|
1 |
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
Hazırlayan
Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi corumlu2000@gmail.com |
|
|
Mahmut Selim GÜRSEL TAKDİM
Hayat Hikayesi
KÖSEDAĞI SIRTINDA TAŞIYAN ANA
FERDANE
BİR
DAMLA SU
AHMET'İN YUVARLANAN EŞEĞİ
AMİNE ANA VE ÇOBAN ABİD
UDDUDU NİNE
MISTIK ONBAŞI VE BİR BAĞ KENDİR
ÖĞRETMEN OLDUM
|
|
|
Çalışma TELİF ESERİDİR izin almadan
kullanmayınız! |
Hazırlayan Mahmut Selim
GÜRSEL |
corumlu2000@gmail.com
|
Sitemiz ve yazarlarımız;hukuka, yasalara, telif
haklarına ve kişilik haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir. |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
01 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
KİTAP ismi Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
TAKDİM
Bir kitabın doğması, o kitabı yazmaya kalkan kişinin amacına ve
bilgi birikimine göre değerlendirilmesi uygun olarak
görülmelidir.
Elinizde bulunan bu çalışmanın sizlere ulaşması için günlerini
veren bu çabası için şükranlarımı sunarken, bu çalışmada da
benim ufacık bir katkımın da bulunması beni bahtiyar etmiştir.
Bu
çalışma ile sizlerde bazı bilgileri edinmiş ve faydalanmış
olarak uzun yılların birikimlerinden aydınlanacağınızı
göreceksiniz.
Bilgi; yazılmadıkça kaybolmaya açık birikimlerdir. Her insan bir
kitaptır; onu okumamız gereklidir.
Tanımadığımız ve anlamadığımız kişiler hakkında nasıl kararlar
veremezsek; bir çalışmayı da incelemeden, okumadan karar
veremeyiz.
Mahmut Selim GÜRSEL
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
02 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
|
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
Mehmet ASLAN
-
Çorum’un merkez
köylerinden Çatak köyünde 1942 yılının bir Ağustos sabahı dünyadan
geldiğimi söyler annem,babam. Her halde bundan dolayı olmalı
ki,insanlara karşı sevgi ve sıcak duygularla doluyum tıpkı Ağustos ayı
gibi. Fakat o zamanlarda “Milletin efendisi köylü” hor ve hakir
görülmüş,aşağılanmış daha doğrusu yaşadığına,yaşayacağına bin pişmen
edilmiş olmalı ki yeni doğan erkek çocukları yol parasına erken dahil
olmasın diye babam beni iki sene gecikmemi olarak 14 Şubat 1944 yılında
nüfusa kaydettirmiş. Şu duruma göre demek ki;benim resmi doğum tarihim
14 Şubat 1944 oluyor.
-
O zamanlar milletin
efendisi köylü idi. 12 lira için çeşitli işkencelere tabi tutuluyor ve
ayrıca mesken olarak ta kendisine cezaevi layık görülüyordu. İşte iki
yıl dünyaya geç gelmemin sebebi bu.
-
İki erkek,bir kız
çocuğuna sahip ailenin en küçük çocuğu benim. En büyüğümüz Abidin,Çorum
Emniyet teşkilatında otuz iki yılı aşkın mahalle bekçiliği yaptıktan
sonra emekli olmuştur. Şimdilik Çorum’u mesken edindi. Sıhhati elverdiği
miktarda kendi başına ev,mescit,mescit ev arası mekik dokuyup duruyor.
Allah kendisine hayırlı ömürler versin. Ablam Sariye ise,köyde evli ve
üç çocuk anası iken beyinin yani eniştemin 21 Kasım 1997 de ebedi hayata
uğurladığımızdan dolayı yalnız yaşamayı tercih etmiş bulunuyor. Annem
Emine 3 Mart 1974 yılında hayata veda etti. Oğlu Mehmet’in yetişmesinde
başrol oynayan Emine ana,kısa bir zamanda olsa oğlunun mürüvvetini
gördü. Baba Mustafa Onbaşı ise,köyün güzel ve temiz havasına alışkın
olduğu için,oğlu Mehmet’in yanına Samsun’a gitmeye yanaşmadı. Bülbülü
altın kafese koymuşlar “ille vatan,ille vatan” demiş ya.. İşte babamda
buna benzer bir durumdaydı. Ancak bir veya iki aylık kısa ziyaretleri
oldu. Kendisini ikna eden oğlu Mehmet tarafından Samsun’a getirildi. Son
dokuz ayını Samsun’da geçirdi. Bir Cuma günü hastalandı. Öbür Cuma günü
Cuma namazından sonra 29 Kasım 1979 da dünya hayatına veda ederek ebedi
hayata intikal etti. Cenazesi aynı gün Çorum’a getirdi. Ertesi gün Çatak
köyüne götürülerek Ahret alemine uğurlandı. Kendileri yokluklar içinde
iken,yetişmemde emeklerini esirgemeyen annemle babamı yad
eder,kendilerine Allah’tan Rahmet diler,yine Allah’tan taksiratlarının
affını niyaz ederim.
-
İşte böyle bir
aileye mensup olan Mehmet,orta ve lise tahsilini Çorum’da İmam Hatip
Lisesinde tamamladı. İmam Hatibi bitirdiği yıl öğretmen okulunu
dışarıdan bitirdi. Tayini İskilip kazasının bir köyüne
yapılmışken,İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsünün imtihanına girdi. Oranın
imtihanını kazandığından,sözlü imtihanlara çağrıldı. Sözlü imtihanını da
kazandığından yatılı olarak 1963-1967 yılları arasında bu okulda okudu.
Burayı bitirince Samsun İmam Hatip Okuluna öğretmen olarak atandı.
Samsun’da İmam Hatip Okulunda öğretmen iken,1972-1973 yaz döneminde
Mithat Paşa Kız Lisesinde İmtihanlara girerek lise ders farklarını
vererek lise diploması aldı. Aynı yıl üniversite imtihanlarına girerek,o
zaman ön kayıtla öğrenci alan Siyasal Bilgiler ve Hukuk Fakültesini
kazandı. Çoluk çocuğa karışan Mehmet,biraz maddi durum,biraz da hayata
atılınca,hakim olsa vereceği yanlış bir karardan dolayı çok
üzüleceğinden,bir de öbür dünyada hakimler hakimi olan Yüce Mevla’nın
karşısında sorumlu olacağından dolayı bu mesleğe intisap etmeyi
kabullenemedi. Şayet Kaymakam olsa,siyasilerin elinde bir top gibi
oynanacağından endişe ederek,öğretmen olarak yaşamayı,öğretmen olarak
emekli olmayı ve öğretmen olarak ölmeyi yeğledi. Hayatında hiç rapor
almadan ve ilk tayin olduğu Samsun İmam Hatip Lisesinden otuz yıl yedi
ay üzerinden emekli oldu. Hayatının yarısından fazlasını Samsun’da
geçiren Mehmet,burayı çok sevmiş olmalı ki buradan ayrılamadı. Halen
Samsun’da yaşayan Mehmet,yaz aylarında Çorum’da geçirmeyi tercih eder.
-
2 Eylül 1998
tarihinde çok sevdiği mesleğine veda ederek emekli oldu.Yayınevimizin basılmış ve sanal yayınlanmış dergilerinde yazıları
bulunmaktadır.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
03 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
- KÖSEDAĞI SIRTINDA TAŞIYAN ANA
- Ahmet;
Yüce Allah'ın karşılık beklemeden insanoğlu emrine sunduğu çam kokulu,
berrak güneşli, temiz ve hür havayı yani bu özellikleri taşıyan misk
kokan ormanları, insanları sarhoş eden çiçek kokulu kırları, sade ve
sadece okumak uğruna şehrin kömür kokan, kırlı havasıyla değişmek
mecburiyetinde kalmıştı. Ya köyünün temiz havasını tercih edecek ya da
şehrin kirli havasını teneffüs ederek okuyup milletine, vatanına
yaralı bir insan olacaktı. Ahmet; bütün milleti ilgilendiren
ikincisini tercih etmişti.
- Ahmet;
babasıyla şehre gelerek okula kaydını yaptırmıştı. O artık köyü şehre
bağlayan tozlu yolları dört saat yürüyerek kat etmeyecek bundan sonra
şehirde ikamet edecekti. Ahmet üç günlük bir gecikme ile okula
başlamıştı. Başlamıştı başlamasına da, sorunlar da peşinden pamuk
ipliği gibi akın etmişti. Ahmet adeta insanları yutan bu kocaman
şehirde nerede yiyecek, nerede içecek, nerede yatacaktı?
- Ahmet;
on beş gün kadar dayısının evini mesken etmişti. Nedense Ahmet, buraya
sığmamaya başladı. Aileye yüklediği külfetten mi yoksa ailenin içine
girmiş yabancı bir kimse olmasından mı, bu sorunu bir türlü çözemedi.
Ahmet; dayı evinde daima küçümseniyor ve horlanıyordu. Hatta kendisine
"Emetinin Hacer okuyamadı ki, köyden gelip de sen mi okuyacaksın?"
Bile deniyordu. Sanki "köylüler okumaz, köyün işiyle uğraşırlar,
okumak şehirlilere tanınmış bir imtiyazlıdır" diye bir kural vardı.
Hacer onların gözünde bir dev olmuştu. Anladığı kadarıyla insan yükü
ağır oluyor her-halde. Bu ağır yükü, dayı bile taşıyamıyordu.
- Ahmet;
ya okuyacaktı, ya da tekrar köyüne dönüp, köy işlerinde ana ve
babasına yardım edecekti. Hatta anası:
- -
Yavrum bu böyle olmayacak, gel seninle geri dönelim. Demişti. Ahmet
anasının yüzüne bakıp, sanki onun içini okur gibi oluyordu. Ana
yüreği, yavrusunu bilmediği, tanımadığı yerlere bırakmak istemiyordu.
Ama Ahmet bir kere karar vermişti, okuyacaktı. Dönüşü olmayan bir
yola girmişti artık. Anasına:
- - Ana!
Ben, han, hamam köşelerinde yatar yine okurum! Dedi. O nasırlı elli,
fakat ileriyi gören ana, oğlunun okumadaki azmini anlamıştı. Evinin
hem erkeği, hem hanımı olan ana, oğlunun bu kararlılığı karşısında:
- -
Öyleyse yavrum, sana bir oda bulalım. Sen de orada kalmak suretiyle
okuyasın. Dedi. Ahmet'in anası, dayısının evine yakın bir muhitte on
lira karşılığında bir odacık bulmuştu. Öyle bir odaki sıvası çamur ve
saman karışımıydı. Duvarlarına bakan bir kimse, delik ve yıkıklardan
bu odanın tamirci ve ustalarla hiç arası olmadığını ilk bakışta hemen
anlardı. Rüzgârın bir taraftan vurup, hiçbir engele rastlamadan öbür
taraftan çıktığı bir odaydı burası.
- Ana,
oğul burada birkaç gece geçirdiler. Ama ana, oğlu Ahmet'i buralara
yalnız başına nasıl bırakabilirdi? Analar anası, oğluna bir oda bulsa
da içi hiçbir şekilde rahat değildi. Ana kara kara düşünmeye başladı.
Öyle ya ; "Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz" ,"Ağlarsa anam
ağlar, gerisi yalan ağlar" dememişler miydi atalarımız? Ahmet'in anası
da oğlunu bilmediği bu yerlere emanet edemiyordu. Bırakın bir anayı,
kuşlar bile yavrularını korumada analar gibi hassastılar.
- Kuşun
biri bir ağaca yuva yapar ve içine yumurtlar. Bir müddet sonra
yumurtadan yavrular çıkar. Yavrular iyice büyümemiştir. Bir gün ana
kuş yuvanın bulunduğu ağaca doğru bir yılanın çıktığını görür. Yılanın
amacı yuvadaki yavruları yemektir. Bu esnada ana yılanla mücadeleye
başlar, mücadeleden mağlup ayrılacağını anlayınca oradan uzaklaşır.
Fakat çok geçmen ağzında getirdiği şeyi yılanın ağzına bırakır. Tam o
sırada yılan ağaçtan aşağı düşer. Bu olayı araştırılar, bir de ne
görsünler? Ana kuş ağzında akrep getirmiş ve o akrep yılanın ölümünü
sağlamış. "Kuş, yavrularını nasıl korursa, elbette Ahmet'in anası da
yavrusunu şehrin varoşlarında yaşayanlardan korumalıydı. Ana bir gün
oğluna:
- - Yavrum Ahmet, okul
müdürünün nerede oturduğunu bana tespit edebilir misin? Dedi. Ahmet
istemeyerekte olsa:
- - Peki
ana. Dedi. Ahmet bir gün öğle vakti uzaktan uzağa okul müdürünü takip
etmeye başladı. Ahmet artık okul müdürünün oturduğu evi öğrenmişti.
Ahmet durumu analar anası Amine anaya anlatır. Ahmet'in anası okul
görmemiştir ama güngörmüş bir bayandır.
- Dedim
ya, evin hem hanımı hem de erkeği idi. Ahmet anasına okul müdürünün
evini gösterdi göstermesine de, neticeden endişe eder. Bir köylü
kadını şehirde oturan hem de müdür anası olan bir bayanla nasıl
konuşur? "Nihayet o da bir insandır" demez Ahmet. Ahmet'in anası okul
müdürünün evine girer ve müdürün anasıyla enine, boyuna konuşur.
Ahmet'in sandığı gibi annesi reddedilmez, aksine kabul görür. İnsan
şehirde de köyde de her zaman insandır, insanlığı bilene... Müdürün
anası, Ahmet'in anasını dikkatle dinler. Ahmet'in anasına, olayı müdür
olan oğluna anlatacağını söyler. Ana bu görüşmeden memnun ayrılır.
- Ertesi
gün okul müdürü Ahmet'i yanına çağırır. Ahmet endişe ve korku içinde
müdürün yanına gider. Müdür:
- -
Yavrum Ahmet, yatağını al getir ve artık okulun üst katındaki bir
odaya koy. Artık undan böyle okulda kalacaksın. Der. Ahmet o andan
itibaren tarif edilemeyen bir neşe ve sürur içine girer. Neşesine
anasını da ortak etmek isteyen Ahmet, öğle üzeri soluğu evde alır.
Anasını durumdan haberdar edince, ana oğlundan daha fazla memnun olur.
Ahmet anasına:
- -
Sokaktan bir eşek arabası getireyim, yatağı elli kuruş karşılığında
okula taşıyayım. Der. Analar anası:
- -
Yavrum ben o yatağı sırtımda götürürüm. O elli kuruş senin okul
harçlığın olur. Der. Sırtta yatak taşımanın ayıp olacağını söyleyen
Ahmet'e, feleğin çemberinden geçmiş olan ana:
- -
Yavrum, ayıp olacak bir şey yok. Sen hiç karışma. Sadece benim önümde
yürü ve bana yolu göster. Der. Ahmet anasının söylediğini aynen
uygular. Ana oğul, yatak ananın sırtında olarak okulun yolunu
tutarlar. Ana, sırtında taşıdığı yatağı, okulun üçüncü katına çıkarıp,
sırtından yere indirince:
- -
Şimdiye kadar sanki Kösedağı sırtımdaydı, onu şimdi yere indirdim.
Der. Artık ana mesutların en mesuduydu. Çünkü oğlunu en emin yere
bırakmıştı. Artık Ahmet, müdürün en sevdiği öğrencilerden olmuştu. Bu
günden sonra öğle üzeri zil çalınca müdür:
- - Ahmet
evladım, şu kitapları bize bırak ta gel. Derdi. Amaç kitap bıraktırmak
değil, Ahmet'in kendi evinde doymasını sağlamaktı.
-
Allah'ın lütfü, müdürün ve ana sının yardımıyla Ahmet okulunu bitirdi.
Ahmet şimdi, ebediyete intikal etmiş olan anasıyla, müdürü hayırla yad
etmektedir. Her ikisinin de ruhları şad olsun.
-
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
04 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
- FERDANE
- Anadolu’nun çok çalışıp,
az kazanan köylerinden birindeyiz. Kış boyu karla kaplı olmasından
dolayı, toprak görmek mümkün değildir. Buralarda kış boyu hükümran
olan kardır. Karların yere düşmesi demek, köy halkının; köy odalarında
kış boyu sohbet ve yarenlik etmesi demektir. Toprak üzerine çöreklenip
oturmuş olan karın kalmasını temin edecek bir etkene ihtiyaç vardır. O
etkense; güneş ve köy halkının “Kabayel”,ilmin ise “Lodos” dediği
rüzgârdır. Lodos ve güneşi gören kar, hükümranlığının elden gidişinden
dolayı, arından erimeye, daha doğrusu ağlamaya başlar. Bu ağlayışın
ana maddesi, özünden ayrılışın gözyaşlarıdır. Bu gözyaşları aktıkça,
karda kendini köyün yakınlarından Kösedağın yamaçlarına doğru taşır.
Yüksek yamaçlara göç eden kar, bir anlamda kışa veda ederek,
aşağılarda yavaş yavaş yeşermeye başlayan ilkbahar mevsimine merhaba,
hoş geldin derken, bir anlamda da ona veda için sanki yükseklerden el
sallar.
- Eriyen
karlar, yani ayrılıktan ağlayan karın gözyaşları bir araya gelerek çay
ve dereleri meydana getirirler. Onlarda büyük su kaynaklarını meydana
getirirler. Karın gözyaşları, geçtikleri yerlere can verir, tabiatı
kış uykusundan uyandırır. Bir anlamda tabiat, yeşil hırkasını sırtına
giyer.
- Yeşilin her tonunu
üzerinde taşıyan tabiat ana, bütün güzelliğiyle insanları kendine
cezbe der. Bunun cazibesine kapılmayan yok gibidir. Baksana kış yerini
ilkbahara bırakınca hepimiz soluğu bir yeşil ağacın altında ya da
çayır, çimen üzerinde alırız.
- İşte
böyle bir mevsimde ilkokulun 3. sınıfında olan bizleri, öğretmenin şu
sözleri kendimize getiriyor:”Çocuklar yarın kır gezisine gideceğiz,
herkes akşamdan azığını hazırlasın. Yarın okula gelirken getirsin!”
Öğretmenimizin bu sözleri, her gün sınıfın penceresinden görüp ah bir
gidebilsek dediğimiz kırlara hayalende olsa götürmüş oldu. Okul
çıkışından sonra herkes sevinç ve neşe içinde evlerine gelir, annesine
yarın gidecekleri gezi için hazırlık yapmasını söyler.
- Anneler eldeki imkânı kullanmak
suretiyle çocuklarının yarınki gezisi için azık hazırlığı yaparlar.
Benim annemde böyle bir hazırlık için işe koyuldu.
- O akşam
erken yatması gerekirken, sevinçten dolayı erken yatmak mümkün değil.
Ertesi gün erken kalkması gerekirken yatılsa bile heyecandan uyumak ne
mümkün. Azda uyusak o gece uykumuzda gördüğümüz rüyada kendimizi
dağların yeşil yamaçlarında, kokularıyla insanı sarhoş eden kır
çiçeklerinin içinde veya çayır, çimen üzerinde yuvarlanırken gördük.
- Sabah
olur olmaz, elimize azık çıkınını alarak okulun yolunu tuttuk.
Öğretmen bizleri sınıflara göre sıraya koydu. Sıralar tamamlandıktan
sonra öğretmenimizin kılavuzluğunda öğrenciler yola koyuldu. Taşlar
içi mevkii süratle geçildi. Ondan sonra Sivri kaya mevkiine varıldı.
Buradan karşıya geçmemiz gerekmekteydi. Ama bahar münasebetiyle eriyen
karlardan oluşan coşkun suları aşmak biraz zor görünüyordu. Derenin
içinde sular tarafından aşındırılmış atlama taşlarından başka bizi
karşıya ulaştıracak geçiş vasıtası yoktu. Tek yol atlayarak bu taşlara
basarak karşıya geçmekti. Bu atlama taşlarını sular kaygan hale
getirdiğinden, geçiş biraz görünmekteydi. Hepimiz bu suretle karşıya
geçmeye başladık.
- Ferdane
isimli arkadaşımız atlarken bastığı taştan ayağı kayarak kendini soğuk
suların kucağında buluverdi. Ferdane suların içinde bir batıyor, bir
çıkıyordu. Arkadaşlardan biri hemen suya atlayarak, çırpınışları ile
beni kurtarın derecesinde hareket eden Ferdane’ye ulaştı. Ferdane’yi
belinden kavradığı gibi dışarıya çıkardı. Ferdane’yi baş aşağı bir
şekilde tutarak, yuttuğu suları ağız yoluyla dışarı çıkarttı.
- Artık
Ferdane kurtulmuştu. Bir anda bu olay karşısında sevincimiz acı, korku
ve hüzne dönmüştü. Fakat onun kurtulmasından sonra sevinç ve acı
karışımı bir hal yaşadık.
- Kader
ağlarını örüyordu. Ördüğü ağlardan birini de Ferdane’ye atmıştı.
Ferdane ölümün eşiğinden dönmüştü. “Ecel geldi cihana, baş ağrısı
bahane” diye bir atasözü vardır. Bu söz; ölümün ne şekilde olursa
olsun, ecel dâhilinde meydana geldiğini beyan ediyor. Eceli gelen
kimseyi ne bir saat sonraya, ne de bir saat önceye alabiliriz.
- Dünyada
yaşayan herkesin alacağı nefes bile sayılıdır. İşte suya kapılan
arkadaşın boğulmaması da onun ömrünün bitmediği için ölmediğine bir
işaretti. Bu olay, güzel bir şekilde geçmesini hayal ettiğimiz kır
gezisinin buruk bir şekilde geçmesine zemin hazırlamıştır. Bu gezide
kader ağına takılmayan Ferdane; aradan geçen bir sene sonra, sebebi
bilinmeyen bir hastalık neticesinde kısa bir zamanda kader ağının
örgülerine takılıp, aramızdan ayrılarak ebediyet âlemine intikal etti.
- Ne
zaman; yolum uğrarsa Sivrikaya mevkine, o günü yeniden yaşar gibi
heyecanlanırım. Olay bütün tazeliğiyle dikilir karşıma. Bende hemen
arkadaşımız Ferdane’nin ruhuna bir Fatiha gönderirim.
- Dünyada
arzu ettiği şekilde kırlarda gezemedi ama dilerim Cennette Huriler
arasında salınır gezer Ferdane. Tıpkı ilkbaharda özlemini duyduğumuz
güzel yerler gibi... Küçük yaşta dünyamızdan ayrıldığı için zaten
sorguya, suale tabii tutulmadan Cennete girecektir arkadaşımız. Güzel
bahçeler, yeşil ağaçlar altında dinleniyor Ferdane... Çünkü o çocuktu
öldüğünde...
- Yinede
kendisine Allah’tan Rahmet dilerim.
-
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
05 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
- BİR DAMLA SU
-
Dünyanın dörtte üçü su ile çevrili, birisi ise kara parçasıdır. Demek
ki; toprağın toprak olabilmesi, üzerinde yaşayanlara faydalı bir hale
gelebilmesi için, bu oranda suya ihtiyacı vardır. İnsan vücudunun
yüzde yetmişi su değil mi?
- Suların
asıl vatanı deniz ve okyanuslardır. Bakarsın bu okyanusların üzerinde
bazen bulut, bazen sis çöreklenir. Bu esnada bulutla deniz arasında
alış veriş başlar. Su damlacıklarıyla yüklü bulutlar gökyüzüne doğru
yükselirler. Daha doğrusu su damlacıkları ana yurdu olan denizlerden
uzaklara sefere çıkarlar. Öz benliğinden uzaklaşması, ikisi arasında
hasret duygusunu uyandırır. Hasret duygusundan meydana gelen ayrılık
acısıyla, damlalar kendilerini dünyanın muhtelif yerlerine gözyaşı
olarak bırakırlar. Düştükleri yerde bir berekettir başlar. Aslına
kavuşmak için nice dağlar, tepeler aşar, hiç acımadan kendini taş ve
kayalara çarpar, yüksek şelalelerden aşağı atar, bunu yapmasından
maksat, ayrılığı öz benliğine yeniden kavuşarak aradaki hasrete bir
son vermektir.
- Düz
ovaya inen su, anasına kavuşmanın sevinciyle, hırçınlığı bırakır
sükûnet havasına bürünür. Kimi su damlaları denize ulaşırken, kimi bu
damlaları da ya küçük akıntısı olmayan gölde, ya bir iç denizde ya da
uçsuz bucaksız çöllerde hayatlarına son verirler.
-
Bulutlarda yüklü olan bazı su damlaları ise, anasından ayrılmasının
elem ve kederiyle aralarında bir burudet başlar. Bu soğukluk
neticesinde bu damlaları yeryüzüne kar olarak iner.
-
Yeryüzünde bekleme zamanı bitince, dünyayı genel manada dezenfekte
eden kar, kızgınlığı ve kırgınlığı ortadan kalktıktan sonra, damlalar
halinde eriyerek yine aslına kavuşmak için dağ, taş demeden yollara
düşer.
-
Bulutların taşıdığı bazı damlalarda aslından ayrılmasına çabucak
kızdığı ve sinirlendiği için kurşun gibi dolu olur düşer başımıza,
düşmesiyle sanki zehir katılır aşımıza. Onunda öfkesi ve siniri geçer,
su damlaları haline gelerek düşer yollara... Bu uzun ve yorucu yollara
katlanmış, sadece hasret ve ayrılığa bir son vermek içindir. Yakar
hasret onların içini ve dışını.
- Aslına
kavuşmak için yola düşen damlalar, yok olmamak için birlik yaparlar.
Hani ne demişler “Birlikte dirlik vardır” Bir araya gelen damlalar,
bazen geçtikleri yere saadet ve mutluluk bırakırken, bazen hırçınlaşır
coşar, sel olur. Hasret aşkıyla çevresini ve önünde oluşturan set ve
barajları yıkar gider. Bu coşku, bu öfkeyle suyun aşkı demek daha
yerinde olur kanısındayım. Çünkü bütün damlaların aslı denizdir.
Damlalar birleşti denizi, kumlar birleşti kıyıyı meydana getirdi.
Engelleri aşarak anasının kucağına kavuşan su damlacıkları, karnı
doymuş aslan gibi sükûnete ererler. Sanki daha önce kendini taşlara
vuran, kayalardan aşağı atan, coşkusuyla kulakları sağır eden o
değilmiş gibi bir hal alırlar. Tabir yerinde ise “süt dökmüş kedi”ye
dönerler.
- İşte
insanda böyledir.
- Elest
bezminde verdiği sözü hatırlayarak, gerçek manasındaki insan benliğine
kavuşmak için, dünyadaki görevini ister bitirsin, ister bitirmesin;
ömrü hitama erince Hakk'a yürür su misali... Bu dünyada Hakk'a
yürüyen, bir güneş gibi öbür âleme doğar.
- “Yere
hangi tohum atıldı da çıkmadı?” İnsanda bir tohumdur, onun bitişini
ancak öbür âlemde görmek mümkündür. Nihayet insanoğlunun aslında bir
damla su değil mi? O da aslında kavuşmak için bütün sevinç, acı ve
zorluklarına rağmen ömür yolunu kat etmektedir. Ömür yolu, doğum
kapısından dünyaya girişle başlar,ölüm kapısından çıkışla dünyaya veda
edilir.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
06 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
- AHMET'İN YUVARLANAN EŞEĞİ
-
Çorum'un kuzeybatı yamaçlarında bir iki yüz metre yüksekliğe ulaşan
“Kösedağ” yer almaktadır. Bu dağın eteğinde, sırtını Kösedağ'a
verircesine dayamış, şehre doğru ufki bir bakış yapan “Çatak” isimli
bir köy bulunmaktadır. Çatak isminin nereden geldiğini pek bilinmese
de, yaşlılar şöyle derlerdi: Hava ve suyu çok güzel olduğundan dolayı
buraya gelen ilk köy halkı, buraya konalım, yerleşelim anlamına gelen
Çatak kelimesini kullanmışlar. Bundan böyle köyün ismi Çatak olarak
kalmış.
- Eski
zamanlarda bu köyde beş nüfus bir aile yaşarmış. Aile; anne, baba,
Abid, Sâre ve Ahmet isimli üç çocuktan oluşuyormuş. İhtiyar anne ve
babanın yükünü en büyük çocuk olması itibariyle bir müddet Abit
yüklenmiş, askerlikten sonra köye gitmeyen Abit, şehirde Emniyet
Teşkilatına girmiş. Onun küçüğü Sâre ise evlenme çağı geldiği için,
köyün içinde bir haneye gelin gitmiş. Aile sadece üç kişi kalmış.
Yaşlı aileye katkıda bulunmak için Ahmet on yaşında odun
taşıyıcılığına başlamış. Ahmet odun yüklemeyi beceremediğinden
başkaları ile gönderilirdi ki; öğrensin de, sonra yalnız başına odun
ormandan evin odununu ve şehirde satılarak evin ihtiyacını karşılayan
satılık odunu temin etsin diye.
- Ahmet;
artık odun kesmeyi, kesilen odunu eşeğe yüklemeyi öğrenmişti.
Ailesinin kışlık odunu artık Ahmet tarafından getiriliyordu. Çünkü
Ahmet artık on bir yaşlarına ulaşmıştı.
- Ahmet
sıcak bir günde eşeğinin alır, köyün yakınındaki Hacı Düzü Yokuşunu
tırmanarak ormana doğru yol almaya çalışır.
- Yokuşu
çıkan Ahmet, kendisini Hacı Düzünde bulur. Burası düz olduğundan
burayı kısa zamanda geçer. Kamışlıca Deresine iner. Ahmet tekrar bir
yokuşla tanışır. Burası, birinci yokuştan daha uzun ve biraz daha
dikçedir. Burayı eşeği ile tırmanan Ahmet, kendisi Fırın Düzü denilen
mevkide bulur. Burası epeyce geniş bir düzlüktür. Ahmet burayı geçerek
Kök Pınar Yokuşuna tırmanır. Hemen arkasından Deli Malar Çeşmesine
varır. Ağaçtan yapılmış bir yalaktan bütün hızı ve süratiyle öyle bir
su akar ki; sanki bugün kendisini ana kaynağı olan denize ulaşacakmış
sanırsın. Billur gibi ve oldukça soğuk akan bu sudan sıcak bir günde
içmeden geçebilir misin?
-
Elbette geçemezsiniz. Eğilirsiniz, suyun aktığı yalağa ağzınızı
dayarsınız, içtiğiniz suyun soğukluğu beyninize hücum eder. Herhalde
bundan dolayı bu çeşmeye “Deli Mallar Çeşmesi” demişler. İnsanın
beynini nasıl sızlatıyorsa, içen hayvanların beynini de sızlattığından
ve hayvanlarda delimsi hareketler meydana getirdiğinden bu ismi
vermişler bu çeşmeye. Hemen ondan sonra küçük bir tepeyi aşan Ahmet,
kendini başka bir çeşme önünde bulur. Bu da birinci çeşmenin aksine
yavaş ve az sulu olduğu için, buraya da “Şirşir Çeşmesi” demişler.
Buradan avuçlarıyla suyu yudumlayan Ahmet, yayla yokuşunu tırmanmaya
başlar. Burayı da aşan Ahmet, son düzlüğe ulaşmıştır. Artık önünde
yokuş değil iniş vardır.
- Ahmet
“Yalancı Mezar” denilen yeri geçerek,”Yongalı Seki” tarafına doğru yol
alır. Yongalı Seki'nin çevresinde daha önceden kesilmiş çam
ağaçlarının kurumuş dallarından odun yapmaya çalışır. Kan ter içinde
odunu hazırlar. Yaz sıcaklığında iyice susar ama o soğuk sular çok
geride kalmıştır. Bazen terini kurutmak üzere çam gölgesinde dinlenir,
bazen de karlardan, karlı dağlardan kaçarak gelmiş kaçarak gelmiş
derin rüzgâr Ahmet'in yüzünde yankılanır. Sonra Ahmet kalkar, yeniden
odun yapmaya başlar. Artık odun yapma işi tamamlanmış ve eşeğin
taşıyacağı miktara ulaşmıştır.
- Eşeği
yüklemek üzere hazırladığı iki odun yığını arasına çeker. Odunları
yükler. Yola çıkmak üzeredir. Azık çıkınını ve eşeğin saman torbasını
odunun üzerine takar. Muzaffer komutan edasıyla yola koyulur.
- Yol dar
ve çevresi taşlık, çalı çırpı olduğu için dikkatle yol almaya çalışır
ama olmuşla olacağa insanın elinden bir şey gelmez. Biraz gitmişlerdi
ki, eşek bir taş parçasına takılarak aşağı doğru yuvarlanmaya başlar.
Ahmet biraz önceki muzaffer komutan hali birden üzüntüye dönüşüverir.
Ahmet yuvarlanan eşeği seyretmekten başka yapacak bir şeyi yoktur.
- Keçi
yoluna oturmuş, hem eşeği, hem de aşağıda kıvrıla kıvrıya öz kaynağına
doğru akan Kızılırmağ'ı, bir yandan da bulutlarla yarışırcasına
gökyüzüne doğru uzanmış,hâlâ üzerinde yer yer kar paçalarının
görüldüğü Ilgaz Dağlarını seyre dalmıştı. Gözleri yaşlı, sıkıntılı ve
üzüntüden dolayı terlemiş olan Ahmet'e Ilgaz Dağlarının karını
yalayarak ve güzel çam kokularını da beraberinde getirdiği çam
losyonuyla tarar.
- Ahmet,
Kızılırmağ'a bakarak ağladı, sızlandı ve “Irmak bile en uzak yerden
çıkarak amacına ulaşmak için nice geçilmesi zor yolları kat ederek
geliyor, yüzünü gözünü taşlara çalıyor” Diye düşündü. “Benim kaderim
bu muydu?” Dedi. Evet, Ahmet'in kaderi buydu. Ahmet, kendine, kendi
iradesiyle, Yüce Allah'ın da dilemesiyle yeni bir kader çizmeliydi.
İşte bu düşüncelerle yerinden kalktı. Eşeğin yanına doğru inmeye
başladı. Eşek ölmemişti. Eşeğin odunların altından kurtardı. Tekrar
odunları iki yığın yaptı, eşeği yığınların ortasına çekerek yeniden
yükledi, yükleme işi bittikten sonra Ahmet'le eşek yeniden yola
koyuldular. Koyuldular ama yol uzamıştı. Eğer eşek yuvarlanmasaydı
Ahmet köye iki saatte varacaktı. Ama eşek “Cıpıl” denilen mevkie
inmişti. Burası köye üç saat çekiyordu.
- Ahmet o
gün yatsıya yakın bir zamanda köye gelebilmişti. Anne ve babasına
başından geçenleri bir bir anlattı. Ahmet artık odunculuk
yapamayacağını, okumak istediğini anlattı onlara.
- Anne ve
baba bu isteğe karşı parasızlıktan dem vurdular. Ama Ahmet ne olursa
olsun okumakta kararlıydı. Sonunda, baba dışarı çıkarak durumu,
durumdan anlayan komşulara beyan etti. Ahmet anne ve babasına parayı
düşünmemelerini söyledi. Yazın çalışarak para kazanacak, kışın onunla
okuyacaktı. Baba ikna olmuştu.
- Ertesi
gün şehrin yolunu tutuldu. Ahmet okula kaydolduktan sonra okulla
tanıştı ve derslerine sıkı bir şekilde çalışmaya başladı.
- Yaz
boyu kahvehanelerde çaycılık yapıyor, kazandığı parayla kışın
geçiniyordu. Lise tahsilini bitiren Ahmet yüksek tahsil de yaptı,
Öğretmen oldu.
- O şimdi
güzel yurdu Anadolu'da öğretmendir. Belki yurdunun güzel bir şehrinde
bir lisede, kim bilir belki de şimdi sizin karşınızda ders anlatıyor.
-
|
-
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
07 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
- AMİNE ANA VE ÇOBAN ABİD
- Eskiden
Anadolu'nun köylerinde, köy halkı koyun, keçi ve sığırlarını otlatmak
üzere, yine köy halkından fakir fukara ve muhtaç olan kimselerden
çoban tutarlardı. Ona yıl boyu; koyun, keçi için birer ölçek, sığırlar
için ikişer ölçek buğday veya arpa verirlerdi.
-
Bilmiyorum bu adet hâlâ devam ediyor mu Anadolu'da?
- 1940-41
yıllarında çobanlığa köyün fakir bir ailesinin oğlu Abid talip olur.
Sabahleyin güneş biraz yükselince;köyün davar ve sığırlarını çobanın
önüne katmaları için çoban,köy meydanında herkesin duyabileceği bir
yerden “hoo...ho..” diye bağırır. Buna köy lisanında “Hoo”lama derler.
Bu şu anlama gelir. “Ey ahali! Hayvanları meraya götürme zamanı
gelmiştir. Bu davar ve sığırları otlatmak üzere köy merasına
çıkıyorum. Hayvanlarınızı getiriniz” demektir.
- Abid,
artık köyün çobanı yani sığırtmacıdır. Yağmur, yaş, kar, kış demeden
davar ve sığırlarla günlerini; tepe, dağ, taş ve tabiatla baş başa
geçirmeye başlar. Önünde sürüsü, elinde kavalı, yanık yanık havalarla
sanki çoban Abid, onunla sakinleşmeye ve dertlerini paylaşmaya başlar.
Çaldığı kavalın sesi karşı yamaçlarda yankılanır ve tekrar ilk geldiği
yere döner.
-
Günlerden bir gün; Abid, köyün sürüsünü alarak, Çalcabaşı'ndan
Karaharman istikametine götürür. O gün havada bulutlar, rüzgârın
elinde sanki bir pamuk yığını gibi oradan buraya, buradan oraya
aktarılır. Biraz geçince bulutlar yağmurun habercisiymiş gibi
siyahlaşmaya başlar. Eğer bulutların geliş istikameti “Akbaş Dede”
mevkii ise, mutlaka yağmur geliyor demektir. Bu denenmiştir ve hiçbir
zaman halkı yalancı durumda bırakmaz.
-
Gerçekten de siyah bulutlar “Aktaş Dede” mahallinden belirmeye başlar.
Başlar başlamasına da peşinden ara sıra gök gürlemesi takip eder.
Biraz sonra şiddetlenen gök gürültüsü, sanki bir bayanın inek veya
hayvan sağması gibi bulutları sağmaya başlar. Zannedersin ki; bulutlar
bir hortumla denize bağlanmış, denizi suya muhtaç toprak parçasına
boşaltıyor. Yağmur o kadar şiddetli yağıyor ki; sanki yağmur değil,
gökten yere uzanmış sudan ipler...
- Bu
şekilde yağan yağmurlar küçük dereleri, onlarsa çayları coşturmaya
başlarlar. Başlar ama, bu durumu gören Abid'in anası Amine, köy
meydanında bir oraya, bir buraya dönelemeye başlar.
- Amine
ana birde ne görsün, biraz aşağıda birleşen Güllü Dere ve Dikyol
Deresi eğerlenmiş aslan gibi coşmuş geliyor. Köyün yanından geçen çay,
lebalep sel suyuyla dolmuş ve köy yunağının önündeki ağaç köprü, sel
elinde oyuncak olmuştur.
- Amine
ana, köy çobanı olan Abid'in durumunu düşünmeye başlar. Her şeyi önüne
katmış götüren sele rağmen, sevgi dolu yürek, anayı oğlunun yanına
yani karşıya geçmeye sevk eder. Amine ana, yapma, etme sele kapılırsın
sözlerine kulak asmaz.
- Ana,
selden karşıya geçeyim derken, kendini selin kucağında bulur. Sel
anayı katmış önüne, gidiyor doğru nehir yönüne. Çayın kenarında
toplanmış halk, kurtarma çabasında bulunmalarına rağmen her şey
nafile... Artık Amine anadan ümit kesilmiş, herkes ona sele verilmiş
bir kurban gözüyle bakarken, birde ne görseler. Amine ana bir ot
kökeni sayesinde yeniden hayata döner. Bunların hepsi karşı yamaçta
yağmur altında bulunan bir oğul için yapılır. Eğer bir kimsenin ömrü
yetmemişse Yüce Mevlâ'm ot kökenini kurtarma vesilesi yapıverir. O kul
da kurtuluşa erer.
- Amine
ananın başına gelen bunların hepsi evlat sevgisi yüzündendir. Sevginin
yapamayacağı ve açamayacağı kapı yoktur. Ana ve evlat arasındaki
sevgi, nasıl anayı ölümü hiçe sayarcasına selin kucağına atıyorsa,”Din
Sevgisi” ve “Millet Sevgisi” de aynı olmalı ki, bir toprak veya
vatanda yaşamanın mutluluğu ve zevki olsun. Yoksa bu mutluluk ve zevki
başka türlü bulmak mümkün değildir. Sevgi yönünden, Amine anayla çoban
Abid'in hikayesi kulağımıza küpe olsun.
-
Gönlünüz hep neşe dolsun.
-
-
|
-
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
08 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
- UDDUDU NİNE
-
Anadolu'nun çilekeş bayanlarından biridir Uddulu Nine. Çilekeş dedim,
çünkü o,hem eşinin hanımı, hem de hayat boyunduruğunun iki tarafından
birinin yükünü taşıyan güçlerden biridir. O;eşi Küçük Hamza'nın hem
yari, hem de hayat ortağıdır.
- Kendisine neden Uddulu
denmiş bunu inceledim, fakat kesin bir yargıya ulaşmam mümkün olmadı.
Ancak şunu söyleyebilirim. Türk Lisanında L harfi ile R harfi halkın
çoğunluğu tarafından kolay telaffuz edilemez. Mesela; limona, limon
denilmez, ilimon denir. Recep'e Recep denilmez, İrecep denir. Uddu
ninenin ismi Lütfiye'dir. L harfi halk tarafından zor telaffuz
edildiği için Lütfiye zamanla Uddu şeklinde söylenmeye başlanmış.
Zannederim bundan dolayı köyün köşe başı taşlarından biri olan nineye
Uddu denmiş. Lütfiye ninenin adının Lütfiye olduğunu bu yazıyı yazmak
için hazırlık yapmaya başladığım zaman öğrendim. Köyün ek küçüğünden
en büyüğüne kadar herkes onu UDDULU lakabıyla tanınır.
- Uddu nine Çatak Köyünün
sembol isimlerinden biridir. Feleğin çemberinden geçmiş, hayatla iç
içe yaşayan, hatta kendisi demek yerinde olur kanısındayım. Gelini
Fevziye de tıpkı kayınvalidesi gibi... “Gelin kayınvalidesinin sol
iyesinden olurmuş” derler ya, bu Uddulu nine ile gelini Fevziye için
söylenmiş yerinde bir deyimdir.
- Bir zamanlar uzun boylu,
ince ve narin yapılı iken, hayatın sıkıntı ve meşakkatleri yüzünden,
uzun boy, ince narin vücut yay gibi kıvrılarak, adeta burnuyla
dizkapakları birbirleriyle birleşmek için söylemişler. Yani sizin
anlayacağınız Uddu ninenin beli yarım ay gibi bir hal alarak yüz ve
baş kısmı dizkapaklarıyla birleşmiş bir hale gelmişler. Buna rağmen
Uddu nine güzel duygularından hiç birşey kaybetmemiş, karşılaştığı
kimseyi sanki selamlar gibi güleç bir yüzle karşılamayı, gözleriyle
baktığı zaman, kalbindeki sevgiyi insanlara ışınlayan, onlarla latife
yani şaka yapmayı ihmal etmeyen bir Osmanlı hanımıdır.
- Dedim ya! Latife ve şaka
yapmayı çok severdi. İstanbul'da yüksek tahsilde iken yaz tatilinde
köye gelmiştim. Köyde bulunduğum sırada sıtma savaşta görevli memur
Mustafa Bey Gelmişti köye.
- Mustafa
Bey oldukça kısa bir boya sahip ama oldukça sakin bir ağabey idi.
Evleri birer birer dolaşır, gereken şeylerin yapılmasını ev halkına
tavsiye ederdi. Sıra Uddu ninenin evine gelmişti. Caminin hemen yan
tarafında bulunan Uddulu ninenin tahta merdivenlerini ben önde,
Mustafa Bey arkada tırmanırken Uddulu ninnin bir iyilik yapacağı
aklıma geldi. Hemen ben geriye çekilerek Mustafa Beyi öne sürdüm.
Mustafa Bey, kapıyı açar açmaz Uddulu nineyle karşılaşır, Uddulu
nine:”Vay sen nasıl memursun, beyi olmayan, yalnız başına evde olan
bir bayanın yanına ne cüretle girersin?” Demesiyle Mustafa Beyin
dışarı fırlaması bir oldu. Birde baktım ağzından söz almak mümkün
olmayan Mustafa Bey “bayan ben böyle kötü işler yapmayı aklımdan dahi
geçirmem” diyebildi. Bir şey olacak endişesiyle merdivenleri süratle
inen Mustafa Beyin arkasından kahkahayı basan Uddulu nine bu işin bir
şaka olduğunu ima etmişti. Bundan sonra Mustafa Bey de geniş bir nefes
almıştı.
- Uddulu nine yoksuldu, ama
zengin bir gönle sahipti. Yarım elmayı komşularıyla paylaşmak isteyen
bir candı. Okulu bitirdim. Samsun İmam Hatip Lisesinde çalışıyordum.
Yaz tatilerini hem memleketim olması ve hem de serin olması hesabıyla
Çatak Köyünün sıcak kalpli insanlarının arasında geçirmeyi hiçbir
zaman zaman ihmal etmiyordum. Memleketime gelmişken kuru yiyeceklerden
fasulye, nohut gibi kış yiyeceklerini alıp Samsun'a götürmeyi ihmal
etmiyordum. Böyle yapmam daha güzel oluyordu. Çünkü hem taze ve hem de
ucuz yiyecek temin ediyordum. Harman zamanı şayet Uddulu nineye
rastlamışsam, fasulye, nohut ve mercimeğim Uddulu tarafından ısrar
edilerek verilir, fakat karşılığında hiçbir meblağ almazdı.
Yoksulluğuna rağmen bu şekilde gözü tok davranmak, Anadolu analarının
güzel hasletlerinden sadece birkaçıdır.
- Uddulu nine, köy
düğünlerinden düğün evlerinin başmisafiridir. Çünkü onsuz düğün evi,
düğün evi değil, sanki cenaze çıkmış bir ev gibidir. Yoksul yaşadı
fakat asil yaşadı.
- Ama
ecel, hiçbir kimseye fırsat vermediği gibi, ona da fırsat vermedi. Oda
dünyada kendince iyi ve güzel bir ömür sürdü. Gülmedi ama başkalarını
güldürdü. Mutlu olmadı ama mutlu etmesini bildi. Sanki Allah onun
boynuna fakirliği bir yafta gibi asmıştı. Dilerim Allah'tan öbür
dünyada mutlu bir ulaştırır da dünyadaki yaşantısının acısını orada
çıkarır. Ona Allah'tan rahmet diler ve hayır dualarımı iletirim.
-
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
09 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
- MISTIK ONBAŞI VE BİR BAĞ KENDİR
- 1930'lu yılların
sıralarına doğru, halkın açlıktan ve yokluktan sızlandığı, keçi ve
koyun derilerinin ateşte kızartılarak yendiği, kuşyemi olarak
kullanılan darının ekmek yapılarak yemek sofralarında başköşeyi işgal
ettiği devirde meydana gelen bir olayı sizlere aktarmaya çalışacağım.
Olayın meydana geldiği yer Çorum'un Çatak Köyüdür. Bunun birde kısa
hikâyesi vardır.
-
Yokluğun kol gezdiği evlerden birisinde, darı unundan ekmek
yapılmaktadır. Yapılan bu ekmeğe köy lisanında “Pıtılı” denmektedir.
Hane halkından biri darı pıtılısını aldığı gibi sokağa fırlar. Biraz
siyah ve boğazdan geçmesi zor olduğu ve yanında meşrubat bulunmadığı
için pıtılıyı bitiremez. Bir bahçe kenarından geçerken kalan parçayı
bahçeye fırlatır. O gün başka yiyecek olmadığı için yarı aç, yarı dok
yatar. Ertesi gün yatağından kalkar. Yemek arar bulamaz. Artık
pıtılıda bitmiştir. Zil çalan karnını azda olsa sükûnete erdirmek
ister. Fakat buna muvaffak olamaz. Aklına bir gün önce bahçeye
fırlattığı pıtılı gelir. Bulamama korkusuyla bahçeye ulaşır. Varır
yanına, bakar duruyor.
- “Çığlar
düşmüş yüzüne
- Yağlı
gibi göründün gözüme
- Tövbeler olsun dünkü
sözüme”
- Der ve önce beğenmediği pıtılıyı
alıp yemeye başlar.
- İşte kıtlığın ve yokluğun
uğradığı o devirde Çatak köyünde biri vardı. Sakin yaşar, kimsenin
dedikodusuyla ilgilenmezdi. Askerde onbaşı olduğu için, köy halkı
tarafında ”Mıstık Onbaşı” lakabıyla anılırdı. Nasıl ki zenginlik,
zenginlerin başköşesine bağdaş kurup oturmuş ve kalkmak nedir
bilmiyorsa, fakirlikte Mıstık Onbaşının evinin başköşesine bağdaş
kurmuş bir türlü kalkmak bilmiyordu.
- Güçlü
ve kuvvetli iken köyde ırgatlık için aranan bir kişi iken,
ihtiyarlayıp güç ve kuvvetten düşünce hiçbir kimse tarafından
aranmadığını, kapısının çalınıp yoklanmadığından yakınırdı Mıstık
Onbaşı.
- Kışın ve soğuğun kol
gezdiği aylardan Ocak ayındayız. Mıstık Onbaşı'nın evinde soba denen
nesnenin sözü bile edilemez. Çünkü bilinmiyor o zamanlar soba. Sadece
evin bir duvarından öbür duvarına kadar uzanan şömineler vardı.
Şöminenin içine bir kütük atılır, o bitinceye kadar hane halkı
şöminenin etrafına sıralanır ve eller ateşe uzatılarak ısıtılırdı.
- Mısıtk Onbaşı'nın
eniştesinin durumu iyicedir. Köyün yanında bulunan bir gölde
ıslatılmaya bırakılmış 72 bağ kendir bulunmaktadır. Kendir gölde bir
müddet kalmalıdır. Gölde kalması uzarsa kendir çürür. Zamanı dolmadan
çıkartılırsa, soyulması güç olur, hatta soyulmaz bil... Mıstık
Onbaşı'nın eniştesi kendiri Ocak ayında çıkartılması kanaatindedir.
Her tarafın kar ve buzla kaplı olduğu bu mevsimde kendir çıkarmayı
hiçbir kimse göze alamaz.
- Bir gün Hamza enişte,
güçlü kuvvetli fakat fakir olan kayınbiraderi Mıstık Onbaşı'nın
kapısını çalar. Durumu kayınbiraderine anlatan Hamza enişte Mıstık
Onbaşıyı bir bağ kendir karşılığında 72 bağ kendiri çıkartmaya ikna
eder. Mıstık Onbaşı en azından kendisi kadar güç ve kuvvete sahip olan
hanımı Emine'yi yanına alır ve kendir gölünün yolunu tutar. Ağızdan
çıkan tükürüğün bile donduğu bu mevsimde iki eş, gölün kenarına varır.
Gölün üzeri bir karış kalınlığında buzla kaplıdır. Buzlar balta ile
kırılır ve ayazın ortalığı kavurduğu bir zaman içinde göle girilir.
Mıstık Onbaşı gölün içinden çıkarttığı bağları eşi Emine'ye uzatır.
Oda her bağı kıçı üzerine koyarak kendirleri küme yapmaya çalışır.
Akşama doğru kendirleri çıkarma işlemi biter. Yoğun faaliyetten dolayı
vücutları terleyen iki eş ev gelirler. Evde şömine yanmaktadır.
Böylece terli olar vücutları varlığı bilinmeyen elbiseleri değişinceye
kadar sırtarında soğur.
- Mısık
Onbaşı o gün bir bağ kendir kazanır ama, bunun yanında müzmin bir
bronşite yakalanır. Hiçbir ilacın tesir fayda vermediği bir
bronşite... Bundan sonra 74 yaşında vefat edinceye kadar, ben Onun
oğlu olarak yatağa uzanıp yattığını görmedim. Yatağa uzandığı zaman
öksürük başlar. Artık bekle öksürük bitecek de Mıstık Onbaşı rahata
kavuşacak diye. Onun yatağı yerinden hiç kalkmadı, ta ki vefat
edinceye kadar. Arkasında üç yastık, mübarek sanki yatmıyor, sırtını
yastıklara yaslayarak oturuyor. Bu hal yıllar boyu devam etti. Fakat
eşi Emine Hanım da böyle bir durum olmamasına rağmen o,eşi Mıstık
Onbaşı'yı beş yıl önce yalnız bırakarak hayata veda etti.
- Mıstık
Onbaşı'nın bir bağ kendir hikâyesi burada bitti.
-
-
|
-
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
10 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
- ÖĞRETMENİN OLDUM
- Benim sevgi dolu bebeğim oldun
- Kutsal ilham meleğim sen oldun sen,
- Sevgi bahçemde renk, renk açan
- Çiçeklere konan, kelebeğim oldun.
-
- Hayata açılan gözün ben oldum.
- Doğru, güzel olan sözün ben oldum
- Haksızlıklar karşısında kızaran,
- Al olan yüzün, ben oldum yavrum
ben.
-
- Gözlerinden damlayan yaş ben oldum.
- Yüzündeki kirpik ve kaş ben oldum.
- Okudun, yükseldin ve adam oldun
- Başındaki taç ben oldum yavrum ben.
-
- Gece gözlerinde uykun ben oldum.
- Rüyanda en güzel duygun ben oldum.
- O kadar sevdim o kadar sevdim ki;
- Hayalde seni gören ben oldum ben.
-
- Damarlarında akan kan ben oldum.
- Seni ayakta tutan can ben oldum.
- Tüm canımı senin uğruna verdim,
- Şimdi cansız yerde yatan ben oldum.
-
- Doğruyu konuşan dilin ben oldum.
- Tahtaya yazan elin ben oldum ben.
- Bahçemde açan tomurcuk gülümsün
sen,
- Başında duvak ve tülün ben oldum.
-
- Evinde aşın ve işin ben oldum.
- Mevsimin, yazın, kışın ben oldum.
- Daha sana ne söyleyeyim ki yavrum,
- Çorbanda bile tuzun ben oldum ben.
-
- Hak ve hukuka saygılı olmayı,
- Kul hakkın her şeyden üstün
tutmayı,
- Sana öğreten ben oldum yavrum ben.
- Layık değilim, layıksın dediler
- Sana öğretmen ben oldum yavrum,
ben.
-
-
|
-
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR! |
Hazırlayan
Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi corumlu2000@gmail.com |
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
|
Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL
adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM |
Hukuka, Yasalara,
Telif ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir. |
|
|
|
|
|
|
|
|