DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

 
İÇİNDEKİLER
Mahmut Selim GÜRSEL TAKDİM
Hayat Hikayesi
OLMAZ, EN FAZLA BİR DAKİKA VERİRİM
İNGİLİZCE ÜZERİNE
AĞUSTOS DEPREMİ ve DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
TARİHTEN GÜNÜMÜZE TÜRK YÖNETİMLERİNİN DEPREM AFETLERİNE YAKLAŞIMI
LÜTFEN ‘’BURASI TÜRKİYE’’  DEMEYİNİZ!
ARABALARIN ÖN KOLTUKLARINA  KİMLER OTURMALI ?
İHTİYAÇ HALİNDE YANGIN  TAHLİYE   MERDİVENLERİ NE KADAR KULLANILABİLİR?



 

 
Çalışma TELİF ESERİDİR izin almadan kullanmayınız!
Hazırlayan Mahmut Selim GÜRSEL
corumlu2000@gmail.com
Sitemiz ve yazarlarımız;hukuka, yasalara, telif haklarına ve kişilik haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir.

 01

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

KİTAP ismi  Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

TAKDİM           

Bir kitabın doğması, o kitabı yazmaya kalkan kişinin amacına ve bilgi birikimine göre değerlendirilmesi uygun olarak görülmelidir.

            Elinizde bulunan bu çalışmanın sizlere ulaşması için günlerini veren bu çabası için şükranlarımı sunarken, bu çalışmada da benim ufacık bir katkımın da bulunması beni bahtiyar etmiştir.

            Bu çalışma ile sizlerde bazı bilgileri edinmiş ve faydalanmış olarak uzun yılların birikimlerinden aydınlanacağınızı göreceksiniz.

            Bilgi; yazılmadıkça kaybolmaya açık birikimlerdir. Her insan bir kitaptır; onu okumamız gereklidir.

            Tanımadığımız ve anlamadığımız kişiler hakkında nasıl kararlar veremezsek; bir çalışmayı da incelemeden, okumadan karar veremeyiz. 

Mahmut Selim GÜRSEL  

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 02

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mahir ODABAŞI

01.01.1966 yılında Çorum ili Osmancık ilçesi Seki Köyünde doğdu. İlkokul yılları sıkıntılı geçti. Ailesinin yaylada kalması nedeniyle, birinci sınıftan beşinci sınıfa kadar her gün dağdan yalnız olarak bir saat yürüyerek okula devam etti. İlkokula köyünde başlayıp daha sonra Ankara Çankaya Mithatpaşa İlkokulundan 1977 yılında mezun oldu. 1985 yılında Kargı ilçesinde memuriyete başlayıp sırayla Osmancık ve Mecitözü ilçesinde 2001 yılına kadar görev yaptı. 1990 yılında İşletme Fakültesini bitirdi. 1991-1992 yılında Ankara Mamak Muhabere Okulunda kısa dönem olarak vatani görevini yaptı. 1990-2000 yılları arası çeşitli ilköğretim ve liselerde dışardan İngilizce ve İlk Yardım derslerine girdi. 2001 yılında açılan Sivil Savunma Uzmanlığı sınavını kazanarak Çorum İl Milli Eğitim Müdürlüğünde Sivil Savunma Uzmanı olarak göreve başladı. Evli ve 2 çocuk babasıdır.Sivil Savunma Uzmanı olarak görev yaptığı Çorum’da sivil savunma faaliyetleri farklı açıdan yapmaya çalıştı.Bu sayede öğrencilere, öğretmenlere , idarecilere sivil savunmayı sevdirdi. 2000 civarında verdiği seminer ve konferanslarla yaklaşık, 200 bin öğrenci ve personelin afet eğitimi almasını sağladı. Bu çalışmalar bazı ulusal basın ve mahalli basında sürekli haber olarak çıktı.Türkiye’de ilk defa Çorum’da İl – İlçe ve Köylerdeki tüm okullara yangın malzemesi dağıtılmasına katkı sağladı.Bu çalışmalar İçişleri bakanlığı (sivil savunma genel Müdürlüğü) ve Milli Eğitim Bakanlığınca diğer illere örnek gösterildi.Yayınlanmamış 300 civarında şiiri bulunmakta olup, bilgilendirme yazıları (makaleleri) zaman zaman mahalli basının ekseri çoğunluğunda yayınlanmaktadır.Yayınevimizin sanal yayınlanmış dergilerinde yazıları bulunmaktadır.

 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 03

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 OLMAZ, EN FAZLA BİR DAKİKA VERİRİM !
   Üç şey geri gelmez.Söylenen söz, atılan ok, geçen zaman.Zaman  çok kıymetlidir.Ama maalesef  ekseri çoğunluğumuz bunun kadri kıymetini pek bilmeyiz veya en verimli zamanlarımızı, boşu boşuna harcarız da haberimiz bile olmaz. Bazılarımız zamanı geçiremeyip onu öldürmek için çalışırken, bazılarımıza da zaman yetmez. Öğrencilik yıllarımdan beri hep kızarım.Planlanan  programların, etkinliklerin tam vaktinde başlamayıp ta gecikmeli başlayanlarına.Hele birde  tam başlayacak derken ses sisteminde, bilgisayarda aksamalar olmasına veya belirlenen saatten sonra, üçlü priz, ara kablo vb. aranmasına  tabiri caizse fıttırırım.Bu nedenle olsa gerek; beni tanıyanlar bilir, bana bağlı olarak planlanan programlara öğrencide, öğretmende, idarecide olsa en az beş on dakika önce  orada  hazır bulunmaya çalışırım.Bir kişi dahi olsa önce gelene nezaketsizlik yapmış olmamak adına.Geçen yıl tüm ilçelerde, okul idarecilerine seminer verirken hep erken gittim ve çoğunlukla  ben katılımcıları bekledim.En son Sungurlu ilçemiz kalmıştı.Ona da ben gecikmeli katıldım.Nasıl olsa bu katılımcılarda geç gelir diye.Birde ne göreyim İlçe Milli Eğitim  Şube Müdürümüz Abdülkadir ŞAHİN ve tüm katılımcılar  on dakika önce salonu doldurmuş ve programın başlamasını bekliyorlar.Tabi böyle bir durumda bana düşen başka yerde geciken programları bahane etmeden  samimi bir özür dilemek.Bende onu yaptım.Kendi kendime demek ‘’bir yerde görülen aksaklık her tarafta geçerli olmuyormuş ‘’ diye düşündüm.
       Bir çok kitabı bulunan, kitaplarında genelde Avrupa’dan örnekler veren bir yazar konferans vermek üzere yıllar önce Osmancığa gelmiş ve salon tamamen dolmuştu.Yazar kürsüye çıkıp konuşmaya başladı.Bu arada kamera çekimi için yan tarafta  bir görevli hazırlık yapıyordu.Program öncesi  salona uğramamış olacak ki, bu hazırlık fişiydi, ara kablosuydu derken  bir türlü bitmedi ve  yarım saati buldu.Bu durum hem  konuşmacının hem de dinleyicilerin dikkatini dağıtıyordu.Yazar dayanamadı ve sonunda  bakın arkadaşlar; ‘’ben Türkiye dışında da konferanslara katılıyorum.Arkadaşımız yarım saattir kamerasını ayarlayamadı.Halbuki çekim yapılacaksa, görevli arkadaşımız konuşmacı kürsüye çıkmadan hazırlıklarını bitirmiş olmalıydı. Avrupa ile aramızdaki en basit fark bu işte ‘’ demişti.
      Gazetede, dergide, kitapta Japonlarla ilgili ne görsem, mutlaka okumaya çalışır ve aynı zamanda ilgimi çeken hususları  unutmayayım diye ajandama  hemen not alırım.İşte bunlardan bir  tanesini sizlerle paylaşmak istiyorum.Japonya’dan  bir mühendis bir vesile ile çomar barajının bulunduğu yere gelir.Öğle saatlerine doğru  yanındaki Türk arkadaşına yemek kaçta diye sorar. Arkadaşı saat 12.30’ da der.Japon mühendis o halde şehre  ne kadar zamanda gideriz der.Arkadaşı 5- 10 dakika da diye cevap verir.Japon mühendis olmaz, en fazla bir dakika verebilirim. ! Çünkü, beş  ile on dakika  arasında yüzde yüz fark var der. Bize göre beş on dakika, hatta yarım saate kadar normal sayılır itiraz dahi etmeyiz.
      Bazen  bir araca binmeden şoföre, ne zaman hareket edeceksiniz  diye, bazen de bir öğrenci veya vatandaş olarak işimizi, sıkıntımızı, hastalığımızı arz etmek için kapısında beklediğimiz yetkilinin dışarı  çıktığını görünce ne zaman  geri geleceksiniz  sorusunu yöneltir ve cevap olarak ‘’hemen’’ kelimesini alırız.Sonra bir bakarız ki hemenler  dakikalar sürüverir.    O zaman sorarız kendimize hemen acaba kaç dakika eder.Bazen konferans,sosyal etkinlik, veli toplantısı veya düğün, sünnet  için   davetiye gelir.Eğer siz  bu konularda hassas birisi iseniz  en az beş dakika önce gider yerinize oturursunuz.Sağa sola bakarsınız  salonun büyük çoğunluğu boş veya katılması beklenenler  henüz iştirak etmemiştir.Veya ekseri çoğunluğumuz nasıl olsa salonun dolması beklenir ve  program on onbeş dakika sonra başlar düşüncesiyle gecikmeli iştirak eder.Bu arada program sorumluları  başlatsa salonda beklenen kalabalık yok, konu bölünecek başlatmazsa  davetiyede belirtilen  saate  göre gelenlere nezaketsizlik olacak  velhasıl iki arada bir derede kalır.
     Netice olarak,   dünden ders alıp, yarını iyi planlamak ve mevcut zamanımızı  en verimli şekilde ve israf etmeden  kullanmak adına, bu çerçevede şöyle bir kamuoyu oluşmasının zamanı geldi de geçiyor diye düşünüyorum.Konferans, sosyal etkinlik, açılış, gezi, veli toplantısı, düğün  vb. faaliyetler olduğunda  katılımcı az veya çok olsun mutlaka belirtilen saatte başlamalı.Eğer  bende,  o programa katılacaksam nasıl olsa başkaları da geç gelir veya  gecikmeli başlar fikrinden uzaklaşıp vaktinde orada hazır bulunmalıyım.İnanıyorum ki, insanlar bunu kısa sürede benimseyecek, katılacağı programlara vaktinde iştirak etmek için titizlik gösterecektir.İnanmazsanız bir deneyin.Gezi programı düzenliyorsunuz katılımcılara duyurduğunuz saatte hiç beklemeden aracı hareket ettirin, geç kalan bir  iki kişi katılamasın.Bu da çevrede duyulsun.Bir başka programda  tüm katılımcılar vaktinden önce orada bulunur. Kimse kimseyi beklemek durumunda kalmaz.’’ Büyük işleri başarmak , küçük işleri ciddiye almakla başlar !’’ Vaktinde başlayacak programlarda buluşmak dileğiyle… (08.07.2008)
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 04

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

İNGİLİZCE ÜZERİNE
Lise yıllarında bir ilkokul, şimdiki adıyla ilköğretim okulu öğretmeninin, okulda gördüğü yabancı dili Fransızca olmasına rağmen, kendi kendine ingilizceyi öğrendiğini ve bize dışardan İngilizce dersine geleceğini duyduk.Kendi daha derse gelmeden namı geldi.Sınıf başkanı; arkadaşlar, İngilizce ye dışardan ‘’my teacher !’’ diye biri geliyormuş. Derste Türkçe konuşmak yasakmış.Pek başka öğretmenlere benzemiyormuş.Okul müdürü, diğer sınıfa ‘’ çocuklar, her ne kadar okulun resmi müdürü bensem de, gerçek müdürü öğretmeniniz.Ona göre hal ve hareketlerinize dikkat edin demiş !’’ diye sınıfı uyarıyordu.
Disiplini ve verdiği eğitimle; Osmancık’ta onu tanımayan, namını duymayan kimse yoktu.Dersine girsin girmesin her öğrenci  ondan çekinir ve onu görünce yanlış yapmamak için gayri ihtiyari kendini bir daha kontrol ederdi.Bir çok arkadaşımızın ifadesiyle, yıllar geçmesine rağmen onu görünce aynı hassasiyetimiz devam ediyor.Ona olan saygımızdan ötürü. İngilizce dersine kendimizi o kadar kaptırmıştık ki, teneffüslerde bile kendi aramızda İngilizce konuşmaya çalışır ve turist denk gelse de onunla İngilizce konuşsak diye merak ederdik. Bu nedenle, öğrendiğimiz pratik cümleleri unutmamak için küçük kağıtlara not alır ve bunları cebimizde taşırdık.
Bir gün Ankara’dan İlçeye  gelmek için otobüse bindim.Elinde harita, sözlük, sırtında çantası olan ve giyimi pek bize benzemeyen biri de arabaya bindi.Herhalde bu turisttir diye düşündüm.Bildiğimiz pat sat ingilizcenin heyecanıyla olsa gerek, yardımcı olayım diye hemen kalkıp yanına yanaştım, biletine baktım yanıma oturması gerektiğini görünce, öğrendiğimi uygulama imkanı bulacağım diye sevindim. Hareketlerinden onunda sevindiğini anladım. ‘’ Yavrucuğum, bir dil bilen bir insandır, iki dil bilen iki insandır. İngilizce’yi öğrenin.Çünkü  dünya artık küçüldü.Nerede kiminle karşılaşacağınız belli olmaz.Bakarsınız bir toplulukta bir turist bulunur, yardım ister veya konuşma ihtiyacı duyar ama kimse dilinden anlamaz.’’   Diyen öğretmenimizin tavsiyesi aklıma geldi.Kendisinin üniversite de okuduğunu, Alman olduğunu  ve Bogazkale’yi görmek için gittiğini  benim çat pat İngilizce cümlelerime karşılık Alman olmasına rağmen, İngilizce cevap vermeye çalışıyordu.Yan koltukta oturan yolcularda ‘’ yeğen sen dilinden anlıyon her halde, nereliymiş, nereye gidiyormuş  sor bakalım !’’ diye konuşma arasına giriyorlardı.Bende  arkadaş Almanmış, Bogazkale’yi görmeye , oralarda araştırma yapmaya gelmiş deyince, tuhaflarına gitti.Bunların işi gücü hiç yok her halde, ta Almanya’dan kalkıp buralara kadar geliyo.Biz Çorumluyuz ama  hiç gidip görmedik oraları dediler.
Görevli olarak yıllar önce hacca giden bir arkadaşım anlatmıştı.’’Arabistan’a bizi İngiliz hava yollarına ait uçak götürecekti.Yolcular biletteki numaraya göre değil, boş bulduğu yere oturacaktı.Uçağın kapısında görevli hostes içeriye giren hacı adaylarına, ‘’ WELL COME. DO YOU SPEAK ENGLISH ?’’ diyor ve cevap alamayınca arka taraflardaki koltuklara oturmaları için eliyle işaret ediyordu. Arada bazı tahsilli olan hacı adayları ‘’YES’’ diyor, ancak peşinden başka bir soru sorduğunda cevap veremediği için, yine uçağın arka taraflarındaki koltuklara oturmak zorunda kalıyorlardı. Sonradan anladık ki,  uçağın ön taraflarındaki koltuğa İngilizce bilenleri oturtturmak istiyorlarmış. Her halde ihtiyaç halinde iletişim kurabilmek için.Ama maalesef 450 kişilik uçakta  ‘’YES’’ demekten öteye kimse gidemedi.Anladım ki, uçağın ön koltuğuna oturmak için bile yabancı dil lazım !
Yıllar önce Osmancık İmam –Hatip ve Endüstri Meslek Lisesinde dışardan İngilizce derslerine girerken, öğrencilerime şu örneği verirdim.Çocuklar şöyle düşünün; köyünüz anayol kenarında, yazın sıcağında anneniz- babanızda tarlada çalışıyor. Bu arada yoldan bisikletleriyle iki turist sağa sola bakarak gidiyor birilerini görseler yardım isteyecekler. Baktılar yolun yakında tarlada anne- babanız  var.Hemen koşup yanlarına geldiler ve bir şeyler anlatmaya başladılar ama anne- babanız hiç anlamıyor.Babanızın aklına hemen siz geldiniz. Hanım koş bizim çocuğu evden çağır.Onlar okulda İngilizce okuyorlar. Dillerinden ancak o anlar. Ne istiyorlar anlayalım ve yardımcı olalım dedi.Anneniz sizi çağırdı.Koşarak geldiniz.Turistlerde sizi görünce sevindi.Bu herhalde öğrencidir, yabancı dili vardır ve pat satda olsa sıkıntımızı anlatabiliriz diye.Babanız oğlum, konuş bakalım ne sıkıntıları varmış, ne istiyorlar dedi.Sizde ‘’ YES – NO ‘’ dan başka bir cevap verip te iletişim kuramadınız.Baba  ben bunların dediğinden bir şey anlamadım.Biz okulda bunları görmedik veya gördükte unuttum   dediniz. O zaman babanız size, ‘’ evladım sen boşuna okumuşun.! ’’ Der mi ? ? ? der öğretmenim.O halde, bunu dedirtmemek için, sadece İngilizciye göre değil,  hayatta lazım  olacak tüm derslere, konulara (ilkyardım, sivil savunma..)  biraz daha farklı bakalım.Bunun faydasını mutlaka görürüz diye tavsiyelerde bulunurdum.
Bir öğrencim, Rize’nin Ayder yaylasını gezdirirken anlatmıştı.’’Hocam, buraya çocuklarla  piknik yapmaya gelmiştik. Karşıda da yaşlı bir turist oturmuş kitap okuyordu.Yediklerimizden bir tabak hazırlayıp, liseye giden ve ingilizceyi de seven bir yakınımdan gönderdik.Adam o kadar memnun oldu ki anlatamam.Adam Profesörmüş. Çok sıkılmış ama kaplıca hastalığına iyi geliyor diye bir haftadır burada kalıyormuş. Dilinden anlayan kimseyi bulup ta konuşamamış. Öğrenci yakınımla bir saat konuşmaya çalıştılar  ve ayrılırken çıkardı öğrenci yakınıma zorunan yüz dolar para verdi.Ama o yaşlı turist  nasıl memnun oldu  anlatamam.Sizin derste verdiğiniz örnekler hatırıma geldi dedi.’’
Netice olarak, dünya küçüldü. Nerede kiminle karşılaşacağımız belli olmaz.Bu nedenle, yaptığımız işin her şeyini, yapmadığımız işin ise bir şeyini öğrenmekte fayda vardır.Belki o bir şey  gün gelir öyle işe yarar ve her şeyin önüne geçer.Yalnız burada şunu da  kabul etmek durumundayız.Biz babaların döneminde imkanlar kısıtlı idi ama bunun yanında  meşguliyetimiz (gelecek açısından)  biraz daha azdı.Şimdi  ise imkanlar daha iyi, fakat çocuklarımızın meşguliyetleri, kafaya taktıkları  o kadar çok ki, hangi birini sayalım… En iyisi saymaktan vazgeçerek, filozofun güzel bir sözüyle baş başa bırakayım sizleri. ‘’ İnsanları güçlü kılan yedikleri değil, hazmettikleridir. İnsanları zengin kılan kazandıkları değil, muhafaza ettikleridir.İnsanları bilgili kılan diplomaları, sertifikaları değil, ihtiyaç halinde doğru dürüst uyguladıklarıdır !’’ Saygılarımla..(25.07.2008)

 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 05

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

17 AĞUSTOS DEPREMİ ve DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Önce köpekler uyandı.
Uğultu yükseldi, yükseldi yeryüzü çatladı.
17 Ağustos 1999 Salı günü gece saat 03:02’de Marmara 4 Hiroşima şiddetinde 45 saniye sallandı. Dile kolay kocaman 45 saniye. Sanki 45 saat.
Doğdukları şehir yaşadıkları mekan betondan yorgan gibi üzerindeydi şimdi. Dışarıda ne yaşandığını bilmeden kah çığlık atarak, kah taşa, toprağa vurarak seslerini duyurmaya çalıştılar.
Binlerce enkaz altında kalanlardan bir tanesi de 14 yaşındaki Bahar Gürbüz isimli masum kız çocuğu idi.
Afetle beraber facianın boyutlarını görebilmek için, sokağa fırlayan Gölcük ’lü amatör kameraman depremden 15 dakika sonra bu çocuğunun çığlıklarıyla karşılaşınca, hemen kamerasını yere koyup gecenin karanlığın da tahta parçasıyla enkazdan delik açıp, bu kız çocuğunu kurtarmaya çalıştı. Bahar 4 yaşındaki kardeşiyle aynı odada yakalandı depreme. Annesinin ve diğer odada yatan 21 yaşındaki abisinin sesini duyamıyordu. Sadece babasının ‘yavrularım nerededesiniz?’ diye iniltisini duyuyordu. Enkazın altındaki Bahar; durmadan çığlık atıyordu.’lambayı yak amca! Anne, baba nerdesiniz? Lambayı yakın! Amatör kameraman çaresizlik içerisinde çırpınıyordu. Hiç tanımadığı bir ailenin hayatı şimdi onun elindeydi. ‘Kızım her taraf berbat, yıkıldı. Kimse kimseye bakacak durumda değil. Ortalık kıyameti andırıyor. Ne yapayım güzelim. Sabret! Sen yine şanslısın bak ben seni kurtarmak için çalışıyorum.’ diye seslendi. Az sonra küçük bir kız çocuğunun başı görüldü. Hemen arkasındandan ablası çıktı ağlayarak. ‘Amca kardeşlerim öldü; ne oluyor amca? Amca annem orda!’
İki bina üst üste çökmüştü. Bahar’ların evinin beşinci katındaki balkonun ampulü zemin katına inmişti. Bahar daha yeni çıktığı bu korkunç yerden sonra, şimdi de annesini babasını kurtaracaktı. Gencecik bir kızla hiç tanımadığı bir adam hayat kurtarabilmek için hem ağlıyor hem de hırsla çalışıyordu. Bahar tam 15 saat sonra anne- babasına kavuştu. Ama pek az çocuk onun kadar şanslıydı.
Dışarı da gün ağardığında ortaya çıkan manzara dehşet vericiydi. Toprak; verimli tarlalar üzerine dikilen çirkin konutların, yok edilen ormanların, işgal edilen ovaların, doldurulan denizlerin intikamını almak istercesine öfkeyle silkinmiş, binicisinden nefret eden bir at gibi üzerindeki her şeyi yere çalmıştı. Yükselen deniz kimi evleri yurtmuş, şirin sahil kasabaları birer batık şehre dönüşmüştü.
Afetin ilk anlarında yetkililerde şoktaydı. Çünkü onlarda afetin bir parçasıydı. Ölü ya da diri tam bir milyon insan vardı enkazın altında. İlk gün beklenen yardım gelmedi. Enkaz altından ölü çıkarılanlar naylon torbalar içerisinde şehrin buz patenine kondu. Belki çoğunun yaşarken buraya hiç yolu düşmemişti. Ama ölümlerinde mezarlığa giderken buz pateninde mola vermekte vardı kaderlerinde. Sonrada evlat kucağı yerine dozerlerle gömüldüler, kamera ışıklarının, el lambalarının aydınlığında kimsesizler mezarlığına. Sessiz, sedasız kefensiz ve duasız. Mezar taşlarına isimleri dahi yazılamadan.
Sağ kalan anne- babalar hastane bahçelerinde yaralı çocukların başında duruyor ve serum taşıyor ve yavrularının acı çektiklerini gördükçe için için eriyordu. En yakınlarını kaybeden doktorlar, acılarını bağrına basıp can kurtarmaya çalışıyorlardı. Madenciler, sivil savunmacılar, askerler, gönüllüler. Yardıma geldi ama bu gelenler kimilerini sevindiremedi. Çünkü onlar için çok geçti, sevdiklerini toprağının kara bağrına vermeye başlamışlardı bile... Çocuk sesleriyle çınlayan lunapark sanki savaş sonrasını yansıtıyordu. Susmayan ambulans sesleri acılı beyinleri zonklatıyordu. Manevi zararı ölçmek mümkün değil ama maddi zararı Türkiye bütçesinin ¼ kadardı.
İlk ekipler enkaz arasına girdiklerinde yakınları enkaz altında kalanlar, öncelik kapmak için kendilerini vinçlerin önüne attılar. Dünyanın dört bir tarafından yardıma ekipler geldi. 100 yılın en büyük felaketinde 1000 yılın son ve en kapsamlı kurtarma operasyonu başladı. Koca koca apartmanlar kağıttan kule gibi üst üste yıkıldı. Sorumlular, sorunlular hep gündemi meşgul etti.
Özetin özeti : ‘ En iyi okul tecrübedir ama okul masrafı biraz çoktur’ ‘Hayat önce sınav yapar, sonra ders verir!’ der bir düşünür. Aslında biz millet olarak çok defa bu tür sınavlardan geçtik ama bir türlü gerekli dersimizi alıp, yerleşim alanlarının seçiminden, inşaatların temelinden - çatısına kadar gereken hassasiyeti maalesef gösteremedik. Evet! Gösteremedik. Galiba afet sonrası çok konuştuk ama uygulamada aynı hassasiyeti bir türlü yakalayamadık. Ne olur; 17 Ağustos depreminin, 10 ’ncu yıldönümünde amir, memur olarak, sade vatandaş olarak başımızı avuçlarımızın arasına alalım, on yıl önce yaşanan ve televizyonlarda aylarca gösterilen o manzaraları gözümüzün önüne getirelim. Nerede hata yapıyoruz ki bir Japonya’ya göre bizdeki afetin faturası ağır oluyor. Bu faturada benimde payım var mı? Şayet varsa, benim ne yapmam gerekir? Sorusunu vicdanımıza soralım. Herkese mutlaka bir cevap gelecektir. İnanmazsanız deneyin ve gelen cevaba göre geç kalmadan ‘karanlığa küfretmek yerine, bir mum yakın – yakın ki; gelecekteki 17 Ağustoslarda Can’lar ölmesin, Canan’lar yanmasın, çocuklar uykusuz kalmasın !’
’Ey sorumlu Amca, (!)
17 Ağustostan sonra,
Geceler uyku girmiyor gözüme,
Yatamıyorum artık annemin dizine.
Sen vicdanının sesini hiç duyuyor musun ?
Ben ağlarken, sen yatağında mışıl mışıl uyuyor musun ?
Yoksa hala bana ne sizden deyip, eski usul yürüyor musun ?’’
17 Ağustos ve diğer afetlerde ölenleri rahmetle anıyor, hepinize afetsiz afiyet diliyorum. ( Mahir Odabaşı- Sivil Savunma Uzmanı –Çorum )

 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 06

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

TARİHTEN GÜNÜMÜZE TÜRK YÖNETİMLERİNİN DEPREM AFETLERİNE YAKLAŞIMI
Elimizdeki bütün bilgiler yazılı tarihin başlangıcından itibaren Anadolu yarımadasının büyük deprem afetlerine maruz kaldığını, önemli yerleşim merkezlerinin bazı durumlarda  yerlerinin değiştirilmesine gidildiği  veya Denizli yakınlarındaki Pamukkale örneğinde  görüldüğü gibi tamamen terk edildiğini öğretmektedir. Çok sayıda insanın başka yerlerde iskan edilmiş olması buna ait düzenleyici kararların ilgili devletlerin en yüksek yönetim düzeyinde alınmış olduğununda bir göstergesi sayılabilir. Örnek olarak 14 Eylül 1509 tarihinde  İstanbul’da meydana gelen  ve uzun yıllar halk arasında ‘’küçük kıyamet’’ olarak diye anılan depremden sonra çıkartılan padişah fermanı gösterilebilir. Fermana göre bütün ülkede bir çeşit olağanüstü durum ilan ediliyor,  harab olan başkentin yeniden imarı için 50 bin usta  görevlendiriliyor. 14 – 60 yaş arasındaki  bütün erkeklerin yapılarda çalışması emrediliyor ve evi yıkılan her aile başına 20 altın bağışta bulunuluyordu.Bu fermanın çıkartılmasına müteakip İstanbul’da  6 ayda 2000 yeni bina yapılmıştır.Bu deprem sonrasında basit de olsa bir çeşit  hasar tespit çalışmasının yapıldığı anlaşılmaktadır.Çünkü dolgu zeminler üzerine inşa yapmak yasaklanmış ve taş kagir binaların yerine  ahşap boğdadı evlerin yapımı teşvik edilmiştir. Şehir veya ölçeğinde fiziki planların yapımı 19. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşmiştir.Bu konuda yapılan ilk düzenlemelerden birisi 1848 tarihli ve sadece İstanbul için hazırlanan imar yönetmeliğidir.1877 tarihinde çıkartılan imar il belediyeler kanunu ülkenin diğer bölgelerinde  de şehir şehir belediyeleri kurma  imkanı tanımış ve bunlara alt yapı hizmetlerinin yerine getirilmesi için bazı görev ve yetkiler vermiştir…..
     Yukarıda sayılan hukuki düzenlemelerin dikkat çekici ortak özelliği hiçbirinin doğal afet zararlarının azaltılmasına yönelik hükümlere yer vermemiş olmasıdır.Devletin afetlere yaklaşımı uzun yıllar boyunca  bunların etkilerinin azaltılması veya önlenmesi yönünde politikalar geliştirmek yerine her afetten sonra bunun sonuçlarının giderilmesi ve meydana gelen zararların tazmini biçiminde olmuştur.Nitekim Erzincan’da 1939 ‘da meydana gelen  büyük depremden sonra da aynı politika uygulanmış ve sadece Erzincan depremini konu edinen özel bir kanun çıkartılmıştır.Ne var ki bu büyük afeti takiben Türkiye’de o zamana kadar  görülmemiş sıklıkta şiddetli yer sarsıntıları meydana gelmiş ve  Adapazarı – Hendek ,Tosya- Ladik ile Bolu – Gerede depremleri gibi depremler 4 yıllık bir süre içinde 43.319 kişinin ölümüne , 75 bin insanın yaralanmasına ve 200 bin binanın kullanılamaz hale gelmesine yol açmıştır.Bu felaket zincirinin sonucunda zamanın hükümetleri afet sonrası hukuki düzenlemelerin yerine afet öncesi fiziki hazırlıklı olmanın gerektiğini idrak etmişler ve 22 Temmuz 1944  tarihinde ‘’Yer Sarsıntılarından Önce ve Sonra Alınacak Tedbirler’’ adını taşıyan 4623 sayılı kanunu yayınlamışlardır.
     Türkiye’de modern manada deprem zararlarının azaltılmasına yönelik çalışmalar bu kanunla başlamıştır, denilebilir.Kanun vatandaşların deprem  tehlikesi karşısında can ve mal emniyetini sağlamak, iyi işleyen bir kurtarma , yardım ve geçici barınma sistemi kurmak gibi amaçları hedeflemekteydi.Ülke tarihinde ilk defa merkezi hükümet deprem öncesinde bazı  görevlerle yükümlendirilmekteydi.
     1945 yılında Bayındırlık Bakanlığı ve bazı üniversitelerin işbirliği ile  Türkiye’de ilk defa bir deprem bölgeleri haritası  ve bina inşası için şartname hazırlanmıştır.Bugünün anlayışına göre hayli basit sayılabilecek harita iki tür bölge tanımlamaktaydı; bölgelerin ayrılması ise  geçmişte gözlenen hasar ölçüsünde yapılmıştı.Deprem şartnamesi ise 1937 İtalyan şartnamesi esas alınarak yapılmıştı.Türkiye’nin sismotekniği hakkındaki bilgilerin gelişmesi, mühendislik sismolojisindeki ilerlemelere pareler olarak  harita 1949, 1963, 1972 ve 1996 yıllarında, deprem şartnamesi ise 1949, 1953, 1961, 1968, 1975, 1997, 1998, 2007 yıllarında yenilenmiştir.
     Netice olarak;  sadece yaptıklarımızdan değil, yapmamız gerekirken ilgisizlik nedeniyle yapmadıklarımızdan da sorumluyuz.Bu nedenle; olası afetleri afiyette atlatabilmek için, topyekün olarak hiç deprem olmayacakmış gibi soğuk kanlı ama her an deprem olacakmış gibi de daima hazırlıklı olmamız gerekmektedir.

Saygılarımla..(19.12.2008)

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 07

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

LÜTFEN ‘’BURASI TÜRKİYE’’  DEMEYİNİZ!
Efendim yazının başlığını okuyunca bu da ne demekmiş, güzel ülkeme  ‘’burası Türkiye’’ demeyecekmişiz de ne diyecekmişiz, dediğinizi duyar gibiyim.Elbette haklısınız ama, benim sözüm Ülkemizde, İlimizde, İlçemizde, köyümüzde kısacası çevremizde ne kadar olumsuzluk görürsek, duyarsak hemen peşinden ‘’burası Türkiye’’ cümlesini ekliyoruz. Böylece bu yanlışlık,olumsuzluk normal bir davranış gibi algılanmaya başlıyor.Yazılı veya görsel basında da zaman zaman  bu yanlışlığa üzülerek şahit oluyoruz.Ev de haber dinlerken, gazete okurken veya sohbet ortamında  bir konuyu tartışırken, böyle bir cümleyi duyan o küçük çocuklarımızın bilinç altına Türkiye olumsuzlukların yaşandığı ve gelecekte de yaşanacağı bir ülke imajı yerleşiyor.İsterseniz deneyin, çocukların yanında konuştuğunuz  bir konuyu bir iki ay sonra çocuğunuzla tekrar konuşun, muhtemelen o çocuk size burası Türkiye baba diyecektir.Güzel ülkemin adını, olumsuzluklarla özdeştirmeye hiç birimizin hakkı yoktur.Aksine nerede bir güzellik, titizlik, hassasiyet varsa; evet burası Türkiye, elbette böyle olur dememiz daha şık değil mi ? Eminim ki, hepimiz bunu arzu ediyoruz.
Olumsuzluklarla beraber kullandığımız burası Türkiye  cümlelerinden bazılarını sizlerle paylaşmak istiyorum;
Bir ilçeye bayramda giderken 18  yolcu kapasiteli araca, 28 kişi biniyor kaza ve sağlık açısından çok tehlikelidir diye, müdahale etmeye çalışıyorsunuz, şoförden önce yolcular bayramlarda olur o kadar, bi şey olmaz,  burası Türkiye diyor.
Lokanta yemek yiyeceksiniz, garson çorbayı getirirken parmağının ucu çorbanın içine giriyor, değiştirir misiniz dediğinizde önce yanınızdaki arkadaşınız, o kadardan bi şey olmaz burası Türkiye diyor.
Pazardan domates alıyorsunuz, pazarcı poşete koyarken yere bir iki tane düşürüyor ve hemen içine geri koyuyor, değiştirin olmaz diyorsunuz,önce yanınızdaki diğer müşteri o kadar kibar olma, burası Türkiye diyor.
Resmi aracın kırmızı ışık ihlali yaptığını görünce, bu kadarda olmaz diyorsunuz, yanınızdaki hemen burası Türkiye diyor.
Olası yangınlarda, depremlerde  toplu ölümlerin olmaması için, camilerin kapısının dışarı açılması gerekir diyorsunuz.Önce cemaat bi şey olmaz burası Türkiye diyor.
Yangın ihbar cihazına basıyorsunuz, üç dakika çalışması gerekirken, ya üç saniye çalışıyor ya da hiç çalışmıyor, söküp baktığınızda kablo çıkmıyor.Öneminden bahsettiğinizde, haklısınız ama burası Türkiye diyor.
Bir kurumda sıranızı beklerken, duvarda yangın dolabı gözünüze ilişiyor ve merak edip birazda dikkat çekmek için açmaya çalışıyorsunuz ve hemen bir yetkili geliyor ne yapıyorsunuz diye, merak ettim burası ne diye sorduğunuzda havalandırma diyor ve siz ben sivil savunma uzmanıyım deyip, buranın yangın dolabı olduğu ve herkes tarafından kolay görülüp, ihtiyaç halinde kullanılabilmesinin gerektiğini söylediğinizde,uyardığınız için teşekkür edip, gereğini hemen yapacağına burası Türkiye deyip makamına gidiyor.
Bir kuruma gidiyorsunuz, yangın hortumunu açtığınızda su gelmiyor.yetkiliye sorduğunuzda gelmesi lazım diyor ve araştırdığınızda su bağlantısının olmadığını ve hiç denenmediği için bu zamana kadar bilinmediğini görüyorsunuz ve öneminden bahsederken, oradakiler hemen burası Türkiye  diyor.
Yoldan insanlar yürüyor, temizlik görevlisi sokakları tozutarak süpürüyor.İkaz edeyim dediğinizde önce yanınızdaki arkadaşınız boş ver  burası Türkiye diyor.
Bir esnafa uğradığınızda ulaşılmayacak yerde  yangın söndürme cihazı gözünüze ilişiyor ve kullanımını biliyor musunuz diye sorduğunuzda, ruhsat alırken istediler bizde aldık attık oraya bi daha soran olmadı diyor ve siz öneminden bahsettiğinizde burası Türkiye diyor.
Bir yerde olabilecek tehlikeyi önceden görüyor ve dilekçe veriyorsunuz ama dört ay cevap alamıyorsunuz sonra orada uyardığınız olay çocuğunuzun başına geliyor ve bir dilekçe daha veriyorsunuz hemen gereken yapılıyor.Bunu paylaştığınız insanlar haklısınız ama burası Türkiye diyor.
Yolda araçta yangın çıkıyor,50 tane araçtan bir tanesinde yangın söndürme cihazı çıkıyor ama oda boş ve haber spikeri haberi burası Türkiye diye tamamlıyor.
Dışarıda vedalaşıp, araca bindikten sonra tekrar kornaya basılıyor ve bunun çok yanlış olduğunu söylediğinizde, yanınızda Almanya da çalışmış bir işçi, Almanya da olsa yasak ama burası Türkiye diyor.
Düğünlerde müzik sesi son ayar açılıyor,siz evinizde rahatsız oluyorsunuz. Gece yasak saati başladığında , uyardığınızda özür dileyeceği yerde burası Türkiye o kadarcık katlanın diyor.
İnşaatın çevre koruması başlangıçta vardır ama zamanla kaldırılır. Sonra yarısı yola gelecek şekilde birkaç ton demir rast gele bırakılır ve oradan geçen özürlü bir vatandaş  zarar görür siz kızar ve eleştirirsiniz ama çevrenizdekiler hemen burası Türkiye der.
Araçta yolculuk yaparken yediğimiz bir meyvenin artığını yola atanı görünce kızarız ama yanımızdaki hemen burası Türkiye der.
Fırına ekmek almaya gittiğinizde, ustanın hem hamurla meşgul olduğunu hem de sığara içtiğini görünce tepki gösterirsiniz ama  patronunda elinde sığara vardır ve burası Türkiye der.
Aldığınız ekmeği gazete kağıdına saran bakkalı, sağlık açısından tehlikelidir diye ikaz ettiğinizde, bu zamana kadar bi şey olmadı, burası Türkiye diyor.
İhtiyaç halinde kesinlikle özürlülerin, yaşlıların, çocukların kullanamayacağı yangın tahliye merdivenini görünce,bunun  bunun mutlaka kullanılabilir duruma getirilmesi gerektiğini anlatmaya çalışıyorsunuz, önce o apartmanda kalan vatandaş burası Türkiye diyor.
Ana cadde üzerine rast gele park eden araçlar nedeniyle,arkada korna çalarak bekleyen otobüsleri, ambulansları görüyorsunuz ve oradaki kalabalık burası Türkiye diyor.
Cadde de yürürken cep telefonuyla yüksek sesle küfürlü konuşan insanları görüyor ve rahatsız oluyorsunuz, yanınızdaki, gülerek burası Türkiye diyor.
Bir afet sonrası dağıtılan yardımlardaki kargaşalığı, izdihamı görüyorsunuz ve üzülüyorsunuz ama yardımı dağıtan görevlide  burası Türkiye diyor.
Acil numaraların çok fazla bir şekilde gereksiz yere meşgul edildiğini öğreniyor ve çevrenizdekileri uyarmaya çalışıyorsunuz ama onlarda burası Türkiye diyor.
Yangın  tatbikatında gazetelerden oluşan küçük ateşi söndürmeye çalışıyorsunuz, bazen yangın söndürme cihazı tetiğe bastığınızda  - fıss diyor ve  çalışmıyor.Öğrenciler bağırıyor.Hocam burası Türkiye diye.
       Temennimiz  yukarıda bir kısmını saymaya çalıştığımız olumsuzlukların  tersine,gördüğümüz her olumlu ve güzel işlerde ’’ burası Türkiye – elbette en güzeli bizde olur ’’ diyebilmek .
Ne dersiniz, önce eğitimciler olarak hep beraber bunu söylemeye gayret edip, ona göre tüm işlerimizde daha çok hassasiyet  göstermeye çalışalım mı ?
 

 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 08

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

ARABALARIN ÖN KOLTUKLARINA  KİMLER OTURMALI ?
Anadolu’da genelde örf ve adet olarak otomobillerin ön koltuklarına büyükler oturur. Yani kayınpeder, kayınvalide vs…Tabi işin saygı, hürmet penceresinden baktığımızda belki doğrudur.Ancak çok yaşlı büyüklerimizin aracın ön koltuğuna oturmasının sivil savunma, trafik açısından değerlendirdiğimizde  karşımıza baı olumsuz hususların  çıkabileceğini düşünüyorum.
Bir okulda seminer verirken bir bayan  öğretmenimiz hocam benim kayınvalide benden önce otomobilin ön koltuğunu oğlunun yanını hemen kapıyor.Eşimde bir şey diyemiyor dedi.Bende ileri derece de yaşlı mı yani dikkat eksikliği var mı diye sordum.Evet dedi.O zaman şu örneği veriyorum, bunu eşine anlat herhalde fikri değişir dedim. Örneğin; yakınınızın tayini Sivas İline çıktı.Sizde Çorum’dan kalkıp  aile boyu il defa  Sivas’a ziyaretine gideceksiniz.Eşiniz otomobili kullanıyor, yaşlı kayınpederiniz, kayınvalideniz yanında oturuyor.Sizlerde arka koltukta oturuyorsunuz.Dağ başına kış gelir / İnsan başına iş gelir hesabı araç yolda arıza yaptı veya küçük bir kaza yaptınız..Gece saat 02.00 civarı.Ortalık zifiri karanlık ve ormanlık.Bir yer, bir gökyüzü gözüküyor.Eyvah şimdi ne yaparız  dağın başında  diye endişelenmeye başladınız.Birden 156 Jandarma’dan yardım istemek aklınıza geldi.Aradınız, kendinizi tanıttınız, talebinizi ilettiniz.156 yerinizi tarif etmenizi istedi.Siz aracı kullanırken sağa sola pek dikkat etmediniz.Bu nedenle, yanınızda oturan yaşlı annenize, babanıza yolda en son neleri ( fabrika, kilometre levhası, köy vs.)  gördüğünü sordunuz.Onlarda arabaya oturur oturmaz uyuduğu için; ‘oğlum bilmiyorum ki, ben uyumuşum hiç hatırlamıyorum’ dedi.Arka koltukta oturan eşinize sordunuz, oda arka koltukta olduğu için pek dikkat etmemiş.Netice olarak sizin yerinizi 156 görevlilerine tarif etmeniz pek mümkün olamayacaktır.Ama  ön koltukta oturan ‘gören değil, bakan olursa’  bulundukları yeri tarif ederken, tahmini 10 dakika önce    tuğla fabrikası görmüştüm veya Sivas 41 km yazıyordu gibi bilgi verebilirse 156 yardımı daha erken ulaştırabilir dedim.O bayan öğretmen hocam ne olur, bu örneği tüm okullarda anlat belki eşim duyarda artık ön koltuğa benim oturmamın gerektiğini söyler!  dedi.Bende tamam ama SENDE GELECEKTE KAYINVALİDE OLDUĞUNDA, ARKA KOLTUĞA GEÇMEYİ UNUTMA dedim…
Geçmiş yıllarda, İzmir’den Erzincan’a giden yolcu otobüsünün freni boşalınca, şoför panikle eyvah fren boşaldı diye panikledi. Ön koltukta oturan yolcu, bilinçli olacak ki sakın panik yapma ben 155  polis  imdadı arıyorum dedi. Acil 155 polis imdattan yardım istendi.Yol düz olduğu için hemen sıkıntı yaşanmadı.Bu arada Polis acilen olay mahalline gelerek tali yolları kapattı. Gerekli  uyarıları yaparak güvenlik tedbirlerini  aldı. Yani yolu boşalttı. Otobüs frensiz olarak 10 – 15 km yol gitti.Yokuşa gelince  hız düştü ve bu arada  şoför otobüsü hafif yolun kenarına vurarak durdurmayı başardı.Araçta hasar meydana geldi ama 38 yolcunun burnu bile kanamadı.
Ankara’dan – Samsun istikametine giden bir otomobilin Çorum şeker fabrikasının yakınlarında frenin boşaldığını düşünelim. 155 Polis imdadı arayıp ulaşamazsa muhtemelen ilk kavşakta kaza yapar. (corum.meb.gov.tr Internet sitesinden alo-110-112-155… acil yardım başlıklı yazımıza bakınız) Ancak 155 polis imdada ulaşırda yardım isterse, (seyyar ekiplerinde olması nedeniyle)  polis tüm trafik ışıklarının yeşil yanmasını sağlayabilir. Ana yoldaki diğer sürücüleri uyarır ve tali yolları trafiğe kapatırsa, o freni tutmayan otomobil  yol bomboş olduğu için  frensiz olarak baraj yol ayrımına kadar kaza yapmadan gidebilir. Neticede kimsenin burnu kanamaz.
Yıllar önce Çorum hacılarının başında din görevlisi olarak bulunan arkadaşım anlatmıştı. Suudi Arabistan’a gitmek için, havaalanında İngiliz uçağına binmek için hazırlanıyoruz. Uçağın Kapısında hostes bizleri  ‘Well come !’ diyerek içeri alıyor. Koltuk numarası yok, hacılar boş bulduğu koltuğa oturuyor. Yalnız ön tarafta  birkaç tane koltuk boş duruyor. Oraya oturmak için yönelen yolculara ‘Well come, do you speak Englısh ?’ sorusunu ilave ediyorlar. Bende oraya yönelince aynı soruyu bana da  sordular.Bende  ilkokuldan liseyi bitirinceye kadar yıllarca okuduğum İngilizce dersine dayanarak hemen bir ‘yes’  deyip koltuğa oturabileceğimi zannettim.Fakat o kadarda kolay değilmiş. Çünkü peşinden bir soru daha  sordu.Bizim cevap ‘yes – no’ dan öteye gidemeyince  en arka tarafı gösterdi. 450 kişilik hacı kafilesine hep aynı soru soruldu. Neticemi cevap veren çıkmayınca, en son  binen hacıları oturtturmak zorunda kaldılar.Bu durum karşısında,  yıllarca İngilizce dersi görüpte birkaç pratik cümle konuşamadığıma çok ama çok üzüldüm.
Bu ilginç örnekte görüldüğü üzere, demek ki ihtiyaç halinde yolcularla iletişimi daha rahat kurabilmek için İngilizce bilenleri özel koltuğa oturtuyorlar. Bizlerde de keşke otobüslerin 1-2-3-4 numaralı koltuklarına oturacak yolcularda hassasiyet gösterilse. Çünkü buraya doksan yaşındaki yaşlı dedemde oturuyor, otuz yaşındaki akli dengesi yerinde olmayan vatandaşta oturuyor. İhtiyaç halinde bu yolcuların şoföre yardımcı olabilmesi mümkün değildir. Hatta geçmiş yıllarda akli dengesi yerinde olmayan bir vatandaşın şoförün kaza yapmasına sebep olduğunu basından öğrendik.
Özetin özeti: En iyi okul tecrübedir. Fakat okul masrafı biraz çoktur. Hele birde telafisi mümkün olamayacak masraf çıkarsa Kazaların eksik olmadığı günümüzde; hepinize kazasız, belasız yolculuk, afetsiz afiyet diliyorum. Saygılarımla. (07.04.2009)
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 09

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

İHTİYAÇ HALİNDE YANGIN  TAHLİYE   MERDİVENLERİ NE KADAR KULLANILABİLİR ?

Her sohbetin bir nedeni, her yazının bir amacı vardır. Temel nokta söylediğimiz değil, iletebildiğimizdir. Alınmayan mesaj boşa gitmiş mesajdır. Büyük başarıların sahipleri, küçük işleri titizlikle yapabilme gayreti ve çabası içinde olabilen kişilerdir.Çünkü, küçük işleri iyi yapmak, büyük işleri iyi yapmaya giden yoldur.En güzel otobanları yapıp ta, yola kaplumbağan  girmesini engelleyecek set koymazsanız, o otobanda araçların kaza yapma riski her zaman vardır.Kaza anında insanlar otobanın güzelliğini değil, kazanın oluş sebebini konuşur, keşkeler çoğalır ve eleştiriler başlar.
   Efendim ikamet ettiğimiz apartmanda, çalıştığımız kurumda, gezdiğimiz şehirlerde şöyle bir çevremize baktığımızda; binalarda yangın tahliye merdivenleri ile ilgili üç husus görmekteyiz.
   Birincisi zorunluluk olmadığı için yangın tahliye merdiveni yok. Ancak gelişmiş ülkelere baktığımızda, açık mahallerde, sinema, kahvene, okul ( dershane - camii ) kart şartı aranmaksızın yangın merdiveni istenir. Birinci kattan sonra her evde yangın merdiveni istenmesi lazım, zira birinci ve ikinci katta yangın çıkarsa üçüncü kattakiler nasıl tahliye edilecek diye sorgulayan konunun uzmanları var. Bende aynen katılıyorum.
İkincisi her an kullanılabilir yangın tahliye merdiveni var. Bu gruba tavsiyemiz, yılda en az iki defa işi ciddiye alarak tüm personelin veya apartmansa tüm aile fertlerinin katılımı ile tatbikat yapmaları. Zira her tatbikatta bizlerin ve çevremizdekilerin öğreneceği bir şeyler vardır.
Üçüncüsü ise, fiziksel olarak mevcut olup, ihtiyaç halinde fonksiyonel olarak pek kullanılma imkânı olmayacak göstermelik, zorunluluk olduğu için öylesine yapılmış yangın tahliye merdiveninin olduğunu görmekteyiz. Bu durum biz sivil savunmacıları derinden üzmekte olup; belki bizlerinde bunda bir sorumluluğu var diye düşünüyorum.’’Zamanında davranmasını bilmedikten sonra, olumsuzluk yaşandığında konuşmanın hiçbir faydası yok’’ der, Fontaine. Bir başka filozofta ‘’sadece yaptıklarımızdan değil, yapmamız gerekirken ihmalkârlık nedeniyle yapmadıklarımızdan da sorumluyuz’’ demiş. Eflatun ise     ‘’bilirken susmak, bilmezken söylemek kadar, çirkindir ‘’ ifadesiyle insanları duyarlı olmaya çağırmıştır. Bu nedenle, üçüncü grubun içerisinde yer alan yangın tahliye merdivenlerinin irdelenmesinin gerektiğini düşünüyorum ve bu bağlamda, ihmalden dolayı içine düştüğümüz çukurlardan, ancak ihmalimizi acilen telafi ederek kurtulabiliriz.
   Hiçbir zaman gerçek olmasını temenni etmediğimiz, şöyle senaryo kuralım. Soğuk bir kış günü, her taraf don ve siz 6 katlı bir apartmanın 5 katında ikamet ediyorsunuz. Apartmanınızda yangın tahliye merdiveni  var. Fakat tabiri caizse dört tane demir tutturulmuş  ve sundurma üzerinde bırakılmış, alt kısmında koruyucu muhafazası yok,  bir gün lazım olur hesabı yapılmadan sadece günü kurtarmak niyetiyle rast gele  yapılmış. Bu zamana kadar da hiç ihtiyaç olmamış. Aynı  zamanda araçlar apartmanın etrafına rast gele park ediyor ve ihtiyaç halinde itfaiyenin yaklaşması çok zor. İşin aksilik yönü kış olması nedeniyle, araç sahipleri bulunuyor ama bu seferde araçlar çalıştırılamıyor. Aileniz  beş kişiden oluşmakta olup; çocuklarınızdan bir tanesi özürlü, eşiniz kilolu ve tansiyon hastası, ayrıca yaşlı babanızda misafir olarak bulunmakta. Gece geç saatlere kadar  güle oynaya oturdunuz, sohbet ettiniz.Sabah aynı mutluluğu  devam ettirmek üzere yataklarınıza çekildiniz.Gece 03.00 sıralarında temizlik görevlileri sokaktaki çöpleri alırken yanık kokusu hissetti ve yangın mı var acaba diye çevreye baktığında sizin apartmanda alevlerin parladığını gördü ve koşarak  kapıların tüm zillerine basıp, aynı zamanda yangın var! Yangın var! diye gücünün yettiği kadar bağırmaya başladı. Yanındaki arkadaşları hemen itfaiyeye haber vermeye çalıştı ama panikle numarayı unuttu. Gürültüye uyanan yan apartmandakiler itfaiyeyi arayıp haber verdiler.Siz bu arada uyanıp, bu saatte  hayırdır inşallah diye kapıya koştunuz müthiş bir yanık kokusu ile beraber herkesi uyarabilmek için, korna sesleri çalmaya başladı.Eliniz ayağınız dolaştı, hemen hanımı ve çocukları uyarmaya çalıştınız fakat çocuklar uykunun derinliği ile gözlerini açamıyor.Kapıya yöneldiniz ama inmeniz imkansız alevler yükselmiş, dumanlar  her tarafı  sarmış.Hanıma seslendiniz sakın kapıyı açma, oradan inemeyiz.Yangın tahliye merdiveninden inelim diye.Babanızı da yanınıza alarak koştunuz mutfaktan girişi olan yangın merdivenine, fakat  hırsız girer korkusuyla   kilit vurulmuş, hadi onu kırarak açtınız ama bu seferde merdiven girişini kiler gibi kullanıyordunuz, ne kadar fazlalık varsa orada saklanıyordu hadi onları da kaldırıp attınız aşağı.Büyük çocuğunuz tutunarak  birinci kata kadar indi.Oradan aşağı aldılar.Sizde inebilecek konumdasınız ama önce çocukları ve hanımı kurtarmak istiyorsunuz, tabi birde yaşlı babanız var.Bu arada aşağıda toplanan kalabalık acele edin, acele edin alevler her tarafı sarıyor   diye haykırıyor.Hanım koş çabuk in diye uğraşıyorsun, fakat kilolu ve tansiyon hastası olan hanım  ben ölürümde buradan inemem diyecek, şayet zor şer kendi  inmeyi göze asla da, özürlü çocuğunu indiremeyecek ve bu sefer annelik şefkatiyle, ben özürlü çocuğumu burada asla bırakamam  sen kendini kurtar diyecektir.O halde soruyorum size, o özürlü masum çocuğu,  annesini ve yaşlı babayı orada biraz sonra gelecek olan ateşin içinde bırakmaya hakkımız var mı? Şu ana kadar bu soruya evet cevabı alamadım (!)
    İkinci olumsuz senaryomuz ise, ülkemizde zaman zaman depremlerin yaşandığını hesap ederek oluşturalım. Yaşadığınız İl’de, İlçede kışın ve gece vakti yaklaşık 7 şiddetinde bir deprem meydana geldiğini, depremin soğuk bir mevsimde meydana gelmesi ve sobaların, kaloriferlerin yanması ayrıca, doğalgazın da kullanılmasıyla beraber şehrin farklı noktalarında yangınlar başlayacaktır. İtfaiye, çok sayıda yangının bir anda oluşması nedeniyle, müdahalede yetersiz kalacak ayrıca, orada çalışan personelin evinde yangın veya deprem sebebiyle ölüm, yaralanma varsa ondan tam verim alınamayacaktır. Muhtemelen elektrikler hemen kesilecek ve alternatif aydınlatıcı yoksa göz gözü görmeyecektir. Eğer alt katlarda tehlike yaratacak şekilde yangın başlamışsa normal merdivenlerden inme şansımız olmayacaktır. Bu durumda tehlikeli olmasına rağmen, kötünün iyisi hesabıyla ya yangın tahliye merdivenlerinden inmeye çalışacağız, (ailemizdeki özürlü - hasta – hamile - yaşlı bireyleri hesap ederek, ne kadar inmeyi başarabilirsek)  ya da itfaiye görevlilerinin gelmesini bekleyeceğiz. Tabi yoğun ihbar nedeniyle itfaiye bize ulaşıncaya kadar, alevler ulaşmazsa…
2007 yılında İlköğretim ve Lise son sınıflardan oluşan 650 öğrenci ile doğal afetler konusunda  bir anket çalışması yapmış ve bu çalışmada  iki soruda yangın tahliye merdivenleriyle ilgili olarak sormuştum. Birinci soru, bulunduğunuz apartmanda yangın tahliye merdiveni varsa, ihtiyaç halinde kullanılabilir olduğuna inanıyor muzsunuz idi.Evet diyenlerin oranı % 31 çıktı.İkinci soru ise, bulunduğunuz apartmanda yangın tahliye merdiveni varsa, aile bireyleriyle beraber tatbikat amaçlı olarak hiç indiniz mi sorusu idi. Evet  diyenlerin oranı sadece % 6 çıktı.Bu da gösteriyor ki; bu noktada hem güvensizlik var, hem de tatbikat yapmamak gibi bir eksikliğimiz var.
Gelişmiş ülkeler baktığımızda,itfaiye ikinci planda kalır.Yangına önce evlerde müdahale edilir, yani binanın sorumlusu dahili söndürme imkanını kullanır  ve itfaiye gelinceye kadar çoğunlukla yangın  söndürülür.
Bu olumsuz senaryo ve bilgilerin  ışığında, yangın tahliye merdivenleri hakkında şu değerlendirme ve önerileri  yapabiliriz.
Temel afet bilincinin aileden başlayıp, okulda geliştirilip, günlük yaşamda da doğru olarak uygulanması noktasında çalışmalar yapılmalıdır. Bu bilinç oluşturulursa, yasal zorunluluk olmasa bile insanlar ailelerini veya bir özel kurumsa  çalışan personellerini düşünerek  kullanılabilir yangın tahliye merdiveni yapmaya çalışacaklardır.
Yazılı ve görsel basında olası afetlere, yangınlara karşı alınması gereken  tedbirlerin, örnek uygulamaların ve tatbikatların zaman zaman işlenmesi toplumda ‘’ temel afet bilincinin ‘’ oluşmasına büyük oranda  katkı sağlayacaktır.
Ön tekerleği arka tekerlek takip eder demiş büyüklerimiz. Bu sebeple,  öncelikle  resmi kurum ve kuruluşlardaki yangın tahliye merdivenleri örnek olmalı ( güvenli tahliyeye engel  teşkil edecek hiç bir husus bulunmamalı) ve yılda en az bir defa ilgili kurumun en üst amiri ve tüm personelin  katılımıyla tahliye tatbikatı yapılmalıdır.
Özel dershane, yurt, otel, ticaret merkezleri vs. de yasal zorunluluk gereği yangın tahliye merdiveni istenmişse mutlaka her an kullanıma hazır konumda bulundurulup, zaman zaman  (gerekirse uzman rehberliğinde ve bilgilendirilerek) tatbikat yapılmalıdır.      Apartmanlardaki yangın tahliye merdivenleri ihtiyaç halinde çocuk, yaşlı, hamile, özürlü vs. insanlarında  ihtiyaç duyabileceği hesap edilerek  kullanılabilir durumda olmalıdır. Tahliye merdivenlerinde izinsiz değişiklik yapılmamalı, kiler gibi kullanılmamalı, daireden tahliye merdivene giriş kapısı açık bulundurulmalı (içerden kolayca açılabilecek şekilde olmalı- güvenlik gerekçesiyle sağlam bir kilitle kilitlenirse anahtar panikle o an bulunmayabilir ve kapı açılamaz)
Apartman toplantılarında, en az yılda bir defa olmak üzere, olası yangınlara hazırlık olarak yangın tahliye tatbikatının yapılması gündeme alınmalı.Eğer, yangın tahliye merdivenlerinin güvenli olarak kullanılamayacağı hususu öne çıkarsa, yukarıda izah ettiğimiz senaryonun ışığında ; …….neticede hepimiz bu apartmanda kalıyoruz, zamanında niye  yapılmadı husunu bir tarafa bırakıp,  çözüm üretmemiz lazım. Çünkü ihtiyaç halinde birimizin eşi, çocuğu zarar görürse hepimiz vicdanen sorumlu oluruz. O halde, darılma değil, dayanışma zamanı deyip, birlik beraberlik içinde  yangın tahliye merdivenini acilen herkes tarafından kullanılabilir konuma getirelim  diyebilmeliyiz.
Yasal zorunluluk olmasa bile; Cuma ve bayram namazlarında camilerin genelde tamamen dolu olduğu,küçük yangınların hemen büyümesine etki edecek malzemelerin  bulunduğu veya  pencerelerin demirli olması nedeniyle, olası yangınlarda can ve mal kaybının olmaması için, özellikle üst katlara çıkış ve inişi sağlayan tek merdiven olan camilerde  üst kattan güvenli tahliyeyi sağlayacak yangın tahliye merdivenlerinin yapılması faydalı olacaktır kanaatindeyim.
Okul, yurt,dershane,otel,hastane,iş merkezleri vb. yerlerde bulunan yangın tahliye merdivenleri gece – gündüz herkes tarafından görülebilecek ve  dikkat çekecek  şekilde ikaz işaretleriyle işaretlenmelidir.(Bazı binalardaki tahliye merdivenlerine odalardan, sınıflardan vs. ulaşılabilmekte olup, aynı zamanda  odanın kapısı ya  kilitli veya tahliye merdivenine içerden ulaşılacağına dair  ikaz işareti yok) Cehalet bilmemek değil, bilmediği halde bildiğini zannetmektir.İnsanlar tanımadığı bir iş merkezine, hastaneye, otele vs. gittiklerinde ilk olarak binayı tanımaya çalışmalıdırlar.Öncelikle kendi güvenliğimiz için, bakan değil, gören gözlerimiz olmalı.Zira bir İlimizde otelde yangın çıktı, beşinci katta kalan müşteri panikle kendini balkondan aşağı attı ve hayatını kaybetti.Halbuki, otelin yangın tahliye merdivenin girişi kendi kaldığı odadan açılmaktaydı.Buna önceden dikkat etmediği için, mevcut tahliye merdivenini kullanamadı.
‘’Yangından korunmak için küçük küçük masraf yapmaktan çekinmeyiniz. Zira büyük büyük gemileri, küçük küçük delikler batırır ’’ diyen filozofun sözünden hareketle, binalarda yangın tahliye merdivenleri mutlaka her zaman  herkes tarafından güvenli olarak kullanılabilecek şekilde olmalıdır. Afetlere, yangınlara hazırlık için titiz yönetim, ciddi denetim ve eğitimden taviz vermemek gerekir.Çünkü, afet tedbirlerine karşı ilgisizliğin faturası malla başlayıp, canla son bulabilir. Tedbir almak kadar, akıllılık yoktur. Denizi geçip ,dere de boğulmayalım! milyarlar vererek inşa ettiğimiz binalar için, milyonlardan kısarak veya  bir şey olmaz, boş ver, aman sende diyerek yangınlarda insanların can ve mal kaybına uğramasına sebep olmayalım!
’’ Derin bilgi, rahatsızlığı, rahatsızlıktan önce; tehlikeyi, tehlikeden önce; yıkımı, yıkımdan önce; felaketi felaketten önce sezebilmektir !" ‘’Bana güç veren, doğru olanı yaptığımı bilmektir’’  sözü ışığında, Milli Eğitim Müdürlüğü  sivil savunma uzmanlığı olarak amacımız; Ülkemiz ve Çorum’da yaşanabilecek  olası afetleri, yangınları can ve mal kaybına sebep olmadan, afiyette atlatabilmemiz  için, şimdiden işi ciddiye alacak, kafa yoracak ve  gelecekte etkili ve yetkili olduğunda daha hassasiyet gösterecek bir neslin yetişmesine katkıda bulunabilmektir! 
‘’ Yangın tahliye merdivenleri, yangın anında zarar görmeden binayı terk etmek için iyi gelir, tabii herkes tarafından güvenli olarak kullanılabilecek şekilde olup; zaman zaman tatbikat yapılırsa ’’
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR!

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR
 
Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM
 Hukuka, Yasalara, Telif  ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir.