|
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
Hazırlayan
Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi corumlu2000@gmail.com |
|
|
Mahmut Selim GÜRSEL TAKDİM
Üzeyr Lokman
ÇAYCI Hayat Hikayesi
DÜNYA TEZGÂHINDA OYALANIRKEN GERİYE DÖNÜP BAKMAK GEÇMİYOR
İÇİMİZDEN
DUA PARTİDEN’DEN UZAKLAŞANLAR ALLAH’A
YAKINLAŞIRLAR !
BİZ NEYİN KADRİNİ BİLDİK Kİ?
BU
ADAM SENİN BABAN
DAR
KAPI
PARİS CAMİİ VE BENCHEİKH EL HOCİNE ABBAS
ILIMLI İSLAM
GÖLGELER UTANMAZLAR
AVRUPA TOPLULUĞU ÜLKELERİNE BAKIŞ
KURMAY ALBAY BEDRETTİN BİNYILDIRIM
YILDIZLI PEKİYİ
GEÇMİŞTEN KOPARILAN ŞEHİRLER ANKARA VE
İSTANBUL
ÖÇ
HAYATA BAKIŞ
UNUTMAYIN Kİ DÜNYA SİZİN GÖRDÜĞÜNÜZ GİBİ DEĞİL
|
|
|
Çalışma TELİF ESERİDİR izin almadan
kullanmayınız! |
Hazırlayan Mahmut Selim
GÜRSEL |
corumlu2000@gmail.com
|
Sitemiz ve yazarlarımız;hukuka, yasalara, telif
haklarına ve kişilik haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir. |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
01 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
KİTAP ismi Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
TAKDİM
Bir kitabın doğması, o kitabı yazmaya kalkan kişinin amacına ve
bilgi birikimine göre değerlendirilmesi uygun olarak
görülmelidir.
Elinizde bulunan bu çalışmanın sizlere ulaşması için günlerini
veren bu çabası için şükranlarımı sunarken, bu çalışmada da
benim ufacık bir katkımın da bulunması beni bahtiyar etmiştir.
Bu
çalışma ile sizlerde bazı bilgileri edinmiş ve faydalanmış
olarak uzun yılların birikimlerinden aydınlanacağınızı
göreceksiniz.
Bilgi; yazılmadıkça kaybolmaya açık birikimlerdir. Her insan bir
kitaptır; onu okumamız gereklidir.
Tanımadığımız ve anlamadığımız kişiler hakkında nasıl kararlar
veremezsek; bir çalışmayı da incelemeden, okumadan karar
veremeyiz.
Mahmut Selim GÜRSEL
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
02 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
|
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
Üzeyir Lokman ÇAYCI
Üzeyir Lokman ÇAYCI 1949 yılında
Türkiye'nin yeşilliği ile meşhur Bor ilçesinde doğdu. İlk, orta
ve lise tahsilini aynı ilçede tamamladı. Sonra, üniversite giriş
sınavı yanında ikinci bir sınav daha kazanarak Devlet Güzel
Sanatlar Akademisi Uygulamalı Endüstri Sanatları Yüksek Okulu'na
girdi. Bu okuldan 1975 yılında iç mimar ve endüstri tasarımcısı
olarak mezun oldu.
Bunun haricinde Fransa'da da bir
çok mesleki ve sosyal alanda eğitim gördü, çeşitli diplomalar ve
sertifikalar almaya hak kazandı.
Yaptığı özgün çalışmalar
bilenlerin dikkâtini çekmekte gecikmemiş sergi, dergi ve
mecmualarda kabul gördü. Mezuniyetinden sonra Koç Holding Demir
Döküm Fabrikaları Araştırma-Geliştirme bölümünde çalıştı.
Deniz - Asteğmen olarak yaptığı
askerlik hizmeti süresince, arkadaşları ile birlikte, çeşitli
tarihi eserlerin (heykel, rölyef, vs…) kurtarılmasına ve daha
sonra da Beşiktaş Deniz Müzesinde sergilenmesine katkıda
bulundu.
14 yaşından itibaren yazdığı
şiir ve hikâyelerle çeşitli gazete ve dergiler kendisine büyük
ilgi gösterdi. Basın, dergi ve antolojiler onun içtenlik dolu
kreasyonlarına kucak açtı. Tanınmış çağdaş Türk şairi Ümit Yaşar
OĞUZCAN'dan gördüğü yakın ilgi onu önemli platformlara taşıdı.
İstanbul Beyoğlu'nda emektar şairlerin de üyesi olduğu Esir
Kulüp'ün müzikli şiir gecelerinde ve Kazaplanka Türkiye şairler
derneği lokalinde şiirlerini yıllarca okudu ve takdir gördü.
Bugün şiirleri Fransızcadan da
Almanca, İtalyanca,Portekizce, İspanyolca, İngilizce ve
Romanya dillerine kendisini sevenler tarafından çevrilmiştir.
Halen, alçak gönüllü ve kompetan Yakup YURT' tan aldığı destek
ile, Üzeyir Lokman ÇAYCI çalışmalarını Fransa'da sürdürmektedir.
Üzeyir Lokman ÇAYCI
Üzeyir Lokman ÇAYCI 1949 yılında
Türkiye'nin yeşilliği ile meşhur Bor ilçesinde doğdu. İlk, orta
ve lise tahsilini aynı ilçede tamamladı. Sonra, üniversite giriş
sınavı yanında ikinci bir sınav daha kazanarak Devlet Güzel
Sanatlar Akademisi Uygulamalı Endüstri Sanatları Yüksek Okulu'na
girdi. Bu okuldan 1975 yılında iç mimar ve endüstri tasarımcısı
olarak mezun oldu.
Bunun haricinde Fransa'da da bir
çok mesleki ve sosyal alanda eğitim gördü, çeşitli diplomalar ve
sertifikalar almaya hak kazandı.
Yaptığı özgün çalışmalar
bilenlerin dikkâtini çekmekte gecikmemiş sergi, dergi ve
mecmualarda kabul gördü. Mezuniyetinden sonra Koç Holding Demir
Döküm Fabrikaları Araştırma-Geliştirme bölümünde çalıştı.
Deniz - Asteğmen olarak yaptığı
askerlik hizmeti süresince, arkadaşları ile birlikte, çeşitli
tarihi eserlerin (heykel, rölyef, vs…) kurtarılmasına ve daha
sonra da Beşiktaş Deniz Müzesinde sergilenmesine katkıda
bulundu.
14 yaşından itibaren yazdığı
şiir ve hikâyelerle çeşitli gazete ve dergiler kendisine büyük
ilgi gösterdi. Basın, dergi ve antolojiler onun içtenlik dolu
kreasyonlarına kucak açtı. Tanınmış çağdaş Türk şairi Ümit Yaşar
OĞUZCAN'dan gördüğü yakın ilgi onu önemli platformlara taşıdı.
İstanbul Beyoğlu'nda emektar şairlerin de üyesi olduğu Esir
Kulüp'ün müzikli şiir gecelerinde ve Kazaplanka Türkiye şairler
derneği lokalinde şiirlerini yıllarca okudu ve takdir gördü.
Bugün şiirleri Fransızcadan da
Almanca, İtalyanca,Portekizce, İspanyolca, İngilizce ve
Romanya dillerine kendisini sevenler tarafından çevrilmiştir.
Halen, alçak gönüllü ve kompetan Yakup YURT' tan aldığı destek
ile, Üzeyir Lokman ÇAYCI çalışmalarını Fransa'da
sürdürmektedir.Yayınevimizin basılmış ve sanal yayınlanmış
dergilerinde yazıları bulunmaktadır.
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
03 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
DÜNYA TEZGÂHINDA OYALANIRKEN GERİYE DÖNÜP
BAKMAK GEÇMİYOR İÇİMİZDEN
Ellerin, ayakların ve kalplerin
kontrolden çıktığı bir çağda, ne asa, ne Musa, ne de Kızıldeniz fark
ediliyor!
Paranın, çıkarın, makamın ve nefsî
arzuların insanları ve değerleri savurduğu bir dönemde ALLAH’I
(C.C.) ve Peygâmberi (S.A.) sadece mübarek gecelerde veya günlerde
anar olduk Gırtlaktan aşağıya inmeyen dini söylemlerin, iman
gerçeklerinin, kendimizi aldatmaktan öteye gitmediğini görüyor ve
gözlemliyoruz. Karnı tokların açları görmediği, zenginlerin din
kisvesi altında gösterişe yeltendiği, adaletin, vicdanın kavrulduğu
zamanımızda, hatalarını ve günahlarını hırslarla besleyen aldananlar
topluluğunu desteklemek ya da beslemek yadırganmaz oldu.
Vatan, millet, toprak, bayrak, tarih
gibi benzer değerler ve din aşağılanırken melekler hâlâ
yerlerindeler. Peygamberimiz (S.A.) hâlâ bazı temiz yüreklere
sevgisini belirtircesine ayağa kalkarak selam vermeyi
sürdürmektedir.
Siyasetin kararttığı kalplere rağmen
Kur’an-ı Kerim nurunu saçmaya devam etmektedir.
Kalp gözleri perdelenenler; nerede
ve niçin bulunduklarını ya da düşünmesini bilmeyenler mezarlıklara,
kendi çehrelerine, kaybettiklerine, tükettiklerine bakmayı da
akıllarının uçlarından geçirmiyorlar. Onlar sadece kendilerini
tatmin etme yolunda, bir yerlerde görünerek ya da kendilerine ait
olamayanları birilerine vererek ALLAH’I aldatamayacaklarını bilmek
zorundadırlar.
Haydi bir ömrünüze
sığıştırdıklarınız gibi bir kelimeye sığıştırarak anlatın kendinizi!
Siz dinin ve hayatın neresindesiniz?
|
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
04 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
- DUA PARTİDEN’DEN UZAKLAŞANLAR ALLAH’A
YAKINLAŞIRLAR !
- Halil Efendi oldukça dindar, çevrede
sevilen bir kişi idi. Almanya’dan izine gelen Necmi’yi ve
ailesini evine davet etmişti. Necmi eşini ve çocuklarını hasta olan
babasının yanında bırakarak davet üzerine yola koyuldu. Kapının
zilini çaldı. Halil Efendi’nin hanımı kapıyı açtı. Zahide Hanım
Necmi’yi görünce :
- -«Buyur … Buyur… Hoş geldin, sefalar
getirdin Necmi Bey. Bizi ihya ettin. Şu an beyim ve komşularımız
salonda namaz kılıyorlar…» dedi.
- Necmi evin salonuna girdiği anda
onlar dua etmeye başlamışlardı. O da onlara katılarak oturduğu yerde
ellerini kaldırdı. Halil Efendi :
- -Partiden’den uzaklaşanlar Allah’a
yakınlaşırlar... Ya Rab! Ülkemizi, Devletimizin Milli bütünlüğünü
tartışılır hale getiren, yolsuzluğun, haksızlığın, adaletsizliğin ve
zulmün odağı haline gelen, bizi huzursuzluklara gark eden Parti
yöneticilerini, Partiden’li bakanları, Partiden milletvekillerini,
Parti’ye destek olan gazeteci ve yazarları, din adamlarını,
bürokratları, Parti’ye oylarını veren insanları, sana havale
ediyoruz, hepsini gerektiği şekilde cezalandır Allah’ım!
- Zor günleri yaşıyoruz. Üstelik
sıkıntılarımız ve acılarımız görmezlikten geliniyor!
Olumsuzluklarını, haksızlıklarını ve zulümlerini tozpembe gibi
göstermeye çalışıyorlar. Elazığ’da, Diyarbakır’da, Adıyaman’da,
Tunceli’de, Van’da, Bingöl’de, Erzurum’da, Niğde’de, Konya’da,
Edirne’de velhasıl yurdumuzun birçok yerinde şu an açlıktan,
yokluktan, hastalıktan ölenler var
- Evlerine bir dilim ekmek dahi
girmeyen vatandaşlarımızdan habersiz ve Ülkemizi her gün 110 milyon
dolar faiz ödemeye mahkûm eden bir iktidarla karşı karşıyayız. Onlar
devletimizin imkanlarını Kongo yollarında harcıyorlar.
- Giydikleri elbiselere,
parmaklarındaki yüzüklere, çoğu Mercedes olan 87 bin 130 adet
araçlara, keyifleri için kendilerine ayırdıkları bütçelere sen
vakıfsın Allah’ım!
- Ya Rab! Kahraman subaylarımıza esir
düşmüş düşman muamelesi yaptıklarını duyuyoruz. Bunlar kötülükte,
zulümde, adaletsizlikte çok ileriye gittiler. Bunların hallerini ve
ahvallerini, milletimizden gizlediklerini ve sakladıklarını en iyi
sen biliyorsun, ordumuza, yurdumuza kötülük yapanları, iftiracıları,
onur kırıcıları, yaygaracıları, palavracıları, aldatıcıları sana
havale ediyoruz, dualarımızı geri çevirme Ya Rab!
- Dua oldukça uzun sürmüştü.
Namaz sonrası orada bulunanların hepsi Necmi’ye «hoş geldin»
dediler. Halil Efendi de :
- -Hoş geldin evlâdım! Geldiğini
duydum. Hemen çocukları sizin eve gönderdim. Bugün bizim misafirimiz
olsunlar, dedim. Niye hanımın, çocukların ve baban gelmediler? Necmi
:
- -Halil Amca, belki biliyorsundur,
babam hasta! Epey sıkıntı çekti. Ağabeyim birçok ödül almış, oldukça
başarılı bir subaydı. Atatürk’ü seven, vatansever bir kişiydi.
Bugünkü iktidar sahipleri ülkesini sevenleri ve kahramanları
cezalandırma yolunda epey mesafe aldılar. Ağabeyime iftira ve
tertiplerle terörist damgası vurarak tutukladılar. Yani, Tarihi
Gelen Ergenekon sözcüğünü terörle özdeşleştirerek bir örgüt
ismiymiş gibi kullandılar. Bununla hem insanlarımızın zihinlerindeki
tarih sevgisine hem de insanların onurlarına tecavüzde bulundular.
- Halil Amca, ne iş yaptığımı daha
önce söylemiştim. Almanya’da büyük bir gazetede hukuk danışmanı
olarak çalışıyorum. Ünlü Alman yazarlar bana:
- -Ülkenizde cumhuriyet tehlikede!
Atatürk’e ve Atatürk’ü sevenlere büyük saygısızlıklar yapılıyor.
Adaletsizlikler dikkat çekici bir boyuta ulaştı. Bir hukukçu ve Türk
olarak ne düşünüyorsunuz?" diye sordular. Halil Efendi :
- -Pekiyi onların bu sorusuna sen
nasıl bir cevap verdin? Necmi:
- -Türkiye’de Partiden yanlısı bir
kişinin kendilerinden olmayan bir kişiye "Hangi asırda yaşamak
istiyorsan oraya git. Dünyada artık milletlere ve milliyetçilere yer
yok... dünya globalleşiyor aklını kullan, hislerini değil. Fazla
söze gerek yok... akıllı ol!» şeklinde hitap ettiğini... Allah’la
ilişkilerini kestiklerini ve kendilerini sadece çıkar için Müslüman
gösterdiklerini, bu kişilerin parayla dans ettiklerini, başka
hiçbir ilâhî ve insanî gerçeği tanımadıklarını"
söyledim. "Bunların makineleşen varlıklarında insanî değerler, insan
sevgisi, vatanseverlik, kardeşlik, dayanışma, millet, bayrak ve
vatan yer almamaktadır" dedim.
- Üç yıldır hastalık nedeniyle
ülkemize gelemiyordum… Annem ağabeyimin tutuklanmasına dayanamadı ve
kalp krizi geçirerek öldü. Ben hasta halimle ancak cenazesine
yetişebildim. Halil Amca, bana çok dokundu annemi görememek… Anama
hastalığımı dahi üzülmesin diye söyleyememiştim. Ameliyat masasında
"Ya Rab bana, anama kavuşma izni ver… Ne olursun ALLAH’ım benim,
annemi bir defacık da olsa görmeden canımı alma" diye dua
ettim. Ama bir şeyler oldu, ağabeyim tutuklandı. Annem buna
dayanamadı… Babam ise, hem Ağabeyimin, hem de annemin acılarıyla
çıkmaza girdi. Vücudunun sol tarafı felç oldu. Kıbrıs gazisi ve
emekli kurmay albay olan babamı, yani dev gibi adamı bugünkü ikidar
bu hâle düşürdü. Doktorlar vücudunun sol tarafına felç inmesine hiç
iyi bakmıyorlar… Sana soruyorum bunlar Müslüman olsalardı, Allah ve
Peygamber sevgisi taşısalardı bu şekilde ordumuzun değerli
mensuplarına, vatanseverlere, kahramanlara ve ailelerine zulüm
yapabilirler miydi? Bunlar aile ocağımıza ateş düşürdüler. Halil
Efendi:
- -Müslüman demek eliyle, aklıyla,
diliyle, bedeniyle görevleriyle, sorumluluklarıyla canlılara zarar
vermeyen kişi demektir. Bir Müslüman hiç bir zaman aşağılık
kompleksine düşmez. Bak bunların durumlarına! Burunları havada,
kendilerini padişah veya kral gibi göstermek için ellerinden ne
geliyorsa yapıyorlar! Ne işleri var Dolmabahçe Sarayı’nda? Tarihi ve
tarihi eserleri kendi yerlerinde bırakmak yerine orada kendilerine
çalışma ofisi açtılar ! Pekiyi neler oldu sonra? Beşiktaş halkına
hizmet veren Barbaros Hayrettin Paşa İskelesi iptal ettirildi.
Otobüs durağı kaldırıldı. Sadece Çankaya Köşküne 1 Ocak 2007 -
1 Temmuz 2008 tarihleri arasında harcanan para 33 milyon 939 bin 180
YTL... Ümraniye Dudullu'da, Sağmacılar bölgesi Hal-Otogar’da,
Zonguldak-Ereğli’de, Giresun'da, Siyavuşpaşa Caddesi’nde,
Denizli'nin Babadağ ilçesinde, Taraklı-Geyve’nin Kilhamamı
mevkiinde, Şişli’de çöken yolların, bunların haricinde yolları
olmayan köylerin ve öğretmensiz okulların hesabını kim verecek?
İngiliz gazeteleri Partiden yöneticilerinin Osmanlıcılık oynadığını
yazıyorlar ! Bunların bütün azâlarından günah fışkırıyor…
Ayaklarının biri yabancı ülkelerde, diğeri ise havada… Emperyalist
ülkelerin güdümüne girerek, dışarıdan aldıkları talimatlarla,
telkinlerle, baskılarla ülkemizde zulüm tezgâhları oluşturdular.
İktidara gelmeleri de, bugünkü varlıkları da, yarınlar için
ülkemizde kurgulayacakları da şaibeli bunların. Aldıkları
kararlar da, işledikleri suçlar da diğer halleri gibi kuşku
uyandırmaktadır. Referandum yoluyla veya Anayasa değişikliğiyle
milleti oyuna getirerek padişahlık rejiminin yollarını açmaya
çalışıyorlar. Belki biliyorsunuzdur, bütün diktatörler
referandum yoluyla hedeflerine ulaşmışlardır. Yani millete
hile ile, "bizi cezalandırın, bizi kullanın, bizi uyandırmayın,
bizi ortadan kaldırın" dedirtmek istiyorlar !
- Haylaz bir çocuğun, elindeki sapanla
fırlattığı taş, kuşun kanadını kırar… Aynı taş yoluna devam eder ve
bir evin penceresinin camını kırarak içeri girer. Evdekilere korku
verir ve evdeki bir kişinin başını yaralar. Çocuk, haylazlık,
sapan, taş, kuş, kanat, ev, pencere, cam, kırma, girme, korku, baş,
yaralanma kelimeleri bir araya gelerek bir kaç eylemin varlığını
bize gösteriyor. Çocuğun kimliği, çocuğun eline sapan tutuşturanlar,
devlet, milli eğitim sistemi, işlediği suç, ciddi şekilde
sorgulanmadığı için suçlar ve olaylar değişik kişilere sirayet
ederek yayılıyor veya sürekli hâle geliyor.
- Eğer konuyu sizin ailece
yaşadıklarınızla ilgili olarak ele alırsak, kendi vatandaşlarını,
kahramanlarını kendi partilerinin hedefi haline getirmeleri, iftira
ve tertip yapmaları, suçlamaları, hukuk dışı, anayasaya aykırı
tavırlar içinde bulunmaları sadece bir kişiyi etkilemiyor, onların
ailelerinı, eş ve çocuklarını, annelerini, babalarını da tedirgin
ediyor, hattâ ölümlerine de sebep oluyor. Halbuki haklarında mahkeme
kararı olmayan hepsi suçsuzdurlar. Pekiyi suçlu kim? : Elbette
suçsuz insanları, kahramanları hedef haline getiren, yıpratan, rezil
esen, öldüren veya ölümlerine sebep olanlar yani Partiden’li
yöneticilerdir.
- Necmi : Yazdığım bir şiiri size
okumak istiyorum.
- Edirne tarihim
- İstanbul okulum
- Niğde’li hemşehrim
- Ankara huzurum
- Urfa’lı dostum benim...
-
- Diyarbakır’lı öğretmenim
- Bitlis’li gözüm
- Elazığ’lı aydınlık yüzüm
- Siirt’li yüreğim
- Adıyaman’lı özüm benim..
-
- Urfa beşiğim
- Maraş ışığım,
- Konya güneşim
- Denizli ahengim
- İzmir kardeşliğim benim...
-
- Bütün iller içimde birer bayrak
- Kazanıldı her birisi canla savaşılarak
- İsimlerimiz konuldu ezanlar okunarak
- Bayrak bizim, vatan bizim
- İstiklal Marşı bizim... din hepimizin...
-
- Zahide Hanım usulca kapıyı açtı.
- -Necmi Bey, biraz önce komşunuz,
babanızın durumunun ağırlaştığını ve sizi beklediğini, söyledi.
Necmi, apar topar oradan ayrıldı. Onun ardından misafirler de ayağa
kalkarak gittiler.
- Çok geçmeden Necmi’nin babasının
öldüğü duyuldu. Halil Efendi, Zahide Hanım’a :
- -İslam kılıfı altında cinayet
işleyenleri ve canilerle işbirliği yapanları yüce Allah’a havale
ediyorum, dedi.
- Van, 12.04.2010
|
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
05 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
- BİZ NEYİN KADRİNİ BİLDİK Kİ?
- Çevresindekilere Müslüman
görünerek dış güçlerin, İslam karşıtı odakların emirlerinde
olanların ve paranın, saltanatın, hırsların peşinde
koşanların tahribatları ile karşı karşıyayız!
- İnsanların kendi kendilerini
aldattıkları ve kötülüklerle tatmin oldukları bir dönemde
henüz nerede ve kimlerle olduklarını bilmeyenlerin görüntüleri
ülkemizin geleceğini, insanlarımızın beklentilerini
olumsuzluğa dönüştürmektedir.
- Kalp denilen hazineler işgal
altında, düşünce denilen yücelikler dumura uğratılmakta,
dostluklar ve fedakârlıklar yozlaştırılmaktadır. İftiralarla,
tertiplerle, dış güçlerin oyunlarıyla Ergenekon denilen onur
kaynağını ve bizi yücelten tarihi bir olguyu suç tezgâhı
haline dönüştüren AKP’nin iktidarda olduğu bir zamanda bir
mübarek geceyi daha idrak ediyoruz.
- İnsafı, ölçüyü, adaleti
yitirenlerin bu geceden feyiz almaları ve bu geceyi içlerinde
sindirmeleri ortaya koydukları icraatlarla, ilişkide oldukları
odaklarla mümkün görünmemektedir.
- Siz de, biz de onlar da
seçtiğiniz, alkışladığınız, destek verdiğiniz yöneticilerin
senaryolarıyla Silivri’de suçsuz yere yargısız bir infaz ile
cezalandırılanlara, seçtiğiniz, alkışladığınız, destek
verdiğiniz yöneticilerin ihmalleri sebepleriyle sel
felaketleriyle hayatlarını kaybedenlere rağmen bu mübarek
geceye düşen feyzi, kutsallığı ve ilahi ışıkları hangi
yüzlerimizle karşılayacağız?
- Felaket ekenler felaket
biçerler!
- Günahların kaynağı şer
odakları her an için size büyük acılar yaşatabilirler. Sizin
saf duygularınız üzerinde ihaneti, kötülüğü büyütebilirler.
- Her şeye rağmen mübarek
gecenizi yürekten kutluyor, daha nicelerine erişmenizi Cenab-ı
ALLAH’tan (C.C.) niyaz ediyorum.
Paris, 15.09.2009
- Üzeyir Lokman ÇAYCI
İç Mimar – Endüstri Tasarımcısı
55, rue Louise Michel
78711 Mantes la Ville
FRANCE
http://monsite.wanadoo.fr/SEVGI/
http://uzeyircayci.sitemynet.com/fleur/index.htm
http://www.artmajeur.com/serap/
|
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
06 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
BU ADAM SENİN BABAN
Dört Mevsim Kasabası’nda esnaflık
yapan Ferit Efendi herkes tarafından sevilen bir kişi idi. En küçüğü
üç yaşında olan üç çocuğu vardı. Hanımı okul arkadaşıydı. Oldukça
mutluydular.
Yezit Ağa, Gülek Kasabası ve
çevresindeki kasabalarda, baskıları, tacizleri ve cinayetleriyle
tanınıyordu. Bir çok araziyi ucuz fiyatlarla ele geçiren Yezit Ağa
Ferit Efendi’nin arsasına da sahip olmak istedi. Adamlarından Neco
ile Keço’yu Dört Mevsim Kasabası’na gönderdi ve Ferit Efendi’nin
yolu kesildi. Onlar ona:
-Bizi Yezit Ağamız gönderdi. Senin
Gölek Tepesi’nde bulunan arazini satın almak istiyor. Sana bir hafta
müddet veriyoruz. Düşün, taşın acele bize cevabını ver! Dediler.
Ferit Efendi de onlara :
-Düşünüp taşınmaya gerek yok. Çoluk
çocuğumun rızkı için ekip biçtiğim baba yadigârı tek bir arsam var!
Bunu da satmaya niyetli değilim! Cevabını verdi. Onlar:
-Demek koskoca Yezit Ağa’nın
isteğine olumsuz cevap veriyorsun? Biliyorsun ki o tuttuğunu
koparır. İyi düşün, acele etme! Sonra dönüşü olmayan bir yola
girersin. Seni kimse kurtaramaz! Dediler. Ferit Efendi onlara:
-Önünüzde oyuncaklarınız olduğu
sürece çocuksunuz. Bugün zayıf eşeklere zorla taşıttıklarınızı yarın
mutlaka siz taşıyacaksınız! Dedi. Yezit Ağa, Ferit Efendi’nin
verdiği olumsuz cevaba oldukça sinirlenmişti. Adamlarına:
-Gidin, bir hafta o bölgede
kendisini ve hanımını takip edin! Evlerinden ayrılış saatlerini
tespit edin. Çocuklarının yaşlarını, dışarıya ne zaman çıktıklarını
öğrenin! Dedi.
Adamlarından Zebani ve Yabani hemen harekete geçtiler. Dört
Mevsim Kasabası’nda bir hafta süre içinde Ferit Efendi’nin eşi ve
çocuklarını adım adım izlediler. Bir hafta sonra da Yezit Ağa’ya
elde ettikleri bilgileri aktardılar. Zebani:
-Ağam en küçüğü üç yaşında oğlan
olmak üzere iki de kız veletleri var. Avradı her gün öğle namazı
sonrasına gelen bir vakitte çocuk arabasıyla kasabanın Yeşil Vadi
Parkı’na gidiyor. Yabani :
-Karısının gezdirdiği bu oğlan
çocuğu üç yaşında. Her sabah yedi ve dokuz yaşlarındaki iki kızı da
öğrenci aracıyla evlerinin önünden alınarak okula götürülüyorlar.
Onları her gün annesi ve babası uğurluyorlar. Akşama doğru aynı
şekilde evlerine getiriliyorlar, aynı şekilde annesi ve babası
tarafından karşılanıyorlar. Zebani:
-Oğlanın ismi, Cemal. Kızlarının
isimleri, Zennure ve Mihriban. Avradının ismi ise Hacer. Yezit Ağa:
-Pekiyi Ferit ne iş yapıyor Ferit?
Zebani:
-Onun küçük bir dükkanı var, Gölek
Tepesi’nde bulunan tarlasında yetiştirdiği sebze ve meyvelerden
satıyor. Kasaba halkı, çoluk çocuk herkes onu çok seviyorlar. Hatta
ilerde onu belediye başkanı yapacaklarını dahi söylüyorlar.
Yezit Ağa bir hafta sonra tekrar
adamlarından Neco ile Keço’yu Dört Mevsim Kasabası’na gönderdi ve
Ferit Efendi’nin yolu kesildi. Onlar ona:
-Bizi Yezit Ağamız gönderdi. Senin
Gölek Tepesi’nde bulunan arazini satın almak istiyor. Sana bir hafta
müddet veriyoruz. Düşün, taşın bize cevabını ver! Dediler. Ferit
Efendi de onlara:
-Düşünüp taşınmaya gerek yok. Ayrıca
çoluk çocuğumun rızkı için ekip biçtiğim baba yadigârı tek bir arsam
var. Bunu da satmaya niyetli değilim! Cevabını verdi. Onlar :
-Demek koskoca Yezit Ağa’nın
isteğine olumsuz cevap veriyorsun. Biliyorsun ki tuttuğunu o
mutlaka koparır. İyi düşün, acele etme. Sonra dönüşü olmayan bir
yola girersin. Seni kimse kurtaramaz! Dediler. Ferit Efendi onların
arkasından:
-Paranın aşağıladıkları kişiler
sustukça, makamların aşındırdıkları beyinler söz sahibi oldukça siz
daha çok gelip gidersiniz! Dedi. Yezit Ağa, Ferit Efendi’nin ikinci
kez verdiği olumsuz cevaba oldukça sinirlenmişti. Adamlarına:
-Gidin, bir hafta o bölgede hanımını
ve kendisini takip edin! Akşamları evlerinden çıkıyorlar mı?
Evlerinin dış kapısı olup olmadığını, duvarlarını, köpekleri var
mı? Bunları tek tek araştırın! Dedi. Adamlarından Zebani ve Yabani
hemen harekete geçtiler. Dört Mevsim Kasabası’nda bir hafta süre
içinde Ferit Efendi’nin eşi ve çocuklarını adım adım izlediler.
Çeşitli araştırmalar yaparak, bir hafta sonra da istediği bilgileri
Yezit Ağa’ya aktardılar. Zebani:
-Ağam, her akşam evlerine bir çok
aile çoluk çocuklarıyla ziyarete geliyorlar. Sevenleri çok yani.
Yabani:
-Evlerinin duvarları oldukça yüksek.
Kapı açılıp kapanırken dışarıdan bahçelerindeki oldukça iri,
saldırgan köpekleri görünüyor. Duyduğumuza göre hayvan yiyeceklerini
dahi kontol edecek hassasiyete sahipmiş. Kötü niyetli olanları kalp
atışlarından hissediyormuş.
Zebani:
-Yani fırsat bulursa adamı
parçalayacak gibi, heybetli ve korkunç. Yezit Ağa:
-Pekiyi Ferit ne yapıyor Ferit?
Yabani:
-Cuma namazlarını hiç kaçırmadığı
söyleniyor. Oldukça inançlı ve dürüst; herkes hoca olmadığı halde
ona “hoca” diyor. Teraziye çok dikkat ediyor, Sebze ve meyveleri
satarken darasını koymayı unutmuyor. Müşterileri onu çok seviyorlar.
«Bir emrin var mı Ferit Ağabey?» diye gelen giden uzaktan bağırarak
ona yakınlıklarını ifade ediyorlar. Yezit Ağa bir hafta sonra üçüncü
kez adamlarından Neco ile Keço’yu Dört Mevsim Kasabası’na gönderdi
ve Ferit Efendi’nin yolu kesildi. Onlar ona:
-Bizi Yezit Ağamız gönderdi. Senin
Gölek Tepesi’nde bulunan arazini satın almak istiyor. Sana bir hafta
müddet veriyoruz. Düşün, taşın bize cevabını ver! Dediler. Ferit
Efendi de onlara:
- Düşünüp taşınmaya gerek yok.
Ayrıca çoluk çocuğumun rızkı için ekip biçtiğim baba yadigârı tek
bir arsam var. Bunu da satmaya niyetli değilim! Cevabını verdi.
Onlar :
-Demek koskoca Yezit Ağa’nın
isteğine olumsuz cevap veriyorsun.. Biliyorsun ki o tuttuğunu
mutlaka koparır. İyi düşün, acele etme. Sonra dönüşü olmayan bir
yola girersin. Seni kimse kurtaramaz! Dediler. Ferit Efendi onların
arkalarından bağırarak:
-Tehditle, kötülük yaparak
yaraladığınız kuşları asla uçuramazsınız! Düşmanlıklarla da dostluk
kapılarını açtıramazsınız! Aptalların, hainlerin ve zalimlerin
oyuncağı olmayın. Çiçeklere saygılı olanlar yaratanına da saygılı
olurlar! Dedi. Yezit Ağa, Ferit Efendi’nin üçüncü kez verdiği
olumsuz cevaba da oldukça sinirlenmişti. Bir ay sonra adamlarından
Zebani ve Yabani’ye :
-Gidin, bir hafta o bölgede hanımını
ve kendisini takip edin. Hanımı Yeşil Vadi Parkı’na gittiği zaman
küçük çocuğu Cemal’i iz bırakmadan kaçırın! Dedi. Zebani ve Yabani
on dört kilometre uzaklıkta bulunan Dört Mevsim Kasabası’na
geldiler. Zebani o bölgede bulunan fakir bir bayanla anlaştı.
Öğleden sonra saat 14.00’de Yeşil Vadi Parkı’nın girişinde kendisini
beklemesini istedi. Öğleye kadar çeşitli araştırmalar yaptılar.
Zebani Yabani’ye :
- Bak! Ferit Efendi’nin Avradı
Hacer velediyle buraya doğru geliyor. Ben hem atları kontrol
edeceğim, hem de anlaştığımız avratla görüşeceğim. Hacer ne zaman
yerinden kalkar, çocuğu arabasında bırakarak ters istikamete
yönelirse sen şu ağacın arkasından çıkarak çocuğu al ve kaç. Atların
bulunduğu yere git, atına bin ve süratle kasabadan uzaklaş. Ben
arkadan sana atımla yetişirim. Tamam mı? Dedi. Yabani:
-Tamam! Dedi. Zebani, girişte
bekleyen bayana önce 50 lira verdi. Sonra park içinde bulunan
geçitte bir müddet onunla yürüdükten sonra durdu. Bak bir dakika
sonra:
-Hacer Abla, Hacer Abla! Diye olanca
gücünle buradan bağır! Tamam mı? Ben biraz sonra geri geleceğim!
Dedi. Zebani, Yeşil Vadi Parkı’nın çıkışına doğru hızla yürüdü ve
orada beklemeye koyuldu. Sonra gür sesiyle bayanın sesi duyuldu:
-Hacer Abla! Hacer Abla! Hacer Hanım
can havliyle oturduğu kanapeden kalktı, çocuk arabasında uyuyan
çocuğunu orada bırakarak arkasına bakmadan sesin geldiği yere doğru
yöneldi. Kadın yere çakılmış gibi Zebani’yi bekliyordu. Hacer onu
görünce:
-Bacım biraz evvel Hacer Abla! Hacer
Abla! diye bağıran sen miydin? Dedi. Bayan:
-Evet, bendim! Dedi. Hacer:
-Bir şey mi oldu? Benim ismimi
nereden biliyorsun? Dedi. Bayan:
-Hiç! Birisi bana 50 lira para verdi
ve “Hacer Abla, Hacer Abla! “ diye bağır, dedi. Ben de bağırdım.
Hemen geri geleceğim, burada bekle, dedi sonra. Şu an onu
bekliyorum. Hacer oldukça kuşkulanmıştı. Çocuğunun bulunduğu yere
doğru geri döndü. «Çocuğum arabasıyla yerinde duruyor çok şükür...»
dedi içinden. Rahatlamıştı. Sonra arabanın üzerinde bulunan tülbenti
çekerek çocuğuna bakmak istedi. Cemal yerinde yoktu. İşte o zaman
çığlık çığlığa bağırdı:
-Cemal’im Cemal’im yok! Biricik
evlâdımı çaldılar! O sırada oradan geçenler Hacer’e yardımcı olmak
istediler. Hacer, yutkunarak:
-Bir bayanın “Hacer Abla, Hacer
Abla!“ diye bağırdığını, bu sesle yerinden fırladığını, çocuğunu
orada bırakarak sesin geldiği yere yöneldiğini «Bacım biraz evvel
Hacer Abla! Hacer Abla! diye bağıran sen miydin ?» diye ona
sorduğunu, bayanın : «Evet, bendim» dediğini, söyledi. Hacer :
«Bir şey mi oldu? Benim ismimi nereden biliyorsun?» diye sorduğunu,
bayanın : «Hiç! Birisi bana 50 lira para verdi ve “Hacer Abla, Hacer
Abla! “ diye bağır, dedi ben de bağırdım! Hemen geri geleceğim,
burada bekle, dedi sonra. Şu an onu bekliyorum.» dediğini söyledi.
Oradakiler hâlâ yerinde bekleyen kadının yakasına sarılarak ona
çeşitli sorular yönelttiler. Kadın ise Hacer’e anlattıklarını
tekrarladı. Hacer tekrar gözyaşları içinde:
-Cemal’im Cemal’im yok! Biricik
evlâdımı çaldılar. Ne olursunuz çocuğumu bulun! Bana yardım edin!
Diye hüzünlü bir şekilde bağırdı. Oldukça yaşlı bir adam kalabalığın
arasına girerek:
-Olup bitenleri dinledim.
Yapacağınız tek iş polise haber vermek olmalı. Kasabanın dışına
çıkarılmadan çocuğun bulunması gerekir. Değilse organ mafyasının
veya dilencilerin ellerine geçerse çok tehlikeli sonuçlarla
karşılaşabilirsiniz! Dedi. Çok geçmeden polisler olay yerine
geldiler. Kadın gözaltına alındı. Soruşturma derinleştirildi. Ama en
ufak bir iz bulunamadı. Mahkeme para alan kadını suçsuz buldu ve
serbest bıraktı. Cemal, Yezit’in eline geçmişti. Zebani ve Yabani
ona:
-Ağam sen her şeye kadirsin! Diye
taltifte bulundular. Yezit de önce sırtlarını tapışladı sonra onları
para ile ödüllendirdi. Zebani bir cuma günü, «Kasabanın yeni
imamının camide cemaate ağalıkla ilgili vaaz verdiğini ve ağaları
kötülediğini» söyledi. Yezit Ağa:
-Ne dedi; ne dedi? Zebani:
-Ağam, ben de kulaklarımla işittim.
Zalimlerin beşiklerinde çocuklar uyuyamazlar! Şu modern çağda
ağalara, ağalığa fırsat vermeyin, topraklarınıza sahip çıkın.
Haklarınızı mahkemelerde arayın. Hukuk devleti olmanın gereği bu;
Atatürk sevgisini ve demokrasiyi herkes içine sindirmelidir. Hiçbir
şeyden korkmayın! Allah’a kul olun! Kulun kula kulluk yapması
dinimizde de yok! Dedi. Yezit Ağa:
-Vay edepsiz vay! Demek bizim yüksek
irademizi tanımıyor. Neco, Keço! Hemen gidin kaza süsü vererek ot
arabalarımızdan birini onun evine doğru devirin, sonra ateşe verin!.
Yakın hainin evini! Yabani:
-Ama ağam, günah olur! Allah diyen
adamın evi yakılır mı hiç? Yezit Ağa:
-Ulan bizim Tanrımız para, toprak.
Siyaset, hava. Neco! Keço! Gelin buraya götürün şu Yabani’yi. Önce
onu iyice her tarafı moraracak şekilde dayakla ıslatın, sonra
bölgemizin dışına atın! Bir daha buralara uğrarsa öldürün onu. Neco
ile Keço:
-Emrin başlarımızın üstünde ağam»
diyerek Yabani’yi oradan uzaklaştırdılar. Yezit bir bayan bakıcı
tutarak Cemal’in kulaklarına her gün:
-Ferit Efendi bizim en büyük
düşmanımız! Diye fısıldattı. Bu eziyet yıllarca sürdü.
Cemal kasabada okula gidiyordu. Çok sevdiği arkadaşı Mehmet’in
dedesi, Atatürk’ün çok sevdiği ve ödüllendirdiği bir kahramandı.
Yezit de dürüstlüğünden dolayı Mehmet’i çok seviyordu. O bölgede
Cemal’le birlikte büyüdüler. Yezit, Lise son sınıftan mezun olduktan
sonra Cemal’i çağırdı:
-Bak evlâdım, artık büyüdün, sana
bir görev vereceğim. Benim hayatta tek bir isteğim var! Dört Mevsim
Kasabası’na gideceksin, orada Ferit Efendi ismiyle tanınan bir adam
var. Hayatta hiç kimse benim isteğimi geri çevirmedi. Bu adam
adamlarımı kasabasında hem dövdürttü, hem tehdit etti, hem de
kasabanın dışına attırdı. Bana da oğlun Cemal’in leşini görmek
istemiyorsan bir daha kasabamıza girme diye haber gönderdi. Ya
evlâdım, şimdi bu adamdan intikam alma işi sana düşüyor. Al; sana
yakışan bir at, modern bir tabanca ve kırmalı bir tüfek. Ancak
senin gibi bir yiğit, tereyağından kıl çeker gibi bu işi bitirir.
Aslan oğlum yolun açık ola! Zebani ve Yezit onu yolcu ettiler.
Cemal yola koyulmadan önce atını nallatmak ve semer almak için
Kasaba çarşısına gitti. On dakika geçmemişti, Yezit’in arkadaşı
Yahya, Güngörmez Kasabası’ndan ziyaret için gelmişti. Yezit evinin
odalarını gösterdi. Cemal’in odasına girdikleri sırada pencere
açıktı. Cemal’in arkadaşı Mehmet her zaman olduğu gibi dışarıdan
pencereyi tıklatarak onu çağırmak için oraya iyice yaklaştı.
Oradaki konuşmalar dikkatini çektiği için görünmeden dinlemeye
koyuldu. Yahya :
-Cemal nerede? Yezit:
-Belki biliyorsundur. Cemal benim
oğlum değil. Onu küçük yaşta kaçırttım. Biraz evvel de babasını
düşmanımız gibi göstererek oğluna yani Cemal’ e vurdurtmak için
gönderdim. Bir kaç saat sonra Dört Mevsim Kasabası polisini ve
jandarmasını arayarak Cemal’in Ferit Efendi’yi öldürdüğünü ihbar
edeceğim. Yani bir taşla iki kuş vurmuş olacağım. Böylece eski bir
hesap uzun süreli bir projeyle bugün kapanmış olacak. Ve onun Gölek
Tepesi’nde bulunan arazisini nihayet ele geçirmiş olacağım. Mehmet
bütün konuşmaları dinlemişti. Koşarak evlerine gitti. Annesine
atıyla gezintiye çıkacağını söyledi. Silahını da alarak oradan
uzaklaştı. Kestirme yollardan Dört Mevsim Kasabası’na geldi. Önüne
çıkan ilk kişiye Ferit Efendi’yi sordu. Kasaba’da uzun süre
belediye başkanlığı yaptığı için ona bölge halkı «başkan» diye hitap
ediyorlardı. Evini kolayca buldu. Saçları bembeyazdı. Sağ elinde
baston vardı. O esnada hanımı balkondan bakıyordu. Atatürk’ün çok
sevdiği ve ödüllendirdiği bir kahraman olan Mehmet Efendi’nin
torunu olduğunu söyleyerek önce kendini tanıtan Mehmet:
-Teyze, Allah rızası için Ferit
Efendi’yle birlikte kasabanın girişine kadar gelir misiniz? Dedi.
Ferit Efendi, Mehmet’in isteği üzerine birçok tanıdığını telefonla
arayarak kasabanın girişine gelmelerini istedi. Mehmet Dört Mevsim
Kasabası’nda bulunan bir yakınını bularak onu da tanıdığı
çalgıcılarla birlikte kasaba girişine davet etti. Kendisi, Cemal
gelmeden önce onu karşılamak üzere kasabanın girişinde yer aldı. Atı
zaman zaman kişniyordu. Zor zapt ediyordu onu. Ferit Efendi ve Hacer
de bir yakınının minibüsüyle geldiler. Epey kalabalık vardı. Herkes
birbirine:
-Ne var, ne oluyor burada, önemli
birisi mi geliyor? Diye çeşitli sorular soruyorlardı. Çalgıcılar da
gelince orası düğün yerine dönmüştü. Mehmet, Cemal atıyla uzaktan
görününce oradakilere:
-Dostumuz geliyor! Dedi. Cemal
oraya yaklaşırken kalabalığı görünce kendi kendine: «Burada ne olup,
ne bitiyor? » dedi. Sonra çok sevdiği arkadaşı Mehmet’le
karşılaşınca atından indi. Mehmet de ona doğru yaklaştı. Çalgıcılar
da orada bulunanlar gibi sessiz bir şekilde onları izliyorlardı.
Cemal ve Mehmet ellerindeki silahlarıyla birbirlerine sarıldılar.
Mehmet:
-Senin buraya niçin geldiğini ve
bazı gerçekleri bugün Yezit Ağa’nın ağzından duydum. Seni üç
yaşından itibaren kendisine mahkum eden o insafsız adam sana hiç
tanımadığın öz babanı vurdutturacak, arkandan polis ve jandarmaya
ihbar ederek seni tutuklattıracaktı. Biraz sonra çevremizi saracak
polis ve jandarmalarla bu sözlerimin doğruluğunu gözlerinle
göreceksin. Sana bir sorum olacak, buradaki insanlar duysunlar diye
soruyorum, senin adın ne ? Cemal:
-Adım Cemal! Mehmet:
-Bir daha, gür bir sesle söyle!
Cemal:
-Adım Cemal! O an eşi Hacer ile
Ferit Efendi kalabalığı yararak öne çıktılar. Hacer:
-Cemal’im Cemal’im yok! Biricik
evlâdımı çaldılar. Diye çığlık attığı anları tekrar yaşıyor
gibiydi. Geçmiş günleri hatırlayarak her ikisi birden gözyaşlarını
tutamadılar. Mehmet:
-Bak Cemal, buraya senin için
geldim. Yıllarca senin hasretinle yanıp tutuşan annen ve baban
burada. Tam karşındalar yani. Sana bu güzel insanları düşman gibi
gösteren ve çevresindekilere kendisini senin baban gibi gösteren
Yezit de orada, yani Gülek Kasabası’nda. O hain ve zalim biri.
Kendisi gibi olan siyasetçileri de arkasına alarak bölgemizde
yemediği nane kalmadı! Kararını ver. Mehmet, Ferit Efendi’yi
göstererek:
-İşte hasretinle saçları tuz gibi
bembeyaz olan bastonlu bu adam senin baban. Yanındaki teyze de senin
annen. Cemal aniden silahını onlara doğru doğrulttu. Sonra yere
atarak önce annesi Hacer’e:
-Aanam! Diye sarıldı, sonra da
babasına. Oradakiler gözyaşlarını tutamadılar. 15 yıl sonra Cemal’e
kavuştukları sırada, kasabanın içinden gelen polis araçları
etraflarını sardılar. Komiser kalabalığa hitaben:
-Hanginiz Cemal? Dedi. Cemal:
-Benim memur bey! Komiser:
-Kimi öldürdün? Hacer:
-Komiser bey, o benim oğlum! Pırıl
kalbiyle hiç kimseyi öldüremez. O sineğin kanadını dahi incitmez,
babası gibi insan sevgisi taşır. Biz babasıyla yıllarca onun
hasretiyle yandık kavrulduk. Komiser:
-Gülek Kasabası’ndan Yezit Ağa bizi
arayarak Cemal’in Ferit Efendi’yi öldürdüğünü ihbar etti. Bu ifade
Mehmet’in açıklamalarını da doğrular şekildeydi. Ferit Efendi:
-Komiser Bey, ben kasabamızda
yıllarca belediye başkanlığı yapmış bir kişiyim. Şu an anlıyorum ki
oğlumuzu Gölek Tepesi’nde bulunan arazimizi zorla ele geçirmek
isteyen Yezit Ağa kaçırmış. Şimdi de hâlâ kinini sürdürüyor. Beni
oğluma vurdurtmayı ve oğlumu da hapse attırmayı planladığı
anlaşılıyor. Tutuklanacak birisi varsa bu da oğlumdan yıllarca bizi
koparan Yezit Ağa’dır. İhbar ediyorum, onu hemen tutuklayın.
Jandarmalar da oraya gelmişti.
Komiser Jandarma komutanına:
-Herhangi bir vukuat yok komutanım.
Telsizle o bölgedeki emniyet görevlilerine derhal haber verelim,
kirli işler ve kanunsuzluklar içinde bulunan Yezit Ağa derhal
tutuklansın! Dedi. Mehmet de onlara:
-Yezit Ağa çok tehlikeli bir adam.
Bölgemiz kasabalarındaki birçok araziyi sahiplerine baskı yaparak,
yakarak, yıkarak ele geçirdi. Birçok vatandaşımız kasabalarını terk
etmek zorunda kaldılar. Şu an onların birçoğu da büyük şehirlerde
dilencilik yapıyorlar. Bir kaç saat önce bizzat ben birisiyle
konuşurken duydum. Yıllar önce kaçırttığı Cemal’e babasını
vurdutturacaktı. Ben vakit kaybetmeden ve buraya geldim ve cinayeti
önledim! Dedi. Yahya’nın daveti üzerine Yezit Ağa eski aracıyla
Güngörmez Kasabası’na gitmek üzere yola koyuldu. Gülek Kasabası’nın
çıkışında bulunan Nartepe’ye geldikleri zaman Yahya, yolun kenarında
kanlar içinde yatan bir kişiyi gördü. Aracını yol kenarında
durdurdu. Aşağıya indi. Yezit Ağa külüstür aracıyla tozu dumana
katarak uzaklardan kendisine yaklaşıyordu. Yahya yerde yatan kişiye:
-Sen kimsin? Dedi. O da mosmor
haline getirilmiş başını yukarı kaldırarak:
-Yahya Ağabey senin amcanın oğlu
Yabani. Yahya gözyaşlarını tutamadı. Onu kucaklayarak arabasının
arka koltuğuna yatırdı. Tekrar yola koyuldu. Yezit Ağa aracıyla ona
yaklaşmaya çalışıyordu. Güngörmez Kasabası’nda evinin önüne geldiği
zaman aşağıya indi. Oğlu Hasan’a:
-Oğlum arabamızın içinde bir
hastamız var. Benim şu an üzüntüden başım dönüyor, sen onu hemen
hastaneye yetiştir. Tedavisi için ne gerekiyorsa yap, masraflarını
da karşıla. Sonra görüşürüz.
Yezit Ağa’yı evinde uzun süre
bekledi. Ama o gelemedi. Ertesi günü, hastaneden çıktıktan sonra
Yabani olup bitenleri Yahya’ya anlattı. O oldukça sinirlenmişti.
Yezit Ağa hakkında dava açtırmak üzere avukatını çağırttı. Gülek
Kasabası’nda görev yapan imamın evini yaktırmaktan, Yabani’yi
öldüresiye dövdürtmekten, halkı baskı ve tehditlerle sindirmekten,
zorla arazilerini gasbetmekten Yezit Ağa hakkında dava açıldı. Ama
iki gün önce Ferit Efendi’nin oğlu Cemal’i kaçırmaktan, uzun süre
evinde alıkoymaktan, tertiplerle devleti ve devlet kurumlarını kendi
ihtiraslarına alet etmekten tutuklanmıştı.
Yezit Ağa gibi halka zulmeden
diktatör insanlara göz yuman, zalimlerle işbirliği içinde bulunan,
din maskesi altında hırsızlık ve haksızlık yapan, emperyalist
ülkelerin güdümünde olan iktidar partisi de Anayasa Mahkemesi
tarafından kapatılmış, yöneticileri de yüce divanda
yargılanıyorlardı.
«Ne mutlu Türk’üm diyene!» diye
haykıran herkes Yezit Ağa’dan ve onun gibilerden kurtulmanın
sevincini yaşıyorlardı. Ay yıldızlı bayraklar da yıllar sonra yine
devletin asil güçleriyle birlikte bölgede yerlerini almışlardı.
Ankara, 29.10.2009
Üzeyir Lokman ÇAYCI
55, rue Louise Michel 78711 Mantes la Ville France
|
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
07 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
DAR KAPI
Günümüzde insanların elbiseleri,
otomobilleri ve evleri, kendilerinden daha çok dikkatleri çekiyor.
Paranın ve bilinmezliğin peşinde bir koşu var. Bu yarışta yorgun
düşenler, uykusuz kalanlar, hastalananlar ve ölenler ise, hiç fark
edilmiyor.
Çağ dans partileri, eğlenceler ve
çılgınlıklarla doyuma ulaşamayan bir topluluğun yanı başından
süratle geçip gidiyor.
Patrick eşiyle böyle bir zamanda
hayatlarına düşen gölgelerin; kıvrılan, değişime uğrayan
ilişkilerin, göstermelik çizgilerin izindeydi. Geçmişten beri
kendilerini etkileyen bazı şeylerin varlığını hissediyorlar, fakat,
ne yazık ki onların kaynağına inemiyorlardı. Bunu aşmak için
kitaplar okuyorlar ve duygularında düğümlenen soruları
cevaplandırmaya çalışıyorlardı. Son okudukları kitaplardan biri de
İncil’di. Anlamadıkları alanlarda gezinirken oradaki görüntüler
onları tanrıtanımazlığa itiyordu. Bir arayış içerisinde her şeye
katlanma kararlılığıyla içindekileri çözmek için bulundukları
yerden bir müddet de olsa uzaklaşmak istiyorlardı .
Bu yüzden yaşadıkları kent Paris’ten
oto-stop yaparak yola koyuldular. Çileli bir yolculuktan sonra,
kendilerine Hıristiyan tasavvufunun cevap vermediğini düşündüren,
hayranlık duydukları İstanbul’a geldiler. Oradan da zaman
kaybetmeden Samsun’a hareket ettiler.
Samsun onlar için kararlaştırdıkları
yolculuğun ilk basamağıydı. Buradan Erzurum’a, oradan da İran
üzerinden Hindistan’a gideceklerdi. Aradıklarına ulaşmak için
Budizm’in havasını solumak istiyorlardı.
Samsun’a geldikleri sırada Patrick ve
eşinin tek gayesi Hazret-i İsa’nın makamındaki bir şahsı bulmaktı.
İlk anda 50 TL aylıkla kiraladıkları bir eve yerleştiler. Yeni
mahallede kaportacılar çarşısında buldukları bu ev ve çevresi iyi
sayılmazdı. Ama onlar için hırsızlık yapanlarla, esrar
kullananlarla, içki içenlerle yaşamak zor değildi. Patrick ve
eşinin bir hippi olarak şehrin iç kısımlarında kabul görmeleri de
mümkün değildi. Bulundukları çevrede kötü tanınan bu insanlar
aslında çok iyi niyetli kişilerdi. Serbest ve hoşgörü sahibiydiler.
Patrick o günlerde kirada kaldıkları evde bir rüya görmüştü. İri
yarı, cüppeli ve sakallı bir şahsın kendisiyle konuştuğunu
söyleyerek rüyasını anlatmaya koyuldu :
- Bana bakıyordu bu şahıs. Ben onun
yüzüne bakamıyordum. Karşısında kendimi suçlu hisseder gibiydim.
Yüzü pırıl pırıldı... Adeta ışık gibi etkileyiciydi. Birden ağlamaya
başladım. O bunları anlatırken gözyaşları içerisinde o anı tekrar
yaşıyordu sanki...
- Bana iyice yaklaştı. “Sen gerçeği
arıyorsun... Aradığın her şey burada! Küçük dar kapı Türkiye’de...”
dedi. Bu rüya ile o gece yataktan fırladım. Eşime, gördüğüm rüyayı
hiç önemsemeyerek anlattım. İkinci gün aynı rüyayı görmüştüm. Aynı
şahıs aynı şekilde bana hitap etmişti. Biraz tuhaflaşmıştım. Bu “dar
kapı” İncil’de geçen bir konu olduğu için, bu cüppeli kişi benimle,
anlayacağım şekilde, kendi dinimde geçen ifade ile konuşuyordu.
Zaten İslam kuralları dahilinde konuşmuş olsaydı, hiçbir şey
anlamayacaktım.
Patrick kendisini etkileyen rüyalarını çevresindeki Türk
arkadaşlarına anlatmadan önce eşiyle yorumlar yaptı. Üçüncü günü
akşam şuuraltında rüyalarını etkileyici olmaması için, farklı
konularla meşgul olmaya çalıştı. Eşi, kocasının önceden hiç
alışmadığı bu rüyalarına bir anlam veremiyordu. Gece yarısıydı.
Kocasını yanında göremeyince yattığı yerde birden doğruldu. Oldukça
endişelenmişti. Önce gözlerini oğuşturdu. Pencerelerden odalarına
düşen siyah gölgeler arasında onu aradı. Sonra bir sandalye üzerinde
oturmakta olduğunu gördü. Oturduğu yerden :
- Patrick! sevgilim... Orada ne
yapıyorsun? Yine uyuyamadın mı yoksa? Patrick karanlıkta ilerleyerek
kapı kenarındaki elektrik düğmesine dokundu. Aydınlanan oda
içerisinde yüzünü göstermemek istercesine eşine yaklaştı. Ağlıyordu.
Ve...” üçüncü kez aynı rüyayı gördüğünü ve aynı kişiyle
görüştüğünü” ifade ettikten sonra şunları anlattı:
- Ağlayarak uyandım! Rüyamdaki adam üç
kez benim dünyama girdi. Adeta her gün onunla buluştum! Bana
ısrarla söyledikleri, bizim arayışımıza bir cevap niteliğindeydi.
Sevgilim nihayet “dar kapıyı” bulduk. “Dar kapı” Türkiye’de.
Buradan farklı bir dünyaya gireceğiz, diyerek eşine sarıldı. Bu
sırada hıçkırıklarını tutamıyordu...
- Bunu yarın Türk arkadaşlara
anlatmalıyız. Onlar belki bize yardımcı olurlar.Patrick, sabahleyin
sarhoş arkadaşlarına olup bitenleri anlattı. Ve :
- İslam’ı kabul etmek istiyoruz. Müslüman
olmak istiyoruz... Bize yardımcı olabilir misiniz?
Bunu duyan Türk arkadaşları :
- Memnuniyetle yardımcı oluruz. Yeter ki
siz isteyin... dediler.
Ve ayakta duramayacak kadar sarhoşlardı.
Bu durumlarıyla Patrick ve eşini müftülüğe götürdüler. Hepsi o
bölgede yıllarca hippilerle yaptıkları dostluklardan dolayı birkaç
dil biliyorlardı. Müftü, onları kendi odasında kabul etti. Orada
Patrick üç günlük rüya serüvenini Fransızca anlattı. Arkadaşları
tercüme ederek aktardılar. Patrick ve eşi için sade bir İslam’a
giriş töreni yapıldı.
Oradan ayrıldıktan birkaç gün sonra
arkadaşları aralarında para toplayarak Patrick’i sünnet
ettirdiler.Gerek müftülük gerekse çevreden bu durumları işiten
insanlar Patrick ve eşinin isteği üzerine onlara önce Türkçe’yi
sonra da İslam’ı öğretmeye başladılar.
Samsun garajlarının bulunduğu bölgedeki
susuz ve elektriksiz evlerinde kaldıkları bir sırada en çok
kendilerine yardımcı olanlar arasında “Katan” isimli otuz yaşlarında
bir kaportacı, karayollarında çalışan Osman, Samsun Gazinosu’nda
şarkıcılık yapan İsmet gibi kişiler de vardı. Patrick :
- Bize yardımcı olan kişiler arasında
Müslüman olmalarına rağmen oruçlarını şarapla açanlar dahi vardı.
Yani İslam’ı iyi bilmediklerini biz, bir şeyler öğrendikten sonra
anladık. İbrahim Beyaz isimli imam hatip lisesi öğrencisi bir genç
bize çok yardımcı oldu. Önce şehrin içinde bir eve taşınmamızı
sağladı. Sonra bize abdest almayı, namaz kılmayı ve Kuran okumayı
öğretti. Oradaki arkadaşlarım bana Muhammet İsa ismini verdiler. On
ay sonra da çocuğumuz doğdu. Ona da Yahya ismini verdik! Ve ekledi
:
“Bakın şimdi güzel Türkçe konuşuyoruz ve
Kuran da okuyoruz! “
Bunları söylerken eşiyle beraber gözyaşlarını tutamıyorlardı. (*)
(*) Bugün Paris Üniversitesi Türk ve Fas Edebiyatı Bölümü mezunu
da olan Muhammet İsa, eşi ve çocuklarıyla Paris’te yaşamaktadır.
|
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
08 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
PARİS CAMİİ VE BENCHEİKH EL HOCİNE ABBAS
10 Mayıs 1989 tarihinde Paris Camii
ve Enstitüsü rektörü Abbas Bencheikh El Hocine (1) ile görüştüm.
Sultan Abdülhamid (2) zamanında
Avrupa ülkelerinin başkentlerinde birer külliye yapılması
düşünülüyor. Bu plan çerçevesinde ilk külliye Berlin’de inşa
ediliyor. Daha sonra ikinci cami teklifi o zamanki Fransız
hükümetine yapılıyor. Fransa Hükümeti ise bütün masraflar Osmanlı
Hükümeti tarafından karşılanması şartıyla bu teklifi olumlu
karşılıyor. Yani Paris Camii’nin ilk kuruluş planı Abdülhamit Han
vasıtasıyla gündeme getiriliyor. Sultan Abdülhamid’in tahttan
indirilmesi ve sonra 10 Şubat 1918 tarihinde ölümünden sonra
başlayan İkinci Cihan Harbi (1922 - 1926) bu projeyi durduruyor.
Bu arada Fransız ordusunda görev
yapan Müslüman askerler Osmanlı’larla savaştırılıyorlar. Bu savaşta
bir çok Müslüman asker Osmanlılar tarafından öldürülüyor.
Savaştan sonra Fransız Parlamentosu savaşta ölen askerlerin
hatırasına birer anıt yapmak istiyorlar. Hıristiyan askerler için
bir anıt dikilirken Müslümanların hatırasına da onları temsilen bir
cami yapılmasını Gadduri Bin Cabrid (3) isimli bir kişi teklif
ediyor. Bu teklif kabul edildikten sonra Fransız parlamentosunda
müzakereleri yapılıyor. Paris Belediyesi’nden bugünkü yeri satın
alınıyor. Bunun için de kanun çıkarılarak gerekli izin veriliyor. O
zamanki çeşitli Müslüman devletlerden ve ekserisi Fransız
kolonileri olan devletlerden para toplanıyor.
Paris Camii’nde Atatürk’ten ışıklar
ve izler var
Bencheikh El Hocine Abbas Mustafa
Kemal Atatürk’ün de Paris Camii’nde izleri bulunduğunu ifade etti.
Mustafa Kemal Atatürk, Abdülhamid’in
ölümünden sonra 1938 yılına kadar her yıl Paris Camii’ne «bizim de
çorbada tuzumuz bulunsun» diye, onar bin frank para gönderdi.
Atatürk’ün ölümünden sonra bu yardım kesildi.
Bencheikh El Hocine Abbas bunları
anlattıktan sonra bana «Biz Müslüman Türk kardeşlerimizi çok
seviyoruz. Kendilerinin gönlümüzde büyük bir yeri vardır. Türkler
tarih boyunca İslamiyet’e çok büyük hizmetler verdiler. İslamiyet’i
yaydılar. Türkler için İslam’ı yaşamaları halinde büyük şan ve şeref
var...»
Daha sonra Paris Camii ile ilgili
çeşitli açıklamalar yaptı. Müslüman ustaların akıl nurlarının
taşlara nakşedildiği Paris Camii (4) stil olarak Kuzey Afrika İslam
sanatını yansıtmaktadır. Caminin bölümleri ise şöyle : Cami kısmı,
revaklı giriş, kütüphane kısmı, revaklı büyük avlu (5) yani bahçe
kısmı ve geniş teşrifat salonu olmak üzere beş bölümden
oluşmaktadır.
İran Şahı Rıza Pehlevi tarafından
camiye hediye edilen Djanchaghan Fabrikası tarafından dokunan 7,64 x
4,37 metre ölçülerindeki kıymetli bir halı Paris Camii’nde
bulunmaktadır. 33 metre yüksekliğinde minaresi bulunan Paris
Camii’nin bayanlar ve erkekler için birer de hamamı bulunmaktadır.
Tüm bölümlerin idaresi ve bakımı
için elli kişi ve din hizmetleri için de on din adamı görev
yapıyor. «1928 –1932 yılları arasında Ahmet Haşim’in Paris’e
geldiğinde Paris Camisi’ni çok beğendiğini ve bunu şiirlerine
yansıttığını» ifade etti. Paris Camii inşaatı 1919 yılında başlamış
ve 1926 yılında tamamlanmıştır. İlk rektör Gadduri Bin Cabrid’dir.
Bundan sonra Şeyh Hamza Ebubekir rektör olmuştur. Ancak yaptığı
yolsuzluk ve hakkında çıkan olumsuz iddialarla görevden alındı.
Yerine Bencheikh El Hocine Abbas tayin edildi. Benim kendisiyle
görüşmemden kısa süre sonra, yani 01.06.1989 tarihinde hayata
gözlerini yumdu.
Rektörlüğe Dalil Boubakeur getirildi.
Paris, 31.08.2009
(1) Şeyh Hamza Ebubekir’den sonra 1982’de Paris Camii’ne
rektör olan Abbas Bencheikh El Hocine 1912 doğumlu bir Cezayir
vatandaşı.
(2) Sultan Abdülhamid, Sultan Abdülmecid'in oğludur. 21 Eylül
1842 tarihinde doğdu. 10 Şubat 1918 tarihinde vefat etti.
(3) Gadduri Bin Cabrid : Paris Camii’nin yapımında çok ciddi
gayretler gösterdiği biliniyor. Fas’ta doğmuş ve Cezayir’e
yerleştirmiş Müslümanlardandır. Başlangıçta tercüman gibi çalışmış,
sonra Fas Kraliyet ailesi tarafından Paris Camii ve Külliyesinin
müdürlüğüne getirilmiştir. Bu kişi yaklaşık yirmi yıl görev yapmış,
vefatından sonra cenazesi caminin bahçe kısmına gömülmüştür. Şu an
kabri cam bahçe kısmında bulunmaktadır.
(4) Paris Camii, Fransa’da devletçe tanınan Müslüman tek dini
kuruluş. 1982 – 1989 yılları arasında 7 yılda 7000 kişinin İslam’a
giriş töreni yapıldı. Adresi : 2, Place du Puits de l'Ermite,
75005 Paris
Telefon : 01 45 35 97 33
(5) Revaklı avlu : Mimarlıkta bir yapının ortasında, önünde ya
da arkasında duvarlarla çevrili üstü açık alan, yer. Yapının
ortasında bulunursa buna içavlu denir.
Selam ve sevgilerimle.
Üzeyir Lokman ÇAYCI
Concepteur industriel - Architecte d'intérieur
İç Mimar – Endüstri Tasarımcısı
55, rue Louise Michel
78711 Mantes la Ville
FRANCE
http://monsite.wanadoo.fr/SEVGI/
http://uzeyircayci.sitemynet.com/fleur/index.htm
http://www.artmajeur.com/serap/
Resim : (Önde oturan) sağda Abbas Bencheikh El Hocine, solda
oturan bir ziyaretçi,
solda ayakta Abbas Bencheikh El Hocine'in yardımcısı ve sağda
Üzeyir Lokman ÇAYCI görülüyor.
|
|
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
09 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
ILIMLI İSLAM
Sokaklarınıza, caddelerinize
sahip çıkın
Satılacak mal gibi görüyorlar
her şeyinizi
Tarihinizi, kültürünüzü ve
kutsal değerlerinizi
Alabilirler ellerinizden...
Gerçek : Onlar geçmişimizi
görmezlikten gelerek meydanlara çıktılar… Ezanları susturmak ve
güneşin önüne engeller koymak istediler. Ama hüsrana uğradılar.
Şahit : Birileri İslam’ın
yüceliğini kaldırmayı denediler. Bu da olmadı.
Gerçek : Ahengin, huzurun ve
aydınlığın kaynağı halinde gönüllere yerleşen İslam’ı
etkisizleştirmek için kalplere girmeyi de başaramadılar. Para,
çıkar ve dünya düşkünleri Müslümanlık kisvesi altında insanlar
arasına ikilik sokmak için her çirkin yolu denediler.
Şahit : Kalpleriyle görenler,
özleriyle düşünenler içlerindeki aydınlıkları dışa yansıtarak
bunları izlemeye koyuldular. İslam’ı ılımlılık adı altında
yozlaştırmaya hiç kimsenin güçlerinin yetmeyeceğini, çiçeklerin
diliyle, insan denilen mukaddes bir kitabın sayfalarını akılla
birer birer açarak, kainat ansiklopedisinin içeriğindeki ilahi
sanatın güzelliklerini ve yüceliklerini sıraladılar. Kur’an
denilen rehberin öncülüğünde gönül kapılarını aralayarak onlara
uyarıcılık yaptılar.
Gerçek : Yalanların ve hırsların
cirit attığı, adaletsizliklerin ve hukuksuzlukların kök saldığı,
cinayetlerin ve tahribatların umursanmadığı, hırsızlıkların ve
yolsuzlukların itibar gördüğü, insafsızlıkların ve
haksızlıkların zirveye çıktığı yörelerde, çürüyen, ufalanan,
katledilen, acılar içerisine itilen, hırpalanan, paramparça
edilen, koparılan unsurlar teşhir edildi.
Şahit : Bahsettiğiniz bütün bu
olumsuzlukların kaynağında onlar var!
Gerçek : Yozlaştırmaların
adıydı ılımlılık… «Medeniyetler arası ittifak» denilerek
sergilenenler, eskitilenler, yıpratılanlar, aşağılananlar, ya
da katledilenler görmezlikten gelindi. Elbette ırkçılığın,
ayırımcılığın ve bölücülüğün olduğu yerlerde medeniyetten,
insanlıktan, insan haklarından bahsedilemezdi! Ama onlar her
şeyi «toz pembe» gibi göstererek propagandalarını sürdürdüler.
Şahit : Hassasiyetlerin
pencereleri kapalı, kapıları kilitli hale getirildi. Duyarlı
olması gereken kurumların da sadece adları ortalıkta dolaşıyor.
Gerçek : İnananların
yüreklerindeki değerler, yer yer taşlanarak, yer yer
iftiralarla, acı ve sert sözlerle, önce yıpratılıyor, sonra da
yerlerinden sökülerek atılmak isteniyor.
Yiyeceklerinize,
içeceklerinize
Ağaçlarınıza, bitkilerinize,
böceklerinize
Köylerinize, nahiyelerinize
sahip çıkın
Emeklerinizi, duygularınızı,
huzurunuzu ve anılarınızı
Çalabilirler
yüreklerinizden...
Şahit : İslam’la ilgisi
olmayanların projelerinden biriydi bu. Belki de onlara göre en
önemlisiydi.
Gerçek : Aldatılanlara,
kendilerini taşıtarak aldattıklarını fark ettirmeden, sinsice
hedeflerine ulaşmaya çalışıyorlar.
Şahit : Çürük kalpler, hileli
sözler, insafsız yüzler, sömürgenler, sizin gibi görünenler,
maskeliler, hırsızlar, benciller, ahlaksızlar, bölücüler,
parçalayıcılar, yiyiciler ve katiller size «rehber» olduklarını
söylüyorlar.
Gerçek : Alın elinize Kuran’ı,
kirli siyasetin oyununa gelmeden, haramilerden etkilenmeden,
tacizcilerden uzakta durarak, dünyanızı ve ahiretinizi Cennet’e
çevirmek için çıkın yola…
Şahit : Sizin yerinize onların
karar vermelerini önleyin… Dik durun, onurlu yaşayın…
Kutsallarınıza dokundurmayın !
Gerçek : Hizmeti, hizmet aşkını
durduranların, hizmet edenleri solduranların, suçsuz ve günahsız
insanları öldürenlerin peşlerinden gitmeyin ! Teşhir edin…
Yargılayın… Sorgulayın… suçlayın onları !
Şahit : Duygularınız dağ gibi
yüce olsun. İnsanlığınız arşa uzansın… Varlığınız, vakarınız,
kahramanlığınız ve imanınız korkutsun onları… Giremesinler
içlerinize. Size yaklaşmaya, söz söylemeye cesaret edemesinler!
Gerçek : Billur tasları alın
ellerinize… Koyun içlerine buz gibi hayat sularını… Kendinizi
Cennette hissederek kana kana İçin...
Şahit : Sen hiç diğer dinlerin
ılımlısını gördün mü? Askerlerimizi karargâhlarından kopararak
mahkemelere ve hapishanelere düşüren güçler İslam’ı da kendi
güzergâhından kopararak gönül hapishanelerinde eritmek
istiyorlar...
Kasabalarınıza, şehirlerinize
sahip çıkın
Siz sahip çıkarsanız
Vatanınıza, topraklarınıza,
ay yıldızlı bayraklarınıza
Dokunamazlar onlar
Sizin Kültürel, sosyal,
tarihi, dini ve siyasi bağlarınıza.
Gerçek : Sizin sahip
çıkamadığınız alanlara onlar hazırlık yaparak giriyorlar.
İçinizdeki ajanları, çıkar düşkünlerini kullanarak tahriplerini
sürdürüyorlar.
Şahit : Yer yer şirin
gözükerek, sizden biriymiş gibi inancınıza ait kutsalları
kullanarak, sizi kendi alanlarına çekiyorlar. Saflığınızdan,
bilgisizliğinizden faydalanarak ellerinizden, ayaklarınızın
altlarından, yüreklerinizden değerlerinizi alıyorlar.
Gerçek : Size yapay
depremlerle, farklı gündemler oluşturarak beklemediğiniz
felaketleri solutmak istiyorlar!
Şahit : Gözleri kapalı,
kulakları tıkalı, gönülleri karartılmış insan topluluklarının,
dinle, inançla, imanla, Allah’la ilişkileri olamaz.
Gerçek : Siz hiç cebirin,
geometrinin, matematiğin, fiziğin, kimyanın ve diğer ilimlerin
ılımlısını duydunuz mu? Nereye ılımlılık girerse orası çöker.
Disiplin kalkar, bozulma ve çözülme başlar. E= mc²’yi
kitaplardan çıkarır, Albert Einstein’i de unutursunuz. Sir Isaac
Newton’dan da söz edemezsiniz.
Şahit : O halde neden ılımlı
İslam’dan bahsediyorlar?
Gerçek : İslam’ın yüceliğinden
ve kutsallığından korktukları için!
Şahit : Dinlerinde özgür olamayanlar, kendi iradeleriyle
hareket etmeyenler, hurafe, saplantı ve bağnazlık içerisinde
bulunanlar, dinle, Allah’la irtibat kuramazlar.
Gerçek : Düşmana muhabbet
duyanların vay haline!
Dilinize, dininize,
inancınıza, kültürünüze, değerlerinize
Çocuklarınıza, analarınıza ve
babalarınıza sahip çıkın
Susmak; kaybolmak, erimek ve
yok olmaktır
Seyretmek; teslim olmak,
unutulmak, kovulmaktır...
|
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
10 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
GÖLGELER UTANMAZLAR
Doğan, 1970 yılının şubat ayında Fransa’nın
Farébersviller bölgesinde doğdu....
1969 yılında Afyon’un Baştepe
Köyü’nden gelen Babası Celil’in Freyming-Merlebach maden
işletmelerinde zor şartlarda çalıştığını küçük yaşlarda fark
etti. Ve kendisinin böyle bir çalışma ortamına girmemesi
gerektiğini düşündü.
Zeki ve çalışkan olmasına rağmen
“yabancılara karşı takip edilen politikalar nedeniyle” kolej
sıralarında yolu kesildi ve sanat okullarına yönlendirildi.
Böylece yüksek tahsil yapma beklentisi kendi isteği dışında
engellendi.
17 yaşında, mermer gibi sert
cisimleri şekillendirmek üzere bir eğitime başladı. Başarısı
dikkatleri çekti. Sanat okulundan mezun olduktan sonra
öğrendiklerine kendi fikirlerini de ekleyerek dikkat çeken
eserler üretmeye başladı. Kısa zaman içerisinde bölgenin
Belediye Başkanı yaptığı güzel çalışmaları fark etti. Teşvik
için ona bir atölye verdi ve iş tekliflerinde bulundu. O
şehrin önemli yerlerindeki boş duvarlara pencere ve doğa
görüntüsü verdi. Emeklerinin karşılığını almak suretiyle güzel
para kazanmaya başladı.
Bir gün atölyesinde çalışırken
yanına daha önce hiç tanımadığı bir kişi geldi :
-Ben Fas’lı bir Öğretmenim. Bu
bölgede görevliyim. Çalışmalarınız dikkatimi çekti. Sizi tebrik
etmeye geldim. Bu sıralarda Doğan’la tanışmak için gelenlerin
sayısı da oldukça fazlaydı.
Babası emekliye ayrıldıktan
sonra küçük bir mağaza açmıştı. Zaman zaman da Doğan’ı
atölyesinde ziyaret ediyor ve böylece gelişmeleri de yakından
takip ediyordu. Kendisine gösterilen ilgilerin çokluğundan
olumsuz etkilenmemesi için ona uygun bir dille öğütler de
veriyordu. Aradan birkaç gün geçmişti. Faslı Öğretmen atölyede
çalıştığı bir sırada tekrar yanına geldi:
-Doğan Bey, kolay gelsin. Ben
sana bir teklifte bulunmayı düşündüm.
“Söyleyeyim mi, söylemeyeyim mi ? “ diye uzun uzun düşündüm.
Ve seninle konuşmaya karar verdim. Yani kabul edersen seninle
ortak olmak istiyorum. Doğan, kendisine yapılan bu teklife bir
anlam veremedi.
-Dostum, benim yaptığım bu işten
sen anlıyor musun? Birkaç gün önceki konuşmalarına göre
biliyorum ki anlamıyorsun... Uzun süre sizinle dostluğumuz da
yok. Yani birbirimizi iyice tanımıyoruz. Benimle neden ortak
olmak istediğini de anlayamadım. Sonra yaş itibarıyla senin gibi
tecrübem de yok. Yani nereden bakarsam teklifine cevap vermem
güçleşiyor. Ben burada yalnız da değilim. Bu gibi şeylerin
riskini ilerde taşımamak için fikir alışverişinde bulunacağım ve
sorumlu olduğum kişiler var. Onlara yani anama, babama ve eşime
sormam lazım.
Faslı öğretmen aldığı
cevaplardan memnun görünmüyordu:
-Elbette annene, babana ve eşine
sorabilirsin... Birkaç gün sonra ben seni tekrar ziyaret etmeye
geleceğim. Şu an hemen karar vermek zorunda da değilsin...
Acelesi yok yani...
Doğan akşam üzeri olup bitenleri
babasına anlattı. Babası :
-Oğlum işin içerisinde bir bit
yeniği var... Bu adama dikkat etmelisin! Düpedüz bu
adamın “senin kazandıklarında” gözü var... Sonra bu bir
öğretmen. Yaşça da senden büyük... Ben uzaktan tanıyorum.
Görünüşüyle bu herif sağlam bir pabuca da benzemiyor...
-Yani... baba bu adam gelince
kabul edemeyeceğimi bildireyim, değil mi? Zaten
ben kabul edilemeyecek bir teklif olduğundan da daha önce
ona bahsetmiştim.
-Elbette oğlum... Şu zamanda
insanlara güvenilmiyor ki... İnsanın en yakınından
dahi hayır gelmiyor... Adamın yüzüne gülüp arkasından
kuyusunu kazıyorlar. En
iyisi tatlı dille başından uzaklaştır gitsin!
- Tamam baba... senin dediğin gibi yapacağım.
Birkaç gün sonra Fas’lı Öğretmen şehir merkezinde bir duvara
resim yaparken Doğan’a :
- Kolay gelsin sanatkâr adam... Müthiş bir
çalışma... Ben hayatımda böyle bir
çalışma görmedim. Seni kutlamamak imkansız...
Doğan içini okşayan iltifatlarla dolu bu sözler karşısında
merdivenden inerek onunla tokalaştı...
- Çok güzel sözleriniz için size teşekkür ediyorum hocam...
Doğan’a iyice yaklaşarak yumuşak seslerle :
- Sevgili Doğan, sanatkârların haklarını her ne
şekilde olursa olsun vermek lazım.
Bu da yerinde tespitlerle olur... İşte ben seninle ortak
olmayı da bu sebeplerle istiyorum. Ve şu an bunun için
yanındayım. Annenin ve babanın görüşlerini aldın mı?
Doğan kendisine ortaklık teklifinde bulunan bu şahsın
tavırlarından da olumsuz etkilenmişti.
- Kusuruma bakma hocam, teklifinizi kabul etmem mümkün
değil... Zaten böyle bir
insana ihtiyacım olsa benim iki erkek kardeşim var... Önce
onları çağırırım...
Faslı Öğretmen :
- Sevgili Doğan senin gibi değerli bir insanın kusuru olur
mu hiç... Bu cevabına
oldukça saygı gösteriyorum. Ayrıca sana hak da veriyorum.
Elbette bir adama
ihtiyacın olsa, öncelikli olarak kardeşlerini seçmen kadar
doğal bir şey olabilir mi?
Doğan olumsuz cevabının böylesine “nazikçe ve anlayışla”
karşılanmasına oldukça şaşırmıştı. İçinden “böyle güzel sözlerin
sahibi bir insan asla kötü olamaz...” diyordu. Ona :
- Sevgili hocam... Beni utandırdınız. Sağ olun varolun.
Sizin gibi değerli bir insanı bundan sonra atölyeme çay içmeye
davet ediyorum. Arada sırada gelirseniz beni ihya etmiş
olacaksınız.
- Pekiyi sevgili Doğan, seni
şimdi daha fazla rahatsız etmeyeyim. İşinden
gücünden alıkoymayayım. İnşallah en kısa zamanda tekrar
görüşürüz. Kolay gelsin... Hoşça kal.
Doğan aynı gün, akşam üzeri eşi
ve çocuklarıyla; annesini, babasını ve kardeşlerini ziyarete
gitti. Onlara olup bitenleri anlattı... Yaptığı işlerden
bahsetti. Fas’lı öğretmenle aralarında geçen konuşmalardan söz
etti.
- Baba! Fas’lı öğretmen tahmin
ettiğimiz gibi değilmiş... Ortak olarak kabul etmeyeceğimi
söylediğim zaman anlayışla karşıladı... Yani “ortaklık teklifi”
böylece kapanmış oldu.
Aradan günler geçtikçe Doğan’ı
taltif edenlerin sayısı oldukça artıyordu. Babası bir
yakınlarının ölümü dolayısıyla Afyon’a gittiği bir sırada Faslı
Öğretmen Doğan’ı bölgenin en ünlü bir lokantasında yemeğe davet
etti. O da bu daveti kabul etti... Oraya gittiğinde aşçılara
kadar bütün lokanta çalışanları ve Faslı Öğretmen onu kapıda
karşıladılar. İçerisi loş bir şekildeydi... Üzerleri mumlarla
ışıklandırılmış sadece kuş sütünün bulunmadığı masalardan
birinin en güzel bölümüne, iltifatlarla Doğan oturtuldu.
Şampanyalar patlatıldı... Kadehlere konulan içkiler tabakların
etraflarına dizildi. Lokanta görevlileri şampanyaların ve
şarapların kalitesinden bahsederek:
-Doğan Bey, içkilerimizden ve
yemeklerimizden memnun olacağınızı umuyoruz.
Faslı Öğretmen kadehini kaldırarak:
- Haydi sevgili Doğan Bey,
yaptığınız güzel çalışmalar ve yüksek sanatınız şerefine!
Doğan :
- Hocam ben içki içmiyorum. Hiç
hayatımda içmedim. Böyle yerlere de alışık değilim. Normal
olarak ben lokantalarda yemek yemiyorum. Ama senin hatırın için
ilk kez buraya geldim.
-Aaaaaa! Sevgili Doğan senin
gibi büyük bir iş adamı, bir gün için, böyle güzelbir ortamda
benimle şu güzel şampanyalardan ve şaraplardan içse ne olur
sanki? Haydi.Haydi isteğimi geri çevirme aydın insan! Al
kadehi eline. Sonra fısıltı halinde:
- Bak herkes
bize bakıyor. Çaktırmadan sen içmene bak. Doğan kadehlerden
birini eline aldı. Elleri ve ayakları titriyordu. Ağzına bir
yudum aldığı an tiksinti duyar gibi oldu. Sonra yemek arası
normal bir şekilde içmesini sürdürdü. Bir ara ağzında kelimeler
dağılırmışçasına Faslı Öğretmene:
- -Sevgili Öğretmenim ben artık
içmeyeceğim şu meretten. Haram yahu. Bana
- Zorla içirdin. Sonra sen de Müslümansın. Hem kendin
günahkâr oldun, hem de beni günahkâr ettin! Bak gördüğüm
kadarıyla sen benim gibi sarhoş da değilsin. Başım dönüyor
yahu. Şimdi ben evime nasıl gideceğim?
- - Sevgili Doğan Bey, Sevgili
dostum. Biz burada ne güne varız. Taksi çağırırız olur biter.
Seni böyle yüzüstü bırakır mıyız hiç?
- -O da doğru ya? Pekiyi beni
bu kafayla hanım ve çocuklarım nasıl karşılayacak?
- - Doğan Bey sen erkek adamsın
be! Sen taşlara nasıl şekil veriyorsun? Aklınla ve
- hünerlerinle. Elbette buna da bir çare bulursun! Sonra;
sarhoştan herkes korkar. Bağırdın mı olur biter!
- - Doğru ya ben erkek adamım...
Evin reisi benim... Bağırdım mı olur biter!
- - Bravo Doğan Bey! Doğan tirit gibi sarhoştu. Taksiyle
evine geldiği sırada saat 03.00’ü bulmuştu. Eşi merak
içerisinde kalmıştı. Kayınvalidesine “yanlış anlaşılır
düşüncesiyle” telefon dahi açamamıştı. Doğan:
- - Hanım! Hanım! Diye bağırdığı
sırada cebinden taksi şoförüne vermek üzere para çıkarmaya
çalışıyordu. Eşi kapıyı açtığı sırada Erdoğan şoföre 500 Frank
uzattı:
- -Üüstü kalsın! Dedi. Fransız
Şoför:
- -Beyefendi biz halka hizmet
ediyoruz. Siz sarhoşsunuz..Yani ne yaptığınızın farkında
değilsiniz. Borcunuz, gece tarifesi olarak 50 Frank. Alın şu
450 Frank’ınızı. Dedi ve parasının üstünü vererek oradan
uzaklaştı. Eşi, Doğan’ı aşırı bir şekilde alkollü görünce:
- - Bak Doğan’cığım seni uykusuz
kalarak üç çocuğumuzla şu ana kadar bekledik. Sen hiç içki
içmezdin; ne oldu da bugün içki içtin? Birisi mi içirdi yoksa?
Gözleri kıpkırmızıydı Doğan’ın.Eşine doğru yaklaşarak:
- -Bana bak! Sana hesap vermemi
mi bekliyorsun ha? Bırak da felekten bir gün
- çalalım. Hani şu nazik öğretmen vardı ya. İşte o davet
etti beni. Lokantaya bir yığın para da ödedi zavallı!
- Doğan’ım bak ayakta duracak
halin yok! O öğretmen iyi bir insan olsaydı, seni bu hale
düşürmezdi? Yalvarıyorum sana. Ne olursun bir daha içme. Her
zamanki gibi yemeğimizi sen ve ben çocuklarımızla birlikte
yiyelim! Doğan gözlerini irileştirerek eşine iyice yaklaştı:
-Daha konuşmaya devam edecek
misin ulan? Söyle sen mi yöneteceksin beni ha? Benim karar verme
hakkım yok mu hiç? Bak herkes bana “bey” diyor. Zenginim artık,
daha fazla konuşursan nelerle karşılaşacağını biliyor musun?
- Doğan’ım ben senin her şeyine
katlanırım. Yeter ki sen bir daha içki içme! Üç çocuk iyice
annelerine sarılırken en küçüğü ağlamaya başlamıştı. Annesi onu
kucağına aldı.
-Ne oldu yavrum; niçin
ağlıyorsun? 3 yaşındaydı Celil. Annesine sarılarak:
-Anne! Ben babamdan korkuyorum!
O beni neden kucağına almadı? Beni
Sevmiyor değil mi?
- Kes sesini. Evin reisi benim.
Şuna bak benden korkuyormuş. Ben öcü müyüm ulan?
Ertesi sabah, eşi Tülay,
çocuklarından ikisini, karınlarını doyurduktan sonra okula
götürdü. Celil uyuyordu. Kendisi kahvaltıyı eşiyle birlikte
yapmak için aç susuz öğleye kadar bekledi. Doğan kalktığı zaman
saat 12.00’yi geçiyordu. Kendini oldukça yorgun hissediyordu.
Eşi ona olup bitenlerden hiç söz etmedi. Kendi kendine “oldu bir
kere. İnşallah bir daha olmaz. Anlarsa yaşadıkları kendisine bir
ceza gibi.” diyordu. Birlikte kahvaltı yaptılar. Babası
Türkiye’den gelinceye kadar Faslı öğretmen üç kez daha onu aynı
lokantaya davet etti. Her defasında lokanta masraflarını da
ödedi. Doğan içkili bir hayatın iyice içine girmişti. İçmediği
zaman elleri ve ayakları titriyordu. Uykusuzlukla beslenen
huzursuzlukla çevresindekilerin kendisiyle ilgilenmelerine de
oldukça tepki gösteriyordu. Bunlardan en çok etkilenen de eşi ve
çocuklarıydı. İş ve aile hayatını olumsuz etkileyen
gelişmelerden sonra babası da Türkiye’den gelmişti. Eşi Tülay,
çocuklarıyla oldukça sarsıldıkları halde Doğan’ın durumundan tek
kelime dahi Celil Bey ve yakınlarına bahsetmedi. Ama
kayınpederi, olup bitenleri anlamakta gecikmedi. Doğan’ın
tedavisi ve çözümü oldukça güç bir hale düştüğünü de gördü.
Uzun süre doktor tedavisi
görmesine rağmen kendisini sürükleyen isteklerin önüne bir türlü
geçemedi. Faslı Öğretmen, alkol bağımlısı olmasından sonra bir
kez olsun Doğan’ı aramadı. Annesi ve babası gözyaşları
içerisinde Doğan’a birçok kez yalvardılar:
-Oğlum bak gurbetteyiz. Güzel
işin vardı, kaybettin. Görüyorsun Belediye
Başkanı da desteğini çekti. Verdiği atölyeyi elinden aldı.
Senin dost bildiğin Faslı Öğretmen şimdi nerede? Seni ne arıyor
ne de soruyor? Seni dertlerinle baş başa bırakıp çekilip gitti.
Farkındaysan senden intikam aldı. Doğan düştüğü durumdan
kurtulmak için kendisiyle ne kadar mücadele ettiyse de bunu
başaramadı. Hatta gizlice evdeki kolonyaları dahi içti.
Çocukları ve eşi gözyaşlarıyla dolu bir hayata daha fazla
dayanamadılar. Bu arada Paris’te bulunan bir dostlarından
psikolojik yardım istediler. Geçmişten itibaren onlarla
karşılıklı hep dayanışma içinde olan Ömer Bey bu olayı duyar
duymaz onların bu isteğine olumlu cevap verdi. Tüm ailenin
çektiği çileleri bir nebze de olsa durdurabilmek ümidiyle
elinden gelen bütün gayretleri esirgemedi. Doğan, Ömer Bey’in
telkinleriyle ancak iki ay kadar içkiden uzaklaştı. Sonra
kaçamak yollardan tekrar içki içmeye başlayınca eşi Tülay
çocuklarını da alarak evini terk etti. Doğan sonradan eşinin
Fransa’nın Reims şehrinde kalan teyzesinin yanında olduğunu
öğrendi. Tülay eşinin kendisiyle görüşmek istediğini öğrenince
onu oradan telefonla aradı:
-İçki karşılığında beni ve
çocuklarımı dışlamamış olsaydın biz buraya gelmezdik. Bir daha
Faslı Öğretmenin ve iğrenç anıların bulunduğu o bölgede
yaşamamız imkânsız. Cevabını verdi. Celil, gelini Tülay için
Oğluna :
-O yerden göğe kadar haklı
oğlum! Dedi. Sen ya içki içme fikrini sürdürerek hem kendi
hayatını karartacaksın hem de yuvanı dağıtmayı kabulleneceksin.
Ya da içki denen illeti hayatından atıp gül gibi yuvanda çoluk
çocuğunla yaşayacaksın. Yani bu iki tercihten birini seçeceksin.
Aklın varsa dosta düşmana karşı daha fazla rezil olmadan içkisiz
bir hayata geri dön ve hayatını kurtar. O kadını, yani hanımını
da acıların içine atmadan tedbirini al!
Doğan günlerce çocuklarını
sayıkladı. Geceleri uykusunu bölen düşlerle dağlandı. Onu içki
içmeye sevk eden dürtülerle savaştı. Girdiği çıkmazlarda
günlerce yalnız başına kalışının sorumlularını aradı. “Bu bir
savaş... “ diyordu kendi kendine. “Kazanmalıyım. Elbette
kazanacağım!” Gurbette stratejisizliğin ağlarından kurtulmanın
mücadelesini veriyordu. Hiç kimseyle görüşmeden geçen günlerin
kıskacındaydı. Kendine sertleşerek geri dönmesinden korktuğu
duygularını, bir başka kişiye yöneltmeden önce, “aynalardaki
görüntüleriyle” konuştu. Çocuğunun “ben babamdan korkuyorum.”
sözleri zihninden uzun süre çıkmadı. Bir sabah kahvaltısından
sonra annesine ve babasına:
-Ben karar verdim. Dedi. Annesi
ve babası önce şaşkın bir şekilde Doğan’ın yüzüne baktılar.
Sonra Celil :
-Neye karar verdin oğlum? Dedi.
Annesi ve babası merak
içerisindeydiler. Sabırla onun açıklamasını beklediler. Doğan.
-Karar verdim. Çocuklarımın ve
eşimin yanlarına döneceğim. Dedi. Hıçkıra, hıçkıra ağlayarak
Sevgili babacığım, senin ismini verdiğim Celil burnumda tütüyor.
Çok özledim onları çok. Daha fazla dayanamayacağım! Annesi ve
babası da gözyaşlarını tutamadılar. Ve üçü birden birbirlerine
sarılarak sarmaş dolaş oldular. Celil:
-Doğru ya oğlum, epey azap
çektin. Tabi sadece sen değil, hepimiz çektik. Başına gelmedik
kalmadı. İçki, bir türlü afet ama bunu sana alıştıran, senin
yuvanı darmadağın eden adam da ayrı bir afet, yani iki afet
arasında kaldın. Sonra ağlayarak:
-Git oğlum git! Bir daha şu içki
denen zıkkımı evinin kapısından içeriye sokma! İçenlerin yanına
asla uğrama. Aslan oğlum zaten sana bu yakışıyor. Bak biz ananla
hacca giderken sana ve kardeşlerine çok dua etmiştik. Ya Rab
kötü niyetli insanların şerrinden çocuklarımızı koru, diye. On
yıl geçti aradan. O zamanlar her şey iyiydi. Ama şimdi
insanların yöneldikleri şeyler farklılaştı. Biz yönümüzü Kabe’ye
dönüyoruz. Bazıları da, şerre ve kalleşliğe dönüyorlar. Bir
başkası da bir başka yöne dönüyor. Allah bizi bir daha bu
durumlara düşürmesin!
Doğan birkaç gün sonra dediğini
yaptı. Bir ev kiralayarak eşi ve çocuklarıyla Reims’e yerleşti.
Onlar için hayatın çileli yolu Reims’de noktalanmıştı.
Paris - 12.07.2005
http://aysun.boran.sitemynet.com/GolgelerUtanmazlar/index.htm
Üzeyir Lokman ÇAYCI
İç Mimar – Endüstri Tasarımcısı
55, rue Louise Michel
78711 Mantes la Ville
FRANCE
uzeyir.cayci@fee.fr
|
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
11 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
AVRUPA TOPLULUĞU ÜLKELERİNE BAKIŞ
Domates aldım, kazık gibi...
Hormonlu yani! Bıçak dahi kesmiyor.
Kendi kendime dedim :
-Önce matkapla del, sonra içine
dinamit yerleştir, patlat, parçalansın afiyetle ye!
30 YILLIK GÖRÜNTÜ
Avrupa’da «€» para birimi ile ortaya
çıkan ekonomik baskılar; halka hayat pahalılığı, işsizlik, ücret
düşüklüğü olarak yansıdı. Bunlar her yıl çözümsüz kaldığı için
gelişerek sorunları körükledi. Bu Avrupa’nın görünen bir yüzü...
Diğer yüzlerindeki olumsuzluklar ise sayısız problemler olarak
toplumlara yansıyor. Yabancıların maruz kaldıkları durumlar ise
içler acısı bir görüntü arz ediyor. Yani Türkiye’ye veya Türkiye
benzeri ülkelere söz söyleme hakkını elde edenlerin kendi
kendilerini denetlemekten kaçtıklarını belgelerle ve örneklerle
ortaya koyabiliyoruz.
İş yerleri yöneticilerine verilen
sınırsız yetki, dilediklerine istedikleri ücreti vermek, dışlamak
istediklerinin ise ücretlerini dondurmak hatta düşürmek gibi adil
olmayan görüntüleri körükledi. Bu kontrolsüzlüğün tacizleri ve
baskıları artırdığı gibi bunlara paralel olarak iş kazalarını,
meslek hastalıklarını da tetikledi. Patron ya da yönetici
baskılarıyla hastalananların sayılarının azımsanmayacak boyutlarda
olduğu da bilinmektedir. Tecrübeli kadroların dışlanmaları veya
horlanmaları, kendilerine yakın ve kendi seçtikleri tecrübesiz
kadroların söz sahibi olmalarını sağlamaktadır. Bu uygulamalar,
geleceğe olumsuzluklar taşıyacak şekilde iş kalitesini ve üretim
seviyesini de olumsuz etkilemektedir.
Bir örnek olarak, 14 yıldır maaş
artışı yapılmayanlardan biriyim. Bu süre içerisinde oturduğum evin
kirası ve elektrik, su parası gibi gider tutarları katlanarak arttı.
60 yaşına gireceğim ağustos ayı sonunda emekli olursam verilecek
emekli aylığımın ise 386€80 olacağı bana bildirildi. Her ay ödemek
zorunda olduğum kira ücreti ise 581€08’dir. Alacağım emekli maaşının
hepsini versem dahi ev kirası için 194€28’lik borcumu nasıl
ödeyeceğime ve hayatımı nasıl sürdüreceğime dair her hangi bir ilgi
gösterilmediği gibi, yol gösterici bir açıklama da yapılmamaktadır.
İşte Avrupa’daki sosyal adalet!... Bu sebeple bu yıl oy vermedim.
Avrupa topluluğunun halk desteğini kaybetmesi de bu görüntü altında
gelişerek sürecektir.
T.C. Anayasasının 62. Maddesinde
geçen «yabancı Ülkelerde Çalışan Türk Vatandaşları hakkındaki
ifadeler» başlıklı «Devlet, yabancı ülkelerde çalışan Türk
vatandaşlarının aile birliğinin, çocuklarının eğitiminin, kültürel
ihtiyaçlarının ve sosyal güvenliklerinin sağlanması, anavatanla
bağlarının korunması ve yurda dönüşlerinde yardımcı olunması için
gereken tedbirleri alır.» hükmü, gerektiği şekilde takip edilip
uygulanıyor mu?
Bu yansımaların son seçimlerdeki
bazı ülkelerdeki derinliğini görmek ise zor değil :
2009’da Almanya’da katılım oranı : % 43.3... 1979’da bu oran
% 65.73 idi.
2009’da Portekiz’de katılım oranı : % 37.05
2009’da Hollanda’da katılım oranı : % 34.8
2009’da Çekoslavakya’da katılım oranı : % 27.84
2009’da Romanya’da katılım oranı : % 27.21
2009’da Litvanya’da katılım oranı : % 20.88
2009’da Slovakya’da katılım oranı : % 19.64
Bu durumu bugüne kadar topluluk
ülkelerinde en çok katılımı olan Belçika’da dahi son seçimde % 85.86
oranında görüyoruz. Daha önceki seçimlerde bu oran hiç %90’ın altına
düşmemişti. 1979 yılında katılım oranı bu ülkede % 91.36 idi.
1979 yılında 9 üye ülkeyle, katılım
oranı % 61,99 Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda, Belçika,
Lüksemburg, İngiltere, Danimarka ve İrlanda
1984 yılında 10 üye ülkeyle, katılım
oranı % 58,98 Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda, Belçika,
Lüksemburg, İngiltere, Danimarka, İrlanda ve Yunanistan
1989 yılında 12 üye ülkeyle, katılım
oranı % 58,41 Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda, Belçika,
Lüksemburg, İngiltere, Danimarka, İrlanda, Yunanistan, İspanya ve
Portekiz
1994 yılında 12 üye ülkeyle, katılım
oranı % 56,67 Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda, Belçika,
Lüksemburg, İngiltere, Danimarka, İrlanda, Yunanistan, İspanya ve
Portekiz
1999 yılında 15 üye ülkeyle, katılım
oranı % 49.51 Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda, Belçika,
Lüksemburg, İngiltere, Danimarka, İrlanda, Yunanistan, İspanya,
Portekiz, Avusturya, İsveç ve Finlandiya
2004 yılında 25 üye ülkeyle,
katılım oranı % 45.47 Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda, Belçika,
Lüksemburg, İngiltere, Danimarka, İrlanda, Yunanistan, İspanya,
Portekiz, Avusturya, İsveç, Finlandiya, Polonya, Macaristan,
Slovanya, Çekoslavakya, Estonya, Letonya, Litvanya, Güney Kıbrıs ve
Malta
2009 yılında 27 üye ülkeyle,
katılım oranı % 43.09 Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda, Belçika,
Lüksemburg, İngiltere, Danimarka, İrlanda, Yunanistan, İspanya,
Portekiz, Avusturya, İsveç, Finlandiya, Polonya, Macaristan,
Slovanya, Çekoslavakya, Estonya, Letonya, Litvanya, Güney Kıbrıs,
Malta, Bulgaristan ve Romanya
Düşük katılım oranı neyin
göstergesi?
FRANSA’DA 30 YIL ÖNCESİ VE SONRASI
1979’da % 60.71
1984’de % 56.72
1989 % 48.8
1994 % 52.71
1999 % 46.76
2004 % 42.76
2009’da % 40.48
Ben yaklaşık 30 yıldır yaşadığım
Fransa’da son on yıl içerisinde hayatın nasıl değiştiğini açık bir
şekilde gördüm. Ben de bu zor şartları bizzat yaşıyorum. Uzun süre
çalıştığım iş yerinde bir sendikanın temsilciliğini de yapmama
rağmen gerek benim açımdan gerekse arkadaşlarım açısından işlerin
iyiye gittiğini söyleyemem.
Yaklaşık 10 yıl önce 1 kilo domatesi
yaklaşık 1,00 Frank ile 3,00 Frank arasında bir fiyatla satın
alırken bugün bunu 3€ 00’ya kadar bir fiyatla satın alamamaktayız.
1€00’nun değerini 6,55 Frank olarak ele aldığınız zaman, 1€00’ya
domates alsanız bile Frank karşılığında tam 6,5 kat daha fazla para
ödemiş olacaksınız. 3€00 olunca vereceğiniz para 19,00 Frank’ı
bulmaktadır. 19 misline çıkan bir fiyat artışını Avrupa’da insanlar
nasıl karşılayacaklar? Hal böyle iken eğer maaşınız da düzenli
artmıyorsa işiniz felaket demektir. Gerçeklerin ifade edilmesinde bu
da her şeyi olduğu gibi yansıtmıyor.
Geçmişte 300 000 Frank karşılığında
ev sahibi olanlar aynı eve 300 000 € vererek sahip olma durumuna
düşürüldüler. (Yani 1.900 000 Frank seviyesine dönüştürüldü)
Hani Türkiye’den görülen tozpembe Avrupa ile bizim içinde
yaşadığımız Avrupa birbirinden birçok konuda oldukça farklı, gerek
insan hakları açısından gerek değerlerin korunması açılarından hiç
de göründüğü gibi değil. «Euro» ile zenginler iyice zenginleştiler.
Paraları varlıkları değer üzerine birçok defa katlanarak değer
kazandı. Fakirler, daha da fakirleştiler. Orta tabaka ortadan
kalktı. Paris çevre yolu kenarları ve köprü altları evsizlerle,
kimsesizlerle dolup taşmaya başladı. Karavanlarıyla gelen yoksullar
ya da Çingeneler büyük mağazaların park yerlerini ikamet alanı
olarak kullanmaya ve gelen giden müşterilerden para veya yiyecek
dilenmeye başladılar. Araçların kilitleri kırılarak yapılan
hırsızlıklar yoğunlaştı. İnsanlar hayat pahalılığının yanında bir de
uğradıkları saldırıları ya da zararları gidermek için de masraf
yapmaya başladılar.
Siyasetçiler uluslar arası
toplantılarda bu gerçeklere sırtlarını dönerek her şeyi güllük
gülistanlık gibi göstererek nutuk atmayı sürdürdüler.
Şimdi ucuz emekle dışarıdan
getirilen kalitesiz ürünler, genleriyle oynanmış sebze ve meyveler
Avrupa pazarlarında denge unsuru olarak yerlerini alıyor. Boyası
kanserojen olan giysiler, oyuncaklar, zararlı katkı malzemeleriyle
üretilmiş mamullere rağmen alan memnun satan memnun hesabıyla bu
görüntü sürdürülüyor. Bu manzarayı oburlaştırılmış şişman
çocuklarda, vücut hatları orantısız olan insanlarda, güvercinlere
kadar evcil hayvanlarda dahi görebiliyoruz. Yani para değer olarak
insanın önünde yer aldı. Kapitalizm hassasiyetleri budayarak,
eriterek hatta yok ederek varlığını pekiştiriyor. Yarınlarda kendi
kendilerini kontrol edebilecek akıl sahiplerini bulabilmek ise
oldukça güç olacak.
Özgürlüğün ve demokrasinin
kepenkleri indirilmiş, sömürünün gücü ise artırılmıştır. Ahlak,
dostluk, dayanışma, kardeşlik ve insanlık gibi ulvi değerlerin
yerine çıkarcılık, menfaat ve bencillik getirilmiştir.
Bu durum Avrupa ile işbirliği
içerisinde olan bütün ülkeleri de insanları da olumsuz yönde
etkiliyor.
Avrupa ve ABD sevdalısı birisinin:
«Memleketi bir çift kadın memesine satarım» sözü bu anlamda ele
alınırsa olumsuzluklara bir örnek olacak!
2008 yılında, daha Avrupa
topluluğuna girmeden taze fasulyenin fiyat artışı Türkiye’de bugün
%221 oranında! Eğer Türkiye bu topluluğa girerse, o zaman € ile
fasulye Türkiye’de sarraflar tarafından satılacak.
Daha Avrupa Birliğine girmeden
Türkiye’de AKP yönetiminin basiretsiz uygulamalarıyla bir çok
kurumun, değerin ve anlayışın çöktüğünü görüyoruz.
Türkiye’de KDV tezek için %18,
fakirlerin simiti için %8 oranında alınırken, zenginlerden pırlanta,
yakut ve inci için alınmıyor.
Bir soru: Türkiye Avrupa birliğine
girebilecek mi? Cevabın birincisi Avrupa’daki halkların düştüğü
durumda ve oylarıyla bu topluluğa bakışında gizli. İkinci husus ise
gelecekte birçok unsur bombeleşerek, şişerek, farklılaşarak,
değişerek kendi kendine değişik şartlar oluşturacak ve Türkiye asla
giremeyecek.
Paris, 07.06.2009
Selam ve sevgilerimle!
Üzeyir Lokman ÇAYCI
İç Mimar – Endüstri Tasarımcısı
55, rue Louise Michel
78711 Mantes la Ville
FRANCE
|
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
12 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
KURMAY ALBAY BEDRETTİN BİNYILDIRIM
Çukurova Kahramanları ve Öğretmen
Süruri başlığıyla başladığım yazılarımı, oldukça uzun olması
sebebiyle Kurmay Albay Bedrettin Binyıldırım başlıklı bölümünü
ayırmak zorunda kaldım. Burada aktardıklarımı yazarken aklımdan
çok şeyler geçti. Birçoklarımızın geçmişleriyle veya en yakın
çevreleriyle ne kadar ilgili olduklarının sorgulanması gerektiğini
de düşündüm. Geriye dönüp bakmayı aklımızdan geçirmediğimiz
anlarda neleri kaybettiğimizi hangi insani fırsatları
kaçırdığımızı hiç düşündük mü veya düşündünüz mü?
Bakışlarımızı,
değerlendirmelerimizi hangi ölçülerle sınırladık ya da
sınırlandırdınız?
Hiç beni veya bizi arayıp sormayı aklınızdan geçirdiniz mi?
|
|
BUGÜNKÜ YAŞANANLARIN BENZERLERİ GEÇMİŞTE
DE YAŞANDI
Ögretmen Süruri, o zaman
Kamışlı’da görev yapan Nahiye Müdürünün rüşvet alarak halkı
mağdur ettiğini Atatürk’e bildirdi. Atatürk fazla vakit
kaybetmeden rüşvet alan Nahiye Müdürünü görevden alarak bir
başka kişiyi Nahiye Müdürü olarak gönderdi. Görevden alınan
Nahiye Müdürü Kamışlı’dan ayrılmadı. Gelen Nahiye Müdürü’ne:
-Burada bir öğretmen var. Çok
tehlikeli birisi! Mustafa Kemal ile oldukça yakın ilişkisi var.
O varken senin de burada rahat görev yapamayacağını tahmin
ediyorum. Dedi. Nahiye Müdürü, görevden alınan meslektaşına:
-Sen bu konuda hiç endişelenme.
Onunla önce güzel bir ilişkiye girerim. Sonra onun anasını
ağlatırım. Dedi. Her ikisi anlaşarak Öğretmen Süruri’ye bir
tuzak kurdular. Öğretmen Süruri Bor ilçesi, Kayabaşı bölgesinde
kayalardan faydalanarak bir ev inşaatına başlamıştı. Zaman zaman
ev yapılırken kendisi de bizzat çalıştı. Ev tamamlanmak üzere
iken kendisi için hazırlanan tuzakla yatağa düştü. Ayağa
kalkamayacak hale geldi. Kamışlı’dan Bor’a getirildi. Yaptırdığı
evde acılar içerisinde kıvranırken eşi Hatice Hanım’a :
-Hatice beni bu hale Kamışlı’da
görev yapan iki Nahiye Müdürü düşürdü. Eğer ölürsem sakın oraya
bir daha uğramayın. Düşmanla savaşırken kazandık ama, içimizdeki
düşmanı fark edemedik! Dedi. Bu konuşmasından bir gün geçmeden
17.01.1935 tarihinde otuz sekiz yaşında hayata gözlerini yumdu.
Hatice Hanım ikisi erkek, dördü
kız olan altı çocuğuyla başbaşa kaldı. Gönderdiği fidanlar
Niğde’de büyüdü, koskoca birer ağaç oldu. Oğlu Bedrettin’in
tekâmül ettiğini de göremedi.
HAYATI SORGULUYOR.
Bedrettin hatıra defterinin ilk
sayfasına yeşil yazılarla : «Dünya denen bu fani boşluk
içerisinde bir hiç makamında bulunan, kainatın tadını, Allah
denilen ulu mevhumun yarattığı, zevk ve ihtiraslarını bozan biz
insanlar bilmiyorum niçin ve nasıl türedik? Zevk ve türlü türlü
ihtiraslar peşinde koşan, menfaatlerimizi koruyan, nefsimiz
uğrunda can veren hep bizler değil miyiz? Çalışan bir vücut,
işleyen bir dimağ, yüksek bir görüş. Bu semboller nasıl oluyor
da insana cihangirhane bir devlet kazandırıyor?! Kazanan,
yaratan, büyülten yine bizleriz ve nasıl oluyor da, büyüyen bu
devlet ve çalışan o sağlam vücut yok oluyor, nereye gidiyor
o?!...
Ve nihayet.. “gençlik!” Bu nasıl
bir şey? Hayat ve tadı bu mudur? Yolsuz hareketler, fena
fikirler, takip edilen fena yollar; hülasa bütün coşkunluk?.
Dürüst yol, doğru iş; muntazam
vazife, temiz bir kalbin nihayet kazandığı parlak bir istikbal!
Cümlelerimin sonunda kıvrılan istifhamlar ne?
Sevgi.. ve sevilme. Nasıl bir
şeydir acaba o aşk?
Zannedersem şuracığa
kaydettiğim, şu birkaç satırcık, anlatıyor ki hayatın boş ve
fani olduğunu, insanların da bu fanilik içerisinde dönüp duran
köksüz bir hava olduğunu!.
Şimdi bütün heyecanların verdiği
sonsuz bir ıstırapla ve belki de bunun aksi olan bahtiyarlık
içerisinde hatıralarıma başlıyorum demektir! Halimin meçhul
olduğunu söylüyorum... Evet, çünkü hayatın sonu meçhuldür de
onun için!
Nihayeti henüz meçhul olan bir
istikbalin birazcık olsun mazisinden bahsederek, içimdeki
duygularımı şu defterime aksettirebilirsem herhalde bahtiyarım!
Bu hatıra defterini bir daha hiç
arayamayacağı bir sürüklenişte olduğunu da fark edemeyecekti
Bedrettin. Bir tandır başında yakılacaklar arasında bu defterin
de olduğunu bilmediği gibi...
Defterinin dördüncü sayfasında :
“Bundan 19 yıl evvel, şubat
ayının karlı ve fırtınalı bir gecesinin saat 10’unda Tarbaz’da
(Darboğaz’da) dünyaya gelmişim. Aradan seneler geçti... İlk
tahsilime 6 yaşında Akifiye’de (1) başladım. Ve
Pozantı’da 1932 – 1932 senelerinde devam eden ilk tahsilimi
pekiyi derece ile tamamladım.
Okumaya karşı istidadım ve
bilhassa askerliğe karşı göstermiş olduğum temayül çok fazla
olmakla beraber, memleketimde orta mektebin bulunmaması ve
Askeriyeye geçememem manen beni çok sarsmış olacak ki, evde
kendi kendime çalışırken çok defalar ağladığım dakikaları çok
iyi hatırlıyorum. Nihayet o sene Niğde’de okumam
kararlaştırıldı. 1933 – 1934 döneminde Orta mektebe kaydoldum.
Ve o sene pekiyi dereceyle sınıfımı geçtim.”
08.02.1934 tarihinde Niğde
Ortaokul Müdürü, Öğretmen Süruri Binyıldırım'a Kamışlı’da görev
yaparken, oğlu Niğde Ortaokul ikinci sınıf, 112 numaralı
öğrencisi olan Bedrettin Binyıldırım’dan da bahseden bir mektup
gönderdi :
Öğretmen Süruri Binyıldırım'a !
Efendim!
Mektubunuzu aldım. Çocuğunuzla
alâkadar oluşunuz şayanı memnuniyettir.
Bedrettin efendinin hiç zayıfı yoktur. Ders ve vazifesine
dikkat ve ihtimam eder. Ahlâk ve terbiyesi de mazbuttur.
Geldiğinizde daha tekâmül etmiş göreceksiniz. Sene nihayetinde
sınıfını ikmalsiz geçebileceğini de zannediyor ve ümit ediyorum.
Bu vesile ile sizden bir şey
rica edeceğim. Her halde Niğde’ye ve mektebimiz için
düşündüklerimin tahakkuku için yardımınızı esirgemeyeceğinizi
umarım. Mektebin avlusuna biraz fidan dikeceğim. İşe yarar
çınar, ıhlamur fidanı o civarda bulmak mümkün müdür? Bir amele
günde kaç tane çıkarabilir? Bir hayvana kaç tane yüklenebilir?
Hayvan kirası kaç kuruştur? Kısası bir fidan buraya kaç kuruşa
mal olabilecektir? Lütfen bir mektupla acele bildirirseniz çok
memnun kalacağım. Bilvesile karşılıklı saygılarımı sunarım
efendim.
Niğde Ortamektep Müdürü
Niğde, 08.02.1934
imza
Öğretmen Süruri, vakit
kaybetmeden bütün imkanlarını kullanarak Niğde Ortaokul
Müdürü’nün isteklerini ulaştırdı.
Bedrettin Binyıldırım defterinin
beşinci sayfasında ise acılarını dile getirir :
“Ertesi sene ailevi vaziyetim
arasındaki bozukluk beni çok sarsmıştı! Buna yegane sebep
Beybabamın hasta olması ve el’an hastalığının devam etmesiydi.
Nihayet bu kıymetli atamı, 16 -17 Kânunsani 1935, (17.01.1935)
Çarşamba gününün saat 03.30’unda kaybettim. Artık öksüzlük
halkasını Tanrı benim de boynuma geçirmişti! Zamanla, babaları
olan arkadaşlarımı gıpta etmeye başladım. Öksüzlüğün verdiği
acı, diyebilirim ki ailem arasında yegane bana çok büyük
tesirini yaptı! Sönmez ve sönmeyen derin yaralar açtı! Artık,
benim için yegane lazım olacak şey ancak çalışmaktı.
Çalışmak ve okumak... Fakat,
nasıl? Daha ilerisini yazmak istemiyorum, biliyorum. Yazılarım
beni tahrip ediyor. Üzüntüm, tekrar mazinin derin yaralarını
açıyor! Oldukça kısa ve belki de kısmen acısız olarak yazmak
istiyorum. Acılarımı tekrar hatırlamak. Bana sanki tekrar o
anları yaşatıyormuş gibi geliyor! 1935 –1936 ders senesi
nihayetinde orta mektebi pekiyi derece ile bitirdim.
Muallimlerimin tavsiyesi okumamı sürdürmem üzerine oldu! Fakat,
nasıl okumak, nerede ve ne için? İşte bunlar zaten kalbimde
öteden beri yer almıştı! Askerliğe karşı ruhumda taşan bir sevgi
ve buna beni sürükleyen belki kuvvetli bir azim ‘Maltepe Askeri
Lisesi’nin’ koynuna attı!
İşte bu tarih: 30 Ağustos 1935.
Artık şanlı Maltepe’nin havasını teneffüs ediyorum. Az bir zaman
sonra zatülcenp (2) hastalığına yakalanmam nedeniyle altı
ay hava tebdili ile Bor’a gitmeme sebep oldu. Şuracığa kadar
yazdığım kısım hatıralarımın çok az ve kısa olan bir parçasıdır.
Asıl maksadım, hatıralarımın heyecanlı olan bahsini anlatmamdır.
İşte bu kısım ki 1936 senesinin baharında başlayan ve defterimde
esaslı yer alan “Baharımın Çiçeği” serlevhasıyla başlayan
hatıralarımdır.”
Bedrettin Binyıldırım annesinin
gayretleriyle tahsilini sürdürdü. Osmanlıca ve Kur’an-ı Kerim
bilgisi de oldukça iyiydi.
BEDRETTİN
BİNYILDIRIM’DAN : «BAHARIMIN ÇİÇEĞİ»
- Hatıra defterinin altıncı
sayfasında bahsettiklerine bakalım:
- “Ruhumun coşkunluğu, kalbimin
heyecanları herhalde şimdiden sonra başlamış olacak! Hayatı
şimdiden sonra anlamış olacağım ki ‘Baharımın Çiçeği’ hakkında
duyduğum hissiyatı aynen şu defterime yazabiliyorum!
- Hatırladığım şey: Yalnız
hatıralar.Düşündüğüm nokta, yegane istikbal!.
- Kalemim durmadan yazmak istiyor
şimdi.’Esmer güzeli’ bir kızın sevgisiyle yanan bu kalp daha
neler neler anlatacak!”
- Bedrettin Binyıldırım aslında
kendisini geçmişten ve yaşadıklarından koparacak olan bir
başlangıcın üzerindeydi. Bor’da başlayan bir aşk ona sıkıntılı
anlar yaşatacaktı. İstanbul da onu kendi özellikleriyle bir
güvercin gibi havalandıracaktı.
- Bedrettin BİNYILDIRIM’ın
İstanbul’da Askeri okulda tahsil yaparken bir kıza aşık olmasını
annesi Hatice Hanım tahsiline engel olur düşüncesiyle
olumsuz karşıladı. Bedrettin ise, bu anlarda bir hatıra
defterine içindeki duyguları günü gününe aktarmaya devam etti.
BEDRETTİN’İN
1936 YILINDA DEFTERİNE YAZDIKLARI
- “Temmuz ayının Pazartesi
günlerinden birindeyim. (Bor’da) bağda bulunuyoruz, büyükannem
de bizimle beraber. O gün olacak eğlencelerden birinde
davetliydim. Her zaman olduğu gibi yine erkenden kalktım.
Seherin verdiği zevk, kimsesizliğin verdiği ıstırap yine beni
şehre doğru sürüklemekte. Ağır adımlarla ilerliyorum Bor’un
bağlar yolunda! Daha birkaç ay evvel, mektebin sıralarından
muhayyelemde yaşattığım ‘Çiçeğime’ ben de işte böyle rastladım!
Açılmış bir kapı, içerde küçük bir bahçe ve birkaç merdivenle
çıkılan tek bir oda. Bu odanın kapısı önünde oturan Salih Bey
amcam! Yürüdüğüm yoldan geri döndüm! Demek o buradaydı. Ben azap
ve yalnızlığın acısıyla inlerken o buraya zevk için mi gelmişti?
Fakat; belki hayır! Asabımın gerginliği, kalbimin artan
heyecanları nihayet beni içeriye doğru itti. Gittim. Yaklaştım
bey amcama! Sonra kaim validesine ve daha sonra teyzeme. Uzanan
elleri hürmetle öptüm! Fakat, henüz ortada o, ‘çiçeğim’ yoktu!
Az bir zaman ve belki de birkaç saniye sonra onu da gördüm.
Gözlerim, baygın gözlerinin ta derinliklerine bir an dalmış ve
bu zaman zarfında bütün vücudumun ürperdiğini iyice tasavvur
ediyordum o an!.. (...) İşte sarhoşluk, işte o anın yaşatmış
olduğu tesir, kalbimden kopardığı bir bağla onu bana bağlamıştı!
- Mekteplerin açılma zamanı
gelmişti artık! Anneciğimin ellerinden, kardeşlerimin
gözlerinden öperken göz yaşlarımı akıtıyordum! Tren gece
gelecekti. Tekrar eve dönmüş ve Halil efendi dayımlarda
kalmıştım.Uyuyamadım, uyuyamıyordum ki! Beklenen zamanlar çabuk
gelir derler. Şehir, her şey uykuda! Ben trendeyim şimdi. 1936 -
1937 ders yılı. Maltepe’nin ikinci senesinin havasını teneffüs
ediyorum.
- 20 Temmuz. Bor’a gitmek için
hazırlandım. Nihayet 21 Temmuz sabahı yoldayım. Tren ona, onun
yaşadığı topraklara doğru yaklaştıkça sonsuz bir neşe
içerisindeyim gibi seviniyor ve bir çocuk gibi çıldırıyorum! Ah!
Tanrım, onu ne kadar çok seviyorum ben!
- Ertesi akşam saat 06.30’da Bor’a indim. Annem, kardeşlerim
ve akrabalar tarafından karşılandım.”
- “Maltepe’de 18.04.1939 tarihinde
bizzat kendisi “Beyamcacığım” başlığıyla bir mektup yazarak
mektubun sonunda “sizden bugün kerimeniz Hikmet hanımı
istiyorum” diye bir ifadeyle evlenme isteğini duyurdu. Bu hatıra
defterinin 72. ve 76. sayfaları arasında yer aldı. 9 Mayıs
1939 tarihinde naklettikleri ise umutsuzluğunu aksettiriyordu.
(...)
- “Ve şimdi ben; başka bir ruhta
tüten, başka bir kalpte yer alan insanım! Hikmet, beni
affet demiyeceğim sana! Çünkü sen, kendi günahını kendi
kabahatinle ve kendi mukadderatını kendi elinle karalayan
masum bir kızsın! Ve bundan sonra hatıramı yazmayacağım, çünkü
bu kudret senin ihmalkârlığınla sönmüştür yavrum!... Şimdilik
Allah’a ısmarladık ve SON = “
- 7/8 Haziran 1939 tarihinde son
üç sayfanın sonuna yazdıkları ise:
- “Yarın istikbalde, yine maziye
karışan bu anlar sana neler hatırlatacak ve arkada kalan
şimdiki mazi sana neleri gösterecek? İstikbalde “Baba” olduğun
zaman aynı aşkın safhalarına düçar olan evlâtlarına ne
söyleyecek ve nasıl yol göstereceksin? İşte onlara da
istikbal! İstikbal olunca tayin olacak! O halde şimdilik ümit ve
yine ümit!”
- Şeklinde onu tekrar hayata
bağlıyordu.
- Yanmak üzereyken kurtardığım
dört defterden alıntılar yaparak aktardığım konuların geleceğe
ışık tutacağını biliyorum.
OKUDUKLARI VE YAZDIKLARI
Gerek okuduğu kitapların etkisinde kalarak, gerek kendisinin
mavi gözlü oluşu çevresindeki kızların kendisine gösterdiği ilgi
onu bir hâyâl âleminde uçuyordu. Hatıra defterinde yer alan
«okuduklarım» başlıklı bölümde kendisinin aktardıklarına bakalım
:
«Hayatımda ilk olarak okuduğum ve benim Üzerimde çok büyük
etki yapan, romana karşı alâka uyandıran Tarih : Maltepe Askeri
Lisesine girdiğim seneki 1936 - 1937 yılının başlangıcıdır. Bu
roman «Sönen Işık» adlı güzel bir eserdir.
O tarihten beri okuduğum romanlar :
I - Sönen Işık (Heyecanlı)
II - Yaprak Dökümü
III - Çalı Kuşu
IV - Sevgim ve Izdırabım ( çok heyecanlı)
V - Bu kalp duracak (Bilhassa bu - 1 Ağustos 1937 Bor -
"Bağda"
VI - Dikenli Çit (Hastayken 1937 Bor, güzel)
VII - Vahşi bir kız sevdim (heyecanlı)
VIII - Çöl aşkı (güzel)
IX - Yaban Gülü (çok güzel)
X - Canım Ayşe
XI - Gülün Babası Kim? (heyecanlı)
XII - Gizli Ağrı (heyecanlı ve hoş)
XIII - Son Gece (Hoş ve çok heyecanlı)»
İ. Bedrettin BİNYILDIRIM
ŞİİRLERİ
Gerek Hikmet Hanım’a duyduğu yakınlık, gerekse annesi Hatice
Hanım’ın aşkına olumsuz bakması onu şiir yazmaya itti. Askeri
Okulda göstereceği başarılarına aşkının destek olacağını haykırdı.
Hatta sevgisini ön plana alarak “Sana” diye seslendi :
SANA
İstemem; gözlerin gülmesin bana
Sana layık olan bir asker değilsem!...
28.IX.1937
İ. Bedrettin
Sevgilisine ilk hitabını da şiirleştirerek ona yakınlığını
katmerleştirdi. Hikmet Hanım da ona iyi cilve yaparak karşılık
verdi. Yer yer ondan uzaktaymış gibi görünerek kendine iyice
yakınlaşmasına zemin hazırladı...
TEMENNİ
"Ona ilk hitabım"
Ben ki, sessiz, habersiz gönül bağladım size,
Şimdi ne zaman dalsam, derim gözlerinize
Birdenbire ruhumu çılgın arzular sarar
Atılmak ister gibi karanlık bir denize!...
Düşündüğüm sizsiniz her gün her gece şimdi
Bu dünyada saadet siz demek bence şimdi
Ruhunuz eş olmazmış diyorlar, benim gibi
Size yalnız gönlünü veren bir gence şimdi?!...
Aczimi anlasam da yolumdan dönmem geri
Tuttunuz can köşemde hükmedecek bir yeri.
Bir kere gözlerime baksanız anlardınız
Sizin için kalbimde canlanan emelleri...
Bedrettin BİNYILDIRIM
Maltepe’de yankılananlar hatıra defterine
yansıdı.
HATIRALAR
Yine bir zincir gibi kalbime düzüldünüz
Dimağıma ok gibi batan ey hatıralar...
Geçmiş maceralarınızla kalbime gömüldünüz
Benliğimi kurt gibi kemiren hatıralar!...
Maltepe, 2/3.III.1938
İ. Bedrettin BİNYILDIRIM
KALSIN MI?
"Onun için"
İçimde, ilk gördüğüm günden açılan yara,
Tam gönlümde beliren sızıyla kanasın mı?
Üzerini acıyla hayalle sara sara,
Hakikate bürünüp halâ kapanmasın mı ?
İlaçsız yaralarım gününü bekler gibi,
Ben de öyle sabırsız günlerimi bekledim.
Sende görünmedin ki, beyaz melekler gibi,
Dertlerimin üstüne biraz daha ekledin!...
Bana söz ver sevgilim, bekletme beni sakın,
Şu zavallı saf kalbim sözüne incinsin mi?
Şimdi sana pek uzak, gönlüme daha yakın
İçimdeki o yara durmadan kanasın mı?...
Bedrettin BİNYILDIRIM
Bor - 01.08.1937
Gerek Hikmet Hanım’ın cilveleri gerekse Annesi Hatice Hanım’ın
baskıları onu zaman zaman ümitsizliklerin içine itti.
BU AKŞAM
Ufukta solarken kızıl çiçekler,
ürperen dallarda ölürken rüzgâr
Dedim ki, dönmeyecekler
İçimde bu akşam garip bir his var!...
Ürperen dallarda ölürken rüzgâr
Bilmem ki, ümitten niçin uzaktım?...
İçimde bu akşam garip bir his var!
Uzanan yollara hasretle baktım!...
Bedrettin BİNYILDIRIM
SAÇLARININ RENGİ
Kumral ipekten gibi akşamın solan rengi,
Neden bu gün herkesin canına can katıyor?
Her gün akşam gibi kır servilerin ahengi,
Dinle bak senin için ne kahkaha atıyor?...
Bak saçının rengine büründü al ufuklar
Güneş bile saçını önüne yaydı bu gün
Akşamın kokusundan süründü al ufuklar
Ay parlak ışığını gönlüme yaydı bu gün!...
İ. Bedrettin BİNYILDIRIM
İstanbul - 26.10.1936
2669 9/4
Kendi ölümünü düşündürerek sevgilisine göndermeler yaptı... Ölümün
dahi ondan kendisini koparamayacağını duyurdu.
"H" SANA VASİYET
Sana vasiyetim bu, ölürsem de gam yeme
Ben giderken arkamdan sakın ağlayım deme...
Senden ayrı değilim, geçsem bile ademe,
Hayalimi karşında dikilmiş bulacaksın!...
Uçsun ufuklarında bulutlar yığın yığın,
Gölgesinde yattığım o viran mezarlığın,
Meyus olursan eğer yine aşkıma sığın
Baş ucunda ruhumu dikilmiş bulacaksın!...
İ. Bedrettin BİNYILDIRIM
YALNIZ SANA
Hayalinle uğraştım kimsesiz gecelerde
İnanki aşksız kalan ruhum derinden ağlar...
Kanatçığı kopmuş kuş gibi yerlere düşen,
Muammalı her sözün dertle kalbimi dağlar!...
Elem artık yaraşmaz, neşe yakışır bana
Taptım senin aşkına, taparım "yalnız sana"!...
İ. Bedrettin BİNYILDIRIM
Annesiyle sevgilisi arasında bulunduğu çaresizliği ifade etti...
ANNEME VE ONA!
On sekiz ay var ki senden ayrıyım,
Şu dertli kalbimi hasretim dağlar...
Neşeli geçmedi hiç bir tek ayım
Kalbimin içinde bir bülbül ağlar!...
O dertli bülbül de ötmedi bir gün,
Yanardı hasretle belki de her gün.
Birleşirde eğer bizler de bir gün,
Bu defa da kalbim sevinçten ağlar!...
İ. Bedrettin BİNYILDIRIM
Duygularıyla kendine bir yol aradı... Ayşe ile kıskandırmayı
denedi.
AYŞE'YE VEDA
Ayşe, benim kalbimin güneşidir,
O; ne bir Çin güzeli, ne de bir Afrika zencisidir.
O benim hayatımdır, o benim eşimdir,
Ayşem, benim köyümün en güzel incisidir.
Ayrılırken öpmüştüm, o pâk alnını,
Örüyordu o zaman, o güzel saçlarını...
Ayşe benimdir, benim gülümdür,
O çağlar aşkımın şen bülbülüdür!...
İ. Bedrettin BİNYILDIRIM
İstanbul - 11.11.1936
SANA
Hiç bir zaman usanmam, seni sevmekle inan
İnan hiç bir an kanmam, gözlerine bakmakla...
Kıyamet derler olmaz, ne olur ki olmakla,
Mahvolsam da aldırmam vazgeçmem senden inan!...
Ebediyen mahvolmaz bende bu yüksek iman
Terlese de yorulmaz, yolunda bu asker inan!...
İ. Bedrettin BİNYILDIRIM
Duyguları düşlerini şekillendiren bir aşk hikâyesine dönüştü.
Kendisini vereme yakalanmış ve yatağa düşmüş gibi hissetti.
Gördüğüm bir rüyanın hikâyesidir...
"H" İÇİN...
"Sevgilime hitaben"
Ağlayarak uyandım
Yine kalbim yanıyor ufukların rengiyle,
Senelerin hasreti bu akşamda dinecek.
Değişiyor güneşler yerlerini dengiyle
Çünkü, bu gün göklerden başka bir nur inecek...
Mevsimleri yenerek işte sana kavuştum,
Biraz sonra gözlerim gözlerine dalacak
Bir zamanlar hayale hapsedilmiş bir kuştum,
Şimdi artık o günler, hep mazide kalacak!...
- Anneciğim izin ver, sevgilimi göreyim
Kalbimdeki ateşle ona çelenk öreyim?...
Bir kaç günlük hayatım bu akşamda sararsın!...
Anne! şimdi gideyim... bırak sonra ağlarsın!?...
İşte ben gidiyorum.
- Sana, dur... dur diyorum...
Gençliğini öldürdün bir çılgının peşinde
Söyle oğlum, sen bana, ne kazandın eşinde?...
Bir sevgi mi, veremle bu gün seni öldüren,
Güneş gibi parlayan, gözlerini söndüren?!...
- Evet anne bir kadın benliğimi kemiren...
- Oğlum, sen bir çiçektin, bir kız bu gün soldurdu,
Benliğini kuruttu, kanına zehir doldurdu...
Melek gibi uyurken bile bile gelen kanı
Dudağının üstünde, titrediği her zaman
Ona "lanet" diyorum, lanet olsun o kıza
Gözleriyle aldatıp, sevgi çalan hırsıza...
- Anne, artık söyleme, ben her şeye alıştım
Ben de, bu gün yaşayan ölülere karıştım.
Uzaklardan seyretmek, öpmek onu gözümle,
Anne, bu da yasak mı, söyle bütün özünle?!...
- Bu arzun beni yensin,
Çünki, benim varlığım, emellerim hep sensin,
Seni görmek mükedder, sana vermek çok keder
Bu zavallı anneni belki bir gün yok eder...
Haydi oğlum dürbünle sevgiline eyi bak,
Son olarak başına uzaktan bir çelenk tak?!...
- Çok lütufkârsın anne,
Parçalansın veremden ciğerlerim, ona ne
Nedir ona, varlığım ihtirası önünde,
Dün altından bir taçtım bu gün hiçim gönlünde.
Belki, şimdi orada kahkahalar atıyor,
Belki şimdi, kalbinde başka bir genç yatıyor...
Son olarak göreyim, artık ona son olsun
Açılmamış aşkıma bu gün hicranlar dolsun...
Gözlerimden kıskandığım, hayatımla andığım,
O kız artık yalnız, yapa yalnız gidiyor.
Ah! ya Rabbim gidiyor, sevgisine kandığım
Bir günlük hayatımı bana haram ediyor...
Unutmuş o da artık, o da unutmuş beni,
Aramıyor gözleri eski şen günlerimizi,
İşitmiyor "ah!" ile inlediğim her demi,
Siliniyor gözümde ümidimde son izi!...
Bu gecede gülmedim, yandım ah! Tanrım yandım,
Hikmet için bu gün de ağlayarak uyandım!...
İ. Bedrettin BİNYILDIRIM
Bor, 15.08.1937
«Hakiki asker vatanına olan sevgisi gibi sevgilisini de
kalbinde yaşatır!
Bedrettin Binyıldırım
İstanbul’da 12.10.1937 tarihinde aksettirilen bir şiirin boyutları
oldukça farklı :
KULELİLER
I
Ne çapkın Kuleliler
Yollarda kız beklerler
Biraz fırsat bulunca
Hemen buse isterler...
II
Çok fiyaka yaparlar
Rugan kemer takarlar
Bir mafevk görünce
Sertçe selam çakarlar...
III
Bol paça giyerler
Şapkayı yana eğerler.
Bir güzel kız görünce
Pek çapkınca gülerler...
IV
Sokulsam hep yanına
Atılsam kucağına
O mağrur dudakların
Deyse dudaklarıma...
V
Biri bana yâr olsa
Aşkımla benzi solsa.
O kuvvetli kolları
Belime kemer olsa...
VI
Dinle beni Kuleli
Ey ruhumun emeli
Kaynıyor hep kanımız
Sizi sevdik seveli!...
İstanbul, Kandilli Kız Lisesi 11’rinci sınıf talebelerinden N° 306
Melâhat
Bedrettin Binyıldırım kendisine verilen bu şiiri de defterine
kaydeder. Ve cevabı da gecikmez...
KANDİLLİ KIZ LİSESİNE BİZDEN CEVAP
I
Bize «çapkın» dediniz
Bunda kusur ettiniz.
Bol paça giymekle
Bize «külhan» dediniz...
II
Sizden bize yâr olmaz
Siz için benzimiz solmaz
Almak için bir buse
Günlerce yalvarılmaz...
III
Gel deseniz geliriz
Sevginizi biliriz.
Verirseniz bir buse
Memnuniyetle öperiz...
IV
Saçlarınız bukleli
Gözleriniz sürmeli
Dilinizden hiç düşmez
Sevdiğiniz Kuleli...
Kuleli Askeri Lisesi Talebelerinden Bedrettin Binyıldırım
Maltepe’den mezun olduktan sonra yazdığı bir şiirle örnekler
vererek mesleğinin önemine ve kutsallığına işaret eder...
TÜRK SUBAYI
«Saygılarımla size»
Heyecana getirmek maksadıyla kalbinizi
Anlatmak istiyorum size mesleğimizi
İlk sözde söylüyorum Türk’ün karşılığını;
Türk, «asker» demektir ateşlidir onun kanı
Asker olan bu ulusun çekirdeği subaydır,
Onun yalnız biricik tek düşüncesi vardır.
O da : Her zaman yükselmek, yükseltmek fikridir,
Kalbinde yanan, vatan, millet ateşidir.
Herkesin gözü var bu dinç subaylarımızda
Yanmıyor vatanın aşkı, çünkü kanlarında
Cesaret, kahramanlık hep Türk subaylarında,
Bedeldir tek bir tanesi bütün cihana da...
İsterseniz bir parça tarihe bakalım
Ulu önderimizi göz önüne alalım...
Çarpışırken düşmanla Çanakkale’de
Bir mermi patladı kalbinin üzerinde...
Bir feryat işitildi etraftakilerden
O heybetli vücudunu çevirerek arkadan
«Sus asker duymasın bağırmayın her yandan»
Diyerek sakinledi heyecanlı kalpleri
Ve uzatarak elini bağırıyordu : «İleri!»
Olur mu bundan büyük mertlik o soğukkanlılık
Vatanın uğrunda budur, en yüksek canlılık!...
Anlatayım ikinci bir misal daha size:
İzmir’de Yunanlılar çıkmıştı önümüze,
«Venizelos yaşasın eğildik size»
Diye bağırtmak isterken hain düşman bize...
Fakat; bunu hiçbir Türk kabul etmemişti
İşte miralay Fethi Bey, «bağıramam» demişti.
Bunu duyan Yunanlı yerinden sıçramıştı
Süngüsünü göğsüne, kalbine saplamıştı!...
Onlar hep vatanın mert subaylarıdır,
Atatürk, İnönü en ön saflardadır!...
Anladınız mı «Türk Subayının» kıymetini,
Vatan uğrunda her an gösterir mertliğini...
Şimdi size bağırarak söylüyorum ben de
Maltepe’den mezun olarak hem de
Olacağız ateşli Türk subayı ilerde!...
Son sözümde söylüyorum, şunu unutmayın:
Zafer Türk Subay ve askerindedir anlayın...
Eğer anlatabildimse mevzuumu sizlere
Hürmetle eğiliyorum önünüzde yerlere!...
Bedrettin Binyıldırım
Annesine hitaben yazdığı bir şiirle içinde bulunduğu anı
yansıtmaya çalışır...
ANNE
Daima peşinde çılgınca gezdim,
Ezildim, üzüldüm, canımdan bezdim.
Sen bana derdin de, inanmazdım,
Anladım sevda yalanmış anne!...
Keşke saçlarını öpmez olaydım,
Varımı, yoğumu vermez olaydım
Keşke el koynuna girmez olaydım,
Kıskançlık ölümden yamanmış anne!...
Kâh dilim varmaz kahpe demeğe,
Yıllarca kahrını çekmişim neye...
Sonra, gece gündüz sevgilim diye
Bağrıma bastığım yılanmış anne!...
Bedrettin Binyıldırım
ONA
Hatıralardan...
38 yılının uzun bir kış gecesi
Etrafı bürümüştü karanlığın perdesi...
Uzun uzun düşünürken gurbetin acısını
İşitir gibiydim yine ben o şakrak sesi!...
Biraz sonra gözlerim ta enginlere,
Gönlüm yine uçuyor, uçuyor mazilere!...
Gençliğim mi koşuyor bir hayal arkasında,
Halbuki gençliğim varıyor tarihlere!
O genç ki bir zaman durmadan çağlamıştı,
Ayrılık ateşiyle ta içten ağlamıştı;
Ilık bir yaz gecesi mehtaplı bir günde
Öperek ellerini; artık vedalaşmıştı!...
Şimdi artık bu hayal bir rüya oluyor,
Unutulan sevgili yabancı mı oluyor?!...
Feryatla inle gönül, feryat et sen gene
Acıyla geçti zaten 17 sene!...
İ. Bedrettin Binyıldırım
15 Ocak 1938
Bir askerin hakiki aşkı «vatanıdır!»
Zaruret içinde asker şahsi menfaat ve ihtiraslarını vatani
duyguları için feda etmelidir!...
Asker; iradesini ve hürriyetini vatanına bağışlayan adamdır.
«Atatürk» gibi...
Bedrettin Binyıldırım
- BU MERT ADAM BENİM DAYIMDI
- Annem Fatma Mürşide ÇAYCI dayım
Kurmay Albay Bedrettin Binyıldırım Doğu Menzil Komutanlığında
görev yaparken Kayseri’ye ziyaret için gitmişti. Ben dönüşte
anlattıklarının hepsini burada nakletmeyeceğim. İnsan hayatının
etrafında dolaşan büyücüler ya da kıskançlıklar bir kıskaç gibi
ileride ne gibi engellere ya da takozlara zemin hazırlayacak
bunu irdeleme iradesinin birilerinde yokluğunu söyleyeceğim
sadece. Sevgi önüne konulanlar simsiyah ve belirsizlikler içinse
eğer. Ucu koltuk değneklerine dayanarak yürüme zorluklarına
kadar uzanır. Çocukların “Bugün cumartesi; Balık! Balık! Balık!”
şeklindeki masum ve sevinçli anlarının unutulmadığı gibi, bunlar
da unutulmuyor.
- Yıllar geçti. Bedrettin
Binyıldırım’la bir sabah Beşiktaş’ta buluştuk. Orada Adalet
Partisi ilçe başkanı da olan Kadir Şeker’in “Şark Lokantası” ve
“Şeker Piliç” isimlerini taşıyan iki iş yeri vardı. O sırada ben
ev arıyordum. Dayım Bedrettin Binyıldırım’ın Kadir Şeker’le
tanıştırmasıyla kiralık bir evi de bulmuş oldum. Ayrıca benim
projelerimi çizebileceğim masa, ders çalışabileceğim sobalı bir
yer de bana gösterildi. Dayım:
- -Yeğenim daha olmazsa bu partiye
üye ol, okulundan mezun oluncaya kadar da derslerine burada
çalışırsın» dedi.
- Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ne
bağlı Uygulamalı Endüstri Sanatları Yüksek Okulu’nda tahsil
gördüğüm sırada okul müdürü Endüstri Grafiği dersi öğretmenimiz de
olan Prof. Namık Bayık’dı. Bölüm başkanımız Prof. Önder Küçükerman,
stürüktür dersi öğretmenimiz Ertil Ayaydın, sanat tarihi dersimize
Prof. Nermin Sinemoğlu, Endüstri tasarım tarihine Prof. Sadi Öziş
vb. öğretmenlerimiz giriyordu. Öğretmenlerimizin her birisi çok
değerli kişilerdi.
- Dayımla görüşmemden bir gün sonra,
müdür muavinimiz ve birinci sınıfta Edebiyat derslerimize de
girmiş olan Sabit Ayasbeyoğlu beni odasına çağırdı. Bana önce bir
şey söyleyeceğini söyledi. «Senin herhalde Göztepe’de oturan bir
dayın var... Kurmay Albay?..» dedi. Ben de : «Evet... » dedim. «O
dün ölmüş... Eşi ve çocukları bugün senin gelmeni istiyorlar...»
dedi.
- Ben bu haberden sonra bayılmışım.
Okulumuzun bitişiğinde bulunan Mimarlık Yüksek Okulundan doktor
çağırmışlar. Neyse ayıldıktan sonra yola koyuldum. Gittiğim de
dayımın cenazesinin kaldırıldığını öğrendim. Yengem Hikmet
Binyıldırım beni bir gün önce yani dayımın öldüğü gün aradıklarını
söyledi. Orada akrabamız olan Seniha Hanım teyze de vardı.
- Ben gelmeden önce acaba teyp
kasetleri içerisinde dayım Kurmay Albay Bedrettin Binyıldırım’ın
sesi var mı? diye araştırmışlar... Tesadüf ya, dayım bir yılbaşı
gecesinde o zamanki TRT Genel Müdürü Musa Öğün’ü telefonla aramış.
Bulamayınca orada bulunan görevliye hitaben : «Musa Bey’e salam
söyleyin. Ben Kurmay Albay Bedrettin Binyıldırım... Televizyon
yayınlarından dolayı kendisiyle görüşmek istemiştim. Biz Rusya’da
mı yaşıyoruz? İngiltere’de mi yaşıyoruz? Amerika’da mı yaşıyoruz?
Hani bizim kendi müziğimiz? Bu sözlerimi kendisine iletin!» Açık
unutulan teyple, kasete bu sözler kaydedilmiş. Bana o gün bu
sözler dinlettirildi.
-
Bedrettin BİNYILDIRIM ve kardeşi Mehmet
Resai BİNYILDIRIM
Fotoğraf arkası :
Çok kıymetli Enişteciğim,
Halamın, senin abim ile birlikte ellerinizden öpmeye geldik.
Abim ablamın gözlerinden ben de ellerinden, yeğenlerimizin de
gözlerinden öperiz.
26 Mart 1954
Mehmet Resai Binyıldırım
|
ÖĞRETMEN SÜRURİ BİNYILDIRIM
1897 yılında Bor’da doğan
Öğretmen Süruri’nin babasının adı Hacı Mehmet Efendi, annesinin
adı da Fatma idi. İlk evliliğini Hüseyin Efendi ve Esme Hanımın
kızları Bor doğumlu Naziver Hanımla yaptı. İkinci evliliğini ise
Raşit Efendi ve Aliye Hanımın kızları Bor doğumlu Nuriye Hanım
ile yaptı. Üçüncü evliliğini ise Mehmet Efendi ve Habibe Hanımın
kızları Filibe doğumlu Hatice Hanım ile yaptı.
Hatice Hanımla yaptığı
evlilikten yedi çocukları oldu. İlk çocukları İsmet Bedrettin
Binyıldırım’ın her ne kadar doğum yeri sonradan nüfus
kayıtlarına Üsküdar olarak geçse de 10.02.1919 tarihinde
Tarbaz’da (Darboğaz) doğduğu bir gerçektir. Bu bizzat kendi
tarafından hatıra defterlerinde el yazısıyla doğrulandığı gibi
bizzat annesi Hatice Binyıldırım tarafından da bana ve anneme de
bahsedilmiştir. İki yıl sonra yani 1921 tarihinde ikinci
çocukları Sadettin dünyaya gelmiş ve 05.03.1927 tarihinde vefat
etmiştir.
Üçüncü çocukları 1922 tarihinde
dünyaya gelince ona Öğretmen Süruri annesinin ismini de
ekleyerek Fatma Mürşide ismini vermiştir. Dördüncü çocukları
Feriha Asiye ise 11.03.1926 tarihinde doğmuştur. Beşinci
çocukları Hasibe Mine de 12.04.1930 tarihinde doğmuştur. Altıncı
çocukları Mehmet Resai de 18.04.1931 tarihinde dünyaya
gelmiştir. Yedinci çocukları Mehriban Münire 01.10.1933
tarihinde doğmuş ve henüz bir buçuk yaşına girmeden 17.01.1935
tarihinde babası Öğretmen Süruri’yi kaybetmiştir.
Öğretmen Süruri’nin babası Hacı
Mehmet Efendi, Bor’da eski bakanlardan Haydar Özalp’ın bağına
yakın, Bentkavak denilen bölgede bulunan bağına rahatça giren
bir hırsızın çaldığı üzümlerle çıkamadığını şehir merkezindeki
evinden manen fark edebilecek bir inanç düzeyinde olduğu olayın
şahitleri tarafından dile getirilmiştir. Bunlardan biri de
Mehmet ÖNOĞLU’dur. Öğretmen Süruri’nin babası Hacı Mehmet
Efendi, babası Abdi Hoca gibi saygıyla anılan insanlar arasında
olduğuna dair bize kadar çeşitli bilgiler ulaşmıştır.
Çocukların en büyüğü olan Bedrettin Binyıldırım Harp okulunu
bitirdikten sonra öğretmen Hikmet Hanımla evlenerek amacına
ulaştı. Evliliğin ilk yıllarından itibaren eşini baskılarıyla
ister istemez kardeşlerinden ve annesinden uzaklaşmak zorunda
kaldı...
Hatice Hanım altı çocuğuna
kocası Öğretmen Süruri’nin yokluğunu hissettirmemek için
kollarını sıvadı. Sanki o varmış gibi elleriyle kış ekmeği
yapmak için büyük bir leğen içerisinde tek başına hamur yoğurdu.
Bu sırada büyük kızı Fatma 13 yaşındaydı. Kocası zamanında
evlerinden hiç çıkmayan ak gün dostu akrabalarını ya da
dostlarını kendisine yardım etmeleri için çağırdı. Ama hiç kimse
gelmedi. Bütün kapılar yüzüne kapanmıştı. Ağlayarak kızı
Fatma’ya :
-Baban öldükten sonra herkes
bizim yüzümüze kapılarını kapadı. Kızım Allah yardımcımız olsun!
Hamur kurumadan ben sana oklavayla tahta üzerinde hamur nasıl
açılır öğreteyim, sen aç ben pişireyim. Dedi. Fatma annesinin
gözyaşlarını dindirmek için :
-Anneciğim yeter ki sen ağlama,
ben elimden ne gelirse yaparım. Kardeşlerim uyanmadan istersen
hemen işe başlayalım. Dedi. Bu sırada dış kapıya elle
vurulduğunu hisseden Hatice Hanım koşarak kapıyı açtı. Orta
yaşlarda, başörtülü, üzerinde yeşil hırkası olan şalvarlı bir
bayan içeriye girdi :
-Hatice Hanım ekmek yapmak için
bir hanım aradığınızı duydum. Bu sebeple size yardımcı olmaya
geldim. Hatice Hanım sevinçten gözyaşlarını tutamadı. Kendisi
tandır başına geçti. Fatma’nın önüne bir ekmek tahtası, gelen
hanımın önünde de bir diğer ekmek tahtası koydu. Bu tahtaların
altlarına kasnak ve elek konularak yükseltildi. Oklavalar
yuvarlandıkça açılan yufkalar bir taraftan da pişiriliyordu.
Burcu burcu ekmek kokusu etrafa yayıldı. Bir saat sonra, gelen
hanım tandır başına geçti. Hatice Hanımla yer değiştirmişlerdi.
Fazla sürmemişti. Yufkalar üst üste yığın haline gelmiş ve iş
bitmişti.
Hatice Hanım sevincinden
ağlayarak gelen hanıma para ve yiyecekler vermek için kilere
indi. Büyük kızı Fatma’ya seslendi :
-Bize yardıma gelen hanımı sakın
bırakma. Ben gelinceye kadar gitmesin kızım.Ben geliyorum! diye
bağırdı. Hanım yukarıya giderken Fatma da onunla konuşuyordu:
-Teyze annem senin beklemeni
istiyor. Tam kapıyı açtıkları sırada Hatice Hanım elindeki
yiyeceklerle yetişti:
-Hanım siz nerede oturuyorsunuz?
Diye sordu. Hanım:
-Hatice Hanım şu ilerde Hüsniye
Hanım’ın evinin karşısında oturuyorum. Ben bir şey istemek için
gelmedim. Yani Allah rızası için geldim. Dedi. Hatice Hanım
ayakkabılarını giydi. Hanım dışarı çıkarken elindekilerle o da
çıktı. Bayan upuzun ve geniş Karaca Mahallesinde kaşla göz
arasında ortadan kaybolmuştu. Koşarak Hüsniye Hanım’ın evine
gitti. Evinin karşısında tek bir ev dahi yoktu. Hüsniye Hanım’ın
evinin kapısını çaldı. Hüsniye Hanım kapıyı açar açmaz, Hatice
Hanım’ı karşısında görünce:
-Hayır ola! Oldukça telaşlısın.
Ellerindekiler de ne? Bir şey mi oldu Hatice Hanım? Diye sordu.
Hatice Hanım başından geçenleri anlattı:
-Çok zor durumdaydım. Bize ekmek
yapmak için bir bayan yardıma geldi. Bu bayan sizin evin
karşısında evinin olduğunu, söyledi. Sonra kaşla göz arasında
kayboldu. Dedi.
Hüsniye Hanım:
-Bizim evin karşısında sadece
bir yatır var. Yani bir evliya. Sen zor durumda olduğun için o
sana yardıma gelmiş olabilir Hatice Hanım. Dedi.
Bedrettin Binyıldırım zaman
zaman kardeşleriyle ve annesiyle birliktelikler yaşasa bile
annesi tuvalette iken kapı üzerinden eşine fark ettirmeden para
atması, içinde bulunduğu halleri yansıttı.
Kızların en büyüğü olan Fatma
Mürşide halasının oğlu Fikri Çaycı ile evlendirildi. Fatma
Mürşide evden ayrılacağı sırada Hatice Hanım kulağına şu sözleri
fısıldadı :
-Kızım biliyorsun maddi
durumumuz iyi değil. Üzerinde bulunan iç fanilanı çıkar da git.
Sana kocan alır! Hiç olmazsa kardeşlerinden biri fanilasız
kalmasın! Bu sözlerinden sonra Fatma Mürşide önce annesine
sarıldı sonra gözyaşlarını tutamadı. Annesinin isteğini de
yerine getirerek iç fanilasını kardeşi Feriha’ya verdi. Bu
sırada hepsi birden hıçkırıklarla ağlamaya koyuldular. Bu
manzara hayatları boyunca hiçbirinin aklından çıkmadı.
«ÖĞRETMEN SÜRURİ BİNYILDIRIM İLKOKULU» İSMİNİ NEDEN
KALDIRDILAR?
Yıllar sonra Kayseri Doğu Menzil
Komutanlığı’nda görev yaparken, Kurmay Albay İ. Bedrettin
BİNYILDIRIM'in gayretleriyle Niğde Valisi'nin de bulunduğu bir
törenle önce Bor Şehit Nuri Pamir Ortaokulu’nun bahçesine kendi
eliyle getirdiği bir Atatürk büstünün konulması sağlandı. Sonra
babasının görev yaptığı Darboğaz Köyü ilkokuluna getirdiği
plaketle "Öğretmen Sürurî BİNYILDIRIM İlkokulu" adı verildi.
Okul bahçesinde de kendi elleriyle götürdüğü Atatürk büstünün
bir kaide üzerinde inşa ettirilerek açılışı yapıldı. O zaman ben
de oradaydım.
- Daha sonra bunu hazmedemeyen
bazı güçler, adı geçen okuldan bu "Öğretmen Süruri BİNYILDIRIM
İlkokulu" tabelasını kaldırdılar. Kaldırmakla kalmadılar,
duvarlarda yer alan resim ve tarihi belgeleyen çerçeveli panoyu
da indirdiler. Atatürk tarafından istiklal madalyasıyla
ödüllendirilen ve vatansever bir ruhla bölgeye hizmet etmiş olan
kahraman bir kişinin ismini kaldırmak için bugüne kadar hiçbir
açıklama yapılmamıştır. Yetkililerden veya bu vefasızlığı
yapanlardan veya yaptıranlardan haklı olarak bir izahat
bekliyoruz...
Ne yazık ki tarihe sırt dönmek, gerçeklerin gizlenmesine yeterli
olamadı. Tarih mecmualarına akseden hakikatler istense de
istenmese de Öğretmen Süruri’nin açtığı bir yolda o yöreyi
aydınlatmaya devam etti... Bunu sonsuza kadar da devam ettirecek
ışıklar da asla sönmeyecektir.
- 1965’li yıllarda Niğde Halkevi
Başkanlığı tarafından yayınlanan ve sorumlu müdürlüğünü Zühtü
Şahinöcer’in yaptığı Yeni Niğde Gazetesi’nde tefrika halinde
«Cumhuriyet, Tarihi safhaları ve Türkiye Cumhuriyeti’nin
Kuruluşundaki Ruh» başlığıyla «Kurmay Albay Bedrettin
Binyıldırım» imzasıyla yazıları yayınlandı. (Bir yazısının yer
aldığı 27 Nisan 1965 tarihli, o zaman 10 kuruşa satılan, 3887
sayılı Yeni Niğde Gazetesi arşivimizde bulunmaktadır) Kendisinin
Kayseri’de görev yaparken babasıyla ilgili Osmanlıca kayıtların
Türkçe’ye çevrilmesi konusunda araştırma yaptığını da biliyoruz.
Ancak topladığı belgelerin ya da bu konuda yaptığı çalışmaların
hangi safhada ve nerede olduğunu ne yazık ki bilemiyoruz.
- Hatice Binyıldırım 02.03.1976
tarihinde Almanya’da görevli olan oğlu Mehmet Resai
Binyıldırım’ın evinde vefat etti.
-
- DESTEKLER VE MEKTUPLAR
- Kurmay Albay Bedrettin
Binyıldırım’ın oğlu Turgay Binyıldırım : Çok etkilendiğimi
söylemek isterim. Bilgilerin aktarılmasında emeği geçen herkese
en derin teşekkürlerimi sunmak istiyorum. «Şanlı tarihimizin
cesur mücadelesinde yer alan olaylar ve kişiler asla
unutulmamalı ve sonraki nesillere de aynı heyecan ile
aktarılmalı» diye düşünüyorum. Sevgi ve saygılarımla.
-
- İstiklal Tekin : «Ben Darboğazlı
bir Emekli öğretmenim aynı zamanda babam da öğretmen olup,
öğretmen Süruri ilkokulundan mezun oldum. Aynı zamanda babam da
bu okulda yıllarca görev yaptı. Sitenizi büyük bir özveri sonucu
buldum. Öğretmen Süruri bey hakkında kasabamızda faaliyetini
yürüten http://www.tarbaz.com
sitesindeki adıma ayrılan sayfada yazı yazmak ve sizinde
belirttiğiniz ismin kaldırılması hakkında yerel gazetelere haber
oluşturmak üzere araştırma yapmaktayım. Merhum öğretmen Süruri
Bey hakkında mail adresime geniş bilgi verirseniz çok memnun
olurum(İstiklal madalyasını ve teşekkür yazısının resimleri
gibi) gerekli yardımı yapacağınız umuduyla saygı ve sevgilerimi
sunarım.»
- Senem Karakuş : «Merhaba. Ben de
Öğretmen Süruri ilk öğretim okulundan mezun oldum. »
- Emrullah Karakuş : «Merhaba.
Nasılsınız? Resimleri çok beğendim. Ben de Öğretmen Süruri ilk
öğretim okulundan mezun oldum.(Kasımpaşa) »
- İbrahim SAYGI : «Selam. Ben
CİHAN Haber Ajansı Niğde Muhabiriyim. Dedenizle ilgili bir haber
yapmak istiyorum. Bilgiler topladım. Buradaki resimleri de
kullanarak haber oluşturmak istiyorum. En yakın zamanda bana
ulaşabilirseniz memnun olurum. saygılarımla.»
- Ömer Fethi Gürer : «Bor Şehri
kitabım 625 sayfa ama görüyorum ki daha yazacak çok bilgi var.
İlgi ile sitedeki bilgileri okudum.»
- Necla Köksal : Merhaba. Okul
ödevim : «Cumhuriyetin ve öğretmenlerin ülkemiz için önemi» Bu
konu hakkında bilgi verirseniz sevinirim. Teşekkür ederim.
- Ali Barış Yayla : «Siteye
girerken böyle bir kahramanlık hikayesi okuyacağımı bilmiyordum.
Bir öğretmen olarak yapılan haksızlığın
karşısındayım.Çalışmanızı tebrik eder,başarılar dilerim.»
- Oğuzhan Akın : Gerçekten de çok
güzel şeyler yazmışsınız. Ben Pozantı’lıyım ve şu an
Makedonya’dayım "Nasıl bakarsan öyle görürsün" BSN
Mehmet ÖNOĞLU
-
- 28.08.2004 tarihinde Bor’da
Mehmet ÖNOĞLU ile evinde görüştüm. Dedem Öğretmen Süruri’yi ve
bizim çevremizi yakından tanıyan kişilerden biriydi.
İlçemiz esnaflarından Ahmet Önoğlu'nun da babası olan Mehmet
ÖNOĞLU, 05.05.1911 tarihinde Bor'da Karaca Mahallesi'nde doğdu.
(28.08.2004 tarihinde 83 yaşında) Ve dedem Öğretmen Süruri
Binyıldırım gibi uzun yıllar aynı mahallede oturdular.
- Mehmet ÖNOĞLU : "Süruri
Binyıldırım Bey'i yakından tanıyordum. Onun önünden saygısızlık
yapmamak için biz hiç geçemezdik. Hatta yanında konuşamazdık
bile. Çok değerli bir şahsiyet idi. Ali Efendi Hoca vardı... bir
de ona, çok hürmet gösterirdik. Şimdi yeni nesil ata, baba,
komşu ve akrabalarını hiç tanımıyor. Ortalıktan saygı ve sevgi
kalktı yani. Süruri öğretmendi. Abdi Hoca dedesi mi babası mı?
bilemem... İnayet Hanım, Narazan köyünden kocası vardı... Kaç
çocuğu var bilemiyorum. Bedrettin Bey benden büyüktü. Bedrettin
Beyle met oynardık, aşık oynardık! Çok uyanıktı...
- 1978’de sen işkence çekerken ben
çok ağladım.
Sabah olsun akşam olsun komşularımızla biz birbirimizi yataktan
kaldırarak, oturur yarenlik ederdik. Mısır patlatır, üzüm, dut
kurusu, yerdik, limonlu çay içerdik, ıhlamur çayı içerdik...
Hoşaf içerdik buz gibi. Hevenk üzümü yerdik. Ortaya konulanları
şenlikli bir hava içerisinde yer ve içerdik.
- Hüsniye Hanım ile komşu idik!
Cenazesi Ankara’da toprağa gömülürken, ben de toprak attım
kürekle.
- Bizim birader hasta idi, oraya
gitmiştim. Mustafa Çalapkulu’yu gördüm. «Burada ne arıyorsun?»
dedim. Bana : Hüsniye Hanım’ın oğlu Muhlis’i gördüm. Hüsniye
Hanım’ın öldüğünü duydum. Çok şişmandı, iyice zayıflamış... 15
gün hastanede yatmış... Ağabeyim aynı hastanede yatıyordu.
Ağabeyim Reşit Efendi de o zaman öldü. Yemeniciydi.» Kızı
Melahat ne olduğunu biliyormuş! Hüsniye Hanım’ın ilk kocası
kaymakammış. Oğlu Muhlis de ondan olmuş!
- Çocukluk orada öylece kaldı.
Bedrettin sonra bizi hiç aramadı! Kayabaşında hapishanenin
önünden aşağıya doğru kışın yol buz kaplardı... Biz de orada
kayardık... Süruri iri yapılıydı. Büyüklerin önünden geçilmezdi.
Ali Efendi Hoca vardı, onun önünden de geçmezdik! Eski Türkçe’yi
iyi bilirdi. Atatürk zamanında öğretmen oldu. Birbirimize çok
yardım ederdik. Ben 14 – 15 yaşıma kadar dirilden yapılma entari
giydim.
- Babam et alsa eve gizlice
getirirdi, fakir fukara görmesin diye... Herkes et alamazdı.
1000 cevizi 70 kuruşa satardık o zamanlar. Hatta satamazdık
evimize geri getirirdik... 7 ceviz ağacımız vardı... Her birinin
farklı meyveleri vardı. Şeker armudunun kilosunu 25 kuruşa
satamazdık. Yaz mevsiminde yaylacı olarak gelen Adanalılar satın
alırlardı daha çok! Ben 12 – 13 yaşımdaydım. 6 okka bir
batmandı... Şimdi 8 kilo bir batman oldu.
Bu anlatılanlardan sonra Ahmet Önoğlu'nun sözünü bir kez daha
tekrarlamak da fayda var, diyorum : "Çocukluk orada, öylece
kaldı."
- Bugün için ülkemizde hizmet
veren her Türk öğretmeninin kalbinde Öğretmen Süruri
Binyıldırım’dan, Her Türk subayının kalbinde de Kurmay Albay
Bedrettin Binyıldırım’dan ışıklar ve izler vardır.
Paris, 02.05.2009
|
- Not : «Çukurova Kahramanları ve Öğretmen Süruri» başlığıyla
başladığım yazılarımı, oldukça uzun olması sebebiyle «Kurmay
Albay Bedrettin Binyıldırım» başlıklı bölümünü özetleyerek
ayırmak zorunda kaldım.
«Çukurova Kahramanları ve Öğretmen Süruri» başlıklı yazılarımı
bir kitapta toplamak istiyorum. Bunun için sponsor ya da
yayınevlerinin desteğini bekliyorum.
Bu konuda destek olacaklara Şu andan itibaren teşekkür ediyorum.
-
- (1) Akifiye, Andırın ilçesine bağlı köy.
Kahramanmaraş, Türkiye
- (2) Zatülcenp : Göğüs sancısı, ateş, titreme,
öksürük vb. belirtilerle ortaya çıkan akciğer zarı iltihabı,
satlıcan.
-
http://www.habercem.com/blog_detay.asp?id=2210
http://site.mynet.com/birsen.binyildirim/tarih/index.htm
-
http://site.mynet.com/birsen.binyildirim/tarih/index.htm
http://www.habercem.com/blog_detay.asp?id=2275
-
http://monsite.wanadoo.fr/SEVGI/
http://uzeyircayci.sitemynet.com/fleur/index.htm
http://www.artmajeur.com/serap/
|
|
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
13 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
YILDIZLI PEKİYİ
Okul, öğretmen, kitabın başlığı,
Sıralar üstünde gelecek!
Karne, ilim, tahsil,
Beklenti.
Öğrenciler değil,
Sorunlar büyüyecek.
Küçük zarf içinde bir çocuk
Duvar üstünde
Baş aşağı yürüyor
Eflatun renkli bir böcek!
Anlatılanlar masal değil
Belki şiir gibi okunabilir ya da
sahnelenebilinir. İsmail öğretmenin karşısında el pençe durmanıza da
gerek yok. Bize anılarını anlatan Semiha ve Bahtiyar da onun
öğrencilerindendi. Olanlar önemli bir şey değildi onlara göre
şaşılacak ya da gülünecek!
Şehrin içinde dükkânı vardı. Evinde
inekleri, eşekleri, keçileri, tavukları ve horozları yaşardı! O «moooo’ları»
ve «meeeee’leri» çok severdi. Okulda öğrencileri ve arkadaşları
vardı. Hepsi sevecendi.
Asıl görevi öğretmenlik olan bu
insanı ilçemizde tanımayan yok gibiydi. Oldukça sevimli, cana yakın,
dost biriydi. Zaman zaman inekleriyle ve diğer hayvanlarıyla
ilgilenmek için evine giderdi. O anlarda sınıfın en yaşlı ve iri
yarı öğrencisini «arkadaşlarınla ilgilen» diye kendi yerine
bırakırdı. O gidince görev verdiği öğrencisi masanın üzerine
çıkarak namaz kılar, durumu idare ederdi.
İsmail öğretmen kendisine sadık olan
bütün öğrencilerini «yıldızlı pekiyi not ile» ödüllendirirdi.
Öğrencilerinin karneleri bu müstesna notlar ile adeta süslü idi.
Göğüslerine takılan başarı kurdeleleriyle evlerine gelen evlatları
için anne ve babalar adeta düğün ederlerdi. Not olarak hiç tembel
öğrenci yoktu. Bilgi bakımından ise bir şeyler öğrenemedikleri için
hepsi tembeldi. İlkokulu bitiren öğrencilerinin ortaokula gelir
gelmez tökezlemeleri ve birinci sınıftan terk etmeleri ise yüzde yüz
muhtemeldi.
Benler bizlerden daha çok!
Çocuklar bilmiyorlar çarpım
tablosunu ya da kuşları sevmeyi.
Sen anlat bana başından geçenleri.
Gündüzleri yaşanan geceleri.
Bunları dinlerken Yusuf ayağa kalktı
: «İlçenizdeki İsmail öğretmene bravo», dedi. «Vilayetimizde bizim
başımızdan geçenler daha da farklı. Bizim Nedret öğretmenin annesi
mi ölmüş babası mı ölmüş. Neyse, dersin tam ortasında her birinde
tesbih bulunan öğrencilerine «haydi çocuklar tesbih çekelim» derdi.
Hepimiz tesbih çekmeye başlardık.. Ders yerine bize dua okuturdu. 3.
sınıftan 5. sınıfa kadar hiç mi hiç ders yapmadık. Günlerimiz
laklakla geçti yani. Bizim okulda Devrim isimli dindar bir
arkadaşımızı din dersi öğretmenimiz isminden dolayı sınıfta
bıraktı! Üniversitede okuyan bir başka arkadaşıma da «neden senin
ismin Evrim» diye baskı yapmışlar! Evrim : «Öğretmenim bu ismi ben
koymadım, gidin şu an Mersin mezarlığında bulunan babama sorun»
dediğini bana söyledi. Ben açık öğrenimimi bu nedenlerle temelim
olmadığı için yarım bırakan öğrencilerdendim.
Siz açın kapıları onlar girsinler
Karşılaştıklarının ne olduğunu
bilmiyorlar ki dillendirsinler?
Olan oldu bir çok şey kaybettiler
Güçleri yok ki dirensinler
Kemal oldukça düşünceli : «Bu
anlattıklarınıza göre Gözde Manav’da kasada duran 26 yaşındaki
vatandaşımızın içki sebebiyle ölümünün sorumlusu kim? Eğitim
Bakanları mı, öğretmenler mi, anne ve babalar mı? Haydi bu soruma
cevap verin!» dedi.
Denetimsiz bir hayat
Devlet sofrası!
Kolay değil
Bütün bunları birlikte yaşamak,
Bize yazın olanları, insanlar bilsin
Böyle Eğitim’in karşısında herkes
eğilsin!
Bor, 15.08.2004
|
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
14 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
GEÇMİŞTEN KOPARILAN ŞEHİRLER ANKARA VE
İSTANBUL
İç Mimar – Endüstri Tasarımcısı
Ak görüntüler adıyla bu
şehirlerimizin üzerlerine kara bulutlar çökertiliyor.
İdealleri çürüyen, parayı ayna gibi
kullanan, siyaseti çıkar aracı kabul eden kişiler tarafından bu
şehirlerde uygulanan tahribatlar bize hizmet diye yutturuluyor!
Bu şehirlerin geleceğe nasıl ve
hangi konumlarda taşınacağına dair ipuçlarını da bu şehirleri
yönetenlerin ve bunları destekleyenlerin tavırlarından anlıyoruz.
Bunlar bugün yüzsüzlük göstererek
adeta ilgisizliklerini onaylamanız için, tekrar sizlerden oy
vermenizi istiyorlar.
Bu şehirlerde biz yokuz yani millet
yok, Atatürk, Atatürk ilkeleri ve tarih de yok, zevksizlik,
bilgisizlik ve ilkellik var!
Geçmişte görmediklerimizi bunlarda
görüyoruz!
Dolmabahçe Sarayı’na kadar uzanarak,
kendilerine bu faziletli yerlerde siyasi büro açanlar, tarihi kendi
yerinde bırakmama kompleksini taşıyorlar. Bunlar şuursuzca, «kendi
kendilerine gelin - damat olarak» ebedileşmek için adımlar
atıyorlar... Tepki alıp almayacaklarını düşünmeden gelecekte
koyacakları noktaları da önceden belirginleştiriyorlar.
Bu noktalarda, bulundukları yeri tanımlamak için Anayasa’ya ve
mevcut kanunlara aykırı bir şekilde mitinglerde Şeyhülislamlık,
padişahlık gibi unvanları kendilerine yakıştırarak yükseklerde
saltanat aramalarının Atatürk ilkelerine ve Cumhuriyet kanunlarına
bağlılık göstereceklerine dair yaptıkları yeminlerle çelişip
çelişmediğini de hiç düşünmüyorlar.
Karşılaştıkları eleştirilerden sonra da kendilerine koydukları
unvanları inkar ediyorlar.
Bunları bu şehirlerdeki tarihi izleri silerek gerçekleştireceklerine
inandıkları için de tahribatlarını derinden ve gizleyerek
yürütüyorlar.
Bunlar bugün yüzsüzlük göstererek
adeta ilgisizliklerini onaylamanız için, tekrar sizlerden oy
vermenizi istiyorlar.
Bu şehirlerde biz yokuz yani millet
yok, Atatürk, Atatürk ilkeleri ve tarih de yok, zevksizlik,
bilgisizlik ve ilkellik var!
Bu şehirlerin sokaklarında
suskunluklar yürüyor, vurdumduymazlıklar gezinti yapıyor,
ilgisizlikler görev yapıyorlar!
Çeşitli iklim şartlarında bu
şehirlerimizden bize yansıyanları Avrupa ülkelerinde görmeniz mümkün
değil! Yani insan adeta bu şehirlerimizde unutulmuş durumda. Sabah
evinizden sağlam çıktıysanız akşam evinize sağ veya sağlam dönmeniz
mümkün olmayabilir. Kontrolsüzlüğün ve denetimsizliğin cirit attığı
bu şehirlerde inşaatlardan düşürülen çeşitli malzemelerle
hayatlarını kaybedenlerden, açılan kanalizasyon çukurlarında ölen
çocuklarımızdan veya değişik ihmallerle kaybettiğimiz veya özürlü
hale düşürdüğümüz insanlarımızdan bahsediyorum!
Bu kişiler bugün yüzsüzlük
göstererek adeta ilgisizliklerini onaylamanız için, tekrar sizlerden
oy vermenizi istiyorlar.
Bu şehirlerde biz yokuz yani millet
yok, Atatürk, Atatürk ilkeleri ve tarih de yok, zevksizlik,
bilgisizlik ve ilkellik var!
İstanbul’da yağmur yağdığı bir gün
Aksaray’da iseniz, yolcu taşıyan araçlara binmeniz mümkün olamadığı
zaman haliniz harap! Yürüyerek Kapalıçarşı’ya gitmek isterseniz,
bir tek sığınak dahi bulmanız mümkün değil! Kaldırımların
düzensizliği ve yollardaki su birikintileri de sizin ne denli
etkileneceğinizi gösteren unsurlar! Bir de özürlü iseniz veya bir
özürlüyü götürüyorsanız sizi rahatça ulaştıracak yol veya size nefes
aldıracak bir sığınak bulmanız mümkün değil! İlgisizlikler Ankara’da
da İstanbul’dan farklı değil, yaşlı, hasta veya hamile iseniz, ya da
şiddetli bir rüzgârla sicim gibi yağmur yağıyorsa üstten geçen
yollara çıkabilmeniz, sığınaksız kaldırımlardan yürüyebilmeniz
mümkün değil!
Bu kişiler bugün yüzsüzlük
göstererek adeta ilgisizliklerini onaylamanız için, tekrar sizlerden
oy vermenizi istiyorlar.
Bu şehirlerde biz yokuz yani millet
yok, Atatürk, Atatürk ilkeleri ve tarih de yok, zevksizlik,
bilgisizlik ve ilkellik var!
Bu şehirlerde mağazaların
kaldırımlara sarkan tabelaları, reklam panoları ve belediyelerce
konulan işaret panolarının, yüksekliğiyle, çıkıntı mesafesiyle nasıl
tehlike arz ettiğini de ortaya çıkan kazalarla görüyoruz.
Mağazaların dış cephe renkleri, yayaların geliş ve gidişlerini
olumsuz etkileyen dışlarına çıkarılan tezgâhlar, her birisi
şehirleşmenin dışında bir görüntü arz ediyor ve bu şehirlerimizdeki
yönetim boşluğunu ortaya koyuyor!
İşlek caddelerde süratle geçen
araçlardan kaldırımlarda yürüyen insanlarımıza gelebilecek
tehlikelere karşı, herhangi bir önlem alındığını da göremiyoruz!
Avrupa’da şehircilik büroları
öncülüğünde, yukarıdaki bahsettiğim bütün konular tek tek kurallara
bağlanıyor ve kayıt altında tutuluyor. Her bir değişiklik veya
yenileme ise bu bürolardan izin alınarak gerçekleştiriliyor.
Sokak veya cadde isimleri ulusal
değerlerle çatışmıyor!
Bizimle özdeşleşen adeta bir tarih
dokusu gibi şehirlerle birlikte değer kazanan sokak ve cadde
isimlerinin bu şehirlerimizde gelişigüzel kararlarla
değiştirildiğini görmekteyiz. Victor Hugo’nun doğduğu evin
bulunduğu sokağa başka bir isim verseniz, nasıl karşılanırsınız? Bu
sebeplerle her insanımız bir değer kabul edilmeli ve doğduğu eve,
oynadığı sokağa, yürüdüğü caddeye, gezinti yaptığı parka, yaşadığı
şehre saygı göstermek zorundasınız. İsim değişikliği kanunlarla
zorlaştırılmalı, bilim adamları ve Türk Tarih Kurumu vasıtalarıyla
bir komisyon tarafından yürütülmelidir.
Diğer şehirlerimizde oynanan
oyunları Ankara ve İstanbul’da da görüyoruz;
Yöneticileri verdikleri seçim
rüşvetlerinin insanlarımıza uyuşturucu etkisi yaptığını
düşünüyorlar! Narkoz verilen bir kişi, yapılan ameliyatı fark
etmiyorsa, rüşvet alan kişiler de «ceplerinden, akıllarından,
geleceklerinden, üzerinde yaşadığı topraklardan nelerin alındığını,
bilmiyorlar» şeklinde kabul ediliyorlar!
Ankara ve İstanbul’da Belediye
Başkanlığı yapan zatları bulundukları şehrin tarihi, tarihi dokusu
konusunda bir imtihan yapsanız her ikisi de kaybeder!
İstanbul Kapalı çarşıyı hemen hemen
18 yıl sonra 2007’nin sonunda gördüm. Dışarıda yağmur yağıyordu!
İçerde birçok yerde tavandan akıntılar vardı. Bazı bölümlerde
akıntı olan yerlere kovalar konulmuştu. Duvarlardaki bakımsızlığı
aksettiren görüntüler... Yani Kapalıçarşı geçmişin muhteşem
derinliğinden, anılara aynalık yapan görkemli tarihinden bugünkü
ilgisizliğe, umursamazlığa isyan edercesine bir haldeydi... Sanki
ağlıyor gibiydi!
Esenler Terminalindeki görüntü daha da hazin! Viraneyi andıran su
dolu çukurlar! Yerdeki çöpler, balgamlar! Ayakkabılarıyla evlerine
mikrop taşıyan yolcular..
Bu kişiler bugün yüzsüzlük
göstererek adeta ilgisizliklerini onaylamanız için, tekrar sizlerden
oy vermenizi istiyorlar.
Bu şehirlerde biz yokuz yani millet
yok, Atatürk, Atatürk ilkeleri ve tarih de yok, zevksizlik,
bilgisizlik ve ilkellik var!
Çağın gerisinden giden yöneticileri
ortaya koydukları işlerden, kişisel çıkarlar yönündeki hizmet dışı
faaliyetlerinden, particilik ve yandaşlık ilişkilerinden tanıyoruz.
Halbuki çıkar yerine vatanı, particilik yapma yerine de millete
hizmeti ön plana getirmeleri gerekirken bunlar çağın süratle gelişen
yüzünü fark edemiyorlar! İktidarda kalabilmek için emperyalist
ülkelerin sömürü çarkına takılıyorlar! Başları döndükçe kendilerini
ayakta tutanlardan ve sömürenlerden yardım istiyorlar! Yardım
ediliyor görüntüsü altında kendilerine ve millete ait birçok şey
kaybediliyor! Aynen kumar masasında kaybeder gibi! Çarkların hem
titreşimi, hem dönüş hızı arttıkça hırçınlaşıyorlar…
Size soruyorum? Mitinglerde, «yüksek
gerilim hatlarından yayılan manyetik dağılımlardan veya şehrin
göbeğinde yer alan elektrik direklerinden, trafolardan, televizyon
vericilerinden, fabrikalardaki makinelerden, çevreye yayılan
seslerden, gürültü kaynaklarından ya da uzaydan evlerimize kalın
beton duvarları aşarak giren görüntülerden» bahsediyor mu?
13 yaşındaki çocuğun eleştirisine
dayanamayan Ankara’nın havasını, İstanbul’un fakirlerini
soramazsınız! Biz hazır mıydık yüzlerce insanın birlikte hazırladığı
sinema filmlerine, dizilerine... Bunların insan beyninde ne gibi
değişiklikler veya tahribatlar yaptığını tesbit edecek bir kurum,
bir komisyon, bir ilim adamları topluluğu oluşturduk mu?
Ankara Türkiye’nin beyni ise
İstanbul kalbidir! Kötü yönetimler bu iki şehirden tüm ülkemizi
olumsuz etkilemektedir!
10.03.2009 tarihli Evrensel
Gazetesi’nde yer alan : «Belediyenin icraatları yüzünden balıkçılık
mesleğimiz öldü, diyerek iş isteyen balıkçıya Rize Belediye
Başkanının akıl verdiği iddia edildi haberiyle İstanbul ve Ankara’yı
hatırlatan meslekler ve özellikler geçti aklımdan...
İstanbul’da balıkçılığı denizi
kirleterek öldüren, etkisini hesaplamadan ABD’nin savaş gemilerini
geçiren zihniyet ile Ankara keçisini unutturan siyaset hepsi aynı
noktada birleşiyorlar!
Beyoğlu’nda veya Kızılay’da buluşan
sevgililer; içleri beton yığınlarıyla doldurulan, Satılarak
kapatılan, Sümerbank gibi müşterileriyle, ürettikleriyle bir kültür,
bir tarih olan müesseselerin yüreklerimizden koparılan bu iki
şehirde geçmişi soluyabiliyorlar mı?
Bu kişiler bugün yüzsüzlük
göstererek adeta ilgisizliklerini onaylamanız için, tekrar sizlerden
oy vermenizi istiyorlar.
Bu şehirlerde biz yokuz yani millet
yok, Atatürk, Atatürk ilkeleri ve tarih de yok, zevksizlik,
bilgisizlik ve ilkellik var!
Bozulan çehreleriyle bu iki şehir
iki doktor arıyor! Paris, 11.03.2009
|
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
15 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
-
ÖÇ (TİYATRO)
- «Işıklar evlerimize girince karanlıklar gider…»
- Üzeyir Lokman ÇAYCI
- Kişiler :
- Bekir Efendi : İşçi emeklisi (70 yaşında)
- Necmi : Bekir Efendi’nin oğlu (29 yaşında)
- Profesör Kemal : Bekir Efendi’nin erkek kardeşi (60 yaşında)
- Polis memuru
- Bekir Efendi 40 yıl Almanya’da
çalıştıktan sonra Türkiye’ye döner. Hayatını kendisine beşiklik
yapan Bor ilçesinde geçirmeye karar verir. Oldukça yorgundur.
Türkiye’de bulunduklara süre içerisinde gerek hanımı Cavidan’la ve
gerekse tek oğlu Necmi’yle hiç ilgilenmemiştir. Onun ilgi alanında
sadece para vardır…
- Necmi ise annesi öldükten sonra uzun
süre Türkiye’de yalnız ve başıboş kalmıştır. İçkiden başka dayanağı
yoktur.
-
- BİRİNCİ PERDE
- (Gün yavaş yavaş ağarmaktadır… Radyo
açıktır. Bekir Efendi’nin dış kapıdan girdiği görülür. Elindeki
ekmeği masanın üzerine bıraktıktan sonra, Necmi’nin yattığı divanın
üstünü düzeltir. Yerdeki şişeleri ve eşyaları toplar, diğer kapıdan
çıkar. Tekrar gelerek ekmeği alır. Mutfakta kahvaltı yapmakta olduğu
anlaşılır.)
- İki kapı, dolap ve pencerelerden
oluşan bir oda… Sağ ve sol duvarların bitişiğinde iki divanla, solda
divan yanında üzerinde ilaçlar bulunan bir sehpa ve ortada ise
etrafında sandalyeler bulunan bir masa… Masanın üzerinde ise
Necmi’nin çerçeveli çocukluk fotoğrafı, resimli mecmualar, eski bir
şamdan üzerinde mum, kitaplar ve radyo bulunmaktadır. Duvarda bir
ayna, sağdaki divanın yanında da, yerde yatık bulunan boş içki
şişeleri göze çarpmaktadır.
- Radyodan «haber saati” isimli
programdan konuşmalar duyulur :
- « Sevgili dinleyiciler, işte bir kaç
başlıkla huzurlarınızdayız. Yine zam haberleriyle sarsılacaksınız…
Yarından itibaren ejderhalar gibi pahalılık üzerimize geliyor !
Trafik kazalarında rekor kırdık! Yollar otobüslerle dolup taşıyor.
Nehir ve tren taşımacılığımız adeta yok gibi! Yurdumuzun dört
köşesinde korsanlar ha bire arabalarımızı yakıyorlar! Şer
gönüllüleri ve caniler artık korkmuyorlar! Eğitimde, ahlâkta ve
inançta seviye düştü! Meydanlara çıkanlar bilir bilmez, dinden,
imandan, ilaçtan, vatan kurtarmaktan bahsediyorlar! Yani
anlayacağınız, herkes imam, doktor, siyasetçi oldu! Aile yapımız ise
ha bire parçalanıyor… Şehirlerimiz ilgisizliğin kurbanı! Sigara ve
içki tüketiminin artması bizi korkutuyor! Ajanlar ülkemizde at
koşturuyorlar! Önemli kademelerdeki insanlarımız kaza süsü verilerek
birer birer öldürülüyorlar. »
- Bekir Efendi : (Radyo haberlerini
dinlemektedir) Ne günlere kaldık?
- (Radyoyu kapatır, sandalyeye
oturarak Necmi’nin fotoğrafını eline alır) Bir daha geri gelmeyecek
güzelliklerden kaçışımdan bahsediyor sanki? Kendisini unuttuğumdan,
ihmal ettiğimden bahsediyor gibi... Unutmanın kaybetmek olduğunu
bana hatırlatmak istiyor!
- (Elindeki çerçeve ile ayağa kalkar)
Gecelerin sihirli boşluğunda kendimi kaybettiğim anları, ya da
karşılarında hiç ses çıkaramadığım haksızlıkları eğer şimdi
görüntüleselerdi acizliğim ve zavallılığım açığa çıkacaktı…
- (Ayaktayken, eğilerek masa
üzerindeki bir mecmuanın sayfalarını karıştırır) İkiniz de
haklısınız ey kelebek ve boşluğa tekme atarken dudakları uçuklayan
eşek!
- (Öne doğru gelir) İnişli ve çıkışlı
yollarda, gençliğimin gücünü kullanarak vefasızlık ettiğim
insanlarla ben nasıl yüzleşeceğim?
- (Başını yukarı kaldırarak) Menfaat
kulluğu, çıkar çobanlığı ve öfke tüccarlığı yapmanın nelere mal
olduğunu şimdi gayet iyi biliyorum.
- (Ellerine bakar) Sanki boşa
akıttığım suların içerisinde boğuluyorum.
- (Pencerelerden dışarı bakar)
Kalplerini kırdığım insanlar beni yanlız bırakarak öçlerini
alıyorlar!
- (Duvardaki aynaya bakarak, ağzını
açar, dişleri görünür) Daha önceden maskemi çıkarsaydım, insanlar
acımasız yüreğimle, dengesiz duygularımla ve kontrolsüz arzularımla
beni görmüş olsalardı bugün için bir tek dostum kalmayacaktı…
- (Ortadaki masaya yaklaşır ve bir
sandalyeye oturur. Dirseğini masaya koyarak eline başını dayar) Bir
de kendi kendimi aldatıyorum… Sanki şimdi etrafım dosttan
geçilmiyormuş gibi ulu orta konuşuyorum! Çevremdekilerin adil
olamadıklarını söylesem belki biraz inandırıcı olabilir… Bana rehber
olan yanlışlıkların, suçların ve günahların sahibiyim. Düşünce
fakirliğini zenginlik olarak algılayanlar arasında yaşamanın ne
demek olduğunu dahi bilmiyorum.
- (Sabit bir noktaya bakarak)
Zamanında öğretmenlerim keşke bana utanmayı öğretselerdi? Hırslarımı
taşımak için 40 katır yetmez… Ne yaptığıma, neyi yapamadığıma bakan
mı var sanki? Patronu olduğum toprakların çırağı olma gibi bir yöne
itildiğimi görür gibi oluyorum. Ne hale düştüm, ne hallere
düşürüldüm?
- (Tekrar ayağa kalkar… İçerden küçük
bir tabak içinde iki parçaya bölünmüş bir elma getirir. Yarısını
yer…) Sevgili oğlum ben sana hayatında bu şekilde bir ikramda
bulunamadım. Bak… elmanın yarısını da senin için bırakıyorum… (Eline
oğlunun fotoğrafını alır… Gözleri yaşararak…) Necmi oğlum… Necmi!
Konuşsana benimle… Bir defa olsun bana “baba” de.
- (O sırada dış kapı açılır. İçeriye
elinde içki şişesiyle, sarhoş bir şekilde Necmi girer… Odanın
ortasındaki masaya yaklaşır. Bir sandalyeye oturur. Şişeyi ağzına
dayayarak içkisinden içer. Bekir Efendi soldaki divana yaklaşır…
Üstündeki yorganı açar. Oturur. İki elinin arasına başını alarak
oğlunu izler.)
- Bekir Efendi : Yanılgılar upuzun…
Kavramlar paramparça… Çevremizde insan avı var… Sinsice ve aptalca!
- (Ayağa kalkar) Sen ve ben bu güne
kadar annenin yokluğunun farkına vardık mı? Ya da senin benim
varlığımdan ne hissettiğini ben bilmiyorum… Yarın da aynı şeyleri
yaşayacağız ! İhtiyaç duyulduğu zaman, faydası olmayacak bir
gelecekten bahsediyorum. Biliyorum bugün de benimle konuşmayacaksın
! Ama aslında kendi halin sana benden daha çok şey anlatıyor.
- Ben Almanya’da inşaatlarda usta
olarak çalıştığım sıralarda duvarları şekillendirmekten zevk
alırdım. Harçlara hayallerimi karıştırırdım o zamanlar…Ama ne yazık
ki, yuvamı dilediğim gibi şekillendirmek aklımdan geçmezdi… Bu
sebeple bugünkü hayatı bu şekilde yaşıyorum. Kendi ellerimle
yüreğimden kopardığım bir varlık olarak susmakta ve bana «baba»
dememekle haklısın! Seni bende ve beni sende tüketenler utansın…
Önce kendim için, sonra da senin için söyleyeceğim bir söz var... Bu
da : «Unutmak kaybetmektir! » sözü...
- (Necmi’nin fotoğrafı elindedir) Kısa
süreli mutluluklar uçucudur. Çoğu zaman da insanlara zararlı
olurlar. Görüyorsun ki ben yaşlandım. Yakındaki hasret, uzaklardaki
hasretten daha sarsıcı… Acıları sırtımda taşıyamıyorum. Kolay mı bir
şeyler olmak?
- (Sessizlik… Ayağa kalkar.
Pencerelere yaklaşır.) Bak yine gece çöktü dışarıda. Korkunç
gölgeler geziyor sokaklarda. Sanki Bağdat’ı görüyorum, kıpkırmızı
bir kan denizinin ortasında. (Necmi’ye dönerek) Bakışların soğuk…
Ellerin titriyor senin…
- (Necmi’nin gözleri irileşir… Ayağa
kalkar ve Işığı söndürür. Perde kapanır)
-
- İKİNCİ PERDE
- (Gün yavaş yavaş ağarmaktadır …
Radyo açıktır. Dış kapıdan giren Bekir Efendi elindeki ekmeği
masanın üzerine bıraktıktan sonra, Necmi’nin yattığı divanın üstünü
düzeltir. Yerdeki şişeleri toplar, diğer kapıdan çıkar. Tekrar
gelerek ekmeği alır. Mutfakta kahvaltı yapmakta olduğu anlaşılır.)
- “Haber saati” konuşmaları radyodan
duyulur :
- “Sevgili dinleyicilerimiz sizlere
şimdi aldığımız bir haberi ulaştıracağız…Gıda dağıtım işinden
denizcilik sektörüne geçen Orak, Safra adlı kuru yük gemisiyle
taşımacılık yapacak… Yani kaşla göz arasında 40 yıl gurbette
çalışmadan, Orak, kısa sürede koskoca bir geminin sahibi oldu. 95.7
metre uzunluğundaki geminin piyasa değerinin ikinci elde 5 milyon
dolar olduğu belirtiliyor. Geminin kapasitesinin 200 TIR’ın taşıdığı
yük değerinde olduğu da her yerde allandıra ballandıra
anlatılıyor... Bugünkü iktidarla ilgili haberler bununla da sınırlı
değil… Yüzsüzlük bulaşıcı bir hastalık gibi birinden diğerine
geçiyor… Osuman Küpe’nin oğlunun da gemi işletmeciliğine merak
sardığı iddia edildi. Küpe’nin oğulları Mimat Hilad, Simail Küpe ve
Yalha Küpe’nin ortak oldukları Buz İnşaat adına 9 trilyonluk teşvik
temin edilerek, Çin’den gemi aldıkları haberleri soğuk rüzgâr gibi
ortalıklarda dolaşıyor.
- Ayrıca Osuman Küpe’nin oğullarının
600 evi olduğu iddiası ise piyasaya bomba gibi düştü! Gözler diğer
oğullarına çevrildi.
- Kepekkatan’ın oğlunun ardından
Yüzali Şimşek’in oğlunun gemi alması siyasi kulislerin gündemine
oturdu. Yüzali Şimşek’in 24 yaşındaki oğlu Serkan Şimşek kız kardeşi
ile 10 milyar lira sermayeli şirketi adına 720 milyar liraya Mo-Mo
gemisi satın aldı. Bunlar bu halleriyle kendilerini kalkındırmaya
çalışıyorlar. Gemilerini kurtaran kaptanlar denmez mi bunlara?
- Sevgili seyircilerimiz burada bu
gibi iktidar faaliyetlerini anlatmaya ne gücümüz yeter, ne de
vaktimiz? Bu sebeple sizi bu konuları bizzat takip etmeye
çağırıyoruz... Biliyorsunuz, hiçbir zaman felaketler sırıtarak
gelmezler. Bu kafalardan kendi çocuklarınız için en ufacık bir ilgi
bekliyorsanız havanızı alırsınız. Bunlara oylarınızı verdiğiniz
için, sizlere onlar adına ne kadar teşekkür etsek az... Hiç olmazsa
bundan sonra da bu zavallıların devlet imkanlarıyla diğer
ihtiyaçlarını karşılamalarına da vasıta olacaksınız. İyi ki
varsınız. Sizin kıymetinizi bilmeyenler taş olsunlar!
- Bekir Efendi : (Radyo haberlerini
dinlemektedir) Ağzına sağlık! Ne kadar güzel konuştun! Bir de benim
gibi 40 yıl gurbette şuursuz çalışanlara çocuklarının yalnız ve
kimsesiz bırakılmalarına, yüreklerinden duygularının sökülüp
atılmalarına sebep olan çıkarcılardan, hainlerden de bahset!
Biliyorum pusudaki kafalar av peşinde! Din maskesi altında
yetkilerini sıçrama tahtası gibi kullananlar var. Zayıf noktalar
daima sırıtıcı oluyorlar... Cahillikler acizliklerin örtüsü... Bu
cılız örtüler çekildikçe çirkinlikler açığa çıkıyor ve etkinlikler
çöküyor!
- Bekir Efendi : (Radyoyu kapatır,
oturur, oğlunun resmini eline alır) Bizi Almanya’da da burada da yok
farz ettiler. Bizim oralarda ağa gibi yaşadığımızı düşünenler var!
Onlara göre sanki para süpürdük! Yürürken... gezerken... yatarken
ceplerimiz marklarla doluyormuş gibi algılandık! Seni böyle
yorumlayanlar karşısında göz göre göre unutuldun... Sonra da
kayboldun! (Derin derin iç çeker) Bir gün olsun... bir kez olsun
sen orada ne bok yiyorsun diyen olmadı... Onlar için lâf üretmek iş
yapmaktan daha kolay!
- Vay Necmi’m vay! Daha çooook
resminle avunacağım. Hiç olmazsa sen yokken dilediğim gibi
konuşuyorum. Kim bilir şu an benim paralarımla hangi kahvehanenin
köşesindesin? Önünde rakı... dut yemiş bülbül gibi hiç sesini
çıkarmadan buraya geleceğin, yani zıbaracağın vakti gözlüyorsun.
Sen orada kalabalık içinde yalnızsın... Ben burada kendi içimde
yalnızım... Ahhh farkına varamadığın bir tek şey var?
- (Sessizlik, müzik, ayağa kalkar.
Duvardaki aynaya doğru yaklaşır...)
- Bekir Efendi : (Aynaya bakarak kendi
görüntüsüyle konuşur) Ahhh... farkına varamadığın bir tek şey var...
dedim ya? Bu da hayatın kısalığı...
- Ömür geçip gidiyor... Dün tuttuğunu
koparıyordun... Bugün oğluna sözünü geçiremiyorsun! 70 yıllık koca
herif! Hıyar oğlu hıyar!
- (Oda kapısından çıkar, sonra bir
kitapla içeriye girer... Masaya doğru yaklaşır ve sandalyeye oturur.
Kitaptan bir sayfa açar, yüksek sesle okur)
-
- Zamanın ikinci yüzü karanlık
- Önümüze çıkan bir çok şeyler var...
- Fark etmediğimiz...
- Yanından geçip gittiğimiz gerçekler gibi!
- Düşmanı bol...
- Zengini aptal
- Fakiri çaresiz
- Okumuşu gayesiz
- Bir toplum...
- Böyle giderse
- Yaşının götürdüğü yerden
- Bir daha
- Geri gelemez Halil Usta...
- (O sırada dış kapı açılır. İçeriye
elindeki içki şişesiyle, sarhoş bir şekilde Necmi girer… Odanın
ortasındaki masaya yaklaşır. Bir sandalyeye oturur. İçkisinden
içer. Bekir Efendi soldaki divana yaklaşır… Üstündeki yorganı açar.
Oturur. İki elinin arasına başını alarak oğlunu izler.)
- (Necmi de babasına doğru başını
çevirir… Göz göze gelirler. Perde kapanır.)
-
-
- ÜÇÜNCÜ PERDE
- (Gün yavaş yavaş ağarmaktadır… Radyo
açıktır. Dış kapıdan giren Bekir Efendi elindeki ekmeği masanın
üzerine bıraktıktan sonra, Necmi’nin yattığı divanın üstünü
düzeltir. Yerdeki şişeleri toplar, diğer kapıdan çıkar. Tekrar
gelerek ekmeği alır. Mutfakta kahvaltı yapmakta olduğu anlaşılır.)
- İki kapı, dolap ve pencerelerden
oluşan bir oda… Sağ ve sol duvarların bitişiğinde iki divanla, solda
divan yanında üzerinde ilaçlar bulunan bir sehpa ve ortada ise
etrafında sandalyeler bulunan bir masa… Duvarda « Ayıyı nereye
götürürseniz götürün kendisini ormanda sanır!» yazısı bulunan bir
tablo asılıdır. Masanın üzerinde ise Necmi’nin çerçeveli çocukluk
fotografı, resimli mecmualar, eski bir şamdan üzerinde mum, kitaplar
ve radyo bulunmaktadır. Duvarda bir ayna, sağdaki divanın yanında
da, yerde yatık bulunan boş içki şişeleri göze çarpmaktadır.
- Radyodan «haber saati” isimli
program konuşmaları duyulur :
- « Sevgili dinleyiciler, işte bir kaç
konuyla tekrar huzurlarınızdayız. Uzun bir yolun çıkış
noktasındasınız! Ayaklarınızı ne kadar uzağa atarsanız atın oradan
hasret çıkıyor... Çeviremeyecekleri dümenlerin başlarına geçenler,
perakende yalanlarla acılarınıza ıslık çalıyorlar. Onlar kötülük
yaparak rahatlıyorlar... Bizleri tüyleri yolunacak tavuk gibi
görenler var! Kemerlerinizi bağlamayı unutmayın... Çünkü sizi
güvenliksiz bir geçitten geçirmeye zorluyorlar. İftiraların
önlerindeki kargaşalıklardan, mahkemelere intikal ettirilen
dayanaksız dosyalardan, ceza şekline dönüştürülen suçlamalardan
medet umanlarla karşı karşıyasınız... Yüzlerinden nefret yağan
ahmaklar, tecavüze uğramış aynalardan, zurnaların ucundaki
sineklerden, türban adı altında rahibeleştirilen kadınlardan, kâtil
kamyonlardan hiç söz etmiyorlar.
- Telefonlarınızın hukuksuz bir
şekilde dinlenebileceğine dair kuşkularınıza hak verenler çok!
Halleriyle dini yalanlayanlar her an size de çamur atabilirler…
Cilalı siyaset devrinde siz de mağdurlar listesinde yer
alabilirsiniz ! Biliyorsunuz kablumbağalar çiftetelli oynamasını
bilmezler! Onlar başarısızlığın dokunulmazlığı ve zayıflığın
gücüyle, masumları kovalama ekibi gibidirler. Yaşadığınız şehirde
size ait neyiniz kaldı? Şimdi ulu orta yapılan bir kötülüğün kırk
yamasından bahsediyor herkes ! Yıpratılmamış bir tek şey gösterin
bana… Sanki onlar sizden öç alıyorlar. Siyasi tercihlerini sizden
yana yapmayanların bulundukları yerlerde kalma ihtimallerinin
ortadan kalktığı da gözlenmektedir ! Başkalarının bastonlarıyla
yürüyenler uzaklara asla gidemezler… »
- (Kapının zili çalar. Bekir Efendi
kapıyı açar. Kardeşi Profesör Kemal elinde bir valizle içeriye
girer. Kucaklaşırlar. Valizi, karşı duvarın dibine konulur.)
- Bekir Efendi : (Radyoyu kapatır) Hoş
geldin kardeşim. Yıllarca birbirimizi göremedik... Saçların da
benimkiler gibi bembeyaz olmuş! Nasılsın, iyi misin? Emekli oldun
mu?
- (Profesör Kemal çeketini çıkarır.
Her ikisi birden ortadaki masanın kenarındaki sandalyeleri çekerek
otururlar.)
- Profesör Kemal : Evet ağabey, hemen
hemen on yıl oldu birbirimizi görmeyeli. Seni ve bende izleri olan
çevremi oldukça özledim. Hepimiz birbirimizden uzaklarda yaşamaya
zorlandık… Anlayacağın hasret, gurbet derken yılları tükettik!
- Bekir Efendi : Olumsuzluklar
içerisine itildik… Birileri de dayanma gücümüzü alıp gittiler.
- Profesör Kemal : Necmi nerede ?
- Bekir Efendi : O bir kahvehane
köşesinde günlerini hiç ediyor... Her gün tirit gibi sarhoş geliyor
eve… Beni sevmiyor. Benimle konuşmuyor. Adeta benden öç alıyor. Yani
ektiklerimi biçiyorum ben!
- Profesör Kemal : Demek alkol
bağımlısı oldu...
- Bekir Efendi : Hem kendini kontrol
edemiyor, hem de çevresini tanımıyor. Yani o küçük Necmi’nin yerinde
başka bir kişi var!
- Profesör Kemal : Hiç kimse
kendisini sorgulamıyor. Dayanaksız ithamlar, kuşku üreten ön
yargılar, gerçekleri gizleyen örtülerle karşı karşıyasız. Bu
sebeplerle senin gücünün yetmediği yerlerde sorumlulara,
destekçilere veya devlet otoritesine de rastlayamıyoruz. Geçen gün
televizyonda konuşmasını dinledim devam eden Fener yolsuzluk
davasıyla ilgili olarak : “Falan ülkede, falan dernek yöneticileri
suiistimal yapmış. Bunun sorumlusu da sizsiniz diyorlar. Bana ne ya.
Bana ne. bir derneğin yöneticileri yanlış yapmışlarsa,
yargılanmışlarsa, buna ne?” dedi.
- Bekir Efendi : Tarihe, tarihi
değerlere hakkını vermek seviyeli bir bakışla mümkündür.
Vatanseverleri ve Atatürk gibi değerleri suçlayanlardan ben inançla
ilgili, insani tavır beklemiyorum. Onlar kendi çocuklarını ve
yakınlarını kurtarma mücadelesi veriyorlar. Yolsuzluluklarla
çevrili yüksek duvarlar ardında saltanat süren bu kişilere bizim
halimiz bedduaya çevrilerek yansıyacak! Yani ben sorumluluk
mevkilerinde bulunan bu kişilerin geleceklerini de iyi görmüyorum.
- Profesör Kemal : Otobüsle Bor’a
gelirken yanımda oturan bir şahsın bana anlattıkları da Deniz
Feneri davasındaki suçlamalardan hiç geride kalacak şekilde
değildi. Kendisi Paris’te çalışıyormuş. Onuncu Paris’in Strasbourg
Saint Denis bölgesinde bulunan Milli Görüş’e ait 64 Numara diye
anılan caminin bu gün yerinde yeller esiyormuş. 6 – 7 yıl öncesine
kadar cami alacağız vaatleriyle 9 milyon Frank’a yakın para
toplandığı söyleniyormuş. Para fabrikası gibi çalışan bu yerde,
kitapçılıktan, lokantacılığa... Bakkallıktan kasaplığa kadar bir çok
iş yeri de faaliyet gösteriyormuş... Cami alınmadığına göre toplanan
paraların nereye gittiğini vatandaşlar birbirlerine soruyorlarmış!
- Otobüste benim önümdeki koltukta
oturan bir vatandaşımız da : «Ülkemizin dışındaki vatandaşlarımızın
karşılaştıklarından bahsediyorsunuz... Biz de burnumuzun dibinde
bize yansıyan olumsuzluklardan rahatsızız! Adeta denetlenmesi
gerekenlerin dokunulmazlıkları var! Denetleme yapması gerekenlerin
de bir şekilde etkisiz hale getirildiklerini görüyoruz.
Birbirlerinin adamları olanlar ister huzur evlerinde olsun, ister
bir başka hizmet alanlarında olsun tecavüzlerin, yolsuzlukların ve
baskıların görmezlikten gelinmesini sağlıyorlar! Olan üçüncü
şahıslara yani mağdurlara oluyor. Bu gibi yerlerde hukuk
işletilmiyor... Yarın bu tür kanunsuzluklara kaynaklık yapmış olan
kişilerin belediye başkanlıklarına getirilmelerine veya milletvekili
adayı olmalarına da hiç şaşırmayın » dedi.
- Ankara’ya indiğimde kömür
kullanılarak havası kirletilmiş bir başşehirle karşılaştım.
- Gelirken bir baktım, ilçemizdeki Özden Çayını kurutmuşlar.
Dereye yığınlar halinde betonlar dökülmüş. Hatıralarımızın kaynağı
bu dereyi kurutmadan önce ne yapıp ne edip sularla besleyemezler
miydi? Dünyanın hiç bir yerinde ırmaklar, nehirler ve kanallar
kapatılamaz... Onlar gelelecek için toplumların güven alanlarıdır.
Yarın, bir gün ihtiyaç duyulduğu anda çevreden gelen sel sularını
taşıyacak bu ırmağı kapatanlar, çevrenin sel sularıyla harap
olmasına sebep oldukları anlarda lanetle anılmayacaklar mı?
Yarınları niçin düşünmüyorlar?
- Her zaman tekrarladığım bir sözüm var : İnsanlar kendilerinden
uzaklaştıkça kötülüklere yaklaşırlar.
- (Kapının zili çalar. Her ikisi
birden ayağa kalkarlar.)
- Bekir Efendi : Necmi bu saatte
gelmezdi? Hem o anahtarıyla açardı kapıyı... Hayırdır inşallah!
- Bekir Efendi kapıyı açar... Profesör
Kemal de merak içerisinde onun yanındadır.
- (Bir polis memuruyla karşılaşırlar.)
- Polis : Oğlunuz Necmi’ye bir kamyon
çarptı... Olay yerinde can verdi. Araştırmalarımıza göre amcasının
Amerika’dan geldiğini görenler ona söylemişler… O da buraya gelirken
koskoca kamyonu fark etmemiş. Cenazesi morga kaldırıldı. Başınız sağ
olsun!
- (Her ikisi de giyinerek dışarı
çıkmak üzeredir.)
- Bekir Efendi : Oğlum... Biricik
yavrum... Seni de kaybettim... Bizi bu hallere düşürenleri ALLAH’a
haval ediyorum. Ben yitirdim, ne olur siz sevdiklerinizi
kaybetmeyin?
- Profesör Kemal : (Ceketini
sandalyenin üzerinden alır) Biricik yeğenim beni göremeden hayatını
kaybettin… Ben de sen çok özlemiştim. (Hüzünlü bir müzikle her
ikisi de ağlayarak dışarı çıkarlar. Perde kapanır.)
Bor, 13.12.2008
|
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
16 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
- HAYATA BAKIŞ
-
Zeynep Şarlak paris’te posta europe gazetesininin
“Genel Yayın Müdürüydü”. Benimle röportaj yapmak
istediğini telefonla bildirdi. ben de bu isteğini
kabul ederek ilgili gazetenin onuncu paris’teki
bürosuna belirtilen gün ve saatte gittim. Önce
birbirimizle tanıştık. Sonra sorular bölümüne geçildi.
bana bir sorusunda “Hayata nasıl bakıyorsun?” Dedi.
Ben hiç abartmadan : “evimin içindeyken sadece
eşyalarımı, odalarımı görüyorum. pencereden
baktığımda arabamı ve caddeden geçen insanları
görüyorum. Çatıya çıkarsam şehrin tümünü seyrediyorum.
Uçakla giderken önce bir şehri, daha sonra bir ülkeyi
ve ülkeleri görüyorum. bütün bunlara rağmen gözlerimi
kaparsam hiç bir şey göremiyorum.” Dedim.
-
Bahsettiğim bu röportaj aylık posta Europe
gazetesi’nin 1999 yılı mart ayında 28. numaralı
sayısında yayınlandı. O zamanlar paris’te doktora
öğrencisi olan Zeynep hanım bugün İstanbul’da bir
üniversitede öğretim görevlisi olarak görev yapıyor.
-
Hızla geçen ömrü iyi değerlendirenler kazançlı;boş
şeylerle uğraşanlar ise biliyorum ki hiç huzurlu
değiller.
-
Geçmişte olduğu gibi başarılı insanlarımızın
köreltilmesi ve ta başında silinip atılması için dış
mihraklı tahrip odakları her vilayette ellerinden
geleni yapmaktadırlar. Onlar kahve köşelerinde
pinekleyen insanlarımızla, birbirleriyle çekişen,
parçalanmış toplumlarla tatmin oldukları için bu yönde
istedikleri her şeyi pervasızca yapıyorlar.
-
Bir zamanlar bana işkence yaptırtanlar da onlardı.
Babamın sattığı av malzemeleriyle, ruhsatlı silahıyla
beni suçlayan piyon insanlar hedeflerine ulaşırken tek
bir Allah’ın kulu çıkıp ;bu gencecik insana haksızlık
yapıyorsunuz, iftira ve asılsız suçlamalarla
incitiyorsunuz ?; Diyen olmadı. Bugün ;o zamanlarda
benimle ilgilendiklerini söyleyen çatlak seslileri ne
yazık ki gerçekleri ifade etme yürekliliğini de
gösteremiyorlar.
-
Her şeye rağmen İlahi Adaletin nasıl tecelli ettiğini
biz biliyoruz. Bundan haberi olmayanlar ulu orta benim
arkamdan asılsız ve mesnetsiz neler konuştuklarının
benim tarafımdan bilindiğini de ne yazık ki
farkedemiyorlar. Birlik ve beraberliği hazmedemiyoruz.
-
Auchan, Leroy Merlin, Carrefour gibi Fransa’da
yüzlerce şubesi bulunan ünlü bir çok büyük mağazaların
sahipleri yahudilerdir. Bütün yabancı ülkelerden gelen
işçiler Türkler dahil, Yahudi patronlardan iş alarak
hayatlarını sürdürmektedirler. Her Yahudi iş yerinde 4
ila 5 tane kumbara bulundurmaktadır. Her sabah
birbirini ziyaret eden yahudiler bu kumbaralara ;bu
gün yahudilik için ne yaptın? Parolasıyla, her birine
en az 10 üro karşılığı para atarak, yahudi
öğrencilere, yaşlılara, hastalara, gençlere ve İsrail
devletine bu şekilde destek olmaya çalışmaktadırlar.
ayrıca yaklaşık 2 santimetre eninde 8 santimetre
boyunda bez üzerine ibranice yazılmış olan armalarını
her yahudi iş adamı iş yerini açarken veya kaparken
eliyle dokunarak öpmektedir. bu adeta gelenek haline
getirilmiştir.
-
Gurbette Fransa gibi ülkelerde iki Türk’ün bir araya
gelip bir iş yeri açtığı hiç görülmedi. Açtılarsa dahi
ömrü 2 yıl sürmedi. Fransızların bu yönde çok sık
ifade ettikleri bir söz var : “Yahudilerin ortaklığı
en az kırk yıl sürer, Türklerinki ise 40 ay
sürmez” Bir çöküntünün içerisindekiler,pekiyi biz ne
yapıyoruz ? Erkeklerimiz erkekliklerini ispat etmek
için her nerede bulunurlarsa bulunsunlar gereğini
yapıyorlar. Kadınlarımız parçalanan aileler içerisinde
acılar içerisinde. universitelerde okuyan kızlarımızın
durumları ise hiç iç açıcı değil; maddi
imkansızlıklar ve kapitalist çark onları da evirip
çeviriyorâ; bu sebeplerle zengin erkekler ve fakir
öğrenciler arasındaki sekse dayalı parasal ilişkiler
ve tahribatlar hiç farkedilmiyor. Ahlak çöküntüsü,
ilişki bozuklukları, ihmal arasında kalan
insanlarımızın günümüzde tek düşündüğü şey ise "para".
Sömürülerle dolu bir hayat;biz sömürülen insanlar
olarak bulunduğumuz ülkelerde ısınmaya çalışıyoruz.
konsolosluklarımız sadece pasaport, evlilik ve
askerlik işleriyle uğraşıyorlar. boş verin bir
üniversiteyi veya liseyi; Fransa’da tek bir Türk okulu
dahi yok. Şimdi metro başlarında, pazar yerlerinde
dilenenler arasında türk kadınları da var. ayrıca
romanya’dan gelen dilenciler fransa’da iyice organize
olmuş durumdalar. ve belli merkezlerden belirlenen
önemli noktalarda dilendirilirlerken öğrendikleri bir
iki kelimeyle kendilerinin "Türk" olduklarını ifade
ediyorlar.
-
Bilir bilmez yukarıya attığımız taşlar başımıza
düşünce, zaman zaman can havliyle, feryat ederek
nedense sen yaptın diye, birilerinin arkasından
koşuyoruz. eee kardeşim sen bu kadar şuursuzsan ben
senin için ne yapabilirim ki?
-
Sanal ortamdaki hızlı değişkenlikler,çoktan beri sanal
ortamda gruplar arasında geçen tartışmaları izliyorum
veya yazışmalara katılıyorum. Aynen günlük hayatımızda
olduğu gibi bir ortamı bu alanda da görüyorum.
Tacizler, hakaretler hatta uydurma söylentiler bir
anda önemli bir seviyede bir çok yere ulaştırılıyor.
stres ve çöküntüler içerisine giren insanları hatta
kışkırtıcılık yapanları veya bunlar için fırsat
kollayanları farkediyoruz. tehditleri, karşı
koymaları, sindirme hareketlerini ya da yönlendirme
gayretlerini veya ustalıkları izleyebiliyoruz. Bizim
bilmediğimiz, farkedemediğimiz hatta geleceğe
taşınabilecek olayları ve acıları bu boşluk veya
kontrolsüzlük içerisinde hissedebiliyoruz. önemli olan
güçlü olmak veya olaylara geriden bakarak bu akıntının
boyutlarının farkında olmaktır. hızlı bir değişkenlik
içerisinde gelişmelerin neresinde kalabileceğimizi
kestirmenin de kolay olduğunu söyleyemeyiz. bir
sürükleniş içerisinde bir yığın olaylara hazır
olmayanları belki kendimiz de dahil gelecekte farklı
konumlarda ve istenmeyen olaylar içerisinde görmeye
kendimizi alıştırmalıyız. çünkü bize dost görünen
düşmanlarımız bizleri huzurlu görmek istemiyorlar.
-
Uzaktan farkedebilmek; bazı şeyleri uzaktan farketmek
mecburiyetindeyiz.
-
Yazımın ilk başlangıcında ifade ettiğim sözlerimi
tekrarlamak istiyorum : “evimin içindeyken sadece
eşyalarımı, odalarımı görüyorum. pencereden
baktığımda arabamı ve caddeden geçen insanları
görüyorum. çatıya çıkarsam şehrin tümünü seyrediyorum.
uçakla giderken önce bir şehri, daha sonra bir ülkeyi
ve ülkeleri görüyorum. bütün bunlara rağmen gözlerimi
kaparsam hiç bir şey göremiyorum.”
-
Selam ve sevgilerimle,
-
İç Mimar ve Endüstri
tasarımcısı
-
http://monsite.wanadoo.fr/sevgı/
-
http://serran.site.voila.fr/index.jhtml
|
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
17 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
UNUTMAYIN Kİ DÜNYA SİZİN GÖRDÜĞÜNÜZ GİBİ DEĞİL
TANIMAZLIKLAR AĞI
Duruşunuzu gözden geçirin. Her
davranışınıza genelge çıkartmayın
Ne kadar çok şeye bağlanırsanız yürümeniz o kadar güçleşir
İç büyümenizin, fiziksel dış büyümenizden daha çok sizin
keşiflerinize ışık olabileceğini unutmayın.
YANLIŞLIKLARLA ÖRÜLEN DUVARLAR
Yalanlarınız hırslarınızla
beslendikçe içsel hayatınız zedelenebilir
Başkalarının yönlendirmeleriyle hareket etmenizin devamlılığı
kimliğinizi tanınmaz hale getirebilir.
İçinizde oluşturduğunuz dengesiz
kurgularla dışa doğru yaşama süreci kişisel beklentilerinize ve
büyümenize engel olabilir.
İÇLERİNDEKİ AÇLIKLARDAN HABERLERİ OLMAYANLAR
Sorumluluklar başkalarının
varsayımlarıyla elde edilemez.
Seçenekleriniz size ait olmalı… Bilinçli adımlar
atmalısınız…Gözden geçirilmemiş güç, yıkıcı ; ani ve hesapsız
kararlar da üzücü olabilir…
Bunları unutmayın
İÇGÖRÜSÜZ BİR YÜREK, REHBERSİZ BİR RUH
Tanımadığınız ve sonu görünmeyen bir
yolda hesapsız yürümeniz çevrede bulunan köpekleri kuşkulandırabilir
Nereden ve neyin çıkacağını
bilmediğiniz bir yönde
Sonsuzluğa gitmek gibi fikriniz
olamayacağına göre ne yapmak istediğinize şimdiden karar verin.
Unutmayın ki dünya sizin gördüğünüz
gibi değil.
Paris, 06.05.2007
|
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
|
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
|
|
BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR! |
Hazırlayan
Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi corumlu2000@gmail.com |
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
|
Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL
adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM |
Hukuka, Yasalara,
Telif ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir. |
|
|
|
|
|
|
|