz. Eserlerimizin de bu süreçten etkilenmesi olasıdır. Buna engel olmak ve eserlerimizin özgünlüğünü korumak için geleneğin kanıtlanmış verilerini yeni bir felsefi sanatsal süreçten geçirerek işlemeliyiz. Aksi takdirde Türk felsefesi ve sanatının geleceği batı sanat ve felsefesinin güdük bir kopyası olma gerçeği ile karşı karşıya gelecektir. Günümüzde tartışılan felsefi ve sanatsal gündem bunun en gerçekçi örneğidir. Bugün bir felsefenin geçerliliği batıda bu felsefeyi benimseyen aydınların çok olması ile ölçülmektedir. Bir sanat eserinin değeri milyon dolar vurguncularının ona biçtiği maddi değer ile ölçülmektedir. Bu süreç izlendiğinde Türkiye’de sanat eserinin ilgi görmesi için bu sanat eserinin batıda rağbet edilen bir sanat anlayışıyla üretilip üretilmediği önemli bir ölçüttür.
Geleceğim atlılarını tanımladığımıza göre bu atlılara verilecek temel süvari eğitimini de tanımlamalıyız. Bu eğitim geleneğin verilerini putlaştırmadan gerçekçi bir düzleme oturtarak işleyen, geleneğin eş süremli ve art süremli okumalarını yapabilen, anakronizme sapmadan geleneği günümüz verileriyle harmanlayabilen, harmanlama yaparken yamalı bohça yaratmadan özgünü yakalayabilen bir anlayışla yapılabilir. Sanat nasıl ki yaşamı anlamanın organonu ise ( Wilhelm  Dilthey) gelenek de yaşamın köklerini içinde taşır. Okullarımızda verilen sanat ve felsefe eğitimi, batı sanat ve felsefesine dayalı olarak tam anlamıyla bir beyin yıkama sürecinin programlanmış halidir. Milli eğitimin kaynaklarıyla ayakta tutulan bu okullarda batı kültürü yedisinden yetmişine örgün ve yaygın eğitim gören binlerce öğrenciye adeta dayatılmaktadır. Kendi sanat ve felsefesine yabancılaşan bu bireyler bütün felsefeci ve sanatçıların batıdan çıktığını düşünerek bu ülkeden iyi yetişmiş dahi sanatçıların asla yetişemeyeceği anlayışına klasik biçimde koşullandırılmaktadır. Değiştirmeye çalışan sanatçıların ve felsefecilerin de batıya endeksli medyada yer bulamayacağı öğretilmektedir. Böylece öğrenilmiş çaresizlik durumu palazlandırılmaktadır.
Özetle “bizden adam olmaz” anlayışının güdüklüğü ile kendi gizilgücünü kavrayamamış bireylerin yetiştirdiği gençlerin üretebileceği bir sanat ve felsefe bulunmamaktadır. Geçmişindeki dahi sanat ve felsefe adamlarını tanımayan genç birey tanımadığı bir geleneğin sürdürücüsü olamaz. Buraya kadar devam ettirmeye çalıştığımız ulumanın anlamı da budur işte. Eğiticilerin ulumaları ile uyandırılan bireyler bunu kavrayacak uyanıklığa sahip olabilirler. Aforizma tik bir ulumayı bu yazının sonuna kadar bekleyen saf ve temiz okuyuculara tavsiyemiz aforizma ile hayatı tanımlamaya çalışanların, hayatı sınıflandırmaya çalışan gözlük takmış atlar olduğu gerçeğini hatırlamalarıdır. Keza her tanımlama çalışması “ağyarını mani, efradını cami”’ mahiyette olmalıdır.

 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 07

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 
TAŞRADA İNTİHARA HAZIRLANAN BİR FARE
Geldi, yazıcımın içine girdi. Ben onu misafir etmemiştim oysa. Mülkiyetimin sınırlarını gaslederek geldi ve benim hayatımın içine acısıyla kederiyle yerleşti. O derece rahattı ki ben bile kendi yaşam alanımda bu ölçüde rahat tasarruflar gerçekleştirme konusunda onunla yarışamam. Ne kadar rahattı, yüzünde belli belirsiz bir gülümseme de vardı galiba. Tüm dünyaya karşı bir isyanı mı simgeliyordu bu küçücük farenin varlığı.  Oysaki çevremi bütün bütün düzenlemiştim. Beni etkileyecek olan ortamımın aurasını bozacak düzeydeki her şeyi uzaklaştırmıştım çevremden.. Bulunduğum yere hâkim olmanın mutluluğunu tarif bile edemezdim önceleri, buna inanın. Yalanı bile uzaklaştırmıştım hayatımdan. Zamanla bunu da yani yalana da alıştım. Alıştırdılar işte ne yapabilirim. Ah o şeker ve sevimli fare. İlk günlerde tiksinmiştim ondan, korkmuştum bana virüs bulaştıracağını düşünerek. O ise korkarak değil hissederek sevmişti beni ya da ben öyle hissetmiştim. Altı üstü bir fare değildi bu, ‘’hümanist entel bir serseriydi’’ kesinlikle. Nietzsche felsefesindeki anarşik öğelerin kökenleri üzerine bir yazımı yazdırırken yazıcımın içine öylece ağıverdi işte. Ani bir refleks ile onu engelleyemez miydim? Bunu elbette yapabilirdim. Zaten tüm tanıdıklarım bu tür entelektüel konulardaki refleksif hassasiyetim konusunda hemfikirdirler. Masamın ayrılmaz parçaları olan gazete destelerinden birkaçını kullanarak farenin üzerine bir kâbus gibi çökemez miydim? Bunu da yapabilirdim; çünkü bu tür tacizlere karşı gösterdiğim fiili tepkilerim allame arasında meşhurdur; ama yapmadım. Korkudan değildi, inanın, sadece bunu yapmak istemedim. Bazen edip eylediklerimizin sebebini net bir biçimde bilemeyiz, bizim dışımızda olan etkenler nedeniyle harekete geçen kaslarımızın edip eylediklerinden mesul edilemeyiz. Biz yapmamışızdır, bizi bir dürten olmuştur bu işe ve bunlara dürtü denir. Bu durum da tam olarak bu tarife uygun bir biçimde gelişti.
Günler geçtikçe faremin çıkardığı seslere alışmaya başladım. Sabahleyin erkenden kalkarak senfonik bir eyleme hazırlanıyordu fareciğim. Oldukça kakafonik sesler çıkarıyor olsa da modern atonal müziğin kuramsal ve felsefi içeriğine yabancı olmayan kulaklarım bu düzensiz sesleri bir senfoni gibi algıladı. Algımda bir yanılma payı elbette vardı; fakat ben bu yanılma payının katsayısının yüksek olduğunu pek düşünmüyorum. Evet, çok heyecanlanmıştım. Yazıcımın içinde dünyanın en etkileyici atonal müzik şaheserleri bedava besteleniyor ve sadece bana sunuluyordu. Kendimi bir lord gibi hissettim. Büyük ve görkemli şatomun içine tıktığım ve paraya boğduğum onlarca klasik müzik sanatçısı sadece benim için en güzel eserlerini veriyorlardı. Ve ben sofamdaki ipek koltuğa oturmuş ve ayaklarımı geniş penceremden gördüğüm kusursuz kır manzarasına doğru uzatmış bir biçimde onları dinliyordum. Hayal bu işte, nasıl ki dilin kemiği yok ise hayalin de kemiği yok. Hayallerinizin sınırları ile imgelerinizin sınırları aynı. Öyle işte! Benim şeker fareciğim seni sevmeye alışıyor muyum ne?
Sevgi mi? Kimse bunun varlığını iddia ederek bana çeşit çeşit taklalar üzerinden felsefeler üretmeye kalkmasın. İnsanlar sevilmek için çok kötü ve benim minicik farem de bunun farkında elbet. İnsan adı verilen vahşi yaratığın güvenilmeye değmeyen bir yapıya sahip olduğunu benim minicik fındık farem de biliyor. Yazıcımın içine girerek hayatımı taciz etmeye başlayan bu fare vesilesiyle fare adı verilen yaratıklar hakkında bilgilerimi de tazeleme imkânı elde ettim. Mesela fındık faresi farelerin en küçük olanlarından ve bu fare türü elektronik aletlere özel bir ilgi duyuyor. Bunları kemirerek yaşamını sürdürüyor. Benim farem de fındık faresi boyutlarında olmasına rağmen senfonik sesler çıkararak kemirme etkinliği konusundaki üstün başarıları nedeniyle fındık faresi adı verilen zararlı mahlûkat sınıflaması içine girmiyor. Vereceği zararın da o kadar büyük olacağını sanmıyorum ben. Sanrılarım pek güvenilir şeyler değil, bunu biliyorum; ancak insanoğluna olan güvensizliğim nedeniyle güvenecek bir tek bu minicik fareyi buluyorum galiba. Emin değilim hiçbir şeyden, insanlara güvenim sarsılıyor, hayvanlar âlemini tanıdıkça insanların hayvanlaşmaya başladığını düşünmeye başlıyorum. Bugün gördüğüm insanlar geçmişte abideler yaratarak insanın ruhsal dünyasına tercüman olmuş o şair ve yazarlar neslinin torunları mı? Kesinlikle hayır! Ben bir insan olarak bir insan yerine bir fare ile dertleşmeyi deniyorsam bunun bir tek açıklaması olabilir: insanlar beni ve benim değerli düşüncelerimi hak etmiyor. Hakkınız olmayan bir şeyi size verdiğim için ben suçluyum; çünkü hiçbiriniz bunu hak etmemişti. Alayınız dayatılmış bir adiliğin aidiyetinin sırtınıza vurduğu semerler ile yol almaya çalışıyorsunuz. Bunu görmenizi beklemiyorum, beni farem bunu görüyor bu bana yeter. Beni anlamanızı istemiyorum, benim farem beni anlıyor bu bana yeter. Ama şunu bilin ki size boyun eğmeyeceğim, isyanımın bayrağını dalgalandırmaya devam edeceğim. İtirazımı yüksek sesle sürdüreceğim. Hem kimsiniz siz? Benim hayatıma bu derece rahat bir biçimde müdahale etme hakkını kimden alıyorsunuz. Kendi aşağılıklığınızı görmeden benim samimiyetimi sorgulamaya çalışıyorsunuz? Hititler gelecekte böyle tipli insanların topraklarının üzerinde hüküm süreceğini bilselerdi eminim ki Hattuşaş’ı buraya kurmazlardı. Ama gelecek bilinemez ki …
Küçücük bir fare bile insan adını verdiğimiz yaratıkların yanında gayet medeni bir konumu işgal ediyor. Sam Savage’nin Firmin adlı romanı da burada anlam kazanıyor. Kitapların arasında onları okuyarak insanlar âlemi hakkında bilgi sahibi olan ve kendini geliştiren bir hümanist entel fare yanında ot gibi yaşayıp inekler gibi böğüren ve birbirini yemek için zaman kollayan bu vahşi yaratıkların yeri ne? Felsefe okumaları yapabilen bir farenin yanında daha kendi dilindeki bir metni okuyup anlayamayan yaratıkların esamisi okunur mu? Peki bu yaratıkları ciddiye alarak yapılan faaliyetler yerini bulup amacını gerçekleştirebilir mi?
Kim ne derse desin Anadolu hala Yakup Kadri’nin Yaban’ında anlatıldığı ölçüde yaban ve yırtıcı. Kendi dışından gelenleri kabul etmeyecek kadar tutucu ve yobaz. Kendi yabanlığına bakmadan, medeni insanları iftiralarla yıldıracak kadar kurnaz ve ikiyüzlü. Yaklaşık bin yıldır bu topraklar üzerinde ekip biçiyoruz ve hala bu toprakları ıslah edebildiğimiz söylenemez. İnsanlarımızı ıslah edemedik ki toprakları nasıl ıslah edelim mi dediniz? Haklısınız insanlarımız ıslah edilmemek için üstün çaba sarf ediyorlar. Bu çabaları nedeniyle onlara üstün hizmetsizlik madalyası versek yeridir. Ancak bütün bu duruma rağmen ‘ gelen neden gitmek için gün sayıyor buradan’ diye sormaları da yok mu? Beni deli ediyor. Siz onları kaçırıyorsunuz da ondan anladınız mı mankafalar diye haykırasım geliyor.
Reşat Nuri’nin güzel bir romanı var bilisiniz belki: Yeşil Gece. Romanın adı Anadolu’nun yabanlığının sebebine yönelik ipuçlarını içeriyor olsa da ben bu romanın cehaletimizin daimiliğinin engellenememesi hakkında bilgi edinmek amacıyla okunması taraftarıyım. Şunu da söylemekten çekinmiyorum: zamanı geldiğimde ayaklarım topuklarıma değe değe kaçıp gideceğim bu zorunluluklarımdan ve sizlere inat bir fare besleyeceğim kafeste, daha sonra da ‘fareciğim altın kafeste aman’ diye türküler söyleyeceğim sevinç içinde.
Vakti zamanında Don Kişot’u okumak gibi bir gafleti ve dalaleti gerçekleştirmiş bulunduydum!!! Yel değirmenlerinin betonsu kütlelerine hücum etmeyeceğim.
İlgililere binaen duyurulur!

 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

 
 
 

BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR!

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR
 
Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM
 Hukuka, Yasalara, Telif  ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir.