İÇİNDEKİLER
Mahmut Selim GÜRSEL TAKDİM
Hayat Hikayesi
ÇORUM SEVGİSİ
PEYGAMBERİMİZ DOĞARKEN
İSTİKLÂL MARŞIMIZDAKİ TEMEL KAVRAMLAR
GELECEĞİN ÇORUMU
NEREDE DURABİLİRİZ
ÇORUM ÜNİVERSİTESİ ÇORUM'A NE GETİRİR?
KAP BİR HAYAL Mİ?
ÇORUM'DA RAMAZAN KÜLTÜRÜ
ÇORUM EVLERİ
BEKTAŞİ ÖĞRETİSİNDE ADEM (A.S) ve ALEMLERİN YARATILIŞI KONUSU
MENKIBELERLE KOYUN BABA

 

 
Çalışma TELİF ESERİDİR izin almadan kullanmayınız!
Hazırlayan Mahmut Selim GÜRSEL
corumlu2000@gmail.com
Sitemiz ve yazarlarımız;hukuka, yasalara, telif haklarına ve kişilik haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir.

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 01

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

KİTAP ismi  Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

TAKDİM           

Bir kitabın doğması, o kitabı yazmaya kalkan kişinin amacına ve bilgi birikimine göre değerlendirilmesi uygun olarak görülmelidir.

            Elinizde bulunan bu çalışmanın sizlere ulaşması için günlerini veren bu çabası için şükranlarımı sunarken, bu çalışmada da benim ufacık bir katkımın da bulunması beni bahtiyar etmiştir.

            Bu çalışma ile sizlerde bazı bilgileri edinmiş ve faydalanmış olarak uzun yılların birikimlerinden aydınlanacağınızı göreceksiniz.

            Bilgi; yazılmadıkça kaybolmaya açık birikimlerdir. Her insan bir kitaptır; onu okumamız gereklidir.

            Tanımadığımız ve anlamadığımız kişiler hakkında nasıl kararlar veremezsek; bir çalışmayı da incelemeden, okumadan karar veremeyiz. 

Mahmut Selim GÜRSEL  

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 02

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

Mehmet Şakir ÇIPLAK

1948 yılında Çorum'da doğdu. İlk ve Orta öğrenimini  Çorum'da  yaptıktan sonra 1970 yılında Bursa Eğitim  Enstitüsünün  Türkçe  bölümüne girdi.1973 yılında Türkçe öğretmeni olarak mezun oldum.  Çeşitli  illerde  öğretmenlik  ve  yöneticilik yaptı. 
Babası  1. Dünya  ve İstiklâl savaşlarına katılarak önemli yararlılıklar gösteren Çamlıcalı İsmail  Efendidir.  Bu yararlılıklarından dolayı İstiklâl Harbinden  sonra T.B.M. Meclisinin karar ve Meclis Başkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün imzasıyla kırmızı şeritli "İstiklâl Madalyası" ile ödüllendirildi. Çorum'da ilk defa Kuva-i Milliye hareketinin başlaması için bugün Veli Paşa Hanı diye bilinen Hitit Gıda müessesinin üzerindeki han odalarında ilk Kuva-i Milliye derneğini kuran altı kişiden birisidir. Daha sonra kendi yöresinde ilmi,siyasi ve toplumsal  görevler  ifa ederek son derece sevilen ve sayılan bir kişilik kazanmıştır.Böyle renkli bir  ailede yetişen M. Şakir Çıplak öğretmenliğe ve yazarlığa daha  okul  yıllarında kendisini  hazırlamıştır. Onun hayatını; Öğretmenlik,Yazarlık ve Yöneticilik diye üç bölümde ele  almak  mümkündür. Öğretmenliğe  ilk  defa  Bitlis  Lisesinde  başladı . Daha sonra Bursa Erkek Lisesi ve Bursa İmam-Hatip Lisesinde devam etti. 980 öncesinde Çorum İmam- Hatip Lisesinde  göreve  başladı. Buradaki öğretmenlik ve yöneticilik  görevlerim 1992 yılına kadar sürdü.  1992  yılında Çorum Milli Eğitim Şube Müdürlü,sonra aynı yerde Müdür Yardımcılığına geçti. Kasım 1996-Ekim 1997 tarihleri  arasında  Milli Eğitim  Müdürlüğü görevinde bulundu. Gerek öğrencilik ve Öğretmenlik,gerekse yöneticilik yılların da hiçbir ceza almamış, birçok  ödül, teşekkür  ve taktir name ile taltif edilmiştir. 
İlimizde   İlahiyat  Fakültesi  açıldığı 1993 yılından  beri bu Fakültede Türk Dili  İslâm Edebiyatı ve Türk Dili derslerine girdim. 1998 yılı başlarından itibaren ise bir Fakültede Öğretim Görevlisi olarak görev aldı. Lise yıllarında  yazı yazmaya başlaya M. Şakir Çıplak, o zaman Çorum'da yayınlanan "Yeni Çorum"Gazetesinde Aydın Kaleli'nin dikkatini çekmiş. Yazı  yazması  için  kendisini  teşvik etmiştir. Yüksek öğretimi  sırasında  Bursa'da  düşünce ve fikir çevresini  genişletmiş  "SUR"  isimli bir Fikir Sanat ve Edebiyat dergisi çıkartarak yeni bir edebiyat ve fikir çevresi oluşturmaya çalıştırmıştır. Bu derginin daha  sonraki yıllarda (Hekimoğlu İsmail tarafından çıkartılan aynı  adlı dergiyle hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Onların bu isimle çıkış tarihi da ha sonraki yıllara rastlar.) Sur Dergisinin yazarları arasında: Beşir Ayvazoğlu,Yaşar Nuri Öztürk,Sabri Akdeniz, merhum  Faruk  Kadri  Timurtaş, İlhan Yardımcı,Ali Erdal,Mücahit Yılmaz, Yılmaz  Özgür gibi isimler vardı. Sur dergisi 1971-1974 yılları arasında 17 sayı yayımlandı. O zaman önemli bir etki de sağlamıştır. Sur Dergisinin hem Yöneticiliğini,hem de yazı işlerini yürüttüm. Daha sonraki yıllarda: Bursa Marmara,Bursa Hakimiyet,Ankara'da yayımlanan Zafer gibi gazetelerde de yazıları çıktı. Bazı edebiyat ve sanat dergilerinde denemeler, eleştiriler  ve  hikayeleri  yayımlandı. Yine Çorum' da İmam-Hatip Lisesinde "İDRAK" adlı dergiyi yayımladı. Bu dergi de Çorum halkı tarafından beğeni kazanmıştır. 
Çorum'da  yayımlanmaya  başlayan   Çorum   Hakimiyet  Gazetesinin  kurulması ve yayın hayatına  başlamasında  önemli  görevler aldı. Bu gazetede yazdığı köşe yazıları ile Çorum'da kendisini tanıttı. Yazı hayatı halen devam etmektedir. Ayrıca Çorumlu 2000'da de yazıları çıkmaktadır.  Çorum'da  birkaç  defa  sahnelenmiş olan "İstiklâl Marşı'nın Kabulü" isimli tiyatro eseri bastırılmamıştır.  İlahiyat  Fakültesi'nde  okuttuğu  ders notlarını bir araya getirerek"Türk İslâm Edebiyatı" adlı çalışması kitaplaştırılmış ve  Fakültede  ders notu olarak okutulmaktadır.Bu güne kadar yazdığı yazılarım gazete  ve dergilerde durmaktadır. İleride bu çalışmaların yayınlanması bir çok okuyucunun  dileğidir.  Öğretmenlik  ve yazarlık hayatında birçok kişi ile tanışmış ve insanların  hayata bakışı,hayattaki  rolleri, alışkanlıkları ve amaçları doğrultusunda  iyi  gözlemler yaparak yorumlama imkanını bulmuştur . Hayatın daha çok olumlu ve yaşanabilir yanlarına bakarak en iyi ve güzeli yakala manın  mümkün  olduğuna inanan yazarın yazılarında  daha  çok  gözlemleri etkisi vardır. Yayınlanan yazıları  içinde Çorum'un  gelişmesi ve yeniden yapılanması  hususundaki  öneri ve görüşleri çeşitli platformlarda tartışılmıştır. Bu yazıları kitaplaşması halinde
Çorum için yararlı olacaktır. Yayınevimizin basılmış ve sanal yayınlanmış dergilerinde yazıları bulunmaktadır.
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 03

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

ÇORUM SEVGİSİ
            Çorumlu olmak her Çorumlu gibi bize gurur vermektedir.  
Sevgilerimizi, acılarımızı yaşadığımız, çocukluğumuzun, gençliğimizin geçtiği yerdir.
Burada her taşına ayak basarak, hatıra bırakarak yaşadık.
Sokaklarının her karışında aşıklarımızın, daşeneklerimizin izi, çevirdiğimiz çemberlerimizin taşlara çarparak çınlatan sesi vardır. 
Okul yıllarımızın anıları tap taze yaşamaktadır.
Yazı Çarşının; Uzun Sokağında ki ulu ağaçların altında, Mecitözü Caddesinde, Devanede, Milönünde, Ahçılarda, Parkta, Çamlıkta koştuğumuz, düştüğümüz, kaçıp kovaladığımız... 
Uzun uzun ders çalıştığımız Şehir Kütüphanesi, kahvehaneler vb. Onun için her dışarıdan gelişimiz de bu aydınlık anılar bizi karşılayıp gülümsüyor.  Ardından hizmet yıllarına ait acı, tatlı birçok iz.  Bırakabildiğimiz, bıraktığımızla övündüğümüz, emekler, eserler...
Belki havası suyu daha değişik, denizi ormanı yeşil ile mavinin at koşturduğu yabancıların bakmaya, hatta kalıp yaşamaya doyamadıkları güzel yerlerde görmüş, oralarda da kalmış güzel günler, aylar, hatta yıllar geçirmişinizdir. Üç beş günlük tatil, birkaç haftalık izin, geçici görevler oraları da vatan diye sevmeye yetiyor ama kendi şehrimizin havası hatta büyüsü bambaşkadır.
            Çorum'dan hiç çıkmayanlar, buranın suyunu içip, ekmeğini yiyenler, havasını soluyarak yaşayanlar güzel Çorum'umuzu inanın ki daha çok seviyorlardır. Peki, ama ya dışarıdakiler?   İşi, görevi gereği başka şehirlerde oturup Çorumluyum diyenler sevgilerini nasıl gösterecekler, nasıl sevinecekler? Yılda gelen iki bayram şöyle bir teğet geçmeye yeter mi bunca anıyı hatırlayıp, tazelemeye, yeniden yaşamaya?
            İşte; İstanbul'da otursa da Muhterem Salim Akaydın'ı Çorum'a getirip on sekiz derslikli bir okul yaptırmaya sevk eden duygu memleket sevgisinden başka ne olabilir? Bin evlerin tepesine Sungurluya okullar yaptıran Haydar Öztaş da aynı duygularla dolu bir in-sandır. Hatta; Elazığ'daki fabrikasını Çorum'a taşıyarak bu memleketin insanına hizmeti görev sayan Sayın Mustafa Duduoğlu'nu da saygıyla anmak gerekir. Fakir, fukara dostu; merhum Hüsnü Orhun'u da rahmetle yad ediyorum.  Bunlara başka isimleri de eklemek mümkündür. Mesela eski Millet Vekili Adnan Türkoğlu büyük yatırımlar getirerek uzun yıllarda takipçisi olmuştur. Ancak bu isimleri daha fazla çoğaltmak imkânı var mıdır? 
Bence yoktur.
Çünkü Çorum'da dışarıdaki Çorumlunun yaptığı yatırımlar bir elin parmaklarının sayısını ancak bulabilmektedir. Varlıklı aileler adlarını uzun yıllar yaşamasını sağlayacak başka okullar, fakülteler yapmak imkânına sahiptirler. 
Mesela: İlahiyat Fakültesi yapmak, çocuk evleri, yaşlılar  yurdu, ortopedik özürlü, işitme ve görme özürlü, spastik özürlü çocuklar için eğitim merkezleri açmak, hatta kendi işyerini, fabrikasını Çorum'a getirip iş ve istihdam alanı sağlamak ve daha pek çok güzel hizmet yüreğinde Çorum sevgisi olanları beklemektedir.
            Birde kendisi ile barışık olmayanlar var.
Kazancı milyar dolarları aşmış, sanayide, ticarette bu şehrin imkânları ile gelmiş büyümüş, şimdi de gözü dışarıda olanlar var.
Acaba hangi ile yatırım yapsam da varlıklı olduğum bilinmese, bütün kazandıklarım kendimde kalsa, kimse ile paylaşmasam, kazanırken alnım bulgur, bulgur terlerken, kimse halin nasıl diye sordu mu ki paylaşma bekleniyor, hep benim, hepsi benim diye düşünenler...
İlk bakışta masum ve haklı görürken bu düşüncenin altında aslında insanın kendisini kötüleyen, küçülten duygular gizlidir. 
Bu duygulardan birisi bencillik, birisi de sadece yemek, çalışmak ve yatmaktan başka manevi bir kıymet edinememiş olma duygusudur. 
Aslında kimse sizden bir şeyinizi paylaşmak istemiyor. Bu istek sizin içinizden gelecek, iyi duyguları depreştirip hayır duaları alarak mutlu olacaksınız, mutluluğun tadına varmayı sezeceksiniz. 
Bu mutluluğun sırrına bir defa erebilmek önemli... 
Paylaşmak, güçlenmek, sevilmek, dostlar edinerek zenginleşmek anlamına geliyor.
Kaçmak, görünmemek, varlıklı olduğunu belli etmemek, kendi yakınlarının bulunduğu yere yatırım yapmak, hatta tanınmamak için arabasının plakasına 19'u asmak korkaklığı, çekingenliği, bencilliği ve mutlu olmayı bilmemeyi anlatıyor.
İşte; elinizdeki şu dergi de bu güzel duygulara araç olmaya vesile olmak için yaşama savaşını veriyor.
Çorum'u gizli ve açık izlemenin bir yolu bu dergiye ulaşabilmektir.
Bizim Çorum'u sevmek konusundaki nasibimiz ise galiba birkaç satır karalamaktan ibaret.
Hayra vesile olmasını diliyorum.
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 04

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

PEYGAMBERİMİZ DOĞARKEN

Rabb'im emreyledi Rıdvan'a ki
Donat Cennet ehlini,Cennet ile.

Habibullah vücuda gelecektir
Dolacaktır dünya af ile rahmet ile

Rabb'im Cibril'e emreyledi: İn !
Cehennem kapılarını kapat heybet ile

Kurda kuşa bugün haber sal
Bu gece kalmasınlar gaflet ile

Amine diyor ki; olan oldu o an,
Geliverdi Ahmed ilâhi kudret ile

Susadım su istedim içmek için,
Elime sundular kadehi şerbet ile

Soğuktu ve aktı kardan,şekerden
Tatlıydı içtim,içtim lezzet ile.

Bu kez nurlar içine düştüm
Bürüdü nurlar beni ismet ile

Bir ak ok kuş geldi arkamı sığadı
Güçlü ve süzgün iki kanat ile

O an doğdu nur topu varlık
Üstündü herkesten kıymet ile

Ne kan gördüm,ne su gördüm,ne ağrı
Doğurmadım ben onu zahmet ile

Duyuyordum dalga dalga sevinç çığlıklarını
Kayboldu gece ve karanlık bin set ile

Dile geldi duvar,taş ve toprak
Söyleşirler bilge gibi hikmet ile.

Müjde verirler artık birbirlerine
Koca dünya Ahmed'i kucaklar Ümmet ile

Görüyorum Mekke şehri ışıl ışıl,
Işıklar bürüdü her yeri inat ile

Kendime gelip baktım ki evden
Gidiyor Huriler dizi dizi cemiyyet ile.

Ne göreyim doğan yavrucak yanımda değil
Yüreğimde kor ateşler yandı hasret ile

Sandım ki Huriler alıp götürdüler
Gözlerim dört yanı aradı dikkat ile.

O da ne ! Evin bir köşesinde Mustafa
Beytullah'a yön çevirmiş kudret ile

Başı secdede parmağı dudaklarında
Söyleşir Hakk'a ermiş vuslat ile

Annesi koşup bağrına basmak istedi
Kundağa sarılıp sevindi devlet ile

Sakın ha ! Diye gizili bir ses duydu,
Cihanı tuttu büyük bir heybet ile

Diyor ki: gizle halkın gözünden özünü
Geliyor Muhammed Musaf'ı Risalet ile.

 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 05

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

İSTİKLÂL MARŞIMIZDAKİ TEMEL KAVRAMLAR
İstiklâl Marşımızın kabulünün 84. yılına girerken marşımızdaki temel kavramların bize ilham ettiği değerleri yeniden hatırlamak, hangi kavramlar üzerinde ısrarla durulduğunu anlamak son günlerde yaşanan fikir ve düşünce kargaşaları içinde milli ve manevi değerlerimizin tespiti bakımından yeniden büyük önem arz etmeye başlamıştır.
İstiklal Marşımız bilindiği gibi Türk Milletinin en karanlık günlerinde yazılmış milletimizin hislerine heyecanlarına umutlarına ve isteklerine tercüman olmuş edebi tarihi ve Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından resmen kabul edilmiş yasal bir metindir.
İstiklal Marşının kabul edildiği oturumda oturum başkanı ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı olarak bir konuşma yapan Mustafa Kemal Atatürk;
“Mondros mütarekesinden sonra memleketin içine düştüğü çok kötü günleri hatırlattıktan sonra bugün her cephede başarıdan başarıya koşan bir ordu bulunduğunu milletin bu orduyu her türlü zorluğu ve yokluğu göze alarak desteklediğini belirtir, savaşan askerlere, komutanlara ve onlara destek olan halka teşekkür eder, artık Sevr anlaşmasının hü-kümlerinin geçerli olmadığını düşmanların kabul ettiğini vurguladıktan sonra “ufkumuzda yeni doğan ışıkların bu kadar felaket görmüş olan vatanımıza hayırlı sabahlar getirmesi için dua ediyorum.” diye sözlerini bitirir.
Diğer milletvekilleri de İstiklal Marşı olarak seçilecek şiirin hem milli duyguları galeyana getirmesi gerektiğini hem de edebi değerinin yüksek olması gerektiği üzerinde dururlar, meclise gönderilen 724 şiir arasından Mehmet Akif Bey'in şiirinin bu özelliklerin tamamını içine aldığını belirterek büyük bir çoğunlukla milli marş olarak kabul ederler.
Biz bu incelememizde İstiklal Marşı olarak seçilmiş olan bu metindeki temel kavramları ve bu kavramların bize anlattığı değerleri tespit etmeye çalışacağız.
            1. CESARET YİĞİTLİK KORKUSUZLUK: Şair marşın ilk mısrasının ilk kelimesinde “korkma” diye millete ve milleti temsil eden bayrağa seslenirken korkusuzluğa olan kuvvetli imanını da haykırıyor. Ancak kendi yaşadığı dönemde solgunlaşıp tek tek düşen bayrakları yani vatan parçalarını da hatırlamadan edemiyor. Balkanların, Selanik'in, Üsküp'ün nasıl düştüğünü acılar içinde gören odur.
Çanakkale'ye destan yazan yine odur ama 1915 yılında topla tüfekle Çanakkale'yi geçemeyenler 1918'de ellerini kollarını sallayarak gemilerini İstanbul Boğazına demirlemişler, toplarının namlularını da Dolma Bahçe Sarayına doğrultmuşlardır. Bu acı manzarayı görüp Anadolu yollarına düşen de yine o ve onun gibi korkusuz kahramanlar ve yiğitlerdir. İzmir'in, Bursa'nın, Balıkesir'in düşüşünü görüp buralar tekrar alınarak vatan toprağı yapılıncaya kadar meclis kürsüsüne kara örtüler serilmesini teklif eden yine odur. Çünkü korkusuzluk onun mayasında ve ruhunda bulunun asil bir meziyettir, onun için marşımızın ilk kelimesi bu hitapla başlamaktadır. Mısır'ın, Bağdat'ın, Musul'un Kerkük'ün, Batum'un Nahçivan'ın Kırım'ın Kafkasya'nın bir bir akşam şafağının karanlığa dönüşmesi gibi elden çıktığını gören ve yaşayan bir vatan şairinin ruhundaki heyecan ve yansımayı siz düşününüz. İşte “Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak” mısrasında bu ruh iniş çıkışları acılar ve umutlar bir arada verilmiştir. Ancak şiirde korkudan çok ümit ön plana çıkmaktadır.
            2.SANCAK: İstiklal Marşı şairi Al Sancak sözüyle Türk milletini temsil eden ay yıldızlı Türk Bayrağını hatırlatıyor. İkinci Mahmut'un ıslahat hareketlerinden sonra bayrak kelimesi yerine sancak kelimesi kullanılmaya başlanmıştı. Tarihte kullanılan Türk bayrakları içinde de al renk ön plana çıkmaktadır hemen her dönemde kullanılan bayraklarımızda bu renk görülmektedir. Şairimiz ise “yüzmek” sözünün su üstünde Durmak anlamından ziyade bolluk bereket ve çokluğu ifade eden falan kimse bolluk içinde yüzüyor örneğinde ki anlamı bu kelimeye yükleyerek bayrağın renginin kutsallığını, semaviliğini ve erişilemez güzelliğini ifade etmektedir.
3. TÜTEN OCAK: Şairimiz son Türk ailesinin veya en son Türk ferdinin yok edilmesinden sonra ancak al sancağın düşürülebileceğini hatırlatmak üzere bir aileyi bir millet bir milleti tek yürek bir aile olarak düşünmektedir. Türk tarihinin çeşitli devrelerinde bir Türk ailesinden nasıl bir millet yaratıldığı hatırlatıldığı gibi tek yürek olan bir milletin ne görkemli medeniyetler kurduğu hatırlatılmakta ”ocak” kelimesine ateş yanan, aş pişen mekânlardan ziyade aile, bir milleti temsil eden duygu ve düşünce bütünlüğü taşıyan topluluğu ifade eden anlamlar yüklenmiştir. Bir fertten veya bir aileden nasıl bir millet yaratıldığı Türk destanlarında övgüyle anlatıldığı gibi ilk yazılı Türkçe metinler olan Orhun Abideleri dediğimiz Bengi taşlarda da ifadesini bulmaktadır. İşte bu kelimede Türk milletinin bu meziyeti ve Türk tarihinin millet ve devlet kurma safhaları şairane bir üslup ile bizlere hatırlatılmaktadır.
4.YILDIZ: Türk milletinin kaderidir, talihidir. Kendisini kader yazıcısı olarak görüp Anadolu'ya ve Türk ülkelerine yeni şekiller vermeye yeltenen kişilerin ve devletlerin düşleri, düşünceleri, hayalleri ve kötü emelleri Türk milletinin kaderi olamaz. Bir kişinin veya milletin kaderini yalnız ve ancak yüce Allah'ın takdir edip yazdığına herkesten daha gür ve sarsılmaz imanla inanan Mehmet Akif, Türk milletinin yıldızının parlak, talihinin acık, kaderinin özgürce yaşamak olduğunu seçtiği bu özel kelime ile anlatıyor.
            5.MİLLET: Şair Türk milletini kaderini Tanrının yazdığı özgür bir millet olarak tanımlıyor. Bir fert bir millet bir millet bir fert anlayışından hareketle en son Türk ferdi eğer hayattaysa bu milletin yıldızının parlayacağı, istikbalinin açık olduğu kesin bir imanla anlatılmaktadır. Akif'in bu kesin inancı memleketin içinde bulunduğu o buhranlı günlerde fazla abartılı görülmüş, onun özgürlüğe olan bu düşkünlüğünün artık hayal olduğu o zamanlar söylenmiştir.
Fakat zaman İstiklal Marşı şairini haklı çıkarmış, 1921 yılının mart ayında İstiklal Marşının yazıldığı günlerdeki karamsarlık 1922 yılının ikinci yarısından sonra zaferlerle sonuçlanmaya başlayınca şairin bu inancında ne kadar haklı olduğu ortaya çıkmıştır. Kaldı ki, Türk Milleti tarih boyunca pek çok sıkıntılara darbelere savaşlara hatta yenilgilere maruz kalmış ama bir şekilde kendi milli benliğini yitirmeden o sıkıntıların hepsinin üstesinden gelmiştir. Hem Divanı Lügat'it Türk de hem Kutadgu Bilig'de birlik ve beraberlik içinde olunduğu sürece millet olarak ayakta kalmanın gereği ve örnekleri sıralanmış, milletin özellikleri ayrıtlıları ile anlatılmıştır. Türkçenin hemen her yazılı belgesinde millet olarak yaşamanın gereği ve zorunluluğu belirtilir. Onun için Türk destanlarında Türk milletinin Tanrının yeryüzüne bir armağanı olarak geldiği inancı vurgulanır. İstiklal Marşımızdaki “O benimdir, o benim milletimindir ancak” mısraı bütün geçmişi ve geleceği ile Türk milletini ifade eder.
6.NAZLI HİLAL: Türk bayrağıdır. Edebiyatımızda eşyaya kişilik özellikleri kazandırarak anlatmak anlamına gelen teşhis sanatını kullanarak bayrağı nazlı bir Türk güzeline benzetmekte,
Kahraman ırkım dediği aziz milletimize gülümsemesini istemekte, milleti de hatırlatan güzelin bakışlarında tereddüt kızgınlık şüphe geleceğe ait herhangi bir endişeli bakışa tahammül edemediğini ifade etmektedir Memleketin istikbalini memleketin güzellerinin tebessümlü bakışlarında görme ifadesi Türk edebiyatında yeni bir anlatım tarzı değildir.
Yavuz Sultan Selime ait şu beyit'in onun İstanbul'a ve Osmanlı ülkesine olan aşkını ifade ettiği söylenir. “şîrler pençe-i kahrımdan olurken lerzan/ Beni bir gözleri âhuya zebun etti felek ”Kanuni Sultan Süleyman da sahip ve hâkim olduğu ülkelerin baha biçilmez güzelliklerini kendinde toplayan bir özge sevgiliye bir nazlı hilale şu mısralarla seslenir:
 
“Celîs-i halvetim varım habibim mah-ı tabanım
 Enisim mahremim varım güzeller şahı sultanım
İstanbul’um Karamanım diyarı milket-i Rumum Bedahşanım a Kıpçağım ü Bağdadım Horasanım” Şairimiz vatanı milleti ve bayrağı en çok değer verilen objelerle Türk edebiyatının kullandığı sanatları kullanarak bize bedii zevkleri de bu şiirin içinde sunmaktadır.
           7. KAHRAMAN IRKIMIZ: Yüce Türk milletidir. O millet ki Hakka tapmaktadır. O millet ki vatanı uğruna hiç çekinmeden kanını dökmesini bilmiştir. Vatan sevgisini her şeyin üstünde tutan bu milletin, şairin “nazlı hilal” dediği bayraktan, al sancaktan yani yine bu millettin öz insanlarından, şehitlerinden gazilerinden bir isteği var: Yapılan fedakârlıklardan, dökülen kanlardan şahısları adına her hangi bir maddi beklenti içine girmemek kısaca vatana hakkını helal etmek. Bu ırkın, bu milletin en büyük hasleti vatan savunmasını namus borcu bilmek, bunun karşılığında ise şerefi ile yaşamaktır. Bu ırkın bu milletin bir başka özelliği Hakka tapmaktır. Yani Allah'a inanmaktır. Yani doğruluğa sarılmak dürüstlükten ayrılmamaktır. Çünkü Hakka tapmanın Allah'a yürekten şeksiz ve şüphesiz iman getirmenin, doğruluktan ayrılmamanın karşılığı millet olarak özgür yaşamaktır. Hakkı sevmek aynı zamanda bütün insanlığı sevmektir. Yani bütün insanlığın hakkını gözetmektir. Onun için Yunus Emre :
“Hakkı gerçek sevenlere cümle alem kardeş gelür” demiştir. Yine Yunus Emre'nin
“Yetmiş iki millete suçum budur hak dedüm     
Korku hıyanettür ya ben niçin korkaram.”
Mısraları da Akif'in buradaki duyguları ile örtüşmektedir. Bu milletin başka değerleri de vardır ki şiirde o değerlere de telmihler vardır. Bu değerlerin başında erlik Alplik ve bilgelik gelir. Bu özellikler bu kelimelerle ifade edilmemiş olsa da  “Hangi çılgın bana zincir vuracakmış” mısraında apliğin, “Doğacaktır sana vaat ettiği günler Hakkın” mısraında bilgeliğin “Hakkıdır Hakka tapan milletimin istiklal “mısraında doğruluğun telmih edildiğini söyleyebiliriz.
              8.HAKKA TAPMAK: Bin yıldan fazla bir zamandır İslam'ın bayraktarlığını yapan Türk milletinin en önemli özelliği bu kavram içinde bulunmaktadır. İlk Türk Müslüman hükümdarı olarak bilinen Satuk Buğra Han'a ait destan parçalarında “seller gibi aktık/ şehirler üstüne vardık/ Müslümanların al bayrağı yükseldi.” Gibi dini ifadelerle başlayan İslam sevgisi Türk milletinin ayrılmaz bir özelliği olarak üzerinde şerefle taşıdığı bir güzellik abidesidir.
Türk milletinin özellikleri Dede Korkut hikâyelerinde en güzel şekilde ifadesini bulur. Dede Korkut diyor ki: “Allah Allah demeyince işler düzelmez, Kadir Tanrı vermeyince er zenginleşmez, ezelden yazılmazsa kul başına kaza gelmez, ecel vakti gelmeyince kimse ölmez …” Tarih boyunca Türk milleti Hakkı üstün tutmak ve Hak yoluna varlığını feda etmek için adeta can atmaktadır. Bu milletimizin Allah'a olan inancının sarsılmaz ifadeleridir Hak kelimesi Allah'ın isimlerinden olduğu gibi adalet ve doğruluk anlamına da gelir ki Türk milleti yüz yıllarca adalet dağıtan insanlara, milletlere ve devletlere iyilik ve Hak severlikle muamele yapmak suretiyle ün salmıştır. Tarihte bunun pek çok örneği vardır. Nitekim Osmanlılar zamanındaki fetihlerde Osmanlı yönetimine giren ülke halklarının adalet ve iyilik gördükleri menkıbe gibi anlatılmaktadır. Bugün Avrupa Birliğine girerken Türk milletinin ayrıcı özelliği olarak öne çıkan en öneli mesele onun Hak perestliğidir. Şimdi Avrupa Birliğine milletimizin bu özelliğini koruyarak girmesi mücadelesi verilmektedir. Avrupa Birliği bir Hıristiyanlar kulübüdür Hakka Tapan bir millet olarak Türkler buraya giremez savı ne kadar kabul görecektir, bunu da önümüzdeki zaman içinde göreceğiz.
9.HÜRRİYET VE İSTİKLAL: Türk milletinin karakteridir. İstiklal Marşımızda bulunan pek çok mısra Türk milletinin bu özelliğini vurgular:
Ben ezelden beridir hür yaşadım hür yaşarım
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım
Kükremiş sel gibiyim bendimi çiğner aşarım
Yırtarım dağları enginlere sığmam taşarım.
Mısraları bu duygu ve düşüncenin en yoğun olduğu hürriyet ve bağımsızlığın anlatımında en yüksek anlatım gücüne eriştiği ifadelerdir. Gerçekten de Türk milleti, tarih boyunca pek çok devlet kurmuştur. Cumhurbaşkanlığı forsunda bu devletlerin sayısı on altı yıldız ile ifade edilmiş ise de bu sayıdan daha fazla devlete sahip bir başka millet yeryüzünde yoktur. Bu günkü Türk Cumhuriyetleri ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti bu sayıya dâhil değildir. İşte tarihte kurulan her devlet Türk milletinin bir başka coğrafyada özgürlük mücadelesini anlatır. Her devletin kuruluşunun ardında, özgürlüğün ufuklarına kanat açmış nice yiğitleri görürsünüz. Onların gerçek hikâyelerinin ardında mal mülk sevdasından, ikbal ve saltanat sevdasından, kibirden büyüklenmeden ziyade, özgür düşünme ve özgür yaşama sevdası vardır. Özgürlüğün Türk milletine ve insanlığa kazandırdığı ise yaşanılabilir, insanların ve ülkelerin sömürülmediği büyük medeniyetlerin doğmasıdır.
            Tarihteki her Türk devletinin, özgürlüğe kanat açışının hikâyesini anlatmaya bu satırların tahammülü yoktur. Ancak Osmanlı Devleti'nin çöküşünü gözleri ile görüp o enkazın altında kalmanın vereceği aşağılayıcı durumu yaşamayı asil karakterlerine asla yakıştıramayan Mehmet Akif ve arkadaşları, tarihte yaşanan mücadelelerin de üstünde ve ötesinde azimle bu elzem mücadeleyi hem yaşarlar hem de gelecek nesiller ders alsın diye bizlere anlatırlar. İşte bu mücadeleyi anlatan en önemli metinlerden biri İstiklal Marşımızdır. İstiklal Şairimiz Mehmet Akif, İstiklal Şiirimizi yazmadan önce İstiklal mücadelemizi bütün varlığı, düşüncesi ve hayatıyla yaşamış bir şahsiyettir. İstanbul'dan Anadolu'ya geçişi, Konya'da Milli Mücadeleye karşı başlamak üzere olan isyanın bastırılmasında oynadığı rol, Kastamonu'da halka yaptığı sözlü ve yazılı yayınları, vaazları, Özelikle Balıkesir-Zağanos Paşa camiindeki söylemi…Bütün bunlar ayrı ayrı okunmaya, örnek alınmaya değer birer istiklal ve hürriyet belgeleridir. Balıkesir Zağanos Paşa Camini hınca hınç dolduran bir cemaat karşısında:
Cihan alt üst olurken seyre baktın, böyle durdun da
Bugün bir serserisin, derbedersin kendi yurdunda
Mısralarıyla başlayan şiirini okuduktan sonra Türk'ün asla istiklalsiz yaşayamayacağını, ümitsizliğin en büyük korkaklık olduğunu haykırdı. “Başarının sırrı birlikte hareket etmektir” sözlerini ise şu cümlelerle bağladı:
            “Kapınıza kadar dayanan, onu kırıp içeri girmek namus ve şerefinizi çiğnemek isteyen düşmanın bu namert ve ihanet dolu saldırışına karşı kadın erkek çoluk çocuk genç ihtiyar, herkese büyük görevler düşüyor Ey Balıkesir'in Muhterem Mücahitleri! Anadolu'yu savunma hususunda diğer vilayetlere öncü olma şerefini kazanmış bulunuyorsunuz. Sizin bu gayretinizi şükranla karşılıyorum. İnşallah bu şan ve şeref kıyamete kadar devam eder. Vatanımızın haysiyeti, istiklali, saadeti, refahı, uygarlığa doğru gidişi dünyalar durdukça sizler sayesinde korunmuş olarak kalacaktır.”
            İşte bu mücadelenin başından sonuna kadar içinde yer alan şairimize bu milletin İstiklal Marşını yazmak nasip olacaktır.
            10. İMAN. Mehmet Akif Ersoy İstiklal mücadelesinin imanla kazanılacağına yürekten inanmakta ve  Safahat adlı eserinin tamamında bu imanı dile getirmektedir. Mehmet Akif iman konusunda Kur’an-ı Kerim’deki “O müminlere Allah katında büyük bir sevap vardır ki; bir takım kimseler kendilerine “düşmanlarınız sizin için kuvvetlerini topladı, onlardan korkmalısınız.” Dedikleri zaman, bu haber imanlarını artırır da “Allah’ın yardımı bize yeter de artar, o ne güzel bir koruyucudur” derler” ayetini referans alarak şu mısraları  yazmıştır:
 Şehadet dini gayret dini ancak Müslümanlıktır
            Hakiki Müslümanlık en büyük kahramanlıktır
            Cebanet, meskenet,dünyada sığmaz ruh-ı İslâma
            Kitabullahı işhad eyledim – gördün ya- davama
            Görürsün hissedersin varsa vicdanınla imanın
            Ne müthiş bir hamaset çarpıyor göğsünde Kur’an’ın
 
            O imandan velev pek az nasib olsaydı millette
            Şu üçyüz elli milyon halkı görmezdin bu zillette
            O iman ittihad isterdi bizden,vahdet isterdi
            Nasıl “Bünyan-ı marsus” olmamız lazımsa gösterdi
            O iman, farz-ı katidir diyor tahsil-i irfanın
            Ne cahil kavmiyiz biz Müslümanlar şimdi dünyanın
 
            “Hakiki Müslümanlık en büyük kahramanlıktır”
            Demiştim…İşte davam onların hakkında sadıktır
           11. MEDENİYET     İstiklal Marşında medeniyeti insanlığın yok edilmesi için bir tehdit unsuru olarak kullanan batılı uluslar eleştirilmiştir. İngiliz, Fransız, İtalyan ve özellikle Yunanlıların “Biz Anadolu’ya medeniyet getireceğiz” diye dünya ölçüsünde yaptıkları yaygara ve arkasından akıl almaz işkence ve istilalar karşısında Mehmet Akif’in  hitabı açık ve nettir. “Bırakın uluyup havlasınlar”Medeniyeti önce onlar  bir canavar haline getirdiler.Şimdi onların medeniyet anlayışı tek dişi kalmış bir canavara dönüşmüştür ki bu canavar asla böyle bir imanı boğamaz!
Aslında Akif’in bütün isteği ve gönlünde yatan Batı medeniyetini ve teknolojisini elde edebilmek ve onların eriştiği refah seviyesine yükselebilmektir.Bunu çeşitli şiirlerinde ayrıntılı olarak belirtmiştir. O medeniyetin  yapmacık hareketler ve taklitlerle elde edilemeyeceğini bildirir. Aşağıdaki mısralar da onun medeniyete bakışını şöyle anlatmaktadır:
           Şark’ı baştan başa yıllarca dolaştım, gezdim;
           Hem de oldukça görürdüm, kafa gezdirmezdim!
           Bu Arap’mış bu Acem’miş, bu Tatar’mış, demedim;
           Müslüman unsurunun hepsini gördüm kendim.
           Büyük ademlerinin fikrini ta’mik ettim.
İstedim sonra neden böyle Japon’lar yüksek?
Nedir esbab-ı terakkisi? Yakından görmek.
Bu uzun boylu mesai bu uzun boylu sefer,
Bir kanaat verecekmiş bana dünyada meğer.
O kanaat da şudur: Sırr-ı terakkinizi siz,
Başka yerlerde taharriye heveslenmeyiniz.
Onu kendinde bulur yükselecek bir millet;
Çünkü her noktada taklid ile sökmez hareket.
Alınız ilmini Garb’ın, alınız san’atını.
Veriniz hem de mesainize son süratini.
Çünkü kaabil değil artık yaşamak bunlarsız;
Çünkü milliyeti yok san’atın, ilmin; yalnız,
İyi hatırda tutun ettiğim ihtarı demin:
Bütün edvar/ı terakkiyi yarıp geçmek için,
Kendi “mahiyet-i ruhiyye”niz olsun klavuz.
Çünkü beyhudedir ümmid-i selamet onsuz.
 
Sonra dikkatlere şayan olacak bir şey var:
İnkişafatını bir milletin erbab-ı nazar,
Kocaman bir ağacın tıpkı çiçeklenmesine
Benzetirler ki, hakikat, ne büyük söz bilene!
Bu muazzam ağacın gövdesi baştan aşağı;
Sayısız köşkleri tekmil dalı. tekmil budağı
Milletin sine-i mazisine merbut, oradan
Uzanıp gelmededir…Öyle yaratmış Yaradan.
12. ÜMİT . İstiklal Marşı Türk milletine bir ümit vermek amacıyla yazılmıştır Çünkü  marşın yazıldığı yıllarda milletimizin buna çok ihtiyacı vardı.
Bir gün Garp Cephesi Kumandanı Albay İsmet Paşa o günlerin Maarif Vekili Rıza Nur Bey’i ziyaret ediyor, bir İstiklal  Marşı yazılmasının zaruretini anlatıyor. Askerin şevkinin artırılması ve ümidinin yüksek tutulması için milli bir marş yazılması konusunda derhal bir girişimde bulunulmasını ister. Maarif Vekili Rıza Nur da  Albay İsmet Bey’i, Kazım Nami Bey adındaki Orta öğretim Genel Müdürüne gönderir. Albay İsmet Bey’in Kazım Nami Bey’e son sözü şudur: “Askerin şevk ve ümidini kuvvetlendirecek  bir İstiklal Marşı  yazılmasını istiyoruz, buna orduca karar vermiş bulunuyoruz”. Böylece İstiklal Marşının yazılmasının gerekçesi doğrultusunda çalışmalara başlanmıştır.
Mehmet Akif Ersoy’a İstiklal marşını nasıl yazdınız? diye sorarlar. Kendisi hastadır,  yatağından doğrulur ,arkasındaki yastıklara yaslanır ve sesi birden canlanarak şunları söyler:
“Doğacaktır sana vaat ettiği günler Hakk’ın…”  Bu, umitle ve imanla yazılabilir. O zamanı düşünün.. İmanım olmasaydı yazabilir miydim? Zaten ben başka türlü düşünüp başka türlü yazanlardan değilim. Bu elimden gelmez. İçimde ne varsa bütün duygularım yazılarımdadır.” Şair bunları söyledikten sonra dilinde bir dua gibi şu mısrayı tekrarlamaktadır. “Kim bilir belki yarın belki yarından da yakın.”
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 06

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

GELECEĞİN ÇORUMU
            Çorum’u övmek, Çorumluluk ile gururlanmak hepimizin hakkı ancak, siz bunun zevkini Çorum dışında yaşayan Çorumlulara sorun. Onlar için göğsünü gere göre " Çorumluyum " demek kadar gurur verici ne olabilir. 
Şehrimizin dışarıda bizi gururlandıracak kaç kalem şeyi var? Bunun hesabını yaptığımız zaman başka şehirlerle kendimizi kıyaslama imkânı buluyoruz. İnsanlarının sevgisi cana yakınlığı, Anadolu konuk severliğinin harika uygulaması, saf temiz gönüllü, açık yürekli, zihninde iyilikten başka düşüncesi olmayan insanlarla dolu bir kent denilebilir.
Bunlar, içinde yaşayanlar için görerek algılanacak şeyler.
            Şehrin eksiklerine bir kültür adamı bir aydın gözüyle bakmak, yurt içini, yurt dışını gezip görmüş insanların bakışı ile incelemek kendimizin yerini belirlemede daha yararlı olacaktır. Yeni fikirler ileri sürerek gelişme ve kalkınma yolunda yeni kıvılcımlar parlamasına sebep olacaktır.
            Önce kültür açısından bakalım: Yıllardır tiyatromuzu istiyoruz. Çorum halkına layık görülen kumpanya tiyatrolarından başka bir şey yoktur. Bu da tiyatro zevk ve estetiğinin yüzeyselleşmesi yok olması sonucunu getiriyor. Hâlâ Çorum'da aradığımız belli başlı kitapları bulabileceğimiz dört başı mamur bir kitapevi bulmakta zorlanıyoruz.
Yörenin halk oyunlarını geliştirecek arasında o ihtiyaç da giderilmeye çalışılıyor. Sergiler, resimler, diğer el sanatları okulların amatör çalışmaları ile sınırlı. Hele üniversite.  Üniversitemiz olmadığı için şehrimiz yerel kültürü ile diğer yöre kültürleri arasında canlı kıyaslama imkânına da sahip değil.
Bugüne kadar Çorum'da bir yayınevi bile yoktu. Eli kalem tutanlar, Ankara'da İstanbul'da matbaa ve yayınevi aramaya koyulurdu.  M. Selim  GÜRSEL  Bey Çorumlu 2000 Dergisi ile Çorum'a bir  yayınevini  de kazandırmıştır ki, bu  önemli bir kültürel gelişmedir.
Sanayi açısından zaman zaman övgüler düzülse de Çorum'un henüz sanayi ve ticaret konusunda iki ayağı üzerinde duracak seviyeye geldiği söylenemez. Sanayimiz krediden hammaddeye, yetişmiş eleman sıkıntısından pazarlamaya birçok sorunları çözüm beklemektedir.
Dışarıdan temizliği ve düzenli yerleşimi ile övündüğümüz şehrimizin yeşile ağaca ne kadar ihtiyacı olduğunu biliyormuşsunuz?
 İlgililer şehrin ortasından geçen asfaltlarını ve şerit inceliğindeki çimleri her hemen tratuvarların dibinde bulunan atkestaneleri, çınarlar, selvi dutlar susuzluktan kurur. Daha yazın ortasında Çorum'da yaprak dökümü başlamıştır. Bu ağaç sevgisi, ağaç bakımı ve yeşillikler içinde yaşamayı bilme kültürünün göstergesidir.
            Başlı başına sorun haline gelmiş üniversite konusu yetkili ve ilgililerin hiç umurunda değildir. Üniversiteyi açtık, açıyoruz, açacağız açmalıyız diyenlerin, bu müessesenin Çorum'a kültür, ileri teknoloji, uluslar arası bilgi ve deneyim, yeni ticari alanlar getireceğinin bile farkında değillerdir.
            Çorum'da hava alanından, demir yolundan bahsetmek suçluluk duygusuna kapılmak gibi bir şey! Temeli atılmış hava alanı inşaatının temeline bir tuğla konmayınca demiryolu projesi bitirilmeyince bazıları çok memnun oluyorlar galiba. Bölünmüş iki şeritli kara yoluna ihtiyaçları yokmuş gibi yıllardır sürüncemede durmakta, kazalar yürek yakmaktadır.
            Sorunların bulunması dinamizmi gösterir. Çorum bunları istiyorsa halkın bir dinamizm içinde olduğu görülmelidir. Hep Çorum'a Devlet yatırımı gelmeyişinden şikâyet edilir. Burada Çorum aydını ile üst düzey yöneticilerin ve demokratik kuruluşların daha çok payı vardır.
            Çorum'la ilgili sorunları göz önüne sererek bir aşağılık duygu psikolojisi sermek niyetinde değilken hüviyetine kavuşmasını istiyorum. Bunun için el birliği gönül birliği, fikir ve düşün ce birliği içinde olunmasını istiyorum. Kısır çekişme yerine üretken zihniyetlerle hareket edilmesini sonuçta kazananın Çorum ve Çorumlu olacağını bildirip hissedilmesi-nin altını çiziyorum.
            Aslında sorunlar çözümü zor ve imkânsız sorunlar değil. Sorumluluk bilinci ile yüklü Çorum’u ve Çorumluyu düşünen zihinlere ihtiyaç var. Şehrimizde bu ideali paylaşan pek çok insan bulunduğu bundan önce yapılanlardan anlaşılmaktadır.
            Hava alanı ile, demiryolu ile ticaret ve sanayi merkezleri ile, üniversitesi ile mutlu, barışık ve çalışkan insanları ile çağdaş bir Çorum düşünmek ve onu istemek her Çorumlunun hakkıdır. O zaman il dışındaki Çorumluların göğsü daha bir gururla kabaracak, bulundukları yerlerde şehrimizi daha özgüvenle temsil edecekler.
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 07

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

NEREDE DURABİLİRİZ
Hareketli bir dünyada adetâ koşarak yaşıyoruz. Durup dinlenmeye, oturup düşünmeye vakit yok gibi. Düşünmeye vakit bulma “ALLAH KO-RUSUN” en kötü sonuç. Sizin yerinize başkaları düşünmeye başladı mı siz de başkalarının düşündüğü davranışları yapmaya başlarsınız. Bu işin sonu ise insanı özgürlükten köleliğe götürür.
Bu yazıda duracak noktayı düşünmeye zaman aşyırmak açısından ele alacağım. Şehrimizde hemen herkesin bir aracı bir otomobili var, fakat bu aracı gerek geceleyin, gerekse gündüz koyabileceği sabit bir yeri yok. Daha doğrusu aracımızı sabit ve güvenli bir yere bırakma alışkanlığı ve kültürü yok. Nerede boş bir yer varsa hemen oracığa park ediveriyoruz. Hızlı gelişme süreci içinde insanlara ev, konut düşünülürken araçların konulacağı yerler düşünülmemiş. Sonradan alınan tedbirler ise köklü çözümün uzayacağını gösteriyor.
Aracınız sizin gelirinizin önemli bir bölümü belki yatırımınız. En düşük model bir aracın değeri bile bugünün fiyatları ile milyar ile ifade edilmektedir. Ama siz akşam evinize çekilince ya da gündüz işinize dalınca aracınızı sokağın bir yerine bırakıyorsunuz. Milyarlarca lira değerindeki aracınızın karın yağmurun, soğuğun sıcağın isin pasın altında hiç bir güvenlik önlemi almaksızın adeta terk ediliyor.
İşin ekonomik ve tasarruf boyutu aracınızı düşünmenizi gerektiriyor. Çünkü mekanik bir araç olan motorlu taşıtınızın bakımı ve korunması kullanımından daha önemlidir. Trafik kazalarının çoğunun araçların bakım eksikliğinden meydana geldiği muhakkaktır. Gündüz iş yerinin gece evinizin bulunduğu sokağın bir kenarına terk ettiğiniz aracınızın yakın bakımı ile gerçekten ilgilenebiliyor musunuz? Kapalı otoparkı olmayan şehrin, semtin, mahallenin hatta apartmanların ve ailelerin hem ekonomisi hem aracı risk altındadır.
Aracı otogara bırakmak bir kültür işi! Şehrin birkaç yerinde kapalı otopark var. Mevlânâ otoparkı merkezde olmasına rağmen dolmuyor. Kültür Sitesinin altına hiç kimse araç bırakmıyor, yeni yapılan İnönü otoparkı da bitmek üzere. Gündüz iş yerine aracı ile gelenler buraları gereği gibi kullanabilse en önemli caddelerimiz insanların, yayaların yürümesine ve akan trafiğin işlemesine engel olmazdı.
Otoparklı apartmanların yapımı son zamanlarda teşvik edilmeye başlamıştır. Bu teşvikin zorunlu hale getirilmesi kaçınılmaz olacaktır. Tek katlı bir ev bile yapacak olsa aracını koyacak bir mekânı da düşünecek projeler üretilerek şehrin yapılaşması sağlanmalıdır. Çünkü bunca Milli Servetin sokak ortasında heba olmasına göz yumulması kadar acı bir ihmâl edil memesi gereken bir konu düşünemiyorum. Bu memleketimiz için önemli, şehrimiz için hayati öneme haiz, insanımızın malına sahip çıkması-nı öğrenmesinin kültürünü kazanmak açısından önemli.
Duracağımız yeri bilmek bakımından önemlidir.
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 08

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

ÇORUM ÜNİVERSİTESİ ÇORUM'A NE GETİRİR?
Çorum Üniversitesinin kurulması ve kısa sürede faaliyete geçmesi için, yapılan çalışmalar bu güne kadar sonuç vermemiştir. Üniversite ile ilgili birçok girişimler yapılmış, raporlar hazırlanmış ancak, önemli bir mesafe alınamamıştır. Türkiye'nin altmıştan fazla iline devlet üniversitesi kurulurken, üzüntü ile belirtmek gerekir ki Çorum, bu hayırlı yatırımdan mahrum bırakılmıştır.
Bu yazıda; Çorum'a üniversiteyi layık görmeyenlerin, şehrimizden neleri esirgeyip çok gördüklerini sıralamak istiyorum.
Bu güne kadar kendi imkânları ile bir yere gelmeye çalışan, Çorum sanayi ve ticareti, babadan görme yöntemleri terk ederek yeni açılacak fakültelerin öncülüğünde bilimsel yöntemleri kullanmaya başlayacaktır. Bunun anlamı; aynı iş gücü ve masrafla, hem kaliteli hem daha çok üretim sağlanacak demektir. Bu gün bulunduğu yerde bir duraklama sürecine giren Çorum sanayisi daha akılcı ve daha bilinçli üretim ve yönetim biçimini yakalayabilecektir.
Çorum çiftçisi, bu gün modern teknolojinin imkânlarını en az kullanan kesimdir. Elde edebildiği teknolojiyi de kullanma yöntemini tam olarak bilemediği için verimli bir biçimde değerlendiremem ÇORUM ÜNİVERSİTESİ ÇORUM'A NE GETİRİR ?.
Çorum Üniversitesinin kurulması ve kısa sürede faaliyete geçmesi için, yapılan çalışmalar bu güne kadar sonuç vermemiştir. Üniversite ile ilgili birçok girişimler yapılmış, raporlar hazırlanmış ancak, önemli bir mesafe alınamamıştır. Türkiye'nin altmıştan fazla iline devlet üniversitesi kurulurken, üzüntü ile belirtmek gerekir ki Çorum, bu hayırlı yatırımdan mahrum bırakılmıştır.
Bu yazıda; Çorum'a üniversiteyi layık görmeyenlerin, şehrimizden neleri esirgeyip çok gördüklerini sıralamak istiyorum.
Bu güne kadar kendi imkânları ile bir ye-re gelmeye çalışan, Çorum sanayi ve ticareti, babadan görme yöntemleri terk ederek yeni açılacak fakültelerin öncülüğünde bilimsel yöntemleri kullanmaya başlayacaktır. Bunun anlamı; aynı iş gücü ve masrafla, hem kaliteli hem daha çok üretim sağlanacak demektir. Bu gün bulunduğu yerde bir duraklama sürecine giren Çorum sanayisi daha akılcı ve daha bilinçli üretim ve yönetim biçimini yakalayabilecektir.
Çorum çiftçisi, bu gün modern teknolojinin imkânlarını en az kullanan kesimdir. Elde edebildiği teknolojiyi de kullanma yöntemini tam olarak bilemediği için verimli bir biçimde değerlendirememektedir. Hayvancılık alanındaki üre-tim ve tüketim yöntemi de geleneksel biçime da ha yakındır. Çok büyük hayvancılık potansiyeli olan ilimizin, tam anlamı ile değerlendirebilmesi için veterinerlik fakültesinin bilimsel katkılarından yararlanmaya süratle ihtiyacı vardır.
Kızılırmak havzası içinde bulunan şehrimizin, tarım ve sulama yönüyle Türkiye'nin bu en büyük akarsuyundan en az yararlanan bir bölge olduğunu biliyor musunuz? Çorum, Sungurlu, Bayat, Alaca ovalarının Kızılırmak'tan su alma imkânları bu güne kadar hiç düşünülmemiştir. Çorum bu yönüyle, kendi doğusundaki illerden, Amasya'dan, Tokat'tan hatta Erzincan'dan bile geri durumdadır. Bu illerin, ırmak havzasında sofra yeri kadar toprağı olan çiftçiler zengin olabilmektedir. Çorum'da sebze üretimi adeta yok gibidir. Çorum pazarlarında sebzeciler Amasya, Tokat, Çarşamba, Bafra ovalarında yetişen sebzeleri yerli diye satmaktadırlar. Bu ovalarda yaşayan insanlar kendi yörelerindeki akarsuları değerlendirmeyi başarmışlardır.
Bu güne kadar yatırım düşüncesini hep politikacıdan beklemişiz. Halbuki, akıllı ve verimli yatırım düşüncesi bilim adamlarının bilimsel de-ney ve deneyimleri sonucu oluşabilir. Üniversite Çorum'a bu büyük avantajı taşıyacaktır.
Çorum'da ticaret hayatı da bilimsel yöntem ve yönetim biçiminden nasibini en az alan bir kesimdir. Tüccar ve esnaf bürokratik engelleri aşmada yurt dışı ile, lisan sorunu olmaksızın doğrudan ilişki kurabilmede üniversitenin imkanlarından büyük ölçüde yararlanabilecektir. Bu gün, pazarlamadan tüketim bilincine, reklamasyondan kaliteye kadar bilimsel imkânları kullanmak ihtiyacındadır. Üniversite olmadığı için, bu imkânları bilmek ve tanımak bile Çorum tüccar ve esnafının yoksun kaldığı bir husustur.
Çorum doğal kaynakları yönüyle Türkiye'nin zengin bölgelerinden birisidir. Bayat'tan Gümüş gediğine kadar batı ve kuzey yayı içindeki dağ silsilenin altı kömür havzasıdır. İşte bunlar işletmeler yer yer açılmış olan Bayat, Dodurga bölgelerinde çok küçük bir bölümünden yararlanılmaktadır. Bu doğal oluşum, petrol yataklarının habercisi sayılabilir mi? Çünkü Güneydoğudaki petrol yataklarımız kömür havzaları ile iç içedir.
Bu bölgelerdeki, yer altı sularının yağlı maddeler içermesi Çorum'un petrol yöresi olduğunun umut ışığı mıdır? Bu soruyu elbette kuyuculara, sondajcılara sorarak olumlu sonuç almak mümkün değildir. Üniversite son teknoloji ile bilimin yanılmaz yöntemlerini kullanarak bu kaynakları tespit edebilecek bilgi birikimi ve olanağı şehrimize taşıyacaktır.
Hava kirliliğinin önlenmesinden su arıtımına kadar, bilimsel yöntemlerin son uygulama biçimleri bilim adamlarımızın bitmek yorulmak bilmeyen çabalarıyla bu şehrin kullanımına sunulma imkânı getirir.
İnşaat sektörü de üniversitenin imkânlarından büyük ölçüde yararlanacaktır. Çorum'da proje yapan ve arsa üreten birimler ve ellerinde adeta bir iki şablon proje ile şehri beton yığını haline koyma yarışında gibi görünmektedirler. Yaşanılacak mekânları ve ortamları, bilimsel düşüncenin ışığında yeniden gözden geçirme zorunluluğu vardır. Güzelliğin estetiğin ve mimarinin buluşmasını yakalayamamış olan Çorum'un üniversite ile gelecek bilim ve sanatın imkânlarına ne kadar ihtiyacı vardır? Bunu, inşallah üniversite gelip de etkisi belli olmaya başladıktan sonra yeni nesiller daha açık şekilde görecekler ve bizlere belki de bilgiyi kullanamamaktan dolayı içli sitemler duyacaklardır.
Çorum'un sosyal hayatı, üniversite ile bir başka gelişecektir. Sanat faaliyetleri, tiyatrolar, kitap evleri yeni yayınlar, dergiler, yabancı dillerde yazılmış eserler şehre girmek suretiyle adeta bir kültür zenginliğine adım atılmış olacaktır. Çorum'un üstüne yapay olarak atılmış olan flü renkler, gri bulutlar başka şehirlerden gelen bilim adamları, araştırmacılar ve öğrencilerin katkılarıyla çimen yeşiline gül pembesine dönüşecek, gerçek Anadolu kültürü berraklığı ile ortaya çıkacaktır.
Askeri alanda, acemi birliğinin bile bir türlü getirilememesinden zaman zaman şikâyetçi olan Çorum küçük esnafı, üniversite öğrencileri sayesinde önemli sıcak alışveriş dönüşümüne imkân sağlayacak bu durum günlük ekonomik hayatı canlı tutacaktır.
İşte biz üniversiteyi bunlar için istiyoruz. Daha sayamadığımız başka imkanlarla birlikte üniversitemizi bizden esirgeyenler, Çorum'dan gelişmeyi ve kalkınmayı esirgeyenlerdir. İşin siyasal öngörülerle savsaklanmasının korkunçluğu gözler önünde-dir. "Keçi can derdinde, kasap et derdinde", Çorumlu gelişme istiyor, politikacı oy peşinde.
Acaba; mantık ve mantalite değişikliği mi gerekli?
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 09

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

KAP BİR HAYAL Mİ?
21. yüzyılın eşiğinde şehrimizin ve ülkemizin geleceğini düşünmek ve ona göre hazırlıklar yapmak hepimizin görevidir. Kızılırmak Anadolu Projesi bunlardan biridir. Doğu ve Güneydoğu Fırat ve Dicle'nin hayat vermesiyle yeniden doğuyorsa, Orta Anadolu'ya da Kızılırmak Anadolu'nun verimli topraklarını yalaya, yuta Karadeniz'e taşıyor.
Kızılırmağın kızıllığı efsanedeki allı gelini atıyla yutmasının ardından parmağı kınalı güveyinin kanlı yaşlar dökmesinden gelmiyor Kızılırmağ'ın kızıllığı; doğal ve gübreli toprakları yuta, yuta iyice bulanmasından kızıllanmasından geliyor. Kızılırmak Orta Anadolu yayını çizmeye başlamasından önce Sarıyar ve Kesikköprü barajları ile önüne set çekilmiş, suyu disiplin altına alınmış, toprağa ağaca doğru başını uzatmış ve hayat bahsetmiş. Artık tarlalardan toprak almıyor, tarlalara bereket, bolluk veriyor. Böylece durgunlaşıyor. Kırıkkale civarlarında bu durgunluğu ve berraklığı görebilirsiniz. Ancak büyük yayın Anadolu vadisini yara, yara kan ağlarcasına kızıllanarak akması ne zaman bolluğa, berekete dönüşecek?
Çankırı, Çorum, Kırıkkale, Merzifon yaylaları susuzluktan yarılmış, yağmur sularının, küçük derelerin yer altı sularının himmeti daha kaç nesil sürecek? Anadolu'nun ilk çağ sakinleri; Hititler de Kızılırmak'tan böyle yararlanırlarmış. Hatta onlar için Kızılırmak bir cehennem, bir ceza yeriymiş. En büyük suçluları Kızılırmağ'a atarlar, eğer suçlu hasbelkader sağ çıkarsa aklanmış sayılırmış. Biz de hala Kızılırmağ'ın o kaderine mi teslim olmalıyız? Doğuya ve Ortadoğu ya GAP ile açılırken onu daha güçlü KAP ile desteklemek gerekmez
mi? Atalarımız ta Orta Asya'dayken ırmağın boş akışına, kayaların dibinden başını kaştan taşa vurarak hırçınlaşmasına hayıflan mışlar ve:
"İdil suyu akar durur,
Kaya dibin kaka durur" demişlerdir. Hâlbuki Kızılırmak her dağ dibine sokulduğu yerde, her dar bölgede boğaz oluşturmakta ve adeta, gel beni al götür, bereket vereyim bu topraklara diye haykırmakta, çağırmaktadır. Kızılırmak, yakın komşularının yanında bile mahcup kalmaktadır.
Kızılırmak kendinden küçük Sakarya'nın, Pamukova'ya verdiği yeşilliği, güzelliği kıskanmakta, Yeşilırmağ'ın Amasya, Tokat, Çarşamba ovalarına kattığı berekete gıptayla bakmaktadır. Onları kendi yörelerinin her hücresine soluk vermekte yeşilliği, hayatı insanlarla paylaşmakta kanallarıyla, kanaletleriyle Sakarya ve Yeşilırmak havzaları sebzeye, meyveye, ürüne dönüşmekte, Yeşilırmak yeşillenmekte, Sakarya güzellenmekte ...Kızılırmak ise kızmakta kızıllanmakta işte...
Türkiye'nin çeşitli yerlerinde Çorum buğdayından yapılmış un ve un mamulleri gönderen ler haklı bir şöhret elde etmişlerdir. Çorum unu bir başkadır Karadeniz'de, Batı Anadolu'da, Güneyde. Buğday burada hem poyrazını alarak dolgunlaşır, hem de güneşin kavurucu sıcağına yanmaz. Tam kıvamında ve lezzetinde olgunlaşın başaklarımız. Ankara fırınlarının önünde ekmek ve simit satan insanların "Yeni çıktı furundan, Çorum' un has unun dan" diye bağırarak ekmek parası kazanmaya çalışmaları neredeyse edebiyata geçecek.
Siz Çorum toprakları içinde hiç sulama kanalı veya kanaletleri gördünüz mü hiç? Ben görmedim. Çünkü onları besleyen sulamaya yönelik barajlarımız yoktur. Biz Kızılırmak'tan Karaburun köyünden bamya, Eşençay'dan da salatalık geldiğinde yararlanmış oluyoruz.
Obruk projesi bir umut ışığı, bu yazıyı oku yanların aklına hemen " Obruk yapılıyor ya" diye düşünceler gelecek. Kızılırmağ'a Obruk'ta bir altın kolye takılması hem şehrimizi, hem bu güzel akarsuyu memnun edecek, belki baraj gölü tutulduktan sonra Osmancık, Kargı ovaları artık kızıl sular değil, berrak sularla tanışacak, tıpkı Kırıkkale yakınlarında olduğu gibi. Ama şu husus unutulmamalıdır ki; Obruk projesi bir sulama projesi değildir, bir hidroelektrik projesidir. Yine de İskilip, Uğurludağ, Bayat hatta Sungurlu ovaları bu barajda biriken sudan sulama amaçlı yararlanmalıdır. Bunun tedbirlerinin alınıp alınmadığını bilmiyorum. Şu anda yoğunluk barajın gövde inşa atının tamamlanmasına verilmiştir.
Çevrede sulamaya yönelik bir çalışma başlamış değildir.
KAP düşüncesini 1990'lı yılların başın da ortaya attığımda o zamanın siyasileri önce kot far kı vesaire gibi teknik terimlerin arkasına sığınarak omuzlarını oynatmaya başladılar. Biz de onlara dünyanın teknoloji ile değiştiğini, bunların aşılacağını söyleyerek Panama Kanalında gemilerin otuz metreye kadar yukarı çıkartılıp, sonra geri in-dirildiğini ve geçişin öyle sağlanabildiğini misal vermiştik. Daha sonra seçim broşürlerinde cılız değinmelere rastlanıldı. Ama o zamanın siyasileri şimdi yok. Bu büyük projenin büyük devlet adam- ları sayesinde gerçekleşebileceğine yürekten inananlarındanım.
Kendini; Memlekete, insanlarına, toprağına her şeyi ile adamış bilgili, ileri görüşlü devlet adamlarının yokluğu bizi Kızılırmak'la küs tutmakta, insanımızı yarık topraklardan bereket ummaya yöneltmektedir.
Şimdi; şehrimize, insanımıza sahip çıkmanın tam zamanıdır. Orta Anadolu'nun güçlü olması, ülkemizin güçlü olmasıdır. 21.Yüzyıl sanayisinin değil tarımın egemen olduğu bir yüzyıl olacağına benziyor.
Kızılırmak'la barışmak bize çok şey getirecek önce beş bin yıldır bu şehrin toprağı insanına en lezzetli ürünlerini sunarken aynı zamanda tuğla, kap kacak olarak ta uygarlığa hizmet vermektedir. Toprak sanayi artık ekili araziyi on metre derinliğe kadar kazıp toprağı almayacak, Kızılırmağ'ın getirip biriktirdiği öz balçığı tuğlaya, seramiğe dönüştürecek, şehrin sanayisi tarıma dayalı bir görünüm arz ediyor ama,ham-maddesi Çorum'dan değil, ne acı...
Anadolu'muzun istila görmemiş, düşman aya ğı değmemiş toprakları ne zamana kadar hasret gidecek?
Doğayı korumak, güzelleştirmek lafla olmaz. Su nerede ise hayat oradadır. Getiriniz Kızılırmağ'ı Yozgat'ın, Kırıkkale'nin Çorum'un, Alaca'nın, Sungurlu'nun Çankırı'nın çoraklaşmaya yüz tutmuş topraklarına. Buralarda artık ne gurbet illere adamlar yollayacaksınız, ne de gölgeye has ret kalacaksınız. Artık buralardan geçerken ağaç gölgelerinden başımızı eğecek, güneşi görmek için ağaçsız yer aramaya koyulacaksınız.
Tıpkı Anadolu'ya ilk gelişimizdeki gibi! O zamanlarda da ağaçtan, gölgeden güneşi görülmeyecek kadar sık ormanlardan söz eder tarih kitapları. El birliği, gönül birliğinin en ortasında Çorum vardır. KAP'ın temeli Çorum'da atılmalıdır. Obruk KAP'ın küçük entegre tesisi sayılmalıdır. Orta Anadolu insanına dev proje ge- tirmek Çorumlu devlet a-damlarını, politikacıları devleştirir, büyütür.
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 10

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

ÇORUM'DA RAMAZAN KÜLTÜRÜ
Çorum folklorunda Ramazan Ayının ve Ramazan Bayramının derin izleri vardır.
Ramazanları Çorum'da geçirmenin tadı ve güzelliğine doyamazsınız. Her mevsimin Ramazanı ayrı bir güzellik getirir Çorum insanının gönlüne. Tabii Ramazan Oruç ve öteki ibadetlerle birlikte girer hayatımıza. Eskiden beri, Ramazanlarda Çorum halkının vazgeçilmez gıdası "mayalı" dediğimiz hamur işi bir yiyecektir ki daha çok sahurda yenilir.
Börekler, çörekler, mayalılardan sonra gelir. Mayalı her gün yapılırsa, ötekiler arada bir yenir. Aslında da mayalı Türk halkının Orta Asya dönemlerinden Anadolu'ya getirdiği bir yiyecek-tir. Tereyağı ile yağlanarak yenilen bu Milli yiyeceğimiz için "bazlama" ile etimolojik akrabalık kurulabilir.
Eski Ramazanlarda, tereyağı ile yağlanan mayalılar; katmerler, Ilıca'dan, Hacıkerim'den, Ayarık'tan, İçeridere'den toplanan taze eriklerin, vişnelerin, kayısıların şuruplarıyla içildikten sonra, güzel sesli hafızların minarelerin şerefelerinde "temcit" okumalarıyla bütünleşir ve harika Ramazan geceleri neşeli, lahuti bir âlem haline gelirdi.
İftar sofralarının vazgeçilmez yemeği "mantı" bükmek ev hanımlarının Ramazan öncesi hazırlıklarının başında gelmektedir. Bu adet, şimdi apartman kültürü ile bile birleşmiş olarak sürmektedir. Son günlerin, balkondan balkona seslenmelerin konusu mantı yarenliğidir. Komşular, akrabalar bunun için evlerde toplanıp adeta imece yaparlar.
Kış Ramazanları evlerde idrak edilir. Teravih toplantıları evlere taşınmaktadır. Çaylar, sohbetler, yarenlikler Ramazanların tadına tat katar. Yaz Ramazanlarında, bağ evleri de iftar için ideal yerlerdir, teravih için her gün bir yerde toplanılması ya da, şehre inilmesi bir gelenektir.
Eskiden pekmezler, pestiller, nişasta ile yapılmış cevizli pekmez sucukları iftarlık için özel hazırlanırdı. Ramazan için alınacak tereyağı çok önemli sayılmıştır Çorum halkının gözünde. Çünkü Ramazan ot yağı yerine nohut kadar da olsa tereyağı tercihi ev kadınlarının vazgeçmeyeceği istekleri arasındadır.
Kur'an okutmalar, hatim sürmeler, camilerde hanımların teravih namazlarına katılması Çorum'da eski bir gelenektir. Birçok camilerde hanımlar için özel yerler ayrılır. Vaaz ve nasihat dinlemek için vakit namazları arasında belli camilerin hanımlara tahsis edilme si de bu şehir insanlarının kadın erkek Ramazan ayını en güzel biçimde idrak etmek için bulduğu özel yollardır.
Son zamanlarda kahveler teravih sonrası insanları kendisine çekmeye başlamış, özellikle sigara tiryakileri için zaman geçirecek bir mekan gibi görülmektedir.
Çorum folklorunun derinliğinde var olan son zamanlarda çeşitli etkenlerle bastırılmış bulunan müzikli, şiirli, eğlentiler Ramazanda eskiden, dini musiki ile birleşerek okunur ve bundan haz alınırdı. Şimdi bu kültürün kurumsallaşmadaki aksaklığından baskı altına alındığı görülse bile bu özlemi gide recek yerlerde yavaş yavaş boy göster-meye başlamıştır. İMVAK'taki Ramazan gecesi fasılları her teravih sonrası Hicazdan, Hüseyniden, Sabadan ve daha pek çok Türk makamlarından nağmeler ve örnekler sunarak dolup taşması bu folklorun bir başka biçimde uç verdiğini gösteriyor.
Ramazanda Çorum, Milli duygularla, dini duyguları adeta sindire sindire yaşamaktadır.
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

11

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

ÇORUM EVLERİ
Çorum Evleri'nin içi ve dışı insanı kucaklarda. Dış kapısından bir bahçeye girerdiniz. Bu bahçede öteki meyve ağaçlarından başka bir de dut ağacı bulunurdu. Bir değil iki ya da üç tane dut ağacı bulunurdu. Yediveren dut ki, bütün bir mevsim kendini size sunar, aşılı dut iri iri tadından yiyemezdiniz. Birde yerli dut vardı ki ipek görünümlü, kadife görünümlü, tatlı ve çok hafif. Bunların yalnızca dutları yenilip bırakılmazdı. Aynı zamanda bir mevsim evin en gölge yeri; altında sabah kahvaltısı yaptığınız, akşam yemeği yediğiniz serin bir mekândı. Onun için dut ağaçlarının altında hep sedir bulunurdu. Bahçenin öteki ağaçlarını saymayacağım. Her mevsim meyvesi bulunması gerekirdi.
Alanları küçük ama kullanım sahaları çok büyük merdivenli cumbalı, kendisinden sedirli, yüklü, dolaplı evlere gelince havalar ne kadar sıcak olursa olsun serin mi serindi. Kışın ise sıcaklığını içinizde hissedersiniz.
Sahi o tavan yükseklikleri üç metreden fazla, şimdiki başınıza değecekmiş gibi alçacık değildi. Isınmaz endişesiyle tavanların alçaltıldığını düşünsem bile anlamak zor, eskiden ne kalorifer ne de doğru dürüst soba vardı. Belki birçok evde bir soba ile kış çıkartılırdı.
Tuvalet, çamaşırhane ki, çamaşır taşları alt katta olur. Mutfak ve yemek de altta olur, üst katın temizliği sanki bozulmazdı. Her akşam yatmaya taptaze bir eve girmiş gibi girerdiniz.
Şimdinin villalarını da gördük, kümesler gibi, yazın ter odaları, kışlık bir aksilik olmasa sobanız kaloriferiniz yanmazsa hastalındınız gitti. Sanki özel bir buz dolaba yaşadığınız yer. Ahşabın özelliği belki de soğuğu ve sıcağı bu denli ayarlı tutmak. Tavanların yüksekliği havadar olmasını sağladığı, oksijen sıkıntısı bulunmadığı halde çocukların ve hanımların evde kapalı oturması uygun görülmez, "Tuğla vurgunu" olmaktan söz edilirdi.
Hastalanmaktan söz edilirdi. Şimdinin beton mekanları arasında yaşadığımız o zamanlarla kıyaslıyorum da hastalıkların bu kadar bol, hastanelerin bu kadar kalabalık olmasını galiba anlıyorum.
Bahçede zaman zaman kendinize yada komşularınıza ait düğün, mevlit, sünnet yemekleri yenilirdi. Çorum usulü yemekler. Çorba ile başlayıp pilavla biten Çorum yemekleri en güzel en lezzetlisi bu bahçelerde tadına varılarak yenilirdi. Yeni mimaride bu eski yapı anlayışından hiç yararlanamıyor mu? Hiçbir şeyimiz eskiye benzemiyor. Eskiye benzememek, bir meziyet sayılmamalı, bu bir eski özlemi de değil, sağlığın, doğa ile iç içe olmanın özlemi. Doğal yaşamının özlemi belki!
İç mimari ile de hiç dikkat etmediğimiz bir husus eski Çorum evleri, süslü tavanlar, oymalı pervazlar, geçme kapılar, hasırlı zarafet ve sadelik bir aradaydı. Bunun özlenemeyecek bir yanı mı var? Arada tek tük terk edilmişlikten kurtarılıp, yenilenmiş, düzeltilmiş, boyanıp yaşamaya kazandırılmış evler var, köşke villaya benzeyen evler. Dış görünüşleri bile albenili evler.
Eski Çorum Evleri, yaşanılacak mekânlardı. İnsanı sıcacık saran, rahatlatan huzur dolu evler. O evlen içinde huzur vardı. Saygı ve sevgi oralarda da anlamı bularak yaşanırdı. Dualar tespihler sadece insanlara değil bütün bir mekânla birlikte okunurdu. Onun için bereketin, hoş görünün, sabrın ve özverinin de mekânları sayılırdı Çorum Evleri.
Gözlerin dünyaya açılan pencere... Işığın ve aydınlığın aşığı gözlerin aşkını ilan etmek için sabahı hasretle beklerken aşka ve aydınlığa ihanet olmasın diye uykuya dalan gözlerin.
Gündüz ve ışıkta doğan, çevreden nasibini alan gözlerin en güzeli görmenin arayışını yaşar. Tarihin, edebiyatın ve şiirin içinde üzüm gibi kara, menekşeler gibi elâ gözlerin oklarını sevdiklerine fırlatırken rakipleri sevindiren desenlere de konu olmuştur. Enginliğin mavisine bakıp menekşe, baharın yeşilliğine bakıp elâ yahut ta ışığı yakalamak için geceyi kendisine çekip kâre dedirtsin kendine...
Gözlerin olmasaydı, beni ağlatmasaydı
Alıp giderdim başımı uzak iklimlere yarın
Hani bahar gelince pembe güller açar ya
Senin de öyle bakışların...
Dün şehrin sokaklarında, meydanlarda haykırışlarla, sloganlarla, kalabalıklara, amblemli flamalara bakan gözlerin aşinalar mı aradı? Sokaklarda ağyar var idiyse kahredici okları ona yollayamaz mıydın?
Rengini alından yeşilinden ve de göğün mavisinden aldığın memleketimin üstüne söylenenlere, haykıranlara, sloganlara bakıp düşünen kafalara kıvılcımlar yollayan yine senin gözlerin yaşları döker. Rumeli'ye bakan gözlerinden nağmeler duyarım, hazin hazin süzülen nağmelerden bize kalan hüzünler mısralaşır gözlerinin içinde:
Biz zaten vatanı talan etmiştik
At sürüp o bağı harman etmiştik
Atalar yurdunu viran etmiştik
O viran binayı el aldı gitti.
Şimdi, seçim zamanı hep gözlerinin içine bakmadayım senin. Senin gözlerinin ışığı aydınlatacak ülkemizi karanlıklar gözünün nurları ile boğulur istersen... Gözlerin şatafata değil, gönlümün içine bakmalı, gönül aydınlığına ihtiyacımız var...
Şehirlerimizin geleceğini senin gözlerinden okumalıyım, yarını şefkatle, sevgiyle kucaklayan yüz binlerce gencin hatırına, çalışan emeğini alnının teri ile elâ gözlüsüne taşıyan gariplerin hatırına, hastaların, yoksulların, karanlığı aydınlık sayanların içini aydınlatanın hatırına gözlerini bize çevir, ŞEHRİMİZE çevir...
Gözlerin hasretin bekçiliğini yapmasın artık. Vuslatın bekçisi olsun. Nisan yağmurlarının taze yapraklar arasından gülün, lâlenin ta derinliklerine serin serin ulaştığı gibi hasreti, sılanın ılık havasına döndürmek için. Bunun için sıla ile gözlerinizin arasında bu kadar bir yakınlık vardır. Gönlüme attığın oklar beni gözlerine hayran bırakmıştır. Hayranlık gözlerde başlar,o za-mandan beri. Onun için göz göze bakınca en sıcak, en samimi kıvılcımlar oluşur ve hepsi senin gözlerinin için de oluşur...
Bir bakışınla şâd edersin bizi gözlerinle şâd edersin....
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 12

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BEKTAŞİ ÖĞRETİSİNDE ADEM (A.S) ve ALEMLERİN YARATILIŞI KONUSU
( Not: Bu yazı Seyyid Ahmet Rifat Efendi'nin Mir'atü'lmekasıd Fi Defi'l Mefasid adlı eserinden sadeleştirilerek alınmıştır.)
Yüce Allah özgün iradesi ve kusursuz kudretiyle bütün varlıkları emir âleminden yaratıklar âlemine getirdi. Yani bu varlıklar yaratılmadan önce belirsiz, görünüp bilinmeyen, duygularda ve akıllarda bir iz bırakma yeteneği olmayan “yokluk” mertebesinde idi. Oradan bu âleme geldi. Yani şüphe, kuşku, belirsiz, fark edilmez, hem duygular hem de bir yaratık olan akıldan gizli iken gayb olan şuunlara, oradan ilmin aynı sabitesine oradan ruhi hakikatlere, oradan misal âlemine, ayni ve hissi suretler mertebesine (maddi âleme ) indi.
Şuunlar mertebesi varlık kitabının yüce harfleri, ayn-ı sabite mertebesi tam kelimeleri ruhlar ve misal mertebesi yüce ayetleri, his ve ayn mertebesi kelimelerin biçimleri şeklinde düşünülebilir. Bu açıklanan ve bilinenlerin hepsi yüce Allah'ın varlığı ve kutsal bilgisi üzerine kurulmuştur. Çünkü yüce Allah, bu tecellilerden önce de var ve mevcuttu, yüce Allah'ın varlığı (vacibü'l vücuttur) yani varlığı gerekli olan bir varlıktır. “O ilktir, sondur, zahirdir, batındır, O her şeyi bilendir.” (El Hadid:57/3) görünen varlıklar daha sonra ortaya çıktı. Yani “Ol” (Yasin 36/82) diye bir ilahi bir emir geldi. Bütün âlemler ve yaratıklar var oldu.
Yüce Allah Hz. Adem'in toprağını yeryüzünün çeşitli yerlerinden aldırdı. Alın toprağının Kabe'den, göğüs ve sırt toprağının Beyt-i Mukaddesten, karın toprağının Yemen'den, dizkapağından topuğuna kadar olan bölümün toprağının Mısır'dan, ayak toprağının Hicaz'dan, sağ ve sol ellerinin toprağının doğudan ve batıdan alınmasını emretti. Toprak renkleri değişik olduğu için insanların da kimi beyaz, kimi siyah, kimi kızıl kimi de açık renk olarak ortaya çıkmış oldu. Otsuz ve çimensiz yerlerden alınan topraklardan köse, sakalsız ve çapar, çayır ve çimenli yerlerden alınan topraklardan sakallı ve kıllı kişiler oldu. Adem (as.) yaratılışından önce şeytan tarafından yeryüzü doğudan batıya yürünmüş adımlanmış ve çiğnenmişti. Onun ayağının bastığı yerden cehennemlik kişilerin, iki adımı arasındaki yerden cennetlik kişilerin toprağı alındı. Melun şeytanın ayak bastığı yerden alınan kötü, iki adımı arasından alınan hayırlı kişiler oldu.
Ademi'in toprağının Ka'be,den alınması onun hakikatina işaret eder. Zira Ka'be zâtî taayünatın suretidir. İnsanın alnı ve yüzü de hakikatin yüzünden bir nişandır. Göğüs ve sırt toprağının Beyt'i Mukaddes' ten alınmış olması, batınının temiz olduğuna işaret eder. Karın toprağının Yemen'den bacak toprağının Mısır'dan Ayak topraklarının Hicaz'dan alınmış olması peygamberlerin çoğunun bunlara göç edip yerleşmelerine işaret sayılmıştır. Özellikle: “ Hac etmemiş bir peygamber yoktur.” Şeklinde bir söz vardır. Sağ ve sol ellerin toprağının doğu ile batıdan alınmış olması Adem’in doğu ile batı arasını zapt edeceğine, maddi ve manevi alemleri egemenliği altına alacağına işaret sayılmıştır. Ayette geçen “Doğu da Allah'ındır Batı da” (Bakara :2/115) ifadesi doğunun ruhaniyetini batının cismaneyetini anlatırken yine aynı ayette gecen “Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (zatı) oradadır.” İfadesi onun zatının ve sıfatlarının ve ışığının her tarafta parlaması anlamındadır.
Bazı bilginler: Peygamberimiz (S.A.V.)'ın toprağı cennetten alınmıştır, demişlerdir. Allah Rasülün'ün “ Bana sizin dünyanızdan üç şey sevdirildi” mealindeki hadisinde buna işaret vardır. Çünkü bu hadisi şerifle “sizin dünyanız” diye dünyadakilere seslendiğine göre kendileri bu dünya toprağından olmaması gerekir. Hadiste konu edilen üç şey, güzel koku, kadınlar ve namazdır. Bunlardan biri insanî zevk ve huzura, diğeri yakınlık kazanmaktan ve ermekten hasıl olan zevke, üçüncüsü de keşif ve müşahede zevkine işaret eder. Bunların sırrına ermek insan tabiatının değil bizzat insan olmanın özelliğindendir. Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “ Bir kimse kırk sabah Allah'a içtenlikle kulluk ederse kalbinden ortaya çıkan hikmet membaları dilinden dökülmeye başlar.”
Buradaki kırk sabahtan maksat kırk gündür. Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.)'in mübarek vücut mayası Allah'ın kudret eliyle kırk sabah terbiye görmüştür. Bu onun çok kamil olduğunu gösterir. Zira derece derece ilerlemede hikmet vardır. Yüce Allah Âdem (A.S.)'ın çamurunu kırk sabah değişik haller ve vakitlerde aşama aşama terbiye etti kırk yıl güneşe karşı bir yerde bıraktı. Bu süre içinde güneşin ışıkları ona aksetti. Peygamberlerin çoğuna peygamberliğin ve vahyin kırkıncı sene gelmesinin hikmeti budur. Yahutta bu kadar zaman ve şekil almış bir halde terk edilmesinin sebebi şudur: “Küllî cismin kemali kamil devr üzre devretmesi ile gerçekleşir.” Kamil devir ise kırk senedir. Bu aynı zamanda yedi gezegeninde devridir. Yedi gezegen Ay Utarid, Zühre, Güneş, Merih, Zuhaldir. İşte bu yedi gezegenin devri kırk yılda tamamlanır. Bu duruma göre Allah (c.c.) Adem'in suretini kırk yıl kendi başına bırakarak tam bir devrin üzerinden geçmesini sağlamış böylece külli cismin olgunluğa ulaşmasına da sebep olmuştur. Nitekim fağfur denilen porselen toprağı kırk sene terbiye edilmedikçe kıvamını bulmaz. Aslı Hindistan ağacı olan öd ağacı kesildikten sonra kırk sene yerde gömülü kalmazsa kokusu o mükemmellikte olmaz. İnsanlığın manasını anlamak gerekir. İnsan bedeni topraktan yaratıldığı için görünüşte güzel, huy bakımından yerle eşit, gönlü Melekler âleminden olduğu için felekler alemi gibi geniştir. Zira dünya seması yer küreden geniştir. İkinci ve üçüncü arşa gelince bunlar da biri birbirlerinden farklıdır. Arş hepsinden geniştir. Bu yüzden sülük ehli olanlar emir âlemine ulaştıklarında o kadar gönül genişliğine ererler ki büyüklüğünü açıklamak imkânsızdır.
Adem, âlemin aslıdır. Adem’in ruhu âdem ağacının çekirdeği, şahsı da bu ağacın meyvesidir. Onun için şahıs bu âlemi tamamladıktan sonra var olmuştur. Meyve ağacının bütün parçalarında gerçek en uç noktada ortaya çıkar. Bundan dolayı aşama aşama üzerinden geçtiği eşyanın ismini ve hakikatını bilmek ona gerekli olmuştur. Yüce Allah: Allah Âdeme bütün isimleri öğretti. (Bakara:2/31) buyurmuştur.
Yüce Allah insanoğlunu yaratıkların en şereflisi ve en güzeli olarak yarattı. Kur'an-ı Kerimde: “ Biz insanı en güzel biçimde yarattık.” (Tin:95/4) buyrulmuştur. Boylu boslu, güzel görünümlü, güzel huylu, duygu sahibi ve öteki varlıkların özelliklerine malik olarak emanetin taşıyıcısı kıldı. Bundan dolayı insanın boyu bosu düzgün, organları simetrik olduğu gibi mana yönünden de Allah'ın sıfatları ile sıfatlanmıştır. “ Allah Âdemi kendi suretinde yarattı” anlamına gelen hadisi şerifte bu hususa işaret vardır. İnsanın levha benzeyen suretine ilahi sıfatlar nakledilmiştir. Hayat, ilim, irade kudret, işitmek görmek ve konuşmak insan kitabını sayfası olmuştur. Onun için “nefsini bilen rütbesini bilir.” buyrulmuştur. Çünkü enfüs ve afâk yaratıcının nüshasıdır. İşitme, görmek, koklama, tat alma, dokunma gibi beş duyu organlarından her biri Hakkın gözlem yerleridir. Kulak Hakk'ın kelâmını işitir., göz Hakk'ın tecellilerini görür, burun, Hak'tan gelen kokuları alır, dil ve ağız ilahi hazlardan zevk alır. Zira tüm yenilir içilir nesneler ilahi isimlerin zuhur yerleridir.el ve öbür organlar görünürde Hakk'ın eserlerinden başkasına dokunmaz. Bu beş duyu aracılığı ile uyanık kalb makamı yüce akıl ve uyanık ruh sürekli olarak dış âlemden bir takım manalar idrak etme işiyle meşgul olur.
Ey tarikat sırlarını öğrenmeye talip olan önce kendinin hakikatini ve sırrını iyi öğren. Bir hadis-i kutside “insanın sırrı benim sırrım, benim sırrım ise onun sırrıdır” buyrulmuştur. Yani insanın sırrı benim sırrımım zahiri ve suretidir ve benim sırrım onun sırrının bâtını ve hakikatidir. O halde insanın sırrı onun hakikatinden ibarettir. O, ilahi hakikat sureti üzerine zahir olmuştur. İnsan türünün sureti olan Allah Resulü Hz Muhammed (S.A.V.)'in de ne kadar Hak sureti üzerine olması hususu iyi düşünülüp kavranılması gerekir. Bununla beraber, “Allah Âdemi kendi suretinde yarattı.” Anlamındaki hadiste sözü edilen Âdem’den maksat insan türüdür. İnsan türünün esas amacı da Allah Resulü Hz. Muhammed'dir. Söz konusu hadisteki “insan” sözü buna göre düşünülmelidir. Bu durumda insanın suret ve sıfatının hakikatini bilmesi gerekir. Zira bu zuhur ve varlığın mertebelerinden habersiz hakikatle aralarında perde bulunanlar ( yaratıcı ile yaratılan arasında ) benzerlik, ortalık, hulûl, bitişme olduğunu sanarak müşrik olmuşlardır. Yüce Allah'ın zatı ve şanı bu tür şeylerden uzaktır. “Onun hiçbir benzeri yoktur, o her şeyi işiten ve bilendir.” (Şûra:42/11)
Sülük ehli olanların kırk gün yalnızlığa çekilmeyi tercih etmesi “Kim kırk sabah Allah'a içtenlikle kulluk ederse kalbinden fışkıran hikmet membaları dilinden dökülür.” Mealindeki hadisi şerife uymak içindir. Çünkü insan yüce Allah'ın sonsuz hikmeti gereği gayb âlemindeki hürriyetinden inerek insanlık mertebesine yani insanlığa tesadüf edince Uza“ Âdemin hamurunu kırk sabah iki elimle kardım.” Hadisi şerifinin de işaret ettiği gibi kırk külli mertebeden geçer, yani kırk makamdan geçer Tasavvuf bilginleri buna “on akıl”, “yedi sıfat” ,“dokuz felek”, “yedi yıldız”, “dört unsur”, “üç terkip” demişlerdir.
İşte hakiki anlamda insan olanlar, insanlığa tesadüf edene kadar gayb âleminde iş bu kırk mertebeyi nasıl geçerse ve inerse bu mertebeleri iş bu insanlık âleminde de bedenle geçip insan sırrına erişmek için Allah'a ibadet etme ve yakarışta bulunma halinden bir an olsun uzak kalamazlar. Hatta Hacı Bektaş-ı Veli (k.s) hazretleri aziz ömürlerini çile ve erbain ile geçirdiler. Bektâşilik'te de halktan klaşıp inzivaya çekilmek, çile ve erbain ile meşgul olmak pirden kalan bir kanun ve tarikat âyinidir. Lakin cahiller etrafı istilâ ettiklerinden bir çoğuna maddi ve telkin elbise taayumatından perde ve kesâfet arız olmakla, idrak aynalarında hal suretinden eser kalmayıp kanun ve ayin tamamıyla unutulmuştur. Şimdi hiç kimseyi kastetmeden söyleyebiliriz ki bu hususu bilen ve uygulayanlar çok nadir kalmıştır. Bununla beraber kamil devri devretmeyen yani yaşı kırkı geçmeyip inabe alan ve tevbe telkin edenlerin pek çoğu fazla zaman geçmeden verdikleri sözü bozmaktadırlar. Onun için bu gibi manen ölçü olan müridlerin batın suretleri fena halde değişime uğramaktadır.
Bektaşilikte aslında mücerred takımın kırk yaşını geçmeyen sırasıyla on iki sene mutfakta, ekmek ve misafir evlerinde, meydanda hizmet etmeyen halk yolunda çile ve erbain ile varlığını ispat etmeyen kimselerden ne ikrar alınır ne de kulluk halkası takılırdı. Zira Cenab-ı Hakk'a karşı sözünde durmayan yalancının mahşer günü yüzü yere sürünürmüş.
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 13

KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

MENKIBELERLE KOYUN BABA
Koyun Baba, Anadolu'daki birçok evliya gibi araştırılıp incelenmeye muhtaç bir Horasan ereni, bir Anadolu evliyasıdır. Onun hayatı kaynaklarda sınırlı bilgilerle anlatılmakta, ancak menkıbelere dayandırılarak anlatılmaya çalışılmaktadır.
Koyun Baba ile ilgili Çorum İl Yıllığında, Özdemir Başaran'ın Tarihi İle Osmancık adlı eserin de, Bayram Durbilmez ve Zeki Gürel'in çeşitli sempozyumlarda sunduğu bildirilerde, İlter Fügen'in araştırmasında, Gölpınarlı' nın İslâm Ansiklopedisi’ndeki ilgili maddesinde verilen bilgiler onun tarihi ve tasavvufi kişiliğini açıklamaya yetmiyor.
Ancak Çorum Hasan Paşa Kütüphanesi’nde 1217 demirbaş numarada kayıtla ve "Menakıb-ı Koyun Baba" adıyla tescil edilmiş 1840 satır ve 920 beyitten oluşan 37 varak manzum bir eser, Paşalıoğlu Abdülkadir b. Ahmet tarafından kaleme alınan 12 Şaban 1255 Hicri tarihli bir eser, bize daha ayrıntılı bilgi vermekte. Bir Koyun Baba aşığı tarafından Koyun Ba ba bize anlatılmaktadır. Bu eser; Çorum İlahiyat Fakültesi öğrencilerinden Harun Bayraktutar incelenmiş, transkırbe edilerek lisans tezi olarak çalışılmış tır
Biz dergimizin bu sayısında bu eserden yararlanarak Koyun Baba ile ilgili anlatılanları burada günümüz insanına ta- nıtmaya çalışıyoruz.
 
1- Horasan'da Moğol zulmün arttığı artık dayanılmaz hale geldiği bir zaman- da Seyyid Ali adındaki bir genç, bir gece rüyasında Peygamberimiz Hz. Muhammed S.A.V.'i gördü. Peygamberimiz onu öpüp bağrına bastı, güzel sözlerle övdü ve ona dedi ki:
- Evladım! Üzülme, yolun açık olacaktır. Ben senin gönlünü bana bağlıyor, ışığımla seni aydınlatıyorum. Sen de in-sanları aydınlatacaksın. Ancak önce git beytimi tavaf et, Ka'betullah'a yüz sür, sonra bana ziyarete gel, oradan Anadolu'ya git,neslimizin o diyarda bulunması gereklidir.
 
2- Seyyid Ali, Horasan'dan çıkıp önce Kerbela'ya uğrayarak atalarının kabrini ziya-ret etti. Gözyaşı döktü. Oradan Bağdat yoluyla Mekke'ye vardı. İhrama girip Haccını tamam etti. Sonra büyük ceddi Hz. Ali'nin manevi işaretiyle Medine'ye gitti, orada Peygamberimiz Hz. Muhammed S.A.V.'in eşiğine yüz sürerek dualar etti. Ve "Ey gizli hazinelerin cevheri, senin emrine uyup geldim. Sana özle mimi sunmak isterim, bana şefaatını esirgeme sen benim hem varlığımın sebebisin, hem de elimden tutanımsın" dedi.
 
3- Medine'den ayrılıp Anadolu yollarına düştü. Önce Şam, Konya ve Bursa'ya uğradı. Burada Hacı Bektaş-ı Veli bağlantılarından Otman Baba ile karşılaştı, Otman Baba, Arık Çoban diye isim verdiği bu zatın kendisini Terkos Gölünü karşıdan karşıya sırtında geçirdiğini, Otman Baba velayet namesinden öğreniyoruz.
 
4- Seyyid Ali, Bursa'nın Melemen adlı bir kasabada Hacı Abdullah isimli zengin bir ağaya çoban durur. Ağa Baba'nın davranışlarından hoşlandı ve kendisine ne kadar ücret verileceğine sordu. O da ücret istemediğini ancak ikişer kuzulayan koyunların kuzularından birer tanesini kendisine vermesini istedi. Gerçekten de o sene Şubat ayı gelip koyunlar kuzulamaya başladığında hep çift kuzuladılar. Ancak Babayı çekemeyen iki kişi, dedi kodu ettiler, Baba'nın bekarlığını da bahane ederek Abdullah Ağa'nın her işi ona bıraktığını, ev halkı ile kötü ilişkiler içine girmesinin bile söz konusu olabileceğini yayma ya başladılar. Bu duruma hayli içerleyen baba, Ağadan bir ziyafet vermesini istedi. Su Başı denilen bir yerde kurbanlar kesilip yemekler yendi. O sırada Baba yanındakilere:
- Gerçi Şubat ayı ama, Cenab-ı Hak şu kiraz ağacından meyve verse de sizlere ikram etsek, dedi. Çevresindeki gammazlar güldüler, Baba'nın saçma sözler söylediğin düşünerek alaya almaya kalktılar.
- Baba bu ayda kiraz olur mu? Bak-sana ağaçlar daha tomurcuk bile olmadı, kuru ağaç meyve verir mi, diye çıkıştılar. Baba.
- Niçin gülersiniz, Allah her şeye kadir dir. Ben dua edeyim, siz amin deyin, eğer ihlas ile dua edersek öyle umuyorum ki; O hikmetinden yemişler verecektir. Dedi.
Ellerini semaya kaldırıp dua etti. Daha ellerini yüzüne sürmeden kirazlar kırmızı kırmızı dallarda belirmeye başlamıştı. Herkes hayrete düştüler. O iki hasetçi de utançlarından özür dilemek zorunda kaldılar.
 
5- Melemende; Koyun Baba'nın kimliği anlaşılınca artık orada durmamanın mümkün olmadığını düşünerek hissesine düşen koyunları alarak ayrılmak zorunda kalır. Uzun bir yolculuktan sonra Nisan ayı başlarında bir Perşembe günü ikindiden sonra, Horasan'da iken rüyasında Peygamberimizin tarif ettiği Kızılırmak kenarında, ovalarında keklikten öten, tepelerinde kekikler biten Osmancık ilçesine ayakbastı. Sazlık denilen bir mevkie gelerek bir ağacın dibine oturdu.
O zamanlar Osmancığın Hıdırlık Mahallesinde Mantık Baba isimli bir şeyh vardı. Otuz dokuz tane müridi ile her Cuma akşamı dergahta tevhit okur zikir çekerlerdi. Tekkeye gelirken herkes bir mum getirir, mumları tekkenin taraçalarına dikerlerdi. O gece Mantık Baba müritlerini topladı, mumlar yakıldı, zikir başlamak üzereydi ki birden bütün mumlar sönüverdi. Herkes hayrete düştü, şaşırdılar birden. Bir günah mı işledik, bir isyanda mı bulunduk diye düşündüler. Mantık Baba herkesi sükuna davet etti, bir an düşündü, gönül yoluyla şu sonuca vardı ki, kendilerinin herhangi bir hatası yoktur. Lakin çok yakınımıza bir veli gelmiştir, Onun ışığı bizim ışıklarımızı söndürmüştür. Şimdi gidip Onu bulmak ve Ona teslim olmak zamanıdır. Güneş doğmuş onun yanında ayın, yıldızın hükmü kalmamıştır. Durumu müridatına bu şekilde açıkladıktan sonra geceleyin başladılar aramaya. Mantık Baba Sazlıkta ağacın dibinde oturan Koyun Baba'yı görünce, heyecanlandı, ona şöyle seslendi:
"Merhaba ey aydınlık günlerin müjdecisi
Merhaba ey gizemli dünyaların habercisi
 
Merhaba ey Peygamberden ışık getiren güneş
Merhaba ey aşıkların beklediği kutlu eş
 
Yüceliğin her gönüldaşı irşada yeterlidir,
Gittiğin ve gösterdiğin hep dosdoğru yoldur.
 
Bize ulaştın, öteden duyduk çağıran sesini
İşte cennet, koşun sonsuzluğa, diyen davetini
 
Kalbimizi gizli düşmanlardan arıtmak için
Fazlından ve lutfundan gönderdi Rabbül âlemin
 
Hangi bahçede gülsün söyle ey sevgili
Sizinle olmak hem mutluluk hem inceliktir.
 
Had olsun iki gözüm Hüseyin-i Kerbela'nın
Geldi mirası bugün en hayırlı evladın
 
Ey kadri yüce erdim sana aydınlandı gönlüm
Kutlu yüzün ile ben güzelliğin sırrına erdim.
 
Mantık Baba bu şiiri söyledikten sonra, yaydığı koku, Peygamber soyundan olduğunu gösteriyor, bu koku ancak Ali Murtaza soyunda bilinir, merakımızı bağışlayınız, müridiniz kimdir? Dedi. Koyun Baba:
- Al-i Zehra Şehid-i Kerbela soyundanım. Horasan'dan geliyorum. Işığımı Resulullah'tan aldım. Adım Seyyid Ali'dir. Bu beldenin tasarrufu bana verilmiştir. Size izin çıkmıştır, isterseniz gidebilirsiniz. Mantık Baba'nın müritleri başka beldelere dağıldılar ancak kendisi:
- Yaşım çok ilerlemiştir, gücüm kalmamıştır, beni kulluğa kabul ederseniz eşiğinizi süpürürüm. Dedi. Koyun Baba onu yanında bıraktı.
 
6- Baba bir gün bir bağın kenarında koyun güderken bir es duydu:
- Bana koyunlarını Sal, otlasınlar beni ottan ayıklasınlar...
Baba koyunları bağa sürdü. Bu sırada bağın sahibi büyük bir gürültüyle gelerek babaya sitemde bulundu, gidip şikayette etti. Birkaç kişi gelip koyunları bağda görünce Baba'ya çıkıştılar. Bağ sahibinin feryadı durmuyordu. Baba oradakilere dönerek dedi ki:
- Sizinle anlaşalım, eğer bu bağda bir tek yaprak ziyan olduysa sana bütün sürü-mü vereceğim, eğer senin bir ziyanın yoksa bu bağı tekkeye vakfeder misin?
Orada bulunanlar, koyunları dışarı çıkarıp bağı iyiden iyiye incelediler, bir tek yaprağa ziyan gelmediğini görüp koyunların sadece bağdaki yabani otları yediğini anladılar utandılar. Koyun Baba'nın yüceliğini anlayıp bağı tekkeye vakfettiler.
 
7- Osmancığın doğusunda Amasya İline bağlı Gümüş Maden Kazası denilen beldede bir müderris vardı. Koyun Baba'yı kim duyar, onu her yerde kötülerdi. Çok kibirli kendisini beğenmiş bir adamdı. Bir gün kendi softalarından on kişiye görev vererek Osmancığa yolladı. Koyun Baba'yı yakalayıp getirmelerini istedi. On kişilik kafile yola koyulup gelirken Gücercinlik Köyü yakınlarında yorulup mola verdiler. Hava sıcaktı, bir ağacın altında dinlenmek üzere otururken uyuyakaldılar. Uyandıklarında hepside ihtilâm olmuşlardı. Irmakta boy abdesti alıp Osmancığa devam edeceklerdi. Onlar ırmakta iken her birisinin elbisesinin üzerine birer yılan çörekleniverdi. Dönüp kimse elbisesini alamadı. Orada bir çoban gördündü. Çoban onlara neden elbiselerini giyemediklerini sorunca olanları anlatıp yılanlardan korktuklarını söylediler. Çoban onlara:
- Bir kimseye kötülük yapmayı düşünüyor muydunuz? Diye sordu.
- Evet dediler. Osmancıkta Koyun Baba diye biri varmış, sihirbazmış, bir çok hünerler göstererek halkı kandırmaktaymış, ta Gümüş'ten buraya onu yakalayıp götürmek için gelmiştik. Dediler. Çoban onlara:
Siz o kötü düşünceleri içinizden atın, Koyun Baba'ya kötülük yapan iflah olmaz, hem o sizin dediğiniz gibi sihirbaz filan da değildir, yılanların zararından ancak böyle kurtulursunuz. Dedi.
Çobanın sözleri kafiledeki softaların hoşuna gitti. Koyun Baba'yı yakalamaktan vazgeçip o düşüncelerinden caydılar. Yılanlar derhal su olup aktı. O anda yanlarındaki çoban da birden ortadan kayboldu. Sonra elbiselerini giyip şehre geldiler, çarşıda bir adama Koyun Baba'nın yerini sordular o da Hıdırlık civarını tarif ederek orada sakızlık denilen bir ağaç vardır, o orada oturur diyerek yerini tarif etti.
Gelip baktılar ki; ırmak kenarında kendileriyle konuşan çoban orada oturuyor. Derhal af dileyip yanlış yolda olduklarını söylediler. Koyun Baba'ya derviş olmak istediklerini iletip özürlerinin kabulünü dilediler. Koyun Baba onlara:"Bu dervişlik bir ateşten gömlektir, kolay bir iş değildir" dediyse de ısrarlarına dayanamayıp onları dervişliğe kabul etti.
Yalnız, içlerinden birisi Koyun Baba' ya hiç güvenemiyordu. Baba bir gün sakızlıkta uyurken büyükçe bir taş alıp babanın başına attı. Baba elleriyle o taşı tutarak yukarıya dama attı. Adam cüzam olasın diye beddua etti. Kısa zamanda adamın derileri dökülmeye başladı, kemikleri çıktı, insanlar ondan kaçmaya başladılar..
 
8- Bağdat Kadısının tayini Bursa'ya çık mıştı. Bağdat'tan ayrılıp önce İstanbul'a uğrayacak oradan Bursa'ya geçecekti. Yolu Osmancığa uğradı ve Koyun Baba'nın misafiri oldu. Baba'dan izzeti ikram gördü. Ancak bir şey dikkatini çekmişti. Baba köpeklerini çağırırken onlara "Kadı" diye sesleniyordu. Bu davranış Kadı'nın hoşuna gitmemiş, İstanbul'a gidince Baba'yı Padişaha "şeriat Memuruna hakaret ediyor" diye şikayet etti. Padişah Baba'ya ferman göndererek huzura çağırttı. Koyun Baba Padişahın huzuruna vardığında selam verdi, o Kadı da orada bulunuyordu, padişah:
- Çoban mısın sen? Dedi. Baba:
- Evet, koyun güderim ben. Dedi. Padişah.
- Köpeklerin var mı? Diye sordu. Varsa isimleri nedir, söyle bakalım. Dedi. Koyun Baba da:
- Evet var. Üç köpek bekler koyunlarımı, çok sağdık hayvanlardır, hiç hile bilmezler. Birisinin ismi Kara Kadı, bininki Sarı Kadı, ötekinin de Ala Kadı diye çağırırım. Padişah hiddetlendi:
- Şeriat Memurunu niçin küçük düşürürsün böyle... Koyun Baba:
- Ey padişahım! Benim bu konuda hiç günahım yoktur. Şeriat sözünün manevi anlamı haramı terk edip helali bulmak değil midir?
- Evet. Dedi Padişah. Buna Allah şahittir.
- Bu kadılar haram ile helali bilmezler, amma benim köpeklerim haram ile helali birbirinden ayırırlar. Hem haram yemezler, hem zarar ziyan vermezler kimseye. Bu sözüm doğrudur, yalan söylemiyorum isterseniz deneyebilirsiniz. Padişah:
- Nasıl deneyeceğiz, senin köpeklerinin haram yemediklerini? Koyun Baba şöyle dedi:
- Ey Padişahım! Kırk kaplık bir ziyafet veriniz. Bunun yirmi kabı helal kazanılmış, yirmi kabı da haramdan elde edilmiş olsun. Kırk tane kadıyı çağırınız, bu kırk tabaktan yemek yesinler, helal olanla,haram olanı ayırabilecekler mi? Bir de benim köpeklerimi çağıralım, bakalım onlar helal lokmalarla haramı nasıl ayıracaklar,gerçek o zaman meydana çıkar.Padişah bu cesaretli teklife hayret edip:
- Peki, köpeklerin nerede şimdi? Diye sordu.
- Onlar şimdi burada değiller. Osmancık'talar ama size söz veriyorum onları buraya getirebilirim. Bu söz Padişahın çok hoşuna gitti. Hemen Baba'nın tarifi gibi yemekler hazırlandı. Kırk tane kadı davet edildi. Sofraya kuruldular. Haram, helal ayırmadan kırk kap yemeği yediler. Sıra Baba'nın köpeklerine geldi. Baba deniz kenarına gidip köpeklerine seslendi:
- Ala Kadı! Kara Kadı! Sari Kadı! O anda herkesin gözü önünde denizden üç köpek çıka geldi. Görenler şaşırdılar, köpeklerden biri ala, biri sarı, biri de kara idi. Padişah bir Besmele yazdırıp yemek odasının eşiğine gizlice bıraktırmıştı. Köpekler aç, içeriden yemek kokuları gelmekteydi. Kapıya doğru hücum ettiler ve birden kapının eşiğinde durup Baba'nın gözünün içine baktılar. Eşiğin altından Besmeleyi alıp köpeklerin içeri girmesini sağladılar.
Köpekler içeri girip önceden davet verenler tarafından belli olan haram yemek dolu kapları ayaklarıyla bir, bir devirdiler. Helal kaplardaki yemeklerden bir güzel karınlarını doyurdular. Padişah ve orada hazır bulunanlar, şaşkına dönüp Baba'dan özür dilediler
- Ey erenlerin şahı! Bizi afet, biz yanılmış, hata etmişiz. Biz kusurluyuz dediler. O anda babanın gözü şikayet eden kadıya ilişti, bir heybetle baktı... O anda Kadı yüz üstü yere düşüp can verdi. Padişah başını kaldırdı:
- Bizi af eyle ya seyyid, anladık ki sen gerçekten Allah'ın veli kullarındansın, gönlün ne dilerse vereyim. Köyleri, arazileri vakfedeyim. Hangisini istersen söyle! Baba:
- Beyt-ül maldan asla bir şey istemem ancak Sarı Alan ile Saltık bölgesini tekkeye vakfedersen oranın kazancıyla gelen gidenin fakir, fukaranın ihtiyaçları karşılanır.
Baba izin alıp Osmancığa döndü.
 
9) Koyun Baba bir gün Kargı Köyüne gitmişti. Bir çeşme kenarında oturuyordu ki, yaşlı bir kadın geldi. Elinde su güğümü, zorlukla güğümü taşıyordu. Çeşmeden su doldurup götürecek. Baba:
- Ey valide! Oğlan, kızın yok mu da sen su taşıyorsun, onlar taşısa da sen dinlensen olmaz mı? İhtiyar kadın:
- Vardı amma, ne çare ki ölüm geldi, elimden alıp götürdü yavrucaklarımı, belim bükük, gönlüm yaralı kaldı. Ben taşımayım da suyumu kimler taşısın?  Baba dedi ki:
- Cenab-ı Hak Kerim'dir, sebeplerden sebepler yaratır, çok merhametlidir. Peki; iki çocuk doğursan birini bana verir misin?  Kadın güldü. Dedi ki:
- Ey derviş baba! Ben yüz on yaşındayım, erim de yüz yirmi yaşındadır. Olmaz bu iş, ne bende, ne onda şehvet kalmıştır. Nasıl böyle bir şey söyleyebiliyorsun, beni hayrete düşürdün halimi görmüyor musun? Koyun Baba:
- Allah Kadirdir, sen şüphe etme, umutsuzluğa düşme! Ona bir elma verdi. Bu elmayı yerseniz iki oğlan doğurursun, isimlerini bensiz koymayasın. Kadın elmayı aldı sevinerek kocasına olanları anlattı. Elmayı bölüşüp yediler, o gece yeni gelin güveyi gibi şehvete gelip birbirlerinin oldular. Kadın hamile kaldı, herkes şaşırdı. Hamilelik müddeti sona erince kadın iki oğlan doğurdu. Gürbüz canlı ve sağlıklı çocuklardı. Yalnız bir yıl kadar isimsiz kaldılar. Bir yıl sonra bir gün Baba geldi, çocukları gördü. Kadın Koyun Baba'yı görür görmez heyecanlandı ve dilinden şu mısralar döküldü:
 
Neredesin gel gönlüme suretin çizdiğim
Şüphesiz her halinden veliliğin bildiğim
Tertemiz soyun Haydar-ı Kerrara gider
Gün gibi ispat eder anlındaki çizgiler
Gözüm yolda kendim darda idim
Elhamdülillah gördüm seni sevindim
İşte müjdelediğin evlatlar burada
Hakkın yardımı sultanımın himmeti bu da
Hoş geldin ey Seyyid-i Ali
Elbet olur her dilediğin ey veli
Kim senden feyz almaz, bilmez kadrini
Hem kendini bilmez hem...
 
Sonra çocuklara döndü, birini kucağına aldı, aradığım bu değil deyip ötekine yöneldi.
İşte benim kardeşim budur deyip ikisini de kendisi ad koydu. Birisine Ahmet birisine Muhammed dedi. Ahmet'i yanına alıp uzun yıllar beraber kaldılar. Onun adına Ahi Baba denilmiştir. Şimdi Kargı'da Keçen Çiftliğindeki Muhammed, bu Ahi Ahmet'in kardeşidir.
 
10) Fatih Sultan Mehmet Devri...İstanbul feth olunmuş ancak, Karadeniz Bölgesinde üç ayrı devlet, Karamanoğlu, Akkoyonlu Devle ti Padişahı Uzun Hasan Sultana rahatlık vermemekteler... Padişah doğuya sefer düzenledi, donanma denizden, kendisi karadan gider. Osmancığa uğradığı sırada Baba hazretlerine lalasını gönderdi. Vezir Baba'nın yanına arka taraftan geldi. Baba erkek adam arkadan gelmez, deyince vezir özür diledi. Baba Sultanın istediği başımızın üstündedir, diyerek onu saygıyla karşılayıp isteğini sordu. Lala, Padişahın selamı vardır,"Bu seferin sonu ne olacaktır, bizlere karanlık olsa da evliya ya malumdur, bunu bize haber vermesi dedikodu sayılmaz, biz veli sözünün hakkına riayet ederiz." Padişahın selamını duyunca Baba derhal ayağa kalktı, vezir ile birlikte huzura gittiler, Padişahla beraber teveccühte bulundular, birlikte ne gördülerse gördüler, kimseye bir tek söz de etmediler.
Padişah tebessüm etti, memnuniyetini söyledi, musafaha edip ayrılacakları zaman, Baba'dan ihtiyacı ve isteği olup olmadığını sordu. Buraya birçok vakıf gereklidir dedi baba:
- Bize dünya malı gerekmez, bir isteğimiz de yoktur. Allah yolunu açık etsin, askerini muzaffer kılsın,seni utandırmasın. Dedi.
Ordu Uzun Hasan'ın ordusunu mağ-lup etti, ondan çokça ganimetler aldı, İstanbul' a dönerken Baba'ya uğrayıp bizi duadan unutma dedi. Tekrar isteğini sordu. O zaman Baba:
-Eğer Padişah hayır etmek istiyorsa Kızılırmak üzerine bir köprü yaptırsın, bu hayratın sevabı ona yeter." Dedi. Ayrıca Koyun Baba Vakıflarından kışlak ve yaylaklarından vergi alınmamasını gelen, gidenlerin bu gelirden istifade de ettiğini bildirdi.
Padişah köprünün inşasına niyet ettiyse de ömrü vefa etmedi.
 
11)İnal Köyü yakınlarında bir ejderha ortaya çıktı ki insanları öldürüyor,hayvanları telef ediyor,yolları kesiyor,ekinlere,meyvelere zarar veriyor. Halk çaresiz kaldı,gelip Baba'ya şikayette bulundular. Baba ile birlikte ırmak kenarına gittiler,suya inmişti,sanki ırmağı ağzına almış yutmaktaydı. Baba onu gö-
rünce hemen ağzından şu sözler sağdır oldu: "Taş olasın."
Ejderha o anda taş kesildi. Havdan bölgesinde onunu izleri bellidir,kayada yılan res-mi oyulmuş,gözlerinden yaşlar gelmektedir.
 
12) Koyun Baba'nın bir dervişi vardı. Adı Yahşi Abdullah idi. Koyun Baba Abdullah'ı çok severdi. Abdullah bir gün Baba'ya gelerek;elini öptü,ondan bir ricası olduğunu söyledi,dedi ki:
- Sultanım ! İzin ver Hacca gideyim,ben de o beyti tavaf edeyim,gidenlerden geride kalmayayım,himmet et,dua buyur. Baba:
- Kaç para biriktirdin ? Abdullah :
-Beş,on akçem vardır,beni oraya ulaş-tırır,yıllardır bu niyetle biriktirdim.
Baba,Abdullah'a parasını getirmesini söyledi. Elinden paralarını alıp onu yoldan alıkoydu. Giden gitsin,sen gitme.
Abdullah üzüldüyse de bir şey diye-medi. Arife günü olduğunda,Baba ona üzülme dedi. Biriktirdiğin şu parayı al,çarşıdan biraz bal,biraz yağ,biraz un al getir. Yahşi bunları alıp getirdi. Ada Tepenin üzerine bir ateş yak-tılar,Koyun Baba güzel bir helva yaptı,helva baldan tatlı,kaymaktan lezzetliydi. Bir miktar Baba yedi helvadan,bir miktar da Yahşiye yedirdi. Sonra ey Yahşi gözlerini yum ! Dedi. Ondan sonra gözlerini aç dedi. Yahşi kendisini Arafat'ta Vakfiyeye giden Hacılar içinde buldu. Hemen secdeye kapandı,sevincinden coş-tu,göz yaşı döktü. Hacılar birlikte Mina'ya gel-diler,herkes kurban alıyordu. Yahşi'yi orada Osmancık'tan gelen arkadaşlarını gör-dü,bizimle gelmemiştin,ne zaman geldin ? Diye sordular. O da diğer kafileyle diyerek sır-rını açığa vurmadı. Orada bir Arabi elinde bir koyun,Koyun Baba'nın müridini sorar,kim ise Koyun Baba'nın dervişi bu kurbanlık onun-dur,gelsin alsın. Yahşi Arabi'ye yaklaştı,Koyun Baba'nın müridi olduğunu söyledi, Kurbanı Oracıkta kestiler,Allah'a ham-dü senada bulun dular. Koyun Baba'ya dua ettiler. Hac tamam olup dönüş vakti geldiğinde bir de baktı ki Koyun Baba yanında durmaktadır. Derhal göz yaşı döktü,elini öptü,beni terk etme deyip irtica len şu şiiri söyledi:
 
Safa geldin efendim gel ki lutfunla handanım
Kılarsın her an lutfunla sen tetbiri dermanım
Açıldı himmetinle birden bu bahtı raşanım
Gel ey canım efendim,sevdiğim devletli sultanım.
Eğer olmazsa himmet ben olurum şad iken nâşad
Elhamdülillah bahtımı açtın edip birden bire irşad
Velinimetimsin hem sen ettin gönlümü âbâd
Gel ey canım efendim sevdiğim devletli sultanım.
Bana yahşi dedin ama değil yahşi yamanım ben
Yaşım geçmiş,yol uzun güçsüz idim ben
Şiir babında her an kadrü şen gevher fişanım ben
Gel ey canım efendim sevdiğim devletli sultanım.
 
Baba Yahşi'ye gözünü yum dedi,aç dedi açtı gözünü Yahşi bir de baktıki ateş yakıp helva yaptıkları yerdeler,Osmancığa gel-mişler,henüz ateş sönmemiş. O tepeye bu o- layı hatırasına Arefe Tepesi denilmektedir.
 
13 Adamın birisi merkebini kaybetmişti. Aradı bulamadı. Derhal Şeyhe baş vurup derdini anlattı. Onu lutfedip keşfen arasanız, bu fakiri sevindirirsiniz a sultanım. Diye tarazzuda bulundu. Baba ona sabret bakalım bu gün Cumadır, namazı kılmağa gidelim, Allah Kerim'dir. Dedi.
Namazdan sonra vaiz nasihatte bulundu, aşktan söz etti, başından aşk geçmeyen varsa ayağa kalksın diye seslendi. Cemaatten yaşlı bir zat ayağa kalktı.
-Ben doksan yaşıma erdim, başımdan ne sevda geçmiştir ne de aşkı bilirim. Deyince.
Baba merkebini kaybeden adama dönerek. Müjde, merkebini buldum, şu doksanlık adamın başına yuları tak götür. Dedi.
 
 
14 Sultan Beyazıd Amasya Valisi idi. Babasının öldüğünü haber verdiler.
Çıkıp Amasya'dan Merzifon'a geldi, orada Piri Baba ile görüştü,ondan himmet di-ledi,bizi İstanbul'a ulaştır piri Baba "Sen Os-mancığ'a git orada bir er vardır ki Hazreti Ali neslindendir,ancak o sana himmet eder." De-di.
Sultan Beyazıd derhal Koyun Baba dergahına gelerek, ona tazim gösterdi. Irmak coşmuştu geçmek zor, İstanbul'a ulaşmak ise elzemdi.
Koyun Baba; Beyazıd'ı ırmağın kenarına getirdi. Ona
-Eğer bu ırmak üzerine bir köprü yaptırmaya söz verirsen seni ulaştırırım. Yalnız tahta çıktığın zaman unutma. Sultan Beyazıd söz verdi, ömrüm vefa ederse yaptırırım dedi. Koyun Baba
-Yum gözlerini dedi. Beyazıd gözlerini yumdu, bir süre sonra aç gözlerini dedi açtığında İstanbul'u gördü. Derhal tahta geçip oturdu. Sözünü unutmuş Koyun Baba'da vefat etmişti ki bir gün rüyasında Baba'yı gördü ve derhal köprünün yapılmasını ferman eyledi.
O büyük köprünün yapılmasına böylece Koyun Baba vesile oldu.
 
15 Yaz günleri geldiğinde uzlete çekilmek üzere Çal Dağı civarına gider, koyunlarını orada güderdi. Orada bir mağara vardı ki Koyun Baba bu mağaraya girer ibadetini burada yapar, zikirle meşgul olurdu.
Bir gün yine o mağarada zikirle meşguldü. Mağaranın kapısında yüzlerinde bin bir şer okunan hırpani kılıklı iki eşkıya belirdi. Kendi aralarında konuşuyorlardı:
-Tamam, O sihirbaz Babayı bulduk işte burada, kim bilir ne hileler düşünüyor..." diye söyleşiyorlardı. Koyun Baba mağaranın tavanına işaret ederek:
-Açıl ya mübarek" diye seslendi. Allah'ın izniyle mağaradan dağın üstüne kadar bir yol açıldı. Aşağısı geniş, üstü dardı, dört minare uzunluğunda bir yoldu. Eşkıyalar Koyun Baba o delikten yukarı çıkarken gördüler, arkasından bakakaldılar ve
-:Bu adam sihirbaz olamaz varıp ayağına yüz sürelim, mübarek yüzünü görelim, bu bir çoban değil velidir" deyip eteğine yüz sürdüler. "bizi afet" diye yalvardılar. Sonra "kötülük eden kötülük bulur, iyilik eden iyilik bulur" deyip irtica en şu şiiri söylediler:
 
Ey sevgili, can nedir ki canımız her an kurban sana
Cana kastetmek mi? Asla! Bizden isyandır sana.
 
Senin halini bilen eşiğinden ayrı kalmaz
Seni sevmek, sana güvenmek Tanrı'ya bir niyaz.
 
Atalardan aldığın anlındaki parlayan ışık
Himmet eyleyen o,yok ondan başka tanışık.
 
Ey veler önderi, Ali'nin temiz soyu,soyun,
Aklı olan kötülük etmez ey insanlar duyun.
 
Evliyaların kuvveti Rabb'imin sana bir himmeti
Dağı delip yol bulmakla gösterdin bize izzet.
 
İspat eylediğin keramet nur-u vilayettir
Bu cihanda sana yetecek kadar bir alamettir.
 
Hicvederse bazı cahiller seni incinme hiç
Hak bilir ki o sözler bühtandır durma geç.
 
Bizleri sen lütfedip affeyle ey sultanımız
Lutfile affetmek sana yakışır biz kullarız
 
Himmetin bir bakışa eder taşları altın
Taş ağrımdaki taşlar inci olur,baht senin bahtın
 
Bizleri lütfen kabul et kulluğa ey Baba
Kapında kulluk bize gerek bağışlamak sana.
 
Koyun Baba bu içten dilekleri duyunca o şakileri bağışladı. Onları müritliğe kabul etti. O mağara Çal Dağında hala durmakta, o delik ise açık bulunmaktadır. Koyun Babanın asası burada asılı olup onu kimse almaya cesaret etmemekte ve ona saygı göstermektedirler.
 
16 1305 yılında bir gün Kuzhayat Köyünden Boyabatlı ahmak bir adam bu mağarada asılı duran asayı alıp götürmüş. Evinde de ne olur, ne olmaz diye yastığının altına koyup yatmış. Sabahleyin kalktığında asanın kaybolduğunu görmüş, nereye baktıysa bulamamış. Birden aklına Koyun Babanın almış olabileceği düşüncesi gelerek tekrar Çal Dağına doğru yola koyulmuş. Mağaraya vardığında bakar ki, asa yerinde asılı durmaktadır.
O anda Koyun Babanın büyüklüğünü anlayıp dergahını ziyarete gitmiş ve ruhaniyetinden istimdatta bulunmuştur.
 
17 Koyunu Babanın Ali adında çok sadık, kendisine çok bağlı bir dervişi vardı. Ali Koca diye bilinirdi. Koyun Baba onu çok sever,o da onun bir dediğini iki etmez,her hizmetine koşardı. Bütün derviler ona gıpta eder biraz da kıskanırlardı. Baba bir gün onu denemek istedi ve ona dedi ki:
- Ey koca Ali bana ırmaktan bir su getir, ondan sonrada nasibini al seni bırakayım.
Koca Ali gidip kabını doldurdu gönlünü ferah tutmaya çalıştı, üşenmedi kalbini hiç bozmadı. Babaya ikram etti. Baba; suyu döktü içmedi.
-Rızasızdır içmem bu suyu" dedi. İki kere dolu getirdi yine döktü. Koca Ali tekrar ırmağa gitti. Derhal suyu getirip Babaya sundu. Babaya sundu. Baba testiyi aldı suyunu içti, ferahlık oldu ve Koca Ali'ye:
-Üzülme dedi. Seni denedim. Bakalım bir bıkkınlık gösterecek misin diye. Artık bahtın açılmıştır. Aferin deyip arkasını sıvazladı. Koca Ali'nin gözlerinin perdesi açıldı. Ona Rumeli'de bir yer gösterildi. Tuna boyun da yeşilliği dillere destan.
Orada açları doyuracak, yoksulları gözetecek, insanları iyiliğe çağıracaktı. Koca Ali nasıl büyük bir devlete erdiğini anladı. Hemen Koyun Babanın elini öpüp şunları söyledi.
Ey zamanın kutubu, gözümün, gönlümün ışığı. Ey keramet feyzinin biricik kaynağı, sevdiğim canım babam elveda !..
Bundan sonra senin ayrılığının gönlü-mü karanlıklar, gözümü yaşlar içinde bırakır. Ahlarım asumanı titretir,aslında senin sohbetini bırakıp bir an bile senin yanından ayrılmak istemem,lakin emrine boyun eğmişim,cayamam elveda !...
Hizmetinde kusurlar işledim, bugün onun için mahcubum. Ağlıyorsam görenler çok görmesin feryadım sana olan tutkunluğumdan, en büyük hazinem seni sevmek ey sulta-nım... Dedi. Sözünü bitirince Baba ona
-Gözünü yum, üzülme artık bahtın açıldı, gözyaşı dökmenin faydası yoktur. Ağlama gayri himmetimiz sana el vermiş, gönlümüz seninledir söyledikten sonra gözünü aç "dedi.
Koca Ali birde ne görsün Tuna boyunda Vidin Kalesi yanındadır. Orada Yakup Karargâhı denilen yerde durdu. Koyun Babanın kerametiyle buraya gelmiş olduğuna sevinde. İnsanları irşada başladı. Açları doyurdu, açıkları giydirdi. Fukarayı koruyup kolladı. Vefat ettiğinde işe içinde dervişleri olan mamur bir tekke bıraktı.
 
 
19 Baba Ada Tepe civarında koyun gütmekteydi. Koyunlardan biri sürüden ayrılıp kaçtı. Koyun Baba da arkasına düştü. Tepeyi tam üç kere dolandı. Her bir dolanma 3-4 saat sürmekteydi. Sonunda koyunu yakalamaya muvaffak oldu. Ama hem koyun yorulmuş, hem de Baba yorulmuştu.
-Be hey mübarek hayvan, hem beni hem de kendini yordun" deyip koyunların içine saldı. İşte hayvanlara olan düşkünlüğünden, şefkatinden ve de koyun güttüğünden Seyyid Ali Koyun Baba adıyla anılır.
 
 
20 Ada Tepe etrafında kaçan koyunu kovalayıp yakaladıktan sonra artık maddi gücünün azaldığını anlamış ve müritlerine ömrünün sonunun geldiğini, ecelinin yaklaştığını bildirerek medfen olarak neresi uygun olur diye onların görüşünü almak üzere fikirlerini sormuştu. Dediler ki:
-Ey himmeti yüce insan, sana dervişlik etmek ne hoş saadetli bir iştir. Nasıl emredersen öyle yaparız, nereyi seversen orasını göster. Yalnız gönlümüz hep senenle olmak ister. Allah'tan dileğimiz senin ömrüne bereketler ihsan etmesidir. Koyun Baba büyük bir taşın yanında durdu. Hz. Ali'nin sapankaya ile attığı Ali Kayası gibi bir taştı bu. Ada Tepeden bir hamle ile öyle bir fırlatış fırlattı ki, taş şu andaki türbenin bulunduğu yere düştü. Gelen ziyaretçiler de görürler ki, Koyun Babanın parmak izleri aynen taşın üzerinde, eli çamura batmış gibi belli ol-maktadır. Münkirlere vefadan sorma onların işi cevrü cefadır aşıklara sefâdan sorma onların işi ihtilâldir.
Zengin olan fukaranın halini ne bilsin dilencinin çektiği sıkıntıyı sen dilenenlere sor.
Gönlü temiz olanlara riyayı sorma, riyanın halini ehl-i riyadan sor.
Cömertliğin ne olduğunu yedirip içirmesini bilmeyene sorma, onu hain hayasız tutuculara, boş işle uğraşanlara sor.
İki üzlüler "Ene'l Hakk" sırrına vakıf olamazlar. Bu sırları git sen vefalı olanlara sor.
Yücelerde duranı aşağıdan öğrenmek mümkün mü? Sen gökte olanları gökyüzünde oturanlara sor.
Yezit'in zulmünü tarihler bile yazmak-tan aciz kalmıştır. O müthiş vakayı sen gönlü yalnız Kerbela Şahı (Hz. Hüseyin)dan sor.
Peygamber ailesini sevmek bir başka saadettir. Bu hali anlamak istersen onu da o aileden olanlara sor.
Ehl-i Beyt kimdir ey akıl ve izan yoksunu kişi, Resullüllahın soyunu var git Aliyyü'l Murtaza'dan sor.
Aliyyü'l Murtazanın yüceliğini bilmek dilersen Kelamullah'a bak ki onu methet-mektedir. "Hel etâ"dan sor. (1)
Kime nazil olmuştur "Hel etâ" ayeti var anla ve ve her doğruyu bize haber veren Muhammed Mustafa'dan sor.
Bu alem fanidir seni de bir gün yok eder. Gidenler nerdedir bilmem ki onu da "tah-tessera" dan sor.(2)
Koyun Babanın vefatını bize nazım ile anlat,bu nazmın değerini de aşık olan ehl-i zekâdan sor.
 
1-Kur'an-ı Kerim 76/1
2-Kuran'ı Kerim 20/6
 
 
 
21 Koyun Baba bir gün dervişlerini topladı. Kendisinin ihtiyarladığını dünya hayatından ahiret hayatına göçebileceğini söyledi ve vasiyetlerini şöyle sıraladı:
Gelen ziyaretçilere ikramda bulunun. Onları güzelce ağırlayın. Gelen seyyahlara burası bir koruma yeri, bir gölgelik olsun. Allah herkesin rızkını verir. Gelen, giden ekmeğimizden yesin, sütümüzden içsin, yoğurdumuzu tatsın.
Siz hayır sahiplerini görün ki daha neler ikram edeceklerdir. Buradaki sofra hiç kalkmayacak bilakis bereketlenip çoğalacak, benim hayatım sona erse de bu işin burada biteceğini sanmayın. Allah'ın rızasını gözetin. Fakire, miskine, garibe yedirip içirin. Benim şiarım sehavettir, cömertliktir. İşte arazileri bu amaçla ekip biçin, ibadetleriniz daim olsun,din yolunu bırakıp sapmayın. Dervişler dediler ki:
-Ey Baba! Burada su yoktur. Bize su gerekir. Mürivvet, merhamet, şevkat, himmet senindir. Yoksa buraya bir bina yapmamız mümkün olmaz.
Baba asasını yere soktu, oradan su fışkırdı. Herkes kana kana içti. Kol iriliğinde bir su idi bu! Buraya açık çıplak kadınlar gelip çamaşır, bulaşık yıkadılar. Bu durum Koyun Babanın hoşuna gitmedi ve su birkaç gün sonra kayboldu.
Dervişlere dediler ki: Burada bir su taşıyıcı bulunsun, ırmaktan alıp merkebe yüklesin, getirsin ve asası ile işaret ederek burası benim meafenimdir diyerek işaret etti. Bundan sonra
Koyun Baba üç gün yaşadı, üç gün sonra Hacı Yahşi ağlayarak bir feryat kopardı:
 
Yeter dervişlerini dilhun edersin
Bizleri terk edip nereye gidersin.
 
22 Koyun Babanın vefatını halk duyunca çok üzüldü. Çağımızın kutbu gitti. Ne çare ki bu Allah'ın hükmüdür diye ağlaştılar. Şehrin bütün ileri gelenleri topladılar. Cenazesi yıkandı. Naaşı misler gibi kokular yaymaktaydı. Namazını bitirince ahali kıldı. Kabre koyup döndükten sonra da çok güzel kokular duyulmuştur.
Ona bir türbe yapmak için aralarında tartıştılar. Adına Selim Dede derler Babanın dervişlerinden bir ihtiyar. Kargır binaya gücümüz yetmez, kerpiçten bir bina yapalım dedi.
Mahmut Dede ise,
- Allah Kerimdir, sebepler halk eder taş bina olsun dedi. Selim Dedenin sözüne uyarak kerpiçten bir türbe yapmaya koyuldular. Çanaken mahallesinde boydan boya kerpiçler döktüler. Kerpiçler kurumadan öyle bir yağmur yağdı ki, her tarafı seller kapladı. Sel taşları getirdi. Türbenin etrafı taşlarla doldu. Mahmut Dede:
- Gördünüz mü Baba kerpiç binaya razı değildir. Cenabı Hak bize lütfetmiş, taşları göndermiştir. Dervişler bu fikri doğru bulup kabri ortaya alıp taş bir bina çevirdiler. Bir yıl sonra da üzerine bir kubbe yaptılar. Derken ziya-retçilere mahsus mekanlar, mutfak vb. bir bir kuruldu. Ve Koyun Babanın vasiyeti bir bir yerine gelmiş oldu.
 
 
 
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR!

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR
 
Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM
 Hukuka, Yasalara, Telif  ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir.