|
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
Hazırlayan
Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi corumlu2000@gmail.com |
|
|
TAKDİM |
|
HAYAT HİKAYESİ |
|
BÜYÜK AYIP VE AKP’NİN YÜZKARASI |
|
ATATÜRK VE GAZETECİLİK |
|
ABD-AB VE SINIR ÖTESİ |
|
AÇILIM İHANETTE SON TANGO |
|
AÇILIM REZALETİ VE İLERİ
DEMOKRASİ KÂBUSU |
|
AÇILIMLAR VE AÇMAZLAR |
|
ADALET (BARIŞ), MİLLET
İRADESİ VE ÜSTÜNLÜK |
|
ADALET AHLÂKI VE HUKUK |
|
AKP’NİN YEL DEĞİRMENLERİ İLE SAVAŞI |
|
AMAN OYUNA GELMEYİN”
OYUNU |
|
ANAYASA'DAN ÖNCE YASA! |
|
ANKARA’DA TOPUL
TAŞIM TRAJEDİSİ VE SÖZDE HUKUK (!) REZALETİ |
|
ARAP BAHARI = BOP
CEHENNEMİ |
|
ARTIK DEVLET OLMAK
GEREK |
|
BASİRET |
|
BASİRET VE HÜKÜMET |
|
BATI’NIN TÜRK FOBİSİ VE
TARİHİ DÖNÖNÜŞÜM PROJESİ |
|
BEŞİNCİ CUMHURİYETİN AYAK
SESLERİ |
|
BİLGİ ÇAĞI’NIN (!)
BARONLARI |
|
BİR MÜŞAVERE VE İNSAN
HAKKINDA MÜZAKERE |
|
BİRİ YALAN, ÖTEKİ YILAN |
|
BU MECLİS “İÇ SAVAŞ” ÇIKARIR |
|
BÜYÜK FIRSAT MESELESİ |
|
CHP, MHP VE HDP KOALİSYONU HÜKÜMET KURMAK VE DEVLET OLMAK
ZORUNDADIR |
|
CUMHURİYET BURSA NUTKU VE GALİP BARAN BİLİNÇ ÜNİVERSİTESİ |
|
CUMHURİYET, DEMOKRASİ VE ORDU ÜZERİNE "GALİP BARAN" İLE
BİR SÖYLEŞİ |
|
CUMHURİYET’İ FAZİLET’E İBLAĞ |
|
DAVOS’TA SON TANGO! |
|
DEF'COTO SULTA |
|
DEMİRKIRAT ALFABESİ "BASİDE İCRA" |
|
DEMOKRASİ PRANGALARI VE DERİN DOMUZ BAĞLARI |
|
DEMOKRASİ, ADALET VE MEDENİ SİYASET |
|
DEMOKRASİYİ ÖZELLEŞTİRMEK |
|
DEVLET; HÜKÜMET VE HALK |
|
DEVR-İ SABIK’LAR!. |
|
DEVR-İ SABIK YARATMAK |
|
DİASPORANIN SESİNİ KESMEK |
|
DİNDARLIK, ADALET VE DEVLET |
|
DP BÜTÜN SİYASET KURUMLARINA İTHAF
OLUNUR |
|
DÖNÜŞTÜRMENİN ÖZNESİ “AÇILIM” |
|
EKSİLTİLMİŞ BİR CEMİYET |
|
ELLİ İKİNCİ (52). YILINDA “DİN LİSANINDA EZAN” |
|
EN
KARA GÜN; 16 – 17 EYLÜL |
|
EREĞLİ ÇÖL OLMASIN! |
|
ERMENİ İSYANLARI, SOYKIRIM VE KATLİAMLARI |
|
ERMENİ SORUNUNA ANALİTİK BİR YAKLAŞIM |
|
ERMENİ TERÖR VE TEDHİŞ ÖRGÜTÜ ASALA TARAFINDAN ŞEHİT EDİLEN TÜRK
DİPLO |
|
ERMENİ YASASI DİKKATSİZ BİR ADIM |
|
EZAN/TÜRBAN; AKP VE DP |
|
EZELİ DÜŞMANLA RAKS |
|
FENA
MI? YOKSA! İYİ Mİ OLDU |
|
GANDİ’YE KULAK VERMEK |
|
GERÇEK GÜNDEM |
|
GEZİ
PARKI EYLEMLERİ! |
|
GLADYO-OLİGARK, BARONLAR ve HÜKÜMET |
|
GO
HOME AMERİKA,HINAUS AB |
|
HÂL VE GİDİŞ; İLİM VE AMEL |
|
HAKİKATİ KONUŞMAKTAN KORKMAYINIZ! |
|
HÜKÜMET “YOK” HÜKMÜNDE! |
|
HÜKÜMET VE HARAKİRİ AKAN KANI DURDURMAK! |
|
İHANET FURYASI VE MENFUR ABLUKA |
|
İKİ BİN ÜÇ YÜZ (2300) YILLIK ORDU, 50 YILLIK
GELENEK |
|
İLERİ DEMOKRASİ DİKTATÖRLÜĞÜ |
|
İNSAN HAKLARI GÜNÜ “İNSAN SEVGİSİ” VE İSLÂM |
|
İNSAN VE MÜSLÜMAN OLMAYA ÇAĞRI |
|
KADİM "DEMOKRAT PARTİ" VE "AKP" FARKI |
|
KAMU
HİZMETİNİN KILCAL DAMARLARI:BELEDİYELER ŞEHREMİNİ VE ‘3Ç’ TEO |
|
KAN AĞLAYAN KERKÜK VE TÜRK DÜNYASI |
|
KASIT MI, İHMAL Mİ? |
|
KEFERENİN “KÜRT DEVLETİ” FURYASI |
|
KIBRISTA
BÜYÜK OYUN; İHANETTE SON TANGO |
|
KKTC SEMPOZYUMU HAKKINDA
|
|
KKTC'DE SEÇİM VE "TRUVA ATI" SENDROMU |
|
KONFÜÇYÜS’Ü ANLAMAK GEREK!
|
|
KUNDAKLANAN CAMİLER SAYI |
|
KUŞATMA VE ÇULLANMA |
|
KUTSAL MİRAS IŞIK VE AŞK
|
|
KÜRTLERİN LOZAN’A GÖNDERDİĞİ |
|
MADDE VE MANÂDA BÜTÜNLÜK |
|
MEB
Hüseyin ÇELİK NE YAPMAYA ÇALIŞIYOR? |
|
MENDERES 'VASİYET-EMANET VE DP |
|
MENDERES’İN KATİLİ İNÖNÜ’MÜ? |
|
MEŞRUİYET VE MEŞRUAT |
|
MİLLİ DAVA (KIBRIS) GERÇEĞİ! |
|
MİLLİ SİYASETE DÖNÜŞ SAYI |
|
MÜZMİN
KRİZDEN KURTULUŞ |
|
NE
ME'NEM “BİR BÜYÜK FIRSAT” |
|
NELER OLUYOR KIBRIS’TA |
|
NİSYAN İLE MALÛL OLMAYINIZ. |
|
OBJEKTİF VE REEL ANLAMDA; KUVVETLER VE DENGELER |
|
ON
İKİ ADA MESELESİ KIRK ASIRLIK TÜRK YURDU ANADOLU
|
|
ON
İKİ ADA MESELESİ KIRK ASIRLIK TÜRK YURDU ANADOLU 2
|
|
OYUN
İÇİNDE OYUN, TERÖR VE SOYKIRIM |
|
ÖNSEÇİM YAPMAYAN PARTİYE OY VERMEK GAFLET VE HIYANETTİR.. |
|
ÖTEKİ GAZETECİLİK VE MEDYA TERÖRÜ |
|
ÖZÜRCÜLERE YARGI YOLU |
|
REZİLLİK DİZ BOYU; HÜKÜMET NEREDE? |
|
SİVİL DARBE VE ŞİFRELER |
|
SORUN KİMLİK DEĞİL KİŞİLİK |
|
STRATEJİK ORTAKLIK ÖNCESİ |
|
ŞEYH EFENDİNİN RÜYASI VE TÜRKİYE |
|
ŞİMDİ NE YAPMALI |
|
TABİATIN LANETİ VE GDO TEPKİSİ |
|
TEHLİKENİN FARKINDA OLMAK |
|
TERÖRÜN UNSURU ASLİSİ MASONLUKTUR |
|
TÜRBAN (YAHUT) BAŞÖRTÜSÜ TBMM'DE |
|
TÜRK ADA’LARI İŞGAL ALTINDA |
|
TÜRK MİLLETİ LİDERİNİ ARIYOR!... |
|
TÜRK MİLLETİ’NE BAŞSAĞLIĞI; TERÖR VE TEDHİŞ’E KAHRİYE |
|
TÜRK’ÜM, DOĞRUYUM |
|
TÜRKİYE ANALİZİ |
|
ULUS (MİLLET) BİLMEK İSTİYOR |
|
VATİKAN'IN KÜRTLERİ |
|
VESAYETİ İLGA VE DİP DALGA |
|
YA HAKKINI VERİN, YA DA, O DİPLOMALARI YAKIN |
|
YENİ BİR SİYASİ HAREKET Mİ! |
|
YİRMİ BİRİN'Cİ (21). YÜZYIL TÜRKİYE’Sİ VE KIBRIS |
|
YİRMİ DOKUZ (29) MART SENDROMU |
|
YÜZ (100) MİLYAR EURO PİŞKİNLİĞİ |
|
ZİNCİRLERİ KIRMAK, YÜZLEŞMEK VE HESAPLAŞMAK |
|
ZORUNLU EĞİTİM (!) SORUNLU TASARI |
|
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
Çalışmalar TELİF ESERİDİR Yazarlarımızın
gönderileri ile yayına alınmıştır. |
corumlu2000@gmail.com |
Mahmut Selim GÜRSEL |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
01 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
TAKDİM
Bir kitabın doğması, o kitabı yazmaya kalkan kişinin amacına ve
bilgi birikimine göre değerlendirilmesi uygun olarak
görülmelidir.
Elinizde bulunan bu çalışmanın sizlere ulaşması için günlerini
veren bu çabası için şükranlarımı sunarken, bu çalışmada da
benim ufacık bir katkımın da bulunması beni bahtiyar etmiştir.
Bu
çalışma ile sizlerde bazı bilgileri edinmiş ve faydalanmış
olarak uzun yılların birikimlerinden aydınlanacağınızı
göreceksiniz.
Bilgi; yazılmadıkça kaybolmaya açık birikimlerdir. Her insan bir
kitaptır; onu okumamız gereklidir.
Tanımadığımız ve anlamadığımız kişiler hakkında nasıl kararlar
veremezsek; bir çalışmayı da incelemeden, okumadan karar
veremeyiz.
Mahmut Selim GÜRSEL |
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
02 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
Mustafa Nevruz SINACI |
-
1954 Niğde doğumlu.
-
İlk, Orta ve Liseyi Konya’nın Ereğli
ilçesinde bitirdi. Tahsilini Ankara’ da tamamladı.
-
Hukukçu, Siyaset Bilimci,
İktisatçı-İlâhiyatçı.
-
Sırasıyla; Demokratik Parti Gençlik
Teşkilâtı Genel Başkanlığı, Tüketicileri Koruma Birliği Genel
Başkanlığı, TÜRK-KONUT Kurucu Üyeliği ve Birlik Başkanlığı, EKKON Genel
Başkanlığı, Kuruluş dönemi ANAP’ta (3. Cumhurbaşkanı Merhum Celâl
Bayar’ın ricası ile) Başkan Yardımcılığı, Demokrat Parti’de ‘yeniden
açılış dönemi’ Genel Koordinatör Yardımcılığı, 7. ve 9. dönem Genel
Başkan Yardımcılığı, Genel Sekreterlik, İdari ve Mali İşler Başkanlığı
ve nihayet İnsan ve Kültür Ocağı Genel Başkanlığı görevlerinde bulundu.
-
Adalet, Sabah, Akşam, Zafer, Son Havadis, Bugün, Her Gün, Ortadoğu,
Tasvir, Zaman , Meydan, Haber Gazetelerinde ve Bilim Teknik dahil pek
çok Dergide yazarlık yapan Mustafa Nevruz SINACI 2002 yılında emekli
oldu. Halen merkezi Amerika’da olan “TURKİSH FORUM” (Dünya Türk
Kongresi) İcra ve Danışma Kurulu Üyesi olan yazar. Evli ve üç kız çocuk
babasıdır.
-
Internet’te Yazarımız http://corumlu2000.dergisi.info , Dergimizde
yazıları yayınlanmaya devam ekmektedir..
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
03 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
BÜYÜK AYIP VE AKP’NİN YÜZKARASI
Mart ayının son Cuma’sı,
bütün hüküm ve ilkeleri ile yürürlükte olması gereken ve
bu ‘yürürlük’ şartından bilumum muhalefet partilerinin
müteselsilen sorumlu ve yükümlü olduğu 1982 Anayasasına
büyük bir darbe vuruldu. Elektronik, yazılı ve görsel
medya’ya “Meclis'te son dakika” anonsu ile düşen habere
göre: “Cumhurbaşkanına da örtülü ödenek getirildi!..”
Şüphesiz bu, vahim bir hukuk skandalıdır. Hadisenin
gazeteci, yazar - çizer takımınca algılanıp, akıl-ahlâk,
adalet ve hukuk bağlamında işlenip, kamuoyunun
aydınlatılabileceği 30 Mart Pazartesi günü, akla hayale
gelmeyecek şeamette olaylar yaşandı. Van hariç olmak üzere
bütün Türkiye’de elektrikler kesildi. İnternet bitti,
iletişim kapandı, çoğu cep ve ev telefonları stop etti,
işlemedi. İstanbul Çağlayan Adalet Sarayında Savcı Mehmet
Selim Kiraz, iki terörist tarafından rehin alındı.
Akabinde balyoz davası beraatle sonuçlandı. 236 kişi için
“sanıkların yüklenen suçları işledikleri sabit
olmadığından" serbest bırakılmalarına karar veren mahkeme;
buna ilâveten “dijital delillerde sahtecilik iddiasına
ilişkin ‘suç duyurusunda’ bulunulmasını” istedi. İşte
günün ve hattâ son on yılın en önemli vakıası bu idi. Esas
bu nedenle iletişim, ilân ve duyuru vasıtaları maskelendi,
karartıldı, perdelendi. Dolayısıyla “örtülü ödenek”
şaibesi de karambole getirilerek unutturulmak istendi.
Hani şu, Türkiye
Cumhuriyeti tarihinde hesabı bir tek Şehit Başvekil Adnan
Menderes tarafından verilen; 1960 paçavrası ile büsbütün
örtülerek gizlenen (sözde Baş Bakanların iffet, namus ve
faziletlerine emanet) saklı, şaibeli, haram ve menfur
para! (Bu doğru bir tanım. Zira vergi mükellefi, devletin
ve yetim hakkının sahibi halkın; Bilgi, rıza ve muvafakati
haricinde sarf edilen her kuruş, harcayana haram,
harcatana günah, suç, boynuna borç, vebal ve hesabını
mutlaka vermek zorunda olduğu hukuki, ahlâki ve vicdani
bir mükellefiyettir.) Gerçekte belirli makam ve
memuriyetler için iyi niyetle tahsis edilen örtülü
tahsisatın (tahsisat-ı mesture’nin) asıl amacı: “Sadece,
makamla mükellef memurun maddi imkân ve ödeme gücünü aşan”
ağırlama yani temsil giderlerini temin-yerine göre
‘kimsesizlerin kimsesi sıfatıyla’ olağanüstü
mağduriyetleri karşılamaya yöneliktir. Yalnız Türkiye de
değil despotluk ve diktatörlükle malûl olmayan bütün
medeni ülkelerde durum böyledir. Kaldı ki “özel temsil ve
hatıra binaen yapılan ağırlamalar dışında” bütün
resmikabul masrafları resmi ödenekler çerçevesinde
yapılır. TC Anayasası ve kanunun öngördüğü usul ve esas da
budur.
Hali hazır yürürlükteki
‘Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu’nun 24. maddesinde
‘örtülü ödenek’ Anayasa'nın 104. maddesinde ise ayrıntılı
olarak Cumhurbaşkanının görev ve yetkileri tanımlanmıştır.
Buna göre: 104. madde değiştirilmeden, ‘yasa’ ile
Cumhurbaşkanının yürütme yetkilerini genişletmek mümkün
değildir. Dolayısıyla uygulanması halinde, anayasa
değiştirilmiş gibi gözükecek olan bu yasa; Başta Anayasa
olmak üzere adalet, hukuk, gelenek ve ahlâka aykırıdır. Şu
haliyle şaibe, hukuku dolanma ve apaçık bir sahtekârlık
sayılır.
Zira Anayasa ile sorumsuz
Cumhurbaşkanına verilmemiş bir görev veya yetki yasa ile
hiçbir şekil ve surette verilemez. Yürütme / icra organı,
hak, yetki ve görevini Cumhurbaşkanı ile paylaşamaz!..
Kaldın ki “Örtülü ödenek”, özellik arz eden, yüksek
nitelikli güvenlik sahası ve konularında harcanacak
paradır. “Kapalı istihbarat” ve “kapalı savunma”
hizmetleri olarak tanımlanan bu konular, devletin milli
güvenliğini ilgilendirir.
Hal bu ki; Yürütmeye ait
olan “örtülü ödenek” kullanma yetkisinin Cumhurbaşkanına
verilmesi, fiilen, cebren ve hileyle “Başkanlık Sistemi”ne
geçildiğini gösterir. Mevcut hukuk düzeni ve ceza
mevzuatına göre bu, ağır bir Anayasayı ihlâl ve anayasal
düzeni değiştirmeye teşebbüs suçudur. Şu hale nazaran
mevcut Cumhurbaşkanı, Anayasa’da belirlenmiş görev ve
yetkilerinin dışına çıkamaz. Cumhurbaşkanının görev ve
yetkileri Anayasa ile belirlenmiştir. Belirlenen
yetkilerin tamamı açık, net, kati surette gizliliği
gerektirmeyen saydamlıkta olup; Zaten Cumhurbaşkanlığı
makamı ile örtülü, saklı, gizli-kapaklı işler bağdaşmaz.
Kaldı ki, bu görevler arasında “örtülü ödenek” kullanmayı
gerektirecek bir yükümlülük bulunmamaktadır.
Böyle bir icabın hâsıl
olması halinde, gereğinin Başbakanlığa sevki kabildir.
GİZLİLİK MELÂNETTİR
Ama bütün bu tuhaf,
akıl-mantık, hukuk ve ahlâk dışı işler, bizdeki (31’i
seçime girme hakkına sahip, toplam:100 küsur)
işbirlikçi-iştirakçi-çıkarcı, onursuz ve sorumsuz
muhalefetin uyurluktan gelmesi gaflet-dalalet ve hıyaneti
sayesinde vuku bulur, olup biter. Usulen yapılan bazı
itirazlar dışında senaryo aynı. Tasarı Anayasa
Mahkemesinden dönmezse oyun sürer!..
ÖNERGE
ÜÇ AYLIK BAKANDAN
Muhtemelen tembihli,
ısmarlamalı veya emrivaki önerge, en olmayacak yerden;
Seçim dönemi bakanı olarak atanan Sebahattin Öztürk’ten
geldi. Torba kanunu’nun ‘örtülü ödenek’ maddesi
değiştirilerek; Başbakandan sonra Cumhurbaşkanına da
örtülü ödenek imkânı getiren tasarıya:, “Kapalı istihbarat
ve kapalı savunma hizmetleri, devletin milli güvenliği ve
yüksek menfaatleri ile devlet itibarının gerekleri,
siyasi-sosyal, kültürel amaçlar, olağanüstü hizmet ile
ilgili devlet icapları için kullanılmak üzere
Cumhurbaşkanlığı bütçesine de örtülü ödenek konulması”
gerekçesi konuldu. (Anadolu tabiriyle, çalınan minareye
kılıf hazırlandı)
PARLAMENTER SİSTEM BEKLEME ODASINA ALINIYOR
Samimiyet ve ciddiyet
derecesi ancak Anayasa Mahkemesi itiraz sürecinde
anlaşılacak olan tek itiraz ve tepki; CHP Grup
Başkanvekili Akif Hamzaçebi den geldi. Akif Hamza Çebi,
“Aslında önergenin ‘anayasaya aykırılık’ nedeniyle işleme
konulmasının mümkün olmadığını, ileri sürüp
Cumhurbaşkanının tarafsızlığını anımsatarak: “Anayasa
gereği sorumsuz Cumhur Başkanına istihbarat hizmetleri,
doğrudan yürütme, devletin gizli istihbarat faaliyeti ile
ilgili görev vermek mümkün değil. Önergeyle parlamenter
sistem akamete uğrar. Bu anayasal bir darbedir. Örtülü
ödenek, bugüne kadar Başbakanların namusuna emanet
edilmiştir. Sisteme göre oradan yapılan tüm harcamalar
Başbakan, Maliye Bakanı ve ilgili tarafından imzalanan
kararname esaslarına göre yapılır; burada 3’lü bir sistem
vardı. Şimdi hükümet önergesiyle bu sistem terk ediliyor;
Bunun nereye harcanıp, kime verileceği konusunda C.
Başkanı kimseye hesap vermeyecek. Türkiye’de artık gizli
kapaklı operasyonlar bu düzenlemeden sonra çok daha rahat yapılıyor olacak. Bu
parlamenter sistem ve Başbakan’a ihanettir.”
DAVUTOĞLU’NUN HABERİ VAR MI YOK MU?
CHP Grup Başkanvekili Engin
Altay ise, “Davutoğlu’nun bundan haberi var mı yok mu?
Olduğunu zannetmiyorum. Cumhurbaşkanı’nın siyasi amacı
olur mu? Cumhurbaşkanı kendisine verilen görevleri yapar;
yasama, yürütme ve yargıyla ilgili. Sarayda bıldırcın
çiftliği kurabilir ama istihbarat timi kullanamaz. Madem o
kadar emin, ‘400 verin’ diyor, beklesin iki ay sonra 400’ü
alıp sistemi değiştirince yapsın. Devletin kabuğunu, özünü
değiştiriyorsunuz. Anayasayı ayaklarınızın altına alıp
çiğnemeye çalışıyorsunuz. Anayasa’nın özünü ve ruhunu
iğfal ettiniz” tepkisini verdi. MHP Grup Başkanvekili
Oktay Vural ise, “Önergeyle kendinizi inkâr ediyorsunuz.
Bu hukuki değil, fiili durumdur. Fiili durumlarla devlet
yönetilmez. Millet Vekili yetkisini haiz olmayan, “geçici
görevli/Hükümeti temsil etmeyen” biri önerge veremez.
Yetkisiz temsil olur. Bu tamamen darbe anlayışıyla
getirilmiştir” dedi.
SEBEB-İ
HİKMETİ NE OLABİLİR?
Eğer bu muvazaalı istemin
muhteviyatını analiz edecek olursak, akıl-mantık ve hukuk
dâhilinde bir sebep ve makul bir gerekçe bulmamız mümkün
değil. Hükümeti by-pass ederek, sadece Cumhurbaşkanının
yürütebileceği ne gibi işler olabilir? Örneğin, Suudi
Arabistan'ın bazı Arap ülkelerini yanına alarak Yemen'e
karşı başlattığı saldırıyı hükümet desteklemez ve fakat
Cumhurbaşkanı desteklerse ne olacak? Böyle bir durumda
Cumhurbaşkanının emrine tahsis edilen “örtülü ödenek”ten,
taraflardan birine lojistik destek vermesini hangi güç
önler, engeller veya denetleyebilir? Devlette, denetimsiz
ve keyfi bir tahsisat niçin istenebilir?..
MİLLETE KAYGI VEREN KUŞKULU ÖRNEKLER VAR!..
Cumhurbaşkanının yönetim
alanı, görev-yetki, sorumluluk sınırı ve tarafsızlığı ile
asla bağdaşmayacak şekilde, her gün bir yerde, bir bahane
ile halktan 400 parlamenter istemesi örneği
önümüzde duruyor. Dahası, mevcut Anayasa ve mevzuatta
hükümetin görev, yetki ve sorumluluk alanında bulunan
işlere dahletmesi; Adeta AKP’nin yetkili başkanı gibi,
seçimlerin kaderine müessir fiil ve beyanlarda bulunması
çok aykırı, sakıncalı ve bu kertede örtülü ödenek
talebinde bulunması çok tuhaf ve anlaşılır gibi değildir.
Hal böyle iken, vaki itirazlara cevap veren ve seçim
konularında en yetkili kurul olan YSK, “Cumhurbaşkanının
icraatlarını denetleme, karar verme yetkimiz yok” diyor!
“Yeni Türkiye” veya “TC gidecek AŞ gelecek”
dediği başıbozuk bir devlet olursa, Afganistan, Irak,
Libya, Suriye ve Yemen gibi Müslüman ülkelerin başı
beladan kurtulamayacak demektir!..
ENDİŞELER VE ŞÜPHELER
Dış politikada kalıcı
barış, istikrar, itibar ve “komşularla sıfır sorun”
öngören sözde Adalet (?) ve Kalkınma (!) partisi.; Başta
İsrail, Filistin/Gazze, Kuzey Irak, Suriye ve özellikle de
Libya olmak üzere ABD ve batı lânetlileri tarafından
yaratılan krizlerde başarılı bir politika izleyememiş,
Türk ve İslâm âleminin aleyhine siyaset üretememiş ve
uygulama yapamamıştır. Bakınız, Merkezi Londra'da bulunan
Kürt Araştırmalar Merkezi'nde konuşan İngiliz Dr David L.
Philips, 25 yıldır Kürtler üzerinde çalıştığını
söyleyerek: “İlk kez, IŞİD örgütü sayesinde Kürdistan'ın
dört parçası bir araya gelebilirdi” diyerek, oynanan oyuna
ve düzene ilişkin korkunç gerçeği ağzından kaçırıverdi...
Şimdi, ABD ve vahşi batı destekli Kuzey Irak üssünü
kullanan terör ve tedhiş örgütleri ile iktidar partisinin
aleni iştirak ve işbirliğine bakarak, IŞİD konusunda dünya
basınında yer alan iddiaları göz önüne almak gerekir.
Esasında, ülkemizde yaşayan
muhtelif etnik kök, din ve ana dil mensuplarını bireysel
bağlamda (varsa) ele alınıp sorunlarının çözüme
kavuşturması gereken çözüm süreci siyaseti mide
bulandırmakta ve bu sürecin mimarı olarak da Tayip
gösterilmektedir. Bütün bu güven sarsan olaylara nazaran
denilebilir ki, IŞİD Kürdistan'ı kurmak için el altından
örgütlenmiş El Kaide gibi bir örgüttür. Dolayısıyla
ülkemiz, devletimiz ve milletimizin selâmeti için halktan
hiçbir şeyin gizlenmemesi, her türlü siyasetin açık, net,
şeffaf ve mertçe yapılmak zorundadır.
İTİRAF
VE İLÂN EDİLEN SUÇLAR
Hükümet Sözcüsü Bülent
Arınç; ”Gökçek seçimlerde oy isterken bu yapının (Cemaat)
kucağında oturmuştur. Bu yapıya Ankara'yı parsel parsel
satmış, yurt yerleri vermiştir. Zengin iş adamlarına
okullar, imar planlarında değişiklik yaptırmıştır.”
diyerek İ Melih Gökçek'in suç işlediğini itiraf etmiş ve
onu yetkili makamlara bildirmeyerek de kayırmıştır.
Arınç'ın bu ilân, beyan ve itirafına rağmen harekete
geçmeyen makamlar görevlerini ihmal ve kötüye kullanma
suçunu işlemektedir. Buna rağmen, hepsi kaygılı, kuşkulu
ve şaibeli vakıaların, fiil ve faillerin üstüne
gidilememekte ve devlette çok büyük sıkıntıların yaşandığı
şüphesi yayılmaktadır.Ama ne var ki, mevcutta veya ufukta
hesap sorabilecek medeni cesareti haiz, iktidara talip ve
milli davaları takibe ehil, “namuslu, dürüst ve demokrat”
bir parti gözükmemektedir!
Bütün bu sorular, kaygılar,
şaibeli girişim ve sorunlar bir yana; Gerçekte 31 Mart
2015 günlü “gizemli” elektrik kesintisi, aynı gün vaki
Adliye baskını ile menfur baskında illâ öne çıkan yada
çıkartılan baro yöneticileri ile en uzun günün “kamufle
edilen büyük olayı” balyoz davasının hitamı!
Bu toz-duman, gizem ve
kargaşadan, en küçüğünden en büyüğü olan CHP ve MHP’ye
kadar bütün muhalefet partileri, memur ve sahipleri
sorumludur.
Yetkisiz birinin önergesi
ile torbaya giren “örtülü ödenek” yasasından da..
NETİCE
OLARAK:
CHP ve MHP bu hukuk dışı,
dayatma ve ısmarlama ‘Cumhurbaşkanına örtülü ödenek’
yasasını Anayasa Mahkemesine götürüp, var güçleriyle
arkasında durarak iptal ettiremezlerse, halkın önüne
çıkmasınlar, seçime de girmesinler. Veya: Bu istemin
hakiki/samimi taraftarları, usul, ahlâk, adalet ve hukuka
uygun olarak ya Anayasa değişikliği yapsınlar ya da, 7
Haziran seçimlerini müteakip, muktedir olmaları halinde
yeni Anayasa ile (bu defa) Devlet Başkanına ait görev,
yetki ve sorumlulukların tadat ederken “örtülü ödenek”
hususunu tertip etsinler!
Şimdilik, “Anayasa
Mahkemesi bakalım ne yapacak?”
Takip edin lütfen! |
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
04 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
- ATATÜRK VE GAZETECİLİK
-
Cumhuriyetin temelleri ve temayüz ilkeleri konusunda
‘kurucu irade’ adına Atatürk’ün gazetecilik hakkında
irşatları ve Türk gazetecilerine emanet ve
vasiyetidir: “Ben, manevi miras olarak hiçbir ayet,
hiçbir doğma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural
bırakmıyorum. Manevi mirasım ilim ve akıldır. Benden
sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin, köklü
zorluklar karşısında, belki gayelere tamamen
eremediğimizi, fakat asla taviz vermediğimizi, akıl ve
ilmi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir. Benden
sonra, beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver
üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse,
manevi mirasçılarım olurlar.”
-
“İnsanlar daima
yüksek, soylu ve kutsal amaçlara yürümelidirler. Bu
davranış biçimi, insan olanın vicdanını, aklını ve tüm
insanlık kavramlarını doyurur. Bu şekilde yürüyenler
ne kadar büyük esirgemezlikler gösterirlerse o kadar
yükselirler ve bu hareket biçimi mutlaka alnı açık
olur. Çünkü, alnı açık, aklı açık, kalp ve vicdanı
açık (vicdanı hür, irfanı hür) insanlar tarafından
yönetilebilen toplumlar, ancak bu anlamda hareketlerin
takipçisi olabilirler., Güneşsiz kalmış bir dünya;
İçinde “düşünce özgürlüğü olmayan” bir ülkeden daha
iyidir.”
-
“Biz, cahil dediğimiz
zaman mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz.
Kastettiğimiz ilim, hakikati bilmektir. Yoksa okumuş
olanlardan “en büyük cahiller” çıktığı gibi, klâsik
tahsil görmemiş olanlardan da ‘hakikati gören âlimler’
çıkabilir.”
-
“Memlekette basın
hürriyetinin de; (namuslu) demokrat (ve dürüst) bir
idareye lâyık olgunlukla kullanılmasında daha dikkatli
bulunulacağını ümit ederim. Hürriyeti kötüye
kullanmanın doğurduğu birçok felâketleri çekmiş olan
bu memlekette, bu dikkate özellikle gerek olduğu
kanaatindeyim.
-
“Basın Hürriyetinin
sakıncalarının giderilmesinin, yine basın hürriyeti
ile mümkün olduğuna dair, bu büyük meclisin yol
gösterme ve düzenleme sahasında tespit ettiği saygı
duyulan esaslar, eğer Cumhuriyetin ruhu olan
“faziletten” yoksun kendini bilmezlere, basında
eşkiyalık fırsatı verirse, eğer halkı aldatan ve doğru
yoldan çıkanların fikir sahasındaki kötü ve uğursuz
etkileri, tarlasında çalışan masum vatandaşların
kanlarını akıtmasına, yuvalarının dağılmasına sebep
olursa ve en sonunda bozgunculuğun en zararlısını göze
alan bu gibi doğru yoldan sapanlar, kanunlarda mevcut
aksaklık ve açıklıklardan yararlanma imkânını
bulurlarsa, BMM’nin yola getirici ve ezici kudretinin
müdahale ve uyarması elbette görevi olur.
-
“Bununla birlikte,
basın serbestisinden meydana gelecek kötülükleri
ortadan kaldıracak etkili vasıta, asla geçmişte
zannedildiği gibi, basın hürriyetini kısıtlayan
hususlar değildir. Aksine, basın hürriyetinden doğacak
sakıncaların giderilme vasıtası, yine basın
hürriyetinin kendisidir.”
-
“Gazeteler, kanunun
ve toplum çıkarlarının aksine bir olaya şahit ve bir
bilgiye sahip oldukları taktirde gerekli yayında
bulunmalıdırlar., Memlekette kalem hürriyetinin de,
demokrat bir idareye lâyık olgunlukla kullanılmasında
daha dikkatli olunacağını ümit ederim. Şuradan ve/veya
buradan gelecek günlük fikirlere, sahte ve yanıltıcı
sözlere asla önem vermeyecek bir olgunluk esastır.
-
“Vatandaşı; Millete
karşı milletin büyüyüp yaşaması için alınan tedbirlere
karşı harekete geçirmek en büyük ihanettir.
-
“Demokrasi
müesseselerinin başında basın hürriyeti olduğuna
inananlar asil bir davanın takipçisidir. Basının üç
işlevi vardır. 1.si: Basın, halkı ülke sorunlarından
ve siyasi partilerin bu sorunlarla ilgili
önerilerinden halkı haberdar etme ve eğitme
yükümlülüğü., 2.si: Basın, vatandaş şikâyetinin
serbest bir kürsüsü’ dür., 3.sü: Basın hükümetlere yön
vermelidir. Çünkü, “Bugün memlekette vazifesini bilen,
güçlüklerle uğraşabilen siyasilere rağmen, siyaset
adamlarına akıl verebilecek dirayette ve basirette
gazetecilerimiz vardır.
-
İşte, TC’nin
Gazetecilik ve Basın (medya) ilkeleri budur. Bu ruh,
anlam ve bağlamda Cumhuriyetin temel hedef ve ilkeleri
korunarak çıkartılan 5680 S. Basın Kanunu, 1960’dan bu
güne paçavraya dönen mevzuat ve 5846 S. K.’la kaim
telif hakları kavramına dair hukuki prosedür ile 5187
S.K; Atatürk’ün koyduğu ilkeler, milli standart ve
normlar muvacehesinde derhal TBMM’de ele alınmak ve
“Medya Terörü” ne son verilmek zorundadır.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
05 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
ABD-AB VE SINIR ÖTESİ |
-
-
Sağduyu sahibi, aklıselim, uyanık, basiret ve
beka sahibi müteyakkız, Türkiye sevdası ile dolu, konjonktürü dikkatle izleyen
gazeteci-yazarlar; Bu gün için yaşanan vahim gerçeği korkusuzca ortaya koymaya
başladılar. Artık işin saklanacak-gizlenecek tarafı kalmadı. Uzun süredir
millet de anladı ve bildi ki; Türkiye büyük bir kırılma noktasına itilmiş ve
uçurumun ta kenarına kadar sürüklenmiştir. Bu hakikatle yüz yüze olan, her
şeyi en ince ayrıntılarına kadar bilen ve fakat ses çıkartmayan, farkında
değilmiş gibi davranan sadece hükümet ve siyasettir. Aslında günümüz siyaseti
ve sözde aydınları bu konuda pek de masum sayılmazlar.
- Aksine, sırtlarında yıllar önce uygulama imkânı hasıl olmuş bir projeye
engel olmanın vebalini ve sorumluluğunu taşımaktadırlar. “Aldatan Put ve
Pusudaki İhanet” konulu yazım yayınlandıktan sonra bir hayli olumlu tepki
aldım. Bir tanesi, benim hassasiyetime ve yakın zamanda kaçırılan önemli
fırsatlara dair açıklamalarıma şöyle cevap vermiş:
-
Adı bende mahfuz okuyucumun
mektubu aynen şöyledir: “15-16 yıl önce Kuzey Irak'a Özal'ın girmek isteğine
karşı çıkan şuursuz devlet ve yönetim anlayışının oluşturduğu kaosu
hatırlayınız. O zaman dünya kamuoyu Türkiye'nin (ilk kez!) lehinde idi ve
Körfezdeki Irak işgaline karşı savaşı merhum Özal tetiklemişti. Petrol Boru
Hattı'nı keserek Irak'a ambargoyu başlatan Özal'ı dinlemeyen, anası Kürt
olduğu için onu da Kürt sayan ve ilk kez Misak-ı Millî sınırlarına doğru
yürümeyi savunmasını doğru veya inandırıcı bulmayan asker-sivil aydınlarımızın
(!) özellikle de basınımızın oluşturduğu hadım siyaseti çok putları
canlandırmıştır. O yüzden, askeri göreve çağıran bütün tavırların bir ayağı
kaygan zemindedir. Çünkü askerin ne istediğini bizzat askerler bile
bilmemektedir. Tezkere çıktıktan sonra ‘Başbakanın Bush'la görüşmesini
bekleyeceğiz!’ diyen Genel Kurmay Başkanı'na sorulacak şu sorunun cevabı
verilmediği sürece Kuzey Irak'a yapılacak her harekat başarısız kalmaya
mahkum; tıpkı 25 harekatla bir sonuç alamadığımız gibi.
-
Siz Genelkurmay Başkanı'na sorulacak şu
sorunun cevabını alabilirseniz, o cevap üzerine bir kitap bile yazmaya değer:
‘Seçim öncesinde, Milli Güvenlik Kurulu'nda gündeme getirmediğiniz halde, Harp
Okulları'nda yaptığınız konuşmada neden Kuzey Irak'a girmeliyiz dediniz? Bu
konuşmada söylediğiniz, 'Kuzey Irak'a girince PKK'dan başka Peşmerge ve ABD
ile de bir iş tutacak mıyız?' sözlerinin ne anlama geldiğini Türkiye'de kimse
değerlendirmedi, ama ABD'li bir askeri gözlemci aynen şöyle dedi: "Bu
sözlerden anlaşılan şu ki, Türk Genel Kurmay Başkanı "Kuzey Irak'a
girmeliyiz!" dedikten sonra bu mülahazaları serdettiğine göre, o bölgeye
girmek istemiyor, ama iç politika malzemesi olarak kullanıyor." Bunları sizin
de tuhaf bulduğunuzu sanıyorum. Fakat hepsinin bir anlamı olmalı.
-
Kısacası, Genel Kurmay Başkanı'ndan sonra kim
Kuzey Irak'a girelim dediyse, ya bu iç politikaya alet oldu, yahut da hamasi
duygularına mahkum haline geldi... Sınırın bu yanını kontrol altına alamayan
Genel Kurmay Başkanı'na sorulacak pek çok soru varken, "Daha ne bekliyor ASKER
?" diye sormak bence çok anlamsız.
-
Gelen yüzlerce eleştiri ve öneri arasından,
özellikle bu maili sizlerle paylaşmak isteyişimin nedeni şu: Evet Türkiye
1991-92 yıllarında çok büyük bir nimet ve fırsatı kaçırmış ve o zamanki
rivayetlere göre, günün Genelkurmay başkanı, başta donanım eksikliği olmak
üzere bazı nedenler ileri sürmek suretiyle harekâta karşı çıkmıştı. Bunun
bedeli binlerce şehit ve milyarlarca dolar oldu. Oysa o gün mevcut donanımla
bu harekât pekalâ başarılabilir ve şu an tepemizde asılı demoklesin kılıcı
bertaraf edilebilirdi. Dolayıyla bu hadisenin ve çok daha sonraları örgüt
kongreleri toplandıkça ve belirli mevsimlerde 8000-9000’e yakın militan Kandil
kamplarında bir araya geldikçe neden gereği yapılmadı? Bütün bunlar
sorgulanması ve cevap aranması gereken sorulardır.
-
Ancak, bu sorulara cevap vermek bir yana 25
veya 40 yıllık geçmişi ve bu geçmiş içinde eşkıyanın nereden nereye geldiğini,
hangi dahili ve harici kaynaklardan beslendiğini dahi tam olarak sorgulamak
mümkün olamamıştır. Gerçek şu ki, tehdit hep büyüye gelmiştir.
- TÜRKİYE KİMLERLE SAVAŞIYOR ?
-
Aslında, bu bağlamda “savaş” ve “bölücü örgüt”
terimlerini asla kullanmamak gerek. Zira, savaşın muhatabı aleni düşman ve
hukuken var olan bir devlettir. Bu kelimeleri özellikle uluslar arası
plâtformlarda ve Irakla ilişkilerde kullanmaktan özenle kaçınmak şarttır. Aksi
taktirde salt bu terminoloji dolayısıyla bir takım baskılara ve flebisit
taleplerine muhatap olunması ihtimali mevcuttur. Şu hale nazaran muhatap
unsurdan sadece “eşkıya” ve “çeteler” olarak bahsetmek mümkündür. Mamafi daha
açık ve anlaşılır olması bakımında biz sadece bu araştırma ile sınırlı kalmak
koşuluyla bu kelimeleri kullanmaktayız. Devam edelim.
-
Türkiye kimlerle savaşıyor ? dedik...
-
Bu soru, şu günlerde herkese sorulmalı.
-
Millet vahametin tam anlamıyla farkına
varmalı.
-
Zira, Türkiye şu anda başta ABD olmak üzere AB
ve OECD üyesi tam 28 ülke ile fiili savaş halindedir. Bu husus bizzat Cemil
Çiçek tarafından Adalet Bakanlığı zamanında açıklanmış, aslında yıllardır
bilinen ve belli olan bir gerçektir.
-
Ordu bizim ordumuz. Askerler bizim
evlâtlarımız ve kardeşlerimiz. Dahası, hepimiz Türk’üz ve askeriz. Bu bizim
atadan ve soydan mesleğimiz. Adaletin, hakkın, hakikatin ve hukukun
askerleriyiz biz. Ve dahası biz; Cumhuriyetiz, Demokrasiyiz, Lâiklik ve
İnsanca, mertçe, dürüstçe, adalet ve barış içinde yaşamanın yer yüzündeki
temsilcileriyiz.
-
Biz bir hukuk devletiyiz.
-
Ordumuz Türk ve Atatürk ordusudur.
-
Bizim ordumuzda lânetli pavyon paşaları,
ABD-NATO ve AB kulu-kölesi, yeminli, biatlı dönme, devşirme, mason ve misyoner
tohumları yok. Olanlar varsa eğer, bunlar Türk milletinin emrinde ve
hizmetinde olamazlar! Temizlenmeleri ve tasfiyeleri gerekir.
-
ABD-AB namına ihtilal yapanlar, "NATO" ya
sadakat yemini edenler ve "Ours boy" unvanını alanlar asla ve kesinlikle
damarlarında “asil kan” akanlar değildirler ve olamazlar da.
- Gelin; Doğruya doğru, eğriye eğri, yanlışa yanlış deme cesaret ve cüretini
gösterelim.
- Mesele, büyük önder Mareşâl Mustafa Kemal ATATÜRK’ün "Ya askerlik ya
siyaset" diyerek gösterdiği yoldan gitmeyenleri, sorumsuz olduğu halde
milletin kendilerine emanet ettiği silahları millete göstererek siyaset
yapanları teşhir etmek, bazı suiniyet ve sızmalara dikkat çekmektir.
-
Allah için konuşun, 25 yıl savaş mı olur? Tüyü
bitmemiş yetimin hakkı ve bu çilekeş halkın, el emeği ve göz nuru olan 500
milyar dolar nasıl sokağa atılır? Ülkeyi baştanbaşa üç kez imar ve ihya etmeye
kâfi büyük bir servet böyle nasıl hovardaca harcanabilir?
-
Hani, 12 Eylül öncesinde bu ülkede çok yaygın
bir anarşi ve terör vardı.
-
Kalleş baronlar kardeş
kavgasını tahrik etmiş ve binlerce masum ve müsemmanın alçakça, haince kanına
girmişlerdi. 12 Eylül günü askeri müdahale oldu. Anarşi ve terör bir günde
bıçakla kesilir gibi kesildi. Bu neydi? Bir tesadüf mü? Yoksa mucize mi? O gün
pek alâ muktedir olanlar ondan sonra 25 yıldır hangi stratejiyi geliştirdi?
Bu 25 yılda güvenlik meselesinde sözde sivil iktidarların gücü ve etkinliği
ne oldu?
-
Ülke çıkarlarını düşünenlerle, bir yerlere
savrulup milletin başında boza pişirenleri ayıralım..
-
Açık ve net sormak gerek!
-
Sincan'da İsrail tel’in edildi diye,
sokaklarda tank dolaştıran, o Şubat bülbülü, İsrail muhibbi Çevik Bir
beyefendi ve avanesi şimdi nerelerde.. Milletin cebinden kaç para alır.
Nerelerde yatar, nerelerde kışlar?
-
Koskoca 25 yıl ve 500 milyar dolar!
-
Sivil siyaset veya ordu, kabahat veya ihmal
kimde ise mutlaka hesap vermelidir.
-
Ve, daha da önemlisi bu trajikomik hikâye
burada bitmeli, bitirilmelidir.
- ANCAK ! GERÇEKLER AÇIKLANARAK
-
Fazla söze gerek yok. Irak'ın kuzeyi Türk
jetleri tarafından hallaç pamuğu gibi atılıyor.
-
Başbakan İngiltere'den, ardından da ABD'den
sınır ötesi operasyon onayı almak için koşuşturuyor. Kendi ellerimizle
palazlandırdığımız Irak'ın kuzeyine en sonunda ekonomik yaptırımlar
uygulanması kararı istemeyerek de olsa çıkıyor. Açıkça sınır ötesi tehdit
olmasına karşın NATO kollarını kavuşturmuş, olanları seyrediyor.
-
Her ne kadar uluslar arası bir barış ve
güvenlik örgütü olsa bile, cari konsepti itibarıyla NATO, adeta ABD’nin emrine
girmiş; Bunun yanı sıra AB çıkarlarını koruma kaygısına düşmüş ve tıpkı Bosna-Hersek’te
olduğu gibi, Irak’ın nahak yere işgaline de seyirli kalmıştır. Şu halde, BM
veya NATO’dan her hangi bir konuda sağlıklı karar beklemek olanaksızdır.
- İşte bu ortamda hâlâ Türkiye K. Irak’a sınır ötesi operasyon yapsın mı –
yapmasın mı tartışmaları dinliyoruz. Sınır ötesi operasyonu istemeyenler
bölgenin bataklık olduğunu ve TSK'nin bu bataklığa batma tehlikesi olduğunu
ileri sürüyorlar. Oysa 1 Mart tezkeresi öncesi TSK'nin ABD kuvvetleriyle
birlikte mutlaka Irak'a girmesi savunuluyordu. O zaman, hele de Saddam
döneminde Irak'ın kuzeyinin de güneyinin de bataklık olduğu biliniyordu.
- BİR MART TEZKERESİ
-
Aslında doğru olan bir Mart tezkeresini kabul
etmek ve tam bir devlet ciddiyeti içinde uygulamaktı. Ben kişisel olarak 1
Mart tezkeresinin geçmesinden yana olanlardandım. Şimdi de hâlâ aynı düşüncemi
koruyorum. Çünkü koşullar ve belgeler çok iyi düzenlenmişti. ABD Türkiye'ye
girerse bir daha çıkmaz, gibi sözler söylendi. Kesinlikle öyle bir durum
mümkün değildi. Bunların hepsi efsaneydi. Hani, bilmeden fikir üretme var ya.
Aynısı yapıldı. Bunları çok aydınlarımız da maalesef yapıyor ve bu ülkeye çok
da zarar veriyorlar.
-
Nitekim o tarihte Türkiye, hissiyattan
uzaklaşıp Genelkurmayın yapmış olduğu o çok mükemmel anlaşmalara uygun biçimde
oraya girseydi, bugün Irak'ın kuzeyindeki bu (PKK) ve benzeri sıkıntılar,
karşımızda önemli bir ulusal güvenlik sorunu olarak durmayacaktı.
- Onun dışında bunun ülkemize daha başka getirileri de olacaktı.
-
Tamam, demokratik bir ülkeyiz. TBMM'nin kararı
öyle çıktı.
-
Ona da saygı duymaktan başka söyleyecek
sözümüz yok.
-
Ancak, bugün yine sınır ötesi operasyona karşı
çıkanlar var. Ben buna katılmıyorum. Irak'ın kuzeyi TSK için asla bir bataklık
olmaz. Bunu düşünmek bile abestir, yanlıştır. Zira, ne Türkiye Cumhuriyeti
dünün devleti ne de TSK dünün silahlı kuvvetleridir. Dolayısıyla TSK bu konuda
fevkalade olgun bir noktaya ulaşmış durumdadır. TSK bir avuç eli kanlı PKK' lı
katil sürüsünün karşısında bataklığa saplanmış konumuna kesinlikle düşmez.
Düşebileceği de söylenemez. Bu türlü konuşanlara şüphe ile bakmak gerekir.
-
Dahası, şu anda TSK komuta kademesinde yukarda
“bir zamanlar için” tanımladığımız “ABD-AB namına ihtilal yapan, "NATO" ya
sadakat yemini eden ve "Ours boy" unvanı alan ve damarlarında akan kan şüpheyi
calip” kimseler değil; Yürekten bir samimiyet ve sadakatle askerlik mesleğine
bağlı, Türk inkılâbı ve Atatürk ilkelerine sahip ve saygılı; Varlığını Türk
milleti ve devletinin devamlılığına adamış askerler vardır.
-
Bu Allah’ın bir lütfudur.
-
Kıymeti-kadri bilinmeli
terör belâsına “şimdi” mutlaka son verilmeli, keza, 25 yıldır bunu sürüncemede
bırakan ve anarşi üzerinden rant sağlayanlara hesap sorulmalı, muaheze
edilmeli ve bedel ödettirilmelidir. Evet, bedel ödemek değil, bedel ödetmek
zamanıdır. Çünkü millet zaten bu güne kadar çok büyük bir bedel ödemiş
bulunmaktadır.
- TERÖRLE MÜCADELE
-
Şimdi, bazı provokatif kesimler ve AB uzantısı
akredite medya tarafından bu düzenli bir savaş değil, asimetrik bir savaş
olması nedeniyle tehlike var, deniliyor... Maksat : TSK’nın sınır ötesi
harekâtını önlemek ve menfur amaçlarını adım adım gerçekleştirmektir. Elbette
karşı taraf o alçakça saldırılarını yapacak. Bu saldırılar karşısında TSK
kayıplar verebilir. Bu, terörle savaşın doğasında var. Özellikle de bu tür bir
savaşta kayıpları önlemek, düşünüldüğü kadar komutanların ya da liderlerin
elinde değildir. Çünkü terörle mücadele ediyorsunuz.
- Karşınızdaki, onurlu bir devletin erdemli bir ordusu değil.
-
Karşınızdaki, güya sizinle savaştığını
söyleyen çeteler. Bunlar herhangi bir ahlaki, insani ya da yasal bir kurala
bağlı değiller. Üstelik aralarında dünyanın bütün milletlerinden fırsat
düşkünleri ve maceraperestleri var. Elebaşıları ve militanlarının kahir
ekseriyeti ise Ermeni asıllı ve ASALA kökenli. Sanıldığı gibi Kürt unsuru
falan yok karşınızda. Üstelik bunlar ahlâken düşük marksist ve leninist
ideolojiye mensup bir güruh. İslâm’la veya insanla bağdaşır yanları yok.
-
Ama siz TSK olarak insani kurallarla,
uluslararası hukuk kurallarıyla, kendi ülkenizin hukukuyla bağımlısınız.
Dolayısıyla işin zorluğu doğasında. Tabii ki tek bir insanımızın akan kanı
bizim için çok değerlidir. Ama bu ülke savunulmak zorunda. Bu ülkeyi
savunmasız bırakırsak, onun bunun arzusuna göre yol alacak hale getirirsek o
zaman neyimizi koruyabiliriz? Bunu bir sormak lazımdır.
-
Pskolojik savaş birimleri yok edildi
-
Onun bunun arzularından kastınız nedir?
-
Bugünlerde özellikle TBMM çatısı altında bazı
sesler çıkıyor. "Başka çözüm bulmak lazım", diyorlar. Tamam, başka çözüm
bulmak lazım da karşınızda eli silahlı bir terör örgütü var. Yani Türkiye
Cumhuriyeti Devleti bu terör örgütüne, "Gel kardeşim, masaya oturalım.
Pazarlık edelim. Ben sana biraz vereyim. Sen de biraz fedakârlık yap. Şu işi
bir orta çizgide halledelim" mi demeli?
-
Talabani de aynı şeyi teklif etmedi mi?
-
O zaman Türkiye Cumhuriyeti bunu kabul mü
edecek? Başından beri Abdullah Öcalan 'ın talebi de oydu. Daha sonra
İmralı'dan avukatları aracılığıyla aynı mahiyette birçok mesaj gönderdi. Murat
Karayılan 'ın, Osman Öcalan 'ın, hepsinin talepleri bu oldu.
- Bugün bu talepleri Irak'ın kuzeyindeki o lider bozuntuları, aşiret
reisleri seslendiriyorlar. Onların ne, kim olduklarını biz çok iyi biliyoruz.
Bu son 30 yıla yakın zaman içinde bir de oradaki insanları Türkiye Cumhuriyeti
besledi. Saddam zamanında ekmekleri yokken ekmeklerini verdi.
-
ABD'nin Irak'ı işgal etmesiyle ortaya çıkan
Irak'ın kuzeyindeki Kürt bölgesine bizim işadamları yatırımlar yaptı. Okul,
hastane, konut, devlet daireleri, havaalanı inşa ettiler. Hatta petrol bile
çıkardılar. Türkiye'den oraya hepimizin bildiği gibi inanılmaz ucuz fiyattan
elektrik veriliyor. Yani Türkiye orayı kalkındırdı. Peki, hangi amaçla o bölge
palazlandırıldı, gelip bizim insanlarımızı vursunlar diye mi?
-
Bu tür komşu ülkelere yönelik faaliyetlerin
mantıklı izahları olabilir. "Bu ülke insanları bize dost olsun. Karınları
doysun ki başka yerlere göç edip oralarda rahatsızlık yaratmasınlar. Ben
onlara kendi evlerinde belli bir hayat standardı sağlayacak biçimde yardımcı
olayım. Bir yandan paramı kazanayım, bir yandan da bu yardımı yapayım" diye
hükümetler bu yönde karar alabilirler.
-
Ama bugün içinde bulunduğumuz koşullarda sizin
sorunuz çok geçerli. Acaba bu Türkiye açısından akıllıca bir davranış mı,
yoksa değil mi? Şu geldiğimiz aşamada, Barzani ve Talabani'nin Türkiye
Cumhuriyeti Devleti'ne böylesine kafa tutacak cesareti bulup "Size bir Kürt
kedisini bile teslim etmeyiz" gibi abuk subuk, ne idüğü belirsiz beyanlarda
bulunacakları bir noktaya geldiyse Türkiye, kendimize şunu sormalıyız: "Bu
katkılar devam etmeli midir?"
-
TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu geçen gün, "Ulusal
güvenliğin söz konusu olduğu bir yerde artık kâr, ekonomi hesabı yapılmaz. Onu
yaptığınız zaman ihanetin içinde olursunuz" dedi. Onun üzerine çeşitli iş
çevrelerinden Hisarcıklıoğlu'na hücumlar var. Kıyısından köşesinden mazeret
üretip halkın gözünün önüne alacalı bir resim koyma gayreti içindeler.
Devletin elinde askerden önce kullanabileceği başka kozlar da var. En azından
bunları kullanırsınız.
-
Bir de PKK'nin kaçırdığı sekiz asker konusu
var. Türkiye Cumhuriyeti böyle bir terör örgütüyle pazarlık masasına
oturabilir mi?
-
Bunu da psikolojik propaganda amaçlı
kullanıyorlar. Çok iyi baktıklarını söylüyorlar. Meğer ne kadar
insancıllarmış. "Türkiye isterse teslim şartlarını konuşuruz" diyorlar.
- Yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti terör örgütüyle masaya oturacakmış. İş,
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin, bu teröristlerin o şekilde konuşmasına
muhatap olacak noktaya geldi. Askeri adımlar atılıyor. Bu şehitler boşuna
verilmiyor. Ama bizim güvenlik güçlerimiz teröristle savaş veriyorlar. Terörle
savaşın ekonomik, siyasal, sosyal, psikolojik boyutları vardır.
-
Bana göre psikolojik harekât konusunda
devletimiz hemen hemen sıfır noktasındadır. Bizim öyle bir birimimiz yok.
Yetişmiş kadrolarımızın olduğunu da pek sanmıyorum. Bu hükümetin işidir.
-
Bu işle ilgili bir zamanlar
devletin ilgili kurumları vardı. Ama AB'nin talebiyle o kurumlar, birimler
külliyen bitti. O şartlar nasıl kondu, nasıl oldu? Akıl ermez bir iştir.
- Bir zamanlar Barzani ve Talabani sözüm ona düşmanken iki kere onları
birbirlerinin tuzağına düşmekten TSK kurtarmadı mı?
-
Öbürünün tuzağına düşmesin diye aldık adamı,
helikopterle başka yoldan götürdük. TSK bütün bunları yaptı. Ama gerek
Talabani'nin gerekse de Barzani'nin ne kadar kaypak, ne kadar dönek, ne kadar
sözüne güvenilmez yaratıklar olduklarını TSK'den daha iyi hiç kimse bilemez.
-
Üstelik Talabani, Sovyetler Birliği döneminde
Sovyet yanlısıydı. Parti üyelerine "Yoldaşlarım" diye hitap ediyordu. Barzani
ABD'ciydi. Ama günün birinde baktık ki Talabani, ABD köstebeği çıkmadı mı?
-
ABD ajanı olduğu ortaya çıkınca epeyce hayret
eden olmuştu, diye hatırlıyorum.
- ABD'nin gizli gündemleri PKK dörde ya da beşe bölündü. Öcalan'ın artık
etkisi kalmadı. Bir kısmı Barzani ve takımının etkisi altına girdi, deniyor.
Bunlar sonuçta peşmerge. Bunlar bu kadar modern silahları nasıl
bulabiliyorlar?
-
Bu terör örgütü diğer odakların desteği
olmadan tek başına ayakta duramaz. Ne yazık ki bunun arkasında buna payanda,
destek olan, ona bütün bu söylediklerinizi sağlayan ya da kendisinin bir
şekilde sağlamasına göz yuman unsurlar var.
-
Kimdir bu unsurlar?
-
İsterseniz yakından uzağa doğru gideyim. En
yakında olanlar Barzani-Talabani ikilisi, Irak'ın kuzeyindeki oluşumlar. Bir
yandan da dünyaya ve bize, "Biz otonom bir yönetimiz. Yönetimin başkanı da
var. Bağımsız da olabiliriz" diyorlar. Ben geçen yıl özel temsilcilik
görevindeyken Irak'ın kuzeyinden benimle temas halinde olan bir kişi 2007'nin
ajandasını getirdi.
-
Ajandanın en son iki sayfasını kapsayacak
biçimde Büyük Kürdistan haritası vardı. Bu haritaya Mersin ve benim memleketim
olan Sıvas, yukarıda Kars da dahildi. Aynı haritanın şeklinde rozetler
yapmışlar. O kişi bana, "Bu rozetten bütün peşmergelerin, hatta çocukların
bile yakalarında var" dedi. Bunlar çocuklarına hedef olarak bu haritayı
gösteriyorlar.
-
Şu anda Irak'ın kuzeyindeki büyük güç ABD.
ABD'nin bilgisi dışında bunları nasıl yapabilirler?
-
Şu andaki konjonktürde aksini düşünmek mümkün
değil. Benim bilebildiğim kadarıyla ABD'nin Irak'ta, Ortadoğu'da, bir kısmını
henüz açıklamadığı, ama bir kısmını da açıkladığı ileriye yönelik bazı
projeleri var. Açıkladığı projelerden birisi de BOP. Zaten bizim Başbakan da
BOP'un eşbaşkanı olmakla övünmüyor mu?
-
Ümit ederim neyin ne
olduğunu ya da olmadığını çok iyi kavramışlardır. Ama benim anlayabildiğim
kadarıyla BOP henüz daha ABD'nin düşündüğünün tam şekliyle ortaya konmuş ya da
bizlere deklare edilmiş değil. Benim anlayabildiğim kadarıyla BOP onların
kafasında net. Ama o kafalarındaki net şekli bize anlatmış değiller.
-
Şimdilik göründüğü kadarıyla bölge ülkelerine
demokrasi getirilecek, Türkiye bunlara model olacak, ama bunun olabilmesi için
Türkiye'nin biraz ılımlı İslam’a kayması lazım. Anlayamadığım, ılımlı ya da
sıcak İslam nasıl oluyor? Bizim bildiğimiz İslam İslam’dır. Yarı demokrasi,
yarı şeriat, ikisini de idare ediverin. Nasıl idare edilebilir? Onu bir türlü
kafamda canlandırabilmiş değilim. Laiklik ilkesinin olmadığı yerde
demokrasiden söz edemezsiniz.
- Peki, bu peşmerge takımı TSK'nin mevzilendiği noktalarla ilgili bu kadar
isabetli haber alma bilgilerine nasıl ulaşabilirler?
-
Öncelikle bunun hesabını vermesi gerekenler
demin sözünü ettiğim Irak'ın kuzeyindeki kişiler. Ondan sonra Irak yönetimi
geliyor. Ama bugün Irak yönetimi acınacak halde.
-
Geçenlerde bir Iraklı yetkilinin, "Biz egemen
bir ülkeyiz. Sınırlarımıza müdahale ettirmeyiz" türünden bir beyanını okudum.
Doğrusu buna bir hayli güldüm. İşgal altındaki, bir ucundan bir ucuna ABD
askerinin kol gezdiği bir ülke nasıl egemen olur? Onu da çözebilmiş değilim. O
durumdaki bir yönetimden özellikle bu terör örgütüyle ilgili olarak fazla bir
şey bekleyemezsiniz.
-
Esas terör örgütüyle ilgili yapabilecekleri
olup da yapmayanlar var. Bunların başında tabii ki ABD geliyor. Onun yanında
da AB ülkeleri... Bunların yapabilecekleri şeyler vardı; halen var, ama
yapmadılar. Şimdi, "Yapalım, edelim" gibi bazı beyanlar var. Bilmiyorum.
Sonucunu görmedikçe inanmam mümkün değil.
-
Ben diyorum ki: "Benim dostum olduğunuzu
söylüyorsanız, böyle bir terör belasıyla mücadelemde bana katkı sağlayacak,
yardımcı olacak bazı şeyleri yapma yeteneğine sahipseniz, ama bunu yapmaktan
kaçınıyorsanız o zaman benim gözümde siz benim yanımda değil, o teröristin
yanındasınız."
-
PKK denilen eli kanlı örgüt Türkiye'ye bu
kadar kapsamlı harekât yapabiliyor, canını böylesine yakabiliyorsa arkasında
çok belirgin güçler vardır. Bu güçler de bellidir.
- Türkiye'de demokrasi oyunu oynanıyor
-
Peki, ya AB?
-
Onunla ilgili söylemem gerekenleri söylemek
istemiyorum. İçim bu konuda çok dolu. Ben biliyorum ki o Avrupa ülkelerinin
uyuşturucuya kurban verdikleri her genç insanın kanında PKK'nin kanlı elleri
var. Çünkü o uyuşturucunun oralara ulaşmasında en büyük taşıyıcı örgüt PKK. Bu
durum kendilerine defalarca bildirilmesine rağmen hâlâ ülkelerinde,
başkentlerinde PKK'nin işyerleri serbestçe çalışıyor. Hâlâ Brüksel'deki Grande
Place'ın etrafında PKK'nin sekiz-on tane döner dükkânı var. PKK'ye para
kesiyorlar. Önlerinde PKK bayrakları sallanan bütün büroları açık. Kendilerine
Interpol listesinde arananların isimleri bildirilmiş. Adresi, her şeyi belli.
Buna verilen cevap: "Benim ülkemde, yasalarıma aykırı bir şey yapmıyorlar."
Bundan sonra da bu insanlar uçağa bindirilip serbestçe Irak'ın kuzeyine
gidebiliyorlar. Bunu Öcalan'ın yakalanma süreci içindeki seyahati sırasında da
gördük. Bu ülkelerin insanlarıyla ilgili hiçbir sorunum yok. Ama oralardaki
yönetimler ne yazık ki böyle bir kasıtlı aymazlığın içinde. Türkiye'yi adam
yerine koymuyorlar; talebine aldırış bile etmiyorlar. Benim anlayabildiğim
kadarıyla onların Türkiye üzerinde başka hesapları var.
- Ne gibi hesapları var?
-
AB süreci içinde Ermeni meselesini halledin,
Kıbrıs sorununu çözün gibi dayatmalarla karşılaştık. Bunlar Kıbrıs'ın Rum
kesimini büyük törenlerle AB'ye tam üye yaptılar. Bu ne biçim bir mantıktır?
Demek ki bunlar Kıbrıs sorununun çözümünü arzu etmiyorlar. Yunanistan'ı da
AB'ye ucuz ve basit bir biçimde aldılar. Çünkü Türkiye'ye Ege sorununu çözmesi
söyleniyor, ama Yunanistan'a neden söylenmedi? Yunanistan'dan Kıbrıs sorununu
çözmesi neden istenmedi? Demek ki tam anlamıyla riya ve çifte standart
içindeler. Sonra çok yanlış bir kanı var. Batılılar, içimizdeki beşinci kol
faaliyetleri ya da psikolojik savaş unsurları bunu pompaladılar, sanıyorum.
Medyamızın bir kısmı da zaman zaman buna alet oldu. Halkta sanki o bölgenin
insanlarının tamamı PKK'yi destekliyor gibi bir düşünce yarattılar. Orada
halkımızın büyük çoğunluğu vatanını seven insanlardır.
-
Ama Güneydoğu'da oyların hemen tamamı AKP'ye
ve DTP'ye gitmedi mi?
- Oynadığımız bu demokrasi oyununu bir an önce sonlandırmak ve doğru dürüst
bir demokrasi uygulamasına başlamak zorunluluğumuz var. PKK gelsin, mezradaki
vatandaşın kafasına Kalaşnikof'u dayasın, "Bu mezradaki oyların birisi bile o
işaretten başka partiye giderse hepinizi yarın akşam halledeceğiz" desin. O
vatandaş ne yapacak? Oralarda her mezranın, her köyün başına asker, korucu
koymanız mümkün değil. Dolayısıyla o insanlar oralarda zorunlu olarak istenen
yere oy vereceklerdir, veriyorlar da. Başka çareleri yok. Bana göre o oyların
çok önemli bir kısmı bu şekilde sağlanmıştır. Ondan sonra da TBMM'de demokrasi
oyununu oynamaya başlarsınız.
-
ABD, Saddam'ı teröre destek veriyor diye
yakaladı ve idam ettirdi. Türkiye açısından baktığınızda bu durum Barzani için
de geçerli değil mi?
-
Bana göre Türkiye'ye karşı işlenmiş suç
bakımından Öcalan'dan pek farklı değil. Yaptıkları yanına kâr kalmamalı. Bir
şekilde cezalandırılması gerekiyor. Marmara Denizi'nde adamız boldur. Hayırsız
var, Yassıada var.
-
Türkiye NATO'nun bir üyesi. NATO tüzüğünün 4. ve 5. maddeleri var. Bir NATO
üyesine dışarıdan gelen ve güvenliğini tehdit eden saldırılar karşısında NATO
üyelerinin harekete geçmeleri gerekiyor. Sizce NATO hâlâ neden harekete
geçmiyor? NATO bir açıklama yaptı. Sanıyorum bütün AB'nin görüşü de o noktada.
"Bu, Türkiye'nin iç meselesidir" diyorlar.
-
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
06 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
AÇILIM! İHANETTE SON
TANGO |
-
-
Anadolu Ulusal
Uyanış ve Dayanışma Platformu 22 Haziran 2009 tarihinde “Dikkat!” anonsu ile
122 sorumlu kamu kurumu, siyasi partiler, sivil toplum kuruluşları (!) ile
medya ‘vatanseverlerine” seslendi. Vatan-Millet sevdalıları, etkili-yetkili ve
onurlu-sorumlu özel ve tüzel kişilerden; 17.Aralık.2004 tarihinde Brüksel’de
imzalandığı söylenen (Ancak şu ana kadar henüz tekzip edilmemiş olan) AB
katılım anlaşması ve anlaşmanı 4. maddesi hakkında bilgi “ayrıntılı açıklama”
ister. Mezkür 4. madde aynen şunları ifade etmektedir.
-
“Kürt azınlıklara
haklarının tanınması çerçevesinde, güney doğu Anadolu’da federe bir Kürt
devletinin kurulmasının yolu açılacaktır”
-
Diğer taraftan
09.Temmuz.2009 günü Medya organlarımızda TBMM’de alenen terör ve tedhiş örgütü
PKK temsilciliği yapan DTP, bahse konu 4. maddeye atfen “Türkiye’yi yedi
eyalete bölme” yolundaki talepleri açıklamıştır. Bu ne cesaret, ne cüret!
-
Ama maalesef bu
menfur fiil, ne bir cesaret ve ne de cür’et işi falan değildir.
Sadece, aslı milletten gizlenen, bilinen hükümleri de “inkâr ve tekzip
edilmeyen” AB Katılım Anlaşması gereğidir. İddiayı çok açık ve etkin bir
tavırla gündeme taşıyan platform, ‘Bölünme Yok Edilmenin İlk Aşamasıdır’
gerçeğinin altını çizerek, anlaşmanın diğer hüküm ve maddelerinin de ağır ağır
işletilip yürütülmeye başladığını Türk kamuoyuna açıklamıştır.
-
İŞTE O BELGE?
-
Anadolu Ulusal
Uyanış ve Dayanışma Platformun tarafından 22.06.2009 tarihinde Türk
‘vatanseverlerine” gönderilen açıklama istemli yazıda; “03.Ekim.2005 tarihinde
AB ile Müzakerelerin başlatılabilmesi için, 17.Aralık.2004 Tarihinde, Brüksel’
de, Sn. Başbakan tarafından imzalandığı belirtilen belgenin aşağıdaki
hususları içerdiği” açıklanmıştır.
-
VE “MADDE” LER:
-
-Müzakerelerin
ucu açık olacak, sonuçta Üyelik Garanti edilmeyecektir.
-
-Türkler, Üye
olunduktan sonra bile AB’de serbestçe dolaşamayacaklar, ancak AB’ye üye
Devletlerin vatandaşları serbestçe Türkiye’de dolaşabileceklerdir.
-
-Kıbrıs Rum
Cumhuriyeti tanınacaktır.
-
-Kürt Azınlıklara
haklarının tanınması çerçevesinde, Güneydoğu Anadolu’da federe bir Kürt
Devleti’nin kurulmasının yolu açılacaktır.
-
-İstanbul Fener
Patriğine “Ekümenik” unvanı verilerek, İstanbul’da Ortodoks Din Devleti
kurulmasına izin verilecektir.
-
-Dicle-Fırat
üzerindeki barajlar başta olmak üzere, Türkiye’nin tüm su kaynakları ve su
dağıtım şebekelerinin yönetim vedenetimi Uluslar arası bir kuruluşa teslim
edilecektir.
-
-Başta Devlet
Bankaları olmak üzere, tüm kamu malları hızla özelleştirilecektir.
Ermenistan-Türkiye sınırı açılacak, Ermenistan’la Diplomatik ilişkiler
kurulacak ve 1915 Soykırımı kabul edilecektir.
-
-İran ve
Rusya’nın Türkiye için birer potansiyel düşman oldukları göz önünde
bulundurularak dış politika belirlenecektir.
-
83 bin sayfalık
AB Müktesebatı tam olarak kabul edilip uygulamaya konulacaktır.(1)
-
SONUÇ VE İSTEK:
-
105 Sivil Toplum
Kuruluşlarının oluşturduğu AUUDP soruyor:
-
“Bu güne değin,
açık, net ve tam biçimiyle medya organlarında göremediğimiz, yetkililerimizden
duyamadığımız bu hususların; Gerçek olup olmadığının tespit edilmesini, gerçek
değil ise kamuoyuna açıklama yapılmasını; Gerçek ise bu nitelikte bir belgenin
kim tarafından ve hangi mülahazalarla imzalandığının ve günümüze kadar bu
konuda, Türk Kamuoyuna bilgi aktarılmamasının nedenlerinin bildirilmesi
hususlarını arz ediyoruz”
Bildiri, AUUDP Genel Kurulu Adına Genel Başkan Prof. Dr. Didar ESER; Genel
Sekreter Selda Talay TOSUN ve AB Kom. Bşk. Şükrü Sezar AYGEN tarafından
imzalanmış olup aradan geçen bunca süreye rağmen halâ çağrıya “açık veya net”
bir cevap alınamamıştır.
TC halkı, kamuoyu ve necip Türk Milleti’ne önemle duyurulur.
-
(1) Yılmaz DİKBAŞ,
AVRUPA BİRLİĞİ-Tabuta Çakılan Son Çivi. (2004 Regular Report on Turkey’s
Progress Towards Accession.–Recommendation of The European Commission on
Turkey’s Towards Accession.–Issues Arising From Turkey’s Membership
Perspective–Europian Parliamet Report–Brussel’s Europian Council 16-17
December 2004 Presdency Conclusions)
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
07 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
AÇILIM REZALETİ VE
İLERİ DEMOKRASİ KÂBUSU
|
|
-
-
İleri demokrasi,
kardeşlik-barış ve demokratikleşme süreci gibi,
dayatmalarla oynanan menfur oyun ve “Milli Dava
Kıbrıs’ı da kapsayacak biçimde” etki alanı genişleyen
senaryo kurgularının aslı, esası, hedef, amaç ve
mahiyeti bütün yönleri ile ortaya çıktı.
-
Açıklandı ve
anlaşıldı. Vahamet bütün boyutlarıyla görüldü.
-
İŞTE OYNANAN OYUN,
MENFUR EMELLER VE ACI GERÇEKLER
-
Her şey 30 Eylül
2013 günü açıklanan sözde demokratikleşme; Özde
demokrasi, insan hakları, eşitlik, adalet ve hukukun
deformasyonu; Siyasal, sosyal, toplumsal, fiziki/fiili
ve ilmi “kuvvetler ayrılığı” varlığı’nın
anlamsızlaştırılarak tekelleşmesi operasyonu ile ivme
kazandı.
-
“Anayasa Uzlaşma
(yeni anayasa imal ve inşa) Komisyonu” akamete
uğrayınca zuhur eden panik; “Hak yolunda ve millet
hizmetinde muktedir olamayan iktidarı” adalet ve hukuk
dışı arayışlara itti. Ne için?.. Kurucu Unsurun
tesis-temin ettiği; 11 Kasım 1938 karşı devrimi ile
ihanet sürecine giren Cumhuriyet Halk Partisinin
yozlaştırdığı (malum ve menfur istibdat döneminde
yozlaştırılan, saptırılan, istismar ve suiistimal
edilen) rejimi.; 07 Ocak 1946’den başlayıp 27 Mayıs
1960’a kadar özenle imar, inşa ve ihya edilip orijinal
haline dönüştürülen eseri imha, bölünmez bütünlüğü
parçalama, ittihat ve tevhit-i ilga!
-
On
bir yıldır yapılmak istenen, artık bütün yönleriyle
ortaya çıkan amaç bu. Kinayeten adına kardeşlik ve
barış denilen; Vatana, insana ve İslâm’a ihanet
yolunda, amaca ulaşmak için, her şeyin mubah
sayıldığı; Yalan-talan, hırsız-yolsuz, anarşi,
terör-tedhiş yoldaşlığının icabı ifa edilen,
“açılım”ların yüz karası, içler acısı ve utanç verici
haline bakın:
-
DEMOKRATİKLEŞME PAKETİ’NDEN!...
-
“Sizleri en kalbi
muhabbetlerimle selamlıyor; birazdan Türkiye’ye ve
dünyaya ilan edeceğimiz demokratikleşme paketinin,
ülke, millet, bölge; ekonomi ve demokrasimiz; en
önemlisi de birlik ve kardeşliğimiz için hayırlara
vesile olmasını Allah’tan niyaz ediyorum.”
-
“Özellikle, 3 Kasım 2002 seçimleriyle oluşan, 11
yıldır aynı istikamet doğrultusunda fedakârca görev
yapan, milli iradeyi en güçlü şekilde savunup,
milletin talepleri yönünde çalışan Meclis’imize,
değerli milletvekillerimize huzurlarınızda teşekkür
ediyorum”
-
“İç barışımızı güçlendirecek, toplumsal birlik ve
bütünlüğümüzü, geliştirecek, huzurumuzu tahkim edecek
her adım, milletimizin en büyük temennisidir. Bu
paketle, Türkiye’nin istiklâlini güçlendiriyor,
özgürlük alanını genişletiyor, ufkunu daha da açıyor
ve umudunu çoğaltıyoruz. En önemlisi de,
şehitlerimizin uğruna can verdikleri milletimizin,
birliğini, kardeşliğini, dayanışmasını daha da
pekiştiriyoruz. Böylece vasiyetlerini yerine
getirdiğimiz tüm şehitlerimizi, bu anlamlı günde bir
kez daha rahmetle, minnetle yâd ediyor; Allah Onlardan
razı olsun, mekânları inşallah Cennet olsun diye dua
ediyoruz”,
-
“1950’de başlayan demokratikleşme tarihimiz..”
-
“Siyasi Partiler Kanunu’nun 11’inci maddesinde
yapacağımız değişiklikle, partilere üye olmayı
daraltan, kısıtlayan bazı engelleri ortadan
kaldırıyor, Seçim Kanunu hükümlerine göre, oy verme
hakkına sahip olan herkesin, partilere de üye
olabilmesinin önünü açıyoruz. Bu amaçla, 11’inci
Maddenin B bendindeki 6 kısıtlayıcı engeli ortadan
kaldırıyor, yine Siyasi Partiler Kanunu’nda
yapacağımız değişiklikle, farklı dil ve lehçelerde
propaganda imkânını getiriyoruz. 298 Sayılı Kanunu’nun
ilgili maddesini değiştirerek, parti ve adaylar
tarafından yapılacak propagandalarda, Türkçenin
yanında farklı dil ve lehçelerin de kullanılabilmesini
mümkün hale getiriyoruz. Aynı şekilde, ön seçimlerde
farklı dil ve lehçelerde propaganda imkânını
getiriyoruz. SP Kanunu’nun 43’üncü Maddesindeki
kısıtlayıcı hükmü kaldırıyor, ön seçimlerde de
Türkçeden başka dil ve lehçeyle propaganda imkânını
partilere sağlıyoruz…”
-
17 ARALIK OPERASYONU VE
GERÇEKLER
-
Öncelikle yukarda sözü edilen: “Muhabbet,
demokratikleşme, birlik ve kardeşlik.; Fedakârca görev
yapan, milli iradeyi en güçlü şekilde savunup,
milletin talepleri yönünde çalışan Meclis; İç
barışımızı güçlendirecek, toplumsal birlik ve
bütünlüğümüzü, geliştirecek, huzurumuzu tahkim edecek
her adım.; Bu demokratikleşme paketiyle, Türkiye’nin
istiklalini güçlendiriyor, özgürlük alanını daha da
genişletiyor, ufkunu daha da açıyor ve umudunu daha da
çoğaltıyoruz. En önemlisi de, bu paketle,
şehitlerimizin uğruna can verdikleri milletimizin,
birlik, kardeşlik ve dayanışmasını pekiştiriyoruz;
1950’de başlayan demokratikleşme tarihi!.” 17
Aralık’tan bu güne açıkça görülmüş, anlaşılmıştır ki;
Pakette yer alan bu ve benzeri sözler kesinlikle
samimi değil, sadece bir oyalama, göz boyama, hile ve
aldatmacadır. Çünkü aynı paketin sonlarında yer alan:
“SP Kanunu’nun 11’inci maddesinde yapılacak
değişiklikle, partilere üye olmayı daraltan,
kısıtlayan engeller ortadan kaldırılacak; Seçim
Kanununa göre, oy verme hakkına sahip olan herkesin,
partilere de üye olabilmesinin önü açılacaktır…”
-
Siyasi Partiler Kanunu’ndan “adalet, fazilet, insanlık
ve hukuk” atılmak isteniyor.
-
SPK
2. Bölüm: Siyasi Partilere Üye Olma:
-
MADDE 11 - (Değişik 1. fıkra: 4445 - 12.8.1999) On
sekiz yaşını dolduran, medeni ve siyasi hakları
kullanma ehliyetine sahip bulunan her Türk vatandaşı
bir siyasi partiye üye olabilir. Ancak; (a) Hâkimler
ve Savcılar, Sayıştay dâhil yüksek yargı organları
mensupları, kamu kurum ve kuruluşlarının memur
statüsündeki görevlileri, yaptıkları hizmet bakımından
işçi niteliği taşımayan diğer kamu görevlileri,
Silahlı Kuvvetler mensupları ile yükseköğretim öncesi
öğrencileri siyasi partilere üye olamazlar.
-
b)
(Paket Gereği Kanundan Çıkartılacak Hükümler)
-
1 -
Kamu hizmetlerinden yasaklılar,
-
2 -
Zimmet, ihtilâs, irtikâp, rüşvet, hırsızlık,
dolandırıcılık, sahtecilik inancı kötüye kullanma,
dolanlı iflas gibi yüz kızartıcı suçlar ile istimal ve
istihlâk kaçakçılığı dışında kalan kaçakçılık suçları,
resmi ihale ve alım satımlara fesat karıştırma veya
devlet sırlarını açığa vurma suçlarından biriyle
mahkûm olanlar,
-
2.
Basit ve nitelikli zimmet, irtikap, rüşvet, hırsızlık,
dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanma,
dolanlı iflas gibi yüz kızartıcı suçlar ile istimal ve
istihlak kaçakçılığı dışında kalan kaçakçılık suçları,
resmi ihale ve alım satımlara fesat karıştırma veya
devlet sırlarını açığa vurma suçlarından biriyle
mahkum olanlar,
-
3 -
Herhangi bir suçtan dolayı ağır hapis veya taksirli
suçlar hariç üç yıl veya daha fazla hapis cezasına
mahkûm olanlar, 3. Taksirli suçlar hariç beş yıl ağır
hapis veya beş yıl ve daha fazla hapis cezasına mahkûm
olanlar,
-
4 -
Türk Ceza Kanununun ikinci Kitabının birinci babında
yazılı suçlardan veya bu suçların işlenmesini alenî
olarak tahrik etme suçundan mahkûm olanlar,
-
5 -
Türk Ceza Kanununun 312. maddesinin ikinci fıkrasında
yazılı halkı sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge
farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik
etme suçlarından mahkûm olanlar, 5. Terör eyleminden
mahkûm olanlar,
-
6 -
Siyasi partilere üye olamazlar ve üye kaydedilemezler.
Yükseköğretim elemanları, yasaklamanın dışındadır.
Bunlar hakkında Yükseköğretim Kanunu uygulanır.
-
-
ÜYELİĞE KABUL ŞARTLARI
-
-
MADDE 12 - Siyasî parti üyesi olmaya kanuna göre engel
hali bulunmayanların üyeliğe kabul şartları parti
tüzüklerinde gösterilir. Tüzükte üyelik için
başvuranlar arasında dil, ırk, cinsiyet, din, mezhep,
aile, zümre, sınıf ve meslek farkı gözeten hükümler
bulunamaz.
-
Siyasî partiler üye olma
istemlerini sebep göstermeksizin de reddedebilirler.
Ancak, üyeliğe kaydını isteyenin istemini reddeden
teşkilatın bir üste kademesine, parti tüzüğünde
gösterilen şekilde itiraz hakkı vardır. İtiraz üzerine
verilen karar kesindir.
-
-
ÖNSEÇİMDE PROPAGANDA İLE İLGİLİ
HÜKÜMLER
-
-
MADDE 43 - Aday yoklamalarına katılan aday adayları
için propaganda yapmak amacı ile açık hava
toplantıları, örf ve âdete göre sohbet toplantısı
sayılanlar hariç olmak üzere kapalı salon toplantıları
tertiplenemez, duvar ilânı, el ilânı ve her nevi
matbua, ses ve görüntü bantlarıyla propaganda
yapılamaz. Bu tür toplantılarda başka aday adaylarına
karşı kötüleyici beyanlarda bulunulması yasaktır.
-
Siyasî partiler, tüzüklerinde gösterilmek kaydıyla
aday adayları için bunların vereceği bilgileri de esas
alarak aday adaylarının meslek veya sanat
hayatlarındaki derece, başarı ve eserlerini, memlekete
yaptığı hizmetleri gösterir, vesikalık fotoğraflarını
taşıyan matbualar bastırıp dağıtabilir. Aday
adaylarının soyadı alfabe sırasına göre düzenlenecek
benzer bilgileri içeren matbualar sandık başlarına
asılabilir.
-
Aday adayları, mensup oldukları partinin programı,
büyük kongresinin ve yetkili merkez organlarının
kararları ile partinin seçim bildirisi dışında, milli
mahalli yahut mesleki çapta herhangi bir vaatte
bulunamazlar ve Türkçe'den başka dil ve yazı
kullanamazlar.
-
Aday adayları, önseçimlerde oy kullanacak partili
üyelere veya yakınlarına maddi çıkar sağlama amacı
güdemezler; önseçimlerde oy kullanacakları etkilemek
maksadıyla meşru ve hukuka uygun olmayan davranışlarda
bulunamazlar…”
-
Hesaplanan bu değişiklikler hayata geçtiğinde:
-
1.
Hiç af çıkartmadıkları yalanına rağmen, esasa
müteallik yasa “paket ve torba” biçim düzenlemelerle
“denetimli serbestlik” ve sair nam ve kapsamlar
altında hapisten çıkan 100 bin civarında suçlu,
-
2.
Yukarda arz ve ifade edilen 2820 Sayılı Siyasi
Partiler Kanunu 11/b fıkrasının iptali ile yüz
binlerce insanlık düşmanı, alçak, namussuz,
şerefsiz-soysuz, karaktersiz mahlûk, hırsız -yolsuz,
anarşist, terörist, katil, ırz düşmanı, bebek katili
cani ve hain serbestçe siyasi partilere üye
olabilecek.; Canları isterse parti kurabilecek ve her
düzeyde seçme-seçilme hakkına sahip hale
getirilecekler…
-
3.
Siyaset iyice “iyi insan, iyi, onurlu, sorumlu,
namuslu ve dürüst vatandaşların hakkı, işi ve görevi”
olmaktan çıkacak; Bütünüyle pislik domuzlarının eline
kalacaktır.
-
-
KİRLİ ELLER VE
MENFUR EMELLER
-
-
Bu
değişiklik istemi, öteden beri plânlanan ve kerameti
kendinden menkul paketlerle Meclise dikte edilen
müstakbel hedef belli olmuştur. Bu menfur süreçle, en
başta bebek katili olmak üzere, bilumum hırsız,
yolsuz, soysuz, katil, hain, terör-tedhiş unsuru
canilerle bölücü unsurlar meclise taşınmak
istenmektedir. Bizim gaflet, dalâlet ve hıyanet ile
malûl muhalefet, ya hâlâ, bu vahim ihanete uyanamamış,
ya da “işin işbirlikçiliğine” yatmış olsa gerektir!
-
Yazışma Adresi: P.K. 118 [06 442] Yenişehir-ANKARA
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
08 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
AÇILIMLAR VE AÇMAZLAR |
-
-
Her ne kadar hükümet, ‘Akan kanlar dursun;
Analar ağlamasın’ gerekçesiyle cürmünü cemaate mâl-etmeye; ‘milli birlik ve
kardeşlik’ yalanı ile de, suç teşkil eden eylemini devlet politikası
göstermeye çalışıyorsa da nafile. Çünkü olay bir komplo, baskı ve dayatma
eseri.
-
Bakınız!..Yunan Savunma Bakanlığı’na yakınlığı
ile bilinen, Amina&Asfalia dergisi yazarı ve strateji uzmanı Dimitris Patsules,
Derginin 2009 yılı Temmuz sayısında; “ABD’nin, PKK’yı baskı aracı olarak
kullandığını ve tamamıyla yok etmeyeceğini, Güneydoğu Anadolu bölgesinin uzun
vadede, ABD ve İsrail’in desteğiyle oluşturulacak ‘Büyük Kürdistan’a dâhil
edilmesinin planlandığı”nı yazıyor.Makale şöyle:
-
“ABD askerinin 2010’da Irak'tan çıkması ve
bölgede istikrar sağlanması çerçevesinde, PKK ile TC hükümeti müzakereye
başlama kararına yöneldi. Şimdiye kadar PKK'ya katlanan ve onu Türkiye'ye
karşı baskı unsuru ve sorun aracı olarak kullanan Washington,
Afganistan-Pakistan cephesinde ihtiyaçların artmasıyla ABD ordusunun Irak'ta
kalamayacağını anladı ve 2007’de politika değiştirerek Ankara ile PKK 'nın
tehdit unsuru olarak kalmaması konusunda bir anlaşma yaptı. Karşılığında
İsrail'den sonra Amerika'nın Orta Doğu'daki en sadık müttefiki olarak K.
Irak'taki Kürt hükümetini tanımasını ve Irak'ın istikrarına yardımcı olmasını
istedi.
-
Sonuçta, Bağdat ve Kuzey Irak Kürt hükümeti,
PKK'ya cephe aldı. Örgüt kaçış yolu, eğitim-ikmal ve yeniden organize için üs
olarak kullanacağı güvenli bir yer kalmadığı için Türkiye'nin güneydoğusunda
eylemlerini sürdüremeyecek. PKK şimdi zor durumda. Çünkü ABD Irak'a istikrar
kazandırmak istiyor. Kürtler ise var olan ‘devletlerini’ koruma peşinde...
- Amerika ve İsrail, Orta Doğu'da ‘Büyük Kürdistan’ın kurulmasını öngörmekte
ve 12 milyon Kürt'ün yaşadığı Türkiye’nin G. Doğusunun bu devlete dâhil
edilmesini istemektedir. Bu stratejinin uzun vadede Türkiye'nin çöküşüne neden
olacağı unutulmamalı!..”
- KRİTİK HAFTA:
-
Yazar, Ekim sayısındaki "Kürt Meselesindeki
Gelişmeler" başlıklı makalesinde: "Kürt meselesi kritik haftaya girmiştir. 25
yıl süren savaştan sonra ilk kez çözüm imkânı, TC’nin bütünlüğünü kurtarma
çabalarıyla birlikte görünmektedir. Esasında Washington isterse, bir gecede
PKK'yı yok edebilir veya Irak kuvvetlerince temizlenmelerini sağlayabilir.
Ancak, ABD şu aşamada PKK'yı yok etmeyi değil, bir süre daha kullanmayı
planlamaktadır.. .
-
Ayrıca, ABD ve AB'nin PKK'ya karşı Türkiye'ye
sağladığı yardımlar karşılıksız değil. PKK izole edilmeden siyasi çözüm
bulunması talebi ağırlıklıdır. Kürtler için geniş özgürlükleri
kapsayan planlar hazırlaması ABD-AB isteğidir. Sonuçta, kaybeden Türkiye’dir.
Çünkü çete savaşının bedeli askeri galibiyet değil, hükümetle müzakere ve
siyasi bir çözümün kabul ettirilmesi idi. Bu itibarla PKK, hedefine ulaşmayı
başarmıştır.
-
Türkiye ve Kürtler arasında gerçek savaş,
artık siyasi arenada sürecektir. Ancak bunun devamı, öngörülen çete harekâtlı
baskı manivelası ile mümkündür. Şimdi Kürtlere mümkün olduğunca az
şey vermeye ve PKK'yı silahsızlandırmaya çalışmakta, oysa Kürtlerin amacı özlü
haklar ile siyasi, ekonomik ve sosyal yaşamda kendi kaderlerini tayin
edebilmedir.
-
Generaller ve milliyetçi partilerin, Kürtlere
serbestiler verilmesine tepkileri mesnetsiz değildir. Her ne kadar, DTP ve
PKK'nın askeri sorumlusu Murat Karayılan, federe devlete dair taleplerini terk
ederek, Türkiye'yi bölmeyecek bir çözümü kabul ediyor gözükse de; Türk
liderler Kürtlerin gelecekte ülkeyi bölmenin ön şartlarını yarattığını, bunun
sonucu olarak da, sonuçta bir Kürt devletinin kurulacağını bilmektedirler.
İşte bu, İsrail ve ABD'nin hedefidir."
-
Yunanlı strateji uzmanı D.Patsules olanları
böyle açıklıyor. Atina Büyükelçiliğimizin bir tekzip’i var mı? Hayır.
Hükümetten tepki, reddiye? Yok. Öyleyse hükümetin “demokratik açılım”ının her
ne kadar içeriği belli değilse de, birtakım “ayrıcalık ve serbestiler”
kapsadığı tahmin edilen projenin uygulamaya konulması halinde, Dimitris
Patsules’un ifade ettiği gibi, bunun uzun vadede Türkiye’nin lehine gelişmeler
yaratmayacağı çok açık.
- (Kaynak: Amina&Asfalia, Sinan Sungur, Odatv.com Kasım-2009)
-
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
09 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
ADALET
(BARIŞ), MİLLET İRADESİ VE ÜSTÜNLÜK |
-
-
Adı “Adalet ve Kalkınma” olan partinin olağanüstü
büyük kongresinde, hatipler adeta haykırıyor, başta Hâkimler ve Savcılar
Yüksek Kurulu (HSYK) olmak üzere, Cumhuriyet Baş Savcıları dâhil bütün
adalet ve hukuk cihazı camiasına telkin, tembih ve tehdit dolu mesajlar
göndermekte birbirleri ile yarışıyorlardı!.. (Ankara, 27 Ağustos 2014)
-
Onlara göre: Hiçbir
şey (güç, kuvvet veya erk) millet iradesinden üstün olamazmış!.
-
Özellikle, 27 Mayıs
sonrası ve bizatihi 27 Mayıs’ın (12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve sair
post modern darbe, sulta/cunta, vesayet kalkışmalarının) henüz
yargılanmadığı; Şahsi ahvaller dışında (Nürmberg Mahkemeleri gibi),
bütün olayın maşeri vicdan (HÂKİM) önüne çıkartılıp sorgulanmadığı bir
Türkiye’de, bu söz çok iddialıdır. Mübalâğalı, ağdalı, abartmalı ve
belli ki “icraattan dolayı duyulan rahatsızlıklardan mütevellit”, aba
altından sopa gösterme amacına matuf bir söylem kabilindendir!..
-
Esası demagoji, hayal
ve ütopyadır.
-
Zaten de öyle
algılanmıştır…
-
Yine de gelin, bu
iddia ve ihtirasın mümkün olup olamayacağına bir bakalım:
-
Ancak burada,
öncelikle millet iradesinin tezahür biçimi son derece önemlidir.
-
Medeni ülkeler ve
yerleşik, kurumlaşmış namuslu-dürüst, ilkeli-onurlu, sorumlu-soylu ve
saydam demokrasilerde “bire/bir” yani, doğrudan vekâletle temsil hakkı
verilmiş bireylere Millet Vekili denir. Doğrudan seçmen tarafından
önerilerek, tayin ve tespit edilmemiş kişinin milleti temsil hakkı
yoktur. Bu ve mümasil (benzer) kişiler ancak patronları, parti sahipleri
ve icabında dâhil oldukları “saadet zincirinin” menfaatlerini temsil ve
ilzam ederler…
-
Dolayısıyla Milletin değil; Vesayetin
vekillerine parlamenter denilir.
-
Son elli yılda bu
usul-esas ve kriterlere uygun olarak: Namuslu, dürüst, demokrat ve
şeffaf usullerle seçilmiş, gerçek bir “MİLLET VEKİLİ” var mı acaba?.
Malûm sürece dair tarihte yazmıyor. Bilen varsa beri gelsin!.. Velev ki,
Milletvekilleri bu esas ve usullere uygun seçildi. Millet tercihinin
eseri, şaibesiz vekiller ve “devlet idaresinde millet iradesinin”
tecelli unsurları oldu. Bu takdirde adalet’in üzerinde ve adalete rağmen
bir irade ortaya konulabilir mi? Müştereken Meclis dahi adalete aykırı
bir karar alabilir ve uygulamaya sevk edebilir mi?
-
Cevap: Kesinlikle
HAYIR, asla ve kat’a mümkün olamaz’...
-
Tam burada bir
hatırlatma yapayım:
-
Bu gün 1 Eylül Dünya
Barış Günü (01 Eylül 2014)
-
Barış öyle bir
kavramdır ki; Sadece Adalet hüküm sürdüğünde gerçekleşir.
-
Bir ülke, aile,
kabile, kurum veya dünyada Adalet yoksa Barış yoktur. Ülkenin bütün
kurum ve kurulları ile hayatın her alanında adalet yoksa sadece zulüm,
eziyet, işkence, gasp, irtikap, terör/tedhiş ve sömürü vardır. Nizamı
âlemde; Daha açık ve doğru bir tanımlama ile
evrensel hukukta; Haklı, doğru-iyi ve
dürüstlerin güçlülüğü>meşruiyeti esastır. Özellikle vahşi batının
‘şeytani kuramı’ olan “insan insanın kurdudur” itikadında ‘güçlülerin
haklılığı, hâkimiyeti ve meşruiyeti’ esas olmakla beraber; Bu yol,
meslek veya meşrep orijinal/objektif İnsan (canlı) Hakları, Adalet,
adalet ahlâkı ve hukuka kesinlikle aykırıdır.
-
Amma lâkin (sözde)
Müslüman âlemin içine düştüğü gayya çukuru; Nefret, ifrat, hırs,
ihtiras, zaaf, fetret ve “kifayetsiz muhterisler” ile millet iradesini
“sahtecilik, yalan ve hileyle” gasp ederek hükümferma olan kripto
tiranlar dolayısıyla, yüzler Kâbe’den batı’ya çevrilerek; Adalet,
hakikat ve faziletin nuru, kötülük ve kul hakkının karanlığına iblâğ
olmuş (dönüşmüş) bulunmaktadır. Bunun anlamı:
-
Şu anda dünyada özgür, hür ve hükümran bir
İslâm ülkesi yok demektir.
-
Oysa, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu
1923 yılında, başta İran olmak üzere; Afganistan ve Türkiye hür,
bütünüyle özgür ve hükümran (egemen) ülkeler idi!..
-
İşte günümüzün
fotoğrafı budur.
-
Peki, “ADALET
MÜLKÜN TEMELİDİR” ne demek?
- Önce “Adalet” ne demektir?
ADALET: Hak (Rab) kanunlarına, yani
evrensel hukuk kurallarına uygunluk.. Herkese hakkını vermek, lâyık
oldukları muameleyi yapmak, haksızları terbiye etmek; Suçluları mutlaka
cezalandırmak, zulüm yapmamak, saygı, insaf ve merhamet sınırları
dâhilinde insanları idare, barışı koruma, ekolojiyi himaye ve devleti
idame etmektir.
-
Adalet kelimesinden
türeyen Mâdelet=adaletli olmak; Kelimenin kökeni olan Dâd ise, Cenab-ı
Hakk'ın emrini, emrettiği şekilde tatbik ve suçlu üzerinde icra etmek
anlamında olup; Uygulamada “Hak sahibine hakkını vermek” ve “haksız,
zalim ve bilumum suçluları te'dip ve terbiye, ta'zip ve tecziye
(cezalandırmak ve ıslah) etmek anlamına gelir.
-
Ayrıca “Evrensel
Adalet”, “İlâhi Adalet” hükmündedir. Halkı ve devleti idare, hukuku
(kurulu düzeni) idame ile görevli, bizzat halk tarafından
(aracısız/dolaysız) seçilmiş vekillerin meşruiyeti ile buna dayalı Yargı
erk’i ve hükümetlerin meşruiyeti de adaletle kaimdir. Yargı, tam bir
tarafsızlık ve bağımsızlıkla adalet üretemiyorsa, “gayrimeşru” demektir.
Ne pahasına olursa olsun Meclisin bu zulmü düzeltmesi zorunludur. Görev
hükümete değil Meclis’e aittir.
- Hükümetler de aynen mahkemeler gibi;
Karar, icra, iş ve işlemlerinde adil olmaya, hak ve adalet üzere hareket
etmeye mecburdur. Adil olmayan hükümeti def ile öncelikle ve evvelâ
muhalefet görevli-yetkili ve sorumludur. Paralelinde adalet cihazı,
Meclis ve nihayet ordu! Şu kadar ki adil olmayan hükümete itaat caiz
değildir.
-
Kuramın Arapça aslı
“El-adlü esâsü’l-mülk”tür. Türkçede ‘mülk’ kelimesi ‘Mahkeme kadıya mülk
değil’ söylemindeki gibi genellikle taşınmaz (gayrimenkul) anlamında
kullanılır. Oysa Arapçada hükümran devlet, müstakil düzen, ülke,
egemenlik, iktidar, saltanat, özgürlük anlamlarına gelir. Yani ‘Adalet
mülkün temelidir” sözüyle özellikle ve ağırlıkla kastedilen: “Devletin
veya düzenin esası adalettir.” Hükmü, hayati unsur ve evrensel
gerçeğidir.
- Bu gerçek, Mecelle, Sosyoloji,
Felsefe ve Siyaset Bilimi disiplinleri gibi objektif ilmî kaynaklar ve
medeni siyaset normunda açıklandığı ve tanımlandığı üzere: Meclis (YASAMA)
nezdinde.; Millet Vekillerinin ortak ve mutlak sorumluluğu altında;
Adalet cihazı (YARGI) “tarafsız ve
bağımsız”; Hükümet (YÜRÜTME) ise,
sadece Anayasa ve Anayasaya kesinlikle uygun olmak koşuluyla Yasama ve
Yargı Kararlarını uygulamakla memur ve mükellef olup; Kuvvetlerin her
biri, devlet içinde “nevi-i şahsına
münhasır” erklerdir. Şu kadar ki: Yasama kendine amir; Yargı ve
yürütme ise Yasamaya bağlı kurum ve bağlı kuruluşlar hükmündedir.
- Yani: Tepeden-tırnağa, tabandan
zirveye/çatıya, devlette adalet hâkim ve hükümferma olmadıkça; İnsani,
hukuki, ahlâki ve medeni bir devletten söz edilemez.
Devlet, Demokrasi, Cumhuriyet ve Lâiklik
“olmazsa olmaz” kabilinden özgün kurallar bütünüdür. Hükümetler sadece
ve yalnızca bu düzeni geliştirmek, iyileştirmek, mükemmele ulaştırmak;
Daha kavi, sağlam ve mükemmel kılarak “haklıların güçlülüğü, iyi insan
ve iyi vatandaşların” mutluluğu yönünde yükseltmek için Meclisle ortak
çalışarak görev yapmak zorunda ve durumundadırlar.
- ‘Esas’ kelimesi için seçilmiş olan
‘temel’ yanlıştır. Çünkü bir ‘toplumsal sözleşmenin’ devlet ve adalet
temelinde teşkili önemli olmakla beraber; Asıl şart adalet ve hukukun
devlet binasının “temelden, tavana bütün huzme ve hücrelerine” nüfuz
etmiş bulunmasıdır.
-
Adalet, devlet
temelinde mevcuttur” biçiminde bir iddia ve telâkki ile otaya çıkılıp;
hükümet işleri “kitabına uydurulmak” kabilinden sevk, idare ve idame
olunamaz. Söz, kuram ve kural’ın sahibi olan Hz. Ömer’in anlayışına göre
“adalet bir devletin temelinde olduğu gibi tepesinde de, yani her
zerresinde mevcut olarak fiilen hayat ve vücut bulmalıdır.
-
Adalet temeli üzerine
bina edilen kurum ve kuruluşların çatısında zulüm yaşanırsa, o binada
adaletin varlığından söz edilemez. Halkın idaresiyle iştigal edip; En az
Hazreti Ömer veya aynı dönemin “putperest
İran Kisrası Nûşirevan” kadar adil olamayan Amirler ile; “Adaletsiz
amirler karşısında dilsiz şeytan kesilen Âlimler” manâ itibarıyla sadece
bir Köpek hükmündedirler. Biline…
-
Netice
olarak:
- Adaleti
Meclisler tesis; Yargı cihazı temin ve
Hükümet’ler ifa ve icraya mecburdur.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
10 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
ADALET AHLÂKI VE
HUKUK |
-
Adalet ve hukuk’un temel ilkesi, kaynağı ve dayanağı:
Vahiy, vahiyle ikame olunmuş ahlâk ve buna mümasil
adet, örf ve geleneklerdir. Ki, bunların tamamı
karşılıklı saygı, mutlak adalet, hürmet ve muhabbet
üzerine kuruludur.
-
Daha açık bir anlatımla: İnsan kelimesinin “ins,
ünsiyet, meşveret ve muhabbet” kavramlarından
türediğini “hikmet’le” anlamak ve bu minval üzere
açıklayıp, yorumlamak lâzımdır. Y
ani: İnsan
kelimesi dahi “salt iyilik ve erdemlilik” karşılığı
olup; Namuslu, dürüst, onurlu, sorumlu ve düzenli
(istikrarlı/haysiyetli/şahsiyetli/karakter sahibi)
olmayan bir varlığı insan olarak kabul etmek kabil
değildir.
-
İnsan, mutlak bir hukuk, adalet ve ahlâk abidesidir.
-
Daha da açıkçası: Yalancı, hırsız, yolsuz, faşist,
fahişe, anarşist, terörist, hain ve zalim yaratıklar
insan olarak kabul edilemez ve böylelerine “insanca”
muamele edilemez.
-
Yani “düzenlilik/istikrar” dünya, kâinat ve insanlık
için esastır.
-
İşte evren/kâinat, mutlak bir düzen ve istikrar üzere
kaimdir.
-
İnsanlar için ilim, ibret, hikmet ve ders olan
“tertip” i, evrensel işleyişten alacağımız bir
kesitle, özetleyip, örnekleyelim. Evrensel işleyişte
şekiller, dengeler ve düzenler…
-
Sarmal Şekil Dengeyi Nasıl Sağlıyor?
-
Sarmal şeklindeki galaksilerin içinde bulunan fizik ve
metafizik (madde ve madde ötesi) kuvvetler arasındaki
denge şaşırtıcı niteliktedir. Bir galaksi, kütle çekim
etkisiyle kütle merkezine doğru yoğunlaşarak gelişir.
Merkez kütlesinin artışı buradaki kütle çekimini de
artırdığından, galaksinin merkezi, merkezkaç kuvvet ve
kütle çekimini dengeleyecek şekilde daha hızlı dönmeye
başlayacaktır.
-
Ayrıca merkezin daha hızlı dönmesi, kütlenin merkezde
yoğunlaşmasını engeller.
-
Bu
nedenle galaksideki tüm sistemin dengede kalabilmesi
için, galaksi merkezindeki parçacıkları yavaşlatıp,
kenardakileri hızlandırabilen özel bir mekanizmaya
ihtiyaç vardır. İşte bu harika mekanizma “eşit açılı
sarmal şekil” tarafından oluşturulmaktadır.
-
Çünkü eşit açılı sarmal kollar, böyle bir fonksiyon
için oldukça uygun bir şekil oluştururu.
(J.P. Vallee, ‘The Milk
Way’s Spiral Arms Traced By Magnetic Fields, Dust, Gas
and Stars’, Journal of Astronomical Society, Volume;
454, s. 119-124)
-
Allah Yoktan Var Edendir
-
Görüldüğü gibi pek çok galaksinin “eşit açılı sarmal
şeklinde” oluşu aslında bu galaksilerin fiziksel
açıdan dengede kalabilmesi için hayati bir öneme
sahiptir.
-
Bitkilerde ve deniz dibinde yaşayan canlıların
kabuklarında belirli bir orana (altın oran) bağlı
olarak ortaya çıkan eşit açılı sarmalın uzayın
derinliklerinde yer alan pek çok galakside de
görülüyor olması hayret verici bir durumdur.
-
Ayrıca galaksilerde görülen sarmal da, tıpkı
bitkilerde ve bazı hayvanların kabuklarında görülen
sarmallar gibi, içinde bulunduğu yapının dengeli ve
uyumlu olmasını sağladığından çok önemli bir
fonksiyonu yerine getirmektedir.
-
Kuşkusuz evrenin var olduğu günden itibaren sahip
bulunduğu düzenin ve dengenin hiçbir şekilde
bozulmayışı Allah’ın varlığı ve sonsuz kudretinin
delillerinden biridir.
-
Her
şeyi eksiksiz ve kusursuz olarak yaratma gücüne sahip
olan Rabbimiz, altın oranı öylesine eşsiz ve
fonksiyonel bir şekilde yaratmıştır ki, bu oran,
içinde bulunduğu her sisteme ve biçime, insanda hayret
uyandıracak derecede mükemmel bir estetik, biçimsel
bir güzellik ve denge kazandırmaktadır. Bir Kuran
ayetinde Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
-
"Gerçekten sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri
yaratan, sonra arşa istiva eden Allah’tır. Gündüzü,
durmaksızın kendisini kovalayan geceyle örten,
Güneş’e, Ay'a ve yıldızlara kendi buyruğuyla baş
eğdirendir.
-
Haberiniz olsun, yaratmak da, emir de (yalnızca)
O’nundur.
-
Alemlerin Rabbi olan Allah ne Yücedir. "
(Araf Suresi, 54)
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
11 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
AKP’NİN YEL DEĞİRMENLERİ İLE SAVAŞI |
-
-
03 Kasım 2002 günü yapılan milletvekili genel
seçimlerinde akp; Seçme-seçilme ve oy kullanma hakkına sahip ve listelerde
kayıtlı 41.407.015 seçmenden, sandık başına giderek vatandaşlık görevini
fiilen yapan 32.753.836 kişiden 10.848.704’ünün oyunu alarak % 33.12 oranla
365 milletvekili çıkardı;
-
Cumhuriyet tarihinin en antidemokratik
seçiminde chp’de 6.114.843’le, % 18.66 oy oranı ile 177 milletvekili çıkardı.
Diğer partiler adeta bozguna uğradı. Tamamı barajın altında kalarak feci
şekilde boğuldular. Seçimlere katılım oranı: %79.10 olarak gerçekleşti. Yani
akp seçime katılanların % 33.12, tüm seçmenlerin ise %26.20’sının; chp’de
seçime katılanların %18.66’sının, seçme hakkı bulunan vatandaşların ise %
14.76’sının oyunu alarak barajı aştı ve 177 milletvekili ile parlâmentoya
girdi.
-
SİYASİ PARTİLER VE SEÇİM YASALARININ
HUKUKSUZLUĞU
-
2822 sayılı siyasi partiler; 298 sayılı
seçimlerin temel hükümleri ve 2839 sayılı millet- vekili seçimi kanunlarındaki
antidemokratik unsurları dikkate aldığımızda bu, bundan sonraki ve 1983’den
itibaren yapılan bütün genel ve yerel seçimlerin ne kadar millet iradesine
aykırı, utanç verici, adalet-hukuk ve siyaset bilimi ile çelişkili olduğunu
görmek mümkündür.
-
Yani; akp’nin % 33.12; gerçekte % 26.20 ile
Parlâmento’nun % 68.54’üne; Chp’nin ise, % 18.66 veya gerçekte % 14.76 oyla
Parlâmentonun % 31.46’sına sahip olması çok büyük bir haksızlıktır. Asla
onaylanamaz. Bu millet iradesi, hukuk devleti ilkeleri ve kamu vicdanına
saygısızlık ve aleni bir ahlâksızlıktır. Özellikle; kanunun ön seçim ile
ilgili mücbir hükümlerinin uygulanmaması ve millet iradesinin adalet ve
hakkaniyetle tezahürüne karşıt “merkez yoklaması (gerçekte parti sahiplerinin
keyfi ataması) yönteminin uygulanması nedeniyle büyük bir ayıp, haksızlık,
hukuksuzluk ve aymazlıktır bu..Ve kesinlikle!... “yönetimde istikrar ve
temsilde adalet” ilkesinin suç derecesinde ihlâlidir. İnsan hakları, adalet
ahlâkı ve hukuka aykırı olarak, “azınlığın çoğunluğa tahakküm” rejimidir.
Diğer bir anlamda ve en açık deyişiyle; 50 yıllık statükonun sürdürülme
kaygısıdır.
-
Bu, elbette bilinen ve beklenir bir gerçektir.
İkinci “karşıdevrim” 27 Mayıs 1960’dan itibaren sistematik olarak sürdürülen
yozlaşma, bunalım, buhran ve kaotik popülist politikalar bunun böyle olmasını
gerekli ve zorunlu kılmaktadır. Statükoya göre ortada bir sorun yoktur.
-
MİLLETE GÖRE SORUN BÜYÜKTÜR
-
Ülkemiz, son müze soygunları nedeniyle Kültür
ve Turizm Bakanı (eski chp ve shp’li) Ertuğrul Günay’ın “soygunların sebebi
darbelerdir” tespiti cihetiyle 27 Mayıs 1960, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubatta
olabildiğice soyulmuştur. Öyle ki soygun-vurgun, yalan-talan, gasp, irtikap,
hırsızlık ve yolsuzluk ara dönemlerde de olanca hızıyla siviller, siyasiler ve
oligarşik bürokratik yapı tarafından da amansızca sürdürülmüştür. Bunun yanı
sıra elli yılda vuku bulan faili meçhul sayısı 50 bin dolayında telâffuz
edilmektedir. Dahası iç ve dış borç yükü yıllardır milletin belini bükmekte;
Pahalılık ve enflâsyon geni halk kitlelerini ezmekte; Anarşi, terör ve tedhiş,
halkın huzur, emniyet, devletin güvenlik ve bütünlüğünü tehdit etmektedir, o
dönemde de etmekte idi…Tüm oligark, uzantı ve mütemmim cüzlerini kapsayan
“çağ, İslâm ve insanlık dışı” dokunulmazlık yasaları nedeniyle gaspçılar
yakalanamıyor, parlâmento tasallutçularına dokunulamıyor ve “asil halk” hariç
“medya/mafya/politik-ACI” suçlularına ilişilemiyordu!...
- İşte akp bu argümanları sonuna kadar kullanarak iktidar oldu.
-
Üstelik kahir ekseriyetle ve tek
başına…Demokrat Parti’den bu yana ilk defa!...
- Ama
ne oldu? Yedi buçuk sene sonra gelinen noktaya bakıldığında fotoğraf şu:
“Havanda su dövmek, bıktıran demagoji, tezvirat, popülizm-mugalâta, adi,
ahlâksız ve şerefsiz kartel medyası ile dans, siyasette mutasyon; sonuç hayali
sukut ve hüsran…” Yani akp ve hükümeti 7.5 yıldır fuzuli işlerle iştigal
etmekte, de’Facto AB-D sultasına izin vermekte ve İspanyol yazar Miguel de
Cervantes Saavedra'nın kahramanı Donkişot misal yel değirmenleri ile
savaşmaktadır.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
12 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
AMAN OYUNA GELMEYİN” OYUNU
|
-
-
Aradan günler geçti. Hala köşe bucak
‘hayâsızca’ tartışılıyor.
-
Tokat Reşadiye de 7 erimizin kalleşçe şehit
edilmesi neymiş?
-
Provokasyon! Peki, kim varmış bu kanlı
provokasyonun arkasında?
-
Dönme, devşirme, açılımcı koza ve kripto
güruhu sayıyor: “TSK, Ergenekon, Tikko, Tkpml, İntikam Tugayı” gibi
ihtimaller... Ama pkk bu ihtimaller arasında yok!
-
Yurt çapında karakollar, askeri lojmanlar,
araçlar, masum insanlar ve esnafın ekmek kapısı dükkânlara; Tüm ekonomik
varlıklar, sosyal donatılar ve kamu mallarına molotoflu saldırılar düzenleyen,
pkk, 7 erin şehit edilmesi cürümünün failleri arasında sayılmak istenmiyor.
İllâ başkası aranıyor. Çünkü katil pkk çıkarsa açılım iflas eder.
- PROVOKASYON OYUNU
-
Çok enteresandır, bir taraftan da terör örgütü
ile Ergenekon ilişkilendirilmek isteniyor. Ne yaman bir çelişki bu!.. Sapla
saman böyle birbirine karışmış durumda…
-
Örgüt baronu Murat Karayılan, 3 Aralık2009
tarihinde ne demişti?
-
“Yeni yapılan cezaevi bir ölüm çukuru, nefes
alınamayan bir kafes. Apo’yu imha etmek için oraya koymuşlardır. Bu yaklaşımı
bir savaş girişimi olarak görüyoruz. Ciddi bir savaş girişimi...” Arkasından
yurt çapında isyan provaları ve provokasyonlar..
- Bu defa da: ”Tepkiler halkın insiyatifidir, önderlik konusunda ben kimseye
şöyle, böyle yapın demem. Herkes önderlikle doğrudan bağ içindedir,
dolayısıyla herkes önderlik karşısında duyduğu sorumluluğun gereğini yerine
getirmektedir” demedi mi?
-
Kaldı ki pkk Reşadiye’nin sorumluluğunu
üstlendi...
- İHANETLE DANS
-
Gerçek provokatör belli oldu. Dahası bir kez
daha menfur örgütün ardı-arkası ortalığa döküldü, DTP’nin kapatılması ile
iğrenç ayrıntı ve menfur bağlantılar bir, bir ortaya çıktı. AB+ABD = pkk. Elli
yıllık amansız düşmanlık, fesat ve tefrika sürecinin doğal sonucu…
-
Üstelik çok utanç verici bir durum…
-
Çünkü 31 Temmuz 1959’dan bu güne tam elli
yıldır AB kapısında pinekliyoruz!
-
Eğer, 27 Mayıs mason-misyoner+koza-kripto,
peşmerge kalkışması olmasaydı, en geç 1963’de Ortak Pazar (AB) tam üyesi idik.
Müteakip sürecin “demokrasi, hak-adalet, hukuk ve insanlık düşmanı, vatan
haini” aktörleri utansın!
- BAŞ DÜŞMAN AB+ABD
-
İşte tam bu sıra, terör-tedhiş örgütü yardım,
yataklık ve yaltakçılığı, yani, Türk ve Türkiye düşmanlığı tam müseccel,
harici bedhaht AB, şer ve şeriklerini kastederek Recep, “AB bizi istemiyorsa
baştan söylesin, oyalamasın” demiş. Yuh be, el insaf’.. Talip anlamak
istemiyorsa AB istemediklerini nasıl anlatabilir ki!
-
Üstelik Batı Trakya mezalimine mukabil,
patrikhane ve ruhban okulu;
-
Rum-Yunan soykırımı, iftira ve tefrikalarına
rağmen Kıbrıs sorunu;
-
İğrenç yalan, oyun-düzen ve sahteciliklere
karşın Ermeni açılımı!
-
Üstüne üstlük sözde katılım süreci ve
müktesebat gereği; Zinanın suç olmaktan çıkartılmasından tutun, TCK ve
CMUK’un, suç örgütleri ve suçlu lehtarı, ‘iyi insan ve iyi, namuslu-dürüst
vatandaş’ aleyhi yapıya dönüştürülmesine kadar, bir türlü insanlık dışı
tasarrufun “insan hakları ve demokrasi adına” dayatma mercii AB değil mi?
-
Dahası var!.. AB’nin hiçbir ülkesinde
demokrasi, hak, adalet, ahlâk ve hukuk yoktur. Bu nedenle: Bizim var olan
kete-kullâ demokrasi, birazcık hak, bir miktar adalet ve vaziyeti idare edecek
kadar ahlâkınızı da; despotluk-diktatörlük, haksızlık-yolsuzluk, adaletsizlik,
ahlâksızlık ve hukuksuzluğa dönüştürmek için “iş bu açılımlar dâhil” elden
gelen her türlü menfur dayatma, baskı, zulüm ve çabayı sarf etmektedir.
-
Buna ve aradan geçen “50 YILA” rağmen halâ
“AB” diyenler, Anadolu halkının kendine özgü deyimiyle: “Ya AB köpeği veya
Amerikan uşağı” sayılırlar mı, sayılmazlar mı? Sanırım, buna rağmen AB
yanlılarına, Atatürk’ün tanımı olan “dâhili bedhaht” (iç düşman) denilmelidir.
- DENİZE DÖKÜLDÜKLERİ YERDEN!...
-
İhanet şebekeleri Kürt kisvesi ile
kalkıştıkları ihanet furyasını en son “denize döküldükleri” yerden ayağa
kaldırmak istediler. Bu diyalektik ve tarihi materyalizmin bir çeşit diriliş
öğretisi gereğidir. “…düştükleri yerden kalkarlar.”
-
İzmir faşist mi değil mi, muhabbeti çeşitli
platformlarda devam ediyor.
-
Kasıtlı bir dikkat dağıtma olayı veya komplosu
var ortada diyebiliriz.
-
Bir yanda azılı faşist unsurlar “demokrat ve
Kürt” kisvesi ile ahkâm kesiyor.
-
Diğer tarafta ise “Aman oyuna gelmeyin” diye
haykıran, yalvaran, yakaran ve terör-tedhiş tarafına yardım ve yataklık yapan
işbirlikçiler:
- OYUNA GELMEYİN OYUNU
-
“Aman ha, buna İzmirliler alet olmamalı... “
-
“Sakın savunma kompleksine girmemeliler...”
-
“Olgun, ağır, sakin ve vakur olmalıdır…”
-
“Oyuna gelmemek, tuzağa düşmemek, çoluk-çocuğa
uymamak gerek” diyorlar.
- AMMA LAKİN’…
-
DTP kasıtlı olarak gerilla kıyafeti
giydirilmiş çocuklar ve zafer işaretleriyle şehir içinde gövde gösterisine
kalkışınca ve bu olay Habur’daki rezaletin ertesine rastlayınca beklenir
sosyal refleks oluştu... Planlı programlı olmayan ani bir tepki ortaya çıktı.
- Kamu malını tahrip, korumasız insanları yaralama, rencide, geniş halk
kitlelerini tehditle sindirmeye, korkutmaya yönelik sistemli ajitasyon ve
tehlikeli prokasyonlar hız kazanınca, “aman oyuna gelmeyin” diyen “işbirlikçi
unsurlar” yüzünden toplumun kimyası bozuldu. Moral ve motivasyonu bozuldu.
- OYSA:
-
Devlet ve hükümet (polis-asker) var olduğu
sürece bu ve benzer eylem, teşebbüs ve kalkışmaların asla ve kesinlikle
olmaması gerekirdi!.. Zira adalet, emniyet, güvenlik ve huzur, istikrar ve
insicam sağlandığı sürece “hükümet” var demektir. Aksi taktirde meşru bir
hükümetin varlığından asla söz edilemez.
-
Hükümet varsa; Demokrasi, adalet, hukuk,
özgürlük ve güvenlik vardır.
-
Bu unsurlar yoksa, devlet işgal altında veya
hükümet acz içinde demektir.
-
Amaç hem İzmir hem ülkenin diğer yanlarında
sosyal refleksi öldürmek...
- Terör ve tedhiş örgütüne karşı halkın yurt çapındaki haklı ve doğru
öfkesini suçluluk duygusuna dönüştürmek…
-
Çoğu İzmir’de DTP konvoyunun taşlanmasından
birkaç gün sonra İdil’de PKK yanlıları öğretmen evini bastı. İnsanlar sabaha
kadar ölüm korkusu içine atıldı. İzmir’e faşist diyenlerden tek kelime çıktı
mı? Çıkmaz... Çünkü faşist bizatihi kendileri... Çoğu tedhiş örgütü
meddahlığıyla geçinen birer zavallı...
-
Bu hengâme içinde “Basın Türkiye’de ABD’den
çok daha özgür” dedi.
-
Demeye kalmadı ertesi gün Aydınlık dergisi
mahkeme kararıyla bir ay kapatıldı.
-
Sebep: “Vatanı savunmak suç, bölücülük ve
casusluk serbest, Türk ordusuna tasfiye harekâtı” başlıklı yazı.
-
Anaların gözyaşı halâ dinmedi.
-
Terör örgütüne verilen rüşvetlerle de dineceğe
benzemiyor!
-
Şu hale nazaran: Açılım süreci neyi gösterdi?
-
Cevap: “Aman oyuna gelmeyin” oyununu!
-
“Rica ile merhamet dilenmekle bir devletin
onuru kurtarılamaz” (Atatürk)
-
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
13 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
ANAYASA'DAN ÖNCE
YASA! |
-
- Gelinen nokta itibarıyla
Türkiye'de siyaset tıkanmış, mutat eşhas ve siyaset kurumları
Cumhuriyet tarihi'nin en kaotik bunalımına sürüklenmiş
bulunmaktadır. Burada sorun sadece iktidar veya muhalefet
değil, bütünüyle siyaset hukuku ve politik kurumlardır. Zira
sıkıntı, milli (medeni) siyaset geleneğinin bilinçsizce terk
edilerek evrensel insanlık davası, hak-hukuk, adalet ahlâkı ve
"insana hizmet" felsefesiyle bağdaşmayan çıkar odaklı ve batı
eğilimli karanlık mecralara girilmesinden kaynaklanmaktadır.
- Yaşanan kronik sorun:
'Zulümle abâd' ve "demokrasinin dışlanması" meselesidir.
- Güncel politika, devlet idaresinde millet
iradesini hâkim kılmaktan uzak,; demokratik hak-özgürlük ve
güvenlik kavramlarında çelişkili, GSMH-refah payının hak
kavramı ve adalet ahlakı yönünde tabana yayılmasında etkisiz;
Batıcı bir zihniyetle 'artı değerin' belirli ellerde
toplanmasına taraftar olmakla bu; Evrensel hukuk, milli hars,
insani boyut, bilinç toplumu, siyaset felsefesi ve yönetim
biliminin temel (insani, hukuki ve sosyal) ilkelerine
aykırıdır.
- Dolayısıyla halka hizmet,
adalet ve hukuk normlarında zaafa düşen siyaset sisteminin
ivedilikle restore-rehabilite edilmesi; "Türk İnkılâbı" ile
vazedilen objektif ve orijinal ilkelere dönülmesi gerekir.
(Atatürk ilke ve inkılâpları) Aksi takdirde 48 yıldır sürüp
giden yozlaşma, çürüme, maruz kalınan dezinformasyon,
psikolojik savaş, anarşi-terör ve tedhiş, telâfisi kabil
olamayacak kadar büyük toplumsal travma, zarar ve hasara neden
olabilecektir.
- Bu nedenle, sürekli gündeme
taşınan sivil Anayasa yerine, bunu sağlıklı, kalıcı-akılcı ve
sürdürülebilir kılacak; Namuslu, dürüst ve demokrat millet
temsilcilerinin seçim şartlarını oluşturmak çok daha önemli,
acil-gerekli ve 'sistemin rehabilite edilmesi' zorunludur.
- Bu amaçla: AB süreç ve
müktesebatının da (siyasi kriterler) gereği 2820 sayılı "SPK"
ve seçim mevzuatı köklü bir değişikliğe tabii tutulmak, Siyasi
Partilerde kesinlikle Genel Başkan sultası önlenmek; Genel
Başkanlık süresi iki dönemle sınırlanmak; Siyaset ahlakına
aykırı ittifaka teşebbüs, oy kaybı yahut seçimlerden kaçınmada
görev hitamı; Mutlak üyelik aidatı; imtina halinde seçme ve
seçilme hakkının kaybı; Halkın rıza ve muvafakatine aykırı;
Haksız, yolsuz, keyfi, tek taraflı ve antidemokratik bir
tasarruf; İnsan hakları, adalet-hukuk nizamının tahakkuk,
demokrasinin tesis ve tedavülü (kurumlaşabilmesi) bakımından
'hazine yardımının' derhal ve bütünüyle kaldırılması gerekli
ve zorunlu olup;
- Marjinal, statükocu, yalancı-talancı,
şirket görüntülü "antidemokratik vesayet-emanet, sahip-sulta
partileri" (diktatörlükler) yerine "halka-millete ait, (milli
irade kaynaklı) atılımcı, açılımcı, katılımcı, adalet ve
hukuka saygılı, ilmi zihniyete dayalı, ilkeli, namuslu, dürüst
ve demokrat" kitle partilerinin yolu açılmalıdır. Zira siyasi
partiler; halka dayalı olmak, milletten kuvvet almak, gündemi
tabandan belirlenmek, üyelerce denetlenmek, parti içi
demokrasiyi tam yaşamak, yaşatmak ve milletin nabzını ve
iradesini mutlaka yansıtmak zorundadır.
- Bu bağlamda, Parti içi demokrasi kesin
ilke ve kurallara bağlanmalı, mevcut zorunlu organlara
ilâveten "Denetleme Kurulları" kurulmalı, her tür kongre organ
seçimi hür irade ve genel seçimlerde uygulanan tercihli-çarşaf
liste ile yapılmalı, kulis yapanlar ve anahtar liste
çıkaranların ihracına ilişkin hüküm konulmalı ve tüzükler buna
göre tahkim edilmelidir. Siyasi Partiler vaat, taahhüt ve
projelerini YSK ve YCBS'na beyanla tescil ettirmeli,
zamanaşımı olmaksızın vaatlerinden sorumlu tutularak siyasete
onur, ilke, saydamlık ve sorumluluk kazandırılmalı, böylece
toplumsal bilinç, ilim, yetenek ve kalite desteklenerek,
gerçek hukuk devleti ve kavi demokrasilerde olduğu gibi, insan
hakları ve adalet sisteminin gelişmesine katkı sağlanmalıdır.
- Ayrıca iktidar, uygulamadığı proje,
yerine getirmediği vaat ve taahhütten dolayı aleyhlerine dava
ikame, tazminat, icra-i takip ve kapatma dâhil her türlü yasal
hükümle SPK tahkim edilmeli. Açılacak davalar ücretsiz olmalı,
adaylar ve Partilerince açıklanan hususlar Seçim Kurulları,
Cumhuriyet Savcıları, mülki idare ve mahalli güvenlik
kurumları tarafından belgelenip, tescil edilerek takibe
konulmalıdır.
- KİTLE PARTİLERİ NİZAMI
- Siyasi partiler içinde vaki olaylar, hak
gaspı, ihlal ve ihtilâflar ile bunlara karşı ikame
edilebilecek davalar fevkalade mahdut, muğlâk ve merci-i
muhataptan yoksundur. Oysa vuku-u halinde bu itiraz,
şikâyet-takip ve davalara süre kaydı olmaksızın derhal bakmaya
yetkili özel ihtisas mahkemeleri kurulmak zorundadır. Bu,
üyeler yönünden bir hak ve acil ihtiyaçtır.
- 298 Sayılı seçimlerin temel
hükümleri ve seçmen kütükleri hakkındaki kanunla 2839 Sayılı
milletvekili seçimi kanunu da sorunludur. Bu kanunlar bütün
usul, esas, ruh ve ilkeleri ile bütünüyle değiştirilerek
"temsilde adalet, yönetimde ilmi, insani ve demokratik
istikrar" ilkesi esas alınmalıdır. Değişiklikte iki turlu dar
bölge sistemi esas alınarak her bölge bir vekil çıkaracak
şekilde düzenlenmeli, bakanlık sayısı zaten de'facto varit
(örtülü olarak mevcut) başkanlık sistemine geçiş doğrultusunda
yeniden düzenlenmelidir.
- Sistemin yapılanmasında
mutlaka "yedek vekillik" ihdas edilerek; Ölüm, yüz kızartıcı
suç (cürüm), istifa (istifa müessesesi hukuken tek taraflıdır)
ve parti değiştirme halinde derhal ilişik kesme ve yedekten
çağrı esası uygulanarak, mevcut kokuşmuşluk, yozlaşma-çürüme
ve dejenerasyona karşı radikal önlemler alınmalı,
suiistimalci, din tüccarı, siyaset simsarı ve ihanet
şebekelerince oluşturulan "ahlâksız vekil pazarları" dönemi
ebediyen kapatılmalıdır.
- Böylece, ara ve erken seçim sorunu
ortadan kalkacak, büyük ölçüde maddi tasarruf sağlanacak;.Ülke
gerçek istikrar, barış-huzur, ve devlet umuruna kavuşacaktır.
Kemali basiret, adalet-hukuk ve insaniyet bu şekilde hâkim
olur. Aşamalarla başkanlık sistemine geçilmesi halinde;
Milletvekillerinin Yasama ve Denetleme-Araştırma-Soruşturma
görevi hariç olmak üzere, bakanlık görevi dâhil yürütme de yer
almaları mümkün olamaz. Bakanlık isteyenin ve bakan olanın
milletvekilliği sona erer. Böylece Partiler, kitle ve halk
iradesine rücu eder.
- Kürsü masuniyeti hariç tüm ayrıcalık
dokunulmazlık ve imtiyazların tamamına son verilmesiyle
"namuslu-dürüst-ilkeli-kaliteli, onurlu-sorumlu demokrat"
rejim imkân ve ortamı yakalanabilir. Dahası, TBMM kadrosu
beher 10 vekile bir sekreter düşecek tarzda yeniden
düzenlenmeli, meclisin bütün çalışan ve görevli sayısı azami
vekil sayısı ile sınırlanmalıdır.
- Ayrıca, Milletvekili maaşı asgari ücrete
endekslenmeli "milletvekilleri asgari ücretin katlarına
endekslenmeli, emeklilik ve özlük hakları SGK'ya tabii
vatandaştan farklı olamaz" hükmü "değiştirilemez bir kural"
olarak ilgili yasa, tüzük ve Anayasaya konulmalıdır. Sosyal
adaletin temini ve ücretler arasında denge bu kriterin
konulması ve uygulanmasına bağlıdır.
- Buna paralel yapılacak bir ekleme ve
düzenleme ile de; Milletvekillerinin kamu kurum ve kuruluşları
üzerinde cari tasallut, takip ve tahakkümlerine son verilmeli,
vekillerin rüşvet yahut iltimasa teşebbüsleri suç
sayılmalıdır. Zira asiller için suç teşkil eden fiil, faili
olmaları halinde vekillere "ağırlaştırılarak" kapsama
alınmazsa adaletin sağlanması, hukuk devletinin
sağlıklı-kalıcı kılınması kabil değildir. Siyasette ve siyaset
kurumlarında üretim, kalite, onur, ilke ve erdemi yakalamanın
başkaca bir yolu yoktur.
- Bu bağlamda il genel meclisi
ve belediye meclisi üyeliği de "mahalle muhtarlığı" ile
birleştirilerek belediyeler siyasetten soyutlanmalıdır.
Uygulanacak iki turlu seçinin 1. turunda köy-mahalle
muhtarları ile bağımsız belediye başkanları seçilmeli, ikinci
turda (seçilememesi halinde) en fazla oy alan 2 başkan adayı
yarışmalı, aynı zamanda birinci turda seçilmiş olan muhtarlar
arasından belediye meclisi ve il genel meclisi üye seçimleri
yapılmadır. Hedef: Yerel yönetimlerde katılımcı demokrasi,
uzlaşma kültürü ve etkin hizmet yolunun açılmasıdır. Bütün
mevzuat bu doğrultuda yeniden ve yerinden yönetim ilkesi ile
bireysel sorumluluk ve hukukun üstünlüğü "adalet ve demokrasi"
ilkeleri esas alınarak yapılandırılmalıdır.
- Bu taktirde kalite yönetime
taşınacak, yönetim kalitesi artacak, yerel imkân, kaynak ve
potansiyel maksimize edilecek ve bu güne değin belediyelerce
yapılan haksızlık, yolsuzluk ve suiistimaller önlenecektir.
Sistemle katılımcı demokrasi, adaletli karar, sorumlu uygulama
ve etkin denetim süreci başlatılabilecektir. Şu kadar ki,
Vekiller için geçerli ilişik kesme-yedek yöntemi bu düzeyde de
geçerli olmalıdır. İşte 'irade-i milliye ve kitle partisi'
nizamı budur.
-
Seçim Kanunlarında hedef, evrensel demokrasinin norm ilke, standart ve
kriterlerine ulaşıp, kurumlaştırmak suretiyle bir daha kesinlikle
değiştirilmesini önleyecek tedbirler almak ve uygulamayı insan onuruna yakışır
biçimde ve en adaletli şekilde (kalıcı ve sürekli olarak) sağlamaktır. Sanırım
acele etmeye gerek yok !
- Önce hak, adalet ahlâkı, hukuk ve
demokrasi yolu açılmak zorundadır.
- Sonra! Temiz toplum ve temiz siyaset için
"TEMİZELLER OPERASYONU"
- Namuslu, dürüst, ilkeli, onurlu, sorumlu;
gerçek demokratlar yönetime gelmeli ve eğer yapılacaksa "sivil
anayasa" (sonra) dürüst bir kadro tarafından yapılmalıdır.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
14 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
ANKARA’DA TOPLU TAŞIM TRAJEDİSİ VE SÖZDE
HUKUK (!) REZALETİ |
24 Aralık 2004 tarihinde (2004/35
sayılı) UKOME (Büyükşehir belediye başkanlığı ulaşım koordinasyon
merkezi) Ankara içerisindeki dolmuş, otobüs, metro gibi toplu taşıma
araçlarının yolcu taşıma ücretlerinin arttırılmasına karar verdi.
UKOME kararı EGO Genel Müdürlüğü
İdari Encümeninin 28.12.2004 gün ve 2004/212 sayılı “uygun görmesi”
ile toplu taşıma % 33 zam olarak 01 Ocak 2005 tarihinden itibaren
yürürlüğe girdi.
Bunun üzerine, Turhan Çakar
Başkanlığında faaliyet gösteren “Tüketici Hakları Derneği”
belediye'nin toplu taşıma araçlarına, 2005 yılı başından geçerli
olmak üzere yapmış olduğu zammın iptali için, Ankara 2. İdare
Mahkemesine iptal davası açtı.
Dava beş sene sürdü.
Bu sürede uzun bir hukuk mücadelesi
verildi. 2. İdare Mahkemesi, önce toplu taşıma ücretlerinin artış
işleminin iptali talebini reddetti. Ardından bu kararın Tüketici
Hakları Derneği tarafından temyizi üzerine karar Danıştay tarafından
bozuldu. Bozma üzerine davayı yeniden gören mahkeme, 15 Ekim 2009
tarihinde son kararını vererek, 01 Ocak 2005 tarihinde uygulamaya
konulan ulaşım zamlarını iptal etti. Tüketicilerden fazladan para
alınmasına dur dedi ve Ankara Büyükşehir Belediyesini mahkum etti.''
Bu kararla 5 yıl boyunca, derdest
olan davaya rağmen yapılan “haksız ve hukuka aykırı” artışların
hukuki dayanağı ortadan kalktı. Toplu taşım ve ulaşımda 2004 yılı
fiyatlarına dönüldü. Söz konusu mahkeme kararıyla, ''dünya
başkentleri ve İstanbul hariç bütün Türkiye şehirleri arasında
ulaşımın en pahalı olduğu Ankara'da yaşayan işsiz, öğrenci,
memur-emekli ve yoksul halkın, mağduriyetine son verilmiş ve
fiyatlar emsalleri düzeyine inmiş oldu.
06 Mart 2010 günü, konu hakkında bir
açıklama yapan THD Başkanı Turhan Çakar, ''yıllardır Ankaralıya
ulaşımda reva görülen haksızlık, hukuksuzluk, insafsızlık,
derneğimizin tüketicilerle sabırla yürüttüğü, hukuk mücadelesiyle
ortadan kaldırılmıştır” dedi. Ayrıca; Ankara 2. İdare Mahkemesinin
kararının kesin hüküm teşkil ettiğini ve iptal edilen zamların,
vilayet genelini kapsayıcı-düzenleyici bir işlem olduğundan, kararın
ortaya çıkan sonuçlarından tüm Ankara halkının yararlanacağını
bildirdi.
Yaptıkları hesaplamalara göre, yolcu
başına 5 yıl boyunca ortalama olarak fazladan 2 bin lira alındığını
iddia eden Çakar, tüm yolculardan 5 yıl boyunca fazladan alınan
bedelin, ortalama 5,5 milyar lirayı bulduğunu savunarak;
Tüketicilerin biletlerindeki ücret farkının iadesi için, belediyeye
müracaat edebileceklerini söyleyen Çakar, ''olumsuz cevap almaları
halinde, eski kartlarla birlikte Tüketici Sorunları Hakem
Heyetlerine başvurabilirler veya belediye yönetimi aleyhine, İdare
Mahkemesine dava açabilirler. Dernek olarak bu konuda her türlü
hukuki desteği vermeye hazırız'' dedi.
Devamla; Belediye başkanı Melih’in
ise, “söz konusu karar sonrasında belediyenin iflas edeceğini ileri
sürerek, hedef saptırmaya çalıştığını iddia ederek, ''bu
hukuksuzluğu başka bir kılıf altında biletlerdeki transfer hakkını
kaldırmak gibi, başka bir hukuksuzlukla devam ettirmeye kimsenin
gücü yetmeyecektir. Ankaralılar buna asla izin vermeyecektir'' diye
konuştu. Bu arada basın açıklaması sırasında, Güvenpark'ın içinde
yer alan minibüs durağında çalışan bir grup minibüs şoförü, basın
açıklamasına tepki gösterdi. Minibüsçüler, ''Biz de ev
geçindiriyoruz. Çok mu mutlu oldunuz. Siz 5 yıl önceki maaşınıza
çalışır mısınız? Yağa, mazota ve benzine gelen zamları biliyor
musunuz?'' sözleriyle karara ilişkin tepkilerini dile getirdiler.
Minibüs şoförleri ile dernek üyeleri arasındaki sözlü münakaşanın
artması üzerine, araya polisler girerek minibüs şoförlerini
uzaklaştırdılar. Şoförler, karar öncesi 1,85 lira olan dolmuş otobüs
ücretlerinin, kararın ardından 90 kuruşa indiğini belirtirken, bu
fiyata ulaşım hizmetinin verilemeyeceğini savundular.
Kararı uygulama konusunda hukuki
mecburiyetle karşı karşıya kalan Melih şöyle bir açıklama yapıyordu:
2. İdare Mahkemesi tarafından
verilen bir karar. Davanın özetini okuyorum. “Ankara Büyükşehir
Belediye Başkanlığı Ulaşım Kordinasyon Merkezi’nin gündem dışı
teklifle görüştüğü Ankara içerisindeki dolmuş, otobüs, metro gibi
toplu taşıma araçlarının yolcu taşıma ücretlerinin arttırılmasına
ilişkin, 24.12.2004 tarih ve 2004/35 sayılı kararını onayan EGO
Genel Müdürlüğü İdari Encümeninin 28.12.2004 gün ve 2004/212 sayılı
kararını belirlenen şehir içi toplu taşıma fiyat tarifelerindeki
artışın, fahiş olduğu, enflasyon oranlarının dikkate alınmadığı,
hukuka ve mevzuata uyarlık bulunmadığı iddialarıyla iptali
istenmektedir deniliyor" dedi.
Anılan tarihte, yani 31 Aralık 2004
gününde toplu taşım ücretleri 90 kuruş idi.
2004 yılı TÜFE enflâsyon oranı % 9.32 oldu. Buna rağmen toplu
taşım ücretlerine % 33 zam yapıldı!... “Melih devamla: (IHA)
Danıştay 2. ve 9. Dairenin verdiği mahkeme kararı ile pazartesi
gününden (08 Mart 2010) itibaren Ankara’da toplu taşıma ücretlerinde
tam biletin 90 kuruşa, öğrenci biletlerinin 60 kuruşa düşürüleceğini
söyledi. Ankara Büyükşehir Belediye binasında basın toplantısı
düzenleyen Gökçek, Danıştay’ın aldığı kararı ’kaos’ olarak niteledi.
Gökçek, Tüketici Hakları Derneğinin açtığı dava ile toplu taşıma
bilet fiyatlarının 6 yıl öncesine döneceğini ve Pazartesi’den
itibaren Ankara’da ulaşım konusunda kaos yaşanacağını söyleyen
Gökçek, otobüs ve metro hattında gecikmeli seferler
düzenleyeceklerini bildirdi. Gökçek, yargı reformu konusunda fikir
söylemlerinin erken olacağına işaret ederek idari mahkemelerin
belediyeleri yönettiğini ifade etti. Gökçek, "İdari mahkemeler
belediyeleri yönetiyor. Biz bir hata yaptıysak halk bize ders
versin. Hukuk esnek olduğu için kişiye göre değişiyor" dedi.
İdare Mahkemesine, Tüketici
Dernekleri Federasyonu’nun açtığı davayla ulaşım ücretlerine yapılan
zamların iptalinin istendiğini ve 2’ye karşı 1 oyla davanın haklı
bulunarak 2007 fiyatlarına dönülmesi yönünde karar çıktığını
belirten Gökçek, "Ellimize ulaşan 2 mahkeme kararından 1’si bu" diye
konuştu.
Bu davayı idari mahkemede
kazandıklarını belirten Gökçek, "Tüketici Hakları Derneği bunu
Danıştay’da yeniden temyiz etmiş. Danıştay, Tüketici Hakları
Derneği’nin lehine davayı bozmuş ve idari mahkemede 15 Ekim 2009
tarihinde yani birinci aldığımız kararın yaklaşık 6 sene sonrasında
iptal kararı vererek, bizim 2003 fiyatlarına dönmemiz için karar
almış. İki tane mahkeme kararı var. UKOME her iki mahkeme kararının
uygulanması için ve tatbik edilmesi için aşağıda karar verdi. Çünkü
biliyorsunuz mahkeme kararlarını uygulamakta kanunen suç 3 yıla
kadar hapsi gerektiriyor. Dolayısıyla biz de mahkeme kararlarını
arzu ederek, benimseyerek, mantığımıza uygun bularak değil mecbur
kaldığımız için uygulamak konumunda kaldık" ifadelerini kullandı.
Daha sonra yeni bilet fiyatlarını açıklayan Gökçek, pazartesi
gününden geçerli olmak üzere tam biletin 90 kuruş, indirimli
(öğrenci) biletin ise 60 kuruş olduğunu duyurdu. Minibüslerde ise
ulaşım ücretlerinin kısa mesafe için 90 kuruş uzun mesafe için 1
lira olduğunu belirterek, 1 saat içinde 50 kuruşa yapılan aktarmalı
seyahatlerinde kaldırıldığını dile getirdi.”
Açıklandığı gibi 08 Mart Pazartesi
günü Mahkeme kararının uygulanmasına başlandı.
Aynı gün TŞOF Danıştay’a başvurarak; UKOME kararını iptalini
istedi.
Daha önce beş yılda çıkan karara
mukabil bu defa üç günde karar çıktı. 11 Mart Perşembe günü
dolmuşlar, 12 Mart’ta da otobüsler eski tarifeye döndü. Şimdi
sorulur: Adalet bunun neresinde? Uygulanan hukuk orman hukuku mu?
NOT: Bu konu bitmez, dosya kapanmaz!... Yeri geldikçe gereği
yapılacaktır.
E.POSTA : gercek.demokrat@hotmail.com
WEB : http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com,
POSTA : PK, 118 [ 06 442 ] Yenişehir/ANKARA
NOT : Kaynak göstermek şartıyla yazılar yayına
izinlidir. |
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
15 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
ARAP BAHARI = BOP
CEHENNEMİ |
|
-
-
İktisat ve siyaset hayatı
vesayetle malûl ve emperyalistlere mahkûm, milli
devlet vasfı mülga, bütün sosyal unsur ve
kurumları dumura uğramış; Banka ve borsa
şirketlerinin % 75’i düyun-u umumiye (yabancı
soyguncu ve vurguncuların) eline geçmiş;
Kendini, utanmadan ve Allahtan korkmadan, Türk
ve İslâm düşmanı BOP saldırganlarının “eş
başkanı” ilân eden bir mecnûn marifetiyle AB-ABD
talimatlarıyla yönetilen sömürge bir ülkedir şu
anda Türkiye…
-
Kişi başı gelir, tıpkı enflâsyon
rakamları gibi bir istatistik bir yalandır.
Hakikatte kişi başına gelir, ülke gelirinin
nüfusa bölünmesi olup; Asgari ücretli, işçi,
memur ve emekli, her vatandaşın cebine giren
para olması gerekirken, gerçek bu değildir.
Dahası: Toplam gelirin % 75’i yabancılara,
kalanın % 65’i imtiyazlı kesimin cebine
girmekte; Milli Gelir’in çok küçük bir dilimi
halka nasip olmaktadır. Acı gerçek budur.
Bilelim ve artık düşlerde yaşamayalım!
-
Ancak vicdanı,
ilmi ve irfanı kararmış; Basiret, hikmet ve
bekadan yoksun; Dürüstlük, Hak, Hukuk, Adalet ve
Demokrasi fukaralarının elinde bölünme tehdidine
maruz ülkenin aciz ve zavallı yöneticileri
adına; Akıl tutulması ile malûl, gazeteci nam
bir meczup, önüne aylık 52 Bin liralık bir ulufe
atılınca, ilk çıktığı televizyon ve akredite
medyaya bak neler diyor?.
-
“Eğer gerçekten
bir ülke ekonomi üzerinden yaşadığı asırlık
esareti bir lider etrafında toplanan ekip
tarafından bitirebilmiş ve o ülke artık
başkalarından bağımsız hareket edebiliyor da
kalkınmasını dünya genelinin en önünde
ilerletiyor ise;, Buna rağmen kendi ülkesinde
ideolojik körelmeye yakalanmış bir grup, onu
düşürüp ülkeyi ve milleti yeniden 70 sente
muhtaç duruma düşürecek şekilde, her türlü
yalan- dolan iftira bilgi kirliliği ile o lideri
(!) siyaset alanından dışarı atmakta, dış
rakiplerden daha gayretli olarak.. Bilerek ve ya
bilmeden o lider (!), ülke ve dış rakiplerinin
işine yarayacak, ülkemizin kalkınma hızını
kesmek için frene basılacak şekilde onu
düşürmeye çalışıyorsa ve bu askerleri
ilgilendiren bir sıcak savaş değil ise;, Bütün
vatanını ve milletini yüceltip muasır medeniyet
seviyesine ulaştırmak hatta muasır medeniyeti
aşmak isteyen gazeteciler ve halk bu uğurda
ölmek dâhil her türlü gayreti göze almalıdır.
Hele askeri savunma ve savaşlar alanındaki silah
üretimine başarılı bir giriş yapmış da, artık
bir buçuk asırdır ilk defa, ne 1. dünya
savaşında ki Almanya'ya nede ondan sonra devam
eden önce İngiltere ve sonrada ABD ye bağımlı
olmaktan ordularımızı kurtarıp Nato’dan emir
almaktan kurtaracak başarılı hamleleri
gerçekleştirmeye başlamış ise her vatan evladı
askerde onun başarısı uğruna ölmeyi göze
almalı;, Çünkü adam gece gündüz demeden geldiği
günden beri koşarak çalışmakta hem de herkesi o
tempoda çalışmaya zorlamaktadır.”
-
El insaf!..
Yüklü bir ulufeye mazhar oldu diye: “170 yıl
sonra bir lider çıkıp finansal esareti
bitirmişse ben ölmeye hazırım" diye yalan
söyleyebilen bir kişi, gazeteci mi, yoksa bir
haşhaşi neferi mi anlamak çok zor! Hasan Sabbah
fedaileri meşrep gereği her şeyi göze almış
insanlardır. Ancak gazetecilerin aciz yönetimler
ve lideri (!) için (hırs, ihtiras ve para
uğruna) ölümü göze almaları, objektif düşünme ve
yazabilmeye engel olacak dolayısıyla işine
düzgün yapmasına imkân kalmayacaktır. Hele ölümü
göze almanın ödülü “52 bin lira maaş” olunca,
paranın her kapıyı açtığı sözü ön plana çıkıyor.
Lütfen elinizi vicdanınıza koyarak bu insanlık
düşmanlığı, ayrımcılık ve bölücülüğün tam
tersini bir düşünün!..
-
Hani o
dillerinden düşürmedikleri ve “misyonun son
halkası” olduklarını iddia, iftira ettikleri
Şehit Baş Vekil Adnan Menderes ve kadim DP’nin
şanlı kadroları “benzer bir durum ve yine Türk
ve İslâm âlemine yönelik tehditler karşısında”
ne yapmışlardı?
-
MENDERES D-8’lerden önce Bağdat
Paktı’nı kurmuştu biliyor musunuz?..
-
Yaklaşık 58 yıl önce
Ortadoğu’da, (TC’ni parçalama, bölme ve İslâm
âlemini domuza peşkeş çekme değil) birinci
sınıf, belirleyici, hür, hükümran ve tam
bağımsız dünya devleti ve etkin bir güç olma
yolunda ilk adımları DP atmıştı. Cumhuriyeti
kavi (sağlam) kılan Sâdâbad Paktı’ndan sonra,
Irak’ta imzalanan Bağdat Paktı dünya çapında
büyük bir başarıdır. Türk ve İslâm dünyasına
özgürlük ve bağımsızlık kapılarını açan bu
anlaşmadan 2 yıl arayla 2 komşu ülkede askerî
darbe oldu. Birlik ve bağımsızlık yanlısı
vizyoner lider ve hükümetler gitti.
-
SÂDABAT+BAĞDAT PAKTI VE BOP LÂNETİ
-
Cumhuriyet
tarihinde biri akim (başarısız) ikisi tam üç
anlaşma vardır ki; Bunlardan, son derece
uyduruk, sanal ve sağlam temellerin aksine çürük
zeminler üstüne inşa edilmeye çalışılan D-8,
Developing Eight (gelişmekte olan 8 ülke:
Türkiye, İran, Pakistan, Bangladeş, Malezya,
Endonezya, Mısır ve Nijerya) ittihadı hariç
olmak üzere; Mustafa Kemal Atatürk tarafından
akit ve inşa olunan Sadabad Paktı ile Baş Vekil
Adnan Menderes ve DP’nin eseri Bağdat Paktı;
Türk-İslâm Âlemi’nin özgürlük, hükümranlık ve
bağımsızlığı yolunda atılmış fevkalâde önemli,
değerli ve hayati adımlar niteliğindedir.
-
Dönem itibarıyla
Avrupa Birliği’nin hamisi, fiili ve asli üyesi
olan Osmanlı’nın, sinsi, vahşi, alçak, kalleş ve
amansız düşmanı batı tarafından kancıkça yıkılıp
parçalandıktan, dâhili ve harici düşmanla
işbirliği sonucu zevale uğratıldıktan sonra,
Türk-İslâm âleminin en büyük sorunu örtülü
işgal, çöreklenmiş ihanet ve işbirlikçi vesayet
olmuştur.
-
Kutsal İttifak,
Tarihi İttihat ve pusudaki ihanet:
-
1955, 24 Şubat.
Yer Bağdat. Türkiye Başbakanı Adnan Menderes,
yüzünde tebessüm ve umut... Masaya eğilmiş,
Bağdat Paktı’na imza atıyor. Bir sonraki karede
Irak Kralı ikinci Faysal’la tokalaşıyor.
Ülkeleri yakınlaştıran, ekonomik,
özgürlük-güvenlik ve işbirliği yolunu açan
anlaşmadan sonra Irak ve Türkiye’de ilginç
gelişmeler yaşanıyor. Menderes’in 1959’da
Londra’da uçağı düşüyor. Aynı yıl içinde bu
sefer komşu ülke Irak’ta bir darbe
gerçekleşiyor; Başbakanla, kral feci şekilde
öldürülüyor. 1960’ta Türkiye’de Menderes ve DP
hükümetinin sonunu getiren 27 Mayıs darbesi
oluyor. Bir yıl sonra da Menderes idam ediliyor.
-
1950’de iktidara
gelen Menderes (DP hükümeti) ülkede ekonomik ve
demokratik açılımlara giderken dış politikayı
ihmal etmiyor. Menderes, çok aktif ve aksiyoner
bir lider, sürekli yurtdışı seyahatlere çıkıyor.
Önemli anlaşmalara imza koyuyor. 1952’de NATO’ya
üyelik anlaşması imzalanıyor. ABD ve Rusya ile
“mütekabiliyet ve adalet muvacehesinde”
ilişkiler geliştiriliyor. Hindistan’a kadar
Türkiye’nin ilgi alanını genişliyor. Tek parti
(CHP) döneminde kapısı çalınmayan Ankara’yı 10
yıllık DP iktidarında Eisenhower’dan Nehru’ya
kadar pek çok lider ziyaret ediyor. Komşuları
ihmal etmiyor. Irak’la yakınlaşıyor. Başbakan
Nuri Said Paşa Osmanlı askeri. İstanbul’da
eğitim görmüş. Irak’a dönmüş, başbakan olmuş.
-
1955’te Irak’a
gerçekleşen seyahatte Dışişleri Bakanı Ali Fuat
Köprülü ve Kayseri Milletvekili, DP Genel Başkan
Yardımcısı Kamil Gündeş bulunuyor. Türkiye,
İkinci Dünya Savaşı’na kadar Irak petrollerinden
pay almış. Bağdat Paktı anlaşması ile ekonomik
bir kurul oluşturulacak, enerji sorunu tamamen
çözülecek. Türkiye bölgesel bir güç olacak.
Menderes, Bağdat’ta anlaşma sonrası İmam-ı
Azam’ın türbesini ziyaretinden sonra Semati
Ataman’a, bu amacından şöyle bahsediyor:
“Elbette bir daha yeniden Osmanlı imparatorluğu
kurulmaz ama günümüzün imkân ve şartları içinde
o coğrafyada bulunan ülkeler niçin tekrar bir
araya gelmenin çarelerini aramasın, bir yolunu
bulmasın?”
-
Ancak iki ülkede
birbirini takip eden darbeler bu süreci
kesintiye uğratır. Bağdat Paktı anlaşmasından
sonra 1958’de Irak’ta çok kanlı bir darbe olur.
Kral 2. Faysal öldürülür. Nuri Said Paşa kadın
kıyafeti ile saraydan kaçmaya çalışırken
darbeciler tarafından yakalanarak linç edilir.
Anlaşmaya taraf Türkiye’de 1959’da Menderes’in
Londra’da uçağı düşer. Baş Vekil kazadan sağ
olarak kurtulur. 27 Mayıs 1960’ta bu sefer
askerî darbe olur. Menderes iktidardan
indirilir. Irak ve Türkiye içe kapanır ve
ilişkiler kesilip koparılır..
-
1958’de Irak,
1960’ta Türkiye’de darbelerin olması tesadüf mü?
Bağdat Anlaşmasına imza koyan Menderes’in hemen
yanı başındaki DP Kayseri Milletvekili Kamil
Gündeş’in yeğeni Prof. Dr. Pelin Gündeş Bakır,
“2 yıl arayla iki komşu devlette askerî (!)
darbe oluyorsa orada soru işareti vardır.
Menderes, Kral 2. Faysal ve Nuri Said Paşa aynı
yöntemle iktidardan indiriliyor, çok manidar.
Bağdat Paktı’nın mimarları bunlar.” diyor.
Nitekim bu vahametten sonra ittifak dağıldı,
anlaşma feshedildi. Türkiye Irak petrollerinden
pay alamadı, Irak hiçbir zaman Türkiye ile
yakınlaşamadı. İki ülkede de vizyoner
hükümetlere kapılar kapandı. ./…
-
İHANETTE SON TANGO
-
24 Şubat 1955’te
Türkiye, İran, Irak ve Pakistan ile Birleşik
Krallık İngiltere arasında imzalanan Bağdat
Paktı 9 Temmuz 1937′de
Türkiye, İran, Irak, Afgaristan arasında
imzalanan Sadabat Paktı’nın tekrarı ve yeniden
hayata geçirilmesi projesinden ibarettir. Zira
ilki Atatürk ve sonraki Menderes tarafından
hazırlanıp / kotarılıp imzalanan her iki Paktın
da amacı esasta aynıdır: Orta Doğu’da barış,
özgürlük, bağımsızlık ve güvenliği sağlamak…
-
Mustafa Kemal
ATATÜRK tarafından önerilip, altyapısı
hazırlanan ve gerçekleşmesi sağlanan Sadabat
Paktı’na imza atan devletlerin aldığı kararlar:
1. Pakta katılan tüm devletler; Türkiye, İran,
Irak, Afganistan birbirlerinin iç işlerine
karışmayacak; 2. Saldırgan girişimlerde
bulunmayacak; 3. Ortak yararları üstün tutacak;
4. Milletler Cemiyeti’ne (Cemiyet-i Akvam)
saygılı olacaklardı.
-
Sadabat Paktı,
Atatürk’ün vefatından sonra çalışmalarını
durdurdu. 1955’de kurulan Bağdat Paktı dâhil
olmak üzere, bir daha da Atatürk’ün oluşturduğu
bu birliktelik kurulamadı.
-
CENTO (Central
Treaty Organization/Merkezi Antlaşma Teşkilatı)
ise önceki adıyla “Bağdat Paktı” (1955-1958)
Türkiye, İran, Irak, Pakistan ve Birleşik
Krallık İngiltere arasında, SSCB yayılmacılığını
Ortadoğu’da önlenmeye yönelik kurulan bir
güvenlik ve savunma örgütüdür. 1958 isyanında
Irak’ın pakttan çekilmesi üzerine ABD’nin de
dâhil olduğu yeni bir antlaşma yapılmış; 1979′da
önce İran, ardından da Pakistan’ın çekilmesiyle
CENTO’nun varlığı fiilen ve resmen sona
ermiştir. (Bir hatırlatma: 27 Mayıs 1960′ta
işlevine son verilen II. TBMM binası 1961-1979
yılları arasında CENTO’nun son genel merkezi
olarak kullanılmıştır.)
-
Bağdat Paktı, Türkiye ile Irak
arasında 24 Şubat 1955 tarihinde imzalanan
Karşılıklı İşbirliği Anlatlaşması’na
İngiltere’nin (4 Nisan), Pakistan’ın (23 Eylül)
ve İran’ın (3 Kasım) katılması ile oluşan bir
karşılıklı güvenlik ve savunma örgütüdür. ABD
ise (ileriki yıllarda) paktta gözlemci üye
olarak yer alacaktır.
-
Antlaşma 7 maddeden müteşekkil
olup; 1. ve 2. maddeleri taraflar arasında
Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin 51. md.
gereği işbirliği yapacakları, bu işbirliğinin
özel antlaşmalara zemin olacağı, antlaşmaların
yürürlüğe girmesi ile gerekli önlemlerin hükümet
onayından sonra uygulanacağına dairdi., 5.
maddesinde ise; antlaşmaların Ortadoğu dışındaki
devletlere de açık olacağı ve üye ülkelerin
kendi aralarında özel antlaşmalar yapabileceği
belirtilmişti.
-
Bu maddeye
istinaden antlaşmaya giren İngiltere, Irak’taki
üslerini korumasına olanak tanıyordu. 6. md.
Antlaşma amaçları çerçevesinde çalışmak üzere
daimi bir konseyin teşkiline dairdi ve bu konsey
antlaşmaya katılanların sayısı en az dördü
bulduğunda faaliyete geçecekti. İlk toplantıda
(Kasım 1955) merkezin Bağdat olması ve örgüt
içinde Daimi Askeri Komite ile Ekonomik Komite
kurulması kararlaştırılmıştı.
-
Paktın sona
ermesiyle ABD, İngiltere, Türkiye, Pakistan ve
İran’ın üyelikleri ile teşkil edilen CENTO
içinde ABD etkin rol oynamaya başladı.
Teşkilatın askeri planlama kurulunun başına bir
ABD generali getirildi. Fakat askeri sahada
önemli bir çalışma yapılamadı. Sadece ekonomik
işbirliği teşebbüsleriyle sınırlı kalan CENTO,
ABD’nin Hindistan-Pakistan ihtilâfı ve
Türkiye’nin Kıbrıs meselesinde takındığı tavır
sebebiyle önemini tamamen yitirdi. Pakistan 12
Mart 1979′da,
İran ise ertesi Gün teşkilattan ayrıldıklarını
açıkladılar…
-
DÜŞMAN DAİMA PUSUDA
-
Eğer sürece
dikkat edilirse açıkça görülecektir ki: 1937’de
imzalanan Sadabat Paktı ile 1955’de imzalanan
Bağdat Paktı’nın dumura uğratılmasında en önemli
rolü İngiltere (Birleşik Krallık) üstlenmiş ve
akabinde ABD’yi devreye sokarak yok etmeyi
tetiklemiştir. Dolayısıyla, Türk ve İslâm
âlemine karşı girişilen bu tür ve benzer
sabotajlarda ön plânda İngiltere, peşi sıra
Amerika ve arka plânda İsrail’in rol aldığı
görülür. Tıpkı 1958’de Irak’ta ABD-İsrail ve
İngiltere’nin (BOP)’un birinci versiyonu’nu
uygulamaya koyması gibi..
-
Dönem itibarıyla
menfur ve melhus projenin gelişmesini,
yayılmasını önleyen ve akim kalmasını sağlayan
Adnan Menderes ve DP’dir. Bu gün ise ihanetin Eş
Başkanı aynı ülkede!..
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
16 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
ARTIK DEVLET OLMAK GEREK |
-
-
Bu makalenin ana esin kaynağı, “İnsan hakları,
adalet, hukuk, ilim-irfan ‘doğrusal yönde’ Bilinç Üstadı” ülkemizin tek
“Bilinçolog” u; Kendisini, “Davutpaşa, Bağcılar, Konya, Ankara ve daha nice
elim faciaların sorumlusu, “toplumsal sorumluluk ve yönetimi denetleme
bilinci”” çılgını “Milli Kahraman Galip Baran”dır.
-
O, dayandığı ilkeler, sahip olduğu yüksek
onur-erdem, bilgelik, olgunluk ve kemâl mertebesi, ve bütün insanlığa örnek
yaşam biçimi ile tıpkı Mevlâna, Taptuk Erenler, Yunus Emre, Hacı Bayram-ı
Veli, Phidaias, Archimedes ve Diyojen gibi dünyaya meydan okuyor.(1)
-
O, “Yurdunu ve milletini özünden; Türkiye ve
Türk milletini herkesten, dünyayı ise, bütün dünyalılardan daha çok seven” bir
insan. Bu, öyle bir sevgi ve sorumluluk duygusu ki;
-
lkemiz ve dünyanın bütün sorunlarından
“kendini sorumlu” tutacak kadar !.
-
Evet, bende öyle sanıyorum.
-
Türkiye ve dünyada yaşanan tüm sorunların,
bilinçsizce katlanılan, çekilen acılar ve ıstırapların sorumlusu elbette
“Galip Baran” değil ama; Sorumlu makam ve mevkilerde olduğu halde, en azından
O’nun kadar sorumluluk, sevgi, saygı ve insanlık davasına bağlılık
duymayanlarındır. Başta, bizzat kendi varlığı-vücudu ve yakın çevresi olmak
üzere, yapılan yanlışların, olumsuzluklar ve aykırı uygulamaların
farkında-bilincinde olmayanlarındır.
-
O, Kızılay da izmarit toplar, trafik
ışıklarında yayaları nezaketle yönlendirir ve başta Ankara, İstanbul, İzmir ve
Muğla olmak üzere ülkenin dört bir yanında; İyi insan iyi vatandaş;
Bencilliğin yarattığı sorunsalın çözümü Sencillik; Türk’üm
doğruyum-çalışkanım; Yasalara saygı; Devleti düzenleme ve yönetimi denetleme;
Yolsuzlukla mücadele.. gibi, özgün “bilinç” eylemleri yaparken insanlar O’na;
“Keşke herkes senin gibi olsa”, “İşte şu senin yaptığın tam bir ibadettir”
biçiminde özen, taktir memnuniyet ve şükran ifade eden sözler söylerler.
-
İnsanlar O’nu seviyor, sayıyor, saygı duyuyor
ve örnek alıyorlar.
-
Amma! Muğla’dan bağımsız Milletvekili adayı
olduğunda oy vermiyorlar.
-
Çünkü, çok sağlam dayanakları ve taviz
vermeyen yüksek bir karakteri var.
-
Mevcut Politik-ACI’ları sorumsuz buluyor ve
tasvip etmiyor.
-
Tıpkı, Astronom Phidias'ın oğlu Archimedes’in
"Bana yeterince uzun bir kaldıraç ve sağlam bir dayanak noktası verin, dünyayı
yerinden oynatayım" diyerek kaldıraç kanununu bulduğu gibi, (2) O’da adalet ve
hakikati (gerçeği) “en sağlam dayanak” olarak kabul ve ilan eden, önemli ve
lâkin hiç kimse değerini bilmese de “aslında çok değerli” bir bilim adamı.
-
“Devlet de, hükümet de çok sağlam dayanaklar
üzerine oturmalı” diyor.
-
Galip Baran’ın tek başına, Turgutreis
belediyesi, Muğla Valiliği, Ankara hükümeti, Meclis ve Cumhurbaşkanlığı dahil
bütün dünyaya meydan okuyabilmesinin nedeni: Sadece ve yalnızca dürüstlüğü,
Atatürk’ün telâffuz ettiği anlamda radikal (objektif bilim, norm, kriter ve
evrensel standartlar) bağlamında sağlam ve mükemmel karaktere müstenit
dayanakları.
-
Devlete önerdiği sağlam dayanaklar ise:
Demokrasi, Adalet, Hukuk ve saydamlık.
-
Yani; “Hayatta en hakiki mürşit (yol gösterici
ilim ve fen’dir.” Bunlar nedir? Adalet-hukuk, ilim-fen ve demokrasi. Zira,
Demokrasi olmazsa bilim, özgür bilimin olmadığı yerde ise hak yoktur. Dikkat
edin!.Kanun veya kutsal devlet değil!. Neden “kanun” değil ? Çünkü, esas olan
millet-halk ve kutsal insandır. Bu anlamda, devlet olmanın, milli birlik
(insicam-imtizaç) beraberlik ve bütünlüğün esası insan hakları, insan sevgisi,
insan için var olma bilinci, eşitlik (yalnızca kanun önünde değil, hayatın her
alanında); Hak, Halk, Adalet ve Hukuktur. Milli Şâir Mehmet Âkif Ersoy’un
dediği gibi yani: “Hakkıdır Hakka Tapan Milletimin İstiklâl” Hükümet ise;
Adaletle hüküm ve hikmet işidir. Hüküm-hikmet sahipleri; Cumhurbaşkanı,
Başbakan, Bakanlar, milletvekilleri gibi seçilmişler ve bilumum atanmışlar (bu
nedenle) milletin emrinde ve hizmetinde olduklarının idraki (bilinci)
dahilinde hareket, tasarruf ve halktan aldıkları yetki muvacehesinde; “Devlet
idaresinde millet iradesini hakim kılma” umdesine sadık kalmak zorundadırlar.
Zira: “Hakimiyet kayıtsız ve şartsız milletindir”
-
ŞU HALE NAZARAN: İstanbul’da yaşanan patlama
faciası, Diyarbakır, Ankara ve yurdun çeşitli yörelerinde anarşi,
terör-tedhiş, gasp-irtikap, kundakçılık, sabotaj, tehdit sürüp gider;
Memleket, suç ve suçlu için cennet, çıkar örgütleri için çiftlik; “iyi insan,
namuslu-dürüst vatandaş için” adeta cehennem;
Yalan-talan-rüşvet-iltimas-kaçakçılık-kayıt ve kapsam dışı ‘önlenemez’ kronik
bir hastalıktır. Sözde serbest piyasada pahalılık-fahiş fiyat, soygun-vurgun
revaçta. Haksız rekabet atakta; Kamu yararı esaslı namuslu-dürüst,
ilkeli-onurlu ve sorumlu piyasa dumura uğramış. Buna rağmen hakim siyaset en
kritik zamanda kalkıp türban politikasına soyunup; “sadece üniversitelerde
serbest” kalacak biçimde abesle iştigal ediyor.
-
Manâ, muhteva, amaç ve kapsam olarak yukarıda
tanımlanan bu teşebbüs objektif olmaktan uzaktır. Geçerli ilkeler bazında
insan hakları kriterleri, evrensel standartlar, adalet, ahlâk ve hukuk
normlarına aykırıdır. Subjektiftir. Umur-u devlette “suç teşkil eden fiiller
hariç” ferdi serbestlik umumi; Söz söyleme (düşünce ve fikir) hürriyeti esas,
kılık-kıyafetle uğraşmaksa irticadır. İnfialdir. Affedilmez bir hata,
onursuzluk ve sorumsuzluktur.
-
Şu halde; Artık, bütünüyle millet, kurumlar ve
sektörler, tüm okullar ve üniversiteler üzerinde, eşitlik adalet, hak-hukuk ve
faziletle hakim ‘hikmetli devlet’ olma zamanı gelmiştir.
-
Devlet demek: Adalet, eşitlik, hakkaniyet,
hükümde hukuk ve hikmet demektir. (3) Hikmet: Adaletli ve faziletli yönetim
anlamına gelir. Yönetim, etkinlik alanı büyük, spekülâtif ve sansasyonel
unsurlara bakmadan gereğini yapmak ve TSK tarafından da, çekincesiz kabul,
taktir ve tasvip edilen “başörtüsü” toplumun bütün kesim ve kurumlarında
serbest bırakılarak, bundan böyle “arz-talep” kanunları dahilinde kendi
mecrasına terk edilmelidir.
-
Umur-u devlet ve Galip Baran emsal sorumluluk
bunu gerektirir.
-
Bakınız, size çok önemli iki belge sunacağım:
- TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN, “MİLLİ SİYASET BELGESİ VE GELENEĞİ”
- (ESASA DAİR MÜSTENİDAT / DAYANAKLAR)
-
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin “BİZ” lâfzıyla
bilinen, “Kuvâ-i Milliye Ruhu ile mündemiç efsane isimler” ve “Destan
Kahramanları” olarak anılıp, tarihe mâlolan kurucu ve kurtarıcıları; Mustafa
Kemal Atatürk, Mahmut Celâl Bayar, Rauf Orbay, Fevzi Çakmak, Kâzım Karabekir,
Salih Omurtak, Ali Fuat Cebesoy, Ali Fuat Başgil, Refet Bele ve İsmet İnönü’
(!) dür. Vatan-millet-bayrak-insan-toprak sevgisi, Adalet, hukuk ve fazilet
timsali olan bu müstesna zat’lar; Canları ve kanları pahasına kurdukları
devletin, ulusal değerler, evrensel norm ve kriterler muvacehesinde “milli
siyaset belgesinin esas, usul, kapsam ve çerçevesini belirleyen” belgeyi
vazetmişler. Bu belgeyi “manevi vasiyet, emanet ve gelenek” anlamında
formatlayıp, başta “Türk Gençliği” olmak üzere; Türkiye’yi muasır medeniyet
seviyesinin üstüne ve daha ilerisine taşıyacak “ilkeli, onurlu, sorumlu,
namuslu-dürüst ve demokrat” insanlar ve gelecek nesillerin uygulama ve
korumasına “Atatürk’ün manevi şahsında ebed-müddet kaim bir vasiyet” olarak
havale etmişlerdir.
-
Buna göre; “Yürürlükte olması-kalması ve
uygulanması gereken” maddi-manevi-ilmi vasiyetin, geleneğin esası ve nokta-i
istinadı, Milli siyaset belgesinden calip-i dikkat pasajlar:
-
MİLLİ SİYASET; Türk Devleti için vuzuh
(açıklıkla) ve kabiliyeti tatbikiye görülen (uygulama imkânı olan) mesleki
siyasi Milli Siyasettir : “Milletimizin, kavi, (sağlam-emin) mesut ve müstekar
(istikrarlı-kararlı-sabit ve sakin/meskün) yaşıyabilmesi için, devletin
tamamen milli bir siyaset takip etmesi ve bu siyasetin, teşkilâtı dahiliyemize
tamamen mutabık ve müstenit olması (dayanması) lâzımdır. Milli siyaset dediğim
zaman, kastettiğim manâ ve medlûl, (delâlet-işaret edilen, gösterilen) şudur :
Hududu milliyemiz dahilinde, her şeyden evvel kendi kuvvetlerimize müsteniden
muhafazai mevcudiyet ederek millet ve memleketin hakiki saadet ve umranına
çalışmak. Alelıtlak (umumiyetle, mutlaka, bir suretle kayıtlı olmayarak, min-gayri
tahsis) türlü emeller peşinde milleti işgal ve ızrar etmemek... Medeni
cihandan, medeni ve insani muameleye ve mütekabil dostluğa intizar etmektir.”
(4)
-
DİKKAT EDİN : Belgede, “Milletimizin, kavi,
(sağlam-emin) mesut ve müstekar (istikrarlı, kararlı, sabit ve sakin/meskün)
yaşayabilmesi (refahın adaletle tabana yayılması) için, devletin tamamen milli
bir siyaset takip etmesi ve bu siyasetin, teşkilâtı dahiliyemize bütünüyle
mutabık ve müstenit (uyumlu) olması (dayanması) lâzımdır.” Diyor. Tüm yönetim
unsurları ile devlet ve hükümetin buna dikkat etmesi ve icabını yerine
getirmesi gerek. Zira,devlet belli bir kesim,grup veya zümrenin değil bütün
halkın-milletin devletidir.”
-
Denilmekle; “Milli Siyaset” sadece ve yalnızca
dışa karşı hürriyet, hakimiyet ve istiklâl olarak değil, aynı zamanda hiçbir
ayrım gözetmeden bütün yurttaşları eşit görmek, bir tutmak, hizmet ve muamelât
ile elem-keder ve kıvanç paylaşmada, sorumluluk ve yükümlülük bağlamında
“aynı-farksız ve eşit” tutmak anlamına gelir. Esas olarak suç işlemek yasak;
Ve fakat suç teşkil etmeyen fiil ve tasarruflarda halk özgürce hareket etmek
hakkına sahiptir.
-
KALDI Kİ ! TCK’da açıkça tanımlanmış, İnkılâp
Kanunlarında vâzedilmiş hüküm ve yönetmeliklerde yer almış “gayri ahlâki”
edinim, giyim-kuşam, fiil ve tasarruflar ile lokal toplumsal tepki ve
refleksler dikkate alındığında; Alenen tahrik ve suça teşvik mahiyeti arz eden
açıklığa nazaran, kapanmak ve örtünmekte ne gibi bir menfi unsur
görülmektedir.
-
Buna verilen cevap genellikle lâiklik ve
(sözde) cumhuriyetin kazanımları olmakla; Zaten, cumhuriyet, lâiklik ve
demokrasi İslâm’ın kendi iç yapısı, önerdiği yönetim biçimi ve yaşam tarzında
mevcuttur. Batı bu öğeleri İslâm’dan mütevaris olarak almıştır. Dahası İslâm,
insan hakları, hayvan hakları, doğal denge ve çevrenin korunmasında en önemli
fenomendir.
-
Gelelim devletin ve devlet (halk) adına hüküm
ferma olan hükümetin görevine:
-
DAHİLİ SİYASET; Hükümetler (devlet) bütün
vatandaşlara eşit mesafede olmak ve adil davranmak zorunda ve durumundadır.
(29.Nisan.1928’de hükümet bütçesi üzerinde yaptığı konuşma)
-
Bizim takip ettiğimiz siyaseti, dahili ve
harici safhasında vuzuh ve istikametle ifade edebiliriz. Dahili siyasette
vuzuh (açıklık-şeffaflık) ve istikamet: Cumhuriyet kanunlarını bilâ fark ve
bilâ imtiyaz herkese tatbik etmekte dikkat ve hassasiyet gösteren bir
siyasettir.
-
Demokrasinin bu tarzda tezahürü elbette kuvvet
ve kudretle tecelli eder.
-
Biz bu memlekette hayırlı ve semereli olarak
yapılacak bütün işler için ilk şart ve azimet (çıkış) noktası evvel emirde
vatandaşların huzurunu ve cemiyetin nizamını salim ve müstakim (sağlam ve
doğru) bir dahili siyasette bizatihi müteharrik (kendiliğinden hareket
edebilen) hâkimler eline mevdu (teslim eden) bir usul ile kabil-i tahakkuk
görüyoruz.
-
Bu memleketin yüz seneden beri tarihi gösterir
ki; Hayırlı ve iyi ıslahat yapmak için memleketin şeraitinin, vesaitinin
müsait ve mütehammil (uygun ve dayanıklı) olduğu azami hasılayı idrak etmekte
tereddüt ne kadar muzır (zararlı) ise, geniş ve kayıtsız şeraiti memleketin
ortasına sererek anarşiyi tesci etmek (desteklemek), onun kadar muzır, onun
kadar kısırdır. Memleketin hayır ve nef’i (faydası) için şeraitinin ve
vesaitinin müsait ve mütehammil olduğu azami hasılayı isteyecek ve alacak
kadar idrak ve cesaret, sonra bütün icraatı memleketin demokrasi yolunda her
gün bir hatve (adım) daha ilerlemesini temin edecek dikkat, hassasiyet ve
kudret; İşte bizim anlayışımız dahili siyasette budur.(İsmet İnönü, İsmet
İnönü’nün TBMM Konuşmaları, 1920-1973 Birinci Cilt, 1920-1938 s.285) (5)
-
NETİCE OLARAK: 1923-1938 Atatürk döneminde
askerde imam sınıfı vardı.
- Milli müfredat gereği bütün okullarda Kur’an-ı Kerim dersi verilir, askeri
lise ve harp akademilerinin mezuniyet törenlerinde dualarla yemin edilir,
askeri okulların tamamında resmen beş vakit namaz kılınırdı. İnkılâp Kanunları
çerçevesinde bazı (aykırı ve çarpıcı) kılık ve kıyafetler yasaklandı. Lâkin,
Türk ve Müslüman kadının ‘Anadolu Anası’nın’ baş örtüsüne ilişilmedi.
Milliyet, etnik kök, meslek ve meşrep ifade eden kıyafetler dışında asla
halkın kılık ve kıyafetine karışılmadı. Sorun oldu mu ? Hayır. Bilâkis,
toplumsal barış pekiştirildi.
-
1940-1950 arasında camiler kapatıldı, Kur’an-ı
Kerim okumak, almak-bulundurmak, öğrenmek ve öğretmek yasaklandı. Asker yemini
değiştirildi ve imam sınıfı kaldırıldı. Milli, manevi, ilmi, sosyal ve
kültürel değerler baskı altına alındı. Ezan dahil din işlerine, halkın gelenek
ve törelerine müdahil olundu. Baskı, zulüm ve diktatörlük estirildi. Atatürk
ilkeleri ve Türk İnkılâbı hafızalardan kazınmak-silinmek istendi. Rus diktatör
Stalin’in bile asla cesaret edemediği “para ve pullardan Atatürk resmini
kaldırmak” dahil olmak üzere “halka rağmen halkı yönetme” adına bin türlü
kepazelik yapıldı. Amaç: Prototip insan ve standart vatandaş yaratmaktı.
Başarılı oldu mu ? Kesinlikle HAYIR !.. Bu despotluk, mezalim ve işkence,
başta kalkınma ve gelişme olmak üzere, halka ve devlete bir yarar sağladı mı ?
HAYIR... HAYIR !.
-
Peki “sorun” oldu mu? Elbette, mem de çok.
-
1950-1960 döneminde Atatürk ve dünyanın en
insani rejimi “Kemalizm’e tepki olarak yapılan karşı devrime mukabil”, tekrar
milli ve manevi değerleri ihya eden BEYAZ İHTİLÂL kötü mü oldu? HAYIR.
Bilâkis, demokrasinin cumhuriyetle bütünleşmesi, halkın devletle barışmasına
ve buluşmasına neden oldu. On yılda 100 yıla denk kalkınma ve gelişme
sağlandı. Türkiye, çağdaş, ileri, modern dünya devletleri arasında hak ettiği
yeri aldı. Üstelik adalet ve hakkaniyetle.Üretimle-yatırımla. Evrensel
politikalar izlemekle. Halkla omuz omuza güç ve inanç birliği içinde
çalışmakla açlık, yokluk, yoksulluk ve cehalet aşıldı. Refah tabana yayıldı.
Demokrasi kurumlaştı. Türkiye, 1938’lerden sonra bir kanun devletine
dönüştürülmüş iken, tekrar demokratik, lâik bir hukuk devleti oldu. Yani,
FEVKALÂDE. MÜKEMMEL.
-
1960 ne yaptı ? Milli devleti ve Atatürk
Anayasasını ortadan kaldırdı. Kemalizm’in tasfiyesini kalınan yerden tekrar
başlamak suretiyle sürdürdü. Toplumsal barış bozuldu. İç ve dış güvenlik,
ekonomi ve siyaset yozlaşma sürecine girdi. Siyaset kurumları tahribata
uğradı.
-
Cumhuriyete ara verildi. Demokrasi, onarılması
mümkün olamayacak büyüklükte darbe aldı.
-
Gerçek anlamda lâiklik, Cumhuriyet ve
demokrasinin dengeleri sarsıldı.
-
Doğal dengeler (stabilizatörler) tahrip ve
tarumar edildi.
-
Ekonomi dar boğaza girdi, tarihin en büyük
kriz, bunalım ve buhranları yaşandı.
-
Anarşi, terör ve tedhiş yoktu. Geldi.
-
Pahalılık, açlık, yokluk, yoksulluk ve
adaletsizlik yoktu. Oldu.
-
DEVLET RAYINDAN “İSTİNADINDAN” ÇIKTI
-
İstiklâl savaşı gazileri hunharca asıldı.
Milletin yarısından fazlası fesat, ifsat, nifak ve iftiralara maruz
bırakılarak tahrik, hakaret, baskı ve zulme uğratıldı. Umur-u devlet, nizam-ı
hükümet ve adalet kalmadı. 27 Mayıs milletin ve ülkenin üzerine adeta bir
kâbus gibi çöktü.
-
Hani yukarda, birinci bölümde Galip Baran ile
bir başka örnek daha vermiştik:
-
“O, dayandığı ilkeler, sahip olduğu yüksek
onur-erdem, bilgelik, olgunluk ve kemâl mertebesi, ve bütün insanlığa örnek
yaşam biçimi ile tıpkı Mevlâna, Taptuk Erenler, Yunus Emre, Hacı Bayram-ı
Veli, Phidaias, Archimedes ve Diyojen gibi dünyaya meydan okuyor.(1)”
-
Demek ki; Devlet ve hükümetin ilkelerini
gözden geçirmesi zamanı gelmiştir. Sarsılan sağduyu hakimiyeti “Atatürk dönemi
gibi” tekrar sağlanmalı; Azınlığın çoğunluğa tahakküm zihniyeti kökünden
kazınıp atılmalıdır. Zira, esas olan millettir. Millet devlettir ve devlet
millet için vardır. Atanmış veya seçilmiş “herkes” milletin emrinde ve
hizmetindedir.
-
Bu gerçeğin iyice bilinme ve fiilen yaşama
geçirme zamanı gelmiştir.
-
Mesele aynı zamanda “kurumsal taassup, mesleki
şovenizm, bürokratik oligarşi, dış baskı ve çıkar örgütleri odaklı iç güdümü
tasfiye etmektir. Her ne kadar kuvvetler ayrılığı esas olsa bile “devlette
tevhid-birlik” mutlaktır. Birliğin istinadı: Adalet ahlâkı ve hukuk olmalıdır.
-
“O, Kızılayda izmarit toplar, trafik
ışıklarında yayaları nezaketle yönlendirir ve başta Ankara, İstanbul, İzmir ve
Muğla olmak üzere ülkenin dört bir yanında; İyi insan iyi vatandaş;
Bencilliğin yarattığı sorunsalın çözümü Sencillik; Türk’üm
doğruyum-çalışkanım; Yasalara saygı; Devleti düzenleme ve yönetimi denetleme;
Yolsuzlukla mücadele.. gibi, özgün “bilinç” eylemleri yaparken insanlar O’na;
“Keşke herkes senin gibi olsa”, “İşte şu senin yaptığın tam bir ibadettir”
biçiminde özen, taktir memnuniyet ve şükran ifade eden sözler söylerler...”
-
Milletin hizmetkârları adaletsiz ve hukuksuz,
fuzuli ‘türban-örtü işi ile uğraşmaktan; Halkın kılık kıyafeti ile gündemi
saptırıp beyinleri bulandırmaktansa; Üretim ve yatırımı arttırmaya, iç ve dış
borcu tasfiye etmeye, EMEKLİNİN HAKKINI YEMEMEYE, bütün maaş, ücret ve
gelirlerde eşitlik, hakkaniyet ve adaleti sağlamaya ve refahı tabana yaymaya
gayret etmelidirler. Şu an için, bizatihi iktidar bir sorundur ve çözüm
üretmek yerine sorunsalı yoğunlaştırmakta, doğal dengeleri sarsmakta ve “insan
odaklı olmayan” tedbir, tasarruf ve “vatandaş haklarına aykırı” uygulamaları
ile doğal dengeleri bozmaktadır.
-
OYSA; Her ne şekilde teşekkül etmiş olursa
olsun, TBMM ve Milletvekilleri Türk halkının huzur, barış, karşılıklı anlayış,
güven-emniyet, tolerans ve demokratik-lâik hukuk devleti bağlamında ve “MUTLAK
EŞİTLİK” çerçevesinde sağlamak ve sürdürmek zorunda ve durumundadırlar. Bu
nedenle: “İnsanlar O’nu seviyor, sayıyor, saygı duyuyor ve örnek alıyorlar.
Amma ! Muğla’dan bağımsız Milletvekili adayı olduğunda oy vermiyorlar.Çünkü,
çok sağlam dayanakları var. Mevcut Politik-ACI’ları tasvip etmiyor.Tıpkı,
Astronom Phidias'ın oğlu Archimedes’in "Bana yeterince uzun bir kaldıraç ve
sağlam bir dayanak noktası verin, dünyayı yerinden oynatayım" diyerek kaldıraç
kanununu bulduğu gibi, (2) O’da adalet ve hakikati (gerçeği) “en sağlam
dayanak” olarak ilan eden çok önemli ve hiç kimse değerini bilmese de “aslında
çok değerli” bir bilim adamı.
-
Galip Baran’ın tek başına, Turgutreis
belediyesi, Muğla Valiliği, Ankara hükümeti,
-
Meclis ve Cumhurbaşkanlığı dahil bütün dünyaya
meydan okuyabilmesinin nedeni: Sadece ve yalnızca dürüstlüğü, Atatürk’ün
telâffuz ettiği anlamda radikal (objektif bilim, norm, kriter ve evrensel
standartlar) bağlamında sağlam ve mükemmel karaktere müstenit dayanakları.
-
Yani; “Hayatta en hakiki mürşit (yol gösterici
ilim ve fen’dir.” Bunlar nedir? Adalet-hukuk, ilim-fen ve demokrasi. Zira,
Demokrasi olmazsa bilim, özgür bilimin olmadığı yerde ise hak yoktur. Dikkat
edin!.Kanun veya kutsal devlet değil!. Neden “kanun” değil ? Çünkü, esas olan
millet-halk ve kutsal insandır. Bu anlamda, devlet olmanın, milli birlik
(insicam-imtizaç) beraberlik ve bütünlüğün esası insan hakları, insan sevgisi,
insan için var olma bilinci, eşitlik (yalnızca kanun önünde değil, hayatın her
alanında); Hak, Halk, Adalet ve Hukuktur. Milli Şâir merhum Mehmet Âkif
Ersoy’un dediği gibi: “Hakkıdır Hak’a Tapan Milletimin İstiklâl”
-
Hükümet; Adaletle hüküm ve hikmet işidir.
Hüküm-hikmet sahipleri; Cumhurbaşkanı,
-
Başbakan, Bakanlar, milletvekilleri gibi
seçilmişler ve bilumum atanmışlar (bu nedenle) milletin emrinde ve hizmetinde
olduklarının idraki (bilinci) dahilinde hareket, tasarruf ve halktan aldıkları
yetki muvacehesinde; “Devlet idaresinde millet iradesini hakim kılma” umdesine
sadık kalmak zorundadırlar. Zira: “Hakimiyet kayıtsız ve şartsız milletindir”
-
Ancak, bazı gerçeklerin iyi anlaşılması,
beyinlere kazınması ve “BİLİNÇ” toplumsal şuur oluşturulması; ARTIK, devletin
de hakkıyla ve lâyıkıyla devlet olması gerek !..
-
Dahası: Devletin de, yukarda sayılan emsaller
gibi “adalet ahlâkı, eşitlik ve hukuk” temeline dayanması; En sağlam dayanak
olan bu istinatla kalkınma ve gelişmede şahlanması, muasır medeniyet
seviyesini aşmak için “yurttaşlar arasında asla bir ayrıma gitmeden” olağan
üstü bir performansla hak yolunda-millet hizmetinde çalışması şarttır. Bu
açıdan bakıldığında, şu an yaratılan sanal gündem ve kuru gürültü boş ve
anlamsız bir teşebbüsten ibarettir. Harcanan imkân, kaynak, enerji ve mesaiye
yazıktır. Bu ve benzer konuları sorun olmaktan çıkartmış ileri ve modern
dünyaya karşı ise ayıptır.
-
Gerçek o ki, devlet din alanına karışamaz.
Dinin de siyasete alet edilmesine asla ve kesinlikle müdahil olamaz. Elbette,
İnkılâp Kanunları tanımlanan ve öngörülenler dışında halk istediği biçimde
kılık-kıyafet edinmekte ve kamu kurum ve kuruluşları ile her türlü okul ve
öğrenim kurumu dahil giyinmekte serbest olmalıdır. Bunun, sadece ve yalnızca
yüksek öğrenim “üniversiteler” ile sınırlanması telâfisi kabil olamayacak
kadar büyük bir hatadır.
-
Eğer tasarı düşünüldüğü biçimde yasalaşır ve
anayasaya girerse çok büyük toplumsal travmalara neden olacağı kesindir. Söze
Galip Baran la başladık yine O’nunla bitirelim:
-
Yurdunu ve milletini özünden çok seven
“ÖĞRENCİ’nin ANDI”
-
Ben; Bundan böyle; (a) Yaşıtlarıma: Çevreyi
kirletmemelerini/aşırı tüketmemelerini /trafik kurallarını çiğnememelerini /
milli servete zarar vermemelerini/ toplum sağlığına aykırı davranış ve
alışkanlıklar edinmemelerini, yani KIRMIZIDA DURMALARINI ve geçmeğe kalkışan
yaşıtlarını, “SOSYAL YAPTIRIM” olarak bilinen yöntemle uyarmalarını,
uyardıklarına, kendilerinin de başka yaşıtlarını aynı yöntemle uyarmalarını
önermelerini önereceğime VE; (b) (yakınım olan) Büyüklerime, ayrıca: Vergi
kaçırmamalarını/rüşvet vermemelerini-almamalarını/imar yasasına aykırı işler
yapmamalarını / iş ahlakının korunması için çaba göstermelerini/her şeyi
devletten bekleme alışkanlığından vazgeçmelerini, yani KIRMIZIDA DURMALARINI
ve geçmeğe kalkışanları “SOSYAL YAPTIRIM” olarak bilinen yöntemle
uyarmalarını, uyardıklarına başkalarını aynı yöntemle uyarmalarını
önermelerini, önereceğime “SÖZ VERİYORUM”
-
KIRMIZIDA DURMAK: “İnsan ve insan haklarına
saygı”yı ve “her türlü yanlış, iş, davranış ve haksızlıktan kaçınma”yı öngören
bir kavramdır.
-
SOSYAL YAPTIRIM : “Kırmızıda geçeni; anında,
yüzüne karşı, utanmaktan başka bir tepki gösteremeyecek şekilde uyarmak”tır.
(7) (BİTTİ)
- 1) www.galipbaran.blogspot.com
- 2) http://www.mcs.drexel.edu/...archimedes/contents.html
- 3) www.mustafanevruzsinaci.blogspot.com
- 4) (Atatürk, Büyük Nutuk 1919-1923) “Türk Milleti’nin davası yüksek ve
medeni bir milletin asilâne ideal davasıdır, İsmet İnönü” (Prof. Dr. Melzig,
der., İsmet İnönü: Millet ve İnsaniyet – s: 52)
- 5) MİLLİ SİYASET BELGESİ : Devlet ve Milli Hükümetlerin, ülkenin bütün
kurum, kuruluş ve unsurları ile iç ve dış politikayı şamil olarak uygulamak ve
uymak zorunda oldukları; Esas, Usul ve Çerçevesini belirleyen ilkeleri teşkil
eden belgeye Milli Siyaset Belgesi denir.) (Devletin üzerinde yükseldiği temel
ilke, öz değer, kavram ve kurumlar)
- 6) Galip Baran (Türkiye’nin Kurtuluş Projesi)7) Galip BARAN: Bilinçolog;
HABİTAT Mevlana, Bilinç, Sencillik ve Yolsuzlukları Önleme Kozaları
Kolaylaştırıcısı, (0252)3823477/0535. 844 84 76 e-Mail: galipbaran@ttmail.com
WEB: www.turkcelil.com, www.galipbaran.blogspot.com
-
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
17 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
BASİRET
|
-
Devlet adamlığı basiret (ileri görüş-öngörü), beka
(devamlılık, kararlılık, denge, ilke ve istikrar) adalet ahlâkı, insan
sevgisi, samimi dindarlık, merhamet duygusu, hukuka saygı ve; Özellikle Türk
harsı itibarıyla “damarlarında akan asil kan” doğrultusunda Milli Devlete,
Vatana, Toprağa, Bayrağa, kültürel miras, milli-manevi değerler ve en kutsal
değer olan İnsan a (yurttaşa) saygı ve sahiplik ile kaimdir.
-
Bunun, en başta gelen sebebi : Türk adının “Kâmil
(olgun-fazıl-bilge) İnsan” anlamına gelmesidir. Bu nedenledir ki, Türk milleti
bilinen ve belli olan tarih boyunca 101 devlet ve 13 İmparatorluk kurmuş;
İnsan hakları, adâlet ahlâkı, yüksek kültür, insani boyut-bilgi toplumu ve
medeniyetin banisi-hamisi ve timsali olmuştur.
-
Türk; Madde ve manânın imtizacıdır.
-
Dolayısıyla “Türk Milletini” yönetebilmek; İleri görüşlü
olabilmek; Derin bir bilgelik ve yüksek bir erdemi zorunlu kılar. Öyle ki,
Namuslu, dürüst, ilkeli, onurlu-erdemli, bilge ve sorumlu olmayan “gişi” den
devlet adamı olmaz. (Bak: Siyasetname)
-
Ayrıca, önderin “milli tarih ve milli hafıza” bilincine bihakkın
vakıf olması gerekir.
-
İşte, yolundan ve izinden gitmenin ne kadar önemli, zorunlu ve
tartışılmaz olduğu kati karinelerle sabit büyük önder Mustafa Kemâl ATATÜRK’ün
hayatından çok önemli; Basiret ve bekayı simgeleyen, hayret ve ibreti mucip
“gizemli” bir kesit:
-
“1907 yılında Mustafa Kemâl arkadaşlarıyla birlikte, ülke
sorunlarını müzakere ettiği çok özel bir toplantıda, bizzat kendisi tarafından
önceden hazırlanan ilginç bir harita ortaya çıkartır ve hazır olanlara
gösterir. Olayın şahitlerinin anlattıklarına göre haritanın, Osmanlı
Devleti’nin o zamanki sınırları ile uzak-yakın hiçbir ilgisi ve alâkası
yoktur. Bu nedenle haritaya pek bir anlam veremezler. Zira, harita sadece
Anadolu ve Trakya’yı kapsamaktadır.
-
Oysa, toplantı günü hiçbir anlam verilemeyen bu harita, şimdiki
TC’nin haritasıdır.
-
Haritada, bu günkü sınırlarımıza uymayan çok önemli bir ayrıntı
vardır.
-
O’ da, Atatürk’ün bizden ayrılmasını asla istemediği ve bir türlü
buna razı olamadığı; Musul Vilâyeti (Kerkük ve havalisi) topraklarını da bu
haritaya katmış olmasıdır. Mustafa Kemâl haritasına Hatay, 12 adalar, Batı
Trakya (Selânik) ve Kıbrıs’ı da katmıştı. (Misak-ı Milli) Daha sonraları
İstiklâl Savaşı kazanılınca, İsviçre de yapılan Lozan Antlaşması ile Türkiye
bu toprakların bir kısmından vazgeçmek ve Kerkük’ten çıkan petrol haklarını
satmak zorunda kaldı. Daha sonra vaki ilhak gayretleri de sonuç vermedi.
-
Mustafa Kemâl geleceği bilme gücüne (basirete) sahip olmasaydı bu
haritayı taa 1907 yılında çizmesi, dava arkadaşlarına göstermesi ve Misak-ı
Milli sınırlarını daha o zamandan belirlemesi mümkün olabilir miydi ? Mezkür
haritanın çiziliş tarihi olan 1907 yılında henüz II. Abdülhamit Osmanlı
padişahı idi. O sıra, gittikçe güçsüzleşen Osmanlı İmparatorluğunun
topraklarında gözü olan (bu günün AB’si) batılı ülkeler topyekün saldırıya
geçmek için uygun zamanı gözlemekte idiler.
-
Nitekim, 1911 yılında İtalyanlar Trablusgarp’a saldırdılar.
Osmanlı Devleti onunla ilgilenirken, bir yandan da Ege’de ki 12 Adaları işgal
ettiler. Arkasından Balkan savaşı koptu. Osmanlılar’ın eski komşuları
(eyaletleri) Sırbistan ve Bulgaristan, Karadağ ve Yunanistan birleşerek
saldırıya geçtiler. İki cephede savaşmak zorunda kalan Osmanlı Devleti
İtalyanlar ile anlaşma yapmak zorunda kadı ve Trablusgarp’ı bırakmak
mecburiyeti hasıl oldu.
-
Bu sırada Balkan devletleri Edirne’yi aldı. Daha sonra
birbirlerine düşen bu devletlerin zafiyetinden yararlanan Osmanlı Edirne’yi
kurtardı. Ancak, 1913 yılında imzalanan “Bükreş Anlaşması” ile tekrar
Trakya’ya kadar geri çekilmek zorunda kalındı.
-
Atatürk’ün çizmiş olduğu haritanın bir bölümü böylece gerçekleşmiş
oldu.
-
Daha sonraları çıkan Birinci Dünya Savaşı sırasında birçok
topraklar kaybedilmiştir. Arkasından da Anadolu işgal edilince, düşmanın
mezalim ve esaretine karşı başlatılmış olan Kurtuluş Savaşı sırasında ilk önce
TC’nin bu günkü Doğu sınırları çizilir. Bunu, Güneydoğu illerimizin
sınırlarının belirlenmesi izler. En sonunda düşmanın İzmir’den denize
dökülmesi ile birlikte, TC’nin 1907’de Mustafa Kemâl tarafından çizilen
haritadaki sınırları ortaya çıkar.
-
Bütün bu gelişmelerden sonra şunu kesin olarak görmekteyiz ki;
Mustafa Kemâl, olacakları önceden tahmin etmekte ve hattâ bilmekte idi.
-
Yıllar öncesinden çizmiş olduğu harita, bunun en
büyük kanıtı değil midir ?”
-
Bir başka mesele de, Ankara’nın Başkent oluşudur.
-
ANKARA’NIN BAŞKENT OLUŞU:
-
Bir gönül dostu, Araştırmacı-Şair ve yazar Selçuk
Alpaslan, değerli bir bilim adamı olan Reşit Yılmaz kardeşime nakletmiş. O da
bugün (27 Aralık 2007) fakirhanemize şeref vererek bize anlattı.
-
Ankara’nın Başkent olması ile ilgili olay kısaca
şöyledir:
-
“Selçuk Alpaslan’ın babası Atatürk’ün en sadık
adamlarından biri ve özel şoförüdür. Bizzat şahit olur, konuşmaları dinler.
(Fuat Bayramoğlu da babasından aynı meseleyi dinlemiş ve vakıayı tasdik
etmiştir.) Buna göre; Mustafa Kemâl, ta Amasya’dan itibaren “Paşam burayı
Başkent yapınız” türü telkin, tavsiyelere maruz kalmaktadır. Bu telkin,
tavsiye ve baskılar Erzurum, Sivas ve nihayet Konya’da adeta bir dayatma
haline gelir.
-
Bunun üzerine Mustafa Kemâl Konya da kurmaylarına
şöyle bir açıklamada bulunur:
-
“Yıllar önce idi. Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri
rüyama girdi ve bana (manâmda) dedi ki: “Sen, Yüce Allah’ın izni inayetiyle
muvaffak olacak, müstakbel-müstakim Türk Devletini kuracaksın. Fakat,
Resûlullah Efendimizin arzusu ve bizim münasip görmemiz o ki; Devlet kurulunda
ENGÜRÜ’ yü (Ankara’yı) Başkent yapmalısın...” dedi.
-
Bundan sonra hiç kimse Mustafa Kemâl’e Başkent
konusunu açmadı.
-
Zira, Türkiye Cumhuriyetinin başkenti artık belli
idi. Belli olan bir şey daha vardı. O da, Mustafa Kemâl’in muazzam bir deha,
fevkalâde basiret ve feraset (ileri görüş-öngörü) sahibi olduğu; İlmini,
irfanını sadece dünyevi vasıtalar ve kitaplardan değil, bizzat ilâhi
kaynaklardan aldığıdır.
-
Bu konuyu bir de tasavvuf ehlinin dilinden dinlemek
gerek.
-
Hasan Hüseyin Memiş’in “Hükümet Sistemleri / DİKEN”
(Akasya Kitap, Ankara: 2007, www.akasyakitap.com, s: 13) isimli kitabında yer
alan “Şeyh Efendinin Rüyası” ilgili bölüme bir baksınlar. Burada İstiklâl
Harbi’nin nasıl ve kimler tarafından himaye edildiğini çok iyi görecekler.
-
Dahası var:
-
Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Merkezinde
Araştırmacı-Yazar Behzat Şaşal’a, “Atatürk’ü Tanımak ve Anlamak” isimli
kitabından dolayı, “Sen Atatürk’ü adeta bir din Hoca ve Din adamı gibi takdim
ediyorsun..” diye çıkışırlar.
-
Behzat Şaşal, büyük bir tevazu, tevekkül olgunlukla
onlara şu cevabı verir:
-
“Siz, bazı yayınlarınızda Atatürk’e yeşil sarıklı
bazı kimselerin (mücessem ve seyyal varlıkların) yardımcı olduğundan
bahsedersiniz. Peki, dönemin Padişâhı Allah’ın Halifesi değil miydi. Peki,
Yüce Yaratıcı koskoca halifesi varken ve ortalıkta dipdiri dururken, niçin
Atatürk’ün ordularına yardım etti dersiniz ?..”
-
NETİCE:
Devlet adamları beka ve basiret sahibi olmak zorundadır. Beka, basiret ve
feraset, yüksek bir iman ve onurlu-erdemli yaşam işidir. İleri görüş,
basiret-feraset ve deha, samimi dava, inanç adamlarına münhasır bir
özelliktir. Bu özelliği taşımayanlar, devleti de taşıyamazlar, halkı da,
hükümeti de..
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
18 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
BASİRET VE HÜKÜMET |
- Devlet adamlığı basiret (ileri
görüş-öngörü), beka (devamlılık, kararlılık, denge, ilke ve
istikrar) adalet ahlâkı, insan sevgisi, samimi dindarlık,
merhamet duygusu, hukuka saygı ve; Özellikle Türk harsı
itibarıyla “damarlarında akan asil kan” doğrultusunda Milli
Devlete, Vatana, Toprağa, Bayrağa, kültürel miras, milli-manevi
değerler ve en kutsal değer olan İnsan a (yurttaşa) saygı ve
sahiplik ile kaimdir.
- Bunun, en başta gelen sebebi :
Türk adının “Kâmil (olgun-fazıl-bilge) İnsan” anlamına
gelmesidir. Bu nedenledir ki, Türk milleti bilinen ve belli olan
tarih boyunca 101 devlet ve 13 İmparatorluk kurmuş; İnsan
hakları, adâlet ahlâkı, yüksek kültür, insani boyut-bilgi
toplumu ve medeniyetin banisi-hamisi ve timsali olmuştur. Türk;
Madde ve manânın imtizacıdır.
- Dolayısıyla “Türk Milletini”
yönetebilmek; İleri görüşlü olabilmek; Derin bir bilgelik ve
yüksek bir erdemi zorunlu kılar. Öyle ki, Namuslu, dürüst,
ilkeli, onurlu-erdemli, bilge ve sorumlu olmayan “gişi” den
devlet adamı olmaz.
- Ayrıca, önderin “milli tarih ve
milli hafıza” bilincine bihakkın vakıf olması gerekir.
-
İşte, yolundan ve izinden gitmenin ne kadar önemli, zorunlu ve
tartışılmaz olduğu kati karinelerle sabit büyük önder Mustafa
Kemâl ATATÜRK’ün hayatından çok önemli; Basiret ve bekayı
simgeleyen, hayret ve ibreti mucip “gizemli” bir kesit:
- “1907 yılında Mustafa Kemâl
arkadaşlarıyla birlikte, ülke sorunlarını müzakere ettiği çok
özel bir toplantıda, bizzat kendisi tarafından önceden
hazırlanan ilginç bir harita ortaya çıkartır ve hazır olanlara
gösterir. Olayın şahitlerinin anlattıklarına göre haritanın,
Osmanlı Devleti’nin o zamanki sınırları ile uzak-yakın hiçbir
ilgisi ve alâkası yoktur. Bu nedenle haritaya pek bir anlam
veremezler. Zira, harita sadece Anadolu ve Trakya’yı
kapsamaktadır.
- Oysa, toplantı günü hiçbir anlam
verilemeyen bu harita, şimdiki TC’nin haritasıdır.
- Haritada, bu günkü sınırlarımıza
uymayan çok önemli bir ayrıntı vardır.
- O’ da, Atatürk’ün bizden
ayrılmasını asla istemediği ve bir türlü buna razı olamadığı;
Musul Vilâyeti (Kerkük ve havalisi) topraklarını da bu haritaya
katmış olmasıdır. Mustafa Kemâl haritasına Hatay, 12 adalar,
Batı Trakya (Selânik) ve Kıbrıs’ı da katmıştı. (Misak-ı Milli)
Daha sonraları İstiklâl Savaşı kazanılınca, İsviçre de yapılan
Lozan Antlaşması ile Türkiye bu toprakların bir kısmından
vazgeçmek ve Kerkük’ten çıkan petrol haklarını satmak zorunda
kaldı. Daha sonra vaki ilhak gayretleri de sonuç vermedi.
- Mustafa Kemâl geleceği bilme
gücüne (basirete) sahip olmasaydı bu haritayı taa 1907 yılında
çizmesi, dava arkadaşlarına göstermesi ve Misak-ı Milli
sınırlarını daha o zamandan belirlemesi mümkün olabilir miydi ?
Mezkür haritanın çiziliş tarihi olan 1907 yılında henüz II.
Abdülhamit Osmanlı padişahı idi. O sıra, gittikçe güçsüzleşen
Osmanlı İmparatorluğunun topraklarında gözü olan (bu günün
AB’si) batılı ülkeler topyekün saldırıya geçmek için uygun
zamanı gözlemekte idiler.
- Nitekim, 1911 yılında İtalyanlar
Trablusgarp’a saldırdılar. Osmanlı Devleti onunla ilgilenirken,
bir yandan da Ege’de ki 12 Adaları işgal ettiler. Arkasından
Balkan savaşı koptu. Osmanlılar’ın eski komşuları (eyaletleri)
Sırbistan ve Bulgaristan, Karadağ ve Yunanistan birleşerek
saldırıya geçtiler. İki cephede savaşmak zorunda kalan Osmanlı
Devleti İtalyanlar ile anlaşma yapmak zorunda kadı ve
Trablusgarp’ı bırakmak mecburiyeti hasıl oldu.
- Bu sırada Balkan devletleri
Edirne’yi aldı. Daha sonra birbirlerine düşen bu devletlerin
zafiyetinden yararlanan Osmanlı Edirne’yi kurtardı. Ancak, 1913
yılında imzalanan “Bükreş Anlaşması” ile tekrar Trakya’ya kadar
geri çekilmek zorunda kalındı.
- Atatürk’ün çizmiş olduğu
haritanın bir bölümü böylece gerçekleşmiş oldu.
- Daha sonraları çıkan Birinci
Dünya Savaşı sırasında birçok topraklar kaybedilmiştir.
Arkasından da Anadolu işgal edilince, düşmanın mezalim ve
esaretine karşı başlatılmış olan Kurtuluş Savaşı sırasında ilk
önce TC’nin bu günkü Doğu sınırları çizilir. Bunu, Güneydoğu
illerimizin sınırlarının belirlenmesi izler. En sonunda düşmanın
İzmir’den denize dökülmesi ile birlikte, TC’nin 1907’de Mustafa
Kemâl tarafından çizilen haritadaki sınırları ortaya çıkar.
- Bütün bu gelişmelerden sonra şunu
kesin olarak görmekteyiz ki; Mustafa Kemâl, olacakları önceden
tahmin etmekte ve hattâ bilmekte idi.
- Yıllar öncesinden çizmiş olduğu
harita, bunun en büyük kanıtı değil midir ?”
- Bir başka mesele de, Ankara’nın
Başkent oluşudur.
- ANKARA’NIN
BAŞKENT OLUŞU:
- Bir gönül dostu, Araştırmacı-Şair
ve yazar Selçuk Alpaslan, değerli bir bilim adamı olan Reşit
Yılmaz kardeşime nakletmiş. O da bugün (27 Aralık 2007)
fakirhanemize şeref vererek bize anlattı.
- Ankara’nın Başkent olması ile
ilgili olay kısaca şöyledir:
- “Selçuk
Alpaslan’ın babası Atatürk’ün en sadık adamlarından biri ve özel
şoförüdür. Bizzat şahit olur, konuşmaları dinler. (Fuat
Bayramoğlu da babasından aynı meseleyi dinlemiş ve vakıayı
tasdik etmiştir.) Buna göre; Mustafa Kemâl, ta Amasya’dan
itibaren “Paşam burayı Başkent yapınız” türü telkin, tavsiyelere
maruz kalmaktadır. Bu telkin, tavsiye ve baskılar Erzurum, Sivas
ve nihayet Konya’da adeta bir dayatma haline gelir.
- Bunun üzerine Mustafa Kemâl Konya
da kurmaylarına şöyle bir açıklamada bulunur:
- “Yıllar önce idi. Hacı Bayram-ı
Veli Hazretleri rüyama girdi ve bana (manâmda) dedi ki:
- “Sen, Yüce Allah’ın izni
inayetiyle muvaffak olacak, müstakbel-müstakim Türk Devletini
kuracaksın. Fakat, Resûlullah Efendimizin arzusu ve bizim
münasip görmemiz o ki; Devlet kurulunda ENGÜRÜ’ yü (Ankara’yı)
Başkent yapmalısın...” dedi.
- Bundan sonra hiç kimse Mustafa
Kemâl’e Başkent konusunu açmadı.
- Zira, Türkiye Cumhuriyetinin
başkenti artık belli idi. Belli olan bir şey daha vardı. O da,
Mustafa Kemâl’in muazzam bir deha, fevkalâde basiret ve feraset
(ileri görüş-öngörü) sahibi olduğu; İlmini, irfanını sadece
dünyevi vasıtalar ve kitaplardan değil, bizzat ilâhi
kaynaklardan aldığıdır.
- Bu konuyu bir de tasavvuf ehlinin
dilinden dinlemek gerek.
- Hasan Hüseyin Memiş’in “Hükümet
Sistemleri / DİKEN” (Akasya Kitap, Ankara: 2007, www.akasyakitap.com,
s: 13) isimli kitabında yer alan “Şeyh Efendinin Rüyası” ilgili
bölüme bir baksınlar. Burada İstiklâl Harbi’nin nasıl ve kimler
tarafından himaye edildiğini çok iyi görecekler.
- Dahası var:
- Atatürkçü Düşünce Derneği Genel
Merkezinde Araştırmacı-Yazar Behzat Şaşal’a, “Atatürk’ü Tanımak
ve Anlamak” isimli kitabından dolayı, “Sen Atatürk’ü adeta bir
din Hoca ve Din adamı gibi takdim ediyorsun..” diye çıkışırlar.
- Behzat Şaşal, büyük bir tevazu,
tevekkül olgunlukla onlara şu cevabı verir:
- “Siz, bazı yayınlarınızda
Atatürk’e yeşil sarıklı bazı kimselerin (mücessem ve seyyal
varlıkların) yardımcı olduğundan bahsedersiniz. Peki, dönemin
Padişâhı Allah’ın Halifesi değil miydi. Peki, Yüce Yaratıcı
koskoca halifesi varken ve ortalıkta dipdiri dururken, niçin
Atatürk’ün ordularına yardım etti dersiniz ?..”
- NETİCE: Devlet adamları beka ve
basiret sahibi olmak zorundadır. Beka, basiret ve feraset,
yüksek bir iman ve onurlu-erdemli yaşam işidir. İleri görüş,
basiret-feraset ve deha, samimi dava, inanç adamlarına münhasır
bir özelliktir. Bu özelliği taşımayanlar, devleti de
taşıyamazlar, halkı da, hükümeti de!
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
19 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
BATI’NIN TÜRK FOBİSİ VE TARİHİ DÖNÜŞÜM
PROJESİ
|
-
-
Önce “fobi” nedir,
onu açıklayalım: Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumunca 1992’de
yayınlanan “Türkçe Sözlük” (cilt: 1, sayfa: 510) Fobi sözcüğünü
“Belirli nesneler veya durumlar karşısında duyulan olağan dışı güçlü
korku, yılgı” olarak açıklıyor.
-
Eski (DP) Tokat
Milletvekili merhum ve müstesna, Cennetmekan Ahmet Gürkan’a ait;
R.V.C. BODLEY’ in, “Rönesans’ı İslamiyet’ e borçluyuz”
biçimindeki dürüst ve samimi itirafı ile başlayan “İslam Kültürünün
Garbı Medenileştirmesi” (Nur Yayınları, Ankara, 1989) adlı
kitapta bütün sebep ve sonuçları ile tam bir vukufla işlendiği ve
açıklandığı veçhile vahşi batı; Türkler ve Müslümanlar tarafından
kısmen medenileştirilebilmiş kompleks (complexe), siyasal, sosyal ve
psikolojik bakımlardan halâ erginleşememiş (kemâle ermemiş) ve insani
bakımdan henüz olgunlaşmamış eksik bir toplumdur.
-
Avrupa’dan firar
eden-kaçan, kovulan veya kitlesel sürgün (tehcir) nedeniyle 13 Mayıs
1607 tarihinden itibaren yeni kıtaya intikal ederek seri katliam,
yerli halka yönelik vahşet ve soykırımlara başlayan Amerikalılar ise,
kadim Avrupalılardan çok daha gayri medenidirler.
-
Aynı zamanda 35 ilâ
40 milyon arası Türk asıllı Kızılderili’yi soykırımla yok eden ve
Avustralya yerlileri dahil “insani boyutta ileri” kültürler tarafından
“insanlıktan arınmış ve medeniyetten soyutlanmış, mutasyona uğramış
varlıklar” olarak nitelenen de bu batılılar ile şimdilerde “demokrasi,
insanlık ve barış” adına (hile, desise, yalan, dolan, tefrika ve
iftira ile) işgal, gasp, tasallut ve talan girişimlerinde bulunan
ABD’dir.
-
1786-1860 yılları
arasında Osmanlı Devleti’ne zorunlu haraç veren ABD’de bu fobi, tarihi
bir kompleks ve Pentagon senaryolarında Türkiye’yi “büyük bekraund’un
yegâne hedef ve muhatabı” görecek ve bütün hesaplarını ‘Türkiye
üzerine yapacak kadar’ ileridir.
-
Öyle ki, başkan
Bush’un doğal lideri konumundaki günümüz evanjelistleri, bu aşağılık
kompleksi ve “Türk-İslâm” fobisine dönüşen haset ve kıskançlığın ürünü
olarak sahte bir kuran yazdırıp Arap ülkelerinde dağıtmaya
başlamıştır.
-
Tıpkı Milovan
Cilas’ın “Eksik Kalmış Bir Cemiyet” isimli eserinde işlenen temaya
tıpa tıp uyan yapı maalesef ve hala, yalnızca Balkanları değil, bütün
ABD ve Batıyı şamildir.
-
Bu durum, “modern
bilim” adına ortaya konan, fakat özlü referanslarında Türk olgusu,
İslâm Dini, Müslüman ve Kur’an faktörlerini bilerek ve isteyerek yok
sayma ve muhtemeldir ki, tarihi bir kin, fobi ve kompleks eseri olarak
dikkate almaktan şiddetle kaçınma, bilerek, isteyerek,
kasıtla-bilinçle dışlama ısrarında açıkça görülmektedir.
-
Batılı din adamlarına
göre “İslamiyet” diye bir din; Bunların sözde bilim adamlarına göre
ise vahiy kaynaklı Kur’an-ı Kerim sanki yoktur. Dayandıkları 4 adet
muharref Ahdi Atik (Ahd-i Cedit) yahut aforoz ettikleri Barnaba İncili
dahil; Mezkür kitapların beşi de birbiri ile tutarsız ve çelişkilidir.
Şu hale nazaran, Yahudilerin Tevrat’ı da dahil olmak üzere Müslüman
olanların dışında iman ve amel unsuru başkaca bir “vahiy kaynaklı”
sağlam, sağlıklı, sahih ve güvenilir bir kitap yoktur.
-
Mevcut haliyle bu
risalelere biat fanatik ve sapık, bilimdışı bir yaklaşımdır. Her ne
kadar nebatat-bitki ve hayvanat yönünden tartışılabilir olsa da; İnsan
ve İnsanın yaradılışı bakımından tam bir bilim dışılık, irtica,
gericilik ve yobazlık olan “evrim” teorisi de, bu fanatizmin doğal bir
sonucudur. Dahası, başta Hıristiyanlık ve Yahudilik olmak üzere İslâm
dışı inançlarda “bilim ve din” çatışması, insani boyut ve bilgi
toplumu yolunda mesafe alan veya aradığı ‘huzur iklimini’ buralarda
bulamayan kişileri başka arayışlara sevk etmiş; Bunun doğal bir sonucu
olarak da ateizm ve paganizm çok tehlikeli bir tırmanışa geçmiştir.
-
Hıristiyan
fundamentalizminin ve buna dayalı sekülârizmin sebebi budur.
-
Tarihi sekülarizmin
temel unsuru ise Hazreti Musa’ya isyan, Museviliği tahrif ve esası
İslâm (Müslümanlık) olan bu dinin ilkelerine karşı direnişle masonik
ritüele dönüşün tezahür biçimidir. Masonluk ise, bütün ilke ve
unsurları ile din karşıtı ve insanlık düşmanıdır.
-
Dolayısıyla, 500 yılı
mücavir ve nihai sınırları itibarıyla 627 yıllık bir dünya devleti,
huzur iklimi, “hüküm ve hikmette adalet ahlâkı ve ahkâmını temsil
eden” ve son 5700 yıllık tarihin insani, ahlâki ve medeni boyutunu
oluşturan “Türk” ve İslâm medeniyeti; Bu gerici ve irticai (gayri
medeni) organizasyonların önündeki en büyük engeldir.
-
Bu nedenle,
Osmanlı’ya karşı (yıkılış sürecini başlatan) ilk tehdit Amerika’dan
gelmiş ve bunu İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya ile nihayet
Yunanistan zincire katılmıştır. Ancak, netice (dönem itibarıyla) taraf
ülkeler yönünden tam bir hezimet ve hüsrandır.
-
Bunu, tarihen sabit ve çok enteresan bir olayla örneklemek mümkündür.
Şöyle ki;
-
31 Ağustos 1914 günü
Osmanlı Devleti, Almanya'nın yanında Birinci Dünya Savaşına
girdiğinde; İngiltere Savaş Bakanı Lord Kitchener hamasi bir açıklama
yaparak: "Türkiye'yi yok edinceye ve tarih sahnesinden silinceye kadar
savaşacağız.." dedi.
-
Aradan bir yıl
geçmeden Çanakkale'de büyük bir hezimete uğradılar. Atatürk ve Türk
milleti yine büyük bir mucize yaratmıştı. İngiltere ve müttefikleri
şaşkındı. Köhne ve hasta bir devlet bütün ordularını tarumar etmişti.
Beklenen bu değildi. Hayâl-i sükut, uğranılan yenilgi ve hezimetin
etkileri derindi...
- Bu büyük mağlubiyetten sonra İngiltere
parlâmentosu özel gündemle acilen toplanarak 'Çanakkale hezimetini'
bütün aşama ve ayrıntıları ile görüştü. (1916) Saatler süren öfkeli,
sinirli, gergin ve heyecanlı oturum boyunca milletvekilleri Başbakan
David Lloyd George'u hedef alarak en ağır şekilde eleştirip
suçladılar. Korkunç ve acımasız hücumlar yönelttiler.
-
Başbakan bütün
konuşulanları olanca sükunetiyle sonuna kadar dinledi.
-
Nihayet, elinde bir
kitapla kürsüye çıktı.Elindeki kitap Kur'an-ı Kerim di...
-
Kendisine ve orduya
yöneltilen eleştirilere, çok kısa ve öz olarak şöyle cevap verdi:
-
"Şu elimdeki kitabı
görüyor musunuz ? Bu, Türklerin taptığı kitaptır. Kuranı Kerim...
-
Biz bu milleti tam
300 yıldır bu kitaptan ayırmaya ve dinlerinden uzaklaştırmaya
çalışıyoruz. Demek ki başaramamışız. Zira, bu kitap Türk'lerin elinde
olduğu ve onlar bu kitaba göre amel ettiği (uyguladığı ve yaşadığı)
sürece, bütün dünyanın orduları bir araya gelse, yine de Türkleri
yenmeye muktedir olamazlar.
-
Ne vakit ki, onları
bu hayat ve kuvvet kaynaklarından soğutur, uzaklaştırır ve ayırırız,
işte o zaman Türkleri yenmek dünyanın en kolay işi olacaktır" dedi.
- Bunu lütfen not ediniz ve asla unutmayınız.
-
Olay, hafızalarda
canlı tutulmalı, milli tarih şuuruna kazınmalı ve “Türk demek; Önce
insan demektir” bağlamında yükselen her yeni nesle mutlaka
anlatılmalı, aktarılmalı ve dünya neden “TÜRK” denilince “MÜSLÜMAN” ı
anlamakta ve algılamaktadır sebebi bilinmeli.
-
Ancak bu durum,
sömürüde sınır tanımayan küresel sermayenin tam da istediği bir
gelişmedir. Zira, insani boyut’ da ehliyet, liyakat, hürriyet, hak,
hukuk ve adalet ahlâkı vardır. Böyle yüksek (ideal-gerçek) bilgilerle
donanmış bir toplum “İNSAN ODAKLIDIR”.
-
Batı kaynaklı bilim
oldukça karmaşık, ahlakla çelişik, dinle kavgalı ve bizim “İnsani
Boyut ve bilgi toplumu” dediğimiz “evrensel değerlerden” uzaktır.
Ayrıca, İslam’ın “hadis-i kutsi” tarzında niteleyip, bilimle barışık,
bütünleşik ve doğal kabul edilen bütün sentez, tez ve kavramları batı
tarafından inatla ve ısrarla reddedilir.
-
Meselenin özünde
yatan vahşi kapitalizm, emperyalizm ve buna mümasil “modern
sömürgecilik” adına icat edilen “küreselleşmedir” Daha da açıkçası:
Bütün dünya ve insanlık alemini hedef alan, haksız savaş ve mesnetsiz
işgallerle ülkeleri kasıp-kavuran yalan-talan, soygun-vurgun,
yolsuzluk, gasp-irtikap ve terör ihtirasıdır.
-
İşte, ABD ile
tarihten bütünleşik AB budur.
-
Bu tarihi bir husumet
sürecidir. Sinsice sürüp gitmektedir. Ve, maalesef gerçektir.
- Örneğin, M.K. ATATÜRK “Türk Tarih Tezi” ni
araştırma-geliştirme ve oluşturma aşamasında bütün batı kaynaklarını
büyük bir dikkatle incelemiş ve H.G. WELLS dışında bilgi, deha ve
doğruluğuna inanabileceği bir tek eser dahi bulamamıştır.
-
Değerli araştırmacı,
şair ve yazar Yavuz Bülent Bakiler 1980 öncesi yayınladığı bir
kitapta, dünyada toplam 2228 adet “Türk’ü İmha Planı” nın varlığını
açıklamış ve dönem itibarıyla yaşanan dehşet, anarşi, maddi-manevi
terör ve dehşetin boyutlarını bu plan ve projeler bağlamında
değerlendirmiş idi.
-
Örneğin: Bu plânın
bariz bir parçası olarak nitelenen 1968-12 Eylül 1980 döneminde terör
olaylarının bilânçosu: 13.000 civarında ölü, 6000 yaralı, 1600 sakat
dolayındadır. ( 1984 – 2005 arası bu rakama 35.000 küsur ölü daha
eklenmiştir.) 12 Eylül 1980 müdahalesini müteakip kısa bir süre
içerisinde ise: 650.000 kişi gözaltına alınmış, başta anarşi, terör,
can ve mal emniyetini suistimal ve sair vatanın birlik, bütünlük,
kanunlarını ihlâlden 230.000 kişi yargılanmıştır. Buların arasında
parti liderleri de vardır.
-
Yapılan yargılamalar
ve müteakip süreçte vaki itiraf ve yayınlar, bütün bölücü örgütler ile
çeteler ve ihanet şebekelerinin arkasında, başta Almanya olmak üzere
batı ülkeleri, yabancı istihbarat organizasyonlarının bulunduğunu
ortaya koymuştur.
-
İşte batının öteki ve
gerçek yüzü.
-
Daha önce, Türk ve
İslam alemi ile ilgili ve Osmanlı’dan bu yana ısrarla süregelen bir
“toplumsal dönüşüm projesi” açıklamıştım. Şimdi tekrar aynı konuya
dönme zarureti hasıl oldu. Bu, her hangi bir resmiyeti olmayan,
bütünüyle gizli tutulan ve tamamen Türk devletini zaafa uğratıp,
dolaylı yollarla ele geçirmek, halkını ve kaynaklarını sömürmek
isteyen harici mihraklar tarafından, dahili işbirlikçilerle beraber
yürütülen sinsi bir projedir. Projenin aslı, müsebbinin idamı ile
sonuçlanan çok eski bir hikâyedir.
-
Anlatalım:
-
Şöyle ki, 1820’lerde
Fener Rum Patriği olan Papa V. (Çingene) Gregorius, dönemin Rus
Çarı’na, emperyalist batı menfaatleri karşısında büyük bir engele
dönüşen Türklerin yola getirilmesi ile ilgili bir mektup yazar.
Mektuptan Padişah II. Mahmut haberdar olur. Diğer yıkıcı ve bölücü
faaliyetleri nedeniyle zaten patriğin suç dosyası bir hayli
kabarıktır. Mektup da deşifre olunca, malum Papa, patrikhanenin
kapısında asılarak idam edilir.
-
Ancak bu olay ta, 19
Haziran 625, “II.İznik Kongresinde” ateşlenen bir fitilin, sabık haçlı
ruhunu tekrar diriltip yangına dönüşmesine sebep olur. Koyu dindar (!)
ve katı kindar batı bunu bir fırsat ve ganimet telâkki ederek derhal
organize şer ittifakını oluşturur. Amerika uzantıları ve Çar
bağlantıları ile ittifak tamamlanıp, maddi-manevi bütün güç, imkân ve
kaynaklar Osmanlıya karşı seferber edilir. İngiliz Başbakanın dediği
gibi amaç yok etmektir.
-
İşte, tarihi kin,
intikam (Türk fobisi) ve kan ihtirasını tetikleyen o mektup:
-
“Türkleri,
maddeten ezmek ve yenmek mümkün değildir. Çünkü Türkler çok sabırlı ve
mukavemetli insanlardır. Gayet mağrurdurlar ve izzet-i nefis
sahibidirler.
-
Bu hasletleri de, dinlerine
bağlılıklarından, kadere rıza göstermelerinden, an’anelerinin
kuvvetinden; Padişâhlarına, kumandanlarına ve büyüklerine olan itaat
ve sadakatlerinden ileri gelmektedir.
-
Türkler zekidirler ve kendilerini müspet
yolda sevk ve idare edecek reislere sahip oldukları müddetçe de
çalışkandırlar. Gayet kanaatkârdırlar.
-
Onların bütün meziyetleri, hattâ
kahramanlık, cesaret ve secâat (yiğitlik, yüreklilik) duyguları’ da
an’anelerine (örf, adet, töre ve geleneklerine) olan bağlılıklarından,
ahlâk salâbetinden (sağlamlık ve yüksekliğinden) ileri gelmektedir.
-
Bu nedenle, Türklerde, evvelâ itaat ve
sadakat duygusunu kırmak ve manevi bağlarını yok etmek,dini
metanetlerini zaafa (zayıflık-kuvvetsizlik) uğratmak icabeder. Bunun
da en kısa yolu, milli ve manevi ananelerine uymayan harici fikirler
ve davranışlara onları alıştırmaktır.
-
Türkler, dış yardımı reddederler;
Haysiyet duyguları buna manidir. Velev (hattâ isterlerse) ki, geçici
bir süre için zahiri (görünen) kuvvet verse de, Türkleri mutlaka dış
yardıma alıştırmalıdır.
-
Maneviyatları sarsıldığı gün,Türkleri
kendilerinden şeklen çok kudretli, kuvvetli, güçlü, kalabalık ve
zahiren hakim kudretler önünde zafere götüren asıl kudretleri
sarsılacak ve maddi vasıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkün
olabilecektir.
-
Bu sebeple, Osmanlı devleti’ni tasfiye
için mücerret olarak (yalnızca) harp meydanlarındaki zaferler kâfi
(yeterli) değildir, ve hattâ sadece bu yolda yürümek, Türklerin
haysiyet ve vakarını (ağırbaşlılığını) tahrik edeceğinden, hakikatlere
nüfuz etmelerine de sebep olabilir.
-
Yapılacak olan, Türklere hiçbir şey
hissettirmeden bünyelerindeki bu tahribatı, her ne pahasına olursa
olsun tamamlamaktır.”
- Patrik nam Papa’nın mektubu; İznik Konsüllerinin
aynı konuda aldıkları kararlar ile örtüşür ve yol gösterir
mahiyettedir. Bu mektup, kendini Bizans’ın hamisi sayan ve SSCB’ne
kadar Bizans bayrağını kullanan Çarlık Rusyasına ‘bahusus projeyi’
ilham eder. Proje, başta yakın akraba Fransa ve İngiltere olmak üzere
bütün Batı’ya açılır ve anlatılır. Kısa sürede, Osmanlı Devleti
üzerinde hesap ve husumet yüklü; Kin ve intikam ile kıvranan ülkelerce
benimsenir ve “tam bir gizlilikle” uygulamaya konulur.
-
Kurulan sinsi tuzak
yönünde ilk dış borç, aradan fazla bir süre geçmeden Fransa’dan
alınır. “Borç alan emir de alır” mantığı çerçevesinde sistematik
erozyona ilk adım atılır. Sonra, İstanbul ve diğer büyük merkezlere
misyoner olarak özel surette eğitilmiş Fransız dilberleri-kızları
‘mürebbiyeler’ gönderilir. Bu mürebbiyeler tarafından özenle
yetiştirilen Osmanlı ayân, eşraf ve geleceği parlak delikanlıları
eğitim için Paris ve Moskova’ya gönderilir. Burada beyinleri özenle
yıkanır.
-
Döndükleri zamansa
tahribat dahili tahribat başlar.
-
Ancak bu arada plân
farklı veçheleri ile de yürürlüktedir. Şöyle ki:
-
8 Şubat 1846’da
İstanbul’da bir Protestan Kilisesi kurulur. Bu kilise, havalide
faaliyet gösteren bütün ajan ve misyonerlerin üssü ve irtibat merkezi
haline getirilir. Derhal Tevrat ve İncil’in Türkçe’si ve Osmanlıda
yaşayan azınlık dillerine çevrim ve dağıtımına başlanır. Amaç:
Azınlıkları isyana hazırlamak, dil ve kültür yönünden motive ederek,
farklı bir kimlik ve isyana mütemayil kişilik kazandırmaktır.
-
11 Şubat 1876, İznik
Dünya Misyonerlik Merkezi; Türk ve Müslümanların yaşadığı bütün ülke
ve Osmanlı coğrafyasındaki halklara ulaşma, onları din, inanç, adet,
örf, gelenek, görenek ve kültürlerinden (törelerinden) uzaklaştırma,
Hıristiyanlaştırma ve en azından ateist ve paganlaştırma
(dinsizleştirme) konusunda “bütün gücü, imkânı ve varlığı ile hareket
etme ve faaliyet gösterme” kararı alır.
-
9 Şubat 1854,
Mısır’da en ehemniyetli-önemli ve en değerli misyonerlik okulları
“Kuzey Amerika Misyonerliği Federasyonu” tarafından kurulmaya
başlanır. Buna paralel olarak bölgede masonlaştırma (siyonist)
faaliyetlere hız verilir. Kahire’nin Orta Doğu Mason ve Misyoner
merkezi haline dönüştürülmesi amaçlanır. Kısa bir süre içinde
Osmanlı’nın Mısır Valisi de masonluğa intisap eder. Böylece,
Osmanlı’nın çürütülmesi ve çökertilmesinde rol alan şer ittifakları da
belirginleşmeye başlar.
-
Plân çok başarılıdır.
-
Bu arada projenin
Rusya (Çarlık) ayağı da boş durmamaktadır.
-
9 Şubat 1870
tarihinde, “Rusya steplerinde yaşayan Müslüman Türkleri dinlerinden
döndürmek, milliyetlerinden soğutmak ve Hıristiyanlaştırmak amacıyla
merkezi Moskova’da “Ortodoks Misyonerlik Derneği” kurulur. Bu dernek
tarafından 1908’e kadar 700 okul kurulmuş ve toplam 19.000 öğrenci
yetiştirilmiştir.
-
1897 yılına
gelindiğinde (27 Ocak / Osmanlı Haftası’nın birinci günü) İsviçre’nin
Bâl şehrinde “Birinci Dünya Siyonist Kongresi” toplandı. Sonuç
bildirisi ve alınan karar dehşet verici: “Asırlardan
beri Müslümanlığın büyük mevkiini işgal eden ve bilhassa Yahudilerin
üzerinde emeller ve ihtiraslar besledikleri ve adına arz-ı mev-ut
dedikleri mukaddes Filistin topraklarını elinde bulunduran
‘Türk-Osmanlı Devletini parçalamak ve Türk milletinin şeref ve
itibarını (Amerikalıların Kuzey Irak’ta yaptığı çuval hadisesi misâl)
pâyimal (ayak altında kalmış, mahvolmuş, telef olmuş, ezilmiş,
sürünmüş) ederek; Bütün dünyadaki Müslümanların gözünden düşürmek ve
böylelikle mukadder olan ‘Dünya Müslüman Birliği’ mefküresinin ne
pahasına olursa olsun gerçekleşmesini önlemek.”
-
Türk ve İslâm’a
yönelik süreç, içimizdeki nadir hainleri yetiştirmekle ünlü Robert
Kolej ile sürer gider. Bu alanda daha binlerce örnek vermek mümkündür.
Burada verdiğim örnekler çok ender işlenen ve açıklanan türdendir.
Zira, 1938’de vaki “Atatürk ilkeleri ve Türk İnkılâbına (Kemalizm’e)
mukabil” KARŞI DEVRİM kapsamında millet hafızasından kazınma
süreci başlatılınca bu bilgilerin büyük bir bölümü yok edilmiş; İnsan
hakları, adalet ahlâkı, objektif hukuk ve ATATÜRK’ ün en büyük hedefi
olan demokrasiye geçme projesi çerçevesinde yürüyen sürecin devamı
gerekirken, tam tersi yapılmış ve koyu bir diktatörlük ikame
edilmiştir. Bu tam da batının istediği ve beklediği (teşvik ederek
desteklediği) yoldur.
-
Günümüze intikal
süreç açısından bunun bir diğer anlamı da; (projeyi çok iyi bilen ve
başarı etkisini bizzat gören) Lord Kingros’un, İnönü’ye açıkladığı
vasiyeti gereği Lozan’ın intikamını almak ve ülkeyi Sevr şartlarına
dönüştürmektir. Bu çaba, büyük Atatürk’ün vefatı ile (bir üst
paragrafta açıklandığı biçimde) bir karşıdevrim olarak başlamış,
1950’ye kadar aralıksız sürmüş ve 10 yıllık bir kesintiden sonra
(gaflet, hıyanet ve dalaletle malul bir avuç darbeci sayesinde) 27
Mayıs 1960’dan itibaren yeniden yürürlüğe konulmuştur.
-
Projenin temelinde
kadrocular, bazı 150’likler, sol akımlar, Ermeniler, Rumlar, Yunan
asıllılar, dönmeler, devşirmeler, koministler gibi bölücü unsurlar ile
Atatürk’ün ülkemizden kovduğu Masonlar ve misyonerler vardır.
-
Üstüne üstlük bu
menfur faaliyet mihrakları zamanla, Türkiye’nin sabetaist bir devlet
felsefesini esas aldığını, Yahudi-İbrani ilkeleri üzerine kurulduğunu
ve Türk lâisizminin İslâm dışı ve İslâm’ı yok sayan bir sistem
olduğunu savunacak kadar da ileri gidebilmişlerdir.
-
Çabaları, özellikle
M.K.Atatürk’ün din karşıtı ve maddeci-materyalist olduğu yönünde
yoğunlaşmış ve menfur faaliyetleri bu miğfer etrafında odaklanmıştır.
Bunların ülkemiz ve milletimize verdiği zarar çok büyük boyutlardadır.
Özellikle, 1961’den itibaren hızlanan din ve vicdan hürriyetini
kısıtlama girişimleri bu ve benzer mihrakların işidir. İş bu makalede
işlenen ve açıklanan proje kapsamında faaliyet gösteren ve Atatürk’ün
‘dahili bedhahlar” olarak betimlediği çoğunluğu dönme ve devşirme
kesim budur.
-
Karakteristik
özellikleri: Hırsız, yolsuz, din istismarcısı ve bölücülük
biçimindedir.
-
Proje, tam anlamıyla
ve bütün yönleriyle gericidir. İrticai’dir. Fakat, özünde “Laiklik”
kavramı vardır. Maksat: Dinden, imandan uzaklaştırmak ya...
-
Bütün mensup ve
taraftarları son Osmanlı hükümeti gibi zayıf; Küresel emperyalizmin
emrinde ve hizmetinde hareket eden “maşalar, aç, açık ve muhtaç, zayıf
karakterli, yolsuzluğa meyyal, kimlik ve kişilik fukarası, milli ve
manevi değer yoksunu kişilerden müteşekkil yönetimlerin” özlemi
içindedir.
-
Tercih edilen format
ise; Misyonerlik, Masonluk, ateist ve pagan içerikli solculuktur.
-
Bu anlam, format ve
bağlamda istenen, arzu edilen ve uğruna çaba harcanan öyle maşa bir
hükümet ki; Dış borcu nimetten sayacak, yeniden kapitülasyon devrini
açacak, Türkiye’yi borçlandıracak, özelleştirme adı altında milli
servetleri yabancıların yararına sunacak, her türlü denetimi
kaldıracak, sol-ateist-pagan elit ve imtiyazlı sınıfı emperyalist ve
kapitalistlerle ortak edecek, ceplerine iki pasaport koyacak ve çifte
vatandaşlığın yolunu açarak “globalleşme ve küreselleşmeyi”
yabancıların Türkiye’yi sömürerek semirmesi esasına oturtacak…
-
Bunun için geleneksel
bürokrasiyi çökertmek, lâiklik kisvesi altında ve ‘Tevhid-i Tedrisat
Kanununa” aykırı olarak; Dini, Milli ve İlmi eğitimin bizzat devlet
tarafından ve tam bir denge ile uygulanmasını öngören emri yerine,
‘tam bir gericilik, yobazlık ve irtica’ ile insanları din, ilim ve
diyanetlerinden uzaklaştırmak, dini eğitim ve öğretimi olabildiğince
kısıtlamak, savsaklamak, bu alanda pekala başkaları tarafından
istismar ve suistimale müsait boşluklar yaratmak, milli değer ve
manevi mukaddesleri baltalamak, ahlâkı yozlaştırmak, ahlâksızlık,
sapıklık, iyilik ve insanlığı yok etmek; Böylece Türk milletini tarihi
onur, ilke ve erdemlerinden arındırıp, paraya tapan, aç gözlü, heves,
hırs, şehvet düşkünü ve ihtiraslarının zebunu olmuş zavallı, alçak
mahluklara dönüştürmek ana hedeftir.
-
Tıpkı, batılı
yöneticiler (yani kendileri) gibi…
-
Dahası,
dokunulmazlıklar ihdas ederek imtiyazlı sınıfı sürekli koruma altına
almak. Adalet ahlakı ve hakkaniyete dayalı “hukuk devletini” ortadan
kaldırarak, sosyal devleti, kapitalist ve emperyalist devlete
dönüştürmek suretiyle halkı “potansiyel müşteri” olarak gören, Atatürk
ve Türk inkılâbına aykırı yapılanmayı hayata geçirmek. Halkın yönetme
gücü, kuvvet ve kudreti, hükümetleri takip, kontrol ve denetimi
anlamına gelen “Kuvayi Milliye” ruhunu çökertmek; Dahası, Mustafa
Kemal ATATÜRK ve kurucu unsurun emanet ve vasiyeti olan: “Türk Demek:
Türkçe Düşünmek, Türkçe Konuşmak ve Türkçe Yaşamaktır. Ne Mutlu
Türk’üm Diyene” vecizesinin üst, ana ve esas bölümlerini sinsice
kaldırarak, sadece ve yalnızca “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” bölümünü
kurum ve kuruluşlara yazacak kadar kompleks içine düşmek. Türklüğü
anlamsız, belirsiz ve muğlak bir kavrama dönüştürmek.
Daha da ileri giderek; “Her insan bir devlettir”, “Devlet insan için
vardır”,“İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın” ve “Zulüm abâd etmez insanı,
ilim abâd eder” ilkelerini yaşam boyutundan kaldırarak; Devleti Milli
hedefler ile varlık nedenlerinin dışına çıkartmak. Doğal olarak
sonuçta: Globalizm ve küreselleşmeyi, Türk insanı ile bütün masum ve
mazlum (az gelişmiş) ülkelerin müşterek çıkarlarına kullanmak varken,
tam tersine bir yol izleyerek; Milli Şair Mehmet Akif Ersoy’un seksen
sene önce teşhis ve ilân ettiği “tek dişi kalmış canavar” lara ülkeyi
ve insanı peşkeş çekmek..
-
Bu psikolojik savaş
ve provokatif ajitasyon sonucu geldiğimiz nokta içler acısıdır.
-
Günümüz genç neslinin
olayı daha iyi anlayabilmesi için, döneme ve 1938’ den sonra başlayan
kısır döngüye ilişkin şöyle bir örnekle devam etmek istiyorum.
-
Konu Türkiye.
-
Yıl : 2005
-
Konuşan ise; 1957'de
genç bir uzman olarak (bu günkü AB’nin temel taşı olan) Roma
anlaşmasının raporlarını düzenlemiş, Avrupa üniversitelerinin birinde
Jean Monnet enstitüsünü kurup, yüzlerce diplomat, bakan, siyasetçi
yetiştirmiş, Türkleri seven, Türk dostu, Türkiye'yi yakından izlemiş
hayli yaşlı bir Fransız akademisyen.
- Bakınız, 2006
dönemi Türkiye’si için ne diyor:
-
"Her şeyden önce, Türkiye bir "Maskeli
Balodadır". (Bu maskeli balo, Cumhuriyet tarihinin en büyük kırılma
hareketi olan 27 Mayıs 1960 günü başlamıştır) Evet, maalesef bir
maskeli baloda...Bu güne (2006’ya) kadar ünlü bir Türk diplomata
rastlamadım. Yunanlıların nüfusu az ama, önemli olan kemiyet değil,
keyfiyettir. Yunanlı diplomatlar her kapıda, her kurumda, her an
karşınızdadırlar. Türkiye bu nüfusuna rağmen diplomat
yetiştirememiştir. Diplomaside yoklar. Zaten, kendi tapusunu
okuyamayan hariciyeci, diplomat, uzman olur mu? Yunanlılar Antik Yunan
belgeleri dahil hepsini okuyabildikleri gibi, hepsinin
arşivlerini ezbere biliriler. Eski, Antik Yunanla bugünkü
Yunanlıların ne ilgisi olduğu hep tartışılır ama dünyayı böyle
inandırmışlar ve kandırmışlardır.”
-
"Osmanlıca bilmeyen diplomat olur mu? Osmanlıca diyorum, zira,
Doğu'dan Batı'ya
- bütün devletlerin arşivlerinde Osmanlıca belgeler
var. Türklerin Kıbrıs'taki, Balkanlardaki, Yunanistan'daki, her
yerdeki tapuları da Osmanlıca; Türk diplomatlar bunları
okuyamıyorlar. Türk diplomatlarında milli tarih şuuru yok. Büyük bir
imparatorluğun belgeleri bir zamanlar vaktiyle Bulgaristan dan,
Rumeli'den Türkiye'ye göç etmiş ve Osmanlıca bilen berber, emekli
öğretmen, sıhhiye memurlarına tercüme ettirildi. Çok önemli arşiv
belgelerini bunlar, tercüme ettirdiler... Halbuki o belgelerde,
en azından tapularda farklı bir hukuk terminoloji vardı.”
-
"Cumhuriyet kurulalı seksen yılı geçmiş; nüfusu belki yakında seksen
milyonu geçecek bir Türkiye'nin bugün için en az 500-600 milyar dolar
ihracatı, 600 adet dünyaca tanınmış diplomatı, üç tarafı
denizlerle çevrili bu ülkenin en az 600 adet uluslararası balıkçı
şirketi, deniz nakliyat şirketi, petrol arama şirketi,vs.’si
olmalıydı... Yunanlılar savaşarak değil, diplomasiyle dünyayı ikna
ediyorlar. "Megalo idea" larından, yani milli ideallerinden asla
vazgeçmezler. Eski Bizansı almak, İyonyayı, Karadeniz’i geri almak
peşindeler. Kıbrıs'ı bir Rum adası, Türkleri azınlık kabul etmekteler
ve dünyaya bunu inandırmışlardır. Bunu Mösyö Denktaş iyi biliyordu ve
yıllarca Kıbrıs elden gitmesin diye görüşmeleri elinden geldiğince
baltalıyordu. Bunu bilerek ve inanarak yapıyordu. Gerçek ve samimi bir
Türk olarak direniyordu. Görüşme masalarının arkasından nelerin
gelebileceğini çok iyi hesaplıyor ve biliyordu. Ancak, 1999'da
Yunanistan'ın çabalarıyla Türkiye Helsinki'de AB ringine çekildi.
Hakemler de ayarlanmıştı. Helsinki de AB Türkiye'yi döverek ve
hırpalayarak zafer elde etmeyi planlamıştı..." (Muhtemelen değişim ve
dönüşüm plânının bilincinde olan Jean Monnet, ya bilerek veya kasıtlı
olarak 1960 öncesini atlamaktadır.)
-
Oysa, 1950-1960 dönemi Türkiye’si bu makus talihi kırmış ve kendinden
önce yaratılan kâbusları aşmıştı. Dış politikada, Lozan Antlaşmasını
bile delmeye muktedir ve Kıbrıs konusunda Türkiye aleyhine olan
hükümleri rafa kaldıran bir Fatin Rüştü ZORLU; Maliye Bakanlığında
milleti çarıktan kurtaran, işsizliği-yoksulluğu yenen, refahı tabana
yayan ve ülkeyi bugünlere taşıyan büyük atılım ve yatırımları hayata
geçiren Hasan POLATKAN ve Başbakanlıkta “onurlu, sorumlu, yüreği
vatan, millet ve insanlık davasına sevdalı, hakkaniyet ve adalete,
hukuka, Atatürk’ün ilke ve Türk İnkılâplarına yürekten bağlı, sahip ve
saygılı; Gerektiğinde Türk Ulusunun menfaatleri için dünyaya meydan
okumaktan kaçınmayan, günde 12 saat millet için çalışan, AET/AT’a
tıpkı Mustafa Kemal ATATÜRK gibi ‘ısrarlı davete’ ağırlıklı pazarlılar
ve önkoşullar ileri sürerek ilk defa başvuran” bütün dünyanın gıpta
ile baktığı, örnek aldığı büyük devlet adamı Adnan MENDERES vardı.
-
Günün Türkiye vizyonu
Jean Monnet’in hayâl bile edemeyeceği boyutlarda idi.
-
Eğer, menfur darbe
olmasa idi, bugün Allah bilir Türkiye nerelerde olurdu.
-
Şimdi gelelim olayın
çok farklı ve kritik bir boyutuna. Konu özelleştirme. 1870-1908 arası
Osmanlı’nın yıkımına ve 20.500.000 km2’den 775.000 km2’ye
düşme/küçülme, başlıca parçalanma nedenine. Bunun güncel adı
“özelleştirme”, tarihi ve gerçek anlatım-ifade biçimi ise
“kapitülâsyonlar” dır. Kapitülâsyonlar Türk milleti, Türk istiklâli ve
Türk istikbalinin kara talihi ve karakura gibi üzerimize çöken
kâbusudur.
-
Tarihi ders ve
maliyeti-ağır bedeli kanla, canla ödenen ibrete istinaden burada şunu
söylemek gerek: “Özelleştirme iktisadi hayatın ve ekonomi biliminin
doğal bir gereğidir. Şu kadar ki; Milletin malı yine millete ve
milletin namuslu, dürüst, şerefli ve onurlu tüccarına, esnaf,
işletmeci ve sanayicisine satılır. Damarlarında Türk kanı akan hiçbir
kişi ve yönetim yabancıya “kalıcı ve tapulu” mülk satmaz. Satamaz.
Türk, kapitalist ve emperyalist küresel sermayenin oyununa gelmez.
Gelemez. Mutlak mütekabiliyet ve alım gücüne (denge) dayalı ticaret
müstesnadır. Bu da milli menfaatler esas ve halkın yaşam (tabana
yayılı refah) düzeyi baz alınarak yapılabilir. Hayatı ucuzlatmayan ve
namuslu-dürüst rekabet ilkelerine uymayan bir özelleştirme programı
ise vatana ihanetle birdir.” Yani: Türk İnkılabı’nın özelleştirme
konusunda mutlak emir ve ilkesi olan, “Özelleştirilmesi gereken temel
kurumları öncelikle çalışanlarına, sonra Türk müteşebbislerine ve Türk
halkına devir ve temlik etme” ilkesinden saparak; Mustafa Kemal
ATATÜRK’ ün, “Efendiler, görülüyor ki bu kadar kesin ve yüksek
zaferden sonra bile, bizi barışa kavuşturmaktan engelleyen nedenler,
doğrudan doğruya ekonomik nedenlerdir. Çünkü bu devlet, bu ulus,
ekonomik egemenliğini sağlarsa, o kadar ileri, güçlü bir temel üzerine
yerleşmiş ve gelişmeye başlamış olacaktır ki, artık bunu yerinden
oynatmak mümkün olamayacaktır. İşte, (dahili ve harici)
düşmanlarımızın bir türlü rıza gösteremedikleri, onaylayamadıkları
budur.” (M. Kemal Atatürk, 17 Mart 1923) Emir ve ilkesini kaale
almayacak kadar onursuz ve şuursuz yöneticiler ile gaflet ve dalâlet
içindeki yönetimler, bilerek veya bilmeyerek büyük felaketlerin sebep
ve hikmeti olabilmektedirler. Burada, milli iktisat şuuruna ermek
gerekir.
-
3 Mart 1933 tarih ve
2262 Sayılı Sümerbank Kanunu çıkartıldığında ise, özelleştirme
konusunda ebedi örnek ve amir bir hüküm olan 11. madde “... hisse
senetlerinin kısmen veya tamamen Türk kişi ve kuruluşlarına
satılması..” kuralını unutacak kadar gafil; Ve yine: “..artık durumu
düzeltmek, hayat bulmak, insan olmak için; Mutlaka Avrupa’ dan nasihat
almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine uygun yürütmek, bütün
dersleri Avrupa’dan almak gibi, bir takım zihniyetler ortaya çıktı.
Oysa, ‘Hangi bağımsızlık vardır ki, yabancıların nasihatlarıyla,
planlarıyla yükselebilsin !’ Tarih, böyle bir olay kaydetmemiştir.”
(M. Kemal ATATÜRK, TBMM, 6 Mart 1922) Emrine uymayacak kadar hain
olabilsin !..
-
Milli devlet
ilkesinin temel emir ve hükümlerine mukabil; Soygun-vurgun,
sahtecilik, üç kâğıtçılık, yalan-dolan ve talanı kolaylaştırsın.
Adalet ahlakı ve tam bir faziletle halka hizmet etmekle memur ve
mükellef, görevli kadroları kaçakçı, soyguncu ve hortumculardan
anarşist ve teröristler oluştursun. Suçluya karşı müsamahakar, mağdur
ve mazluma karşı kayıtsız olabilsin. Bu fiiller AB güdümünde yürüyen
yönetimlerin eseridir.
-
Bunun idrakinde olan
bir hükümetin derhal AB ile (katılım süreci bağlamında) bütün
ilişkileri kesmesi ve 1959’da imza olunan “ekonomik işbirliği”
(AT/AET) sürecine dönmesi artık olmazsa olmaz bir zorunluluk haline
gelmiştir.
-
Devam eden süreç
Türkiye’nin ve Türk halkının aleyhine işlemekte ve maalesef tarih
tekerrür etmektedir. Akil insanlar ve namuslu yöneticiler tekerrüre
müsaade etmezler.
-
Ekonomik suça,
ekonomik ceza, ticari sır, geniş kapsamlı devlet sırrı (!?) gibi
çağdışı ve insanlığa aykırı usul, esas ve kavramları yerleştirerek,
gasp, irtikap, sahtecilik ve her türlü yolsuzluk ile hortumculuğu
teşvik ederek uygun ortamı yaratsın. Böylece, üretim ekonomisini
rantiyeciliğe iblâğ etsin. Batının amacı bu. Peki araçlar nedir.
-
Araçlardan birincisi
demokrasiyi yozlaştırmak. İnsan hakları kavramını ayrılıkçı, bölücü ve
terörist gruplara nimet olarak sunmak. Diğer taraftan da, gerçek
anlamda üreten vatandaşı pahalılık, enflâsyon, deflâsyon, faiz, yüksek
(haksız) ve dolaylı vergi, harç (haraç) düşük maaş ve maaşlar arasında
eşitsizlik, dengesizlik ve adaletsizlik kıskacına alarak, yokluk,
yoksulluk, fakirlik ve cehaleti körüklemek. İnsanları ezmek.
Kişiliksizleştirmek. Güven ve kimlik bunalımına sokmak. Yapay olarak
yaratılan bunalımları desteklemek ve derinleştirmek için ara da bir
kriz yaratmak.
-
Buna mukabil AB ve
ABD biz ve bizim gibi ülkelerden sağladığı rantla kendi halkının refah
düzeyini, yaşam kalite ve standardını yükseltmekte; Kendi iç yapısında
milliyetçiliği olabildiğince tahkim etmekte (bazı ultra zenginler
yaratmanın yanı sıra) kendi halkının refah ve saadetini öncelikle
düşünmektedir.
-
Menfur plân ve
küresel sermaye tarafından oluşturulan bu kıskaç içinde vatandaşı
“ADALET’ mi, GÜVENLİK’ mi” gibi, aldatıcı, alçaltıcı ve yanıltıcı bir
tercihe zorlamak. Açlık ve yoklukla korkutarak AB kapılarında
pineklemeye mahkum etmek. Adaleti, sözde güvenlik uğruna (bilerek ve
isteyerek) feda etmek. İç politikada; Temsilde Adalet, Siyasette
İstikrar aldatmacası ile demokrasiyi dışlamak... “Halka rağmen, halka
hizmet” söylemi gibi çok sakat, insanlık, ahlak, demokrasi ve hukuk
dışı bir anlayışı inatla, ısrarla dayatmak. Zengini daha zengin,
fakiri daha fakir yapma pahasına çıkar peşinde koşmak...
-
İşte bunlar, harici
bedhahların, dahili bedhahlar yoluyla vaki icraatlarıdır.
-
Yürüyen ‘dönüşüm
projesinin’ tezahür biçimidir. Dahası var...
-
Yozlaşmayı sürekli
kılmak, milleti (art niyetli veya bilgisiz,beceriksiz,vizyonsuz)
kalitesiz, karizmasız, milli ve manevi değer, ilke ve erdemlerden
uzak, siyasi iktidar ve hükümetlere bağımlı hale getirmek içinse; Bir
taraftan genel aflar, vergi afları ve disiplin afları çıkartmak, borç
silmek, diğer taraftan “nâmerde muhtaç hale getirilen” memur ve
emeklilere adalet ve hakkaniyet ilkelerine bütünüyle aykırı zamlar
yapmak.
- Bütün bunlar projenin çok iyi yürüdüğü ve pek
ustaca yürütüldüğünü gösterir. Yürütenler ise, artık kurumlara
girmişler, atanmışlar, seçilmişler ve aklın alamayacağı yerlere kadar
yükselmişlerdir. Bunlar, devletten en yüksek maaşı alırlar. Hiçbir
hukuk devletinde kimseye nasip olmayan ayrıcalık ve imtiyazlardan
yararlanır, üstelik, insan hakları, adalet ve hukuka temelden aykırı
imtiyaz ve “dokunulmazlıkları” vardır. Emeklilikleri de ayrıcalıklı ve
imtiyazlıdır. Kimisi emekli olduktan sonra bile çeşitli vakıf, kurum
ve kuruluşlardan ayda 35 milyar TL’ye varan maaşlar edinir. Fiilen
çalışanlar arasında maaşı 100 milyar TL’yi aşanları da vardır. Yasa
ile kurulu Sendika, Vakıf, Oda, Banka ve Borsalarda ayrı bir saltanat
hüküm sürer. Bunların çoğu “sarı” sömürü unsurudur. Bir de bunlara
sivil toplum kuruluşu derler. Oysa, halka rağmen kanun gücüyle halkı
sömüren hiçbir kurumun STK özelliği yoktur. Şimdi düşünün bir kere; Türkiye, demokratik,
lâik, eşitlik ilkesine dayalı bir sosyal adalet ve hukuk devleti değil
midir ? Cumhuriyetin temel ilkesi de, Büyük ATATÜRK’ ün tam bir
isabetle açıkladığı ve halka “rejimin teminatı” olarak sunduğu
“Cumhuriyet Fazilettir” tanımı, nasıl bir manâ, muhteva ve garantiyi
şamildir. Elbette ki; Başta Mustafa Kemâl ve kurucu unsur “Demokrasi
ile mündemiç, namuslu, ilkeli, onurlu, sorumlu, sosyal ve şeffaf, yani
halkçı bir rejim” bağlamında yeni TÜRKİYE’ yi Cumhuriyet ile
taçlandırmışlardır. Diğer bir anlamda Cumhuriyet, “dünyada
emperyalizme karşı kazanılan ilk ve en büyük zafer olan ‘İSTİKLÂL
SAVAŞI’ nın mükâfatıdır.
-
Yeni devletin ve genç
cumhuriyetin hukuku buna göre tertip ve tanzim olunmuştur. Başta 1924
Kanunu Esasisi olmak üzere 1928, 1961 ve 1980 dahil bütün TC
anayasaları “mutlak EŞİTLİK ve ADALET” ilkesi üzerine kuruludur.
Gerçek anlamı itibarıyla Türk idare sistemi “insan-halk odaklıdır,
yani devlet halk için vardır” Halk devlet için değil !..
-
Bakınız; en son
Anayasanın, “değişmez, değiştirilemez ve değiştirilmesi dahi teklif
olunamaz” kaydını havi başlangıç ilkeleri ne demektedir:
-
“Türk vatanı ve
Milleti’nin ebedi varlığını ve Yüce Türk Devleti’nin bölünmez
bütünlüğünü belirleyen bu Anayasa, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu,
ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği ‘MİLLİYETÇİLİK’
(!?) anlayışı ve O’ nun inkılâp ve ilkeleri doğrultusunda;
-
Dünya milletleri
ailesinin EŞİT HAKLARA SAHİP şerefli bir üyesi olarak, Türkiye
Cumhuriyeti’nin ebedi varlığı, REFAHI, maddi ve manevi mutluluğu ile
çağdaş medeniyet düzeyine ulaşma azmi yönünde;
-
Millet iradesinin
mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milleti’ne ait
olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve
kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun
icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı; (Öyle ise,
Anayasanın amir hükmüne rağmen AB’ye katılım konusu bu güne kadar
neden millete hiç sorulmadı ? Diğer demokratik hukuk devletleri ve
medeni milletler gibi REFERANDUMA neden gidilmedi. Bizi yönetenler
arasında bu güne kadar hiç mi adalet ve hukuka saygılı, Anayasayı
okumuş ve ‘uygulamak zorunda olduğunun bilincini’ taşıyan yönetici
olmadı ?)
-
Sarahaten belirtilmiş
ilkeler ve amir hükümlerdir. Bir’de 10. maddeye bakalım: Hiçbir
kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz” Şimdi “ADALELET
ve KALKINMA (!?) partisi hükümetine sorarlar:
-
- NEDEN BU ANAYASA
UYGULANMIYOR ?.. ORTADA BİR KASIT’MI VAR ?
-
Ve neden ? bütün
foyası ve art niyeti ortaya çıkan AB sürecinde ısrar ediliyor ?
-
Bilinen ve yaşanan,
apaçık görülen bütün gerçeklere rağmen bu inat niye ?
-
Ülkenin insanı,
canı-kanı, Mehmetçiği, gerçek değeri, değer üreten ve değerleri canı
pahasına koruyanları fakrü zaruret içindedir. Evine ekmek götüremez.
Çocuğunun cebine okul harçlığı koyamaz. Eşine mahçuptur, akrabasına,
dostuna boynu bükük. Evinde en az iki işsiz vardır. Yıl sonunda aldığı
artış, otobüs zammına bile yetmez. Çoğu yol parası bile bulamaz.
Evinde hapis veya mahalle kaldırımlarında gezmeye mahkumdur. Gâvur
dediğimizin emeklisi bile dünya turuna çıkar, dolaşır. Bizimki
hastalıkla, yoklukla, yoksullukla, işsizlikle boğuşur. Eziktir.
Istıraplıdır. Çilelidir.
-
On bin yıllık büyük
Türk medeniyetinin ve “İnsan Odaklı” cumhuriyetin amacı ve sonucu bu
mu ? Seksen yıldır bu netice için mi katlandı koca millet, bunca
sıkıntıya !..
-
Ya, onu bu hale
getiren diğerleri !...Neden ? bir türlü Hukuk Devleti olunamaz? Ülkede
Adalet ahlakı uygulanamaz. Dengeler kurulamaz ve adaletle korunamaz ?
Hukukun olmazsa olmaz üstünlüğü neden evrensel gerçeklerle
örtüştürülmez, bütünleştirilmez.
-
Onlar (devleti
soyanlar, büyük ölçekte yolsuzluk ve hırsızlık yapanlar) hem ulusal ve
hem de uluslar arası kaynaklardan domuz gibi beslenirler.
Yararlanırlar. Yedikleri önlerinde, yemedikleri arkalarındadır.
Bunların ‘üretme’ diye bir marifetleri ve kaygıları yoktur. Sadece
‘tüketmeyi’ severler. Bütün işleri kaçak, kayıt ve kapsam dışıdır.
Sonunda, bilerek veya bilmeyerek (gaflet ve dalâletle) devleti’ de
tüketmeye doğru giderler.
-
Çünkü, batının menfur
plânı bu menfur programı önlerine koymuştur.
-
Dönmeler,
devşirmeler, dahili bedhahlar ve sabetaistler bu programa göre
yürürler.
-
İkincisi, memuru
rüşvet almaya, halkı da rüşvet vermeye zorlamak, alıştırmak.
Geleneksel kamu ahlâkını bozmak. Dengeleri derinden sarsmak. Doğal
stabilizatörleri bilerek, alçakça yok etmek. Bilinçli, duyarlı ve
sorumlu memur ve vatandaş yerine, ‘emir kulu’ prototipler yaratarak;
Türk milletinin asil karakterinde var olan “sadece ve yalnızca Allah’a
kul olmak” fikrine dayalı “özgür bireyi” yok etmek. Özgür bireyi
yaratma adına insanı ve insanlığı yok etme, kişiyi yalnızlaştırma
stratejisini uygulamak. Pervasızca uygulatmak. Tıpkı Amerika’nın
‘demokrasi ve insan hakları adına’ yaptığı gibi; Özgürleşme,
demokratikleşme ve modernleşme adına bütün bu inanç ve öz değerleri
kaldırmak. Esas olarak da: Türk kimliğini, kişiliğini ve yükselen
değerlerini yok etmek.
-
Aslında bu, Türkiye
üzerinde giderek yoğunlaşan ‘psikolojik savaşın ve malum değişim,
dönüşüm projesinin muhtelif vetireleri ile güncelleşmiş
versiyonlarından başka bir şey değildir. Aldatan put, proje gereği
hükmünü icra etmektedir. İçerde bol taraftar bulmuştur. Dönmesi,
devşirmesi, haini, zalimi; Türk’ün ekmeğini yiyip düşmanın kılıcını
çalmak için adeta kuyruktadır. Bu ve benzeri hainlerin hesabı dahi
yapılamamaktadır.
-
Ancak, AET/AT’ ın
“ekonomik, endüstriyel, bilimsel ve teknolojik” bağlamda devlet
politikası olarak kabul edildiği 31 Temmuz 1959 gününden 1963 tarihli
Ankara Antlaşmasına kadar (27 Mayıs 1960 darbesi nedeniyle) çok şey
değişti.
-
Dönemin “devlet
politikası” Başbakan Adnan MENDERES’ in, 1957’de kurulan AET (Avrupa
Ekonomik Topluluğu), daha açık bir söylem ve resmi ifade ile “Ortak
Pazar”a, yoğun istek, ağırlıklı talep ve ısrarlar sonucu ilk resmi
başvuruda bulunduğu gün; “Biz, Büyük Önder ATATÜRK’ ün daha 9 Şubat
1934 de, Avrupa da mutlaka bir birlik tesis olunacağını işaret ederek
nadir bir basiret örneği verdiği ‘bu hedefi’ esas ve baz alarak
başvurumuzu yapıyoruz” şeklindeki açıklama istikametinde başlar. Yani,
devlet politikası asla siyasi, sosyal, medeni ve kültürel kapsamı haiz
değildir. Sadece ve yalnızca karşılıklı menfaatler doğrultusunda
iktisadi işbirliği, teknolojik değişim ve ticaret söz konusudur. Bunun
dışında, iç işlerimize müdahale / karışma anlamına gelecek, istiklâl
ve tam bağımsızlığımızı ilzam edecek hiçbir şey kabul ve asla tasvip
edilemez.
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
20 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
BEŞİNCİ CUMHURİYETİN AYAK SESLERİ
|
-
-
Bir şafaktan, bir şafağa;
“Karanlık gecelerin nurlu sabahına doğru..”
-
Yaklaşık 17 bin yıldır Anayurt
Anadolu’yu mesken tutan aziz, kadim ve necip milletimizin
tarih boyunca, yan yana yahut da peş peşe kurduğu (bilinen ve
belli olan) 101 devlet ve 16 İmparatorluk sürecinde;,
Defalarca, adına “son” denilen ve fakat her biri aslına rûcu,
mazarrattan arınma,dâhili bedhahlardan ayıklanma anlamına
gelen ileri ufuklara açılım; Yeni başlangıç, büyük oluşum ve
nice, birbirinden sancılı kutlu doğumlar yaşanmıştır. Ki bu,
insanlığın adalet ve uygarlık tarihini inşa, inkişaf ve
inkılâp tarihinin destansı sürecidir.
-
Kadim hatıratlarda bu
vakıalara: “Karanlık gecelerin nurlu sabahı” denilir.
-
Hattâ 1700’den itibaren
“küresel adalet, evrensel barış ve hukuk”un yaşam biçimi
olmaktan çıkartılması nedeniyle, sadece duraklama, gerileme ve
yıkılış dönemi toplamı 223 yıl süren son “Türk-İslâm
İmparatorluğu” Osmanlı Devletine nazaran; Henüz 90 yıllık genç
TC bünyesinde; Mâkus talih, dâhili ve harici bedhah iştirakli
karanlık ve kâbus biçiminde cereyan eden; Yeniden
yapılandırma, değiştirme, dönüştürme kalkışmaları” mevcudu;
Hiçbir tarihi, zorunlu ve tabii neden olmaksızın “şark
meselesi, güdüm ve menfur emeller gereği” alçakça yıkıp,
yeniden ve “sözde Cumhuriyet oluşturma” kalkışmaları defalarca
yaşandı.
- Kısaca “Milli Devleti ilga, Türk Milleti’ne ihanet ve
Cumhuriyeti dış güdümlü sömürgecilikle ikame” kalkışmalarının
“karşı devrim” niteliği arz eden ilki: 11 Kasım 1938 ve
ikincisi: “ihanete tam teşebbüs” de diyebileceğimiz: 27 Mayıs
1960’dır. Buna mukabil; Milletin “mezalime reddiye, misak-ı
milliye uyanış, manevi diriliş ve doğal korunma içgüdüsü” nün
doğal sonucu olarak vukua gelip hayat bulan: “Dörtlü Takrir”
Manifestosu ve 07 Ocak 1946’da şahlanan, kadim Demokrat Parti
halk hareketinin 14 Mayıs 1950 günlü “Beyaz İhtilâl”i ise;
Atatürk ilkeleri ve Türk İnkılâbının zaferidir.
-
Bu zafer zulme karşı
kazanılmıştır. Ata-Türk, Türk Milleti ve İslâm ümmetine ihanet
eden hain İsmet İnönü’dür. O ki; Atatürk’ün (katledilerek)
vefatı üzerinden bir gün bile geçmeden, Meclisi tanklarla
çevirtip kendisini Cumhurbaşkanı ilân ettirerek; Milli Şef ve
sözde “cumhuriyet halk partisi’nin” ebedi başkanı sıfatlarının
kullanarak 11 Kasım 1938’de diktatörlük ihtirasını hayata
geçirmiş bir halk düşmanıdır. Gerici, solcu, goşist,
emperyalist ve yobazlar bu kalkışmaya “karşı devrim” adını
yakıştırır!.
-
Buna göre: Birinci Cumhuriyet,
Milli Mücadele zaferi ile taçlanan 1923 - 1938 dönemi; İkinci
Cumhuriyet, 11 Kasım 1938 kalkışması ile başlayan 1938 - 1950
dönemi; Üçüncü Cumhuriyet, 14 Mayıs, “Milli Demokrasi” Bayramı
olup; 27 Mayıs 1960 isyanına kadar süren Asr-ı Saadet
dönemidir. Şu içinde bulunduğumuz idare Dördüncü Cumhuriyet
olmaktadır. 27 Mayıs’la başlayan dördüncü Cumhuriyet; 12 Mart,
12 Eylül, 28 Şubat ve sair “ayarlama ve düzenlemelerle”
devleti bu siyasi zaaf, hafıza kaybı, milli, ilmî ve manevi
değerler erozyonunun zirve yaptığı uçurumuna kadar
sürüklemiştir…
- Kısa bir analiz yapacak olursak:, 11 Kasım ile 27
Mayıs’ın; Ata-Türk ilkeleri, Türk inkılâbı ve Milli Mücadele
ruhuna “karşı devrim” kindarlığı ile tam bir ihanet, hedef ve
amaç birliği içinde olduğunu; 14 Mayıs “Beyaz İhtilâl” halk
hareketinin ise: Milli Mücadele, Milli Devlet, Türk İnkılâbı
ve Kurucu Cumhuriyet’in nezih temelleri üzerinde;
Birleştirici, barıştırıcı, tamamlayıcı ve bütünleyici bir
siyasi denge unsuru (stabilizatör) sıfatıyla yükseldiğini
iftiharla görürüz...
-
Sürecin ispatı ve gerçekliği:
Büyük oyun’un bekraund’u olan 28 Şubat dava sürecine start
verilmesine karşın; Dönemin hırsızlık, yolsuzluk, gasp,
irtikap ve talanına ait milyarlarca dolar devlet alacağının
peşine düşülmemesi; Çok gerekli ve zorunlu olmasına rağmen,
henüz 11 Kasım 1938’in gündeme bile taşınmaması, 27 Mayıs 1960
isyan davalarının başlatılmamış olmasıdır. İşte bu cihetle;
İçinde bulunduğumuz evre, adeta, ‘ihtiyar Osmanlı’nın, genç
Türk Cumhuriyetinde kastı mahsusla, düşmanca tekrarlanmak
istenen, kin ve intikam hezeyanlarını hatırlatmaktadır ki; Bu
“nurlu sabahlara doğru” bir yöneliştir..
- BİR TESPİT VE TEŞHİSLE..
-
Özgür Gündem Grubunda bir
mesaj yayınlayan değerli ilim, tarih ve düşünce adamı Osman
Akgün; “İmralı süreci, bir ABD İsrail şantaj ve tehdit
sürecidir. Arkalarında bol miktarda suç dosyaları, suç
kanıtları ve kanunsuzluklar bırakarak yükselenler, şimdi bu
hatalarını Türk milletine ödetmeye; Sadece kendilerini
kurtarmak için koca bir milleti parçalamaya ve tarihten
silecek adımlar atmaya kalkıyorlar…
-
Şundan, kesinlikle eminim ki,
bunu yapmaya ömürleri yetmeyecek. “Yeşil kâğıda güvenerek Orta
Doğuda at oynatanlar da en kısa sürede, o yeşil dolarların
ellerinde patlaması ile perişan olup gidecekler” diyorum ve
İran’ın nükleer bombasını yapmasını, Çin'in doları dolaşımdan
kaldırmasını sabırsızlıkla bekliyorum. Az kaldı sabredin!..”
- TÜRK MİLLETİNE ÇAĞRI
-
Beşinci Cumhuriyet’in ayak
sesleri; Bilumum insan hakları, eşitlik, adalet ve hukuka
aykırı açılımlar, yeni (sözde sivil) anayasa ve torbalar
dolusu yasa düzenlemeleri ile sistemin objektif ve reel
geleneksel yapısını temelden sarmaya matuf teşebbüslerle.;
Üç’ü parlamento içinde temsilci sahibi olmak üzere, toplam: 71
partiden oluşan muhalefetin gaflet, dalâlet ve Türk Milleti’ne
hıyaneti sayesinde ağır, ağır geliyor. Oysa vatan, toprak ve
bayrağın hakiki sahipleri; “Devletin Sakinleri” değil,
“Türkiye Cumhuriyeti’nin Gerçek Sahipleri” Aziz ve necip Türk
Milleti’nin, bu vesileyle yüksek vicdanına sesleniyor ve
ilgilileri uyarıyorum!
- 1. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu ve
sahibi olan Türk Milleti’nin adı, vatandaşlık tarifinden,
Kanunlar ve Anayasa’dan asla çıkartılamaz,
çıkartılmamalıdır!..
- 2. Devletimizin eşit, onurlu, şerefli, tamamı
1. sınıf üyeleri olan aziz vatandaşlarımız, ırk, din ve
mezheplere ayrıştırılamaz. TC’nin asli ve kurucu unsuru
Müslümanlar; Tali unsur ve azınlıkları: Müslüman olmayan
vatandaşlardır. Ancak; Türk Medeni Kanunu ve Anayasa
karşısında bütün vatandaşlar eşittir. ATA-TÜRK döneminde vaki
müracaatla tüm azınlıklar bu hususu kabul ve Cemiyet-i Akvam
da tescil etmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla, dünyanın en uygar
ülkesi Türkiye Cumhuriyetinde azınlık ve ayrıcalıktan söz
edilemez…
- 3. Türk
Milleti’nin Anadolu’da 17 bin yıldır kesintisiz olarak devam
eden varlığı ve 7000 yıllık (doğrudan ve dolaylı) egemenliği;
Emperyalist güçler dayatıyor ve vahşi batı nam kalleş AB
istiyor diye, hile, desise, oyun ve düzenle yok edilemez.
Türkiye Cumhuriyeti üniter değil “Milli ve
mütesanit” bir devlettir. Bunun böylece sürdürülmesi
gerekir.
-
4. Başta Avrupa (AB) ve Amerika olmak üzere, bütün dünya
devletlerinin “tek resmi dil” esasına dayalı dil birliğine
gider.; Rusya Federasyonunun Özerk Cumhuriyetlerinde “ana dil”
resmi dil ve eğitim dili bile olamaz; Esir (azınlık)
olmalarına rağmen Çin Uygur bölgesi, Batı Trakya ve
Bulgaristan’da Türkçe eğitim yapılamaz, AB’de resmi dil
dışında ana dil bile konuşulamazken; Türkiye Cumhuriyeti'nde,
Türkçeden başkaca bir dil, "resmi dil ve eğitim dili" olarak,
asla ve kesinlikle ikame edilemez ve kullandırılamaz. Bu dünya
gerçekleri, bilim, adalet ve evrensel hukuka bütünüyle aykırı;
Gericilik, yobazlık, bölücülük ve çağ dışılıktır.
- Bütün Türk’ler, bu aşamada şu iki gerçeği çok
iyi bilmelidir:
- 1. Ayrılıkçı isyan hareketini sürdüren (siyaseten BDP
tarafından desteklenen) eşkıya başı Abdullah Öc alan'ın (Artin
Agopyan) 1996 da Grek TV ile yaptığı ibret verici söyleşisini
şu linkten: http://www.youtube.com/watch?v=M9knlpssYR0
izleyebilirsiniz. Türkiye'nin geleceğini, Türk Anayasasının
nasıl olacağını böyle biriyle pazarlık yapan politik acı’lar
Türk Devletinin koruyucusu olabilirler mi?.. Ermeni asıllı
olduğu için Kürtçe bilmeyen, bu nedenle kötü bir doğu
şivesiyle Türkçe konuşmaya çalışan Öcalan; “Yunanistan'ın Ege
ve Akdeniz’de haklarını savunan taraf, Türkiye’nin ise
saldırgan olduğunu” belirterek, örgütünün Türklere ve
Türkiye’ye karşı yürüttüğü savaşın, “Yunan davasına da hizmet
edecek büyük bir fırsat” olarak değerlendirilmesi gerektiğini
söylüyor ve “Yeni bir Türk-Yunan savaşı olursa, bu sefer
Türkler tarihlerinin en ağır, yenilgisini alacaklardır”
kehanetinde bulunuyor…
- 2. Türk Demek: “Türk’çe Düşünmek, Türk’çe
Konuşmak ve Türk’çe Yaşamaktır. Ne Mutlu Türk’üm Diyene!” Gazi
Mustafa Kemâl ATA-TÜRK
-
- SÖZDE BARIŞ (!) ADINA, VİZYONA KONAN
MENFUR SÜREÇ
-
Şimdi gelelim; Daha dün
“değişim ve dönüşüm” denilen ve fakat bu gün: “değiştirme,
yeniden yapılandırma ve dönüştürme” kalkışmasının
ayrıntılarına. Hafızalarınızı iyi yoklayın ve hatırlamaya
çalışın. Bu, ‘değişim-dönüşüm ve yeniden yapılandırma’
söylemlerinin kökeni ta 1938 ve nihayet 1960’lara dayanır.
Turgut Özal tarafından piyasaya sürülen transformasyon bu
“vatana ihanet örgüsünün” baba lisanı, yani İngilizcesi ya da
Amerikancasıdır.
-
Sanki memlekette savaş varmış gibi; Sözde “barış” adına
icat ve ihdas olunan menfur bir süreçte Türkiye Cumhuriyeti
devleti, eş başkan (çok utanç verici bir tanım) eşkıyanın
silah bırakması ve yurdu terk etmesi başlığında Türk düşmanı
bebek katili Apo'nun himmetine çöktürülmüştür. Bu dayatma bir
alçaklık, anarşi ve terör ile müzakereye kalkışmak ise tam bir
acizlik, millete karşı küstahlık, insanlık düşmanlığı, hukuk
katli ve rezilliktir. Mahpus bir eşkıya ile sözde Kürt
(gerçekte Rum, Ermeni) kimliğine tanınacak statüyü teminen
Atatürk'ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve onun Türk
inkılâbı ve ilkeleri yönünde belirlenen “Vatan ve Milletinin
ebed-müddet varlığı ile Türk Devletinin bölünmez bütünlüğü”
üzerinden hangi kesintilere gidileceği müzakere ve münakaşa
ediliyor. Hangi hak, cesaret, yetki ve cüretle? Yuh artık! Hal
bu ki, “Müslim ve Gayri Müslim esasına dayalı Milli Devlet”
statüsünden en ufak bir kesinti dahi Türkiye Cumhuriyeti’ni
uluslararası hukuka bağdaştıran, hali hazır yaşanan huzur ve
barışın teminatı olan Lozan’ın ihlali ve ilgasına yol açar.
-
Üstüne üstlük, bu kalkışma
veya namı diğer açılımda Devleti eşkıyanın önüne düşüren
müzakerelerde, Kürt nüfusun var olduğu tüm coğrafyalarda
uluslararası hukukun çiğnenmesi sorumluluğu göze alınmakta.
Sızdıranlar bulunarak doğruluğu sabit olan “meşhut suç
unsuru” İmralı zabıtlarında Sırrı: “Rojava (Suriye
Kürdistan’ı) için bir aktarımınız olacak mı?” diye sorar:
“Suriye'de Kürtler iki tarafla da görüşsünler, kim haklarını
verirse onunla çalışsınlar. Suriye demokratik kurtuluş cephesi
olsun. Türk, Türkmen, Kürt, Arap hepsi, Suudi Selefiler çok
tehlikeli, Esat küçük burjuva diktatörü. Suriye Kürtleri
Barzani emrine girmez. Onun çizgisi farklı. Kürtler mutlaka
bir öz savunma gücü oluşturmalı..” denilmekte..
- Şu diyaloga, mücadele yerine yapılan “demokratik”
müzakereye bakın!
-
Kesinliği ve doğruluğu net
olarak kanıtlanan ve içeriği Türkiye Cumhuriyeti Devleti,
Halkı, Hükümeti ve Anayasasına karşı “tartışmasız suç teşkil
eden” işbu tutanaklar hakkında Cumhuriyet’in Savcıları henüz
suskun. Adalet cihazı ilgisiz, siyasi taraf tehditkâr ve
baskıcı; Müzakereciler tam bir saklılık, gizlilik ve
mahremiyet peşindeler. Adeta millet ve devletten gizli menfur
bir pazarlık yapılmakta!
-
Karanlık gecelerin kâbusu, bu
ihanet şebekeleri ve işbirlikçileridir işte…
- Şu anda Türkiye’de, “Türkiye Cumhuriyeti’nin varlık nedeni
olan” Anayasa ve hukuk ihlali yönünde, söylem biçimi dahi
ihanet içeren, anayasal ve yasal suç teşkil eden teşebbüsler
var. Bu bilinçsiz ve güdümlü kalkışmalar Türkiye'yi çok büyük
bir risk, ağır sıkıntı ve ufukta belirmiş nice tehlikeli
badirelere sokuyor?
-
Hatırlamaya çalışın:
-
Temmuz 2012'de Suriye Kürt
bölgesinde kendisini Kürdistan ordusu olarak tanıtan YPG;
Haseke ve Kamışlı kentleri dışında tüm alanı ele geçirmişti.
Kentlerde halk meclisleri ve yargı sistemi oluşturulmuş, dış
güvenlikte YPG, iç güvenlikte polis ve yerel zabıta görev başı
yapmış, meslek ve kadın örgütleri, eğitim ve halk evleri
çalışmaya başlamıştı. Resmi sınırın bu tarafı Ceylanpınar’ın
tam karşısında Serakaniye'de YPG güçleri ile Türkiye'den
kumandalı Özgür Suriye ordusu arasında rejime karşı
işbirliğini geliştirmeye yönelik ateşkes anlaşması Suriye
Kürdistan’ında özerkliğin inşasına hız vermişti!
-
Karşı tarafta bunlar
yapılırken, Türkiye Cumhuriyetinde de KCK’nın altyapısını
oluşturmaya yönelik delege ve komite seçimleri yapılıyor;
Yetkili ve sorumlu bir hükümete rağmen, sistematik olarak
Türkçe coğrafi isimler Kürtçe’ye dönüştürülüyordu.
- Şimdi Apo'nun mektubunu Kandil'e götüren, ıkçı, ayrılıkçı
ve sahrada teröristlerle kucaklaşacak kadar küstah, bölücü
parti heyeti; Irak Kürt Yönetimini ziyaretinde Barzani
yönetimi ile temasta. Barzani yönetimi kim? Otuz yıldır
Türkiye ile deFAKTO savaş halinde olan aleni ve alçak, hain
düşman!.. Dahası farklı ideolojilerde siyasi oluşumlarıyla
Kürtlerin demokratikleşme hareketi perspektifinde kurumsal
kimlikleri esasında birlik ve dirliklerini teminen ortak dil
ile siyasal nicelik ve niteliklerini kazanması anlamında;
Terör ve tedhişin hamisi, 27 Mayıs’ın mimarı.; İnsanlık
haysiyeti, şeref ve soy yoksunu, alçak Batı tarafından
yaratılan sözde Kürt sorununun çözülmesini destekliyor.
-
PYD'nin de barış sürecine
dâhil edilmesi çağrısı yapılıyor!
- Bu sıra, Türkiye'deki misafiri Irak'tan idam mahkûmu eski
Cumhurbaşkanı Sünni lider Tarık el Haşimi, Sünni
milletvekillerinin Şii Maliki hükümetinden çekilmelerini
istiyor.
-
O sıralarda rejim muhalifi
Özgür Suriye Ordusu da Suriye-Irak sınırının kuzeyinde El Anbar / Akaşat'ta pusuya düşürdüğü Suriyeli ve
Iraklı askerlere saldırıp ağır kayıplara neden oluyor. Yoksa
bu bahaneyle Suriye cephesinin Irak’a genişlemesi mi
isteniyor? Çünkü ABD, başta Türkiye ve Arap olmak üzere bütün
Ortadoğu, ülkelerini kayıtsız-şartsız kendi sömürge alanı,
pazarına katmayı hedeflemiş ve projelendirmiş bulunmaktadır.
-
BOP, BİP ve Arap Baharı
denilen menfur plânların yegâne hedef v amacı budur.
- Bunu teminen Amerika askeri gücünü yedekte tutuyor.
Ekonomik ve siyasi gücü ile demokrasi, yetki devri, yeniden
yapılandırmalar gibi benzeri yöntemlerle ulusal sınırları
anlamsızlaştırmayı, Ortadoğu'yu “Yeni Osmanlı” sanal
tutkalıyla güya herkese ortak vatan yapmayı hedefliyor. Oysa
bu tam bir yalan, hile ve desise
-
Eş başkanlık yetkisi
devrettiği sanılan (!), Ortadoğu'da insanların eşitlikle mi
yoksa dikta ile mi bir arada olacakları gerilimini yönetiyor.
Bu noktada, emperyalistlerin en büyük korkusu Atatürk'ün
"Mazinin kararsız, çürümüş zihniyeti çöktü. Bütün dünya
bilmeli ki, Türk milleti hakkını, haysiyetini, şerefini
tanıtmaya kadirdir. Türk, vatanının bir karış toprağı için
ayağa kalkar. Türk milletinin haysiyetinin bir zerresine,
vatanın bir avuç toprağına vuku bulacak tecavüzün bütün
mevcudiyetine vurulmuş hain bir darbe olacağını fark
etmeyeceğini sanmak hatadır" ifadesi ibretle hatırlanmalıdır.
-
Ama bakınız, tam bir ihanet,
şer ve şeamet skandalı var!
-
Aleni ihanet ve meşhut suç
belgesi “İmralı tutanakları” etrafa saçıldığında Eş başkan
"Bana güvenin. Tek Millet, Tek Bayrak, Tek Vatan" diyor, bir
yandan da ihanet şebekesi ile mücadeleyi rölantiye alıp
müzakere ediyor. Ne elemli bir çelişki değil mi?
-
Diğer tarafta: "Tek Millet,
Tek Bayrak, Tek Vatan" konseptinde acuze, zavallı İslam
Konferansı Örgütü; Osmanlı Devletinin yıkılması ve halifeliğin
ilgası ile başsız, etkisiz, güçsüz ve karmakarışık kaldığı
düşünülen İslam ülkelerini dini esaslar, dini bir çekirdek
etrafında toplanmış ümmet anlayışında devletler konfederasyonu
olarak temsil ettiğini sanıyor... Oysa bu iddia bütünüyle
yalan. En utan verici hakikat ise; Sözde İslâm devletleri
adına “Örgüt temsilcisi” olanların çoğu, bir Yahudi tarikatı
olan masonluk illetinin mensubu.
- Mason Locasından mülhem ABD-İngiltere ve AB kullarında
mürekkep ve çoğu ilmi toplantılarında bile “İngilizce”
konuşulan bu deforme yapı, güya ümmetin dayanışması, siyasi -
ekonomik-kültürel-bilimsel işbirliği ve Müslüman halkın hukuk
ve haklarını savunmayı amaçlıyor. İslam Kalkınma Bankası ise
güya İslam şeriatı yönünde ekonomik, mali ve bankacılık
faaliyetleriyle ümmetin münferit ya da birlikte ekonomik
kalkınmalarına ve sosyal gelişmelerine katkıda bulunuyor gibi
görünüyor! Bunların hepsi yalan.
-
AB uydurması, Amerikan
senaryosu ve yeni sömürge girişimlerinin iğrenç maskesidir.
İşte bu yüzden, petrol ve maden dâhil olmak üzere, aslında
bütün insanlığın ortak malı, doğal hak ve servetlerinin sahibi
İslâm, Afrika coğrafyası şimdi yeniden talan ve tarumar
edilmek, yağmalanmak isteniyor. Karanlık kâbus budur. Bu
karanlık ve kâbustan nurlu sabaha; Beşinci Cumhuriyetle değil;
Ancak ve sadece Milli Devlet, Milli Hükümet ve Milli Şuur ile
ulaşılır.
-
Aksi takdirde “muktedir
olmayı”, “diktatör olmak” biçiminle anlayanlarla değil.
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
21 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
BİLGİ ÇAĞI’NIN (!) BARONLARI |
-
-
Vatandaş internette “açık mektup” yayımlamak
suretiyle yakınıyor.
-
“Ben politikacı değilim, olmaya da niyetim
yok. Ben zaten politik bile davranamam. Hatta o konuda özellikle beceriksizim.
Ama anlatmam, açıklamam gerek. Yapılanların kötü olduğunu ve kötülüğün
ağırlığını hissettirebilmek için.. Belki görülür, anlaşılır, fark edilir diye.
Bana göre tarih bu günleri asla affetmeyecektir. Çünkü: Bu toplumu adına
türban denilen bir kılıçla, kese kanata, yarıp ikiye böldü. "Velev ki siyasi
simge, suç mu?" sözleriyle fitili ateşledi. Meseleyi özellikle bir kan davası
noktasına getirdi. Söz verdiği gibi kendisinden olmayanı da kucaklamak yerine,
tokatlamayı tercih etti. Artık kimse birbirini sevmesin, saflar derinleşsin,
bıçaklar bilensin istedi. Ettiği her lafla bilerek, isteyerek nefret tohumları
ekti.. Öfkeli. Kendinden olmayan herkese yukarıdan bakan tavrı var. Aslında
duyduğu korkunç öfkeyi maskelemek için öfkeli. Çünkü sevgisiz. Öfke bir
hitabet biçimidir, savunması sadece komiklik. ‘Öfke bir hitabet biçimi olsa da
asla bir yönetim biçimi olamaz’ gerçeğinden bihaber. İşte bu yüzden her
öfkeyle kalktığında zararla oturmakta! Çünkü hırsının sonu yok.
- Her yer ve her şey benim olsun, herkes benden olsun istiyor. Kendisinden
olmayana tahammül edemiyor, dayanamıyor, eleştirilere katlanamıyor. Bunca yıl
şakşakçılara o kadar alışmış ki, AB müzakerelerine gittiğinde elinde koca bir
hiç’le dönmesine rağmen “Avrupa Fatihi” manşeti atanlara öylesine güvenmiş,
uçağına binenlerin hep kendisini alkışlayacağına o kadar emin ki, en ufak bir
eleştiride çığırından çıkıyor, saldırganlaşabiliyor.
-
Çünkü o, savaşta her şeyin mübah olduğu bir
ekolü temsil ediyor; Dini de, dindarlığı da, bir tek kendinden yana olanlara
ait sanıyor. Onun için inanmanın tek şartı baş örtmek.
- Çalan da, çırpan da, yiyen de, yediren de; satan da, sattıran da türbandan
yanaysa mesele yok. Her biri bilmem kaç yüz dolarlık has ipek örtüler takmış
eşleriyle İslam bir tek onlarınmış gibi davranıyorlar. Yerine göre ulema
kesilip, büyük kalabalıkları saf, samimi, temiz ve yürekten inanan insanları
inancından soğutuyor ve İslam’ı kendilerine mal etmeye çalışıyorlar. Ama
gerçek şu ki, çok yanlış yapıyor, yapıyorlar.
-
Çünkü gerçekleri konuşmak yerine mazlum ve
mağdur edebiyatına sığınıyor. işler ters gittiğinde ise, o yanık sesiyle,
izan, insaf ve adapla ezilmiş halk kahramanını oynuyor. Eğer ezilen halkın
kahramanı olmaksa niyet, kendisi ve şürekâsının gemilerini, villalarını,
bitmek bilmeyen dünyalıklarını nasıl açıklıyor? Bu halk bir torba kömüre, iki
dize şiire kendisini halk kahramanı yapar diye düşünüyor Çünkü bu halk aç,
çaresiz, işsiz ve kimsesiz. Ama ya "Gayri yeter" derse! Bir gün gözü açılır
da, o bir torba kömür karşılığı kimlere ne tavizler verildiğini görürse! O bir
torba kömür için çekilen peşkeşleri fark ederse. "Neden elektriğe, suya, gaza,
yola bu kadar para veriyorum?" diye sorarsa! Benzinin neden çok pahalı diye
merak ederse!
-
Hani olur da bir gün gözü açılır da gerçekleri
görürse Hiç mi korkmuyorsunuz?
-
Dedim ya onu tarih affetmeyecek. O ki,
adaletten, hukuktan, kul hakkından korkmaz. Ama tarihten korkmalı Çünkü
ellerinde Türkiye'nin kanı var. Ellerinde türbanı kılıç yaparak kanatarak,
yara-yara ortasından ikiye böldüğü Türkiye'nin kanı var. İşte bu yüzden, onu
tarih hiç affetmeyecek.” Bu, halktan birinin serzenişi... Mektup internette
dolaşıyor okunabilir.
-
TC ‘karşılıklı sevgi, saygı, anlayış ve barış’
üzerine kurulu bir Halk Devleti’dir.
-
Atatürk’ün, despotizm, sulta ve zorbalık
anlamına gelen ‘devrim’ yerine, toplumsal konsensüs’e dayalı ‘İnkılâp’ı tercih
nedeni budur. Kanıtı TBMM’de kazılı “Egemenlik kayıtsız, şartsız Milletindir”
vecizesi olup;.Devlet idaresinde “sevgi-saygı, adalet, eşitlik ve hukuk
esastır "insani boyut ve bilinçli toplum" Türk halkının hakkı, bir Cumhuriyet
projesi ve milletin “muasır medeniyet seviyesini aşma” idealidir. Çünkü,
darbelerle dayatılan, “Bundan böyle asla, bir Atatürk çıkartamayacak (pasif,
palyatif, bilinçsiz ve paralize) toplum yaratma” emeli güden, sözde “bilgi
çağının baronları” fiilen bitmiş ve tükenmiş, ülkemiz ve dünyayı da tükenme
noktasına getirmişlerdir. Yukarda açıklanan mektup bir örnek... Hakikat: Türk
halkı’ nın sinesini parçalayan ıstırap ve çile, diğer tarafta ‘yalan-talanla’
saltanat süren baronlardır.
-
"İyi, Namuslu, Dürüst ve Demokrat olan
kazansın. Bilerek ve 'bilinçle' KÖTÜ'lere oy verenler ve kötüler kahrolsun."
AMİN
-
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
22 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
BİR MÜŞAVERE VE "İNSAN" HAKKINDA MÜZAKERE
|
-
-
30 Haziran 2009 Salı
-
Çok Sevgili ve Değerli "Gamze Erkök"
Hanımefendi Kardeşim;
-
Tartışma (müzakere ve mütalaa) konumuz
İNSAN'dır.
-
Biz, insan'ın "iyi" olduğunu ve sadece "iyi,
namuslu, dürüst, demokrat, adaletli ve faziletli" varlıkların "insan
olduklarını" fıtraten (yaradılıştan, doğallıkla) bilenlerden ve "iyi bigiyi",
yani İLİM'İ bizzat yaşayan ve yaşatmaya çalışanlardanız.
-
Bu muhteşem frekans uyumu da açıkça
göstermektedir ki, SİZ'de, yüksek bir varlık ve gerçek bir İNSAN'sınız.
Kutlarım.
-
Şiarımız: "Göründüğümüz gibi olmak ve
Olduğumuz gibi görünmektir" İçten saygı, kalbi teşekkür ve başarı
dileklerimle.
-
Mustafa Nevruz SINACI
-
- EY, ADININ ADAMI "HAMİYET"
-
(Sahip çıkan, koruyan ve kollayan, insaf, ilim
ve merhamet sahibi) HANIM!
- Güçlülük asla haklılık nedeni değildir. Kesinlikle olamazda.
-
Bilakis "güç" adalete dayalı olursa yaratıcı
kuvvet; Aksi taktirde, yıkıcı istibdat, yakıcı zulüm ve alt varlıklarca icra
olunan sömürü, işkence ve tahrip aracı haline gelir.
-
Keza, SAYGI evrensel denge (stabilizasyon)
unsuru olup, esas itici güç ve yapıcı-yaratıcı faktör SEVGİ'dir.
-
SEVGİ, gerçek anlamda ilahi kaynaklıdır.
-
Adalet ve fazilettir.
-
İşte gerçek güç budur.
-
Yani, haklılık ve doğruluktan yükselen aksiyon
ve irade.
-
Meşruiyet de (bu) adalet (GERÇEK GÜÇ) ile
kaimdir.
-
Adalet aynı zamanda evrensel işleyiştir.
-
Diğer bir anlamda nizam-ı alem.
-
Yani, doğal denge.
-
Yani, canlı-cansız, insan-hayvan, vahşi-ehli,
kendiliğinden mevcut her ne varsa (mevcudat) tamamını içine alan ve istisnasız
kapsayan eko-sistem.
-
SONUÇTA:
-
Eko sisteme sahip ve saygılı olarak dünya ve
evreni imar ve tamir edenler:
-
Evrensel saygı, sevgi ve adaleti'in kudreti =
haklı, doğru ve yerinde olan güç;
-
Tahrip ve tarümar eden, yalan, talan, hırs ve
ihtirasla yakıp-yıkan negativite (afet-felaket); Yasa, hukuk, ahlak ve adalet
dışıdır.
-
O, İnsan, hayvan, canlı-cansız her şeye zarar
veren'in derhal konrol altına alınıp, talim ve terbiye edilemediği (insan'a
dönüştürülemediği) taktirde derhal imha edilmesi gerekir.
-
- KISSADAN HİSSE:
-
Aramızda suret-i hak'dan görünerek dolaşan;
-
Ancak, insanlık-ADALET, Sevgi-Saygı, Hürmet ve
Muhabbet ve dahi HAYVANLIK dışı olan: Rüşvet-iltimas, ayırma-kayırma,
yolsuzluk-suistimal, görevi kötüye kullanma, gasp-irtikap, vergi dahil her
türlü kaçakçılık, anarşi-terör, cana-mala ve ırza tasallut ve tecavüz FAİL,
SUÇLU ve potansiyel eğilim sahipleri asla insan değidirler.
-
Bunlara 'hayvan' da denilemez, zira
hayvanların her türü onlardan daha şereflidir.
- Onlar insanlar ve hayvanlara karşı acımasız, zalim, duyarsız, adaletsiz ve
apaçık DÜŞMAN oldukları için; "İNSANLAR VE HAYVANLAR ALEMİNDEN" acilen ve
derhal "DIŞLANMALARI" mutlak bir zaruret, meşru bir hak ve insanlık adına
vecibedir.
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
23 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
BİRİ YALAN, ÖTEKİ YILAN |
-
-
Yavru Vatan Kıbrıs'ta
oyun, düzen, hile ve desise bitmek bilmiyor. Türk, Türkiye ve TSK
karşıtı milli dava düşmanı vatan haini, gaflet, dalâlet ve ihanet
içindeki gürüh her gün yeni bir şer ve şeytanlık üretmekte. Maksat
KKTC halkının hür ve hükümran bir devlet veya Anavatana katılım
arzusunu, inancını ve direncini kırmak. Kişisel hırs, ihtiras, ahlâk
ve yasa dışı edinim uğruna sınırları kaldırmak, tıpkı Yunanistan
örneğinde olduğu gibi şerefli ve şanlı Türk Ordusunun zaferi ve şehit
kanları üzerine bir şeytan imparatorluğu kurmak.
-
Gerek Ana vatan ve
gerek yavru vatan Kıbrıs'ta Türk milleti için en büyük tehlike, kahir
ekseriyeti dönme, devşirme ve nesebi gayrisahih unsurlardan oluşan
(muhtemelen Rum, Ermeni ve İbrani kökenli, mason, misyoner, ateist,
pagan, sabetay) unsurların dış düşmanlarla iştirak ve işbirliği
halinde yürüttükleri projelerdir.
-
Bu projelerin tamamı
"menfaat odaklı" ve küresel sermayeye hizmet amaçlıdır.
-
Mezkür çıkar
gruplarının dini imanı paradır. Kirli-kara paradan başkaca
mukaddesleri yoktur. Annan Plânı oylamaya sunulurken KKTC'de
yaptıkları gibi, halkı kandırmak, yasa, insanlık, adâlet ve ahlâk dışı
izolasyonlarla bunalttıkları insanları tuzağa düşürmek suretiyle
menfur emellerine alet edebilmekten başkaca bir kaygıları da yoktur.
Dönem itibarıyla müftü dahil, pek çok din adamını da kirli emellerine
alet ettikleri malum olmakla;
-
Şimdi de yıllardır
uyguladıkları hain psikolojik savaşın yeni versiyonlarını yürürlüğe
koyma çabası içindeler.
-
Bakınız, Kıbrıs'tan
değerli mücahit, yiğit "Asena" sevgili dost ve Türk kardeşimiz Emete
Gözügüzelli (Ayşe Kocatürk) bize gönderdiği mail'de neler anlatıyor:
-
"Son günlerde
KKTC'nin Ulusal Kanalı Bayrak Radyo Televizyon kurumunda 29 Mart 2007
gecesi yayımlanan "Duvarımız" belgeseli ile aşağılanan Türk halkı ve
işgalci olarak gösterilmeye çalışılan Türk ordusuna sahip çıkmak
isteyen Kıbrıs Türk halkı BRT'de meydana gelen olaylara tepkisini
göstermek için BRT önüne siyah çelenk koyarak tavrını koydu.
Hatırlanacağı üzere, 1994 yılında Niyazi Kızılyürek ve Panikos
Chrysanthou tarafından çekilen "Duvarımız" adlı belgesel anılan
tarihten günümüze kadar geçen zamanda hiçbir şekilde KKTC'de
yayımlanmasına müsade edilmemişti. Ancak tüm Avrupalı devletler ve
Amerika'da belgesel gösterime sunulmuştu.
-
Güney'de iki toplumlu
etkinlikler adı altında Dali Belediyesi girişimleri ile belgeseli ilk
kez gösterime sunulur.. Anılan gösterimi izlemek için ise adanın kuzey
ve güneyinden siyasetçiler davet edilirler. Filim gösterildikten sonra
begesel iki tarafın politikacılarının tartışmasına açılır. 1997
yılına gelindiğinde Niyazi Kızılyürek ve Panikos Chrysanthou
Türkiye'de İstanbul'da Türk-Yunan komitesi tarafından iki senede bir
"iki halk arasının daha iyi anlaşılmasını teşvik etmek için" çaba sarf
eden siyasetçi, sanatçı, akademisyenlere verilen ödüle layık görülür
ve İpekci ödül dağıtımlarında ilk kez iki "Kıbrıslı"nın ödül alması
gerçekleşir. 1997 yılında Maria Chrysanthou imzası ile "İki kıbrıslı
İpekci ödülü ile mükafatlandırıldı" başlıklı Kıbrıs Haber Ajansında
yayımlanan yazıda "İstanbul'da kalış süresinde Chrysanthou ve
Kızılyürek Rum Ortodoks Kilise Pariği Bartholomeos ile de
görüşmüşlüklerini" yazar [1]. Anlaşılan Bartehelemos her iki
"Kıbrıslı" yı kutsayarak yaptıkları belgeselde duydukları başarıdan
ötürü kendilerini kutlar.
-
O dönemde Kıbrıs
Haber Ajansına (CNA) konuşan Niyazi Kızılyürek aldıkları ödülden
duydukları memnuniyeti dile getirirken "fakat özellikle de bu Türkiye
ve Yunanistan içerisinde filimin sunumu için kapılar
açılacaktır"derken "eğer birileri Kıbrıs sorununu Türkiye'de bir tabu
olarak düşünürse, ödülün verilmesi ile konu hakkında bir tartışmanın
açılacağı bir şans verecektir. Kıbrıs sorununda Türkiye'de ilk kez bir
Kıbrıs Türk ve Rumu bir araya gelerek 'barış' konusunda savunma
yapmışlardır."demiştir.
-
Maria Chrysanthou
ilgili yazısında Duvarımız filiminin Yunanistan'daki Atina Polytechnic
ve Amerika'da New York Üniversitesi ve Harvard gibi birçok yerde
izlendiğini ve çok olumlu yorumlar yapıldığını belirtirken,
"duvarımız" bir Fransız Alman kanalı olan ARTE ve Alman ZDF kanalında
"iki grup arasında anlayış ve dostluğun ilerletilmesi" amacı için
sunulduğu iddia etmiştir. Filme BBC 9 haberleri, Avrupa TV networku
Euro-haberleri özel bir oturum ile "Duvarımız"a destek verildiği ifade
edilirken "Bu yılın sonunda sinemalarda Kıbrıs'ta filimin
gösterilmesi beklenmektedir." yorumunda da bulunmuştu.
-
Kızılyürek ve
Chrysanthou hazırlamış oldukları "Duvarımız" belgeselinden sonra Batı
dünyası ve özellikle de Türkiye'deki TÜSİAD yetkililerince büyük
destek almışlardı. 2005 yılında gelindiğinde TUSİAD "Kıbıs Açmazı:
Yeni bir hamle için Umut" başlığında 2 Kasım, 2005'de Fairmont Hotel,
Washington, DC'de bir konferans düzenler. Anılan toplantıda TUSIAD
Amerikan temsilcisi Abdullah Akyüz, Amerika'dan Matthew J. Bryza,
Gergetown Üniversitesinde Türk Çalışmaları Enstütüsünün İdari
Direktörü David Cameron Cuthell Jr., KKTC Parlementosundan CTP'den
seçilen ve Meclis Başkanı olan Fatma Ekenoğlu ve Doğu Akdeniz
Üniversitesinde öğretim üyesi Gül İnanç katılırlarken Rum tarafındaki
üiversiteden Niyazi Kızılyürek de konuşmacı olarak davet edilmiştir.
-
Türkiye'deki TUSIAD
çalışmaları içerisinde olan ve ayni zamanda Bilgi Üniversitesinde
akademisyen olan Soli Özel de İstanbul'dan toplantıya katılır.
Conflict Resolution çalışmalarının KKTC ve Avrupa'da eğitimini veren
ve KKTC'de bu alanda birçok seminerler düzenleyen Doğu Akdeniz
Üniversitesi öğretim üyelerinden Ahmet Sözen de DAÜ'deki
-
Kıbrıs Politik
Merkezi direktörü olarak konuşmacılar içerisinde yer alır. [2]
-
Soros Vakfının
uzantıları olan ve vakfın çalışmalarına büyük destek veren TUSIAD,
Bilgi Üniversitesi gibi sivil ağların uzantısının gerisinde ortaya
çıkan isimlerin çalışmalarına bakıldığı zaman da durum daha açık ve
net olarak görülüyor.
-
2007 yılına
gelindiğinde KKTC'nin ulusal yayın kanalı olan Bayrak Radyo
Televizyonu' [3]nda 29 Mart gecesi "Duvarımız" adlı belgeselin
özellikle de terör örgütü EOKA'nın kuruluş gününden birkaç gün önce
yayımlanması tesadüf değildir.
-
Daha önce 1997
yılında anılan belgesel BRT'de yayımlanması istenmiş ancak dönemin
makamları tarafından kabul görmemişti. Görüldüğü üzere Mayıs 2000'den
de anlaşılacağı üzere "Duvarımız" adlı filim o dönemde oraya katılan
KKTC'deki bazı siyasilerin belgeseli izleyerek tartışmasına açılmıştı.
Sonuçta tarafların anılan belgesel üzerinde uzaklaştıklarının en güzel
göstergesi bahse konu filmin 2007 yılında 29 Mart akşamı KKTC'nin
ulusal yayın kanalı Bayrak Radyo Televizyonunda gösterime sunulması
ile sonuçlanması ile görüldü. Peki anılan belgesel nasıl içeriktedir?
Neden daha önceki Türk idarecileri anılan belgesele müsaade
etmemişlerdi. Neden Dali'deki iki toplumlu etkilikler programında iki
taraftan katılan siyasetcilere 2000 yılında anılan belgesel gösterime
sunularak görüşlerinin alınması ve aralarında uzlaşı yaratılması
hedeflenmişti?
-
Bahse konu Belgeselin
içeriği;
-
Belgeselde adadaki
Türkiye ve Türk askeri işgalci, TMT ise vahşet yapan bir kuruluş
olarak anlatmaktadır. (Olayın en dehşet verici tarafı ise, bu
belgeselin KKTC'nde ve CTP' nin yönetiminde resmi devlet
televizyonundan yayınlanmasıdır. Türk halkı buna şiddetle tepki
göstermiş, sorumluları kınamış ve fakat hükümetten ses çıkmamıştır.
İşin en tuhaf tarafı da budur. RTE hükümetinin Annan Plânı sırasında,
bu menfur plânın kabul edilmesi ve iki tarafın birleştirilmesi
yönündeki çabaları ile CTP' nin taraf olduğu müteakip seçimler ve
bilhassa "Milli Kahraman" Dr. Rauf Denktaş'a karşı sürekli hale gelen
dışlayıcı tutum endişe yaratmaktadır. Şu halde, Ana Vatan halkının
ezici çoğunluğu "YA İSTİKLÂL YA ÖLÜM" diye haykırır ve öncelikle "Tam
bağımsız, hür-hükümran ve tanınmış" KKTC'ni isterken; Analitik oy
bazında % 22.5'un temsilcisi ve meşruiyeti başından beri tartışmalı
bir hükümet nasıl olur da, 'birleşme ve bütünleşme' isteyebilir ?
-
Kaldı ki, bu
şartlarda en ideal çözüm: Tarihi ve yasal haklarımızı kullanmak
suretiyle ilhak ve KKTC’ni 82. inci vilâyet olarak anavatana
katmaktır. İç siyasette daima milliyetçilik, demokratlık ve
muhafazakârlıktan dem vuran AKP Kıbrıs konusunda çok daha dürüst,
onurlu, tarihe saygılı ve sorumlu olmak zorundadır.
-
Bu bağlamda,
yaşananlara karşı takınılan tavır Türkiye adına utanç vericidir.)
- Dış unsurların KKTC’nin ortadan kaldırılarak
Kıbrıs Türklerinin güneydeki “Kıbrıs Cumhuriyeti”ne entegre olmalarını
istemelerinin bir parçası da adada yürütülen psikolojik savaşın bir
parçasını oluşturuyordu. Nede olsa izlenecek olan belgesel yeni
beyinleri kontrol altına almayı umuyordu ve buna kendi ulusal yayın
organımız destek verecekti.” Oysa;
- Her şeyden önce, bu gün KKTC’de
yaşayan Türkler kadar, barış, huzur, emniyet ve güvenle hayatını
sürdüren Rumlar da, bu ortamı TMT ve 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ve
Türk Ordusuna borçludurlar. TMT ve Türk Ordusuna işgalci diyenler
kesinlikle Türk, insan ve her hangi bir inanç mensubu olamazlar.
Dayandıkları ve cesaret aldıkları güçler de yasa, ahlâk ve insanlık
dışıdır. Bunun artık böyle bilinmesi ve gereğinin buna göre yapılması
gerekir.
- Şu anda KKTC ve Güney Kıbrıs Rum
Yönetimi iştirak ve işbirliği bağlamında olup bitenin en açık ve en
doğru biçimde şöyle tanımlanması mümkündür:
- GERÇEKLER SAPTIRILMAKTA VE YALAN
SÖYLENMEKTEDİR
- Evet, GKRY ile KKTC yönetimini
şimdilik ele geçiren grup, tarihe karşı suç işlemekte ve alenen
hadiseleri saptırıp yalan söylemektedirler. Emete Gözügüzelli’nin 1.
bölümde yer alan ve devamını daha sonra vereceğim yazısında
vurgulandığı gibi; Bunların ağzında yalan ve torbalarında yılan
bulunmaktadır. Maksat, her ne pahasına olursa olsun şehitlerimizin
kanı ile sulanan kutsal Kıbrıs toprağını MEGALO İDEA’ ya peşkeş
çekmektir. 1948’lerden bu güne Yunanistan’ın tek hedef ve yegâne amacı
İLHAK’ tır. Atatürk’ün Türk milletine vasiyet ve emanet ettiği yol ise
Kıbrıs’ın ilhakıdır. Lâkin zamanla bu “YA TAKSİM YA ÖLÜM” e dönüşmüş;
Şu anda dış politikada zaafiyetle malul ve AB’ye medyun yönetim ise
bunu dahi telâffuz etmekten aciz hale gelmiştir.
- Ama, asla tarih yalan söylemez.
Burada bir kısım önemli ve bilinmesi gerekli tarihi gerçekleri tekrar
değerli dikkatlerinize arz ediyorum. Lütfen bakınız:
-
- “MİLLİ DAVA KIBRIS, TARİHİ OLAYLAR VE GERÇEKLER
-
-
Kıbrıs, Büyük
ATATÜRK' ün "Güneş Dil" teorisinde belirtildiği üzere; Evveli
Türk-ahiri Türk ve 1878'e kadar 300 sene 8 ay ve 19 gün resmen Türk
hakimiyetinde kalan, Anadolu'nun ayrılmaz parçası ve mütemmim cüzü
olan bir vatan toprağıdır. Hattâ jeolojik olarak binlerce sene önce
İskenderun körfezinden koparak bu günkü yerine kaydığı; Diğer bir
efsaneye göre de, bir vakitler Anadolu ve Suriye ile birleşik Atlantis
yurdu (kıtası) iken, (gurur ve kibirden ileri gelen) malum felâket
sonucu bağlantıların çökerek yere battığı ve 1974 harekatına imkân
veren Londra-Zürich ve Garanti antlaşmalarının mimarı ve "Kıbrıs Milli
Davasının sahibi" Demokrat Partidir. (Bayar, Menderes, Zorlu) Uluslar
arası kabul ve onaya sahip bu anlaşmaların esası, iki toplumlu ve eşit
haklara dayalı bir federasyon ve iki kurucu devlet amacı, espri ve
yaklaşımına dayalıdır.
-
Varılan nokta
itibarıyla bu anlaşmalar çok büyük bir tarihi başarı olup; Lozan
anlaşmasına rağmen Türkiye’ye sürekli bir hak ve hattı hareket imkânı
sağlamıştır. Öngörülen amaç ve tam bir kararlılıkla uygulanan strateji
gereği, asgariden aynı görüş muhafaza edilerek atide (gelecekte)
Yunanistan ve AB yanlısı girişimlerle bu garantörlüğün izalesine
kesinlikle izin verilmeyecek ve yürütülen görüşmelerden olumlu sonuç
alınamaması halinde "ilhak" politikası devreye sokulabilecekti.
Hazırlanan ortam buydu. Aksi takdirde, tarihi hakların hiç birisinden
vazgeçilmesi asla ve kesinlikle düşünülmedi. Düşünülemezdi. Türkiye
ile Kıbrıslı Türk kardeşlerimizin lehine olmayan hiçbir anlaşma ve
uygulama kabul edilemezdi. Rıza gösterilebilecek nihai çözüm ise;
Mevcut topraklardan kesinlikle taviz verilmeksizin "taksim" veya
“ilhak” dı. 1960 sonrası hükümetlere tevarüs eden miras budur.
-
1974 “barış harekâtı”
bu ortam ve yasal imkân kullanılarak haklı, doğru ve uluslar arası
meşruiyeti varit bir müdahale biçiminde yapıldı. Zamanın ve müteakip
dönemlerin aciz ve zavallı hükümetleri yanlış yapmasa idi; Bu gün
Kıbrıs’ın tamamı Türkiye’nin olabilir ve yaşanan bunalım ve buhran
pekalâ ortadan kalkabilirdi. Fakat, harekâtın yarım bırakılması,
istikrarlı ve tutarlı bir politika izlenmemesi, nihayet AB ile yapılan
Gümrük Birliği anlaşmasında Kıbrıs konusunda taviz verilmesi “Milli
Davayı” baltalamış ve birbirini takip eden ihanetler sayesinde bu
günlere kadar gelinmiştir.
-
Kıbrıs tarihinin
efsane isimlerinden Doktor Fazıl Küçük ve Dr. Rauf Denktaş yukarda
açıklanan ve Atatürk’ün ortaya koyup Menderes’in hayata geçirdiği
politika’ nın sadık ve samimi müdafileridir. Doktor Fazıl Küçük neyse
ama, bu süreçte tam bir vefa ve fedakârlık örneği veren Dr. Rauf
Denktaş çok rencide edilmiş ve Kıbrıs davasına büyük oranda zarar
verilmiştir. Bu çok maksatlı, AB güdümlü, milli duygulardan ari ve
şuursuz bir politikadır.
- Özellikle, Annan plânının oylamasında üstlenilen
risk, gün alma pahasına tekrar tekrar verilen taviz ve ivazlar, bugün
itibarıyla davayı rayından çıkartmış ve içinden çıkılmaz hale
getirmiştir. Dahası, Kıbrıs’ın BOP ve BİP projelerinde odak noktası
haline getirilmesi, stratejik önemini kat be kat arttırmış ve her ne
pahasına olursa Türkiye’ den kopartılması hedeflenmiştir. Türkiye
buna asla göz yummamak ve izin vermemek zorundadır. (4)
- Bu notu verdikten sonra Ayşe KOCATÜRK’ e
dönüyoruz. Şöyle devam ediyor:
-
“Tüm bu hadiseler
gerçekleşirken GKRY Dışişleri Bakanı Yorgus Liliakis bir açıklama
yapar:
-
“Kıbrıs Türkleri
azınlıktırlar, adada Kıbrıstaki Türk azınlığın siyasi ve ekonomik
ambargo altında olduğunu iddia etmeleri anlamsızdır, çünkü bu ambargo
‘işgal’ sonunda meydana gelmiştir.”
-
Liliakis tüm bu
açıklamaları yaparken güneyle birlikte ortak vatan birleşik Kıbrıs
diye mücadele yürüten Sayın Kızılyürek neden Padopulos’a ve Kıbrıs
Türklerini azınlık görenlere karşı sessiz kalıp, adadaki Türk askerini
işgalci olarak göstermeye çalışıyor?
-
Bugüne kadar gelinen
süreçte KKTC hükümetinin konu ile ilgili açıklama yapmaması oldukça
üzücü ve düşündürücüdür. “Çav bella Yurdum İşgal Altında” dinletisi
eşliğinde Rumlarla ortak kurultay yapan CTP adada Türk askerine
bakışını açık ve net bir şekilde açıklaması gerekmektedir.
-
Kimler neye hizmet
etmeye çalışıyorlar?
-
KKTC’deki Kıbrıs Türk
Barış Kuvvetleri Komutanlığına karşı CTP yönetimi ile başlatılan
saldırılara insan hakları, empati, demokrasi gibi kavramların arkasına
sığınılarak dış unsurlara hizmet etmektedir.
- Korgeneral Hayri Kıvrıkoğlu
komutanımız bu adaya bastığı günden bugüne değin geçen sürede
yapılanlara karşı Kıbrıs Türk halkını asla ezdirmeyeceği, her şekilde
güvenliklerini tesis edeceklerini ve KKTC Devletini ilelebet
yaşatılması için mücadele vereceklerini belirtmiş ve gereğini de
yaptıklarını kanıtlamıştır.
- Türk askerine karşı başlatılan gizli
ve sinsi saldırılar Lokmacı krizinden öncesine dayanmaktaydı. Bu
saldırıya geçenleri en güzel şöyle tanımayarak şunu demekte fayda var;
-
- HEYBESİNİN İKİ GÖZÜ VAR. BİRİ YALAN DOLU ÖTEKİ DE
YILAN...
-
-
Evet Kıbrıs’taki
idarecileri özetle tanımladık.
-
Yoksa Anavatan’da da
bunlardan var mıydı?...
- ANAVATAN ABLUKA ALTINDA
- Mücahit kardeşimiz Emete’ye, son
sözlerine cevaben Anavatan hakkında diyeceğimiz şudur: “Evet, Anavatan
da da, orada olduğu gibi gaflet ve dalâlet ve hattâ “KKTC’nin Güney
Kıbrıs Rum Yönetimi ile birleşmesini isteyecek ve bunu tahrik ve
teşvik edecek kadar hıyanet içinde; Genel kurullarında İstiklâl Marşı
yerine Ermeni şarkıları çalacak ve söyleyecek kadar ihanet içinde
olanlar maalesef vardır. Üç günde 10 askerimiz şehit edilmiş ve halâ
kuzey Irak'a girilmemiştir.
-
Fakat, bu tarih
boyunca olagelen bir durumdur.Bize göre olağan ve doğaldır.Olacaktır.
Esas önemli olan: Aziz ve Necip Türk Milleti’nin “Vatanına, İnsanına,
Toprağına, Bayrağına, Hürriyet, Adalet, Cumhuriyet ve İstiklâline
‘hakkıyla ve lâyıkıyla’ sahip çıkması; Türk inancı ve kültürünü tahkim
etmesi; “Önce İnsanım, Sonra Türk ve Müslüman” bilinci içinde insanca
bir hayat sürmesidir. Zira, Türk milleti ve İslâm alemine düşmanlık
besleyenlerin hiç birisi insanlıktan nasip almamış hırsız, yolsuz ve
soysuz yaratıklardır.
- Türk Milletinin duası, onların da insan olması
istikametindedir. Bunun için Büyük Önder ATATÜRK: “Türk Demek: Türkçe
düşünmek, Türkçe Konuşmak ve Türkçe yaşamak’ tır. Ne Mutlu Türk’üm
Diyene” demiştir. Türkiye; Bütün dünya ve uzay Türklüğünün kalbi,
kafası ve beynidir. Bu misyon ayakta kaldıkça ve bu akideyi şuurla
yaşayan Türkler durdukça, dahili ve harici bedhahların muvaffak olması
düşünülemez.
- Kıbrıs konusunda Türk milleti'nin nihai fikri
ise: "YA İLHAK YA ÖLÜM" dür biline...
-
-
[1]
http://www.hri.org/news/cyprus/cna/1997/97-06-02.cna.html
- 2
http://www.tusiad.us/content/uploaded/cyprus%20forum%20bios-Nov%202-2005.pdf
- 3 Bilindiği üzere, Bayrak Radyosu, 25 Aralık 1963
tarihinde Rumların ada Türklerini Kıbrıs Cumhuriyeti’ nden dışlaması
üzerine, Kıbrıs Türkünün sesini dünyaya duyurmak amacıyla mücahitler
tarafından küçük bir garajda akülerle yayına başlamıştır. Barış
Harekâtı’nın gerçekleştirildiği 1974 yılı sonrasında yeni bir
yapılanma içine giren Bayrak Radyosu, 1976 yılında televizyon yayınını
da başlatmıştır. 1983’te KKTC’nin kurulması ile birlikte çıkarılan bir
yasa ile, özerk bir kurum statüsüne kavuşarak, “Bayrak Radyo
Televizyon Kurumu (BRTK)” adını almıştır. BRTK’nın yatırım projelerine
Türkiye tarafından önemli mali destek sağlanmaktadır.
- 4 Mustafa Nevruz SINACI, BELDE Gazetesi, Ankara
- 5 Haber, Emete Gözügüzelli, (Ayşe Kocatürk)
KKTC, Lefkoşa
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
24 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
BU MECLİS “İÇ SAVAŞ” ÇIKARIR |
-
-
Aslında, her ne kadar adı ve
kurumsal anılış biçimi “Türkiye Büyük Millet Meclisi” ise de,
bu şanlı ad’ın kadim mana ve tarihi muhtevası ile
“parlamenter” namıyla maruf kutsal çatı altında iş görenler,
taban tabana aykırı ve inadına zıttır. Özellikle “Kurucu
Meclis” vasfı ile efsanevi “Milli Mücadele ”den mütevellit
“Gazi” unvanıyla müseccel ve “İslâm Halifeliği şahsında
mündemiç” yüce bir isimle müsemma olma (ad ile örtüşme)
yönünden, (mevcut hal ve cari durum itibarıyla) aralarında çok
büyük çelişkiler bulunmaktadır.
-
Çok kısa, özel ve özne
cihetiyle tarihe bakalım. Şöyle ki:
-
“İlk başkanı Mustafa Kemal (AtaTürk)
olan TBMM, son “hür ve hükümran” Türk devleti “Türkiye
Cumhuriyeti”nin kurucusudur. Kuruluş amacı ile varlık nedeni
bakımından “Millet adına tek egemendir.” Millet Meclisi’nin
üzerinde hiç bir güç, hiç bir irade, vesayet veya makam
yoktur. Yasama, yürütme ve yargı dâhil, adı ‘kuvvetler
birliği’ veya ‘kuvvetler ayrılığı’ (isim ve biçim her ne
olursa olsun) nihayetinde bütün hak, kuvvet ve yetkilerin tek
ve yegâne sahibidir. Zira yargı, yasama ve yürütme (icra)
gücü: Milli “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” umdesi
gereği Türk Milleti’ne aittir. Türk Milleti; Türkiye
Cumhuriyeti’ni fiilen kuran ve “Milli Mücadele’yi” yapan
millettir. TBMM’nin üstünde bir güç tanınamaz. TBMM Gazi’dir.
Milli Kurtuluş Savaşını sevk, idare ve idame etmiştir. Türkiye
Cumhuriyeti Devleti ve TBMM Ebed müddettir, devamlılık arz
eder. Şiarı: adalet ahlâkı, kadim gelenekler, hukuk,
hakkaniyet, egemenlik ve insan haklarına saygı muvacehesinde
tam bağımsızlıktır.
-
1923-1946 yılları arası meclis
iki dereceli sistemle oluşurdu.
-
Buna göre: “İntihabı evvel”
denilen birinci derecede: Önce bizatihi halk tarafından,
yörenin en namuslu, dürüst, tahsilli, terbiyeli, seviye ve
seciyesi (ahlâk ve karakteri yüksek) vatandaşlar arasından
delege seçilir; Bu delegeler de “yöreye isabet eden vekil
sayısının iki katı” aday adayı belirlerdi. İkinci derece olan
“intihabı sani” aşamasında. Vilâyet delegeleri tarafından
ilçelerden gelen adaylar arasından, “İl Vekil Sayısı” kadarı
fiilen seçimlere katılır ve Ankara’ya gönderilir; Yani
seçilenlerin istisnasız tamamı Millet Vekili olup; İki
dereceli sistem gereği doğrudan halk tarafından ve yerinden
seçilip Meclise gönderilirlerdi.”
-
1946’da Halk Partisi
tarafından ilk kez “tek dereceli” seçim öngörüldü. Partizan ve
Jandarma teminatlı “Açık Oy Gizli Sayım” esaslı bu usul;
Yalnız Türkiye’nin değil, belki de dünya tarihinin en iğrenç
seçim sahtekârlığı, (tam bir alçaklık, hile ve kalleşlik)
olarak siyaset tarihine geçmiştir. Ancak, bundan sonradır ki;
O’da, daima itiraz, muvazaa, şikâyet, şaibe ve tartışma konusu
olacak biçimde uygulanan “yargı gözetimi” ihdas edilmiştir.”
-
Şimdilerde kullanılan
bilgisayarlı sistem ise: Tam bir sır, gizem ve şaibeden
ibarettir.
-
Halkın vekil seçiminde artık
hiçbir dahli yoktur. Resmi delege seçimi, önseçim veya
teşkilât yoklaması bile yapılmamaktadır. Evvelinde telâffuz
bile edilmeyen (kürsü masuniyeti hariç) dokunulmazlık,
ayrıcalık ve imtiyazlar “Millet Vekilliği” kurumunu lekelemiş,
şaibeye bulamış, yok etmiş ve kurutmuştur. Halkın kanaatine
göre: Şu haliyle parlamentoda “vesayet, sulta, cunta ve dikta”
hâkimdir. Devlet idaresinde milletin vekil ve iradesi yoktur.
-
Dolayısıyla bunlar,
memlekette ne huzur, ne asayiş, ne milli birlik ve ne de Misak-ı
Milli bırakmaz. Bu gidiş ülkeyi adım adım iç savaşa, bölünmeye
götürür. Eğer millete vekâlet edenler, etnik fanatizme
sarılırsa, yıllarca, silah olarak kullanmak istedikleri etnik
kökenlerini fırsat buldukça, Türk düşmanlığına yöneltirlerse,
bunun sonucu kesinlikle iç savaştır. Evet, bu emare kıstasları
maalesef böyle, öyle yapıyorlarsa (ki, öyle) bu vekiller,
devletin zayıfladığını gördükçe, içlerindeki kini kusmaya
başladılar Batılı dostlarının menfur himayeleri gölgesinde,
bildikleri tüm hainlikleri gerçekleştiriyorlar. Türk
milletinin gözünün içine baka, baka lânetli soy, kin ve
komplekslerinin intikamını almaya çalışmaktalar. Bunu
yaptıkları bir vakıa; Yani millet buna her gün şahit olmakta;
Verdikleri demeç veya attıkları kimi nutuklarını izleyerek
görmekteyiz ki, parlamentoda sözde Kürt, Rum, Yunan, Ermeni ve
Yahudi lobileri mevcut!
-
Üstelik asla ‘Milli Devlet’ten
yana değil; Milli Devlete karşı!
-
Olacak şey değil!
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
25 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
“BÜYÜK FIRSAT” MESELESİ |
-
-
Hani Cumhuriyet’in yeddi emini, memurların baş
amiri ve halkın emanetçisi Abdullah Gül, Mart ayında İran'a giderken "Kürt
sorununda iyi şeyler olacak” demiş, devamla da “Kürt meselesi Türkiye'nin
birinci sorunudur. Halledilmesi lazımdır” açıklamasını yapmıştı.
-
Çek Cumhuriyetinde yapılan Prag zirvesi
dönüşünde de, "İster terör, ister Güney Doğu yahut Kürt meselesi deyin. Bu,
Türkiye'nin birinci sorunudur. İyi gelişmeler olması lazım ve olabilir. Herkes
işin farkında. Önce böyle bir çalışma anlayışının olması lazımdı. Devletin
içinde herkes birbiriyle çok daha açık seçik konuşuyor. Herkes derken, asker,
sivil, istihbarat, hepsi için söylüyorum. Bu ortamda iyi şeyler olur. O yüzden
de iyi şeyler olacak diyorum. Bir fırsat var, bu fırsatın kaçmaması lazım”
dedi.
-
HÜKÜMETİ SARSAN “ŞOK”
-
Gül’ün ‘beklenmedik’ söz ve açıklamaları
hükümette şok etkisi yaparken, başta Rum-Yunan, Ermeni ve Yahudi diasporaları
ile Misyonerler camiasında bayram havası yarattı.
-
Tam bir vukuf, ehliyet-liyakat, basiret ve
beka ile “Cumhuriyetin Kanunlarını” adalet, fazilet ve eşitlikle uygulamak,
yetimin malını gözetip kul hakkını korumakla memur-mükellef “bakan’ların başı,
halk hizmetkârı ‘başbakan’ RTE, açıklamayı önce “genel af” gibi algıladı.
-
Ancak meselenin (şimdilik) öyle olmadığı
anlaşılıp “Kürt açılımı” tepki alınca hemen “güneydoğu meselesi” diye ağız
değiştirildi. Sonra “demokrasi ve barış atılımı”, “huzur ve kardeşlik projesi”
ve “Toplumsal barış girişimi” ne dönüştü. Sonunda örtülü bir AB söylemi ve
dünya modası olan “Demokratik açılım” da karar kılındı!
-
NEDİR; DEMOKRATİK AÇILIM?
-
‘Ne men-em bir büyük fırsat’ konulu makalemize
göz atarsanız; ‘Yurttaşlıkta Birlik” başlığı altında işlenen bir hukuk ve
insanlık mucizesini görürsünüz. Zira 1926 -27 yıllarından beri TC yurttaşları
eşitlenmiş, millet arasında hiçbir ayrılık, azınlık ve ayrıcalık kalmamıştır.
Şimdi sorulur: “Ne sorunu kardeşim? Sorun varsa, ya her kesin sorunudur, ya da
yoktur.”
-
Öyle ya; 40 yıldır alıştıra-alıştıra gündeme
taşınan; Ülkede konuşulan 36 ana dil ve 48 etnik kök’ün varlığı, Anadolu’ya
1071’de gelindiği yalanı., 1071’den önce Anadolu’da Türk olmadığı, sonra
geleneyse haçlıların (haşâ) aşılama yaptığı; Egedeyse (kalleş-kancık) Yunan
palikaryasının tohum ektiği, akabinde de Wilson prensiplerinden dem vurarak
‘bütün halklara Flebisit (kendi kaderini tayin) hakkı tanıyan karar, metin ve
tasarılar hükümetlere dayatıldı.
-
Diğer taraftan, sözde “Kürt’lerin Ermeni
önderi” kundaktaki bebek dâhil 7’den 70’e 35 bini aşkın Kürt kardeşin kalleş
katili, eşkıya Artin Agopyan: “Federe devlet kabul etmem, ayrı bir devlet de
istemem” sözleri “yol haritaları” ve devlette zaaftan istifade ‘sayın’
taltifleri ile “binlerce şehit, aileleri ve necip Türk Milleti rencide
edilerek” gündeme sokuldu.
-
OYSA!
-
Malum ve mezkür ihanet furyası elli yıldır
sürerken; “FIRSAT” Nabuko’nun “hortum döşeme” açılımından “PKK’nın tasfiyesi”
olarak çıktı. ABD’nin BOP işinin bitmesi üzerine AB’nin “ucuz gaz hortumu”
gündeme geldi. Hat borularının yegâne tehdit, sabotaj ve şantaj unsuru PKK
için “işimiz bitti, mazarratı halledin” vizesi “büyük fırsattır” Diğer
taraftan; Yıllardır Kürt kamuflâjıyla rant sağlayan Ermeni-Rum-Yahudi
diasporası, vaktiyle Ağar’a ihale ettikleri olağanüstü kârlı “düz ova”
siyasetini hayata geçirme peşine düştüler. Sonuçta: “Demokratik açılım” içi
boş ve muğlâk bir kavram; Ortada kimlik sorunu falan yok. Zaten Doğu ve
Güneydoğu Ana-vatan bölgesi ve öz Türkmen yöresi. Öyleyse!
-
SÖZ KONUSU OLAN VATAN'DIR; GERİSİ TEFERRUAT!
-
Ülkemiz elli yıldır siyasi vesayet, dâhili-harici kuşatma ve abluka
altındadır. Şimdilik bunu kırmanın tek ve son hukuki ve demokratik yolu sandık
olup; Son çare: ‘ya AKP’ye karşı tek parti olarak birleşmek’ veya seçimde
hiçbir parti’ye oy vermemek şartıyla 27 Mayıs cunta, dikta, sulta ve statüko
partilerini sandığa gömerek Cumhuriyet’i kurtarmaktır.
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
26 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
CHP, MHP VE HDP KOALİSYONU HÜKÜMET KURMAK VE DEVLET
OLMAK ZORUNDADIR |
- Sıradan bir seçim,
aldatan put ve rejimin anatomisi; Sözde İslâm
ülkelerinde ironi, ötelenen bilim ve gerçek:
-
Hakikatte: “Hak,
Hüküm-Hikmet ve Hükümet”
-
Başta
Orta Doğu (güdümlü Arap hükümranlıkları) olmak üzere,
İslâm ülkeleri nam ya da Müslümanların yoğunlukta olup
idare cihazına hâkim bulundukları memleketlerde, müthiş
bir rüşvet-iltimas, yalan-talan, ikiyüzlülük, nitelikli
(organize) sahtekârlık hüküm sürmektedir.
- İslâm’ın zorunlu kıldığı hak, adalet, ahlâk, eşitlik ve
hukuk ilkelerine tamı tamına ters, bütünüyle aykırı ve bir nevi “emanet,
vesayet ve icazet” sistemine dayalı olarak teşekkül eden sultalar, cuntalar!
-
Ortak akıl ve maşeri
vicdanın asla kabul etmeyeceği biçimde kamu gücünü kullanarak gasp, irtikap,
hırsızlık, yolsuzluk, suiistimal, hile-desise, ayırma-kayırma,
aldatma-kandırma, takiyye ve çifte standart yoluyla vatandaşları alenen
soymaktadırlar. Ki bu, mensup olduklarını iddia ettikleri dinle taban tabana
zıt, Kuran-ı kerim vahiylerine tümden aykırı, tam bir sapkınlık, mürailik,
müşriklik ve bilinçli bir kilise mukallitliği hali arz etmektedir.
- Oysa Demokratik hukuk devletleri ve özellikle idarede
Müslümanların yer aldığı İslâm referansı ile anılan devletlerde hükümetler
eliyle; Seçilmişler tarafından doğrudan veya bazı yüksek dereceli atanmışlar
(memurlar) kullanılmak suretiyle haksızlık, yolsuzluk ve suiistimal
yapılıyor olması; Dünya milletlerine karşı ve İslâm adına çok büyük bir
utançtır.
-
Uzun bir süredir “paralel
devlet” yaftası altında ülkemizde sürdürülen operasyonlar da bu sosyal
mutasyon ve toplumsal çürümüşlüğün, en az elli yıldır Türkiye Cumhuriyetinde
var olduğunu kanıtlamaktadır. Alınan tedbirler ve yapılan operasyonların
‘namuslu-dürüst, onurlu ve sorumlu hükümet; Mutlak adaletli, demokrat, lâik,
şeffaf devlet doğrultusunda gelişmesini ve gerçekleşmesini dilerim. Aksi
takdirde, sür’atle yayılan yozlaşma, kokuşma ve çürümenin önlenmesi,
devletin “haksız, hırsız, yolsuz” takımından kurtarılması mümkün
olmayabilir!
-
Aslında “dinler arası
diyalog” namıyla ileri sürülen ve bazı beyinsiz kitlelere dayatılan
ütopyanın sebebi; Bu koyu cehalet hali, iğrenç fanatizm veya (büyük bir
ihtimalle de) dönme-devşirme (kripto) orijini olsa gerek! Bir başka şekilde,
evrende var olan tek dine eş koşulur ve dinler arası diyalog safsatası nasıl
ortaya konulabilir? Müslümanların çok dikkatli olması şart! Zira “el iman
minel vatan” emri, “her insan bir devlettir” olgusu, “tam bağımsız, özgür,
hâkim ve hükümran” devlet algısı ile “Meclisler, vekiller ve hükümetler
halkın emrine ve vatandaşın hizmetine memur unsurlardır” hakikati asla
unutulmamalıdır.
- KELİMELERİN KAVGASI VE DİL İSTİSMARI
- Böyle bir durumda bizim her konuya,
“mutabık kalınmış tanımlar” veya “kelime ve kavramların” soy anlamları ile
başlamamız gerek. Aksi takdirde, ilim-irfan, emir ve ilmihale dair beyan ve
bildirimlere açıkça muhatap oldukları halde, davranış biçimlerini
düzeltmeyen, doğrusal yönde değiştirmeyen, yaşama tarzlarını doğrultmadan;
Küfür, yanlış, hata, ihmal ve kusurda ısrar edenleri primitif varlıklar,
paralize veya mutasyona uğramış mundarlar şeklinde kabul, ilân ve telâkki
etmek gerekir. Böyleleri, akil olmadıkları ve rüştlerini ispatlamadıkları
cihetle, hiçbir derece ve düzeyde yöneticilik görevlerine seçilemez veya
atanamazlar. Velev ki seçilmiş veya atanmış olsalar bile, bu geçersiz bir
eylem, gayrimeşru ve yok hükmündedir. Şu kadar ki: Bu durum, malûm eşhası
işledikleri suçlardan mütevellit ceza ehliyetini kaldırmaz.
- GELELİM GÜNÜN EN ÖNEMLİ MESELESİNE
- Şöyle ki: 07 Haziran günü, adına seçim (!)
denilen bir çeşit “saptama/tespit” prosedürü ifa ve icra edildi. Nihayetinde
her an ‘asıl olan millet’ tarafından azli kabil 550 vekil tayin ve tespit
olundu. Şimdi! “Sadece halka vekil olduklarını idrak, asla bir Avukattan
fazla hak, yetki ve güce sahip olmadıklarının bilinciyle vekiller” hükümet
kurma yolunda. Bu aşamada sadece millete karşı sorumlu olduklarını; görev ve
yetkilerini doğrudan milletten aldıklarını; kanunlar gereği “sadece
koordinasyonla görevli parti başkanına” biat etmemeleri; Türkiye Cumhuriyeti
anayasası dışında kimseye itaat ve sadakat göstermemeleri gerektiğini
bilmeye mecburdurlar.
- AYRICA: HAK kavramının Allah anlamına
geldiğini, haksızlığın Allahsızlık-kâfirlik; Hüküm’ün, Hikmet bağlamında
ilim-ahlâk ve fazileti zorunlu kıldığını; Hükümet’in eşitlik, hak (Hakkıdır
Hak’a tapan Milletimin İstiklâl), (evrensel) hukuk ve adaleti uygulamaya
memur ve her şekilde mecbur olduğunu bilmek ve bu bilinçle hükümet etmek
zorundadırlar!
- Evrensel gerçek, İlâhi, ilmî ve insani
(fıtrat) hakikat şudur ki: Adil (adaletli, eşitlikçi, namuslu, dürüst,
şeffaf ve demokrat) olmayan hükümetler meşru değildir. Milletler arası bazı
temas, tedbir ve misillemeler hariç olmak üzere, devlette gizlilik olmaz.
Gizlilik melânettir.
-
BU İDRAK VE HAKİKAT IŞIĞINDA
HÜKÜMET ŞUURU
-
(Sözde) seçimlerin hemen
akabinde koalisyon konusunda kırmızıçizgiler çizen Ana Muhalefet partisi
(CHP)’nin, MHP ve HDP’ye bazı hatırlatmalarda bulunduğuna şahit olduk. “Hele
durun, kaçmak var mı? Seçimlerde, halkın huzuruna çıkıp vaki hükümetin
yeteneksiz, yetersiz ve başarısız olduğunu söylediniz. Seçim oldubitti. Yeni
hükümet kurmak için icazet aldınız. Şimdi nereye kaçıyorsunuz? Emekliler,
çifte ikramiye, asgari ücretliler, yüksek maaş, eşitsizlikler, çiftçiler,
ucuz mazot, aç sefil çocuklar, püskevit, dar gelirli aileler, Hilal Kart ne
olacak? İşsizler iş, evsizler ev bekliyor. 13 yıldan bu güne sürüp gelen
yolsuzluk, yalan-talan, soygun-vurgun, rüşvet ve iltimasla suçladığınız
hükümetin hesaba çekilmesi, sorgulanması, yargılanması, yargı önünde; Yüce
Divanda hesap vermesi gerekmiyor muydu? Sizler, ey bu günün muhalefete
soyunan ve iktidara icazet, lütuf ve inayet arz eden sözde siyaset haneleri!
-
Seçim döneminde yalan
söylemediyseniz gelin, mertçe sözünüzün arkasında durun.
-
HESAPLAŞMA YOKSA İBRA’DA
YOKTUR
-
Sözünüzü tutmadan ve adaleti
hayata geçirmeden nereye kaçıyorsunuz?
-
Evvelâ bu hükümete hesap
sormak, sonra da haksız, adaletsiz, hukuk ve ahlâka aykırı olarak
gerçekleştirilmiş bütün karar, edinim ve icraatların muhakemesini yapmak
için sizler (Chp, Mhp, Hdp) hep birlikte koalisyon kurmaya mecbursunuz.
Tarafsız ve bağımsız yargı önü ve kamu vicdanı nezdinde hükümet ve AKP
aklanırsa; Bu defa sizler yalancı, müfteri ve bozguncu durumuna düşersiniz.
İkisinin ortası yoktur. Ya hükümet olup, hesap soracaksınız ya da siyaset ve
fazilet sahnesinden çekilip gideceksiniz. Böyle bir durumda kaçmak veya
kaçamak yollara sapmak yiğitlik değil, resmen (hariçle iştirakli) dâhili
bedhahlıktır.
-
Baştanbaşa Güney Doğu olmak
üzere hemen, hemen her sandıkta yolsuzluk, hırsızlık ve hile yapıldığına
dair vahim iddialar bütün İnternet medyasında yer alıyor. Buna mukabil
yandaş, yoldaş ve sırdaş basın ile akredite medyada tek satır yok. Herkes
neticeden memnun ve mutlu görünüyor. Hatta bir takım kaşarlı politik ACI’lar
pişkinlikle sırıtarak rol kesiyorlar. Sanki bu sahne, hain oyun ve senaryo
demokrasi düşmanları tarafından hazırlandı gibi geliyor insana! Peki, Yüksek
(!) Seçim Kurulu kesin sonuçları neden ve niçin bu kadar geç açıkladı?..
-
Malum, menfur, bakkalcı ve
çakkalcı medya bunu neden, niçin sorgulamadı?
-
SOSYAL MEDYADA YER ALAN
İDDİALARDAN
-
Bütün bu savları yok saymak
ve ithamları duymazdan gelmek herkes için zuldür.
-
Silah tehdidiyle vatandaşın
"seçme hakkına" tasallutta bulunulduğu gerçeğine delalet edecek onlarca,
yüzlerce örnek varken ve binlerce plâkasız araç sandık sandık dolaşmış iken;
Bu şaibeye rağmen sizler, adalete hesap vermeden mi yüce Meclise sığınıp,
dokunulmazlık zırhına sarılarak, tüyü bitmemiş yetimin hakkını domuz gibi
yiyip zıkkımlanacaksınız? Bu vaziyette “millet bize muhalefet görevi verdi”
demek, iğrenç bir yalandır, ayıptır, bühtandır, korkaklık, yalakalık,
avantacılık, haramzadelik ve hazımsızlıktır diyen yok mu içinizde?..
-
Sahi, neden bu seçimde kimse
“çöpten oy pusulası çıktığını” ileri sürmüyor?
-
Haksızlık, yolsuzluk,
sahtecilik, organize sahtekârlık, görevi kötüye kullanma, hile ve desise
yapıldığına dair “milletvekili çıkaran partilerin” bir iddiaları yok.
Gariptir Vatan partisi gibi, “çok ağır bir yenilgi, hayal kırıklığı ve
hüsrana uğrayanlar” dâhil bütün partiler neticeden memnun. Yaklaşık iki
haftadır ortaya konulan eylem ve söylemlere bakılırsa, sanki mevcut
hükümetin yerinde kalarak, hiçbir şey olmamış gibi fiil ve icraatına devam
etmesi umuluyor, bekleniyor ve sanki akla-hayale gelmeyecek atraksiyonlarla
AKP’ye gizli destek veriliyormuş gibi! Bu ne acayip pişkinlik,
vurdumduymazlık ve aymazlık?
-
Gören de bunları AKP’nin
saklı ortakları, siyasi iştirak ve müttefikleri sanacak.
-
Açıklaması mümkün olmayan
çok şaşılacak, garip ve tuhaf bir durum!..
-
Oysa millet, CHP-MHP ve
HDP’ye koalisyon hükümeti kurma görevi verdi.
-
Evet, elbette! Seçim
sonuçları akıl, erdem ve vicdan ışığında okunduğunda açıkça görülür ki;
Millet CHP, MHP ve HDP’ye koalisyon hükümeti kurmaları için görev, yetki ve
sorumluluk verdi. Zaten, daha dün, bunu çok istiyorlardı. Yandaşları
"Yaşasın koalisyon" çığlıkları atıyor; "Koalisyon felakettir" diyenlere
karşı kuyruğu dik tutup, "Ne münasebet. Pek âlâ koalisyon hükümetiyle de
ülke idare edilebilir. Siz, geçmişin kötü örneklerine bakmayın, piştik
elhamdülillah" demiyorlar mıydı?
-
Şimdi fırsatı değerlendirmek
zorundalar. Şekvacı, şikâyetçi ve millete karşı davacı oldukları mevcut
hükümete karşı başarılı olabilecek bir koalisyon hükümeti kurmalı ve miting
meydanlarında taahhüt ettikleri iddialı vaatlerini mutlaka yerine
getirmelidirler. Bu bir namus, akıl, mantık, şeref ve haysiyet borcudur.
Millete alenen verdikleri sözleri tutmamaları halinde; Belki de ikinci bir
fırsatı asla bulamayabilirler.
-
KAÇMAK YOK VAATLERİ YERİNE
GETİRECEKSİNİZ!
-
Malum ve mezkür muhalefetin,
aynı telden çalıp müştereken yaptıkları en büyük, en önemli vaat ve
taahhütlerini şöyle bir gözden geçirelim: Büyük insanlık; Hak, adalet,
eşitlik ve barış; Birlik, bütünlük ve beraberlik içinde adaletle kalkınma:,
Objektif-Evrensel hukuk ve tarafsız, bağımsız yargı; İşsize iş, herkese aş;
Namuslu, dürüst ve saydam yönetim; Bedelsiz eğitim, karşılıksız sağlık ve
ücretsi adalet; Makul asgari ücret; Çalışan ve emekli maaşlarında norm ve
standart birliği; Seyyanen ücret zammı; Aracı-tefeci ve komisyoncu soygununa
son verilerek, üretici ve tüketici arasında dolaşan kene, kan emici vampir
ve sülük saltanatına dur denilmesi… Daha neler, neler. Alın sokaklara
dağıtılan afiş, pankart ve el ilânlarına bakın.
-
Şunu kimse unutmasın:
Siyasette herkes sözünden vaat ve taahhüdünden sorumludur.
-
Aslında Yüksek Yargı, TBMM
ve Adalet Bakanlığının olması gereken görevi: Yerine getirilmediği sürece:
Nitelikli sahtekârlık, organize hırsızlığa teşebbüs, bireyleri ve top yekûn
kitleleri kandırmaya, aldatmaya ve bu yolla çıkar sağlamaya hazırlık, TBMM,
siyasi partiler ve Milletvekilliği kurumunu istismar, suiistimal ve kötüye
kullanma suçlarını takip biçiminde düzenlenmek zorundadır. Zira sıkı bir
takip, denetim ve belgeleme olmadan suç önlenemez.
-
UTANMADAN, ARLANMADAN
POLEMİK YAPILIYOR
-
Kılıçdaroğlu yan mı çiziyor?
Demirtaş "MHP ile asla bir araya gelemeyiz" mi diyor? Bahçeli erken seçim mi
istiyor? Bir dakika beyler! Kaçmak var mı? Halkın huzuruna çıkıp bu
hükümetin başarısız olduğunu sizler söylediniz ve hükümet kurmak için icazet
aldınız. Şimdi nereye kaçıyorsunuz? Emekliler, çifte ikramiye, asgari
ücretliler, yüksek maaş, çiftçiler, ucuz mazot, çocuklar püskevit, fakirler
hilal kart, işsizler iş, evsizler ev:, Top yekûn millet adalet, hak, hukuk
ve eşitlik bekliyor. Açılım-saçılım sahtekârlığı yalan, tiksindirici bir
hile, desise... Bu milletin yegâne sorunu: Herkese adalet, eşitlik ve
hukuktur. Hani söz namustu, bu vaatleri gerçekleştirmeden nereye
kaçıyorsunuz? Bahane üçlü koalisyon kurulamaz. Niye? Görünüşte
nefreti sizi bir araya getirdi. Pek âlâ da ortak çalışabilirsiniz. Neden
olmasın…
-
“MHP'nin olduğu yerde HDP,
HDP'nin olduğu yerde MHP olmazmış. Bunlar düşman kardeşler, bir yapı içinde
huzurlu olamazlar, sürekli "maraza" çıkarırlar. İkisinin olduğu yerde CHP
olmaz. Kurulacak bir "azınlık hükümetine" dışarıdan destek de vermezler.
Yapıları, çatı ve ideolojileri buna uygun değil. Dünya yıkılsa bir araya
gelemezler” söylemleri doğru değil.
-
RTE nefretinde bir araya
gelebilen, Pekâlâ bir ‘ortak çalışma’ düzeni kuran, kurdukları düzende
birbirlerini kırmayan, üzmeyen, suçlamayan, incitmeyen, karşılıklı
atışmayan, ağız dalaşına girmeyen ve maraza çıkarmayanlar, hükümeti haydi
haydi kurar ve birlikte çalışmayı başarabilirler. Daha dün bunlar
birbirlerini vatana ihanet, hırsızlık, yolsuzluk, hele ki devleti satmakla
hiç suçlamıyorlardı. Seçim sathında adeta paslaşıyor halkın çok iyi bildiği
suçlarını; Görevi ihmal, ihanet ve suiistimallerini, haksızlık-yolsuzlukta
ortaklıklarını dile getirmiyorlar; Birlikte atıp-tutuyor, üç aşağı beş
yukarı tamamı benzer vaatlerde bulunuyorlardı.
-
Sıra vaatleri
gerçekleştirmeye gelince mi "düşman kardeşler" oldular?
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
27 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
CUMHURİYET, BURSA NUTKU VE GALİP BARAN BİLİNÇ
ÜNİVERSİTESİ
|
-
-
Devletin çözemediği sorunları çözmeğe girişen
“Ey ahali duyduk duymadık demeyin, Galip Dede devletin yapamadığını yapmağa
soyundu.” (10.05.1998-Milliyet, M.Hayırlıoğlu) 76 yaşındaki “Halk filozofu,
ilim, aksiyon ve eylem adamı, yurttaşlara örnek bilinç üstadı, Milli Kahraman”
Türk genci Galip Baran, yıllar önce başlattığı, “trafik terörüne son verme ve
demokrasiyi tabana yayma projesi’nin uygulamasında, Trafik Yasası’nı ihlal
yoluyla yolsuzluk yapan bazı rütbeli-rütbesiz polisleri, askerleri, avukat ve
hâkimleri uyarıyor.
-
Türk polisi, Galip Baran’ı sözü edilen projeyi
uygularken gözaltına alıyor. “Kırmızı Işık Eylemcisi Gözaltında” (22.04.1989,
Milliyet) Ancak, Türk inkılâplarının sahipliğine ve cumhuriyetin ilmen, fennen
ve bedenen kuvvetli, yüksek seciyeli muhafızlığına (bekçiliğine) soyunan
Baran, “bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır” demiyor. Polisin ve
jandarmanın henüz cumhuriyetin polisi ve jandarması olamadığını düşünüyor. Ne
Cumhurbaşkanı’na, ne Başbakan’a, ne Adalet ve ne de İçişleri Bakanına
telgraflar çekip, mektuplar yazarak affı için yalvarmıyor, “ben inanç ve
kanaatimin gereğini yapıyorum, eylemimde haklıyım, eğer bana haksızlık
yapılmışsa bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim
görevimdir” diyor. Demokrasilerde devletin etkinleştirilmesini sağlama,
kurumları disiplin ve toplumsal denetim altına alma çalışmalarını sürdürüyor.
-
Bu mücadele sürecinde kendisini (Rektör'ü
olduğu) Bilinç Üniversitesi Baş amelesi olarak tanımlayan Galip Baran;
Atatürk’ün, Bursa Nutku’nda sözünü ettiği, “Cesaretimizi pekiştiren ve
sürdüren sizlersiniz. Ey yükselen nesil! İstikbal sizsiniz. Cumhuriyeti biz
kurduk, onu yükseltecek ve yaşatacak sizsiniz” diyerek görevlendirdiği Türk
Gençleri’nden (büyüklerinden) birisidir… Katıldığı HABİTAT-II zirvesinde,
kendisinden, “Tek Kişilik Ordu” olarak da söz ettiren (Milliyet, 13.06.1996)
Galip Dede, Türkiye (ve dünyanın) tek “yasa bağımlısı”dır. Yasa kavramıyla bu
denli içli-dışlı ve özdeşleşmiş oluşunu dikkate aldığımızda, Galip Dede’yi
“Bay Yasa” olarak tanımlamamız; O’nu önemseyip izlememiz, örnek almamız ve
“Bilinç Üniversitesi” ne sahip çıkarak, açtığı yoldan yürümemiz gerekir diye
düşünüyorum… Önce, Atatürk’ün Bursa Nutku’na ilişkin kısa bir hatırlatma: 1975 yılında ilk kez yazılı bir metin olarak, Cafer Tanrıverdi tarafından
açıklanıp dağıtılmasından sonra; Kayseri 2. Ağır Ceza Mahkemesince yapılan
duruşmada dönemin Türk Tarik Kurumu Başkanı Enver Ziya Karal ile Öğretim Üyesi
Sami N. Özerdem’in katkılarıyla, Atatürk’e ait olduğu kesinleşen nutkun,
mahkemece onaylanan orijinal metni aşağıdadır. Ayrıca 1935 yayını bir dergide
de vardır. İrticai bir ayaklanma sonrası, Bursa’ya giden Atatürk tarafından
söylenen bu nutuk’un bir bölüm de, Celal Bayar tarafından meclis kürsüsünden
okunmuştur. Önceleri siyasi iktidarlarda tedirginlik yaratan ve yasak olan
Bursa Nutku, mahkeme kararından sonra, serbestçe okunur, söylenir ve dağıtılır
hale gelmiştir.
- BURSA NUTKU:
-
“Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin
sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine ve doğruluğuna herkesten çok
inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz
düşürecek en küçük, ya da büyük bir kıpırtı veya bir davranış duydu mu, “bu
ülkenin polisi vardır, jandarması vardır” demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve
silahla; nesi varsa onunla kendi eserini koruyacaktır. Polis gelecek, asıl
suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, “Polis henüz inkılâp
ve cumhuriyetin polisi değildir” diye düşünecek, ama hiçbir zaman
yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek; “Demek adliyeyi
ıslah etmek, rejime göre düzenlemek lazım.” Diyecek. Onu hapse atacaklar.
Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise
telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için salıverilmesine
çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki,” ben inanç ve kanaatimin
gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız
olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de
benim görevimdir.” İşte benim anladığım Türk Genci ve Türk Gençliği!” (Mustafa
Kemal Atatürk)
- BİLİNÇ ÜBİLİNÇ ÜNİVERSİTESİ’NİN KURULUŞ AMACI, HEDEFLERİ VE İŞLEVİ
-
Bursa Nutku’nun yılmaz takipçisi, Atatürk
ilkeleri, Türk İnkılâbı, fazilet anlamında Cumhuriyet, yasalara saygı, adalet
ahlâkı ve demokrasiye olan sarsılmaz bir inançla Galip Baran; Yirmi yıl
aralıksız süren bir mücadele verdi. Esas amaç, manâ ve muhteva bazında “İnsan
hakları, adalet, demokrasi ve hukuk” mücadelesinin doruğunda: “Cumhuriyet’in
ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek seciyeli muhafızlarını, diğer bir
deyişle “yurdu ve milleti özünden çok seven” nesilleri yetiştirmek üzere Muğla
ili, Bodrum ilçesi Turgutreis beldesinde Bilinç Üniversitesini kurdu.
-
Şu an için bu Üniversite, yerel eylem
projeleri ile entegre olarak İnternet ortamında hizmet vermekte, dünyanın her
tarafında okunmakta ve her gün binlerce insan (okuyucu ve meraklı) tarafından
ziyaret edilmektedir. Ayrıca, Üniversite Rektörü Galip Baran, teori üreten
gönüllü Öğretim Üyeleri ve Üniversite eylemcilerine yönelik günlük e.Mail
trafiği 100 binleri bulmaktadır. Dolayısıyla dijital ortamda faaliyet gösteren
sanal bir kurum gibi algılansa da, fiiliyatta Bilinç Üniversitesi, Türkiye ve
dünyanın yüzlerce üniversitesinden daha aktif, sıkça ulusal-bölgesel basında
yer alacak, süreci etkileyecek ve hatta gündem belirleyecek kadar popüler,
geniş katılımlı, belirleyici, etkin, dinamik bir yapıya sahiptir.
-
Özellikle, “Bilgi Çağı’nın çöküşü” söylemiyle
başta Türkiye olmak üzere BM, AB dâhil pek çok uluslar arası kurum-kuruluş,
bilim akademisi, evrensel lobi, konjonktürel araştırma teşekkülü nezdinde tez,
antitez ve iddiaları ciddiyetle konuşulan Galip Baran ve Bilinç
Üniversitesi’ne, oldum olası Türkiye hükümetleri kulak tıkamakta, göz ardı
etmekte ve görmezlikten gelmektedir. Bunun olası nedeni GB’ın eylemci ekibi ve
Bilinç Üniversitesinin ısrarla takip ettiği yol ve ele aldığı konulardır.
-
Bu konular kısa ve öz olarak:
-
Aşırı tüketim, gereksiz masraf, kişisel ve
kurumsal israfın önlenmesi;
-
Vergi adaletinin hakkıyla ve layıkıyla
sağlanması, ekonominin kontrol edilmesi, kayıt-takip altına alınması ve
kesinlikle vergi kaçırmanın önüne geçilmesi;
-
Ekolojik denge, çevre, en değerli unsur olan
insan ve insana taalluk eden bütün bitki, su, hava ve hayvan varlığının özenle
korunması, doğal, siyasal, sosyal ve kültürel kirlenmenin tam bir dikkat ve
disiplinle önlenmesi; Milli servete asla zarar verilmemesi;
-
Trafik kurallarına mutlaka uyulması,
uymayanların nezaketle uyarılması, olmazsa yasal yaptırım uygulanması ve
sonuçta insan’a içtenlikle saygı duyulması;
-
İnsanlık dışı varlılara münhasır bir alçaklık
olan rüşvetin verilmemesi ve alınmaması;
-
Bütün insanlığın leh ve yararına imar yasasına
uyulması, her ne surette olursa olsun
-
İmar yasasına aykırı işler yapılmaması,
yapanların şiddetle men ve takibi;
-
İş barışı ve iş ahlakının korunması, çalışanın
hakkının mutlaka adaletle verilmesi;
-
Maaş ve ücrette hakkaniyet ve hukukun hâkim
kılınması, eşit işe eşit ücret verilmesi;
-
Toplumun beden ve ruh sağlığının korunması ve
aykırı alışkanlıklar edinilmemesi;
-
VE;
-
“Her şeyi devletten bekleme alışkanlığı”nın
terk edilmesi.
-
İşte O’nun toplumdan ve devletten istedikleri
bunlar. Aslında aynı şeyler hepimizin istek ve beklentisi, ihtiyaç ve
sıkıntısı değil mi? Demek ki bu hepimizin işi!
-
BAK (Lütfen) : http://www.bilinc-universitesi.blogspot.com
- Bilinç Üniversitesi Rektör Yardımcısı ve Bilinç
Akademisi Başkanı
- DEVLET, ADALET, HUKUK VE CEMAATLER…
-
Günümüz toplumunda, (yıkılış dönemleri hariç)
binlerce yıllık tarihimizde eşine ender rastlanan vahim bir onursuzluk,
sorumsuzluk ve buna paralel salt bencillik, yani, hırs-ihtiras ve çılgınlık
derecesinde, kanun-kural tanımaz bir ‘öz çıkar’ yoğunlaşması (sosyal
şizofreni) gözlenmektedir. Hatta bu uğurda toplumsal ilkeler,
sosyolojik-psikolojik ilmi disiplinler, milli ve manevi değerler hiçe
sayılmakta, halkı birbirine kenetleyen temel stabilizatörler, devletin ve
demokrasinin çimentosu niteliğindeki asgari müşterekler tahrip ve tahrif
edilmektedir.
-
Örneğin: 29 Mart 2009 tarihinde yapılması yasa
ve Anayasa emri olan Yerel seçimler konusunda, önce Yüksek Seçim Kurulu
tarafından ilân edilen ‘seçmen sayıları’ ile bir şaibe bulaşmış (Seçmen
sayıları: 2002=41.300.000, 2007=42.500.000, 2008=48.300.000., Buna göre:
Seçmen sayısı 5 yılda 1.2 milyon artarken, 1 yılda nasıl olup da 6 milyon
artmıştır?), sonra yüksek yargı arasında vaki çelişkili karar ve açıklamalar
kaygı yaratmış ve nihayet, 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu ile 2839 ve 2972
Sayılı temel Kanunlara fiilen muhalefet anlamına gelen, adayları re’sen
belirleme biçimindeki ‘hak, hukuk ve ahlak dışılık’ gölgesi düşmüştür.
Açıkçası: Henüz resmi seçim takvimi işlemeye başlamadan, önseçim veya delege
yoklaması yapılmadan belediye başkanı, belediye meclisi ve il genel meclisi
adaylarının büyük çoğunluğunun belli olması, ilan ve kamuoyuna deklaresi utanç
verici bir gelişmedir.
- Daha doğru bir anlatımla bu: Anayasa ve yasalar gereği halkı idare etmekle
memur ve mükellef kişileri belirlemekle yükümlü, ‘demokrasinin vazgeçilmez
unsuru siyaset (politika) kurumlarının’ iyice yozlaştığı, çürüdüğü ve tabana
vurduğunun göstergesidir.
-
Buna rağmen gidişatı ‘aynı istikamette
yoğunlaştırmaya ve pekiştirmeye çalışan’ bazı art niyetli kesimler, milli
hassasiyetleri izole etmeye yönelik, fakat, aynı şikayet konularını baz alan
tahrip ve tahkir amaçlı tartışmalar yapmaktadırlar.
-
Bunlardan biri ve en
belirgin olanı da, başarısız yönetimleri tahrik, kafaları bulandırma ve
mesnetsiz, dayanaksız suçlamalarla saman altından su yürütmedir. Esas
itibarıyla, genel gidişattan çok memnun olan bu kesimler, yaşanan kaos ve
kargaşadan yararlanma peşindedir.
- MESELA “DEVLET-CEMAAT” İLİŞKİSİ:
-
Yukarda değinildiği üzere, Türk toplumunda son
zamanlarda yaşanan belirgin değişim ve dönüşüm, bazı art niyetli, dış
bağlantılı, gerici, fanatik, yobaz, bağnaz kişi ve kesimlerce “devlet-cemaat
ilişkisiyle” açıklanmakta, konuyla ilgili olarak da bazı iddialar, görüş,
düşünce ve yorumlar ileri sürülmektedir. Bu nedenle konuyu, umur-u devlet
kavramı, medeni siyaset geleneği ve konjonktürel bağlamda incelemek
gerekmiştir. Buna göre:
-
Kendilerini konuyla ilgili gösteren bazı
uzmanlar (!) ile; (AB-D yanlısı ve Soros güdümlü) Boğaziçi Üniversitesi ve
Açık Toplum Enstitüsü tarafından hazırlanan “Türkiye’de Farklı Olmak” konulu
raporda yer alan görüşler (21 Aralık 2008 Cumhuriyet) ve Bahçeşehir
Üniversitesi Uluslar arası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof Dr. Hasan Köni
tarafından:
-
“AKP’nin ikinci dönem kalacağını gördüğümüzde,
iktidar kültürünün topluma yansıyacağını da tahmin ediyorduk. Bu araştırmanın
verileri bilinen gerçeklerdi. Türkiye’de laikler, kadınlar, gençler; kısacası
farklı olan herkes üzerinde giderek artan bir baskı var” denilirken; Marmara
Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nilüfer Narlı da:
-
“Anadolu kentlerinde bağnaz muhafazakârlaşma
ekseninde bir değişim yaşanıyor. Bu değişimde en önemli noktalardan birincisi
kadınların ötekileşmeden daha fazla olumsuz etkilenmesidir. İkincisi, bağnaz
bir muhafazakârlığın katı konvansiyonel ahlak ilkelerine sıkı sıkıya bağladığı
insanların yalnızca diğer insanları yargılamakla kalmadığı, aynı zamanda
onların yaşam tarzına müdahale ettiği de ortaya çıkmıştır. Gülen ve benzer
cemaat yapılarının, toplum tarafından sempati görmesinin temel nedeni,
devletin özellikle eğitim ve sosyal dayanışma alanında çökmesidir” demekte.
-
Sosyoloji Derneği Bşk. Prof. Dr. B.Gökçe ise:
-
“Muhafazakârlaşma yalnız Anadolu’da değil,
büyük şehirler dâhil olmak üzere Türkiye’nin her yerinde artarak bir baskı
unsuru haline dönüştü. Toplumdaki kişi ve grupların, kendilerini yöneten
siyasi erk ile egemen güçlerin farkında olmadan etkisi altına girdi. Bu durum
Türkiye’nin sosyal yapısındaki değişimle bağlantılı bir olgudur.”
- Yukarda özetlenen devlet ve cemaat ilişkileri ile ilgili görüşler konumuz
dışında olmakla birlikte, bahse konu cemaatten kasıt insani ve İslâmi
cemaatler değil; Bilakis kendi öz çıkarları uğruna bütün ekonomik, sosyal,
bilimsel, kültürel ve dinsel değerleri pervasızca kullanmaktan kaçınmayacak
kadar değersiz sapkınlardır.
- İNSAN’A ODAKLI OLMAK GEREK!
-
Dolayısıyla ‘insanlık, adalet ve hukuk dışı
gasp, edinim ve tasarruflar’ bilumum fail ve fiilleriyle Cumhuriyet Savcıları,
Yargıç ve Mahkemelerin işidir. Yargı, Yasama ve Yürütme bunun için vardır. her
şeye rağmen insanlık düşmanlığı, zulüm ve hukuk dışılık sürüyorsa, bunun
bedelinin ne kadar ağır olduğu da bilinmeli ve gereken tedbir ivedilikle
alınmalıdır.
-
Biz konuyu “insan” bağlamında ele almak,
incelemek, irdelemek ve değerlendirmek durumundayız. Bu noktadan hareketle:
Sözde uzmanların görüş açıklarken temas ettikleri, ‘devletle ilgili’
düşüncelerin temeline inmek ve değerlendirmek gerekir diye düşünürüz.
-
Buna göre: Yönetimin yerini cemaatlerin
aldığını söyleyebilmek için; devletin en azından şimdi, veya bir zamanlar
haklı, adil-doğru ve dürüstler adına hâkim ve hükümran, demokratik disiplin
unsuru, adalet ahlâkı çerçevesinde hukuka, insan haklarına sahip-saygılı,
eşitlikten yana “var” olduğunu kabul etmek gerekmez mi? 10 Kasım 1938’den
sonra, (1950-60 hariç) devlet var mıydı ki? Eğer devlet adalet ahlâkı ve hukuk
hâkimiyeti ise, bu anlamda oldu mu hiç? Olmayan bir şeyin yerini ne alabilir?
- BİR AÇILIM VE DEMOKRASİ DERSANESİ
-
Başta Galip Baran olmak üzere; İnsanı, insani
(insanlık dışı, yasa karşıtı) davranışları ve bunların nedenlerini
araştırdığımız, 20 yıldır devam eden, demokrasi dershanesi odaklı “okul dışı
eğitim” çalışmalarımızda gördük ki, devletin hizmet etmesi beklenen
kalabalıkların varlığı ve devlete muhatap bu kalabalıkların davranışları başlı
başına bir sorun. Devletin var olabilmesi için kalabalıkların üstlerine düşeni
yapmaları vergi vermeleri, yasalara uymaları ve var olan devlet’in de, ne
pahasına olursa olsun bunu temin etmesi gerekirken, yönetimlerin yasayı,
yönetilenlerinse ana kural ve kaideleri boş vermesi. Buna paralel sosyal
gevşeme ve toplumsal yumuşama.. Adalet ve Hukukun yerini, kaynağı adalet ve
hukuk olmayan keyfi yasa kavramının alışı ve yığınların bunlara da uymayışı.
Kalabalıklar bunu yapmıyorlar ise ki yukarıda sözü edilen çalışmalarda
“vatandaşlık görevlerini” yapmadıklarını gördük ve bu sorumluluklarını nasıl
yerine getirecekleri konusunda onlara örnek olmak için yıllarca çalıştık.
Projeler hazırladık uyguladık. Kalabalıklar anlamadılar. Yönetimler de
anlamadı. Durumu olmayan devletin kurumlarına sunduk. Onlar da anlayamadılar.
Haklıydılar kalabalıklar (toplum) anlamayınca kalabalıkların seçtikleri nasıl
anlayabilirlerdi ki? Anlamamaları bir tarafa, şaka gelecek ama zaman zaman
gözaltına da aldılar bizi, o çalışmaları yaparken…
- Sonuç olarak demek istediğimiz şu ki: “Kanun, adalet, vergi ve denetim
yok’sa, devlet de yok demektir”. Cemaat olsa ne yazar?
-
Neden uyruk değil de, kalabalık dedik, açık
değil mi?
-
Açık değilse, “toplumsal ve yasal sorumluluk
nedir?” bir araştırın ve daha ayrıntılı bilgi için: http://bilinc-universitesi.blogspot.com’u
ziyaret edin lütfen!
-
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
28 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
CUMHURİYET, BURSA NUTKU VE GALİP BARAN BİLİNÇ
ÜNİVERSİTESİ
|
-
-
Devletin çözemediği sorunları çözmeğe girişen
“Ey ahali duyduk duymadık demeyin, Galip Dede devletin yapamadığını yapmağa
soyundu.” (10.05.1998-Milliyet, M.Hayırlıoğlu) 76 yaşındaki “Halk filozofu,
ilim, aksiyon ve eylem adamı, yurttaşlara örnek bilinç üstadı, Milli Kahraman”
Türk genci Galip Baran, yıllar önce başlattığı, “trafik terörüne son verme ve
demokrasiyi tabana yayma projesi’nin uygulamasında, Trafik Yasası’nı ihlal
yoluyla yolsuzluk yapan bazı rütbeli-rütbesiz polisleri, askerleri, avukat ve
hâkimleri uyarıyor.
-
Türk polisi, Galip Baran’ı sözü edilen projeyi
uygularken gözaltına alıyor. “Kırmızı Işık Eylemcisi Gözaltında” (22.04.1989,
Milliyet) Ancak, Türk inkılâplarının sahipliğine ve cumhuriyetin ilmen, fennen
ve bedenen kuvvetli, yüksek seciyeli muhafızlığına (bekçiliğine) soyunan
Baran, “bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır” demiyor. Polisin ve
jandarmanın henüz cumhuriyetin polisi ve jandarması olamadığını düşünüyor. Ne
Cumhurbaşkanı’na, ne Başbakan’a, ne Adalet ve ne de İçişleri Bakanına
telgraflar çekip, mektuplar yazarak affı için yalvarmıyor, “ben inanç ve
kanaatimin gereğini yapıyorum, eylemimde haklıyım, eğer bana haksızlık
yapılmışsa bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim
görevimdir” diyor. Demokrasilerde devletin etkinleştirilmesini sağlama,
kurumları disiplin ve toplumsal denetim altına alma çalışmalarını sürdürüyor.
-
Bu mücadele sürecinde kendisini (Rektör'ü
olduğu) Bilinç Üniversitesi Baş amelesi olarak tanımlayan Galip Baran;
Atatürk’ün, Bursa Nutku’nda sözünü ettiği, “Cesaretimizi pekiştiren ve
sürdüren sizlersiniz. Ey yükselen nesil! İstikbal sizsiniz. Cumhuriyeti biz
kurduk, onu yükseltecek ve yaşatacak sizsiniz” diyerek görevlendirdiği Türk
Gençleri’nden (büyüklerinden) birisidir… Katıldığı HABİTAT-II zirvesinde,
kendisinden, “Tek Kişilik Ordu” olarak da söz ettiren (Milliyet, 13.06.1996)
Galip Dede, Türkiye (ve dünyanın) tek “yasa bağımlısı”dır. Yasa kavramıyla bu
denli içli-dışlı ve özdeşleşmiş oluşunu dikkate aldığımızda, Galip Dede’yi
“Bay Yasa” olarak tanımlamamız; O’nu önemseyip izlememiz, örnek almamız ve
“Bilinç Üniversitesi” ne sahip çıkarak, açtığı yoldan yürümemiz gerekir diye
düşünüyorum… Önce, Atatürk’ün Bursa Nutku’na ilişkin kısa bir hatırlatma: 1975 yılında ilk kez yazılı bir metin olarak, Cafer Tanrıverdi tarafından
açıklanıp dağıtılmasından sonra; Kayseri 2. Ağır Ceza Mahkemesince yapılan
duruşmada dönemin Türk Tarik Kurumu Başkanı Enver Ziya Karal ile Öğretim Üyesi
Sami N. Özerdem’in katkılarıyla, Atatürk’e ait olduğu kesinleşen nutkun,
mahkemece onaylanan orijinal metni aşağıdadır. Ayrıca 1935 yayını bir dergide
de vardır. İrticai bir ayaklanma sonrası, Bursa’ya giden Atatürk tarafından
söylenen bu nutuk’un bir bölüm de, Celal Bayar tarafından meclis kürsüsünden
okunmuştur. Önceleri siyasi iktidarlarda tedirginlik yaratan ve yasak olan
Bursa Nutku, mahkeme kararından sonra, serbestçe okunur, söylenir ve dağıtılır
hale gelmiştir.
- BURSA NUTKU:
-
“Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin
sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine ve doğruluğuna herkesten çok
inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz
düşürecek en küçük, ya da büyük bir kıpırtı veya bir davranış duydu mu, “bu
ülkenin polisi vardır, jandarması vardır” demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve
silahla; nesi varsa onunla kendi eserini koruyacaktır. Polis gelecek, asıl
suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, “Polis henüz inkılâp
ve cumhuriyetin polisi değildir” diye düşünecek, ama hiçbir zaman
yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek; “Demek adliyeyi
ıslah etmek, rejime göre düzenlemek lazım.” Diyecek. Onu hapse atacaklar.
Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise
telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için salıverilmesine
çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki,” ben inanç ve kanaatimin
gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız
olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de
benim görevimdir.” İşte benim anladığım Türk Genci ve Türk Gençliği!” (Mustafa
Kemal Atatürk)
- BİLİNÇ ÜBİLİNÇ ÜNİVERSİTESİ’NİN KURULUŞ AMACI, HEDEFLERİ VE İŞLEVİ
-
Bursa Nutku’nun yılmaz takipçisi, Atatürk
ilkeleri, Türk İnkılâbı, fazilet anlamında Cumhuriyet, yasalara saygı, adalet
ahlâkı ve demokrasiye olan sarsılmaz bir inançla Galip Baran; Yirmi yıl
aralıksız süren bir mücadele verdi. Esas amaç, manâ ve muhteva bazında “İnsan
hakları, adalet, demokrasi ve hukuk” mücadelesinin doruğunda: “Cumhuriyet’in
ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek seciyeli muhafızlarını, diğer bir
deyişle “yurdu ve milleti özünden çok seven” nesilleri yetiştirmek üzere Muğla
ili, Bodrum ilçesi Turgutreis beldesinde Bilinç Üniversitesini kurdu.
-
Şu an için bu Üniversite, yerel eylem
projeleri ile entegre olarak İnternet ortamında hizmet vermekte, dünyanın her
tarafında okunmakta ve her gün binlerce insan (okuyucu ve meraklı) tarafından
ziyaret edilmektedir. Ayrıca, Üniversite Rektörü Galip Baran, teori üreten
gönüllü Öğretim Üyeleri ve Üniversite eylemcilerine yönelik günlük e.Mail
trafiği 100 binleri bulmaktadır. Dolayısıyla dijital ortamda faaliyet gösteren
sanal bir kurum gibi algılansa da, fiiliyatta Bilinç Üniversitesi, Türkiye ve
dünyanın yüzlerce üniversitesinden daha aktif, sıkça ulusal-bölgesel basında
yer alacak, süreci etkileyecek ve hatta gündem belirleyecek kadar popüler,
geniş katılımlı, belirleyici, etkin, dinamik bir yapıya sahiptir.
-
Özellikle, “Bilgi Çağı’nın çöküşü” söylemiyle
başta Türkiye olmak üzere BM, AB dâhil pek çok uluslar arası kurum-kuruluş,
bilim akademisi, evrensel lobi, konjonktürel araştırma teşekkülü nezdinde tez,
antitez ve iddiaları ciddiyetle konuşulan Galip Baran ve Bilinç
Üniversitesi’ne, oldum olası Türkiye hükümetleri kulak tıkamakta, göz ardı
etmekte ve görmezlikten gelmektedir. Bunun olası nedeni GB’ın eylemci ekibi ve
Bilinç Üniversitesinin ısrarla takip ettiği yol ve ele aldığı konulardır.
-
Bu konular kısa ve öz olarak:
-
Aşırı tüketim, gereksiz masraf, kişisel ve
kurumsal israfın önlenmesi;
-
Vergi adaletinin hakkıyla ve layıkıyla
sağlanması, ekonominin kontrol edilmesi, kayıt-takip altına alınması ve
kesinlikle vergi kaçırmanın önüne geçilmesi;
-
Ekolojik denge, çevre, en değerli unsur olan
insan ve insana taalluk eden bütün bitki, su, hava ve hayvan varlığının özenle
korunması, doğal, siyasal, sosyal ve kültürel kirlenmenin tam bir dikkat ve
disiplinle önlenmesi; Milli servete asla zarar verilmemesi;
-
Trafik kurallarına mutlaka uyulması,
uymayanların nezaketle uyarılması, olmazsa yasal yaptırım uygulanması ve
sonuçta insan’a içtenlikle saygı duyulması;
-
İnsanlık dışı varlılara münhasır bir alçaklık
olan rüşvetin verilmemesi ve alınmaması;
-
Bütün insanlığın leh ve yararına imar yasasına
uyulması, her ne surette olursa olsun
-
İmar yasasına aykırı işler yapılmaması,
yapanların şiddetle men ve takibi;
-
İş barışı ve iş ahlakının korunması, çalışanın
hakkının mutlaka adaletle verilmesi;
-
Maaş ve ücrette hakkaniyet ve hukukun hâkim
kılınması, eşit işe eşit ücret verilmesi;
-
Toplumun beden ve ruh sağlığının korunması ve
aykırı alışkanlıklar edinilmemesi;
-
VE;
-
“Her şeyi devletten bekleme alışkanlığı”nın
terk edilmesi.
-
İşte O’nun toplumdan ve devletten istedikleri
bunlar. Aslında aynı şeyler hepimizin istek ve beklentisi, ihtiyaç ve
sıkıntısı değil mi? Demek ki bu hepimizin işi!
-
BAK (Lütfen) : http://www.bilinc-universitesi.blogspot.com
- Bilinç Üniversitesi Rektör Yardımcısı ve Bilinç
Akademisi Başkanı
- DEVLET, ADALET, HUKUK VE CEMAATLER…
-
Günümüz toplumunda, (yıkılış dönemleri hariç)
binlerce yıllık tarihimizde eşine ender rastlanan vahim bir onursuzluk,
sorumsuzluk ve buna paralel salt bencillik, yani, hırs-ihtiras ve çılgınlık
derecesinde, kanun-kural tanımaz bir ‘öz çıkar’ yoğunlaşması (sosyal
şizofreni) gözlenmektedir. Hatta bu uğurda toplumsal ilkeler,
sosyolojik-psikolojik ilmi disiplinler, milli ve manevi değerler hiçe
sayılmakta, halkı birbirine kenetleyen temel stabilizatörler, devletin ve
demokrasinin çimentosu niteliğindeki asgari müşterekler tahrip ve tahrif
edilmektedir.
-
Örneğin: 29 Mart 2009 tarihinde yapılması yasa
ve Anayasa emri olan Yerel seçimler konusunda, önce Yüksek Seçim Kurulu
tarafından ilân edilen ‘seçmen sayıları’ ile bir şaibe bulaşmış (Seçmen
sayıları: 2002=41.300.000, 2007=42.500.000, 2008=48.300.000., Buna göre:
Seçmen sayısı 5 yılda 1.2 milyon artarken, 1 yılda nasıl olup da 6 milyon
artmıştır?), sonra yüksek yargı arasında vaki çelişkili karar ve açıklamalar
kaygı yaratmış ve nihayet, 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu ile 2839 ve 2972
Sayılı temel Kanunlara fiilen muhalefet anlamına gelen, adayları re’sen
belirleme biçimindeki ‘hak, hukuk ve ahlak dışılık’ gölgesi düşmüştür.
Açıkçası: Henüz resmi seçim takvimi işlemeye başlamadan, önseçim veya delege
yoklaması yapılmadan belediye başkanı, belediye meclisi ve il genel meclisi
adaylarının büyük çoğunluğunun belli olması, ilan ve kamuoyuna deklaresi utanç
verici bir gelişmedir.
- Daha doğru bir anlatımla bu: Anayasa ve yasalar gereği halkı idare etmekle
memur ve mükellef kişileri belirlemekle yükümlü, ‘demokrasinin vazgeçilmez
unsuru siyaset (politika) kurumlarının’ iyice yozlaştığı, çürüdüğü ve tabana
vurduğunun göstergesidir.
-
Buna rağmen gidişatı ‘aynı istikamette
yoğunlaştırmaya ve pekiştirmeye çalışan’ bazı art niyetli kesimler, milli
hassasiyetleri izole etmeye yönelik, fakat, aynı şikayet konularını baz alan
tahrip ve tahkir amaçlı tartışmalar yapmaktadırlar.
-
Bunlardan biri ve en
belirgin olanı da, başarısız yönetimleri tahrik, kafaları bulandırma ve
mesnetsiz, dayanaksız suçlamalarla saman altından su yürütmedir. Esas
itibarıyla, genel gidişattan çok memnun olan bu kesimler, yaşanan kaos ve
kargaşadan yararlanma peşindedir.
- MESELA “DEVLET-CEMAAT” İLİŞKİSİ:
-
Yukarda değinildiği üzere, Türk toplumunda son
zamanlarda yaşanan belirgin değişim ve dönüşüm, bazı art niyetli, dış
bağlantılı, gerici, fanatik, yobaz, bağnaz kişi ve kesimlerce “devlet-cemaat
ilişkisiyle” açıklanmakta, konuyla ilgili olarak da bazı iddialar, görüş,
düşünce ve yorumlar ileri sürülmektedir. Bu nedenle konuyu, umur-u devlet
kavramı, medeni siyaset geleneği ve konjonktürel bağlamda incelemek
gerekmiştir. Buna göre:
-
Kendilerini konuyla ilgili gösteren bazı
uzmanlar (!) ile; (AB-D yanlısı ve Soros güdümlü) Boğaziçi Üniversitesi ve
Açık Toplum Enstitüsü tarafından hazırlanan “Türkiye’de Farklı Olmak” konulu
raporda yer alan görüşler (21 Aralık 2008 Cumhuriyet) ve Bahçeşehir
Üniversitesi Uluslar arası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof Dr. Hasan Köni
tarafından:
-
“AKP’nin ikinci dönem kalacağını gördüğümüzde,
iktidar kültürünün topluma yansıyacağını da tahmin ediyorduk. Bu araştırmanın
verileri bilinen gerçeklerdi. Türkiye’de laikler, kadınlar, gençler; kısacası
farklı olan herkes üzerinde giderek artan bir baskı var” denilirken; Marmara
Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nilüfer Narlı da:
-
“Anadolu kentlerinde bağnaz muhafazakârlaşma
ekseninde bir değişim yaşanıyor. Bu değişimde en önemli noktalardan birincisi
kadınların ötekileşmeden daha fazla olumsuz etkilenmesidir. İkincisi, bağnaz
bir muhafazakârlığın katı konvansiyonel ahlak ilkelerine sıkı sıkıya bağladığı
insanların yalnızca diğer insanları yargılamakla kalmadığı, aynı zamanda
onların yaşam tarzına müdahale ettiği de ortaya çıkmıştır. Gülen ve benzer
cemaat yapılarının, toplum tarafından sempati görmesinin temel nedeni,
devletin özellikle eğitim ve sosyal dayanışma alanında çökmesidir” demekte.
-
Sosyoloji Derneği Bşk. Prof. Dr. B.Gökçe ise:
-
“Muhafazakârlaşma yalnız Anadolu’da değil,
büyük şehirler dâhil olmak üzere Türkiye’nin her yerinde artarak bir baskı
unsuru haline dönüştü. Toplumdaki kişi ve grupların, kendilerini yöneten
siyasi erk ile egemen güçlerin farkında olmadan etkisi altına girdi. Bu durum
Türkiye’nin sosyal yapısındaki değişimle bağlantılı bir olgudur.”
- Yukarda özetlenen devlet ve cemaat ilişkileri ile ilgili görüşler konumuz
dışında olmakla birlikte, bahse konu cemaatten kasıt insani ve İslâmi
cemaatler değil; Bilakis kendi öz çıkarları uğruna bütün ekonomik, sosyal,
bilimsel, kültürel ve dinsel değerleri pervasızca kullanmaktan kaçınmayacak
kadar değersiz sapkınlardır.
- İNSAN’A ODAKLI OLMAK GEREK!
-
Dolayısıyla ‘insanlık, adalet ve hukuk dışı
gasp, edinim ve tasarruflar’ bilumum fail ve fiilleriyle Cumhuriyet Savcıları,
Yargıç ve Mahkemelerin işidir. Yargı, Yasama ve Yürütme bunun için vardır. her
şeye rağmen insanlık düşmanlığı, zulüm ve hukuk dışılık sürüyorsa, bunun
bedelinin ne kadar ağır olduğu da bilinmeli ve gereken tedbir ivedilikle
alınmalıdır.
-
Biz konuyu “insan” bağlamında ele almak,
incelemek, irdelemek ve değerlendirmek durumundayız. Bu noktadan hareketle:
Sözde uzmanların görüş açıklarken temas ettikleri, ‘devletle ilgili’
düşüncelerin temeline inmek ve değerlendirmek gerekir diye düşünürüz.
-
Buna göre: Yönetimin yerini cemaatlerin
aldığını söyleyebilmek için; devletin en azından şimdi, veya bir zamanlar
haklı, adil-doğru ve dürüstler adına hâkim ve hükümran, demokratik disiplin
unsuru, adalet ahlâkı çerçevesinde hukuka, insan haklarına sahip-saygılı,
eşitlikten yana “var” olduğunu kabul etmek gerekmez mi? 10 Kasım 1938’den
sonra, (1950-60 hariç) devlet var mıydı ki? Eğer devlet adalet ahlâkı ve hukuk
hâkimiyeti ise, bu anlamda oldu mu hiç? Olmayan bir şeyin yerini ne alabilir?
- BİR AÇILIM VE DEMOKRASİ DERSANESİ
-
Başta Galip Baran olmak üzere; İnsanı, insani
(insanlık dışı, yasa karşıtı) davranışları ve bunların nedenlerini
araştırdığımız, 20 yıldır devam eden, demokrasi dershanesi odaklı “okul dışı
eğitim” çalışmalarımızda gördük ki, devletin hizmet etmesi beklenen
kalabalıkların varlığı ve devlete muhatap bu kalabalıkların davranışları başlı
başına bir sorun. Devletin var olabilmesi için kalabalıkların üstlerine düşeni
yapmaları vergi vermeleri, yasalara uymaları ve var olan devlet’in de, ne
pahasına olursa olsun bunu temin etmesi gerekirken, yönetimlerin yasayı,
yönetilenlerinse ana kural ve kaideleri boş vermesi. Buna paralel sosyal
gevşeme ve toplumsal yumuşama.. Adalet ve Hukukun yerini, kaynağı adalet ve
hukuk olmayan keyfi yasa kavramının alışı ve yığınların bunlara da uymayışı.
Kalabalıklar bunu yapmıyorlar ise ki yukarıda sözü edilen çalışmalarda
“vatandaşlık görevlerini” yapmadıklarını gördük ve bu sorumluluklarını nasıl
yerine getirecekleri konusunda onlara örnek olmak için yıllarca çalıştık.
Projeler hazırladık uyguladık. Kalabalıklar anlamadılar. Yönetimler de
anlamadı. Durumu olmayan devletin kurumlarına sunduk. Onlar da anlayamadılar.
Haklıydılar kalabalıklar (toplum) anlamayınca kalabalıkların seçtikleri nasıl
anlayabilirlerdi ki? Anlamamaları bir tarafa, şaka gelecek ama zaman zaman
gözaltına da aldılar bizi, o çalışmaları yaparken…
- Sonuç olarak demek istediğimiz şu ki: “Kanun, adalet, vergi ve denetim
yok’sa, devlet de yok demektir”. Cemaat olsa ne yazar?
-
Neden uyruk değil de, kalabalık dedik, açık
değil mi?
-
Açık değilse, “toplumsal ve yasal sorumluluk
nedir?” bir araştırın ve daha ayrıntılı bilgi için: http://bilinc-universitesi.blogspot.com’u
ziyaret edin lütfen!
-
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
29 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
CUMHURİYET’İ
FAZİLET’E İBLAĞ |
-
-
Bu biraz “DAVOS’TA
SON TANGO!” nun devamı olacak. Zira 48 yıldır uygulanan
‘aykırı’ bir senaryo var ortada. Ne demiştik? Olaylar zincirlemedir, birbirini
kovalar ve tamamlar. Süreç AB’ye girme değil, her şeye rağmen apaçık bir
‘bağlanma’ oyunudur. Süreç içinde Davos’u bir halka olarak görmek gerek. Aksi
takdirde, zaman tuzağına düşülmez, sürede müsavat (eşitlik) ön görülür,
moderatör’e değil; Progrom ve soykırım suçlusu İsrail’e ders verilir,
diplomasi askıya alınır, başta M60 tank ihalesi olmak üzere iki ülke arasında
vaki bütün projeler büyüteç altına konulur ve 28 Şubat’tan itibaren yoğunlaşan
anlaşma ve ilişki trafiği dondurulurdu.
-
Aradan geçen zamana rağmen hiç birisi oldu mu?
Maalesef olmadı!..
-
En azından, yaşasaydı Atatürk, demokrasi
Şehitleri Menderes ve Zorlu olsa böyle yapardı. Çünkü onlar, hayatlarını seçim
kazanılması, bir süre daha vekil kalınması gibi bencil ihtiraslara değil, ebed-müddet
Türkiye, fazilet anlamında Cumhuriyet, hak-adalet ve hâkim-hükümran bir hukuk
idealine adamışlardı. Olması gereken bu idi. Ama öyle olamadı!..
-
Peki, neden ve niçin? Çünkü son 48 yılda
anlayışlar ve kavrayışlar ‘strateji’ değişti.
-
Türkiye Cumhuriyeti kuruluş amacından
saptırıldı. Atatürk ilke ve inkılâpları tarihe gömülerek hafızalardan silindi.
Nevi-i şahsına münhasır (kendine özgü) olması gereken TC’ nin yönü (DYP’nin
ihtiyar atı gibi) tefessüh etmiş batıya çevrildi!.. Bu bağlamda Cumhuriyet ’in
temel ilke ve maddi-manevi değerleri, başta demokrasi olmak üzere adalet
ahlâkı ve hukukun mutlak gereği kuvvetler ayrılığı (yargı-yasama-yürütme)
özgürlük ve hükümranlık hakkı AB kriterleri ve çifte standart kurbanı edildi.
TC Mahkemeleri AİHM’nin altına düştü.
-
Yani Davos; yıllarca ezilen Türk milleti’nin
tükürükle bile boğabileceği Güney Kıbrıs Çetesi, tebaadan Yunanistan, tefessüh
etmiş AB ve düne kadar Osmanlı’ya vergi veren ABD tarafından rencidesi,
istismarı ve alçakça sömürülmesi nedeniyle kısmi heyecan yaratmıştır.
Dolayısıyla bu çıkış Türk Milleti’nin hasret kaldığı bir duruş, meydan okuma,
vicdanen dışa vurma ve sinerjik ‘desarj’ biçiminde algılanmış olmakla; İç
politikada yararlanılan harika argüman ve yerel seçimlere tahvili planlanan
duygusallık.. ‘Acı gerçek’ budur. Aksi takdirde mesele bir seçim arifesinde iç
politikada bu denli abartılmazdı!.
-
Burada önce Başbakan, icra heyeti ve dönem
politik-ACI’larının mutlaka bilmesi ve hatırlaması gereken bir hakikat vardır.
Cumhuriyet tek başına bir hiçtir. Ancak ve sadece demokrasi ile birleştiği,
bütünleştiği takdirde bir anlam ifade eder. Yahut SSCB gibi zalimin adı,
soykırım, zulüm, insanlık dışı sulta, saltanat ve despotizmin maske söylemi
olarak kalır. Açık bir anlatımla Cumhuriyet; Atatürk’ün tanımladığı “fazilet”
bağlamında uygulanıp, adalet ve hukuk’la fiilen yaşam boyutuna geçirilmedikçe
büyük bir yalan, sahtecilik ve yolsuzluktan ibarettir. Örneğin siyasi
partilerin delege seçimi yapmak yerine ‘aday belirleme’ yöntemi gibi!
- Cumhuriyet’in olmazsa olmaz bileşenleri adalet ve hukuk ile taçlanmış
demokrasidir.
-
Derinlemesine inceleyince gördük ki, Atatürk
aslında batı tarzı (yozlaşmış ve çıkar kaygısıyla çürümüş) demokrasi ile
sağlandığı öne sürülen faydaların, Türk tipi (Türk İnkılâbı) Cumhuriyet ve
demokrasi (medeni siyaset) ile çok daha kolay elde edilebileceğini anlatmak
istemiş müteakip vecize ve nutuklarıyla bu gerçeği ‘sadıklar için’ açıkça
ortaya koymuştur...
-
“Bizim idare şeklimiz Kitaplarda adı konmuş,
tanımı verilmiş yönetimlerden hiç birine benzemez bir idaredir!. Milli
hakimiyet ve milli iradeyi gerçekleştiren biricik idare de budur!.. Bu
nitelikte bir yönetimdir!. İdare şeklimizi adlandırmamız gerekirse, halk
idaresi, veya halk hakimiyeti deriz!.. Demokrasi’ye değil, sosyalizm'e
benzemiyormuş!.. Efendiler!.. Biz benzememekle, benzetmemekle gurur duyarız!..
Çünkü biz bize benzeriz, efendiler!..”
-
“Bizim (sistemimiz) hâkimiyeti kayıtsız
şartsız milletin eline veren bir idaredir. . Gerçekten bugün dünya yüzünde
Millet hakimiyeti'ni bu kadar kesin sağlayıp, böyle açık belirten başka bir
idare yoktur!..Cumhuriyetin en asri, mantıki ve namuskâr tatbikini temin eden
hükümet şekli: Demokrasi’dir!.. (Mustafa Kemal ‘Atatürk’ 27.1.1923)
-
Şimdi
Davos’ta yaratılan kahraman’ı; Cumhuriyet’i fazilet’e iblâğa davet ediyoruz.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
30 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
DAVOS’TA SON TANGO! |
-
-
Ülkemizde 27 Mayıs’tan bu güne ısrarla
sürdürülen bir kirli oyun var.
-
Zaten o büyük kırılma, 11 Kasım 1938 şeametinden sonra gelen ikinci
karşıdevrim ve meş’um sapma Türkiye’yi çökertmek içindi.
-
Bu gün akredite medyanın adını utanmadan, ar,
hayâ etmeden, tam bir kast-ı mahsusla ‘Ergenekon’ koyduğu Ümraniye davasına
esas cürüm ve caniyane emellerin tahakkuk mebdei ve milâdı da aynı tarihe
rastlar. (İşte bu nedenledir ki, bahusus dava ve soruşturmanın 48 yıl geriye
kadar uzanmasını ve 27 Mayıs’ı da içine alan tam bir hesaplaşma ve yüzleşme
‘temiz eller operasyonu’ olmasını istemekteyiz.)
-
Demokrat Parti tarafından (Halk Partisinin
şiddetli muhalefetine rağmen) kanlı Kıbrıs olaylarını önlemek ve Milli davayı
koordine etmek için kurulan Genelkurmay Özel Harp Dairesi Başkanlığı ile
1960’a kadar bu dairenin iştigal ettiği yegâne kritik konu olan TMT’yi
suçlamak, büyük haksızlık, yalan ve iftiradır. Nitekim 27 Mayıs’ın önce kendi
Genelkurmay Başkanı’nı yediği ve Türk Ordusunda tarihinin (8.800’leri bulan
her derece ve düzeyde) en büyük tasfiyesini gerçekleştirdiği ve TSK’nın
Atatürkçü unsurlardan bütünüyle ayıklandığı da asla unutulmamalı..
Dolayısıyla, ‘Encümeni Daniş’ 12 Mart, 12 Eylül ve sürecin bekraund’u 28 Şubat
da bu bağlamda büyüteç altına konulmak, araştırılmak-soruşturulmak ve muhakeme
edilmek zorundadır. Aksi taktirde sadece ahtapotun bir kolu kesilmiş olacak,
menfur beyni ve hain gövdesi hükmünü sürdürmeye devam edecektir!..
-
Yani, milli birlik komitesi bu örgüt’ün
günümüze uzanan ilk temeli, İsmet İnönü’de bir numarası idi. (Araştır:
Encümeni Daniş) Sonra bunun yerini A. Atila Sözer tarafından isim ve eylem
bazında bütün ayrıntılarıyla açıklanan ‘karayılan’ örgütü (gladyo) aldı. Bu
kitap ilk baskısının yapıldığı dönemde yolsuzluklardan sorumlu Devlet Bakanı
Orhan Kilercioğlu’na verildi. Akabinde de tebahur etti, piyasadan kayboldu,
buharlaştı. (Bak: Karayılan Doktrini-devrimci güçler, A.Atila Sözer, Saycom-kırmızı
kurdele, http://www.gittigidiyor.com/)
- İsmet İnönü’nün Lozan’dan itibaren üstlenerek yürüttüğü gerçek misyonu da
Anayurt Gazetesi yazarı Hasan Hüseyin Memiş’in ‘Diken’ isimli kitabından
öğrenebilirsiniz. (Diken, Hükümet Sistemleri, Akasya Kitap, Mayıs-2007,
Ankara) Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu’nun AB sürecine ilişkin değerlendirmeleri ve
Yılmaz Dikbaş’ın bu süreçte oynanan oyunlara dair kitaplarına bir göz
atarsanız sanırım ‘oynanan oyun’ bütün boyutlarıyla ortaya çıkacaktır.MESELA!... 16 Şubat 1999 tarihinde terör ve tedhiş örgütü başı Abdullah
Öcalan’ın, Kenya`nın Başkenti Nairobi`de derdest edilerek Türkiye`ye
getirilmesini, 56. hükümet’in başı Bülent Ecevit’in ‘kahraman’ ilân edilişini
ve akabinde 18 Nisan 1999’da erken Genel Seçime gidilmiş olmasını nasıl
yorumlarsınız? Derken, hükümeti kurma görevinin 9. Cumhurbaşkanı Süleyman
Demirel tarafından DSP Genel Başkanı ‘milli kahraman’ Bülent Ecevit'e
verilmesi!Böylece, Bülent Ecevit, başbakanlıktan istifa ettiği 1979 yılından 20 yıl
sonra 5. kez Başbakanlık görevini üstlenmiş oldu. Ecevit, DSP, MHP ve ANAP ile
28 Mayıs 1999 günü (Mesut Yılmaz’ın ‘Milliyetçi Sol’ olarak tanımladığı) üçlü
(17.) koalisyon hükümetini kurdu. Bu arada, MHP 21 yıl sonra hükümete girdi.
22 yıl aradan sonra il kez bağımsız adaylar (!?) (millet) vekili seçildi.
Bunlar hep bir tesadüften mi ibaret acaba? yoksa sahnelenen oyunun bir parçası
mı? Gelelim günün Davos meselesine!..
-
3.02.2009 günü grup toplantıları ve genel
kurulda mesele çözüldü, suçlu moderatör!..
- Zaten farklı bir durum olsaydı, Gazze’de soykırım yapan İsrail
pilotlarının Konya’da (Bolu da telaffuz edilmekte?) eğitimine son verilir,
yılan hikâyesine dönen 2000 yılı ‘M60 tank modernizasyonu’ yolsuzluğunun
üstüne gidilir ve milletin kanını emen 37 temel sektör Yahudi şirketinin
lisansları askıya alınırdı!. Bunların hiçbirisi olmadı. Üstelik 200 nokta
atışı ile İsrail ateşkesi bozarak Hamas’ı suçladı. Ortada doğru dürüst bir
ateşkes de kalmadı.
-
Peki, sırada ne var? Cevap: 29 Mart 2009 Yerel
Seçimleri!...
-
Yani, AKP’nin parlatılması “milli kahraman” rolü!..
- (*)
Siyaset Bilimci, Hukukçu, Araştırmacı-Yazar, 7. ve 9. dönem DP Genel Başkan
Yardımcısı
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
31 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
DE’FACTO SULTA
|
-
- Neredeyse yarım asırdır
devletin düzeni bozuk.
-
Milletin
üstüne kâbus gibi çöken darbeler; eşitlik, hak, adalet ve hukuk
düşmanlığı de’facto (resmen olmasa da fiilen) hükmünü sürdürüyor.
-
Rejim,
haklı, doğru-dürüst, ilkeli, onurlu ve sorumlu yurttaştan yana değil;
Zengin, güçlü, paralı, onursuz, hırsız-yolsuz, milli servet ve
kaynakları sorumsuzca israf eden, peşkeş çeken saltanat ve sulta
unsurlarından yana.
-
Milli
tarih-Milli hafıza, manevi değerler ve doğal stabilizatölere (temel
toplumsal ilke ve denge unsurlarına) inadına bir direniş, başkaldırı,
güzel adet, örf, ahlâk ve geleneklere karşı red bilinci oluşturulmaya;
bunun yanı sıra “sorumluluk bilincinden arınmış, ilkesiz-onursuz ve
sorumsuz birey” yani, prototip insan yaratılmaya çalışılıyor.
-
Bu uğurda
yıllardır uygulanan psikolojik savaşla; Vatandaşın beynine,
bilinçaltına, onu ümitsizlik, başarısızlık, hayal kırıklığı, kâbus,
karamsarlık ve hüsrana sürükleyecek, hak yolunda-millet hizmetinde
mücadele gücü ve direncini yıkacak-kıracak olumsuz mesajlar ve
yönetimi denetleme iradesini ortadan kaldıracak sistematik telkinler
empoze ediliyor.
-
Öyle ki;
Halkın bilinçaltından toplumsal görgüler, örfler, adetler ve yasa
kavramının ifade ettiği algılar, yozlaştırılmaya, çürütülmeye,
anlamsızlaştırılmaya çalışılıyor. Bilincin bu özelliğinin keşfedilmesi
ve teknolojinin de ilerlemesiyle, Subluminal Teknik yani bilinçaltına
gizli mesaj gönderme yöntemiyle, samimi dindarlık ve özellikle saf
(arı-duru) Müslümanlığa karşı; Dinler arası diyalog ve ılımlı İslâm
gibi Watikan’ın menfur yöntemleri kullanılıyor.
-
Psikolojik
savaş sürecinde bu mesajları bilinçaltına gönderme, aktive etme,
çeşitli illegal yol ve yöntemlerle yapılmakta. Örneğin müzik, dizi,
sıradan program, normal ve çizgi film, açık oturum, münferit
hitap-sohbetlerle haber programlarının ses/görüntü altına insan
kulağının duyamayacağı ama bilinçaltımızın algılayabileceği düzeyde
‘çok hassas’ dalga boyunda mesajlar yerleştirmek suretiyle insanlar
üzerinde tahribat, akıl ve hafızalarda tahrifat yapıyorlar. Bazı
siyasi partiler bile 25. kare denilen bu yöntemi zaman zaman
kullanmaktan geri kalmıyor. Ekolojik denge, doğal doku ve bedensel
tehdide yönelik DNA, RNA bozucu tohum kodlaması, sanayi kirliği,
biyolojik savaş ve hormonal baskı da cabası.
-
Elli yılı
mücavir bu süreçte Depresif ve şizofrenik, paralize bir yapı oluştu.
İnsanların ruh beden imtizacı, vücut kimyası ve zihinlerini senkronize
edecek, dengeleyebilecek sosyal ilâç ve unsurlar bir bir yok edildi.
Buna paralel cinnet, cinayet, şiddet eğilimi ve gerilim arttı.
İnsanlarımız artık geleceğinden umutsuz, yaşama sevincini yitirmiş,
karamsar ve mutsuz.
-
İşte bu
nedenle, Cumhuriyet’in temel (Atatürk) ilkeleri, insan hakları ve
hukuka aykırı ayrıcalık, dokunulmazlık ve imtiyazlar ısrarla
korunuyor. 27 Mayıs’tan bu güne demokrasi, hak, adalet, eşitlik ve
hukuk kavramları muâllakta.. Seçimden siyasete, siyasetten başıboş
piyasa (!) ekonomisine kadar şaibe bulaşmadık yer kalmadı.
Cumhuriyet’in vazgeçilmezi ve temel ilkesi olan halk’a hizmet, art
arda yaşanan hezimetler (kaos, kriz, bunalım ve buhran), eza, cefa,
haksızlık, yolsuzluk ve aralarında ‘başbakan, bakan, parlamenter,
general, emniyet müdürü, rektörler ile şehir ve büyük şehir belediye
başkanları’ da bulunan bit, pire, kene, sülük ve vampirlerce yapılan
sömürü, suiistimal ve hortumlarla halk canından bezdirildi.
-
Kamu
vicdanını derinden sarsıldı, rencide edildi, yaralandı.
-
Türkiye’de
yaşamak adeta bir zulüm ve işkence halini aldı.
-
TBMM’nin
Genel Kurul duvarında “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” yazılı.
549 kişi her gün bu temel emir ve ilkeye bakarak el kaldırıyor. Hani
‘Milli İrade’?
-
Amma bu
“EL’LER” ne hikmetse bir türlü, haksızlık, yolsuzluk, yalan-talan,
vurgun ve soyguna, saltanat ve sultaya “DUR” demiyor. Ortalıkta
dosyalar uçuşuyor, kimse Hâkime, Savcıya gidemiyor. Cumhuriyet’in
savcıları ‘hak-adalet adına” durumdan vazife çıkartmıyor.
-
NEDEN? Çünkü, ülkemizde DE’FACTO
saltanat ve SULTA hakim de ondan!...
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
32 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
DEMİRKIRAT ALFABESİ "BASİDE İCRA" |
-
-
Bu (başlıktaki) lâf, 1960
öncesi tarihi ve kadim Demokrat Parti Çankaya Ocağı delegesi
müteveffa Hamdi Ciliv'e ait. Merhumun aynı ad'la bir de kitabı
var. Biz onunla, Demokrat Parti'nin, 19 Haziran 1992 tarih ve
3821 Sayılı Kanun gereği yeniden açılması, ruhlanması, hayat
bulması ve güncel vizyonunun inşası sürecinde tanıştık,
muhterem eşi Sara dâhil, Prof. Dr. Orhan Morgil'in
Koordinatörlüğü'nde birlikte çalıştık.
-
Kuruluşunun 67. yılında (7
Ocak 2013) Hamdi Ciliv'i tazimle anmamın nedeni şu: Merhum,
tarihi-kadim DP için derdi ki:
-
"Demokrat Parti; M. Kemal
Atatürk’ün 14 Eylül 1923 tarihinde.; Celâl Bayar, Prof. Dr.
Fuat Köprülü, İsmet İnönü, Recep Peker ve Refik Saydam ile
birlikte kurduğu Halk Fırkası (chp) nin özü, asli cevheri,
kurucu unsuru; Milli Mücadele ve Kuvva-i Milliye hareketinin
beyin takımı olan "Kuvva-i İlmiye" koludur.
-
Bu sıfatla; 7 Ocak 1946'da
'Yeter! Söz Milletindir' diyerek kuruldu. Samimi bir halk
hareketi olan "beyaz ihtilâl" ile 14 Mayıs 1950'de iktidara
geldi. Milleti; Dikta, cunta, ıstırap, esaret, açlık,
hastalık, çarık ve şeametten kurtardı; Hak, hukuk, adalet,
insaniyet ve demokrasi ile buluşturdu; Cumhuriyeti Demokrasiye
kavuşturdu. İşte ve başta, bilhassa bu nedenle; Vatan ve
vatandaş daima Demokrat Parti ve Adnan Menderes ile davanın
tüm önderlerine minnettar ve müteşekkir olacaktır." Derdi!
-
Hamdi Ciliv'i tanıyanlar,
bunları O'nun söylemiş olmasının ne kadar önemli, anlamlı ve
değerli olduğunu da çok iyi bilirler. Benim, kuruluşun 67.ciyılında
Hamdi Ciliv'i özellikle ve bilhassa anmamın birinci nedeni,
içtenlikle söylenmiş bu sözleridir!
-
İkinci neden ise; Tıpkı
Hüsamettin Cindoruk ve mümasil misyon tacirleri gibi, yıllar
boyu merhum Menderes ile birlikte anılarak mirasından
yararlanmayı şiar edinen, Av. Burhan Apaydın tarafından TBMM
Başkanlığına verilen (güdümlü Yassı ada çadır tiyatrosu,
hukukun utancı ve adaletin yüzkarası) 1961 idam (alçakça ve
haince katliam) emirlerinin tekrar gözden geçirilmesi,
kaldırılması veya yeniden yargılanma yolunun açılması
marifetiyle itibarın iadesi, girişimine duyduğum tepkiyi dile
getirmek içindir.
-
Çünkü başta, son Baş Vekil
Adnan Menderes olmak üzere, kader ve dava arkadaşları Fatin
Rüştü Zorlu ile Hasan Polatkan'ın bu rezalete alet edilmeleri
büyük bir ayıp ve utançtır. Küresel adalet ve evrensel barış
elçileri, O merhum ve müstesna Demokrasi Şehitlerinin buna
asla ihtiyaçları yoktur. O'nlar, aziz ve necip, büyük Türk
Milleti tarafından, ilelebet sürecek, derin bir nefretle,
şiddetle reddedilen menfur bir isyan ve kalleş ihanetin masum
kurbanıdırlar.
-
Zaten, kamu vicdanında
tertemiz; Fakat isyancı, vatan haini güruhlarca illâ
lekelenmek istenen berrak isim ve muazzez şanları TBMM
tarafından iade-i itibara mazhar olmuştur. Aziz Ruhlarını
alenen rencide edecek başka bir istismara gerek yok!. Milli
Mücadele mabedi; Milli Ruh ve mübarek Mukaddeslerle mündemiç
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin bu suiistimale "evet" diyerek
izin vereceğine inanmak istemiyorum.
-
Bu vesileyle; Yıllardır
fütursuzca sürdürülen "Demokrat Parti ve Adnan Menderes"
istismarı, sömürü ve suiistimaline yol açacak bu girişimi asla
tasvip ve tasdik etmediğimi ilân ederim. Üstelik vaktiyle
Süleyman Demirel, Tansu Çiller, Mesut Yılmaz, Mehmet Ağar ve
Erkan Mumcu'nun yaptığı gibi; "Demokrat Partiye rağmen
Demokrat Parti istismarı" utanç vericidir. Ayıptır. Tam bir
şımarıklık, kendini ve haddini bilmezliktir!
-
MÜTHİŞ BİR İRONİ
-
Üstelik kadim Demokrat Parti
ile özellikle Şehit Baş Vekil Adnan Menderes sömürüsü yoluyla
"siyaset simsarlığı, din tüccarlığı ve misyon tacirliği"
yapanlar, genellikle Milli devlet karşıtı, AB+ABD uydusu ve
öz'de "Misak-ı Milli ile Milli Mücadele" aleyhinde olanlardır.
-
Oysa Demokrat Partili olmanın
ilk şartı: Misak-ı Milli'ye adanmak; İnsan Hakları, tam
demokrasi, özgürlük, Milli bağımsızlık, egemenlik ve tavizsiz
hükümranlık bağlamında 'Milli Mücadele'yi kayıtsız şartsız
tasdik ve tasvip etmeyi zorunlu kılar. DP'nin şiarı Milli
Devlettir.
-
2001 yılında tarafımdan Mehmet
Ağar aleyhine "Demokrat Parti istismarı" hakkında açılan bir
davanın, Sincan Ağır Ceza Mahkemesinde vaki duruşmasında:
'Bizim bahis konusu ve kastettiğimiz bu günkü DP değil;
1950-60 arası faaliyet gösteren Demokrat Parti'dir," gibi, çok
garip, acayip ve saçma bir ifade vermesi, yıllardır ısrarla
sürdürülen istismarın veçhesidir.
-
OYSA BİLMEK LÂZIM Kİ:
-
3821 Sayılı Kanun gereği 29
Kasım 1992'de 5. Olağan Büyük Kongresini ifa ve icra ederek
(tıpkı AP, CHP ve MHP gibi) yeniden açılan tarihi, klâsik ve
kadim Demokrat Parti; İlk kurulduğu 07 Ocak 1946'dan itibaren
vaki bütün hak, mal ve hukuku, fiilen ve resmen iktisap ederek
orijinal ad ve amblemle, Türk siyaset hayatındaki yeni ve
ileri yerini almıştır.
-
Dolayısıyla; 1992 yılından
itibaren ayakta, aktif ve hayattadır. Hattâ resmen (yeniden)
açılarak faaliyete geçtiği tarihten itibaren: Önce, dava,
emanet ve vasiyete ihaneti ile maruf Aydın Menderes'in Büyük
Değişim Partisi (BDP), DP'ye 1994 yılında iltihak etmiş,
iltihakı tasvip etmeyen İstanbul İl Başkanı, Genel Başkan
Yardımcısı ve Genel Başkan adayı Besim Tibuk Demokrat
Parti'den ayrılarak 1995'de Liberal Demokrat Parti'yi kurmuş.;
Bir süre sonra da, Korkut Özal'ın Genel Başkanlığı sırasında
(Turgut Özal tarafından 'yeniden aktif siyasete dönmek
amacıyla' kuruluşu yapılan) Yusuf Bozkurt Özal'ın Yeni
Parti'si (YP), 1997 yılında DP'ye iltihak etmiş ve fakat; her
şeye rağmen, 27 Mayıs ürünü "menfur mihraklar tarafından" her
daim partinin inkişafına mani olunmuş ve gelişmesi sistemli,
plânlı ve güdümlü müdahalelerle engellenmiştir.
-
2001 atağı ve Ankara Belediye
Başkanı İ. Melih Gökçek'in de'facto (resmen değil fiilen)
genel başkanlık görenine nasp edilmesinden sonra durum
değişir. "Üçlü Çete"nin ağır hezimet ve akamet sürecinde,
Demokrat Parti'ye iktidar yolu sonuna kadar açılır. Fakat
alelacele tezgâhlanan oyunlar, şark kurnazı dessas düzenler ve
(bedhahlarla) ittifak dolarlarının bastırması sonucu açılan
yol (her şeye rağmen) kapılır ve kapatılır.
-
Bunu dâhili darbeler (2004),
iç hesaplaşmalar, kirli oyunlar, pazarlama, satış ve peşkeş
operasyonları izler. Zaten Yaşar ve Ömer'in parti işgali bu
minval üzeredir. Bu arada, hakiki, halis ve samimi, gerçek
demokratlar "ya soylu bir diriliş, ya onurlu kapanış" parolası
ile Demokrat Parti'yi kurtarmak adına uzunca bir mücadele
verseler de eyyamcı takımın elinden partiyi kurtarmaya
muvaffak olamazlar. Sonunda olan olur ve Erkan Mumcu (ANAP)
ile vaki anlaşma ve pazarlık gereği 08 Mayıs 2005 günlü
sembolik kongre sonucu ANAP'a katılım, fiilen ve resmen
gerçekleştirilir. DP'niz ANAP'a katılması ve Mehmet Ağar'ın
DYP'sinin
-
Demokrat Parti adını alması
tam bir üçkâğıtçılık, hile, desise, organize sahtekârlık ve
suç teşkil eden bir faciadır. Bu utanç D(y)P'nin ANAP ile
birleşip bütünleşmesine kadar fütursuzca devam eder. Makûs
talihin son evresi bu birleşme ve bütünleşmedir. Böylece,
artık geç de olsa "Merkez Sağ" teşekkül etmiş ve DP, 33 yılı
mücavir iktidar ve beş büyük partinin bileşkesi (sentezi)
haline gelmiştir.
-
NETİCE OLARAK
-
Hali hazır Demokrat Parti,
Gültekin Uysal'ın Genel Başkanlığında ve 2820 Sayılı Siyasi
Partiler Kanunu çerçevesinde siyasi, fiili ve hukuki faaliyeti
ile insan hakları, adalet ahlâkı ve DEMOKRASİ mücadelesini
"Anayasa ve yasalar" kapsamında nizami bir şekilde sürdürmekte
olup; Merkez ve taşra dâhil bütün organları, kurulları ile
ayakta ve hayattadır.
-
Demokrat Parti'nin, canlı,
fiili, resmi ve aktif varlığına rağmen, tarihi, değerleri ve
liderleri üzerinde müzmin biçimde tesis edilen "inatla
sürdürülen ve çıkarlar uğruna ısrarla sergilenen" istismar,
siyasi sömürü ve suiistimaller utanç vericidir! Bilmeyenler
bilmeli, duymayanlar duymalı ve bu istismar artık son
bulmalıdır!
-
Demokrat Parti'ye gelince:
-
Dönem itibarıyla tarihi dava,
geleneksel misyon ve merkez sağı temsille mükellef bir siyaset
kurumu sıfatıyla kendini bilmek; Bizzat kendisi 'tarihi, tabii
ve kadim Demokrat Parti' olmak, gelenek ve gerçeği
sahiplenmek; İnsan ve ülke bağlamında Merkez Sağ'ı toparlayıp;
"Yeter; Söz Milletindir!" diyerek, siyasete vaziyet etmek
zorunda ve durumundadır.
-
Biline.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
33 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
DEMOKRASİ PRANGALARI VE DERİN DOMUZ BAĞLARI |
-
-
Eğer işler yolunda gider, her hangi bir mani
çıkmazsa, 2015 yılında, sözde millet adına ve illâ millete rağmen “vekil atama
ve cebren seçmene onaylatma” tatbikatı yapılacak!. Millet iradesinin, devlet
idaresinde temsil edilmediği; Az gelişmiş veya güdümlü azınlığın nitelikli
çoğunluğa tahakküm ettiği ülkelerde görülen bu utanç, Cumhuriyet, demokrasi,
insan hakları, hukuk ve ahlâkın ilga edildiği 27 Mayıs 1960’dan beri, ne yazık
ki bizde de var.
-
Şöyle ki:
-
Konuya iyimser bir yaklaşımla bakacak olursak;
1963-1980 dönemi “güdümlü delege” hâkimiyeti vardı. 1983’den sonra bu, apaçık
lider nam parti sahibi sulta ve cuntasına dönüştü. Şimdi, hepsini mumla aratan
bir despotluk/diktatörlük var. Yani Türkiye 55 yıldır Demokrasi; Varlığı buna
bağlı ilim, özgür bilim, Adalet ahlâkı, kuvvetler ayrılığı, Hukuk, gerçek
anlamda Lâiklik ve özellikle, fazilet bağlamında Cumhuriyet idaresinden
mahrumdur.
-
Daha da açıkçası ve tam olarak işin aslı; 1980
öncesi nadiren varlığına rastlansa bile, 1983’den sonra “Millet Vekili” anlam ve
bağlamında, halis ve hakiki, yani gerçek bir Türkiye Büyük Millet Meclisi
Üyesi’nin olmayışıdır. Bu nedenle, demokrasinin olmadığı yıllara ait ve raci
olmak üzere Gâzî TBMM’nin adı “Parlamento”; Büyük bir aymazlık, pişkinlik,
küstahlık ve utanmazlıkla adına “seçilmiş” denilen atanmışlara da “parlamenter”
denilmektedir.
-
Kendi ifadelerine göre parlamenterler, Lider’in
(parti sahibinin) istek ve buyruklarını yerine getiren; Buna karşın, vatandaşa
verilen asgari ücretin devasa katlarını alıp, dahası türlü çeşitli iş takipleri,
emsalsiz imtiyaz, ayrıcalık ve dokunulmazlıklar sayesinde çok konforlu bir hayat
sürerek bu “kula kulluk etmeye” katlanan kimseler olduklarını söylerler.
-
Bu “kul’a kulluk” nedeniyle, elbet memlekette
demokrasi olmaz. Çünkü Demokrasi, her şeyden önce hürriyet, hakkaniyet, adalet
ve eşitliktir. Bakınız etrafa “demokrasi” var mı acaba? Elbette yok!.. Eğer,
parlâmento denilen yer Türkiye Büyük Millet Meclisi vasfını haiz bulunsa ve
içinde bir tane dahi “Millet Vekili” olsa idi; Yıllardır, kesintisiz biçimde
hükmünü sürdüren seçim ve siyasi partiler mevzuatında Baraj; Seçimlere
katılabilmek için asgari örgüt şartı; Üyeyi yok sayan, önseçimi öteleyen, seçmen
iradesini dışlayıp hiçe sayan, adına merkez yoklaması denilen resen atama
keyfiyeti; “Aidat ve Bağış yükümü ile” millete bağlı ve üye’ye muhtaç olan,
kitle partisi kavramı, katılımcılık, uzlaşma, demokrasi kültürü ve
paylaşımcılığı ortadan kaldıran, insanlık ve rıza dışı hazine yardımı; Siyasi
partilerde sahiplik, başıbozukluk, denetimsizlik, dikta, sulta ve cunta olur mu
idi?...
-
Üstüne üstlük, siyasi partiler ve seçim
mevzuatı, tam anlamıyla antidemokratik, keyfi yönetim yanlısı, “temsilde adalet
& siyasette istikrar” palavrasını kurnazca maskeleyen, geniş halk kitleleri ile
“devletin gerçek sahibi halkı” öteleyen, örseleyen, dışlayan, hiçe sayan bu ve
benzeri demokrasi düşmanlıkları, yasa boşlukları, sözde usulen ve tefhimen
seçilmiş (ve fakat gerçekte atanmış) kimseler için olağanüstü imkânlar,
ayrıcalık, dokunulmazlık ve imtiyazlar ihdas etmek mümkün olabilir mi idi?..
-
Parlamento da gerçek Millet Vekili bulunmadığı
için; Doğal olarak ülkemizde kitle partisi, medeni siyaset boyutunda
devletçilik, objektif ve reel anlamda iktisadi, siyasi, sosyal, bilimsel ve
kültürel rekabet ortamı yok. Buna göre ülkemizde devlet, öncelikle “Denetleyici,
Düzenleyici ve Destekleyici” olamamakta; Sadece ve yalnızca hâkim olan unsurun
çıkarlarını gözeten, koruyan ve geliştiren (ele geçirildiğinde, istenildiği
biçimde kullanılabilen) bir cihaz mesabesine düşürülmüş bulunmaktadır. Ki,
millet iradesinin “demokratik, adil ve ahlâki” bir biçimde, devlette temsil
edilmeyişinin doğal ve beklenir sonucu budur.
-
Bu şartlar altında muhalefet yoktur, olamaz;
İktidar dışında kalan menfaat şebekeleri ‘muhalefet’ olarak adlandırılır.
Dolayısıyla demokrasinin önündeki en güçlü engel, en girift domuz bağı,
sahte/sanal ve güdümlü muhalefettir. Bu nedenle ülke 2015’de demokratikleşme,
anayasayı iyileştirme, sanal Kürt sorununu ilga, yıllardır aleyhinde kurulan
menfur tuzakları imha ve hükümetin dini kullanmaya başlamasıyla baş gösteren,
“de Facto Siyasal İslamcılık” sorunu ile hesaplaşarak; Gerçek demokrasi, Adalet
ve Hukuku hayata geçirmek zorundadır.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
34 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
DEMOKRASİ, ADALET VE MEDENİ SİYASET |
-
-
Demokrasi yönünden bilimsel (ilmi) disiplinin
mutlak gereği ‘muğlâk değil’ mutlak kuvvetler ayrılığı ilkesidir. Ya, 1924
(1928) anayasasında olduğu gibi TBMM şahsında bütün (mündemiç) kuvvetler
birliği veya ‘Yasama, Yürütme ve Yargı’ olmak üzere birbirinden tam bağımsız
kuvvetler ayrılığı esastır. Bugün ülkemizde olduğu gibi ‘ikisinin ortası’
yoktur.
-
Türkiye hariç dünyanın her devletinde
‘savcılar’ vardır. Türkiye’de ise ‘milli devletin doğal bir gereği olarak’
Cumhuriyet (millet) savcıları. Bu çok anlamlı bir uygulama olup; Cumhuriyet
savcıları adalet ve hukuku, her hangi bir erk yahut hükümet adına değil,
doğrudan ‘halk adına’ yürütmekle memur ve mükelleftir. Bu nedenle hukukta
‘meşhut suç’ denilen ‘kişisel şikâyet ve takibe bağlı haller dışında’ hiçbir
istisnası olmadan (Cumhurbaşkanı, başbakan, bakan, her derece ve düzey memur
dâhil) icabı halinde her kesin ve her kurumun üstüne gidebilir, re’sen
soruşturma açabilir ve dava ikame edebilir. Eğer uygulamada bu yoksa, ortada
adalet, hukuk, yargı veya demokrasi de yoktur!..
-
Cumhuriyet Savcıları ve Hâkimler ‘millet
adına’ iş görür.
-
Millet adına iş gören Yargı erk’i, ya
Yasama-ya (TBMM’ne) bağlıdır veya siyasetten arınmış yüksek mahkeme (örneğin
Anayasa Mahkemesi) nezdinde temsil ve ilzam olunur. Her ne şekil ve surette
olursa olsun hukuk devletlerinde ‘milletvekillerinin kürsü masuniyeti’ hariç
dokunulmazlık, ayrıcalık ve imtiyaz yoktur. Varlığı da asla kabul edilebilir
değildir.
-
İşte, Türk medeniyetinin binlerce yıllık
mazisinden intikal ve Proto Türklerden grek (eski Yunan’a) ‘demokrasi’ adıyla
tahvil eden (dönüşen) ‘Medeni Siyaset’ sisteminin aslı ve esası budur. Medeni
siyaset asırlar içinde nizam-ı âlemi oluşturan vahiyle tahkim edilmiştir. Bu
nedenle ahlâken yükseklik, bilgelik ve olgunluk rejimidir. Madde ve manâ
barışı, olgunluk ve dinginlik (kâmil insan ve şüra) bağlamında, Türk
milleti’nin öz yapısında hayat bulan ve gelişen bu sistem insanlık âleminin en
büyük eseridir. Eser’in, ‘insanlık idealini’ ortak payda kabul eden
atalarımızca değil de; İnsanlık düşmanlığıyla maruf Greklerce sahiplenilmesi
sinsi bir kurnazlık, kıskançlık, haset, ‘emperyalist emeller doğrultusunda’
yozlaştırma, çürütme ve dejenere etme amaçlıdır. Rum-Yunan tarihi bunu
belgeleyen binlerce vakıa ile doludur.
-
Bu eser, hikmet ve mütekâmil medeni siyaset
rejimi dolayısıyla olmalıdır ki, İslâm’da ve Kur’anda herhangi bir siyasi
sistem vazedilmemiştir. On emirden ibaret Tevrat ve taklit ve tahrif edili
‘muharref’ İncillerde de özgün bir siyaset öğretisi, tavsiye ve öngörüsü
yoktur.(Bu nedenle dini siyaset veya ticatere alet etmek lâikliğe aykırı ve
bütünüyle insanlık dışıdır)
-
Türkiye Cumhuriyeti olarak kalkınmak,
gelişmek, yükselmek ve Atatürk' ün gösterdiği muasır medeniyet seviyesini
aşmak, modern bilim ve ileri-yüksek teknolojinin nimetlerine ulaşmak, ancak ve
sadece; Evrensel norm, standart ve kriterlerde bütün kurum ve kuruluşları ile
teşekkül ve tekemmül etmiş "katılımcı ve çoğulcu demokrasinin” (yukarda
açıklanan) medeni siyaset ve gerçek hukuk devletinin yaşam boyutuna geçmesi
ile mümkündür.
-
Zira insani boyut ve bilinç toplumuna ancak ve
sadece gerçek bir demokrasi idaresi ile ulaşmak ve bu yolla birinci sınıf bir
devlet olmak mümkündür. Kaldı ki, yüksek basiret, deha ve bekasıyla bunu
gören, anlayan ve kavrayan, ülkemiz ve insanımızı ilk kez demokrasi ile
buluşturan Atatürk'ün en çok istediği, kendini adadığı ve arzuladığı ideali
geleneksel medeni siyaset ve demokrasi yoludur. Şimdi ülkemizin Cumhuriyet ve
demokrasi (söylem bazında olsa bile) üzere bulunmasının da ana nedeni budur.
Bu nedenle demokrasi:
-
"İnsanlık ideali, insanca yaşam ve bilinç
toplumunun temel kaynağı ve dayanağıdır", "Bireysel sorumluluk ve hukukun
üstünlük ve önceliği" noktasından ve "Kanunlar anayasaya, anayasalar da
insan’a aykırı olamaz", "Cumhuriyet-Demokrasi ve Lâiklik ayrılmaz, sarsılmaz
ve vazgeçilmez bir bütündür" gerçeği, siyaset bilimi ve disiplin ilkesinden
hareketle; "bütün medeni toplumların mutabık kaldığı, insan hakları, adalet ve
hukuk üstünlüğünün esas alındığı kurallar bütünüdür" ilkesi dahilinde gerekli
değişim, dönüşüm ve düzenleme yapısal reformlar süratle hayata geçirilmek
zorundadır. Eğer hükümet, sözde değil, öz’de demokrat ise tabii!..
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
35 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
DEMOKRASİYİ ÖZELLEŞTİRMEK |
-
-
Meşruiyet; Hüküm, hikmet ve adalet iledir.
-
Adalet, doğrudan ve dolaylı (katılımcı ve
çoğulcu) demokrasi’nin temel unsuru olup, uygulanması, hayat bulması, halkın
refah, huzur-güven ve saadet içinde yaşaması, kaynağını haklılık, doğruluk,
onur-erdem ve dürüstlük kavramlarından alan hukuk’un teşkil ettiği yazılı
kanunlardır. Yani, ‘adalet’ hükmünü ‘hukuk’la icra eder.
-
Esas olarak kanunlar anayasaya, anayasa ise
kesinlikle ve asla insan haklarına aykırı olamaz. İnsan hakları, evrensel
anlamda yaşama, beslenme, barınma, inanma ve “inandığı gibi”, eşit, güvenli ve
huzurlu bir hayat sürme hakkından ibarettir.
-
Hukuk, münhasıran cumhurun (halkın) kendi
kendini idare ettiği hallerde, yani millet iradesinin devlet idaresinde hâkim
unsur olabildiği ‘demokrasi’ rejiminde varlığını gösterir. Bunun dışında
‘kanun-yasa’ devletlerinde, demokrasi, adalet ve hukuktan bahsetmek mümkün
değildir. Bunlar genellikle (günümüz örmeklerinde olduğu gibi) polis, jandarma
(1938 -1950 Türkiye) veya çete devletleridir. Özgün olarak Türk siyasetinde
buna “halka rağmen halkı yönetme” denilir!.. Ki, bu söylem diktatörlük,
tasallut ve despotluk anlamına gelir.
-
Çok açık ve net bir anlatımla: Demokrasinin
iki mütemmim cüzü (tamamlayıcı ve bütünleyici unsuru) vardır. Bunlar adalet
(adalet ahlâkı) ve hukuktur. Göstergesi sosyal hukuk devleti olup; Uygulamada
(yönetim) kamu harcamalarını olabildiğince kısan, vergileri azami ölçüde
azaltan, az kazanandan az, çok kazanandan (lüks kullanım ve israftan) çok
vergi alan, aldığı vergileri tasarrufla ve en saydam biçimde kullanan
hükümetler icraatı yürütür.
-
Bir başka özellik de: Adalete sadık, millete
karşı samimi dürüst hükümetlerin ‘hüküm sürdüğü’ devletlerde, en basit anlamda
bile, her hangi bir yolsuzluk yoktur. Ayrıca demokrasi rejimini ‘gerçekten’
yaşayan ülkelerde ‘özgürlük ve güvenlik’ sorunu da yaşanmaz. Çünkü, ‘medeni
siyaset’ ve ‘hakiki demokrasi’ bağlamında yurttaşlar haddini bilir, bilmeyene
haddi derhal devlet tarafından bildirilir.
-
Bunun sebebi hikmeti ise: “Devlet iyi insan ve
iyi vatandaştan yana icraat ve faaliyet gösterir.” Seçilmişler millete vekil
ve hizmetkâr, memurlarsa itaat ve sadakat üzeredir. Herkes hakkının, hukukunun
(görev ve yükümlülüklerinin) idrakinde, bilincindedir.
- HAK KAVRAMI
-
Doğuştan ve doğalda var olan haklar,
sonrasında adalet ahlâkı ve hukuk’la desteklenip tahkim edilmek suretiyle,
milli devlet ve yurttaşlık bilinci (toplumsal sözleşmeler) bağlamında
genişletilir. Hak ve özgürlükleri kullanma biçimi budur. Ancak hiçbir gerçek
kişi (fert) veya kurum (tüzel kişi) bir başka kişi veya kurumun hak ve
özgürlüklerini gasp, tahdit, tehdit veya ihlale yetkili değildir. Şu kadar ki,
sadece ve yalnızca genel ahlâk, milli güvenlik ve can-mal güvenliğine yönelik
tehdit algılaması yahut aleni teşebbüs hallerinde Millet Meclisi kararı (yasa)
çerçevesinde insanlar tedip (haddini bildirmek) ve terbiye (ıslah) edilmek
zorundadır.
-
Bu bağlamda özgürlükler kısıtlanabilir, tecrit
(hapis) edilebilir. Yahut taammüden cinayet, cinayete azmettirmek,
hırsızlık-yolsuzluk, nitelikli dolandırıcılık ve organize çıkar örgütleri
yoluyla ölüme sebebiyet ile vatana ihanet gibi hallerde ‘ölüm cezası’
meşrudur.
-
Şu kadar ki; Yönetimi izleme-denetleme,
memurin (devlet memurları) ve vükelayı (milletvekillerini) muaheze (ikaz,
tenkit) suç ve suçluları ihbar (bildirme) görevi vatandaşın; Araştırma,
koğuşturma, soruşturma, muhakeme ve infaz devletin görevidir. Hiçbir ferdin
veya adalet cihazı hariç olmak üzere her hangi bir kurumun muhakeme ve infaz
yetkisi yoktur.
-
Müesses olan nizam (meclis ve hükümetler)
hakkaniyet, adalet ve hukuk görevini tam bir eşitlikle ifa ve icra etmediği
takdirde ‘meşruiyetleri’ sona erer. Bu durumda görev Atatürk ilkeleri ve Türk
İnkılâbı gereği Cumhuriyet Savcılarına aittir.
- İşte
Başbakan’ın (bilerek veya bilmeyerek) “demokrasiyi özelleştireceğiz”
ifadesinde saklı hakikat budur. Oysa söylemden “demokrasinin mabedi biziz,
sadece biz demokrasiyi iyi biliriz, bizim yaptığımız her şey demokrasidir”
anlamı çıkmaktadır. Yanılgının büyüğü budur!
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
36 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
DEVLET; HÜKÜMET VE HALK
|
-
-
Bilgi çağının çöküşü ve “bilinç çağı”na
geçişin en önemli nedenlerinden biri de; dünya çapında kelimeler ve kavramlar
üzerinde oynanan oyun ve bu bağlamında insan hakları, adalet, hukuk ve
demokrasi sözcüklerinin anlamsız kılınması ve içlerinin boşaltılmasıdır.
- Örneğin: Türkiye Cumhuriyeti ‘Ermeni soykırım yalanı’ konusunda bu kastın
kurbanı;
- Afganistan, Pakistan, Irak ve pek çok Müslüman ülke de; İnsan hakları ve
demokrasi söyleminin mağdurudur. Bunun başlıca üç ana nedeni vardır:
-
Birincisi: Yenidünya ‘düzen’i peşinde koşan
kene, vampir, sülük ve pire türü kan emici (insani değer ve erdemler yönünden
mutasyona uğramış ve vahiy ahlakından arınmış) varlıkların içine düştüğü
vahşet, şehvet, şöhret, hırs ve ihtiras; Çok öz ve anlamlı bir tanımla, ilâh,
silâh ve ilâç tüccarları;
-
İkincisi: Bunlara, aynı zaaflar ile malul
olmaları nedeniyle yardım ve yataklık eden; Milliyet, mensubiyet, insani
değer, medeni mefküre (ilmi dava), hamd, kanaat, şükür, samimi inanç,
sevgi-saygı, tolerans, ibadet ve ihlâstan arınmış primitif ve prototip
yöneticiler;
-
Üçüncüsü: Tıpkı kurbağa örneğinde görüldüğü
gibi beyni uyuşmuş, içine kapanmış, onursuz ve sorumsuzlaştırılmış, miskin,
medeni cesaretten yoksun, bütün insani, milli ve manevi duyguları, asil-aziz
ve harsi (kültürel) erdemleri korku, baskı, zulüm, maddi-manevi işkenceler ile
bastırılmış pasif-palyatif ‘sürü psikolojisi’ içine sürüklenmiş toplumsal
yapı. Bu örnekte halkı idare eden, hâkim ve hükümran, başına buyruk bir çoban,
millet ise icabında azgın köpeklerce korkutulan, hizaya sokulan sürü
mesabesindedir.
- İşte bütün dünyada siyaset sisteminin tıkanması,
kaynakların tükenmesi ve ekolojik sistemin temelden sarsılmasının nedeni
budur. Sahipsizlik ve sorumsuzluk… Ortak değerler, toplumsal müşterekler ve
evrensel dengeler konusunda kafa yormamak, bilinç ve bilhassa inisiyatif
geliştirmemek. Kurumsal ve bireysel sorumluluk almamak...
-
Tıpkı fanatik ve cahil softaların ileri
sürdüğü bir sapkınlık olan ‘kaderciliğe’ geleceğini, özgürlüğünü, yaşam hakkı
ve güvenliğini şuursuzca teslim etmek; Kötülerin bilinçle yürüttükleri
“gasp-irtikap ve haksız edinim” mücadelesine iyi insan ve iyi vatandaş olarak
kayıtsız kalmak. Bütünüyle gayrimeşru, şiddet, tehdit, baskı, yalan-talan,
hırsızlık-yolsuzluk ve özellikle: İnsan hakları, adalet ahlâkı, eşitlik ve
hukuk istismarı ile yönetilmeye karşı “meşru direnme” hakkını kullanmamak!..
- BİLİNÇ ÇAĞINA DOĞRU
-
Oysa, başta insanlık tarihinin tek ve yegâne
semavi (vahiy kaynaklı) dini olan İslâm; İslâm’ın son peygamberi Hazreti
Muhammed’in, bütün zamanları şamil mukaddes Kitabı Kur’an; İlim yolunun kanaat
önderleri, dünyanın ‘kendilerini insanlık ve medeniyet davasına” adamış örnek
ve önder şahsiyetleri, namuslu bilim ve siyaset adamları ve nihayet Türk
siyaset ve devlet hayatının aynası; Özgür insanlık âlemi ve davasının
ışığı-nihai lideri Mustafa Kemal Atatürk; “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir”
diyerek yol göstermiştir.
-
Dünyayı yeniden keşfetmeye gerek yoktur.
Bilinçli, kendinde ve farkında olmak yeter.
-
Tekâmül nazariyesinin esası, her defasında
sıfırdan başlamak değil, gelinen noktadan itibaren alarak ilmin yolunu ve
önderlerin ışığını takip etmektir.
-
Konuyu bu bağlamda ele alacak ve bir yol
haritası çizecek olursak!..
- MANA VE MUHTEVA OLARAK DEVLET:
-
Kelime, kavram ve anlam (manâ ve muhteva)
olarak devlet, “Siyasi, idari ve merkezi bir teşkilâta sahip, belirli ve
müseccel sınırlarla muhkem ve mukayyet, toprakları üzerinde hâkim, halkıyla
hür, müstakil, özgür ve hükümran, (tam bağımsız) ülke;
-
Üzerindeki insan topluluğunu, mutlak bir
adâlet, hukuk, eşitlik ve hakkaniyetle yöneten, refahı tabana yayan, dengeli
kalkınan, doğrusal yönde hareket eden, milletin işlerini tam bir dürüstlükle,
vukuf, ehliyet ve liyakatle yürüten, insan haklarına sahip ve hukuka saygılı
meşru bir hükümetle ‘milli hakimiyet’ tesis etmiş bulunan evrensel bir
kurumdur.
-
Esas olarak devlette
kanunlar Anayasa’ ya, Anayasalar ise insana ve insan tabiatına (doğuştan var
olan insan haklarına) aykırı olamaz. Devlet insan için vardır. İnsanlar, halk,
millet, yani yurttaşlar tarafından “Namuslu, dürüst, katılımcı, saydam-şeffaf,
ilkeli, onurlu, sorumlu, hak-hukuk ve bilumum medeni tasarruflarda mutlak
eşitlik esasına dayalı”, özellikle demokrasi ve demokrasinin mutlak mütemmimi
(ayrılmaz parçası olan) Cumhuriyetle yönetilmek zorunda ve durumundadır.
-
Bu insana ve İslâm’a uygun bir toplumsal
sözleşmedir.
-
Toplumsal sözleşmeler kuruluşla birlikte ikame
olunur.
-
Zaman içinde değiştirilmez. Geliştirilir ve
mükemmelleştirilir.
- İNSAN ODAKLI “ORİJİNAL” DEVLET
-
Bilinen ve belli olan tarihte ilk kez bu
ideolojik tanım ve siyaset felsefesi günümüzden 2500 yıl önce Plâton (Eflâtun)
tarafından vâzedilmiş; Bu rejim ve siyaset felsefesinin en ileri ve
çağdaş-modern versiyonu ise, Atatürk ilke ve inkılâpları bağlamında “İnsan
odaklı” doğru, demokratik ‘İnsani Boyut ve Bilgi Toplumunun ideal rejimi’
“Türk İnkılâbı” (Atatürk’ün kendi deyişi ile) “KEMALİZM” olarak biçimlenmiş
devlet-rejim budur.
-
Günümüzde, orijinal ve objektif bir rejim olan
bu yönetim biçimini örnek alan veya uygulayan, (dünyada) gerçek devlet sayısı
iki elin parmakları kadar azdır. Yakın ve uzak tarihte ise, ağırlıklı olarak
Türk ve İslâm devletleri ile 20.500.000 km2’de yaklaşık 600 yılı mücavir süre
ile “huzur iklimi” olarak adâletle hüküm süren Osmanlı örneği ile 1923-1938
dönemi Türkiye Cumhuriyeti gösterilir.
-
Dünya devleri ve devletlerinin pek çoğu bilime
kıyasen çete devletidir.
-
Bunlar tasallutla tasarruf eder, evrensel
hukuk ve adalet ilkelerini tanımazlar.
- GİZLENEN REJİM KEMALİZM
-
Şu anda ülkemizde de Kemalizm maalesef
‘gizlenen rejim’ durumunda olup, 1961’ den itibaren terk edilmiştir. Ancak, AB
Komisyonunca onaylanan Ortlander raporunda yer aldığı veçhile batı,
Türkiye’nin kesinlikle Atatürk’ü unutmasını istemektedir. Zira, kapitalist ve
emperyalist küresel sermaye, önünde en büyük tehlike olarak “Kemalizm” i
görmektedir.
- Bu talep ve yaşanan gerçek yönünde biz yine de konuyu irdelemeyi
sürdürelim: Devletler, halk tarafından tesis ve idame ettirilen hükümetler
eliyle yönetilir. Hükümetlerin mutlak şartı meşruiyettir. Hüküm ve hikmet
meşruiyetle mümkündür.
- HÜKÜMET VE MEŞRUİYET:
-
Gücünü sadece ve yalnızca halktan alan ve
halka dayanan, kuvvet, kudret ve hakimiyet-hükümranlık hakkını “halkla
birlikte-halk için kullanan”, halkın emrinde ve hizmetinde olan ve bu (hüküm
ve hikmet) hakkını; Ulusal ve evrensel hukukun kabul görmüş ilke, norm,
standart ve kriterleri muvacehesinde; İlmi değer, manevi mukaddes, milli
mefküre, temel inanç, adet, örf, yerleşik töre, birikim ve gelenekleri
doğrultusunda kullanan; Halkın gücü, kudreti, irade ve adâlet ahlâkı “doğrudan
milletçe onaylanmış” müşterek hak, hukuk ve menfaatleri tavizsiz-ivazsız bir
“kamu ahlâkı dairesinde” yönetme erkidir.
-
Bu, Türk milleti ve TC devleti bağlamında bir
“Kuvâ-i Milliye” veya “Çanakkale” rûhu, nizamı; Yani, halk iktidarı anlamına
gelir. Halk iktidarı ‘hak iktidarı’ demektir. Diğer bir anlamda, kamu
yönetiminde ‘kamu onayı ve kamu vicdanı’ esastır. Türk milletinin kamu
vicdanı: Mustafa Kemal ATATÜRK, O’ nun ilkeleri ve Türk İnkılâbıdır. (devamı
var)
- DEVLET; HÜKÜMET VE HALK (2) Mustafa Nevruz SINACI
- CUMHURİYET FAZİLETTİR, ERDEMDİR:
-
Türk İnkılâbı ‘Cumhuriyet Fazilettir” ilkesine
dayalıdır. Mutlak dürüstlüğü esas alır. Yani; Türk devleti (orijinal Fransızca
da ‘bon-sens’ denilen) haklıların güçlülüğü, hak, adalet ve hukukun mutlak
hakimiyeti; her türlü ayırma, kayırma, farklılık, üstünlük, imtiyaz ve
kanunsuz koruma dışında ‘tam eşitliği’ öngörür. Bilimin, milli birikimin ve
insani bilincin gereği olan ‘doğrusal yönde temlik ve tasarrufu”, “En hakiki
mürşit ilimdir” ilkesini esas alır.
-
Türk milleti ve TC devleti, vahşi kapitalizm
ve küresel emperyalizme karşıdır. Türkiye, hür, müstakil, hakim ve kendi
hukuku ile kaim medeni bir dünya devletidir. Türkiye Cumhuriyeti; Binlerce
yıllık devlet geleneğinin gereği; Namuslu bir devlettir.
- DEVLETİN NAMUSU:
-
Yukarda açıklanan usul,
esas ve münhasıran “Türk İnkılâbı” çerçevesinde ‘Türk Devleti’ “CUMHURİYET
FAZİLETTİR” ilkesi bağlamında kuruludur. Cumhuriyet’in ana ilkelerinden biri
de: Haklıların güçlülüğü ilkesidir. Güçlülerin haklılığı değil…
-
“Fazilet” Türk ve dünya lügatlarında;
-
“Doğruluk, dürüstlük, değer, meziyet, iyilik,
ilim, irfan ve iman itibarı ile yüksek, adalet ve ahlâk-edep sahibi, hürmet ve
muhabbete lâyık, saygınlık” anlamına gelir. Tek kelime ile fazilet: Kişisel ve
kurumsal bazda namuslu, dürüst ve demokrat olmaktır. Gerçek anlamda namuslu,
dürüst ve demokrat olmayanın devlette işi yoktur.
- Bu tanımları, günümüzde yaşanan ‘derin’ kavram kargaşasını açıklamak için
yaptım.
- ASIL MESELE NEDİR:
-
83 yıllık cumhuriyet tarihini “Hakiki devlet
ve namuslu hükümetler” bağlamında büyüteç altına koyduğumuzda ortaya çıkan
profil şudur: 1923-1938 dönemi: Tam bir yokluk, yoksulluk ve kıtlıktan; Taban
ve tavan arasında makul bir denge korunarak, el ve gönül birliği ve “millet
olma” bilinci içinde kalkınma ve gelişme yolunda büyük mesafe alınmış; Kurucu
önderi, bütün ayni ve nakdi mal varlığını milletine ve milletin kurumlarına
bağışlamış, bütün dünyanın saygı duyduğu “kederde ve kıvançta bir” yüksek bir
medeniyet bu dönemde yaşanmıştır. Atatürk dönemi, tertemiz ve pırıl pırıl bir
dönemdir.
-
1938-1950: Karşı devrim adına, her şeyin yerle
bir, Türk inkılâbınınsa ter-yüz edildiği, ilk yolsuzluk ve suistimallerin uç
verdiği, demokrasinin yerini despotluğun aldığı kıtlık ve kâbusların
hortladığı karanlık ve kara bir dönem. Kayıp yıllar...
-
1950-1960 : Türk inkılâbının düştüğü yerden
ayağa kalktığı, Atatürk programlarının tekrar, özenle yürürlüğe konduğu,
milletçe kalkınma-gelişme, devletçe yükselme ve ‘muasır medeniyet seviyesine
ulaşma” seferberliğinin başladığı ve ülkenin karanlıktan aydınlığa çıkarılarak
birinci sınıf bir dünya devleti noktasına yükseldiği, taşındığı harika yıllar.
- DİKKAT:
-
14 Mayıs 1950 seçimlerinde ‘beyaz ihtilâl’
olarak tarihe geçen ve büyük bir halk hareketi ve kuvâ-i milliye ruhuyla
“demokrasi zaferi” kazanan parti, halk partisi tarafından “devr-i sabık”
yaratmama konusunda uyarılmış, aksi taktirde askeri darbe ile tehdit edilmiş
olmakla; DP, demokrasiye geçiş evresi nedeniyle bu şartı kabule mecbur
kalmıştır.
- DARBE:
-
27 Mayıs 1960’da, başta halk partililer ile
Cumhuriyet, Demokrasi, Atatürk, Adalet, ahlâk ve milli değerler düşmanı, hukuk
özürlü dahili ve harici bedhahların iştirak ve işbirliği sonucu yapılan darbe,
10 yıldır yaşanan “asr-ı saadet” dönemini sonlandırdı. Bir değil binlerce
“DEVR-İ SABIK” yaratma ihtirası uğruna kurulan ‘adalet ve hukukun yüz karası,
utancı’ güdümlü mahkemelerde binlerce masum insan, memur, müsdahdem, genel
müdür, genel kurmay başkanı, bakan, başbakan ve cumhurbaşkanı alçakça
sorgulandı ve yargılandı. Nâhak yere üç masum ve müsemma lider hunharca
asıldı. Ancak, örtülü ödenek dahil devletin ve hükümetin bütün hesapları
tertemiz çıktı... Devr-i Sabık yaratamadılar. Çünkü devlet bu dönemde
Atatürk’ün yolunda ve izinde yürümüştü.
-
Atatürkçülük, yani ‘Kemalizm’ ile yalan-talan
ve yolsuzluk birleşmezdi. Oysa, müsebbipler 1950’de devri sabık
yaratılmamasını şart koşmuşlardı.Çünkü 1938-1950 döneminde devleti yönetenler,
reddi miras etmişlerdi. Ortam pisti.
- NEREDEN NEREYE:
-
Emekli Jandarma Kurmay Albay ve dönemin
Jandarma Genel Komutanlığı Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire
Başkanı; Namus ve fazilet timsali büyük insan, gerçek bir Türk Askeri, Kuvva-i
Milliyeci Aziz ERGEN’ in “Kirli Ellerin İttifakı” isimli kitabı yayınlandığı
gün bana geldi. Türünün nadir örneklerinden olan bu kitabı; Yukarda
irdelediğim siyaset bilimini (Türk inkılâbını) baz alıp, “1960-2006” döneminde
olup bitenleri düşünerek büyük bir dikkat ve itina ile satır satır okudum.
Başlangıçta vaki açıklama ve tanımlar doğrultusunda mukayeseli bir şekilde
inceledim, değerlendirdim.
-
Daha sonra Kuvvai Milliye Derneği Genel
Başkanı Bekir Öztürk, Talât ŞALK (DGM eski, emekli Cumhuriyet Başsavcısı) ile
Aziz ERGEN tarafından; Ankara Sürmeli Otel’ de yapılan ‘tanıtım amaçlı basın
toplantısını izledim. Evet, demek artık, ‘yeni bir beyaz sayfa daha’ açmanın
değil; ‘iyice kirlenen’ son 40 yılın hesabını sormak zamanı gelmişti
- “KİRLİ ELLERİN İTTİFAKI” ADLI KİTAP
-
Bahusus toplantıda, Aziz Albayın son derece
ağır başlı, temkinli ve (emekli de olsa) temsil ettiği camia ve emekli olduğu
kurumun onur ve erdemini düşünerek verdiği cevaplar ile Talât ŞALK’ ın
açıklamalarını ‘bu amaçla’ not aldım. Akabinde aldığım önemli notlar ve kitabı
bir kenara koyarak, ertesi günden itibaren İnternet, radyolar, yazılı-görsel
medya ve televizyonlarda yer alan haber ve programları dikkatle izlemeye
başladım.
-
Acaba, Türkiye’yi sarsacak
nitelikteki bu açıklamaların yansıması ne olacaktı?
-
Halkın tutumu, hükümetin tavrı, başta insan
hakları örgütleri olmak üzere, sivil toplum kuruluşlarının ve genelde
kamuoyunun tepkileri konusunda ciddi beklentilerim vardı.
- Sanki bütün medya harekete geçecek, aziz ve necip Türk halkı ayağa
kalkacak, STK’ lar (Hrant Dink’in cenazesi ve 301.madde konusunda olduğu gibi)
hepten teyakkuz durumuna geçecek, başta Sayın Cumhurbaşkanı, Devlet Denetleme
Kurulu, Başbakan, Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu, Bakanlar ve Bakanlık
Teftiş Kurulları derhal işe el koyacak; Dönem itibarıyla kayıp, kaçak, gasp,
hırsızlık ve yolsuzlukla hortumlanmış, kitapta açıklanan ‘millete ait’ 500
milyar doların peşine düşerek;
- ‘DEVLETİN NAMUSUNU” kurtaracaklardı…
-
Zira, dönemin hayali ihracat komisyonu başkanı
ve eski Aksaray milletvekili Mahmut ÖZTÜRK, Manisa eski milletvekili Tevfik
DİKER (Anayurt), o gün için vizyondaki “Kurtlar Vadisi” dizisinin yapımcıları,
konuyla ilgili başkaca kitaplar yazan yazarlar, dönem içinde konuyla ilgili
dizileri yayınlayan gazeteler ve gazeteciler sayesinde (Aziz Albay kadar
olmasa bile) yine de ‘harekete geçmeye yetecek kadar’ pislik, kirlilik,
hırsızlık, yolsuzluk, yozlaşma, erime ve çürüme ortaya çıkmıştı.
-
Üstüne üstlük bir de, ‘dokunulmazlara’ ait
dosyalar vardı. (devamı var)
- TÜYÜ BİTMEMİŞ YETİMİN HAKKI
-
Böylece tüyü bitmemiş yetimin hakkı söke söke
geri alınacak, Aziz Türk milletinin alçakça çalınan geleceği kurtarılacak,
suçlular yakalanacak, adil mahkemelerde yargılanacak ve kamu vicdanı
rahatlatılacaktı. Bu son derece olağan, doğal, masum ve yasal bir beklenti
idi. Zira, devlet ve hükümetler bunun için vardı. Hiç olmazsa beyaz enerji
dahil, aysbergin dışarıda kalan, görünen bölümü aydınlandı. Kirli eller, kara
vicdanlar ve irin dolu yüreklerin sırrı ayândı artık. Devlet varsa (ki,
vardır) şimdi harekete geçmeliydi. Zira;
-
Aziz Ergen’in kitabı, izah
ve itirafları bir bakıma rüşvetin, hırsızlığın, hortumculuğun ve devleti
kullanarak milleti soymanın aleni belgesi idi. Üstüne üstlük bu güne kadar
benzer konularda yayınlanan hatırat, belge, bilgi, kitap ve itirafları da
tamamlıyordu. Hazır, Anayasa mahkemesi, yerel mahkemeler ve Cumhuriyet
Savcıları da konu üstünde idi.
- NELER GÖRDÜK, NELERE ŞAHİT OLDUK
-
Bir tarafta aleni dolandırıcılıktan yakalanan
bakan, diğer tarafta sahtecilik, görevi kötüye kullanma, rüşvet, iltimas,
suistimal, nüfuz ticareti gibi yüz kızartıcı suçlarla yargılanan eski bakan ve
vekiller; Diğer tarafta, aynı suçlara ilâveten bölücülük, teröre destek,
yardım-yataklık ve dahi vatana ihanete kadar varan iddialarla suçlanan, ancak
insan onuru, adalet ahlâkı, demokrasi, anayasa’ nın eşitlik ilkesine aykırı
bir biçimde dokunulmazlık zırhı ile korunan ‘milletvekilleri’ vardı.
-
Hattâ, buna rağmen yalan-talan, soygun ve
vurgun bütün şiddeti ile devam etmekte idi. Üstüne üstlük, şimdilerde
Türkiye’yi soyanlar ve hortumlayanlar kervanına İMF, AB kurumları, Dünya
Bankası ve ülkemizin “Milli İktisat”sınırlarını yok eden “Gümrük Birliği”
çeteleri bile vardı. Ülkemizde mafyalar cirit atıyor, organize çıkar örgütleri
“Medya-Mafya-Politika” şeytan üçgeninde, rahatça hareket ediyor ve diledikleri
gibi faaliyet gösteriyordu. Evet, devlet, hükümet ve halk bütün kurum ve
kuruluşları ile harekete geçmeliydi. Şimdi tam zamanı idi. Artık, ‘hiçbir şey
eskisi gibi olmamak’ zorundaydı.
- AMA HAYRET!..
-
Alenen suçlanan ve marifetleri deşifre edilen
kesimlerden çıt yok. En küçük bir ret, tekzip veya itiraz bahis konusu değil.
Mütareke medyası popülizm peşinde. Tutturmuş bir ‘Amerikalı albay nasıl
soyuldu’ konusu speküle edip duruyor. Milliyetçi, sağcı ve muhafazakâr yayın
organları da, sanki söz birliği etmişçesine “Çuvalın intikamını alan albay”
teranesine sarılmakta. Ortada tam bir sağırlar ve körler diyalogu ‘pandomima’
var.
- Tedbir olarak sadece, devletten ve halktan alenen çalınan 300 milyar
dolarlık miktarı mücavir olaylar ve saiklerine ilişkin bölüm nedeniyle,
“KURTLAR VADİSİ” dizisi kapatıldı.
- SUÇ VE CEZA: (ADALET, ÖZGÜRLÜK VE GÜVENLİK)
-
Öteden beri ve günümüzde yurttaşlarımız
mahalle marketlerinden, ülke bakanlarına kadar ulaşan yolsuzluklardan bıkmış,
yılmış ve usanmıştır. Sokaklarda gasp, devlette irtikap ve yolsuzluk vardır.
Suç patlamıştır. Suçlu rahattır. Yargı, Hukuk, Adalet ve ceza kurumu dumura
uğramıştır. Mâşeri vicdanı ATATÜRK olan millet rahatsızdır. Durum kriz
boyutunu aşmış, ümitsizlik, güven bunalımı ve buhrana dönüşmeye başlamıştır.
- GELECEK VE GERÇEK!..
-
Oysa, gelecekle ilgili umut ve inanç yaratmak,
her türlü yolsuzluğa karşı toplumsal refleks oluşturmak ve doğal
stabilizatörleri tekrar hayata geçirmek gerekir. Bu meyanda, Aziz Albay
tarafından açıklanan dehşet verici olaylar; Zati şehadetle taraf olunan,
vakıaların kamu tarafından sorgulanması, müsebbiplerin yargılanması ve
cezalandırılması şarttır. Bunun yanı sıra, 1960’dan günümüze ‘devlet erki
kullanılmak ve kuruluşlar istismar edilmek” suretiyle, siyaset kurumları ve
siyasi partiler de alet edilerek yapılan ve boyutları dönem itibarıyla 500
milyar dolarlara varan dehşet verici devasa soygun, vurgun, yalan ve talan
anatomisi ‘keyifle ve korkusuzca’ menfur icraatını sürdürememelidir. Bu
soyguna “DUR” demek zamanıdır.
-
Suç ve suçlu ‘cürüm’
cenneti haline getirilen ülkede namuslu insanlar güvende değil. Suçlular
küstah ve acımasız. Masumlar ve mazlumlar korumasız. Yeni TCK ve AB sayesinde
suçlulara avukat verilmekte, mağdurlar ise daha da mağdur ve perişan.
1923-1938 ilâ 1950-60 dönemi devlet anlayışı unutulmuş, herkes Atatürkçü,
fakat, Atatürkçülük, Kemalizm ve Türk inkılâbından eser yok. Bu ne iki
yüzlülük, mürailik ve münâfıklıktır ki; Milliyetçiler, sağcılar, solcular,
dinciler dahil bütün kesimlerden hırsız, yolsuz ve hortumcu çıkabilmekte.
-
Adama (vatandaşa) sorarlar!
-
Hani ilkelere ne oldu. Hani binlerce yıllık
tertemiz Türk medeniyeti !
-
Bize pırıl pırıl, tertemiz ve berrak bir
Cumhuriyet emanet eden Atatürk’e ihanet niye ?
-
Cemiyetin temeli adâlet ahlâkıdır. Ancak,
adaleti kaim olan kanun hukukidir.
- Türk inkılâbının amacı kanun devleti değil; Hukuk devletidir. Hukuk
devletinde suç cezasız kalmaz. Ceza, suça mümasil (denk) olmak zorundadır. Ne
eksik, ne fazla.
-
Evet, İnsan elbette özgür bir varlıktır. Lâkin
bu, suç işleme özgürlüğünü kapsamaz. Kanun ve kuralları belirleme hakkı,
‘güçlülerin’ değil, haklı-doğru ve dürüstlerindir.Demokrasilerde hırsız,
yolsuz, hortumcu, yıkıcı ve bölücü unsurlara; Cezalarını çekip ıslah olmadan
“halk içinde” serbestçe dolaşma hakkı tanınamaz.
-
Hukuk devletinde ‘suç işlemek’ herkes için
yasaktır. Mutlak kaide budur.
- DEVRİ SABIK YARATMAK GEREK:
-
Şimdi tam zamanıdır.
-
Zira kapımıza tekrar bir ekonomik kriz
dayanmıştır.
-
Bizim yeteri kadar kriz, kaos, bunalım ve
buhranımız varken buna dayanamayız.
- Millet, meri hükümet, ‘durumdan vazife çıkartarak’ Anayasa Mahkemesi veya
yüksek yargı önce cürmün milâdı olan 27 Mayıs’ın hesabını sormalıdır. Bununla
birlikte o mâkus günden itibaren bu güne değin yapılan bütün haksızlık,
hırsızlık, gasp, irtikap ve yolsuzluğun hesabı muhakeme edilmeli; Ülkemiz,
istiklâl ve istikbalimiz aleyhine işleyen AB süreci behemahal durdurulmalı,
Gümrük Birliğinden derhal çıkılmalı, devlet “namuslu-dürüst ve demokrat”
Atatürk’çü-Kemalist Cumhuriyet konumuna tekrar çekilerek; 46 yıllık kâbusun
kara vicdanlı, kirli el’li ve kansızlar (damarlarında asil kan akmayan) hain,
dönme, devşirme, ateist, pagan ve Türklüğünü kaybetmiş insanlık düşmanları
sorgulanıp, yargılanarak ‘devr-i sabıkları” yaratılmalıdır.
-
Temiz devlet ve temiz toplum için bu şarttır.
Türkiye’nin kendi kendisi ile yüzleşme ve yönetenlerin halkla hesaplaşması
zamanı gelmiştir. Yarın çok geç olabilir.
- DEVLETİN MALI DENİZ:
-
Bu söylemin doğrusu, haksızlıktan, rüşvet,
hırsızlık ve yolsuzluktan bıkmış-bunalmış, bu alt varlıklara karşı illet ve
nefretle muzdarip halkımın, kinayeten söylediği bir söz olup;
- DOĞRUSU şöyle: “Devletin malı deniz, hırsızlık, haksızlık ve yolsuzluk
yapan domuzdur.”
-
Bu manâ ve muhtevada “Domuzlar” devr-i
sabıklar olsa gerektir.
-
Devlet gibi devlet, adam gibi adam olmanın
yolu da; Ülkemiz ve devletimizi her tür haksızlık, yolsuzluk, adaletsizlik ve
hukuksuzluktan arındırmaktan geçer. Bu konuda fert ve millet olarak günün
hükümetine güvenmek isteriz.
-
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
-
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
37 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
DEVR-İ SABIK’LAR!.. |
-
-
Eğer durumdan şikâyetçi olanlar Atatürk
döneminin kadim Halk Partilisi veya illâ tarihi ve gerçek Demokrat
Parti’li iseler mesele yok. Çünkü bu orijinal insanları 1960’dan sonra
CHP’de, 12 Mart’tan sonra AP ve DYP’de ve kesinlikle Turgut Özal dönemi
dışında ANAP’ta göremez; Türk İnkılâbı, gelenek ve gerçek çizgisine
mensup, erbabı faziletten olan yüksek şahsiyetlere; Hakkaniyet, adalet,
hukuk ve demokrasi düşmanı; Haksızlık, yolsuzluk, yalan-talan, ayırma ve
kayırmanın çöreklendiği siyaset şirketlerinde rastlayamazsınız!
ÖZELEŞTİRİ, VİCDANİ YARGILAMA VE SORGULAMA:
-
Büyük Türk Milleti ve şanlı Türkiye
Cumhuriyetini bu karanlık günlere, kâbuslara, vahamet, kriz, kaos ve
şeamete sürükleyenler: Başta İsmet İnönü, Alpaslan Türkeş, Bülent Ecevit,
Necmettin Erbakan, Süleyman Demirel, Turgut Özal, Tansu Çiller, Mesut
Yılmaz, Devlet Bahçeli, Deniz Baykal ve Doğu Perinçek ile şu an itibarıyla
sözde milli merkez (?!) başkanı Cindoruk değil mi?.. Aslına, nesline,
dava/misyon ve milletine ihanet ederek, AKP’de yuvalanan eski Demokrat
Parti’li, AP, DYP ve özellikle ANAP’lılara ne demeli?!.
-
Hani siyasi ahlâk, namus-şeref, insanlık
onuru, Milli dava, manâ, ilke, ruh ve misyon haysiyeti nerede?.. Her ne
kadar siyaset bir din, partiler mezhep değilseler de; İlkeli, onurlu,
sorumlu, sahip, saygılı ve omurgalı olmak, inandığı veya sığındığı yerde
haysiyetli durmak, insan olmanın olağan, doğal ve zorunlu bir gereğidir.
-
Özellikle Türk soyundan gelenler;
Namuslu, dürüst ve demokrat olanlar ile etnikten kripto olmayanlarda bu
karakter, en yüksek, saygın ve saygıdeğer biçimde zuhur ve tezahür eder.
Zorunlu haller ve mücbir nedenler dışında şahsiyetli ve haysiyetli
insanlar yaşadıkları sürece ilke, onur, yol ve çizgilerini muhafaza
etmekle maruftur. Buna mukabil, Ebu Cehil, Ebu Leheb ve Muaviye bin Ebu
Süfyan (şeytan) soyundan gelen selefiler bukalemun gibidir. Ne zaman
nerede olacakları ve oldukları yerde rahat durup durmayacakları bilinemez.
-
Millet Vekili mi; Parlamenter mi?
-
Bırakın Türkiye’yi, dünyanın en dinsiz,
(dini anlamda) ahlâksız ve ateist ülkelerinde bile, Millet
Parlâmentoları’nda temsil görevi yapan kimseler millete vekâleten ve
bizzat millet adına vazife icra ve ifa ederler. Hareket tarzları tıpkı bir
“vekil avukat” durum ve derecesinde olup; Asla had ve hudutlarını
aşamazlar. Objektif ve orijinali bu; Peki bizimkiler neyin nesi?
-
Neden ve niçin Türkiye parlâmenterleri,
kendi hür iradeleri ile Cumhurbaşkanı adayı önerme, bizzat aday olma veya
istediklerini (ya da isteyeni) aday gösterebilme uğruna medeni cesaret ve
fazilet gösteremediler?. Dayatmadan şikâyetçi olup; 6271 sayılı yasayı
suçlayanlar, mezkür yasa 2011 ve 2012 yıllarında görüşülürken “akıl
tutulması ile malul” veya akıl-mantık melekeleri dumura uğramış, idrak,
basiret ve becerileri uçup gitmiş miydi acaba?
-
Sebebi: 1961’den bu yana, Türk Milleti’ne
“Vekil” seçtirilmeyişidir.
-
Aksi takdirde, beka, basiret, ilim ve
ferasetten nasipsiz eşhasın oralarda işi ne?
YÜKSEK YARGI NEDİR?
-
Diğer taraftan; Ancak ve sadece adalet,
hakkaniyet ve hukukta hata yapmayacak kadar ilim, ahlâk, kıdem, ehliyet,
ilke, şahsiyet, haysiyet, yüksek karakter; Yani liyakat sahiplerinin görev
yapabilecekleri “hak, adalet ve hukuk” hanelere Mahkeme ve Yüksek Mahkeme
denilir.
-
Türk Milleti’nin yüksek hars’ı ve
asırlarca dünyayı idare etmiş medeniyetinin gerçeği, değişmez geleneği,
düsturu budur. Her ne kadar, bu gelenek ve genetik gerçek doğrultusunda,
sadece yüksek ilim/ahlâk ve fazilet sahibi soylular hukukçu (Hâkim, Savcı,
Avukat).; Ast ve üst Subay, Polis ve Millet Memuru olabilirken
(Osmanlı/Enderun ve İngiltere/Exeter örneği), 1960’dan sonra her önüne
gelenin her yere girebildiği, her makama aday olabildiği (vaktiyle orduya
silâh çekmiş eşkıyanın Cumhurbaşkanı adayı olması) bir memleket büyük bir
hesabın arifesindedir. Çünkü artık bu ülkede, yüksek mahkemeler adalet
dağıtamıyor; Hak, hukuk ve huzur üretemiyor. Şimdi söyleyin bakalım:
-
YSK neden adil değil acaba? Unutmayın!
-
İnsaniyetin miyarı adalettir. Eğer adalet
yoksa dikta, cunta ve mezalim vardır biline.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
38 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
DEVR-İ SABIK YARATMAK |
DEVLET: Kelime,
kavram ve anlam (manâ ve muhteva) olarak devlet, “Siyasi, idari ve
merkezi bir teşkilâta sahip, belirli ve müseccel sınırlarla muhkem ve
mukayyet, toprakları üzerinde hakim, halkıyla hür, müstakil, özgür ve
hükümran, (tam bağımsız) ülke; Üzerindeki insan topluluğunu, mutlak
bir adâlet, hukuk, eşitlik ve hakkaniyetle yöneten, doğrusal yönde
hareket eden, milletin işlerini tam bir dürüstlükle yürüten, insan
haklarına sahip ve hukuka saygılı meşru bir hükümetle ‘milli
hakimiyet’ tesis etmiş bulunan ulusal bir kurumdur.
Esas olarak devlette
kanunlar Anayasa’ ya, Anayasalar ise insana ve insan tabiatına
(doğuştan var olan insan haklarına) aykırı olamaz. Devlet insan için
vardır. İnsanlar, halk, millet, yani yurttaşlar tarafından “Namuslu,
dürüst, katılımcı, saydam-şeffaf, ilkeli, onurlu, sorumlu, hak-hukuk
ve bilumum medeni tasarruflarda mutlak eşitlik esasına dayalı”,
özellikle demokrasi ve demokrasinin mutlak mütemmimi (ayrılmaz parçası
olan) Cumhuriyetle yönetilmek zorunda ve durumundadır.
Bilinen ve belli olan
tarihte ilk kez bu ideolojik tanım ve siyaset felsefesi günümüzden
2500 yıl önce Plâton (Eflâtun) tarafından vâzedilmiş; Bu rejim ve
siyaset felsefesinin en ileri ve çağdaş-modern versiyonu ise, Atatürk
ilke ve inkılâpları bağlamında “İnsan odaklı” doğru, demokratik
‘İnsani Boyut ve Bilgi Toplumunun ideal rejimi’ “Türk İnkılâbı”
(Atatürk’ün kendi deyişi ile) “KEMALİZM” olarak biçimlenmiş
devlet-rejim budur.
Günümüzde, orijinal
ve objektif bir rejim olan bu yönetim biçimini örnek alan veya
uygulayan, (dünyada) gerçek devlet sayısı iki elin parmakları kadar
azdır. Yakın ve uzak tarihte ise, ağırlıklı olarak Türk ve İslâm
devletleri ile 20.500.000 km2’de yaklaşık 600 yılı mücavir süre ile
“huzur iklimi” olarak adâletle hüküm süren Osmanlı örneği ile
1923-1938 dönemi Türkiye Cumhuriyeti gösterilir.
Şu anda ülkemizde de
Kemalizm maalesef ‘gizlenen rejim’ durumunda olup, 1961’ den itibaren
terk edilmiştir. Ancak, AB Komisyonunca onaylanan Ortlander raporunda
yer aldığı veçhile batı, Türkiye’nin kesinlikle Atatürk’ü unutmasını
istemektedir. Zira, kapitalist ve emperyalist küresel sermaye, önünde
en büyük tehlike olarak “Kemalizm” i görmektedir.
Bu talep ve yaşanan
gerçek yönünde biz yine de konuyu irdelemeyi sürdürelim:
Devletler, halk
tarafından tesis ve idame ettirilen hükümetler eliyle yönetilir.
Hükümetlerin mutlak
şartı meşruiyettir. Hüküm ve hikmet meşruiyetle mümkündür.
Meşru Hükümet :
Gücünü sadece ve yalnızca halktan alan ve halka dayanan, kuvvet,
kudret ve hakimiyet-hükümranlık hakkını “halkla birlikte-halk için
kullanan”, halkın emrinde ve hizmetinde olan ve bu (hüküm ve hikmet)
hakkını; Ulusal ve evrensel hukukun kabul görmüş ilke, norm, standart
ve kriterleri muvacehesinde; İlmi değer, manevi mukaddes, milli
mefküre, temel inanç, adet, örf, yerleşik töre, birikim ve gelenekleri
doğrultusunda kullanan;
Halkın gücü, kudreti,
irade ve adâlet ahlâkı “doğrudan milletçe onaylanmış” müşterek hak,
hukuk ve menfaatleri tavizsiz-ivazsız bir “kamu ahlâkı dairesinde”
yönetme erkidir.
Bu, Türk milleti ve
TC devleti bağlamında bir “Kuvâ-i Milliye” veya “Çanakkale” rûhu,
nizamı; Yani, halk iktidarı anlamına gelir. Halk iktidarı ‘hak
iktidarı’ demektir. Diğer bir anlamda, kamu yönetiminde ‘kamu onayı ve
kamu vicdanı’ esastır. Türk milletinin kamu vicdanı: Mustafa Kemal
ATATÜRK, O’ nun ilkeleri ve Türk İnkılâbıdır.
Türk İnkılâbı
‘Cumhuriyet Fazilettir” ilkesine dayalıdır. Mutlak dürüstlüğü esas
alır.
Yani; Türk devleti
(orijinal Fransızca da ‘bon-sens’ denilen) haklıların güçlülüğü, hak,
adalet ve hukukun mutlak hakimiyeti; her türlü ayırma, kayırma,
farklılık, üstünlük, imtiyaz ve kanunsuz koruma dışında ‘tam eşitliği’
öngörür. Bilimin, milli birikimin ve insani bilincin gereği olan
‘doğrusal yönde temlik ve tasarrufu”, “En hakiki mürşit ilimdir”
ilkesini esas alır.
Türk milleti ve TC
devleti, vahşi kapitalizm ve küresel emperyalizme karşıdır.
Türkiye, hür,
müstakil, hakim ve kendi hukuku ile kaim medeni bir dünya devletidir.
Türkiye Cumhuriyeti;
Binlerce yıllık devlet geleneğinin gereği; Namuslu bir devlettir.
DEVLETİN NAMUSU:
Yukarda açıklanan usul, esas ve münhasıran “Türk İnkılâbı”
çerçevesinde ‘Türk Devleti’ “CUMHURİYET FAZİLETTİR” ilkesi bağlamında
kuruludur. “Fazilet” Türk ve dünya lügatlarında; “Doğruluk, dürüstlük,
değer, meziyet, iyilik, ilim, irfan ve iman itibarı ile yüksek, adalet
ve ahlâk-edep sahibi, hürmet ve muhabbete lâyık, saygınlık” anlamına
gelir. Tek kelime ile fazilet: Kişisel ve kurumsal bazda namuslu,
dürüst ve demokrat olmaktır. Gerçek anlamda namuslu, dürüst ve
demokrat olmayanın devlette işi yoktur.
Bu tanımları,
günümüzde yaşanan ‘derin’ kavram kargaşasını açıklamak için yaptım.
ASIL MESELE NEDİR: 83
yıllık cumhuriyet tarihini “Hakiki devlet ve namuslu hükümetler”
bağlamında büyüteç altına koyduğumuzda ortaya çıkan profil şudur:
1923-1938 dönemi: Tam bir yokluk, yoksulluk ve kıtlıktan; Taban ve
tavan arasında makul bir denge korunarak, el ve gönül birliği ve
“millet olma” bilinci içinde kalkınma ve gelişme yolunda büyük mesafe
alınmış; Kurucu önderi, bütün ayni ve nakdi mal varlığını milletine ve
milletin kurumlarına bağışlamış, bütün dünyanın saygı duyduğu “kederde
ve kıvançta bir” yüksek bir medeniyet bu dönemde yaşanmıştır. Atatürk
dönemi, tertemiz ve pırıl pırıl bir dönemdir.
1938-1950: Karşı
devrim adına, her şeyin yerle bir, Türk inkılâbınınsa ter-yüz
edildiği, ilk yolsuzluk ve suistimallerin uç verdiği, demokrasinin
yerini despotluğun aldığı kıtlık ve kâbusların hortladığı karanlık ve
kara bir dönem. Kayıp yıllar...
1950-1960 : Türk
inkılâbının düştüğü yerden ayağa kalktığı, Atatürk programlarının
tekrar, özenle yürürlüğe konduğu, milletçe kalkınma-gelişme, devletçe
yükselme ve ‘muasır medeniyet seviyesine ulaşma” seferberliğinin
başladığı ve ülkenin karanlıktan aydınlığa çıkarılarak birinci sınıf
bir dünya devleti noktasına yükseldiği, taşındığı harika yıllar.
DİKKAT : 14 Mayıs
1950 seçimlerinde ‘beyaz ihtilâl’ olarak tarihe geçen ve büyük bir
halk hareketi ve kuvâ-i milliye ruhuyla “demokrasi zaferi” kazanan
parti, halk partisi tarafından “devr-i sabık” yaratmama konusunda
uyarılmış, aksi taktirde askeri darbe ile tehdit edilmiş olmakla; DP,
demokrasiye geçiş evresi nedeniyle bu şartı kabule mecbur kalmıştır.
DARBE : 27 Mayıs
1960’da, başta halk partililer ile Cumhuriyet, Demokrasi, Atatürk,
Adalet, ahlâk ve milli değerler düşmanı, hukuk özürlü dahili ve harici
bedhahların iştirak ve işbirliği sonucu yapılan darbe, 10 yıldır
yaşanan “asr-ı saadet” dönemini sonlandırdı. Bir değil binlerce
“DEVR-İ SABIK” yaratma ihtirası uğruna kurulan ‘adalet ve hukukun yüz
karası, utancı’ güdümlü mahkemelerde binlerce masum insan, memur,
müsdahdem, genel müdür, genel kurmay başkanı, bakan, başbakan ve
cumhurbaşkanı alçakça sorgulandı ve yargılandı. Nâhak yere üç masum ve
müsemma lider hunharca asıldı. Ancak, örtülü ödenek dahil devletin ve
hükümetin bütün hesapları tertemiz çıktı... Devr-i Sabık
yaratamadılar. Çünkü devlet bu dönemde Atatürk’ün yolunda ve izinde
yürümüştü.
Atatürkçülük, yani
‘Kemalizm’ ile yalan-talan ve yolsuzluk birleşmezdi.
Oysa, müsebbipler
1950’de devri sabık yaratılmamasını şart koşmuşlardı.
Çünkü 1938-1950
döneminde devleti yönetenler, reddi miras etmişlerdi. Ortam
pisti.
NEREDEN NEREYE:
Emekli Jandarma Kurmay Albay ve dönemin Jandarma Genel Komutanlığı
Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanı; Namus ve
fazilet timsali büyük insan, gerçek bir Türk Askeri, Kuvva-i Milliyeci
Aziz ERGEN’ in “Kirli Ellerin İttifakı” isimli kitabı yayınlandığı gün
bana geldi. Türünün nadir örneklerinden olan bu kitabı; Yukarda
irdelediğim siyaset bilimini (Türk inkılâbını) baz alıp, “1960-2006”
döneminde olup bitenleri düşünerek büyük bir dikkat ve itina ile satır
satır okudum. Başlangıçta vaki açıklama ve tanımlar doğrultusunda
mukayeseli bir şekilde inceledim, değerlendirdim.
Evet, demek artık,
‘yeni bir beyaz sayfa daha’ açmanın değil; ‘iyice kirlenen’ son 40
yılın hesabını sormak zamanı gelmişti
Bahusus toplantıda,
Aziz Albayın son derece ağır başlı, temkinli ve (emekli de olsa)
temsil ettiği camia ve emekli olduğu kurumun onur ve erdemini
düşünerek verdiği cevaplar ile Talât ŞALK’ ın açıklamalarını ‘bu
amaçla’ not aldım. Akabinde aldığım önemli notlar ve kitabı bir kenara
koyarak, ertesi günden itibaren Internet, radyolar, yazılı-görsel
medya ve televizyonlarda yer alan haber ve programları dikkatle
izlemeye başladım.
Acaba, Türkiye’yi
sarsacak nitelikteki bu açıklamaların yansıması ne olacaktı ?
Halkın tutumu,
hükümetin tavrı, başta insan hakları örgütleri olmak üzere, sivil
toplum kuruluşlarının ve genelde kamuoyunun tepkileri konusunda ciddi
beklentilerim vardı.
Sanki bütün medya
harekete geçecek, aziz ve necip Türk halkı ayağa kalkacak, STK’ lar
hepten teyakkuz durumuna geçecek, başta Sayın Cumhurbaşkanı, Devlet
Denetleme Kurulu, Başbakan, Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu,
Bakanlar ve Bakanlık Teftiş Kurulları derhal işe el koyacak; Dönem
itibarıyla kayıp, kaçak, gasp, hırsızlık ve yolsuzlukla hortumlanmış,
kitapta açıklanan ‘millete ait’ 500 milyar doların peşine düşerek;
‘DEVLETİN NAMUSUNU” kurtaracaklardı.
Zira, dönemin hayali
ihracat komisyonu başkanı ve Aksaray milletvekili, Manisa eski
milletvekili; o gün için vizyondaki “Kurtlar Vadisi” dizisinin
yapımcıları, konuyla ilgili başkaca kitaplar yazan yazarlar, dönem
içinde konuyla ilgili dizileri yayınlayan gazeteler ve gazeteciler
sayesinde (Aziz Albay kadar olmasa bile) yine de ‘harekete geçmeye
yetecek kadar’ pislik, kirlilik, hırsızlık, yolsuzluk, yozlaşma, erime
ve çürüme ortaya çıkmıştı. Üstüne üstlük bir de, ‘dokunulmazlara’ ait
dosyalar vardı.
Böylece tüyü bitmemiş
yetimin hakkı söke söke geri alınacak, Aziz Türk milletinin alçakça
çalınan geleceği kurtarılacak, suçlular yakalanacak, adil mahkemelerde
yargılanacak ve kamu vicdanı rahatlatılacaktı. Bu son derece olağan,
doğal, masum ve yasal bir beklenti idi. Zira, devlet ve hükümetler
bunun için vardı. Hiç olmazsa beyaz enerji dahil, aysbergin dışarıda
kalan, görünen bölümü aydınlandı. Kirli eller, kara vicdanlar ve irin
dolu yüreklerin sırrı ayândı artık. Devlet varsa (ki, vardır) şimdi
harekete geçmeliydi. Zira;
Aziz Ergen’in kitabı,
izah ve itirafları bir bakıma rüşvetin, hırsızlığın, hortumculuğun ve
devleti kullanarak milleti soymanın aleni belgesi idi. Üstüne üstlük
bu güne kadar benzer konularda yayınlanan hatırat, belge, bilgi, kitap
ve itirafları da tamamlıyordu. Hazır, Anayasa mahkemesi, yerel
mahkemeler ve Cumhuriyet Savcıları da konu üstünde idi. Bir tarafta
aleni dolandırıcılıktan yakalanan bakan, diğer tarafta sahtecilik,
görevi kötüye kullanma, rüşvet, iltimas, suistimal, nüfuz ticareti
gibi yüz kızartıcı suçlarla yargılanan eski bakan ve vekiller; Diğer
tarafta, aynı suçlara ilâveten bölücülük, teröre destek,
yardım-yataklık ve dahi vatana ihanete kadar varan iddialarla
suçlanan, ancak insan onuru, adalet ahlâkı, demokrasi, Anayasa’nın
eşitlik ilkesine aykırı bir biçimde dokunulmazlık zırhı ile korunan
‘milletvekilleri’ vardı.
Hattâ, buna rağmen
yalan-talan, soygun ve vurgun bütün şiddeti ile devam etmekte idi.
Üstüne üstlük,
şimdilerde Türkiye’yi soyanlar ve hortumlayanlar kervanına İMF, AB
kurumları, Dünya Bankası ve ülkemizin “Milli İktisat”sınırlarını yok
eden “Gümrük Birliği” çeteleri bile vardı. Ülkemizde mafyalar cirit
atıyor, organize çıkar örgütleri “Medya-Mafya-Politika” şeytan
üçgeninde, rahatça hareket ediyor ve diledikleri gibi faaliyet
gösteriyordu.
Evet, devlet, hükümet
ve halk bütün kurum ve kuruluşları ile harekete geçmeliydi.
Şimdi tam zamanı idi.
Artık, ‘hiçbir şey eskisi gibi olmamak’ zorundaydı.
AMA HAYRET : Alenen
suçlanan ve marifetleri deşifre edilen kesimlerden çıt yok. En küçük
bir ret, tekzip veya itiraz bahis konusu değil. Mütareke medyası
popülizm peşinde. Tutturmuş bir ‘Amerikalı albay nasıl soyuldu’ konusu
speküle edip duruyor. Milliyetçi, sağcı ve muhafazakâr yayın organları
da, sanki söz birliği etmişçesine “Çuvalın intikamını alan albay”
teranesine sarılmakta. Ortada tam bir sağırlar ve körler diyalogu
‘pandomima’ var.
Tedbir olarak sadece,
devletten ve halktan alenen çalınan 300 milyar dolarlık miktarı
mücavir olaylar ve saiklerine ilişkin bölüm nedeniyle, “KURTLAR
VADİSİ” dizisi kapatıldı.
SUÇ VE CEZA : Öteden
beri ve günümüzde yurttaşlarımız mahalle marketlerinden, ülke
bakanlarına kadar ulaşan yolsuzluklardan bıkmış, yılmış ve usanmıştır.
Sokaklarda gasp, devlette irtikap ve yolsuzluk vardır. Suç
patlamıştır. Suçlu rahattır. Yargı, Hukuk, Adalet ve ceza kurumu
dumura uğramıştır. Mâşeri vicdanı ATATÜRK olan millet rahatsızdır.
Durum kriz boyutunu aşmış, ümitsizlik, güven bunalımı ve buhrana
dönüşmeye başlamıştır.
Oysa, gelecekle
ilgili umut ve inanç yaratmak, her türlü yolsuzluğa karşı toplumsal
refleks oluşturmak ve doğal stabilizatörleri tekrar hayata geçirmek
gerekir. Bu meyanda, Aziz Albay tarafından açıklanan dehşet verici
olaylar; Zati şehadetle taraf olunan, vakıaların kamu tarafından
sorgulanması, müsebbiplerin yargılanması ve cezalandırılması şarttır.
Bunun yanı sıra, 1960’dan günümüze ‘devlet erki kullanılmak ve
kuruluşlar istismar edilmek” suretiyle, siyaset kurumları ve siyasi
partiler de alet edilerek yapılan ve boyutları dönem itibarıyla 500
milyar dolarlara varan dehşet verici devasa soygun, vurgun, yalan ve
talan anatomisi ‘keyifle ve korkusuzca’ menfur icraatını
sürdürememelidir. Bu soyguna “DUR” demek zamanıdır.
Suç ve suçlu ‘cürüm’
cenneti haline getirilen ülkede namuslu insanlar güvende değil.
Suçlular küstah ve acımasız. Masumlar ve mazlumlar korumasız. Yeni TCK
ve AB sayesinde suçlulara avukat verilmekte, mağdurlar ise daha da
mağdur ve perişan. 1923-1938 ilâ 1950-60 dönemi devlet anlayışı
unutulmuş, herkes Atatürkçü, fakat, Atatürkçülük, Kemalizm ve Türk
inkılâbından eser yok. Bu ne iki yüzlülük, mürailik ve münâfıklıktır
ki; Milliyetçiler, sağcılar, solcular, dinciler dahil bütün
kesimlerden hırsız, yolsuz ve hortumcu çıkabilmekte.
Adama (vatandaşa)
sorarlar !
Hani ilkelere ne
oldu. Hani binlerce yıllık tertemiz Türk medeniyeti !
Bize pırıl pırıl,
tertemiz ve berrak bir Cumhuriyet emanet eden Atatürk’e ihanet niye ?
Cemiyetin temeli
adâlet ahlâkıdır. Ancak, adaleti kaim olan kanun hukukidir.
Türk inkılâbının
amacı kanun devleti değil; Hukuk devletidir. Hukuk devletinde suç
cezasız kalmaz. Ceza, suça mümasil (denk) olmak zorundadır. Ne eksik,
ne fazla.
Evet, İnsan elbette
özgür bir varlıktır. Lâkin bu, suç işleme özgürlüğünü kapsamaz.
Kanun ve kuralları
belirleme hakkı, ‘güçlülerin’ değil, haklı-doğru ve dürüstlerindir.
Demokrasilerde
hırsız, yolsuz, hortumcu, yıkıcı ve bölücü unsurlara; Cezalarını çekip
ıslah olmadan “halk içinde” serbestçe dolaşma hakkı tanınamaz.
Hukuk devletinde ‘suç
işlemek’ herkes için yasaktır. Mutlak kaide budur.
DEVRİ SABIK YARATMAK
GEREK : Şimdi tam zamanıdır.
Millet, meri hükümet,
‘durumdan vazife çıkartarak’ Anayasa Mahkemesi veya yüksek yargı önce
cürmün milâdı olan 27 Mayıs’ın hesabını sormalıdır. Bununla birlikte o
mâkus günden itibaren bu güne değin yapılan bütün haksızlık,
hırsızlık, gasp, irtikap ve yolsuzluğun hesabı muhakeme edilmeli;
Ülkemiz, istiklâl ve istikbalimiz aleyhine işleyen AB süreci behemahal
durdurulmalı, Gümrük Birliğinden derhal çıkılmalı, devlet
“namuslu-dürüst ve demokrat” Atatürk’çü-Kemalist Cumhuriyet konumuna
tekrar çekilerek; 46 yıllık kâbusun kara vicdanlı, kirli el’li ve
kansızlar (damarlarında asil kan akmayan) hain, dönme, devşirme,
ateist, pagan ve Türklüğünü kaybetmiş insanlık düşmanları sorgulanıp,
yargılanarak ‘devr-i sabıkları” yaratılmalıdır.
Temiz devlet ve temiz
toplum için bu şarttır. Türkiye’nin kendi kendisi ile yüzleşme ve
yönetenlerin halkla hesaplaşması zamanı gelmiştir. Yarın çok geç
olabilir.
DEVLETİN MALI DENİZ :
Bu söylemin doğrusu,
haksızlıktan, rüşvet, hırsızlık ve yolsuzluktan bıkmış-bunalmış, bu
alt varlıklara karşı illet ve nefretle muzdarip halkımın, kinayeten
söylediği bir söz olup; DOĞRUSU şöyledir: “Devletin Malı Deniz,
Hırsızlık, Haksızlık ve Yolsuzluk Yapan Domuzdur.” Bu manâ ve
muhtevada “Domuzlar” devr-i sabıklar olsa gerek.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
39 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
"DİASPORANIN SESİNİ KESMEK" |
-
-
Koç Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Norman Stone da konuşmasına, "Ermeni
diasporası ne oyun oynuyor, neden buradayız? Neden öğrenciler, insanlar bir
şekilde milliyetçi akımlara kapılıyor?" diyerek başladı. Ermeni diasporasının
gerçeği manipüle ettiğini ifade eden Stone, "Yakında '10 milyon Ermeni
öldürüldü' diyecekler. Böylece esas kendilerine zarar veriyorlar. Fransız
diasporasının ne yapmak istediğini anlamıyorum" dedi. Türkiye'nin durumunun
çok yakın zamana kadar "şu durumu nasıl idare etsek" şeklinde olduğunu ifade
eden Stone, Türklerin savlarını yabancılara sunma tarzlarının iyi olmadığını
söyledi. Türklerin söylemini dürüst, açık ve kısa makalelerle dile
getirmesinin daha doğru olacağını anlatan Stone, Türkiye'nin kendisini
savunuyor duruma düşmemesi gerektiğini kaydetti. Stone, "Bu ülkeyi benim gibi
gerçekten seven insanlar olarak, Orhan Pamuk ve Hırant Dink'in çektiği
sıkıntıları anlatamıyoruz, bunu anlatmakta zorluk çekiyoruz" diye konuştu.
Norman Stone konuşmasını, "Biz, ortalığı karıştırmaktan ve anlamsız bir
kasıtla suyu bulandırmaktan başka hiçbir işe yaramayan Ermeni diasporanın
sesini kesmesini istiyoruz" diyerek tamamladı.
-
"TOPRAK PEŞİNDE KOŞUYORLAR"
-
CHP İstanbul Milletvekili Şükrü Elekdağ ise batıdaki bazı ülkelerin sözde
Ermeni soykırımı iddialarını benimsediklerini anlattı. Türkiye'ye yönelen
küresel bir tehdit bulunduğunu ve bu suçlamaların Türk dış politikası üzerinde
baskı yaptığını ifade eden Şükrü Elekdağ, batılı devletlerin Ermeni
iddialarını Türkiye'ye karşı koz olarak kullandıklarını söyledi. Bu tür
olayların sürekli gündemde olduğu bugünlerde Ermeni tarafının muazzam bir
faaliyet içinde bulunduğunu anlatan Elekdağ, savundukları iddialarla ilgili
her yıl (yalan-yanlış) binlerce kitap ve makale yazdıklarını, her vesile ile
sempozyumlar düzenlediklerini, ses getirecek lobicilik faaliyetlerinde
bulunduklarını kaydetti. Bütün Ermeni dünyasının kendisini son bir asırdır
Türkiye'ye karşı savaş içinde gördüğünü belirten Elekdağ, şöyle devam etti:
-
"Bunun bir amacı var. Amaçları, Ermenistan'ı Anadolu'nun doğusundan toprak
alarak büyütmek. Bunun peşinde koşuyorlar. Bunun için de “4 T” stratejileri
var. bunlar; tanıtım, tanıtma, tazminat ve toprak... Bunu yıllardır
kimseye anlatamadık. Bugüne kadar tanıtma ve tanıtımda mesafe aldılar. Son
olarak ABD'de soykırıma uğradığını söyleyen bir kesim açtığı tazminat davasını
kazandı ve tazminat aldı. Yani 3. üncü aşama da geçti. Tanıtım, tanıtma,
tazminatta mesafe aldılar, şimdi sıra toprakta... Biz bu edilgenlikle bu
davayı nasıl kazanacağız? Karşımızda bu dava için seferber olan büyük bir
kesim var." Devamla, "Tehcir, Cenevre Sözleşmesi'ne uygun, burada Türkiye
açısından endişe edecek bir şey yok" diye konuştu.
-
Daha sonra,Tehcirin, Cenevre Sözleşmesi'ne uygun olarak bir "askeri
gereklilik" çerçevesinde uygulandığını anlatan Aktan, şöyle devam etti:
"Dönemin yönetiminde ve Türk toplumunda Ermenilere karşı yok etme kastı asla
mevcut olmamıştır. Çünkü Ermenileri aşağılık gören bir ırkçı nefret yoktur. Ne
daha önce, ne de o sırada ortaya çıkmıştır. Böyle bir duygunun ne yazılı, ne
sözlü örneği vardır. Tam tersine Ermeniler Osmanlı Türklerini aşağı, gayri
medeni, vahşi, hatta barbar görmüşlerdir. Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa'nın
tarihi önyargıları ya da ırkçılığının yol açtığı savaşlarda ve bu ırkçılıktan
esinlenerek Türkleri aşağı gören Balkan Hıristiyanları ve Ermenilerin
isyanlarıyla yıkılmıştır. Osmanlı hakimiyetinden çıkan bölgelerdeki Türk ve
Müslüman’ lar ırkçı nefretle katledilerek Anadolu'ya sürülmüşlerdir. Dünya bu
trajedilere kayıtsız kalmıştır. Bu açıdan Osmanlı'nın yıkılışı, basit bir
askeri-politik kuvvet mücadelesinin çok ötesine ve ilerisine taşınmış ve
tarihi gerçeğe aykırı olarak, soykırım niteliği kazanmıştır. Belki de bu
nedenle geçmiş travmalarımızı unutmayı yeğliyoruz. Tarih çalışmalarında Ermeni
olaylarına fazla değinilmemesinin nedeni de bu olmalı. Yine aynı nedenle
Kurtuluş Savaşı'nı kazanan ve Cumhuriyeti kuran kuşaktan sonra, kendimizi
batıya karşı küçük görmek, özgüvenle mücadele edememek, sürekli suçlu
hissetmek gibi depresif ve yersiz duygular giderek toplumumuza hakim
olmaktadır."
-
PROF.HALACOGLU\'NUN KONUSMASI
-
TÜRK TARİH KURUMU BAŞKANI PROF. DR. HALAÇOĞLU konuşmasında: ''BİZİM
TARTIŞMAKTAN UTANACAK NE BİR TARİHİ GEÇMİŞİMİZ, NE DE SOYKIRIM VARDIR'' Türk
Tarih Kurumu (TTK) Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, ''bu ülkede yaşamaktan
ve bu milletin bir ferdi olmaktan gurur duyduğunu'' belirterek, ''Bizim
tartışmaktan utanacak ne bir tarihi geçmişimiz, ne de soykırım vardır'' dedi.
İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) ve Sivil Toplum Kuruluşları Birliği
Platformu'nun işbirliğiyle İTÜ Maçka Yerleşkesi'nde düzenlenen ''Türk-Ermeni
İlişkilerinde Tarihi Gerçekler'' konulu sempozyumun öğleden sonraki bölümünde
''1915 Soykırım İddiaları... Savcılar ve Hakimler'' başlıklı bildiri sunan
Prof. Dr. Halaçoğlu, bu konunun bilimsel olmaktan çıkıp siyasal alana
dönüştürüldüğünü vurguladı. Dünya Savaşı'nda Ermeniler'in de diğer insanlarla
aynı acıyı paylaştıklarına işaret eden Halaçoğlu, bu konuyla ilgili Osmanlı
arşivleri gibi diğer devlet arşivlerin de henüz tam anlamıyla incelenemediğini
belirttiği konuşmasına öyle devam etti:
-
''Osmanlı arşivleri son 1 yıldır internet ortamındadır. Osmanlı arşivlerinin
yüzde 10'u incelenebilmiştir. Buna rağmen soykırıma uğradıklarını
söylemektedirler. Bu durumda verilecek yanıt 'hayır' olacaktır. Bu takdirde
iddianameyi hazırlayanlar ile kararı verenlerin varmak istedikleri sonuç
nedir? Yok eğer 'yeterli bilgilerimiz var' deniyorsa, bu durumda ellerindeki
verileri dünya kamuoyuna sunmaları gerekir. Ama görülen o ki ellerinde böyle
bir veri yok. Bilgi Üniversitesi'nde yapılan sempozyumda 'belgeyle tarih
yazılmaz', 'soykırımın belgesi olmaz' denildi.
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
40 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
DİNDARLIK, ADALET VE DEVLET |
-
-
Osmanlı İslâm Devleti’nin., evrensel
İslâmi değer, adalet ahlâkı, insanî norm, ilke ve standartları terk
ederek çöpe atmaya; Yönetim ve yaşam biçimini tefessüh etmiş
(yozlaşmış, çürümüş) maddeci Batı kültürüne göre şekillendirme
gafletine düştüğü 1700’lerden itibaren, muharref ve mukallit İncil
yandaşlarının yıldızı parlamış, buna paralel olarak fanatik Musevi
camiasında yükselme devri, Osmanlı’da (1734) gerileme, düşüş ve
çöküş başlamıştır.
-
Bunun ana nedeni: Tabiatın boşluğa
tahammül edememesidir
-
Daha açık bir anlatımla batı, Türk
ve İslâm âleminin içini boşaltıp değerlerini çalmış; Yerine
kendine ait yozlaşmış, çürümüş, ahlâksızlık, hırsızlık, yolsuzluk,
namussuzluk illetini koymuştur. Merhum Milli Şâir Mehmet Akif
Ersoy, bir Avrupa gezisi dönüşü bu hali tespit eder ve şöyle
açıklar: “Batı İslâm’ın ilmini almış; Bize ancak adı kalmış
pâyidar…”
- “EY İNSANLAR VE MÜSLÜMANLAR!...
-
‘Evrensel hukuk ve İslâm’a göre:
Devlet insan içindir. İnsan’ı yaşat ki, devlet yaşasın, düsturu,
iktisat ve müttefik içtihat gereği: Hak edilmiş ve helâl olmak
şartıyla, ‘kazanç’tan en az bir yıl kullanıldıktan sonra vergi
alınır. Gelir Vergisi oranı 1/40, yani: % 2.5 olup; gümrük hariç
“peşin vergi” haram ve yasaktır. Başta tekel ürün ve hizmetleri
olmak üzere; Akaryakıt, Doğalgaz, Tüpgaz, Elektrik, Su, Telefon,
Ekmek zorunlu ihtiyaç ve sürüme dayalı “sürekli ve garantili”
kazanç unsuru mal ve hizmetlerde azami kâr oranı, maliyet artı %
5;, Alımı isteğe bağlı, zorunlu ve yaşamsal olmayan mal ve
hizmetlerde ise kâr oranı: Maliyet artı en fazla % 20’dir.
Üretici, Sanayici ve Tüccar halka hizmetle memur-mükellef
kimsedir. Fahiş ve haksız kâr edilemez. Devlet’in varlık sebebi
vatandaşlar adına piyasaları geliştirme ve kontrol, huzur,
istikrar ve insicamı temin; Halkı, hür teşebbüsü, üretim ve
hizmetleri Düzenleme, Destekleme ve özellikle Denetleme ile
yetkili, görevli ve sorumludur.’ İYİ BİLİN!..”
-
Enteresandır; Osmanlı ve İslâm
devletlerinin duraklaması Batı’nın ayağa kalkmasına; Gerilemesi
ise yükselmesine denk gelir. Bizde duraklama ve gerilemenin
nedeni: "nepotizm, gayrimüslimlere yalakalık, ABD, İngiltere,
Almanya ve Fransa’ya yardakçılık, hak, adalet ve hukuku siyasete,
din’i hem siyaset ve hem de ticarete alet edecek kadar ahlâki
düşüklüktür. "
-
Dönem itibarıyla tüm İslâm âlemini
kucaklayan, temsil ve izam eden Osmanlı’nın bu minval üzere
zevali, doğal ve evrensel yaşam biçiminden uzaklaşarak; Hızla
küfrün kucağına düşmesi, 200 yıl süren “hilâl-i salip” mücadelesi
neticesinde sözde Müslümanların ric’ati (pes ederek geri
çekilmesi), mağlubiyeti ile sonuçlanmış ve bu illetle yıkılıp
gitmişlerdir.
-
Gelinen nokta: Adalet ve faziletle
hükümferma olunan 20 milyon 500 bin km2’lik bir cihan devletinden,
780 bin km2’lik arenadır. Oysa Cumhuriyetin kuruluş ilkesi Türk
İnkılâbı ile Osmanlı’nın kuruluş düsturu birdir. İmanlı-şuurlu,
onurlu-sorumlu, hak, adalet ve fazilete dayalı namuslu, dürüst,
demokrat “antiemperyalist” Türkiye Cumhuriyeti…..
-
Dolayısıyla, her iki halde de
olması gereken, beklenen ve mayalanan ne idi?
-
“Ebed Müddet Devlet”; Hak, adalet,
huzur, emniyet, eşitlik ve barış iklimi!..
- OSMANLI’DA OLMADI!...
-
Bunun sebebi: İnsan için en
doğal, rahat, özgür, şahsiyetli ve haysiyetli yaşam biçimi olan
İslâm’dan uzaklaşmak, bid-at ve hurafelere saplanmak;
Müslümanlık bir yana, insanlık dışı, alt ve alçak bir yaşam
tarzına rıza göstermektir. Aşağıda arz, ifade edeceğim şekilde
bu, bütün İslâm âlemi bir yana İnsanlık âlemi için de büyük bir
hezimet, ıstırap, sıkıntı ve utanç nedeni olmuştur. 1700 ilâ
1930 yılları arasında aralıksız cereyan eden Müslüman odaklı
savaş, tehcir (zorunlu göç), sistemli soykırımlar, suni olarak
teşkil ve teşekkül ettirilen sözde ana dil, etnik kök, mezhep ve
tarikat sapkınlıkları da hesaba katmak gerek!..
-
İşte bu feci izmihlâl ve ağır
hezimetin faili: Vahşi Batı, Hıristiyan ve Yahudiler;
-
Suçlu ve sorumlusu: Apaçık gaflet,
dalâlet ve hıyanetle malûl, din tacirliğine müptelâ ‘Müslümanların
Emir’i vasfını terkle “Kral” kisvesine bürünen, kibir, sefahat,
saltanat ve ilmî sefalet zafiyetiyle illetli ümera (amirler,
yöneticiler) ve bu zûl-zilletten maişet dilenecek kadar alçalan,
ilim, ahlâk ve fazilet fukarası ulema, fukaha ile sözde zamanın
aydınlarıdır... (./..)
-
- DİNDARLIK, BİLİM VE DEVLET
-
Devletten, sosyal hayat ve
kurumlardan dini soyutlamanın, ahlâkı dışlamanın faturası daima
çok yüksek olmuş; “insan, ekosistem ve bütünüyle doğal hayata
ihanet” anlamına gelen bu menfur teşebbüsler, sonuçta çok büyük
ekonomik, sosyal ve kültürel felâketler, travma ve çöküntülere
neden olmuştur. (BAK: Dindarlık, Adalet ve Devlet)
-
Mağdurları: Sorumluluk duygusu,
medeni cesaret, onur, ahlâk, iman ve ilimlerini terk edip; Dinî
ticarete, adaleti siyasete, ilmi menfaate alet etmeye kalkışan;
rüşvet-iltimas, ayırma, kayırma, haksızlık, yolsuzluk ve
suiistimale yönelen, icabında yalan söylemek ve yalan yere yemin
etmekten kaçınmayacak kadar insanlık dışına çıkmış öz haini, sözde
Müslümanlar…
-
Bu yüzdendir ki; (1300–1923) 623
yıllık ömrün 434 yılını insanca ve İslâm’ca hüküm süren; Adalet ve
barış iklimi, fazilet güneşi Osmanlı’nın çöküşü 189 yıl sürmüştür.
Oysa yeni Türkiye Cumhuriyeti henüz 89 yaşındadır. Bilinen ve
belli olan, tarih boyunca kurulmuş Türk devletlerine oranla henüz
çok gençtir. Yenidir…
-
Mayası itibarıyla Osmanlı’ya rücu
eder korkusuyla da;
-
Genç Türkiye Cumhuriyeti,
olgunlaşmadan boğulmak istenmektedir..
-
Bu istek ve ihtirasın zebunu ise:
Kadim “Şark Meselesi’nden” mütevellit bedhahlardır.
-
Hakikatte MS 300 yıllarından beri
Türk milletine karşı düşmanlığı bilinen ve sürekli bileylenen,
tarihin en kanlı soygun, vurgun, katliam ve soykırımlarından biri
“Haçlı Seferleri” ile maruf, eli kanlı, kara vicdanlı, haramzade,
emperyalist batıdır. Musevi, Hıristiyan âleminin siyasal, sosyal,
bilimsel ve kültürel yapısı; Türk ve Müslümanların, bütün
devirlerine nazaran, çok ileri, koyu ve derin bir dindarlıkla
örülmüştür…
-
Hıristiyan Batı ve Kuzey Yıldızı
Yahudiliğin referansı din’dir. (Din kullanılarak 19. yy’da İsrail
devleti kurulmuştur.) Ancak öncelikle, “arz’ı idare etme” iddiası
güden, yaygın söylem ve yayınlara göre bu ideal, iddia veya
ütopyasını hayata geçirmek için evrensel bazda yoğun çaba harcayan
Yahudi toplumunu ele almak ve analitik olarak incelemek gerek:
-
- “EY İNSANLAR VE MÜSLÜMANLAR!...
-
‘Evrensel hukuk ve İslâm’a göre: Her insan bir devlettir. Devlet
insan için vardır. İnsan’ı yaşat ki, devlet yaşasın düsturu,
iktisat ve içtihat gereği: Her nevi kazanç sadece ve yalnızca “bir
defa” vergilendirilir. Vergilendirilmiş kazançtan; ÖTV, KDV ve
sair namlar altında, doğrudan veya dolaylı olarak başkaca vergi
alınamaz. Buna teşebbüs ve tevessül insan hakları, adalet ahlâkı
ve hukuka aykırıdır. Üretici, Sanayici ve Tüccar halka hizmetle
memur ve mükelleftir. Meşru hükümet adaletin teminatı olmakla;
hüküm ve hikmet de, adalet iledir. Hükümete rağmen hiç kimse fahiş
ve haksız kâr elde edemez.
-
yolsuzluk domuzluktur. Devlette
suiistimal, ihmal ve hırsızlık varsa hükümet yok demektir. Devlet’in
varlık sebebi. Millet Adına kontrol, huzur, istikrar ve insicamı
temin; Sektörleri tanzim, tertip, üretim, hizmet, serbest rekabet,
fiyat ve piyasaları “insan lehine” Düzenleme, Destekleme ve
özellikle Denetleme ile yetkili, görevli ve sorumludur.’ İYİ
BİLİN!..”
-
- MUKAYESELİ BİR İNCELEME VE DEĞERLENDİRME
-
2012’de nüfusu 7 milyara ulaşan
Dünyada yalnızca 14 milyon Yahudi / Musevi var.
-
(Kuzey ve Güney Amerika'da 7,
Asya'da 5, Avrupa'da 2 milyon ve Afrika'da yaklaşık 100 bin Musevi
yaşamakta) Buna mukabil, aynı dünya’da 1 milyar 600 milyon Müslüman
var. (1 milyar 100 milyon Asya'da, 500 milyon Afrika'da, 44 milyon
Avrupa’da, 6 milyon Amerika kıtasında.) Yani dünyada 1 Musevi’ye
karşın 114 (!) Müslüman var... İyi ama bu Yahudiler Müslümanlardan
niçin 100 kat daha güçlü ve daha zengin ve daha eğitimli ve daha
mucitler?
- Tarafsızlık ve bilimselliği “Müslümanlar açısından”
tartışmalı tespitlere bakalım…
-
- NEDEN VE NİÇİN?..
-
Yakın çağın en etkin bilim adamı
Albert Einstein; Psikanalizin (ahlâksızlık, dinsizlik ve insanlık
düşmanlığı öğretisinin) babası Sigmund Freud; Sayısı milyonları
bulan masum ve suçsuz insanın sefalet, açlık, yokluk, ideolojik
kargaşalarda, harplerde telef edilmesine neden olan Karl Marks,
Engels, Stalin, Buharin ve Kuzinen Yahudi idi… (./…)
-
- DİNDARLIK VE SİMSARLIK
- Umur-u devlette dindarlık, öncelikle ihlâs, mutlak
doğruluk, adalet ahlâkı, dürüstlük, engin hoşgörü, derin tevazu ve
samimiyeti zorunlu kılar. Bu, aynı zamanda “insani boyut ve bilinçli
İslâm toplumunun” devlet adamı profilidir. Kur-an ahlâkı, İslâmi
ilimler ve müspet bilim olarak adlandırılan bütün disiplinlere göre
“devlet adamları” ile “bilim insanları” birer aktör veya figüran
değil; Nevi şahsına münhasır, karakteri özgürlük, mürşidi (rehberi)
sadece ilim, adalet ve gerçek olan; “namus borcu, kumar borcu
olmayan” yüksek şahsiyetlerdir.
- İdare sanatı “iyi, namuslu, dürüst (bilge) ve
demokrat” Müslümanların işidir.
- İyi’lerin seçilmesi, ileri doğru atılmış bir adım;
Kötülerin idareyi ele geçirmesi ise: Gericilik, irtica ve yobazlığa
avdet olup; Hazreti Âdem’den bu yana İslâm’ın Cumhuriyet dışında bir
yönetim sistemi önermemesinin sebebi budur. Aslında İslâm, aleni bir
şekilde Cumhuriyeti de önermez. Sadece halkın kendi kendisini
yönetebilmesini ve “devlet idaresinde millet iradesinin” belirleyici
olmasını ister. Bu nedenle Yüce Peygamber; Kral, İmparator ve
Reislere gönderdiği mektuplarda: “İslâm, sizin idare şeklinizle
değil, halkın Müslüman olması ve İslâm’ı yaşaması ile alâkadardır”
der. Çünkü insanların İslâm’ı yaşaması; İnsanca yaşaması anlamına
gelir. Huzur, güvenlik, eşitlik, adalet ve barış sadece İslâm’dadır.
.
- “EY, İNSANLAR VE EY, MÜSLÜMANLAR!...
- ‘Evrensel hukuk ve İslâm’a göre, devlet insan içindir. İnsan’ı
yaşat ki, devlet yaşasın, ilkesi, iktisat ve müttefik içtihat
gereği: Hak edilmiş ‘kazanç’tan en az bir yıl kullanıldıktan sonra
vergi alınır. Gelir vergisi oranı 1/40 yani: % 2.5 olup; gümrük
hariç ‘peşin vergi’ haram ve yasaktır. Başta tekel ürün ve
hizmetleri olmak üzere akaryakıt, doğalgaz, Lpg, elektrik, su,
telefon, ekmek zorunlu ihtiyaç ve sürüme dayalı “sürekli ve
garantili”
- kazanç unsuru mal ve hizmetlerde azami kâr oranı, maliyet artı
% 5; Alımı isteğe bağlı, zorunlu/yaşamsal olmayan mal ve
hizmetlerde ise:, Maliyet artı % 20’dir. Üretici ve Tüccar, halka
hizmetle mükelleftir. Fahiş kâr edilemez. Devlet’in varlık sebebi
halk adına piyasaları geliştirme ve kontrol, huzur, istikrar ve
insicamı temin; Halkı, hür teşebbüsü, üretim ve hizmetleri
Düzenleme, Destekleme ve özellikle Denetleme ile yetkili, görevli
ve sorumludur.’ İYİ BİLİN!..”
- DİN’İ YAŞAMA GÖREVİ
- Şu kadar ki; Milletçe seçilmiş yahut “devlet
idaresinde, millet iradesini temsil etmek üzere” hükümetlerce
atanmış; Bilumum devlet adamları, hükümet görevlileri ile millet
memur ve müstahdemleri dini söylemekle değil, ancak ve sadece
yaşamakla mükelleftir. Ayrıca, halk adına hükümet eden veya devlet
adına iş gören kimseler; Vatandaşlar arasında tam bir eşitlik,
adalet ve hakkaniyetle muamele etmeye memur ve mecburdur. Nasıl
ki; Rab insanları imtihan maksadıyla yeryüzüne gönderip,
sınamasına rağmen, din, inanç, fikir ve vicdani kanaatlerinde hür
bırakır; Peygamberlerine dahi “dinde zor yoktur” diye sadece
“nasihati” emreder! Şu hale nazaran: Ne diğer insanların ve ne de
devlet adına hükümetlerin “din, inanç, mezhep, düşünce ve vicdani
kanaatlere (hukuken suç unsuru olmadıkça) karışma hakları yoktur.
- Bu kaide rüştünü ispatlamış, akil ve rey sahipleri
için geçerlidir. 18 yaşına kadar olan her çocuğa (Anne ve
Babasının dâhil olduğu) dini öğretmek; Velev ki, anne ve babası
dinsiz ise, bu defa “fıtrat gereği” çocuğu Müslüman olarak eğitmek
ve İslâmi öğretime tabii tutmak devletin görevidir. Dinsiz anne ve
babalar, devletin bu tasarrufuna itiraz edemez, dava yoluna
gidemezler. Rüşt yaşına gelen çocuk, kendi kararını bizzat kendisi
verir.
- DİN’İ ANLATMA VE AÇIKLAMA GÖREVİ
- Toplum önünde dini temsil, ilzam ve ifade görevi
sadece ve yalnızca Halife, Şeyh-ül İslâm yerine kaim Diyanet
İşleri Başkanı, Müftü, İmam yahut gayrimüslim cemaatler adına
Patrik, Papaz ve Hahamlar ile ilim ve edep dâhilinde olmak kaydı
şartıyla bizatihi halka aittir.
- TC, 11 Kasım 1938 karşı devrimine kadar, bu
özelliklerle mütemayiz 1.sınıf devlet adamlarınca yönetilmiş;
TSK’da er-erbaş talimi, Eğitimin her aşaması ile Harp
Okullarında;, Kur-an, Din ve ahlâk dersleri zorunlu tutulmuş; Harp
Okulu ve Kışlalarda Namaz İçtimaları uygulanmıştır. Cihanşümul bir
devletin bakiyesi için olağan, doğru ve gerekli olan da budur.
- Dinsiz devlet olmaz. Lâiklik: “Fert’in, devlet
içinde dinini yaşama teminatıdır” ./..
-
- DİNDARLIK VE KİNDARLIK
- Eğer bir hükümet, ordu’yu kendince hizaya
sokabiliyor, generalleri çok ağır iddia ve ithamlarla hapse
atabiliyor, pamuk eldiven giyili demir yumruğunu bakan,
milletvekili, yargıç ve savcıların başına indirebiliyorsa;, Bu
hükümet, TC’nin kurulduğu günden itibaren vaki tüm
yolsuzluk-haksızlık, hukuksuzluk, faili meçhul, yalan-talan,
soygun-vurgun dâhil olmak üzere her suiistimalin üstüne rahatlıkla
gidebilir. Özellikle referansı insan hakları/adalet, demokrasi,
kalkınma, barış ve dindarlık olmakla; Zaten gitmeye mecbur ve
mahkûmdur.
- HESAPLAŞMA VE YÜZLEŞME
- Her ne kadar 27 Mayıs sorgulanıp, yargılanmadıkça
12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat hiçbir anlam ifade etmiyorsa;
Verilecek hesabı olmayan 1919-38 dönemi ile hesabı yassı-ada
cehenneminde verilmiş 1950-60 hariç olmak üzere:, 1938-1950 ilâ
1960-2012 dönemlerinin şaibeli hesabı mutlaka verilmeli,
hesaplaşma ve yüzleşmesi mutlaka yapılmalıdır.
- İşte!.. Halkın ihtiyacı olan, “zorunlu hesaplaşma
ve yüzleşme” budur.
- Vizyon ve misyonunu “hesaplaşma-yüzleşme, adalet ve barış”
üstüne oluşturan cari hükümetin başta gelen görevi: Tüyü bitmemiş
yetimin hakkını almak ve devletin namusunu kurtarmaktır. Aksi
takdirde: 12 + 52 = 64 yıl boyunca trilyonlarca doları “siyaset +
medya + mafya” işbirliği sonucu soyulan bu milletin mâşeri vicdanı
huzur bulmayacak, haksızlık ve adaletsizlik üzerine kurulu güncel
siyaset ıslah ve iflâh olmayacaktır.
- Dahası, yıllardır apaçık bilinen yabancı etkisi,
Ülke üzerinde vaki insanlık dışı baskı, dayatma, dezinformasyon ve
yönlendirmeler; Mezkür hesaplaşma - yüzleşme olmadan mâkus talih
sona ermeyecek, yıllardır, ülkemiz ve dünyada Türk insanına reva
görülen çifte standart, alçaklık, kalleşlik ve zulüm nihayet
bulmayacaktır.
- Öyle ki, bir Türk yabancı bir ülkeye gittiği zaman,
asli unsur veya ‘yerli halk’ denilen yasal vatandaşların sahip
olduğu hakların büyük bölümünü kullanamaz; “Milli değerleme” ve sair
namlar altında misillenmiş fiyat politikalarına maruz kalırken;.
Türkiye’ye gelen ne idüğü belirsiz, ahlâken tefessüh etmiş, bu
topraklara adım atmaya bile lâyık olmayan bir yabancıya akıl almaz
kolaylıklar, ucuzluklar, imkânlar ve fırsatlar sunulmaktadır!...
- Bu da
bir yolsuzluktur. Vatana, vatandaşa, eşitlik ilkesi ve insan
haklarına ihanettir.
- Katlanarak artan ve sürüp giden bu ve benzer
yolsuzlukların acilen durdurulması ve bu hükümetin en başta rüşvet,
iltimas, haksızlık, yolsuzluk, kasıtlı işsizlik, pahalılık,
adaletsizlik, görevi kötüye kullanma ve suiistimallerle “kendi
dönemi dâhil” yüzleşmek ve hesaplaşmaktan başka bir çaresi yoktur.
Aksi takdirde olay, sadece ‘darbe, dikta, cunta ve sulta’
meselesinden ibaret kalırsa bunun adı dindarlık değil, kindarlık
olur, biline!..
- “EY İNSANLAR VE MÜSLÜMANLAR!...
- ‘Evrensel hukuk ve İslâm’a göre: Her insan bir devlettir. Devlet
insan için vardır. İnsan’ı yaşat ki, devlet yaşasın düsturu, iktisat
ve içtihat gereği: Her nevi kazanç sadece ve yalnızca “bir defa”
vergilendirilir. Vergilendirilmiş kazançtan; ÖTV, KDV ve sair namlar
altında, doğrudan veya dolaylı olarak başkaca vergi alınamaz. Buna
teşebbüs ve tevessül insan hakları, adalet ahlâkı ve hukuka
aykırıdır. Üretici, Sanayici ve Tüccar halka hizmetle memur ve
mükelleftir. Meşru hükümet adaletin teminatı olmakla; hüküm ve
hikmet de, adalet iledir. Hükümete rağmen hiç kimse fahiş ve haksız
kâr elde edemez. Rüşvet, haksızlık ve yolsuzluk domuzluktur.
Devlette suiistimal, ihmal ve hırsızlık varsa hükümet yok demektir.
- Devlet’in varlık sebebi. Millet Adına kontrol, huzur, istikrar
ve insicamı temin; Sektörleri tanzim, tertip, üretim, hizmet,
serbest rekabet, fiyat ve piyasaları “insan lehine” Düzenleme,
Destekleme ve özellikle Denetleme ile yetkili, görevli ve
sorumludur.’ İYİ BİLİN!..”
-
Bütün iddia ve kara propaganda (dezinformasyon)
biçiminde söylenen yalanların dışında, ötesinde ve arkasında yaşanan
gerçek tüyler ürpertici olup:, Ülkemizde uygulanan vergiler insanlık
dışı, fiyatlar fahiş, piyasa “rüşvet, iltimas, hırsızlık, yolsuzluk,
soygun ve vurgun” üzerine kuruludur. “Eşit işe eşit ücret” ve
“serbest rekabet” kuyruklu bir yalandır.
- Şu haliyle rejim; Dindarlık değil, adeta simsarlık; Başta
Kürtçülük misali ayrımcı furyalar olmak üzere, yurttaşlara eziyet,
zulüm, küstahlık ve kindarlık üzerine kuruludur.
-
Bütün iddia ve kara propaganda (dezinformasyon)
biçiminde söylenen yalanların dışında, ötesinde ve arkasında
yaşanan gerçek tüyler ürpertici olup:, Ülkemizde uygulanan
vergiler insanlık dışı, fiyatlar fahiş, piyasa “rüşvet, iltimas,
hırsızlık, yolsuzluk, soygun ve vurgun” üzerine kuruludur. “Eşit
işe eşit ücret” ve “serbest rekabet” kuyruklu bir yalandır.
- Şu haliyle rejim; Dindarlık değil, adeta simsarlık; Başta
Kürtçülük misali ayrımcı furyalar olmak üzere, yurttaşlara eziyet,
zulüm, küstahlık ve kindarlık üzerine kuruludur.
-
- ADALET GÜNEŞİ VE HUZUR İKLİMİ İÇİN…
-
Adalet güneşi, huzur ve hukuk iklimi Osmanlı dâhil;
Tarihteki (101 devlet ve 16 cihan imparatorluğundan ibaret) kadim
Türk devletlerinin en büyük özelliği ‘nevi şahsına münhasır’ ortak
karakteridir.
- “Medeni Siyaset” bilimi, bu kaynaktan beslenir. Dolayısıyla
onurlu, soylu ve medarı iftihar Türk tarihinde ‘nevi şahsına
münhasır olmak’ kıskançlıkla korunduğu, hayat bulduğu sürece,
Devlet ve millete zeval gelmez. Hüküm ve hikmet sahipleri
(hükümetler) asla acizlik, zaaf, atalet ve dumur ile malul
olmazlar. Ta ki, iç/dış düşmana borçlanıncaya, sonuçta namertten
emir almaya başlanıncaya değin!… Her ne kadar, tüm devletler için,
kural aynı olsa da, Türk’ler için bu (Yahudi kurnazlığı iç ve dış
borç) tam bir fecaet ve felâket sebebidir.
- Tıpkı şimdi ve 1960’dan itibaren olduğu gibi...
- Borçlanma ve sözde müttefik güdümü altında
ezilmenin bedeli çok pahalıdır.
- Bugün Türkiye’nin borçlu olduğu ABD ve AB
ülkelerinin tamamı, baş belâsı melânet ve ihanet şebekesinin
yardım, yaltakçı, aleni patron ve yatakçısıdır. Üstelik bunların
hükümet çevresi, parlamento ve kurumlar içinde sadık
hizmetkârları, kartel medyasında sahibinin sesi it, karındaş ve
kripto beyinleri vardır. Her hükümet bunu bilir, fakat ses
çıkartamaz…
- İç borç erbabı da; Cüz-i bir tasarruf kesimi
hariç, haraççı, şantajcı ve rantçıdır..
- Daha dün “0 Sorun” derken, şimdi (borç
yüzünden!..) geldiğimiz yere bakın..
- Amerika bizi cepheye sürmeye kalkışıyor. Suriye
ile resmen olmasa da, fiilen savaş halinde sayılırız. Hatta savaş
devlet katına sıçradı. İllegal de olsa, Kore’deki gibi Amerika
adına ön cephedeyiz. Haberlere göre: Suriye’de 49 istihbaratçımız
tutuklu. 49 esir verilmiş. Buna mukabil Türkiye’ye sığınmış bir
isyancı subayı takas eden, üst düzey MİT görevlisi özel yetkili
savcılarımız tarafından sorguya çekilmiş. Bu yüzden mit, akp,
Hükümet ve TBMM’nin başı derde girdi. Yıldırım hızıyla “hale
mahsus özel yasa düzenlemesi” yapılarak kriz atlatıldı.
- Sorun bu şekilde aşılmasa ve süreç devam etseydi;
mit yöneticilerinin sorgulanması ve yargılanması; Bazı kişi ve
kesimlerin ipliğini pazara çıkartır ve sonuçta Recep Usta bu
yüzden eş başkanlıktan olabilirdi. Olmalıydı da... Çünkü, hiç
olmazsa ondan sonra Amerikan domuzu karşısında dik durulabilir, TC
“nevi şahsına münhasır” bir politika rotasına girebilir; İncirlik
ve Malatya rezilliği son bulabilir, belki de çuvalın intikamı bile
alınabilirdi!.. Olmadı!...
- Sonuçta on yıllık açıklık, şeffaflık, adalet,
hukuk ve demokrasi lâfları boş çıktı.
- Bunun yerini deli saçması Oslo dedikoduları ve
Abdullah Gül’ün Başbakan iken Colin Powell ile yaptığı iddia
edilen ipe sapa gelmez gizli antlaşma söylentileri ve çuval
fitnesi aldı, ihanet yürüdü tefrika büyüdü. Oysa cümle âlem bilir
ki; Değil Ermeni, Yunan, Rum /Romalı, Yahudi, (İsevi & Musevi)
zerre miskal insan olan TC vatandaşı dahi bu tür kir, kin ve
ihanet paçavralarına belge diye imza atmaz, ekmeğine hain olmaz,
asla kabul etmez, onaylamaz…
- Anadolu insanı; Adalet güneşinin ışığı ve huzur
ikliminin güneşidir.
- Asil’i; Namuslu, dürüst ve demokrat olanıdır. Asıl
azmaz, bal kokmaz.
- YAPILMASI GEREKEN: ONURLULUK VE SOYLULUKTUR!..
- Başta Suriye olmak üzere, dünkü hinterlandımızda
yaşanan insani, ilmi, siyasi, sosyal ve kültürel sorunları;. Tıpkı
Ceddimiz Osmanlı misal “kutsal bir dava uğruna” hayır, himmet ve
adaletle, Türk ve İslâm dünyası ile el ele ve istişare ederek
halletmeye çalışmalı;. Özellikle, Suriye cenahında evvelâ Türkmen
kardeşlerimiz ve kadim tebaamızın emniyet, ırz-namus can ve mal
güvenliği, toprak bütünlüğü ile devlet varlığının korunup,
kollanması için tüm imkân ve kaynaklar açıkça, dürüstçe ve mertçe
seferber edilmelidir. Gâvurla, domuzla birlikte değil!
- Vahşi Batı (AB) ve kalleş ABD ile iştirak insanlık
ve İslâm’a hakarettir.
- Gayrimüslim ile Müslümanların imdadına koşulmaz.
Bu alçaklık ve küstahlık olur.
- Zira Türk Milleti ve Türkiye Cumhuriyeti
hükümetlerinin şiarı adil, namuslu, dürüst ve demokrat olmak,
adalete muhtaç olanlara rıza-i ilâhi için koşmak; Adaleti çiğneyen
güruh, çete devletleri ve sözde devlet adamlarını cezalandırmak;
Türk tarihi, talih-kader ve tabiatının olağan ve doğal gereğidir.
Aksi takdirde mukadder olan akıbet ve hakikat: “Adaleti çiğneyen
devlet adamlarını cezalandırmayan milletler çökmek zorundadır.”
Hz. Muhammed (S.A.V)
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
41 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
DP BÜTÜN SİYASET KURUMLARINA İTHAF OLUNUR |
-
-
Bu günlerde DYP’ye zoraki
monte Demokrat Parti’nin Büyük Kongresi yapılacak.
- Genel Merkezden yapılan açıklamaya göre Demokrat
Partinin 4. (!) Olağanüstü Büyük Kongresinin 6 Ocak 2007 Pazar günü yapılacağı
bildirildi. Ancak, daha önce de bu sütunlarda defalarca yazdığım gibi bu ekip
Demokrat Parti’den bihaber. Meselâ, IV. Olağanüstü Büyük Kongre demişler ne
alâkası var. Önce Parti evraklarını ANAP’tan alsınlar da, aslında kaçıncı
Kongre olduğunu bir öğrensinler.
-
Bahusus Kongrede Genel
Başkan seçiminin ardından GİK, Merkez Karar Kurulu ve Yüksek Haysiyet Divanı
organlarının yedek ve asil üyelerinin seçimleri gerçekleştirilecek. Burada çok
önemli bir ayrıntı vereyim, DP’de Merkez Karar Kuru Yoktur. Bunun yerine kaim
Parti Divanı vardır. Parti Divanı, bütün siyaset kurumlarına örnek olacak
kadar demokratik, özgün ve parti içi demokrasiyi tedvire muktedir bir
kuruldur. GİK Divan tarafından seçilir ve yine Genel Başkanlık Divanı; Parti
Divanı’nın onayı ile vücut bulur. Peki hani dünün DYP’ sinin Demokrat Partiye
iblâğında bu hüküm. Elbette yok. Çünkü onlar, orijinal DP amblemini de
almamakla sadece ve yalnızca “merkez sağın utancı-hicabı” haline düşen
DYP’lerine yeni bir yüz arayışına girmişlerdi. Amaçları DP olmak falan
değildir. Neyse, uzatmayalım.
-
Hani, daha önce 17-18
Kasımda yapılması planlanan kongre, Genel Başkan Mehmet Ağar tarafından iptal
edilmişti. Ardından GİK, kongrenin 6 Ocak tarihinde yapılmasına karar verdi.
Tarafımıza intikal bilgilere göre. Kongrede, DP-dyp Genel Başkan Yardımcısı
Çağrı Erhan, eski İstanbul İl Başkanı Süleyman Soylu, eski Sağlık Bakanlığı
Müsteşarlarından Aytun Çıray, eski genel sekreterlerden Serhan Yücel, gazeteci
Nevval Sevindi, Genel Başkan Mehmet Ağar'ın eski genel merkez danışmanlarından
Doç. Dr. Namık Kemal Bingöl, eski Denizli Milletvekili Ümmet Kandoğan ve eski
İzmir İl Başkanı Kani Aydoğdu genel başkan adaylıklarını açıkladılar. Ayrıca,
Ali Şahin, Hasan Ateş, Eşref Ünal, Dursun Atabek, Hayrettin Özaydın, Cemal
Önez, Salih Erkal ve Efkan Erkul isimli şahıslar da genel merkeze adaylık
başvurusu yapmışlar. Ne diyelim ? hayırlı olsun. Bekleyecek ve göreceğiz neler
olacağını !..
-
Bizim fikrimiz o ki; Parti
sahibi, polis, Mehmet AĞAR’ın katı yönetimi, kaprisleri ve basiretsizliği
nedeniyle DYP misyonuna nokta konuldu. Tam kıvamında gerçekleşmesi kabil
“birleşme ve bütünleşme” ise maalesef gerçekleştirilmedi ve zoraki nikâh
sonunda böyle oldu.
- Ancak, bununda memleket hayrına iblâğı mümkün.
-
Umarım bu makale bulunur,
okunur, ibret ve ders alınır.
-
Dava ve misyonun hakiki
varislerinde biri sıfatıyla halisane temennimiz budur.
-
Tabii değişim ve dönüşümün
gerçekleşebilmesi için DP adını alan ve fakat “manâ ve muhtevasının” ayrılmaz
bir parçası olan amblemini dışlayan bu yeni (!) oluşumun, yapılacak kongrede
aslına rücu etmesi, dava ve misyonunun özünü teşkil eden tarihi amblemi
alması, ilke onur ve değerlerini iktisap etmesi zorunludur. Aksi takdirde
sonuç yine hayâl-i sükut ve derin bir hüsrandan başka bir şey olmayacaktır.
- (DYP) -DP’YE İTHAF
-
Her ne kadar aşağıdaki
bilgilere bütün siyaset kurumlarının “hayati derecede” ihtiyacı olsa da; Ben
bu makaleyi özellikle ve bilhassa DYP-DP’ye ithaf ediyorum. Umarım görülür,
bilinir, okunur, incelenir ve değerlendirilir. Zira, bu çalışma büyük bir
zahmet, meşakkat, bilgi ve birikimin ürünüdür. Her ne kadar “marifet iltifata
tabii” ise de, biz kimselerden her hangi bir iltifat beklemiyor; Sadece
“bilgi” yi siyasetin ve siyasetçilerin istifadesine sunuyoruz.
- İDEAL BİR PARTİ (GELENEĞİN) PROGRAMI
-
Bu güne göre uzak bir
geçmişte; 01 Eylül 1937 tarihinde, "Şark Raporu" ışığında, (Cumhurbaşkanı
Mustafa Kemal ATATÜRK' ün emir ve direktifleri üzerine) Celâl BAYAR ve
arkadaşları tarafından hazırlanan "TC'nin, Kalkınması-Gelişmesi ve Muasır
Medeniyet Seviyesine Ulaşmasına İlişkin Program Tasarısı" bizzat ve şahsen,
ATATÜRK tarafından okunmuş, incelenmiş olup, pek çok ek ve değişiklik
yapıldıktan sonra BAYAR' a, "İşte, bu program benim programımdır. Türk milleti
için düşündüğüm ve icrası hususunda lüzumuna kani olduğum her hususu havi
bulunmaktadır. Bütün esas ve unsurları ile bunun mutlaka ve noksansız olarak
uygulanmasını istiyorum. Hükümeti kurun ve bu programı uygulayın." dediği ve
uygulama emri verdiği metin, önce 25.Eylül.1937 tarihli 1. Mahmut Celal BAYAR
-
Hükümetinin resmi ve
"Atatürk tarafından hazırlanan" onaylı programı oldu.
- Ancak bu programın, 25.10.1937-25.01.1939 tarihleri
arasında görev yapan 1. ve 2. Bayar hükümetleri tarafından uygulanması mümkün
olmadı. Çünkü, Şark Raporu ve çok bariz hale gelen bazı sorun ve sıkıntılar
yüzünden Atatürk, İsmet İnönü’yü, parti ve devlet görevlerinden azlederek
sürgüne göndermişti. Diğer taraftan kendi hastalığı ilerliyor ve devlet işleri
ile meşgul olamıyordu. Bayar Hükümeti ise, bir taraftan aziz Atatürk’ün
tedavisi için koşturuyor, diğer taraftan da programın hayata geçmesi ve
hükümetin (İnönü den dolayı) başarılı olmasını istemeyen Vekillere karşı yoğun
bir mücadele veriyordu. 10.Kasım.1938 günü Ulu Önder hayata gözlerini
kapayıncaya kadar bu mücadele, programdan hiçbir sonuç alınamadan ve her hangi
bir uygulama yapılamadan böylece sürdü.
-
Vefatın ertesi günü İsmet
İnönü derhal, kendisini Cumhurbaşkanlığına seçtirdi. İlk etapta "Atatürk' ün
programı" hayal mahsulü olarak nitelenip yürürlükten kaldırıldı. Bütün Resmi
daire ve okullardan Atatürk portreleri indirilerek "milli şef" fotoğrafları
asıldı. Tedavüldeki kağıt ve madeni paralar toplanarak "milli şef" resimli
paralar basılıp piyasaya çıkartıldı. Buna sabır ve tahammül gösteremeyen ve
onay vermeyen Bayar Hükümeti 25.Ocak.1939 da görevinden alındı.
-
Bu tarihten itibaren
ülkemizde karanlık, despot, diktatör ve faşist bir yönetim, baskıcı ve
karanlık bir dönem başladı. Halk Partisi ile devlet adeta birleşti,
bütünleşti. Celal BAYAR ve arkadaşları; Adnan MENDERES, Refik KORALTAN, Prof.
Dr. Fuad KÖPRÜLÜ, Mareşal Fevzi ÇAKMAK, Ali Fethi OKYAR ve Ali Fuad BAŞGİL;
Zamanla, azimle ve sabırla genişleyen bir yelpaze içinde, (kendi deyimleri
ile) Demokrasi ve fazilet mücadelesine başladılar. Atatürk'ün, yoluna, izine,
vasiyet-gelenek ve programına sıkı sıkıya, sadakat ve samimiyetle sahip çıkıp
sarıldılar.
-
İşte; 12.Haziran.1945
tarihli "dörtlü takrir" e, buna mümasil demokrasi, insan hakları, adalet,
fazilet ve hukuk mücadelesine esas teşkil eden ve 07.Ocak.1946 da "Demokrat
Partinin " kurulması ile hayata geçen bu programdır. Bu program, Türkiye
sevdalıları için uygulanması ve uyulması gereken bütün ayrıntıları açıklar.
Ülkemiz ve insanımızı onurla yükseltmek, kalkındırmak ve geliştirmek
isteyenlere yol gösterir. Çağı gereklerine göre değişim ve dönüşüm özelliğini
taşır. “Cumhuriyet, Demokrasi ve Lâiklik” bağlamında öncü bir fonksiyona
sahiptir. Kısaca milli misyon olarak da vasıf ve ifade edebileceğimiz
"Atatürk' ün Programı” bu programın, esas itibarıyla ‘partiler üstü’
karakteri, özellik, nitelik ve ana hatları (muhtevası) aşağıdaki şekildedir:
-
Gelenekte siyasetin amacı:
Devletin temel unsuru, varlık sebebi olan İnsanı, maddi-manevi, ilmi-bilimsel
ve kültürel değer, eser ve zenginliklere kavuşturarak ‘ona’ gerçekten
başarılı, onurlu, ilkeli, sorumlu ve mutlu olabileceği ortamları hazırlamak;
-
“Siyaset ve Devlet’in
Yeniden Yapılanması” reformu çerçevesinde:
-
a-Devleti asli (Adalet,
Dış-İç emniyet, güvenlik ve huzur, Sosyal Devlet, fert ve toplumun
geliştirilmesi, tabanda refah ve mutluluğun şartlarının oluşturulması)
görevlerine “yönlendirici ve denetleyici” boyuta çekmek, bunun dışındaki bütün
kurum, kuruluş ve işlemleri ya, yerelleştirerek veya hızla özelleştirerek
halka teslim etmek; Namuslu ve dürüst rekabete dayalı ‘serbest piyasa
ekonomisi’ ni hayata geçirmek.
-
Şu an için “güvenlik ve
istikrar” kavramları anlamlarını yitirmiş bulunmaktadır. Öyle ki, yoğunlaşan
kundaklama teşebbüsleri ile 3 Ocak tarihli Diyarbakır saldırısı, ondan evvelki
askerleri kaçma ve/veya kaçırılma kalkışmaları, DTP vukuatları ve nihayet;
Ağır bir tehdit ve dayatma niteliği arz eden son AB kararları bunu açıkça
göstermektedir.
-
Şimdi kaldığımız yerden
devam edelim:
-
b-Yerinden Yönetim ve
katılımcı Yerel Demokrasiyi gerçekleştirmek.
-
Bilimin, bilincin ve
demokrasinin zorunlu kıldığı bu gerçek; İki yüzlü, dessas, yalancı ve talancı
AB’nin de menfur telkin-dayatma ve katkılarıyla günümüzde hedefi ve amacından
saptırılmakta ve muhtemel bir bölünmeye zemin hazırlamak niyeti ile istismar
edilmektedir.
-
c-Yasama, Yürütme ve Yargı
erkleri arasındaki “kuvvetler ayrılığı, bağımsızlık ve tarafsızlık ilkesini”
hayata bütün usul, esas ve unsurları ile uygulamak. Kanunlar önünde tam
eşitliği sağlamak. Adalet ve hukukun üstünlüğünü hakim kılmak.
-
d-Başta Cumhurbaşkanının
doğrudan halk tarafından ve milli delege sistemi ile halkın içinden seçilmesi
olmak üzere; Milletvekilleri, Belediye Başkanları, İl ve Belediye meclisi
üyelerini “namusluca ve dürüstçe” yasalaşmış dar bölge ve iki turlu seçimle
seçtirmek; Yerel yönetimlerin siyasi partilerle bütünüyle ilişiğini kesmek.
-
e-Ülkeye Tam Başkanlık
Sistemini kazandırmak.
-
Demokrasi, uzlaşma kültürü,
karşılıklı saygı-sevgi, tolerans ve hoşgörüye dayalı bütün evrensel hak ve
hürriyetlerin önündeki engelleri kaldırarak, adalet ve hukuku hakim kılmak
suretiyle bunların uygarca ve özgürce kullanılmasını sağlamak. ‘Kanunlar
anayasaya, anayasalar da insan’a aykırı olamaz’ ilkesi doğrultusunda Anayasa
ve yasaları sadece temel esasları ihtiva edecek şekilde yeniden düzenlemek ve
demokratikleştirmek. Yargı Erki’ni bütünleştirip bağımsız ve tarafsız kılmak,
Devletin bütün kurum ve işlemlerini yargının ve halkın denetimine bağlamak,
tam şeffaflık ve saydamlığı temin etmek, yargının hızlı, etkin, sağlıklı ve
ucuz çalışmasını sağlamak. Hak aramanın yolunu açmak. İçinde (Ombudsman)
kurumunun da bulunduğu bir adalet dağıtım sistemi ile halkın hak arama,
denetim ve izleme hakkını kullanması kurumsallaştırmak.
-
Devlet okul ve
üniversitelerini, merkezi sistemden yerel yönetimlere devretmek, uygun
olanları vakıf haline getirip özelleştirmek. Eğitimde etkin bir sigorta ve
kredi sistemi kurmak, fakir, yoksul ve güçsüzlerin de en iyi şartlarda okuma
imkanlarından yararlanmasını sağlamak, Devletin Sağlık ve Sosyal Güvenlik
kurumlarını tek çatı altında birleştirmek, gerekli olanları yerelleştirmek ve
özelleştirmek. Bütün vatandaşlar bir Genel Sağlık Sigortası kurmak. Ayırımsız
bütün vatandaşlarımıza devlet hastanelerinde ‘ücretsiz bakım, kontrol ve
tedavi’ imkânı sağlamak. Fakir, yoksul, güçsüz ayrımı yapmadan bütün
vatandaşlara kalıcı, sürekli ve kaliteli sağlık hizmetini devlet olarak
vermek.
-
Devletçe yönetilen mevcut
sigorta sistemlerini çağdaş ve sağlıklı bir Milli Sosyal Güvenlik Sistemine (SAGEM)
dönüştürmek. Emekliliği çağdaş-güncel, insani ve medeni boyutta norm ve
standart birliğine kavuşturmak. Çalışanla emekli arasındaki maaş farkını
asgariye indirmek, maaşlar arasındaki ayrıcalık ve uçuruma son vermek, kamu ve
özel sektör çalışanları ile bütün emekli maaşlarını “yoksulluk sınırının”
üstüne çekerek, insanca bir yaşam sürmelerini sağlamak,
- BİLGİ NOT:
-
Mevcut hükümet tarafından
mezkür sahada yapılan çalışma maalesef bu standart, ilke ve normlardan
bütünüyle uzaktır. Sosyal Güvenlik Kurumu adı ile oluşturulan ve tıpkı yıllar
önde DP tarafından öngörüldüğü veçhile “Sosyal Güvenlikte Tek Çatıyı”
amaçlayan bahusus kurum ölü doğmuş ve doğar doğmaz da kadük olmuştur. Bu
kurumun oluşumunda ne adalet, ne hukuk ve ne de hakkaniyet ilkelerinden söz
etmek mümkün değildir. İnşâllah düzeltilir.
-
Elbette düzeltilmesi de
gerekir. Zira, TC’nin kuruluş amacı bunu muciptir.
-
İşsizlik Sigortasını
genelleştirmek.Zorunlu tahsilini bitiren ve/veya 18 yaşını ikmal ettiği halde,
her hangi bir okula devam etmeyen bütün gençlerimize ya iş bulmak veya
işsizlik maaşı bağlamak. Emeklilerin, işsizlerin, öğrenim gören gençlerin, ev
hanımlarının, özürlülerin, yoksul, kimsesizlerin, gazilerin ve şehit
ailelerinin durumlarını iyileştirmek. Ülkemizde fakir, yoksul, aç-açık ve
kimsesiz bırakmamak. Devlet adına, kimsesizlerin kimsesi olmak. Türkiye ve
dünya Türklüğüne sahip çıkmak.
-
Memur-işçi ayrımını
asgariye indirmek. Kamu çalışanlarının sayısını en az yarıya indirmek.
Bilimsel sendikacılığı geliştirmek. Sendika ağalığına son vermek. İşçi ve
Memur sendikalarını tek Konfederasyon çatısı altında birleştirerek
demokratikleştirmek. İşçi ve memur dahil bütün çalışanların sosyal haklarını
demokratik yollarla elde etmeleri için gereken yasal düzenlemeleri yapmak.
Asgari ücreti, sigorta kıdemi, tahsil, ehliyet ve liyakatle bağlantılı, en alt
göstergesi (asgari geçim indirimi) vergi dışı kalacak biçimde yeni usul ve
esaslara bağlamak.
-
Ekilebilir tarım ve ziraat
alanlarını korumak kayıt ve şartıyla, Şehirlerin gelişme alanlarını hızlı ve
planlı olarak yerleşime açmak, kira ve konutu rant vasıtası olmaktan
çıkartmak, herkesin mutlaka medeni ve insani şartları taşıyan, sağlıklı bir
Konut sahibi olmasını özendirip desteklemek.Kaynak kaybını engellemek,
gereksiz yatırım ve israfı önlemek ve sağlıklı-yeterli-konforlu bir yaşam
düzeyi için ‘yaşam boyu kullanılabilecek” kiralık konut sistemini devreye
sokmak.
-
Devlet olarak, toplumun
bilim, kültür ve Sanat değerlerine sahip çıkmak, milli ve manevi değerleri
geliştirecek, Türk harsı, kimlik ve kişiliğini yükseltecek, Namuslu, sorumlu,
ilkeli, onurlu ve sorumlu vatandaş formunu hakim unsur haline getirecek
tedbirler almak, Sanatı ve sanatçının gelişmesini özendirmek.Anarşist,
terörist, bölücü, hırsız, yolsuz, rüşvetçi, iltimasçı, gasp ve irtikap
eğilimli ve/veya bu fiillere tenezzül ve tevessül eden alt varlıkları eğitmek,
terbiye etmek. Islah olmayan araz ve müzminleri toplumdan soyutlayıp, üretim
kamplarında enterne etmek.
-
Aktif ve şahsiyetli bir Dış
Politika izlemek.Tarihten ve tabiattan kaynaklanan bütün hak ve hukukumuzu
tavizsiz ve ivazsız olarak sonuna kadar kullanmak. Uluslar arası ilişkileri
‘mutlak mütekabiliyet’ ilkesi doğrultusunda yeniden düzenlemek. Ülkemizin tam
bağımsız, hür ve hükümran bir devlet olma sıfatını, hayatın ve iktisadın bütün
alanlarında temin, tedvir, sevk, idare ve organize etmek, harici misyonumuzu
ne idüğü belirsiz dönmeler ve monşerlerden temizleyip, bütünüyle
Türkleştirmek. Öz be öz, yani asaleten Türk olmayanları
-
Dış İşleri, İç İşleri, TSK
ve MEB’ na almamak.
-
İç güvenliğin sağlanması
görev, yetki ve sorumluluğunu merkezi idarenin gözetim, takip, denetim ve
koordinasyonunda il ve ilçe idarelerine vermek. Jandarmayı kaldırmak. Kaymakam
ve Valiler ile Müftü, Başsavcı, il ve ilçe Emniyet Müdürlerinin halk
tarafından seçilmesini sağlamak.
-
“Güneydoğu Sorununu”,
hiçbir ayrımcılık, bölücülük, halklar arasında farklılık, imtiyaz ve sair
“bütün Türk vatandaşlarının tabi olduğu ve uymak zorunda bulunduğu yasal şart,
statü, imkân ve fırsat eşitliği ile Kanunlar önünde mutlak eşitlik” bağlamında
ve bütün insanlar, inançlar ve bölgeler arasında tam eşitlik ilkesi dahilinde
ve sosyo-ekonomik çerçevede çözmek. Halklar değil, ayırımsız tüm vatandaşlar
arasında adalet, eşitlik ve hukuku üstünlüğü ilkesini hakim kılmak. Ülkede var
olan, dokunulmazlıklar dahil bütün ayrıcalık, imtiyaz ve istisnalara kesin
olarak son vermek.
-
Yüksek kalite, ucuz ve
uygun fiyat” bağlamında “Namuslu ve dürüst Rekabete Dayalı liberal ekonomi
Serbest Piyasa Düzeni” içinde “Hür Teşebbüsü” gerçekleştirmek, kapsamlı bir
Teşvik sistemiyle ekonomiye dinamizm getirmek. Devlete ekonomide, makro
politikalar ile nazım rolünü yüklemek. Vatandaşı ezdirmemek. İktisadın temel
esas ve ilkelerini “çıkar-çılgın kâr ve rant” üstüne değil; Helâl kazanç
üstüne bina etmek. Her türlü kayıt ve kapsam dışılığa son vererek, devleti
kontrol altına almak.
-
Vergileri adil esaslar
çerçevesinde makul seviyelere indirmek, tabana yaymak, kamu maliyesini
bütünüyle şeffaf ve saydam kılmak, Türkiye Milli Mastır Projesi kapsamında
kayıt ve kapsam dışını ortadan kaldırmak, dolaylı vergileri azaltmak ve
doğrudan vergileri evrensel boyuta çekerek; Vergilendirilmiş kazancın üst üste
ve tekrarlanan bir döngüyle vergilendirilmesini kesin olarak önlemek,
-
Esnaf ve sanatkarın Küçük
ve Orta Ölçekli İşletmelerini (KOBİ) geliştirmelerini sağlamak, yoğun bir
program ve etkin teşvik tedbirleri ile desteklemek suretiyle, en kısa sürede
her KOBİ’ yi bir büyük fabrika ve AŞ’ye dönüştürmek,
-
Ülkenin farklı özellik
taşıyan geri kalmış bölge ve yörelerinin kalkınması dinamik ve cazibelerinin
birbirlerine eşitleneceği etkinlikte teşvik tedbirleri ile gerçekleştirmek,
- Etkin bir ulaşım, haberleşme ve enerji alt yapısı tesis
ve idame ettirerek, Ülkenin gıda üretiminde kendine yeterliliği güvence altına
almak; İspanya’nın Sevilla bölgesi gibi ekolojik ve organik-doğal tarıma
dayalı büyük ölçekli işletme ve alanlar oluşturmak
-
Dış pazarlarda rekabet
gücümüzün artırılması amacı ile ekonomik, mali, monater
- politikalarda gereken düzenlemeleri yapmak, komşu
ülkelerle serbest piyasa, liberal ekonomi ve dürüst rekabete dayalı ve geniş
kapsamlı ekonomik işbirliğini oluşturmak, sınır kapılarını serbest ticarete
açmak ve geçişleri serbestleştirmek.
-
Proje bütününe sadık
kalarak bu programı uygulamak, Türkiye’ye gerçek anlamda çağ atlatacak ve
ülkemizin “Birinci Sınıf Dünya Devleti” konum ve durumuna yükselmesini
kesinlikle sağlayacaktır.
- İDEAL BİR PARTİ MİSYONU
-
Türk milletini içinde
bulunduğu ıstırap ve sıkıntılardan kurtaracak; “Kalkınmış - gelişmiş; Muasır
medeniyet seviyesine erişmiş ve bu düzeyi aşmış bir Türkiye” ideali ve
sevdalılarının “mevcut ve/veya muhtemel yeni Parti Misyonu: Kısaca "gelenek"
olarak tanımlanan ve başlangıcı Ulu Önder ATATÜRK ve milli mücadeleye dayanan,
Atatürkçü-Kemalist, Milliyetçi, Maneviyatçı bir "kuvva-i milliye" misyonudur.
Esas itibarıyla var olan ve fakat sahipsiz kalan bir çizgidir. ATATÜRK' le
başlar. BAYAR, MENDERES ve ÖZAL ile günümüze kadar uzanır. Hakiki ve bizatihi
/ geleneksel sahibi tarihi Demokrat Partidir. Kuvva-i Milliye ve Milli
Mücadele ruhunun destansı bir dirilişi olarak tanımlanan 1946' dan dolayı "46
Ruhu" olarak da ifade olunur.
- TANIM VE ANLAMI :
-
Demokratik ve gerçek
anlamda Lâik Türkiye Cumhuriyeti’ nin; Atatürk ilke ve inkılâpları ve manevi
mirası ile mündemiç; Milli, ilmi, insani ve manevi mukaddeslerle mücehhez;
İnsan Hakları, Eşitlik, Adalet ve mutlak Hukukun Üstünlüğüne dayalı, İnsan
haklarına sahip ve saygılı, muasır medeniyet seviyesini aşmayı hedefleyen;
Ebed-müddet hür, hükümran ve 1. sınıf müstakil bir küresel Devlet olmasını
amaçlamak, bu inanç ve ideal uğrunda tam bir fazilet, ahde vefa ve
fedakârlıkla, "nefer" olarak çalışmak; Namuslu, dürüst ve demokrat bir insan,
onurlu-ilkeli-sorumlu-erdemli bir vatandaş sıfatıyla Devlet, Cumhuriyet ve
Demokrasiyi korumak, kollamak, kalkındırmak ve geliştirmektir.
- İDEAL BİR PARTİNİN VİZYONU
-
"İleri, Çağdaş ve Güncel
Vizyon" :
-
Bütün Türk vatandaşları ve
Türkiye Cumhuriyeti Devletini, bilgi çağına taşımak;
-
İnsani boyut ve bilgi
toplumunu gerçekleştirmek.
-
En ileri seviyede kalkınma
gelişme, bilim ve yüksek teknoloji düzeyini yakalamak.—
-
Devletimizi özgür,
hakim-hükümran ve güçlü, insanlarımızı zengin ve mutlu kılmak.
- Sağlıklı, saydam, adaletli, ilkeli, onurlu, sorumlu,
dürüst ve mutlak surette hukukun üstünlüğüne dayalı; Üretici, yaratıcı,
çalışkan, hukuka sahip ve saygılı, dinamik ve sinerjik bir
-
Devlet ve Millet, toplum
oluşturmaktır.
- "SİYASİ VE SOSYAL" (SOSYOMETRİK) MANİFESTO :
-
1. Nedene odaklı değil,
çözüm ve projeye odaklı olarak çalışmak.
-
2. Namuslu, dürüst,
demokrat; İyi insan ve sorumlu vatandaş olmak.
-
3. Sorumsuz vatandaşlıktan,
sorumlu vatandaşlığa geçişi sağlamak.
-
4. Lider sultasını
kaldırmak; Siyasi rakip değil iyi bir ekip olmak.
-
5. Ortak aklı esas alarak;
Verimli, uyumlu, ilmi ve kaliteli siyaset yapmak.
-
6. Adres : "Türkiye"
-
7. Kimlik : "Türkiye
Cumhuriyeti Vatandaşı”
-
8. Kişilik : "İnsani Boyut
ve Bilgi"
-
9. İlke : Onurlu, Saydam,
Adaletli, Demokrat ve Dürüst Siyaset,
-
10. Parola : Vatana,
Millete, Devlete, İnsana ‘insanlık alemine’ hizmet.
- İNSAN HAKLARI, ADALET, HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ, DEMOKRASİ VE
UZLAŞMA KÜLTÜRÜ İLKELERİ
-
1. Her insan bir devlettir.
Devlet insana hizmet için vardır. Devletin bütün hattı hareket ve faaliyetinde
‘kamu yararı’ esastır. Bütün kurum ve kuruluşları ile kamu halkın emrinde ve
hizmetinde olmak zorundadır. Hiçbir vekil, asil olan milletten veya milleti
oluşturan bir fertten üstün olamaz. Bütün makam ve mevkiiler millete, eşit
olarak halka ve doğrudan insana hizmet etmekle memur, mecbur ve mükelleftir.
Devlet memuru yoktur. ‘Millet Memuru’ vardır. Cumhurbaşkanı dahil, millet
vergisi ve devlet gelirinden maaş alan her kes “millet memurudur” Millet
memuru; Namuslu, onurlu, ilkeli ve sorumlu olmaya ve bütün vatandaşlara eşit
davranmaya, devlette halkın menfaatlerini canı pahasına korumaya ve kollamaya,
hizmetini adalet, fazilet ve tam bir vefa ve dürüstlükle, en temiz, doğru ve
verimli olarak yerine getirmeye mutlak surette memur ve mecburdur. Hırsızlık,
yolsuzluk, bölücülük, vatandaşlar arasında ayırımcılık ve gasp, rüşvet,
irtikap, namussuzluk ve sahtekârlık yapanlar kamuda görev alamazlar.
-
2. Genel amaç ve felsefe :
İnsanı yaşat ki Devlet yaşasın.
-
3. Partinin varlık sebebi
ve ana vizyonu : Adalet ve Demokrasi.
-
4. Adalet ve Demokraside
hedef : Evrensel norm, standart ve kriterleri aşmak.
-
5. Kanunlar Anayasa ya,
anayasada insan haklarına aykırı olamaz. Devlet kutsal değildir. Hiç bir kurum
da kutsanamaz. Evrende kutsal olan tek varlık: Namuslu, dürüst, ilkeli, onurlu
ve sorumlu "insan" dır. Devlet, özellikle ve bilhassa “iyi insan ve iyi
vatandaşın yanındadır. İyi insan ve iyi vatandaş: Birey olarak, namuslu,
iffetli, temiz ve dürüst bir hayat süren, çalışan, üreten, hakkıyla ve
helâlıyla kazanan, demokrasiye inanan, insan hakları, adalet ve hukuka
bilinçle sahip ve saygılı olan, yerine göre bütün kurum ve kuruluşlar, özel
sektör ile devleti denetleyen kişidir.
-
6. Bütün insanlar hakları
ile doğar. Devletin görevi, bu hakları korumak, geliştirmek; Bilgi, birikim,
tahsil, terbiye, kişisel çaba-çalışma, verim ve üretimine paralel olarak bütün
vatandaşları onurlu, güvenli, zengin ve mutlu kılmaktır.
-
7. Bireyin (kişilik)
hakları dokunulmazdır. Bireyler örgütlenerek ve belirli amaçlarla bir araya
gelerek; Tüzel hukuk çerçevesinde daha geniş anlamda hak, hukuk ve teşebbüs
imkânı ve sahibi olabilirler. Devletin görevi : Düzenleme; Destekleme ve
Denetlemedir; Ayrıca;
-
Gönüllü Kuruluşları teşvik
etmek, destek olmak ve iş birliği yapmaktır.
-
Devlet idaresinde millet
iradesi ‘katılımcı gerçek demokrasi’ esastır.
-
Devlette demokrasiyi bütün
kurum ve kuruluşları ile uygulamayan, kesintiye uğratan, ayrıcalık,
dokunulmazlık ve imtiyaz yaratan, adalet ve hukukun mutlak üstünlüğü, tarafsız
ve bağımsızlığı ile hakimiyetini sağlayamayan hiçbir siyasi parti meşru
sayılamaz. Adalet, hakkaniyet ve genel ahlâk esaslarına aykırı hüküm, karar ve
tasarrufta bulunan bütün yargıç, savcı ve (resmi-sivil) yöneticiler
görevlerinden derhal uzaklaştırılır. Devlette sahtecilik, israf ve suistimalin
yeri yoktur.
-
8. En önemli ve en değerli
"İnsan Hakkı" Yaşama, Öğrenme, İnanma, Barınma, İnandığı gibi konuşma-yaşama
ve hayatını “İyi insan ve iyi vatandaş” boyutunda sürdürme hakkıdır. Ancak,
suç işlemek, yalan söylemek, başkalarının hak ve hukuku’ na halel getirmek;
Din tüccarlığı ve siyaset simsarlığı yapmak kesinlikle yasaktır.
-
9. Siyaset; Devleti
Adaletle ve milletle iş birliği halinde, hukukun üstünlüğü ve yasalar önünde
mutlak eşitlik ilkesine göre halkla "birlikte" yönetmektir.
-
10. Cumhuriyet fazilettir.
Devlet, Demokrat, Saydam, şeffaf, medeni, muasır ve insani boyutta lâik;
“imkân ve fırsat eşitliğine” dürüst rekabete dayalı serbest piyasa, (yerine
göre) karma ekonomi ve liberal ekonomiden yana olup; Bütün iktisadi hareket ve
faaliyetlerin temel amacı: Bireyin refah, zenginlik, güvenlik ve mutluğudur.
-
Üretici ve tüketici
arasında 1’den fazla aracı ve komisyoncu ihdası yasak; Üreticinin, ürettiğini
doğrudan tüketiciye satması esastır.
- ÜYELİK ESASLARI VE PARTİ KURALLARI ÜYELİK ESASLARI
-
a) Bütün Üyeler parti
içinde eşit haklara sahip olmak zorundadır.
- b) Her Üye "parti aidatı" vermeye mecbur, memur ve
mükelleftir. Parti, başta Devlet (hazine) olmak üzere, hiçbir kurum ve
kuruluştan bağış-yardım ve sair namlar altında para alamaz. Standart üye
aidatı dışında hiçbir vatandaştan para kabul edemez. Parti görevlerini para
karşılığı dağıtamaz, peşkeş çekemez. Kıdem, ehliyet ve liyakat dışında
(seçme-seçilme ve görev dağıtma, adaylık hallerinde) başkaca bir kriter ileri
süremez.
-
c) Üç ay üst üste aidat
vermeyenlerin seçme ve seçilme hakkı; Altı ay süreyle aidat vermeyenlerin
"parti üyeliği" kesin olarak sona erer. Adaylığı görevden istifaya bağlı
kişilerin ‘fahri üyelik kıdemi’ ve dönem ödemeleri dikkate alınır. Aralıksız
en az 6 ay aidat ödeyen fahri ve asli üyeler dışında kimsenin, parti içinde
seçme-seçilme ve aday olma hakkı yoktur. Siyasi Partiler ve Seçim Kanunları
buna göre düzenlenir.
-
e) Parti üyesi, halk içinde
muteber, ilkeli, sorumlu, duyarlı ve başarılı "örnek ve önder" bir insan olmak
ve Partiyi onurla temsil etmek durumunda ve zorundadır. Zamanla siyaseti
kirletme ve yozlaştırma eğilimi olanlar partiye üye olamaz. Yüz kızartıcı suç
işleyen vatandaşlar partide üye sıfatıyla kalamaz.
- SİYASETİN KURALLARI
-
a) Her parti üyesi, bağlı
olduğu (il, ilçe, belde, mahalle, köy) sorunlarını tespit etmek, çözüm
önerileri-projeler üretmek ve bunları kendi başkanlığına yazılı olarak
iletmek, gereğini takip etmek ve kamu-halk lehine sonuçlandırmakla yetkili,
sorumlu ve görevlidir.
-
b) Üyelerin bir başka
görevi de; Kayıt ve icra mercileri olan kademe Yönetim Kurullarını murakabe
etmek. Hesap, iş, işlem ve faaliyetleri takip, kontrol ve dahili denetimde
bulunmak suretiyle yerel başarıya "sorumlulukla" katkı sağlamaktır. Parti
kademesinde, her hangi bir yöneticinin ‘parti içi demokrasi’ kurallarına
aykırı hareket etmesi, hak gaspı, hukuk ve tüzük ihlâli halinde her üyenin bir
üst merci ile doğrudan Mahkemelere başvurma ve sorunu gidermek için gerekeni
yapma hakkı ve görevi vardır. Parti’de, her hangi bir sahip ve antidemokratik
sulta oluşması halinde; Üye’ lerden her hangi birinin müracaatı ile mahalli
savcı ve hakimler derhal gereğini yapmakla memur, mecbur ve mükelleftir.
-
c) Ayrıca, her üye geçici
veya daimi bir komisyonda görev almak, partiye kişisel ve bilimsel katkı
sağlamak ve mahallin nabzını bu kurul ve komisyonlar yoluyla Genel Merkeze
ulaştırmak zorundadır.
-
d) Parti Üyesi için
"Anayasal Vatandaşlık" esastır. İnsanlar arasında hiç bir şekil ve surette bir
ayrım gözetilemez ve ileri sürülemez. Şu kadar ki; Vatan hainleri, hırsız ve
yolsuzlar, namussuz ve sahtekârlar bunun dışındadır.
- İDEAL BİR PARTİ’NİN “PARTİ” KURALLARI
-
a) Aidat borcu olan adaylık
ileri süremez.
-
b) Bütün Kongrelerde
"birleşik/tercihli- çarşaf liste" esastır. İyi olan kazanır.
-
c) Kulis yapmak yasaktır ve
ihraç nedenidir. Seçimlerde hür irade esastır.
-
d) Hiç bir partili, bir
başka parti ile "ittifak" isteminde bulunamaz.
-
e) Partinin bir başka
partiye katılması istenemez.
-
f) Parti Üyeleri :
-
1. Yürürlükteki Kanunlara,
yönetmeliklere ve bazı yöneticilere karşı olabilirler. Bu doğaldır. Fakat
karşı mücadele, mukabil öneri ve alternatifler üreterek kanunların çizdiği
yol, ilke ve çerçeve içinde verilir. Hak mutlaka yasal yollardan aranır.
Birey, zail olması ve/veya gasp edilmesi halinde hak aramak, haklarını
korumak, sorumlu bir insan ve dürüst vatandaş sıfatıyla ‘kişilik ve kamusal
haklarını’ savunmak zorundadır. Şu kadar ki, hiçbir parti üyesi veya vatandaş
“hak arama” gerekçesi ile kamu, özel sektör ve vatandaş mallarını tahrip
edemez, kimseye tacizde bulunamaz, ayrıcalık, dokunulmazlık, imtiyaz ve
istisna talebinde bulunamaz.
-
2. Parti üyesi asla iltimas
yapmaz. Yalan söylemez. Yüksek karakterli, ilkeli, şahsiyetli ve haysiyetli
olmak Parti Üyesinin (ve halkın) yaşam biçimidir. Bundan asla ödün vermez.
Mili değerler ve manevi mukaddesleri nefsinde yaşar. Din ticareti ve siyaset
simsarlığı yapmaz. Siyaseti, "demokrasi ve fazilet mücadelesi" olarak gönüllü
ve fakat "milli bir görev olarak" yürütür. Üye sıfatıyla hizmetleri gönüllü
olmak zorundadır. Karşılığında kişisel menfaat ummaz. Karşılık beklemez. Şahsi
çıkar ve ikbal peşinde koşmaz.
-
3. Parti Üyesi, Toplumsal
yapı içinde ve özellikle kendi bölgesinde; Rüşvet, iltimas, hırsızlık,
yolsuzluk ve her türlü su istimali takip ve başta parti içi merciler olmak
üzere, sorumlu merciler nezdinde şikayetle neticeyi takip eder. Medeni
cesaret, ilke ve yüksek ahlak sahibidir. Mahalli ve çevresinde kişisel ve
kurumsal mücadelesini verir. Şikayet, takip, dava ve şahitlikten kaçınmaz.
Halk içinde muteber, örnek-önder ve "fazilet timsali” iyi insan, iyi ve
sorumlu vatandaş olmak vazgeçilmez bir görevdir.
-
Ayrıca, bu özellik ve
sıfatla üyeler; Milli ve yerel medyayı izler. Sesli, görüntülü ve yazılı
medyada rastladığı İnsan Hakları, Adalet, Hukuk, Demokrasi, Lâiklik, Ulusal
Çıkar ve Milli Menfaatlere aykırı yayınları ihbar eder. Sorumluları hakkında
şikâyette bulunur ve icabında dava açar. İnsan hakları, demokrasi ve “ebet
müddet” Türk Devletinin diğer ülke ve devletlere nazaran “mutlak hakimiyet ve
kesin hükümranlık” haklarına halel getirecek ihanet ve tertip peşinde olan
yayınlar hakkında gereğini yaptıktan başka, çevresinde alınmasını ve
yayılmasını men ve takip eder. Milli, manevi ahlâki ve kültürel değerlerin
korunması, şer ve şeytani unsurların ülkemiz üzerindeki menfur emellerinin
engellenmesi ve önlenmesi konusunda üye ve vatandaş olarak en etkin tepkiyi
gösterir ve kitlesel mücadeleyi sevk, idare ve organize eder. Çevresinde ve
çalıştığı kurumda VATAN, MİLLET ve BAYRAK aleyhine hiçbir oluşum ve girişime
izin vermez.
-
Devletin temel ülkülerini
ve Atatürk ilke ve inkılâplarını bütün varlığı ile korur ve yaşam boyutunda
sürdürülmesini sağlama çabası içinde olur.
-
4. Parti Üyesi, parti
ilkelerini halka anlatmak, program ve projelerini öğrenip açıklamak-anlatmak,
sorumlu ve aktif bir partili sıfatıyla sürekli "yeni üyeler kayıt etmek"
zorundadır. Ayrıca, her üye yaşadığı çevre, çalıştığı kurum, yaptığı iş ve
kendi iştigal alanı ile gözlemlediği yöre hakkında, Toplam Kalite Yönetimi;
Şeffaf ve Saydam Devlet, Demokrasi ve lâiklik uygulamaları bağlamında (halka
davranış, yaklaşım ve iletişim biçimleri, kamu mallarında doğru-dürüst, ilkeli
ve verimli tasarruf, kalkınma-gelişme-koruma ve iyileştirme faaliyetleri
konulu) tespit, öneri, proje ve düşüncelerini partiye iletir. Gerekirse,
bizzat konuyla ilgili komisyon, çalışma grubu ve ekipler kurar. Konularını
takip eder ve sonuçlandırır.
-
5. Ayrıca, üyeler iştigal
konuları, şahsi konum ve durumları itibarıyla yasaklı olmadıkları taktirde,
5253 sayılı kanun hükümlerine uygun olarak, toplumda varlığına ihtiyaç duyulan
ve çok önemli boşlukları doldurma imkân ve ihtimali olan “Sivil Toplum
Kuruluşları” oluşturur. Genel kalkınma ve kamu menfaatini koruma amaçlı Vakıf,
Kooperatif, plâtform ve bunların üst kuruluşları olan Birlik, Federasyon ve
Konfederasyonların kurulmasını teşvik eder. Destekler. Vatanın ve milletin
kalkınması ve gelişmesi için zorunlu esaslı-özgün projelerin hayata
geçirilmesi ve/veya kültür emperyalizmi, misyonerlik baskısı, milli-ulusal ve
manevi değerleri yok etme, anarşi, terör ve bölücülük ile iç ve dış politikada
“Büyük Atatürk’ün Gençliğe Hitabında” dile getirilen durumlar ve bu durumda
“vazife telâkki edilmesi zorunlu hallerde” millet adına, milli mukaddeslerin,
yükselen değerlerin ve milli istiklâlin her alanda korunması için mücadele,
halkı bilinçlendirme ve müdafaa ortamını hazırlar.
-
6. Dahası, sorumlu bir
insan ve vatandaş sıfatıyla; 4982 Sayılı “Bilgi Edinme Hakkı Kanunu” ile sahip
olduğu bütün hakları sonuna kadar kullanır. Devletin tahsil ettiği vergileri
nerelere ve nasıl kullandığını araştırır. Gereksiz masraf ve israf olup
olmadığını soruşturur. Yetkili ve görevli kurumların milli hassasiyetler ve
yönetim kalitesi konusunda sergilediği faaliyet,tutum, yaklaşım ve davranış
biçimlerini araştırır. Daha demokrat, namuslu, temiz, üretken ve verimli bir
Türkiye için “Yasa yoluyla” insanlık ve vatandaşlık görevini özen ve önemle
yerine getirir.
-
7. İcabında, 3071 Sayılı
“Dilekçe Hakkının Kullanılması Hakkında Kanun” gereği doğrudan TBMM
Başkanlığına; Soru Önergeleri, Kanun Teklifleri, Soruşturma Talepleri ve Kamu
Kurum ve Kuruluşlarının denetlenmesi ile bazı yetkili ve görevlilerin aykırı
durum, tutum ve davranışları hakkında ihbarlarda bulunur. Kınanması
gerekenleri kınar. Teşvik ve taktir edilmesi gereken Milletvekili ve
yöneticilere desteğini bildirir. Uyarma ve aydınlatma, yol gösterme görev ve
sorumluluğunu yerine getirir.
-
8. Başkaca, üyeler; Kongre,
toplantı ve etkinliklere katılma, kurul ve komisyon görevleri nedeniyle fiili
çalışma, gönüllü olarak parti adına seyahat, propoganda, halkla ilişkiler,
tanıtım-anlatım, yazım-yayın ve üye kayıt faaliyetleri gibi görevleri yerine
getirmek zorundadırlar. Bu asli görev ve özel siyasi hizmetleri mukabili
karşılık gözetemez ve masraf talep edemezler. Partide gönüllülük ilkesi
esastır. Zira, Cumhuriyet, gerçek anlamda Lâiklik, hürriyet, adalet, özgürlük,
ulusal kişisel, kitlesel bağımsızlık ve Demokrasinin vazgeçilmez unsurları
siyasi partilerdir. Her vatandaş mutlaka “namuslu, dürüst ve demokrat bir
siyaset kurumuna” üye olmalıdır.
-
Son olarak: Her üye,
partiyi namerde, mafyalara ve çıkarcı, üç kâğıtçı kesimlere muhtaç etmemek
amacıyla; Hangi kademede olursa olsun, parti binasına giderken (eğer gücü ve
maddi imkânı varsa) sıkıntıları gidermek, hiç olmaz ise genel ihtiyaç,
kırtasiye ve ikram cinsinden (çay-kahve-meşrubat-yemek-şeker-gazete-kitap)
götürmek adetini benimser, tavsiye ve teşvik eder. Başkaca bir işi, görev ve
zorunlu mazereti olmadıkça boş zamanlarını partide geçirir. Yöneticiler ve
çalışanlara yardımcı olmayı ve parti işlerine katkı sağlamak suretiyle,
katılımı teşvik etmeyi asli bir vazife ve kutsal bir görev olarak kabul ve
telakki eder.
-
9. Her üye; Parti kimlik ve
kişiliğini, kendi kimlik ve kişiliği olarak benimser.
- NETİCE:
-
Anayasamız siyasi partileri
“demokrasinin vazgeçilmez kurumları” olarak tanımlamış ve açılımında “kitle
partisi” vasfını öngörmüştür.
-
Kitle Partisi ne demektir?
-
Elbette “kitle partisi”
halkın partisi anlamına gelir.
-
Peki, mevcut partiler bu
manâ, muhteva, emir ve hukuka uygun mudur ?
-
Kesinlikle HAYIR.
- NEDEN ?
-
Çünkü; Mevcut siyasi
partiler halkın değil, sulta-hüküm sahiplerinindir. Bunun net bir tezahürü,
sebebi hikmeti ve suçlusu olarak: 298 Sayılı “Seçimlerin Temel Hükümleri ve
Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun”, 2839 Sayılı “Milletvekili Seçimi Kanunu”,
2972 Sayılı “Mahalli İdareler ile Mahalle Muhtarlıkları ve İhtiyar Heyetleri
Seçimi Hakkında Kanun” ve nihayet “BAŞ SUÇLU” olarak da; 2820 Sayılı “Siyasi
Partiler Kanunu” gösterilebilir.
-
Bu kanunlarladır ki; Kurucu
unsur ve Ulu Önder Mustafa Kemâl ATATÜRK’ün “Egemenlik, kayıtsız şartsız
Milletindir” ilkesi rafa kaldırılmış, alay konusu yapılmış, memur-asker ve
hizmetlilerin büyük bir bölümü “dokunulmazlık, sorumsuzluk, ayrıcalık ve özel
imtiyazlarla” donatılmış; Özellikle-bilhassa “Millet-Vekilliği” kurum ve
kavramı bütünüyle yozlaştırılıp-dejenere edilerek; Adeta, “bütün eylem ve
işlemleri ile dokunulmaz, erişilmez ve ulaşılmaz” tabular yarattılar.
-
Oysa, hukukun temel hükmü
“vekâlet” olmakla; Vekil asla asil’den (Milletten) daha üstün bir yer durum ve
konumda olamaz. Vekil, millet yerine parti sahibinden emir alamaz ve parti
sahipleri “vekil adayı” listesi düzenleyemez. Düzenleyip te milletin önüne
koyamaz. Bu bir etik zafiyettir. Haksızlık, onursuzluk, sorumsuzluk ve
adaletsizliktir.
- OLMASI GEREKEN NEDİR ?
-
Elbette ki, olması gereken
şudur;
-
Ve, bu hususları hayata
geçirmek 6 Ocak 2008 günü ifa ve icra edilecek (başta) Demokrat Parti ile
halihazır var olan bütün siyasi partilere düşmektedir.
-
1. Öncelikle Siyasi
Partilerin bizzatihi kendi bünyelerinde ve ülkede adaleti, adalet ahlâkını ve
hukuku hakim kılmak. Cumhuriyetin Savcıları, Hâkimleri, Yargının bilumum
kurum, kuruluş ve mahkemelerini adaletli, hakkaniyetli, objektif ve tarafsız
hale getirmek. Başta Cumhurbaşkanı olmak üzere, Başbakan, Genel Kurmay
Başkanı, Generaller, asker kişiler, memurlar ve milletvekillerini “ayrıcalık,
imtiyaz ve dokunulmazlık” zırhlarından arındırıp; Ülkenin bütün vatandaşlarını
eşit kılmak.2. Milletvekillerine sadece ve yalnızca “kürsü dokunulmazlığı”
verip; Halktan-Asiden farklı bütün maaş, yan ödeme, ayrıcalık, dokunulmazlık
ve imtiyazlarına son vermek; Ayrıca, kamuda hükümferma olabilme hak ve nüfüz
ticareti imkânını kaldırıp, onları “ASGARİ ÜCRET” alan sıradan bireyler ve
gerçek vekiller haline dönüştürmek suretiyle; Devlette aklın ve bilimin yolunu
açmak. Dahası: Bilinen ve duyulan bütün yolsuzluk, görevi ihmal, gasp, rüşvet,
irtikap ve suiistimallerin üstüne gitmek. Sorgulamak, yargılatmak ve mutlaka
“millet adına” hesap sormak. Zira, bunları yapmayanlar, ne siyaset kurumu ve
ne de millet-vekili olarak kaale alınamazlar. Böyle kaldıkları sürece meşru da
değildirler.
-
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
-
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
42 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
DÖNÜŞTÜRMENİN ÖZNESİ
“AÇILIM”
|
-
- Adalet ahlâkının kurumlaştığı hukuk devletleri, Cumhuriyetin
kuruluş felsefesi, Türk inkılâbı ve Atatürk ilkeleri’nde “mutlak dürüstlük,
namuskârlık ve şeffaflık” hükümettir.
-
Hatta 1950-60 dönemlerinde bundan daha da
fazlası olur. Öyle ki; ülkede gündem belirleyen unsurlar, sıradan vatandaşlar,
parti üyeleri ve delegelerdir. Devlet tıpkı Atatürk’ün yaptığı gibi halkla
birlikte idare olunur.
- Düzenli aidat ödeyen, ilkeli, onurlu ve sorumlu parti üyeleri
baskıya maruz kalmadan “özgür iradeleriyle” delege seçerler; ülke, halk ve
parti sorunlarını alenen dile getirir, gidişatı sorgular, (iktidar iseler)
başbakan, bakan ve memurları eleştirir, tavan-taban arasında köprü görevi
görürlerdi. Lâkin delege olmak zor işti. Siyasette kıdem, ehliyet, bilgi,
birikim, cesaret, yüksek ahlâk, lekesiz sicil, beka ve basiret (ileri görüş)
gerektirirdi.
- “O” zamanlar, parti sahipleri, din tüccarları, Misyon
tacirleri, siyaset şirketleri, ülkeyi (babalar gibi) pazarlayan (organize suç
örgütü) kirli, karanlık sultalar, dikta ve cuntalar yoktu.
- SONRA “DEMOKRASİYE” TUZAK
- 1946 ‘açık oy, gizli sayım’ utancı, rezalet ve halk düşmanlığı ile
demokrasi ve hukuk cinayetinden sanık halk partisi zihniyeti 1950, 54 ve 58’de
uğradığı hukuk darbeleri ve sandık vurgunları sonucu milletçe sandığa gömüldü.
On yıl süren kin ve kurgu uykusu için inlerine çekilerek 27 Mayıs 1960’a kadar
köstebeklik ettiler. Nihayet, insan hakları, demokrasi, adalet ve hukuka karşı
beslenen derin nefret, kin; İktidar hırsı, ihtiras ve tahammülsüzlük, tefrika,
haset ve kıskançlık o menfur kalkışmayı ‘ihanet, isyan ve başkaldırıyı’
tetikledi.
- DIŞGÜDÜMLÜ ATILIM VE AÇILIM
-
Bu zalim başkaldırı, dış güdümlü,
kirli-karanlık, hain tuzak; Türk adalet ve hukukunun ebedi utancı, ihanete
meşruiyet fetvası verilen ve ”buraya tıkan irade böyle istiyor” denilen yassı
ada engizisyon mahkemeleri .. Kin, kan, intikam, dayatma senaryolar, idam ve
katliam.
-
11 Kasım 1938, saat 9’u 5 geçe ‘karşıdevrim’
kansız gerçekleşti..
-
27 Mayıs kin, kıyım, kırılma ve bir
çökertmedir. Atatürk anayasası ilga, “Milli devlet” ilkesine son!.. İsmet,
gizli Lozan taahhütleri gereği 1944’de başladığı milli devlet ve yükselen
değerleri yok etme projesin kaldığı yerden (1950) alıp, tekrar uygulamaya
koydu.
- Süreçte partiler yozlaştırıldı. Demokrasi, adalet ve hukuk
karşıtı kurumlar oluşturuldu. İlkeler ve yükselen değerler çürütüldü.
Koza-kriptolara politik-ACI ve asker olma yolu açıldı. 12 Mart, 12 Eylül, 28
Şubat ve sairi ile cunta-sulta ve dikta’lar birlikte pekiştiler. Tıpkı, ‘Türk
demek: Türkçe düşünmek, Türkçe konuşmak ve Türkçe yaşamaktır, ne mutlu Türküm
diyene’ vecizesinin öznesi ilga edilerek sadece; (domuzdan dönme ve devşirme
güruhunun tahammül edemediği) “Ne mutlu Türk’üm diyene” bölümü kalabilmiş,
orijinali “Egemenlik kayıtsız ve şartsız Türk Milletinindir” sözünden de
“Türk” kelimesi kaldırılarak hükümsüz kılınmıştır..
- NEREDEN, NEREYE
- 27 Mayıs’tan buyana bütünüyle yapay, sahte ve sanal olarak tek
merkezden sağ-sol, alevi-Sünni, milliyetçi-sosyalist (enternasyonal)
dinli-dinsiz gibi ‘parçala, böl, yönet’ yol ve yöntemleri amansız bir
düşmanlıkla kurgulandı ve uygulandı. Sonuçta bu art niyet ve kasıt’a dayalı
bozulum, psikolojik-sosyokültürel ve biyolojik savaş, dezenformasyon, husumet
ve Türk-Türkiye düşmanlığı (anarşi, terör, tedhiş, trafik, deprem, afet, kriz,
bunalım, buhran) gibi nedenlerle elli yılda 500 bine yakın insanımız telef
edildi.
-
Yerli sulta, cunta ve dış müttefikleri’nce (Bak: Ergenekon idd.)
oluşturulan cinayet şebekeleri ve terör-tedhiş örgütleri ile mücadele,
devlette yaklaşık “1 trilyon” dolara patladı. Medya-mafya-siyaset üçgeninde
“Rüşvet-yolsuzluk, dolandırıcılık, kaçakçılık, gasp çeteleri” devlet ve
halktan yaklaşık “2 trilyon dolar” hortumladı. Böylece, ihanet açılımlarının
devlete maliyeti yaklaşık 3 trilyon doları buldu. (Bak: Hayali İhracat,
Susurluk vb. dosyaları)
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
43 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
EKSİLTİLMİŞ BİR CEMİYET |
-
- Milovan Cilas’ın “Eksik Kalmış Bir Cemiyet”
isimli kitabı, dünün parçalanmış ve kan gölüne dönerek dağılmış
Yugoslavya’sından günümüze ışık tutacak kadar önemli ve hikmetli bir büyük
eserdir. Yazar Milovan Cilas, Yugoslavya'nın eski Başbakan Yardımcısı ve
Mareşal Tito'nun yakın dostu, kader ve silâh arkadaşı olmasına rağmen
‘İmtiyazsız/sınıfsız bir toplum’ iddiasında olan iki yüzlü ve yalancı
komünist sistemde bu kez de;, "İmtiyazlı yöneticilerden müteşekkil yeni bir
sınıfın" oluştuğunu tespit, ispat ve “Eksik Kalmış Bir Cemiyet” isimli îlmi
eserle bütün dünyaya duyurarak, Komünizmin kirli yüzünü açıklaması nedeniyle
görevinden atılarak, yıllarca vahşi "Pranga mahkûmiyeti" ile zulme maruz
kalan çileli bir yazardır.
- EKSİLTİLMİŞ BİR CEMİYET
- Yugoslavya, kuruluşu itibarıyla “eksik
kalmış, yarım kalmış” bir cemiyetti. Vahşi batı (AB) tarafından kolaylıkla
bölündü, parçalandı ve güdümlü derebeyliklere dönüştürüldü. Çok açık bir
anlatımla Yugoslavya, eksik kalmış, yanlış tercih yapmış, kuruluşu
tamamlanamamış olduğu için mukadderatına yenildi. Çok vahşi, alçakça ve
ıstırap yüklü bir şekilde ortalığı kan gölüne çevirerek dağıldı. Bu lânetli
vampir saldırısının kir-kin, derin acı ve elim sancıları hâlâ sürüyor.
Srebrenika domuzluğu, NATO kahpeliği, BM kancıklığının acısı, yarası,
kalleşlik ve Boşnak/Türk-Müslüman soykırımı dünya durdukça kapanmayacak.
İşte, 200 yılda Osmanlı’yı içten içe çürüterek, tam bir alçaklık ve hileyle
yıkan şerefsiz ve soysuz batının son marifeti!.. Fakat Türkiye Cumhuriyeti, “bir dünya devleti, adalet
iklimi ve imparatorluk bakiyesi olarak” binlerce yıllık devlet tecrübesi,
yüksek bilgi ve muazzam birikim sayesinde eksiksiz, hatasız ve mükemmel bir
devlet projesi tarzında kuruldu. Bunu hâlâ Mustafa Kemal Atatürk’ü Yüce
Peygamber ile mukayese edecek kadar geri zekâlı, bunak, aptal veya Türk
İnkılâbından bağımsız “bir tür Kemalizm” algısıyla tarif ve tavsif etmeye
kalkışanlar asla idrak edemezler. Ders, ibret ve hikmetle
düşündüğümüzde Türkiye; Mükemmel kurulmuş, Atatürk İlke ve Türk İnkılâpları
sayesinde noksansız inşa edildiği için, çok büyük bir hasımlık, kıskançlık,
korku, kaygı ve düşmanlığa maruz kalarak “11 Kasım 1938 ve 27 Mayıs 1960”
ile bütünüyle ‘dâhili-harici bedhah, dönme-devşirme, mason-misyoner, AB ve
ABD güdümünde vaki’ diğer bazı iç isyan:, Hain kalkışma, darbe, vesayet,
çete ve cuntalarla eksiltilmiş bir cemiyettir.
- SÜRECİN SONU; HESAPLAŞMA VE YÜZLEŞME
- Türkiye üzerinde oynanan kirli, kalleş ve
sinsi oyunların ucu Lozan’a kadar uzanır. El etrak minel idrak; Türk iken
mankurtlaşmış ya da aslen dönme/devşirme olduğu halde, henüz Türkleşememiş,
yozlaşmış, çürümüş ve kokuşmuş unsurların itişiyle günümüze kadar intikal
eder gelir. Bu menfurlar1960’a kadar öne çıkamaz, orduya, siyasete giremez
ve cemiyette etki yönünden her hangi bir fonksiyon icra edemezken:
Yıldızları 27 Mayıs soysuzluğu ile parladı.
- Lozan’dan sonra 1939-1950 arası bir hayli
kirlenme, yozlaşma, çürüme, tarihi, milli, ilmî, manevi ve kültürel
değerlerden bir hayli eksiltme yapılmış olmakla birlikte:, Düşmanca
eksiltilenin, tarihi ve kadim Demokrat Parti tarafından “daha da mükemmel
bir surette” ikame ve tahkim edilmesi üzerine Halk Partililerin öfkesi
depreşmiş ve bilumum harici, selefi, süfli unsurlar ve dış düşmanlarla
ittifak-iştirak ederek cemiyeti tekrar bu hale getirmeyi maalesef
başarmışlardır… Tahribat hâlâ da devam etmekte, çürüme ve yozlaşma
sürmektedir.
- Türkiye Cumhuriyeti milleti istese de
istemese de; En başta bizzat kendisi, aile unsuru, ikamet mahalli, okul,
yerel yönetim, mülki idare, son 54 yılın (milletvekili nam) parlâmenter.;
Cumhurbaşkanı, Başbakan, bakan, müsteşar, genel müdür, bilumum parti sahibi,
politikacılar, STK ve sendika başkanları ağır bir sorgulama, kamu vicdanı ve
toplumsal sorumluluk namına yargılama, yüzleşme ve mukadder bir
hesaplaşmanın tam da eşiğine gelmiş durumdadır.
- Bunun başta gelen sebebi kişisel/kurumsal
sorumsuzluk ve toplumsal onursuzluktur.
- Ankara Emniyet Müdürlüğü binasının ön yüzünü kaplayan
bir kitabe var. Üzerinde “Herkesin vicdanı kendi Polisidir,” yazıyor. Yani:
Hırsız, yolsuz, rüşvetçi, iltimasçı, yalancı, talancı, kötü ve mücrim
eğilimli kimseler vicdanlarının sesini dinlemeyen veya vicdanı kör, kalbi
kara vicdansız kimselerdir. Vicdansızlar insan, sosyal veya toplumsal varlık
olarak da algılanamaz, kabul edilemez. Dolayısıyla, genellikle insan
formundaki bu menfur yaratıkların 24 saat takip edilmesi, sürekli kontrol,
denetim ve teftiş altında bulundurulması toplumsal bir görev ve mutlak
zorunluluktur. “devlet varlığı ve insani boyut ağırlığının” zaruri gereği
olan; daimi resmi denetim, özdenetim, otokontrol, sürekli takip, teftiş ve
tescil (fişleme/arşivleme) görevlerinden imtina edilmesi, kaçınılması, boş
verilmesi, sonuçta büyük felâketlerin sebebi olur. Bu felâket; En başta
sosyal yozlaşma, toplumsal çürüme, iktisadi ve siyasi istikrarsızlık, sonra
bencilleşme, içine kapanma, hırçınlaşma, saldırganlaşma ve nihayet sosyal
şizofreniye dönüşmüş bir büyük çözülme belâsı biçiminde karşımıza çıkar.
-
Sebebi: İç-Dış düşman ve
işbirlikçi menfur unsurların başarılı çalışmaları; Buna karşın devletin en
tepesinde murakabe>takip, teftiş-kontrol ve denetleme ile görevli
Cumhurbaşkanı; Yasama adına TBMM Başkanı ve Millet Vekilleri
(parlâmenterler):, Yürütme adına Başbakan ve bakanlar kurulu üyeleri ile
tepeden tırnağa bütün Güvenlik teşkilâtı, Ordu, Yargı ve millet adına iş
gören Cumhuriyet Savcılarının görevlerini hakkıyla/lâyıkıyla yapmamalarından
ileri gelmekte, adalet, yasa ve hukuku ihmalden, suiistimalden
kaynaklanmaktadır.
- OLAĞAN VE DOĞAL BİR ZORUNLULUK
- Konjonktürün gerekli kılmasının yanı sıra;
Özellikle 12 Mart 1971-12 Eylül 1980 arası dışlama, pasife etme; 1983-2002
dönemi güdümleme, nihayet 2002-2014 yıllarında resen ya da sistematik bir
plân çerçevesinde ilgaya maruz kalma nedeniyle, kamu Denetleme Kurulları ile
bilumum teftiş unsurları devre dışı kaldığından Devletin düzeni temelinden
sarsılmıştır.
- Bilindiği üzere Devlet olmazsa olmaz üç ana
unsurdan teşekkül eder:
- Düzenleme, Destekleme ve Denetleme..
-
Buna siyaset bilimi’nde 3D
kuralı denir.
-
Yani devlet olmanın en
birinci mecburiyeti ideal norm, adalet karinesi, mutlak eşitlik, kıdem,
ehliyet ve liyakat bağlamında düzenleme, plânlama, programlama; (Devlet
Plânlama Teşkilâtı, APK ve AR-GE ünitelerinin varlık nedeni budur.)
İkincisi: Plân, program ve proje bazında destekleme, icabında finanse veya
sübvanse etme; (Devlet Bankaları, Sağlık, Sosyal Güvenlik, Ekonomi ve
Çalışma Bakanlıklarının varlık nedeni…) Üçüncüsü ve en hayati olanı ise;
Sayıştay, Devlet Denetleme Kurulu, resmi Teftiş ve Denetleme kurulları
olup.; Bu kurum, kurul ve kuruluşların “resen denetleme yapma ve daimi
teftiş” yetkisi her şeye rağmen orijinal biçimde korunmak ve canlı tutulmak
kaydıyla, bilumum kamusal uzantı, STK, sivil alan, özel sektör
bağlantılarının sürekli aktif, dinamik ve homojen/görev başında olması
şarttır.
-
Denetim ve teftiş özerk bir erktir, asla bir izin veya
görevlendirmeye bağlanamaz.
-
Tıpkı “Kuvvetler Ayrılığı” ilkesi gibi işler,
muhtariyet arz eder, siyaset denetlemeye müessir olamaz. Şu kadar ki:
Düzenleme ve Destekleme Yasama ve Yürütme, Denetleme ise münhasıran Adalet
Cihazı, Yargı ve Güvenlik ile ilişkilidir.
- BU SİSTEM TÜRKİYE’DE FELÇ EDİLMİŞTİR
-
Modern hukuk, adalet ve
demokrasi devletlerinde durum, düzen ve sistem budur.
- Aksi takdirde, kayıt, hukuk ve yasa dışı ilişkiler
sökün eder. Başta din tüccarlığı, siyaset simsarlığı, duygusal sömürü, yasa,
hukuk ve ahlâk dışı tertiplerle bu yalan-talan, yozlaşma ve çürüme
faaliyetini sürdürme eğilimi güç kazanır, yaygınlaşır. Yasal ve etik
ihlalleri, görev ve yetki suiistimalleri bünyesinde barındıran bu
ilişkileri, sorgulama ve kamuoyunu doğru bilgilendirme görevi: Başta denetim
unsurları ve teftiş kurulları olmak üzere; Muhalefet Partileri,
parlâmenterler, sivil toplum kuruluşları, bilumum basın/medya ile taraf veya
haberdar olanların tamamına aittir.
- TEMİZ TOPLUM, DÜRÜST DEVLET, ADİL HÜKÜMET
- Aksi takdirde “Temiz Toplum, Temiz Devlet
ve Temiz Hükümet” den bahsedilemez.
- Yukarıda yer alan her hangi bir kamusal
unsurda kirlilik vaki olması halinde ve derhal teyakkuza geçilerek acil
önlem alınmadığı takdirde pislik, mazarrat ve hastalık bütün bedeni sarar.
En tehlikeli kirlilik ise: Yalan, talan, rüşvet, iltimas, haksızlık,
yolsuzluk, görevi ihmal ve her nevi suiistimal olup; Bunun arkasından
anarşi, terör-tedhiş, devleti bölüşme, kamusal alan, kurum ve kuruluşları
kullanmak suretiyle kapitalist-emperyalist domuzlarla, vahşi batı referanslı
insanlık düşmanlarına kul, köle, uşak-köpek olma zafiyetidir.
- Ülkemizde şu anda bu şartların tamamı
mevcuttur.
- Şimdi halk’la hükümetlerin hesaplaşma
zamanıdır.
- Bu hesaplaşma, yüzleşme, yargılama ve
sorgulama, başta Yüce Divan olmak üzere her derece ve düzey yerel
mahkemelerde yapılabilir. Umulan, medeni, insani, adil, dürüst, makul ve
sakin bir hesaplaşma olup; Eğer süreçte hukuk rafa kaldırılır, keyfiyet
hâkim, anarşi, terör-tedhiş ya da Kuzey Irak, Irak ve Suriye de olduğu gibi
düşman kuvvetleri vatanı, alenen işgal ederek hükümranlık tesis ederse bu
defa ne olur?..
- İşte, kamuoyunda ihanet paketi, açılım
yasası, çözüm (çözülüm) paketi veya eşkıyayı meşrulaştırma girişimi” olarak
bilinen yasa tasarısının, 37 red oyuna karşılık, 237 oyla kabul edilerek
kanunlaşması; Muhtemel felâketin ayak sesleri, dâhili ve harici
bedhahlarınsa, çılgın sevinci, tam 50 yıl süren mücadeleyi kazanmış
olmalarından kaynaklanan zafer çığlıklarıdır.
- Zira en başından beri mücadele kalleşçe;
- Yürütülen süreç ikiyüzlü ve sinsidir.
- Bakınız: Mezkür yasa tasarısının adı ile
anlam ve amacı tamamen farklı. Atatürkçü Cumhurbaşkanı adayı için imza
vermiş olan CHP Milletvekili Birgül Ayman Güler açıkladı: “Eğer paket
yasalaşırsa PKK terör-tedhiş örgütü olmaktan çıkarak müzakerenin tarafı
olarak meşru hale gelecek. Tasarı, Anayasa’nın 3. Maddesindeki “Türkiye
Devleti ülkesi ve milleti ile bölünmez bir bütündür” ilkesini ihlal
ettiğinden, tasarıya onay vermiyorum.” Bu menfur tuzak ve hain tasarının
görüşüldüğü Komisyonda 6 üyesi olan CHP’den 2 üye, tasarıya onay vermedi:
Bolu MV Tanju Özcan ile İzmir MV Birgül Ayman Güler.
- Kendilerini içtenlikle kutluyor ve tebrik
ediyorum. Çok garip bir tecelli, acayip ironi ve karşıdevrimciliğin
itişinden olsa gerek; Diğer 4 CHP parlamenterinin oyu ile Türkiye’nin
kurucusu olduğunu iddia eden CHP, AKP’nin bölücü kanun tasarısını destekleme
kararı aldı.
- Gazete haberleri ve Ajanslara göre; “Eski
PKK avukatı ve CIA kaynaklarında TR705 olarak adı geçen CHP Genel Başkan
Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu, CHP örgütlerine bir yazı göndererek, CHP’nin
çözüm sürecine ve PKK paketine destek verdiğini bildirdi, örgütlere bu
konunun çevrelerine anlatılması görevi verdi.” MHP ise sadece bilinen ve
beklenen şovları ile iktifa etti. Eşkıyanın siyasi kanadı (AP, DYP, DSP, SP,
CHP ve ANAP sayesinde TBMM’ne duhul eden) unsurların verdiği önergeler
istikametinde olaya analitik bakılırsa menfur paketin 3 ağır sonucu olacağı
görülüyor:
- 1-Müzakerelerin tarafları tanımlanmış
olacak, 2-İhanet şebekesi ile müzakere yasa dışı olmaktan çıkacak, yasal
zemine oturacak, 3-Yabancı kurum, kuruluş ve kişilerden müteşekkil üçüncü
(sözde tarafsız, aslında düşman devlet görevlisi) gözlemci heyet(ler) bu
müzakerelere katılabilecek. Vahamet ve şeametin, altına imza konulan yasanın
felâket derecesine bakın!..
- Yasa uygulamaya girince: 1-PKK yasal taraf
haline gelip, terör örgütü kapsamından çıkacak. Bundan sonra yapacağı
eylemlere karşı alınacak olan her türlü önlem suç kapsamına girecek.
Örneğin: Nasıl CHP’nin miting yapması önlenemezse, PKK’nın da istediği
yerlerde miting yapması önlenemeyecek., 2-Örgüt taleplerinin Hükümet
tarafından kabul edilmesi suç olmaktan çıkacak., 3-Oslo ve diğer yerlerde
AKP ile terör örgütü arasında gizli olarak yapılan yasa dışı müzakerelerde
yabancı bir ülkenin gözlemcileri vardı. Şimdi bu gözlemciler yasal hale
gelmiş olan müzakerelere açıkça katılabilecekler.
- İLERİ DEMOKRASİ BU MU?..
- 6271 Sayılı “Cumhurbaşkanı Seçimi Kanunu”
2011 yılı Kasım-Aralık ve 2012 Ocak aylarında güya müzakere edildi. 26 Ocak
2012 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlanarak, belli süre içinde Anayasa
Mahkemesi’ne itiraz olmadığı için kesinleşti ve yürürlüğe girdi. Bahusus
“parlamenterler kararının” hukuk tarihinin tam bir ucubesi, insanlık ayıbı
ve yüzkarası olduğu ne zaman anlaşıldı?.. 2014 yılı Haziran ayında fiilen ve
resmen uygulaması başladığında…
- Millet baktı ki; Kimsenin münferiden
(bağımsız/bireysel) aday olma hakkı yok.
- Egemenliğin kayıtsız şartsız sahibi
sıfatıyla halkın aday gösterme hakkı da yok!..
- İşin en kötü, acı ve tuhaf tarafı ise;
Birileri tarafından ileri sürülen veya kendini öne çıkaran aday nam
şahıslara karşı çıkma, itiraz etme hakkı da yok! Üstelik eşi emsali
görülmemiş bir biçimde [Yüksek (!) Seçim Kurulu’nun 30 Mart yerel seçim
hileleri, kurgu ve kararları uyarı] seçim yarışında eşitlik, adalet, hak ve
hukuk yok. Biri fiilen başbakan, öbürü dünya çapında tehdit unsuru ve 35 bin
asker/sivil vatandaşın katili terör-tedhiş örgütünün baş aktörü; Sonuncusu
bir bilim adamı, emekli memur!..
- Ama SEN seçmensin?!..
- Çok açık ve net tabiri ile SEN burada
sadece “Çankaya Noteri” olarak kullanılıyorsun.
- Aday olma, aday gösterme hakkın ve bir tek
imza bile alabilme imkânın yok!...
- İleri demokrasi, adalet ve hukuk palavra…
- Vahamet bütün açıklık ve çıplaklığı ile
ortaya çıkıp, millete kurulan tuzak deşifre olunca şikâyetler başlıyor. Hani
demokrasi? Adalet, hukuk ve eşitlik nerede? İşi buraya kadar taşıyanların,
bir zamanlar “hukuk guguk, yasa masa, tüzük büzük” dedikleri; Devrimci poz
ve ilerici söylemleri ile fink atan çapulcuların büyük önderi Ecevit’in “bu
düzen değişecek” teraneleri ne çabuk unutuldu? Malum, değişen düzenin yerine
SSCB gelecekti!..
- İŞTE YOZLAŞMIŞLIK VE ÇÜRÜMŞLÜĞÜN SON
NOKTASI
- Eğer durum/vaziyetten şikâyet edenler
Atatürk döneminin kadim Halk Partilisi veya illa tarihi ve gerçek Demokrat
Parti’li iseler mesele yok. Çünkü bu orijinal insanları 1960’dan sonra
CHP’de, 12 Mart’tan sonra AP ve DYP’de ve kesinlikle Turgut Özal dönemi
dışında ANAP’ta göremezsiniz. Gelenek ve gerçek çizgisinden, erbabı
faziletten olup, demokrasi, hak, adalet ve hukuk düşmanı; Haksızlık,
yolsuzluk, yalan-talan, ayırma ve kayırmanın hâkim olduğu siyaset
şirketlerinde bunlardan bir tanesini bile göremezsiniz.
- Şimdi bir özeleştiri, vicdani yargılama ve
sorgulama yapalım:
- Büyük Türk Milleti ve şanlı Türkiye Cumhuriyetini bu
zor günlere, vahamet, kriz, kaos ve şeamete sürükleyenler: Başta İsmet
İnönü, Alpaslan Türkeş, Bülent Ecevit, Necmettin Erbakan, Süleyman Demirel,
Turgut Özal, Tansu Çiller, Mesut Yılmaz, Devlet Bahçeli, Deniz Baykal ve
Doğu Perinçek ile şu an itibarıyla milli merkez başkanı Hüsamettin Cindoruk
değil mi? Tarihe, tabiata ve millete ihanet ederek AKP’de yuvalanan eski
Demokrat Parti, AP, DYP ve özellikle Anavatan Partililere ne demeli? Hani
siyasi ahlâk ilkesi., Yüksek insanlık onuru., Milli dava, namus, şeref ve
misyon haysiyeti nerede?..
-
MİLLET VEKİLİ Mİ?..
parlamenter mi?..
-
Bırakın Türkiye’yi, dünyanın
en dinsiz, (dini anlamda) ahlâksız ve ateist ülkelerinde bile, Millet
Parlâmentoları’nda temsil görevi yapan kimseler millete vekâleten ve bizzat
millet adına vazife icra ve ifa ederler. Hareket tarzları tıpkı bir “vekil
avukat” durum ve derecesinde olup; Asla had ve hudutlarını aşmazlar.
Objektif ve orijinali bu; Peki bizimkiler neyin nesi?..
- Neden ve niçin Türkiye Cumhuriyeti parlâmenterleri bir
Cumhurbaşkanı adayı ileri sürebilme, bizzat aday olma veya istediklerini (ya
da isteyeni) aday gösterebilmek uğruna medeni cesaret ve fazilet
gösteremediler?. Durumdan şikâyetçi olup; 6271 sayılı yasayı suç unsuru
olarak gösterenler; Mezkür yasa 2011 ve 2012 yıllarında görüşülürken “akıl
tutulması ile malul” idiler?, veya akıl ve mantık melekeleri, idrak ve
basiret becerileri uçup mu gitmişti?
- Beka, basiret, ilim ve ferasetten nasipsiz eşhasın
oralarda işi ne?
- YÜKSEK YARGI NEDİR?..
-
Diğer taraftan; Ancak ve
sadece adalet, hakkaniyet ve hukukta hata yapmayacak kadar ilim, ahlâk,
kıdem, ehliyet, ilke, şahsiyet, haysiyet, yüksek karakter; Yani liyakat
sahiplerinin görev yapabilecekleri “hak, adalet ve hukuk” hanelere YÜKSEK
MAHKEME denilir. Türk Milleti’nin yüksek hars’ı ve asırlarca dünyayı idare
etmiş medeniyetinin gerçeği ve değişmez geleneği, düsturu budur.
-
Her ne kadar; Bu tarihi
gelenek ve genetik gerçek doğrultusunda, sadece yüksek ilim, ahlâk ve
fazilet sahipleri Hukukçu (Hâkim, Savcı, Avukat), Ast. Subay, Subay, Polis
ve Millet Memuru olabilirken (Osmanlı/Enderun ve İngiltere/Exeter örneği),
1960’dan sonra her önüne gelenin her yere girebildiği her makama aday
olabildiği (vaktiyle Türk Ordusuna silâh çekmiş bir eşkıyanın Cumhurbaşkanı
adayı olması) bir memleket büyük bir hesabın arifesindedir.
- Çünkü artık bu ülkede yüksek mahkemeler adalet,
hakkaniyet ve hukuk üretemiyor.
-
Şimdi söyleyin bakalım:
-
YSK neden adil değil
acaba?
- BİR MESELE VAR!..
-
“Bizim halkımız vicdan
sesini dinlemek istemiyor çünkü çok materyalist (toplumsal şizofreniye
yakalanmış, paralize olmuş ve insani değerler yönünden mutasyona uğramış)
olmuş durumda. Çok bencil (cahil, aciz ve zavallı) bir milletiz biz. Bu
memleketin; bilim adamından, ekonomistten, iyi siyaset adamından ziyade,
vicdanının sesini çekinmeden ortaya koyabilen, gerçekten yürekli, gerçekten
sevebilen insanlara ihtiyacı var. Bizim para, bilgi, şöhret, sandalye
severlere değil, birtakım menfaatler uğruna “üç maymunları” oynayan
insanlara değil, tam tersine vicdan sesini ifade etmeye çalışan, seven, uyum
sağlayan, ortak alan kurabilen insanlara ihtiyacımız var. Bizim asıl
sıkıntımız buradadır.” (Evrensel İnsan; Ergün Arıkdal-Ruh ve Madde
Yayınları, Sayfa: 222)
- NETİCE OLARAK:
-
1. Türkiye Cumhuriyeti
öncelikle ve derhal “milli para karşılığı teminat” olarak dolar göstermekten
ve Merkez Bankası dolar rezerv etmekten vazgeçmek ve eskiden olduğu gibi
“rezerv altın” uygulamasına geçmek zorunda ve durumundadır. Ayrıca, Merkez
Bankası’nca belirlendiği açıklanan “politik faiz” reel ekonomi ve iktisat
biliminde bulunmayan bir utanç, ayıp ve yüz karasıdır. Bu suiistimalden
derhal vazgeçilmelidir.
-
2. BOP, kesinlikle Türk ve
İslâm âleminin aleyhinedir. Türkiye bu menfur projeye taraf olmaktan acilen
kurtulmak; Türk medeniyeti ve Türkiye Cumhuriyeti’nin en büyük ve amansız
düşmanı olan AB’yi terk etmek, Gümrük Birliği’nden çıkmak zorundadır.
1960’dan günümüze “millet iradesinin devlet idaresinde hükümferma olmaması”
nedeniyle siyasette hâsıl olan güdümlülük, siyasi şirketçilik ve din
ticareti olgusu büyük tahribatlara yol açmış bulunmaktadır. Bunun çaresi
medeni, ilmî ve objektif siyasettir. Vesayet kovulmalıdır.
-
3. Şu an dünyayı alçakça
sömüren:, Adalet, İnsan Hakları, Demokrasi ve Evrensel Hukuk kurumlarını
kendi çıkarına kullanan NATO, BM, AİHM, LAHEY ve sair emperyalist kurumlarla
ilişki, bağlılık, mütekabiliyet ve “insanlık davası, küresel adalet ve
evrensel barış” yönünden etkinlik ve yarar durumlarını dikkate alarak yeni
politikalar ve yeni tercihler ileri sürmelidir… İsrail’in, insanlık dışı
saldırı ve alçakça soykırımlarından birini daha bu mel’un teşekküllerin gözü
önünde yaşamaktayız. Şerefsiz ve soysuz mütegallibe durumundaki İslâm ülkesi
diktatörleri ise lâf-ı güzaftan gayri önemi olmayan şarlatanlık ve
şaklabanlıktan başka bir şey yapamıyorlar. Bu bir insanlık utancı ve “BM
GÜVENLİK KONSEYİ SUÇUDUR” Şimdi bu melânet, şer ve şeamet suç örgütlerinde
kurtulmanın tam zamanıdır.
-
4. Türkiye Cumhuriyeti
Devleti; 11 Kasım 1938 ve 27 Mayıs 1960 karşıdevrimlerinin yıkıcı
etkisinden, kirlilik ve çöküntülerinden kurtulmak; İş bu makalede
bahsettiğimiz şekilde bir hesaplaşma ve yüzleşme ile iade-i itibar ve güven
tazeleme cihetine gitmek zorundadır.
-
5. Bu meyanda: Öncelikle ve
evvelâ kuvvetler ayrılığı ilkesi tahkim edilmeli:, Adalet siyasetten
kesinlikle ayrılmalı:, Siyasi Partiler ve seçim yasaları çöpe atılıp mevcut
rezilliğe son verilerek:, Milletin kendi vekilini seçmesi ve şaibeli siyaset
şirketlerinin kapatılarak, halkın “doğru, dürüst, demokrat, saydam” kitle
partilerine kavuşması sağlanmak zorundadır.
-
Türk Vatanı, Güvenlik-Esenlik Yurdu, Demokrasi, Lâiklik, Adalet ve Huzur
İkliminin hırsızlık, rüşvet, gasp-irtikap, iltimas, ayırma-kayırma, anarşi,
terör-tedhiş, haksızlık, görevi ihmal, suiistimal, sahtecilik, namussuzluk,
kanunsuzluklara tahammülü yoktur. Artık mel’un kötülük
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
44 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
ELLİ İKİNCİ (52). YILINDA
“DİN LİSANINDA EZAN”
|
|
-
-
Bu toprakların gerçek sahibi kadim Müslüman Türklerin,
(1941-1950) 10 yıl hasretini çektiği Ezana yeniden
kavuşmasının üzerinden 52 ve/veya 63 yıl geçti.
-
Büyük hasretin giderilmesine hizmet edenlere Rahmet osun.
-
Anayasal vatandaşlığın temel hakkı olan “Din ve Vicdan
Hürriyetini” kısıtlayıp halka sebepsiz yere manevi huzursuzluk
veren, “Ezanın Din Lisanında” okunmasını TCK hükmü ile
yasaklayan kanun; 9. Dönem TBMM’nin Anayasa’ya sadakat ve
samimiyetle bağlı, vatan ve millet sevdalısı; Vatanperver
Milletvekillerinin yasama iradeleriyle kabul ettikleri 5528
Sayılı Kanun hükmü ile.; 16 Haziran 1950’de yürürlükten
kaldırıldı.
-
Türkiye’nin 1946’da gerçekleşen halk hareketi (Beyaz İhtilâl)
ile çok partili siyasi hayata adım atmasıyla beraber;, Önceden
dayatılmışlar dâhil dayatılan türlü siyasi ve sosyal tasarım
projeleri karşısında eğilmeden, kanun yollarında yürümeye
sadakat göstererek sürdürülen destansı demokratik bir mücadele
ile açığa çıkan 14 Mayıs 1950 Milletvekili Genel seçimi
iradesinin; ülkede kapılarına kilit vurulmuş pek çok
yoksunluk için anahtar olduğu ışıltılı bir gerçektir.
-
7-12 Haziran 1945’in denetim (milli murakabe) talebi ve
antidemokratik ortam ile mücadele hareketi; 7 Ocak 1946’da
Demokrat Parti adını aldığında, önüne dikilen çok sert,
dayatmacı, antidemokratik ve statükocu yapıya teslim olmamak
için bir çare bulmayı, önemli ve acil ana dava olarak gördü ve
büyük bir isabet ile “Hürriyet Misak-ı” ve “Sine-i Millet”
kavramları ile donandı.
-
Türkiye’nin İstiklâl Savaşından sonra ilk ve tek halk
hareketinde; Özne’nin bizatihi Millet olduğu yürüyüşe önderlik
edenler ve bu harekete vücut verenler, ülkedeki sessiz ve yük
taşıyan kesimin hücrelerine nüfus ettirilen samimi ve saf
fikir hareketinin bayrağını taşırken; varlığı insan için temel
hak gören bakış açıları ile ülkenin ve milletin yoksunluk
envanterini kolayca belirledi. Sorunlar, “objektif ve
orijinal alternatifleri; Namuslu, dürüst ve demokrat çözüm
yolları” en açık, net ve dürüst biçimde ortaya konuldu.
-
Diyanet İşleri Başkanlığı 18 .VII.1932 tarihinde
yayınladığı bir tamimle yeryüzünün her yerinde
Müslümanlar için namaza çağrı olan Ezan’ın Din Lisanında
okunmasına yeni ve değişik bir usul getirdi ve Ezan yerine bir
kurul tarafından belirlenen Türkçe namaz çağrısının okunmasını
tavsiye etti. Deneme mahiyetinde bir sosyal tasarım projesi
olarak ortaya atılan ve Müslüman halka Türkçe Ezan okunmasını
ihtiva eden proje;, Başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere
Müslüman halk tarafından benimsenmediği için öneri uygulamaya
geçmedi...
-
1937 yılında Celal Bayar’ın Başbakanlığı döneminde Din
Lisanında Ezan okunmasına yönelik eğilimler neredeyse yok oldu
ve unutuldu. Ancak, çok arzu edilmesine rağmen Hatay meselesi,
Atatürk’ün hastalığı ve TBMM’de yeni bir irade olmaması
nedeniyle Ezan hakkında arzu edilen değişikliğe gidebilmek
mümkün olamadı ve Türkçe Mealli ezan okuma adet’i yer yer
sürdürüldü. 1939’da Celal Bayar’ın Başbakanlıktan ayrılmasını
müteakip;, C. Halk Partisi tarafından “sosyal
- tasarım projesi” olarak
uygulanan Türkçe Ezan okunmasını topluma nüfuz ettirmek için
Din Lisanında Ezan okuyanların ceza yaptırımı görüşü hükümeti
nezdinde hayli ağırlık kazandı. 1941 senesinde TCK’nın MD -526
TBMM’de değiştirildi ve Din Lisanında Ezan ve Kamet
okuma suç kabul edildi ve bu suçu işleyenler için hapis
ve para cezası kondu. Ülkenin Camilerinin Minareleri için için
ağlıyordu… Merhum Celâl BAYAR der ki: “1. Dünya
savaşından sonra el atılan sadece para - pul olsaydı, hatta
sadece İstanbul’da bir hükümranlık peşinde olsalardı, “kader”
der İstanbul’un o zaman ki iradesine boyun eğer, belki
de hiç sorgulamazdık. Ama ne zaman mukaddesatımıza, dinimize,
namusumuza, toprağımıza el attılar; İşte o zaman, İstiklâl
Savaşı (milli mücadeleye) karar verdik. Alçak ve menfur
düşmanlar İzmir’e ve Ege’ye göz diktiler. Kur-an’a el attılar,
Ezanı susturdular. İşte o zaman silahlı mücadeleye karar
verdik’’
-
HASRET BİTTİ, KUTLU VUSLAT’A VARILDI
-
14 Mayıs 1950 günü seçimleri kazanarak, emsalsiz bir halk
hareketi ile iktidar olan DP ve Menderes Hükümeti; 9. Dönem
TBMM 16 Haziran 1950 günü saat 15’te, TBMM Başkan Vekili,
İstanbul Milletvekili Fuad Hulusi Pemirelli, Manisa
Milletvekili Muzaffer Kurbanoğlu ve Bursa Milletvekili Raif
Aybar kâtipliğinde toplandı. 1. Menderes Hükümetinin TBMM’ye
sevk ettiği TCK MD-526 değiştirilmesi hakkında kanun tasarısı
ile Kayseri Milletvekili İsmail Berkok ve 13 arkadaşı ve Tokat
Milletvekili Ahmet Gürkan’ın önerge ve teklifler hakkındaki
Adalet Komisyonu raporu gündemiyle TBMM’nin 9. oturumu açıldı.
İçtüzükte Adalet Komisyonu raporunun TBMM’de gündeme alınması
için 48 saat geçmesi hükmü gereği ilk olarak İstanbul
Milletvekili Başvekil Adnan Menderes söz aldı ve Genel Kurula
“Muhterem arkadaşlar; Arapça ezan hakkında Demokrat Parti
Meclis Grubunda verilen kararın gazeteler ve radyo ile
yayınlanması neticesinde kanuni mâniin kaldırılmış olduğu
telâkkisinin hâsıl olması ve bâzı vatandaşların Arapça ezan
okuması muhtemel olduğu için bu bap/ta Hükümetçe Meclise sevk
etmiş olduğumuz Kanun teklifinin bugünkü gündeme alınmasını ve
öncelikle müzakere edilmesini yüksek tasvibinize arz ediyorum”
dedi.
- Başvekil
Adnan Menderes’in konuşması ardından oturumu yöneten Başkan,
teklifin gündeme alınmasını oylamaya sundu ve yasa önerisi
gündeme alındı. Ezanın Din Lisanında Okunabilmesi serbestisi
getirecek kanun teklifinin müzakerelerinde ilk sözü;
Cumhuriyet Halk Partisi Trabzon Milletvekili Cemal Eyüboğlu
aldı ve ‘Hükümetin bugün huzurunuza getirdiği
kanun tasarısı hakkındaki C. H. Partisi Meclis Grubunun
görüşünü arz ediyorum: “Bu memlekette Millî Devlet ve Millî
şuur politikası, Cumhuriyetle kurulmuş ve C. H. Partisi bu
politikayı takip etmiştir. Bu politika icabı olarak ezan
meselesi de bir dil meselesi ve Millî şuur meselesi telâkki
edilmiştir. Millî Devlet politikası, mümkün olan her yerde
Türkçenin kullanılmasını emreder. Türk Vatanında ibadete
çağırmanın da Öz dilimizle olmasını daima tercih ettik. Türkçe
ezan, Arapça ezan mevzuu üzerinde bir politik münakaşa açmaya
taraftar değiliz. Millî şuurun konuyu, kendince halledeceği
inancıyla Arapça ezan meselesinin ceza konusu olmaktan
çıkarılmasına aleyhtarı olmayacağız” dedi.
-
Demokrat Parti Gurubu adına Seyhan Tekelioğlu: “Sayın
arkadaşlar; Atatürk her şeyi Türkçeleştirmek kaidesini ortaya
attığı zaman acaba İslâm dinine ait olan kitapların Türkçeye
tercümesi mümkün müdür diye bir tecrübeye başvurulmuştu. Bu
meyanda ilk olarak ezan’ın Türkçe okunması düşünüldü.
Atatürk’ten sonra ise Arapça ezan okuyanı tecziye etmek üzere
de bir ceza müeyyidesi olarak, Ceza Kanununa bir hüküm kondu.
Arkadaşlar; şayet Atatürk sağ olsaydı hiç şüphe yok ki, o da
bu büyük Meclisin düşündüğü gibi düşünecek, elimizdeki Allah
Kanununun Türkçe ile tercümesine imkân olmadığını, din
ulemalarının vermiş olduğu karara göre, anlayacak ve ezanı din
diliyle okutacaktı.
- Arkadaşlar; Atatürk inkılâbı
gazetelerin yazdığı gibi umdesi değil, Atatürk memlekette
yapmış olduğu inkılâpların millet tarafından hazmedilmesini
esas olarak kabul etmişti. Bu bir dil meselesi değil; Allahû
Ekber ile Tanrı Uludur kelimeleri ikisi bir manâya gelmez.
Biz eski zamanlara ait kitapları okursak, birçok tanrılar
olduğunu görürüz, yağmur tanrısı, yer tanrısı, ve saire.
Binaenaleyh Tanrı Uludur deyince bunların hangisi uludur?
Binaenaleyh İslâm dini, Müslüman dili kaidelerine göre
camilerinde ancak din dili ile olur. Ve bunu da memleketin
yüzde doksan sekizi, bizi seçenler, bizden istemişlerdir.
Kaldı ki, Hıristiyanlar bile bir ölümü ilân için çan çalarlar,
onlar çan çalınırken çanın ne demek istediğini anlıyorlar.
Müslümanlar bir sala sesi duymuyorlardı. Dışardan Türk dili
ile ezan okunurken, içerde yine din dili ile Kuran okumaya
müsaade ediliyordu. Binaenaleyh arada birbirine uymayan, zıt
esaslar vardı.
-
Ben Menderes Hükümetine ve Hükümetin istinat etmiş
olduğu milletin reyi ile mutlak reyi ile buraya gelen DP
milletvekillerini tebrik ediyorum…”
-
Sonuçta: TBMM'nin 16 Haziran 1950 tarihli oturumunda görüşülen
tasarı alkışlarla yasalaştı ve 17 Haziran 1950'de resmi
gazetede yayınlanarak yürürlüğe girdi….
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
45 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
EN KARA GÜN; 16 –
17 EYLÜL |
“Şehit Başvekil Merhum Adnan Menderes; Polatkan ve
Zorlu anısına”
Adnan Menderes 1899’da
Aydın’da doğdu. Anne ve babasını küçük yaşta kaybetti.
O'nu Anneannesi büyüttü. Tahsiline İzmir İttihat ve
Terakki Mektebi’nde başladı; Kızılçulu Amerikan
Koleji’nde okurken misyonerlerle başı derde girdiği
için, devlete müracaat ederek, Misyonerler hakkında
şikâyetlerde bulundu. Makamlardan birinin başında
Celal Bayar vardı. Bu vesileyle Celâl Bayar’la
tanışmış oldu.
Ankara Hukuk
Fakültesi’ni bitirdi. Birinci Dünya Savaşı sırasında
yedek subay olarak askerliğini yaptı. Aydın’da Kuvva-i
Milliye bağlamında Ayyıldız Çetesi’ni kurdu. Daha
sonra Söke’de Piyade Alay Yaveri olarak savaşa
katıldı. İstiklal Madalyası aldı. Ali Fethi Okyar’ın
1930’da kurduğu, ancak kısa sürede kapatılan Serbest
Fırka’nın Aydın Teşkilatı'nı teşkille İl Başkanı oldu.
İl Başkanı iken Mustafa Kemal Atatürk tarafından
hususi olarak ziyaret edildi.
Nezaketen ve çok kısa
süreli olarak plânlanan ziyaret saatlerce sürdü.
Serbest Fırka kapatılınca Halk Partisi’ne girdi.
Mustafa Kemâl Atatürk’ün emir ve isteği ile 1931’de
Aydın Milletvekili seçildi. 1945’e kadar TBMM’de
komisyon Raportörlüğü yaptı.
Saracoğlu Hükümeti’nin
getirdiği Toprak Kanunu Tasarısı'nı şiddetle
reddederek, komisyondan istifa etti. Yaptıkları
muhalefetten dolayı, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü
ile birlikte CHP Disiplin kurulunca 12 Haziran 1945’te
ihraç edildi. Celal Bayar da hem partiden hem de
Mebusluktan istifa etti. Bu hareketler DP’nin 7 Ocak
1946’da kurulmasına sebep oldu. 1946 seçimlerinde
Kütahya Mebusu olarak meclise girdi. Celâl Bayar’dan
sonra Demokrat Parti içindeki ikinci adam durumu ve
konumuna geldi.
14 Mayıs 1950 seçimlerinde DP oyların
53,5’ini alarak iktidara geldi. 10 senelik iktidarın
tek başbakanı olarak döneme damgasını vurdu. İktidarı
zamanında 5 hükümet kurdu. Bu zaman içinde Türkiye’nin
iç ve dış siyasetinde büyük gelişmeler oldu.
Sanayileşme ve şehirleşme hamlesi başladı, köye makine
girdi, ulaşım, enerji, eğitim, sağlık, sigorta ve
bankacılık yeniden başladı. Türkiye adalet, hukuk ve
kalkınma kavramıyla tanıştı.
27 Mayıs 1960 tarihinde yapılan
darbeyle iktidardan indirildi. Yassıada’ya hapsedildi.
Milli Birlik Komitesi tarafından kurulan Yüksek Adalet
Divanı’nca (!) idama mahkûm edildi. Yassıada'da
tutuklu bulunduğu sırada çok zalimce ve insanlık dışı
işkencelere maruz kaldı. Duruşmalarda İzzet-i nefsi
ile oynandı. Hapishanede sürekli rencide edildi.
ATATÜRK'ÜN SÖZÜ VE CHP MACERASI
Türk demokrasi tarihinin en önemli
şahsiyetlerinden olan Adnan Menderes 1930’da katıldığı
Serbest Cumhuriyet Fıkrası feshedilince, Celal
Bayar'la görüşerek, Cumhuriyet Halk Fırkasına girdi,
en sonunda da Mustafa Kemal'in "Bugün konuştuğum genç,
elbette burada bizim parti mutemetleri ile çalışamaz.
Şayan-ı dikkat bir gençtir. Gün gelecek bu ülkede
Demokrasi’yi kurmak şerefi ona nail ve nasip
olacaktır" cümlesi ile takdir ve beğenisini
kazanmıştı. 1931 yılında Atatürk’ün emir ve direktifi
ile CHF Aydın Milletvekili seçildi, 1945 yılına kadar
CHF Milletvekilliğini sürdürdü. Adnan Menderes o
dönemi şöyle anlatır:
"Atatürk zamanında ben, Aydın'da
Serbest Fırka'nın reisiydim. Fethi Bey bizzat Aydın'a
gelerek, Serbest Fırka ile meşgul oldu. Aydın belediye
seçimlerini kazandım. Gayet dürüst bir mücadeleye
giriştim. Halk Fırkası’nın lider ve ileri gelenleri
ile tanışıyordum. Ama CHF'na, onların rica ve ısrarına
rağmen girmedim... Fethi Bey'in partisi, malum şartlar
altında feshedildi. Memlekete derin bir teessür hâkim
oldu. Halk Partisi kendini toparlamak istedi.
Vilayetlere heyetler gönderildi. Bu arada İzmir ve
Aydın'a da, Celal Bayar riyasetinde bir heyet geldi...
Ben bu heyetle bir hafta temas etmedim. Nihayet, Celal
Bayar tanıdığım ve hürmet ettiğim bir zattı. Vasıf
Çınar İttihat ve Terakki’den hocamdı... Ve temas
nihayet temin edildi. Bu muhterem zatların ibram ve
ısrarı üzerine, Halk Partisine girerek, fikirlerimizi
parti içinde müdafaa etmek muvafık olacaktı. O zamana
kadar CHF’na karşı çekingen davranan ve mütereddit
tanınan arkadaşlarla, bu partiye girdik.”
27 MAYIS’DAN 17 EYLÜL’E…
27 Mayıs 1960, sabah saat 04: 36'da
Ankara Radyosu'ndan yapılan bir anons, nefesini tutan
insanları bir anda heyecanlandırdı. Tek haberleşme
aracı olan devlet radyosundan evlere ulaşan menfur bir
yalandan ibaret anonsta, ''Bugün, demokrasimizin içine
düştüğü buhran ve en son müessif hadiseler
dolayısıyla, kardeş kavgasına meydan vermemek
maksadıyla; TSK, memleketin idaresini eline almıştır''
deniliyordu..
Böylece Türk halkı
darbe ilk defa tanışmış oldu.
Reis-i Cumhur Celal
Bayar Çankaya Köşkü'nde; Başbakan Adnan Menderes
Kütahya'da tevkifle gözetim altına alındı. Bakanlar
Kurulu ve Tahkikat Komisyonu üyeleriyle DP
milletvekilleri de bulundukları mekânlardan toplanarak
Harp Okuluna götürüldüler.
Demokrat Parti
iktidarı ile iyi ilişkiler içinde bulunan dönemin
Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun başta olmak üzere;
Üst rütbeli binlerce asker ve bürokrat derhal
cezaevlerine konuldu. Ülkede ilan edilen sıkıyönetim
sonucu tüm DP milletvekilleri, üst derecedeki
bürokratlar ve polis şefleri tek tek evlerinden
alındı.
Demokrat Parti’li
siyasiler yargılanmak üzere Yassıada'ya gönderildiler.
Darbecilerin emir ve kademe zinciri dâhilinde hareket
eden sözde mahkeme haklarında idam hükmü verdi ve 16
Eylül 1961 günü Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile
Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve 17 Eylül 1961 günü
Adnan Menderes alçakça asılarak idam edildiler.
Rûhları şâd olsun. Nur
ve huzur içinde yatsınlar. Allah (CC) Rahmet eylesin.
MENDERES'İN SON DAKİKALARI
İmralı'ya gelindiğinde, memleket
içinde ve dış basında sıhhi durumu hakkında türlü
spekülâsyonlara yol açan Menderes, iskeleden konulduğu
misafir salonuna kadar çiçek tarhları arasındaki 100
metrelik yolu hiç kimsenin yardımı olmadan rahatça
yürüdü. Ayrıca misafir salonu ile darağacı arasındaki
80 metrelik yolu da, gene aynı rahatlıkla kat etti.
İmralı Adasının
etrafında ve içinde Örfi İdare Kumandanlığınca sıkı
emniyet tedbirleri alınmıştı. İmralı Adası etrafında
donanmaya mensup tekneler, içinde de deniz, kara ve
hava askerleri görülmekteydi. Menderes'e MBK.'nin
tasdik kararı, kendisine tahsis olunan misafir
salonunda tefhim edildi. Cumartesiyi Pazar’a bağlıyan
gece saat 01.30'da Zorlu ve Polatkan için yapılan
formaliteler, Menderes için tekrarlandı. Menderes
Egesel'i dinlerken korku ile sarsıldı. Fakat zamanla
kendisini toparladı. Oturduğu yerde kamburunu
çıkararak oturdu. Son arzusu sorulduğu zaman bir
sigara istedi. Verilen Yenice sigarasını içerken
şunları söyledi:
“- Dünyadan ayrıldığım
şu anda, ailemi ve çocuklarımı şefkatle andığımı
kendilerine bildirin. Vatanı ve milleti Allah refah
içinde bıraksın.” Menderes, sabaha karşı saat 02.31'de
Zorlu'nun ipe çekildiği darağacında asılarak idam
edildi. Aynen Zorlu ve Polatkan gibi, idam ve infaz
edilmek için darağacına götürülürken, bilekleri
arkasına bağlanmıştı.
“27 Mayıstan bir gün sonra 28 Mayıs günü,
ABD Ankara Büyükelçisi Warren, darbe lideri Cemal
Gürsel’in yanına Selim Sarper ile aynı arabada
gidiyordu. Sarper, C. Gürsel’in yanına ABD Büyükelçisi
ile girdi. Bu görüşme meyvesini çabuk verdi. Cunta
kölesi kurucu meclis’te hükümetin Dışişleri Bakanı
Fahri Korutürk altı saat sonra görevden alındı ve
yerine Selim Sarper getirildi. 1961’de CHP’den
milletvekili atanan Sarper, İnönü hükümetlerinde de
Dışişleri Bakanlığı görevini yürüttü.
Yıllar sonra gizliliği
kalkan ABD Diplomatik Belgeleri, Sarper’in Dışişleri
Bakanlığı döneminde ABD lehine casusluk yaptığını ve
Devlet Başkanı Cemal Gürsel hakkında ağır ifadeler
kullandığını gösteriyordu. Dışişleri Bakanı Sarper,
kendi Devlet Başkanı için ABD’ye “That Gursel was not
a great brain” yazıyordu. İsmet İnönü’nün hep yumuşak
elini sırtında hissettiği Sarper, TC’nin Dışişleri
Bakanı mıydı?, yoksa ABD’nin Türkiye temsilcisi mi çok
tartışılır. Sarper Dışişleri Bakanlığı döneminde
SSCB’nden gelen her türlü normalleşme talebini hem
derhal ABD’ye bildiriyor, hem de etkisiz kılıyordu.
Sarper en son 1965 ‘de
CHP milletvekili seçildi. 1968 yılının Ekim ayında
öldü.”
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
46 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
EREĞLİ ÇÖL OLMASIN! |
-
-
Konya’nın Ereğli ilçesi 1980’lere kadar
hayalleri zorlayacak harikulâde bir güzellikte idi. Yöresel tabirle dere,
akar, çay ve arklarla kılcal damarlar gibi örülmüş son derece verimli,
işsizlik sorunu olmayan, insanları sağlıklı, neşeli, huzurlu-mutlu, nüktedan,
gelecekten umutlu hayat dolu yemyeşil, cennetsi bir efsane şehir vardı. Sonra
mı? Okuyunuz lütfen!...
-
Ülkemiz ve dünyanın en güzel şehirlerinden
biri olan (Konya) Ereğli'nin en önemli ACİL ve güncel sorununa değerli ilgi ve
dikkatlerinizi çekmek istiyorum…
-
Bilindiği üzere Ereğli en az 5000 yıllık kadim
bir yerleşim merkezidir.1985’ e kadar şehirden geçen akarsu ve Roma
İmparatorluğu zamanında açıldığı bilinen “toprak kanallar” (Ereğli ağzında
“arklar”) sayesinde İç Anadolu’nun yemyeşil, mümbit, masalsı ve cennetsi bir
yöresiydi. Öyle ki, “Yeşil Ereğli” den bereket fışkırır, taşı toprağı değer
üretir, insanları sağlık, mutluluk, refah, zenginlik ve barış içinde
yaşarlardı.
-
Zira, ilçeye hayat veren ve insanlara bolluk
ve bereket bahşeden ark, akar ve dereleri (can suyu) vardı. Rivayete göre
İvriz’den fışkıran bu su, Hazreti Ali (RA) tarafından, asırlar önce,
susuzluktan kıvranan bölge halkına mucize kabilinden bir armağandır.
Dolayısıyla Ereğli, Selçuklu ve Osmanlı döneminde yaklaşık 500 yıl Mekke’ye
vakıflık yapmış olup; kaynaklar ve halk arasında yaygın anlatımlara göre
Zemzem suyunun yeryüzündeki ikinci zuhuru Ereğli’dedir ve “Erkili” efsanesine
konu pınarın burada olduğu bilinir. Yani Ereğli, aynı zamanda kutsiyet izafe
edilen bir yerdir.. Bazı seneler, Bahar ve Sonbahar aylarında gelen seller,
bazen de 'mirav' ların su dağıtım rejiminde yarattığı sorunlar nedeniyle;
1970’ lerde İvriz Barajı Ereğlililerin rüyası haline geldi. O dönem
politikacıları “baraj” vaat ederek oy isterlerdi. Sonuçta beklenen oldu.
1985’te İvriz Barajı açıldı. Ama inanılmaz (haksız ve hukuka aykırı) cebri bir
kararla Ereğli’nin ana dere, akar ve arklarından akan “can suyu” birdenbire
kesiliverdi. Önce, binlerce yıllık, Ereğli’ye hayat veren, gençlerin yüzdüğü,
tarla, bağ-bahçe, güzelim ağaçlık alan ve çayırların sulandığı, sıcak yaz
günlerinde ailelerin piknik yaparak çevresinde dinlendiği, hayat ve bereket
kaynağı, binlerce emsalsiz güzellikle birlikte akarlar, ark’lar ve dereler
kurudu, hâttâ, zamanla üstleri kapatıldı. Dolduruldu. Asfaltlandı...
-
Sonrada, “Yeşil Ereğli” kubbe de bir hoş seda
veya mazide muhteşem bir hatıra gibi gözler önünden silinmeye, yok olmaya,
kuraklığın pençesinde ıstırapla kıvranmaya, için için ölmeye ve çölleşmeye
başladı! …2008 de, gelinen durumu özetleyecek olursak::
-
Türkiye’nin en lezzetli sebze ve meyvelerinin
yetiştiği bağ ve bahçeler kurudu. Son 5-6 yılda, Türkiye çapında haber olan
toz fırtınaları oluşmaya ve yoğunlaşmaya başladı. Bu fırtınalar esnasında
insanlar evlerine sığınmak, bir yerlere saklanmak ve kapanmak, kimi daireler
ve hastaneler boşaltılmak zorunda kaldı. Henüz çağla iken meyveler,
olgunlaşmadan çeşit çeşit sebzeler 'çok hazin ve içler acısı bir manzara
sergileyerek' susuzluktan dallarda kurudu. Yer altı su seviyesi 8-10m de iken
80-100 m ye indi, Ortalama yıllık yağış can suyu kesilmeden önceki 23 yılda
315 mm iken sonraki 23 yılda 287 mm oldu (% 8,9 azaldı); yeşil alanlar
kuruduğu, meyvelik, selvilik ve söğütlükler kesildiği, yeşil örtü yok edildiği
için yağmur bulutları ‘yağmura” dönüşmeden Ereğli’yi terk etmeye başladı.
Ortalama sıcaklık arttı. Eko sistem bozuldu. Mevsimler özellik, tazelik ve
güzelliklerini yitirdi. Eski Bahar’lar ve efsanevi (şairane) Sonbahar’lar
kalmadı. Kış’lar çok kurak, inadına soğuk ve çekilmez-dayanılmaz, tahammül
edilmez hale geldi. Ereğli'nin gülen yüzünün yerini, sert ve haşin, acımasız
ve zalim doğa koşulları aldı. Dünyanın sayılı sulak alanları ve kuş
cennetlerinden biri olan meşhur Ereğli Sazlıkları (Akgöl)’ün alanı 21500hk dan
3000hk a indi, geçmişte önemli sayıda üreyen özel kuş türlerine artık
rastlanmamaktadır. Hayaller, eski fotoğraflar ve hafızalarda yaşayan
güzellikler yok oldu. Ereğli resmen ve fiilen çölleşme başladı…
-
Bu çevre ve doğa katliamının sorumlusu,
sanıldığı gibi İvriz Barajı değildir. Yanlış ve bilinçsiz, haksız ve hukuksuz
uygulanan su yönetim planıdır. Halen geri dönüş mümkündür. Kayıplar telâfi
edilebilir ve şehir tekrar kazanılabilir. Velev ki, kurtarılmak istensin!..
-
Gerçekte ülkemizin ekolojik denge sorunu çok
büyük. Yerine göre çok kritik ve telâfi edilemez boyutlara dayanmış durumda.
Eko sistem çekilmekte, çökmekte, iklim değişmekte, onursuz-sorumsuz, cahil ve
bencil ‘beton yığınları dikmeyi kalkınma sanan” şehir eşkıyaları ve çıkar
odaklı neo-yönetim unsurları yüzünden Türkiye, acil-vahim bir doğa felâketiyle
karşı karşıya gelmiş bulunmaktadır..
-
İşte, Konya’nın Ereğli ilçesi de bu kritik
yerleşim ve yaşam alanlarından biri..
- Ancak önce genel duruma, AB ve dünya ya ‘mukayeseli bir bakışla’ göz atmak
gerek.
-
Dünya’da ‘başka Türkiye yok’ söylemi ne anlama
gelmektedir? Şöyle bakalım bir.:
- “Tüm Avrupa’da 12 bin çeşit bitki türü var. Türkiye’de bu rakam 9000.,
Dünyada her yıl 16 milyon hektar orman alanı yanmakta. (82 Nijerya kadar) Son
30 yılda dünya orman örtüsünün beşte biri yok oldu. Yetişmiş bir ağaç günde 17
kişinin oksijen ihtiyacını karşılıyor ve 22.5 kilogram karbondioksiti absorbe
ediyor. Sadece dünya kâğıt tüketiminin yarısı geri kazanılabilse, yılda 8
milyon hektar orman alanı korunabilir. Günümüzde dünya dakikada 21 hektar
orman alanı kaybediyor. Böylece fert başına her yıl doğaya 7 ağaç
borçlanmaktayız. Çünkü bir yıl içinde kullandığımız kâğıt- kartonlar ve ayrıca
yaşamsal ihtiyaçlarımız için 7 adet ağaç tüketmekteyiz. Bir Avrupalı yılda
ortalama 300 kg. kâğıt ve kâğıt ürünü tüketmekte. Dünyada her yıl kâğıt
tüketiminin yarısı geri kazanılsa Türkiye büyüklüğünde bir ormanlık alan yok
olmaktan kurtarılabilecektir. Bunu asırlar öncesinden gören Fatih Sultan
Mehmet ne demiş? “Ormanlarımdan bir yaş dal kesenin, başını keserim” Ya
İslâm’ın son Peygamberi Hz. Muhammed? “Kıyametin koptuğunu görsen dâhi,
mutlaka bir fidan dik!” Ve bir Çin atasözü: “Herkes kendi kapısının önünü
temizlerse şehirler tertemiz olur” Sonuçta eko sistemle barışıklık anlamına
gelen ‘çevre koruma’ olgusu, bireysel görev ve sorumlulukla başlayıp, tüm ülke
ve arz’ı içine alan‘evrensel’ duyarlığı zorunlu kılmaktadır. İnsan’a düşen
görev önce ruhsal, sonra bedensel ve buna paralel çevre temizliğidir.
Çevrecilik sadece ‘temiz tutma’ anlamına gelmez. Aynı zamanda ekolojik sistem,
denge ve değerleri ‘doğal ortamda’ koruma, kollama, iyileştirme ve geliştirme
anlamını taşır.
-
Ki, başta Ereğli olmak
üzere, ülkemizde pek çok yörenin sorunu korumasızlık; Yasa dışı edinim,
kanunsuz temlik-tasarruf, Soygun-vurgun, rant kaygısı ve imar
yolsuzluklarıdır. . Dolayısıyla hemen harekete geçilmez ise Ereğli çok yakında
çöl olacaktır.
-
Unutmayın ki başlayan çölleşme ‘acil önlem
alınmadığı takdirde’ hızlanarak artacak ve “acil önlem alınmaması halinde” çok
geç olacaktır. Artık bekleyecek vakit mi var? Bu kötü gidişe son verilmez ise,
uzun vadede Ereğli’yi bekleyen diğer tehlike, şimdi tahminen 925 m (can suyu
kesilmeden önce tahminen 975m) olan yeraltı su seviyesinin, Tuz Gölü
seviyesinin (905 m ) altına düşmesi halinde ova köylerinde ilelebet tarım
yapılamaması ihtimalidir.
- EREĞLİ İÇİN; ACİL ÖNLEM ve ÖNERİLER:
-
DSİ, Belediye ve Özel İdare işbirliğinde İvriz
Barajı’nın su yönetim planı acilen ve derhal değiştirilerek Ereğli’ ye can
suyu yeniden verilmelidir. Bu halk için ‘doğal bir hak’, DSİ ve Belediye için
asli görev, tarihi vebal ve ivedi sorumluluktur. Akarlar ve binlerce yıllık,
“ark”lar tekrar açılmalıdır; (açma, temizleme ve dönüştürme işlemi günümüz
teknolojisiyle kolaylıkla mümkündür, çok kısa sürede gerçekleştirilebilir)
Ayrıca, 1965'lerde Göztepe'de olduğu gibi; yerel potansiyel, Ordu,
Okul-Öğrenci ve TEMA gibi kuruluşların desteği alınarak ve halkla işbirliği
yapılarak, bütünüyle Tont ve Toros yamaçları mutlaka ağaçlandırılmalıdır.
- Aslında mesele bu kadar basit, kolay ve ucuz olmakla; Yeşil Ereğli’nin çöl
olmasını önlemek, eski güzelliklere, yemyeşil ve bereketli topraklara tekrar
kavuşmak sadece sahiplik, duyarlık ve sorumluluk gerektirmektedir. Burada
duyarlık, bilinçli-sorumlu takipçilik halka; şehir medyasına; 29 Mart
adaylarına; Görev ve sorumluluksa, başta Çevre-Orman Bakanı, DSİ Genel Müdürü,
Kaymakam ve Belediye Başkanı’na düşmekte. Şimdi “Sosyal sorumluluk ve bilinç”
zamanıdır. Yeşil Ereğli’nin çöl olmaması dileğiyle, iyi, sağlıklı ve mutlu
günler…
-
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
47 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
ERMENİ İSYANLARI, SOYKIRIM VE
KATLİAMLARI |
-
-
Berlin Antlaşması'nın
imzalanmasını izleyen dönemde Ermeni sorunu iki yönde
gelişmiştir. Bunlardan ilki, Batılı devletlerin
Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki baskı ve
müdahaleleri; ikincisi ise, Anadolu, Suriye ve
Rumeli'de yaşayan Ermenilerin Anadolu'nun çeşitli
yerlerinde, özellikle Doğu Anadolu ve Klikya'da
yeraltında örgütlenmeleri ve silahlanmalarıdır. İlk
kışkırtmalar Rusya'dan gelmeye başlamış, Rusların bu
tutumu İngiliz ve Fransızları Ermenilerle daha çok
ilgilenmeye sevk etmiştir. Doğu Anadolu'daki İngiliz
Konsoloslukları'nın sayısı hızla artmış, ayrıca
bölgeye çok sayıda Protestan misyonerler
gönderilmiştir.
-
Bu kışkırtmalar
sonucunda Doğu Anadolu'da 1880'den itibaren çeşitli
Ermeni komiteleri kurulmaya başlamıştır. Ancak, yerel
düzeyde kalan bu komiteler, Osmanlı yönetiminden
şikayeti olmayan, barış ve refah içinde yaşayan Ermeni
halkının ilgisini çekmediğinden başarılı olamamıştır.
-
Osmanlı Ermenilerini
içeride kurulan komiteler yoluyla devlete karşı
harekete geçirmek mümkün olmayınca, bu kez Rus
Ermenilerine Osmanlı toprakları dışında komiteler
kurdurulması yoluna gidilmiştir. Böylece 1887'de
Cenevre'de sosyalist eğilimli, ılımlı militan Hınçak,
1890'da ise Tiflis'te aşırı, terör, isyan, mücadele ve
bağımsızlık yanlısı Taşnak Komiteleri ortaya
çıkmıştır. Bu komitelere, "Anadolu topraklarının ve
Osmanlı Ermenilerinin kurtarılması" hedef olarak
gösterilmiştir.
-
İstanbul'da örgütlenen
ve Avrupa devletlerinin dikkatlerini Ermeni meselesine
çekerek Osmanlı Ermenilerini kışkırtmayı hedefleyen
Hınçakların başlattığı ayaklanma girişimlerini,
aralarında siyasi mücadele başlayan Taşnaklarınki
izlemiştir. Bu ayaklanma girişimlerinin ortak
özellikleri; Osmanlı ülkesine dışarıdan gelen
komitelerce planlanmış ve yönlendirilmiş olmaları ile
örgütlenme faaliyetlerinde Anadolu'ya yayılan
misyonerlerin büyük katkısının bulunmasıdır. İlk isyan
1890'daki Erzurum'da gerçekleşmiştir.
-
Bunu, yine aynı yıl
meydana gelen Kumkapı gösterisi, 1892-93'te Kayseri,
Yozgat, Çorum ve Merzifon olayları, 1894'te Sasun
isyanı, Babıali gösterisi ve Zeytun isyanı, 1896'da
Van isyanı ve Osmanlı Bankası'nın işgali, 1903'te
ikinci Sasun isyanı, 1905'te Sultan Abdülhamid'e
suikast girişimi ve nihayet 1909'da gerçekleşen Adana
isyanı izlemiştir. 1914'de Zeytun'da 100, 1915 Van
olaylarında 3.000 ve 1914-1915 Muş olaylarında 20.000
Türk, Ermeni mezalimi sonucu hayatlarını kaybetmiştir.
-
İsyanların Osmanlı
kuvvetlerince bastırılması, dünya kamuoyuna propaganda
maksatlı olarak "Müslümanlar Hıristiyanları
katlediyor" mesajıyla yansıtılmış ve Ermeni sorunu
giderek uluslararası bir sorun niteliği kazanmıştır.
Nitekim, döneme ait İngiliz ve Rus diplomatik
temsilciliklerinin raporları, "Ermeni ihtilalcilerin
hedefinin karışıklıklar çıkararak Osmanlıların
karşılık vermesini ve böylece yabancı ülkelerin duruma
müdahalesini sağlamak" olduğunu kaydetmektedir.
-
Öte yandan sömürgeci
devletlerin diplomatik temsilcilikleri Anadolu'ya
dağılmış Hıristiyan misyonerler ile birlikte Ermeni
propagandasının Batı kamuoyuna iletilmesinde ve
benimsetilmesinde büyük rol oynamışlardır. Ermeniler,
Türk halkına en büyük zararı, Birinci Dünya Savaşı
sırasında giriştikleri katliamlarla vermişlerdir.
-
Bu dönemde Ermeniler;
Ruslar hesabına casusluk yapmış, seferberlik gereği
yapılan askere alma çağrısına uymaksızın askerden
kaçmış, askere gelip silah altına alınanlar ise
silahları ile birlikte Rus ordusu saflarına geçerek,
"vatana ihanet" suçunu topluca işlemişlerdir. Daha
seferberliğin başlangıcında, Türk birliklerine karşı
saldırıya geçen Ermeni çeteleri, büyük katliamlara
girişmiş, Türk köylerine baskınlar düzenlemek
suretiyle sivil halka büyük zararlar vermişlerdir.
Örneğin Van'ın Zeve Köyü'nün bütün halkı, kadın, çocuk
ve yaşlı demeden, Ermeniler tarafından öldürülmüştür.
-
ERMENİLERİN YAPTIĞI
KATLİAMLAR
-
Berlin Antlaşması'nın
imzalanmasını izleyen dönemde Ermeni sorunu iki yönde
gelişmiştir. Bunlardan ilki, Batılı devletlerin
Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki baskı ve
müdahaleleri; ikincisi ise, Anadolu, Suriye ve
Rumeli'de yaşayan Ermenilerin Anadolu'nun çeşitli
yerlerinde, özellikle Doğu Anadolu ve Klikya'da
yeraltında örgütlenmeleri ve silahlanmalarıdır. İlk
kışkırtmalar Rusya'dan gelmeye başlamış, Rusların bu
tutumu İngiliz ve Fransızları Ermenilerle daha çok
ilgilenmeye sevk etmiştir.
-
Doğu Anadolu'daki
İngiliz Konsoloslukları'nın sayısı hızla artmış,
ayrıca bölgeye çok sayıda Protestan misyonerler
gönderilmiştir. Bu kışkırtmalar sonucunda Doğu
Anadolu'da 1880'den itibaren çeşitli Ermeni komiteleri
kurulmaya başlamıştır. Ancak, yerel düzeyde kalan bu
komiteler, Osmanlı yönetiminden şikayeti olmayan,
barış ve refah içinde yaşayan Ermeni halkının ilgisini
çekmediğinden başarılı olamamıştır. Osmanlı
Ermenilerini içeride kurulan komiteler yoluyla devlete
karşı harekete geçirmek mümkün olmayınca, bu kez Rus
Ermenilerine Osmanlı toprakları dışında komiteler
kurdurulması yoluna gidilmiştir. Böylece 1887'de
Cenevre'de sosyalist eğilimli, ılımlı militan Hınçak,
1890'da ise Tiflis'te aşırı, terör, isyan, mücadele ve
bağımsızlık yanlısı Taşnak Komiteleri ortaya
çıkmıştır.
-
Bu komitelere,
"Anadolu topraklarının ve Osmanlı Ermenilerinin
kurtarılması" hedef olarak gösterilmiştir. İstanbul'da
örgütlenen ve Avrupa devletlerinin dikkatlerini Ermeni
meselesine çekerek Osmanlı Ermenilerini kışkırtmayı
hedefleyen Hınçakların başlattığı ayaklanma
girişimlerini, aralarında siyasi mücadele başlayan
Taşnaklarınki izlemiştir. Bu ayaklanma girişimlerinin
ortak özellikleri; Osmanlı ülkesine dışarıdan gelen
komitelerce planlanmış ve yönlendirilmiş olmaları ile
örgütlenme faaliyetlerinde Anadolu'ya yayılan
misyonerlerin büyük katkısının bulunmasıdır.
-
İlk isyan 1890'daki
Erzurum'da gerçekleşmiştir. Bunu, yine aynı yıl
meydana gelen Kumkapı gösterisi, 1892-93'te Kayseri,
Yozgat, Çorum ve Merzifon olayları, 1894'te Sasun
isyanı, Babıali gösterisi ve Zeytun isyanı, 1896'da
Van isyanı ve Osmanlı Bankası'nın işgali, 1903'te
ikinci Sasun isyanı, 1905'te Sultan Abdülhamid'e
suikast girişimi ve nihayet 1909'da gerçekleşen Adana
isyanı izlemiştir. 1914'de Zeytun'da 100, 1915 Van
olaylarında 3.000 ve 1914-1915 Muş olaylarında 20.000
Türk, Ermeni mezalimi sonucu hayatlarını kaybetmiştir.
İsyanların Osmanlı kuvvetlerince bastırılması, dünya
kamuoyuna propaganda maksatlı olarak "Müslümanlar
Hıristiyanları katlediyor" mesajıyla yansıtılmış ve
Ermeni sorunu giderek uluslararası bir sorun niteliği
kazanmıştır.
-
Nitekim, döneme ait
İngiliz ve Rus diplomatik temsilciliklerinin
raporları, "Ermeni ihtilalcilerin hedefinin
karışıklıklar çıkararak Osmanlıların karşılık
vermesini ve böylece yabancı ülkelerin duruma
müdahalesini sağlamak" olduğunu kaydetmektedir. Öte
yandan sömürgeci devletlerin diplomatik
temsilcilikleri Anadolu'ya dağılmış Hıristiyan
misyonerler ile birlikte Ermeni propagandasının Batı
kamuoyuna iletilmesinde ve benimsetilmesinde büyük rol
oynamışlardır.
-
Ermeniler, Türk
halkına en büyük zararı, Birinci Dünya Savaşı
sırasında giriştikleri katliamlarla vermişlerdir. Bu
dönemde Ermeniler; Ruslar hesabına casusluk yapmış,
seferberlik gereği yapılan askere alma çağrısına
uymaksızın askerden kaçmış, askere gelip silah altına
alınanlar ise silahları ile birlikte Rus ordusu
saflarına geçerek, "vatana ihanet" suçunu topluca
işlemişlerdir. Daha seferberliğin başlangıcında, Türk
birliklerine karşı saldırıya geçen Ermeni çeteleri,
büyük katliamlara girişmiş, Türk köylerine baskınlar
düzenlemek suretiyle sivil halka büyük zararlar
vermişlerdir. Örneğin Van'ın Zeve Köyü'nün bütün
halkı, kadın, çocuk ve yaşlı demeden, Ermeniler
tarafından öldürülmüştür.
-
Şemahi’de yaşayan
Müslümanlara Ermeniler tarafından yapılan mezalim
Azerbaycan Hükûmeti Fevkalade Soruşturma Kurulu üyesi
Novatski’nin, Soruşturma Kurulu Başkanına yazdığı
rapor özeti: Şemahi şehrinde oturan Müslümanlar 18
Mart 1918 tarihinde gece Ermeni ve Malakanların
silahlı saldırısına uğradılar. Müslümanlar bu
saldırıyı beklemiyorlardı.
-
Çünkü Papaz Bagrat ve
Malakan temsilcisi Karabanov İncil üzerine yemin
ederek Müslüman halkla iyi geçineceklerine dair söz
vermişlerdi. Ancak Ermeniler sözlerini tutmayıp
Müslümanlara saldırmaya başlamışlardı. Şehrin zengin
ve meşhur isimlerinden olan Şihayev, Gasanov,
Cabrailbekov, Müfti Guseyinbekov, Alimirzayev,
Efendiyev, Babayev, Böyükbek Guseyinov, Gaci Yagub,
Alekperov, Teymur Abutalip, Gaci Fatali, Fattakbekov
ve başkalarına ait güzel evleri yaktılar. Tüm değerli
eşyaları aldılar.
-
Ermeniler, yaktıkları
evlerin sahiplerini, insanlık dışı işkencelerle
öldürüyorlardı. Göğüsleri kesilip, karınları kama ile
yarılarak katledilen kadınların cesetleri sokaklarda
yatıyordu. Çocukları kazıklarla yere çakmışlardı. İşte
Şemahi şehrinde oturan Müslümanlar bu durumda idiler.
Sonra Şemahi’ye Müslüman ordusu geldi ve Ermenileri
şehirden kovdular. Ermeniler Malakan köylerine
kaçtılar.
-
Ancak Müslüman ordusu
4 gün sonra Şemahi’den ayrılmak zorunda idi. Müslüman
ordusu gittikten sonra Ermeniler tekrar Müslümanlara
saldırdılar ve daha şiddetli ve ağır işkenceye
başladılar. Birinci ve ikinci saldırı sırasında birkaç
bin Müslüman katledildi.
-
Ölen Müslümanlar
arasında ünlü insanlar da vardı; Duma üyesi Mamed Tagı
Aliyev, Gaci Baba Abbasov, Aşraf Gaciyev, Gaci Abdul-Halik,
Gaci Abdul Guseynov, Gaci İsrafil Mamedov, Mir İbrahim
Seidov, Gaci İsrafil Salamov, Ağa Ahmed Ahmedov, Gaci
Abdul Kasum Kasumov, Eyup Ağa Veysov, Zeynap Hanum
Veysova, Ali Abbas-Bek İbrahimbekov, Alekber
Kadirbekov, Abdurrahim Ağa Ağalarov ve daha
birçokları. Şemahi Müslümanlarının zararları genel
olarak 2 milyar Rus Rublesi değerindedir. Şemahi
Müslümanlarının temizlenme planı Stepan Lalayev,
Gavriyil Karaoğlanov, Gülbandov, Mihail Arzumanov,
Karapet Karamanov, Şuşintsa Ağamalova, Sedrak Vlasov,
Samuel Daliyev, Petrosyants, İvanov’lar (oğlu ve
babası) tarafından hazırlanmış ve saldırıda yerli
Ermeniler kullanılmıştır.
-
Bu olaylarda, şahit ve
suçluların ifadeleri ile aşağıda isimleri geçen
Ermenilerin suçlu oldukları tespit edilmiştir. Stepan
Lalayev Gavriyil Karaoğlanov Gülbandov Mihail
Arzumanov Karapet Karamanov Ağamalov (Karabağ Ermenisi)
Sedrak Vlasov Samuel Deliyev Petrosyants İvanov’lar
Ovanesov Sandrak Agriyev Artyom Ter-Matevosyants Yakup
Martirosyants Armenak Yakuboviç Martirosyants
Aleksandır Haçaturov Mihail Haçaturov Andrey Arzumanov
ve diğerleri. Bu nedenle, yukarıda adı geçen suçlulara
karşı soruşturma başlatılmasını arz ederim. Soruşturma
Kurulu Üyesi Novatski İMZA
-
Kars civarında
Ermenilerden kaçan Müslümanların yollarda öldürülmesi:
-
Artan Ermeni zulmü
dolayısıyla Kars köylerinden kaçan Müslümanların
yollarda katledildikleri; insanların mal ve
eşyalarından vazgeçtikleri; Karçukboğazı civarında
yirmi sekiz ceset bulunduğu ayrıca Ayıderesi denilen
yerde bir mağarada seksen kişiyi katlettiklerini
bizzat Ermenilerin ifade ettiklerini ve Avındır'da
sekiz hanenin kesilerek Kosor civarında suların insan
cesedinden içilemediği hususlarını ihtiva eden Ersinek
karyesi imamının mektubu.
-
Uluhanlı, Karadağlı,
Boğanlı ve Çerbeçalı Köyleri Civarında Ermeniler
tarafından yapılan baskı ve soykırım: Soykırımın devam
ettiği Uluhanlı'ya iki yüz kadar gönüllü Taşnak
milislerinin geldiği; Karadağlı İslam köyü halkının
Ermenilerce köylerinden zorla uzaklaştırıldıkları,
Çebeçalı halkının tamamen süngüden geçirildiği ve
Azerbaycan'da Ermenilerle savaşın devam ettiğinin
haber alındığı.
-
Fransız Askerleriyle
Birlikte Ermenilerin Ayıntab, Maraş Ve Adana Civarında
Müslüman Ahâliye Zulüm :Ermenilerin zulüm ve işkence
yaptıkları Ayıntab (Antep) civarındaki Büyükarablar
köyüne giren içlerinde Ermenilerin de bulunduğu yüz
elli kişilik bir Fransız müfrezesinin evlerin kapısını
kırarak mal ve ırza tasallut etmeleri üzerine
köylülerin civar köylere ve dağlara kaçtıkları ancak
sabahleyin evlerine dönmekteler iken köylülere
makinalı tüfekle yaylım ateşi açıldığı; Maraş'ta da
Fransızlarla birlikte Ermenilerin halkı katlettiği ve
ahâlinin şehirden dışarı çıkamayıp kasabanın top
ateşiyle tahrip edildiği ayrıca Maraş'a yardıma gelen
ahâlinin de top ve mitralyöz ateşi nedeniyle şehre
giremediği; Adana ve havalisinde de durumun tahammül
edilemez bir hal aldığı, bazı köylerin yakılıp, Ermeni
köylülerinin silahlandırılarak Müslümanlar üzerine
saldırtıldığı; Maraş faciasının yurtta büyük bir
infiala yol açtığı ve halkın protesto gösterilerinde
bulunarak bir an önce bu olayların sona erdirilmesini
istedikleri.
-
Ermeni Taarruzuna
Uğrayan Kürtlere Civardaki Müslüman Köylerin Destek
Vermesi :
-
Ermenilerin Sitağan
köyünün doğusunda tarlalarında çalışan Kürtlere top
ateşi açmaları üzerine civar köylerdeki Müslüman
halkın da Kürtlerle beraber Ermenilere mukavemet
ettikleri.
-
Ermenilerin
Fransızların Koruması Altında Adana'da Müslüman Halka
Tecavüzlerde Bulunmaları :Ahâlinin saadet ve
hürriyetini temin etmek iddiasıyla Adana'ya giren
Fransızların bunun aksine olarak İslam ahâliye karşı
ihanetkarane tavırlarda bulunmaları üzerine
Fransızların bu hareketlerinden destek alan
Ermenilerin her türlü saldırgan davranışlardan geri
durmayarak, Müslümanların mal ve mülklerini
Ermenilerin üzerine geçirtmek için düzmece hakimler
heyeti kurarak mallarını gasbettikleri; Hıristiyanlara
zarar verdiği veya İttihadçı oldukları iddiasıyla
Müslümanların hapsedilip aileleriyle bölge dışına
sürgün edildikleri; Gavurdağı'nda oluşan ve siyasi bir
hüviyeti olmayan bir Müslüman eşkiya çetesinin daha
çok Müslüman köylerini yağmaladığı ancak çetenin
Ermenilerin meskun olduğu Şeyh Murad köyüne gelmesiyle
başlayan olayların, Ermenilerin çarşıda Müslümanlara
hücum etmesiyle büyüyerek dört Müslümanın katl ve beş
Müslümanın yaralanmasına yol açarak zabıta kuvvetleri
ve İngiliz askerlerinin müdahalesi ile Ermenilerin
Müslümanları katletme girişimlerinin sonuçsuz kaldığı;
bu kargaşalıktan sonra Fransızların Ermenileri eşkıya
takibine ve Müslüman köylerini tahrib etmeye
gönderdikleri; eşkıya takibine gönderilen bir Ermeni
çetesinin İnepli, Kayalı ve Arapköy karyelerini
basarak malları yağma edip şiddetli darb ve tarlalarda
rastladıkları suçsuz insanları katlettikleri;
Fransızların Adana'yı işgallerinden itibaren
Ermenilerin her gece birer ikişer Müslümanı
öldürdükleri; İslam din adamlarına yönelik
hareketlerle Dörtyol kazası müftüsünün tutuklandığı ve
diğer müftilerin azil ve tayinlerine karıştıkları;
muhtediye ailelerin evlerinden zorla alınarak Ermeni
murahhashanesine gönderilerek bunlarla birlikte ana ve
babası olmayan Müslüman çocukların da alındığı;
Yumurtalık kazasının Kurtkulağı köyünde Ermeni
askerlerinin yedi ay önceden beri ezan okumayı
yasakladıkları.
-
Ermeni Zulmünden
Kaçarak Hududlara Yığılan Kafkasyalı Müslümanların
Durumu :
-
Ermeni mezâliminden
kaçıp kurtulmak amacıyla Osmanlı hududlarına yığılan
Kafkasyalı Müslümanların daha fazla sefalet
çekmemeleri için şimdiye kadar Osmanlı topraklarına
kabul edildikleri fakat önceden beri geldikleri
Erzurum'da kıtlık başgöstermiş olup, yerli halkda çok
zor durumda bulunduğundan bundan böyle geleceklerin
Mamuretülaziz vilâyetine gönderilmelerinin daha uygun
olacağı ve Vedi ile civarında Müslümanlara ait
köylerin Ermenilerce muhasara edildiği, dört taraftan
makinalı tüfek ve toplarla takviye edilmiş
müfrezelerin Müslüman halka saldırdıkları, Aras nehri
civarında bulunan Şeti, Şa‘ılnak, Karalar,
Şirazlı[Şiranlı cadde], Yenice, Kızan, Nabata (?) ve
Bürevan'daki halkın köylerini terkederek dağlara
kaçtıkları, onları açlığa mahkûm etmek için adı geçen
köylerdeki mahsûlat ve diğer eşyaların Ermenilerce
gasbedildiği ve yokolacaklarını anlayan Kafkas
Müslümanlarının, Osmanlı Devleti'nden, yapılan
katliâmın durdurulması konusunda gerekli girişimlerde
bulunmasını istedikleri KARS'TA MÜSLÜMAN KÖYLERİNİN
BOŞALTILARAK BURALARA ERMENİLERİN YERLEŞTİRİLDİĞİ
Kars'tan Erzurum'a gelen Kurban Efendi'nin verdiği
bilgilerden; Ermenilerin Berdik, Kalo, Şüregel, Kineli(?),
Karakaş ve Benliahmed köylerinde bütün eşya ve erzâka
el koydukları; Erkend, Kinegi, Benekki [Benekli],
Savacakkolu(?) köylerinin Müslüman halkını Paldırvan,
Kürekdere ve Parkit'e naklederek boşalan köylere
Ermenileri yerleştirdikleri; ayrıca İngiltere
aracılığıyla Kars’tan Kazaklar'a gönderilen mühimmatın
artık Azerbaycan ve Gürcü hükûmetlerince geçmesine
izin verilmediğinin anlaşıldığı.
-
Nahcivan, Kağızman Ve
Şarol Havalisinde Müslüman Halka Uygulanan Vahşi
Soykırım :
-
Nahcıvan ve Şarol
havalisinde 45 İslam köyünün Ermenilerin saldırısına
maruz kaldığı; Ermeni kıtalarına yazılan gizli
emirlerde görevlerinin tek bir Müslüman kalmamacasına
hepsini Aras çayına dökmek olduğunun ifade edildiği;
Kağızman eşrâfından Arslan Bey ve eşinin burun ve
kulakları kesilerek katledilip Kağızman'da teşhir
edilmesiyle halkın korkarak dağlara çekilmesi üzerine
tüm mal ve eşyalarının Ermeniler tarafından yağma
edildiği; Ermeniler tarafından yapılan zulüm ve vahşet
dolayısıyla Erivan, Kars ve Kağızman havalisinden
binlerce Müslümanın her şeylerini bırakarak Türkiye
tarafına geçmeye çalıştıkları; Kağızmanlı kâdının oğlu
Aziz ve yanındaki arkadaşıyla ailesinin Ermenilerce
elleri, burun, kulak ve dudakları kesilerek
vücutlarına cep açılmak ve göğüslerinde derileri
soyulmak suretinde katledildikleri; Ermenilerin Gümrü
ve Nahcivan cihetlerinde bazı İslam köylerini basarak
4000 kadar Müslümanı feci bir şekilde katlettikleri.
-
Ermenilerce Yapılan
Katliâmın Amerika İaşe Heyeti'ne Anlatılması
:Görevleri, Müslüman ve Ermeni nüfus miktarıyla,
geçimlerini sağlayamayanları belirlemek ve Ermeni
zulmünü incelemek olan Amerikan İaşe Heyeti'nden iki
görevliye Ermeni zulmünün son derece şiddetlendiğinin
ve toplu katliâma başlandığının anlatıldığı; ayrıca
heyet mensuplarının katliâm sırasında süngülerle
yaralanan, kolları kesilen kadın ve çocuklarla
görüştürülerek tam bir kanaat sahibi olmalarının
sağlandığı; bundan başka Iğdır'da bulunan bin kadar
silahlı Ermeni kuvvetinin Nahcıvan ve Şerber'de
Müslüman halkın direnişini kırmak üzere harekete
geçtiği.
-
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
48 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
ERMENİ SORUNUNA
ANALİTİK BİR YAKLAŞIM |
-
Terör ve tedhiş
örgütü kaçırdığı 8 Türk askerini 4 Kasım 2007 günü teslim ederken tam bir şov
yaptı ve hemen akabinde, bebek katilinin de serbest bırakılması istemini dile
getirdi. Bu cür’et çok calibi dikkattir. Mesele bütün ayrıntıları ve tarihi
gelişim süreci içinde incelenmeli ve tam bir dikkatle değerlendirilmelidir.
Mezkür örgütün Ermeni orijinli olduğu net bir biçimde ortaya çıktığı için,
günümüz ve özellikle yakın tarihin ülkemiz ve bütün dünyadaki hareket, taktik,
strateji ve faaliyetleri değerlendirilmelidir.
- SEKİZ ASKER MESELESİ
-
Bu mesele
hakkında bir parantez açmakta fayda var. Zira, Dağlıca baskınında kayıp veya
kaçırılan 8 askeri hakkında (iadelerini müteakip) çok spekülâsyonlar yapıldı.
Adalet bakanı ve Genelkurmay Başkanının sözlerini iyi okumak ve bu askerlerin
roj tv’de yayınlanan beyan ve ifadelerini mutlaka incelemek gerek. Netekim, bu
askerlerden 6 tanesinin DTP örgüt yönetiminde yer aldıkları ve militarist
çetenin sempatizanı oldukları açıklandı. İşin ciddiyet ve vahameti burada.
Ordu içinde, hükümet içinde, siyasi partiler ve kurumlar bünyesinde yardım ve
yataklık unsurlarından geçilmiyor.
- Dünyanın hiçbir devlet veya milleti terörist
bir örgütün illegal uzantılarını meclisine sokacak kadar akılsız ve duyarsız
değildir. Eğer, demokrasi bu ve benzeri “demokratik” yollardan katledilmek
isteniyorsa; Siyaset kurumları muaheze edilerek, devlet inisiyatif almalı,
dahili ve harici bedhahlar dahil bütün mücrimler ivedi olarak derdest edilip
cezaları acilen ve derhal verilmelidir. Devlette acizlik, dumur, düşmana
sempati ve haine tolerans asla kabul edilemez. Anarşi ve terör unsurlarına af,
atıfet, siyaset ve düz ovada-sahada serbest hareket imkânı peşinde koşanlar:
Yardım ve yataklık unsuru, açık destek kıtaları, dahili bedhahlar ve vatan
hainlerinden başka kimseler değillerdir.
- Olsa olsa birde “gizli Ermeni” lobi,
diyaspora uzantısı ve Türk düşmanı 28 devletten her hangi birinin provokatör
veya satılık ajanı olabilirler. Başta MİT olmak üzere bütün istihbarat
örgütleri bu kertede vatana, millete borçları ve şu ana kadar “hak etmeden
aldıkları maaşa” mukabil “bütün engellere rağmen” vazifelerini, tam bir azim,
irade ve kararlılıkla yapmalıdırlar.
- BU BİR SÜREÇTİR, ANCAK !
-
Elbette, kaçak
askerler hakkında soruşturma açılması, mezkür birliğin büyüteç altına
alınması, devlet personelinin takibi dahil bu bir süreçtir ve tam bir
kararlılık ile derinlemesine sürdürülmelidir. Bu arada yerine getirilmesi
gereken zorunluluklar vardır. Birincisi: Irak’ın kuzeyine açılan sınır-hudut
kapıları derhal malum kesimin yüzüne sıkıca kapatılıp, o tarafa verilen
elektrik şalterleri de indirilmek suretiyle, fazla değil üç gün boyunca
içerde bataklık kurutma ve lokal temizlikle uğraşılırken, yeni zuhur edecek
olan tutum ve muhtemel gelişmelerin sonuçlarına göre daha sonra ne
yapılacağına karar verilmelidir...
- Bu günlerce sınır ötesi harekatı konuşuyoruz,
bu elbette acil bir önlemdir ve gereklidir. Fakat, daha önemli ve öncelikli
olan “sınır berisi” harekat uygulamaktır. Evin içini hainden ve ihanet
erbabından temizlemek “çok daha acil” bir sorun haline gelmiştir. Zira,
bataklık içerde, bizzat ülke sınırları dahilindedir.
- MUSTAFA KEMÂL NE YAPMIŞTI ?
- Mustafa Kemâl (Atatürk) Kurtuluş Savaşından
önce iç isyanları bastırdı, sonra dışarıya döndü! Bu bir metodolojidir.
Vazgeçilmez bir stratejidir. Akıllı olmak, dahili bedhahları tek tek bulmak,
yardım ve yataklık unsurlarını ayıklayıp, içimizi iyice temizlemek; AB’nin
ağzını tıkamak ve ABD’yi susturmak gereklidir. Bu dahili temizlik harekâtı ile
eş zamanlı olarak dış operasyonlar da sürdürülmek zorundadır. Aksi taktirde,
faile fatura ödetmek yerine “ödemek” zorunda ve durumunda kalınacağı
muhakkaktır.
- BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİNDE NELER OLMUŞTU ?
-
Geçtiğimiz günlerde Boğaziçi Üniversitesi'nde düzenlenen tartışmalı ve tek
yönlü Ermeni konferansına bir anlamda cevap niteliği taşıyan ve “Ermenilerin
Türkleri katlettiği” belgeler ve fotoğrafların ortaya konulduğu sempozyuma
sadece 250 kişi katıldı. Panelde izleyenlerin tüylerini ürperten Ermeni
katliam fotoğrafları, toplu mezarlar ve ermenilerin bugüne kadar sözde
soykırımı desteklemek için kullandıkları sahte belgeler tek tek gösterildi.
Prof. Dr. Türkkaya Ataöv, 30 yıllık araştırmalarının bir kısmını ortaya
koyarken "Ben sözde soykırıma karşı yaptığım mücadelede çok tehdit aldım.
Avrupa'ya gittiğim zaman ASALA teröründen korunmak için resmen gizlenerek
duruşmalara katıldım" dedi.
-
Ailesi Ermeni çeteciler tarafından katledilen Kanaltürk TV Yönetim Kurulu
Başkanı Tuncay Özkan da "Böyle boş salonlar, böylesine önemli sempozyumlarda
insanı utandırıyor" dedi ve devamla; Neden 'Soykırım' iddiasını ortaya atanlar
burada iddialarını savunmaya gelmediler. Burada bu gün düzenlenen Türk-Ermeni
ilişkilerinde Tarihi Gerçekler sempozyumu' na, “soykırım iddiasını
savunanların” gelmemesi çok garip ve enteresan bir durumdur, dedi.
- Toplantıya Amerika Birleşik
Devletleri'nden özellikle davet edilen Prof. Dr. Dennis Papazyan, Prof Dr.
Richard Hovannisyan, Prof. Levon Maraşlıyan, Prof. Ruben Paul Adalıyan, Prof.
Vakakn Dadriyan ile Ermenistan'dan çağırılan Dr. Lavrenti Barsehyan, prof.
Babken Harutiunyan ve Doç. Dr. Ruben Safrastyan acaba neden bu toplantıya
katılmadı diye sorarak konuşmasını tamamladı.
-
Sempozyumda konuşan Prof. Türkkaya Ataöv, yurtdışında Türk tarafının tezleri
ile ilgili hiçbir şey yayınlanmadığını belirterek 'Yabancı gazetelerin,
gazeteci, yazar ve televizyonların bu kadar taraflı olacaklarını hayal bile
etmezdim. İfade yolları genelde ve geleneksel olarak kapalıydı' dedi. Gazeteci
Tuncay Özkan da Ermeni Mezalimi'nden kurtulmuş Türklerle yapılan
röportajlardan oluşan bir video sunumu gerçeklertirdi.
-
Burada bir hususu özellikle belirtmek gerekir; Daha önce yapılan ve Ermeni tez
ve görüşlerinin desteklendiği toplantılara bütün dünya televizyonları
katılmış, yerli TV kanallarının büyük bir bölümü aralıklı canlı yayınlar
yapmış ve sonuçta AB ve Türkiye kamuoyu, hükümet ve bazı bakanlar dahil işin
içine katılmıştı. Oysa, bu konferansta, başta Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof.
Dr. Yusuf Halaçoğlu olmak üzere, bütün tarih otoriteleri ve küresel üne sahip
bilim adamlarının katıldığı; Bir sergi açıldığı; En zengin bilgi, belge ve
materyallerin ortaya konulduğu toplantıya, ne hükümet iltifat etmiş ve nede AB
adına bir kişi dahi gelmemişti. Konferansta, ITU Rektoru Prof. Dr. Faruk
Karadoğan sözde Ermeni soykırımını kabul eden parlamentoların aldığı
kararların “uluslar arası hukuk yönünden” geçerliliği bulunmadığını ve
psikolojik savaş ve baskıya yönelik olduğunu vurguladı.
-
50 ERMENİ BELGESİ SAHTE
-
Akademik bir düzey ve seçkin bir yapılan "Turk Ermeni ilişkilerinde
Tarihi Gercekler" sempozyumunda bir Ermeni gercegi (aslında yalanı demek
gerek) daha ortaya çıkarıldı. Prof. Dr. Türkkaya Ataöv, "Birçok dış yayında
Osmanlı ileri gelenlerine atfedilen belgelerin sahte oldugunu belirledik" dedi
ve ayrıntılı açıklamalarda bulundu.
-
Prof. Dr. Türkkaya Ataöv, konuşmasında Ermeniler'in Osmanlı ileri gelenlerine
atfettigi 50 belgenin sahte oldugunu belirlediklerini ifade etti.
-
Platform Baskani Prof. Dr. Aysel Ekşi, ise konuşmasında, bir takım ABD
eyaletleri ve bazı AB ulkelerin parlamentolarında “sozde Ermeni soykırımının”
kabul edildigini hatırlatarak, “Önumuzdeki 10 yıl içinde de diger ulkelerin
kabul etmesi için yoğun çaba gosterileceğini soyledi. ITU Rektoru Prof. Dr.
Faruk Karadogan ise sözde Ermeni soykırımını kabul eden parlamentoların aldıgı
kararlarin hukuki geçerliliğinin bulunmadıgını ve aslında Türkiye’yi
bağlamadığını tekrar vurguladi.
-
Prof. Dr. Türkkaya Ataöv, "1915'te Türkler'in Doğu Anadolu'da öldürdükleri
iddia edilen Ermeniler'in kuru kafalarının fotografı diye sunulan resimlerin,
çok iyi bir sekilde bilinen yağlı boya tablosu olduğunu, 21 yıl once 7 dilde
ayrı ayrı yayınladık ve gercegi kanıtlayıp açıkladık. Ermeniler savaşa
katılmış, öldürmüş ve öldürülmüşlerdir. Buna 'soykırım' demek dogru değil"
diye konustu.
-
“YUNAN VE KÜRTLER (!) YARDIMCI”
-
Ayrıca, "ABD'deki Ermeni Lobi Faaliyetleri" konulu bir bildiri ile sempozyuma
katılan Mimar Sinan Universitesi Ögretim Üyesi Dr. Abdullah Kehale 1830'lu
yıllarda ABD'nin, Osmanlı Devleti ile yaptıgı ticaret anlaşması kapsamında
Anadolu'da ticaretle ugrasan Ermenilerle ilişki kurdugunu ve o dönemde 50 bine
yakın Ermeni'nin ögrenci olarak ABD'ye gönderildiğini soyledi. Bu ögrencilerin
Ermeni lobilerinin cekirdegini olusturduğunu ileri süren Kehale, Ermeniler'in
ilk çalısmalarının Lozan'ı ABD'de kabul ettirmemek oldugunu örnekleri ile çok
net bir şekilde açıklayarak dile getirdi. Bu girişimlerde Yunan ve Kürt
lobilerinin de Ermeniler'e yardım ettiğini söyledi. (Burada iddia olunan Kürt
lobileri ifadesi bütünüyle kasıtlı, yalan, iftira ve yanlıştır. Hatırlanacağı
üzere bu husus daha yenice “Aldatan Put ve Pusudaki İhanet” başlıklı
makalemizde bütün ayrıntılarıyla yer almış ve yayınlanmış bulunmaktadır.
BELDE, 4-5 Kasım 2007, Ankara)
-
Konuşmacılardan Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halacoglu, Dünya
Savaşı'nda Ermeniler'in de diger insanlarla aynı acıyı paylastıklarına isaret
ederek, bu konuyla ilgili Osmanli arsivleri gibi diğer ilgili ülke arşivlerin
de henüz tam anlamıyla incelenemediğini soyledi. Yusuf Halacoglu, "Ben bu
ülkede yaşamaktan ve bu milletin bir ferdi olmaktan gurur duyuyorum. Bizim
tartısmaktan kaçacak ve utanacak ne bir tarihi geçmişimiz, ne de soykırım
vardır" dedi.
- (Sayın Halacoğlu, daha sonra gizli Ermeniler
ve örtülü alevi yapılanmaları hakkında çok önemli açıklamalarda bulunmuş ve
konu kamuoyu önünde pek çok gazeteci, araştırmacı ve yazar tarafından özgün
örneklerle açıklanmış bulunmaktadır.)
-
Ayrıca, Turkler'e karşı yargısız infaz yapıldığını vurgulayan Halacoglu,
tehcir
sırasında 37 bin 500 Ermeni'nin salgın hastalıktan öldügünü anlatarak, buna
karşılık Osmanli ordusunun bu ve benzer nedenlerle vaki kaybının ise 402 bin
oldugunu bildirdi. Yusuf Halacoglu, 37 bin 500' ünün, yanı sıra 6 bin 500-8
bin 500 arasında Ermeni'nin eşkiya saldırısı, 230 bin Ermeni'nin de
Kafkasya'da hastaliktan, soğuk veya açlıktan öldüğünü ifade ederek, bunda
Türklerin hiçbir kabahat, kasıt ve kusuru yoktur dedi.
-
Bu arada söz alan Emekli Büyükelçi ve CHP Milletvekili Sukru Elekdag,
Ermeniler'in asıl amaçlarının, "Türkiye'nin doğusundan toprak alarak
Ermenistan'i büyütmek" oldugunu belirterek, "Bu amacın pesinde koşuyorlar,
niyetleri Türkiye’yi bölmek ve parçalamaktır” dedi. Avrasya Stratejik
Arastirmalar Merkezi Baskani Gunduz Aktan da Orhan Pamuk 'u eleştirerek,
"Kendilerini bir tabuyu ortadan kaldıran kahraman gibi goruyorlar. Ceza alınca
da 'mağdur olduk' diyorlar" diye konustu.
-
CHP Genel Baskan Yardımcısı Onur Öymen ise, "Ermenistan'daki çağın dramı,
tarihi Azerbaycan toprağı Yukarı Karabag'da yasanan insanlık dramı ve suçudur.
Bu konu tartışılacağı yerde, 1915 olayları ortaya cıkarıldı. Cunku
unutturulmak istenen ve gözden kaçırılmak istenen olaylar ve suçlar var" dedi.
-
Koç Universitesi Ögretim Üyesi Prof. Dr. Norman Stone da "Yeter artık, biz,
diasporanın sesini kesmesini istiyoruz" dedi, ve devamla Turkiye'nin, haksız,
yersiz ve dayanaksız ithamlarla kendisini savunuyor duruma düsmemesi
gerektigini soyledi.
-
Ayrıca, Fransız tarihçilerin soykırım yasası ile ilgili girişimlerini
açıkladı. Şöyle ki;
-
“Evet, Fransız tarihçiler Soykırımı Yasası'nın iptalini istediler. Meclislerin
tarih konusunda karar alamayacagına dikkat ceken Fransız tarihçiler Ermeni
soykırımı yasasının iptalini istediler. Bu nedenle Fransa'da tarih yazımı ile
ilgili tezler tartısmaya acıldı. 4 yıl once Ermeni soykırımı iddialarını
parlamentosunda kabul eden Fransa'da, kendi somurge geçmişi tartışılmaya
baslanınca, tarihle ilgili parlamento kararlarının iptal edilmesi gerektiği
gündeme geldi. Fransa'nın önde gelen 19 tarihçisi 'tarih için ozgurluk' adını
verdikleri bir bildiri yayınladılar. Bildiride tarih yazma gorevinin meclise
ya da hukuki mercilere ait olmadıgını belirten tarihciler, parlamento
kararlarının tarih biliminde arastırma yapmayı ve egitimi zorlastırdığını dile
getirdiler” dedi ve devamla;
-
“Tarihciler, Fransa'nin somurgecilik tarihinin olumlu yonlerinin anlatılmasını
ongoren yasa ile birlikte Ermeni soykırımının tanınmasına iliskin yasanin da
yururlukten kaldırılmasını istediler.Hatırlanacağı üzere, Fransiz Parlamentosu
1915 olaylarını 4 yıl once 'Ermeni soykırımı' olarak tanıdıgında, Turkiye,
haklı ve doğru olarak bu karara 'tarihi olaylar hakkında karar alma
meclislerin işi degildir, tarihçilerin ve bilim adamlarının işidir' diyerek
itiraz etmişti. Buna rağmen, Fransiz Parlamentosu kararini degistirmemisti.
-
Asil katliama ugrayan Turkler Sempozyumda anılar ve sergiler bölümünde
Turkiye'nin Erzincan, Erzurum, Igdir ve Van bolgelerinde Ermeniler'in yaptığı
katliama tanık olanların yakınlarının katliam ve Ermeniler tarafından yapılan
soykırıma iliskin aktarımları da yer aldı. 1915 yılına ait örneklerin yer
aldığı bir belgesel eşliğinde Kanalturk TV Yonetim Kurulu Baskanı gazeteci
Tuncay Ozkan, Erzincan Kemaliye'de Ermeniler'in halka yaptıklarını örnekleri
ve kendi ailesinden dinledikleriyle aktardı.
- Tuncay Özkan, konuşması sırasında kürsüye
Alaca Köyü Katliamı olarak bilinen olayın en yakın tanığı olan Dr. Ali
Gurcan'ı davet etti.
- Ali Gurcan babası Ismail Gurcan'ın tanik
oldugu olayları kendi sesinden dinleterek, ailesinden 7 kisinin Ermeniler
tarafindan nasıl sungulenerek oldurüldüğünü anlatti. Gazeteci Ozkan da o
yillarda yasanan acıları, "Insanlar ağıllara toplanarak hunharca yakılmıstır.
Ermeniler, kursunladıkları insanlari sonra da dipciklemistir.
Kursunlanma, Ermeniler'in elinden kurtulmak icin bir luks. Ermeniler, Turkleri
kafalarina mıhlari (çivi) cakarak ve hertürlü mezalimi yaparak oldurmuslerdir.
Öyle ki, Turkler belli yollardan gecemez olmuslar, geçmeyi canlarıyla
odemislerdir" sozleriyle dile getirdi.
-
Bundan sonra söz alan CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen: "Tekrar
ediyorum, Yukarı Karabağ'da yaşanan insanlık suçudur". Öymen devamla, "Tekrar
tekrar ifade etmekte zaruret vardır. Evet, Ermenistan'daki çağın gerçek dramı,
Yukarı arabağ'da yaşanan insanlık suçudur. Bu konu tartışılacağı yerde, 1915
olayları ortaya çıkarıldı. Çünkü unutturulmak istenen olaylar var" dedi.
-
Onur Öymen, konuşmasının bu bölümünde Dağlık Karabağ vahşeti, Ermeni mezalimi
ve Azeri soykırımını örnekleri açıkladı. Dönem itibarıyla o gün için gözlenen
diğer dünya ülkelerinin tutum ve tavırlarını, olaya yaklaşım biçimlerini ve
Azerbaycan’ ın nasıl yalnızlığa itildiğini açıkladı. Onur Öymen devamla;
Ermeni soykırım iddia, yalan ve iftiraları konusunda Türkiye'nin haksız yere
itham edildiğini ve köşeye sıkıştırılmak istendiğini somut örnekleri ile
ortaya koyarak şunları söyledi. "Bugün Ermenistan'da neler oluyor?";
"Niçin 1915 olayları tek yanlı olarak bu kadar abartıldı ve hiç gereği yok
iken öne çıkartılıyor ? Bunu özellikle ve bir kez daha irdeleyelim.
Ermenistan'daki çağın dramı, Yukarı Karabağ'da yaşanan insanlık suçudur. Esas
bu konu tartışılacağı yerde, 1915 olayları ortaya çıkarıldı. Çünkü
unutturulmak istenen olaylar ve örtülmek istenen vahim insanlık suçları var.
Yukarı Karabağ'da yaşananlar insanlık için yüz kızartıcıdır. Ermenilerin
saldırısıyla o dönemde 18 bin Azeri öldürüldü, 50 bin Azeri yaralandı, 44 bin
Azeri esir düşürüldü ve 1 milyon Azeri göçmen durumunda bırakıldı. İşte çağın
dramı budur.
-
Ama neden ? bir
kere de 'Karabağ konusunda konferans düzenleyelim' diyen olmadı.
- Neden ? Halen 6 Azeri eyaleti Ermenilerin
işgali altında. Uluslararası alanda bunlar kınandı, ama Ermenistan BM
kararları gereği işgal ettiği yerleri boşaltması gerektiği halde bir köyden
bile çekilmedi. Bunun yerine tam bir kasıt ve maksat ürünü olarak 1915
olayları çıkarıldı. Bu oyunlara gelmeyelim. Dünden önce, bugünü konuşalım."
Kıbrıs Rum Kesimi'nde de Türklerin yaşadığı 4 köydeki herkesin öldürüldüğünü,
Rumlar tarafından tam bir katliam ve soykırım yapıldığını ancak öldürenlerin
yakalanmadığını, hesap sorulmadığını ve Türk hükümetlerinin de olayın üstüne
kararlılıkla gitmediğini, dile getiren Öymen, asıl katliam ve soykırımın bu
olduğunu vurguladı.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
49 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
ERMENİ TERÖR VE TEDHİŞ ÖRGÜTÜ
ASALA TARAFINDAN ŞEHİT EDİLEN TÜRK DİPLOMATLARI |
Ermeni asıllı bir
gazeteci vatandaşımızın 301. madde (Türk’e hakaret) uğruna alçakça
katledildiği ve sözde müttefik ABD Temsilciler Meclisinden ‘Ermeni
Soykırımını Tanıma” yasasının kabulüne kalkışıldığı şu günlerde en çok
akla gelmesi, düşünülmesi ve hatırlanması gereken konu şüphesiz;
Vatan, Bayrak, Millet ve Devlet uğruna maruz kaldıkları hain
saldırılar sonucu “insanlık düşmanı, kanlı terör ve tedhiş örgütü”
Asala tarafından alçakça, hunharca şehit edilen diplomatlarımızı derin
bir saygı ve rahmetle anmak;
1760’dan 1923’lere
kadar, gözü dönmüş vahşi, hain, barbar Ermeni ve Rum-Yunan çetelerince
alçakça katledilen sayıları bir milyonu aşkın masum, mazlum ve
müsemma, (1918 - 1923 arası) birinci Dünya ve İstiklâl Savaşı
nedeniyle korumasız vatandaşlarımızı düşünmek ve hatırlamak; Mâşeri
vicdanı Atatürk olan milli sinede sorgulamak:
Ve, her biri pek çok
soykırım suçlusu taraf ülkelere haddini bildirmek zamanıdır. Dahası,
AB ve özellikle Fransa dahil yakın tarihte olup bitenleri bir kez daha
ortak akıl, milli mantık, tarih şuuru ve sağduyu süzgecinden geçirmek
suretiyle, özellikle ABD’yi muaheze (kınama, değerlendirme, tenkit)
etmek ve benzer hain teşebbüs ve sinsi tertiplere yeltenmesi muhtemel
diğer dünya ülkelerini uyarmak gerekir.
Bu, hem Türk halkının
ve hem de hükümetin zorunlu görevidir.
Amacı: Sırasıyla
“Tanınma, Tazminat ve nihayet Toprak” yani, alenen ülkemizi bölmek
olan ve maalesef hükümetlerin pasif kalması ve palyatif tedbirlerle
yetinmesi; Bu haklı davada atılgan ve cesur olmaması nedeniyle
tırmanan gerilim; İki yüzlü ve çifte standart ayıplısı AB’nin
katkıları ile yakın bir gelecekte büyük bir buhrana dönüşme
eğilimindedir.
Evet. Şimdi tam
zamanıdır.
Hrant Dink’in
cenazesinde olduğu gibi on binlerce vatandaşın katıldığı ve herkesin
“BİZ TÜRKÜZ” diye haykırdığı görkemli bir katılımla, derin bir acıyı
milletçe paylaşımla değil; Sade bir devlet töreni ile ve adeta
sahipsiz, sessiz-sedasız, sükunetle defnedilen ve ebedi âleme hicran
dolu bir mâtemle gönderilen Milli Kahramanlarımızı şimdi anmalı,
olanlar ve olaylardan ders ve ibret pâyesi çıkarmalıyız.
Tıpkı Ermenistan’ın
küstahça yapmaya çalıştığı, Yunanistan ve Bulgaristan’ın yaptığı gibi
hesap sormalı, tazminat talep etmeli ve bu menfur, hain teşebbüslere
karşı “mukabele-i bil misil” politikalar uygulamaya başlamalıyız.
Milyonlarca şehit
bizden bunu ister ve bunu bekler.
Haksız yere
katledilenin kanı yerde kalmamak gerekir.
Türk milletinin
şiarı, kaşınanlara haddini bildirmektir.
Öyle ki, aziz
milletimizin güncel tarihini ele alıp, milli hafızaya şöyle bir
baktığımızda hemen-hemen her güncede muhtelif yıllar itibarıyla vaki
“Türk’ü imha, soykırım ve katliam” teşebbüs, tertip ve fiilen yaşanmış
korkunç olaylara rastlarız.
Bunlar, ya medeni (!)
Batı (Avrupa) tarafından acımasız bir tehcir, ya Rum-Yunanlılar
tarafından girişilmiş bir katliam, Sırp yahut Bulgarlarca uygulanan
vahşet, veya gözü dönmüş Ermeni çetelerince vaki kalleşçe bir baskın,
toplu bir katliam veya soykırımdır.
En yakın tarihte
bunları Belene, Kıbrıs, Bosna-Hersek, Karabağ, Batı Trakya, Musul,
Kerkük ve Telâfer’de gördük. Daha ne kadar bu zulmü, gasp, irtikap ve
insanlık dışı alçakça katliamları hicrân-ı lâ yezâli (sonsuz ayrılık,
uzaklaşma, sonu gelmez üzüntü) ile görmeyi ve biçâre bir ruh hali ve
sözde teenni ile seyretmek ıstırabına katlanmak zorunda kalacağız?
Kalmadı mı bizde bir
“er kişi” ki, çıkıp bu zevale bir “DUR” desin !...
Misak-ı Milli ile
maruf bütün kırmızı çizgilerimizi iğrenç bir istihza, ihanet ve
alçakça meydan okumayla paspas gibi çiğneyen ve önümüze bir-bir terör
örgütlerini dizen melunlara karşı yapacak hiçbir şey kalmadı mı ?
Allah için konuşun, söyleyin, açıklayın ey kirli siyaset simsarları,
din tüccarları, oy avcıları; Bu gaflet, korku, çekingenlik niye...
Türk bu değildir !
Haklı davalarda cesaret, azim, irade, adalet ve kararlılıktır.
Biliniz. Öyle ki, takvimin her gününde, Türk milletine karşı işlenmiş
böyle elim bir suç var.
Ama sonuçta, AB ve
ABD tarafından yine Türk’ler ‘nâhak yere’ suçlu bulunmakta ve Türkiye
Cumhuriyeti suçlanmaktadır.
Neden !
Bu kısır bir döngü
niye ?
Türkiye Cumhuriyetini
yönetenler konuya tam bir ehliyet, vukuf ve dirayetle Türkçe sahip
çıkmadıkça da bu hengâme sürüp gidecektir.
Ancak ne zaman ki,
kurucu unsurlar adına Büyük ATATÜRK’ ün emanet ve vasiyeti yerine
gelir ve ülkemizi; “Türk’çe düşünen, Türk’çe konuşan, Türk’çe yaşayan”
ve göğsünü gere-gere, tam bir iftihar, onur, erdem ve gururla “Ne
Mutlu Türk’üm” diyen ve damarlarında “ASİL KAN” taşıyan Türk oğlu Türk
yöneticiler işbaşına gelirse, işte o zaman bu makus talih son bulacak
ve (harici ve dahili bedhahlar dahil) bütün düşman Türk’e saygı
duyacaktır. Ve, Türkiye, bütün Türk alemi ile dünya ve uzay
Türklüğü’nün Kâbe’si olacaktır.
Bu vesileyle bütün
şehitlerimize Allah (CC) dan rahmet diliyorum.
Ruhlarınız şad olsun.
Ebedi istirahatgâhların da nur ve huzur içinde yatsınlar.
Bir vefa borcu olarak
da “KÜRESEL ALMANAK” isimli kitabımda bütün ayrıntıları ile yer alan
“Asala tarafından katledilmiş bulunan Şehitlerimizin” listesini
açıklıyorum.
Mesele: Nisyan
(unutmakla) malul olmasın hafıza-i beşer.
Türk ve Müslüman
halkımız ve aziz atalarımıza tarih boyunca yapılanları unutmamak, asla
unutturmamak ve daima hatırlamaktır.
Türk’e diri olmak,
iri olmak ve daima ‘kendinde olmak-kendini bilmek’ yaraşır.
Bilelim gayrı...
Ermeni kökenli
vatandaşımız Hrant Dink’in cenazesinde gösterilen hassasiyet, katılım,
birlik-beraberlik ruhu ve tablosunu; Keşke katledilen bu
diplomatlarımız ve şehitlerimizin cenaze törenlerinde “BİZ TÜRK’ÜZ”
biçiminde gösterebilseydik.
1973–1984 ARASI, DİASPORA TARAFINDAN ASALA
KURULMADAN VE KURULDUKTAN SONRA (BÖLÜCÜ TERÖR ÖRGÜTÜNE DÖNÜŞÜNCEYE
KADAR) HAİNCE KATLEDİLMİŞ DİPLOMATLARIMIZA AİT LİSTE ŞÖYLE:
Vatan,Bayrak,Millet
ve Devlet uğruna maruz kaldıkları hain saldırılar sonucu “insanlık
düşmanı, Ermeni ASALA terör ve tedhiş örgütü” tarafından alçakça şehit
edilen diplomatlarımızı en derin saygı ve rahmetle anıyoruz. Allah
rahmet eylesin. Ruhlarınız şad olsun. Ebedi istirahatgâhlarında nur ve
huzur içinde yatsınlar.
Mehmet BAYDAR:
27 Ocak 1973, Los Angeles (ABD) Türkiye'nin Los Angeles Başkonsolosu
Mehmet BAYDAR ve Konsolos Bahadır DEMİR, 78 yaşındaki
Amerikan uyruklu ermeni Gurgen (Karakin) Yanikiyan tarafından alçakça
şehit edildi.
Türk diplomatlarına
karşı ilk saldırı olarak nitelenen bu olayla 12 yıl aralıksız olarak
sürecek seri cinayetler zinciri başladı. Bu cinayetlere mukabil en
sert tedbirlerin alınması ve mutlaka bir şekilde misilleme yapılması
gerekirken maalesef yapılmadı.
Yurt dışında bu hain
saldırılar başladığında yurt içinde anarşi hüküm sürmekte, terör
tırmanmakta, güvensizlik, gerilim, iktisadi, siyasi, sosyal ve
kültürel bunalım (erozyon) artma eğilimi göstermekte idi. Başta Fransa
olmak üzere bazı Avrupa (AB) devletleri ile ABD eyaletlerinde “sözde
Ermeni soykırımını tanıma” çalışmaları başlamıştı.
İçerde, sonradan
fail, sebep ve hikmetleri açığa çıkan ve kan emici baronlar tarafından
sevk, idare ve organize edilen terör; Dışarıda ise, baskı, boyun
eğdirme çabası ve tehdit nedense aynı anda başlamıştı.
Bu bir tesadüf mü idi
acaba !...
Şimdilerde 301
dayatılırken bunu da sorgulamak gerekmez mi ?
Mehmet BAYDAR
27 Ocak 1973 Los Angeles / ABD. Türk vatandaşlarına yönelik Ermeni
saldırıları, 1973 yılında başladı. Türkiye'nin Los Angeles
Başkonsolosu Mehmet BAYDAR ve Konsolos Bahadır DEMİR, 78
yaşındaki Amerikan uyruklu ermeni Gurgen (Karakin) Yanikiyan
tarafından şehit edildi. Türk diplomatlara karşı ilk saldırı olarak
nitelenen bu olayla cinayetler zincirini başlattı.
Daniş TUNALIGİL:
22 Ekim 1975, Viyana (Avusturya) Türkiye'nin Viyana Büyükelçisi
Daniş TUNALIGİL, Büyükelçiliği basan 3 terörist tarafından şehit
edildi. 22 Ekim 1975 tarihinde, otomatik silahlı 3 kişi, Türkiye'nin
Viyana Büyükelçiliği'ne girerek kapıdakileri etkisiz hale getirdikten
sonra Büyükelçinin makam odasına girdiler. Burada Daniş TUNALIGİL’E
Türkçe, "Siz Sefir misiniz?" diye soran ve "Evet" yanıtını alan
saldırganlar, TUNALIGİL'İ otomatik silahlarla taradılar.
TUNALIGİL, olay yerinde can verdi. 3 terörist, bir otomobille
uzaklaştılar.
İsmail EREZ:
24 Ekim 1975, Paris, (Fransa) Türkiye'nin Paris Büyükelçisi İsmail
EREZ ve makam şoförü Talip YENER, büyükelçilik yakınlarında
Hakeim Köprüsü'nde pusuya düşürüldü. İsmail EREZ ve makam
şoförü Talip YENER, silahlarla taranarak öldürüldü. Saldırıyı
"Ermeni Soykırımı Adalet Komandoları" adlı örgüt üstlendi.
Oktar CİRİT:
16 Şubat 1976, Beyrut (Lübnan) Türkiye'nin Beyrut Büyükelçiliği
Başkâtibi Oktar CİRİT, bir salonda otururken, Ermeni
terörizminin kurbanı oldu. Saldırıyı ASALA üstlendi bu cinayetle adını
ortaya attı.
Taha CARIM: 9
Haziran 1977, Roma (İtalya) Türkiye'nin Vatikan Büyükelçisi Taha
CARIM, büyükelçilik ikametgahının önünde iki teröristin açtığı
ateş sonucu öldü. Saldırıyı bu kez "Ermeni Soykırımı Adalet
Komandoları" adlı örgüt üstlendi.
Necla KUNERALP:
2 Haziran 1978, Madrid (İspanya) Türkiye'nin Madrid Büyükelçisi
Zeki KUNERALP'İN makam aracına 3 terörist tarafından ateş açıldı.
Arabada bulunan büyükelçinin eşi Necla KUNERALP ile emekli
büyükelçi Beşir BALCIOĞLU, hayatlarını kaybettiler. Saldırıyı
"Ermeni Soykırımı Adalet Komandoları" adlı örgüt üstlendi. Bu olayda,
ilk kez bir yabancı da Ermeni teröristlerin Türklere yönelik saldırısı
sırasında öldü. Makam Şoförü İspanyol Atonyo TORRES, teröristlerin
kurşunlarına hedef oldu.
Ahmet BENLER:
12 Ekim 1979, Lahey (Hollanda) Hollanda'daki Türkiye Büyükelçisi
Özdemir BENLER'İN oğlu Ahmet BENLER, hain bir silahlı saldırı
sonucu alçakça öldürüldü. Olayı bu kez hem "Ermeni Soykırımı Adalet
Komandoları" hem de ASALA ayrı ayrı üstlendi.
Yılmaz ÇOLPAN:
22 Aralık 1979, Paris (Fransa) Türkiye'nin Paris Turizm Müşaviri
Yılmaz ÇOLPAN, bir Ermeni teröristin saldırısı sonucu katledildi.
Bu olay, Ermeni terörizminin Paris'teki ikinci saldırısı oldu. Olaydan
sonra haber ajanslarına telefon eden bir kişi, Roma, Madrid ve
Paris'teki eylemlerden "Ermeni Soykırımı Adalet Komandoları" adlı
örgütün sorumlu olduğunu bildirdi.
Galip ÖZMEN:
31 Temmuz 1980, Atina (Yunanistan) Türkiye'nin Atina Büyükelçiliği
İdari Ataşesi Galip ÖZMEN ile 14 yaşındaki kızı Neslihan
ÖZMEN, bir teröristin silahlı saldırısı sonucu katledildiler.
Galip ÖZMEN’İN eşi Sevil ÖZMEN ve oğulları Kaan ÖZMEN
olaydan yaralı olarak kurtuldular. Saldırıyı bu kez ASALA üstlendi.
Tam bu sıralarda,
Türkiye’de faaliyet gösteren bölücü terör örgütleri ile Asala arasında
iştirak ve işbirliği toplantıları başladı. Toplantılar Ermenistan,
Yunanistan, Fransa, Güney Kıbrıs Rum Kesimi ve Avrupa’nın muhtelif
ülkelerinde yapılmakta idi.
Ancak, Asala’nın
Taşnak tandanslı kurmay kadrosu Lübnan merkezinde kalmakta ve bütün
faaliyetlerini Beyrut’tan yönetmekte ve yürütmekte idi.
12 Eylül 1980’de
Türkiye’de askeri müdahale vuku buldu.
Dahildeki anarşi ve
terör bir günde kesildi. Bitti.
Ancak, hariçte
saldırılar henüz devam etmekte idi.
Şarık ARIYAK:
17 Aralık 1980, Sidney (Avustralya) Türkiye'nin Avustralya
Başkonsolosu Şarık ARIYAK ile koruma görevlisi Engin SEVER,
Ermeni terörizminin kurbanı oldular.
1980 yılında
ayrıca; 6 Şubat'ta Türkiye'nin İsviçre Büyükelçisi Doğan Türkmen,
Bern'de uğradığı saldırıdan yara almadan kurtuldu. 17 Nisan'da
Türkiye'nin Vatikan Büyükelçisi Vecdi TÜREL' İN makam aracına
ateş açıldı. Türel ve koruma görevlisi Tahsin Güvenç saldırıdan yaralı
olarak kurtuldular. 26 Eylül'de Türkiye'nin Paris Büyükelçiliği Basın
Danışmanı Selçuk BAKKALBAŞI, uğradığı silahlı saldırıda
yaralandı.
Cavit Demir:1981
yılında ayrıca; 2 Nisan'da Türkiye'nin Kopenhag Çalışma Ataşesi
Cavit Demir, oturduğu apartmanın asansöründe uğradığı silahlı
saldırıdan yaralı olarak kurtuldu. 25 Ekim'de Türkiye'nin Roma
Büyükelçiliği İkinci Katibi Gökberk Ergenekon, yolda yürürken
saldırıya uğradı. Ergenekon, olaydan hafif yaralarla kurtuldu.
Cemal ÖZEN:
24 Eylül 1981 Paris (Fransa) Türkiye'nin Paris Başkonsolosluğu ile
Kültür Ataşeliği'nin bulunduğu binayı işgal eden 4 ermeni terörist, 56
Türk görevli ve vatandaşı rehin aldı. Teröristler, kendilerine
müdahale etmek isteyen güvenlik görevlisi Cemal ÖZEN'i öldürdüler.
Kemal ARIKAN:
28 Ocak 1982 Los Angeles / ABD. Türkiye'nin Los Angeles Başkonsolosu
Kemal ARIKAN öldürüldü. Arıkan'ın katili Taşnak militanı Hampig
Sasunyan, müebbet hapis cezasına çarptırıldı.
Kani GÜNGÖR
:1982 yılında ayrıca; 8 Nisan'da Türkiye'nin Ottowa Büyükelçiliği
Ticaret Müşaviri Kani GÜNGÖR, uğradığı silahlı saldırıda
yaralandı. 21 Temmuz'da Türkiye'nin Rotterdam Başkonsolosu Kemal
DEMİRER‘e konutu önünde silahlı saldırı düzenlendi. DEMİRER,
olaydan yara almadan kurtulurken, saldırgan yaralı olarak yakalandı. 7
Ağustos'da ASALA'ya bağlı 2 terörist Ankara Esenboğa Havalimanında
düzenlediği silahlı baskında 8 kişi öldü, 72 kişi yaralandı. Bu,
Ermeni terörizminin Türkiye'deki ilk eylemi oldu. ESENBOĞA OLAYI
Başkonsolos Kaya
İNAL'ı yaraladılar. Ermeni teröristler, Türkiye'de siyasi tutuklu
12 kişinin salınarak Paris'e getirilmesini istediler. İsteklerinin
kabul edilmeyeceğini anlayan teröristler 15 saat sonra polise teslim
oldular. Türkiye, Fransa'yı bir kez daha uyarırken, Fransa da
saldırıyı kınadı. Olayı ASALA üstlendi. Saldırıyı gerçekleştiren 4
ermeni terörist, Vasken Sakosesliyan, Kevork Abraham Gözliyan, Aram
Avedis Basmaciyan ve Agop Abraham Turfanyan, 31 Ocak 1984'de Fransa'da
7'şer yıl hapis cezasına çarptırıldılar. Mahkemenin sonucu Türkiye'de
büyük tepkiyle karşılandı.
Bunun dışında, başta
Ankara, Esenboğa baskını olmak üzere, yurtdışında pek çok sabotaj,
işgal, saldırı ve bombalama; Tamamı yalan, iftira ve provokasyondan
ibaret, “sözde soykırım” yasa tasarıları nedeniyle kirletilen kamuoyu,
Türkiye aleyhine yaratılan husumet de asla unutulmamalıdır.
Orhan GÜNDÜZ:
5 Mayıs 1982 Boston / ABD. Türkiye'nin Boston Fahri Başkonsolosu
Orhan GÜNDÜZ, uğradığı silahlı saldırıda öldü
Erkut AKBAY 7
Haziran 1982 Lizbon / Portekiz. Türkiye'nin Lizbon Büyükelçiliği
İdari Ataşesi Erkut AKBAY otomobilinde uğradığı silahlı
saldırıda öldü. Otomobilde bulunan eşi Nadide AKBAY, yaralı
olarak kaldırıldığı hastanede bir süre sonra yaşamını yitirdi.
Atilla ALKANAT:
27.Ağustos 1982 Ottowa / Kanada. Askeri ateşe Albay. Ermeniler
tarafından katledilip şehitlik mertebesine ulaşmıştır.
Bora SÜELKAN:
9 Eylül 1982 Burgaz / Bulgaristan. Türkiye'nin Burgaz Başkonsolosluğu
İdari Ataşesi Bora SÜELKAN katledildi.
Galip BALKAR :
9 Mart 1983 Belgrad / Yugoslavya. Türkiye'nin Belgrad Büyükelçisi
Galip BALKAR'A 2 terörist tarafından 9 Mart'ta silahlı saldırı
düzenlendi. Olayda ağır yaralanan BALKAR, 11 Mart'ta hayatını
kaybetti. Olayda, bir Yugoslav öğrenci de öldü. Saldırıyı yapan Kirkor
Levonyan ile Raffi Aleksandr, olaydan tam bir yıl sonra 9 Mart 1984'de
20'şer yıl ağır hapis cezasına çarptırıldılar
Dursun AKSOY:
14 Temmuz 1983 Brüksel / Belçika. Türkiye'nin Brüksel Büyükelçiliği
İdari Ataşesi Dursun AKSOY, ermeni teröristlerce katledildi.
Cahide MIHÇIOĞLU:
27 Temmuz 1983 Lizbon / Portekiz. Türkiye'nin Lizbon Büyükelçiliği, 5
Ermeni terörist tarafından basıldı ve bina içindekiler rehin alındı.
Baskın sırasında büyükelçilik Müsteşarı Yurtsev MIHÇIOĞLU'NUN
eşi Cahide MIHÇIOĞLU hayatını kaybetti. Portekiz polisi,
düzenlediği operasyonla rehineleri kurtardı, 5 teröristi de öldürdü.
Saldırıyı, "Ermeni Devrimci Ordusu" adlı örgüt üstlendi. Örgüt,
teröristlerin öldürülmesi nedeniyle Portekiz Başbakanı Mario Soarez'i
ölümle tehdit etti.
1983 yılında ayrıca;
16 Haziran'da İstanbul Kapalıçarşı'da bir terörist tarafından halkın
üzerine ateş açıldı. Olayda 2 kişi öldü, 21 kişi de yaralandı.
Saldırgan, olay yerinde öldürüldü. Olayı bir ermeni teröristin yaptığı
anlaşıldı. 15 Temmuz'da THY'nin Paris Orly havalimanındaki bürosu
önünde bomba patladı. Olayda, 2'si Türk, 4'ü Fransız, 1'i Amerikalı,
1'i de İsveçli olmak üzere 8 kişi öldü, 28'i Türk, 63 kişi de
yaralandı. Tarihe "Orly Katliamı" olarak geçti.
Işık YÖNDER:
28 Nisan 1984 Tahran / İran. Türkiye'nin Tahran Büyükelçiliği
Sekreteri Şadiye YÖNDER'İN eşi, İran ile Türkiye arasında
ticaret yapan işadamı Işık YÖNDER, bir ASALA militanı
tarafından öldürüldü.
Erdoğan ÖZEN :
20 Haziran 1984 Viyana / Avusturya. Türkiye'nin Viyana Büyükelçiliği
Çalışma Ataşesi Erdoğan ÖZEN, otomobiline yerleştirilen
bombanın patlaması sonucu öldü. Olayı, "Ermeni Devrimci Ordusu" adlı
örgüt üstlendi.
Enver ERGUN :
19 Kasım 1984 Viyana / Avusturya. Türkiye'nin BM Temsilciliğinde
görevli Enver ERGUN, aracına yerleştirilen bombanın patlaması
sonucu öldü. Bu olayı da, "Ermeni Devrimci Ordusu" adlı örgüt
üstlendi.
1984 yılında
ayrıca; 27 Mart'ta Türkiye'nin Tahran Büyükelçiliği Ticaret Müşavir
Yardımcısı Işıl ÜNEL'İN otomobiline bomba yerleştirmeye çalışan
bir terörist, bombanın elinde patlaması sonucu öldü. 28 Mart'ta yine
Tahran'da Büyükelçilik Başkatibi Hasan Servet ÖKTEM ve
Büyükelçilik Ataşe Yardımcısı İsmail PAMUKÇU, evlerinin önünde
uğradıkları silahlı saldırıda yaralandılar.
Çetin GÖRGÜ:
07 Ekim 1991 Atina/Yunanistan. Atina Büyükelçiliği Basın Müşavirliği
Ataşe Yardımcılığı görevini sürdürürken Atina'da uğradığı menfur
saldırı sonucu şehit edilmiştir.
Çağlar YÜCEL:
11 Aralık 1993 Bağdat/Irak. İdari ateşe. Ermeniler tarafından
katledilip şehitlik mertebesine ulaşmıştır.
Haluk SİPAHİOĞLU:
04 Temmuz 1994 Atina / Yunanistan. Müsteşar. Ermeniler tarafından
katledilip şehitlik mertebesine ulaşmıştır.
Kaynaklar:
Tarihte ve Tabiatta Bugün; KÜRESEL ALMANAK
Tanı Yayın, Nisan-2006 – ANKARA, www.taniyayin.com
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
50 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
ERMENİ YASASI DİKKATSİZ BİR ADIM |
-
- "Musevilere ilişkin soykırımın tanınmasının yasal temelini
Nürnberg Mahkemesi'nin kararlarına dayandığını" belirten Chandernagor, daha
sonra kabul edilen Ermeni yasası için Fransa Parlamentosu'nun elinde bu tür
yasal dayanak bulunmadığını vurguladı. Fransız yazar, Musevilerle ilgili
yasadan sonra Ermenilerle ilgili bir yasa kabul ederek parlamentonun
"dikkatsiz bir adım attığını" vurgulayan Chandernagor, "Fransız
parlamenterler, burada kendi tarihlerini değil, başka bir ülkenin tarihini
yazmaya kalktılar" ifadesini kullandı. Parlamentoların tarihle ilgili yasa
yazmanın kötü bir örnek olduğunu belirten yazar, şunları kaydetti: "Bu tür
yasaları kaleme almak, tarihi ve mali açıdan parlamentolar için zahmetsiz,
ancak bu durumun daha sonra tarihçilere faturası pahalıya mal oluyor. Çünkü
tarihçiler, artık bu olaylar konusunda araştırma yapamıyor. Yaptıkları
takdirde, kendileri aleyhine açılacak davalarla muhatap olmak zorunda
kalıyorlar. Fransa'daki Asya kökenli Fransızları mutlu etmek için de yasalar
mı çıkartalım? Bu tür girişimler, lobi ve baskı gruplarının parlamentolar
üzerinde baskı ve etkilerini artıyor, tarihle ilgili tartışmaların önünü
kesiyor."
- Fransa'nın ünlü 19 tarihçi ve yazarı, önceki gün gazetelere
verdikleri ilanda, tarihçilerin karar vermesi gereken konularda daha önce
çıkan yasaların kaldırılmasını istemişlerdi. Tarihçilerin, yürürlükten
kaldırılmasını istedikleri yasalar arasında, sözde Ermeni soykırımının
tanınmasını öngören yasa da bulunuyor. Gazetelerde çıkan ilanda, şöyle
denilmişti: "Tarih, dogma kabul etmez. Tarih, din değildir. Tarih, ahlak da
değildir. Tarih, yasağı ve tabuyu kabul etmez. Tarih gerçeğe dayanır ve sadece
somut gerçekleri baz alır. Tarihçinin asla ve kesinlikle kınama ve/veya
yüceltme rolü yoktur. Tarih, güncelin ve siyasetin kulu, kölesi kölesi
değildir.Tarihçi dosdoğru, onurlu ve ilkeli olmak ve belgelere dayanmak
zorundadır. (devamla) Demokratik ve özgür bir ülkede, ne parlamento ne de adli
merciler, gerçek tarihi kanıtlayabilir. Bu nedenlerle uygarlığa da,
demokratik rejime de yakışmayan bu yasaların iptalini istiyoruz." 13 Temmuz
1990 tarihli "ırk ayrımı ve Yahudi karşıtlığı" başlıklı yasa, 21 Mayıs 2001
tarihli "kölelik" kanunu. 29 Ocak 2001 tarihli sözde "Ermeni soykırımı" yasası
ve 23 Şubat 2005 tarihli (Fransa’da) "sömürgeciliğin olumlu yanlarının
okullarda öğrencilere öğretilmesi" başlıklı yasa, tarihçilerin iptal
edilmesini istedikleri yasalar arasında yer almaktadır” dedi ve günümüz
koşullarında Fransa örneğinin daha da açılması ve bütün ayrıntıları ile
incelenmesi gerektiğine işaret ederek, sözlerini şöyle sürdürdü:
-
FRANSA'DAKİ TARTIŞMA
- “Fransa'da sömürge yasasına karşı ilk kez yaklaşık altı ay
önce tarih öğretmen’ leri yıllık kongrelerinde bir bildiri yayınlayarak sert
tepki göstermişti. Sömürgeciliğin olumlu yanlarının kabul edilmesi ve bunun
okul müfredatında da yer almasına ilişkin yasa şubat ayında kabul
edilmişti.Meclis, geçen ay bu yasanının kaldırılmasına ilişkin muhalefetin
verdiği yasa teklifini reddetmişti. Kamuoyundan ve eski sömürgelerden gelen
tepkiler üzerine Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, geçen hafta yaptığı açıklamada,
"Tarihi yazmak tarihçilerin işidir" derken, Başbakan Dominique de illepin,
"Parlamentoların tarihi yazamayacağı" görüşünü dile getirmişti. Bu arada,
yasanın kaldırılması için bir internet sitesi tarafından açılan imza
kampanyasına, şu ana kadar 18 bin kişinin destek verdiği bildirildi.”
- Böylece, 2005 yılında tırmanan “Ermeni Soykırımı” konusunda en
objektif ve tarafsız iki toplantının cereyan tarzı, biçimsel yapısı ve yapılan
görüşmeler konusunda bütün ayrıntıları açıklamış olduk. Bu yazıyı Gazetemiz
ANAYURT’un objektif habercilik, ilkeli ve tarafsız (Millet, Devlet ve Milli
Davalardan Yana) yayıncılık prensibinin somut bir belgesi olarak, arşivleyip
saklamak gerekir. Taktir sizin.
- KISSADAN HİSSE :
- GERÇEK SOYKIRIMLAR VE PSİKOLOJİK SAVAŞ
- Yukarda yazılan ve bütün taraflara açık bir konferansta
özgürce dile getirilen görüşler, belgeler, sergi ve analitik değerlendirmeler
göstermektedir ki; Özellikle dış destekli dahili ihanet şebekeleri tarafından
gündemde tutulmaya çalışılan ‘’Ermeni soykırımının’’ aslı, esası ve bilhassa
“hukuki bir dayanağı yoktur”
- Hatırlanacağı üzere; Almanya Hiristiyan Demokratlar Birligi
CDU genel başkanı Merkel Nisan ayında federal meclise, Türklerin Ermenilere
1915’ de yaptığı “sözde katliamı anmak için” bir önerge vereceklerini
bildirdi. Bu önergenin hukuki temeli olmayıp esas nedeni kamu oyunun
Türkiye’nin AB üyeliği ekseninde, süreci yanlış yöne saptırma, Ermeni
çıkarlarına hizmet ve oyalama taktiği ile yıllardır süregelen “psikolojik
savaşı” tahkimden başka birşey değildir. Netekim öyle de oldu. Ancak,
- Demokrasi ve adalet’in yaşandığı “hukuk devletlerinde” ceza
kesilmeden önce;
- Suçun hangi hukuki tanıma göre verildiği hakim tarafından
gerekçelendirilir ve okunarak açıklanır. Yerel ve uluslararası hukuk (hukuk-u
düvel) bunu emreder. Örneğın: “suçu” hafifletici ve ağırlaştırıcı nedenler
varmı’ dır? Kamu vicdanı ne durumdadır savaş veya barış ortamı varmıdır?
Vatana ihanet, nefsi müdaafa söz konusumudur? Ülkeden toprak talebi veya
silahlı ayaklanma varmıdır., bu ve benzer bütün unsurlar dikkatle araştırılır,
incelenir ve değerlendirilir. Bunların hiç birini veya bir kısmını göz önünde
bulundurmadan birisini veya birilerini yargılamaya kalkarsanız kanunsuz ceza
vermiş oluırsunuz, ki buda tüm ceza kanunlarının ilk unsuru olan;
- “Hiç kimse kanunsuz cezalandırılamaz, kanunlarda açıkça
yazılıp, tanımlanmış olmadıkça hiçbir eylem, söylem veya iddia suç sayılamaz,
suçu ispatlanmadıkça ve hüküm tesis olunmadıkça hiç kimse suçlu sayılamaz”
İlkesine ters düşer. Yoksa, herkes her önüne gelene, senden şu kadar alacağım
var, veya bana şunu yaptın deyıp “iddia” bazında dava açamaz ve ceza
kestiremez. Kanunsuz ceza kesen hakim, suç işlemiş sayılır. Kanuna, (tarif
edilen suça) uymayan, Orhan Pamuğun yaptıgı gibi ileri sürülen ve iddia edilen
suçlama ise iftiradır, ki bu da kovuşturma nedeni olup; Açık bir suçtur.
Cezasız bırakılamaz. Vatana ve millete karşı “ihanet” bağlamında “basın
yoluyla” işlenmiş bir suçun “fikir özgürlüğü” ile irtibatı kurulamaz. Hukukun
öncelik ve mutlak üstünlüğünü tanıyan herkes bunu böylece kabul etmek
mecburiyetidedir. O halde bayan Merkel’ in kast ettiği o zamana dönelim ve
duruma bir bakalım.
- Yıl 1912, İtalyanlar, Osmanlı toprağı olan Trablusgarp’ ı
işğal etmiş, Güney ve Batı Anadolu Fransızlara; Suriye, Adana, Mersin
ingilizlere; Ege bölgesi Yunanlılara; Boğazlar ve Doğu Anadolu Ruslara vaad
edilmiş ve ülke şimdiki Irak gibi resmen işgal altındadır. 1915’de İngilizler
Çanakkale’ye dayanıp Osmanlı’yı kıskaca almaya kalkışmışlardır. Bu sıra,
Ermenilere’de Doğu Anadolu’da kurulacak bir Ermenistan vaad edilmiştir. İşte
tam bu vahim süreçte Ermeniler kendilerince, vatandaşı oldukları Osmanlıya
karşı “haklı olduklarını sandıkları” bir savaşa girişmişlerdir.
- Milleti sadıka sıfatıyla Ermenililer bu savaşta Osmanlıya
karşı isyan ve ihanet ederek, işgalcilerle bir olup, özellikle Ruslarla ve
Fransızlarla beraber, Türkleri içerden ve arkadan hançerlemekten asla
kaçınmamışlardır. Ermenililer Antep kuşatmasında fransızlara birlikte Türklere
karşı nasil savaştıklarını, “bir dizi kahramanlık hikâyeleri biçiminde” yazmış
ve yayınlamışlardır.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
51 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
EZAN/TÜRBAN; AKP VE
DP |
-
-
Resmi kuruluş tarihi olan 14 Ağustos 2001’den kısa bir
süre sonra, 03 Kasım 2002’de yapılan ve Parti
sahipleri, cunta, sulta, vesayet ve icazet erbabınca
hazırlanarak listelenen eşhası (sözde vekil) belirleme
(bazılarının “seçim” dediği, Vazifeli noter misali
usulen tefhim biçimi halka tasdik ettirme) merasimini
müteakip hükümet kuran AKP; Aradan geçen 10 yıl 8
aylık süreye rağmen hâlâ olduğu yerde saymakta ve
geldiği yerde durmaktadır.
-
Oysa henüz mahiyeti, içeriği, anlamı açıklığa
kavuşmamış fevkalâde muğlâk, aldatıcı ve sahte bir
kavram olan “milli görüş” furyası bağlamında 30 yıllık
bilgi, politika deneyimi ve birikime sahip olmalarına
rağmen; Bu kadar kararsız, istikrarsız, Milli Davalar
karşısında aciz, zavallı, korkak ve istikametsiz
kalmaları hayret ve dehşet vericidir.
-
Zira aradan geçen zamana, alenen vaat, sürekli beyan
ve dönem evveli taahhüt etmiş olmalarına rağmen; Başta
YÖK’ün ilgası, Baş Örtüsünün serbest bırakılması.,
Siyasi Partiler ve Seçim Yasalarının “Namuslu, dürüst,
adil, eşit, şeffaf ve demokrat” bir sisteme iblâğı;
“temsilde adalet / yönetimde istikrar” ilkesinin
hayata geçirilmesi; Millet-vekili ayrıcalık,
dokunulmazlık ve imtiyazlarının kaldırılması.;
Kalkınmanın tam bir adalet, hakkaniyet, hukuk “imkân
ve fırsat eşitliği” çerçevesinde, serbest rekabet
ilkesi, şeffaflık ve dürüstlükle icrası; “Eğitim,
Adalet ve Sağlık” konusunda insan hakları, evrensel
hukuk, adalet ahlâkı yönünde ‘kamu yararına objektif,
adil, dürüst ve realist’ düzenlemeler yapılması ve
nihayet Genel Kurmay Başkanlığı’nın Milli Savunma
Bakanına doğrudan bağlanması dâhil olmak üzere; Vaat
ve taahhüt ettikleri meselelerden hiç birini akıl,
ilim, irfan, hukuk, ahlâk ve demokrasi bağlamında
basiret, beka, milli menfaat ve evrensel hukuk
düzleminde çözemediler.
-
Bunun yerine, adeta “gayri milli unsurlar ile uluslar
arası, kirli emperyalist sermayeye teslimiyet”
anlamına gelen; Piyasa ilkeleri, kamu yararı, insan
hakları, vicdani sorumluluk ve halk (milli menfaat)
aleyhine özelleştirmeler, adeta peşkeş çekmeler,
bedelini zaman içinde en ağır biçimde halkın ödeyeceği
“yap-işlet devret” çılgınlıkları; Mümkün mertebe, “dış
ticaret dengeli” DENK BÜTÇE yerine, iç-dış borç
hovardalığı ile memleketin geleceğini karartan,
istikbalini kâbusa çeviren uygulamalar, hiç de doğru,
onurlu, sorumlu basiretli, ilmî, objektif, adil ve
dürüst değil!.. İcraatın ekseriyeti demokrasi, hak
karinesi, hukuk ve ahlâka aykırı vb.
-
Adı: “Adalet ve Kalkınma” olan bir siyaset hane için,
tam bir hayal-i sükut, alenen kendini inkâr, hezimet
ve hüsran bu! Özellikle, vukuu şaibeli, sebep ve
hikmeti izaha muhtaç, aradan geçen uzu süreye rağmen
gizemini koruyan ve esrarı çözülemeyen “gezi parkı
isyanı”, her ne kadar sebepleri meçhul kalsa da;
Sonuçları itibarıyla memleketi sarsacak bir vahamet
ortaya koymuştur. Bu vahamet: Kısa adı BOP/BİP olan,
Türkiye ve Ortadoğu ülkelerini “Çete Devleti İsrail”
lehine bölerek, “yeniden yapılandırma plânına” ivme
kazandırılması ile kod adı “AB” olan emperyalist
vampir kulübünün hegemonyasına boyun eğme
operasyonudur.
-
Buna rağmen, AKP’nin MENDERES istismarı mantıksız,
hayret ve dehşet vericidir.
-
Zira aralarında zerre kadar imtizaç, “eylem ve söylem
benzerliği” yoktur.
-
Yetmedi, kadim Demokrat Parti’nin def-i hacetinden,
misyon tacirliği ile sabık, malûl ve muhriç, defolu
atıklarından bile medet umulmaktadır. Kaldı ki, bu
sanal sevdaya mukabil; Halâ 27 Mayıs sorgulanmamış,
yargılanmamış, fevkalâde ehemmiyet ve aciliyetine
rağmen henüz dava bile açılmamıştır. Bu nasıl bir
mirasçılıktır ki; Varisi verasetten bihaber ve adeta
(Aydın Menderes gibi) reddi miras etmiş, hayırsız
evlât gibidir.
-
OYSA: TARİHİ VE KADİM DEMOKRAT PARTİ! Evet, burada
açıkça ifade etmek lâzımdır ki; Özellikle tarihi ve
kadim Demokrat Parti, Menderes ve bilumum kadrolarına
nazaran: AKP, üst yöneticileri ve cari politikaları
cihetiyle, aralarında zerre kadar bir ilgi, alâka ve
rabıta yoktur. Yerine göre örnekleyecek olursak:
-
Meselâ: Demokrat Parti 07 Ocak 1946’da kuruldu. 4 yıl
4.5 ay yıl süren muazzam bir furya, baskı, zulüm ve
ıstıraplı hak-hukuk mücadelesinden sonra 14 Mayıs 1950
seçimlerinde “halk hareketi ile” iktidar, akabinde de,
her şeye rağmen, millet adına “MUKTEDİR” oldu.
-
AKP’NİN MENDERES’LE SINAVI: Her ne hikmetse, 27 Mayıs
1960 kalkışmasının 53. sene-i devriyesinde patlak
veren “Gezi Parkı” olaylarına baktığımızda, açıkça
görürüz ki: Bunlar hâlâ hükümet, iktidar ya da
muktedir olamamışlar. Yahut başka bir anlam, düşünce
ve izah tarzına göre: Hükümet adına devlet erk’ini
elinde bulunduran kesim; Rejimi değiştirip dönüştürmek
suretiyle ülke ve halkı yeniden yapılandırıp; BOP-BİP
istikametinde bir anayasa, yeni bir rejim ve
muhafızlarından oluşan kadrolar teşkil etmek uğruna
“olayları kuruyor, kurguluyor ve yönetiyor” gibi!
-
Amaç ne olabilir? İddialara göre: Tam bir iştirak ve
işbirliği içinde hareket ederek, yerine göre legal
veya illegal ortaklık içinde faaliyet gösteren iktidar
ve bilumum muhalefet:, Her şeye rağmen, mevcut
Anayasayı (tıpkı 1960’da olduğu gibi) çöpe atarak;
“adına ‘süreç’ denilen menfur ihaneti meşrulaştırıp,
hainlere yasal yol ihdası” için, bir yeni yapılanma
(ihanet sürecinin öncüsü Turgut Özal’ın transformasyon
dediği) dönüşüm anayasası yapmak istemektedirler… İlk
etapta masum ve siyasetten müsemma başlayan Gezi Parkı
eylemlerinin, aynı günün akşamından itibaren MİT,
Jandarma, Polis ve bilumum kamu güvenlik unsurlarına
rağmen, eşkıya, sabotajcı, dezinformatör, etki ajanı,
yabancı casuslar ile yerli provokatörlerin işgaline
maruz kalması tam bir acizlik yahut müsamaha veya
gizli iştiraktir!
-
Zira devletin gücü ve güvenlik kurumları; İyi niyetle,
masum yüzler ve temiz gençler tarafından, ‘organize
olmaksızın ve kendiliğinden’ başlayan hareketi
sızmalardan, sabotajdan, dezinformatör, etki ajanı ve
provokatörlerden pek alâ koruyabilir, kontrol altında
tutabilir, 28 Mayıs’tan itibaren vaki taşkınlık,
saldırı ve tahribatı, çok rahatlıkla önleyebilirlerdi.
Aslında “DEVLET OLMAK” budur.
-
Devlet: Hüküm, hikmet, adalet ahlâkı, evrensel hukuk,
meşveret; Suç teşkil eden fiil ve (her kim olurlarsa
olsunlar) faillere karşı çelikleşmiş iradenin demir
yumruğu” demektir. Akp tarafından örnek alındığı iddia
olunan Adnan Menderes ve Demokrat Parti ile hükümet
kadroları böyle idi. Ki, bu bir hikmettir. Yüksek
fazilettir. Lânetli devrimcilik, zorbalık ve zalimlik
değil; Atatürk tarafından düstur olarak uygulanan
İnkılâpçılıktır. İnkılâpçılık nedir?.. Milletle
anlaşmak, asgari müştereklerde iştirak, demokrasi,
medeni siyaset ve uzlaşma kültürü çerçevesinde mutabık
kalmaktır.
-
Adnan Menderes ve Demokrat Parti Ezan-ı bu anlayışla
dönüştürmüş; Müslüman’ım demeyi bile yasaklayan yasa
müsveddelerinden milleti böylece kurtarmış ve her şeye
rağmen hırçınlık için yol arayan, fırsat kollayan
muhalefeti; Parayla-pulla ayartmaya, tehdit, taciz ve
şantajla yola getirmeye, ya da bölmeye, parçalamaya
kalkışmamıştır.
-
Maalesef güncel siyasette bunların tamamı yaşanmakta,
fakat: Siyasetti fazilete iblağ edecek “parti sahibi
sultası, genel merkez cuntası, milletvekili
ayrıcalıkları, dokunulmazlık ve imtiyazları” gibi
insanlık, ahlâk, adalet ve hukuk dışı ilkellikler
yürürlükten kaldırılmaktansa, inatla, ısrarla
sürdürülmekte ve tahkim edilmektedir. Oysa DP ve
Menderes zamanında başta “hazine yardımı domuzluğu”
olmak üzere bu ve benzeri millet iradesi, hakkaniyet
ve adalet karinesi ile eşitlik ilkesine bütünüyle
aykırı “mugayir hiçbir uygulama yoktu!
-
Devletin tepesinde Demoklesin kılıcı gibi asılı,
bölücülük tehdidi; Çok ciddi, hırçın, sert ve
saldırgan muhalefete rağmen ihanet şebekeleri ile
flört, zaaf, acizlik ve pazarlık gibi derin bir utanç
göremezsiniz. Dahası, kimse, ama hiç kimse kadim DP,
Menderes ve ekibini “hainlerle görüşme, iştirak ve iş
birliği ile” suçlayamaz. Ama günün hükümeti ve iktidar
partisi en ağır biçimde şaibe altındadır. İktidarın
iltimas, haksızlık, yolsuzluk, hakkaniyet ve hukuk
dışı icraatlarına göz yuman, suç, cürüm ve yasa
dışılıkları görmezden gelen, bilumum muhalefet de bu
iddialar ve iddiacı kesimlerce alenen veya zımnen
ihanetle suçlanmaktadır.
-
Nihayet: DP davasının özü, esas misyonu olan
“antiemperyalist ve antisiyonist Türk İnkılâbı
geleneğinin” son halkası, varis ve güncel versiyonu
olması bu cihetle de asla kabul ve tasvip edilemez.
Dahası kadim DP: “Milli Mücadele ve Misak-ı Millici”,
tam özgürlükçü, mütekabiliyetçi, Milli Devlet, Milli
Hâkimiyet ve Milli hükümranlıktan yanadır.
-
Ya
AKP?!
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
52 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
EZELİ DÜŞMANLA RAKS |
-
-
Siz, Drakula kimdir, nedir, bilir misiniz?
-
Drakula, Ulah (Germen) asıllı prens III. Vlad
(Voyvoda)’dır.
-
Türkleri alçakça-kalleşçe, canlı-canlı kazığa
geçirerek veya vücutlarına kazık çakarak katleden; Korumasız bebek, çocuk,
ihtiyar ve kadınlara yönelik mezalimi sayesinde adı tarihe “Kazıklı Voyvoda”
olarak yazılan, vampirleşen ilk yarasa türüdür. Karanlık Batı ve her batılı
ferdin iliklerine kadar sinmiş Türk-İslâm düşmanlığının en iğrenç
örneklerinden biri olan III. Vlad Dracula (Tepeş) kara büyü okulu
Scholomance'da öğrendiği büyüler sayesinde ölüm'den korunmuş (1431-1476)
döneme damgasını vuran terör-tedhiş ve iğrenç suçlarından olsa gerek yaşarken
Vampir'e dönüşmüştür. Goethe gibi İblis’e köle olunca dünyayı ele geçirme ve
kana bulama sevdasına düşmüş; Fakat, dünyayı bu karanlık, kirli-kanlı el (crna
ruka) ve kâbustan Osmanlı kurtarmış ve kafası kesilerek cehennemin dibine
havale edilmiştir.
-
Papa II. Urbanus ve Türk (Müslüman)
Kemiklerinden Kilise.
-
Peki, ya Çek Cumhuriyeti’nde Sedelik’e giden
var mı?
-
Gittiyseniz “Türk ve Müslüman” kemiklerinden
mamul kiliseyi görmüşsünüzdür…
- Evet, Çek cumhuriyetinin Sedelik kentinde çok korkunç bir kilise var.
Adına Kilise denilen bu şeytan tapınağının inşaat malzemesi ne tahta, ne taş
ve beton, ne de demir, Tapınak tepeden-temele Türk (Müslüman) kanı ve
kemiklerinden mamul.... 1218'lerin sapık papa’sı II. Urbanus haçlı
savaşlarında öldürülen Müslüman naaşlarını gurur ve övünme aracı olarak
Sedelik’e getirtmiş ve kemiklerinden kilise inşasını emretmiş. Papa’nın isteği
üzerine 40.000 Türk’ün mübarek kemikleri derdest edilerek, bu menfur
(kirli-kanlı, vahşi ve insanlık dışı yaratığın) emri yerine getirilmiş. Bu iki
örnek, Müslümanlara hayâsızca saldıran ve ‘terörist’ diye iftira eden AB
ironisi, iblis damarı, kanı-kimyası bozuk haçlı zihniyetinin gerçek yüzü ve
tarihi hakikatini açıklayıp, “bizdeki mukallit, gaflet, hıyanet ve dalalet
erbabına” hatırlatmak içindir. Tarihleri kan-kâbus, terör-tedhiş ve lânetle
kazınmış sürülere medeni denilemez.
- ŞOK RAPOR:
-
"Ermeniler 2 milyon Osmanlı'yı öldürdü" (ABD,
22 June 2009)
-
ABD Başkanı Ronald Reagan’ın hukuk
danışmanlığını yapan Bruce Fein, sözde Ermeni soykırımı iddialarını
değerlendirdi ve Ermenilerin bu iddialarının son derece asılsız olduğunu
belirterek: “Reagan’ın başkan olduğu 1981’de bu konu, Beyaz Saray tarafından
araştırıldı. Sonuçta Ermenilerin 2 milyon Müslüman Osmanlı’yı katlettiği
ortaya çıktı. Ermeni iddialarının asılsız olduğu belgelendi. Bu nedenle
Ermeniler, kendi arşivlerini açmıyor, çünkü bu gerçeğin ortaya çıkmasından
korkuyorlar…” dedi ve açıklamalarını şöyle sürdürdü:
- “Osmanlı İmparatorluğu’nun azınlıklara karşı ‘müthiş’ sayılabilecek bir
hoşgörü, özen ve özveri gösterdiği gerçeğini unutmamak gerekir. Azınlıklar,
kendi dini özgürlüklerini ve hayatlarını son derece rahat bir şekilde
sürdürdü. Ermeni terör çeteleri I. Dünya Savaşı sırasında Fransa ve Rusya ile
birlikte Osmanlıları öldürdü. Bu rakamın 2 milyon civarında olduğu bir gerçek
olarak belgelendi. Ermeni kayıplarının ise 500 bin civarında olduğu aynı
araştırmalarla kanıtlandı. Ancak burada asıl önemli konu, Ermenilerin
ihanetidir. Osmanlı da kendisini savundu. Özellikle ABD’de yaşayan Ermeniler,
soykırım yalanı ile büyük getiri sağlıyor. ABD yönetimi de büyük paralar
döndüğü için Ermenileri karşısına almak istemiyor. Ermeniler ısrarla kendi
arşivlerini açmıyor. Çünkü yıllardır soykırım yalanı ile dönen getirimi
kaybetmek istemiyorlar. Arşivler açıldığı anda gerçek ortaya çıkacak.”
-
Mesele şu ki; Hiç kimse, kiminle dans
ettiğinin farkında bile değil. Ülkemizde 7 yıldır vahim bir ‘bilinç kaybı ve
milli şuur erozyonu’ yaşanıyor. Elli yıldır gaflet, dalâlet ve hıyanet hâkim!
Bu nedenle “açılım” namına sahneye konulanların vahşi, alçak, hain ve kalleş
batı’nın ‘Türk açılımı’, namı diğer ‘Şark Mesele’sinden’ başka bir şey
olmadığı idrak edilemiyor!...
- Yani yönetim, gaflet-dalalet ve hıyanet içinde değilse, Yunan Temyiz
Mahkemesinin Kıbrıs kararı ile ABD’den mezkür belgeyi alsın ve müzakere
masalarına koysun bakalım.
-
-
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
53 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
FENA MI? YOKSA! İYİ Mİ OLDU? |
-
-
Şu sıralar kamuoyunda tartışılan pek çok konu
var.
-
Bir bölümü topluma zoraki dayatılan ve illâ
gündemde tutulmak istenen Ümraniye soruşturması veya Ergenekon adı ile müsemma
kâbus gibi korkunç, muğlâk ve muamma kavramlar ve karanlık iddialarla dolu,
sebep ve sonuç ilişkisi kördüğüme dönmüş, gizem yüklü, garip ve enteresan bir
süreç... Allah sonunu hayırlara vesile kılar, adalet ve hukuk tecelli eder
inşallah.
-
Ancak, siz kopartılan vaveylaya bakmayın
aslında bu halkı fazla ilgilendirmiyor. Gerçek gündemde daha ciddi, ağırlıklı
ve önemli konular var.
-
Açlık, yokluk, yoksulluk, fahiş düzeyde
pahalılık, zenginlikle fakirlik, sanal enflâsyonla gerçek enflâsyon arasında
derinleşen uçurum, yalan-talan, kayıt-kapsam dışılık, yolsuzluk ve
suiistimaller gibi meselâ.
-
Her ne hikmetse malum ve mel’un akredite
medyanın iştigal alanı dışında bunlar.
- İnsan hakları derneklerinin ve (maalesef) bunları insanlık suçu olarak
kabul ve telakki etmeyen, failleri hakkında işlem yapmayan Cumhuriyet
Savcılarının da hiç umurunda değil.Amma! Halk arasında “Milli Kahraman” olarak anılan, dünyanın ilk ve tek
“Bilinç Üniversitesi” ni kuran Galip Baran bütün bu konuların sanki tek ve
yegâne sahibi.S.Demirel’den A.Gül’e kadar son üç Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar ve
vekillere aşağıda özetlenen mealde sürekli mektuplar yazmış. Halkın ıstırap ve
şikâyetlerini iletmiş. Alternatif projeler ve çözüm yollarını bildirmiş.
Yıllar süren “sarsılmaz irade, inanç, güven ve kararlılıkla verdiği” mücadele
sonuç vermeyince bir açıklama gereği duyuyor.
-
Açıklama şöyle: “Başbakan, Bakanlar ve
millet-vekilleri hariç sadece son üç Cumhurbaşkanına “devlete sahip çıkmaları”
ve bizim ‘okul dışı eğitim’ çalışmalarımızda öğrenerek halka öğrettiğimiz
gibi; Görevlerini tedvir ettikleri (etmekte oldukları) yıllarda
karşılaştıkları sorunları yenmeleri, üstesinden gelmeleri ve zorlukları
aşabilmeleri için ilim-fikir, öneri ve bilimsel proje içeren; Süleyman
Demirel’e 3, Ahmet Necdet Sezer’e 10 ve Abdullah Gül’e 1 olmak üzere toplam:
14 dosya göndermek suretiyle başvurdum.
-
Ama maalesef “derde deva” bir sonuç alamadım.
-
Yerimde olsaydınız, siz ne yapardınız? Ben
onların yerinde olsaydım, en azından Galip Baran’ı köşke çağırır, yüz yüze
konuşurdum. Sanırım, çok da iyi olurdu... Bunu gören, onlarca, belki yüzlerce
insan; “Seni, Cumhur-başkanı bile ciddiye almıyor” demez, beni yalnız bırakmaz
ve ‘devlete sahip çıkma bilinci çığ gibi büyürdü’. Belki onları görenler de
benzer çalışmalar başlatır bana “senin gibilerin sayısı çoğalmalı” diyenler,
ne kadar artış kaydedip çoğaldığımızı görürlerdi. Fena mı, yoksa iyi mi oldu?
-
Yerimde olmadınız, yardımcı da olamadınız.
Vekil de seçmediniz!
-
Sonuçta benim gibilerin sayısı çoğalmadı. Ama
ben, “ölünceye kadar” diyerek sevgili halkıma bağımsız Milletvekili adayı iken
taahhüt ettiğim: Her kavşağa bir Galip, (Sabah, 16.12.1997) “okul dışı eğitim”
çalışmalarımızı tek başıma da olsa sürdürüyorum. Fena mı, yoksa iyi mi oldu?
-
Şu da var ki, beni ciddiye almamanızın, destek
vermemenizin ve yalnız kalışımın yol açtığı motivasyondan olacak, insan
davranışlarını araştırdım. Bu sayede “bilinç” konusunda uzmanlaştım. Bilinç
bağımlısı oldum. Sonuçta bir “Bilinç Üniversitesi” kurdum. Fena mı, yoksa iyi
mi oldu?
-
“Yönetimi denetleme ve devlete sahip çıkma” yı
böylesine önemsememden olacak “yasa bağımlısı” da oldum. Devlete herkesten
daha çok sahip çıkmağa başladım. Fena mı oldu, iyi mi oldu?” diyor ve soruyor:
Galip BARAN: “Peki, siz, şimdi ne yapıyorsunuz?”
- Halinizden, hayatınızdan, hal-vaziyet, durum ve gidişattan memnun musunuz?
-
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
54 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
GANDİ’YE KULAK VERMEK |
-
- "Şiddet göstermemek, benim inancımın birinci
maddesi; aynı zamanda o, itikadımın da son maddesidir." diyen Hintli pasifist
siyaset bilimci düşünce adamı Mahatma Ghandhi; (*) İngiliz sömürgeciliğine
karşı Hint milli hareketinin, 1919 -1948 dönemi en önemli lideridir.
-
İnanç ve ideolojik temellerini, şiddet
karşıtlığı, sivil itaatsizlik, pasifizm, uzlaşmacılık, çilecilik, Asya
milliyetçiliği, Hinduizm’in dinsel mistik öğeleri, dinlere saygı, insani
boyut, bilgelik ve barış düşmanı teknoloji (ilâh, silâh ve ilâç ticareti)
karşıtlığı oluşturur.
-
İNANÇ VE İDEOLOJİSİ’NİN TEMEL İLKELERİ:
-
Önce önemsemezler, sonra gülerler, sonra
kıskanırlar, en sonunda ise yenilirler.. .
-
Adaletsiz rejimi, adaletle yıkınız.
Alkışlar önüne kansız elle çıkınız.
-
Basit yaşa ki, başkaları da var olabilsin.
-
Bir insanı, ancak gerçekten
uyuyorsa
uyandırmak mümkündür. Ama eğer uyumuyor da uyku taklidi yapıyorsa, dünyanın
bütün gayretlerini sarf etseniz, nafiledir.
-
Bizi yok edecekler şunlardır: İlkesiz
siyaset; vicdanı sollayan eğlence; çalışmadan zenginlik; bilgili ama
karaktersiz
insanlar;
ahlâktan yoksun bir iş dünyası; insan sevgisini alt plana itmiş bilim;
özveriden yoksun bir din anlayışı…
-
Bu dünyada öylesi aç yaşayan insanlar var ki,
Tanrı onlara ancak bir somun ekmek suretinde görünebilir.
-
Dinler aynı noktada birleşen farklı yollardır.
-
Aynı amaca ulaşacak olduktan sonra ayrı yollar
seçmemizin ne önemi olabilir?
-
Dünyada görmek istediğiniz değişikliğin
kendisi siz olun..
-
Düşünceye gem vurmak, zihne gem vurmak
gibidir. Bu ise rüzgârı zapt etmekten de zordur. Düzenli, temiz ve şerefli olabilmek için paraya ihtiyacımız
yoktur.
-
Göze göz, dişe diş düşüncesi bütün dünyayı kör
edecek.
-
Güç fiziki kapasiteden değil, boyun
eğmeyen iradeden gelir. Haksızlığa sapıp bütün insanlar seni takip edeceğine,
adaletle hareket edip tek başına kal daha iyi.
-
Her sabah kalktığım zaman kendi kendime şöyle
söz veririm: Dünya üzerinde
vicdanımdan başka kimseden korkmayacağım. Kimsenin haksızlığına boyun
eğmeyeceğim. Adaletsizliği adaletle yıkacağım ve mukavemet etmekte ısrar
ederse onu, bütün mevcudiyetimle karşılayacağım.
-
Keyif zaferde değil; asıl mücadele, girişim ve
çekilen ıstıraptadır.
-
Özgürlük hiçbir zaman "her istediğini
yapma izni" anlamı taşımamıştır.
-
Sevgi dünyadaki en incelikli güçtür. Sevgi her zaman ıstırap çeker, hiçbir zaman ne gücenir ne de intikam
almaya çalışır. Sevgi insanlığın, şiddet
hayvanlığın kanunudur. Sevginin olduğu yerde hayat vardır.
-
Sıkılmış yumruklarla el sıkışamazsınız.
-
Siz kendi elinizle teslim etmedikçe,
kimse kendinize olan saygınızı elinizden alamaz.
-
Söylediklerinize dikkat edin; düşüncelere
dönüşür; düşüncelerinize dikkat edin; duygularınıza dönüşür; duygularınıza
dikkat edin, davranışlarınıza dönüşür; davranışlarınıza dikkat edin;
alışkanlıklarınıza dönüşür; alışkanlıklarınıza dikkat edin, değerlerinize
dönüşür; değerlerinize dikkat edin, karakterinize; karakterinize dikkat edin,
kaderinize dönüşür.
-
Şiddet karşıtlığının ürettiği güç kesinlikle
insan yeteneğinin icat ettiği tüm silahlardan gücünden üstündür.
-
Tanrı dualarımızı bize göre değil, kendi
yöntemine göre yanıtlar.
-
Toplum hayatı için bireysel özgürlük ve
bağımsızlık şarttır.
-
Toprağı kazıp onu işlemeyi unutmak, kendimizi
unutmak demektir.
-
Zayıf insanlar affedemezler.
Affetmek
güçlülere has bir özelliktir.
- (*)
1869
yılında doğdu. 30 Ocak 1948’de radikal milliyetçi bir Hintli tarafından
öldürüldü.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
55 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
GERÇEK GÜNDEM
|
-
-
Sorumlu vatandaş, yasa bağımlısı Galip
Baran’ın yakınmalarını dün bu sütunlarda okudunuz. Orada, gerçek gündemi,
insan-birey ve vatandaş bağlamında yaşanan gerçek karşısında yapılması
gerekeni her halde anladık, apaçık gördük ve algıladık.
-
Zira devlet bizim. Türkiye de Türkçe
yayınlanan yabancı kaynaklı kartel medyasının aksine; Milli devlet ve milli
mücadele banisi, “özgür, adil, hür, hâkim ve hükümran Türkiye” yanlısı yerel
basın, bölge basını ve internet gazetelerinin halkın gönül hanesine seslenen,
aklına hitap eden sorunsal şu: Milletin kahir ekseriyeti mahvolmuş bir
haldedir.
-
İltimas tek geçer akçe. Rüşvetsiz iş ve ihale
alınamıyor. Avantasız iş yapılmıyor.
-
Yolsuzluk gasp, suiistimal had safhada, ülke
baştanbaşa, tam bir sorumsuzluk, basiretsizlik ve aymazlıkla AB sevdası uğruna
dipten düze yağmalanıyor.
-
Osmanlı’nın son yıllarında da durum aynı değil
mi idi?
-
Eğitim amacını yitirdi, yönetim kalitesi
tabana vurdu..Koca koca üniversiteler tahsilli hırsız, yolsuz, çete-mafya,
anarşist-terörist ve tedhiş elemanları üretiyor. Sanki ülkede alim ve akil
adam kalmamış gibi, AB ve ABD’den, Büyük Atatürk’ün şiddetle men ve reddettiği
batıdan, kötü batılıdan medet umuluyor. Büyük bir onur kaybı bu.
-
Oysa ilim evrenseldir. Müminin yitik malıdır.
Nerede bulursa almalı, halkı için kendi ülkesinde, öz insanı yararına hayata
geçirmelidir. Binlerce yıllık Türk medeniyeti ve “Medeni Siyaset” geleneği
bunu gerektirir. ‘Gelin yapın, gelin alın” demeyi değil!
-
Bu basitliktir. Acizliktir. Basiret ve beka
noksanlığından ileri gelir.
-
Adalet ahlâkı, hukuk ilkeleri, siyaset ve
yönetim bilimine aykırıdır.
-
Şimdi akıllı, imanlı-şuurlu,
milliyetçi-memleketçi ve bilinçli olmak zamanıdır.
-
Bakınız karşımızda yer alan dost, müttefik ve
müşterek maskeli haydutlara, ne kadar bencil, çıkarcı, menfaatperest ve
emperyalistler. Cumhuriyet bunlara karşı kurulmadı mı?
-
Devlet halk ile kaim ve millet iradesi ile
daim denilmedi mi? Yoksa şu zamanın mesulü vekil ve vükelânın okuma yazması da
mı yoktur. Yahut bu, anlama, algılama kabiliyetsizliği mi?
-
Başta Atatürk olmak üzere, kimse medeni
devletlerle ilişki kurmayın ticaret yapmayın, dünya devleti olmayın demedi.
Aksine eşitlik-mütekabiliyet kaydı şartıyla bunu teşvik ettiler.
- NE AB’Sİ KARDEŞİM !...
-
Milletin sırtına yük, ağırlık, borç ve sıkıntı
getirecek, getirdiğinden çok daha fazlasını götürecek bir sömürü düzeninde bu
ülke ve halkın işi ne? Daha şimdiden millet batmış. Esnaf ve zanaatkâr çökmüş.
Tarım-toprak, ziraat bitmiş. İşsizlik, açlık, yokluk-yoksulluk almış yürümüş.
Yalan-talan, yolsuzluk-suiistimal, nitelikli dolandırıcılık, görev ihmali,
anarşi-terör-tedhiş olabildiğince büyümüş. İşte tefessüh etmiş batıdan ithal
kültürün eseri bu..
- Ümraniye iddianamesi açıklandı. Şapka düştü kel göründü. Darbe faili
zanlılarla demokrasi havarileri birbirine karıştı. Dillerde dolaşan isimlerin
% 90’ı dışarıda medya sahibi, eski bakan, vekil, büyük iş (!) adamı,
hatırlı-nüfuzlu, muteber yurttaş rolünde! Karşımıza bir ördüğüm çıkmış
durumda. Allahtan korkmadan, milletten utanmadan Ergenekon adıyla tanımlanan
organizasyonda anarşi-terör-tedhiş zanlılarından, kıdemli mason, misyoner,
dönme-devşirme, koza ve kriptolara kadar her melânet var. Bu ne iş? Mesele
vatan kurtaran Şaban komedisine dönüştü. Olay: Tam teşekküllü “temiz eller”
operasyonunu zorunlu kılıyor.
- Ey Hükümet, Yargı yahut Yasama! Yapın artık şu “TEMİZ ELLER” Operasyonu’nu
daha ne bekliyorsunuz? Sanki başka çare mi var? Elbette yok.
-
Abdullah Gül, Recep Tayip, bakanları ve
partisine sorarlar:
-
“Yoksa bir korkunuz, çekinceniz, karanlık
maziniz ve meş-um bağlantılarınız mı var? Hüküm, hikmet ve adaletle ifa
edemediğiniz ‘yürütme’ bu kadar tatlı, kârlı, kazançlı, cazip ve dayanılmaz mı
geliyor. Şart mı? Bunca şaibe altında parlamenter kalmanız?
-
Açın adalet ve hukukun önünü, çözün Cumhuriyet
Savcılarının elini.
-
Beklenen ve istenen: Adaletin tecelli-i ve
“Hukuk Devletinin” avdetidir o kadar.
-
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
56 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
GEZİ PARKI
EYLEMLERİ ! |
-
-
Önce; Devletin, hükümetin,
bütün kurum ve kuruluşları ile kamunun sahibi ve Türkiye
Cumhuriyeti Tapusunun asaleten maliki; Sevgili ve değerli
halkımızı aydınlatmak amacıyla bir girizgâh, ön açıklama
yapalım: Nedir bu kıyametin ve şeametin kaynağı gezi
parkı?...
-
Gezi Parkı, İstanbul'un Beyoğlu İlçesi'nde, Taksim Meydanı'nın
kuzeydoğusunda ve Cumhuriyet, Asker Ocağı ile Mete caddeleri
arasında yer almakta.
-
Burada 1806 yılında Halil Paşa
Topçu Kışlası yapıldı. 31 Mart Olaylarının (1909) odağı oldu.
1922’de Stad’a çevrildi.
-
Milli Takımın ilk resmi futbol
maçı Romanya ile, bu statta 26 Ekim 1923'de oynandı. Maç 2-2
berabere sonuçlandı. Şehircilik uzmanı Henri Prost tarafından
hazırlanan imar planı uyarı mimari ve tarihi açıdan önemine
rağmen kışla, 1940’da İstanbul Valisi Lütfi Kırdar’ca istimlâk
edilerek yıkıldı ve İstanbul’un Cumhuriyet döneminde yapılan
ilk parkı oldu. Günün son derece sınırlı imkânları ile çok
güzel tanzim edildi; ağaçlar, yeşillik ve çiçeklerle bezendi.
Mermer parmaklıklı merdivenler, Boğaziçi'ne bakan oturma
mekânları, sağlam, zarif banklar, bakımlı çim sahaları,
Gezi'yi cazibe merkezi haline getirdi. 1944'te dönemin
Cumhurbaşkanı İnönü'nün at üzerindeki heykelinin kaidesi inşa
edildi. Ancak heykel hiçbir zaman dikilemedi. 1950'de DP
iktidara geldikten sonra da, atlı heykel uzun süre bir depoda
bekletildi. Sonunda kaide söküldü. Heykel buraya değil,
Maçka'daki Taşlık Parkı'na dikildi.
-
Buna rağmen Gezi Parkı uzun
bir süre "İnönü Gezisi" olarak adlandırıldı.
-
Kışlanın yıkılmasından sonra,
çevre otellerine tahsis edilen alanlar; peşkeşler ve yerel
düzenlemeler ile park alanı çok küçüldü. Buna rağmen şehir
merkezinde önemli bir dinlenme yeri olmasına rağmen müteakip
düzenlemelerle değişti. 38.000 m² alan’a sahip Gezi Parkı,
1991 - 92 arasında revize edildi. Dikdörtgen planlı parkın
ortasına fıskiyeli büyük bir havuz inşa edildi. Park altı
Cumhuriyet Caddesi tarafına, kot farkından yararlanılarak
dükkân, kafe ve bir sanat galerisinin bulunduğu kapalı
mekânlar inşa edilerek 1967'de bugünkü halini aldı...
-
İşte, parkın öz geçmişine dair
bütün hikâye bundan ibaret... Şimdi günümüze gelelim:
-
28 Mayıs 2013 günü, Taksim
Yayalaştırma Projesi kapsamında Parkın bir duvarının yıkılmaya
başlanması ve bazı ağaçların taşınması üzerine; Gezi Parkı’na
gelen çevre sakinleri tarafından protesto gösterileri başladı.
Buna mukabil Polis eyleme müdahale etti. Ardından bu parkta
başlayan eylemler, iktidara karşı ülke çapında protesto
gösterilerine dönüştü.
-
PEKİ MESELE NEDİR?..
-
1. Mesele: Başta, 2011’den bu yana yargı ve eylem bazında
süren; Ankara-Çankaya 100. Yıl Birlik Parkını rant alanına
dönüştürme girişimi olmak üzere; AOÇ yağması, ilk, orta ve
lise bina ve bahçelerinin satışı; 2B yağması; Dünyanın en
güzel en temiz sahillerinin, imar ve inşa yasağı hiçe
sayılarak adeta peşkeş çekilmesi;
-
Çoğunluğu yabancılar tarafından kurulan
turistik tesis ve sanayi işletmelerin kimyasal atık, lâğım ve
sair pisliklerin denize akıtılmasına göz yumulması; Verimli
alanların iskâna açılması, ovalara sanayi siteleri, fabrika
kurulması; Konya’nın Ereğli İlçesinin, yeşil bir cennetten,
korkunç bir kum cehennemine dönüştürülmesi gibi çok büyük
suçların müsebbibidir AKP. Ayrıca, HES ve mümasil rant odaklı
spekülâtif projelerle yol açılan çevre felâketleri saymakla
bitmez. Bunun bir de; Bastırılan enflâsyon, piyasa anarşisi,
gasp-irtikap bankacılığı, fahiş fiyat, kamu zararına keyfi
özelleştirmeler ve arada yapılan “torba/paket” düzenlemeleri ile
“resmi, insan hakları, eşitlik ve adalete dayalı” hukuk
devletinde yaratılan büyük tahribatlar... Muhalefetin yokluğunda
tam bir felâket…
-
2. Mesele: Haksızlığa uğrayan
kişi, kurum ve kitleler için “hak aramak”: Anayasa ve kanunların
gösterdiği yolda; Hukukun içinde kalmak ve başka insanlar ile
kamusal alana asla zarar vermemek kaydı şartıyla meşru bir hak;
Hatayı telâfi, hakkı iade, zararı tazmin ise kamu adına
hükümetin zorunlu görevidir. Şu kadar ki: Terör, tedhiş, hasar,
zarar ve saldırı suçtur…
-
3. Mesele: Hak eylemi, grev,
protesto ve gösterilerde emniyet, huzur, disiplin, düzen ve
intizamı sağlamak; Muhtemel taşkınlıklara karşı önceden tedbir
almak ve provokatörleri izole ederek güvenliği sağlamak
hükümetin görevidir. Hükümet bunu da başaramamıştır...
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
57 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
GLADYO-OLİGARK, BARONLAR ve HÜKÜMET |
-
-
Bilindiği üzere Gladyo, Oligark ve Baronlar
uluslar arası mafya kuruluşları, organize çete, yerel mafya ve ülkede faaliyet
gösteren bilumum kirli-karanlık, menfur işlerle iştigal suç örgütlerinin
tartışmasız sahibi, hamisi ve enternasyonal uzantılarıdırlar. Menşei her ne
olursa olsun, ülkemizde yaşanan bütün adaletsizlik, hukuksuzluk,
rüşvet-iltimas, hak gaspı, yasa dışı edinim, hırsızlık ve yolsuzluğun
yuvalandığı lâğım kanalının karanlık kapısı sonunda bunlara çıkar. Diğer bir
anlamda milli devlet düşmanı, siyaset simsarı ve din tüccarı kesimlerin hamisi
de bunlardır, anası da, babası da… Anarşi, terör, tedhiş ve menfur tehditlerin
de…
-
Halka ve ülkeye Allah rızası için hizmet
sevdası için çırpınan namuslu insanların, fazilet anlamında siyaset, meşru ve
yasal hükümetlerin de baş belası bunlardır.
-
Bilumum kirli, karanlık, insanlık aleyhine,
menfur ve meş’um işlerin hamisi de…
-
Burada çok yakın tarihli bir itiraftan yola
çıkarak konuyu derinleştirmek istiyorum:
-
AKP’nin (!) Ankara Büyük Şehir belediye
başkanı Melih Gökçek 19 Şubat 2009 günü konuk olduğu bir programda; “Gladyo
ile mücadele ediyoruz. Ne pahasına olursa olsun iki büyük şehirden birini
alarak AKP’yi sarsmak ve 29 Mart’tan sonra erken seçime zorlamak istiyorlar”
kabilinden bir lâf etti. Melih’in karşısına dikilmiş 8-10 sorgucu, bu çok
ciddi ifade veya itirafı önemsemedi, ciddiye alıp üzerinde bile durmadılar..
-
Aslında benzer sözler AKP kurmayları
tarafından 6 yıldır söylenip durmakta.
-
Meselâ, Adalet Bakanı iken Cemil Çiçek’in
“Hükümet olmak yetmiyor. Size, halka söz verip vaat ettiklerinizi
yaptırmıyorlar… Çoğu kez eliniz kolunuz bağlanıyor” demişti. Bu ve buna benzer
olmak üzere TBMM kürsüsü, özel ortam ve medya önünde ‘tıpkı bir itiraf ve
halka şikâyet (acz-sızlanma) gibi’ söylenmiş yüzlerce yakınma var.
-
Bu minvalde en komik örnek Yıldırım Akbulut
zamanında yaşandı.
-
Gönüllü Kültür Teşekkülleri Birliği’nin
Kocatepe Konferans Salonunda yapılan bir toplantısındayız. Küsüde Başbakan
Yıldırım Akbulut, ben de İKO Genel Başkanı ve delege sıfatıyla orada
bulunuyorum. Devlet ricalinin ekseriyeti ve bakanların yarısından fazlası da
orada.. Sayın Akbulut hükümet işlerinden ve önü alınamayan ülke sorunlarından
öylesine sızlandı, yakındı, şikâyetlendi ki, dayanamadım ve ayağa kalkarak
doğrudan bir soru sordum:
-
- Sayın konuşmacı, ülke sorunlarını büyük
vukufla ve fakat derin bir yakınma ile dile getiriyorsunuz. Bu iyi. Fakat
burada bir hususun açıklığa kavuşması gerek!...
-
- Nedir o?...
-
- Bu elim safahat sürecinde ‘acaba’ başbakan
ne yapmaktadır?
-
Akbulut hiç tereddüt etmeden derhal cevap
verdi:
-
- BEN BAŞBAKAN’M!....
-
Bu konuşma, her ne kadar salonda gülüşme,
söyleşme, sitemkâr alkışlar ve Akbulut’un fark edilir biçimde şaşkınlık,
mahcubiyet ve kızarmasına neden oldu ise de maksadına ulaştı.
-
Başkaca diyecek söz bulamayan Akbulut, bir
yandan notlarını toparlayıp, acele hazır olanları selamlayıp kürsüden indi.
-
O sırada Manisa (eski) Milletvekili Vehbi
SINMAZ; “Şikâyet zayıflıktır” diyordu…
- DEMEM O Kİ;
-
İcranın şikâyet, yakınma ve sızlanmaya hakkı
yoktur. Hükümet, hükmetmektir.
-
Yürütmenin miyarı (ölçüsü) adalet, hakkaniyet
ve hukuktur. Hüküm adalet iledir.
-
Adalet, Atatürk ilkeleri, Türk İnkılâbı,
Kurucu Unsur, Anayasa ve Kanun esaslarıdır.
-
Melih veya bir başkası ‘gladyo baronlarına
karşı mücadele veriyoruz” derse, adama sorarlar: “Eğer bu devlette hükümet
(yürütme) yasama ve yargı varsa, gladyo ve baronlar niye var?, hükümet adalet,
hukuk ve hakkaniyetle hükmediyorsa, ortalık neden zanlı, suçlu ve suç
örgütleriyle dolu?, bütün güç, kurum ve kuruluşlarıyla devlet, (hükümet)
anarşi, terör, tedhiş, organize çete ve diğer hırsız-yolsuz güruhun üstüne
gidemiyorsa; Ya acz içinde zaafla malül veya “tencere dibin kara, seninki
benden kara” misal ‘kendinden yana’ çekinceleri var demek değil midir? Üstelik
‘herkese lâzım olan adalet’ niçin? Suçlular üzerinde Demokles’in kılıcı,
namuslu, dürüst, onurlu-sorumlu yurttaşlar için himmet ve hamiyet olarak var
edilmez? .
-
Örneğin: Kemal Kılıçdaroğlu'nun ortaya
çıkardığı ve AKP genel başkan yardımcısı Şaban Dişli'nin istifasıyla
sonuçlanan 'anlaşma', diğeri Vatan Gazetesi'nin ortaya çıkardığı ve CHP Genel
Sekreter Yardımcısı Mehmet Sevigen'e ait 'anlaşma' ve Sevigen’in istifası..
-
Ya sonrası?
-
Bunlar yargılandı mı? Sorgulandı mı? Vekil
sıfatları ellerinden alındı mı?
-
Hayır, hayır… Peki, neden ve niçin?
-
Hiç ‘kürsü masuniyetini’ aşan dokunulmazlık
olur mu?
-
Asil’in kullanamadığı bir yetki, nasıl olur da
vekil’e verilebilir?
-
Üstelik, milletvekili istifasının ‘genel kurul
onayına’ bağlı olması ne garabet!..
-
Asil’in istifası tek taraflı bir kurum
iken!...
-
Bu bağlamda tam bir iftira, itiraf, fesat,
hesaplaşma kampanyasına dönen seçim sath-ı maili!.. Ya tam da bu ortama denk
gelen ve Türkiye’yi teğet geçtiği iddia olunan küresel kriz? Gün be gün bir
aile faciası, cinnet, intihar, soygun-vurgun ve yolsuzluk haberleriyle
tırmanan gerilim.. Zenginler ve fakirler arasında giderek büyüyen uçurum..
Devasa boyutlara varan yolsuzluk, onursuzluk ve soysuzluk ekonomisi.. Eşitlik,
hak, adalet ve tam rekabet ilkelerine aykırı takipsiz, denetimsiz, serbest (!)
piyasa ekonomisi… Gelişmelere paralel giderek artan cehalet, yoksulluk, halkı
iliklerine kadar sömüren (tam gaz giden) yolsuzluk, fahiş piyasa, hırs ve
ihtirasa ne demeli? Ortalık kene, sülük, bit-pire, vampir, domuz ve akrep
kaynıyor.
- Müthiş bir gelir adaletsizliği, maaş-ücret düşüklüğü, onur kırıcı-insanlık
dışı sefalet, fakrü zaruret ve milletin % 95’inin yaşadığı garip guraba hali
neden? Devletin tapusu fert, fert bu milletin nüfus kâğıdı değil mi? Yoksa
nedir?
-
İşte bunun sebebi; Yukarda bahse konu
baronlar, koza, kripto, oligark ve gladyo…
-
Peki, Allah aşkına hani ‘hükmeden güç’ yani,
hükümet nerede?
- Dağda eşkıya kol geziyor, Mehmetçik kalleşçe kurşunlanıyor; Ordu nerede?
- Allahın günü evler, iş hanları, dükkânlar ve mağazalar soyuluyor;
Şehirlerde anarşi, terör, tedhiş, baskı, zulüm ve işkence kol geziyor,
taciz-tecavüz diz boyu; Polis nerede?
- Siyaset şirketleri ‘millet iradesinin’ yerine kendilerini koyup aday
belirliyor; Köşe başlarını tutan ve Belediyelerde yuvalanan amansız şehir
eşkıyaları vatandaşları fahiş fiyat, fahiş kâr, rüşvet-iltimas,
ayırma-kayırma, yandaş-yoldaş saltanatı, görevi kötüye kullanma, ihmal ve
suiistimalle Ermeni, Yunan veya Rum’un değil, ‘kendi öz milletinin’ milletin
anasını ağlatıyor; Anayasanın amir hükmü ve Cumhuriyetin çimentosu adalet ve
hukuk ilkelerine rağmen birileri ortaya çıkıp: Kürtçe anadil olarak okutulsun,
TBMM ve devlet dairelerinde konuşulsun; Ermenilerden özü dilensin ve soykırım
(yalanı-iftirası) tanınsın… diyebiliyor!..
- SORUYORUZ: Adalet ve Hukuk nerede?
-
Memlekette hikmetle/adaletle hükmeden meşru
bir hükümet varsa, oligark, gladyo ve baronların (gladyatörlerin) ne işi var?
Bence mesele çok vahim ve derindir. Topyekün acil bir temizlik, aklanma,
ayıklanma, toplumsal bir yüzleşme ve hesaplaşma zorunlu hale gelmiştir.
-
Bu vebal ve sorumluluk mevcut partilerin
tamamına aittir.
-
Biline ki, esas suçlu, zorunlu hale gelen bu
ayıklanma, arınma ve ulusal temizlikten kaçan ve kıvırtandır. Herkes tez elden
evinin önünü süpürmeli, eteklerindeki taşı dökmeli ve hiç olmazsa bu seçim
sath-ı mailinde bu yüzleşme ve hesaplaşma gerçekleştirilerek bütün bataklıklar
kurutulmalıdır. Yanlış anlaşılmasın. Lâğım üzerine ‘BEYAZ SAYFA’ değil!...
-
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
58 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
GO HOME AMERİKA,HINAUS AB |
-
-
Merak edenler için açıklıyorum: Makale
başlığımız “Avrupa (AB) dışarı” ve “Enine Dön Amerika” anlamına gelmektedir.
-
Peki neden böyle bir başlık ? Açıklayayım.
-
Türkiye Cumhuriyeti’nin AB ile yakınlaşması
üzerinden takriben 60; AB’ye katılma ve ciddi anlamda entegrasyon sürecinin
başlamasının üzerinden de (1963-2007) tam 44 sene geçti. Bu zaman zarfında çok
hükümetler görüldü. Koalisyonlar geldi geçti.
-
Sözde kalkınma, gelişme ve “muasır medeniyet
seviyesine ulaşma” yolunda mesafeler alındı. Veya alındığı sanıldı. Millet ne
anlasın ki. Hükümetler öyle dedi. Bizde öyle sandık !..
-
Ta ki, 30.08.2006 tarihinde Orgeneral Yaşar
Büyükanıt, Genelkurmay Başkanlığı görevini devralana kadar. Genelkurmay
Başkanı Büyükanıt bu vesile ile yaptığı açıklama ve değerlendirmede:
-
“Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en ağır
tehditler içeren döneminden geçmektedir” deyinceye kadar.
-
Aslında bu değerlendirme sadece Genelkurmay
Başkanı ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin değil, Türk Milletinin büyük
kesimlerinin yerleşik kanaatidir. Devletin varlığı ve milletin bölünmezliğine
yönelik mevcut hayati tehdidi tek başına yaratan sadece bu iktidar değildir.
-
Hayati tehdit büyük bir sürecin sonunda
oluşmuştur.
-
Şu anda sadece süreç hızlanmış bulunmaktadır,
o kadar.
-
2007 yılı sonlarına doğru yayınlanan “AB
Raporu” ile dünkü Brüksel bildirisi dikkatle incelendiği vakit görülecektir
ki: Mevcut iktidarın izlediği politikalar Mustafa Kemal Atatürk ün “gaflet,
delalet ve hatta hıyanet diye nitelendirdiği” yanlış politikalar olup, birçok
noktada iktidar önderlerinin kişisel-siyasal ve partisel menfaatlerini,
yabancı güçlerin menfaatleri ile birleştirdiği görülmektedir.
-
Bu anlam ve bağlamda Türkiye, hayati tehdit
sürecinin zirvesine gelmiş olmaktadır.
-
Türkiye’ ye yönelik olarak zirveye ulaşmış
tehditleri temel olarak dört başlık altında toplamak mümkündür.
-
Bunlar sırası ile:
-
İç politik tehditler,
-
Dış politik tehditler,
-
Ekonomik tehditler, (ve)
-
Toplumsal tehditlerdir.
-
Bu tehdit ve tehlikelerin başlıca kaynağı ve
dayanağı ise: AB ve ABD’dir.
-
Sürdürülen politikaların Türkiye için
oluşturduğu hayati tehdidin değişik boyutlarını şu şekilde açıklayabiliriz:
-
1. Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasal düzeni ve
Türk Milleti menfaatleri açısından oluşan kaos. Milli Devlet yapısına muhalif
konum ve Milli Devlet yapısından çok etnikli ve federal devlet yapısına
dönüşmeyi hedefleyen bir strateji.
-
2. Dış politikada Türkiye çok boyutlu bir
çöküş dönemine sürüklenmiştir. AB tam üyeliği süreci AKP den Önce 57.
hükümetin attığı adımlarla Türkiye’nin menfaatleri aleyhine raylar üzerine
oturtulmuştu. 57. hükümet döneminde AB tam üyelik sürecinin hızlanmasının
nedeni, tarihin çöplüğüne gittiğini fark eden bir lider ve siyasi parti’ nin
Anap’ın oylarını arttırmak için Türk toplumunu AB taraftarları ve karşıtları
olarak ikiye bölerek AB taraftarlarının oyları ile meclise girme çabasıdır. Bu
yolda çok yanlış yapılmıştır.
-
3. Ekonomik Tehditler had safhaya ulaşmış
bulunmaktadır. Millet perişan haldedir.
-
4. Sözde, anarşi-terör ve tedhiş örgütünü
kınayan ve yasa dışı ilân eden AB, bunların elebaşılarına AB Parlâmentosunda
söz hakkı vermiştir. Bu, tam bir iki yüzlülük, kirli oyun ve çifte
standarttır. Şimdi, onurlu-erdemli ve basirete kalan tek şey:
-
“Avrupa Dışarı ve ABD evine dön” demekten
başka bir şey değildir.
-
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
59
|
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
HÂL VE GİDİŞ; İLİM VE AMEL!.. |
-
-
Önce şunu belirtmek ve altını özenle çizmek
gerekir ki:
-
İnsan bizatihi devlettir. Devlet insan için
vardır.
-
Devlet’in; dönemsel (çağdaş) medeni ve modern
ihtiyaçlar doğrultusunda var edilen kurumlarının oluş nedeni: Namuslu, dürüst,
akılcı, makul, mantıklı bir düzlemde (ilke, onur ve sorumlulukla) hizmet
üretmektir.
-
Üretim: Bilimin ve bilincin sabit normları
(ilmi disiplinler) çerçevesinde zorunlu kamu ihtiyacı, yani iç, varsa dış
talebi karşılayacak biçimde ‘sürdürülebilir’ iktisadi, ilmi, sosyal, kültürel,
sağlık, eğitim ve temel ihtiyaçlar düzeyinde imalat, inşaat ve tedarik
faaliyetleri…
-
Hizmet: Her vatandaşın doğuştan kazandığı hak
ve hukuki iktisap gereği İnsanca hayat sürme, adalet ve kanun kavramlarına
mümasil/uygun barınma, beslenme, öğrenme, İnanma ve İnandığı gibi yaşama
konusunda “eşit hak ve eşit şansa” sahip kılınmasıdır.
-
Halk, devlet cihazını bu hak’ların teminatı
olmak üzere kurmuştur.
-
En azından bizim “müspet ve gerçek bilim”
olarak nitelememiz gereken, İslâm’ın ilk peygamberi Hazreti âdem Atamız ile
din’in tek evrensel Peygamberi Hazreti Muhammet Mustafa (sav) arasını kapsayan
ve günümüze kadar uzayan süreç için bu ‘realite’ böyledir.
-
İslâm’ın evrensel (son) peygamberinden 1000
yıl sonra ancak, Kur’an da apaçık beyan edilen ilmi hakikatleri
çözmeye-anlamaya ve kavramaya; akabinde de âlimleri ateşe atmaya ve İslâm’ı
tahrife koyulan ikiyüzlü, (atamız Osmanlı tarafından medeniyet öğretilen)
hayvan altı, primitif vahşi batının bilim diye ortaya attığı saçmalıklara göre
değil!... Sonuçta:
-
“İlim, ilmek ilmektir. İlim kendin bilmektir.
-
Sen kendini bilmezsen, bu nice okumaktır?”
(Yunus Emre)
-
Yani, “kendini bilmek, farkında olmak ve
mukayese etmek (karşılaştırmalı bilim) ‘ilmi hâl’dir. Bu, çağın deyimi ile
bilimsel yaşam biçiminin adı; namuslu-dürüst, ilkeli-onurlu, saygın ve sorumlu
‘bilinçli’ olma halidir. Bu hal’in dışında yer alan geri ve ilkel yaşam tarzı
ileri, çağdaş, medeni ve modern toplumlarca asla kabul, tasvip ve tasdik
edilemez.
-
Örneğin: Devlet cihazının bütün memur ve
seçilmişleri “insani boyut ve özgür bilim” açısından millet memuru ve halkın
hizmetçisidirler. Diğer telâkkiler aynı zamanda insanlık, İslâm ve ilim
dışıdır. Dolayısıyla devlette rüşvet, iltimas, hırsızlık, yolsuzluk, görevi
ihmal, suiistimal ve kötüye kullanma, ayırma, kayırma, yanlı davranış, haksız
edinim, gasp-irtikap, terör-tedhiş ve sair “mutasyona uğramış hayvan altı
yaratık” davranışları ile bilimdışı tasarruf şekilleri (özellikle % 99’u
Müslüman olan TC’de) ceza, tedip ve terbiyeyi zorunlu kılar.
-
Bunun için: Her şeye rağmen toplumsal
sorumluluk; Bilinçli takip; Canlı Milli hafıza; Diri kamu vicdanı ve paralel
(tamamlayıcı-bütünleyici) sağlıklı-güçlü, bağımsız, objektif ve tarafsız
adalet cihazı zarurettir. Yoksa Atatürk’ün ‘Bursa Nutku’ her vatandaş için
meşru bir haktır. Memur nisyan ile malul, atanmış ihanete mütemayil ise
affedilemez. Dahası, memur, atanmış ve seçilmişlerin “millete karşı suç
işlemeye ve suç işleyenleri” affetme hakkı yoktur.
-
1974 ve müteakip afların tamamı hukuk ve ahlâk
dışıdır. Failleri suçludur.
-
Şu anda da “devlet adına” ve “devlet içinde”
çok yoğun biçimde suç işlenmektedir.
-
MESELA !...
-
Ülkemizde bir Adalet Bakanı var! Ama adalet,
eşitlik ve hukuk yok..
-
İçişleri Bakanı var! Lâkin sınırlar
delik-deşik, dağlar anarşist ve terörist dolu.
-
Milli Eğitim Bakanı var! Milli eğitim-öğretim
ve milli-manevi müfredat yok.
-
Sağlık Bakanı var! Sağlık, siyaset ve ticaret
malzemesi, hasta perişan…
-
Çevre Bakanı var! Hala dere, göl ve denizlere
lâğım akıyor, ekosistem çökük..
-
Maliye Bakanı var! Gelirde, giderde, vergide,
algıda gasp var adalet yok.
-
Başbakan ve Cumhurbaşkanı da var! Peki
Ergenekon, çete-mafya, susurluk ne? Devlet neden adil olmaz, ilimle amel
etmez? Meşruiyetin temeli bu ya!. Adalet ahlâkı, hukuk ve hak tamam değilken,
Lozan’a aykırı “Kürt Açılımı” (aslında) hangi domuzdan dayatma acaba ?...
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
60 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
HAKİKATİ KONUŞMAKTAN
KORKMAYINIZ!.. |
-
- “Hesaplaşma ve Yüzleşme Zamanı” ad ve konulu makalemiz, gerek
yurt içinde ve de gerekse yurtdışında çok büyük yankılara yol açtı. Olumlu
katkı, tebrik, teşvik ve teşekkürlerin yanı sıra, bir hayli sitem ve tenkide
de muhatap oldu.
- Olumlu katkı, fikri katılım ve kutlamalara teşekkür boynumuzun
borcu…
- Lâkin sitemkâr tepki ve tenkit sahiplerinin, özellikle:
- “Mustafa Kemal Atatürk hiç kimseden hesap istemedi ve hesap da
sormadı; O’nun bütün kaygı, eylem ve söylemleri Cumhuriyet devrimlerine
yönelikti. Mustafa Kemal Atatürk, yaşadığı sürece kimseye hesap sormadı. Her
hangi kimselerden günah çıkartmasını, itiraflarda bulunmasını veya birileri
ile yüzleşme ve hesaplaşma yapılması isteminde bulunmadı.
- Kısaca: Cumhuriyeti kuran kimsenin böyle bir “hakikati itiraf,
sırları ifşâ, hesaplaşma ve yüzleşme gibi istencesi yokken, günümüz aydınları
tarafından böyle bir zorunluluk varmış gibi: İlle bir hesaplaşma,
sorgulama,yargılama ve yüzleşme gereksinimi şimdi neden ve niçin gündeme
taşınıyor?..” denilmekte…
- Önce Atatürk konusunda “yanlış bir yargı” ve “yanılgıyı”
düzeltmek isterim.
- Hem de, güncel sorunlarla örtüşen ve çözüm öneren, kendi,
vecize kabili lisanından;
- Buyurun bakalım:
- “Milletin varlığını devam ettirmek için fertleri arasında
düşündüğü müşterek bağ, asırlardan beri gelen şekil ve mahiyetini değiştirmiş,
yani millet dinî ve mezhebî bağlar yerine Türk milliyeti bağı ile (milli
devlet bağlamında) fertlerini toplamıştır.
- Asıl olan iç cephedir. Bu cephe bütün memleketin, bütün
milletin vücuda getirdiği cephedir.Zahîrî cephe, doğrudan doğruya ordunun
düşman karşısındaki silâhlı cephesidir.
- Bu cephe sarsılabilir, değişebilir, yenilebilir.
-
Fakat bu hal hiçbir vakit bir memleketi, bir
milleti mahvedemez.
-
Mühim olan, memleketi temelinden yıkan,
milleti esir ettiren iç cephenin düşmesidir. Bu hakikati bizden iyi bilen
düşmanlar, bu cephemizi yıkmak için asırlarca çalışmışlar ve çalışmaktadırlar.
Bugüne kadar muvaffak da olmuşlardır. Sonsuz bir özgürlük tasavvur olunamaz;
hakların en büyüğü olan hayat hakkı bile mutlak değildir.
-
Fertlerin hürriyetini masun tutmakla mükellef
olan insanların, diğer taraftan devletin de irade ve hâkimiyetinin kötürüm bir
hale gelmemesine çok dikkat etmeleri lâzımdır. Fertlerin hürriyeti, devletin
hâkimiyet ve iradesinin saklı kalışına bağlıdır.
- Devlet iradesi kötürüm olursa, fertlerin hürriyetlerini koruyacak hiçbir
kuvvet ve vasıta kalmaz.
-
Bütün dünya bilmelidir ki; Türk Milleti
hakkını, haysiyet ve şerefini tanıtmaya kaadirdir. Türk vatanının bir karış
toprağı için bütün millet tek vücut olarak ayağa kalkar. Haysiyetinin bir
zerresine, vatanının bir avuç toprağına vuku bulacak bir tecavüzün, bütün
varlığına vurulmuş darbe olacağını artık Türk milletinin fark etmediğini
sanmak hatadır. Saygısızlığın, tecavüzün küçüğü büyüğü yoktur.
-
Hükümetlerin icraatları menfi olup da millet
itiraz etmez ve iktidarı düşürmezse, bütün kusur ve kabahatlere katılmış
demektir. Mustafa Kemâl Atatürk”
-
İşte bizim, mezkür makalede ifade ve ihsas
etmeye çalıştığımız husus da budur.
-
Başta Mustafa Kemal Atatürk, kurucu unsur ve
TC’nin tek “sivil anayasası” olan 1924 (1928)’e bu talep mugayir (aykırı)
değildir. Zira bir tarafta millet adına faaliyete izinli, memur ve mecbur olan
devlet, diğer tarafta, devlet adına “hile ve desise” ile edindiği güç, imkân
ve kaynakları millet aleyhine tasarruf eden, kamu menfaatini hiçe sayan
organizasyonlar.. Onurlu ve sorumlu vatandaşlar olarak “hesaplaşma ve
yüzleşme” istemeyeceksin de ne yapacaksın?!.
-
Kamu vicdanını tatmin ve meşruiyeti ikame için
“hesaplaşma ve yüzleşme” şarttır…
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
61 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
HÜKÜMET “YOK” HÜKMÜNDE! |
-
-
Dış (düşman) kaynaklı, İsrail+AB-D destekli
Ermeni orijinli çete, terör/tedhiş, suç örgütü; Hakkâri’nin Irak sınırı
Şemdinli ilçesindeki askeri birliğe 19 Haziran 2010 gecesi saldırdı. 8 asker
şehit oldu, 14 yaralı var. Gün içinde sayı 11’e çıktı. 12 adet çeteci
öldürüldü. Menfur saldırı, bölgesine takviye timler sevk edildi, silahlı
helikopter ve topçu ateş desteği sağlandı. Kuzey Irak'ta tespit edilen
hedefler de savaş uçakları tarafından bombalandı.
-
Hatırlanacağı üzere: 1 Ekim 1999 tarihinde
İran, Irak ve Türkiye sınırında bulunan ve şeytan üçgeni olarak adlandırılan
bölgeden giriş yapan çetecilerden Ali Sapan’ın da aralarında bulunduğu 8 kişi,
açılım politikaları gereği (güya) teslim olmuştu. Her türlü hukuk, mantık,
umur-u devlet ve ahlâk akaidine aykırı olarak oynanan bu oyun ve pervasızca
sergilenen sinsi senaryo; hükümetin içine düştüğü gaflet, dalalet, acz ve
zaaf’ı açıkça göstermeye yetmişti.
-
Nitekim o günden bu güne şehit sayısı artarak
çoğaldı. Son iki ayda sayı 50’yi buldu.
-
“Açılım, düz ovada siyaset, demokrasi,
kardeşlik ve barış” adına akıl almaz cürümler, menfur emellere matuf
ihanetler, kirli oyunlar, yerli kripto, kalleş diyaspora, dönme, devşirme
dümenleri ayyuka çıktı. Başta ABD, şeriki İsrail, AB, GKR çete yönetimi ile
fink atıp Ermeni yalanları uğruna; Ülkelerine anıtlar dikerek necasete bulaşan
kimi sözde İslâmcı ülkeler dâhil, 20 küsur devletin yardım ve yataklıkla
“taşeron” olarak kullandığı bu güruh iyice azıttı!
-
Ayrıca, açılım kapsamında af, atıfet, tolerans
ve taviz kapısının aralanması eşkıyayı yüreklendirdi, meclis içinden açıkça
ışmar olunması melunlara cesaret verdi, şımarttı. Buna paralel zaafa uğrayan
erkler, felç edilen stabilizatörler ve bozulan kuvvetler dengesi ile terör ve
tedhişle lâubali ilişkilere girilmesi, iş bu -zıvanadan çıkmanın nedeni oldu!
-
ŞİMDİ NE YAPMALI? Tıpkı Fuzûli’nin dediği
gibi; "Sussam gönül razı değil, söylesem tesiri yok" Ülkenin son 47 yılına kir
ve kan damgası vurmuş eli kanlı eşkıyanın, İmralı mahpusu bebek katili; Nasıl
oluyor da ülkede gündem belirliyor? Buna hangi hain, bedhah ve küstahlar cevaz
vermekte! Başkaca kaç mahkum avukatları ile görüşüyor? "31 Mayıs'tan sonra
artık ben yokum, olacakların sorumlusu değilim" Biçimi, açık tehdit içeren
mesajı kim açıkladı? Kim yaydı? Hangi yandaş/yoldaş, Candaş medyalar mesajı
yayınıp terörü azdırdı?
-
Eğer hükümet varsa, derlesin-toplasın
suçluları, çıkarsın yargı önüne.
-
Yürütme açılım zaafı ile malul; Yasama
çatısında parlâmenterlik mesleği icra edenler içinde hiç mi ‘onurlu, sorumlu,
vicdanı hür, irfanı hür’ kula kulluk etmeyen adam gibi adam; İyi insan ve iyi
vatandaş yok!.. Cumhuriyet (!) Savcısı, Polisi, Askeri, Jandarması ve Hâkimi
ile Yargı ne iş yapar? Dördüncü kuvvet; Hukukun üstünlüğünden sorumlu
namuslu/dürüst, onurlu/sorumlu, milli memleket medyası nerede? Ülkede,
binlerce sorun, haksızlık, yolsuzluk, hırsızlık, hukuksuzluk ve her türlü
ihanet hüküm sürerken; dünya kupası maçları, adi televole, fuhuş, ahlâksızlık
furyası, menfur ihanet senaryoları ve çete reklâmları ile müştegil; Türk'e ait
değerleri yok sayan diziler ve beyin yıkama metotları ile milleti uyutan,
avutan bir medya!
-
Ve; Beşinci Güç olarak tanımlanan Sivil
Toplum!.. Adına STK denilen, açık toplum örgütlerinin ekserisi ihanet şebekesi
işleten dâhili ve harici bedhahlara angaje; Açlık, işsizlik, yokluk ve
yoksulluktan malul, geçim derdine mağlup, gözü bir lokma ekmekten başka bir
şey görmeyen, sorunlar sarmalı içinde boğulmuş, paralize bir millet! Kendi
evinde işkence, devlet kapısında zulüm, eziyet ve azap’a maruz, zavallı yurdum
insanı! Amma buna mukabil:Dürüst yurttaşların vergileriyle bitleri kanlanan
kravatlı hırsızlar, yolsuz ve teröristler, TC’nin her noktasını gezip, devleti
tehdit eder, milli-manevi değerlere alçakça saldırırken!
-
Her tür azınlık ırkçılığı meşru edilip,
Türküm diyenlerin boynuna yaftalar asılırken!
-
Şehit cenazelerine sahip çıkmak ‘istismar’
çete leşlerinin ‘şehit namırın’ çığlıkları ve melânet örgüt paçavralarıyla
kadavra gömmeleri "sağduyu" olarak adlandırılırken; sözüm ona "aydın" geçinen
"akademik unvanlı vatan hainleri" ekran gezip, bayrak inmesin diye canlarını
sebil eden güvenlik güçlerine ağız dolusu hakaret ederlerken! İsim önüne
‘insan hakları’ gibi ‘yüce evrensel değerler’ koyarak, nitelikli dolandırıcı
yüzlerce dernek, vakıf vb, STK alenen teröre hizmet edip, anarşist haklarını
savunurken; Ülke yöneticileri, şehit cenazelerindeki tepki ve coşkuyu
‘yaygara’ olarak nitelerken. Politik-ACI’lar, milli birlik ve beraberliğimizi
güçlendirecek atılımlar yapmak yerine, TC’nin 36 etnik grup olduğu yalanıyla,
et ile tırnak gibi kaynaşmış insanlarımızı ayrıştırmaya yönelik kerameti
kendinden menkul, esas işlevi “tefrika” olan “açılımlar” peşinde koşarken;
üstelik tüm olup biten, cereyan eden icraatı inceleme/araştırma/sorgulama,
yargıya ve savcıya taşıma görevi ile yükümlü ‘demokrasinin vazgeçilmez
unsurları” siyasi partiler; Derin uyku, gaflet-dalâlet, demokrasi/adalet ve
hukuka ihanet, günlük çıkar rant peşindeler!
-
Bir yanda bireysel risk ve sorumluluk alan,
vatanını canından çok seven, bu uğurda ölümü göze alarak kışlalarına
saklanmayıp gece gündüz, kar kış demeden teröristi her nerede ve hangi
bataklıkta olursa olsun arayıp bulan ve onu yok eden korkusuz Türk askeri.
Diğer tarafta, risk üstlenmekten korkan, sinsi, siyaset peşinde sünepe,
dalkavuk, lânetli Yahudi tarikatı mensubu “menfur mason”, kurnazca kışlasına
sinmiş, bana dokunmayan yılan bin yaşasın zaafı ile malul! Türk Ordusunu
“Peygamber Ocağı” olarak değil, bol paralı, çok avantalı, itibarlı ve
garantili bir meslek olarak gören! Lâfla birçok aksaklığın üstünü örtmeye
çalışan, ateist-pagan, terörle dans’a açık ve şehit vermeye mahkûm,
paralı/lejyoner portresi.
-
DAHASI VAR! Terörün bir numaralı hamisi
İsrail'e savunmamızı teslim etmek gafleti! Çetenin ağababası, Amerika’dan
istihbarat dilenmek gibi iğrenç bir rezalet! Her halde bu nedenlerle olsa
gerek, alçakça/kahpece, kalleş saldırılara uğruyoruz? Nerde savunma planı?
Kendi istihbaratımıza ne oldu? Hava harekâtları ne işe yarıyor? Alınan termal
kamera, gece görüş cihazları, insansız uçaklar ne işe yarıyor? Eşkıya nasıl
olup da bu kadar rahatça gelebiliyor? Bu memleketin; Cumhur-başkanı,
baş-bakanı, genelkurmay başkanı, içişleri ve dışişleri bakanı ne iş yapar? BİR
milyona yakın askerin üç buçuk eşkıyaya nasıl olur da gücü yetmez? Neden?
Niçin? Askerin elini tutanlar tutuklanmaz? Sonuçta: Terörün finans kaynakları,
lojistik desteği kesilmedikçe, siyasi uzantıları, iç ve dış bağlantıları
tutuklanıp yargıya teslim edilmedikçe, bataklığın kurutulması ve eşkıyanın yok
edilmesi zordur. Çünkü ABD ve AB stratejik öneme sahip ülkemize karşı,
''terör-tedhiş silahını'' kullanmaktan kaçınmamaktadır. Bu gerçek apaçık
ortada iken; ABD istihbaratına bel bağlamaksa büyük bir çelişkidir, saflıktır,
gaflet, dalalet ve aptallıktır.
-
Lütfen hatırlayınız: 8 yıl öncesinde terör
sıfır seviyesindeydi. Sonra nice evlatlar şehit düştü. Nice avratlar dul,
evlâtlar yetim kaldı. Genelkurmay başkanın ‘acımız büyük, üzüntülüyüz’,
Politik ACI’ ların ‘kanları yerde kalmayacak’ ve zavallı muhalefetin ‘Şehitler
ölmez, vatan bölünmez’ teraneleri, acıları dindirmiyor. “Babalar gibi paralar”
başka yerlere harcanacağına; TSK'ya savunma donanımı alınsın. Başta İsrail
olmak üzere, diğer himaye, yardım-yataklık unsurları ile savunma ilişkilerimiz
derhal kesilsin ve “ihanet bölgesinde/olağanüstü hal” ilân edilsin.
-
DUYUMLARA GÖRE: Sağlıklı istihbarat yok,
F16'lar sorunlu, tanklar düzgün çalışmıyor, silâhlar tutukluk yapıyor! Suç
teşkil etmesi gereken: “Kürt sorunu, bölücü terör örgütü, örgüt adları, bebek
katilinin mesaj ve demeçleri, hayali etnik ve anadil sorunları ve kerameti
kendinden menkul “demokratik barış ve kardeşlik” söylemleri! Bunlar AB
domuzlarının “Kıbrıs için barış” palavrasını andırıyor. Gerçek şu ki: TC’nin
ve Türk halkının bu alanda bir sorunu yok. Var olan sorun sadece “Umur-u
devlet yokluğu” adaletsizlik, haksızlık ve hukuk! Hak, güvenlik, hukuk ve
huzuru tesisle mükellef olan kimdir? Elbette hükümet!
-
Çünkü adalet, saadet ve sulhu salâh, hükmün
hikmeti ile kabil ve mümkündür.
-
Peki, niçin ‘hükümet” var da; “Adalet,
hakkaniyet, eşitlik, huzur ve hukuk” yok?
-
Çünkü; bunları tesise muktedir olamayan
hükümet de “YOK” hükmündedir!
-
Allah (CC), bu Millete akıl, iman, izan,
basiret ve feraset versin İnşallah.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
62 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
HÜKÜMET VE HARAKİRİ AKAN KANI DURDURMAK! |
-
- Mesele bir evrensel (uluslar arası)
hukuk sorunu ise; İşte cevabı:
-
ANARŞİ
VE TERÖR KONUSU BM ANTLAŞMASI
- Madde 51- Bu Antlaşmanın hiçbir hükmü, Birleşmiş
Milletler üyelerinden birinin silâhlı bir saldırıya hedef olması halinde,
Güvenlik Konseyi uluslararası barış ve güvenliğin korunması için gerekli
önlemleri alıncaya dek, bu üyenin doğal olan bireysel ya da ortak meşru
savunma hakkına halel getirmez. Üyelerin bu meşru savunma hakkını
kullanırken aldıkları önlemler hemen Güvenlik Konseyine bildirilir ve
Konsey’in işbu Antlaşma gereğince uluslararası barış ve güvenliğin
korunması ya da yeniden kurulması için gerekli göreceği biçimde her an
hareket etme yetki ve görevini hiçbir biçimde etkilemez.
- 11 Eylül (sözde) provokasyonundan bu yana ABD, uluslar arası onay görmüş bu hükme dayanarak dünyanın
yarısında terör estirmekte, maddeyi (Antlaşma hükmünü) tepe-tepe
kullanmakta ve pervasızca kan akıtmaktadır.
- Antlaşma hükmü gereği Türkiye Cumhuriyeti Ordusu’nun da,
gerektiğinde sınır ötesi harekât için hukuki-siyasi bir prosedür
veya TBMM’nin tezkeresine ihtiyacı yoktur. Var diyen yalan söyler. Şu hale
nazaran; 44 yıldır TSK’nın her ihlâlde derhal Irak’a girme ve gerekirse
mütecaviz (terör ve tehdit unsurlarını) Bağdat’a kadar izleme ve tümüyle
yok etme, kökünü kurutma hakkı vardır.
- Ancak, (her ne hikmetse) TSK hukuken sabit uluslar arası yasal hakkını bu güne değin kullanmaktan
kaçınmış ve illa hükümetlerden teskere beklemiştir. Bu atalet, kararsızlık
ve pasif politikanın bedeli on-binlerce can, mal, ayni ve nakdi değer
kaybıdır. Kaldı ki, bu hadisede sınır güvenliğini sağlamakla sorumlu
İçişleri Bakanlığı (Polis-Jandarma) ve MİT’in bağlı bulunduğu Başbakanlığın
da çok büyük hata, ihmal ve sorumluluğu vardır.
Bu hata, ihmal ve sorumluluk sadece ve yalnızca RTE Hükümeti ile sınırlı
değil; Bilakis 1968’den itibaren bütün İçişleri Bakanı ve Başbakanları
şamil bulunmaktadır. Yani, ülkemiz ve milletimizi bunca acı, kayıp, ıstırap
ve şeamete mahküm eden hadise çok derindir.
- Devlet Denetleme Kurullarını çalıştırmayan ve kurumlar
arası Anayasal eşgüdüm ve koordinasyonu sağlamaktan imtina eden dönem
Cumhurbaşkanları da sorumluluk sahibidir.
- Peki, bu hak (iç veya dış fark etmez) ‘hangi ihanet
şebekeleri’ yüzünden kullanılmaz?
- Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, İçişleri Bakanlığı ve
Genelkurmay bu hakkı ve uluslar arası hukukun
hükmünü bilir. Yıllardır tehlikenin farkındadır. Kamu vicdanının bu kin,
kan ve hain katliam karşısındaki duyarlık ve rahatsızlığının pek ala
idrakindedir.
-
Dahası Türk devleti,
ulusu ve ordusu’nun konuyla ilgili düsturu “İstiyorsan eğer devlette sulh-ü
salâh, hazır ol cenge her daim” biçiminde olup; Büyük önder Mareşal M.
Kemal Atatürk’ün “Yurtta sulh cihanda sulh” vecizesi, güçlü kuvvetli,
kudretli, kararlı, hâkim ve güvenlik sorunlarında tek hükümran; İç ve dış
düşmana karşı daima hazır-nazır ve müteyakkız bir ordu anlamını taşır.
O, halkı daima
hükümetlere karşı uyanık ve dikkatli olmaya ve fakat Peygamber Ocağı “Türk
Ordusuna” ilelebet inanmaya, dayanmaya, itimat etmeye ve güvenmeye
çağırmıştır. Zira Türk milleti zaten topyekün bir ordudur.
- TSK’nın Cumhuriyeti koruma ve kollama görevinin sebep ve
hikmeti budur.
Evveli kırk yılı bulan ve ahirinde; Başta ABD, AB, İsrail ve Ermenistan’ın
yardım ve yataklığı sayesinde ülkemizin parçalanmasını hedefleyen bu menfur
anarşi, terör ve tedhiş örgütünün; TBMM çatısı dahil olmak üzere, alenen
faaliyet gösterdiği alanlar, kurumlar, kuruluşlar, şahıslar, gizlendiği
inler, girip-çıktığı ve kullandığı bütün mekanlar net olarak (mahalle
muhtarından, jandarma, emniyet ve MİT tarafından) bilinir ve devletçe takip
edilirken!... Niçin? 12 Eylül 1980’de olduğu gibi
TOPYEKÜN üzerine gidilmez ve bir kaç günde bataklık kurutulmaz? Acaba milli
hukukta uygun bir karine mi yoktur?
- Bunu iddia eden varsa kör, cahil, aptal ve dumur,
değilse ihanetle maluldur!...
- BAKINIZ “Mustafa Kemal ATATÜRK” NE DİYOR:
- “Asıl önemli olan ve memleketi temelinden yıkan, halkını
esir eden, içerdeki cephenin suskunluğudur. Bu itibarla, kendiniz için
değil, bağlı bulunduğunuz ulus için elbirliği ile çalışınız. Çalışmaların
en yükseği budur” DEVAMLA: “Kendiniz için değil, bağlı olduğumuz ulus için
elbirliğiyle çalışınız, çalışmanın en yükseği budur.Bir
adam ki, memleketin ve milletin saadetini düşünmek yerine daha çok kendini
düşünür, bu adamın kıymeti ikinci derecededir.En iyi kişi, kendinden çok,
bağlı olduğu toplumu düşünen, kendini onun varlığının ve mutluluğunun
korunmasına adayan insandır.Hususi menfaat, ekseriya, umumi menfaatle tezat
halinde olur.Ulusları yönetenler için ilk ve en zor görev, kişisel
bencilliğe kapılmaktan kendilerini korumalarıdır.”der.
- Kaldı ki Cumhuriyet Anayasası ve TCK terör ve tedhişe
karşı idam ve infaz dâhil her türlü hükümle tahkim edilidir. Sanıldığı gibi
ne hükümetin, ne Jandarma, güvenlik teşkilatı ve ne de TSK’nın eli bağlı
değildir. Olsa-olsa ‘devletin içine çöreklenmiş’ el bağlayan, yol kesen ve
engel olan bir takım harici ve dâhili bedhahlar’ ile terör örgütüne yardım
ve yataklık eden ayan-beyan eşkıya vardır. Devlette millet adına hüküm
süren, maaş alan ve halkın sırtından geçinen (seçilmiş veya atanmış)
istisnasız her kamu görevlisinin görevi “bu menfur unsur ve vatan
hainlerini” deşifre etmek, yakalayıp yargı önüne taşımak değil midir? Aksi
takdirde kendilerinin “vatan haini” sayılacaklarını; Bidayette halkın pasif
direniş, meşru müdafaa ve müdahale hakkının olduğunu bunlar hiç bilmezler
mi? Yoksa milleti ahmak mı sanırlar?
YOK ÖYLE ŞEY!...
- Üç Ekim günü öğle vakti 15 askerimiz alçakça şehit
edilmiş; 4 Ekim günü akredite medya hain körler ve aptal sağırları oynamış;
Genelkurmay ciddiyet ve kararlılıkla bastırınca ancak aklını başına
devşirebilmiştir. (Bak: 4 ve 5 Ekim tarihli gazeteler)
Şimdi artık kimse çıkıp da “kanları yerde kalmayacak” diye millete yalan
söylemesin.
Buna hiç kimsenin hakkı da yok, yüzü de. Üstüne üstlük hala birileri kalkıp
ta “Kürt sorunu var” demesin!.. İşte bunlar ihanet
şebekelerinin menfur mensupları, politik-ACILARI veya şeytanın
avukatlarıdır.
- Aciliyetine rağmen teskereyi 1 Ekim’de gündeme koymayanlar
da sorgulanmalı!
Dahası halk 40 yıldır ‘kullanılan’ bu dümenin iç yüzünü, 500 milyar doları
aşan sarfını ve bu sarfiyatın kendisine olan maliyetini de çok iyi
bilmektedir. Ümraniye soruşturması kapsamında ortaya çıkan belgeleri,
iddiaları ve bu güne kadar gizlenen gerçekleri de…
Bu kez onurlu ve sorumlu devlet organlarının resen inisiyatif
kullanma ve hükümetin konuyla ilgili ihlas ve samimiyetini ortaya koyma
zamanı gelmiştir. Her kurum ve kişinin anayasa ve kanunda yazılan görev ve
yetkisi bellidir. Ya herkes “DERHAL” görevini yapsın veya onur, şeref ve
haysiyet sahibi ise istifa edip gitsin. Aksi takdirde “yönetimi sorgulamak
ve yargılamak üzere” Cumhuriyetin Savcı ve Yargıçları derhal harekete
geçmek zorundadır.
HÜKÜMETE GELİNCE:
- Bu kertede gerekli tedbir ve radikal kararlar alarak
derhal uygulamaya koymak en başta hükümetin görevidir. Aksi takdirde aczini
itiraf ve istifasını vermek zorundadır. Mevcut ve mer’i siyasi partiler bu
neticeyi temine memur ve mecburdur. Aksi takdirde Türkiye de siyasi parti
yok demektir. Peki, hükümet her iki formülden birini yapmazsa ne olur? Her
halde HARAKİRİ yapmış olur ki, bunun sonu, yalnızca ve sadece kendileri
için değil millet için de büyük hayal kırıklığı, bunalım, buhran, muhtemel
iç çatışma ve hüsrandır. Bunu ancak vatan hainleri göze alabilir. Aziz
vatan, kutsal bayrak ve binlerce yıllık toprağın sahipleri asla!... Görelim mevlâm neyler, neylerse güzel eyler. On
sözler:
- “Vatan benim için ne yapabilir değil, ben vatanım için
ne yapabilirim diye sorun” J. F. Kennedy; “Bencil varlıklar kendileri için
çalışırlar, ama onlar ulus için çalıştıklarını sanırlar.” Galip Baran; “Sen
görevini yap, gerisini Tanrıya bırak.” Latin Atasözü; “Siz, öncelikle
komşularınızı ve mahallenizi içinizden gelerek koruyun. çünkü
düşman, komşunun evini talan ederse sıra sendedir.' Nuh Peygamber…
- NETİCE: “Niyet hayr, akibet hayr”
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
63 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
İHANET FURYASI VE
MENFUR ABLUKA |
-
-
Türk-İslam
(İslâm’ı yaşayan Müslüman Türk’lerin) düşmanları, insanlık âlemi için kâbusa
dönen “bilgi çağı” adlı karanlık sürecin elverdiği bütün imkân ve fırsatları,
bu şerefli, soylu ve şefkatli medeniyetin hamisi, insan hakları, adalet ahlâkı
ve hukukun çimentosu, hoşgörü-barış timsali milleti sabote etmek uğruna
kullanmakta direniyor. Son marifetleri: Küresel krizden yararlanarak Türkiye
de tükenmeye yüz tutmuş adalet, barış, özgürlük ve güvenliği tüketmek.
Ekonomisi tabana vurmuş, toplumsal ve sosyal sistemi çökmüş, doğal
stabilizatörleri dumura uğramış AB’ye ülkeyi illa bağlamak!. Böylece, tefessüh
etmiş Batı toplumlarına yeni yaşam alanları oluşturmak, menfur emellerine
ulaşabilmek için de, her ne pahasına olursa olsun Anadolu da keteküllâ müesses
kardeşliği bozmak, ülkeyi bölmek ve parçalamak suretiyle “tek dişi kalmış
canavar” sıfatıyla dünyanın bu “nihai huzur iklimine” de alçakça son vermek.
Aslında asırlardır içten içe kurgulanan da uygulanan da bu.
-
Bu amaçla Brüksel
Zirvesi Sonuç Bildirisine hüküm koydular.
-
Presidency
Conclusions, Md: 23: "müktesebat müzakereleri yalnız Türkiye'yle değil, diğer
devletlerle de yapılabilecek; müzakere sürecinde Türkiye birkaç devlete
bölünürse veya güneydoğu bölgesinde bir Kürt devleti kurulursa yeni bir karara
gerek olmaksızın onlarla da müzakere yapılacaktır.” Terör ve tedhiş örgütünün
yandaş-yoldaş, yardım ve yatakçılarınca, diğer bir deyişle gerçek patron ve
sahiplerinin dayatması, arzusu-amacı ve hedefi bu.
-
Yıllardır
sürdürülen mason-misyoner faaliyetleri, kilise-havra terörünün de kaynağı.
-
Kahir ekseriyeti
soykırım, soygun-vurgun, katliam, gasp ve işgal faili AB, ABD ve OECD
ülkelerinde sürüp giden “zoraki yalan, iftira-tefrika, bölücülük ve ayrımcılık
furyası”, “Ermeni soykırımı yoktur” diyene eza, cefa ve engizisyon
mahkemelerince ceza uygulaması! Bütün insanlığı utanca sürükleyen rezil bir
uygulama. Üstelik bu kefere tarafından “özür”, “Kürt (Ermeni) sorunu”
kampanyalarına verilen koşulsuz destek. İlhamını karanlıktan alan nesebi
gayrisahih ve Şehit Elçi İsmail Erez’i bile listelerine ekleyecek kadar
sahtekârlara “aydın” yaftası takmalar. Hala uyuyanlara, AB, ABD, IMF ve Yeni
Dünya Düzeni peşinde, onursuz ve şuursuzca koşanlara yazıklar olsun. Vakıa
gaflet ve dalalet boyutunu aştı, hıyanet ve ihanet haddine dayandı. Bakınız,
en az 3 - 5 yıldan bu yana içte dayatmayla sürdürdükleri sistematik, şu
aşamada da dışardan ithal (fırsat olarak algılanan-yapay) ettikleri kaotik
kriz çerçevesinde ivme kazanan süreç gereği yoğunlaştırdıkları telkin ve
tahkim kampanyasına:
-
Düşman unsurlarca
yayılan söylemler ve bu söylemleri doğrulayan eylemler.
-
AKP siyasi
reformların yapılmaması için orduyla uzlaştı... (Gerçekte % 95’i Türkiye’ den
çok mükemmel; % 5’iyse insanlık dışı ve bize göre çok daha antidemokratik,
ilkel olan AB siyasi kriterlerinin “ayrıcalık, dokunulmazlık ve imtiyaz
karşıtı” olabildiğince şeffaf, adil, namuslu ve dürüst seçim öngören
kriterlerini aslında hiçbir kesim istememektedir.)
-
Para Ege, Kıbrıs
ve Kürt sorunu için savunmaya gidiyor... (Bu sorunları yaratan ve
kronikleştiren zaten AB-D ve dâhili bedhahlar/işbirlikçileri değil mi? Sorun
bizde değil, bizzat telaffuz edenlerde; Bu menfurlara yardım ve yataklık
yapanlardadır. Onlara kalırsa Türkiye tükenmeden sorunlarında sonu asla
gelmeyecektir.)
-
AMAÇ: TÜRKİYE’Yİ
ÇÜRÜTMEK!
-
Evet, elbette
amaç, içerden terör-tedhiş, dışardan alçakça abluka suretiyle Türkiye'yi
çürütmek… Terörle tehdit ediyor, yasalarımızla oynuyor, menfur imza
kampanyalarıyla baskı uyguluyor ve Yahudi kurnazlığıyla akıl veriyorlar:
“Ekonominin krizden çıkışı Ege, Kıbrıs ve Kürt meselesinin çözümüne bağlı.
Orduyu küçültün ve bütçesini azaltın, Anayasayı yenileyin, Siyasi reformları
yapın ve ekonomiye para ayırın.”
-
Aldanmayın,
inanmayın, kanmayın. Bu menfur bir tuzak!.Bunlar soykırım yalanının
tanınmasını, 3T projesinin yürürlüğe girmesini, Kıbrıs’ın Yunan’a ve
Anadolu’nun yarısının Ermenistan’a verilmesini istiyor, İslâm dışı alevi
paranoyasını pompalıyor, özür dileme kampanyası yürütüyor ve toplumu gererek
yönetimi zaafa düşürmeye çalışıyorlar. Biline…
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
64 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
2300 YILLIK ORDU, 50 YILLIK GELENEK |
-
-
Gül’ün Köşk’e çıkmasının ardından Genelkurmay,
türbandan nasıl uzak durulacağına ilişkin yeni protokol kuralları belirlemiş.
(Taraf, 31 07.2009, M.Baransu)
-
“Ordu’nun başörtüsü’nden kaçış plânı” başlıklı
haberin ayrıntıları kısaca şöyle:
-
“Tüm birliklere gönderilen prokotol kuralında,
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün eşi Hayrunnisa Gül ima edilerek, türbanlıların
askerî hastane ve tesislere alınmaması isteniyor ve türbanlı eşlerin ve
DTP’lilerin davet edileceği belirtilerek, 29 Ekim, 23 Nisan ve 19 Mayıs
resepsiyonlarına gidilmemesi de emrediliyor…
-
Ayrıca, herhangi bir askerî hastane veya
Rehabilitasyon merkezine gaziler ile diğer hasta yakınlarının ziyaret
talebinde bulunmaları halinde: ‘Çağdaş kıyafetli olmayanların girişine izin
verilmemesi, türbanlılara yasağın hatırlatılması, kabulün çok zorunlu olduğu
durumlarda en alt seviyedeki protokol görevlisi ile refakat edilmesi’
-
29 Ekim Cumhuriyet Resepsiyonlarına İl’lerde
Garnizon Komutanı dışında hiçbir seviyede katılınmaması, garnizon komutanının
eşsiz olarak kısa bir süre için katılıp ayrılması öngörülüyor ve bu hareket
tarzının uygun gerekçelerle halka izah edilmesi isteniyor.
-
Ankara’da sadece Genelkurmay Başkanı, kuvvet
komutanları ve orgenerallerin eşli olarak çok kısa bir süre için katılmaları
ve tebriği müteakip ayrılmaları.” veya: “Cumhuriyet’e sahip çıkıldığının
göstergesi olarak, davetli bütün askerî personelin eşli olarak geniş katılımın
sağlanması ve bu personelin kısa süre sonra topluca ayrılması.”
Yukarıdakilerin hepsinde muhtemel el sıkma sıkıntısına karşı “Hiçbir seviyede
katılımın olmamasıdır” (K. teklifi)
-
“Eşsiz davetler” başlıklı bölümde, akşam
resepsiyonu veya gündüz Kokteyli’nde, DTP’lileri de göz önüne alarak, Sadece
Garnizon Komutanı seviyesinde katılım, Komutan’ın tebriklerini sunup kısa
sürede ayrılması. Önerilen: Eşsiz, sınırlı ve kısa süre katılıp ayrılma.”
- TBMM’deki resepsiyona gidilmemesi.
-
TSK sorumluluğundaki törenler: “Eşi
türbanlılara eşsiz davetiye gönderilecek;.Buna rağmen eşli gelenlerin eşleri
kesinlikle içeri alınmayacaktır. Sadece yemin törenlerinde başı kapalı
ailelerin, başörtülerini çene altından bağlamaları şartıyla katılmalarına izin
verilecek; Diğer törenlerde başörtüsüne/türbana hiçbir şekilde izin
verilmeyecektir..”
-
KÖŞK’TE KRİZ
-
Hatırlanacağı üzere Gül’ün seçilmesinden
sonraki ilk 29 Ekim resepsiyonuna askerin katılmaması nedeniyle kriz yaşanmış,
Gül de iki ayrı Cumhuriyet resepsiyonu düzenleyerek bir çıkış yolu bulmuştu.
İlkine TBMM Başkanı, Başbakan, Genelkurmay Başkanı, yüksek yargı mensupları,
siyasi parti liderleri, milletvekilleri, üst düzey bürokratlar “eşsiz” olarak
davet edilmiş, 30 Ekim’de verilen ikinci resepsiyona ise, işadamı, sanatçı,
gazeteci, STK örgüt temsilcileri davet edilmiş ve davetiyeler “eşli” olarak
gönderilmişti.
-
2300 YILLIK ORDU, 50 YILLIK GELENEK
-
Konunun yayın tarzı ve sunuşu tam bir
provokasyon! Haber başlığında “başörtüsü” kelimesi yer alırken, içerikte
“türban” kullanılmakta. Metin içi anlatımlarda çifte standart ve tahrik cabası
gözleniyor. Lâkin haberde bahse konu protokol içler acısı. Kadim Türk Ordusu
ve Cumhuriyet’i kuran Peygamber Ocağı yönünden utanç verici.. .
-
Ne demek, Türk Anneleri, başları kapalı olursa
‘hastane ve rehabilitasyon merkezleri dahil’ askeri tesislere alınmayacak!..
Haydi, türban denilen melânet dönme ve devşirmelerce icat olundu. Ama sonuçta
oda bir tesettür.. Üstelik saf-cahil, gafil Ana-bacılar din ve misyon ticareti
uğruna kandırılarak türbana sokuldular. Asker bunu bilmiyor mu ki, oyuna
geliyor?
-
Dahası “bin türlü” tedbir öngörülen resmi
resepsiyonlar da neyin nesi?
-
Tefessüh etmiş, emperyalizmin kalesi, sahte
İncil ve İsa ticaretinin kirli tapınağı Batı geleneğinin İslâm ikliminde işi
ne? Kahir ekseriyeti aç, açık, fakir ve yoksul Türk halkının vergisiyle nasıl
şarap ikram olunur? Bu, tam bir irtica, aymazlık, rezillik gericilik ve
yobazlık değil midir? Sanki 2300 yıllık ordu ilga da, 49 yıllık kirli gelenek
pek muteber!... Çok ayıp!..
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
65 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
İLERİ DEMOKRASİ DİKTATÖRLÜĞÜ |
-
-
“Tevil
etmeye gerek görmeden ifade ediyoruz; Türkiye’de bir Diktatör
var. Türkiye’de Diktatörlük rejiminin nihai dinamikleri hayata
geçirilmek isteniliyor. Diktatörlüğün tüm tezahürleri
Türkiye’de yaşanıyor. Tarihte yaşanan diktatörlük süreçleri
Türkiye’de yaşanıyor. Toplum; inançlar, etnik yapılar, tarihi
değerler, Cumhuriyet değerleri, sosyal ve ekonomik gruplar
üzerinden ayrıştırılıyor. Nefret söylemi Diktatör eliyle
tırmandırılıyor. Yaşadığımız rejimde; Siyasilerin,
Muhaliflerin özel hayatları yasa dışı yollarla izleniyor,
görüntüleniyor. Bu görüntüler İktidar tarafından şantaj ve
tehdit aracı olarak kullanılıyor. Fail ve sorumlular
bulunamıyor. Başbakan Yardımcısına suikast iddiasıyla Kozmik
Odalara giriliyor. Devletin stratejik sırları deşifre
ediliyor. Ancak suikastın sorumluları bir türlü bulunamıyor.
Kamuoyu gelişmelerden her nedense bilgilendirilmiyor. Gizli
sürdürülen adli soruşturmalar Hükümet’in gayri resmi organı
niteliğindeki basın organlarına Kolluk tarafından servis
ediliyor, Şüpheliler itibarsızlaştırılıyor, infaz ediliyor;
ancak servisi yapan mekanizmalar tespit edilemiyor.
-
ÖSYM odaklı;
KPSS, Yargıçlık Sınavları, TUS, Komiser Yardımcılığı Sınav
Soruları servis ediliyor, ancak failler bir türlü ortaya
çıkarılamıyor. Yargı da karartma ortamına iştirak ediyor;
Konya’da kömür ve gıda yardımlarının dağıtıldığı bilgileri
içeren Sosyal Yardımlaşma Vakfı Defteri kayboluyor, failler
her nasılsa tespit edilemiyor, Savcılıklar takipsizlik kararı
veriyor. Enerji Bakanlığı bağlantılı olarak 1 Milyar Dolar
seviyesinde kömür yolsuzluğu yapıldığına dair Hazine Raporları
esas alınarak Savcılığa suç duyurusu yapılıyor. Savcılıkta
dosya 3 yıldır sumen altı ediliyor faillere ulaşılmıyor. Gece
yarısı Torba Kanun uygulamasıyla bu yolsuzluğun araştırılması
engelleniyor. İktidara mensup Milletvekillerinin yolsuzluk
fezlekeleri kayboluyor, ortadan kaldırılıyor, bu işlemleri
yapan Savcı bir türlü bulunamıyor. Basın üzerinde oto sansür
kurumsal hale geliyor, oto sansürün yeni yöntemleri gelişiyor,
muhalif gazetecilerin karşısına Hükümet Komiseri niteliğinde
zaptiyeler yerleştiriliyor. Muhalif olmanın sembolü karikatür
sanatı, İktidar sözcülüğünün temsilciliğine dönüşüyor.
Karikatür sanatı nitelik değiştiriyor.
-
Bu rejimde:
Uludere faciasının, Suriye’de düşen uçağın, 29 Ekim
kutlamalarına ilişkin istihbaratın nereden geldiği bir türlü
öğrenilemiyor. Devlet eliyle karartma uygulanıyor. Deniz
Yıldırım ismindeki bir Gazeteci hakkında Yargıç ve Savcı
dışında birileri “tutukluluğun devamına” şeklinde yazılı not
düşüyor, Deniz Yıldırım tahliye edilmiyor. Bu notu düşen, bu
kararı veren illegal merci bir türlü ortaya çıkartılamıyor.
Bir milletvekili veya bakan hakkında 2004 yılında İsviçre’den
valiz dolusu döviz getirdiği iddiaları basında yer alıyor,
ancak olay tahkik edilemiyor. Yazıdaki iddialar tekzip dahi
edilemiyor.
-
Bu rejimde;
Başbakan hakkında İsviçre’de 8 ayrı banka hesabının olduğu
iddiaları dile getiriliyor. Ancak, Başbakan ilgili ülkeden
aksine bir belge alma girişiminde bulunmuyor.
-
Kamuoyu da
bunları konuşamıyor, konuşamaz hale geliyor. Suudi Arabistan
Kralının, Başbakan ve Cumhurbaşkanına verdiği hediyelerin
tutarı ve akıbeti bir türlü öğrenilemiyor.Bu rejimde; Yargı’da
Hakkı Manav’lar yaratılıyor. Mahrumiyet bölgelerinde 1 ay
görev yapan Savcı’lar, Yargıçlar Adalet Bakanlığı bünyesine
alınıyor. Şehit düşen Doğu Beyazıt ve Ovacık Savcı’larına
Koruma verilmiyor. Hükümet ile yakın ilişkileri olduğu bilinen
Danıştay başkanı, suç örgütü üyeleri ile 3 kez ve ayrıca özel
araçta görüntüleniyor. Ancak, hakkında yargı prosedürleri
işletilmiyor ve Danıştay kurum olarak zan altında bırakılıyor.
Yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın emek ve tasarrufları
üzerinden yolsuzluk yapan Deniz Feneri sanıkları Hükümet
eliyle korunuyor. Alman Yargı Organlarının tespit ve
hükümlerine göre “100 Yılın Soygunu ve
tasarrufları üzerinden yolsuzluk yapan Deniz Feneri sanıkları
Hükümet eliyle korunuyor. Alman Yargı Organlarının tespit ve
hükümlerine göre “100 Yılın Soygunu Olan” bu yolsuzluğu
soruşturan Savcı’lar görevden alınabiliyor. Yolsuzluk
yapanları korumak için Hükümet Üyeleri’nin “Köstebeklik”
yaptığını gösteren bulgular ortaya çıkıyor. Adalet ve İçişleri
Bakanı soruşturmaya müdahale ediyor, delilleri karartıyor.”
-
Bu rejimde
‘Ağaoğulları’ yaratılıyor. Ağaoğulları kavramını, Kamu
yönetimindeki hukuksuzluk ve haksızlıkları ifade anlamında
kullanıyoruz. Bu yolla Kamu alanları, orman alanları talan
ediliyor. Ancak, unutulmamalıdır ki, Ağaoğulları sonuçta
Diktatörlerin elinde patlar, toplum ağır bedeller öder.
Diktatör, açlık grevinin 50. Gününde olan insanları taciz
ediyor, buna tenezzül; İnsaf ve vicdanla bağdaşmayacak şekilde
ölüm sınırındaki insanları rencide ediyor. Diktatör, ülkenin
Cumhurbaşkanı’nı hedef alarak , “Benim Valime nasıl talimat
verirsin….” diyerek aslında faşizan zihniyetini itiraf ediyor.
“Ben Devletim” diyor. Demokrasiden, insan haklarından,
Devletin sorumluluğundan nasibini almadığını bir anlamda
itiraf ediyor, tescil ettiriyor. Vali’nin, Cumhurbaşkanını ve
Devleti temsilen görev yaptığını kabullenemiyor. Devletin
Vali’lerini, Parti’nin Vali’leri ve kendisinin çalışanı
zannediyor.
İşte bu ülkede faşizan süreç yaşanırken, Siyasi İktidar bir
taraftan da, Darbeleri Araştırma Komisyonu adı altında “Sanal
bir gösteriyi” sergiliyor. Bu gerçekler daha da
çoğaltılabilir. Bir belgenin İngilizce fotokopisini ilişikte
sunuyorum. Tercümesini yaptırdık. ABD Ankara Büyükelçiliğinin
düzenlemiş olduğu 24 Kasım 2008 tarihli bu belgeye göre;
Türkiye Cumhuriyeti Emniyet Genel Müdürlüğü, Silivri ve bağlı
davalarla ilgili olarak ABD Elçiliğine raporlama yapıyor,
brifingler veriyor. Yaptıkları açıklama ve değerlendirmelerde,
soruşturma ve yargılamalar sonucunda, şüphelilerin
mahkûmiyetinden emin olduklarını dile getiriyor, ayrıntıları
anlatıyorlar. Emniyet birimleri yargılama yapıyor, hüküm
kuruyorlar. Mezkûr belgeye göre; Başbakan’ın, Silivri
soruşturması ve bağlı dosyalarla ilgili olarak davayı
yürütenlerle haftalık toplantılar yaptığı ifade ve tespit
ediliyor. Ortaya çıkan tablonun özeti şudur: Başbakan, Silivri
ve bağlı olaylarla ilgili soruşturma dosyalarının doğrudan
içindedir. Kolluk gücü, Siyasi iktidarın emir ve talimatları
doğrultusunda görev yapmakta; Bu çalışmalarda, ABD
mercilerinin izni ve icazeti alınmakta, bilgilendirmeler
yapılmaktadır. Bu tablo, aslında şaşılacak ya da yadırganacak
bir tablo değildir. AKP’nin Türkiye’yi getirdiği dramatik ve
kaçınılmaz sonuçtur. Esasen; bir ülkede Diktatörlük varsa,
Diktatörlük rejimi kurumsal hale gelmiş ise, Diktatör
kaçınılmaz olarak yurt dışı dinamiklerle ilişkiye girer. Bu
ilişki türü ve niteliği konjonktüre göre, Okyanus ötesi de,
berisi de olabilir. Bir ülke; siyasi ve ekonomik anlamda nasıl
sömürgeleştirilir, nasıl ayrıştırılır? Bu tarihi süreçten söz
ediyoruz. Bu süreç öyle bir süreçtir ki, sürecin sonunda;
Yargı mekanizmaları kritik davalarda delilleri araştıramazlar,
delillerden korkar hale gelirler. Zira deliller
araştırıldığında Yargı mekanizmasının illegal yapılanma içinde
olduğu ortaya çıkar. Türkiye’de Mahkemeler, gerçeklerin ortaya
çıkmasından korkmaktadır. Bunun en bariz ve acımasız örneği
Balyoz Yargılamasında ortaya çıkmıştır. Böyle bir tabloda,
adalet, hukuk ve toplumsal barışın tesisinden söz edilemez.
Böyle bir sürecin devamında kaçınılmaz olarak intikam ve
husumet tohumları yeşerecektir. Bir toplum işte böyle ayrışır,
böyle ayrıştırılır.
-
Değerli
Basın Mensupları!
-
Diktatör’ler; kişisel ve siyasi hırsları uğruna ve ayrıca
Devlet yönetiminde yaratmış oldukları yolsuzlukları ve
hukuksuzlukları kamufle etmek amacıyla, İç ve Dış Savaş dahil,
Türkiye’yi her maceraya sürüklemekten kaçınmayacaklardır. Bu
kaygımızı halkımızın dikkat, takdir ve sorumluluğuna tevdi
ediyoruz.
-
Narsist bir
özgüvenin; Kifayetsiz ve muhteris bir yönetim anlayışının;
Marazileşen bir kibrin yol açtığı ve açacağı kabirlerden söz
ediyoruz. Elbette umudumuzu ve kararlılığımızı kaybetmiyoruz;
Halkımız 29 Ekim tarihinde Cumhuriyet’in kurulduğu Ulus
Meydanından haykırmış, bu oyuna izin vermeyeceğini, demokratik
yollardan hesabını soracağını, dile getirmiştir. Türkiye
Cumhuriyeti Yurttaşları arasında “Ötekiyi” yaratmadan hep
birlikte Haramilerin Saltanatına son verecek, yeniden Bağımsız
Türkiye’yi inşa edeceğiz…” (Atilla Kart, Konya Milletvekili,
02.11.2012 tarihli Ankara Basın Toplantısı.)
-
Buyurun
“YORUM” Sizin!
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
66 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
İNSAN HAKLARI GÜNÜ “İNSAN SEVGİSİ” VE İSLÂM |
-
-
Siyaset Bilimci,
Hukukçu, Yazar
-
DP 7. ve 9. Dönem
-
Genel Başkan
Yardımcısı
-
-
Bu gün “Dünya İnsan
Hakları Günü ve İnsan Hakları Haftası” nın başlangıcı.
Mesele malum, Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulunca
10 Aralık 1948 tarihinde “İnsan Hakları Evrensel
Beyannamesi” kabul edilmiş ve Türkiye bu kabule 27
Mayıs 1949’da katılarak onay vermiş; Ve 27 Mayıs 1960
“İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin Kabul ve Resmen
Onayının” 11. yılında, kanlı bir darbe yaparak “en
insanlık dışı” cürümünü işlemiştir.
-
Bu gün “Dünya İnsan
Hakları Günü ve İnsan Hakları Haftası” nın başlangıcı.
-
Mesele malum,
Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulunca 10 Aralık
1948 tarihinde “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi”
kabul edilmiş ve Türkiye bu kabule 27 Mayıs 1949’da
katılarak onay vermiş; Ve 27 Mayıs 1960 “İnsan Hakları
Evrensel Beyannamesinin Kabul ve Resmen Onayının” 11.
yılında, kanlı bir darbe yaparak “en insanlık dışı”
cürümünü işlemiştir.
-
Bu tarih aynı zamanda:
Kazak İsyanının önderi Pugaçev’in idam edilişi (1774);
Bir zamanların en zararlı tahrip ve taarruz silâhı
olan dinamitin mucidi Alfred Nobel’in ölümü (1896);
Nedamet içinde kıvranan vahşi batının ilk NOBEL
ödülünü, İsviçre’li Henri Dunant’a vermesi (1901);
Celâl Bayar tarafından, “Tarihi Şark Raporunun”
yayınlanması (1936); AB’ nin, Türkiye’yi sözde “Aday
Ülke ilân etmesi” (1999); Siirt seçimlerinin iptal
edilmesi ile dokunulmazlığı düşen Fadıl Akgündüz’ün
gıyabi tutuklama kararının vicahiye çevrilerek, ceza
ve tevkif evine konulması ile; Hukuki engellerinden
arındırılmış Milletvekilliği
yolunun açılması (2002); AB zirvesine tam bir hafta
kala, Leylâ Zana ve 150 civarında (terör ve tedhiş
örgütüne yardım ve yataklık faili) yandaşının Herald
Tribune ile Le Monde gazetelerine “Kürtler (Ermeniler)
Türkiye’ den Ne İstiyor” başlıklı, bölücü içerikli bir
ilân vermeleri büyük tepkilere neden oldu (2004);
Aslında daha çok şey var yazılacak...
-
Mesele burada yatan
büyük (vahim) çelişkiyi görebilmek.
-
İnsanlık alemi,
(namuslu-dürüst-onurlu ve akil insanlar tarafından
kullanılması halinde olabildiğince yararlı) doğal doku
(tabiat) ve başta deniz mahlukatı olmak üzere
hayvanlara büyük ölçüde zarar veren, “dinamitin
mucidinin” dünyayı terk etme günü; Diğeri de, bu günü,
“Yeni Dünya Düzeni Yapılanması” bağlamında ilân eden
“İlâh, Silâh ve İlâç” tüccarlarının haç (çarmıh) ile
simgeledikleri bir peygamberin “o günün muteber
insanları (!) tarafından, el ve ayaklarına çiviler
çakılarak infazı...
-
GÜLDÜRMEYİN BENİ
-
Medeniyetten nasip
almamış “uygar batı” ve mezkür batının hapishane
kaçkınlarının evlât, ayâl ve torunlarınca ilân edilen
bir “İnsan Hakları Günü” de, “İnsan Hakları Evrensel
Beyannamesi” de palavra. 1789 Fransız ihtilâli, Magna
Carta ve 1948 bildirgesine baz alarak sözde “İnsan
Hakları Savunucuları” da hikâye... Tıpkı bizdeki,
terör ve tedhiş örgütü nam ve hesabına “AB katkılı
yardım ve yataklık yapan” vakıf ve dernekler gibi.
-
Hani bu, “İnsan
Hakları Evrensel Beyannamesi” nam belgeyi insan tanımı
ve insanlık onuru adına, yukarda dercedilen örneklere
ilâveten (Birinci ve İkinci Dünya Harpleri dahil)
Bosna-Hersek, Karabağ, Afganistan, Sudan (Darfur),
Afganistan, Doğu Türkistan, berdevam olan Irak
bağlamında değerlendirmeleri halinde; İnsanlık
yönünden hiçbir değeri, insanlık, evrensel barış ve
refahın (dünya nimetlerinin adaletle paylaşımı
yönünde) her hangi bir yarar ve olumlu katkısının
olmadığını göreceklerdir. Yani;
-
Medeniyetten nasip
almamış uygar batının materyalist gözlüğü ile
dejenere, atıl ve muattal muharref Hıristiyanlık,
Yahudilik ve istikamette oluşup-yerleşen
fundamentalizmin paraya tapan perspektifinden “insan
haklarını görmeye çalışanlar” tarihi bir yanılgı
içindedir. Onlar, insanlık davasına karşı sağır, kör,
duyarsızdırlar. Vahşi kapitalizm ve tek yanlı işleyen
emperyalizmden başkaca bir şey düşünemezler. Sonuçta
bu belge, tam bir paranoya ve bütün insanlık aleminin
parçalanıp-un ufak edilerek (tıpkı Atlantis kavminin
son zamanlarında olduğu gibi) köleleştirilmesinden
başka bir şey amaçlamayan; Hırs ve ihtiraslarının
zebunu olmuş dessas insanlık düşmanlarının “hileli”
marifetlerinden biridir.
-
PEKİ: Gerçek “İnsan
Hakları, Hukuk ve Adalet” (medeniyet) mebdei nedir ?
-
EL CEVAP : İnsanı
“ins, ünsiyet, meşveret, sevgi-saygı-muhabbet, adâlet
ahlâkı ve kadim hukuk” bağlamında birleştiren İslâm
da; Medine Muahedesi, Kur’an âyetleri, Resul’ün
Hadis-i Şerifleri, Veda Hutbesi, Hazreti Ali ve
Ömer’in Valilere mektupları, Siyâsetname ve Milli Şâir
Mehmet Âkif’in hitabı ile M.Kemâl ATATÜRK’ün ilkeleri
ile Türk İnkılâbıdır.
-
İŞTE ÖRNEKLER:
-
Zilhicce l0 H./8 Mart
632 M. Cuma günü Peygamberimiz Efendimiz tarafından,
bütün insanlık alemine izafeten irad olunan “VEDA
HUTBESİ”
-
Peygamberimiz Hazreti
Muhammet Mustafa (s.a.s.) Vedâ haccında, 9 Zilhicce
Cuma günü zevâlden sonra Kasvâ adlı devesi üzerinde,
Arafat Vâdisi'nin ortasında orada hazır olan 124 bin
Müslümanın şahsında bütün insanlığa şöyle hitabetti:
-
"Hamd Allah'a
mahsustur. O'na hamdeder, O'ndan yardım isteriz. Allah
kime hidâyet ederse, artık onu kimse saptıramaz.
Sapıklığa düşürdüğünü de kimse hidâyete erdiremez.
Şehâdet ederim ki; Allah'dan başka ilâh yoktur.
Tektir, eşi ortağı, dengi ve benzeri yoktur. Yine
şehâdet ederim ki, Muhammed O'nun kulu ve Rasûlüdür
(413/1)
-
Ey Nâs! Sözümü iyi
dinleyiniz. Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle
burada ebedî olarak bir daha berâber olamayacağım.
-
İnsanlar! Bu
günleriniz nasıl mukaddes bir gün, bu aylarınız nasıl
mukaddes bir ay, bu şehriniz Mekke nasıl kutsal bir
şehir ise, canlarınız, mallarınız, nâmus ve şerefiniz
de öylece mukaddestir; her türlü tecâvüzden
masûndur.(413/2)
-
Ashâbım! Yarın
rabbınıza kavuşacaksınız. Bugünkü her hâl ve
hareketinizden muhakkak sorulacaksınız. Sakın benden
sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu
vurmayınız.(413/3) Bu vasiyyetimi burada bulunanlar,
bulunmayanlara bildirsinler. Olabilir ki, bildirilen
kimse, burada bulunup da işitenden daha iyi anlayarak
hıfzetmiş olur. (414)
-
Ashâbım! Kimin yanında
bir emânet varsa, onu sâhibine versin . Fâizin her
çeşidi kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Fakat
aldığınız borcun aslını ödemek gerekir. Ne zulmediniz,
ne de zulme uğrayınız. Allah'ın emriyle bundan böyle
fâizcilik yasaktır. Câhiliyetten kalma bu çirkin
âdetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk
kaldırdığım fâiz de Abdülmuttalib'in oğlu amcam
Abbas'ın fâiz alacağıdır. (415/1)
-
Ashâbım! Câhiliyet
devrinde güdülen kan davaları da tamamen
kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası,
Abdülmüttalib'in torunu (amcalarımdan Hâris'in oğlu)
Rabîanın kan davasıdır(415/2)
-
Ey Nâs! Kadınların
haklarını gözetmenizi ve bu konuda Allah'tan
korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah'ın
emâneti olarak aldınız. Onların nâmus ve ismetlerini
Allah adına söz vererek helâl edindiniz. Sizin
kadınlar üzerinde hakkınız, onların da sizin
üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerindeki
haklarınız, âile nâmusu ve şerefinizi kimseye
çiğnetmemeleridir. Eğer onlar sizden izinsiz râzı
olmadığnız kimseleri âile yuvanıza alırlarsa, onları
hafifçe dövüp korkutabilirsiniz. Kadınların sizin
üzerinizdeki hakları ise, örfe göre her türlü (meşru
ihtiyaçlarını), yiyecek ve giyeceklerini temin
etmenizdir. (416)
-
Mü'minler! Size iki
emânet bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldıkça yolunuzu
hiç şaşırmazsınız. Bu emânetler, Allah'ın kitabı
Kur'ân ve O'nun Peygamberinin sünnetidir. (417)
-
Ey Nâs! Devâmlı
dönmekte olan zaman, Allah'ın gökleri ve yeri
yarattığı günkü duruma dönmüştür. Bir yıl, l2 aydır.
bunlardan 4'ü Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep
hürmetli aylardır.(418)
-
Ashâbım! Bugün şeytan
sizin şu topraklarınızda yeniden nüfûz ve saltanatını
kurma gücünü ebedî olarak kaybetmiştir. Fakat size
yasakladığım bu şeyler dışında, küçük gördüğünüz
şeylerde ona uyarsanız, bu da onu sevindirir. ona
cesâret verir. Dininizi korumak için bunlardan da uzak
kalınız. (419)
-
Mü'minler! Sözümü iyi
dinleyin, iyi belleyin. Rabbınız birdir, babanız
birdir. Hepiniz Âdem'densiniz, Âdem de topraktan
yaratılmıştır. Hiç kimsenin başkaları üzerinde soy sop
üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük, ancak takvâ
iledir.(420) Müslüman müslümanın kardeşidir. Böylece
bütün müslümanlar kardeştir. Gönül hoşluğu ile kendisi
vermedikçe, başkasının hakkına el uzatmak helâl
değildir. Ashabım! Nefsinize de zulmetmeyin.
Nefsinizin de üzerinizde hakkı vardır. Bu
nasihatlarımı burada bulunanlar, bulunmayanlara tebliğ
etsinler.(421)
-
Ey Nâs! Cenâb-ı Hak
Kur'an da her hak sahibine hakkını vermiştir. Mirâsçı
için ayrıca vasiyyet etmeye gerek yoktur. (422)Çocuk
kimin döşeğinde doğmuşsa, ona âittir. Zina eden için
ise mahrûmiyet vardır. Babasından başkasına soy (neseb)
iddiâsına kalkışan soysuz, yahut efendisinden
başkasına intisâba yeltenen nankör, Allah'ın gazabına,
meleklerin lânetine ve bütün müslümanların ilencine
uğrasın. Cenâb-ı Hak böylesi insanların ne tevbelerini
ne de adâlet ve şâhitliklerini kabûl eder.(423)
-
Ashabım! Alllah'tan
korkun, beş vakit namazınızı kılın, Ramazan orucunuzu
tutun, malınızın zekatını verin, âmirlerinize itaat
edin. Böylece Rabbınızın Cennetine girersiniz.(424)
-
Ey Nâs! Yarın beni
sizden soracaklar, ne dersiniz? Ashâbı kiram:
-
- Allah'ın dinini
teblîg ettin, vazîfeni hakkıyla yaptın, bize nasihat
ve vasiyette bulundun, diye şehadet ederiz, dediler.
Rasûlüllah (s.a.s.) mübarek şehâdet parmağını göğe
doğru kaldırdı, cemâat üzerine çevirip indirdikten
sonra üç defa:
-
- Şâhid ol Yâ Rab!
Şâhid ol Yâ Rab! Şâhid ol Yâ Rab! buyurdu". (1)
-
Gönderen Mustafa
Nevruz SINACI zaman: 04:20 Hiç yorum yok: Bu yayına
verilen bağlantılar
-
17 Aralık 2007
Pazartesi
-
GO HOME AMERİKA,HINAUS
AB
-
Merak edenler için
açıklıyorum: Makale başlığımız “Avrupa (AB) dışarı” ve
“Enine Dön Amerika” anlamına gelmektedir.
-
Peki neden böyle bir
başlık ? Açıklayayım.
-
Türkiye
Cumhuriyeti’nin AB ile yakınlaşması üzerinden takriben
60; AB’ye katılma ve ciddi anlamda entegrasyon
sürecinin başlamasının üzerinden de (1963-2007) tam 44
sene geçti. Bu zaman zarfında çok hükümetler görüldü.
Koalisyonlar geldi geçti.
-
Sözde kalkınma,
gelişme ve “muasır medeniyet seviyesine ulaşma”
yolunda mesafeler alındı. Veya alındığı sanıldı.
Millet ne anlasın ki. Hükümetler öyle dedi. Bizde öyle
sandık !..
-
Ta ki, 30.08.2006
tarihinde Orgeneral Yaşar Büyükanıt, Genelkurmay
Başkanlığı görevini devralana kadar. Genelkurmay
Başkanı Büyükanıt bu vesile ile yaptığı açıklama ve
değerlendirmede:
-
“Türkiye Cumhuriyeti
tarihinin en ağır tehditler içeren döneminden
geçmektedir” diyinceye kadar.
-
Aslında bu
değerlendirme sadece Genelkurmay Başkanı ve Türk
Silahlı Kuvvetlerinin değil, Türk Milletinin büyük
kesimlerinin yerleşik kanaatidir. Devletin varlığı ve
milletin bölünmezliğine yönelik mevcut hayati tehdidi
tek başına yaratan sadece bu iktidar değildir.
-
Hayati tehdit büyük
bir sürecin sonunda oluşmuştur.
-
Şu anda sadece süreç
hızlanmış bulunmaktadır, o kadar...
-
2007 yılı sonlarına
doğru yayınlanan “AB Raporu” ile dünkü Brüksel
bildirisi dikkatle incelendiği vakit görülecektir ki:
Mevcut iktidarın izlediği politikalar Mustafa Kemal
Atatürk ün “gaflet, delalet ve hatta hıyanet diye
nitelendirdiği” yanlış politikalar olup, birçok
noktada iktidar önderlerinin kişisel-siyasal ve
partisel menfaatlerini, yabancı güçlerin menfaatleri
ile birleştirdiği görülmektedir.
-
Bu anlam ve bağlamda
Türkiye, hayati tehdit sürecinin zirvesine gelmiş
olmaktadır.
-
Türkiye’ ye yönelik
olarak zirveye ulaşmış tehditleri temel olarak dört
başlık altında toplamak mümkündür.
-
Bunlar sırası ile:
-
İç politik tehditler,
-
Dış politik tehditler,
-
Ekonomik tehditler,
(ve)
-
Toplumsal
tehditlerdir.
-
Bu tehdit ve
tehlikelerin başlıca kaynağı ve dayanağı ise: AB ve
ABD’dir.
-
Sürdürülen
politikaların Türkiye için oluşturduğu hayati tehdidin
değişik boyutlarını şu şekilde açıklayabiliriz:
-
1. Türkiye
Cumhuriyeti’nin anayasal düzeni ve Türk Milleti
menfaatleri açısından oluşan kaos. Milli Devlet
yapısına muhalif konum ve Milli Devlet yapısından çok
etnikli ve federal devlet yapısına dönüşmeyi
hedefleyen bir strateji.
-
2. Dış politikada
Türkiye çok boyutlu bir çöküş dönemine sürüklenmiştir.
AB tam üyeliği süreci AKP den Önce 57. hükümetin
attığı adımlarla Türkiye’nin menfaatleri aleyhine
raylar üzerine oturtulmuştu. 57. hükümet döneminde AB
tam üyelik sürecinin hızlanmasının nedeni, tarihin
çöplüğüne gittiğini fark eden bir lider ve siyasi
parti’ nin Anap’ın oylarını arttırmak için Türk
toplumunu AB taraftarları ve karşıtları olarak ikiye
bölerek AB taraftarlarının oyları ile meclise girme
çabasıdır. Bu yolda çok yanlış yapılmıştır.
-
3. Ekonomik Tehditler
had safhaya ulaşmış bulunmaktadır. Millet perişan
haldedir.
-
4. Sözde, anarşi-terör
ve tedhiş örgütünü kınayan ve yasa dışı ilân eden AB,
bunların elebaşılarına AB Parlâmentosunda söz hakkı
vermiştir. Bu, tam bir iki yüzlülük, kirli oyun ve
çifte standarttır. Şimdi, onurlu-erdemli ve basirete
kalan tek şey:
-
“Avrupa Dışarı ve ABD
evine dön” demekten başka bir şey değildir.
-
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
67 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
İNSAN VE MÜSLÜMAN OLMAYA
ÇAĞRI |
-
-
Osmanlı’nın sükûtundan (devlet
varlığının kaybettirilmesinden; evrensel adalet, hak ve hukuk
stabilizatörünün ortadan kaldırılmasında) itibaren insanlar
mutsuz, Müslümanlar ve Türk âlemi giderek artan bir ıstırap,
sıkıntı, hayâl-i sükut ve hüsran içinde kıvranıyor.
-
Yeryüzünde Müslümanların
imdadına koşacak bir devlet, örgüt veya lider yok!.
-
Sağır İsmet Jandarması misal:
“birleşik mafya örgütü Amerika” dan başka..
-
O, eli kanlı, 50 milyon
Kızılderili ve bilmem ne kadar masum insan katili Amerika ki;
Osmanlı ve İslâm medeniyetinin en büyük düşmanıdır. Avrupa’nın
itilmiş, kakılmış ve Amerika’nın keşfinden sonra “açık
hapishane” sıfatıyla kovularak, lânetle buraya sürgün edilmiş,
haramzade, hırsız, yolsuz bir ceddin çocukları şimdi insanlığı
soyup soğana çevirmekle meşgul. Ve “HAÇLI” oyunu oynanmakla,
Bütün dinleri ve dünyayı “kendi çıkarları doğrultusunda”
dizayn etmeye uğraşmakla, Kendi iç düşmanlarını elektrikli
sandalyede kızartıp; Müslüman ülkelerde peyda olan anarşist,
terörist, hırsız, yolsuz, dâhili ve harici bedhahları “iş ve
suç ortakları” sıfatıyla ülke yönetimlerinin başına tebelleş
eden Amerika. 225 yıl zulme direnen, dâhili ve harici
düşmanlarına karşı efsanevi bir güçle dayanan, direnen
Osmanlı’nın çökertilmesinden sonra, insanlığa lâyık görülen
jandarma Güncel örnek verecek olursak; Tıpkı Suriye,
Afganistan, Irak ve en son Burma ile Mymar’da olduğu gibi, en
masum, müsemma ve zararsız insanların bile dünyada can, mal ve
ırz güvenliği yok. Çoğu yerde sözde Müslümanlar birbirini
yiyor, rejimler kendi halkını hunharca katlediyor. Buna “DUR”
demekle görevli İslâm Konferansı ve Arap Birliği zayıf, aciz,
etkisiz ve toplantılarına NATO, BM ve müştemilâtı gibi “apaçık
insanlık düşmanı”; Hıristiyan, Yahudi ve ateist, satanist
koruma örgütleri katılıyor. Kararlarını etkisizleştiriyor,
saptırıyor ve tıpkı AB’nin Türkiye dayatması gibi,
Müslümanlarla oyun oynanıyor.
- NEREYE KADAR?
-
Dünya Müslümanları adına bu
durum asla kabul edilemez…
-
Bazı İslami toplantı ve
plâtformlarda “istişare ve ifade dilinin” İngilizce,
Fransızca, Almanca, Portekizce ve İspanyolca olması ise; Tam
nefreti calip bir şahsiyetsizlik, alçaklık, sünepelik ve
iğrenç bir dalkavukluktur.
-
Hele bir takım din tüccarı,
rantiyeci, mukallit ve echelü cühelâ takımının masonluk ve
türevlerinden birine aidiyet iktisap etmeleri, ne büyük bir
ilimsizlik, karaktersizlik ve rezillik. Kendini Müslüman
olarak açıklayan bir çeşit mahlûkatında; Aziz, mübarek, kadim
ve kutsal Ramazan ayında;, Hürmeten, saklıda, gizlide, meskün
yerde falan değil, açıkça, alçakça halk içinde sigara, su ve
meşrubat içmeleri… Her türlü tahrikten geri durmamaları,
insanlık, dinler tarihi, evrensel hukuk ve insanlık adına ne
kadar utanç verici. Yine bu kutsal sevince, ahlâki yükseklik,
insani değerler adına tetkik ve tefekkür ayına rağmen; Yolda,
sokakta, parkta-bahçede, metroda, hattâ toplum taşım araçları
vapur, tren, tramvay, otobüs ve dolmuşta adeta sevişecek kadar
ileri gitmeleri ve hayvanların dahi hayâ etmesine rağmen
kucaklaşmaları ve öpüşmeleri; Bunlar nasıl bir tür olabilir?
Allah aşkına? Hıristiyan, Yahudi veya başkaca din mensupları
gibi “gayrimüslim” olsalar, bunu asla yapmazlar. Nitekim çok
iyi tanıdığımız, Ermeni, Rum, Yahudi ve sair milletlerden
olanlar, tarih boyunca böyle bir edepsizlik, saygısızlık ve
şerefsizlik yapmadılar. Şimdi de, bu kadar alçalan ve insanlık
dışına çıkanını görmedik! Müslüman olsa, bu nevi ahlâksızlığı
aklından bile geçiremez…
-
Türk’ler ise; Edeben yüksek,
çok şerefli ve soylu bir millettir.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
68 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
KADİM "DEMOKRAT PARTİ" VE "AKP" FARKI |
-
-
Demokrat Parti 7. ve 8. dönem Genel Başkan
Yardımcısı Mehmet Arif Demirer, geçen hafta içinde yayınlanan, tarihi değeri
haiz, çok önemli ve özgün bir makalesinde, AKP genel başkan yardımcısı Dengir
Mir Mehmet Fırat’ın televizyonlarda yaptığı bir açıklamaya dikkat çekerek; AKP
adına konuşan Fırat’ın “türban ile ilgili yasal düzenlemeyi, tarihi DP’nin
ceza kanunundaki ezan ile ilgili yasak maddesinin kaldırılması olayına
benzetmesini” eleştirdi.
-
Önce makaleyi olduğu gibi bilgilerinize
sunuyorum. Sonra açıklama ve yorum:
-
“Sayın Fırat’a göre, (güya) o (tarihi) olayda
da Halk Partililer kıyameti koparmışlar; “laiklik elden gidiyor” diye
yaygaraya başvurmuşlar.
-
Sayın Fırat olayı iyi incelememiş.
-
Zira, 1950–1960 arası TBMM’den sadece iki kez
oturuma katılan tüm millet-vekilleri’ nin tam ittifakı ile karar çıkmıştı:
16.Haziran.1950 günü ezanla ilgili (TCK) yasak maddesinin kaldırılması, 18
Şubat 1952 günü Türkiye’nin NATO’ya girişinin onaylanması. Merhum B. Ecevit
dahil tüm CHP’liler (Kıbrıs’la ilgili olan) Londra, Zürih ve Garanti
Antlaşmalarına KIRMIZI oy kullanmışlardı!
-
1974 yılında ise Zürih Antlaşması’nın ve
Menderes’in sayesinde gitmiştik Kıbrıs’a…
-
16 Haziran 1950 günü ezan ile ilgili karara,
oturuma katılan tüm CHP milletvekilleri beyaz oy kullanmışlardı. Genel Başkan
İnönü oturuma katılmamıştı. CHP’li milletvekillerinin ya da basındaki köşe
yazarlarının “laiklik elden gidiyor” gibi hiçbir eleştirileri olmamıştı.
-
Olamazdı. Çünkü DP iktidara gelmeden önce,
CHP’nin son başbakanı Şemsettin Ş. Günaltay “İmam Hatip Kurslarını, İlahiyat
Fakültesi’ni ve bazı Türbeleri yeniden açmakla” övünmüştü.
-
TBMM’de. Sayın Fırat’ın siyasi tarih bilgisi
“zayıf” !
-
Menderes – farkına gelince…
-
Merhum Adnan Menderes’i, içinde babamın da
olduğu ve sağ kurtulduğu Londra uçak kazasından (1959 yılında İngiltere’de
öğrenci idim) sonra yakinen tanımış bir kişi olarak aklıma hemen gelen iki
önemli farkı açıklamak istiyorum:
-
İletişim olanaklarının bugünle kıyaslanmayacak
ölçüde sınırlı olduğu 1954 yılında (sınırlı bir radyo programı ve her yere
ulaşamayan gazeteler) Menderes % 58.4 oy almış ve başladığı yatırımlara hızla
devam etmişti. Ezan yasağını ise DP iktidara geldikten ve kendisi
-
Başbakan olduktan 15 gün sonra
kaldırıvermişti.
-
Aradan dört yıl geçtikten sonra değil!
-
Bu birinci fark. İkinci önemli fark ise,
siyasi tecrübe farkı. Menderes başbakan olduğu zaman, tarımı çok iyi bilen 19
yıllık milletvekili idi. Ana Muhalefet Partisi DP’nin de dört yıllık (2)
numaralı önderi idi. Gerek Meclisin, gerekse halkın (% 75 kırsal nüfus)
nabzını çok iyi ölçmeyi öğrenmişti. Başbakan başarılı bir
belediyecilik tecrübesine sahip. Türban konusu için 15 gün değil, tam altı yıl
bekledi. İlk açıklamayı yurtdışında iken yaptı. Tepkileri doğru ölçüp
değerlendiremediği gibi, konuyu MHP gibi siyasi çizgisi bence tartışılabilen
bir parti ile ortak bir zemine oturttu. Devlet Bahçeli’nin MHP’sinin
milliyetçiliğini önemli bir örnek olay ile tartışabilirim. Gerisini hep
birlikte yaşıyoruz.
-
Menderes’in ezan yasağını kaldırması olayı 18
Haziran 1950 günü unutulmuştu.
- Bir daha da, 27 Mayıs sonrasına kadar, kimsenin aklına dahi gelmedi.
-
Türban konusunu ise daha çok uzun bir süre,
son derece gergin bir ortamda, milletçe tartışacak ve korkarım ki tartışırken
birbirimizi kıracak; üzecek; sonradan pişman olacağımız şeyler söyleyeceğiz.
Menderes- bu kadar değil! Ama bu kadarı da yeter.” (*)
- SONUÇ VE YORUM:
-
Kadim Demokrat Parti, tıpkı
Atatürkçülük-Kemalizm’in ilkeleri ve Türk İnkılâbına karşı 10 Kasım 1938 günü
saat 9.05’den itibaren kinle-nefretle tatbik edilen karşıdevrim, hafızalardan
silme ve beyinlerden kazıma operasyonuna maruz kaldı.
-
Aslında 1947 yılından itibaren yürürlüğe
konulan ve 2005 yılında tamamlanması öngörülen (Pentagon-2005) BOP ve BİP
plân-projelerine karşı tam bir kararlılıkla koyduğu ret ve tepkinin bedelini
kanla-canla ödedi. Lâkin 1938’e nazaran çok daha ağır, kin-kan ve nefret dolu
“gayri-meşru” bir darbeyle yok edildi. Mensup, Bakan, Milletvekili, taraftar,
üye ve sempatizanları son derece ağır itham, iftira ve iğrenç bir yalan
furyası ile ezildi. Enterne edildi. Toplumdan dışlandı, son derece insanlık ve
ahlâk dışı muameleler maruz bırakıldı.
-
1960’dan sonra, Atatürk ve Demokrat Parti
tarafından tam bir milliyetperverlikle ve “Milli Devlet Şuuru” içinde
uygulanan; Akılcılık, (rasyonalizm) bilimsel ve analitik mantık, milli sentez,
eşitlik, hak-adalet, özgürlük, millet olarak topyekün kalkınma ve refahı
tabana yayma bilinci sona erdi. Bunun yerine; Siyaset simsarlığı, misyon
tacirliği, din tüccarlığı ve de özellikle, sulta patentli-dış güdümlü
taklitçilik aldı yürüdü. Hürriyet, adalet, refah ve saadet yerine, ülkede
dehşet, anarşi, terör, fakirlik-yoksulluk ve yolsuzluk türedi, yürüdü gitti...
-
Gerçekte bu; Aleni ve cebri gasp- resmi
irtikap ve Atatürk’e-geleneğe ihanetin elim bir bedelidir. Diğer bir anlamda:
Demokrat Partiye karşı işlenen insanlık ayıbı, hicap ve utanca rağmen, veraset
irtikabı, istismar ve suiistimalin yüzsüzce-pişkince boyutudur. Aleni veya
gizli, örtülü suiistimal sadece ve yalnızca belirli bir parti ve/veya zümreye
ait değil, bilâkis geneldir. Bu neviden Demokrat Parti’nin siyasi malzeme
olarak kullanılma süreci “büyük bir yüzsüzlükle” devam ettirildi,
ettirilmektedir de...Bu örnek de onlardan sadece biri. Umarım; Yeni Genel
Başkan “Süleyman Soylu” ile DP, bu makus talihi aşar ve kadim Demokrat Parti
tekrar vücut bulur. Hayatiyet kazanır. Mukallitler aslına rücu eder. 46 ruhu,
dava, misyon ve manâsı ruhlanır. Zira, bütün bu kalitesizlik, pişkinlik ve
madrabazlığın çaresi (sağı ve solu değil) merkezde “Milli Siyaseti” ayağa
kaldırmakla mümkündür.
-
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
69 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
KAMU HİZMETİNİN KILCAL DAMARLARI:BELEDİYELER ŞEHREMİNİ
VE ‘3Ç’ TEORİSİ HAKKINDADIR |
-
-
İktisadi hayatın can damarı perakendecilik,
halka hizmetin ulaşma-başlangıç noktası ise belediyeciliktir. Vücuda hayat
veren kılcal damarlar misali bu iki unsur, hayatı yaşanabilir kılan
sacayağının ana öğeleridir. Bu üçgeni tamamlayan üçüncü ayak üretimdir.
-
Tabiat ana da (eko-sistem) üç unsur üzerine
kuruludur. Varlığını, eskilerin ‘anasır-ı erbaa’ dedikleri toprak, hava ve su
üçleminde sürdürür.
-
Üretim ve tüketimi destekleyen, örgütleyen ve
hayatiyet kazandıran, motive eden en önemli faktör ise belediye
teşkilâtlarıdır. Devlet, genellikle yurttaşla belediyeler vasıtasıyla buluşur.
Bu nedenle belediyeler, devlet teşkilâtının can damarını teşkil eden hayati
önemi haiz kurum ve kuruluşlardır.
-
Halk genellikle bunun farkında bile değildir.
-
Ama ‘farkında-bilincinde’ olmak zorundadır.
-
Zira kundaktan kabire kadar, insan dahi, bütün
yaşam formları üzerinde belediyeler etkin bir unsur olarak fonksiyonunu
sürdürür. Kısaca realize edecek olursak: Toplumsal yapının her katmanında, her
derece ve düzeyinde belediye vardır. Sağlık, mutluluk, ucuzluk-pahalılık,
temizlik-güzellik, güvenlik ve güncel hayatın huzurla devamı bile
belediyelerle ilgilidir. Bu nedenle belediye çok önemlidir.
-
Önce belediye başkanı olmak üzere, bu
teşkilatta görev alacak bütün kişilerde hakeza.
- Nitekim 29 Mart 2009 günü tekrar sandık başına gidilecek ve bu hayati
organların ana unsuru yeni yöneticiler seçilecektir. Gerçekte bu milletvekili
seçmekten çok daha önemli, onurlu ve sorumlu bir iştir.
-
Hani eskilerin ‘şehir emini’ diyerek; Yerleşim
yerinin en temiz ve mütemayiz insanını seçtikleri alan budur. Zira oraya
sadece ve yalnızca namuslu-dürüst, onurlu-sorumlu, adaletli ve hakikatli
insanoğulları lâyıktır.
-
Hayatlarında zerre kadar şaibe, insanlık,
hukuk, hakkaniyet ve ahlak dışı temlik ve tasarruf bulunan kimseler, belediye
kapılarına (hâşa) köpek kavliyle dahi bağlanamaz. Köy ve mahalle muhtarından,
belediye başkanı ve meclis üyelerine kadar o makamlar bütünüyle;
Namuslu-dürüst, onurlu-sorumlu, “Vatanı ve milletini öz’ünden çok seven”
bencillikle malul olmayan ve kişisel ikbal peşinde koşmayan “adaletli ve
faziletli” bilge kişilerin yeridir.
- ASLA BİR YANLIŞLIK YAPMAMAK GEREK!...
-
Aşağıda görüleceği üzere belediye hizmetleri
zaten olabildiğince kurumlaşmış, özleşmiş, yerleşmiş ve sadece namuslu-dürüst
bir yöneticiyi gerektirir aşamaya varmıştır. Asli görevi ve varlık nedeni
itibarıyla halka dürüst, kaliteli ve ucuz hizmet sunmakla yetkili ve görevli
bu kuruluşlar; Yerine ve durumuna göre hırsızlık, yolsuzluk, suiistimal ve
sahteciliğin de uç noktaları olabilmekte ve çok kötü niyetlerle “halkı
soymak-sömürmek için” pekalâ kullanılabilmektedir. Günümüzde yaygın örnekte
budur. İşte bu nedenle “seçici” sıfatıyla, hem aday olana ve hem de aday
gösterene çok dikkat etmek zorundayız. Belediyelerin teşkilat ve görevlerine
dair 03.07.2005 tarih ve 5393 sayılı yasa, belediyeleri idari ve mali
özerkliğe sahip kamu tüzel kişiliğe dönüştürmüş ve çok açık bir ifade ile
resmen olmasa da fiilen halka mâletmiş bulunmaktadır.
-
Eğer 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi
Kanununu bir yana bırakıp münhasıran, 5393 sayılı Belediye Kanununu esas
alırsak, belediyelerin temel görevlerinin; B.şehir Belediye Kanununda
özellikle düzenlenmeyen alanlarda 5393 sayılı Kanununda yer alan hükümlerin
ilçe ve ilk kademe belediyeleri için de geçerli olduğunu görürüz.
- MEVZUAT HAKKINDA:
-
Bilindiği gibi, 5393 sayılı Kanun,
belediyelerin görev, yetki ve sorumlulukları ile belediye idarelerine tanınan
imtiyazlar konusunda kapsamlı bir düzenleme getirmiş; Kanunun 14. maddesi
"Belediyenin görev ve sorumlulukları" başlığı altında şu hükme yer vermiştir:
- "Belediye, mahallî müşterek nitelikte olmak şartıyla;
-
İmar, su, kanalizasyon, ulaşım gibi kentsel
alt yapı, coğrafî ve kent bilgi sistemleri, çevre, çevre sağlığı, temizlik ve
katı atık; zabıta, itfaiye, acil yardım, kurtarma ve ambulans, şehir içi
trafik; defin ve mezarlıklar; ağaçlandırma, park ve yeşil alanlar; konut,
kültür ve sanat, turizm ve tanıtım, gençlik, spor; sosyal hizmet ve yardım,
nikâh, meslek ve beceri kazandırma, ekonomi ve ticaretin geliştirilmesi
hizmetlerini yapar veya yaptırır.
-
Nüfusu elli bini geçen belediyeler, kadınlar
ve çocuklar için koruma evleri ile okul öncesi eğitim kurumları açabilir.
Devlete ait her derecedeki okul binalarının inşaatı ile bakım ve onarımını
yapabilir veya yaptırabilir. Her türlü araç-gereç ve malzeme ihtiyaçlarını
karşılayabilir. Sağlıkla ilgili her türlü tesisi açabilir ve işletebilir.
Kültür ve tabiat varlıkları ile tarihî dokunun ve kent tarihi bakımından önem
taşıyan mekân ve işlevlerinin korunmasını sağlayabilir. Bu amaçla bakım ve
onarım yapabilir. Korunması mümkün olmayanları aslına uygun olarak yeniden
inşa edebilir. Öğrencilere, amatör spor kulüplerine malzeme verir, destek
sağlar. Amatör spor karşılaşmaları düzenler. Yurt içi ve yurt dışı
müsabakalarda üstün başarı gösteren veya derece alan sporculara meclis
kararıyla ödül verebilir. Gıda bankacılığı yapabilir. Belediye, kanunlarla
başka bir kamu kurum veya kuruluşa verilmeyen mahallî müşterek nitelikli diğer
görev ve hizmetleri de yapar veya yaptırır.
-
Hizmetlerin yerine getirilmesinde öncelik
sırası, belediyenin malî durumu ve hizmetin ivediliği dikkate alınarak
belirlenir.
-
Belediye hizmetleri, vatandaşlara en yakın
yerlerde ve en uygun yöntemlerle sunulur.
-
Hizmet sunumunda özürlü, yaşlı, düşkün ve dar
gelirlilerin durumuna uygun usul, esas ve yöntemler uygulanır.
-
Belediyenin görev, sorumluluk ve yetki alanı
belediye sınırlarını kapsar.
-
Belediye meclisinin kararı ile mücavir
alanlara da belediye hizmetleri götürülebilir.”
-
Düzenlemede görüleceği üzere ‘mahalli ve
müşterek nitelik’ Belediye Kanunu ve belediye idaresinin en önemli ayırt edici
özelliğidir.
-
Gerek sahip olunan yetkiler gerekse bu
yetkilere istinaden görevlerin ifası bağlamında Türk belediye sistemi,
beldeden Büyükşehir’e kadar nüfus ve imkânlar bakımından önemli farklılıklar
gösterir. Büyükkşehir dâhilinde olmayan belediyeler temelde 5393 sayılı Kanuna
tabi olup; B. şehir belediyeleri ile ilçe ve ilk kademe belediyeleri hem 5216
sayılı Kanun hem de 5393 sayılı Kanunla ilgili diğer kanunlar gereği görev
yapar ve sorumluluk taşırlar.
- HALK’A HİZMET, HAK’A HİZMET:
-
Buradaki ortak özellik: Hakkıyla ve lâyıkıyla
doğrudan halka hizmettir.
-
Halka hizmetin adil, eşit ve dürüst olması
şarttır.
-
Aksi takdirde sosyal adalet zedelenir, kamu
vicdanı rahatsız olur.
-
Toplumsal barış temelinden sarsılır ve
bozulur. Belediyelerde bozukluk hükümetlerdekine benzemez. Etkisi ani,
sonuçları ağır ve pahalıdır. Bu nedenle kamu hizmetinin kılcal damarı olan
belediyeler asla dumura uğramayacak sağlamlıkla tahkim edilmek ve yarınki
makalemizde açıklık getireceğimiz “Şehir Eminleri” anlayışı-yaklaşımı içinde
ikame olunmak zorundadır.
-
Cumhuriyet döneminin ilk zamanları ve
öncesinde belediyelerin adı “şehremaneti” (şehir emaneti), belediye
başkanlarının adı da “şehremini” (şehir emini) idi.
- Güncel anlamda dünün belediyeleri, şehrin esas sahibi ve yerleşik
sakinleri adına kurulu, ahalinin iş hayatı, medeni ilişkileri ve müşterek
yaşamının iktisadi, sosyal ve yasal gereklerini ‘hak, adalet, hukuk ve
vukufla’ düzenleme görevi yüklenmiş, kişiler için geçici- emanet, doğrusu
(yerel halk adına) emanetçi kurumlar idi.
-
Bunlar, kul hakkı dayanaklı iş, icraat, işlem
ve faaliyetler olduğu içindir ki, şehir emaneti, yani belediye’nin başına
(belediye başkanlığına) halk içinde muteber, çok emin, namuslu, dürüst,
erdemli bir adam getirilir ve bunun adına da şehir emini denilirdi.
- Her ne kadar zaman içinde anılış biçimi, isim ve hukuki muhtevası değişmiş
olsa bile; Cumhuriyetle birlikte bu usul, esas, anlam ve yüklem asla
değişmemiştir. Halk daima her belediye başkanını şehir emini olarak görmek,
bilmek, ona inanmak, güvenmek ister.
-
Zaten temeli dürüstlük, çimentosu eşitlik,
adalet ve hakkaniyet olan bu temiz yönetim anlayışın değişmesi beklenemez ve
istenemez!.. Belediyelerde şeffaflık, doğruluk ve dürüstlük kavramı,
anayasanın ‘değişmez-değiştirilemez ve değiştirilmesi dahi teklif edilemez’
hükümleri gibidir. Nasıl ki, bir devlette baş, hayati önemi haiz ise; Tabanın
temayüz mebdei olan belediye başkanı da en az onun kadar ‘yaşamsal’ önemi
haizdir. Bu anlamda atalarımızın ‘balık baştan kokar’ darbı meseli, öncelikle
mahalli lider, yani halk önderi, milletin öncüsü ve sözcüsü pâyesini paylaşan
belediye başkanları için geçerlidir.
- Başkanlar meclisleri ile bir bütündür. Başı şaibeli, başarısız ve kötü bir
belediyenin meclisi de, adeta kanalizasyon çukuru gibi düşünülür. Böyle
belediyelerin birinci derecede temin ve tevziye memur ve mükellef oldukları
içme suları dahi temiz, berrak ve içilebilir değildir. Kirlilik, yozlaşma,
çürümüşlük ve kokuşmuşluk sokaktan sulara her yere ve her şeye adeta nüfuz
etmiştir. Esnafı kurnaz, sahteci, hileci, mürai, üçkâğıtçı ve pahacıdır. Lâ
ilâç sadakaya muhtaç, fakr-u zaruret içinde belediyeye seçilenlerin, birkaç
yıl sonra besili domuzlar gibi semirdiğini ve şehrin en mutena yerlerini
tutarak zenginleştiği görülür. Üstelik halkın deyimiyle bu güruh saman
altından su yürüten, sinekten yağ çıkartıp belini incitmeyen, her işini
kitabına uyduran ustalık ve kurnazlıktadır. Denetim unsuru bunlar için
işlemez, işlese de zerre miskal kusur ve kabahatleri bulunamaz. Bunlar,
kirlilik-kibirlilik, bencillik ve insanlık dışılığı yönünde kitlece namussuz,
onursuz, sorumsuz bir çeteden neş’et (türeme) bireyler bazında seçilmiş
keneler, lâğım fareleri, sülükler, vampirler ve domuzlar gibidirler.
- Halka hırsızlık, yolsuzluk, soygun-vurgun ve şehir rantıyla zulmeden
‘şehir eşkıyası’ bir belediyenin başkanı da birdir, onun partisi de, aday
gösteren genel başkanı da. Bu nedenle, devlet idaresinde “emin ve ehil
insanların” halkın takdir ve tasvibi ile seçilmesini esas alan “demokrasi ve
fazilet” geleneğinin yerleşebilmesi için yıllarca umur görmüş valiler belediye
başkanlığını da üstlenmiştir. Çünkü!.. Şehir eminleri asla emanete hıyanet
etmez, halkı adaletle idare ve hizmetleri faziletle sevk ve ikame ederlerdi.
Cumhuriyet’in ilk zamanları ve öncesini (Osmanlı) bilerek, kötüleyip tahrif
eden bazı art niyet ve menfur emel sahiplerinin paçavraları dikkate alınmazsa,
belediyelerinin gerçekten önem ve anlamına uygun biçimde faaliyet
gösterdikleri, insanların huzur, emniyet, adalet, saadet ve itimadına vesile
oldukları açıkça görülür. Sonradan ‘belediye’ adını alan bu kurumların temeli
adalet, fazilet ve hikmet; Halk’a ve hak’a, tam bir ehliyet, liyakat,
sorumluluk ve namuskârlıkla hizmettir.
-
29 Mart’ın yaklaşmakta olduğu şu günlerde
kahir ekseriyetine ‘şehir eşkıyası, Ali baba ve kırk haramiler’ denilen; hırs
ve ihtiras zebunu, şirretlik ve şaibe ile maruf, akıl ve ilim fukarası,
rüşvet-iltimas, yalan-talan erbabına çok dikkat etmek zamanıdır. Zira temelde
bu mazarrat olabildiği sürece, asla temiz, berrak ve dürüst bir yönetim tavanı
inşa edilemez.
-
Aslında doğrusu, belediyelerin siyasi
partilerden bağımsız olması değil midir?
- BAŞBAKAN RTE’NİN “3Ç” TEORİSİ
-
Başbakan 12 Aralık 2008 tarihinde yaptığı bir
açıklamada AKP belediyeciliğinin 3Ç üzerine kurulu olduğunu belirterek,
"Belediyenin asli görevi, çöp, çukur, çamur… Diğerleri bunun üzerine inşa
edilecek fantezilerdir, bu işin ambalajıdır, güzellikleridir" dedi.
-
Antalya, Serik konuşmasında 29 Mart
seçimlerini hatırlatan ve “seçimlerine yönelik çalışmaların devam ettiğini
söyleyen "Şu anda yoğun bir şekilde teşkilatımız bu çalışmaları
sürdürüyor" dedikten sonra tarihi açıklamasını yaptı. Buna göre AK Pati'nin
Türk siyasetinde farklı bir konumu olduğunu kaydeden “AK Parti
belediyeciliğinin üzerine kurulu olduğu” 3Ç teorisini şöyle tanımladı:
- ÇÖP, ÇUKUR, ÇAMUR !...
-
"Çöp, çukur, çamur... Bunlar belediyenin asli
görevidir. Bir belediye eğer çöpü kaldırmıyor, çukuru, çamuru yok etmiyorsa
görevini yapmıyor demektir. Bunun dışındakiler, üzerine bina edeceği
fantezidir, bu işin ambalajıdır, güzellikleridir. Bu kardeşiniz, İstanbul
Büyükşehir belediye başkanlığından gelmiş bir başbakan. Çöpü, çukuru, çamuru,
hava kirliliğini iyi bilir. İstanbul Büyükşehir’i kimden devraldı bunu da
İstanbullu bilir. Biz İstanbul'u devraldığımız zaman çöp dağları vardı,
susuzluk vardı, hava kirliliği vardı, affedersiniz sokak aralarında çukurlar
ve çamurdan geçemezdiniz. 90'lı yılların İstanbullusu iyi bilir. Şimdi
İstanbul'da böyle bir şey var mı? Yüzde 90 itibariyle yok oldu. İstanbul
farklı bir gelişimin içinde… Yapılmayanlar yapılıyor. Bu belediyeciliği biz
hamdolsun Antalya'ya da taşıdık. Serik ilçesi de bu güzelliklere kavuşsun.
Antalya nasıl kavuştuysa, Serik'te kavuşsun. Çöpten, çukurdan, çamurdan
kendinizi kurtarın. Aşılmayacak hiçbir iş yok. Yeter ki azmedin, çalışın,
yolsuzluğa prim vermeyin, bu iş lafla olmuyor. Lafla peynir gemisi yürümüyor.
Yaptıkları bir şey varsa, şunu yaptık desinler. Biz de şunu, şunu yaptık
diyelim. Hangisi ağır basıyorsa... Terazinin sahibi burada... Demokrasi
terazisinin sahibi millet" dedi. Türk siyaset tarihi ve 12 Aralık’ta yerel seçimlere dair başbakan
tarafından yapılan bu “belediyecilik” açılımı çok önemlidir. Neticeyi
bağladığı “yolsuzluğa prim vermeyin” emri ile yukarda açıklanan “şehremini”
tanımı örtüşmektedir. Bu nedenle iyi anlamak,
-
Kasımpaşalı sıfatıyla ‘sözünün eri’ olmasını
istemek ve içtenlikle kutlamak gerek. Zira bu teoride çöp, çukur ve çamur
söylemlerinin yalın (açık-net) ifadelerinden ziyade mecâzi anlamlarına bakmak
gerek. Özellikle söylem içinde ‘bütüne münhasır biçimde’ yer alan: “Terazinin
sahibi burada” ve “demokrasi terazisinin sahibi millet” ifadeleri; Yerel
yönetimlerin mutlak millet iradesi, insan hakları, adalet ahlâkı, fazilet
anlamında Cumhuriyet, özgün (kadim) hukuk ve demokrasinin kaleleri olduğunu
betimlemesidir.
-
Mezkür konuşmada altı çizilen ve teoremin
esasını teşkil eden çöp, çukur ve çamur şifreleri (betimlemeleriyle); Kişisel
veya organize-kitlesel, çıkar örgütlerine dayalı insanlık dışı eylem,
gasp-irtikap gibi edinimler ve pis işler kastedilmekte; Hitabın gerçek
muhatabı: Yasa, hukuk ve ahlâk dışı kirli işlerle iştigal eden menfur kişi,
grup ve kesimler olmaktadır.
-
Yani bu açıklamadan: 29 Mart seçimlerinde RTE
ve AKP tarafından mevcutlardan adı kötüye çıkmış, şaibeli, sicili bozuk,
ahlâken düşük-çürük başkanların tasfiye edileceği; Halka içilebilir sağlıklı
su, yaşanabilir çevre, temiz toplum ve temiz-ucuz belediye hizmeti sunamayan
güruh yerine “gerçekten” namuslu, ilkeli, onurlu, sorumlu mert, samimi ve
dürüst kişilerin aday gösterileceğini umuyor, anlıyor ve uygulamayı bu
istikamette görmek istiyoruz.
-
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
70 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
KAN AĞLAYAN KERKÜK VE TÜRK DÜNYASI |
-
-
24 Nisan 1995’de; Eski Osmanlı ve
Atatürk dönemi “Musul Vilâyeti” dahilinde kaim Türkmen (Müslüman
Türk) nüfusu temsil ve ilzam maksadı ile Kerkük’te kurulan (ITC)
Irak Türkmen Cephesi (Partisi) 24 Nisan 2007 tarihinde 12. yaş
gününü Ankara’da kutladı. Parti Genel Başkanı ve Başbakanı BOB eş
başkanı olarak alenen deklare eden AKP ve hükümetin yeterince ilgi
göstermediği ve duyarsız kaldığı kutlama oldukça sade, sessiz ve
buruk bir tören biçiminde gerçekleşti.
-
28 Nisan Cumartesi günü de, Ankara
Tandoğan meydanında “Türkmenlere Destek” mitingi yapıldı. Bu güne
kadar vaki Kerkük mitinglerine oranla çok daha kalabalık, coşkulu,
anlamlı ve heyecanlı geçen mitingde, geçmişte ve bugün yaşanan
sorunlar bütün boyutları ile vukufla dile getirildi. Başta Türkiye
Cumhuriyeti devleti olmak üzere, Türk milleti ve Türk dünyasının
konuya dikkati çekilerek, daha da ilgili, (çare bulma ve çözüm
üretme yönünde) ‘etkili’ ve belirleyici olunması istemi; Haklı bir
beklenti, samimi bir arzu ve temenni olarak dile getirildi. (Burada
‘diplomatik bir üslup kullanılması” bizim için çok üzücü, hicap
verici ve düşündürücü olmuştur.)
-
Böylece, tırmanan iç meseleler ve
sanal gerilime rağmen nihayet istenen oldu ve “Kerkük” ülkemizin
gündemine oturdu. Benim de, “Türkmenler Yok Olmasın” konulu ilk
makalemi yayınladığım 6 ay öncesinden bu yana oluşturmaya çalıştığım
ortam ve kıvam buydu. Allah’a şükür şimdi oldu. Dolayısıyla bu defa
konuyu çok boyutlu ve derinlemesine ele alacak; Mevcut ve muhtemel
bütün etkenleri değerlendirecek, Türk dünyasının yakın tarih
(21.yüzyıl) önder ve kahramanlarını Kerkük’le ilgili boyutu yönünden
gündeme taşıyacağım.
- Şimdi meseleyi, yeni ve ‘aciliyet kespeden” güncel gelişmelerle
açıyorum:
- Elimde gerçekten de çok önemli iki belge var. Bunlardan biri; 24
Mayıs 2003 tarihinde AKP iktidarının ABD ile gizli bir anlaşma
imzaladığı hem de bu anlaşmanın Dışişleri’nde gerçekleştirildiği
iddiaları tüyler ürpertiyor. Aklıselim hiçbir insanımızın
kabullenemeyeceği bu “gizli anlaşma” Türkiye’yi kuşatan tehlikenin
boyutlarını da gözler önüne seriyor. Şimdi bu gizli işe açıkça bir
göz atalım bakalım. Bir buçuk aydır İnternet ortamında sirküle
edilen ve çeşitli yayın organlarında binlerce kez yayınlandığı halde
tekzip edilmeyen belge şöyle:
- Tarih, 24 Mayıs 2003. Yer, Dışişleri Bakanlığı Balgat/ANKARA (*)
-
1. Irak’ın kuzeyinde bulunan bütün
Türk birlikleri ve Türk Ordusuna bağlı özel kuvvetler, dört ay
içinde aşamalı olarak Türkiye sınırları içine çekilecek.
-
2. Türk Ordusu bundan böyle hangi
gerekçeyle olursa olsun, sınır ötesi harekatta bulunmayacak. PKK (KADEK)
in Türkiye egemenlik alanı dışında takip ve bastırılması
harekatlarına son verilecek.
-
3. PKK (KADEK) e karşı Türkiye
Devletini egemenlik alanı içinde yapılacak askeri harekatlar için,
ABD askeri makamlarına haber ve bilgi verilecek, izin alınacak.
-
4. Eğer Türk Silahlı Kuvvetleri PKK
(KADEK) e karşı ABD askeri makamlarına bilgi vermeden ve izin
almadan harekat yapacak olursa, ABD Hükümeti Kürt halkına karşı
şiddet kullanıldığı ve soykırım uygulandığı çerçevesinde uyarıda
bulunma hakkını kullanabilecek. Bu durumda ABD gerekli gördüğü
ambargo ve silahlı müdahale gibi siyasal ve askeri yaptırım
haklarını saklı tutacak.
-
5. Türkiye ABD’nin İran’a ve diğer
Ortadoğu ülkelerine karşı uygulayacağı sınırlı askeri harekatlara,
ABD’nin talep etmesi halinde kayıtsız ve şartsız olarak üs ve taşıma
kolaylıkları sağlayacak, askeri birlik verecek. Türk birliklerinin
üs komuta yetkisi ABD komutanlığında olacak.
-
6. Türk Ordusunun asker sayısı ve
silahlı kuvveti ABD’nin uygun bulduğu sayı ve kabiliyete
indirilecek. Özellikle tank ve ağır silahların miktarı düşürülecek.
Savaş uçağı sayısı sınırlanacak. Bütün silah ve cephane bundan sonra
ağırlıklı olarak kısa menzilli taktik savunma kavramına göre
ayarlanacak. Türkiye’de bulunan ABD ve NATO irtibat subayları’ nın
görev alanları ve yetkileri genişletilecek.
-
7. Irak’ın kuzeyinde kurulmuş olan
ve "Kürdistan" adı verilen kukla devlet resmen ilan edildikten sonra
Türkiye tarafından resmen tanınacak. Türk Devleti’nin kukla devletin
kuruluşunu “savaş nedeni” sayan Milli Güvenlik Siyaset Belgesi ve bu
yöndeki politika ve kararları kaldırılacak.
-
8. Abdullah Öcalan ve diğer dört
lideri dışında bütün PKK (KADEK) yönetici ve elemanlarına geniş
kapsamlı af çıkarılacak.
-
9. Etnik grupların yasal siyasete
katılmaları önündeki bütün yasal kısıtlamalar ve engeller
kaldırılacak. Af yasasıyla bağlantılı olarak PKK (KADEK)e yasal
siyaset düzleminde yer alma olanağı sağlanacak. Hapiste veya dağda
bulunan yöneticilerin siyasal mücadeleye katılmaları için gerekli
hukuki ve siyasi önlemler alınacak ve uygulanacak.
-
10. Kamu Reformu Yasası ve yeni
Yerel Yönetim Yasaları hızla çıkarılacak. Türkiye’deki Kürt nüfusun
yoğun olarak yaşadığı şehir ve kasabaların belediyelerinin
özelleşmesi süreci kararlı olarak yürütülecek.
-
11. Türkiye dört yıl içinde
uygulanacak bir planla üniter devlet yapısını terk ederek
federasyona geçecek.
-
12. KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş
"Arafat modeli" denen uygulamayla devre dışı bırakılarak Kıbrıs’ta
Annan planı bazı küçük değişikliklerle hayata geçirilecek.
-
13. Ege Kıta Sahanlığı konusunda
Türkiye, Yunan tezlerine daha esnek davranacak .Türk jetlerinin uçuç
alanı daraltılacak. Sık sık ortaya çıkan "İt dalaşı" sorunu
Yunanistan rahatsız edilmeden çözülecek.
-
14. Türkiye’nin Ermenistan ile
ilişkileri normalleştirilecek ve iyileştirilecek. Sınır ticaretinde
Ermeniler lehine düzenlemeler yapılacak. Ermenilerin Türkiye’ye
gezilerindeki bazı kısıtlamalar kaldırılacak.
-
BİR TÜRK ATASÖZÜ “Ateş olmayan
yerden duman çıkmaz”
-
BİR GÜZEL SÖZ “Şahsınıza yapılan
kötülüğü affedin; Ancak, milletinize yapılanı asla affetmeyin
”Hz.ALİ. Bu önemli ve özgün haberi kullandığı ve duyurmaya katkı
sağladığı için “Tevfik Diker” e buradan teşekkür ederim.
-
Diğer taraftan, Ortadoğu' da
"Siyaset Yosması" olarak bilinen Amerikanın kemik yalayıcısı Yahudi
dönmesi (veya bir başka rivayete göre Ermeni asıllı) Barzani
tahriklerini sürdürmekte, referandumda ısrar etmekte ve “kimse
içişlerimize karışmasın” diye küstahça meydan okumaya devam
etmektedir. Keza, haddini aşma konusunda Türkiye’de vaki hiçbir
olayı da kaçırmamaktadır. Tıpkı Ermenistan, Ermeni diyasporası ve
Yunanistan gibi, fırsat bu fırsat deyip yüklenmesi, yukarda ki iddia
ve açıklamaları doğrular niteliktedir.
-
Bu bağlamda, Malatya’da yaşanan
menfur saldırı dünyanın gözünü tekrar Türkiye’ye çevirirken olay pek
çok ülkede olduğu gibi Irak’ta da yankı buldu. Ancak Irak Kürt
Bölgesel Yönetimi lideri Mesut Barzani’nin internet sitesi olarak
bilinen Peyamner’in, söz konusu olayı “Dünya Haberleri” değil
“Kürdistan Haberleri” bölümünde yayınlaması dikkat çekti.
-
Müslüman mahallesinde salyangoz
satmaya kalkışan misyonerlere yönelik tertip (!) ve saldırı;
“Kürdistan-Malatya’da Şok Cinayet” gibi çok şaşırtıcı, kışkırtıcı ve
düşmanca bir başlıkla duyuruldu. Mezkür internet sitesinin, Türkiye
ile ilgili bazı haberleri “Dünya” bazı haberleri de “Kürdistan”
bölümünde yayınladığı dikkate alınırsa bunun ne denli hainane bir
maksat ve ağır tahrik içerdiği açıkça anlaşılmalı ve altı
çizilmelidir.
-
Küstahlık ve haddini bilmezlik
yalnızca Mesut Barzani’ye has bir özellik değil; Uzak geçmişi bir
tarafa bırakalım, sadece çok yakın sürede vaki Talabani vukuatları
dahi Türkiye için çok ağır tahrik, tehdit ve ithamlar içermektedir.
Son olay çok menfur ve manidardır. Buna mukabil Türkiye sadece bir
nota verebilmiş, ona da henüz tatminkâr bir cevap alamamıştır.
-
Bunlar günün ve yapay gündemin
olaylarıdır. Senaryo gereğidir. Bir de yıllardır ardı arkası
kesilmeyen ve her biri Türk milletini derinden yaralayan, yüreğine
oturan insanlık dışı hain saldırılar, katliamlar ve soykırım
teşebbüsleri vardır. Şimdilerde Türkmen bölgelerinin demografik
(nüfus) yapılarını değiştirmeye yönelik olarak yoğunlaşan gasp,
işgal ve tehciri de dikkate alırsanız; Adeta, Musul, Kerkük,
Süleymaniye, Erbil ve Telâfer Ermeni işgali altında sanırsınız.
Çünkü ancak, benzer olaylar sözde medeni (!) dünyanın alçakça göz
yumduğu ve en son Ermeni işgal, gasp ve soykırım bölgesi KARABAĞ’ı
andırmaktadır.
-
Malum ve meş’um saldırıda binlerce
Azeri Türk’ün hunharca katledildiği ve yaklaşık 800 bin kişinin
yerinden yurdundan sürüldüğü acı bir gerçektir. Halâ ıstırapları
vehametle yaşanan acı gerçeğe rağmen soykırım suçlusu Ermenistan,
uluslar arası emperyalist unsurlar ve Türk düşmanlarından aldığı
destek ve cesaretle Türkiye’ye karşı haksız, yalan ve asılsız iddia
ve iftiralarını sürdürebilmektedir. Bu aleni düşmanlığa karşı
mukabelede Türkiye, Türk Dışişleri ve Cumhuriyet hükümeti ne yazık
ki çok zayıf ve pasiftir.
-
Gerçek şu ki, AB-ABD ve şerikleri
(ortakları) sözde ‘medeni dünya’ denilen tek dişi kalmış, ahlâken ve
insanen tefessüh etmiş, paraya tapan ve kanla beslenen vampirleşmiş
kadavralardan Türkiye’ ye ve Türklere hayır yoktur. Bunların kirli
el, karanlık emel ve hain işbirliği ile Irakta yaptıkları ortada,
herkesçe malum ve ayândır. Ve dahi bilinmeli ki; Başta Somali,
Srebrenika, Bosna-Hersek, Kıbrıs/Noel, Bulgaristan/Belena, Batı
Trakya, Afganistan ve Türk-İslâm coğrafyasında yıllardır vaki
katliam-soykırım, zorunlu tehcir, izolasyon, abluka ve ambargo gibi
haksız, adaletsiz, mesnetsiz ve hukuksuz her türlü caniyâne
teşebbüs, tehdit, vahşet ve tedhişin sorumlusu bu devletler (!)
güruhudur.
-
Bütün Türk ve İslâm alemi bu
insanlık dışı vahşet ve organize dehşetin farkındadır.
-
Artık, Türkiye de ‘farkında olmak’
zorundadır.
-
Farkında olmak, tedbir almak ve
faillerin haddini bildirmek anlamını taşır.
-
Düşmanca bir tehdit, tahdit, tahrik
ve teşebbüse karşı ‘mukabele-i bilmisil’ Atatürk’ün vasiyetidir.
Türk devlet geleneğinin vazgeçilmez icabı ve gereğidir. ‘Yurtta
Sulh, Cihanda Sulh’ düşmanca bir teşebbüse misliyle mukabeleyi
zorunlu kılar. Türk budur. Türkiye budur.
-
Türkiye; Dünya ve uzay Türklüğünün
Kâbesidir.
-
Türkiye; Dünyanın neresinde bir Türk
varsa, O’nu korumak ve kollamak görevi ile memur ve mükelleftir.
Yani, bütün Türk hükümetleri Türkçe düşünmek, Türkçe konuşmak ve
Türkçe fiil ve harekâtta bulunmak zorundadır.
-
Bu zorunluluk, 2200 yıllık geleneği,
bilgi, deha ve deneysel birikimi olan ve bu tarihi geleneği
Başkomutan Mareşâl Mustafa Kemâl Atatürk’ün ilke, irşâd, emanet,
vasiyet ve Türk inkılâbı ile taçlanan ‘Türk Ordusu’ içinde
geçerli-zorunlu bir görev olmakla; Sırasıyla, Güney Kıbrıs Rum
Yönetiminin ‘Londra-Zürich ve Garanti Antlaşmaları hilâfına’ AB’ye
katılımına göz yummak; Muavenat ve Eşref Bitlis olayının üzerine
gerektiği biçimde gitmemek; K. Irak’ ta ilân edilen ‘kırmızı
çizgilerin”ABD tarafından paspas gibi çiğnenmesine müdahil olmamak;
Türk askerlerinin başına çuval geçirildiği vakit en ağır surette
mukabele etmemek; Uluslar arası bir hak olmasına rağmen ‘sınır
ötesi’ harekâta girişmemek ve nihayet; Kendi hakimiyet ve
hükümranlık alanımız içinde menfur terör örgütünün kökünü kazımamak
gibi... Çok büyük suçları ve günahları var. Millet bunu pekalâ
görmektedir. Lâkin, suç ve sorumluluk TSK’ nın kurumsal kimliğinde
değil; MGK Genel Sekreterliğinde 30 yıl süre ile dış kaynaklı, Türk
ve İslâm düşmanı mason tarikatının bir mensubunu barındıracak kadar
umursuz ve duyarsız paşa nam kimselerde olduğunu bilmektedir.
-
Ne hikmetse bu paşalar, devletin
soyulup sağana çevrilmesine de karşı değillerdir. Varsa, yoksa bir
Cumhuriyet ve lâiklik meselesidir tutturur giderler. Oysa, Atatürk
ve Türk Cumhuriyetinin temel ilkesinin “fazilet rejimi” olduğunu
bilmezler. İşte, en büyük sorun da budur. Zira, bünyesinde hırsız,
yolsuz, soysuz ve namussuz barındıran bir rejim iflâh olamaz.
-
Oysa, Mareşâl Mustafa Kemâl ATATÜRK’ ün en çok kullandığı kelime
“namuslu ve dürüst olmak” tır. Bunu bilmezler. Başta ADD ve ÇYD
olmak üzere “Atatürkçülük” maddeci-materyalist bir felsefe; Lâiklik
ise, sekülarizm (yani dinsizlik) olarak algılanır, açıklanır ve
nihayet birbirinden bütünüyle farklı 41 tür Atatürkçülük tanımlanır,
buna ses çıkartmazlar.
-
Bu, bütünüyle yanlış ve gerçekdışı bir algılama, açıklama ve
tanımlamadır. Örneğin: Atatürk’ün Türk Gençliğine Hitabı, Onuncu Yıl Nutku, Bursa Nutku
ve Balıkesir dahil 52 hutbesi ile muhtelif söylev, demeç, emanet,
vasiyet-vecizelerinde tam bir ehliyet, liyakat, vukuf, bilgi,
basiret (öngörü) ve ferasetle ifade ettikleri gibi; “Memleketin
dahilinde, iktidara sahip olanlar, gaflet, dalâlet ve hattâ hıyanet
(ihanet) içinde dahi olabilirler...” hitabı, henüz dağıtılmamış bir
ORDU’ yu mutlak surette muhatap alır mı ? almaz mı ? elbette alır.
-
Öyle ise, kıçı kırık Rum-Yunan bunu tam bir şuurla yapar, Ermeni
gerektiğinde yalan, dolan, iftira ve riya ile dünyayı ayağa
kaldırır, İsrail bir askeri için savaş acar-saldırır, ABD 9 asker
için kıtalararası baskın yapar ve İngiltere 15 asker için saldırı
tehdidinde bulunur..Başta Fransa olmak üzere, dünyanın çoğu
ülkesinde “devleti bütün kurum ve kuruluşları ile” gasp, irtikap,
yolsuzluk sahtecilik ve su-i istimallere karşı ordu denetlerken; TSK
neden yapmaz. Neden ve niçin Türk aleminin maruz kaldığı tehditlerle
yeterince ilgilenmez. Tam yeri ve zamanıdır, sorulur... Genel Kurmay
Özel Harp Dairesi şimdi neden yok ?...
-
OYSA!...
-
Şimdi K. Irak’ta, Kerkük’te,
Telâfer’de, Musul’da, Erbil’de yaşayan 3 milyon öz be öz Türk,
TÜRKMEN kardeşimize yönelen alçakça bir soykırım tehdidi ve
hazırlığı var. Düne kadar binlerce masum ve müsemma kardeşimiz
alçakça-hunharca idam edildi. Evinden, barkından, yerinden,
yurdundan sürüldü. Kerkük’e yasa, hukuk ve ahlâk dışı yollarla 400
bin göçmen getirildi. Askerlerimizin başına mel’unlarca çuval
geçirildi. Tarihi Türk topraklarında Türkiye’ye karşı terör
örgütleri kuruldu, 40 bin dolayında masum, müsemma, günahsız ve
korumasız Kürt kardeşimiz ve Mehmetçiğimiz alçakça şehit edildi.
-
Şimdi işgal altında olan ve kurtuluş
savaşı veren dost ve kardeş Irak halkına ihanet eden bu bölücü,
ayrılıkçı, şer ve şeytani unsurlar; Hain uzantılar oluşturup,
içimizde sinsice örgütlenerek bağrımıza hançer soktular. Anavatan
Türkiye ve KKTC’de Genel kurullarında İstiklâl Marşı yerine Ermeni
ve Rum şarkıları çalan ihanet şebekeleri aynı bölgeden idare
ediliyor, güç ve kuvvet alıyor ve Anavatan Türkiye’yi bölmeye,
parçalamaya çalışıyor. Her karışından fitne, fesat, tehdit ve ihanet
fışkıran bu Barzani ve Talabani karargâh alanından yayılan hıyanet
ve melânete bu kadar müsamaha ve tahammül niye?...
- YETTİ ARTIK. “DUR” DEMEK ZAMANIDIR
-
Onurlu, özgür ve soylu bir yaşam
hürriyet ve adâlet ile kabildir.
-
İstiklâl, Milli Egemenlik, Onur ve
Adâlet Türk Milleti’nin karakteridir. Kaldı ki, hiçbir millet veya
fert kendi “ırk’ının izmihlâlinden” yana olamaz. Türk Milleti,
milletlerin efendisi, evrensel medeniyet ve adaletin hamisidir.
Değil, burnumuzun dibinde, gözümüzün önünde; Abdullah GÜL’ün dediği
gibi “TAPUSU CEBİMİZDE” olan bir TÜRK DİYARININ izmihlâline, insan
hakları ihlâline hiçbir Türk sessiz kalamaz, AB kalsa bile; ORDU
sessiz kalamaz, Hükümet kalsa bile; HALK sessiz ve ilgisiz kalamaz;
Dahili ve harici bedhahlar ‘bu sesi’ bastırsa bile. Gün Kerkük ve
bütün K.Irak Türklüğüne sahip çıkma günüdür. Yarın çok geç olabilir.
Bu nedenle:
-
“AB’mi,ABD’mi demek
nafiledir.Haykırılması gereken tek şey: TB (Türk Birliği)’dir.
- Tıpkı 1957-58’de “MİLLİ DAVA KIBRIS” ve 14 Nisan’da Cumhuriyet
için olduğu gibi; 28 Nisan 2007 Cumartesi günü, bu defa “KERKÜK
İÇİN” Tandoğan da “TEK BİR BİLEK ve TEK BİR YÜREK” olmak; Zalime ve
zulme ‘DUR’ demek anlamına gelmiştir.
- Bu bölümden itibaren bazı ibretli olayları, tarihi
gerçekleri ve Türk dünyasının yakın dönem kahramanları ile ilgili
somut gerçekleri anlatacak ve açıklayacağım. Sırada Kıbrıs’ın “Milli
Dava” ya dönüşmesini sağlayan TMT, Aliya İzzetbegoviç, Char Dudayev
ve Prof. Dr. Ebulfeyz Elçibey var. Eski KKTC Cumhurbaşkanı Dr. Rauf
Denktaş bu bakımdan (maneviyat noksanlığından ve dine değer
vermemesi yüzünden) sınıfta kalmış birisidir. Örneklerin amacı Tabii
ki, şu an yaşanan Kerkük (Musul Vilâyeti) sorunu ve diğer yoğun
bölgesel sorunlara ışık tutmak amacıyla elbette...
- Türk’ün hafızası “Nisyan ile malul olmamak” gerek.
-
En fazla bundan 50 yıl öncesine ait
çok ciddi ve özgün bir örnekle yazımı sürdürmek istiyorum. Şöyle ki,
1955 yılında Kıbrıs’ta Rumlar tarafından ada sakini Türklere yönelik
büyük bir soykırım yapılacağı yolunda yoğun duyumlar alınır.
(Günümüzde de aynı ve benzer duyumlar Kerkük Türkmenleri için
alınmaktadır. Telâfer’de zaten büyük bir katliam ve soykırım icra
edilmiştir) Ciddi dedikodular ve uluslar arası camiada söylentiler
dolaşmaya başlar. Dönemin Menderes hükümeti konuyu istihbarat
kanallarını kullanarak inceler. Ortaya çıkan tablo oldukça
enteresan, durum ciddi ve vahimdir.
-
Yerinde yapılan araştırma ve
incelemeler ada da 10 bin civarında Yunan askerinden oluşan bir “Rum
milli muhafız alayının” mevcudiyetini ortaya koymuştur. Buna mukabil
Türk cemaati silâhsız, savunmasız ve korumasızdır. Ada da bir tek
Türk askeri bile yoktur. O gün için Kıbrıs üzerinde hiçbir hak ve
hukuki bağı bulunmayan Türkiye, (Oysa; Musul, Kerkük ve Kuzey
Irak’ta ki Türk bölgeleri hakkında uluslar arası kabul görmüş
belgeler, antlaşma ve sözleşmeler vardır) derhal uluslar arası
kurul, kurum, BM ile NATO nezdinde harekete geçer. Mukabil lobiler
teşkil edilir. Yunanistan kıskaca alınır ve sistematik baskıya
muhatap kılınır. Diğer taraftan alternatif politikalar geliştirilir
ve soykırım önlenir. Ayrıca, ani bir dururum ve emrivakilere karşı
ada sakini Türk’ler için gerekli her türlü tedbir alınır.
- “MİLLİ DAVA” SÜRECİ, TMT VE KIBRIS (*)
-
Sonuçta bununla da yetinilmez.
-
“1957 yılının sonu 1958 yılının
başlarıdır… Başbakan Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü
Zorlu, Kıbrıs’ta meydana gelen olaylar dolayısıyla donemin
Genelkurmay Karargahına bir soru sorarlar: “Kıbrıs’ta EOKA’ya karşı
silahlı ve gizli bir örgüt kurabilir mi”
- Genelkurmay ikinci Başkanı Orgeneral Salih Coşkun dönemin Özel
Harp Dairesi Başkanı General Daniş Karabelen Paşayı yanına çağırır
ve bu işi becerip beceremeyeceklerini sorar. Daniş Karabelen Paşa
daire personeli ile görüştükten sonra cevabini verir: “Kurarız!”
-
Bu cevap hükümete bildirilir ve
hükümetten, maddi ve manevi her türlü desteğe hazır olunduğu ve
harekete geçilmesi bildirilir. Özel Harp dairesince hazırlanan ve
daha sonra Genelkurmay ikinci Başkanı olan Cevdet Sunay ile
Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun’un onayladığı “Kıbrıs’ı Istirdat
(Geri Alma) Projesi” (KIP) kapsamında harekete geçilir ve Kıbrıs
TMT’si (Türk Milli Mücahit Teşkilâtı) kurulur.
-
Yine DP tarafından kurulmuş bulunan
“Özel Harp Dairesi” nde görevli bir grup Türk Subayı, hükümetin
direktifi doğrultusunda Kıbrıs’la ilgili bu gizli çalışmayı
sürdürürken, bir başka subay grubu, dönemin CHP’sinin “özel” yayın
organı durumundaki Ulus gazetesinde “Devrimci Genç!” başlığıyla,
Atatürk’e atfedilerek Bursa Nutku (!) doğrultusunda (bu nutuk kaynak
ve dayanak göstererek) yayınlanan yazı, haber ve makalelerle milli
irade ile iş başına gelmiş hükümeti alaşağı etmek üzere ihtilal
komiteleri kurmakla meşguldürler.
- Yani, günün Halk Partisi (CHP) halâ ve ısrarla; 19 Mayıs 1944’
de Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından seslendirilen;
-
“Irkçılar ve Turancılar gizli
tertipler ve teşkillere başvurmuşlardır. Niçin ? Kandaşlar arasında
gizli, fesat tedbirleri ile fikirleri memlekette yürür mü ? Hele
Doğudan, Batıdan ülkeler gizli Turan cemiyeti ile zapt olunur mu ?
Bunlar öyle şeylerdir ki, ancak devletin kanunları ve esas teşkilâtı
ayak altına alındıktan sonra başlanabilir. Şu halde, yıldızlı
fikirler perdesi altında doğrudan doğruya Cumhuriyetin TBMM’nin
mevcudiyeti aleyhine teşebbüsler karşısındayız. Tertipçiler, on
yaşında çocuklarımızdan bize kadar derece derece, perde perde
hepimizi aldatmak iddiasındadırlar.
-
Dünya olaylarının bugünkü durumunda
Türkiye’nin ırkçı ve Turancı olması lâzım geldiğini iddia edenler,
hangi millete faydalı, kimlerin maksadına yararlıdırlar? Türk
milletine yalnız belâ ve felâket getirecek olan fikirleri yürütmek
isteyenlerin Türk milletine hiçbir hizmetleri olmayacağı
muhakkaktır. Bu hareketlerden yalnız yabancılar yararlanabilirler.
Fesatçılar yabancılara bilerek mi hizmet ediyorlar ? Yabancılar
fesatçıları idare edecek kadar yakından münasebette’ midirler?
(Cumhuriyet, 02.Mayıs.1944) Zihniyetini korumakta ve her şeye rağmen
sürdürmektedir.
-
Buna rağmen dönem iktidarı tam bir
vazife şuuru içinde çalışmalarını sürdürür.
-
“TMT’yi kurma emri alan kadro,
hükümet ile sürekli istişare halinde, “BOZKURT” kod adını taşıyan
Albay Rıza Vuruşkan’ı TMT’nin teşkilâtlanmasına yönelik olarak her
türlü yetki ve imkan ile adaya göndermenin yollarını ararken; Malum
ve müseccel diğer kadro, bütün akıl, ilim ve enerjisini demokrasi,
seçim ve milli irade ile iş başına gelmiş meşru (DP) hükümetini
nasıl devireceğine teksif etmiş durumdadır.
-
TMT’yi kurma emri alan kadro,
hükümet ile sürekli istişare halinde, siyasi, askeri ve diplomatik
risklerle dolu KIP projesini hayata geçirebilmek için sabahlara
kadar çalışırken, diğer kadro, CHP’nin ileri gelenleri ile sürekli
istişare halinde, milli irade ile iş başına gelmiş hükümeti devirmek
için yapacakları ihtilalin gününü ve saatini tespit etmekle
meşguldürler.
- TMT’yi kurma emrini alan (askeri ve sivil) kadro, hükümet ile
sürekli istişare halinde ve İngiliz istihbaratını dahi hayretten
hayrete düşürüp şaşırtacak bir maharet, vatanseverlik ve gizlilikle
TMT’yi Kıbrıs’ta filizlendirmeye çalışırken, ihtilal kadrosunun
sivil uzantıları, (TMT’yi kast ederek) hükümetin halkı doğramak
amacıyla gizli örgüt kurduğunu yaymakta ve buna halkı inandırmaya
çalışmaktadırlar.
-
Bu yalan ve iftiralarına halkı
inandırmaya inandıramazlar ama; Sürekli CHP’nin ileri gelenleri ile
işbirliği yapıp istişare ederek kurguladıkları ihtilali (27 Mayıs
1960’da) yaparak milli irade ile iş başına gelmiş meşru ve yasal bir
hükümeti devirmeyi becerirler.
-
Bununla da kalmazlar. KIP (TMT) gibi çok gizli bir projenin
altında imzası olan üç hükümet görevlisini idama, ayni projenin
altında imzası bulunan Genel Kurmay Başkanını hapse gönderirken, bu
projeyi hayata geçirmeye çalışan subayları emekliye sevk ederler ve
başta “BOZKURT” kod adını taşıyan Albay Rıza Vuruşkan olmak üzere
Kıbrıs’ta görevli kadroları geri çekmek suretiyle 1963 olaylarına
TMT’nin hazırlıksız yakalanmasını sağlarlar.
-
Dahası, bununla da kalmazlar. Sonradan yazdıkları hatıralarında,
Demokrasi Şehidi Başvekil Adnan Menderes ve Fatin Rüstü Zorlu’ya ait
bu projeyi de utanmadan sahiplenmeye kalkışırlar. Bunların sivil
uzantıları olanla yetinmez, yayınladıkları dergilerde,
“Kontrgerilla’ nın Kıbrıs Üssü” başlığı altında Kıbrıs TMT’sini
örgütleyen subayları tek tek afişe etmek suretiyle, onları Yunan
istihbaratına deşifre edip, alçakça işaretle hedef gösterirler. Bu
iki gruptan hangisinin Türk Subayının misyonunu temsil ettiğini
tartışmaya dahi gerek yoktur.” (*) Şenol Özbek, Emekli
Yarbay-1.05.2007)
-
Bu bir derstir. Atatürkçü-Kemalist,
Milliyetçi, Vatansever Türk siyasetçisi için ibrettir. Demokrasi
Şehidi Merhum Başvekil Menderes, Polatkan ve Londra’da Fatin Rüştü
Zorlu’nun bir İngiliz diplomata söylediği gibi “kefeni çantada
taşımaktır”. İşte, Türk siyasetçisi budur.
- Türk dış politikasının esası mutlak mütekabiliyet, insan
hakları, adalet ahlâkı, hukuk ve su-i niyet, haksız gasp, irtikap,
işgale kalkışma, insanlık alemi ve özellikle “dünyanın her neresinde
yaşarsa yaşasın” Türk ırkını izmihlâle uğratmayı amaçlayan kötü
niyetli girişimlere karşı “mukabele-i bil-misil” dir. Yani, misliyle
“misilleme” yapmak.
-
Kıbrıs’ta TMT’yi kurma basiret ve
bekasını gösteren vatansever siyasetçilerin yaptığı budur. Onlar,
tam bir cesaret ve kararlılıkla hareket ederek, İngilizlere terk den
sonra Türkiye ile hiçbir hukuki bağı kalmayan Kıbrıs’ı Lozan
Antlaşmasının 17. maddesini ilga ederek milli davaya dönüştürmüş
kahraman bir kadrodur.
-
Şimdi de, başta Kerkük, Kıbrıs, Batı
Trakya, Türk dünyasının acil sorunları ve sözde soykırım yalan ve
iftiralarını çözüme kavuşturmak için böyle bir kadroya ihtiyaç
vardır.
- YURTTA SULH, CİHANDA SULH
-
Günümüz politikACILARI, büyük önder
Mâreşal Mustafa Kemâl Atatürk’ün “Yurtta Sulh Cihanda Sulh”
biçimindeki vasiyet, emanet ve gösterdiği “dış politika hedefini”
yanlış algılayıp; AB süreci ve ABD ilişkilerinde olduğu gibi taviz
ve ivaz verme keyfiyeti gibi gaflet ve dalâlet içine düşmemeli ve
günü kurtaracak tarz pasif bir politika izleme, yürütme yoluna
gitmemelidirler. Zira, Türk milletini Anadolu’dan atma, ya da tarih
ile bağlarını kopartma girişimleri yoğunlaşmış, sözde Ermeni
soykırımı yalanından sonra Yunan soykırımı gündeme taşınmaya
başlanmış, şimdi de fırsattan istifade tarihte Türkler tarafından
Bulgar soykırımı yapıldığı iddiası ile Bulgaristan devreye girmeye
yeltenmiş bulunmaktadır.
-
Mesele daima teyakkuz halinde
bulunmak, uyanık olmak ve Atatürk’ün ruhunu şâd edecek “Yurtta Sulh,
Cihanda Sulh” hedefinin “muasır medeniyet seviyesini” ilkeli,
onurlu, sorumlu, namuslu, dürüst ve demokrat bir kimlik ve kişilikle
“adalet ahlâkı” bağlamında yakalamak ve aşmak.. olduğunu bilmektir.
-
Zira, “Yurtta Sulh Cihanda Sulh”
vecizesinin dayandığı bir başka ana temel, rasyonel mantık ve
mantalite şudur: “Eğer istersen yurtta sulh, cihanda sulh; Ordunu
sağlam ve emin tut, hazır ol daima cenge” Yani sulh, (barış) daima
hazır olan çağdaş ve mükemmel, üstün yeteneklere sahip, iyi
donanımlı ordu, yüksek savaş gücü ile sağlanır. Özellikle, çepeçevre
ülkemizi kuşatan ihanet çemberi ve düşmanlık zinciri bunu zorunlu
kılar. Mesele sadece Kerkük ve Kıbrıs’ tan ibaret değildir.
-
Hele şu belgeye lütfen dikkatle bir
bakınız: (bunu önemine binaen tekrar ediyorum)
-
“Yıllar boyunca Türkleri barbar,
katil ve soykırımcı olarak okutup anlatan Bulgaristan yönetimleri
halâ gerçekleri gizleme ve olayları saptırma çalışmalarına devam
etmektedirler. Olmadık soykırım ve katliam yalanları ile Osmanlılara
karşı savaş açtırıp (1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı) bu savaş
esnasında yüz binlerce Türk’ü katliamdan geçirip, öldürerek;
(kendileri de, Türk soyundan gelmiş olmalarına rağmen) Müslüman Türk
kanı ile sulanmış topraklarda kurulan Bulgaristan kendi yüzkarası
davranışlarını görmemezlikten gelmeye devam etmektedir. Söz konusu
savaşın en büyük nedenlerinden biri olarak gösterilen Batak
Olaylarının büyük bir yalan ve iftira olduğunu batılılar bile artık
kabul etmektedirler. Lütfen aşağıdaki haberi okuyunuz.(Yusuf Hüseyin
BABEKOĞLU, Ankara)
-
Bulgar iftirası yalan çıktı (A.A)
-
Bulgaristan'ın Osmanlı egemenliğinde
bulunduğu sıralarda ülkenin Batak köyünde, 131 yıl önce yaşanan ve
"Batak Katliamı" olarak adlandırılan olaya Alman bilim adamlarının
getirdiği yeni bir yorum ülkeyi karıştırdı. Bulgaristan'ın Osmanlı
egemenliğinde bulunduğu sıralarda ülkenin Batak Köyü'nde, bundan 131
yıl önce yaşanan ve "Batak Katliamı" olarak adlandırılan olaya Alman
bilim adamlarının getirdiği yeni yorum ülkeyi karıştırdı.
-
Alman tarihçi bilim adamları, Bulgar
tarihçilerin, "Osmanlı yönetimine karşı 21 Nisan 1876'da başlatılan
Batak isyanı sırasında, çoğu kadın ve çocuk 5000 kişinin Batak'taki
Sveta Nedelya kilisesinde Osmanlılar tarafından kılıçtan
geçirildiği" yolundaki iddialarını çürüttü. Öğretim üyesi Bulgar
kökenli Martina Baleva ile Doğu Avrupa Enstitüsü üyesi Ulf Brunbauer,
"Batak katliamı" olarak bilinen hayali olayın aslında korkunç bir
yalan, iftira ve "düzmece" olduğunu açıkladılar. "Bulgaristan'ın ve
resmi tarihçilerinin Batak'taki olayları fazlasıyla abartarak,
Bulgar halkı arasında Müslümanlara ve özellikle Türklere karşı
nefret duyguları uyandırmaya ve halkı tahrik etmeye çalıştıklarını"
belirten Brunbauer, "Bu da herkesin bildiği gibi Komünizm döneminde
Türklere karşı uygulanmaya çalışan asimilasyon kampanyasına ilham
vermiştir" diye konuştu. Alman tarihçi, yaptıkları araştırmalar
sonunda, özellikle Komünizm döneminde bazı çevrelerin Bulgar-Türk
ilişkilerine zarar vermek için "hayali efsaneler" ürettiklerini ve
tarihsel olayları saptırdıklarını belirlediklerini bildirdi.
- Baleva ve Brunbauer Batak olayları ile ilgili yaptıkları
araştırmalardan elde ettikleri bilgi ve sonuçları 17 Mayıs 2007
tarihinde Sofya'da düzenleyecekleri konferans ve sergi ile kamuoyuna
açıklayacaklarını söylediler.
-
Konferansa, karşı görüşü savunan
bilim adamlarının da davet edileceği öğrenildi.
- CUMHURBAŞKANI PIRVANOV TEPKİ GÖSTERDİ
-
Aynı zamanda tarih uzmanı olan
Bulgaristan Cumhurbaşkanı Georgi Pırvanov ise iki bilim adamının
başını çektiği araştırma ekibinin Batak olayları ile ilgili ortaya
attıkları yeni teze tepki gösterdi. Konuyla ilgili özel bir açıklama
yapan Pırvanov, bu tezin Bulgaristan'ın milli tarihine ve milli
değerlerine karşı düzenlenmiş bir "provokasyon" olduğunu ileri
sürdü.
- Pırvanov, "tezde yer alan iddiaların tarihsel gerçekleri
saptırmaya yönelik olduğunu" belirterek, "Batak halkının canları
pahasına başlattığı isyan Dostoyevski, Turgenev, Mendeleev, Gladston
ve Garibaldi gibi dönemin en parlak fikir adamları tarafından da
kabul edilmiştir" diye konuştu. Bu arada ırkçı ve aşırı milliyetçi
görüşleriyle tanınan ATAKA partisinden yapılan açıklamada da "Batak
olayının Bulgar halkına karşı bir soykırım olduğu" öne sürülerek,
"Batak katliamını reddeden kişilere 1 yıldan 5 yıla kadar hapis ve 5
bin levadan 50 bin levaya (2500-25.000 avro) kadar para cezası
verilmesini öngören bir yasa tasarısı hazırlandığı bildirildi.
Açıklamada, söz konusu yasa tasarısının parlamentoya sunulduğu ve en
kısa zamanda yasalaşması için her türlü girişimin yapılacağı
kaydedildi. (*)
-
YORUM:
-
Görüldüğü gibi Yunanistan’dan sonra
bu defa da Bulgaristan da bir “sözde soykırım” furyası handikabına
girmiş ve her ne kadar Cumhurbaşkanı Pırvanov’dan usulen tepki görse
bile, fesat bir kerre başlamıştır. AB himayesinde sürer gider.
Bulgar hükümeti ise, bir yandan bu tespitleri geçiştirip kamuoyuna
unutturarak; Bu tutmadı hayıflanması ile şu anda yeni bir soykırım
daha icat etme peşinde, dahası inkâr yasası ile bu teşebbüs ve
iddialarını daha da pekiştirmek istemektedir. Hattâ şu anda
Bulgaristan da mevcut Türkler üzerinde her ne kadar bir fiziksel
şiddet uygulanmıyor olsa bile, AB ülkeleri tarafından “tek çare ve
tek politika” olarak benimsenen ve yıllardır ısrarla uygulanan
asimilâsyon süreci üstü kapalı bir şekilde devam ettirilmektedir.
Türkiye bunu da düşünmek, izlemek ve değerlendirmek zorunda ve
durumundadır. (*) (http://www.hurriyet.com.tr/dunya/6401811.asp?gid=180)
-
Bu da, aynı bağlamda dikkate
alınması ve muhtemel gelişmeler karşı uyanık olunması gereken
müstakbel bir sorundur.
-
Böyle bir zamanda ülkemizin, ülkemiz
yöneticilerinin ve bütün Türk aleminin, bütün dikkatini gelişmelere
yöneltmesi, çok uyanık-bilinçli (daima kendinde ve olup bitenin
farkında) olması,yakın ve uzak tarihten ibret ve ders alarak
strateji geliştirmesi gerekmektedir.
-
Şimdi ABD bir taraftan sözde Ermeni soykırımı tehdidi ile
Türkiye’yi kıskaca almaya çalışıyor, Fransa insanlık, ahlâk ve
hukuka aykırı önlemler geliştiriyor, İsviçre zaten bu düzeni çoktan
kurmuş uygulamakla meşgul. Yunanistan kanun kitap dinlemiyor aklına
eseni yapıyor. Bulgaristan pusuda haince fırsat bekliyor. Böylece,
yakın ve uzak gelecekte 3T plânı olarak nitelenen (Tanıma, Tazminat
ve Toprak) hain senaryo adım adım hükmünü icra ediyor.
-
Şu aşamada baskı Kerkük, Kıbrıs, Batı Trakya ve Doğu
Türkistan’da yoğunlaşmakta. Çemberin ortasında kalan coğrafya
Anadolu ve tabii ki Türkiye... İhanet büyüyor. Çember daralıyor.
Türkiye, içine maksatlı ve plânlı olarak itildiği (sürüklendiği) iç
sorunları aşmak, çevresini görmek, ayıkmak, uyanmak ve bu sorunları
çözmek zorundadır. Üstelik olaylardan ve sorunlardan kaçarak, göz
ardı ederek, zamana bırakarak değil, üstüne üstüne giderek hal
çareleri bulmak, alternatif çözümler üretmek ve kararlılıkla
uygulamak durumundadır.
-
Şimdi gelelim, dizimizin ta başında sözünü ettiğimiz
günümüz “milli” kahramanlarına.Bu bölümleri biraz ayrıntılı olarak
arz edecek ve sonuçta bu üç büyük kahraman lider’ in izinden gitme,
yolunu takip etme konusunda önemli hatırlatmalar yapacağım.
-
Onlar, (Aliya, Dudayev ve Elçibey) günümüz Türk ve İslâm
âleminin özgürlük ışıkları, vatanseverlik, hürriyet-adâlet nurları
ve “Türk’ün çağdaş yaşam biçimi konusunda” ilham alınacak büyük
önderleridir. Atatürk’ten sonra, O’nun izinden samimiyetle giden,
Atatürk ilkeleri ve Türk inkılâbını ideal edinen ve ATA’nın yolunu
sadakatle takip edenler; Onlar, “Hakkıdır ‘Hak’a Tapan’ Milletimin
İstiklâl” diyenlerdendiler. Ruhları şâd olsun...
- ALİYA İZZETBEGOVİÇ (1925-2003)
-
1925 yılında Samaç’ta(*) dünyaya
gelen Aliya, babasının Saraybosna’ya taşınmasıyla beraber, artık
doğduğu şehirden ziyade -kendisinin de deyimiyle “Saraybosnalı’yım”-
kimliği ile ön plana çıkmış, örnek ve önder bir liderdir.
-
Gençlik yıllarından itibaren
siyasetle ilgilenmiştir. Henüz 16 yaşındayken, yani II. Dünya Savaşı
sırasında “Genç Müslümanlar Örgütü” ne üye oldu. Bundan dolayı da
savaştan sonra hapsedildi. 1949 yılında beş yıl ağır hapis cezasına
çarptırıldı. Hapisten çıktıktan sonra, hukuk, sanat ve bilim
konularında eğitim gördü. Bu esnada bir inşaat şirketinde işe girdi.
“Genç Müslümanlar” teşkilatında aldıkları kararlar doğrultusunda,
dinî eğitim almaya başlayan Aliya İzzetbegoviç, Yugoslavya’da
yayınlanan birçok dergi ve gazetenin yanısıra, İslam dünyasında da
yazılar neşretti.
-
Bütün dünyada büyük bir yankı
uyandıran en önemli eserleri 1970 yılında kaleme aldığı “İslam
Bildirisi” (manifestosu) ile 1980 yılında tamamladığı “Doğu ile Batı
Arasında İslam” adlı kitaplarıdır.
-
“İslam Bildirisi” kitabı delil
gösterilerek 1983 yılında tutuklanarak 14 yıl hapse çarptırıldı.
Önce 12, arkasından 9 yıla indirilen cezası, sonradan, yaptığının
hatalı olduğunu söylemesi neticesinde çıkarılacağı ifade edilmesine
rağmen bu teklifi şiddetle reddetti. Daha sonra uluslar arası
baskının da etkisiyle affedildi. 1989 yılında hapisten çıktı.
- Henüz hapisteyken komünist bloğun dağılacağını ifade eden Aliya,
yakın arkadaşlarıyla beraber bu durumun kritiğini yaptı. Nitekim
çıktıktan bir müddet sonra 1990 yılında bir sanatçı arkadaşının
ismini koyduğu “Demokratik Hareket Partisi - Stranka Demokratske
Akcije” SDA’yı kurdular. Oybirliği ile ilk başkanı seçilen Aliya,
ölünceye dek genel başkan olarak kaldı.
-
Kitabını hazırlayan Alev Erkilet
Hanıma: “Sizi en çok hangi yönü etkiledi?” diye sorulduğunda, o:
“Beş yüz sayfanın her satırı... Bu kadar ceza, ayrımcılık ve katliam
yaşadığı halde, kalbi asla katılaşmamış bir insandı, beni en çok bu
insan yanı etkilemiştir.” diyerek insanî ve İslamî hoşgörüsünü ifade
etmekte.
-
Cemalettin Latiç ise: “Her zaman
göğsünü gere gere, İslamcı olarak gördüğünü ve bu yüzden hapiste
yattığını söylerken, o, ayağında prangalar taş kırdı, ama bir gün
olsun ideallerinden kaygılanmadı.” Aliya, dostlarına şunları
söylüyordu: “Bağımsız bir Bosna devleti kuruldu, zalimler devrildi.
Çok yaşadım ve yoruldum. Şimdi sevgilime kavuşmak istiyorum.” derken
dünyada yapacaklarını yaptığını ifade ediyor.
-
Fransız aydını Henry Levi’nin
deyimiyle: “Avrupa Bosna’da öldü.” Yani Avrupa’yı Bosna’da
öldürürken Aliya şöyle diyor: “Ben Avrupa’ya giderken kafam önümde
eğik gitmiyorum. Çünkü çocuk, kadın ve ihtiyar öldürmedik. Çünkü
hiçbir kutsal yere saldırmadık. Oysa, onlar bunların tamamını
yaptılar. Hem de Batı’nın gözü önünde; Batı medeniyeti adına.”
-
“Hayat kısa değil, ben onu uzun
buluyorum.” diyen, İslam dünyası için bir model lider olan Bilge
Kral Aliya İzzetbegoviç, 78 yaşında 19 Ekim Pazar günü Hakk’a
yürüdü.
-
Büyük bir değerini kaybeden Türk ve İslam dünyasının başı
sağolsun.
-
Entellektüel bir liderdi
-
Cesaret ve kararlılığıyla hemen
herkesin dikkatini üzerinde toplayan İzzetbegoviç, fikri ile
fizikini hiç bir zaman ayırmadan yaşadı. İnce siyasetiyle bir ulusun
imhasını önleyen Aliya, gittiği bütün toplantılarda halkını
düşünerek hareket etti. Budapeşte’deki bir toplantıda kadeh
kaldırmayan tek lider oydu. Cidde’de yapılan bir toplantı sonunda
Kabe’ye giden Aliya, iki rekat namaz kıldıktan sonra şöyle dua eder:
“Allah’ım, lütfen kendi merkezlerinden çok uzakta yaşayan halkıma,
çektikleri acılarda ve yalnızlıklarında yardım et.”
-
Evet, o genç yaşta başlattığı mücadelesini, asimile edilmek
istenen milletini, İslam kültürüyle ayağa kaldırmaya çalıştı. Riske
girmeyi hayatının bir parçası gördü.
-
Dinî terbiyesini, önce ailesinden, özellikle de annesinden alan
Aliya, mahalle camisindeki sabah namazlarını ve hocanın okuduğu
Rahman suresini unutamadığını söylemekte. Daha sonra Ali
Mütevellic’in yazdığı “İslam Işığında” adlı eseri ile Osman Nuri
Haciç’in “Hz. Muhammed ve Kur’an” isimli eserlerin İslam’ı
anlamasında çok rolünün olduğunu ifade etmekte.
-
Bosnalı Müslümanlar olarak çok baskı
gördüklerini ifade eden Aliya İzzetbegoviç, bu yüzden yeterli dinî
eğitim alamadıklarını söylemekte. “Ben, İslam’ı ve mücadele şuurunu
Mevdudi, Seyyid Kutup, Hasan el-Benna ve Fazlurrahman gibi alimlerin
kitaplarından öğrendim.” demekte.
-
Maziyi iyi bilen, geleceğe ümitle
bakan, hali iyi değerlendiren kültürlü bir Müslüman lider olan Aliya
İzzetbegoviç örnek bir kişiliğe sahipti.
- Aliya’nın kişiliğinden kesitler
- Aliya, riya olur veya üzerine gösteri gölgesi düşer korkusuyla
cuma namazını hangi camide kılacağını en son ana kadar gizli
tutardı. Gideceği camiyi, oğluna ve korumalarına, arabaya bindikten
sonra söylerdi.
-
Burada araya girip; “Neden Aliya
İzzetbegoviç, Ebulfeyz Elçibey ve Cahar Dudayev” sorusuna bir
açıklama getirmek istiyorum. Şöyle ki: Bu üç lider, Mustafa Kemâl
ATATÜRK’ den sonra O’nun yolunda ve izinde istikrarla yürüyen, bütün
Türk dünyası ile diğer mazlum milletlere ve küresel emperyalizmin
kıskacında ezilen, soyulan, talan edilen ve sömürülen bütün halklara
örnek olacak ‘efsanevi mücadelelerin’, nadir kahramanlıkların ve
günümüzde insanlık davasının muhtaç olduğu davanın büyük önderleri
ve yılmaz savunucularıdır.
-
Büyük zaferler ancak ve kesinlikle “büyük adamların” önderliği
ile kabildir.
-
Milletler, önderlerinin yolundan ve izinden yürüdükleri sürece
hür, hükümran, hakim ve özgür yaşarlar. Kadim Türk ve Osmanlı tarihi
bu ve benzer emsalsiz isimlerle doludur. Bu müstesna isimler ve
insanlık davasının önderlerini daima hatırlamak, yaşam biçimlerini,
ilke, onur ve zaferlerle taçlanmış mücadelelerini incelemek,
değerlendirmek ve “milli hafıza” ile “gelenek” bağlamında
hatırda-akılda tutmak gerekir. Hani bir söz vardır; “Bir musibet,
bin nasihatten evlâdır.” Lâkin, tarih bilen milletler musibette
kavidir. Yani başka bir deyişle; Milli tarih şuuru ve bu
şuur-bilinç, doğrultusunda tahkim olmuş, inanç, şahsiyet, haysiyet
ve onurla muhkem “yüksek” bir yaşam düzeyi (medeniyet) oluşturmuş
milletler ebed müddettir. Her türlü felâket ve musibete karşı sağlam
bir koruma içgüdüsü oluşturmuş demektir.
-
Örneğin: Türk milleti 10 Kasım 1938’den itibaren Atatürk’ün
yolunu, izini, ilke ve inkılâplarını terk etmese ve Onun milletine
emanet ve vasiyet ettiği “KEMALİZME” samimi bir inançla sahip
çıkarak, sadakatle uygulasa idi, bugün dünyanın en ileri
devletlerinden biri olabilir, tarih boyunca olduğu gibi insanlık
alemini aydınlatabilir ve yaşanan pek soruna aklın ve bilimin
ışığında çözüm üretebilirdi. Bu konuda sadakat ve samimiyet
gösterilmediği ve O’ nun yolu izlenmediği için bugün Türkiye, dünkü
eyaletleri ile amansız bir sınavdadır.
-
Şimdi, cennetmekân Aliya
İzzetbegoviç’i anlatmaya devam ediyorum:
-
Dini istismardan çok korkardı...
-
Savaşa rağmen, Cuma namazında Gazi
Hüsrev Bey Camii tıklım tıklım doluydu. Hoca efendi hutbedeyken,
oğlu ve iki korumasıyla camiye giren Aliya İzzetbegoviç’e yer
ayırarak öne geçmesini teklif ettiler, diğer taraftan da hoca
hutbeyi durdurdu. Bu durum karşısında Aliya, “Burası Allah’ın
evidir. Burada farklılık olmaz. Allah katında en üstün olan, takva
sahibi olandır Herkes bulduğu yere oturur. Ben, burada oturacağım.
Bilmiyoruz, belki hepimiz çiğnenecek, öleceğiz; amma, İslam’ı
inşaallah çiğnetmeyeceğiz... Hocam lütfen hutbeyi tamamlayın.” Demiş
ve Aliya’nın bu tavrından dolayı bütün cemaat çok duygulanmıştı.
Emeklilik maaşıyla geçinen Aliya, geride kalanlara servet olarak
mal-mülkten ziyade, hürriyet bırakan bir lider olarak dünyadan
ayrıldı.
-
O, en zor şartlarda dahi, adalet ve
hoşgörüyü elden bırakmadı. Kimseden nefret etmediğini söyleyen Aliya,
şöyle diyor: “Bizler özgürlük için mücadele eden, kimseden nefret
etmeyen bir halkız. Kısmen cesaretimiz, kısmen de bilgeliğimiz ve
iyiliğe yönelmemiz suretiyle amacımıza ulaşmak isteyen insanlarız.
İnsanlara karşı nefret hissetmiyorum. İnanın bana, tüm bu acı
tecrübelerden sonra dahi, insanlardan nefret etmiyorum. Herşeyin
güzel neticeleneceğine ve bu cehennemden bir çıkış olduğuna dair
ümit etmemi sağlayan şey budur işte.” Görüldüğü gibi en zor
şartlarda dahi, ümidini kaybetmeyen, etrafına pozitif enerji vermeye
çalışan bir kişiliğe sahip olduğu gibi, hiçbir zaman da kin
tutmamıştır.
-
Arkadaşlarına“geçmişi unutmayın, ama
geçmişte yaşamayın”derken çok çalışmaları gerektiğini ifade etmekte.
Ahlakın üstünlüğünü ve tesisini sağlamak için çalışan Aliya,
entrikayı sevmediği gibi, açık ve şeffaf olmaya azamî derecede
gayret eder ve hesap vermekten hiç çekinmezdi. Makam ve mevkî, onun
için inanç ve ideallerini gerçekleştirme yolunda bir amaç değil, bir
araçtı. Mütevazı, ama onurlu bir kişiliği vardı. Eleştiriye açıktı.
Hayatı boyunca, Allah’a ve İslam’a göre şekillenen şahsiyetiyle,
kendine olan güveniyle hep dik durmuştu. Gençlerin önünü açmak için,
huzur içinde makamını genç kadrolara bıraktı ve onlara
tecrübeleriyle yardımcı olmaya çalıştı. Ne asil, ne erdemli anlayış
ve davranış.
- Hayatını özgürlük ve ülkesinin bağımsızlığına adayan
Bilge Kral şöyle diyor:
- “Ben, her zaman ülkemi sevdim ve severim. Fakat, otorite söz
konusu olunca hiçbir otoriteyi, hiçbir zaman sevmem. Otoriteye
sadece riayet edebilirim. Çünkü ben, bütün sevgimi özgürlüğe adadım.
Evet ilerlemiş yaşıma rağmen, inanıyorum ki, halkımın özgürlüğe ve
kurtuluşa ulaştığını görecek kadar yaşayacağım. Ya da daha doğrusu,
bunu görecek kadar yaşamayı diliyorum. Çok mu bencilce bir istek bu?
Belki de öyle, ancak size hayatım ve ölümüm hakkında hiç de
takıntılı olmadığımı söylediğimde bana inanmalısınız. 70 yaşındayım
ve daha uzun bir yol var önümüzde. Bireyler ölür, halklar yaşar.
Mücadeleler bana bağlı değil. Önemli olan da bu. Sancağı binlerce
insan taşıyor. Bunu sürdürecekler.”
- Aliye İzzetbegoviç, hayatı boyunca beş vakit namaz kılmış, en
ağır koşullar ve çok zor şartlar altında bile namazını terk etmemiş,
Oruç dahil, inancının icabı olan bütün amel ve ibadetlerini; En
mütevazi, muttaki ve mütedeyyin bir insan, “mazbut-dindar bir
Müslüman” olarak yerine getirmiş; Hayatı boyunca alkol almamış ve
Yüce İslâm’ın emir, yasak, helâl-haram ve (en yakınlarının samimi
ifadelerine göre) akaidinin dışına çıkmamıştır.
-
O, günümüz Türk ve İslâm aleminin
başarısındaki sırrı: “Samimi dindarlık ve İslâm’ a, tıpkı Büyük
Önder Atatürk’ün dediği gibi; Olduğu inanmakta ve arı-duru, aslına
uygun bir biçimde yaşamakta” görüyordu. Bakınız: 'Türkler' diyor
Atatürk, 'İslam oldukları halde, bozulmaya, yoksulluğa, gerilemeye
maruz kaldılar; geçmişin batıl alışkanlık ve inançlarıyla
İslamiyet'i karıştırdıkları ve bu suretle gerçek İslamiyet'ten
uzaklaştıkları için, kendilerini düşmanlarının esiri yaptılar.
Gerçek İslam'ın çok yüce, çok kıymetli gerçeklerini olduğu gibi
almamakta inatçı bulundular.İşte gerilememizin belli başlı
sebeplerini bu nokta teşkil ediyor..(Sadi Borak) Aliya, bunu çok iyi
biliyor, inanıyor ve inandığı gibi yaşıyordu. Ayrıca;
- “Ey millet ! Allah birdir. Şânı büyüktür. Allah’ın selâmeti,
âtıfeti ve hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz efendimiz, Cenâb-ı
Hak tarafından insanlara hakâyık-ı diniyyeyi tebliğe memûr ve resûl
olmuştur. Kanûn-u esâsîsi, cümlemizce malûmdur ki, Kur’ân-ı azîmü-ş-şân’daki
nusustur. İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz, son dindir, ekmel
dindir. Çünkü dinimiz akla mantığa ve hakikate tamamen tevafuk ve
tetâbuk ediyor. Eğer, akla, mantığa ve hakikate tevâfuk etmemiş
olsaydı, bununla diğer kavânîn-i tabiiye-i ilâhiyye beyninde tezat
olması îcâbederdi. Çünkü bilcümle kavânin-i kevniyyeyi yapan Cenâb-ı
Haktır. (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, I-III, 1989, II,98-99)
- Dünyada istediğine ulaşan Boşnaklar’ın “Dede”sine Allah’tan
rahmet, geride bıraktığı bağımsız Bosna-Hersek devletine de
nihayetsiz ömür diliyorum.
- Bölüm Kaynakları: Aliya İzzetbegoviç, Tarihe
Tanıklığım, Klasik Yayınları; Gerçek Hayat, Ekim 2003; Yeni Şafak,
23-27 Ekim 2003; Vakit, Sibel Eraslan,22 Ekim; Zaman, Ali Bulaç, 25
Ekim; Diyanet Dergisi, 154. sayı, Ekim 2003,
- (*) Samaç: 1868’de Belgrad’dan ayrılan Müslümanlar için, Suudi
Arabistan Kralı Abdülaziz tarafından kurulan şehir. İlk ismi Aziziye
iken sonradan bu isimle anılmıştır
- Dikkat edin lütfen ! İyi bakın, doğru okumaya ve
anlamaya çalışın.Aliya İzzetbegoviç, sözde medeni (!) AB’nin tam
orta yerinde; Müslüman Türklere tehcir uygulama, vahşi kıyım,
katliam ve soykırımla Bosna Hersek halkını yok etme teşebbüsü, kin,
kan, intikam ve ihtiras bataklığından Allah’ın dini İslâm, samimi
iman ve bu imandan kaynaklanan ‘kuvva-i milliye azmi” ve azimden
yükselen milli irade ile kurtardı.
- Şimdi bir başka ibret tablosu ve kahramanlık
destanına geçiyorum.
- KUTLU BİR DİRENİŞİN KAHRAMAN ÖNCÜSÜ:
- CAHAR (CEVHER) DUDAYEV :
- Bu aslında bir destandır. İbretle okunmalı ve
mutlaka gerekli dersler alınmalıdır.
- “Her anı acı her anı çile ve kahır dolu bir hayata
rağmen yılmadı, zorluklara ve yokluklara karşı direnmesini bildi.
Küçük bir orduyla dünyanın süpergücüne sahip kızıl orduya karşı
savaşmak elbette kolay değildi. "Haksız gücün karşısında, güçsüz
halkımın yani, “hakkın” yanında olmak benim imanımdır" diyerek Şeyh
Şamil'in bıraktığı yerden mücadeleyi başlatmış ve Ruslara meydan
okumuştu.
- CAHAR DUDAYEV
-
1944 yılı Şubat ayında Çeçenistan’ın
Yalho Köyü’nde dünyaya geldi. Doğumunun ardından henüz 15 gün
geçmişken 23 Şubat 1944 tarihinde ailesi ile birlikte Sibirya’ya
sürgün edildi. Çocukluk ve okul yıllarını Kazakistan’ın Sibirya
Bozkırı’nda geçirdi. 1962’de Tambov Askeri Pilot Yüksek Okulu’ndan
ve 1966’da Uzak Mesafe Uçakları Pilot ve Mühendis Yetiştirme Yüksek
Okulu’ndan mezun oldu. 1974 yılında Gagarin Hava Harp Akademisi’ni
bitirerek birinci sınıf pilot ve mühendis unvanını aldı. Kendisine
SSCB Hükümeti tarafından 12 madalya verildi ve tümgeneralliğe kadar
yükseldi
-
Dudayev, Sovyet tarihinde Stratejik
Hava Kuvvetleri’nde Tümen Komutanı olarak görev yapan ilk
Müslüman’dı. Baltık ülkelerinde meydana gelen bağımsızlık
hareketlerini kuvvet kullanarak bastırması emredildi. Ancak bu emri
yerine getirmedi. Rus Hükümeti bu itaatsizlikten dolayı Dudayev’i
askeri birliği ile Grozni’ye sürdü. Cahar Dudayev 1990 yılı Mayıs
ayında (tıpkı Mustafa Kemâl gibi) görevinden istifa etti ve halkının
saflarında yer aldı.
-
1990 yılının Kasım ayında gerçekleşen “Çeçen Ulusal Kongresi”ne
davet edildi ve icra kurulu başkanı seçildi. 19–21 Ağustos 1991’de
Gorbaçov’a karşı yapılan başarısız darbe teşebbüsü sırasında
darbecilerin karşısında yer aldı. Darbecilerle işbirliği yapan
Çeçen-İnguş Cumhuriyeti Hükümeti’ni düşürmek için başlatılan halk
hareketinin başına geçti. 27 Ekim 1991 tarihinde yapılan seçimlerde
%85 oy oranıyla bağımsız Çeçenistan Cumhuriyeti’nin ilk
Cumhurbaşkanı seçildi. Çeçenistan’ın bağımsızlığını tanımayan
Rusya’nın 1994 yılında başlattığı saldırılar karşısında Çeçen
direnişinin liderliğini yürüttü. I. Çeçen-Rus Savaşı’nda önemli
başarılara imza atan Dudayev, 21 Nisan 1996 tarihinde düzenlenen
alçakça bir suikast sonucu şehit edildi. 21 nisan 1996,
Çeçenistan’ın efsanevi lideri Cevher Dudayev’in şehadet tarihidir.
Halkının özgür olması için, şan, şöhret, para, kısaca aklınıza
gelebilecek bütün maddi değerleri terk eden yiğit adam, onuruyla
şehadet şerbetini içti. Göğsünü gere gere hak divanına yürüdü.
- HAYAT HİKÂYESİ VE RUS MEZALİMİ
-
Char Dudayev’in hayat hikâyesini
biraz açmak eminim çok yararlı olacaktır.
- Dudayev, 1944 yılının ocak ayında dünyaya geldi. Çeçenlerin
maruz kaldıkları daimi zulüm, işkence, mezalim, ve baskı altında
yaşama savaşı veren ailede on üç kardeşten en küçüğü idi. Kendi
doğum gününü tam olarak bilmiyordu. Çeçen sürgünü sırasında kundakta
bir bebekti. Buna göre 1943 yılı sonu ya da 1944 yılı başlarında
doğmuş olsa gerek. Doğumu ikinci dünya savaşının bitimine rastladı.
Gözlerini dünyaya açtığında açlık, yokluk, kıtlık ve sefalete
merhaba dedi. Dudayev'in dünyaya gelişi sırasındaki yokluk ve
sefalet sürprizine, bir de insanlık düşmanı kominist Sovyet Rusya
tarafından uygulanan sürgün sürprizi ekleniyordu.
-
Zira Sovyet Rusya tarafından, İkinci
dünya savaşında Alman işgaline uğrayan Kırım ve Kuzey Kafkasya'nın
batısındaki yenilgilere suçlu aranıyordu. Suçlu hemen bulundu.
Çeçenler, Kırım Tatarları, Karaçay ve Balkar halkları (Türkleri) idi
bu suçlular.
- Alman işgali altına girmeyen Çeçenistan ve Çeçen halkının,
Almanlarla nasıl işbirliği yaparak Rusya'ya ihanet ettiği
sanılıyordu. Sonuçta Çeçen halkı sürgünden kurtulamadı. Rus
yönetimi, yüzlerce yıldır derinden kin beslediği Çeçen halkını,
fırsat bu fırsattır diyerek tarih ve coğrafya sahnesinden silmeye
teşebbüs etti.
-
21 şubat 1944 tarihinde Çeçen halkı
bir milyon Rus askerince kuşatıldı. Top yekun olarak, 24 saat içinde
elverişsiz şartlar altında ülkesini terke zorlandı. 850 bin Çeçen
zorunlu sürgün ve tehcir tabii tutuldu. Bu alçakça, insanlık dışı ve
düşmanca sürgün sırasında Çeçen halkının yarıya yakını hayatını
kaybetti. 400 bine yakın insan telef oldu. Dikkat edin yıl 1944.
Türkiye, İnönü’nün Cumhurbaşkanlığında. Anavatan da Türkçü kıyımı
var. Tam o sıralar...
-
Cevher Dudayev, kominist yönetim
nazarında suçlu olarak dünyaya geldi. Sürgün kararı verildiğinde
yaklaşık 40 günlük masum ve müsemma bir bebekti. Annesinin kucağında
sürgüne giden, belki de en küçük Çeçendi. Ancak, 7’den 70’e yüz
binlerce Çeçen aynı kaderi paylaşıyordu. İşte Rusya bu idi...
-
Sağlam bünyeli insanların
dayanamadığı kış şartlarına, mucizevi bir şekilde direnen küçük
Cevher (Dudi) sağ salim Kazakistan'a ulaştı. Hz. Musa'yı en büyük
düşmanı firavundan koruyan, hatta onun sarayında büyüten Rabbim,
adeta Cevher Dudayev'i de meleklerinin kanatlarını gererek büyük
tehlikelerden koruyor ve kolluyordu.
- Dudayev Kazakistanın Çimkent şehrinde 13 yıl yaşadı. O, ana
vatanından uzak bir halde anne ve babasının anlattığı Çeçenistan'ı
hep rüyasında görerek büyüdü. Kanlı diktatör Stalin'in ölümünden
sonra Rus yönetimi, Çeçenlerin haksızlığa uğradığını kabul edip,
kendi öz vatan ve topraklarına geri dönüşlerine izin verdi.
-
1957 yılında büyük zorluklar içinde
gerçekleşen bu geri dönüş kervanına, Dudayev ve ailesi de katıldı.Dudayev
ve ailesi, fırsattan istifade evlerine yerleşen gaspçı ve hırsız
Rusları, kazma ve küreklerle kovarak evlerine yeniden sahip
olabildiler.
-
Yaradılıştan çok zeki ve akıllı bir
çocuk olan Dudayev, sınavlarını başarıyla verdiği Tambov Hava Harp
Okuluna kaydoldu. Okulu üstün bir başarıyla bitiren Cevher Dudayev,
Sovyet ordusunda genç bir savaş uçağı pilotu olarak görev aldı.
-
Sovyet (kominist) ordusunda (kızılorduda)
görev yaparken de O,çok iyi bir Müslüman, dindar bir asker ve örnek
bir insandı. O’nun bu yüksek özelliğine Ruslar da saygı gösterir ve
dinine, inanç ve ibadetine karışmazlardı. O, herkese güven veren,
dürüst davranan ve itimat telkin eden “yüksek kişilik ve karakter
sahibi” bir insandı. Asla alkol kullanmazdı.
- Mesleğindeki başarısı, ilkeli, onurlu ve dürüst oluşu ona hızla
yükselme kapılarını açtı. Dudayev, kendisi gibi havacı bir Rus
subayının kızına gönlünü kaptırdı. Daha sonraki çileli yolunda hayat
arkadaşı olacak Alla Dudayeva ile evlendi. Alla, Çeçen olarak
doğmamıştı ama, Dudayev'in şehadetinden sonra onurlu ve soylu bir
duruşla gerçek Çeçen gelinlerini asla aratmadı. Çeçen davasına
bütün varlığı ile sahip çıktı.
-
1989 yıllarına gelindiğinde,
kominizmin iğrenç foyası, zalim ve insanlık düşmanı yüzü iyice
ortaya çıktı. Sovyet sistemi çatırdamaya başlamıştı.Gorbaçov'un
uyguladığı Glasnost ve Prestroyka (yeniden yapılanma) politikaları
Komünizme gün saydırıyordu.
-
Küfrün hükmü tamamlanmış ve mukadder
olan Çöküş başlamıştı.
-
1991 yılının Aralık ayında beklenen
son gerçekleşti. Ve Komünizm çöktü.
-
Komünizmin sancılı çöküşü öncesinde
Dudayev, Tuğgeneral rütbesiyle Estonya'da görev yapmakta idi.
Estonya'da görev yaptığı sırada, stadyumdaki bir tören anında
Estonyalı gençler, Eston bayrağı açarak bağımsızlık gösterisi
yaptılar. Dudayev bu gösteriye sempatiyle baktı. Saygı duydu. Tepki
göstermedi. Ardından Estonya'da başlayan bağımsızlık yanlısı
gösterilere müdahale etmesi talimatını dinlemeyerek "Asi General"
adını aldı.
-
Bu sırada kendi ülkesi Çeçenistanda
da hareketli ve heyecan dolu günler yaşanıyordu. Zelimhan
Yandarbiyev önderliğinde kurulan Çeçen Halk Kongresi hareketi Sovyet
kalıntısı yönetimi derinden sarsıyordu. Şeyh Şamil’in asil ve mağrur
torunları büyük bir özlem aşk ve iştiyakla “Özgürlük” için harekete
geçmişti.
-
Dudayev, Zelimhan Yandarviyev'in
Çeçenistan’a davetine hiç düşünmeden evet dedi. Sovyet ordusundan
ayrılan Dudayev için yeni bir dönem başlıyordu.Çeçen Halk Kongresi 6
Eylül 1991 yılında Dudayev'in başkanlığında Çeçenistan'ın
bağımsızlığını ilan etti. 27 Kasım 1991 yılında yapılan seçimde de
halkın yüzde doksanından fazlasının oyunu alan Dudayev Çeçenistan'ın
resmi devlet başkanlığına seçildi.
-
Ancak, o gün için çok yürekli ve
cesur bir karar olan, “Rusya Federasyonuna dahil olmadan” kendi
yolunu bağımsızlıktan yana çeviren Çeçen halkının özgür iradesine
karşı, Rus yönetimi iyi şeyler düşünmüyordu. Nitekim, Çeçenlerin
kesin tavrı, sarsılmaz irade ve kararı Rus yönetimini çok rahatsız
ve huzursuz etti. Türk düşmanı zalim ve hain Moskof Çeçen halkının
bağımsızlık talebine karşı sert çıktı. Çeçenistan’ı en ağır biçimde
tehdit ederek kanlı bir müdahele sinyali verdi.
-
Dudayev, esas itibarıyla Mustafa
Kemal Atatürk’ün yolunda ve izinde yürüyen, O’nun istiklâl
mücadelesini, ilkelerini ve inkılâplarını çok iyi bilen ve İslâm’ı
alenen yaşayan, açıkça uygulayan ve ülkenin milli marşına kadar
bütün değerlerini “İslâm’la” taçlandıran nadir bir lider, hakiki ve
samimi bir Müslüman, örnek ve önder bir insan idi. Bütün siyasi
stratejisini Şeyh Şamil sentezi ve Atatürk metodolojisi üzerine
kurmuştu. Bilinen ve beklenenin aksine, önce adalet, hukuk ve barış
yolunu kullanmak ve Rus yönetimiyle savaşmak istemiyordu. Zira,
savaşın Çeçen halkına vereceği tahribat, muhtemel zarar ve hasarın
farkındaydı.
-
Dudayev, dönemin inanılır ve güvenilir Çerkes (Türk) asıllı
Adalet Bakanı Kalmuk Yura'nın arabuluculuğunu kabul ederek onunla
görüştü. Bu görüşmede savaş olmadan Rus yönetimiyle anlaşmaya
varılabileceğini söyledi. Kalmuk Yura bu öneriyi devrin başbakanı
Viktor Çernomirdin'e iletti.Çernomirdin savaşın önlenmesinden dolayı
çok mutlu olduğunu ifade ederek Dudayev'le telefonla görüştü.
(Yukarıdaki bilgiler hem merhum Kamuk Yura hem de Viktor Çernomirdin
tarafındanda teyit edilen bilgilerdir.) Ancak, Dudayev'in barış
masasına oturma çağrısına olumlu cevap vermesi, Kremlin tarafından
dikkate alınmadı. Viktor Çernomirdin daha sonra yazdığı hatıratında
belirttiği gibi; "Rus derin devleti iç politikaya yönelik malzeme
olacak, kamuoyunu memnun edecek ve 24 saatte kazanılacak bir zafer
istiyordu".
-
Hazırlanan plân ve uygulamaya
konulması düşünülen senaryoya göre Rus yönetimi Çeçenistan'ı
vurarak, Slav unsurlarının motivasyonunu yükseltecek, Rus ordusu,
kazandığı bu zaferle otoritesini yeniden tesis edecekti. Kısacası
savaşı çıkaran taraf ne Dudayev ve ne de Çeçen halkıydı. Gerek
Dudayev gerekse Çeçen halkı, ülkelerine saldıran Rus işgalcilerine
karşı savunma savaşı vermek zorunda kalmışlardı.
-
Dudayev'in efsanevi kişiliği
etrafında birleşen Çeçen halkı, bütün dünyaya parmak ısırtan bir
bağımsızlık mücadelesi örneği sergilediler. Dudayev, emsalsiz
kişiliği ve dehasıyla Ruslara ağır kayıplar verdiriyordu.
Uluslararası emperyalizm doğal olarak Rusyanın tarafında idi. Özgür
Çeçenya ile işgalci Rus (Moskof) savaşının Dudayev'in ortadan
kaldırılmasıyla sona ereceğini bekliyor ve düşünüyordu. Dünyayı
tapulu arazileri olarak gören karanlık güçler, Dudayev'in kullandığı
uydu telefonunun frekansını Rus yönetimine bildirdiler.
- Aynı dönemde Başbakan olan Bülent Ecevit, (Bu dizinin yazarı
olarak, o gün İnsan ve Kültür Ocağı’nın Genel Başkanı sıfatıyla;
Kendisine saatlerce bilgi sunmama,çok mufassal bir dosya vermeme ve
Çeçen davasının evrensel hukuka göre haklı ve doğru olduğunu resmi
bilgi ve belgelerle, bütün ayrıntıları ile ispat etmiş olmama
rağmen) Rusya’ya vaki bir ziyaretinde;
- “ÇEÇEN MESELESİ RUSYANIN KENDİ SORUNUDUR”
-
Biçiminde açıklama yapmak gafletinde
bulundu. Sözde medeni (!) dünya Çeçenistan’ ın, bağımsızlığını
tanımış olmasına rağmen Rus işgaline karşı çıkmadı. İnsani bir tavır
almadı. Hiçbir devlet, özgür Çeçenistan ve efsanevi lideri “Cevher
Dudayey” e haklı, hukuki ve kutsal davasında BM’de dahi sahip çıkma
cesaretini göstermedi, gösteremedi. Bu, Türkiye dahil günümüzün
sözde hür ve hükümran devletleri için utanç vericidir. Ebedi sürecek
bir ayıptır.
-
Rus Duma'sından bazı milletvekilleri ile barış konusunu görüşen
Dudayev, kendisine kurulan tuzaktan tamamen habersiz uydu telefonunu
çalıştırarak görüşmelerde bulunduğu sırada, uzaktan kumandalı nokta
hedefe kilitlenen bir roketle (21.3.1996) alçakça şehit edildi.
-
Dudayev Çeçen halkının kalbinde
derin izler bırakan karizmatik bir liderdi.
-
Her Çeçen onu örnek almaktadır.
Günümüzde özgürlük mücadelesi veren her Türk de, başta Irak
Türkmenleri olmak üzere O’nu örnek almalı ve O’nun açtığı yoldan
yürümelidir. Bu gün bütün esir Türk diyarları ve özellikle
Çeçenistan da Yeni doğan bir bebeğin öğrendiği ilk kelimelerden biri
Dudayevdir. Aslında,Dudayev'in şehadeti ile Çeçen bağımsızlık savaşı
asla sona ermedi.10 yıla yaklaşan bu mücadelede Dudayev'in ardından
Devlet Başkanları Zelimhan Yandarbiyev ve Aslan Mashadov da şehit
oldular. Rusların anlayamadığı husus, Çeçen bağımsızlık mücadelesi
şahıslara bağlı bir mücadele değildir. Bu mücadele top yekün bir
özgürlük savaşıdır.
-
Bu gün Şehadetinin üzerinden on bir
yıl geçmesine rağmen Cevher Dudayev'in küçük Çeçenistan'ı halen
savaşıyor. Halen kapitalist ve emperyalist Rusya’ya karşı direniyor.
Orada (Çeçen topraklarında) her gün bir efsane yaratılıyor.
Emperyalist işgale karşı şanlı bir tarih yazılıyor. Bu emsalsiz
direnç, yüksek bilinç ve kutsal direniş; Başta Irak Türkmenleri
olmak üzere, Krabağ’ı Ermenilere kaptıran Azerbaycan ve bütün Türk
alemine örnek olmalıdır.
- (Bölüm Kaynakları: Ajans Kafkas www.kafkas.org.tr )
-
Dudayev'i öldürmekle savaşı
kazanacağını sananlar hala anlayamadılar mı ?
-
Onlar, yer yüzünün nadir insanları,
gerçek liderleri, kanaat önderleri, hürriyet, hak, hukuk, adalet
aşıkları ve insanlık davasına benlikleri ile bütün varlıklarını
adamış; Davaları ile dünyayı aydınlatan, insanlığa ışık tutan, Türk
ırkının “milli sevda” adamlarıdır.
- Onların ortak bir inançları ve sarsılmaz imanları vardı.
İstiklâl Marşı’nın;
- “HAKKIDIR ‘HAK’A TAPAN’ MİLLETİMİN İSTİKLÂL”
-
Mısra-ı, onlar için müşterek bir
düsturdu. Bu inançtan asla geri adım atmadılar.
-
Onlar, hak yolunda, millet hizmetinde şerefli, şanlı ve çok
onurlu, soylu bir mücadele vermişlerdir. Hepsi de hakiki ve samimi
birer Müslüman’dırlar. Hürriyet ve adaletin ancak ve sadece İslâm’ı
yaşamakla kaim ve daim olabileceğinin farkında olmuşlar ve bunu
kendi hayat ve kutsal mücadeleleri sırasında en açık surette
görmüşler, müşahade etmişlerdir.
-
Onların davaları masonlar ve misyonerlerden, milliyetsiz ateist,
pagan, dinsiz, yolsuz, soysuz, sahtekâr, din tüccarı ve siyaset
simsarı, kişisel çıkar düşkünü muhteris bencillerden münezzehtir.
Başta büyük önder Mareşâl Mustafa Kemâl Atatürk olmak üzere tamamı,
ABD, AB ve İsrail uşağı, din düşmanı milletlerarası ‘mason tarikatı’
mensuplarını “şeytanı kovar” gibi huzurlarından kovmuşlardır.
-
Onların hepsi; Örnek ve önder insan,
namuslu, dürüst, ilkeli, onurlu, ahlâken yüksek, fiilen ve fikren
daima üreten, sorumlu ve soylu vatandaş, özellikle de “İYİ MÜSLÜMAN”
dılar.Bundan asla ve kesinlikle taviz vermediler. Başarılarının
özünde sağlam inanç, sarsılmaz yüksek bilinç, iman, azim ve çelik
bir irade vardı. Bu nedenle;
- ATATÜRK’LER, DUDAYEV'LER, İZZET BEGOVİÇ’LER ve EBULFEYZ ELÇİBEYLER ÖLMEZ!
- Şimdi tekrar yeri geldi. Hatırlamakta ve
hatırlatmakta yarar var. Irak’ı, Afganistan’ı ve örtülü olarak
dünyanın geniş bir coğrafyasını işgal eden ABD ordusu nedir ? Cevap
: ABD ve şeriklerinin silâhlı güçleri =HAÇLI ORDUSU’ dur. Daha dün
Osmanlı’yı yıkan, bölen, parça parça eden kimdi ? O’da emperyalist
haçlı ordusu. Haçlı orduları nasıl yenilir, dize getirilir, hezimete
uğratılır? Asgariden Kıçarslan, Selâhattin Eyyubi ve ATATÜRK gibi
olmakla; İşte Onlar böyle kavi-sağlam bir inanç ve yüksek bir iman
sahibi idiler. Bakınız Atatürk ne diyor:
-
“Arkadaşlar !
-
Cenâb-ı Peygamber mesâîsinde iki
dâra, iki hâneye malik bulunuyordu. Biri kendi hânesi, diğeri
Allah’ın evi idi. Millet işlerini, Allah’ın evinde yapardı. Hazreti
Peygamberin isr-i mübârekelerine iktifâen, bu dakikada milletimize;
milletimizin hâl ve istikbâline ait husûsâtı görüşmek maksadıyla bu
dâr-ı kutsîde Allah’ın huzurunda bulunuyoruz. Beni buna mazhar eden
Balıkesir’in dindâr ve kahraman insanlarıdır. Bundan dolayı çok
memnunum. Bu vesîle ile büyük bir sevâba nâil olacağımı ümit
ediyorum.”
-
Yani; Devleti şahsi ikbal, ihtiras
ve kirli çıkarları uğruna kullanan ve din tüccarlığı ile maruf
kimseler asla ve kesinlikle millete faydalı olamaz ve halk-kamu
yararına başarılara imza atamazlar. Hürriyet ve istiklâl mücadelesi
veremezler. Ancak ve sadece milletin var olan istiklâl ve istikbâli
ile lânetli ve haram bir servet sahibi olabilir, insanlık onurundan
imtina edebilir ve küresel emperyalistlere kul, köle olabilirler.
Zira, onlar Müslüman da değillerdir.
-
“Efendiler !
-
Câmiler birbirimizin yüzüne
bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Câmiler itâat ve
ibâdet ile beraber din ve dünya için neler yapmak lâzım geldiğini
düşünmek, yâni meşveret için yapılmıştır. Millet işlerinde her
ferdin zihni başlı başına faaliyette bulunmak elzemdir. İşte biz de
burada din ve dünya için, istikbâl ve istiklâlimiz için, bilhassa
hürriyet ve hâkimiyetimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım.
Ben yalnız kendi düşüncemi söylemek istemiyorum. Hepinizin
düşündüklerini anlamak istiyorum. Amâl-i milliye, irâde-i milliye
yalnız ve sadece bir şahsın düşünmesinden değil, bilumum efrâd-ı
milletin arzularının,emellerinin muhassalasından ibarettir.
Binâenaleyh benden ne öğrenmek, ne sormak istiyorsanız serbestçe
sormanızı rica ederim (...) Minberler halkın dimağları, vicdanları
için bir menba-ı feyz, bir menba-ı nûr olmuştur. Böyle olabilmek
için minberlerden aksedecek sözlerin bilinmesi ve anlaşılması ve
hakayık-ı fenniyye ve ilmiyyeye mutabık olması lâzımdır. Hutebâ-yı
kirâmın ahvâl-i siyâsiyye, ahvâl-i ictimâiyye ve medeniyyeyi hergün
takib etmeleri zarûrîdir. Bunlar bilinmediği takdirde halka yanlış
telkînât verilmiş olur...”(Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, I-III,
1989, II,98-99)
-
Bugün için Türk ve İslâm âleminde
müessir zevailin sebebi dinsizliktir.Yahut da, diğer bir deyişle,
(tıpkı Osmanlının son asrında olduğu gibi) dini siyasete alet etmek,
öz ve esasa mugayir fetvalarla maddi hayatı yozlaştırmak, maneviyatı
ilga ve çürütmek, milli kültür ve medeniyeti zaafa uğratmak,
lâikliği dinsizlik, çağdaşlığı ‘din karşıtlığı’ olarak algılamak,
ilmî hayatı terk etmek ve henüz “medeniyet” haline dönüşmemiş vahşi
batı ‘uygarlığını’ şuursuzca ve onursuzca taklittir.
-
Sonunda sözü; Türk dünyasının ilk
Müslümanlarının, kelime, manâ ve muhteva olarak “Müslüman Türk”
anlamına gelen “TÜRKMEN” lere getirmek üzere tekrar Atatürk’e ve O’
nun “Yüce İslâm Dini” hakkındaki görüşlerine gelelim:
-
Eğer, Karabağ’da zevale uğrayan
Azeriler, sağlam bir iman ve dürüst bir amel sahibi olsalardı asla
ve kesinlikle üç buçuk Ermeni tarafından hezimete uğratılamazlardır.
Bu tıpkı, 5 vakit namazdan, yüreklerinde iman ve ellerinde imanla
ölüme meydan okuyan Çanakkale Şehitleri tarafından yaratılan
“İstiklâl Savaşı Rûhu” gibi bir duygudur. Bu duygu, iman, itikat ve
amelden yoksun olanlar asla zafer kazanamaz ve kefereye galip
gelemezler.
- ATATÜRK’ÜN DİNİMİZ HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİ:
-
“Din vardır ve lâzımdır. Temeli çok
sağlam bir dinimiz var. Malzemesi iyi; fakat bina, uzun asırlardır
ihmale uğramış. Harçlar döküldükçe yeni harç yapıp binayı takviye
etmek lüzumu hissedilmemiş. Aksine olarak birçok yabancı unsur -
tefsirler, hurafeler- binayı daha fazla hırpalamış. Bugün bu binaya
dokunulamaz, tamir de edilemez. Ancak zamanla çatlaklar derinleşecek
ve sağlam temeller üstünde yeni bir bina kurmak lüzumu hasıl
olacaktır. (1922)
- Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile
dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime, bizzat hakikate nasıl
inanıyorsam buna da öyle inanıyorum. Şuura aykırı, ilerlemeye mâni
hiçbir şey ihtiva etmiyor. (1923)
-
Milletimiz din ve dil gibi kuvvetli
iki fazilete maliktir. Bu faziletleri hiçbir kuvvet, milletimizin
kalb ve vicdanından çekip alamamıştır ve alamaz. (1923)
- Tarih, hakikatleri tahrif eden bir sanat değil, belirten bir
ilim olmalıdır. Bu küçük harbte bile askerî dehâsı kadar siyasî
görüşüyle de yükselen bir insanı cezbeli bir derviş gibi tasvire
yeltenen cahil serseriler, bizim tarih çalışmamıza katılamazlar. Hz.
Muhammed bu harb sonunda çevresindekilerin direnmelerini yenerek ve
kendisinin yaralı olmasına bakmayarak galip düşmanı takibe
kalkışmamış olsaydı, bugün yeryüzünde müslümanlık diye bir varlık
görülemezdi.(1923)
-
Bizim dinimiz en mâkul ve en tabiî
bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin
tabiî olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uyması lâzımdır.
Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur. (1923)
-
Büyük dinimiz çalışmayanın
insanlıkla alâkası olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler zamanın
yeniliklerine uymayı kâfir olmak sanıyorlar. Asıl küfür onların bu
zannıdır. Bu yanlış yorumu yapanların amacı, İslâmların kâfirlere
esir olmasını istemek değil de nedir? Her sarıklıyı hoca sanmayın,
hoca olmak sarıkla değil, beyinledir. (1923)
- Bizim dinimiz, milletimize değersiz, miskin ve aşağı olmayı
tavsiye etmez. Aksine Allah da, Peygamber de insanların ve
milletlerin değer ve şerefini muhafaza etmelerini emrediyor. (1923)
- Bu davada en güçlü, özgün, önemli ve nadir
örneklerden biri de, şüphesiz dost ve kardeş Azerbaycan’ın İstiklâl
Savaşını onurlu bir zaferle sonuçlandıran, kat-i bağımsızlığına
kavuşturan Prof. Dr. Ebulfeyz Elçibey (1938-2000)’dir. Onun da çok
çileli bir hayatı vardır. Buyrun, dizimizin son örnek “dava adamını”
da inceleyelim ve sonra alınacak ders ve ibretleri hep birlikte
yorumlayıp, yine birlikte mütalâa edelim:
- PROF. DR. EBULFEYZ ELÇİBEY (1938-2000
-
Azerbaycan eski (2.) Cumhurbaşkanı
Ebulfez Elçibey, Nahçıvan'ın Keleki kasabasında doğdu. Asıl adı,
Ebulfez Kadir Güloğlu Aliyev olan Elçibey, Azerbaycan Bakü Devlet
Üniversitesi Arap Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu.
-
Elçibey, daha kominizmin çöküşü
başlamadan çok önce 1970'li yıllarda, eski SSCB topraklarına dahil
olan Azerbaycan'ın hürriyet ve bağımsızlığı için mücadele etmeye
başladı. 1976 yılında Sovyetler'e karşı propaganda yaptığı
gerekçesiyle tutuklandı ve 1978 yılında şartlı olarak serbest
bırakıldı.
-
Ebulfez Elçibey, 1988-1989
yıllarında Azerbaycan halkına bağımsızlık mücadelesi yolunda öncülük
ederek, halkından büyük destek gördü. Elçibey, aktif siyasi hayatına
1989 yılında, Azerbaycan
-
Halk Cephesi Partisi'nin (AHCP)
başına geçerek başladı.
-
Azerbaycan, SSCB'nin 1990'da
dağılmasının ardından 18 Ekim 1991 yılında resmen ve hukuken
bağımsızlığını ilan etti. Ayaz Muttalibov'un politika gereği usulen
atandığı ve kısa süren cumhurbaşkanlığının ardından, Prof. Dr.
Ebulfez Elçibey 7 Haziran 1992'de bağımsız Azerbaycan
Cumhuriyeti'nin ikinci Cumhurbaşkanı oldu.
-
Elçibey, daha önce "Milli Kahramanlık Ödülü" nü verdiği Suret
Hüseyinov'un Haziran 1993'de vaki ayaklanmasından sonra
Cumhurbaşkanlığı görevini terk ederek doğum yeri olan Keleki' ye
döndü. Azerbaycan'ın eski Cumhurbaşkanı, 31 Ekim 1997'de Keleki'den
Bakü'ye döndü ve AHCP'nin başında aktif siyasi hayatına devam etti.
Elçibey, 1998 yılında yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerine,
"demokratik, tarafsız ve adil olmadığı" gerekçesiyle boykot ederek
katılmadı. Zaman zaman Haydar Aliyev iktidarına karşı verdiği sert
demeçlerle kamuoyunun dikkatlerini üzerine çekti.
-
Azerbaycan'da 5 Kasım'da yapılacak
2. dönem parlamento seçimlerine katılma kararı alan Elçibey,
bağımsız Azerbaycan Cumhuriyeti'nin parlamentosuna girebilmek için
ilk defa milletvekilliğine adaylığını koydu. Hayatı boyunca, Türk
dünyasının birleşmesi ve kardeşliği için mücadele eden Elçibey, bu
yönde "Bütün Azerbaycan Yolunda" isimli bir kitap çıkardı. 62
yaşında ölen Ebulfez Elçibey, iki çocuk babasıydı.
-
GATA'da bir süre tedavi gören
Azerbaycan'ın eski Devlet Başkanı Ebulfez Elçibey 9 Ağustos 2000’ de
Ankara (Anavatan Türkiye) da vefat etti.
-
Elçibey, vefatından önce yaklaşık 2
aydır sağlık nedenleriyle Türkiye'de tedavi altında tutuluyordu
Prostat tümörü nedeniyle önce Ankara Hastanesi'nde tedavi altına
alınan Elçibey, hastalığının belirli bir evreye ulaşması ve kemik
tutulumu nedeniyle radyoterapi gerektiği için 9 Ağustos 2000
Çarşamba günü GATA'ya radyoterapi görmek üzere kaldırılmıştı.
Elçibey'in Türkiye'ye "metabolik durumunun çok bozuk ve septik
komada, şuuru kapalı olarak" geldiği, Türkiye'de kaldığı sürece
durumunun iyiye gittiği, ancak nefes darlığı, akciğer enfeksiyonu,
prostat kanseri hastalıklarını birarada taşıdığı belirtilmişti.
- ÇİLELİ BİR HAYAT VE ELÇİBEY
-
1938'de Nahcivan'ın Keleki
kasabasında doğan Elçibey, 1962'de Bakü Devlet Üniversitesi Doğu
Dilleri Enstitüsü, Arapça bölümünden mezun oldu. 1963-1964'te
Mısır'da tercüman olarak çalıştı. 1970'lerde ise ülkesinin
bağımsızlığı için çalışmaya başladı. Bu yüzden 1975'de
'milliyetçilik' suçundan bir buçuk yıl hapis yattı. 1976'da Salman
Mümtaz El Yazmaları Enstitüsü'nde Türk ve İslam tarihinin ilk yazılı
kaynaklarını incelerken, bir yandan da bağımsızlık mücadelesi için
çalışmaya başlamıştı.
- SOVYETLER SARSILIYOR
-
1980'lerin sonlarında dünya
Sovyetler'i tarihin çöplüğüne atmak için gün sayıyordu. Elçibey ise
ülkesinde bağımsızlık mücadelesinin başını çekenlerdendi. O,
milliyetler siyasetinde Leninist ilkelerin bozulduğu, Rusçanın
emperyalist bir siyaset aracı haline geldiği görüşündeydi. 1988'in
ortalarında üç Baltık ülkesi Litvanya, Letonya ve Estonya'da halk
cepheleri kurulması ona esin kaynağı oldu. Halk Cephesi 1989'da ilk
'yarı legal' konferansını yaptığında 'Azat Azerbaycan' mücadelesinin
başını çekecek lider olarak seçildi. Üç hedefi vardı: Azerbaycan'ın
bağımsızlığı, Karabağ'ın Ermenilerden temizlenmesi, İran'daki Güney
Azerbaycan'daki 25 milyon Azeri'nin Azerbaycan'la birleşmesi.
-
Halk Cephesi, Rus istihbaratının
engellemelerine rağmen kısa sürede bir halk hareketi haline geldi.
Öyle ki, 1989'da hükümet cepheyi resmen tanımak zorunda kaldı.
Elçibey'in ilk aktif eylemi ise, binlerce Azeri'nin İran sınırına
yaptığı ünlü yürüyüş oldu. Bu seferki esin kaynağı Berlin Duvarı'nın
yıkılmasıydı. Nahcivan ve Astra'dan onbinlerce Azeri, 30 Aralık'ta
'Yaşasın Tebriz-Bakü' sloganlarıyla sınıra dayandığında, ne Rus
askerleri ne de İran askerleri çatışmayı göze alabilmişti. Dikenli
teller 'Birleşmiş Azerbaycan' sloganlarıyla parçalanmıştı.
- YÜKSELEN BAYRAK İNMEZ
-
1990'da dünyaya 'barış ve kardeşlik'
mesajları veren SSCB lideri Mihail Gorbaçov, Azerilere başka bir
şeyi reva görecekti: Kızıl Ordu. Önce kimse buna inanmadı. Ama 19
Ocak'ı 20 Ocak'a bağlayan gece umulmayan oldu ve Kızıl Ordu tankları
tıpkı 70 yıl öncesindeki gibi Bakü'ye giriverdi. 1918'de Mehmet Emin
Resulzade öncülüğünde kurulan Demokratik Azerbaycan Cumhuriyeti'nin
27 Nisan 1920'de Kızıl Ordu'nun paletleri altında ezilmesi gibi. Ama
bu kez tarihin tekerrür etmesi bu kadarla kalacaktı. Bakü'deki ünlü
Azatlık Meydanı'nı dolduran milyonlar kendilerini tankların önüne
atıverdi. 130 kişi hayatını yitirdi, 700'ü yaralandı. Ama bu
harekâttan sonra siyasetin dengeleri de değişti. Vezirov görevinden
alındı ve yerine Moskova'nın 'has adamı' Ayaz Muttalibov getirildi.
-
Halk Cephesi ve Elçibey'in payına
ise yeraltına çekilmek düştü. Hükümet, Halk Cephesi'nin
yetkililerini tutuklamıştı. Baharla birlikte ortam yumuşadığında
Elçibey yine sahneye çıkacaktı. Bu kez Mayıs 1990'da uzun yıllar
çalıştığı El Yazmaları Merkezi'nin önünde, halka, 'Azerbaycan
bayrağında orak çekici kullanmayın' çağrısı yapıyordu. Elçibey,
bunun yerine 1918'de Resulzade'nin sözlerini tekrarlayacaktı:
"Yükselen bayrak bir daha inmez."
-
Azeri Yüksek Sovyet Meclisi ise Rus
askerlerinin Bakü'de olmasından yararlanıp seçim kararı aldı. Halk
Cephesi seçime katılırken, Elçibey sadece kurulan seçim bürolarını
yöneterek arkadaşlarını destekleyecekti. Uygulanan olanca hileye
rağmen Halk Cephesi'nden 30 milletvekili meclise seçilmeyi başardı.
- CEPHEDE İLK ÇATLAK
-
Rusya'da Boris Yeltsin'in devlet
başkanı olduğu 1991'de Halk Cephesi'nde de ilk çatlaklar belirdi.
Moskova'da hapis yattığı sıralarda Rus yanlısı olduğu söylenen
İtibar Memedov ve Rahim Gaziyev, Elçibey karşısında bir grup
oluşturdu. Memedov, 'Milli İstiklal Partisi'ni kurdu. Elçibey ise
dikkatini bir yandan Rus askerlerinden kurtulmaya diğer yandan da
işgal altındaki Karabağ'da verilecek savaşa odaklamıştı. 23
Ağustos'ta Bakü'de düzenlenen mitingde komünist partisinin
lağvedilmesini isteyen konuşmasını yaptığında, sivil giyimli KGB
ajanları tarafından feci şekilde dövüldü.
-
Azerbaycan ise artık geri dönülmez
bir noktaya gelmişti. Komünist Partisi, 14 Eylül'deki kongrede
lağvedilmeyi tartışıldı. Elçibey'in çağrısına uyan 100 binin
üzerinde Azeri meclisi kuşatınca beklenen oldu. Bağımsızlık ilan
edildi. Elçibey ise 100 binden fazla Azeri'ye, "Hukuki yönden
bağımsızlığımızı kazandık. Bundan sonraki mücadelemiz gerçek
bağımsızlıktır" dedi. Ve 18 Ekim 1991'de bağımsızlığını ilan eden
Azerbaycan, 29 Aralık'ta halkın yüzde 98'inin oyuyla bağımsızlığa
evet dedi.
-
Bu sırada gerçekleşen ve tarihe
'Hocalı katliamı' olarak geçen olay ise Muttalibov'un sonunu
getirdi. Rus destekli Ermeni güçlerinin 10 bin nüfuslu Hocalı
kentine yaptığı saldırıdan sadece 1000 kişi kaçabildi. Katliamın
ardından adres yine meclisti. Üç gün süren bekleyişin ardından
Muttalibov istifa etti, yerine Yakup Memedov geçti. Ama artık
cumhurbaşkanlığı seçimi kaçınılmazdı. Elçibey'in bu görevde gözü
yoktu. Önce adaylığa yanaşmadı, ısrarlar üzerine 'evet' dedi.
Seçileceğine kesin gözüyle bakılıyordu. Bundan en çok rahatsız olan
ise Moskova ve Tahran'dı. İşte bu sırada Şuşa ve Laçin, Ermenilerin
eline geçti. 14 Mayıs'ta mecliste toplanan ve Halk Cephesi
milletvekillerini dışlayan bir heyet Hocalı olayından Muttalibov'un
sorumlu tutulamayacağı kararını alıp, onu devlet başkanı ilan etti.
- Elçibey'e yine meydanlara çıkmak düşmüştü. 200 bine yakın Azeri,
meclise yürüdü. Muttalibov ve arkadaşları bir Rus askeri uçağıyla
Moskova'ya kaçtı. Ve 7 Haziran 1992'de Elçibey oyların yüzde
59.4'ünü alarak devlet başkanı seçildi. Elçibey ilk iş olarak milli
ordu oluşturmak için kolları sıvadı. Ancak Karabağ'da savaşan Azeri
birlikleri 'nedense bir birlik' sergileyemiyordu. Azeri güçlerine
verilen karşı atak emri, bizzat Savunma Bakanı Gaziyev'in 'geri
çekil' emriyle sabote ediliyordu. Ermeniler Kelbecer ve Ağdam'a da
girdi. Elçibey'in Türkiye'nin yardımıyla kurduğu milli ordu başarılı
olamamıştı. Eylül 1992'de cephe ziyaretlerinden birinde Elçibey'e
karşı bu kez suikast düzenlendi. Ama sonuç alınamadı.
- AZERBAYCAN'I İÇ SAVAŞA SÜRÜKLEMEM
-
1993'e girildiğinde Elçibey yönetimi
petrol anlaşmalarını belli bir noktaya getirmişti. 15 Haziran'da
Ermenilerle muhtemelen Kelbecer'in geri alınması için masaya
oturacaktı. Ülke ekonomik ve siyasi bağımsızlığa adım adım
yaklaşıyordu. Ama bu kez devreye girecek olan Suret Hüseyinov,
Elçibey'in kaderini değiştirecekti. Azeri lider, Gence'deki
birliklerin komutanı olan Hüseyinov'a Karabağ'daki başarıları için
kahramanlık unvanı vermişti. Ama onun hesabı başkaydı. Rusya'nın ve
İran'ın desteğini aldığı söylenen Hüseyinov'un bir başka ilişkisi de
o sıralarda Nahcivan'da bulunan KGB tedrisatından geçmiş Haydar
Aliyev'leydi. Aliyev, Bakü'de yavaş yavaş etkinliğini artırmıştı.
Söylentilere bakılırsa, Hüseyinov ile Aliyev arasında bağlantıyı
Gaziyev sağlıyordu. Bu kez darbe 'geliyorum' diyordu. Elçibey, 3
Haziran'da Gence ve Bakü'deki olağanüstü hal ilanını uzatıp Gence'ye
birlik gönderdi. Ama isyan bastırılamadı. Hüseyinov, Bakü'ye doğru
harekete geçtiğinde Elçibey'e sürgün yolları görünmüştü.
-
Kaybettiğini anlayan Elçibey, kan
dökülmesini istemiyordu. Aliyev'i kriz yatışana dek başa geçmesi
için Bakü'ye çağırmak zorunda kaldı. Uyuşturucu ve silah
kaçakçılığıyla uğraştığı söylenen Hüseyinov onu ürkütüyordu. Aliyev
ise Azerbaycan için 'sıkıntı' anlamına gelse de hiç olmazsa Azeri
devleti korunabilirdi. O sıralarda yakınlarına şöyle diyecekti: Bu
ülke için yapılacak bir hizmet daha var. İktidardan el çektirilsek
dahi Ermenilerle savaş durumunda olan, bin bir emekle kurduğumuz bu
devleti iç savaşa çekmeyeceğiz.
-
Ve Aliyev, Bakü'ye geldi.
Hüseyinov'un sahneye koyduğu Moskova destekli darbe planının birinci
aşaması tamamlanmıştı. Elçibey, Hüseyinov aracılığıyla kendisine
suikast hazırlandığını öğrenince, 17 Haziran'da Keleki'ye gitti. 24
Haziran'da Aliyev yeni devlet başkanı seçilirken, Hüseyinov da
başbakanlığa atanacaktı. 1997'de Bakü'ye dönen Elçibey, bir yıl
sonraki devlet başkanlığı seçimini 'demokratik ve adil' olmadığı
için boykot etti. Ömrü el verseydi, 5 Kasım'da milletvekili adayı
olacaktı.
- “TÜRKİYE İLE BİRLEŞMELİYİZ”
-
Azerbaycan'ın eski Cumhurbaşkanı ve
Azerbaycan Halk Cephesi Partisi (AHCP) Genel Başkanı Ebulfez Elçibey
verdiği son röportajında, ülkesindeki ve bölgedeki gelişmeleri
değerlendirdi. 'Bunları birinin açıkça söylemesi gerek.' diyerek,
her zamanki açık üslubunu sürdüren Elçibey, Türkiye ve Azerbaycan'ın
sınırları kaldırarak konfederasyona gitmeleri gerktiğini söyledi.
-
Azerbaycan Halk Cephesi (ACHP)
liderliğiniz bir bağımsızlık hareketi olarak başladı. Amacına
ulaştı, önce iktidar sonra parti oldu. İçinden birçok parti çıktı;
aynı çizgideki bu partiler neden birleşemiyor?
-
Bu tabii bir süreçtir. Azerbaycan
için bir şeyler yapmak isteyen milliyetçi milyonlar bir araya
toplanarak bağımsızlık için mücadele etti. Bağımsızlığımızı
kazandıktan sonra devlet kurmak için iktidar olmak gerekliydi. Halk
Partisi, eğer tek parti olarak kalsaydı buna izin vermezdim. O zaman
yine Komünist Parti'nin yerine oturmuş olur, tek hakimiyetlik devam
ederdi. Demokrasi, çok partililikten başlar. İnsanlar niye böyle
bakıyor? Aynı çizgide birçok partinin çıkması, bunların birbiri
arasındaki ihtilafları, tartışmaları gayet normaldir. ABD'de esasen
30'a yakın parti vardır; bunların ikisi öndedir. Rusya'da da 6'dan
fazla Komünist parti var; niye birleşmiyorlar? Kim bilir,
Azerbaycan'da da zaman gelecek iki parti kalacak. Toplumun tabii
akışını kimse engelleyemez, kendisi hareket eder, içinden liderler
çıkarır.
-
İktidarınızın kısa sürmesini nasıl
izah ediyorsunuz? Peşinizden koşan milyonlar siz yıkılırken neden
arkanızda değildi?
-
Ben yıkılacağımı biliyordum. Rus
askerini Azerbaycan'dan çıkardığım gün arkadaşlarıma dedim ki, benim
artık iktidarda kalacağıma inanmayın. Rus KGB'si bizi yıktı. Rus ve
İran istihbaratı ortak çalıştı; 100 milyon dolarlık bütçeleri vardı.
Azerbaycan'dan Rus askerini kovmaya muvaffak oldum. Evet, kovdum
onları, 'çık git' dedim. Tam 75 bin Rus askeri vardı. Kafkasya'da
Bakü, Rus askerî üslerinin merkeziydi.
-
Neredeyse bir buçuk asır boyunca
zalim, hain, Türk ve insanlık moskof işgali altında kalmış; Milli,
manevi ve kültürel değerleri özellikle yozlaştırılmış, yıllar boyu
asimile edilmiş talihsiz Azerbaycan’ın çilekeş lideri Prof. Dr.
Ebufeyz Elçibey’in hayat hikâyesine ilişkin röportajı nakletmeye
devam ediyorum. Zira bunlar, (bu belge ve bilgiler)Türk ve İslâm
alemine ibret olacak niteliktedir. Türk milletinin “Milli tarih ve
milli hafızasının” temel ve nadir bilgilerindendir. Küresel
emperyalizm ve vahşi kapitalizmin özellikle Türk ve İslâm âlemini
hedef aldığı günümüzde tekrar tekrar okunması ve “mukavim bir şuur,
bilinç oluşturulması” için şarttır.
-
“Gence'de hava komando tugayı vardı
ki, bir günde Azerbaycan'ı işgal edebilirdi. Kolay olmadı. Hadi
şimdi çıkartın Rus askerini bir yerden de görelim. Çıkmıyorlar. Ne
Gürcistan' dan ne Tacikistan'dan. Bunun sistemi var. Rus ordusu
karışık milletlerden oluşmuştu. Ordunun yüzde 60'ı Rus'tu, Bunların
içinde birbiri ile geçinemeyen Ukraynalılar da vardı. Nahcivan'da
sınırı koruyan Rus askerinin asıl görevi Türkiye'de casusluk
yapmaktı. Operasyonlar yapıyor, sinsice girdikleri Anadolu'da türlü
türlü işler görüyorlardı. Rus askerini göndermekle Türkiye'yi de
kurtardık.
-
Gence isyanını bastırmak yerine
neden Keleki'ye, köyünüze gittiniz;
-
Türkiye neden sizi desteklemedi?
-
İsyancı Albay Suret Hüseynov Bakü'ye
yürüdüğünde kardeş kanı dökülmesini istemediğim için Keleki'ye
gittim. Hüseynov, Karabağ'da savaşıyordu, başarılar kazanmıştı,
askeri çevrelerin telkiniyle ona kahramanlık ünvanı verdim.
Keleki'den iki gün önce Ankara'da ağırlandığım yalandır; bir ay
sonra Türkiye'den maslahat almaya gittiğim de doğru değil. Bir halk,
mücadelesini kendi yapmalıdır. Türkiye'nin başını niye buraya
sokalım ki? Türkiye, diplomatik açıdan bizi desteklesin sağol deriz.
Yeterli destek oldu, olmadı tartışması abestir; yeterli ifadesinin
sınırı yoktur.Kanla verilen toprak ancak kanla alınabilir. AGİT,
yıllardır diplomatik oyunlarla bizi oyalıyor. Kadim toprağımız
Karabağ'ın masada satılmasına göz yummayız. Bunun için 239 teşkilatı
birleştirerek Milli Mukavamet Hareketi'ni kurduk. Bunun amacı
halkımızı psikolojik olarak muhtemel bir savaşa hazırlamaktır,
siyasi bir maksadı yoktur. Kafkasya'da ikinci Ermeni devleti
kurulmaya çalışılıyor. Ermenistan zaten Rusya'nın oyuncağı, maşası.
Dünyada bir milletin yan yana iki devlet kurduğu görülmemiştir. Bu
oyun tutmayacak. Ermenilere, Karabağ'da ancak kültürel özerklik
verilebilir.
-
Son dönemlerde İran'daki Azeri
Türkleri için çalışmalarınızı hızlandırdınız?
-
İran, 21. yüzyılda nasıl bir değişim
geçirecek?
-
Dünyanın değişik ülkelerinde yaşayan
40 milyon Azeri Türkü'nün hiçbir yerde kaydı yok. Ne BM'de ne de
İKÖ'de. Ortada bir vurdumduymazlık var, bunu ortadan kaldırmaya
çalışıyoruz. Türk folklor ve kültürünü korumak benim görevimdir.
Asimilasyon politikalarına rağmen İran'daki Türkler, Türklük şuurunu
yitirmedi. Tahran rejiminin dışladığı çoğu entelektüel 4 milyon
Türk, değişik ülkelere dağıldı. İran'da bir grup kültürel
özerklikten yana. Bir kısmı ise bağımsızlık istiyor. Güney
Azerbaycan hareketi geçtiğimiz yüzyılda üç defa kanlı biçimde
bastırıldı. İran'da da bir çeşit KGB rejimi var. Rus sistemi nasıl
çöktüyse insan fıtratı ile uyuşmayan bu baskı rejimi de son
bulacaktır. ABD de İran'daki rejimi yıkmak değil yumuşatmak,
liberalleştirmek istiyor. İranlılar da artık demokratik (!) dünyanın
dışında kalamayacaklarını anlamaya başladılar. Sovyetler Birliği
dağılacak dediğimde bana deli gözüyle bakıyorlardı. Şimdi de
İran'daki sistem liberalleşecek, Azeri Türkleri demokratik haklarını
elde edecekler diyorum. (Zaman-5/08/2000)
-
Böylece Türk ve İslâm dünyasının
günümüz tarihine damgasını vuran üç büyük ‘efsane’ liderini
inceledik. Mümkün olduğu kadar hayat bilgileri, mücadele esaslarının
ilke, norm ve kriterleri ile verdikleri mücadelenin usul, esas,
dayanak, hedef ve stratejilerini apaçık ortaya koyduk. Bu bilgileri
bütün Türk aleminin en büyük önderi, Kemalizm’in fikir ve eylem
babası Mustafa Kemâl ATATÜRK’ ün söylev, emanet, vasiyet ve
demeçleri ile bütünleştirdik. Fikir plânında örnekler yerli yerine
oturdu.Güncel mücadelenin hedef, amaç, ilke, usul, esas, metot,
önem, anlam ve stratejileri bütün unsurlarıyla ortaya kondu.
-
Şimdi, konunun finaline geldik.
Ancak, esasa geçmeden ve Irak Türkmen kardeşlerimize emanet ve
nasihatlerimizi sıralamadan önce; Türk dünyasının sayılı, saygın ve
seçkin bilim ve düşün adamlarından Prof. Dr. İsa Kayacan’ın
“Türkmenleri Doğru Anlamak” başlıklı özgün bir değerlendirme yazısı
ve makalesini aktarmak istiyorum.
-
Buyrun size nadir bir örnek daha;
- TÜRKMENLERİ DOĞRU ANLAMAK (Prof. Dr. İSA KAYACAN)
-
“Kısa adı ITC olan, Irak Türkmen
Cephesini ve bu cephenin faaliyetlerini iyi doğru anlamak gerekiyor.
Geçtiğimiz günlerden birinde, Ankara’da Irak Türkmen Cephesi Türkiye
Temsilciliğinin kuruluşunun 12. yıldönümü kutlandı.
-
Arkasından, Ankara Tandoğan
Meydanında “Büyük miting” gerçekleştirildi.
-
Yağmura rağmen, Tandoğan meydanını
dolduran, Irak Türkmenlerini sevenler arasında bulunan bir kalem
sahibi olarak gördüm ki, Irak Türkmen Cephesi giderek güçleniyor,
yaygınlaşıyor. Hazırlanıp yayınlananlar, bilgi ve belgelerin
getiricileri; Irak’ta İngiliz mandasındaki idareden krallığa,
krallıktan cumhuriyete, cumhuriyetten diktatörlüğe, ezilen ve yok
edilmek istenen tek milletin, Türkmenler olduğunu görmekteyiz.
-
Bilindiği gibi, Irak’ta Osmanlı
sonrası 1927 yılında Krallık kuruluyor. 1932 yılında bağımsızlık
ilan ediliyor. Krallık 1958 yılında devrilerek, cumhuriyete
geçiliyor. 1968 yılında Baas Partisi iktidara geliyor. Saddam
Hüseyin 1979 yılından itibaren Irak’ın yönetiminde söz sahibi
oluyor. Her nedense, Irak yönetimleri tarafından Osmanlı Devleti’nin
devamı gibi algılanan Türkmenler, hep potansiyel tehdit olarak
gösterilmeye çalışılmıştır. Bütün Irak yönetimleri, Türklük
bilincini ortadan kaldırmak için Türkmenleri hep baskı altında
tutmuşlar ve siyasi faaliyetlerine izin vermemişlerdir.
-
Değişik adlarla ve değişik
aşamalardan geçen Türk kuruluşları, arkasından “Türkmeneli Partisi”
ve “Türkmen Bağımsız Hareketinin” kurulmasıyla genişleyen Türkmen
siyasi hareketi, 24 Nisan 1995 tarihinde Irak Türkmen Cephesinin
kurulmasıyla yeni bir boyut kazanıyor. Bugün, Irak Türkmen
Cephesinin lideri Dr. Sadettin Ergeç’tir. Bu cephenin Türkiye
temsilcisiyse Ahmet Muratlı’dır. Irak Türkmen Cephesinin,
Türkiye’deki temsilciliğinden başka, Londra, Berlin, Washington, Şam
ve Brüksel’de temsilcilikleri bulunmaktadır.
-
Türkmenler Irak’ta üçüncü asli
unsurdur. Irak’ta 1957 yılında en sağlıklı nüfus sayımında Irak
nüfusu 6 milyon 298 bin 976, Türkmen nüfusu ise 567 bin olarak
tespit edilmiştir. Bu sayım dikkate alındığında, bugün Irak’ta
yaklaşık 3 milyon Türkmen’in yaşıyor olması gerekmektedir. Bu 3
milyon nüfusun yaklaşık yüzde 10’unun dış ülkelerde yaşadığı,
bunların yüzde 40’ının da muhtemelen Türkiye’de ikamet ettiği tahmin
edilmektedir.
- Aslında “Türkmen” denilince ilk olarak Orta Asya Türk
Cumhuriyetlerinden Türkmenistan halkı akla gelmektedir. Bunu da
bertaraf edebilmek için “Irak Türkmenleri” sözcüğü yaygın olarak
kullanılmaya başlanılmıştır.
- Prof. Dr. İsa Kayacan’ın inceleme ve değerlendirmesi
ile devam ediyoruz. Bu makale, değerli Hocamızın camia ile yakınlığı
ve iç içeliği bakımından özgün bir örnektir. Dolayısıyla bütüne
katkısı ve konuya kazandırdığı açılım bakımından dikkatle
incelenmeye değerdir.
- ANKARA’DAKİ BÜYÜK MİTİNG
-
28 Nisan 2007 tarihinde, Ankara
Tandoğan Meydanında, Irak Türkmen Cephesi Ankara Temsilciliğince
düzenlenen büyük mitinge, ülke genelinden katılanların sayısı
beklenilenin üstündeydi. Kerkük türkülerinin seslendirildiği miting
meydanı, “iğne atsan yere düşmeyecek” ifadesiyle örtüşüyordu.
-
Türkmen davasının yılmaz savunucularından, dostum Şemsettin
Küzeci’nin sunuculuğunu yaptığı miting katılımcıları, Kerkük-Türkmen
şiirlerinden örnekleri Küzeci’nin sesinden dinlerken, heyecanın
dorukta olduğunu gözledim. Irak Türkmen Cephesi Türkiye Temsilcisi
Ahmet Muratlı’nın uzun ve heyecanlı konuşması, Irak Türkmenlerinin
geçmişten günümüze kadar uzanıp gelen sıkıntılarını teker teker
ortaya koydu. “Kerkük namusumuzdur / Telafer öz vatanımızdır /
Kerkük Türktür, Türk kalacaktır” sloganları anlamlıydı..
GÜNÜN SÖZÜ:
Dünyanın neresinde
Türk varsa, ellerimizi uzatmalı ve kucaklaşmalıyız (İsa Kayacan)
- ŞİMDİ YAKIN TARİHE DÖNELİM:
-
27 Şubat 1923 tarihli TBMM gizli
oturumunda Heyet-i Vekile Reisi, yani Başbakan Rauf [Orbay] Bey,
kürsüde boncuk boncuk terler dökmektedir. Özellikle İzmit mebusu
Sırrı, Bursa mebusu Operatör Emin, Bitlis mebusu Yusuf Ziya ve
Erzurum mebusu Mustafa Durak beyler Musul’un İngiltere’ye
bırakılması ve bir sene içinde İngilizlerle bir hal yolu bulunmaz
ise Cemiyet-i Akvam’a, (bugünkü Birleşmiş Milletler’e) havale
edilmesini Misak-ı Milli’ye aykırı bularak şiddetle
eleştirmektedirler. Rauf Bey, kendisi taraftar olmasa da, bir
şekilde İsmet Paşa’nın oldu bittisini meclise karşı savunmak zorunda
kalmıştır ve asıl bedbahtlığı da burada yatmaktadır: Fikirlerine
aykırı da olsa TBMM Hükümeti’nin kararlarını savunacaktır.
-
O arada salondan Yusuf Ziya Bey’in hiddetli sesi duyulur: “Bir
kelimeyle cevap istiyorum:
-
Musul Misak-ı Millî dahilinde mi, değil mi?” Hamidiye Kahramanı
Rauf Bey’in cevabı tek kelimeliktir: “Dahilindedir.”
- Bu soru işareti, biraz sonra kürsüye çıkacak olan
Gazi Mustafa Kemal’in, Misak-ı Milli’de harita ve dolayısıyla sınır
olmadığını söylemesiyle tekrar tutuşacaktır. Zira Gazi’ye göre
Misak-ı Milli yanlış anlaşılmıştır. O “milletin menfaati” ve
Meclis’in “isabet-i nazarı”ndan ibarettir. Dolayısıyla sabit değil,
esnek bir kavramdır. Yerine ve zamanına göre yeniden şekillenebilir.
-
Nitekim kendisi, bu esnek Misak-ı
Milli politikasının en çarpıcı örneğini Hatay’da verecek, Hatay,
ısrarlı takipleri sonucunda bağımsızlığına kavuşunca insanların
aklına, acaba devamı gelecek mi sorusunu düşürecektir. Gerçekten de
Atatürk, Misak-ı Milli stratejisinin 1923’de başaramadığını müteakip
yıllarda atacağı adımlarla başarmayı planlıyor muydu ve 1932’de
Yunus Nadi’nin Cumhuriyet’teki bir yazısında belirttiği gibi,
Misak-ı Milli’nin gizli ajandasında Osmanlı’dan ayrılan Müslüman
devletlerin bağımsızlıklarına kavuşması yazılı mıydı? Sanırım bu
sorular Kuzey Irak’taki gelişmeler gündemimizde kaldıkça durmaksızın
sorulacaktır.
-
Aşağıda yayınlayacağım Mustafa
Kemal’in mektubu, Misak-ı Millici bakışın 1925’in sonlarında bile
bölgeye ilgisini kaybetmediğini ve kayıpların kalıcı olarak
görülmediğini göstermektedir.
- İŞTE O MEKTUP :
-
Aslında Mustafa Kemal’i daha 1 Mayıs
1920’de, yani TBMM’nin açılışının üzerinden henüz bir hafta
geçmişken Meclis kürsüsünden milli sınırımızın İskenderun’un
güneyinden doğuya doğru uzanarak Musul’u, Süleymaniye’yi ve Kerkük’ü
içine aldığını söylerken görürüz. Nitekim Doğudaki aşiretlerle
ilişkilerini iyi tutmaya ve İngilizlerin oyunlarını boşa çıkarmaya
çalışmak, bu politikasının bir uzantısıydı. 1 Şubat 1922’ye
gelindiğinde Milli Savunma Bakanlığı’na “Misak-ı Milli sınırları
içinde bulunan Musul vilayetinin kurtarılması için Ravenduz
bölgesine bir kısım kuvvet gönderilmesi” talimatını verecek,
Bakanlık da Binbaşı Özdemir Paşa’yı görevlendirecekti.
-
Özdemir Paşa operasyonunun
İngilizleri şaşkınlığa düşürdüğünü biliyoruz. Bir Türk-Kürt ortak
operasyonu olan bu harekât Musul’a varmış, hatta Irak içlerine
sarkmaya bile başlamıştır. Aynı günlerde Anadolu’da Yunan
kuvvetlerinin İzmir’den “denize dökülmesi”, ayrı bir moral kaynağı
olmuştur Özdemir Paşa ve ekibi için.
-
7 Eylül 1922’de Mareşal Fevzi
Çakmak, “Musul’un silahla alınacağı” yolunda bir telgraf çekiyordu
Doğu ve El-Cezire komutanlıklarına. Ancak şartlar, kuvvet ve
silahlarımızın Batı Cephesine kaydırılmasını gerektirmiş ve Musul’u
alma operasyonu gerçekleşememiş, belki de altın bir fırsat
kaçırılmıştır.
-
Ardından Lozan süreci gelmiş ve
İsmet Paşa’nın elimizdeki en kuvvetli kart olan Musul meselesini,
Mim Kemal Öke’nin “bilerek ya da bilmeyerek (veya bizim anlam
veremediğimiz bir sebepten dolayı)”otel odalarında ve İngiltere’yle
ikili olarak görüşmeye açması, asla genel kurula getirmemesi, Musul
meselesinde bir kırılma noktası teşkil etmişti. İşte bundan sonra
yukarıda bir kısmına değindiğimiz Meclis’in direnişini göreceğiz.
Ancak bu direniş işe yaramayacak ve İsmet Paşa, Musul’u İngiltere’ye
bırakarak dönecektir Ankara’ya.
- 30 Ocak 1923 günü Mecliste “Musul vilayeti, Türkiye Devleti’nin
milli sınırları dahilindedir” diyen Mustafa Kemal Paşa, bundan 28
gün sonra Musul’u “gayet kolaylıkla alabiliriz” demiştir aynı
kürsüden. “Fakat” diye eklemiştir ardından, “Musul’u aldıktan sonra
savaşın biteceğinden emin değiliz.” Yani Musul’u almak değil,
korumak önemlidir. Alırız almasına ama bedelini ödemeye de hazır
olmalıyız.
-
Zaten İngilizler de karşı harekâta
girişmiş ve 8 Nisan’da iki kol halinde sınırlarımıza doğru yürümeye
başlamıştır. Bölgede daha fazla kalamayacağını anlayan Özdemir Paşa
da arkası kapatıldığı için İran’a geçerek teslim olacak ve Van’dan
yeniden Türkiye’ye girecektir. (Bu harekâtın devamına, bu defa 1924
Ağustos’unda İstiklal Savaşı komutanlarından Cafer Tayyar [Eğilmez]
Paşa niyetlenecek ancak bu, sadece bir niyet olarak kalacaktır.) Lozan’da İngiltere’yle bir yıl içinde halledeceğimizi
belirttiğimiz Musul meselesi sürüncemede kalmaya devam edince
Cemiyet-i Akvam’a intikal etmiş, onlar da bir heyet göndererek
yerinde incelemeler yaptırmıştır. Bu arada bölgede halk oylaması
isteğimiz de insanların “ilkel” olduğu gerekçesiyle Batılılarca
reddedilir. (Yani o zamanlar biz plebisit yapmak istiyorduk,
İngilizler karşı çıkıyordu. Şimdi ise biz karşı çıkıyoruz, onlar
istiyor.)
-
Ardından Şeyh Said İsyanı (13 Şubat 1925) patlak verecek ve
bastırılsa da, sonuçları Musul’un durumunu doğrudan etkileyecektir.
Musul’daki en büyük kozumuz olan Kürtlerin Türkiye’ye katılmak
istedikleri tezi, içerideki Kürtlere yönelik bastırma harekâtı ve
1924 Anayasası’nda Kürtçenin yasaklanmasıyla zayıflayacak,
dolayısıyla isyan, sonuçta İngilizlerin ekmeğine yağ sürecektir.
-
Nihayet 23 Temmuz 1925’de Türkiye
Cemiyet-i Akvam’a başvurarak Musul’da Arapların aleyhimizdeki
faaliyetlerine engel olunmasını istemişse de komisyon bu konuda
yetkisiz olduğunu ileri sürmüştür. Bu, adeta son hamledir. Musul
üzerindeki projemiz bu tarihten itibaren gözle görülür biçimde
sönmeye başlamış, nihayet 7 Haziran 1926’da Dışişleri Bakanı Tevfik
Rüştü Aras’ın imzasıyla Musul üzerindeki bütün haklarımızdan, 25 yıl
boyunca petrol kârlarından yüzde 10 pay ödenmesi karşılığında
vazgeçecektik.
-
İşte Mustafa Kemal’in aşağıdaki mektubu, 23 Temmuz son
hamlesinden bir hafta sonraya rastlar. Türkiye’nin Musul’a veda
ederkenki hüzünlü ama yine de ümitvar bakışını yansıtan bu mektupta
Misak-ı Milli terimi geçmemekle birlikte Musul ahalisinin ülkemizin
ayrılmaz bir parçası olduğu, bir gün kurtulacaklarına olan ümidini
koruduğu, mücadeleyi bırakmamaları ifade edilmekte ve kurtuluşun
yakın olduğu vurgulanmaktadır.
-
Musul’daki “din kardeşlerimiz”in kurtuluş güneşinin doğuşunu
sabırla beklemelerini de hatırlatan bu ilginç mesajlar yüklü mektup,
ilk olarak bundan 35 yıl önce Fethi Tevetoğlu tarafından
yayınlanmıştır (Hayat Tarih Mecmuası, Sayı: 10, Kasım 1972, s. 6-7.)
Hilafet kaldırıldıktan sonra bile Musul halkına “din kardeşlerimiz”
diye hitap edilmiş olması bir başka ilginçliğidir mektubun. Şimdi
Seyyid Muhammed Cebbârî ve akrabalarına yazılan ve aslının Kerkük’te
Cebbarî ailesinde bulunduğu bildirilen bu mektubu beraberce
okuyalım: Mücahidin-i muhterem sâdâttan Seyyid Muhammed ve akrabalarına,
Memleketin bir cüz’-i lâ-yenfekk’i [ayrılmaz parçası] olan Musul’un
ahâlisinin karîben halâs bulacağına [yakında kurtulacaklarına]
itikad ve itimad olunarak öteden beri devam eden mücahedâtınızda ber-karar
olmanızı selamet ve saadet-i âtiyeniz namına hamiyet-i malumenize
terk eylerim.
-
Türkiye Cumhuriyeti’nin şefkatini ve Musul’un hükümetimize
aidiyeti hasebiyle âti-i karîbden [yakın gelecekten] asla kat’-ı
ümid etmeyerek [ümit kesmeyerek] zulümlere karşı yüksek bir cidal
ile münevver [aydınlık] bir istikbal te’min olunması, din
kardeşlerimizin huzur ve saadeti için kıymettardır. Halas günleri
karîbdir. Şems-i istihlasın tuluuna [kurtuluş güneşinin doğmasına]
sabûrane müterakkib bulunulmasını [sabırla beklenmesini] hatırlatır,
Cenâb-ı Vâcibü’l-Vücud’dan cümleye muvaffakiyetler temenni eylerim.
1.08.1341 (1925) Sabırla ve ümitle bekleyin, diyor. Neyi? Haziran 1926’da
attığımız ve Musul’u İngilizlere teslim ettiğimiz imzayı mı?
-
Evet, konuyla ilgili bilinç
oluşturma konusunda, yukarda yer alan pek çok hakikat, nasihat, söz,
söylem, yüzlerce örnek ve özellikle aşağıda hülâsa olunan “bir nevi
talimat” her vesile ile anılması, anlatılması, hatırlanması ve
hatırlatılması gereken bir husustur.
-
“Musul vilayeti, Türkiye Devleti’nin
milli sınırları dahilindedir” (Musul vilâyeti: Musul, Kerkük,
Süleymaniye, Telâfer dahil olmak üzere, Bağdat üstü paralelden, İran
sınırını takiple Türkiye Cumhuriyeti alt sınırlarını birleşik olarak
saran ve Suriye’ye kadar ulaşan çok geniş bir alandır. Kuzey Irak
bütünüyle bu vilâyet içinde kalmaktadır.) ITC haritalarında yer alan
Türk bölgeleri incelendiğinde kapsama alanı çok iyi görülebilir.
- Şimdi, birinci bölüm sayılabilecek ön açıklama, aydınlatma ve
özgün hatırlatmalar sonucunda, aşağıdaki metni bir kez dada ve “çok
dikkatle okumanız için” tekrar veriyorum. 30 Ocak 1923 günü Mecliste:
- “Musul vilayeti, Türkiye Devleti’nin milli sınırları
dahilindedir” diyen Mustafa Kemal Paşa, (ATATÜRK) bundan 28 gün
sonra “Musul’u gayet kolaylıkla alabiliriz” demiştir aynı kürsüden.
“Fakat” diye eklemiştir ardından;
-
“Musul’u aldıktan sonra savaşın
biteceğinden emin değiliz.Yani Musul’u almak değil, korumak
önemlidir. Alırız almasına ama, bedelini ödemeye de hazır
olmalıyız.”
- YIL 2007 – MUSUL VİLÂYETİ FEDERE KÜRT DEVLETİ
-
Aradan neredeyse 84 yıl geçmiş.
Yukarıdaki beyana ilâveten burada önemle açıklanması gereken bir
vasiyet daha var: Belgesini son vereceğim. Ama Atatürk 1933 yılında
bir Amerikalı generale aynen şöyle diyor: “Allah nasip ve ihsan
eyler ve ömür verirse eğer, bundan sonra ilk hedefim Selânik ve Batı
Trakya’yı almak, daha sonra 12 adalar, Kıbrıs,
-
Musul, Kerkük ve havalisini
Anavatana katmaktır...”
-
Bu, mutlak bir ideal, Misak-ı Milli
sınırlarını tamamlama, bütünleme ve yakın çevremizi saran Türk
kardeşlerimizi istiklâl, huzurlu bir istikbâle kavuşturmanın
vazgeçilmez bir şartı ve günümüz siyasetçilerinin olmazsa olmaz
görevidir.
- PEKİ BUNU KİM YAPABİLİR ?
-
Ona da büyük önder ATATÜRK’ ün
dilinden cevap vereyim: “Türkçe düşünen, Türkçe konuşan ve Türkçe
yaşayan” Türkiye Cumhuriyeti yöneticileri. Hani, Mustafa Kemâl’ e
sorulur: “Türk Ne Demektir” diye. Cevap aynen şöyledir:
-
Türk demek: Türkçe düşünmek, Türkçe
konuşmak ve Türkçe yaşamaktır.
- NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE”
-
Burada tam bir vukufla hatırlatmak
isterim. “Ne Mutlu Türküm Diyene” vecizesinin aslı, esası ve tamamı
budur. Bu vecizenin bir bütün olarak yazılması, nakledilmesi ve her
ne sebeple olursa olsun tamamının söylenmesi gerekir. Aksi takdirde,
bundan böyle söyleyenden kuşku duymalıdır.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
71 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
KASIT MI, İHMAL Mİ? |
-
-
Bu konu 26 Eylül 2008 tarihli Anayurt Gazetesi’nin birinci sayfasına
atılan “İhmal mi? Kasıt mı?” manşeti ile yakın zamanların kadim ve daim
milliyetçisi, 64 yaşındaki usta gazeteci Ramazan Durmuş tarafından, tam bir
ehliyet ve liyakatle işlendi.
-
Olay, günümüzde Resim Heykel Müzesi adı ile tarihi Türk Ocağı
yeri ve hatırasına kaim bina giriş sütunlarında yer alan “Türk Ocağı”
yazısının son restorasyonda temelli kaldırılmış, imha edilmiş ve silinmiş
olması vukuatıdır.
-
Haberde; Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurucusu Büyük Önder Atatürk
tarafından Türk Ocağı’na Genel Merkez olarak inşa edilen binadaki “Türk Ocağı”
isminin silinmesinin bir ihmal sonucu mu ortaya çıktığı yoksa kasten mi
silindiği henüz bilinmiyor.
-
Lâkin, dünyanın hiçbir ülkesinde devlete ad veren halkın ismi,
mutat anıt, müze veya sair tarihi bir doku-yapı bağlamında kâin öğenin
silinmesi asla akla getirilemez.
-
Silinmesi, kazınması, tahrip ve tahrifle yok edilmesi söz
konusu bile olamaz.
-
Bu menfur tasarruf, hain girişim, kasti ve kinayi teşebbüsler
genellikle, Türk milletine karşı tarihi kin, nefret, aşağılık kompleksi,
düşmanlık ve kıskançlık gibi insanlık dışı, hayvan altı duygularla depreşik
ruh hastası Rum-Yunan: (Batı İyon, Balkan Yarımadası, 12 Adalar, Girit ve
Kıbrıs’ta); Sırp, Hırvat, Romen, Ermeni ve Bulgarlar tarafından da
ülkelerindeki Türk isim, eser, imaret, türbe ve kabristanlarını silen
güruhlarda (hariçte) görülen hallerdendir.
-
Bu aleni, alçakça ve kahpece düşmanlık AB’nin kronik ve müzmin
hastalığıdır.
-
Oysa Anadolu’da on binlerce yıllın kadim eserleri ayan beyan
ortadadır. Hatta zaman içinde bazı ‘nesebi gayrisahih’ primitif (manyak)
türler ortaya çıkar, bunlara “Anatolia” gibi isimler bile verirler. Ama başta
AB ülkeleri olmak üzere 600 ilâ 1500 -2000 yıl dolayında hüküm sürdüğümüz
hiçbir devlette değil bir eser, esame yaşayan geçerli ve kullanımda bir isim
bile bulamazsınız. Şu melanet GKR yönetimi bile Lefkoşa’nın kendi tarafına
Nikosia der. Durum yalnız batı veya Ermeni-Yunan-Yahudi cihetiyle değil,
dünyanın başta gelen din tüccarı (vehhabi) Araplar için de geçerlidir. Şu
bizim haritalarda gördüğünüz hiçbir isim Arap deltasında bizim atlaslarda
yazdığı gibi değildir. Bir örnek daha: Kaptanı Derya Turgut Reis’ ten yadigâr:
Trablusgarp Libyalı Arap ve Berberi’nin şimdi kullandığı isim ne? Cevap:
Tripoli
-
ŞİMDİ İYİ DÜŞÜNMEK GEREK!..
-
Milli tarih, milli kültür ve milli hafızanın dirildiği,
binlerce yıllık efsanenin dile gelip hayat bulduğu; Osmanlı’nın kozmopolit,
karmaşık ve ümmet yapısı içinden “Türk İnsanı ve Türk Milleti adına” kutsal
bir tepki ve kendini bulma akımı olarak şekillenen; Türk ilmi ve Türkçülük
fikrinin uygun kıvam ve zengin düşünce atmosferi içinde teşkilatlanması ile
ortaya çıkan bir cemiyetin, “Türk Ocağı” nın mabedi alenen tahrif ediliyor.
Kazınıyor.. Sliniyor…. Fiilen kurulduğu 1911 yılından itibaren
çok uluslu imparatorluk yapısından milli devlete dönüşüm sürecinde kültürel,
siyasal, sosyal, fiili ve fikri hayata damgasını vurmuş; En etkili ve güçlü
Türk cemiyetinin adı, tarihi binası, hayat bulduğu, kurulduğu, siyasî ve fikir
ortamını, mücadelesini ortaya koyduğu binadan siliniyor..
-
BUNUN NERESİ İHMAL OLABİLİR?...
-
Şu hale nazaran: Gaflet, dalalet ve hıyanetin adı ne zamandır
‘ihmal’ oldu?
Yoksa Ertuğrul Günay’ın solculuk damarı mı tuttu? Türk isminin
TC devletinde bir müze duvarından silinmesiyle ilgili şimdi gözler onun
üzerinde.. Bakanlık, restorasyon yaptıran Altındağ Belediyesi ve Müze
yönetimiyse hedef. Kaldı ki, restorasyonda sadece Türk Ocağı isminin
silinmesiyle iktifa edilmemiş, mimarının ismi de okunamaz hale getirilmiştir.
-
Şimdi: Fiil araştırılmalı, fail bulunmalı; Dahası en son 25
Ekim 1975 tarih ve 7/1172 sayılı BK kararıyla ‘Resim ve Heykel Müzesi’
yapılmak üzere Kültür Bakanlığı’na tahsis edilen binanın neden ve niçin gerçek
hak ve mal sahibi Türk Ocakları’na iade edilmediği sorgulanmalıdır. Aksi
takdirde vakıanın bir ihmal değil “apaçık kasıt olduğu” subut bulacak, Türk
Milleti rencide edilecek ve kamu vicdanı derin bir rahatsızlık duyacaktır.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
72 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
KEFERENİN “KÜRT DEVLETİ” FURYASI |
-
-
-
Dünya haçlı ordularının, dünkü
papalık yerine kaim komuta kademesi ABD, kirli-kanlı, organize
işlerde yandaş, yoldaş ve “pis işler” ortağı AB’ye “bir anket ve
kamuoyu oluşturma görevi” ısmarlıyor.
-
Konu: Kürt kisvesi altında
kurulması için bir asırdır çabalanan “örtülü Ermeni-Rum Pontus
tampon sömürge bölgesi” oluşturulması. BOB kapsamında tüm Orta
Doğu’nun İsrail çıkarlarına tahsis edilmesi plânının bir kısmının
hayata geçirilmesi… Örtülü Kürt düşmanlığı ve aleni dönme-devşirme
himayedarlığı…
-
Metodoloji: Başta, 100 yıllık
amansız Türk düşmanı, anarşi - terör ve tedhiş örgütü dostu,
ikiyüzlü, kalleş Almanya olmak üzere, AB hinterlandında Türkiye
aleyhine “kamuoyu araştırma provakasyonu”
-
Hain anket konusu: "BİR KÜRT
DEVLETİ KURULMASINI?"
-
Anket faaliyetini başlatan: Alman
Die Welt gazetesi.
-
Soru: Sollten die Kurden einen
eigenen Staat bekommen
-
Türkçesi: Kürt devleti kurulmasını
ister misiniz?
-
Alman Die Welt gazetesi tarafından
başlatılan bu menfur anket ve Türkiye aleyhine aleni faaliyet
ayrıca:
-
http://www.welt.de/politik/ausland/article4436510/Geheimplan-zur-Loesung-der-kurdischen-Frage.html#vote_3433847Türkei:
Adli İnternet sitesinde oylanıyor.
-
Düpedüz domuzluk bu…
-
72 Milyon Türk’ün gözünün içine
baka, baka pervasızca, alçakça ve haince oynanan bir kirli oyun;
Türk milletine apaçık darbe; AB’de yaşayan beş milyonu aşkın
Türk’e kin ve nefret duyguları aşılama, aralarına nifak sokma ve
düşmanlık girişimi…
-
AB’de ki “yeniden yapılanan” TC
elçi, büyük elçi ve çuvalla para alan misyonu ne yapıyor acaba?
-
Protesto, kınama var mı?
-
Ya “durdurma”, men ve takip
girişimi?
-
İlgililer hakkında “dava” ikame
girişimi!
-
Elbette bunları bilmek gerek.
Çünkü Dışişleri Bakanlığının varlı sebebi bu. Eğer bir ülkede,
açık veya gizli Türkiye aleyhine hareket ve faaliyet varsa;
Dışişleri misyonu, MİT ve ilgili “karşı güvenlik unsurları”
“faaliyeti mutlaka durdurmak, failleri cezalandırmak ve tekrar
edemeyecekleri şekilde karşı tedbir” almak suretiyle, dumura
uğratmak zorundadırlar.
- Aksi takdirde, orada TC adına görev yapan TÜRK yok demektir.
Dahası dışişleri kullanılarak o ülkede “dönme ve devşirmeler” üs
kurmuş demektir.
-
Tıpkı ABD’de Türk düşmanı lobilere
para veren; Hakiki ve samimi Türk lobilerini bu imkândan mahrum
bırakan ve fırsat buldukça sabote eden “menşei domuz monşerler”
gibi..
- LÜTFEN GEREĞİNİ YAPIN BU, "ÖNEMLİ BİR VATANDAŞLIK GÖREVİDİR"
-
Menfur skandal anket yukarıdaki
linkte.
-
Hem de Amerika çıkışlı.
-
Bu çalışmaya bir Türk olarak
gerekli cevabı vermek üzere öncelikle aşağıdaki linki tıklayarak
Ankete katılın.
-
"Nein/Hayır " seçeneğini seçip, "ergebnis"
yazısının üzerine tıklayın ve Ülkemizin birliğine hizmet edin.
Daha sonra bu linki kopyalayarak bütün arkadaşlarınıza gönderin.
Bu oyunu bozmak milli bir görevdir. Bakınız “dâhili ve harici
bedhahlar” ülkeyi bölmek için harıl - harıl çalışıyor.
-
Bu kadar istiyorsa kefere, Almanya
veya Fransa’da bir Kürt devleti kursa ya!
-
NOT; Bu anket daha öncede
yapılmış ve HAYIR çıkmıştı.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
73 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
KIBRIS TA BÜYÜK OYUN;
İHANETTE SON TANGO |
İnsanlık, hukuk ve
ahlâk dışı bir mason (siyonist, ateist-pagan) komplo teorisi ve
teşebbüsünden (ütopik safsatadan) ibaret “yeni dünya düzeni”
(Globalleşme–Küreselleşme / bütün dünya devletlerini sömürme, milli
rejim ve semavi “vahye dayanan” dinleri yok-imha etme) çılgınlığı
bağlamında adaletin dengeleri sarsıldı. Dünya barışı bozuldu. Haksız
kazanç, hırsızlık, yolsuzluk, yalan-haram ve gasp üstüne kurulu,
menfur emel sahibi genel ve evrensel tehdit unsurları; Gerçek
anlamıyla “yeni düzen” haydutlarının ülkemiz ve yavru vatan (Milli
Dava) Kıbrıs üzerindeki oyunları, iğrenç tezgâh, komplo ve
desiseleri günden güne artma eğilimi göstermeye başladı. Hukuk ve
ahlâk dışı meydan okuma aldı yürüdü. Başta KKTC, Kerkük, Batı Trakya
ve Balkanlar olmak üzere, mazlum milletler ve masum Türk ve İslâm
camiası üzerine kâbus etkisi, varlığını ve ağırlığını iyiden iyiye
sürdürmekte hissettirmekte...
Elbette küresel
eşkıyanın kapsama alanı bununla sınırlı değil, bütün İslâm
coğrafyası.
Hani bir lâf vardır. “Nisyan (unutmakla) ile malûldur hafıza-i
beşer” diye...
Üzülerek görüyorum ki; KKTC'i, (10 yıl düşündükten ve pek çok
telefat verdikten sonra nihayet ABD’nin izniyle mümkün olabilen !)
1974 barış harekâtından sonra uygulanan istikrarsız, istikametsiz ve
kararsız, plânsız-programsız-hedefsiz politikalar sonucu yaratılan
kargaşa ve bilerek-isteyerek bulaşılan AB, ABD kombinasyonunda
tuzağa düşürülmüştür. Karşı tarafta yer alan GKRY ve Yunanistan ile
menfur işbirlikçileri tarafından çok ciddi, kararlı, nihai amaç ve
bütün hedefleri belli politikalara karşın; Türk hükümetlerinin
basiret, beka ve vatanseverlikten yoksun, dış politikaları Türk
milletini ve KKTC halkını zora sokmuş ve Rum’un eline düşürmüş,
insafına terk edilme noktasına getirmiş bulunmaktadır.
Sonuçta; ABD ve AB ile aynı çizgide dans etme gafletine sürüklenen
hükümet dahil, KKTC aleyhine oluşan bu şeytan üçgeni arasında “Milli
Dava” yok edilmek üzeredir. Bu şeytan üçgeninin tamamlayıcı
unsurlarından biri de ne yazık ki; “Milli Kahraman Dr. Rauf DENKTAŞ’
ın tasfiye edilmesi pahasına” Cumhurbaşkanlığı rolü verilen ve
muvakkat vazife ile maruf hükümetidir.
Hani Annan Planına göre adada "Kıbrıs Cumhuriyeti" adı altında iki
federe devlet vaat edilmekte idi ! Anladık lâkin, bu devletler
arasında şartlar eşit değildir, kademeli olarak belirli bir sürede
tüm hak, hukuk, tasarruf imkânı ve göstergeler Rum yönetiminden yana
dönecek ve bu zaman zarfında adadan Türk askeri çekilmiş-çıkmış
olacaktır. KKTC, Annan Kardeşliği Planına evet dedirtmekle, adeta
pervasızca Azrail’e teslim edilmiş bulunmaktadır. Bu tarihi yanılgı,
bütün ef’al ve şeraiti ile ihanet kokulu “EVET” ile Türkiye "Annan
Planı" işlediğinde; Ahlâk ve hukuk dışı yol ve yöntemlerle AB
toprağı olan KKTC de işgalci olmak durumu ile karşı karşıya
getirilmiştir.
Bu
bir kasıttır. Tuzaktır. İhmal değil !...
Biz bu filmi 1960 yılında da görmüştük.
Türkiye de menfur bir ihtilâle neden olacak kadar küresel eşkiyayı
korku, endişe ve paniğe sürükleyen; Londra-Zürich ve “GARANTİ”
antlaşmaları ile "Kıbrıs Cumhuriyeti" adı altında teşekkül ettirilen
benzeri yapıda Türkler katledilmiş, mezalim almış yürümüş, 1961-1974
yılları boyunca adeta bir vahşet ve canice soykırım uygulanmıştı.
1928 Anayasanı ilga eden, Kemalizm’in ipini çeken ve Cumhuriyeti
kesintiye uğratan 1960 sonrası hükümetler on yıl süre ile bu vahşet,
soykırım ve dalâlete seyirci kaldılar. Neden sonra Türkiye
garantörlük hakkını kullanıp adaya çıkarak, 1974 "Barış Harekâtını"
gerçekleştirebildi. Şimdi, Gümrük Birliği Antlaşması ile feragat
edilen bu anlaşmalarda artık yok hükmündedir. Sonuçta: 32 yıldır
barış, adalet, milli hakimiyet hukuk ve huzurun hüküm sürdüğü
toprakları tekrardan kana bulamak mi istiyorlar?
Oysa artık Kıbrıs’ta “BARIŞ” diye bir sorun kalmamıştı.
Sadece ve yalnızca, insan hakları, adalet, hukuk ve ahlâka aykırı
olarak, hiçbir resmi karar ve dayanağa istinat etmeyen ve keyfi
olarak tesis edilen “alçakça bir abluka” ve izolasyonlar vardı... O’
da, ANA-VATAN Türkiye, (en azından Yunanistan kadar) meseleye sahip,
samimi ve takipçi olduğu sürece sorun olmaktan uzaktı.
Ancak, bu günlerde “Yeni Dünya Düzeni” bağlamında sergilenen ve
start alan BOP (BİP) proje uygulamaları da (başta Afganistan, Irak
ve Lübnan olmak üzere) vahşetin ve kötü niyetin, işgal, istibdat,
katliam, tecavüz, soygun ve soykırım boyutunda gerçek niyet ve
amaçları açıkça ortaya konulmaktadır.
Duruma kısa bir paragraf halinde bakalım:
İsrail devletinin tepeden inme bir teşebbüsle (BM, NATO, ABD) cebren
ve hile ile kurulduğu 1948’den itibaren, Ortadoğu'da kan, zulüm,
gasp, işgal ve mezalim durmamış; ABD’nin bu yeni eyaleti bölgeyi
kana bulamış ve 2000 yıl önce başlayan lânet, yeniden kan ve kin
unsuru olmaya ve şeytani hükmünü sürdürmeye başlamıştır. Mesele o
ki, BM İsrail ve Filistin için federe devlet yapısı öngörmemekte ,
"Ortadoğu Federe Devletini" kurmak için "Annan Planı" nı burada
devreye sokmamakta; Ancak, şeytan üçgeninin ileri karakolu olarak
plânlanan Kıbrıs’a ahlâksızca dayatmaktadır. Bir taraftan Irak
toprakları üçe bölünmüş, sözde Kürdistan ilanı için geri sayıma
başlanmış, ama bu kombinasyonun en ucunda yer alan KKTC üzerinde
oyun-düzen ve spekülâsyonlar bitmemiştir? Üstüne üstlük, bu konuda
artık AB vazifelidir. Daha dün bütün güç, irade, siyaset, eylem ve
söylemleri ile “AT-AB gâvur işidir. Roma Antlaşmasının 100. maddesi
uyarı Müslümanlar aleyhine kurulan menfur-illet-lânet bir tuzaktır,
taraf olan kâfirdir.” Diyen, dünün AB karşıtları bugünün adeta bir
“AB kara sevdalıları” olarak (kendi inanç, itikat, siyaset, eylem ve
söylemlerinin tersine) bir garip-inanılmaz halet içine girmişlerdir.
Şu halde bu eşhas ve hatta yedi sülaleleri bu yükün altından
kalkamaz.
Her seferinde Türk milleti, aziz ve kahraman Mehmetçiğin asil ve
mübarek kanı dökülerek, şanla ve şerefle alınmış, Anadolu’nun
mütemmim cüzü “Yüzlerce yıllık Türk toprağının” muhtemelen 2007
yılında hükümetinin gayret ve marifeti ile Rum’a teslim edilip, el
değiştirdiğini görmek yedi cihana karşı büyük bir hicap, zûl ve
utanç olacaktır. Özellikle, “Atatürk’ den mütevaris olduğu
iddiasını ileri sürenlerin yapacak bir şey kalmadığı anda toptan
istifa etmeleri gerekmektedir.
Mesele: Her ne pahasına olursa olsun bu büyük oyun ve menfur ihaneti
durdurmaktır.
10
Ocak 2007 dahil AB, Kıbrıs konusunda yeni talep ve taviz isteklerini
tekrarlamıştır.
Bu
kısa hatırlatma da göstermektedir ki bölgede vehamet ve hıyanet had
safhadadır.
Uğruna binlerce şehit verilmiş “kutsal” bir toprağın, tek taraflı ve
kişisel çıkar ağırlıklı tavizlerle Rum’a peşkeş çekilmesine; Gerek
KKTC’ndeki ve gerekse Anayurt-Anadolu’nun vatansever halkı asla izin
vermemelidir...
Mücahit Kıbrıs ve Milli Mukavemet Rûhu’nun şahlanma zamanı
gelmiştir.
Çünkü !...
Emsali Bizans döneminde dahi görülmemiş şirret oyunlar sergileniyor.
Çifte standart, melânet bir gizlilik, tek taraflı yasa dışı
tasarruf, gizem ve uyutma-aldatma, atlatma, kandırma politikası
kahpelik ve kaypaklıkta “sanal konjonktürel gündem” günümüzde kaygan
zemin olarak kullanılıyor. Hainler, ihanetlerine esas teşkil eden
taahhütlerini yerine getirmenin telâşı içinde. Zalimler çok
aceleci, düşman sabırsız. Türkiye ve özellikle Kıbrıs cephesinde
şeytan imparatorluğunun yârsanist (din tüccarı, dindar görünen
ateist ve pagan unsurları) ile Atatürk, Türk ve Türkiye düşmanı
ABD-AB kölesi ihanet şebekelerinin dahili ve harici (bedhahları)
aktörleri, 1963, (Ankara Antlaşması) 1979 (Washington Antlaşması) ve
1995 utanç belgesi (Gümrük Birliği Antlaşması) ile vaki taviz, ivaz
ve taahhütnamelerinin icabını yerine getirme ve hesabını verme
telâşı içindeler. Tek taraflı köprü yıkan ve TSK’ ya meydan okuyan
da bu gruba dahil olsa gerektir. Ne hikmetse, oldum olası bir Rum
sevdası ile malûl... Tıpkı, 1974 yıllarında Türk Ordusu’nu “İŞGALCİ”
olarak niteleyen bazı nesebi gayri sahih, soyu şüpheli dönmeler ve
“Yunanlıyı kardeş ilân eden” solcular gibi.
Bunlar zaten tarihte Yunanistan’ı hile ve desise, oyun ve düzenle
kurdurmadı mı ?
Bu meyanda şimdi;
Kıbrıs’dan Türk Askerlerinin Çekilmesi İçin (işbirlikçi dahili ve
harici bedhahlar tarafından) Büyük Bir Oyun Tezgâhlanıyor.
Hainlerin Hedefindeki Oyun:
Lokmacı Köprüsünü Kaldırmak!..
1974’den bu güne süregelen BARIŞ’ ı yıkmak ve yok etmek.
Kıbrıs Türkleri
gözleri önünde “alçakça bir cüretle” sergilenen hain ve menfur oyun
ve ihanet plânının farkında. Bu kirli oyunun bozulması için bir avuç
vatansever, imanlı-şuurlu, milli dava bilincine sahip, vatan-bayrak
ve toprak sevdalısı, aklı selim, ilim-irfan ve sağduyu sahibi uyanık
“genç Kıbrıs Türkü” Ana vatan’ a ve Anadolu Türklüğü’ne çağrıda
bulunuyor.
Var gücüyle sesleniyor.
BU OYUNU BOZUN...
“Kıbrıs Türk
Gençliği Çözüm Hareketi” adına, şerefli, soylu, asil ve gerçek bir
Türk hanımı can kardeşimiz; Dünya çapında milli davaların yılmaz
savunucusu Sayın Emete GÖZÜGÜZELLİ tercüman oluyor, Kıbrıslı
“gerçek” Türk kardeşlerimize ve kutsal direnişe. Yavru Vatandan
sesleniyor Anadolu’ya, hakiki-halis Türk’e ve bütün Türk dünyasına.
Yaşanan gerçekleri, komploları, tuzakları ve yakın geleceğe yönelik
menfur plân, proje ve fiili uygulamaları haykırıyor, uyarıyor.
Boy gösteren
felâketi ve mukadder olan hezimeti haber vererek;
BU OYUNU BOZUN...
Diyor.
Evet, bu sese ve
samimi imandan yükselen bu çağrıya kulak vermek gerek.
Ancak olmadı. Ne
hikmetse TSK’nin zimmetinde, hak ve tasarrufunda olan köprü “TEK
TARAFLI” olarak yıkıldı. Üstelik, köprünün karşısındaki “DUVAR” halâ
durmakta...
Şimdi, oyunun
bundan sonrasına “DUR” demek gerek.
HEM’DE; KKTC
Meclisinden, namuslu-dürüst-demokrat, ilkeli-onurlu, soyu temiz,
damarlarında “asil kan” taşıyan sorumlu Türk “MİLLET-VEKİLLERİ” ne
“TÜRKİYE’YE İLTİHAK-KATILMA” kararı aldırarak...
Bu menfur oyunu
bozmanın yolu budur.
BİLİNE...
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
74 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
KKTC SEMPOZYUMU HAKKINDA
|
-
-
Bizim de bir bildiri ile temsil olunduğumuz
“KKTC’ni Koruma Derneği”nce hazırlanıp, düzenlenen “KKTC’nin Statüsü
Sempozyumu” 15 Kasım 2009 günü, çok başarılı bir organizasyon, katılım ve
yönetim bakımından fevkalâde bir şekilde tamamlandı.
-
Ben, kısmen de olsa devem eden rahatsızlığım
nedeniyle katılamadım.
-
Bundan dolayı elbette çok üzgünüm ve çok şey
kaybettiğimin farkındayım.
-
Fakat Dernek yetkilileri gönderdiğim
“bildiri”mi sunmak nezaketini gösterdiler.
- Minnettar ve müteşekkirim.
-
Başta “Milli Dava Kıbrıs” olmak üzere; “Sivil
İnisiyatif” yani, HALK tarafından “KKTC’nin hukuki statüsü ve geleceği”
yönünden belirleyici bir irade ve kararlılığın ortaya konduğu bu toplantı, her
türlü takdirin üstündedir. Bu aksiyonla büyük bir başarı ve güçlü bir iradeye
imza atılmıştır. Böylece, yıllardır süregelen oyunlar bozulmuş ve gerçekten,
kanının son damlasına kadar Türk, Kıbrıslı kardeşlerimizin sesi-soluğu,
yiğitçe haykırışı duyulmuştur.
- Umarım artık, eli kanlı, insanlıktan nasipsiz, mertlikten aciz, kahpe,
sinsi ve kurnaz ‘AB, Rum-Yunan’ ikilisi ‘birleşik Kıbrıs’, ‘iki toplum tek
devlet, kalıcı barış’ gibi Kazıklı Voyvoda (vampir) tuzakları, iğrenç yalan ve
mürai teranelerini seslendirmeye cüret ve cesaret edemeyeceklerdir. Bunun daha
bir kalleşçesi var. Sanki ortada bir sorun yaşanıyormuşçasına bu teraneleri üç
maymunlar misali ‘hayâsızca’ tekrarlayıp duran dâhili bedhahlar.
- CEMİL ÇİÇEK’İN REST’İ:
-
KKTC’nin 26. kuruluş yıldönümü töreninde
Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, “Kıbrıs meselesini
Türkiye'nin AB politikasının önüne koyarak, eğer birileri 'Ya (KKTC) Kıbrıs ya
AB' diye düşünüyorlarsa Türkiye'nin tercihi, sonsuza kadar Kıbrıs Türk’ünün
yanında olacaktır. Bunu herkes iyi anlamalıdır” diye rest çekerek hükümet
görüşünü açıklaması, Türkiye açısından yerinde, olumlu ve sevindiricidir.
-
Bu, TC devleti ve RTE (AKP) hükümeti adına
“çok net bir taahhüt” ve “mutlak surette bağlayıcı” bir açıklamadır. İşbu
taahhüt aksine, AB, GKRY Rumları veya Yunanistan lehine, ada Türkleri (KKTC)
aleyhine bir adım atılması, eylem, söylem vaat veya (açık-gizli) taahhüt
eğilimine girilmesi; Cemil Çiçek’in mensup olduğu parti ve hükümetin iki
yüzlü, hain ve dış patentli olduğu anlamına gelir.
- VELEV Kİ!
-
Böyle bir emelin şu an için dahi varlığı AKP
meşruiyetini ilgaya kâfidir.
- Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, ise "Kıbrıs'ta çözüm, bizim insanlığa
yapabileceğimiz en büyük katkıdır", "Kıbrıs Türk halkı, bu güzel adayı sizinle
paylaşmaya hazırdır. Gelin, çözüm çabalarımıza siz de katkı koyun; güzel
adamızın bir dostluk ve işbirliği adası olmasını engellemeyin" tarzında
konuşması,.utanç ve hicap verici.
-
Bu sözler ancak bir işbirlikçiye yakışır.
Yazık, çok yazık!..
- RUM KÜSTAHLIĞI VE SÜNEPELİK!..
-
İkiyüzlü, kalleş ve kahpe Yunanlı, bir yandan
Akritas plânı ve Megale idea’yı dayatır, diğer taraftan, büyük Yunanistan
hayallerini İyonya (Anadolu) üzerine kurar, bunu ders kitaplarına yazar ve
(kendince mert ve cesur) küstah bir tavırla açıklarken;
-
“Kıbrıs Türk’ün Milli davasıdır. Taksim
ihanet, ortaklık felâkettir..Kıbrıs’ın tamamı Türk olmak ve Türk kalmak
zorundadır. Kıbrıs Türk’ün kan hakkı, can hakkıdır, şüheda emanetidir.
Stratejik olarak Anadolu’nun “KİLİTTAŞI” dır.
-
Büyük ATA; Mustafa Kemal Atatürk, başta Kıbrıs
olmak üzere Ege’de 12 Ada’lar ve Selanik dâhil Batı Trakya’nın alınmasını
vasiyet etmiştir. Bu vasiyet mutlaka yerine getirilecektir..”
-
Diyecek kadar mert ve TÜRK bir siyasetçimiz
yok mu?
-
Türk’e Talat gibi konuşmak düşmez, Çiçek’te
sözünün eri olmaya mecburdur.
-
Neyse ki, aşağıda arz edeceğim “Kapanış
Bildirisi’ni” okuyunca biraz ferahlayacak, ama yine de, ‘bizi resmen temsil
edenler yönünden” bu kaygı, menfi kanaat ve geleceğe dair derin endişeyi
paylaşacaksınız. İşte buyurun:
- “KKTC’NİN GELECEĞİ VE STATÜSÜ SEMPOZYUMU” KAPANIŞ BİLDİRGESİ
-
Toprak birliğine, egemenliğe, demokratik bir
işleyişe ve kurumları oturmuş (yerleşik) bir siyasi yapılaşmaya sahip ve kendi
kaderini belirleme hakkı bulunan bir “Halk” oldukları, en son 2004 Annan
Planı’nda uluslararası hukuk kurallarına uygun olarak bir kez daha tescil
edilen Kıbrıslı Türklerin, 15 Kasım 1983 yılında kurdukları “Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti” (BM Anayasası, uluslar arası antlaşmalar ’Londra, Zürich,
Garanti’ ve sözleşmeler ile Hukuk-u düvel ‘evrensel hukuk’ gereği, dört başı
mamur ve noksanlıktan münezzeh) yasal statüde bir devlettir.
-
Cumhurbaşkanı Sayın M. A. Talat’ın açılış
konuşmasında “Yeminime sadığım, asla teslim olmayacağım” vurgusu ile dile
getirdiği “Müzakerelerin hedefi KKTC’yi kurmak değildir. KKTC bir gerçektir”
sözleri, tanınma stratejisinin artık seçeneksiz tek gerçek olduğunu
göstermektedir.
-
Bağımsızlıklarını iki kez ilan eden Kosova
Arnavutlarının, soğuk savaş sonrasında dünya siyasi konjonktüründe oluşan
değişimi kullanarak üçüncü kez ilan ettikleri Cumhuriyetleri, aksi yöndeki bir
BM Güvenlik Konseyi kararına rağmen BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyelerinin
de dâhil olduğu altmış beş ülke tarafından tanınmıştır.
- (KKTC’nin uluslar arası camiada tanınması önünde de hiçbir engel yoktur)
-
KKTC’yi Koruma Derneği’nin düzenlediği;
-
“KKTC’nin Statüsü” konulu sempozyumun
katılımcıları ve sempozyum organize komitesi, Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti’nin varlığını deklare etmenin ikinci aşaması olan tanınma
stratejisinin ertelenmeksizin yürürlüğe sokulması gerektiği kararını almıştır.
- (Bu vecibe; Ana Vatan Türkiye Cumhuriyeti ve meşru Türk hükümeti ile özgür
iradeye sahip bütün Türk-İslâm ülkeleri için kaçınılmaz bir görev ve mutlak
bir vazifedir. İçinde bulunduğumuz dönem itibarıyla Türkiye’nin, geçici de
olsa “BM Güvenlik Konseyi üyesi” olması tarihi bir fırsattır.
-
Bu fırsat çok iyi kullanılmak ve
değerlendirilmek zorundadır.)
- Bu anlamda, Cumhurbaşkanı Talat ve Rum lider Hristofyas tarafından
sürdürülen görüşmelerin tamamlanması sonrasında “KUZEY KIBRIS TÜRK
CUMHURİYETİ” nin tanıtılması ve Birleşmiş Milletlere üye bağımsız bir ülke
statüsünde varlığını devam ettirmesi çalışmalarının başlatılmasını hedefleyen
“KUZEY KIBRIS TÜRK CUMHURİYETİ’NİN TANITILMASI” dönemine girilmesi, “KKTC’nin
STATÜSÜ” sempozyumu’nun “Kapanış Bildirgesi” olarak kararlaştırılmış ve bu
fikir birliğinin;
-
Dünya, Türkiye ve KIBRIS TÜRK HALKI’NA
duyurulması kararı alınmıştır.”
-
İşte mesele budur.
-
Hayırlı olsun.
-
“EBED-MÜDDET” Başarılar diliyor;
-
Bildiriye bütün kalbimizle katılıyor,
-
Ve “KKTC’Nİ KORUMA DERNEĞİ” Sayın Başkan ve
üyeleri ile Sempozyuma katılarak “bu istikamette karar ve kanaat beyan eden”
değerli kanaat önderlerimizi yürekten kutluyorum.
-
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
75 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
KKTC'DE SEÇİM VE "Truva Atı" SENDROMU
|
Şurası mutlak ve
muhakkaktır ki; Anavatan Türkiye, Türk Dünyası veya KKTC'nin her
neresinde yahut hangi kurumunda olursa olsun AB lehine bir tavır,
taraf, tutum ve sempati hali ve haleti içinde bulunmak. Medeniyetin
banisi (kurucusu), hak, adalet ahlâkı, hürriyet, hukuk ve medeni
siyaset'in hamisi (koruyucusu) Türk Milleti adına affedilmez bir
cehalet, gaflet; bilinçle fiil ifa ediliyor ise, faili dalâlet ve
alenen ihanet içinde demektir!
Şu kadar ki;
AB'ye karşı olmak, kendi içine kapanmak ve kapılarımızı asla dünyaya
kapatmak değildir. Bilakis Türk medeniyeti cihanşümul, kültürü
evrensel ve bireyleri bütün dünya ülke ve insanları ile temas ve
teati, alış-veriş, ticaret, mütekabiliyete dayalı siyaset ve daimi
barış, meşveret kaidesi üzerine kuruludur.
Kural olarak iş
bu ilkeler ve çerçeve dışına çıkmak soy ve medeniyetimize ihanettir.
Mezkur "alenen
ihanet" vaziyeti şu aşamada özellikle ve bilhassa KKTC'de varittir.
Üstelik bu yeni de değildir. "Tek birlik ve
tek egemenlik" gibi akıl dışı bir kalkışma, ütopya, soy düşmanlığı,
hezimet tellâllığı, Rum-yunan ve AB karşısında kompleks, soykırım ve
katliam ile malul düşman karşısında zaaf ve hezeyandır. En doğrusu
ve açıkçası; düşman adına, Milli Hudutlar dâhilinde örtülü (gizli,
ajan provokatör sıfatıyla) siyaset yapmaktır.
TC'de son elli
yıldan beri, Kıbrıs'ta ise, bilhassa 1989'dan itibaren illegal
(gizlice), 2002 yılından itibaren de menşei AB ülkeleri ve TC olan
köstebek, dönme-devşirme, dâhili-harici bedbaht, koza ve kriptolar
sayesinde "milli dava" by-pas ve paspas edilerek KKTC, Yunan'a
peşkeş çekilmiştir.
Müsebbiplerin
tamamı Türk düşmanı, Rum-Yunan tohumu ve "Truva Atı"dır.
“AYİNESİ İŞTİR
KİŞİNİN, LAFA BAKILMAZ” Geriye doğru, Talat dönemi son beş yıl ve
Dr. Rauf Denktaş'ı tasfiye operasyonlarının yoğunlaştığı (ondan
önceki) yıllara şöyle bir bakalım:
Bu süreçte GKR
çete yönetimi tarafında Türk izleri, tarihi eser ve isimleri tüm
alan ve unsurlarıyla silindi. Vakıf, imaret, cami, türbe, han,
hamam, Türk konakları, cadde, sokak, dağ, tepe isimleri kalmadı.
Kaldırıldı. Sanki asırlar boyu orada Türkler ve Müslümanlar hiç
yaşamamış gibi, insanlık, ahlâk, hak, adalet ve hukuk dışı sinsice,
alçakça, haince bir silme, yok etme ve karartma operasyonu yaşandı.
Rum-Yunan bununla
da yetinmedi!.. Türk düşmanlığı bütün okul ve aileleri sardı.
Kitaplar ve yayınlara ilmik, ilmik işlendi. Körpe beyinlere, genç
nesillere ve bütün dünyaya "Türk düşmanlığı" odaklı yalanlar,
iftiralar ve uydurma masallar aşılandı, pompalandı. Tüm
kurum, ev, sokak ve caddelere adeta "Türk ve
Müslüman düşmanlığı" kazındı, nakışlandı!
Buna mukabil;
Talat'ın inisiyatif aldığı günden buyana Türk tarafı, halkı ve
toprağı kamu vicdanını derinden yaralayan, aşağılayan, ürküten ve
"geleceğe yönelik olarak" kaygı yaratan, korku veren bir taciz,
maddi-manevi, yerel, ulusal ve uluslar arası tecavüz ve sürekli
düşmanca kampanyalar ile saldırılara maruz kaldı.
Türkçe, cadde,
sokak, şehir ve köy isimlerine savaş açıldı.
Güneydeki (Rum
tarafında) Türk Camii ve imareti alçakça tahrip ve yok edilirken,
Türk tarafındakiler inadına imar, restore ve inşa edilerek AB'ye
nispet, dalkavukluk, yataklık ve Yunan'a yağcılık yarışına girildi.
Mütekabiliyet
"mutlak bir şart, vatani, insani ve hukuki görev" olmasına rağmen,
ısrarla riayet edilmeyerek, adeta Rumlar lehine bir "fedakârlık ve
feragat" yarışına girildi. Başta louzidiu olmak üzere; Anadolu
insanının parası ve KKTC halkının istikbali "onursuzca,
soysuzca ve şuursuzca" peşkeş çekildi. Türk'ü
Rum'a mecbur, mâhkum ve muhtaç etmek kastıyla ekonomi çökertildi.
Hiç gereği yokken Lokmacı kapısı açıldı. Türk Ordusu'na karşı kin ve
düşmanlık duyguları tahrik edildi. İzolasyonlara karşı ciddi, etkili
ve güçlü bir tepki
gösterilmedi. Bazen Maraş ve bazı Türk
toprakları alçakça pazarlık konusu yapıldı. Rum'un AB'ye verdirdiği
ulufelere rıza gösterilerek, yalan, hayal ve hüsran peşine düşüldü.
Bu tam bir
gaflet, dalalet ve hıyanettir.
Eğer seçimde
"TRUVA ATLARI" Talat ve yandaşları KKTC'den sökülüp atılmazlar ise;
Bu cehalet, gaflet ve dalaletin bedeli "ENDÜLÜS GİBİ" çok ağır
ödenecektir. Dahası; Gerçekte büyük bir yalan, sahtekârlık, aldatma
ve kandırmaca olan "Annan Planı" ile "iki millet tek devlet"
aldatmacası "hain tuzak" uğruna Kıbrıs Türk halkı daha binlerce
rezillik, küstahlık ve alçaklık düşmanlığa katlanmak zorunda
kalacaktır.
Bunların hepsi
bir düşmanlığın, alçaklık ve küstahlığın eseri!
Düşünün bir kere!
Niçin?
Kongrelerinde 'İstiklâl Marşı" çalınmayıp, Ermeni şarkıları ve
sirtaki söylenen UBP'nin adayı Mehmet Ali Talat'ı AB-D dostları,
Rum- Yunan tarafı ve Türk düşmanları destekliyor da!... CTP gibi
Milli tandanslı, Türk ruhlu ve "MÜCAHİT" referanslı "namuslu,
dürüst, ilkeli, onurlu ve sorumlu Başbakan Derviş EROĞLU" na,
düşmanca karşı çıkıyorlar?
Neden ve niçin?
O'na Türk
dünyası, Anavatan ve KKTC'nin sağduyu, akıl, ilim-irfan, adalet ve
özgürlük yanlıları sahip çıkıyor?
Çünkü: KKTC'nde
"özgürlük, güvenlik ve mutluluğun teminatı" Derviş Eroğlu'dur.
RUMLARIN KORKUSU
"Eski Rum lider
yaklaşmakta olan mukadder gerçeği açıkladı.
Glafkos Klerides,
Kıbrıs sorunun kısa sürede çözülmemesinin, KKTC'nin Milli Devlet
varlığının tanınmasını gündeme getireceğini söyledi ve ''Birkaç yıl
sonra tanınma da gündeme gelecek. Kıbrıs Rum tarafı bir B planı
oluşturmalı. Özellikle de seçimleri Derviş Eroğlu'nun kazanması
halinde, gerekli tedbirler mutlaka alınmalıdır'' dedi. İşte Rum'un
korkusu budur.
Temennimiz odur
ki: KKTC seçmeninin sağduyusu galip gelir, özgürlük, refah ve
güvenlik tutkusu Truva Atları'nı tasfiye eder ve Kıbrıs Türk'ü AB
sendromundan, izolasyonlardan, esaret, abluka ve sözde "medeniyet"
adına uygulanan vahşet, ıstırap ve kuşatmadan ebediyen kurtulur.
Lütfen
Unutmayınız!
"Türk demek:
Türk'çe düşünmek, Türk'çe konuşmak ve Türk'çe yaşamaktır.
Ne mutlu Türk'üm
diyene..." (Gazi Mareşal Mustafa Kemal Atatürk)
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
76 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
KONFÜÇYÜS’Ü
ANLAMAK GEREK!.. |
-
-
Yüce İslâm Dini’nin kadim ve Türklüğün her
daim yükselen değerlerini göz ardı eden “politikACI’ların”; Bari “dünyanın en
çalışkan, üretken ve dürüst ülkelerinin hâkim felsefesi” Konfüçyüs’ün
ilkelerini öğrenmeleri ve hayata geçirmeleri beklenir!.
-
Kurduğu felsefe ekolü ile bugün bile Çin
toplumuna yön veren Konfüçyüs, 2 bin 560 yaşında. Filozofun sözleri
milyonların yolunu aydınlatıyor. M.Ö 551–479 yılları arasında yaşayan
Konfüçyüs, büyük bir karmaşanın hüküm sürdüğü Çin’de topluma bir düzen vermek
ve insanlara bireysel hayatlarında mutluluğa ulaştırmak için bir öğreti
geliştirdi. Ana teması insancıl düzen olan öğretisine göre iyi insan, ancak
dünya bütünüyle uyum içinde yaşayan insandır. Mensupları (izleyicileri)
tarafından bugüne taşınan ve milyonlarca insan için rehber olan Konfüçyüs’ün;
-
SÖZLERİNDEN BAZILARI
- Bir yerde küçük insanların büyük gölgeleri varsa, o yerde güneş batıyor
demektir.
- Derin olan kuyu değil, kısa olan iptir.
- Aradığını bilmeyen bulduğunda anlayamaz.
- Kendine yapılmasını istemediğini sen de başkasına yapma.
- Dal rüzgârı affetmiştir ama kırılmıştır bir kere.
- İnsanlar sahip olduklarını küçümser, sahip olamadıklarını önemser.
- Konuşmaya layık olanlarla konuşmazsanız, insan kaybedersiniz; Konuşmaya
layık olmayanlarla konuşursanız, söz kaybedersiniz. Bilge olan kişi, insan
kaybetmez, söz de kaybetmez. Bildiğini bilenin arkasından gidiniz, bildiğini
bilmeyeni uyarınız, bilmediğini bilene öğretiniz, bilmediğini bilmeyenden
kaçınız.
- Karanlığa söveceğine, kalk sende bir mum yak.
- Susmak, insanı ele vermeyen sadık bir arkadaştır.
- Üstün insan, konuşmadan önce eyleme geçer ve sonra eylemine göre konuşur.
- Bilgi özgüveni, özgüven ise gücü yaratır.
- Çizik bir elmas, çizik olmayan bir çakıl taşından daha iyidir.
- Bilgi insanı şüpheden, iyilik acı çekmekten, kararlı olmak korkudan
kurtarır.
- Alkışı en sessiz şekilde karşılayan, alkışı hak etmiş demektir.
- Bir milleti tutsak etmek isterseniz, onun müziğini çürütün.
- Elmas nasıl yontulmadan kusursuz olmaz ise; insan da acı çekmeden
olgunlaşmaz.
- Faydalı insan odur ki boş durmayı sevmez, kişiliğini faydalı işlerle
geliştirir.
- Güçlü olan, sayıca kalabalık kitleler değil, eğitimli kitlelerdir.
- İyi insanlar, olduğu gibi görünür, göründüğü gibi olur.
- Fedakârlıklar, senden başkası bilmiyorsa değer taşır.
- Kitleler cezalarla düzene sokulursa yozlaşmış olur, bilgelik ve nezaketle
yönetilirse bilinçli ve dürüst olur.
- Bir şeyi bildiğin zaman, onu bildiğini göstermeye çalış. Bir şeyi
bilmiyorsan, onu bilmediğini kabul et. İşte bu bilgidir.
- Eğitimli insanın hedefi daima yüksek olur. Küçük işlerle küçük insanlar
uğraşır.
- Kendisini eleştirebilen insanlar doğruyu ve güzeli bulma konusunda daha
şanslıdırlar.
- İrade öyle değerli bir özelliktir ki bir ordu komutansız kalsa da kişi
iradesinden yoksun kalamaz. İradeli insan davranışları tutarlı insandır.
- İyi yönetici olmanın sırrı dört yanlıştan kaçınmak, beş doğruyu
uygulamaktan geçer. Dört yanlış şunlardır:
- 1-Nasihat etmeden infaz etmek (gaddarlık),
- 2-Öğretmeden başarıyı ölçmek(kabalık),
- 3-Yöne-timde gevşek olup sınırlar koymak (art niyet),
- 4-Özlük haklarının dağıtımında cimri davranmak (bürokrat olmak).
- Beş doğru ise şunlardır:
- 1-Müsrif olmadan eli açık olmak,
- 2-Gocunmadan çalışmak,
- 3- Haris olmadan istek duymak,
- 4- Mağrur olmadan rahat davranmak,
- 5- Ürkütücü olmadan saygın olmak…
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
77 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
KUNDAKLANAN CAMİLER |
-
-
"Eceli gelen köpek cami duvarına ilişir" diye
bir darbı meselimiz vardır.
-
Sonunda bunu da yaptılar ve nesebi gayrisahih
alt varlıklar camilerimize de iliştiler.
- Ankara ve İstanbul'da milli mukaddeslere darp, suikast ve tecavüze
yeltendiler.
-
Menfur maksatları aziz ve kadim Türk-İslâm
medeniyeti'nin muazzez mensuplarını taciz, kutsal mekânlara tecavüz,
provakasyon ve tefrika. Sözde 'dinler arası diyalog' adına bile olsa Cami,
Havra ve Kiliseyi aynı avluda inşa edecek kadar âlicenap, hoşgörü ve tolerans
sahibi, hakiki lâiklik, samimi ve saygın dindarlığın hamisi sevgili bir halka
zulüm.
-
Vakıa gaflet, dalalet ve hıyanetten başka bir
türlü adlanamaz.
-
Evveli de olmakla birlikte; Aralık ayının
ikinci haftasından itibaren bu bağlamda ülkemiz ve halkımız; milli birlik,
huzur, barış, güvenlik ve bütünlüğümüze yönelik yeni saldırılar,
tertip-teşebbüs ve bazı menfur prokasyonlara maruz kaldı.
-
Bunların başında İstanbul
ve Anadolu'da art arda sabote edilen, yangın çıkartılan ve alçakça saldırıya
uğrayan camiiler geliyor. Şu ana kadar vaki sabotaj, kundaklama sayısı sadece
İstanbul'da yedi. Türk milleti'nin maşeri vicdanı, milli kutsallara, manevi
mekânlara, Allah'ın mübarek evleri ve mukaddes ibadethanelere karşı çok
hassastır. Buraya uzanan kirli eller umarız tez bulunur ve hemen kırılır.
- TEMSİL ETTİKLERİ MİSYON
-
Yoksa Ebu Leheb ile Ebu Cehil şürekası,
Abdullah Bin Sebe müntehibi, mezdekçi ve satanist sapkınların (Camilerin
sahibi) Rab, çarçabuk belalarını verir ve defterlerini dürer.
- Hani ikiz kule tezgâhını organize edip, "Ben Hazreti İsa'dan vahiy (!)
aldım. Bana, Haçlı seferlerini düzenle" dedi diyen bedhahtın uğradığı kriz
belâsı ve mağlubiyet cezası ibret olmadı mı? Ya Afganistan, Irak, Somali,
Bosna-Hersek ve Karabağ'da akan kan. Milyonları bulan taciz, tecavüz,
soygun-vurgun!
-
Bunlar, bütün yardım-yataklık unsurları, ortak
ve müttefikleriyle birlikte 'bilgi çağının bile ırzına geçerek' kıyamet
senaryoları üzerinde yoğunlaşan insanlık, hak, adalet, ahlâk ve evrensel hukuk
düşmanlarıdırlar. Ayrıca hırs ve ihtiraslarının zebunu şeytani bir haletle eko
sisteme de düşman kesilmişlerdir. Bu denli cahil, kendi bindikleri dalı
kesecek kadar aptal ve evrim teorisini, müesses medeniyet aleyhine kullanacak
derecede duyarsız, kanlı-kinli, kirli bir güruhun, Atlantis rahiplerinden
farkı ne olabilir?
-
İşte, dün Pakistan ve Hindistan da, bugünse
'medeniyetin beşiği' Anadolu da Camilere ilişecek, saldıracak, kardeşlik,
huzur ve barış içinde yaşayan insanlar arasına kin-nefret, haset, düşmanlık ve
husumet tohumları ekecek kadar azgınlaşanlar.
-
Al birini vur ötekisine, yedisinden yetmişine
bunların hepsi bir.
- BUNLAR TÜRK MİLLETİ'NE YABANCI DEĞİL
-
Nerede bir nifak, fesat, tefrika ve
bozgunculuk varsa, kesinlikle ucu aynı yere varır.
-
Buna paralel olduğu şüphe götürmez bir başka
furya da "Ermenilerden özür dileme" kampanyasıdır. Bir takım dönme, devşirme,
dâhili bedhaht (gizli iç düşman) koza ve kriptolar tarafından yürütülmekte.
Dink'in cenazesinde "hepimiz Ermeni'yiz" diye bağıranların ihanet şebekeleri
adına yataklık kalkışması, tiksinti veren inlemesi ve diyaspora adına feryadı.
- Aslında bu sinsi tehdit ve kirli oyun tertipçisinin, (beyanda imzası
bulunan ilk 100 kalkışmacının) kahir ekseriyeti oradaydı. Hani o cenaze
fırsatını ganimet bilerek sergiledikleri tehdit-tedhiş ve nümayişte talepleri,
katilin yakalanması, adaletin tecelli-i falan değil; 301'in ivedilikle
kaldırılması idi. Akabinde AB marifetiyle aba altından sopa gösterttiler.
-
Menfur cinayet bahane
edilerek dayatılan bir talimatname ile iş bitti.
-
Hrant Dink'i ve Trabzonlu rahip cinayetinin
bir tertip olmadığı ne malum?
-
Aslında orada ismi yazılı olanların 'vatana
ihanetten yana' sicilleri hayli bozuk.
- İçlerinde, 27 Mayıs kalkışmasına çanak tutan, 68 jenerasyonuna anarşi,
terör ve tedhiş kuşağı bağlatan, alevi-Sünni ayrımcılığını körükleyen, papanın
dinler arası diyalog projesine aktör, din-iman, ümran ve irfana hain-nankör
olan, Kürt sorunu gibi çok sanal bir ütopyayı 'Ermeni diasporası" adına
taşeron sıfatıyla üstlenen, Candaşları-kandaşları pamuk'u Nobel'e taşıyan,
iğrenç yalan ve iftiralarını sahiplenen gaflet, dalalet ve hıyanet erbabı
gani.
-
Dahası, KKTC'ni 'Kıbrıs sorunu' yaftasıyla
ilgaya, mübadeleyi Yunanistan lehine işleyerek Elen iddialarına destek olmak
gibi her melanet ve ihanet bu kalkışmacılar, ajan provokatör ve kurnaz
dessaslar arasından çıkıyor.
-
Üstüne üstlük, karanlıktan ilham alan bu
nankör kenelere 'aydın' deniliyor!..
- DE FACTO AB HÜKÜMRANLIĞI
-
Bu ve benzeri, ihanetten beslenen dâhili ve
harici bedhahlara dünyanın hiçbir yeri ve devletinde rastlamak mümkün
değildir. Zira hiçbir 'hukuk devleti' vatan hainine hayat hakkı tanımaz.
De'Facto AB iktidarının hüküm sürdüğü ülkemiz hariç! Ama onlar, aslında tarihi
ve tabii hoşgörü sayesinde böylesine şımarık ve semirik olabildiklerinin
farkında bile değiller. Zaten varlıkların nedeni bu. İstismar ve suiistimal,
yalan-talan, soygun-vurgun, anarşi-terör, nümayiş, tedhiş… Bir elleri halkın
cebinde, diğeri terör örgütü; Ermenistan-Yunanistan, ABD ve diaspora'nın
belinde. İspat mı istiyorsunuz? İşte belgesi:
- MENFUR NİYET VE DÜŞMANLIK BELGESİ
-
Brüksel Zirvesi Sonuç Bildirisi "Türkiye"
başlıklı bölüm; (Presidency Conclusions) Madde: 23.."..müzakerelerin yalnız
Türkiye'yle değil, diğer devletlerle de yapılabileceğini... Müzakereler
sırasında Türkiye birkaç devlete bölünürse veya güneydoğu bölgesinde bir Kürt
devleti kurulursa, yeni bir karara gerek olmaksızın onlarla da müzakere
yapılacağına" yazıyor.
- Şu hale nazaran: Batıkent Camii Derneği Başkanı sevgili Kadir Parlak'ın
gazetelerde yer alan ve beni de hususi olarak bilgilendirdiği güncel Camii
yangınlarının ucu muhtemelen bu menfur ve müseccel kombinasyona dayanıyor.
Eylem apaçık kundaklama, ağır tahrik, insanlık dışı saldırı ve provakasyondur.
Önce kalabalık mahal ve mağazalara, korumasız masum ve müsemma insanlara, köşe
bucakta park edilmiş araçlara, hâsılı bilumum milli, ilmi ve kültürel
servetlere; Şimdi de manevi eser, ibadethane ve mabetlere yönelmiş durumda.
-
Bunlara alet olanları, art-yan ve yörelerinde
yer alanları, yardım ve yataklık yapanları insanlar ve Müslümanlar olarak
kınıyor; Yüce Allah (CC)'dan bu cahil ve gafillere akıl-fikir ihsanı ve
ıslahlarını diliyoruz. Zira bu efendiler aynı zamanda siyaset ve yönetime
taliptirler.
- HÜKÜMLE MÜKELLEF OLANA GÖREV
-
Bu vehamet karşısında, hükümle mükellef yetki
sahiplerinden 'özgürlük, demokrasi ve hoşgörü mesajları" geliyor. Belki
idare-i maslahat çabası, yahut ikbal kumkuması veyahut da ince politika. Lâkin
sebebi her ne olursa olsun: "Özgürlük, sadece gerçeklik, namuskârlık ve
dürüstlük, hukuk ve adalet üzerine kurulu bir hak'tır. Hiçbir demokrasi
düşmanlarının hamisi olamaz!.. Buna izin verenler, tolerans, himmet ve
hoşgörüyle karşılayanlar, tıpkı Fidel Castro ve Che Guevera gibi, gizli halk,
hak-adalet ve medeniyet düşmanıdırlar.
-
İşte onlara hüküm ve hükümete görev: "Ben
ülkemde iş başına gelecek insanın soyuna-sopuna bakmam, ancak ihanetlerini
gördüğüm vakit damarlarındaki kanına bakar (ve icabını yapar) ım" (Mustafa
Kemal Atatürk) Haydi bakalım: Ülkemizdeki demokratik kalite, "özgürlük ve
güvenlik" diyenler iş başına. Ey hüküm sahipleri!.. Şimdi hak, adalet ve hukuk
zamanı değil mi? Yoksa! ne zaman?...
-
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
78 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
KUŞATMA VE ÇULLANMA |
-
-
Sevgili ve değerli okuyucularım; Aziz ve kadim
gönül dostlarım!
-
Ülke, İnsan, Bayrak ve Toprağın; Adalet ve
Hukuk’un gerçek sahipleri!
-
Hak yolunda fazilet mücadelesi veren ve/veya
vermeye talip kardeşlerim !
-
Geçirdiğim ağır bir felç nedeniyle “üç ay”dan
fazla bir süredir dostlarım hüzün, bilumum vatan hainleri, insanlık, adalet ve
hukuk düşmanları sevinç içinde. 7 yıldır çektirdikleri maddi-manevi baskı,
aleni tehdit, günde on binleri bulan virüs saldırısı ve trojan (truva atı)
zulmü ile organize büro baskınlarına rağmen; Allah’a şükür hâlâ ayakta ve
hayattayız.
-
Borcumuz, derdimiz olmuş, bir el, bir ayak
sıkıntı yaratmakta imiş ne gam! İnsan, “Hürriyet, adalet ve bari hakikat
(insanca yaşam) uğruna vardır. İşte bu minvalde kaderimiz ve karakterimiz olan
süreç devam edecektir. Muhtemel kısa süreli mazeretimiz nedeniyle bazen; bilim
insanları ve dava adamlarından nakiller“ yeri geldikçe ve mümkün oldukça da
“kendi yazılarımız, yayın ve makalelerimizle“ İnşâllah.
-
Yeni dönemi TURGEM Genel Başkanı kadim dostum
Remzi UYSAL’ın (*) çok önemli ve değerli “BİR YORUM YAZISI“ ile başlatıyorum.
Makale 07 Temmuz 2009 tarihli. Konu ve başlık aynı
- Remzi UYSAL KUŞATMA VE ÇULLANMA“
-
“Türkiye Psikiyatri Derneği Üyesi Sayın
Prof. Mehmet Kerem DOKSAT´ın posta kutuma düşen ’Türkçe Bülten’in ’Etiketler
Bölümü’nde, “Erdenekon ATATÜRK´ün kişiliğine psikolojik saldırı“ başlıkllı
yazısını ve de Sayın Gökhan DEMİR´in de bu yazının içeriğine 28.6.2009 günlü
yaptığı eleştiriyi okudum.
-
Sayın Doksat yazısında, Türkiye’nin bugün
içinde bulunduğu durumu, halkımızın nasıl bir psikolojik süreç ve
travmalardan geçirilmiş olduğunu, ulusal duygu ve reflekslerinin nasıl yok
edildiğinin, ülkemizin yağmalanmasına neden tepkisiz kalınmakta olduğunun,
bir bilim adamı olarak analizini yapıyor.
-
Sayın Demir´in eleştiri yazısından; Ulusal
ve laik devlet düzenimiz gerekirse dağılsın da, bu nasıl olursa olsun ve
bunu kim yaparsa yapsın, bizim umurumuzda değil diyebilecek bir kesimin,
devlet yapımıza ve aydınlarımıza duydukları öfkenin dışa vuruşu anlaşılıyor.
- Aslında Sayın Demir´e, kendisi gibi düşünenlerin neler hissettiğini bize
çok samimi bir şekilde hissettirdiği, anlatmaya çalıştığı için, teşekkür
etmek istiyorum.
-
Demek oluyor ki; bir kesim Türkiye´de pusuya
yatıp, emperyalistlerin Türkiye’nin başına çullanmalarını beklemiş ve bu
kesim bunu, inanıyorum ki, dinimizdeki vatan sevgisi ile de
bağdaşlaştırabilmiş. Ama şu unutulmamalı ki; bugün ulusal onur ve
değerlerimize saldıranların karşısında -birilerine kızdıkları için de olsa-
suskun kalan kesim, gelecekte bu topraklarda ibadetlerini bile gönül
rahatlığı içinde yapamayacaklar.
-
Türkiye’nin başına çullanmakta olanlar,
Pakistan ve Afganistan´da söz yerinde ise sokaklarda rast gele
yakaladıklarına, terörist ve yandaşları diye Guantanamo´da yaptıkları
ortada. Irak kapı komşumuz. O insanların yaşam haklarına, kutsal inançlarına
ve hatta ibadethanelerde yapılan saldırı ve hakaretleri yıllarca okuyup,
dinledik, görüntüleri izledik.
- Anlaşılıyor ki, ülkemizde üstelik dindar geçinen bir kesim, kendileri
gibi düşünmeyen aydınlarımıza, içlerine sindiremedikleri laik devlet
düzenine, nedeni ne olursa olsun duydukları kin ve öfkeden, ülkemiz
ekonomisinin can damarı olan bankalarımızın %70´ inin üzerinde yabancılara
peşkeş çekilmesine seyirci kalabiliyorlar. Oysa; hiç bir Avrupa Birliği (AB)
ülkesinde, banka sektöründe yabancı sermayenin oranı %21´i geçmez. Biz
bankalarımızı yabancılara orantısız şekilde yabancılara sunarken, Almanya´da
birleşik sağ partilerin ağır bastığı ve başbakanı da sağcı olan koalisyon
hükümeti, zarar eden bankalarda yüksek oranda hisse senetleri alıp, banka
yönetiminde ve ekonomide devletin gücünü artırıyor. Biz de ise tam tersi
oluyor. Bunun izahı nasıl yapılabilir? Sadece bankalar mı, yabancılara altın
tepside sunduğumuz.
-
Bu da yetmezmiş gibi; yabancı banka
sermayesi kuşattığı yerli sermayemize, en düşük kredi için bile, en güç
şartları öne sürmekteler. Böylece yerli sermayemizin yok olmasına göz
yumuluyor.
-
Bütün bunların kaynağı, ATATÜRK ve
Devrimlerine, (Türk İnkılâbına) yurtsever aydınlarımıza duyulan, nefret, kin
ve öfke midir?
-
Bunun vatanseverlikle, sağduyu ile bağdaşır
tarafı var mıdır?
-
Bugün soframıza gelen ekmek bile, tarım
politikamız böyle devam ederse, vücudumuzda tıp biliminin bile tanımlamakta
aciz kalabileceği hastalıkların nedeni olabilecektir. Genleri ile oynanmış
ve köylümüze empoze edilen tohumlar, tarlalarımızın verimini tamamen
yitirip, harmandan kaldırdığımız buğdayın da tohum olamayacağına tanık
olduğumuzda, hem bazı şeyleri düzeltmek için çok geç olacak, hem de bu zaman
içinde çok şeyin ellerimizden kayıp gittiğini görebiliriz.
-
İşte üç ay içinde oluşan ve %13,8 küçülen
ekonomimiz, milli gelirimizden buharlaşıp uçan 57 milyar dolar, kimleri
mutlu etmiştir?
-
Bu mu teğet geçen kriz?
-
Yoksa; Türkiye´yi kuşatma ve başına
çullanmanın bir işareti midir?
-
Ülke değerlerinin yağmalanmasına, peşkeş
çekilmesine göz yummakla mukkadesatcılık nasıl bağdaşabiliyor?
-
Oysa dinimizin en değerli ve kutsal öğesi,
vatan ve toprak sevgisi değil midir?
-
Bana 27 yıl önce bir ayağı takma genç bir
Filistinlinin: “Bizim kıldığımız Cuma namazı kabul değil“ dediği, halen
kulaklarımda çınlamaktadır.
-
Sayın Demir gibi düşünen ve davrananlar,
istediklerinin “gönüllerince gelişmediğini” öne sürerek, bugün reddettikleri
“eskinin“ de geri dönemeyeceğini, yaşayıp öğrenmek mi istiyorlar, yoksa?
-
İşte o zaman, bazı şeyleri düzeltmek için
zaman da, fırsat ta kaçmış olmayacak mı?
- Allah Türkiye´yi, başımıza çullanmak için dışarıdaki pusu siperlerinde
yatanlardan değil de, öncelikle içerideki işbirlikçilerden ve siperlerde
yatanlardan korusun.
-
Korkarım ki bu süreci dibe vuruncaya kadar
yaşayacağız.
-
Ama unutulmamalı ki; tarihimiz sabrımızın
sınandığı örneklerle doludur.
-
Ondan sonra mı?
-
Tarihimizde yaşadığımız 86 yıl öncesinin
örneğini kim yok sayabilir?
-
-
(*) Remzi UYSAL, TÜRGEM Başkanı e.Mail:
uysalremzi@yahoo.de
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
79 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
KUTSAL MİRAS; IŞIK
VE AŞK |
-
-
Mustafa Kemal
Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen anlatıyor: Bir gün Gazi
Orman Çiftliğinde dolaşıp hava alırken, oldukça yaşlı bir
kadına rastladık. Atatürk attan inerek sessizce bu ihtiyar
kadının yanına sokuldu.
-
-Merhaba Nine,
-
Kadın Ata'nın
yüzüne bakarak hafif, ürkek, mütereddit ve titrek bir sesle;
-
-Merhaba dedi,
-
-Nereden gelip
nereye gidiyorsun? Kadın şöyle bir duralayıp,
-
-Neden sordun
ki, dedi. Sen buraların sabısı mısın? Yoksa bekçisi mi?
-
Paşa
gülümsedi.
-
-Ne sahibiyim
ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar Türk milletinin malıdır.
Buraların sahibi de, bekçisi de Türk milletinin bizatihi
kendisidir. Şimdi nereden gelip nereye gittiğini söyleyecek
misin?
-
Kadın başını
salladı.
-
-Tabii
söyleyeceğim, ben Sincan'ın köylerindenim bey, otun güç
bittiği, atın geç yetiştiği kurak, kavruk köylerinden
birindenim. Bizim mıhtar bana bilet aldı trene bindirdi,
çıktım doğru Angara'ya geldim.
-
-Muhtar niçin
Ankara'ya gönderdi seni?
-
-Gazi Paşamızı
görmem için. Başını pek ağrıttım da... Benim iki oğlum gâvur
harbinde şehit düştü. Memleketi gâvurdan kurtaran kişiyi bir
kez görmeden ölmeyeyim diye hep dua ettim durdum. Rüyalarıma
girdi Gazi Paşa… Bende gün demeyip mıhtara anlatınca, o da
bana bilet alıverip saldı Angara’ya, giceleyin geldimdi. Yolu
neyi de bilemediğimden işte ağşamdan belli böyle kendimi
oradan oraya vurup duruyom bey.
-
-Senin Gazi
Paşa'dan başka bir isteğin var mı?
-
Kadının birden
yüzü sertleşti.
-
-Tövbe de bey,
tövbe de! Daha ne isteyebilirim ki... O bizim vatanımızı
gurtardı. Bizi düşmanın elinden gurtardı. Şehitlerimizin
mezarlarını onlara çiğnetmedi daha ne isteyebilirim ondan?
O’nun sayesinde şimdi istediğimiz gibi yaşıyoruz. Şunun bunun
gâvur dölünün köpeği olmaktan onun sayesinde kurtulmadık mı?
Buralara bir defa yüzünü görmek, O’na sağol paşam! demek için
düştüm yollara. O’nu görmeden ölürsem gözlerim açık gidecek.
Sen efendi bir adama benziyon, bana bir yardım ediver de Gazi
Paşayı bulacağım yeri deyiver.
-
Atatürk'ün
gözleri dolu dolu olmuştu, çok duygulandığı her halinden
belliydi. Bana dönerek:
-
-Görüyorsun ya
Gökçen, işte bu bizim insanımızdır... Benim köylüm, benim
vefalı Türk anamdır bu…
-
Attan indim.
Yaşlı kadının elini tuttum :
-
-‘Anacığım’
dedim, sen gökte aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen,
seni buralara kadar koşturan Gazi Paşa yani Atatürk işte
karşında, yanı başında duruyor.
-
Köylü kadın bu
sözleri duyunca şaşkına döndü. Elindeki değneği yere fırlatıp,
Atatürk' ün ellerine sarıldı. Görülecek bir manzaraydı bu.
İkisi de ağlıyordu. İki Türk insanı biri kurtarıcı, biri
kurtarılan, ana oğul gibi sarmaş dolaş ağlıyorlardı. Yaşlı
kadın belki on defa öptü atanın ellerini. Ata da onun ellerini
öptü. Sonra heybesinden küçük bir paket çıkarttı. İçinde beze
sarılmış bir köy peyniri vardı. Bunu Atatürk'e uzattı:
-
-Tek ineğimim
sütünden kendi ellerimle yaptım Gazi Paşa, bunu sana hediye
getirdim. Seversen gene yapıp getiririm. Paşa hemen oracıkta
bezi açıp peyniri yedi. Çok beğendiğini söyledi. Sonra
birlikte köşke kadar gittik. Oradakilere şu emri verdi; "Bu
Anamızı alın burada iki gün konuk edin. Sonra köyüne götürün.
Giderken de kendisine üç inek verin, benim armağanım olsun.
-
KISSA’DAN
HİSSE: İşte! Krizler, bunalımlar ve kaotik buhranlar
karşısında dimdik duracak, Türk olmanın onur ve erdemiyle,
yurdunu ve milletini öz’ünden çok severek çözüm üretecek sır
(basiret, beka, deha, kudret ve kuvvet) bu anı’da gizlidir.
Gözyaşlarınız dinince, siz de düşünün biraz…
-
Yüreğiniz,
Türk İnkılâbının ışık ve aşk’ına, idrakine açıksa EĞER!...
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
80 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
KÜRTLERİN LOZAN’A GÖNDERDİĞİ MEKTUP |
|
-
-
Hakikatte bilumum-u Yahudi,
Ermeni, Rum, Sırp ve Cermen dönmesi oldukları halde; amansız bir aşk, şevk ve
sevda ile “Kürt Meselesi” ne sarılan-soyunan sahtekârlara: “1923’ DE KÜRT
HALK HEYETİNİN LOZAN’A GÖNDERDİĞİ TARİHİ MEKTUP” ithaf
olunur. “Bu günlerde (Lozan Konferansı görüşmeleri sırasında) İngiltere
yetkili kurul başkanı Lord Curzon’un Kürtlere bağımsızlık verilmesi fikrini
ortaya atarak, Kürtlerin koruyucusu tavrını takınmasını, hayret ve şaşkınlıkla
karşıladık!
-
Biz Kürtler, Turan
neslinden bir kavimiz. Milli hatıralarımız ve özelliklerimizden dolayı Türkler
bize, “yiğit ve cesur” anlamına gelen “Kürt” ismini vermişlerdir. Kürt adıyla
anılan ve büyük hizmetleri geçen kahramanların isimlerinin yaşaması amacıyla
Deminan, Hayderan, Kureyşan ve Lolan gibi isimler kabile ve aşiretlere
verilmiştir. Bu aşiretler bugün anavatanın Doğu Türklerini oluşturmaktadır.
Kürtlerin 1876 tarihinden önceki ve sonraki durumları araştırılacak olursa,
“İranlı misyonerlerin” aşiretler üzerinde yaptıkları çalışmaların sonucunda
Kürtler kendi öz dilleri olan Türkçe lehçesini ve öz kültürlerini yavaş, yavaş
kaybettiler. Bundan dolayı Erzurum, Van, Bitlis ve Musul taraflarındaki
aşiretler, Farsçadan başka bir şey olmayan, Kırmanç adı verilen Farisi lehçeyi
konuşmaya başladılar. Bu misyoner faaliyetlerinden az etkilenen, Harput ve
Diyarbakır taraflarındaki Kürt aşiretler ise ana dilleri olan Türkçe lehçesi
ile karışık Zaza lehçesini konuşmaya başladılar. Bu Öz Türkoğlu Türkleri Yavuz
Sultan Selim Han, Kürtlerin hanı Şeyh İdris-i Bitlisi’ye gönderdiği fermanla
kendi ülkesine dâhil etti. O günden bu güne kadar, Türk akrabalarının şefkat
ve himayelerinde huzurlu ve rahat yaşamakta ve Türk lehçesi ile de
konuşmaktadırlar.
-
Yukarıda yapılan
değerlendirmeden sonra, İngiltere yetkili kurul başkanı Lord Curzon’a sorarız
ki; İranlıların dilini biraz konuşmakla, o millete mensup olunduğu kabul
edilirse, İngilizlere de dâhil her milletin durumu tartışılır. Doğu ülkelerini
istila eden ve genellikle dünyanın kendi toprakları içerisinde olmasını hayal
eden İngilizlerin, diğer milletlerin kabullenemediği “müstemleke”
kelimesinin yerine kulağa hoş gelmeyen ve aynı anlamı taşıyan “manda”
kelimesinin de aslında aynı şey olduğunu Kürtler anlamıştır.
-
Dünyadaki zenginlik kaynaklarına sahip olmak isteyen
İngilizlerin, 10/12si Türk olan Musul’u ve petrol kaynaklarını biz
Müslüman Türk’lere çok görmesini hayretle karşılıyoruz. Lozan Konferansı’nda
İngiltere yetkili kurul başkanı Lord Curzon’un, Dersim (Tunceli) ve
Bitlis olaylarından bahsederek tek millet olan Türk-Kürt arasına ayrılık
düşünceleri sokma gayretini biz Kürtler anladık. Biz Kürtler, Avrupa ve
İngiliz diplomatlarının parlak vaatlerinin altında kendi menfaatlerinin
olduğunu biliyoruz. Bundan dolayı kendi direniş kuvvetlerimizi oluşturduk.
1917 yılında İngiltere yetkili kurul başkanı Lord Curzon gibi bağımsızlık
vaatlerinde buluna Ruslara biz Kürtler: “Bizi anavatandan hiçbir kuvvet
ayıramaz. Bizim rahata kavuşmamız sizin hemen bu topraklardan çekilmenizle
olacaktır,” dedik.
-
İşte bugün bütün Kürtler, Lozan’daki Avrupa ve bilhassa
İngiliz diplomatlarına aynı yanıtı veriyoruz. Kürtler bağımsızlıklarını,
kendilerini yok edecek yabancılara değil, kendi ailelerinden olan Türk’lere ve
Onları temsil eden Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ne emanet etmiştir.
Sonuç olarak biz Kürtler, İngiltere yetkili kurul başkanı Lord Curzon’un
bizler için fikirler üretmemesini rica eder ve Lozan’daki Temsil Heyetine ve
başkanı sevgili hemşerimiz (Kürt) İsmet Paşa hazretlerine başarılar
dileriz.”
-
İMZALAR: Umum Kürt Amele ve
Esnaf Cemiyeti; İstanbul Umum Kürtleri adına Reis Salih Kâhya; Lolan aşiret
reisi; Sabık Erzurumlu İsazade Ahmet; Kürt Gençler Cemiyeti; Düzerzade
Dersimli Mehmet Sabri.
-
Kaynak: 24 Kânun-u Sani (1339 - 24 Ocak 1923) Devlet Arşivleri
Genel Müdürlüğü Başbakanlık Osmanlı Arşivi, HR.İM, 60/
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
81 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
MADDE VE MANÂDA BÜTÜNLÜK
|
-
- 31 Ağustos 1914 günü Osmanlı Devleti,
Almanya’nın yanında Birinci Dünya Savaşına girdiğinde; İngiltere Savaş Bakanı
Lord Kitchener bir açıklama yaparak: “Türkiye’yi yok edinceye ve tarih
sahnesinden silinceye kadar savaşacağız..” dedi.
- Aradan bir yıl geçmeden Çanakkale’de büyük
bir hezimete uğradılar.
- Atatürk ve Türk milleti yine büyük bir
mucize yaratmıştı.
- İngiltere ve müttefikleri şaşkındı.
- Köhne ve hasta bir devlet bütün ordularını
tarumar etmişti.
- Beklenen bu değildi. Hayâl-i sükut
derindi...
- Bu büyük yenilgiden sonra İngiltere
parlâmentosu toplanarak ‘Çanakkale hezimetini’ bütün aşama ve ayrıntıları ile
görüştü. (1916) Saatler süren öfkeli, sinirli, gergin ve heyecanlı oturum
boyunca milletvekilleri Başbakan David Lloyd George’u (1) hedef alarak en ağır
şekilde eleştirip suçladılar. Korkunç ve acımasız hücumlar yönelttiler.
Başbakan bütün konuşulanları olanca sükunetiyle sonuna kadar dinledi.
- Nihayet, elinde bir kitapla kürsüye çıktı.
- Elindeki kitap Kur’an-ı Kerim di...
- Kendisine ve orduya yöneltilen
eleştirilere, çok kısa ve öz olarak şöyle cevap verdi:
- “Şu elimdeki kitabı görüyor musunuz ? Bu,
Türklerin taptığı kitaptır. Kuranı Kerim... Biz bu milleti tam 300 yıldır bu
kitaptan ayırmaya ve dinlerinden uzaklaştırmaya çalışıyoruz. Demek ki
başaramamışız. Zira, bu kitap Türk’lerin elinde olduğu ve onlar bu kitaba göre
amel ettiği (yaşadığı) sürece, bütün dünyanın orduları bir araya gelse, yine
de Türkleri yenemezler. Ne vakit ki, onları bu hayat ve kuvvet kaynaklarından
soğutur, uzaklaştırır ve ayırırız, işte o zaman Türkleri yenmek dünyanın en
kolay işi olacaktır” dedi. (2)
- Bunu lütfen not ediniz ve asla unutmayınız.
- Size başka bir misal daha vereyim. Çok
önemli ve özgün. Daima hatırlanması ve asla akıldan-hatırdan çıkartılmaması
gerek. Zira, yaşadığımız günlerde bu hakikatler kulağımıza küpe olmalı.
- Hani, 1820’lerde Fener Rum Patriği olan
Papa V. Gregorius, dönemin Rus Çarı’na Türklerin yola getirilmesi ile ilgili
bir mektup yazmıştı. Mektuptan Padişah II. Mahmut her nasılsa haberdar oldu.
Sürüp giden yıkıcı ve bölücü faaliyetleri, cürümleri nedeniyle patriğin suç
dosyası zaten çok kabarıktı. Mektup da deşifre olunca, malum Papa,
patrikhanenin kapısında asılarak idam edildi. İşte o mektup:
-
“Türkleri, maddeten ezmek
ve yenmek mümkün değildir. Çünkü Türkler çok sabırlı ve mukavemetli
(dayanıklı, imanlı-şuurlu) insanlardır. Gayet mağrurdurlar. Onurlu ve izzet-i
nefis sahibidirler. Bu hasletleri de, dinlerine bağlılıklarından, kadere rıza
göstermelerinden, an’anelerinin kuvvetinden; Atalarına, Padişâhlarına,
kumandanlarına ve büyüklerine olan bağlılık itaat, teslimiyet ve
sadakatlerinden ileri gelmektedir.
-
Türkler zekidirler, namuslu
ve dürüsttürler ve kendilerini müspet yolda sevk ve idare edecek reislere
sahip oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gayet kanaatkârdırlar. Onların
bütün meziyetleri, hattâ kahramanlık, cesaret ve secâat (yiğitlik, yüreklilik)
duyguları’ da an’anelerine (örf, adet, töre, kültür ve geleneklerine) olan
samimi bağlılıklarından, ahlâk salâbetinden (sağlamlık ve yüksekliğinden)
ileri gelmektedir.
- Bu nedenle, Türklerde, evvelâ ve mutlaka itaat ve
sadakat duygusunu kırmak ve manevi bağlarını yok etmek, dini metanetlerini
zaafa (zayıflık-kuvvetsizlik) uğratmak icap eder. Bunun da en kısa yolu, milli
ve manevi ananelerine (değerlerine) uymayan harici fikirler ve davranışlara
onları alıştırmaktır.
-
Türkler, dış yardımı
reddederler; Haysiyet duyguları buna manidir. Velev (hattâ isterlerse) ki,
geçici bir süre için dahi zahiri (görünen) kuvvet verse de, Türkleri mutlaka
dış yardıma alıştırmalıdır.
-
Maneviyatlarının sarsıldığı
ve Kur’an dan soğutulup İslâm’dan uzaklaştırıldıkları gün, Türkleri
kendilerinden şeklen çok kudretli, kuvvetli, güçlü, kalabalık ve zahiren hakim
kudretler önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve maddi
vasıtaların üstünlüğü ile yıkmak kolaylıkla mümkün olabilecektir.
-
Bu sebeple, Osmanlı
devleti’ni tasfiye için mücerret (soyut) olarak (yalnızca) harp
meydanlarındaki zaferler kâfi (yeterli) değildir, ve hattâ sadece bu yolda
yürümek, Türklerin haysiyet, onur ve vakarını (ağırbaşlılığını) tahrik
edeceğinden, hakikatlere nüfuz etmelerine de sebep olabilir.
-
Yapılacak olan, Türklere
hiçbir şey hissettirmeden bünyelerindeki bu tahribatı, her ne pahasına olursa
olsun tamamlamaktır.” Patrik’in mektubu; İznik Konsülleri tarafından aynı
konuda alınan kararlar ile örtüşür. Yol gösterir (Türk düşmanlarını kurgular)
tarzda ve İngiliz Başbakanı David Lloyd George’u doğrular niteliktedir. Bu
mektup, özellikle, kendini Bizans’ın hamisi sayan ve SSCB’ne kadar Bizans
bayrağını kullanan Çarlığa ‘bahusus menfur projeyi’ ilham eder. Proje, başta
yakın akraba Fransa ve İngiltere olmak üzere bütün Batıya açılır, anlatılır ve
paylaşılır. Kısa sürede benimsenir ve uygulamaya konulur. (3)
-
Bu hususu açıkça teyit ve tasdik ederek,Türk milletine
geleceğe matuf ‘yol gösteren’ çok önemli bir vecize ve hattâ, aklı başında
“milli vicdan” sağlıklı, ilmi düşünce ve iman sahiplerine vasiyet niteliği arz
eden bir belge de Atatürk’ den. (6 Mart 1922-Atatürk)
- Belge aynen şöyle:
-
“Artık durumu düzeltmek,
hayat bulmak için, insan olmak için, mutlaka Avrupa’ dan nasihat almak; Bütün
işleri Avrupa’nın emellerine uygun yürütmek, bütün dersleri Avrupa’ dan almak
gibi birtakım zihniyetler ortaya çıktı.
-
Oysa; Hangi istiklâl vardır
ki, yabancıların nasihatleri ile yabancıların plânları ile yükselebilsin?
Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir. Tarihte, böyle bir olay yaratmaya
kalkışanlar, zehirli sonuçlarla karşılaşmışlardır.
-
İşte Türkiye’de, bu yanlış
zihniyetle sakat olan bazı yöneticiler yüzünden, her saat, her gün, her
yüzyıl, biraz daha çok gerilemiş ve daha çok düşmüştür.
-
Bu düşüş ve alçalış, yalnız
maddi şeylerle olsaydı, hiçbir önemi yoktu.
-
Ne yazık ki, Türkiye ve
Türk halkı, ahlâk bakımından düşüyor.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
82 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
MEB Hüseyin ÇELİK NE
YAPMAYA ÇALIŞIYOR? |
-
-
18 Mart 2008 Şehitler günü MEB’nın uluslar arası mason
tarikatı alt kuruluşlarından Lions Kulüpleri ile bir eğitim ve
işbirliği anlaşması yapıldığı ve bunun Bakan Doç Dr. Hüseyin
Çelik tarafından onaylanarak uygulamaya konulduğuna dair haber
ortaya çıktı.
-
Şimdi de; (23 Eylül 2008) İmam Hatipler'de 'papaz ve haham'
dönemi diye bir haber gördük. Buna göre: MEB İmam Hatipler'de Dinler Tarihi
dersine rahip ve hahamların davet edilmesini ve öğrencilere
ders verdirilmesini istemiş!
-
Olay şöyle: Bundan böyle
MEB İmam Hatip Liseleri'ne yönelik başlattığı yeni
uygulamayla, Dinler Arası Diyalog söyleminin hayata
geçirilmesi konusunda bir adım daha attı. Böylece Bakanlık,
İH'lerde Dinler Tarihi dersine rahip ve hahamların davet
edilmesini ve gençlere ders verdirilmesini amaçlıyor. Bakan bu
uygulamayla güya dinler arasındaki önyargıların ortadan
kalkacağını savunuyor.
-
AYKIRILIK VE İNKAR
-
Eğer doğruysa, bu apaçık İslâm’a muhalefet, Kur’an-ı Kerim ve
Al-i İmran suresi 19. âyetini tekzip ve inkardır. Zira bu
sure, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Ramazan ayı boyunca bütün
Camilere astığı “Doğrusu Allah katında din İslâm’dır” ayetine
aykırı olup; Bakan veya bakanlığın böyle insanlık, din ve
ahlak dışı bir teşebbüs ve tasarrufa asla hakkı ve yetkisi
yoktur. Böylece Müslümanlar alenen rencide, Kur-an tahrif ve
kutsal gerçek inâr edilmiş olmaktadır. Dolayısıyla vakıa tam
bir vukuat, kasıt-art niyet ve din düşmanlığına matuf “fiilen
suç teşkil eden” bir skandaldır. Özellikle adının başında
“MİLLİ” kelimesi yer alan iki bakanlıktan birinde, uluslar
arası mason tarikatının mütemmim cüzü Lionslar ile işbirliği
anlaşması yapılması ve şimdi de İmam Hatip Liselerine papaz ve
haham sokulması gibi alçakça bir eyleme teşebbüs, büyük Türk
Milleti ve Yüce İslâm Dini’ne hakaret, tezyif ve alçakça bir
tertiptir.
-
Bu, en azından “MİLLİ SAVUNMA” bakanlığı ve Peygamber Ocağı
Şerefli Türk Ordusuna Mason, Lions, Rotary ve bunların
mütemmim cüzü; Dış kökenli ve uluslar arası menfur unsurların
memur, Astsubay ve Subay olarak kabulü kadar “laneti mucip”
bir hainlik, aslını inkâr, misyonu’nu terk ve Müslümanlar
açısından çok ağır bir cürümdür. Ki, neseben gayrisahih ve
gayrimüslim dönme ve devşirmelerin (koza ve kriptoların)
askere alınmasına benzer. Sorumluları Türk ve Müslüman olarak
kabul edilemez. Zira TSK ve MEB’de görev yapan Türk ve İslâm
karşıtı unsurlar ancak ve sadece apaçık düşman, ajan,
işbirlikçi, koza ve provokatör olarak kabul, tarif ve tavsif
edilebilir.
-
BİR DE OLACAKLARA BAKALIM!
-
Milletçe kutsiyet izafe edilen iki hayati kurumda bu tür
aykırı, insanlık ve İslamlık dışı uygulamalara müsamaha ve
teşebbüs tam bir gaflet, dalalet ve hıyanettir.Sonuçta
Misyonerlik devlet eliyle okullara girecek ve Ordu, moral ve
maneviyat yönünden ağır bir tahribata maruz kalarak zaafa
düşecek ve bidayette çökertilecektir.. Bu bir AB oyunudur ve
sinsi düşmanlıktır.
-
Bu plan, gençlere kendi okullarında rahip ve hahamlar
aracılığıyla Hıristiyanlık ve Yahudilik propagandasına izin
vermek, misyonerliğin de Bakanlık eliyle meşrulaştırılıp kamu
kurumlarına kadar sokulması anlamına gelir.
-
MEB'nın İHL'ne yönelik başlattığı bu menfur girişimin gerçek
amacı tam bir yalan, hile ve safsata olan Dinler Arası
Diyalog’dur. Bunu motive, destek ve takviye ettiği sürece
Medeniyetler İttifakı söylemi de insanlık dışı, ahlaksız ve
düşmanca telakki olunmak gerekir.
Kaldı ki bu menfur teşebbüs ve tertiplerin MEB müfredatına
girmesi Türk, İslam ve insanlık âleminin en büyük düşmanı
Misyonerliğin meşrulaştırılması demektir.
-
Eğer bu yolda gerçekten zaruri bir hizmet ifa edilmek
isteniyorsa;
-
Niçin BM ve NATO müktesebatı gereği TSK’da rütbeli İmam sınıfı
ihya edilmiyor? Ve niçin din-ahlâk derslerine İmamlar
girmiyor?
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
83 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
MENDERES 'VASİYET-EMANET VE DP |
-
- Süleyman Soylu Başkanlığında
'Beyaz Yürüyüş' ünü tamamlayan Demokrat Parti, 15- 16 Kasım
2008 Cumartesi-Pazar günü 9. Olağan Büyük Kongresini
yapacağını açıkladı.
- Haberi duyunca, 5.05.2007
günü Doğru Yol Partisi (Mehmet Ağar) ile Anavatan Partisi
(Erkan Mumcu) arasında yaşanan tatsız-tuzsuz, seviyesiz
tartışmalar, basına yansıyan demagoji-polemik ve iğrenç
atışmalar geldi aklıma. Doğrusu olayın en önemli aktörlerinden
biri de bendim. En azından öyle sanıyordum. Derdim siyasi
gelenek, kanun-ahlâk ve hukuk bakımından dört başı mamur bir
birleşme ve bütünleşme olsun idi. Fakat sonradan öğrendim ki,
mesele ne logo, ne tüzük ve ne de program değil; Sadece ve
yalnızca para imiş.
-
Sonraki
hezimet malum, buna 'DP'nin denir. Bilen bilir. Amma lâkin en
iyisini Murat Uzman'la Aydın Menderes bilir. Hani şu: "Çarşıya
kadar değil, pazara kadar değil, mezara kadar meselesi.."
O'da, BDP'yi 'para meselesinden' DP'ye katmıştı. Şık olmadı,
iyi gelmedi. Başta Cemal Külâhlı, Rasim Cinisli ve muazzam bir
teşkilât olmak üzere, çok değerli bir kadro harcandı gitti!..
Buna hakları yoktu. Amma onlar aşağıdaki gerçekleri
bilmiyorlardı.
-
ÖZETLE:
"1950-1960 Dönemi: Bilindiği gibi DP,1950' de oyların %53.3
ünü, 1954'de %56.6'sını ve 1957 'de %47.3' ünü almış, 1960 ta
da bir erken seçim sözü verilmiş iken (26 Mayıs 1960,
A.Menderes Eskişehir Mitingi) dünya tarihinde eşi-emsali
görülmemiş ve doğrudan tek partiye karşı yapılmış
antidemokratik ve yasadışı kara bir darbe yapılarak, cebren ve
hile ile gerici, çıkarcı, yobaz, çağdışı ve halk düşmanı bir
kesimce iktidardan uzaklaştırılmıştır. Bu cihetle DP, hukuken
ve fiilen iktidarı devam eden ve bu durumunun resmen kabulü
lazım gelen "masum ve mazlum bir misyon" mesabesindedir.
-
DP 10 yıllık
iktidar dönemi; Türk halkının açlık, kıtlık, yokluk, cehalet,
sefalet, fakirlik, kriz bunalım ve buhran, yoksulluk, işsizlik
ve kıtlığın hüküm sürdüğü ve Cumhuriyet tarihinde "az
gelişmişlik ve geri kalmışlığın" en kritik noktaya dayandığı
yerden başlar. Aynı dönemde siyaset yozlaşmış, rüşvet,
yolsuzluk, ayırma-kayırma ve suiistimal almış yürümüş, çok
katı, karanlık ve despot, bir dikta rejimi halkı canından
bezdirmiştir.
-
Türkiye tıpkı
bugünkü gibi yaşanamaz ve tahammül edilemez bir haldedir.
Dahası milli değerler ve manevi mukaddeslere karşı oluşturulan
düşmanca tavır ve politikalar, prototip insan yaratma eğilimi,
yok edilen köylü, esnaf ve malını çalmaya zorlanan çiftçi ile
"yol vergisi + milli koruma kanunu" adı ardında sürüp giden
halk partisi güdümlü jandarma zulmü.. Bunun yanında Halk
Partisi saflarında yerleşen, belirginleşen ve giderek devleti
bütünüyle ele geçiren, sömürgen bir "mutlu azınlık" buna
mukabil ezilen, üzülen ve ıstırap çeken bir "çarıklı
çoğunluk". İşte DP bütün bunlara son verdi. İktidar olduğu gün
Cumhuriyeti demokrasi ile buluşturdu, halkı devleti ile
barıştırdı. Büyük Atatürk' ün en büyük hasret, emel, hayal ve
idealini gerçekleştirdi. Millet idaresini, devlet idaresine
taşımak suretiyle 1946 dan beri ilk kez "Egemenlik Kayıtsız
Şartsız Milletindir." ilke ve vecizesini hayata geçirdi.14
Mayıs 1950, O güne kadar eşi benzeri görülmeyen bir büyük
coşkuyla kutlandı ve "DEMOKRASİ BAYRAMI" ilan edildi. Ayrıca;
Atatürk' ün programını bütünüyle uygulamak suretiyle,
Cumhuriyet tarihinin en büyük değişim-dönüşüm,
kalkınma-gelişme, bütün alan ve sektörleri içine alan (çok
yönlü) yeniden yapılanma, çağdaşlaşma ve modernleşme
hareketini gerçekleştirdi. İşsizlik kısa sürede sıfırlandı.
Bütün ekonomik göstergeler en yüksek düzeye çıkarıldı.
Milletimiz yok olan milli, ilmi, maddi-manevi, sosyal,
bilimsel ve kültürel değerlerine kavuşturuldu. Halk devletle,
devlet halkla barıştı. İnsan Hakları, anlayış, barış, adalet,
insan hakları, hukukun üstünlüğü ve demokrasi bütün kurum ve
kuralları ile evrensel norm, standart ve kriterleri ile hayata
geçirildi. Alevi ve Roman (Çingene) vatandaşlarımıza ilk kez
Nüfus hüviyet cüzdanı verilerek kimlik ve kişilik kazandırdı.
Tıpkı Atatürk döneminde olduğu gibi, TL'nin kıymeti arttı.
Doların değeri değişmedi. NATO normlarına göre 10 yılda 100
yıl karşılığı (dünya tarihinde eşi–emsali görülmemiş) bir
kalkınma ve iktisadi-siyasi-manevi-sosyal-bilimsel ve kültürel
gelişme ve büyüme hareketini hayata geçirdi. Sosyal devlet,
Cumhuriyet ve laiklik ilkesini çağdaş modern ve muasır
düzeyde, norm-standart, kriter ve ilkelere kavuşturdu.
Toplumsal barış, karşılıklı anlayış huzur, varlık, bolluk
zenginlik ve refah ortamı sağladı. Ülkemizi geri, çağdışı,
ilkel bir durumdan kurtarıp dönemin birinci sınıf dünya
devletleri düzeyine ulaştırdı. Milli, moral ve manevi
değerleri geliştirdi. İnsan Hakları, Adalet ve Hukuk hayata
geçti.
-
DP mefküresi;
46 ruh-dava ve misyonu olarak, TC' nin, geleneksel ve evrensel
bir devlet olma sürecini tamamladı. İçeride ve dışarıda
onurlu, itibarlı ve muteber devlet trendini yakaladı. Dış
politikada barış itimat ve istikrar dönemini başlattı Türkiye
lehine en kalıcı, geleceğe yönelik anlaşma ve ittifakları
oluşturdu. (BM-NATO-AET) Kıbrıs konusunu çözümledi. Lozan'a
rağmen tekrar "Milli Dava" düzeyine taşıdı. Fakirlik,
yoksulluk, yolsuzluk ve cehaleti yendi. İşsizliği sıfırladı.
Sendikacılık, sosyal güvenlik sigorta ve emeklilik, iş
güvenliği ve iş barışını getirdi. Endüstriyel, ekonomik ve
teknolojik kalkınma ve gelişme yanında iyi insan, onurlu ve
sorumlu vatandaşlık bilincini geliştirdi. Eğitim kalitesini
yükseltti. ODTÜ dâhil yeni üniversite ve eğitim kuruluşları
oluşturdu. Tarım-Ticaret ve Sanayi Odaları ile Meslek
birliklerini kurdu. Dış ticareti ve turizmi geliştirdi.
Özelleştirme, yabancı kredi, dış finansman gibi sözcükleri ilk
defa iktisat ve ticaret hayatına ve devlet literatürüne kattı.
Tarımdan enerjiye akıllara durgunluk veren ve 1949 a göre
%500' lere varan ve %26' ları bulan bir kalkınma, yatırım
üretim ve sanayileşme atılımını hayata geçirdi"
-
Netice
itibarıyla 2007'de DYP'nin adı "Demokrat Parti" olarak
değişti. AP'nin ilk logosu (kutsal) kitap'ı tekmeleyip hışımla
savuran at, sırtını halka dönüp AB'ye karşı oturdu. Oysa
DP'nin başvurduğu Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) idi, sonra
AT oldu… Şimdi de AB!.. Ne Atatürk'ün vasiyet ettiği buydu ve
ne de Başvekil Menderes'in.
-
Ama CHP ve
MHP'nin bile zerresinden taviz vermediği logo'ya, tüzüğe ve
programa DYP samimiyet ve sadakatle sahip çıkamadı. Çıkmadı.
AP'ye sahip çıkabildi mi sanki? Olay bu kadar basit değil.
Örneğin: DP son 10. Olağan Büyük Kongresini 02 Mayıs 2004'de
yaptı. Şu hale nazaran silsile takip edilerek, tarihe, mana ve
misyona saygı duyularak bu kongrenin 11. Olağan Büyük Kongre
olarak ilânı gerekti. Yine bu kongrede, (halâ umulur ve
beklenir ki) büyük bir samimiyet-sadakat, geleneğe saygı, ahde
vefa ve tazimle revize edilip YCBS tarafından onaylanan 2002
DP tüzüğü hayata geçsin, kongre no'su 11. olsun, "Yeter !..
Söz Milletindir" anlamına gelen logo onaylansın ve zımmi
iktidarı süren DP; Beyaz Yürüyüşten sonra "İktidar Yürüyüşüne"
başlasın. Bakınız! Şehit Başvekil, Merhum Adnan Menderes'in
apaçık bir 'emanet, vasiyet ve dava sahiplerine işaret'
anlamına gelen son sözlerine:
-
"Size dargın
değilim. (Biz) Sizin ve diğer zavallıların iplerinin hangi
efendiler tarafından idare edildiğini biliyoruz. Onlara da
dargın değilim. Kellemi onlara götürdüğünüzde deyiniz ki:
"-Hürriyet uğruna ortaya koyduğu başını on yedi sene evvel
alamadığınız için size müteşekkirdir." İdam edilmek için
ortada hiçbir sebep yok. Ölüme bu kadar metanetle gittiğimi,
silahların gölgesinde yaşayan kahraman efendilerinize acaba
söyleyebilecek misiniz? Şunu da söyleyeyim ki; Milletçe, bir
gün kazanılacak hürriyet mücadelesinde sizi ve efendilerinizi
yine ben, 1950'de olduğu gibi kurtarabilirdim. Dirimden
çekinip korkmayacaktınız! Ancak, milletçe el ele vererek ölüm
(masumiyetim-eserlerim ve naaşım); Ölünceye kadar sizi takip
edecek ve bir gün sizi silip süpürecektir. Buna rağmen,
merhametim, yine de sizinle beraberdir." dedikten sonra yüksek
sesle şahadet getirerek ruhunu teslim ederek Rahmet-i Rahman'a
yürümüştür.(*)
-
İşte! Ülkeyi
içinde bulunduğu kaos, bunalım ve buhrandan kurtaracak; Dikta,
despot ve mütegallibeye "Yeter!.. Söz Milletindir" diyecek; 48
yıl sonra tekrar millet iradesini devlet idaresine taşıyacak;
Cumhuriyet'i Demokrasiyle buluşturup adalet ahlâkı, hak ve
hukuk'u hakim kılacak dava-misyon, gelenek ve gerçek mefküre
budur. Şimdi, 'isim değiştirdiği zehabıyla' omuzlarına aldığı yükün ve
yükümlülüğün farkında olmayan kadim DYP'li kardeşlerime soruyorum: "Gerçek DP
olmaya var mısınız?"
-
* Prof. Dr. İsa
Kayacan, Mezarlık Kültürümüzden Örnekler, s: 366
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
84 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
MENDERES’İN KATİLİ İNÖNÜ’MÜ? |
-
- 27 Mayıs kalkışması: Dâhili ve harici
bedhahların (gizli ve kinci düşmanların) isyanı; Dönme, devşirme ve
kriptoların devleti “cebren, kalleşçe ve hile ile” ele geçirmesi; Alçakça
gasp ve irtikap ederek, şanlı ve şerefli Türkiye Cumhuriyeti’nin dizleri
üstüne çökertilmesi ve memleket üzerine “mezar toprağı serpilmesi”
olayından ibarettir. Yeni Türkiye, açılım/atılım söylemlerinin tavan
yaptığı günümüzde 12 Eylül ve 28 Şubat, kısmen de olsa yargılanmasına
rağmen; İnsan hakları, Adalet, Hukuk, Demokrasi, İnsanca yaşama, kalkınma
ve gelişmenin çökertilme milâdı olan 27 Mayıs’ın hâlâ yargı önüne
çıkartılamamasının nedeni budur.
- O gün bu gündür millet vekilini
seçememekte; Devlet idaresinde, millet iradesi tecelli edememekte;
İktisatta, siyasette, ticarette, maddi-manevi, ahlâki, ilmî ve kültürel
hayatımızda sulta, cunta, vesayet, oligarklar ve güdümlü paralel
yapılanmalar hüküm sürmektedir!..
- Bazı menfur unsurlar sayesinde bu gün:
Yunan'a adalar, eşkıya’ya Diyarbakır, bir takım paralellere ekonomi,
siyaset ve emniyet ve sair devlet ve adalet cihazı terk ve teslim edilmiş
haldedir. Kanunsuzluk, ahlâksızlık ve zorbalık had safhadadır. Daha düne
kadar katli kabil olan zani, cani, katil ve her nevi hain ortalıkta
serbestçe cirit atmaktadır. Tarihin en şanlı ve onurlu ülkesinde “zina”
suç olmaktan çıkartılmış; Bebek katili, tecavüz suçluları, suiistimal
erbabı, rüşvetçi, hırsız ve yolsuzlar adeta himaye edilir hale gelmiştir.
- Dahası: Halkımızın büyük bölümü AKP
narkozu ile uyutuluyor; Dün kapımızı çalan felâket, bu gün içerde kol
geziyor; Çalışan ve özellikle emeklilerin kahir ekseriyeti açlık ve
yoksulluk sınırı altında maaş almakta iken; 1155 liraya oyunu satacak
hâkim/savcı aranıyor; Esasen hak/adalet dağıtma mecburiyeti taşıyan
“kesime” adaletsizlik ve haksızlık yapılıyor, adeta iltimasla, HSYK
seçimleri öncesinde rüşvet teklif ediliyor!;
- Adalet ve Dad; Hüküm ve hikmet; Merhamet
ve muhabbet yok!..
- İte, bütün bunların nedeni ve sebebi 27
Mayıs’tır.
- 27 Mayıs olmasaydı bu gün Türkiye
Cumhuriyeti; Milli geliri fert başına/reel olarak 50 bin doları aşmış; En
dip toplumsal ve sosyal hücrelerine kadar adalet, ahlâk, refah, huzur,
hukuk, demokrasi ve barışı yaşayan; Dünyanın en gelişmiş üç medeni ülkesi
içinde yer alan.; Özgürlük ve güvenlik sorununu “hakkaniyet, hukuk,
eşitlik ve adalet” düzleminde halletmiş bir memleket olacaktı. Ama olmadı,
olamadı!.. Neden? 27 Mayıs ve İnönü yüzünden…
- Lütfen “şu olanları” tam bir dikkat,
insani bilinç ve vicdanınıza vurarak inceleyin:
- 05 Eylül 1961 günü görülen “Anayasa
ihlâli (!) davası” ile duruşmalar sona erdi. En son yapılan “Anayasa
İhlâli” duruşması, tarihin en komik, mesnetsiz ve aptalca tiyatrosu idi.
Zira 27 Mayıs’ta Mustafa Kemal Atatürk’ün Anayasası ilga edilmiş ve
kurduğu Cumhuriyet, en zalimane biçimde, alçakça ve hunharca tarihin
çöplüğüne atılmıştı.
- 13 Eylül 1961’de, Atatürk ve Menderes
düşmanlığı/kindarlığı ile maruf İsmet İnönü, “henüz belli olmamış kararlar
ölüm cezası içeriyorsa” tatbik edilmemesi hususunda tavassut istirhamı
içeren bir mektubu orgeneral Cemal Gürsel’e yolladı., 15 Eylül 1961’de
Yassıada Mahkemeleri cezaları açıkladı., 16 Eylül'de Zorlu ve Polatkan.,
17 Eylül'de Menderes idam edildi., 15 Ekim 1961’de genel parlamenter
atamaları (namı diğer seçim) yapıldı.
- Tarihlere dikkat! Yassıada süreci
yaklaşık bir sene sürdü. Bu süreçte yeni anayasa imal edildi. İdamlardan 1
ay önce oylandı ve % 60’la kerhen kabul edildi. Kurucu meclis CHP'nin
güdümünde ve Meclis hükmünde idi. Buna rağmen İnönü idamları meclise
götürmeyi kabul etmedi. MBK Başkanı Cemal Gürsel’in, 15 Kasım1961
Hürriyet'te röportajı var. "Seçimlerin altı ay önce yapılmasını teklif
ettim. CHP idamların sorumluluğunu üstlenmemek için kabul etmedi." İsmet
Paşa idamların takvimini seçimlerin önüne aldı. CHP Menderes'in katilidir
unvanını almamak için meclise gelen idam kararını sonuçta
onaylamayacaktı.. Cemal Gürsel; "Memleketin bu hale düşmesinde en büyük
mesuliyet CHP'ye düşmektedir" dedi. 27 Mayıs'ı yapan adam, seçimlerden bir ay sonra bu
lafı söyledi. Bu bir itiraf ve günah çıkartmadır. Neden? Çünkü “bütün
sebeplerle” Menderes'in katili İsmet Paşa'dır da ondan.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
85 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
MEŞRUİYET VE MEŞRUAT
|
Meşru: Haram ve yasak olmayan; Hak
edilmiş, adalet ahlâkı ve hukuka uygun olan..
Meşruiyet: Sosyal bilimler literatüründe, meşruiyete ilişkin
tartışmalar genellikle Max Weber'in otorite ve meşruiyete ilişkin
çözümlemeleriyle başlar. Weber: "Tecrübelerimiz bize göstermiştir
ki, hiçbir otorite sistemi, sadece maddi, duygusal veya ideal
motiflere dayanarak sürekliliğini sağlayamaz. Bütün bunlara ek
olarak, her otorite sistemi meşruiyetine ilişkin bir inanç
oluşturmak ve beslemek gayretindedir" der. Görüşlerinde iki unsur
dikkat çekmektedir:
1. Meşruiyeti siyasi rejimlerin
yaşaması için en önemli faktör olarak görmekte;
2. Meşruiyet kavramını tanımlarken
inanç unsurunu esas almaktadır.
Bu genel tespitler çerçevesinde üç tip hâkimiyet veya otorite
tipini ayırt eder.
Geleneksel, karizmatik ve hukuki-rasyonel otorite… Geleneksel
otorite, bir toplumda uzun zamandan beri yaşayan geleneklere
dayanırken, karizmatik otorite bir liderin olağanüstü
özelliklerinden kaynaklanır. Karizmatik otorite tipinde halk liderin
sahip olduğu bir takım nitelikler dolayısıyla ona biat ve itaat
ederken, geleneksel otorite tipinde halkın yöneticilere itaat
etmesinin nedeni, siyasi iktidarın geleneklere uygun olarak iktidara
sahip olup kullandığına dair olan inançtır. Hukuki-rasyonel otorite
tipinde otorite rasyonel bir hukuk sisteminin sonucudur. Bu otorite
tipinde, insanlar geleneksel olarak saygı gören bir şefe veya
karizmatik bir lidere değil, bir dizi soyut, genel ve kişilik dışı
kurala bağlılık gösterir. Modern dünyada geçerli olan otorite tipi
hukuki, adil-rasyonel otoritedir. Weber'in çözümlemesine göre siyasi
iktidarlar yönetilenlerin rızasını talep ederken adeta şöyle
seslenmektedirler:
Geleneksel şef: Bana itaat et, çünkü
halkımız yüzyıllardan beri şeflerine itaat etmiştir.
Karizmatik lider: Bana itaat et,
çünkü ben senin hayatını değiştirebilirim. Hukuki-rasyonel yönetici:
Bana itaat edin. Çünkü ben sizin, adalet ve hukuka uygun olarak
seçerek atadığınız yöneticinizim. Dikkatli incelendiğinde,
meşruiyetin hukukilikle aynı şey olmadığı anlaşılır. Hukukilik;
hukuk ve kanunlara uymaktır. Yöneticilerin anayasa ve kanunlara
uymaları, “o yöneticilerin” yönetilenler gözünde meşru olduğu
anlamına gelmez. Bir başka deyişle, yöneticilerin karar alırken,
emir verirken pozitif hukuka uygun olarak davranmaları onların
meşruiyetini kanıtlamak için yeterli değildir.
Neticede meşruiyet: Kanunların,
(insan-hayvan, bilcümle doğa varlıkları ve çevresel unsurlar dâhil
olmak üzere) genel ve nesnel bağlamda evrensel hak, (görev-ilke,
sorumluluk) adalet ahlâkı ve hukuka mutlaka uygun olması; Anayasa’ya
aykırı olmaması ve Anayasa’nın da “kesinlikle ve asla” temel insan
haklarına aykırılık taşımamasıdır.
Meşruh: Şerh olunmuş. Anlatılmış,
açıklanmış ve izah olunmuş.
Meşruhât: Meşruat kelime ve
kavramının yerine geçmek üzere kullanılır. Bir hüküm, karar veya
eylemin meşruiyetine dair izahlar, açıklamalar ve bu meyanda
yazılanlar demektir.
MEŞRUAT: (Objektif ve orijinal
kelime, kavram) Hak ve meşru olanı beyan ve onay. Haram, yasa dışı
ve yasak olmayan. Olaylar, hüküm, kanun, karar ve mütedair eylem;
Yasa taslak ve tasarıları dâhil olmak üzere: “adalet, hak ve hukuk’a
uygun” olunduğuna dair yazılı veya sözlü beyan. Adalet, hak ve hukuk
(kanaat) önderleri tarafından verilen/konulan şerh.
BUNA GÖRE: TC’nin 37 yıl istikrar ve insicamla uygulanan, en
uzun ömürlü ve tek sivil; “Kurucu (1924) Anayasası” varken, sözde
yeni bir sivil anayasa arayışları nedendir ve bu istemin aslı, esası
nedir? Üstelik 608 (613) suç dosyası ve içtüzük hükümleri
uygulandığı takdirde % 80’i devamsızlıktan (görevini yapmamaktan)
“düşük”, dokunulmazlık zırhları ile ancak korunabilen parlamenter
ile… Bu olacak şey değil!.. Diğer konular da hakeza… Üstelik!
Doğruların, dürüstlerin, hakkaniyet, adalet ve hukukun itibar
görmediği, ilke, onur ve erdemin kabullenilmediği, zekânın ayaklar
altına düştüğü, yüceliğin takdir edilmediği ve alkışlanmadığı,
doğruyu söyleyenin dokuz köyden kovulduğu; iyi'den, doğru’dan,
haklı’dan (bons sens) onurlu ve sorumludan yana olanların değil;
güç ve güçlüden yana olanların savunulduğu bir yer, dönem ve
zamanda…
Aslında çarpılan, bozulan, çürüyen,
yozlaşan ve dağılan düzeni imar, ıslâh ve tamir mecburiyeti
varken!.. Ey!... Parlâmenterler, kendinize gelin...
E.POSTA : gercek.demokrat@hotmail.com
WEB : http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com,
POSTA : PK, 118 [ 06 442 ] Yenişehir/ANKARA
NOT : Kaynak göstermek şartıyla yazılar yayına
izinlidir.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
86 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
MİLLİ DAVA
(KIBRIS) GERÇEĞİ! |
-
-
Web
sitesinde milletten iane (bağış) dilenen kıytırık bir İngiliz
milletvekili, şu sıralar Türkiye aleyhine atağa kalktı. TukishForum
penceresinden baktığımızda Rum-Yunan ve İbrani lobileri ve Ermeni
diyasporası ile çok sıkı-fıkı ilişkiler içinde olduğu görülüyor.
- Maznun’un (zanlı, şüpheli, potansiyel
sanık) adı: Andrew Dismore. Menfur yayın, iftira ve karalama yazılarını
yayınladığı site adresi şöyle: http://www.andrewdismoremp.com,
- Bu link Andrew Dismore'in sitesine ait.
İngilizce bilenler lütfen açıp ibret için baksınlar.
-
Mesele şu
ki; bu menfur şahıs, dâhili-harici bedhahlarla iştirak ve işbirliği
halinde yine Türkiye aleyhine furyalar ve kumpaslara girerek, başta
Kıbrıs konusu olmak üzere; Bizdeki menfur özürcülerle, Kıbrıs’ta vaki
toplumlararası (!) müzakerelere paralel sözde Ermeni soykırım
yalanlarını ısıtıp tetiklemeye başladı.
-
Kefereye
ilk cevap; “Turkish Reconciliation Front-UK, Ingiltere Türkleri
Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği”nden geldi.
- ANDREW DISMORE'A CEVAP: SIKIYSAN GEL DE
AL!..
-
Satırı
satırına son derece önemli ve anlamlı ve üstelik İngiltere de kurulu bir
Türk Sivil Toplum Kuruluşu’ndan gelen tokat gibi cevabı aynen
naklediyorum: Hiç bir bilimsel dayanağı olmayan sözde Ermeni Soykırımı
yalan ve iftiralarına her fırsatta sarılan ve her konuda izlemiş olduğu
Türk düşmanı tavır ve söylemlerle yüce Türk milletini inciterek rencide
etmeye çalışan İngiliz Milletvekili Andrew Dismore'a Turkish
Reconciliation Front–UK ve İngiltere Türkleri Day. ve Yard. Derneğinden
cevaptır:
-
“Türkiye'yi
Kıbrıs'ta işgalci olarak tanımlayan ve Türk askerinin adadaki asker
sayısını azaltmasını ve Kıbrıs'ı (GKRY) tanımasını isteyen Andrew
Dismore adada yasayan binlerce Kıbrıs Türk'ünün varlığını nasıl oluyor
da bir kalemde silip atıyor.1571'de Lala Mustafa Paşa'yla yani 417
senedir devam eden Türk varlığını bir çırpıda atmak şu ana kadar hiç bir
dış güce nasip olmadıysa bundan böyle de Türk kalacaktır..Ve buna
dünyadaki hiç bir güç engel olamayacaktır. Bu yüzdendir ki Kıbrıs
üzerinde gizli ve hain emelleri olan her kim, hangi ülke ve hangi gizli
güçler topluluğu varsa bu hayallerinizden vazgeçme zamanınız gelmiştir
artık. Sizlere politik bir dil kullanmanın hiç bir faydası olmadığını
çok iyi biliyoruz. Çünkü kurmuş olduğunuz kurum ve kuruluşlarla ve zayıf
karakterli işbirlikçi hainlerle politik arenada kazanmanın sinsi
(menfur) hesapları içindesiniz.
-
Türk
insanını her coğrafyada olduğu gibi haince, alçakça ve kalleşçe arkadan
vurmaya çalışıyorsunuz. Türk'ün essiz karakterini yozlaştırmaya,
vatansever ve milliyetçi duygularını zayıflatarak yiğitçe savaşarak
alamayacağınız şeyleri haince ele geçirmeye çalışıyorsunuz.
- Kıbrıs Davasına onurunu vermiş isimleri
küçük düşürmeye çalışıyor, yüce insan Fazıl Küçük’ün resimlerini Kıbrıs
pullarından çıkartıyor, Dr. Rauf Denktaş’a düşmanca duygular besliyor ve
büyük kurtarıcı, essiz önder Mustafa Kemal Atatürk'ün adını ders
kitaplarından çıkartma cüretini gösteriyorsunuz. Bunları yaparken Andrew
Dismore denilen şahısla aynı hizada hareket ettiğinizi görebiliyor
musunuz.? Bu yüzdendir ki Andrew Dismore'a ve Kıbrıs’ı pazarlamaya
çalışan hain güruhuna buradan bir tek cevap veriyoruz. Sitende insanlara
bağış yapmaları için yalvararak zaman kaybedeceğine biraz tarih
kitaplarına zaman ayır! Bilesiniz ki! Kıbrıs her zaman Türk'tü Türk
kalacaktır! Sıkıysa Gel de Al!
-
Turkish
Reconciliation Front-UK, İngiltere Türkleri Day. ve Yardımlaşma Derneği”
- İşte bu menfur tetikçi ve provokatörler
sayesinde tıpkı, hiç olmayan bir meseleyi sanal ortamda hayalen üretip
“sorun” gibi sunmak, devleti, insanları ve kamuoyunu meşgul etmek
suretiyle milletin kimyasını bozmak, lânetli özürcüler listesinde
isimleri yazılı ihanet şebekesi ve yer yüzüne dağılmış Andrew Dismore
gibi insanlık düşmanları için meşgale haline geldi.
- Örneğin etnik köken, anadil,
siyasal-sosyal haklar ve Kürt sorunu (!) vb.
-
Yine bu
güruhça dillendirilen ve barış’ı sorun’a dönüştüren Kıbrıs meselesi.
Her ne kadar kalkışmacıya verilen cevap uygun ise de bizim de
diyeceklerimiz var.
-
Gerçek şu
ki; Türkiye’nin başına ‘sorun-sorun” diye dert açanların kendileri
sorun.
-
Üstelik durup dururken sorun
yaratanların ve bizatihi sorun olanların kahir ekseriyeti etnik kök
olarak Ermeni, Rum-Yunan, İbrani, hâsılı dönme-devşirme veya sabetay
çıkıyor. Ne gariptir ki, Kürt sorununu dillendirenlerin arasında Kürt,
alevi sorunu diyenlerin arasında bir tane dahi Müslüman yok. Milli Dava
Kıbrıs konusunda, Türkiye’ye karşı AB tezleri ile karışık Rum-Yunan
politikalarını (Akritas Plânını) savunanların da tamamı aynı orijin.
- Dahası bunlar çok rahatlıkla yalan
söyleyebiliyor, tarihi tahrife yelteniyor, fütursuz iftira ve
tefrikalarla ‘demokratik (!) hakları istismar’ devleti suiistimal ve
kamu vicdanını taciz ve tarumar ediyorlar. Neden oldukları yanlış
yönlendirme, gündem saptırma, derin tahrik ve alenen suça teşviklerin
faturası çok ağır. Bu faturaları kendileri yahut akredite oldukları
bedhahlar değil bizzat Türk milleti ve Türk devleti ödüyor.
-
Şimdilerde
kendini bilmez biri artistlik olsun diye ‘ben de 10 Rum öldürdüm”
deyince kıyametleri kopartan ve soluğu AİHM de alan GKRY Rumları ve
Yunanlılara rağmen; Ortada apaçık Mahkeme kararı olmasına rağmen
harekete geçmeyen ve bil-mukabil dava açmayan, bu güne değin ödenmiş
haksız ve yolsuz tazminatları geri istemeyen hükümete şaşıyorum!..
- GÜNEŞ BALÇIKLA SIVANMAZ
-
Her ne
hikmetse, hâlihazır Kıbrıs’ta yaşanan barış; Barış’ı ‘sorun’ olarak
algılayan iç ve dış düşmanlar yüzünden AB nezdinde gerçekten de
Türkiye'nin kendini anlatamadığı ciddi bir ‘dış sorun’ haline geldi.
Sürece bakarsanız, burada da yukarda bahsettiğim dönme ve devşirmelerden
müteşekkil oligark, koza ve kriptoların kirli marifetlerini görürsünüz.
-
Özellikle
Avrupa Birliği'ne tam üyelik süreci olarak lanse dilen, gerçekteyse
AB’ye bağlanma sürecinden başkaca bir şey olmayan gidişatta konunun
gündeme gelmesiyle birlikte, "Kıbrıs'taki işgale son verilmesi"
çağrıları da arttı. Öte yandan, Kıbrıs’ta iki toplum arasında sürdürülen
görüşmeler tam anlamıyla yüz karası, utanç ve hicap verici.
-
Görüşmeler
uzayıp, Türk toplumu ihanetin boyutunu kavradıkça, Milli Kahraman Dr.
Rauf Denktaş’a komplo düzecek ve suikastler düzenleyecek kadar
azgınlaşan-çılgınlaşan bazı monşerler, iç odaklar ve paralel dış
mihraklar telâş, panik ve acz içinde kıvranarak saldırıya geçtiler. Bir
yandan aba altından sopa gösterip, diğer yandan "Eğer, Kıbrıs'taki
işgale son vermezseniz AB'ne tam üyeliğe alınmazsınız ha!" türünden
tehditlere başvuruyorlar. Dahası, tüm bunlar yetmezmiş gibi, Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesinde Titiana Loizidu davasındaki gibi siyasi
kararlarla Türkiye’yi sanık sandalyesine oturtmak istemekteler.
-
Rum-Yunan
ikilisinin taleplerine boyun eğen Batı'nın bu çağrıları, kendi
tarihinden kopmuş, mazisinden utanan bazı vatandaşlarımızı da maalesef
etkilemektedir.
-
Sağda-solda
duymuşsunuzdur; "Hani canım biz de az yapmamışız!", "Yahu madem Kıbrıs
da Avrupa Birliği'ne giriyor biz de gireceğiz. O zaman mesele yok. Hele
Kıbrıs'tan bir çekilelim gerisi kolay!" Bunların tamamı kirli ve kasıtlı
bir dezinformasyon ürünüdür.
-
Tarihi
tarihçilere bırakalım ama yakın tarihin gerçeklerini bile unutacak kadar
tarih bilincine sahip olamayan, gaflet ve dalalet içinde sürüleşen
toplumların başlarına çok şeyler gelebileceğini hatırlatarak konuya
girmek istiyorum. Hem de çok ciddi ve resmi belgelerle.
- Kıbrıs'ta gerçek işgalci
Yunanistan'dır.
-
Türkiye
Kıbrıs'a Yunan işgali ve EOKA zulmüne son vermek için ‘Barış Harekâtı’
çerçevesinde ve Londra-Zürich (garanti antlaşması mucibi) girmek zorunda
kalmıştır. Bu tarihi gerçek Rum-Yunan resmi Kaynakları ve mahkeme
kararlarınca da teyit edilmektedir.
- Belge 1; Başpiskopos Makarios'un
konuşması: 15 Temmuz 1974 Nikos Sampson Darbesi sırasında adadan kaçarak
canını zor kurtaran Başpiskopos Makarios'un Güvenlik Konseyi'nde yaptığı
konuşmasında; (devamı var) "Kıbrıs'ta geçen Pazartesi sabahından bu yana
süregelen olaylar gerçek bir trajedidir. Yunanistan'daki askeri cunta,
Kıbrıs'ın bağımsızlığını acımasızca ihlal etmiştir. Yunan Cuntası,
Kıbrıs halkının demokratik haklarına, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bağımsızlık
ve egemenliğine en ufak bir saygı göstermeden, diktatörlüğünü Kıbrıs'a
da uzatmıştır.
-
Bu darbe,
Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bağımsızlığını ve hükümranlığını açıkça ihlal
eden dış kaynaklı bir işgaldir. Sözde darbe, Milli Muhafız Ordusu'nu
yöneten Yunanlı subayların işidir... Atina'nın düzenlediği darbe ile
yaratılan bu olağandışı durumu sona erdirmek için Genel Kurul üyelerine
ellerinden geleni yapma çağrısında bulunuyorum. Kıbrıs'taki anayasal
durumun ve Kıbrıs halkının demokratik haklarının yeniden teşhir
edilebilmesi için; Güvenlik Konseyi'ne elindeki tüm imkânları gecikmeden
kullanması çağrısında bulunuyorum. Daha önce de ifade ettiğim gibi,
Kıbrıs'taki olaylar Kıbrıs Rumlarının bir iç meselesini teşkil
etmemektedir. Kıbrıs Türkleri de etkilenmektedir. Yunan cuntasının
düzenlediği darbe bir istiladır ve sonuçlarından tüm Kıbrıs halkı,
Türkler ve Rumlar acı çekmektedir..." diyor. (The Cyprus Triangle sa;128-
Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları,
"Türk-Yunan İlişkileri" konulu 3. Askeri Tarih Semineri, sa; 367-372,
Ankara-1986)
-
Belge 2;
Yunanistan Temyiz Mahkemesi'nin 21.3.1979 tarih ve 2658/79 sayılı "Türk
Ordusu'nun Kıbrıs'a müdahalesi yasaldır. Suç Yunan subaylarına aittir"
kararına giden yol: 1976 yılı Aralık ayında bir Yunanlı, mahkemeye
başvurarak, 22 Temmuz 1974'te Lefkoşe üzerinde uçarken, Güney Kıbrıslı
Rumların açtıkları ateş sonucu düşüp parçalanan Yunan Delta Nakliye
uçağında ölen oğlu için tazminat talebinde bulundu. Atina Mahkemesi,
1978 yılında aldığı kararda "Davacı davasında haklıdır. Hazineden
tazminat alması gerekir” dedi.
-
Ekonomi
Bakanlığı tazminatı ödememek için karara itirazla temyiz mahkemesinin
kararı bozması talebinde bulundu. Bakanlığın bu talebi üzerine toplanan
Temyiz Mahkemesi 21.3.1979 tarih ve 2658/79 sayılı kararı aldı. Karar
şöyle: "Davacı tarafından öne sürülen iddiaların gerçek olduğu,
mahkememizce yapılan araştırma sonucu kanıtlandı. Zürich Anlaşmasını
imzalayan taraflar, Yunanistan, Türkiye ve İngiltere "garantör"
devletler olarak, Kıbrıs'ın herhangi bir devlet ile birleşmesini ya da
bölünmesini önlemek için "Kıbrıs Cumhuriyeti"nin güvenliğini garanti
altına alıp koruyacaklarına dair taahhütte bulunmuşlardır. 1974 Temmuz
ayının ilk haftası içinde Kıbrıs Devlet Başkanı Makarios, adada görev
yapan bazı subayların, darbe girişimi hazırlığı içinde bulunduklarını ve
kendisini öldürmeyi planladıklarını öğrenmiş ve durumu Atina'ya
duyurarak, Yunanistan Devlet Başkanı General Gizikis'ten önlem almasını
istemiş olmakla; Atina'daki yönetim, bu talebe resmi bir cevap vereceği
ya da önlem alacağı yerde, 15 Temmuz 1974'te, General Yoannidis,
Makarios'a karşı, Kıbrıs'taki Yunan Birliğinin Komutanı General
Yorgitsis ve General Yanakodimos ile birlikte 102 Yunan subayının da yer
aldıkları darbeyi gerçekleştirdi ve Makarios'u öldürmeye teşebbüs etti.
Lefkoşe'deki Başkanlık Sarayı ağır silahlarla ateşe tutulmuş, Başkan
Makarios bu saldırıdan bir mucize eseri olarak kurtulmuştur. Kıbrıs
Anayasası asi Yunan subayları tarafından çiğnendikten sonra, Nikos
Sampson başa getirildi. Türkiye ise 20 Temmuz 1974'te yaratılan fiili
durum nedeniyle, hukuki haklarını kullanarak Kıbrıs'a müdahalede
bulunmuştur." (http://www.inaf.gen.tr), (e-mail: info@inaf.gen.tr )
-
İşte “Milli
davada haklılığın ve hukuka dayalı güçlülüğün belgeleri” Buna göre cari
hükümet ‘haklılığa dayalı’ gücünü kullanmalı, ağırlığını koymalı ve
komediye son vermelidir! Yunanistan Temyiz Mahkemesinin bu kararının
ardından neler olduğu merak edilebilir. Onu da özetleyelim;
-
Temyiz
kararıyla zamanın Savunma Bakanı Evangelos Averof güç duruma düşer.
Savunma Bakanlığı'ndan Ekonomi Bakanlığına gönderilen 12.6. 1979 tarih
ve F-800/109-B5849 sayılı gizli yazıda, Bakanlığın her ne olursa olsun
mahkemeye tekrar başvurmaması ve düşen uçakta ölen askerlerin ailelerine
tazminatların sessizce ve problem yaratılmadan ödenerek meselenin
kapatılması istenir. Mahkeme kararı, zamanın Yunan hükümeti ile yargı
organlarını da birbirine düşürür. Başbakan Konstantin Karamanlis
imzasını taşıyan; "Kıbrıs ile ilgili davalar açılmadan önce hükümete
bilgi verilecek ve onay alınmadan davaya bakılmayacaktır. Milli
nedenler, Türk istilasına yol açan sorumluların, sonsuza kadar
yargılanmamalarını gerektiriyor" şeklindeki yazı Adalet Bakanlığı'na
gönderilir. Yazı büyük tepkiye neden olur. Adalet Bakanlığı'nın
Başbakanlığa gönderdiği 14289/78 sayılı cevabi yazı şöyledir;
"Vatandaşların menfaatlerinin korunması, gerçeklerin aydınlığa
kavuşmasıyla mümkündür. Hiçbir kuvvet, adaleti, gerçek sorumluları
ortaya çıkarmaması konusunda susmaya mecbur edemez." Bu gelişmeler
üzerine zamanın Başbakanı Konstantin Karamanlis, "Yunanistan aleyhine
kullanılabilir" gerekçesiyle Temyiz mahkemesi kararının kamuoyuna
duyurulmasını yasakladı. (Yunanistan Temyiz Mahkemesi kararı ve karara
ilişkin gelişmeler, Uluslararası İlişkiler Araştırma Merkezi İnaf'ın
Aralık-200 tarihli bülteninden alınmıştır.)
-
Dr. George
Nakratzas. '1960 Anayasasını İhlal Eden Makarios'du'" başlıklı haberi:
"Hollanda'da ikamet eden Yunan asıllı Dr. George Nakratzas, Yunanistan
Komünist Partisi Yeniden Yapılanma Merkez Komitesi'nin yayın organında
yer alan makalesinde, Rum tarafının Enosis hayalini ve Rum barbarlığını
gözler önüne serdi. Dr. Nakratzas, Kıbrıslı Türk ve Rum ortak
yönetiminden oluşan 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti'nin anayasasını ihlal
edenin, Kıbrıs Türk tarafı değil, Başpiskopos Makarios olduğunu
vurguladı. Dr. Nakratzas makalesinde, Başpiskopos Makarios'un Enosis
hayaliyle 1960 Anayasası'nın 13 maddesinde değişiklik yaparak, Türk
tarafını ortaklık cumhuriyetinden dışladığını ve hemen ardından 21
Aralık'ta Kıbrıslı Türkleri katletmek amacıyla saldırı başlattığını
yazdı. Makarios'un, Türk tarafının anayasadaki değişikliği reddetmesini
dünyaya "Kıbrıs Cumhuriyeti Devleti'ne itaatsizlik" şeklinde
duyurduğunu, ancak bunun tamamen gerçek dışı olduğunu vurgulayan Dr.
Nakratzas, "Yasal açıdan bakılacak olursa, anayasayı tek yanlı olarak
keyfi şekilde ihlal etme girişiminde bulunan Kıbrıslı Türkler değil,
Makarios'du dedi. Dr. Nakratzas, Kıbrıslı Türklerin, 1963 ile 1967
yılları arasında, Sampson, Yorgacis ve Lissarides tarafından yönetilen
çetelerce öldürüldüğüne işaret ederek, "Bu konuda genç Yunanlıların bir
fikri yok" dedi ve bu katliamlarda "Kıbrıs Hükümeti" olarak adlandırdığı
Rum yönetiminin büyük sorumluluğu bulunduğunu vurguladı.
-
Rum
tarafının kayıplar konusunu propaganda haline getirdiğini ve gerçek
kayıp sayısının açıklanandan çok daha az olduğunu BM belgelerinden
alıntılar yaparak makalesinde gözler önüne seren Dr. Nakratzas,
21.12.1963 ile 8.06.1964 tarihleri arasında kayıp olduğu resmen
açıklanan Kıbrıslı Türklerin sayısının 232 olduğuna dikkati çekti.
Nakratzas, "Bu dönemde sadece 43 Rum'un kayıp olduğu belirlenmiştir. Bu
rakamlar BM Genel Sekreteri'nin S/5950 sayılı raporundan alınmıştır"
diye konuştu. Nakratzas, kayıplar konusundaki gerçekler bu iken, Rum
basınının devamlı şekilde ellerinde sevdiklerinin fotoğraflarını tutan
Rum kadınların resimlerini yayınladığını, ancak kayıplar hakkında bilgi
edinmeye çalışan Türk kadınların fotoğraflarına bugüne kadar hiç yer
vermediğine dikkati çekti.
-
1963-1967
yılları arasındaki katliamlardan Rum Yönetimi'nin sorumlu olduğunu da
vurgulayan Dr. Geroge Nakratzas, Rum Yönetimi'nin Avrupa Birliği'ne
giriş müzakereleri sırasında iki soruya yanıt vermesi gerektiğini
belirtti ve bu soruları şöyle sıraladı:
- "Kıbrıs Hükümeti Kıbrıs Türk Devletini
tanımayı reddediyor veya gevşek bir Türk- Rum Konfederasyonunu kabul
etmiyorsa, geriye kalan şu iki çözümden hangisini düşünüyor?
-
A) Kıbrıslı
Türklerin 1963 öncesinde yaşadıkları köylere geri dönmelerini mi, yoksa
B) Kıbrıslı Türklerin 11 yıl mahsur kaldıkları enklavlara geri
dönmelerini mi?
-
Son Söz: TC
hükümeti ve Cumhurbaşkanı Talat bu gerçeği mutlaka dikkate almalı!.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
87 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
MİLLİ SİYASETE
DÖNÜŞ
|
|
-
- Kelime ve kavram
olarak “milli siyaset” ve “milli devlet” 1924 Anayasası’nın temel umdesi
(vazgeçilmez ilkesi) olmasına rağmen, 1960 kalkışması büyük ürküntü
duyduğu ve menfur emelleri için sakıncalı gördüğü bu esası lağvetmiş ve
Atatürk’ün 36 yıllık kanuni esasisini çöpe atmakta asla tereddüt
etmemiştir.
- ÜNİTER DEVLET VE
MİLLİ DEVLET MUKAYESESİ:
- Bunun yerine ikame
edilen “üniter devlet” kavramı temelde “unsurlar birliği”ni esas alır.
Yani: “Üniter devlet (Etat unitaire, unitary state)”e, “tek devlet”
veya “basit devlet (Etat simple)” de denir. Buna mukabil “Milli Devlet”
daha mukavim (sağlam-güçlü) ilkeler ve daimi bir
konsensüs’ü içerir. Üniter devlet’in zaafı kurucu unsurların
(parçaların varlığını) de’facto olarak kabul etmesidir. Danimarka, Fransa,
İngiltere, İrlanda, İspanya, İsrail, İtalya, İzlanda, Hollanda, Japonya,
Lüksemburg, Norveç, Portekiz, Yunanistan, Türkiye gibi devletler birer
üniter devlettir.
- ÜNİTER DEVLET’İN
ESİN KAYNAĞI VE GİZLİ GERÇEKLER:
- Şu kadar ki, 1961
Anayasası için cuntanın esinlendiği örnek lâik köktencilik ve fanatik
evrimciliğin fundamentalist kalesi Fransa’dır. İnsani ve ilmi değerlere
karşı ağır bir başkaldırı ve kâfir derecesinde sapkın fundamentalistler,
insan formunun ne kadar sadist, bencil (egoist) ve hayvanlaşabileceğinin
baz örneklerini teşkil ederler ve onlar emperyalizmin (kan emici
vampirlik ve keneliğin) en açık göstergesidirler. Fundamentalizm sadece ve
yalnızca İsevi inancına karşı bir direniş ve tepki değildir. Masonik ve
kabalist kökten gelişleri nedeniyle yer yüzünde tek dinin İslâm ve Hazreti Adem’den, İslâm’ın son peygamberi Hazreti Muhammed’ e
kadar bütün Peygamberlerin Müslüman olduğunu çok iyi bilirler. Onların ana
davası insani bilinç, namuslu-dürüst, adaletli ve doğru yaşam ilkelerini
yok etmektir. Başkaca herhangi bir ideolojinin de kendi fundamentalistleri
(köktencileri) vardır. Bu prototipler vahiy
kaynaklı hâkim (orijinal) ahlâk sistemlerini yerle bir etmek için oraya
konmuş truva atları gibidirler.
-
Adalet ahlâkı ve kadim hukuk
penceresinden bakıldığında bunlar, şeytanın askerleri, öncü ve sözcüleri
gibidirler. Ama onlar da -gerçektir ki- karanlıklar ve kâbusların ürünü
olan şer ve şeytani ideolojilerine çok sıkı bir biçimde bağlıdırlar.
Hatta, “insan insanın kurdudur” felsefeleri gereği en bağlı olan da
onlardır!.. Çünkü sistemlerinin insani ve ahlaki
boyutu yoktur. Mutlak edinim, yalan-talan, soygun-vurgun, güçlülerin
haklılığı ve çıkar ağırlıklıdır.
- GÜÇLÜLERİN
HAKLILIĞI
- Oysa bon-sens
(erdemlilik, haklıların güçlülüğü) zordur. Cahil nefse ağır gelir.
-
Onlar, laik fundamentalizmi yeryüzünde
hakin kılmak için durmadan “izm” üretirler.
-
Bu nedenle “dünyadaki bütün izmler
iğrençtir” Bu laf büyük bilim adamı Cemil Meriç tarafından söylenmeden
önce de bu böyleydi, hala da öyle. Hakikat Mustafa Kemal Atatürk ve
Cumhuriyet’in kurucu unsurları tarafından çok iyi bilindiği ve kavrandığı
içindir ki, Türkiye Cumhuriyeti, bu lanetli izmler temelinde inşa
edilmemiş; Emperyalizmin korkulu rüyası olan “insan odaklı” fazilet
anlamında ve Cumhuriyet bağlamında kurulmuştur. Zira milyonlarca
insanın katili olan kapitalizm ve emperyalizm insani boyut ve bilinç
toplumuna, adalet, hukuk ve evrensel barış ilkelerine aykırıdır.
-
Ama buna rağmen, başta
ABD-AB (vahşi batı) olmak üzere; Zulmün zalim havarileri (paraya, şehvete
ve şöhrete tapan) fundamentalistler, aklınıza gelebilecek her yerde ve her
konuda, her fikirde, hatta müzik gruplarının hayranları olarak, önce
dernekleşerek (stk) sonra da cinsi sapık bir zihniyetle kendileri gibi
düşünmeyenlere saldırarak iyiliği inkâr, hak, adalet, hakikat ve hukuku
ret, fanatizm ve körlükte sınır tanımayan, saç telinden ayak tırnağına
kadar uzanan bir körlük, kötülük ve koyu taassupla yaşamaya ve nefret
yaratmaya devam ederler.
-
Üstelik bu primitif varlılar ve
mutasyon mağduru tipolojiler kendilerini aydın sanırlar.
-
Oysa bunların ilham kaynağı ve
dayanağı, sadece muzlim karanlıklar ve zalimlerdir.
-
Bilgi çağının çökmesi, eko-sistemin
bozulumu ve dünyanın iğrenç bir yer olmasında sorumlular listesi yapılsa,
bu varlıklar baştan ilk üçe rahatça girerler. Lâkin sahip oldukları izm
etiketi nedeniyle ideolojileri o listelerde gözükür. Soykırımın kara
kitabı, bilmem neyin katliam politikası diye anlatılır dururlar. İnsanlık
âlemi onları (keneleri) çok iyi bilir ve tanır.
- ANALİTİK TANIM,
ARADAKİ FARK VE İNCE AYAR
- Üniter devlet,
anayasa hukuku metinlerinde, devletin, ülke, millet ve egemenlik unsurları
ve keza yasama, yürütme ve yargı organları bakımından teklik özelliği
gösteren devlet şeklidir. O halde, üniter devleti, devletin unsurlarında
ve organlarında teklik özelliğiyle tanımlanmakta, ancak, milli devlet’in
aksine azınlıklar dışında da “unsurların varlığını” kabul etmektedir.
Nitekim ülkemizde 1961 öncesi her hangi bir unsur, başkaca bir halk veya
etnik kök dillendirilmez iken, üniter devlet lâfzı ile bu dillendirme
önceleri de’facto sonraları ise alenen yapılmaya başlamıştır.
- 1.Devletin
Unsurlarında Teklik
- Devlet, ülke,
millet ve egemenlik unsurlarından oluştuğuna göre, üniter devlette, tek
ülke, tek millet ve tek egemenlik vardır. Diğer bir ifadeyle üniter
devlet, tek bir ülke üzerinde, tek bir milletin, tek bir egemenliğe tâbi
olduğu devlet şeklidir. Bu nedenle, üniter devlette, devleti oluşturan
unsurlar tek ve bölünmez bir bütündür. (DENİLİR!..)
Şöyle ki:
- a) Üniter devlette,
devletin ülkesi tek ve bölünmez bir bütündür. Şüphesiz ki, üniter devletin
ülkesi de “il” ve “ilçe” gibi birtakım bölümlere ayrıllır. Ancak bunlar,
basit idarî bölümlemelerdir. Bu birimlerin sadece idarî yetkileri vardır.
Yasama ve yargı yetkileri yoktur. Bunların hepsi aynı egemenliğe tâbidir.
Hepsinde aynı anayasa ve aynı kanunlar, kısacası aynı hukuk düzeni
uygulanır.
- b) Diğer yandan
üniter devlette, millet unsuru da tek ve bölünmez bir bütündür.
-
Milleti teşkil eden insanların millet
unsurunu oluşturmalarında din, dil, etnik grup vb. bakımlardan ayrım
yapılamaz. Üniter devlette “toplum”lar veya “cemaatler” temelinde
egemenlik yetkilerinin kullanılmasında farklılık yaratılamaz. (!) Üniter
devlet sadece yer bakımından federalizme değil, aşağıda göreceğimiz
cemaatler bakımından federalizme yani “korporatif federalizm”e de kapalı
ve karşıdır.
- c) Nihayet üniter
devlette egemenlik de tek ve bölünmez bir bütündür. Tek olan egemenliğin
sahası bütün ülkedir. Bu egemenliğe tâbi olan da bütün millettir.
Egemenliğin kaynağı bakımından da ayrım yapılamaz.
- Dikkat edilirse
eğer, a, b, c tanımlamalarında yer alan çok ince bir ayardır. Ki bu 24
anayasasında söz konusu bile değildir. Dolayısıyla, başta AB dayatmaları
olmak üzere bölge bazında oluşturulmaya çalışılan “Kalkınma Ajansları”nın
bile yasal dayanağı bu tanımlardan kolaylıkla çıkabilmektedir. Aynı
bağlamda; “Türkiye’de Kürt v.b. sorunu var” demek de suç olmaktan
çıkmıştır. Oysa Türkiye’nin gerçekte her hangi bir etnik sorunu yoktur.
- 2.Devletin
Organlarında Teklik
-
Üniter devlette, devletin ülke, millet
ve egemenlik unsurlarında teklik olduğu gibi, devletin yasama, yürütme ve
yargı organları bakımından da teklik söz konusudur.
- a) Üniter devlette
tek yasama organı vardır. Ülkenin bütünü için geçerli kanunlar, merkezde
bulunan tek bir yasama organı tarafından yapılır. Örneğin Türkiye’de tek
yasama organı Ankara’da bulunan TBMM’dir.
- b) Üniter devlettin
yargı organı da üniter niteliktedir. Şüphesiz yargı organı üniter
devletlerde de mahiyeti gereği birçok mahkemeden oluşur. Ancak, ülkenin
her yerinde aynı tür mahkemeler vardır ve bunların üst mahkemeleri
aynıdır. Bir üniter devlette, birden fazla ceza mahkemesi, birden fazla
idare mahkemesi olabilir; ama iki tane Yargıtay, iki tane Danıştay
olmaz.
- c) Üniter devlette,
yürütme organı bakımından esas itibarıyla bir “bütünlük” vardır. Yürütme
organının tepesinde, parlâmenter hükûmet sistemlerinde “bakanlar kurulu”,
başkanlık sistemlerinde “başkan” vardır. Bakanlar kurulu veya başkana
şimdilik “merkezî idare” diyelim. Üniter devletlerde yürütme yetkisi esas
itibarıyla, bu “merkezî idare”de toplanır. Ancak, ülke genelinde bütün
yürütme ve idare fonksiyonunun, başkentteki bu “merkezî idare” tarafından
yerine getirilmesi mümkün değildir. Yani, üniter devletin yürütme ve idare
organlarının mutlak bir şekilde üniter nitelikte olması
imkansızdır. İşte bu nedenle, üniter devletlerde de, idare
organının tekliği mutlak nitelikte değildir. Bu bakımından üniter
devletler, kendi içinde “merkezî üniter devlet” ve “adem-i
merkezî üniter devlet” olmak üzere ikiye ayrılabilir.
- İkinci bölüm
açıklama ve tanımlamalarında görüleceği üzere, sistemde derin çatlaklar ve
çelişkiler vardır. Örneğin: (a) şıkkına göre yasama organı tektir. Ama
oluşum biçimi milli devlette “Hakimiyet kayıtsız
şartsız milletin” iken, 1961 yapılanması, siyasi partiler ve seçim
mevzuatında giderek halktan ayrışma ve laik Fransız fundamentalizmi
yönünde örgütlenen seçkinci elitlere idareyi terk ve teslim anlayışı
yatmaktadır. İlerleyen süreç içinde bu kaygı gerçekleşmiş ve sonuçta
politika oligarşik bir yapılanmanın eline geçerek, millet ve milli irade
mefhumları adeta tarihe karışmıştır.
- (b) bölümünde
tanımlanan mahkeme ve yüksek mahkeme tanımı da aldatmacadır. Zira bugün
sivil alt-yerel ve yüksek mahkemelerin tamamı askeri örgütlenme içinde de
vardır. Üstelik durum demokrasinin kurumsal yapısı, eşitlik, insan
hakları, adalet ve hukuk ilkesine açıkça aykırılık teşkil etmesine rağmen…
-
Buna mukabil “Milli Devlet” modelinde
“kuvvetler birliği” esası geçerli olup; Tek kuvvet ve tek irade millettir.
Millet adına bu yetki, bütün kurumları kapsamak üzere TBMM tarafından
kullanılır. Üstelik 1924/28 anayasasında geçerli siyasi partiler mevzuatı
1946 -50 şekillenmesi ile “Millet iradesinin devlet idaresinde” çok şeffaf
ve dürüst bir şekilde temsiline imkan vermektedir. Mevcut düzende buna imkan ve ihtimal dahi yoktur.
- MUKAYESELİ BİLİM VE
AÇILIM
-
Bilindiği üzere ülkemiz, kavga,
kargaşa, anarşi, terör-tedhiş, kriz, bunalım ve buhran gibi kavramlarla
1960’dan sonra tanışmıştır. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 müdahalelerinin
sebebi hikmeti de 1961 anayasasıdır. 1982 Anayasası ise 61’e göre geriye
gidiş, ancak ülke şartlarına göre 1924 anayasasına yöneliştir. Çünkü 1924
(1928) anayasası, Atatürk, Türk ve Türkiye düşmanları tarafından ilga
edilmeseydi, şu an için Türkiye istiklal ve istikrarın en tepesinde /
zirvesinde olacağı gibi, dünyanın da en zengin ve güçlü devletleri
arasında olabilir, çağdaş medeniyet seviyesini aşabilir ve konjonktürel
bağlamda bir-kaç belirleyici aktör arasına pek alâ girebilirdi.
- 11 Kasım 1938 – 13
Mayıs 1950 dönemi hezimetinden sonra, 14 Mayıs 1950’den itibaren kazanılan
ivme ve tekrar hayata geçirilen Atatürk ilkeleri ve Türk İnkılâbı bunu
başarmaya muktedir olduğunu göstermiş ve ispatlamıştı. Mukayeseli bilim,
siyasi tarih, ülke ve dünyanın genel gidişatı bunu açıkça göstermektedir.
1970, 80 ve 90’lı yıllarda üst üste yaşanan ekonomik, sosyal ve siyasal
krizler, tarihe karışan hakkı müktesepler ve devlet beş sente muhtaç
düşürülürken; Kendileri dünyanın sayılı zenginleri arasına giren
politik-ACI, kapitalist ve yerli emperyalistler, adeta savaş zengini
gibidirler. Günümüzde yaşanan kriz,
-
Bunalım, buhran, gerilim, anarşi-terör
ve tedhiş bu Cumhuriyet, hürriyet, adalet, hukuk, ahlak ve demokrasi
düşmanlarının eseridir.
-
Sistemi tıkayan, ülkeni önünü tutan, yolunu kesen zihniyetin sahibi de
onlardır.
-
Şimdi “onlar kim” diyeceksiniz!..
-
Buyurun inceleyelim:
- ŞİMDİ BU DÖNEMİ
YENİ BAŞTAN İNCELEYELİM
- Birinci
Cumhuriyetin fiilen sona erdiği gün olan 10 Kasım 1938, Türk milleti için
12 yıl aralıksız sürecek olan ve ancak 14 Mayıs 1950’de, demokratik bir
halk hareketi ile “dur” denilebilen mâkus talihin (diktatörlük, despotizm
ve dönme-devşirme, ateist-pagan-sabetaist, şaibeli ve şer kadroların
bürokrasiye taşındıkları faşizmin) başlangıç tarihidir.
-
Ertesi gün, asrın devlet adamını
kaybetmekten dolayı bir yanda derin bir hüzün, diğer tarafta devletin
geleceği ve bekası yönünden ağır basan endişe ve kaygı yaşanmaktadır.
Sonuçta, kaygı galip gelmiş ve literatürel anlamda “İkinci (sanal)
Cumhuriyet” olarak adlandırabileceğimiz yeni dönemin başlangıcında sağduyu
sahipleri (Kemalistler) haklı çıkmışlardır. Zira, artık, Atatürk döneminde temelleri atılan ve
sistematik bir düzenle yaşam boyutuna ve devlet hayatına geçirilmeye
başlanan “demokrasi”, “insan hakları” (halkçılık), “adalet” ve “hukukun
üstünlüğü” ve bu norm (objektif) ilkelere dayalı “lâiklik-lâyiklik” gibi
kavramlar artık yoktur. Çok kısa bir sürede, bütün esas ve unsurları ile
fiilen ve resmen bir karşı devrim başlatılmış, halkı kucaklayan ‘inkılap’
süreci kapatılmış, adına ‘devrim’ denilen zorbalık dönemi başlamıştır.
Akabinde Atatürk usulen ve tefhimen “ebedi şef” ilân edilmiş ve
kadrocuların öteden beri özlem duydukları ve ilhamını İtalyan faşizmi ile
gayri ahlaki, aykırı lâik Fransız fundamentalizminden aldıkları “milli
şef” ile tam bir diktatörlük tesis ve ilân edilmiştir. (Önemli
not: Orijinal anlamda lâiklik yani Atatürk’ün deyimi ile lâyıklık esasta
bir İslâmi terimdir. Herkesin özgürce din seçebileceği ve inandığı dini,
icaplarına uygun olarak yaşayabileceği anlamına gelir. İnanma ve inandığı
gibi yaşama hürriyeti.)
- GİZLENEN REJİM:
KEMALİZM (Türk İnkılâbı)
-
Bu süreçte, Türk inkılâbının izleri,
Atatürk ilke ve inkılâpları ve Cumhuriyetin 16 yıllık eserleri şuursuzca
yok edilmiş; Stalin’in, Lenin’i silme harekâtında bile göze alamadığı
madeni para ve banknotlardan kurucu liderin (Atatürk) resmi ve ismi dahi
silinip atılmıştı. “Halka rağmen-halka hizmet” ve “halk için devlet” değil
“devlet için halk” anlayışı ile yönetimi ele geçirenler “sözde
batılılaşma”, büyük Atatürk’ün vefatını fırsat bilen vahşi batılı
emperyalistler ise “Sevr’in intikamını almak ve Lozan’ı yok saymak” adına,
(dahili bedhahlar ile işbirliği içinde olarak)
istiklâl savaşıyla kutsal topraklardan kapı dışarı edilen bütün
“kapitalist ve emperyal” emel ve menfur amaç sahiplerine ülkenin
kapılarını ardına kadar açmış ve Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş
felsefesinden saptırılması-arındırılması ve uzaklaştırılması için, milli
devletin temellerine dinamit koymak, yükselen değerleri (milliyetçilik,
din, dil, Türk kültürü vd) her ne gerekiyorsa (maalesef) hepsi fazlasıyla
yapılmış ve yaptırılmıştır.
- Atatürk ilkeleri
ile bütün esas ve unsurları dahil Türk inkılâbının yok sayıldığı, Kemalizm’in
gizlenmek, hafızalardan silinmek ve tarihin karanlıklarına gömülmek
istendiği bu dönem; Seksen yılı mücavir Cumhuriyetin kayıp ve karanlık,
despotluk ve koyu-kara diktatörlük yıllarıdır. İnönü hem
cumhur başkanı ve hem de Halk Partisi genel başkanı, devletin vali,
kaymakam ve belediye başkanları ise dikta partisinin il ve ilçe
başkanlarıdır. Halktan kopuk, seçkinci, zengin-güçlü, varlıklı ve esas
itibarıyla kapitalist ve emperyalist eğilimli; Milli ve manevi değer
yoksunu, dini-imanı para, kâbesi vahşi batı olan, halk düşmanı bir kadro
devleti ele geçirmiş olmakla;
- Büyük Atatürk ve
Türk inkılâbının “Avrupa’nın endüstriyel veri, bilim ve salt
teknolojisinden yararlanma” esaslı batı politikası bu defa; Tefessüh etmiş
bir medeniyetten kültür ithal etme gaflet ve dalâletine dönüştürülmüş ve
adına “batılılaşma” denilerek, önce Cumhuriyetin lâiklik anlayışı ret ve
inkâr edilip “dahili bedhah, ateist-pagan, din
düşmanı ve sabetaist zümrece pek beğenilen Lâtin-Grek ve Anglosakson
bozması bir tür din, vicdan ve insanlık düşmanı anlayış ‘lâiklik’ adı
altında ithal ve ikameye kalkışılmıştır. Böylece yakın tarihin en büyük
Atatürk, Türk ve insanlık düşmanlığı icra ve ifa edilmiş ve batının 1000
yıllık arzu, hedef ve ihtirası hayata geçirilmiştir.
-
Zira,
Atatürk ve Türkiye Cumhuriyetine karşı, Gümrük Birliğine katılma, zorunlu
eğitimi bilim, din-ahlak ve sanat öğrenimini yok etme pahasına sekiz yıla
çıkartma gaflet, ihanet ve dalâletinden önceki en büyük hıyanet budur. Bu
vakıayı her kesin bilmesi ve her kesimin kabullenmesi, yargılaması ve
sorgulaması şarttır.
- Ki, bundan böyle;
Gerçek anlamda aydınlık, arı-duru, ilkeli-onurlu, sorumlu, namuslu-dürüst,
temiz ve berrak, vatan topraklarında hâkim ve “milli devlet” olarak
hükümran bir vasıfla bu yolda ve bu uğurda emin adımlarla yürünebilsin...
- Mâkus (kötü) talih
ve tarihin tekerrür etmemesi (tekrarlanmaması), ibret ve ders alınması
bakımından; “TBMM’nin üstünde ve üyeleri seçimle değil atamayla gelecek”
faşist bir konseyin dahi kurulmasına kalkışılmış kapkara bir döneme, biraz
daha (oralara) gerilere dönüp bakalım.
- ÜÇÜNCÜ CUMHURİYET
- İkinci (sembolik)
Cumhuriyet, Ocak 1946’da, büyük Atatürk’ün en büyük ideal ve özlemi olan
“çok partili siyasi hayata geçilmesi ile” derinden sarsılmış, bütün karşı
devrim, (inkârcı duruş) ve ısrarlı direnmelere rağmen
4.5 yılda tükenmiş, 14 Mayıs 1950’de ise, Türk milleti tarafından
“bir BEYAZ İHTİLÂL ile” ülke fiilen kurtarılarak, karanlık ve kâbus dönemi
resmen sona erdirilmiştir. (Gerici, yobaz ve irticai kesimler bu harekete
karşıdevrim demek utanmazlığını gösterirler) Olaya tarafsız gözle bakar ve
objektif bir değerlendirme yaparsak, başlayan süreci bu defa “Üçüncü
(GERÇEK) Cumhuriyet dönemi” olarak adlandırabiliriz. Zaten bunun böyle
olması gerekir. Zira, bu dönemler arasında çok derin uçurumlar ve
farklılıklar vardır. Başka bir şekilde tanımlamak ve açıklamak da mümkün
değildir. Zira, Atatürk’ün ve Türk İnkılâbı’nın
“halkçılık” felsefesine uygun biçimde “halkın iktidar olduğu” iki dönem
vardır. 1923-1938 ve 1950-1960 arası. Yani, birinci ve üçüncü
Cumhuriyet...
Zira, Cumhuriyet, demokrasi ile kaim ve daim bir
rejimdir. Bütün usul, esas, kurum ve kuruluşları ile demokrasi olmaz ve
“CUMHURİYET FAZİLETTİR” ilkesi bütün onur ve erdemi ile fiilen yaşanmazsa
cumhuriyetten bahsetmek mümkün değildir.
-
Tasnife göre, ancak 10 yıl devam
edebilen bu “Üçüncü Cumhuriyet dönemi” “Türk İnkılâbına ait” kaybolan
(kaybettirilen) bütün değerlerin büyük bir özenle tekrar hayat bulduğu,
ülkemiz ve insanımızın baskı, zulüm, işkence, eziyet ve esaretten,
despotluk, diktatörlük ve faşizmden kurtularak, özlenen “milli rejim”
Kemalizm’ e kavuştuğu, “milli devlette” huzur, güven, insicamın ve
istikrarın sağlandığı, halkın devletle, devletin halkla barıştığı,
Cumhuriyet ve demokrasinin “millet iradesinin devlette” tecelli-i ile
örtüşüp, bütünleştiği ve devletin halk tarafından idare edildiği,
demokrasinin “bütün usul, esas, kurum ve kuruluşları ile” temayüz ettiği
adeta bir “asrı saadet” dönemidir. Atatürk
döneminde ortalama % 23.5 olan kalkınma hızına,
Celâl Bayar ve Menderes hükümetlerinde çok yaklaşılmış ve % 20.5’lara
kadar varılmıştır. Daha da önemlisi, refah tabana yayılmış, işsizlik,
yokluk, yoksulluk, hastalık ve cehalet önlenmiş, muasır medeniyetin imkân
ve araçları kullanılmaya başlanmış, 1938-1950 arasında vaki “kapalılık”
fobisi aşılmış, Atatürk’ün “devletçilik” ilkesi ve anlayışına uygun “karma
ekonomi” sistemine geçilmiş ve medeni dünya ile “karşılıklılık ve eşitlik”
kuralına dayalı onurlu bir entegrasyon
gerçekleştirilmiştir.
- 4. CUMHURİYET’İN
AYAK SESLERİ
- Ancak, 3.
Cumhuriyet fazla uzun sürmedi. Daha doğrusu sürdürülmedi. Zira, insanlık
aleminin ezel-ebed düşmanları vahşi kapitalist, ateist, Darwinist-pagan,
kökten din ve ahlak düşmanı Fransız fundamentalist ve emperyalistlerin
önündeki tek ve yegâne engel, yani Atatürk Türkiye’si günden güne
gelişmekte, büyümekte ve 12 yıllık mâkus sürede ABD ve AT/AET ülkeleri
tarafından başına musallat edilen belâ, musibet, felâket ve dahili
bedhahlar yoluyla kasıtla ayaklarına dolanan (ABD ve batı ile bilinçsizce
imzalanan) “antlaşma” nam aykırı prangalardan sıyrılma-kurtulma yoluna
girmekte idi.
- Bu zaman zarfında
çok büyük eser ve hizmetlere imza atıldı. Geri kalmışlık, cehalet, içine
düşülen maddi-manevi, ilmi-dini-milli ve kültürel sefalet aşıldı.
Kalkınma, sanayileşme ve gelişme 1938’de düşürüldüğü yerden maharetle
kaldırıldı. Muasır medeniyetler seviyesine gerçekten ve kesinlikle
ulaşıldı. Öyle ki, Türkiye tıpkı Mustafa Kemal’in hayal ettiği gibi;
İleri, çağdaş ve modern bir dünya devleti oldu. Halk zengin ve mutlu,
devlet “BOP ve BİP” gibi emperyalist uşak ve küresel-evrensel çetelerin
icadı sömürü projelerine “dur” diyecek kadar güçlü-kuvvetli-muktedir bir
hâl aldı. Demokrasi yerleşti. Cumhuriyet gelişti. “Milli Devlet” ilkesi
yeniden hayata geçti. Halk kişilik ve kimliğine kavuştu.
- KISKANÇLIK, PANİK
VE KORKU PSİKOZU
- Ama, kıskançlık,
panik, korku ve endişeye düşen dahili ve harici bedhahlar (gizli düşmanlar) bunu
çekemediler, hazmedemediler. Saat 9’u 5 geçe başlattıkları menfur
emellerine artık kavuşamayacakları zehabına kapıldılar.
Zira, gelişen Kemalizm, yok olması mukadder kapitalizm ve kan emici
emperyalizmin eceli demekti. Gerçek demokrasi Türkiye’ de hayat bulmuş ve
kalıcı olma yoluna girmişti.
- VAHŞİ BATI’NIN
KABUSU:
- GÜÇLÜ-KUVVETLİ VE
KUDRETLİ TÜRKİYE
-
Hariçte panik büyüdü. Ya diğer
milletler de, “Türkiye gibi uyanırsa” !.. Veya, “uyanan ve Kemalizm’i örnek alıp uygulayan
devletlerin sayısı çoğalırsa !..” İşte bu, korku,
kâbus ve kaygı yüzünden; İç ve dış düşmanların iştirak, vatana ihanet ve
işbirliği ile 3. Cumhuriyeti kesintiye uğratan ve cumhuriyet tarihinin en
büyük ‘kırılma’ hareketi olan 1960 darbesi hazırlanarak alçakça uygulandı.
İnsan hakları, adalet ve hukukun utancı, siyasi tarih ve ahlâkın yüz
karası ve yeniden karanlık günlere, yıllar sürecek kâbusa dönüş böylece
başladı. Demokrasi ilga edildi. Muasır ve medeni anlamda gerçek Cumhuriyet
son buldu. Kâbus çöktü ve karanlıklar geri geldi.
- ÇOK YAMAN BİR
ÇELİŞKİ!
- Cuntanın
handikabı Atatürk adına “Atatürk düşmanlığı” yapmış olmaktır.
- Bu çok kötü bir
tohum olmuş, sonraları şekillenen ‘türedi zihniyet’ (tanrı uludur, halk
İsmet’in kuludur zihniyeti) devrimbazlık, koyu fanatizm, irtica,
gericilik, yobazlık, ayrışma, bölünme-çözülme, parçalanma gibi güncel
tehdit unsurlarını yeşertmiş ve 1938 karşıdevrimi ile ekilen nifak
tohumlarını amansızca diriltmiştir.
- BÜYÜK UTANÇ!..
- Sonuç: Kemalizm’in
ezeli düşmanları sözde “Atatürkçülük” adına ve kan dökerek, hırs ve
intikam hislerini tatmin pahasına ülkenin ve milletin kaderine cebren ve
hile ile el koydular. Milli devletin esası ve sarsılmaz mayası olan ve tam
37 yıl kesintisiz uygulanan “Atatürk’ün Anayasası”nı Atatürkçülük adına
kaldırdılar, ilga ettiler. Bu ne büyük bir utanç ve yüzkarasıdır bilir
misiniz? Ama onlar asla utanmazlar.
- Demokratik seçimle
gelmiş siyasiler ile samimi Kemalist, namuslu ve dürüst vatanseverlerin
tasfiyesi için gerekli finansman dışardan sağlandı. Cumhuriyet ve
demokrasiye ara verildi. 14 Mayıs “Demokrasi Bayramı” derhal kaldırarak,
utanmadan ve bu günün adına “kinâyeten” (kin ve nefretlerinden dolayı)
“hürriyet ve demokrasi bayramı” denildi !.. Oysa, demokrasi bitmiş ve 3. Cumhuriyet de sona ermiş
ve tekrar Atatürk, Türk İnkılâbı ve ilkelerini hedef alan “karşı devrim”
başlatılmıştır !..
- Fazla değil, sadece
9 yıl içinde (1971) hükmünü fiilen yitiren ve 20 yılda ülkeyi tam bir
kaos, kriz, kargaşa, anarşi, terör, kardeş kavgası, kargaşa ve
felâketin eşiğine getiren 1961 Anayasasına “Milli Devlet” yerine, tam da
plân, hedef ve çıkarlarına uygun (ırkçılık ve ayrılıkçılığı çağrıştıran)
“milliyetçi” deyimi ile zaten bölünmüşlüğü ifade eden “üniter” (kümenin
birleşik biçimi, çokluğu oluşturan varlıkların birliği) kelimesini
koyarak, günümüzde yaşanan nifak, fesat ve tefrikanın temellerini attılar.
- BÖYLECE:
- Çok kısa bir
sürede, sadece 45 yıl içinde; Millet iradesi, devlet idaresinden kayıtsız,
şartsız soyutlandı, dışlandı. Devam eden süreçte gerçek anlamda millet
iradesinin, devlet idaresine yansıması olan Demokrat Parti tarafından 31
Temmuz 1959 tarihinde tam bir eşitlilik, dengeli ve ilkeli ortaklık ve her
hususta mutlak mütekabiliyet esaslarına dayalı olarak başlatılan AET
ortaklık süreci önce bir süre inkıtaa uğradı.
- AET, AB DEĞİLDİR!..
- Halihazır dayatma,
emir-talimat ve direktifler çerçevesinde sürdürülen AB uyum ve müktesebata
entegrasyon sürecinin 31 Temmuz 1959 tarihli başvuru ile uzak-yakın
hiçbir ilgisi ve alakası yoktur. O, ekonomik bir
entegrasyon ve piyasa olayı idi. Bu tam tersi.
- Daha sonra tamamen
karşı tarafın istekleri baz alınarak, AET’e boyun eğilerek ve hattâ teslimiyet
yolu açılarak (minnet borcu ödenircesine) 12 Eylül 1963’de Ankara
antlaşması imzalandı. İmzalanan antlaşma 1 Aralık 1964’de yürürlüğe
sokuldu ve ülkemizin, önce Kıbrıs bunalımından başlamak suretiyle
özgürlük, hakimiyet ve hükümranlık haklarından peyderpey taviz
verilmeye başlandı.
- Milli mevcudiyetin
maddi, manevi, ahlâki, siyasi, ilmi, sosyal ve kültürel temelleri
sarsıldı; 1 Ocak 1996 tarihinde resmen yürürlüğe giren “Gümrük Birliği”
ile hızlanan süreçte milletin en değerli hazinesi olan kutsal vatan
topraklarının yer altı-yer üstü değer, eser, işletme ve servetleri
(özelleştirme yoluyla peşkeş çekilip) adım-adım kapitalist ve emperyalist
düşmana satılmaya başlandı; (Oysa AB ülkeleri
özelleştirme konusunda çok temkinli idi. Bu uygulamayı çok asgari ve
sınırlı tuttular. Ancak, Cumhuriyetin birikimleri ve milletin öz malını
kapış-kapış kapmak için ülkemize koştular. Şimdi iş tersine döndü. Kriz
kapıya dayanınca özelleştirme yapanlar zararlı, yapmayanlar kârlı çıktı.
Bizdeki gözü dönmüş AB sevdalıları bunu göremediler. Basiret ve beka
gösteremediler. Açıkça oyuna geldiler.)
-
Ülkenin Atatürk ve Türk İnkılâbı ile
aydınlanan istiklâli ve istikbali karartıldı; Milleti bu hazineden mahrum
ederek “Lozanı” yok sayıp “sevri” getirmek isteyen
dahili ve harici bedhahlar her yanı sardı; Atatürk döneminde ret ve
ilga edilen Masonluk ve misyonerlik (1974 CHP-MSP iktidarı döneminden
itibaren) bütün yurdu kapladı; İstiklâl ve Cumhuriyet tehlikeye düştü;
Ekonomik bağımsızlık fiilen sona erdi.
- Ülkemizin iktisadi
sınırları kaldırılarak; Kapitalist ve emperyalistlerin ezeli-ebet oyunu
olan “küreselleşme ve globalleşme” aldatmacası
ile memleket bir sömürge ve açık Pazar haline getirildi. Milli İktisat,
Milli Savunma ve Milli Eğitim politikalarına çok ağır darbeler vuruldu.
Misak-ı Milli sınırları dahilindeki arka bahçemiz
Kıbrıs, Musul-Kerkük, 12 adalar, Selânik davası dumura uğradı, kırmızı
çizgiler yok sayıldı, “Milli Dava Kıbrıs” Rum’un insafına terk edildi;
- BİR AVUÇ ANARŞİST
-
Bir avuç anarşist, militan
ve menfur terörist devletimizi tehdit eder hale geldi; Huzur, emniyet,
istikrar ve güvenlik kalmadı; Hükümet, adeta teröre boyun eğdi, Ordumuzun,
Jandarmanın ve Polisimizin eli-kolu bağladı; Komutanlarımız katil ve
kansız, insanlık düşmanı vicdansız teröristlerle el sıkışmak
mecburiyetinde bırakıldı; Ülke-Vatan “demokratikleşme gereğidir” bahanesi
ile paylaştırılmaya kalkışıldı; AB emretti diye Türk milleti ve devleti
aleyhine yasalar dayatıldı; Avrupa korkusu yüzünden ihanet şebekeleri
himaye edilir ve bebek katili beslenir oldu;
- SÖZDE DİNDARLARIN
DURUMU
-
Dindarız diyen ve fakat
dini-imanı para olan “aç köpek misali” takiyyeci “din tüccarları” ve
siyasi şirket sahipleri halkı kandırma, aldatma, yalan-talan, soygun ve
vurgunlarını hızlandırdı; Kirli el ve emel sahibi ‘vicdanı ve irfanı
satılık’ menşei karanlık politika simsarları kapitalist ve emperyalist ABD
ve AB’nin emrine girdi; Ülkenin başbakanı hakkında ABD’ye “atmayın,
kullanın” denildi;
-
Milli Ekonomi IMF’e, milletin kaderi dünkü hasım ve ezeli
düşmanın eline teslim edildi; Bankalara, fonlara, kurumlara ve
soyguncu-vurguncu mafya ve ülkelere hortum bağlandı; Türk hekim, Mimar ve
Mühendisleri, İlim, İrfan ve Fen adamları bir kenara atıldı; Ülkenin Banka
Liman, Hava Alanı ve Sanayi işletmeleri yabancılara peşkeş çekildi; Bütün
imkân, kuvvet ve kaynakları namüsait hale, acz ve zevale düşürüldü; İç ve
dış borç büyüdü, milli ekonomi “bilerek ve istenerek” örtülü bir
kapitülâsyon sürecine sokuldu.
-
Her gün “Al Bayrağa sarılı “ŞEHİT”
tabutları gelirken; Milletin bağrından çıkan 58 belediye başkanı, bir
kısım etkilisi, yetkilisi, bürokratı terörist olmuşken; Emniyet güçleri,
ihanet ve şeamet erbabı anarşist, terörist, hırsız, yolsuz, hortumcu,
sahtekâr, kap-kaççı, gaspçı, kaçakçı, ırz düşmanı ve vatan haini
karşısında eli kolu bağlı aciz ve çaresiz bırakıldı; Dahili hain ve harici düşmanlar tarafından suni olarak
yaratılan terörü yabancı işbirlikçilerin emri ile siyasallaştırma, affetme
ve hainleri legallleştirme çabaları sürer, sınırlarımızdan 5000 terörist
rahatça içeri girer ve Türk vatanında sanal azınlıklar yaratma niyet ve
gayretleri; Mason, misyoner, din ve ahlâk düşmanı ateist ve pagan
faaliyetleri olanca azgınlığı, hainliği ve bölücülüğü ile hız kazanırken;
- Kurucu ve kurtarıcı
Atatürk’ün: “Paramızı, hayatımızı harici düşmanların etki ve saldırısından
kurtarmak, bu millet ve memleketin harici düşmanlara esir olmasına müsaade
etmemek ne kadar lâzımsa; Aynı zamanda ve onlardan daha fazla bir
uyanıklıkla dahili (iç) düşmanlara (milletin
kötülüğünü isteyen ve kötülük için çalışan hainlere), dahildeki zararlı
adamlara da dikkatle bekçilik yapmak ve onların her hareket ve
faaliyetlerini gözden kaçırmamak mecburiyetindeyiz. Biz, ancak bu
gayretle, bu intibahla çalışarak muvaffak olacağız. Böylece: Bütün dünya
Türkiye’nin saygın varlığına özenecek ve milletimize lâyık ve müstehak
olduğu yüksek mevkii ayıracaktır” (*) biçiminde ‘mutlak riayet ve
mükellefiyeti mucip’ bir hedef ve vasiyetle ülkeyi emanet etmesine rağmen,
menfur AB’nin art niyetli “hain” isteklerine ne yazık ki boyun eğildi.
- BEBEK KATİLİ
- Otuz bin küsur
insanın katili bu süreçte idam sehpasından indirilip, adeta misafir haneye
koyuldu. Reva mı? Aziz ve büyük Dinimizin “kasten ve taammüden öldüreni
siz de yaşatmayın öldürün” emrine rağmen tefessüh etmiş AB’nin dediğini
yapmak!.. Ve bu emri yerine getirecek kadar
küçülen, alçalan dönemin muktedir zihniyeti..
-
Şu geldiğimiz noktada bin türlü
ıstırap, meşakkat, mezalim, endişe içinde “her türlü özgürlük ve
bağımsızlığın tükendiği, namuslu-dürüst, ilkeli, onurlu ve sorumlu
vatandaşlar için ‘açlık, yokluk, yoksulluk, esaret ve sefaletin’ fiilen
başladığı, insan hakları, adalet ve hukukun siyasallaştığı, ülkemizin
“Gümrük Birliği anlaşması” ile sömürgeleştiği, halkın köleleştiği, siyaset
ve çoğu sivil toplum kuruluşlarının AB ve ABD’ye koşulsuz
entegre (teslim) olduğu; Ülkemiz, milletimiz ve devletimizi
geleceğe taşıyacak ‘genç nesillere’ çok kötü bir mirasın hazırlandığı bu
durum ve dönemde:
- MİLLİ EGEMENLİK VE
MÜŞTERİ MİLLET
- “Milli Egemenlik,
milli devlet, milli iktisat, milli eğitim, milli savunma, özgür millet,
cumhuriyet, demokrasi ve bağımsızlık” (?!.)
ülkeyi yönetenlerin “meşruiyeti”, dahil olmak üzere; Adalet ve siyaset
kurumları, partiler ve seçim kanunları tartışılır hale gelmiş
bulunmaktadır. Dahası, bu vahim süreçte sosyal “halk için” devlet ilkesi
unutulmuş, zengini daha zengin; Fakiri daha ziyade fakirlik, açlık,
yokluk, yoksulluk, zillet ve zulmün pençesine iten-terk eden “işveren
devlet-MÜŞTERİ MİLLET” misal ‘insanlık dışı” sömürü zihniyeti hâkim
olmuştur.
- Daha da önemlisi 3.
Cumhuriyetten itibaren 45 yıl süren aymazlık ve gaflet ile haricen
uygulanan psikolojik savaş, ajitasyon ve dezinfornasyon sonucu Türk insanı pasif ve
paralize, (tepkisiz) bir topluma dönüştürülmüş, ekseri medya mütareke
sermayesinin emrine girerek, dahili ve harici bedhahların eline düşmüş,
gerçek Türk vatandaşlarının Demokratik tepki, hak, hukuk ve adalet arama
yolları neredeyse kapanmış ve tıkanmış; Başta Mustafa Kemal Atatürk olmak
üzere, Cumhuriyetin kurucu unsurları tarafından öngörülen “insan, yurttaş,
ayırımsız bütün halk-vatandaş, yani millet merkezli” eklektizm yerine,
epistomolojik ve ontolojik sistemlerin “para ve sermaye odaklı”
kapitalist, çıkarcı ve emperyalist, insanlık dışı teorileri baz
alınmıştır.
- Ayrıca, yargı
hakim unsur yönünde siyasallaşmış, Cumhuriyetin denetçi ve
Savcıları pasive edilmiş, Siyaset tekelleşmiş-yozlaşmış-çürümüş, topluma
cebren ve hile ile dayatılan küreselleşme, modernite, globalleşme yoluyla
ideolojik-kültürel saldırılar (psikolojik savaş) yoğunlaşmıştır.
Saldırılarda tek hedef “Türk Milleti ve İnsanını” bir tarih öznesi
olmaktan çıkarmaktır.
- Bu sistematik süreç
ve bağlamda insanlarımızın “milli-manevi, ahlâki, siyasal-sosyal ve
kültürel” iradi mücadelesinin gereksiz, anlamsız ve boşuna bir çaba olduğu
“bilinci” genel, sosyal ve toplumsal davranış kategorisi haline getirmesi
amaçlandı. Buna paralel olarak yozlaşma ivme kazandı. Çürüme, deformasyon,
mutasyon ve erozyonu hızlandırmak amacıyla: Küresel kapitalizm ve
emperyalizmden zarar gören halkın ilmi bilgi ve “milli şuur” yolları
kapatıldı. Milli iktisat politikası terk edilerek maliye IMF ye, Milli
Eğitim ne olduğu meçhul (ajan
provokatör kılıklı) yabancı uzmanlara teslim
edildi.
- Milli Savunma ise
NATO, BM ve AB güdümüne entegre ve emir kulu olmaya zorlanmakta. Dahası 45 yıldır
Türk toplumunun dejenerasyonu için özel
Sosyoloji, siyaset ve felsefe kitapları yayınlandı. Atatürk’ün, “Türk
milletinin milli dini İslâm’dır” demesine rağmen, Türk İnkılâbı ve
İslâm’ın temeli olan lâiklik manâ ve muhtevasından saptırılarak menfur
amaçlar ve milleti dinsizleştirmek için kullanıldı. Bir yandan “Milli
Tarih şuur ve hafızası” yok edilmeye çalışılırken, diğer taraftan kelime
ve kavramlar üzerinde oyunlar oynanarak nesiller arasındaki denge bozuldu,
aşılması kabil olamayacak uçurumlar yaratıldı. Dildeki bozulum, erozyon ve
kavram kargaşası sonucu demokrasi ve uzlaşma kültürü, toplumsal iletişim,
dayanışma, yardımlaşma, anlaşma ve ‘tek vücut-yek vücut
olma’ kültürü baltalandı. Tevekkeli, temsilde adalet denilerek demokrasi,
yönetimde istikrar iddiası ile “yönetim kalitesi” huzur, düzen ve insicam
bozuldu.
- Aslında bu
kapitalist ve emperyalistlerin yolu, menfur strateji ve metodudur.
Dünyanın her neresine adalet adına gittilerse, adaleti; Demokrasi adına
gittilerse demokrasiyi; İnsan hakları adına gittilerse “hak-hukuk ve
adaleti” yok ettiler. Bu bakımdan gerçeğe ve bilime asıl ihtiyacı
olanlarda onlardı. İnsan, millet ve fert olarak “gerçekte” onların da
Mustafa Kemal Atatürk’ün “Türk İnkılâbının” esas ve ilkelerine ihtiyacı
vardı. Bu olmadığı içindir ki, beyinsel faaliyetleri metalaştı. “İnsani
boyut ve bilgi toplumu” bağlamında en az bizim insanımız kadar, onlarında
akıl ve iradelerinin kurtarılması zorunlu, insani yönden zayıf ve zavallı
hale geldi. insanlık ve uygarlık böyle vahim bir
döneme girmişken, eleştirel-doğrusal bilgi ve objektif düşünce her
zamankinden daha büyük bir gereksinim halini aldı. Bu da, Atatürk ilke ve
“Türk inkılâbının” kısaca “Kemalizm” in evrensel boyutta “emsalsiz ve
tartışmasız, mutlak bir REJİM ve lider bir DOKTRİN” olduğunu (1950-1960
uygulaması dahil) bütün uluslar (devletler) için
gerekliliğini “tarihi süreç içinde” bir kez daha kanıtladı.
-
İşte bu nedenle: Bütün kurum ve
kuruluşları ile Türkiye Cumhuriyeti devleti ve milleti “1.Cumhuriyet”
döneminin deneyim ve kazanımları, ATATÜRK ilkeleri ve Türk İnkılâbı, yani
“Kemalizm’in” ışığı ve yolunda, yorulmadan, milli değer, ilmi bilinç-şuur
ve heyecana sahip “Vatansever duayenler”
önderliğinde Türkiye halkının milli birlik ve beraberlikteki samimiyetine
inanarak ve güvenerek; Şimdi tekrar “ama hukuki ve demokratik” bir
mücadeleye “halk hareketine” başlamak zorunda ve durumundadır. Bu
mücadele, kimseyi yüceltme ve karalama derdiyle değil, sadece “milli dava
Kemalizm” misyonu ve “Türk İnkılâbı” vizyonu dahilinde
olmak ve bu kapsamda kalmak zorundadır. Yani, yeni, bilinçli
ve, “1960’dan günümüze doğrudan iktidar olmuş veya dolaylıda olsa
bu iktidarlar içinde yer almış, deformasyon, dumur ve dejenerasyona
uğramış, yozlaşmış, kapitalist ve emperyalist unsurlarla iç içe girmiş,
her zerresine haram, yalan ve talan bulaşmış parti ve parlâmenterler
dışında” büyük bir halk hareketi biçiminde oluşmak ve netice almak
zorundadır.
- Günümüz Türk
yurttaşı, ülke'nin kasıtla-bilerek, inatla sürüklendiği bu kritik noktada;
Vatansever-Kemalist, “Cumhuriyetçi-Demokrat” onurlu-sorumlu ve özgür
insanlar olarak, ülkeyi uçurumdan çekmek, çıkarmak, kurtarmak ve günümüzün
Ali Kemalleri ile diğer dâhili ve harici bedhahlara dur demek zorundadır.
-
Çıkış noktası: Gerçek
vatansever, Kemalist ve milliyetperverler olarak; İnsanlığın, bilimin ve
bilincin evrensel değerlerinin Türkiye ve Türk halkı ile tekrar
bütünleşmesine engel olan her türlü çıkarcı, işbirlikçi, siyasal, sosyal,
kültürel hortumcu ve Küresel kapitalizme Ülkeyi peşkeş çekenlere karşı:
“Namuslu, dürüst, ilkeli, onurlu ve sorumlu, basiretli ve bilge, çalışkan
ve üretken birey, gerçek insan sıfatıyla” cevap ve alternatif olmayı ve
ülkemize çöreklenerek halkın kanını-canını iliklerine kadar sömüren ‘vahşi
kapitalist ve emperyalistleri’ kovmayı vazgeçilmez bir şart olarak kabul
etmektir.
- Sevgili Vatansever
insanlarım, bu yolda ve bu uğurda; Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü asla
unutmayınız. Çanakkale ruhu ile ruhlanan ve istiklâl savaşı gibi bir büyük
efsaneyi bu onur ve ruhla yaratan Kuvva-i Milliye, Müdâfaa-i Hukuk
Hareketini hatırlayınız. Bu ülkenin Vatanseverleri; Mustafa Kemal
Atatürk'ün yoluna baş koyan:
- Namuslu, onurlu,
ilkeli ve dürüst gerçek anlamda “milli devlet” ve Kemalizm’den yana olan
“namus borcu, kumar borcu bulunmayan” alnı ak, yüreği pek, vicdanı hür,
irfanı hür, boğazından haram lokma geçmemiş “GERÇEK İNSANLARIN” kendini
millete adayan ve vatan-millet, hürriyet, adalet ve
hakimiyet-istiklâl yoluna baş koyanların etrafında örgütlenin. Ve
gelin hep beraber yeni, demokratik hak, adalet ve hukuka dayalı beyaz
ihtilâli oluşturalım, günümüz Ali Kemallerine karşı duralım ve yeniden
ATA’ nın emanet ve vasiyeti olan CUMHURİYET’ i kuralım.
-
Fakat,
eğer, her şeye rağmen bu utanç verici hale rıza göstermek niyet, gaflet ve
dalâletine düşmüş olanlar varsa ve/veya bir okuyucu olarak siz eğer böyle
iseniz biliniz ki, her hangi bir “geleceğiniz” (?) olmayacaktır. Amma,
yeniden hür, hakim, özgür, onurlu ve hükümran olmak istiyorsanız:
YENİDEN:
- “YA İSTİKLÂL, YA
ÖLÜM” demelisiniz.
-
Milli Devlet; Hürriyet ve
istiklâlimize, dolayısıyla “Türk’ün insanca yaşamasına” hayır diyen,
kendince azimli, kararlı ve sabırlı, onursuz, insanlık dışı, hain ve alçak
dahili ve harici düşmanlarca “delikten süpürülmek ve “İkinci
Ergenekon” Anadolu’dan kovulmak veya mahvolmak yerine; Bu şuursuz ve
çılgınca gidişe gem vurmak, tam bir azim, irade ve kararlılıkla “DUR”
demek bir insanlık, onur ve namus borcudur.
- Unutmayınız ki,
namuslu ve dürüst insanlar da, en az hırsız, arsız, yolsuz, soysuz ve
namussuzlar kadar cesur, atılgan, çalışkan ve cesur olmadıkça bu vatan
kurtulamaz. Devlet, harici (bedhahlar) ihanet şebekeleri ile
dahili (bedhahlar) yerli işbirlikçiler konum ve durumundaki
çetelerden kurtulamaz.
- Yozlaşmış, çürümüş
ve kokuşmuş rejimin “rüşvet, iltimas, yolsuzluk, soysuzluk, gasp,
irtikap, suistimal, kap-kaç, kaçakçılık, sahtecilik, hortumculuk,
kayıt ve kapsam dışılık, ayrıcalık, imtiyaz ve dokunulmazlık gibi
insanlık, ahlâk, cumhuriyet ve demokrasi dışı” alışkanlık, adet ve
haram-haksız kazanç yolları tıkanamaz. Nihayet, doğrusal yönde iş gören
açık, saf, temiz, dürüst ve şeffaf hükümetler kurulmadıkça; Devlet
idaresinde millet iradesi hakim kılınamaz;
Süratle yayılan ahlâksızlık, edepsizlik ve şerefsizlik önlenemez.
-
Şu anda siyasette, medyada, kamu kurum
ve kuruluşları ile bazı sektörlerde ve bürokratik oligarşide ‘hakim
unsur’ olarak yuvalanan, hayasızca ve sorumsuzca davranarak kendilerini ve
ülkemizi kullandırmayı yeğleyenlerin iktidarında, bölücü anarşist ve
terörist yandaşı, yatakçı ve destekçilerinin ülkemizi bir baştan bir başa,
pervasızca dolaşmasına göz yumulduğu ve fakat teröre karşı şanlı
bayrağımızın altında öfke ve tepkimizi dile getirmemizin dahi mümkün
olmadığı, millete ait kal-â’ların hile, haksız işgal ve desise ile tek-tek
düşürüldüğü böyle vahim bir dönemde “ulusal egemenlik, hürriyet, hak,
adalet ve özgürlük” için çok daha görkemli ve bilinçli bir mücadele vermek
gerekmektedir.
- Aksi
taktirde, 27 Mayıs darbesi ile açılan “Lozan’ı ilga ve Sevr’i ihya”
yolunda, bütün ‘milli güç, irade ve engelleri” çiğneyerek ilerleyen;
Gümrük Birliği anlaşması ile iktisadi sınırlarımızı kaldıran, ülkemizi bir
‘Açık Pazar’ serbest sömürü alanı, manda ve müstemleke haline getirmeyi
amaçlayan; Milli dava Kıbrıs’tan vazgeçen, Kerkük’ de kırmızı çizgileri
sorumsuzca silen, Ege, Kırım ve Musul üzerindeki haklarımızdan geri adım
atan, Türk dünyası ve Balkan politikalarında pasifleşen ve bütün uluslar
arası çıkarlarından ABD ve AB lehine feragat eden, gayri Milli ve gayri
Müslim “mütegallibe” er veya geç bu menfur yolda muvaffak olacaktır.
- Dip dalga ve
“gerçek derin devlet” sıfatıyla Milli hâkimiyet ve milli menfaatleri
koruma yükümlülüğünü doğal olarak üstlenen ve % 5’e karşı % 95’le kahir
ekseriyeti teşkil eden “MİLLET”, milli rejim Kemalizm, (medeni siyaset)
Atatürk ilke ve Türk İnkılâbının müktesep hak, hukuk ve esaslarına sahip
çıkmak ve yeniden hayata geçirmek zorundadır. “Asıl önemli olan ve
memleketi temelinden yıkan, halkını esir eden, içerideki cephenin
suskunluğudur” diyor, Mustafa Kemal Atatürk.
- Bunu unutmayalım.
Türk Milleti için asla esaret ve sömürü bir kader olamaz.
-
Şimdi ses vermek ve “olanca gücümüzle”
haykırmak zamanıdır: ÖZELLİKLE!.. 2008 yılı itibarıyla duçar olduğumuz ekonomik kriz,
eğer Milli Siyaset yolunda yürünseydi ülkemizi asla etkilemezdi. Teoride
Türk İnkılâbı anlaşılıp, samimiyet ve sadakatle uygulansaydı milletin
sayısı 40 milyona varan kahir ekseriyeti fakirlikten ve yoksulluktan
kırılmazdı. Ve büyük Önder Atatürk’ün: “Bütün dünyanın Müslümanları,
Allah’ın son Peygamberi Hazreti Muhammed’in gösterdiği yolu takip etmeli
ve O’nun verdiği talimatlar, tam olarak tatbik edilmeli. Tük İslâmiyet’in
hükümleri, olduğu gibi yerine getirilmeli. Zira ancak, bu şekilde insanlık
kurtulabilir ve kalkınabilir” (Ankara Gönül Erleri, Sıddık Demir,
Ankara-2000) Biçimindeki son emanet ve vasiyetine uyulsaydı, şimdi Türkiye
Cumhuriyeti dünyanın en güçlü, zengin ve müreffeh devletleri arasında
olurdu.
- Şimdi gelin; Yeter
artık, “YETER, SÖZ MİLLETİNDİR”diyelim!..
- Aziz Milletimizin
bu haysiyetsizlikleri daha fazla taşıması mümkün değildir!
- Bu kadar zûl,
zulüm, hor-hakir görme ve işkence eşyanın tabiatına aykırıdır.
- Amma!..
Hiç kuşkunuz, endişeniz, korkunuz olmasın; Elbette bir gün zalimler;
- GELDİKLERİ GİBİ
GİDECEKLER..
-
-
YARARLANILAN KAYNAKLAR:
-
1. Atatürk’ün Söy.
ve Demeçleri, Cilt: 1, 1952-Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü
Yay.132-133
-
2. Gizlenen Rejim Kemalizm, Tanı
Yayınları-2005, Tayyip Yelen
-
3. Globalleşen Dünyada AB Kapısında
Türkiye İçin Çağdaş Çözüm, Tanı Yay.-2005, H.Aksu
-
4. Atatürk’ü Tanımak ve Anlamak,
Anayurt Yayınları- 2004, Behzat Şaşal
-
5. Tek Çare Kemalizm, Tanı
Yayınları-2006, Süleyman Akdemir
-
6. Seni Anlasaydık Bu Hale Gelmezdik,
Akasya-2005, İbrahim Candan
-
7. Küresel Almanak, Tanı
Yayınları-2006, Mustafa Nevruz Sınacı
-
8. Hedefteki Müslüman Halklar ve
İslâm, Kül Sanat Yayıncılık-Ankara, 2005 Yusuf Küpeli
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
88 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
MÜZMİN KRİZDEN
KURTULUŞ |
-
-
Dünkü makalemi
okumuş olmalısınız. Sonucu bağladığım “Gözyaşlarınız dinince, siz de düşünün
biraz. Yüreğiniz, Türk İnkılâbının ışık ve aşk’ına, idrakine açıksa EĞER!”
sözü ne kadar anlamlı, özgün, önemli ve değerlidir bilir misiniz?
-
Tıpkı Mustafa
Kemal Atatürk’ün; “Hayatta, en hakiki mürşit (yol gösterici) ilimdir” ve “Türk
demek: Türkçe düşünmek, Türkçe konuşmak ve Türkçe yaşamaktır. Ne mutlu Türk’üm
diyene” tanımlamasını içeren vecize gibi..
-
Bu kavramlar,
vecizeler, emir, tanım, hedef ve talimatların içi boş değil!
-
Hepsi bir değer.
Milli devletin ‘değişmez-değiştirilemez’ umdeleri.
-
Mürşidin irşadı
açık, anlamaya ve yaşamaya çalışmak gerek!..
-
Hele dünya
çapında bir krizin devasa dalgaları üstümüze yönelmiş iken; Daha derin
düşünmek, kalıcı ve sürdürülebilir çözümler üretmek ve bunları adaletle,
toplumun her kesimini kapsayacak biçimde uygulamak
-
Lozan Antlaşması
ile TC Müslüman bir devlet olarak kurulmuş, esas kurucu halk (günün
terminolojisi uyarı) Müslüman, Müslüman olmayanlar ise tali unsur, yani
gayrimüslim biçiminde tanımlanmıştır. Millet iradesinin devlet idaresinde,
tereddütsüz (mutlak) tecelligâhı “egemenlik kayıtsız ve şartsız milletindir”
emrinin muhatabı TBMM’dir. İdare cihazı vekiller, milletin; ‘illimde kadim,
ehli vukuf, fazilet ve liyakatte yüksek, seçkin, madden mutmain (maddi hırs,
egoizm-bencillik ve ihtiraslarından arınmış) manen Müslüman ve dindar”
insanlar (!) arasından seçilmek zorundadır. Bu, Cumhuriyet geleneğinin esasını
teşkil eder.
-
Bahse konu dindar
sözcüğü illâ Muhammedi olmak zaruretini mucip değildir. Elbette dininde samimi
İseviler ve Museviler de idarede ‘vekil’ sıfatını haiz olarak seçilebilir ve
yer alabilirler. Mesele dinsiz güruhun devlete sızmasını önlemektir.
-
Zira, Türk idare
sisteminin öznesi “İNSAN” dır. İnsan, “sadece ve yalnızca iyi, namuslu,
dürüst, onurlu-sorumlu ve hukuka saygılı kişiler” olarak tanımlanır. TC,
insanlık onuru, adalet ahlakı ve hukuk temeli üzerine inşa edilmiş bir
devlettir. Bunu idrak edemeyen gafil, cahil yahut da bedhahtır. Bunlar
‘derhal’ uygulanması lâzım gelen ilkelerdir.
-
Aksi takdirde
enflasyon minimize edilemez. Pahalılık, yoksulluk, yalan-talan, hırsızlık ve
yolsuzluk önlenemez. Kronik krizlerin önü alınamaz. Kaotik buhran ve
bunalımlara “dur” denilemez. Ta ki, ‘dip dalga’ ayağa kalkar ve yeni bir milli
mücadele başlayıncaya kadar.
-
Bilmeyenlere
bildirelim. Öncelikli ve ACİL, krizden kurtulma çareleri şunlardır:
-
1. Halen
müstahsil tarafından üretilen bir mal veya hizmet, tüketiciye fiyatı
katlanarak intikal etmekte, aracı-tefeci-komisyon ve spekülatör % 300’den 3
binlere kadar haksız çıkar sağlamakta dolaylı vergiler (kdv-ötv) nihai fiyat
üzerinden tahakkuk ve tahsil edilmekte; % 67’lere varan kayıt dışı nedeniyle
vatandaş soyulmakta, devlet büyük oranda istismar ve suiistimal edilmektedir.
Önce bunun önlenmesi, üretici-tüketici arasında vaki bütün hukuk ve ahlak dışı
unsurlar derhal ‘sosyal devlet’ mucibi temizlenerek diskalifiye edilmelidir.
-
2. Her ne
pahasına olursa olsun, milletin kanını-devletin canını emen nüfuz ticareti,
yolsuzluk-görevi kötüye kullanma biçimi ‘yandaş-yoldaş’ ekonomisi nizama
sokulmak; Başta fahiş fiyatlandırma, sabit ücret, rızaya muhalif mücbir
kesinti gibi zoraki gasp ve irtikaplara ‘teşmil kararlarıyla’ son verilmek;
Fakir-fukara yardımları, kaynak ve sarf cetvelleri itibarıyla
şeffaflaştırılmak; Kişi ve kurum borçları ülkenin her tarafında mutlaka tahsil
edilmek; Makam ve memuriyet saltanatına son verilmek; Özelleştirilmeler
durdurulmak ve her derece-düzeyde teyakkuz derecesinde tasarruf tedbirleri
alınarak adaletle uygulanmak zorundadır.
-
3. Ayrıca,
yukarıdaki ilkeler dâhilinde gelir adaletsizliği önlenmeli.. 3000 YTL üstü
maaşlar ile fiyatlar dondurulmalı. Haksız zamlar geri alınmalı. Bütün
sektörlere ücret ve kâr haddi sınırı getirilmeli; İşten atmalar durdurulmalı,
servete dayalı acil vergi reformu ile haksız edinim ve saadet zincirleri
kırılmalı, kamu hastaneleri ücretsiz olmalı ve asgari ücret derhal vergi dışı
bırakılarak, yürürlükte olan tüm ayrıcalık, muafiyet ve imtiyazlara son
verilmelidir.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
89 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
NE ME'NEM “BİR BÜYÜK FIRSAT” |
-
-
Mesele aslında, “Şark Meselesi” ve “Batının
müstakbel hayat alanı” konusudur.
-
Yakın geçmişi, ta İngiliz Muhipleri, Kürt
Teali Cemiyeti, Ermeni-Yunan Rum çeteleri, Batı (Avrupa) ve ABD Mason
mahfilleri ile misyoner terör örgütlerine kadar dayanır.
-
Süreçte; Mustafa Suphi olayı, 21 Temmuz
1923’de Lord CURZON’un hazırlayıp İsmet İnönü’nün ‘çok gizli kaydıyla’
imzaladığı (1) Lozan belgesi, 150’likler, kadrocular, 10 Kasım 1938 -9.05
karşıdevrimi, aydınlıkçılar, 27 Mayıs gasp’ı, Ermeni, Elen-Rum diasporası,
doğu kültür ocakları, dev-genç, asala, pkk, tip, tkp, mnp, msp, 1974 affı, 12
Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat sendromları (Sendrom: Birbirleriyle ilişkisiz gibi
göründükleri halde, bir arada tek bir hastalık olarak birleşen şikâyet ve
bulgular bütünü) yer alır.
-
Süreçteki ilk teşebbüs “İsmet paşa” damgasını
taşır.
-
Olay şu; Bir gün İnönü geç vakit Atatürk’e
giderek: “Paşam şu azınlık meselesini bir Meclise getirsek.” diyince Atatürk:
“Bu gün git, akşam oldu, yarın gel konuşalım” der, İnönü gittikten hemen sonra
köşk’ün bekçi ve bahçıvanlarını çağırarak: “Lâle hariç, şu ön bahçede bulunan
bütün çiçekleri sökün atın” diye emir verir.
-
Ertesi gün İsmet İnönü geldiğinde bahçenin
halini görür, çok şaşırır. Sebebini sorar ve Atatürk’ten şu cevabı alır:
“İsmet! Türkiye Cumhuriyeti Türk Milleti tarafından kurulmuştur. Cumhuriyette
azınlık yok. Ne mutlu Türk’üm diyen herkes Türk’tür ve eşit haklara sahiptir.
Azınlık ve ayrılık iddia edenler böylece sökülüp atıla. Sakın Meclise böyle
bir tefrika sokma!”
-
YURTTAŞLIKTA BİRLİK
-
Gaflet, dalâlet ve hıyanet ehli bilmiyor ya da
unutmuş da olabilirler.
-
TC azınlıkları Lozan’da kendilerine tanınan
ayrıcalıklarından vazgeçip eşit yurttaşlar olmayı 1925’de istemiş; 1926’da
yurttaş olmak için azınlık haklarından feragat dilekçeleri vermiş ve Milletler
Cemiyetinin onayı ile TC’de azınlık kavramı ilgi edilerek bütün gayri/
Müslimler, Müslümanlarla eşit hak ve hukuka sahip yurttaş statüsüne
yükseltilmişlerdir. (2)
- Bu olayın dünyada başkaca bir eşi, benzeri, örnek veya emsali yoktur.
-
“MUSA DAĞI’NDA 40 GÜN” ADLI ROMAN
-
1933’te bir Musevi’nin yazdığı kitapta Türkler
Ermeni soykırımı yapmakla suçlanınca, tüm Musevi, Ermeni ve Rum yurttaşlarımız
ayağa kalkarak, romancıya lanetler okumuşlardır. Ermeni yurttaşlarımız ise
"bu roman yalan söylüyor, Türk kardeşlerimiz bize asla soykırım yapmadı. Bu
roman bizim aramızı bozmak istiyor," diye haykırmışlar. Dahası, Ermeni ve
Rum-Yunan kökenli Türk yurttaşlarımız kilisede toplanıp bütün dünya basınını
da çağırarak, onların gözleri önünde bu romanı ve yazarının portresini ateşe
vermişlerdir; yani Türkiye’nin asla bir azınlık sorunu olmamıştır, olası
teşebbüslerin bütünü mutlak surette dış kaynaklı olur; Milli tarihte buna
“bedhah”ların kalkışması denilir.
-
YILLAR SONRA!
-
Mesele şu ki, Türkiye’nin 60-70’li yıllara
kadar her hangi bir azınlık, Kürt, Ermeni, terör-tedhiş ve soykırım meselesi
olmadı. Zaten fiilen ve hukuken de bu mümkün değildi. Her şey, bir çökertme ve
kırılma darbesi olan 27 Mayıs vuruşu ile başladı. Burada fazla ayrıntıya
girmek gereksiz zira zerre kadar “gerçek tarih” bilgisine sahip herkes konuyu
çok iyi bilir.
-
SÖZ KONUSU OLAN VATAN'DIR; GERİSİ TEFERRUAT !
-
Ülkemiz elli yıldır siyasi vesayet,
dâhili-harici kuşatma ve abluka altındadır.
-
Şimdilik bunu kırmanın tek ve son hukuki ve
demokratik yolu sandık olup; Son çare: ‘ya AKP’ye karşı tek parti olarak
birleşmek’ veya seçimde hiçbir parti’ye oy vermemek şartıyla 27 Mayıs cunta,
dikta, sulta ve statüko partilerini sandığa gömerek Cumhuriyet’i kurtarmaktır.
-
1, DİKEN, Hükümet Sistemleri, H. H. Memiş,
s:341
-
2, Bütün bilgiler, dilekçeler ve Cemiyet-i
Akvam kararları Adalet Bakanlığı arşivindedir.
- WEB: http://www.mustafanevruzsinaci.blogspot.com
- mail: gercek.demokrat@hotmail.com
- NOT:
Bu makale 5846 sayılı telif yasası kapsamı dışında olup; Aynen veya kaynak
gösterilerek yayınlanabilir.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
90 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
NELER OLUYOR KIBRIS’TA |
-
- Her ne kadar dönme ve devşirme
orijinli mütareke medyası gözlerden kaçırmaya ve özenle
gizlemeye çalışıyor olsa da; Milli dava Kıbrıs, çok sinsi ve
sistemli bir ajitasyonla avuçlarımızdan kayıp gitmekte. Kısa
tanımı “dahili bedhah” olan bir kısım küresel sermaye uzantısı
iç mihraklar ile; Türkiye için harici bedhahlardan biri
konumundaki Yunanistan ve işbirlikçileri masa başında iyi
çalışıyor.
- Akıllara durgunluk veren bir
gizem, sinsilik ve gizlilikle oynanan ihanet senaryoları, şer ve
şeytani plân yeri geldikçe perde-perde uygulanıp,
sahnelenmekte... Ve Kıbrıs elimizden kayıp gitmekte. Hani şu
Susurluk çetesini ortaya çıkaran kamyon kazası misal bazı
tesadüfler de olmasa Türk milletinin hiçbir şeyden haberi
olmayacak.
- Son olay (kaza) KKTC Başbakanı
Soyer ve Kıvrıkoğlu arasında patlak verdi.
- Bu vesileyle, kamuoyuna sızan bazı haberlerin üstüne
gidilince ortaya korkunç bir manzara ve tüyler ürperten
gerçekler çıktı. Burada, olayları ve KKTC’de olup bitenleri “en
son durum” olarak büyüteç altına almak ve değerli okuyucularımla
paylaşmak istiyorum.
- Zaten konuyla ilgili olarak
günlerdir mailler, Internet yoluyla mektup ve raporlar gelip
duruyor. Sorumlu insanların gündeminden düşmeyen acil ve güncel
konulardan başta geleni Kıbrıs, Kerkük, Batı Trakya,
Özelleştirmeler, çok büyük rüşvetler karşılığı verilen ihaleler
ile yabancılara (açık ve örtülü olarak) yapılan arsa, arazi
satışları. Bir de ulusal yüz karası var. Bu günlerde yoğun
olarak ABD’ye koşup icazet alabilmek uğruna kapı köpekliği,
yağcılık ve dalkavukluk yapan ülkemizin utancı, uşak ruhlu
primitif politikACILAR.
- Sonuçta Kıbrıs konusu ve
KKTC’nin durumu hepsinden daha acil ve önemli.
- Bütün gelişmeler dikkatle değerlendirilmeli ve mutlaka
olayların üstüne gidilmelidir.
- Başta “Ayşe KOCATÜRK” adı ile KKTC ve bütün Türk dünyasında
çok iyi tanınan, sevilen-sayılan, Asena olmakla bilinen ve
gerçekten bu uğurda inanılmaz bir mücadele veren Emete Gözügelli,
Kıbrıs Volkan Gazetesinden değerli araştırmacı-yazar Tanju
Müezzinoğlu, Saygıdeğer bilim ve düşün adamı Prof. Dr. Ümit
Özdağ ve Kıbrıs Kuvvai Milliye Cemiyeti yoluyla tarafıma
gönderilen ve bizzat elde ettiğim en son bilgiler burada
birleştirilmeyi ele alınmayı, incelenmeyi ve değerlendirilmeyi
bekliyor. Zaten,bana gelen bilgi ve raporların pek çoğu ‘asıl
mesele’ öz, ört bas edilerek ve dezinformasyon unsurları öne
çıkartılarak mütareke basınında ‘kendilerince değerlendirilmek’
suretiyle ‘hiçbir şey yokmuş gibi’ saptırılarak yer aldı. Hattâ
bu nevi bir yayın nedeniyle 25 Mart 2007 tarihinde Hürriyet’ de
yayınlanmak zorunda kalınan bir açıklama da var. (Cüneyt Ülsever)
- Aslında konu, çok geniş boyutlu
ve oldukça derin. Bütün yönleriyle Türkiye ile ilgili ve
bağlantılı. Adeta ‘böl-parçala-yut’ stratejisinin bir parçası.
Baronları anavatanda mukim şer ve ihanet şebekeleri öyle
şeytanca bir örgü içine girmiş ki, çık işin içinden
çıkabilirsen...
- Ancak, zamanla tekrar KKTC’ne dönmek ve erişebildiğimiz
bütün bilgileri paylaşmak temennisi ile şimdilik sadece güncel
kesiti ele almakla yetiniyorum. Açıklamalarda bahis konusu
edilen ve metinlerde adı geçen muhataplar ile mümkün olduğu
kadar temas kurmaya ve bire bir konuşmaya da çalıştım. Sanırım
bu değerlendirme alanının en özgün örneklerinden olacak. Buyrun
bakalım:
- EL SIKIŞMA KRİZİ
- Gerçekten (eşi ve çocukları
1963’de Rum EOKA’cılar tarafından katledilen Em. Tbp. Tuğ.
General Nihat İlhan Paşa onuruna Lefkoşe Saray Otelde verilen
yemekte) CTP Genel Başkanı ve KKTC Başbakanı Ferdi Sabit SOYER
ile KTBK Komutanı Hayri KIVRIKOĞLU arasında bir “el sıkışma”
krizi yaşandı mı, yaşanmadı mı ? Yaşandıysa sebebi nedir ?
Konuyu halen KKTC’de yaşayan ve yeni nesil TMT mücahidi Ayşe
Kocatürk mahyası ile bilinçli bir mücadele yürüten E.Gözügelli’nin
tespitleri ile veriyorum. Bana gelen bilgi aynen şöyledir:
- “Şimdi perde gerisini
aralıyorum. İşte gerçekler: (1)
- Kıbrıs’ta “birleşik Kıbrıs”
yaratma hayali peşinde koşanların, Kıbrıs anlaşmazlığını 1974
yılında başlamış gibi kabul ederek vatanımızın (KKTC) Türk
askeri tarafından “işgal” altında olduğunu göstermeye
çalışmalarının tarihçesi yeni değildir. Ancak en somut gösterge
Annan planından itibaren bugüne kadar gelen süreçte iktidara
getirilen Cumhuriyetçi Türk Partisi’nin ve Ortaklarının
gerçekleştirmiş oldukları çalışmalara bakmakta fayda vardır.
- Önce, KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat dini ve milli
bayramlarda yanında duran Kuvvet Komutanları ve Türk
Büyükelçisini istemediğini, dünyaya karşı bunun uygun
olmayacağını, “sanki Türk askeri ülkeyi yönetiyor” havasında
olduğunu ima ederek Kuvvet komutanlarının Protokolde yanında
durmasını istemedi. (Oysa Rum bunu iftiharla yapıyor)
- Ardından, 15 Kasım 2006 tarihinde Güvenlik.Kuvvetleri
Komutanlığında görevli bir Albayımızın yaptığı konuşmayı “adının
listede yer almamasından” ötürü konuşma yaptığı gerekçesi ile
krize dönüştürmeye kalktı.
- Tabi bu arada, 10 Nisan 2006’da
KKTC Öğretmenler Sendikasının onayı ve desteği ile “Askersiz
Lefkoşa” talepli bir imza kampanyası başlatmışlardı. 26-27
Aralık 2006’da Kıbrıs’ lılar Bilim, Eğitim, Sağlık ve Dayanışma
Derneği (KIBES) ile Londra’daki Kıbrıs Türk Demokrasi Derneği (KTDD)
ile birlikte ortaklaşa düzenledikleri “İstanbul Konferansı’ndan
(Rum-Yunan Partileri ve Sivil Toplum Kuruluşları ile birlikte)
Birleşik Kıbrıs Platformu adı altında bir örgütlenme kararı
alınmış ve CTP de buna katılanlardan olmuştur.
- CTP Kurultayına İstanbul’daki
toplantıdan katılan birçok siyasi parti ve kuruluşlarının
bulunduğunu, konuyu daha iyi algılamak açısından bilmekte fayda
vardır. Atina’dan OKOE ve OKOE Gençlik, Almanya’dan Kıbrıs Alman
Forumu, Avustralya’dan Avustralya Barış İnisiyatifi, Atina’dan
Kıbrıs Bilim Adamları Örgütü ve Kıbrıslı Mülteciler Birliği,
Londra’dan Kıbrıs Türk Demokrasi Derneği, İstanbul’dan KIBES ve
KGP, KKTC’den CTP, YKP, BKP, BDH Güneyden AKEL, İstanbul’dan ÖDP
ve Atina’dan PASOK temsilcileri katılmıştır.
- Ortak alınan kararlardan biri: “ASKERSİZ BİR KIBRIS, TAM
ASKERSİZLEŞME SAĞLANMALI”... (Bu kararlarda bütünüyle Türk
Askeri’nin KKTC’ni terk etmesi talebi yer almakta, Rum-Yunan
askeri konusunda ise her hangi bir talep veya tavsiye
bulunmamaktadır. Oysa mezkür toplantıda pek çok Türk (!) vardır.
Bunlardan her hangi birisi neden acaba, Rum Yunan askerinin de
adayı terk etmesini önermedi. Yoksa, Türkiye adına katıldığını
iddia eden delegasyonun tamamı Rum-Yunan, Ermeni ve Yahudilerden
mi ibaret idi ?)
- Ardından yeni yıla girerken Ocak
ayında tek taraflı bir Lokmacı Krizi yaşandı ve Cumhurbaşkanı
Mehmet Ali Talat’ın Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Yaşar
Büyükanıt’ın görüşlerini dikkate almadan, “utanç duvarını
yıkacağız” kararı ile yeni bir Kriz ortamı yaratılmak istendi.
Sonuçta (Türk Genelkurmayının sözünün arkasında durmaması ve
kararlı bir tutum izlememesi nedeniyle) Lokmacı köprüsü yıkıldı.
Bu ay içinde Rum tarafında kalan utanç duvarı da yıkılarak
yerine yeni bir Yunan barikatı kuruldu. Olay günü Güney Kıbrıs
hükümeti lâubali bir açıklama yaparak “İşgalci Türk Askeri gücü
Kuzey Kıbrıs’tan fiilen çekilmedikçe kurulan kontrol barikatının
kaldırılmayacağını” duyurdu.
- Talat’ın TC Genelkurmayın
görüşlerini “dikkate almamasından” ötürü konu bir anda
uluslararası alanda ilgi odağı oldu...Dünya basını ve Rum-Yunan
ikilisi adadaki Türk askerini “işgal kuvvetleri” şeklinde
işlenmeye başladı...Lokmacı krizi ile, Türk askerinin halk ile
karşı karşıya kalması için Türk askeri bir polemiğe sokulmak
istendi, ancak Türk ordusu büyüklük göstererek (!) bunun üzerine
fazla gitmedi. Daha sonra TSK’nın adadaki varlığını, güvenlik
konularını içeren geçici 10. madde tartışmaya açarak, bir avuç
genç sokaklara döktürüldü ve geçici 10. madde kaldırılsın
denildi..”
- Not: Bu olaylar sırasında Yunan
hükümeti, Güney Kıbrıs’a EOKA ve ENOSİS esas politikası
doğrultusunda güçlü ve büyük bir destek verdi. Fakat, ne yazık
ve çok gariptir ki, cari Türk hükümeti GKRC’ indeki Yunan
askerlerinin işgalci olduğu ve adayı terk etmesi gerektiği
doğrultusunda basit bir açıklama dahi yapamadı. Bu ne utanç ve
hicap verici bir durum ve nasıl bir “ANAVATAN” hükümeti !..
- Bu sıralarda, (eş zamanlı
olarak) Türkiye de, faili malum bir cinayet işlendi ve derhal
Türk’e ve Türklüğe karşı haset, nefret ve kin kusan “BİZDE
ERMENİYİZ” diye haykıran bir kesimce (ki, bu güruhun Ermeni
asıllı olduğuna dair ağırlıklı kuşkular vardır) başlatılan
kampanya çerçevesinde TCK 301. maddenin yürürlükten kaldırılması
istendi. İnsanlık dışı, ahlâk ve adalet anlayışına aykırı olarak
açılan kampanyanın ardında AB, Soros’çular, Karen Fog çocukları
(Fransa, Almanya, Yunanistan, Ermeni diyasporası) ve ABD
uzantısı bilumum bölücü örgüt artıkları ve legal unsurları
yukarda bahse konu İstanbul Yaklaşımı ile “Birleşik Kıbrıs
Plâtformu” katılımcılarının büyük bölümü sırıtıyordu.
- Zira, Türkiye üzerinde oynanan
oyunlar çok eskilere dayanır. Maalesef bu oyun ve düzenler çok
yönlü, çok taraflı ve çok odaklıdır. Düşman her tarafa yayılmış,
olabildiğince karar mekanizmalarına nüfuz etmiş ve özellikle AB
yanlısı sivil toplum kuruluşlarında iyice yerleşmiş ve
kökleşmiştir. Bu nedenle ‘düşman taraf’ entegre bir politika
yürütme imkânına sahip bulunmakta ve bu imkânı sonuna kadar
kullanmaktadırlar.
- Dönelim tekrar Kıbrıs’a ve
olayların içyüzünü irdelemeye devam edelim:
- Ayşe Kocatürk açıklamalarına devam ediyor.
- “Daha sonra, 21 Aralık 1963’te
‘Kumsal Katliamı’ olarak bilinen olayla ilgili (Türk ordusunun
değerli komutanlarından Tabip Tuğgeneral Nihat İlhan’ın şehit
edilen ailesi için) bir karalama kampanyası başlatıldı.
Katledilen şehitlerimizi “Türk askerinin, mücahitlerinin” hatta
“İlhan’ın cinnet geçirerek” gerçekleştirdiği iddia edildi. Bunun
gerekçesi olarak da “Türkiye’nin adaya müdahalesinin
gerçekleşmesi” için yapıldığı öne sürüldü.”
- Oysa, Rumlar olay hakkında 2007
yılı Mart ayı başında "Kanlı Noel' bir temizlik operasyonuydu!"
biçiminde TV yayınları yaptılar. Kıbrıs'ta tarihe ‘Kanlı Noel"
olarak geçen, Rumların 21 Aralık 1963'te başlattığı silahlı
saldırılarda, Emekli Tabip Tuğgeneral Nihat İlhan'ın, evinin
banyo küvetinde eşi ve üç çocuğunun hunharca katledilmesiyle
ilgili olarak ilk görüntüler yayınlandı.
- Katliamın tanıklarından Savvas Şelis isimli eski bir Rum asker, "Temizlik operasyonu
yaptık" dedi. Rum Politis gazetesi, o dönemde binbaşı rütbesinde
olan Nihat İlhan'ın eşi ve üç çocuğunun banyoda
katledilmeleriyle ilgili olarak Savvas Şelis isimli emekli Rum
askerin itiraflarına yer verdi. Şelis, 24 Aralık 1963 gecesi
silahlı Rum ve Yunan gruplarının Lefkoşa'daki Kanlıdere
bölgesinde "temizlik operasyonları" yaptığını açıkladı.
- “Ancak Anavatan’ın adada yaşayan soydaşları için bunu
yapmasına ihtiyacı olmadığı, bunun hiçbir örneğinin tarihte yer
almadığı maalesef cehalet içinde olanlar tarafından görülmek
istenmedi. Yaşadığı o büyük acıdan sonra bir daha adaya
gelmeyeceğini ifade eden BİNBAŞI KOMUTANIMIZ adaya gelmeye 17
Mart 2007 tarihinde karar verdi. 80 yaşını aşan İlhan bedenini,
sağlığını hiç düşünmeden bunu yapmak istedi, çünkü ailesi onuru
için çok çirkin iddialar yapılmıştı. Adaya gelen (E) Tuğg.
İlhan’ın yaptığı açıklamaları milli hedeflerimizden asla ödün
vermeyen gazeteler aracılığı ile duyurmuştuk. “Binbaşı” İlhan
öyle bir dönemde gelmişti ki gelişinden bir gün sonra 18 Mart
(2007) Çanakkale Şehitlerimizin anma günüydü. Generalin kendisi
de bizzat törenlere katıldı. O gece KTBK Komutanlığı adaya
gelmesinden ötürü bir Resepsiyon düzenledi. Tabi ayni gün gündüz
hükümetin büyük ortağı CTP olağan Kurultayını gerçekleştirdi.
- Peki CTP-BG Olağan Kurultayında
neler yaşandı ?
- CTP-BG Parti Tüzüğü’nün 34’üncü maddesine göre, partinin
olağan kurultayları; iki yılda bir eylül, ekim veya kasım
aylarında yapılır. Bugüne kadar; Mayıs 2005’te, M.Ali Talat’ın
Cumhurbaşkanlığı’na seçilmesi nedeniyle yapılan olağanüstü
kurultay hariç olmak üzere, tüm kurultaylar, Tüzük’te belirtilen
aylarda yapılmıştır. Ancak nedense bu kurultay tarihi 18
Mart’ta(Çanakkale Şehitlerimizi anma günü) belirtilmiştir!
- Peki şunu soruyoruz : CTP’nin
kendi tüzüklerinde ifade edilen Eylül, Ekim yada Kasım’da neden
kurultay gerçekleşmemiştir ? Ayrıca, CTP Parti Tüzüğünde;
kurultayların icrası esnasında İstiklâl Marşı okunması,
Bayrakların asılması veya Şehitler için saygı duruşu yapılması
ile ilgili herhangi bir hüküm yoktur. Ancak son Kurultayda; bir
Rum şarkısı olan Çavbella (Yurdum İşgal Altında) şarkısı
çalınmıştır. Rumlara göre; Kıbrıs, Türkiye’nin “işgali”
altındadır. Bu şarkı, iddia konusu “işgal”e ithaf edilen ve
anlamı, söz konusu Kurultayı icra edenler tarafından da çok iyi
bilinen bir şarkıdır.”
- Yine o günlerde, Türkiye de
yapılan DTP (sözde Kürt partisi) kurultayında da benzer şekilde
İstiklâl Marşının okunmaması, Ermeni oyun havaları ve
şarkılarının çalınmış olması ne kadar manidar (ihanet kokulu)
değil mi ? Oysa, bugün T. Cumhuriyeti Parlâmentosunun kahir
ekseriyeti Kürt Milletvekillerinden oluşmaktadır. Başbakan Kürt
sorununu telâffuz eden ve kabinesinin yarıdan fazlasını Kürtlere
veren bir kişidir. Üstüne üstlük, mezkür bölücü örgüt tarafından
katledilen insanların % 90’ı Kürt’tür. Ve Türkiye’nin soydan
gerçek ve samimi Kürtleri bölücü örgüte, alenen Kürt düşmanı,
Yahudi destekli “Ermeni odaklı ve ASALA’nın devamı” nazarıyla
bakmaktadırlar.
- Nitekim, 1968’den itibaren
Türkiye de nevzuhur sözde Kürt kurtuluş veya özgürlük nam
teşebbüs ve teşekküllerin arkasında daima koyu bir Atatürk
düşmanlığı, Ermeni ve Rum işbirlikçiliği ve Mustafa Suphi
hayranlığı gözlenmiştir. İşin en garip, acayip ve CTP ile benzer
tarafı da; Bu hareketlerin tamamı “Türk düşmanlığını” esas ve
baz alan bir tür solculuk, milli marş ve bayrağı dışlayan (ki,
bu dünyanın hiçbir yerinde görülmez) din ve ahlâk düşmanı çok
aykırı bir yapının hakim olmasıdır.
- Oysa, Türkiye de ki Kürt profili
bunun tam tersidir. Bütün Kürtler oldukça dindar, mazbut,
müteselsil, mütedeyyin, milli ve manevi değerlerine sahip ve
saygılı, namuslu-dürüst, son derece çalışkan, haramdan-yalandan
sakınan, vatan-millet-bayrak-toprak sevgisini şiar edinen ve
kendilerini Türkiye Cumhuriyetinin asli kurucu unsuru sayan,
birinci sınıf saygın bir topluluktur. Hiçbir ayrım gözetmeksizin
“Anadolu halkı” birbiri ile et ve kemik gibidir.
- Üstelik bu güne kadar Kürt’ler arasından bir hain de
çıkmamıştır. Buna dikkat edin.
- CTP’ nin eylemi ile DTP’ nin cürmü arasındaki benzerlik bu
kuşkuları ve aralarındaki bağlantılar “bu aleni gelişmeler
ışığında” incelenmeyi ve ciddi bir değerlendirmeyi zorunlu
kılmaktadır. Yani; İstanbul Yaklaşımı, artı kurulan plâtform,
plâtformun belirlenen amaçları ile menfur eylem plânı ve her iki
tarafta yer alan malum partiler arasında vaki benzerlikler.
- Oldukça ilginçleşen gelişmeleri incelemeyi sürdürelim:
- “Peki kurultayda kimler vardı?
Güney Kıbrıs’tan birçok “siyasi makamdan” gelen “Rum kardeşler”
(!) hani şu Türk ordusunu “işgal kuvvetleri” olarak görenler...
Kurultayda, tüm şehitlerimiz yerine, ‘’Demokrasi Şehitleri’’ adı
altında bazı tescilli kişilerin anılması ve saygı duruşu. (tıpkı
DTP’de olduğu gibi) Hele hele de 18 Mart, (Çanakkale) Şehitleri
Anma Gününde (Çanakkale şehitlerinden bahseden bile olmadı) bu
kurultayın planlanması oldukça dikkat çekicidir! Bakınız,
CTP’nin; “Demokrasi Şehitleri” olarak tanımladığı kişiler
şunlardır; Türkiye’de 1976-78 yılları arasında, yüksek
öğrenimleri sırasında öldürülen sol görüşlü Özer Elmas, Mehmet
Ömer, Muharrem Özdemir, Ercan Turgut, Mustafa Ertan ve Sadık
Cemil; İnkılapçı Gazetesi yazarı Fazıl Önder, Türk Eğitim Kulübü
kurucusu Ahmet Yahya; 1962’de Lefkoşa’da öldürülen, dönemin
Cumhuriyet Gazetesi yazarları Ayhan Hikmet, Ahmet Muzaffer
Gürkan, Derviş Ali Kavazoğlu ve 1996 yılında öldürülen Yenidüzen
Gazetesi yazarı Kutlu Adalı için 17 Şubat’ta, adı geçen yazarın
mezarında, anma günü düzenlemektedir. (buraya dikkat!, meğer CTP
gerici-solcu-bölücü bir örgütmüş) Durum bununla kalmamıştır.
- Türkiye tarafından tanınan KKTC Devleti’nin, yönetimini
üstlenmiş olan bu siyasî partinin kurultayında; duvarlara asılan
Kıbrıs haritalarında, KKTC gösterilmemiş; Rum tarafında olduğu
gibi, yeşil renkli Kıbrıs (Rum) haritaları asılmıştır. Dikkat
çeken husus ise, Kurultaya katılan AKP Genel Başkan Yardımcısı
Nihat Ergün ve AKP Sakarya Milletvekili Ayhan Sefer ÜSTÜN; bahse
konu uygulamalara, herhangi bir tepki göstermemiş olmasıdır.”
- NELER OLUYOR KIBRIS’TA
- Bu makaleyi hazırladığım ve
tarafıma intikal eden bilgileri düzenlediğim 27 Aralık 2007 günü
saat: 17.00’de, bahse konu genel kurul hakkında bilgi almak
üzere önce AKP Genel Başkan Yardımcısı Nihat Ergün’u
(4205544/45–TBMM ve 4730000/11) numaralı parti telefonlarından
aradım. Fakat, ‘dışarıda’ denildi ulaşamadım. Not bıraktığım
halde aramadı. Bunun üzerine Sakarya Millet Vekili A.Sefer
Üstün’e 4205644-45 numaralı telefonlarından ulaşarak temas
kurdum ve kendisine, bahusus genel kurulda hazır bulunan bir
milletvekili sıfatıyla olayla ilgili bilgi, tespit ve
görüşlerini sordum.
- Aynen şu açıklamayı yaptı:“Genel
kurulda İstiklâl Marşının söylenmediği maalesef doğrudur. Ancak,
genel kurul sonrası bu hususu dile getirdiğimizde bize, ‘CTP’nin
35 yıllık bir parti olduğunu ve bu güne kadar hiçbir genel
kurulunda İstiklâl Marşı söylenmediğini ve tüzüklerinde bu
doğrultuda bir hüküm bulunmadığı açıklamasını yaptılar’. Divan
masasında Türk, KKTC ve AB bayrağı vardı. Salon duvarında
Atatürk portresi ve KKTC tarafının yıldızlarla tarandığı bir
Kıbrıs haritası asılı idi. Saygı duruşu ise, herhangi bir
‘belirtme’ yapılmaksızın ‘demokrasi şehitleri’ lâfzı ile ifa ve
icra olundu. Rumca müzik ve sair hususata gelince, onlar
teferruattandır. Orada misafir durumunda bulunmamız ve fevkalâde
bir durum yaşanmaması nedeniyle teferruata müdahil olmayı
arkadaşlarla uygun görmedik” dedikten sonra vaki sorularım ve
esasa taallük eden konularda ısrarım üzerine:
- “Biz, AKP olarak, Kıbrıs’ta
yaşanan siyasi bunalım, yaşanan Türklük krizi buhran ve
olumsuzlukların suçlusu veya sorumlusu değiliz. Kıbrıs konusu
Gümrük Birliği görüşmeleri sürecinde Merhum Bülent Ecevit dahil,
Tansu Çiller, Murat Karayalçın ve günün sorumlu politikacıları
tarafından verilmiş bir tavizdir. Eğer onlar, bu görüşmeler
kapsamında, Londra-Zürich ve Garanti Antlaşmasını dikkate alarak
ve önemseyerek Güney Kıbrıs’ın AB’ye katılmasına göz
yummasalardı bugün böyle sıkıntılı bir meselemiz de olmayacaktı”
demek suretiyle, aslında gerçek suçluların ve geçmişteki vatan
hainlerinin kim olduklarına dair ‘tam yerinde’ bir vurgu yaptı.
- Evet, söylenenler bütünüyle
doğru. AKP’ ye bu sorun tevarüsen intikal etmiştir. Çok kötü ve
ihanet kokulu bir mirastır. Ancak, AKP’nin yapması gereken bu
ihanet kokulu mirası teslim alıp, kalınan yerden sürdürmek
değil, hainlerden hesap sormak, defterlerini dürmek ve milli
davaya “adam gibi-insan gibi-Türk gibi” sahip çıkmaktı. Maalesef
bu da yapılmadı.
- İşte AKP’ nin yapamadığı, hattâ yapmadığı budur.
Sorgulamadan, yargılamadan AB’ ye teslim olmaktır. AB’nin nice
art niyetli, çıkar odaklı, soygun ve vurgun amaçlı, ayırma,
bölme, parçalama ve yutma sevdalısı lânetli bir haramzade,
insanlık, hak ve ahlâk düşmanı olduğunu bilmemektir. Bundan daha
kötüsü var.
- O’ da, ne yaptıysa bilerek ve
isteyerek yapmış olmaktır. Taktir sizin.
- Şimdi kaldığımız yerden devam
edelim: “Kurultayda çav bella (Yunan) şarkıları ile gerek Rum
gerekse Türk katılımcıların, konukların ve CTP’nin ortak
hedeflerinin “birleşik Kıbrıs” olduğunu özellikle belirten ve
planlanan tarihe ilişkin açıklamaları içeren ve var olan projeyi
yürütenlerin seçtirdiği bir tarih olduğuna dikkat çeken
konuşmaların yapıldığını belirtmekte fayda var.”
- Burada açıklanan ve genel
kurulda sıkça vurgulandığı ifade olunan “birleşik Kıbrıs” lâfını
eden bütün CTP’ lilerin Rum veya Ermeni asıllı Türk ve Türkiye
düşmanları ve KKTC itibarıyla “vatan hainleri” olduklarını iddia
etmek, asla mesnetsiz ve arkası boş bir söylem olamaz. Bu cüret,
ne hain bir kalkışma ve kansızlıktır ki; Henüz Türkiye AB’ye
katılmadan ve AB Türkiye ile adeta onursuz bir oyun oynarken
böyle iğrenç bir temenni ileri sürülebilsin!
- Şu halde, ya Türkiye uyumakta veya şer ve şeytani iğrenç
unsurlar tarafından bilerek isteyerek uyutulmaktadır. Hele
aşağıdaki olaylara bakın daha neler göreceksiniz:
- “Peki Kurultay’dan sonra Soyer ve Kıvrıkoğlu arasında
gerçekten ne yaşandı? El sıkışma krizi gerçekten oldu mu? işte
gerçek yaşanılanlar; KKTC Başbakanı Soyer; yemeğe geç katılmış
ve masada kendisine ayrılan yere oturduktan sonra, teker teker
yemeğe katılanların hatırını sormuştur. KTBK K. Korg. Kıvrıkoğlu’
na yöneldiği zaman; Korg. Kıvrıkoğlu; CTP-BG kurultayında,
İstiklal Marşımızın okunmaması, şehitlerimizin anılmaması, Ulu
Önder Atatürk ve Dr. Fazıl Küçük’e yer verilmemesinden dolayı,
teessüflerini ve duyduğu üzüntüyü belirterek;”KKTC’de; en küçük
derneklerin etkinliklerinde bile; faaliyete, İstiklal Marşımız
okunarak başlandığını, Şehitleri Anma Gününde icra edilen bir
kurultayda; sadece, Demokrasi Şehitlerinin anılmasının manidar
olduğunu, CTP Kurultayının; Türkiye’deki bölücü örgüt yanlısı
siyasî partilerin kurultaylarından herhangi bir farkının
bulunmadığını; geçmişte, söz konusu partilerin kurultaylarında
da, İstiklal Marşımızın okunmadığını ve bölücü örgüt
teröristlerinin, şehit sıfatıyla anıldığının” ifade etmiştir.
Korg. Kıvrıkoğlu, yemekten ayrılırken; İstiklal Marşımızın
okunmadığı, şehitlerimizin anılmadığı, Ulu Önder Mustafa Kemâl
Atatürk’e ve Dr.Fazıl Küçük’e yer verilmeyen bir kurultayın
düzenleyicisi, Başbakan dahi olsa elinin sıkmayacağını,
söylemiştir.
- Ortada; uzatılan el ve eli
havada bırakan bir nezaketsizlik yoktur, olmamıştır. Kendisine
Yapılan Sitemi CTP Nasıl İfade Etmeye Başlamıştır? Türk Ordusu
İle Halk Hangi Söylemlerle Karşı Karşıya Getirilmeye
Çalışılmaktadır?
- CTP-BG Kurultayında ve
sonrasında yaşanan gelişmeler ile ilgili olarak; yazılı ve
görsel basında konunun saptırılmaya ve ‘’Halkın İradesi’’,
‘’Türkiye tarafından tanınmış olan KKTC’nin içişlerine
müdahale’’, ‘’Atanmışların, seçilmişlere saygısı’’ ‘’şovenizm’’
‘’ırkçılık’’ vb. söylemlerle,kamuoyunun dikkatinin başka
alanlara yönlendirilmeye çalışıldığı görülmektedir. Bu yaşanılan
konu saptırılarak, “biz hancı siz yolcu” şeklinde köşe yazıları
ile “bu vatan Kıbrıslılarındır, ortak vatan için mücadeleye
devam” denilmektedir.
- Hal bununla kalmamıştır. 23 Mart 2007 akşamı yerel
televizyonlarımızdan Kanal T’ye konuk olarak çıkan eski CTP
milletvekili Fadıl ÇAĞDA, Kuzey Kıbrıs’ın “işgal” altında
olduğunu KTBK Komutanı Hayri KIVRIKOĞLU’nun “istenmeyen şahıs”
ilan edilerek ülkeden çıkarılması gerektiğini” söyleme cüretinde
bulunduğu Kanal T Yönetim Kurulu Başkanı Ersin TATAR tarafından
dile getirilerek kınanmıştır.
- Bugün, her Devlet muhtelif
anlamlar yükleyerek tartıştığımız değerlerine saygılıdır.
Şehidine, ulusal marşına, bayrağına sahip çıkmaktadır. Her yıl
18 Mart’ta, binlerce Yeni Zellanda’lının, Çanakkale’ye
koşmasının temelinde de şehidine saygı vardır. Ancak CTP-DP
iktidarı ile 2004 yılında okullarda okutulan Tarih
kitaplarımızın değiştirilerek öz tarihimizin çarptırılması ve
“Kıbrıslı milleti” yaratılması amacını güden ayni zamanda
Müslümanlığı “meraklısı için” gibi ibareler ile dinimizi
tanımlayan bir “tarih” kitabı yazdırtarak Hıristiyanlığı ön
plana çıkaran açıklamalara müsaade edilmesi ki buna en güzel
örneklerden biride Hz. İsa’nın çarmıhtaki resminin konularak
çocuklara “Hıristiyanlığın sembolü nedir?” gibi sorular
yöneltilmesi kabul edilecek bir durum değildir.
- Şehitleri Anma Günü’nde,
KKTC’nin yönetimini üstlenmiş bir siyasî partinin, ‘’Demokrasi
Şehitlerini’’ anarken, tüm şehitlerimizi anmamasını; ne 70
milyon Türk’ün yüreğindekileri hissederek ve onların gözü olarak
KKTC hudutlarını bekleyen 40 bin Türk Askerine nede bu vatanda
KKTC Devleti uğruna can verecek kadar Devletine sahip çıkmak
isteyenlere, şehit ailelerimize ve de Gazilerimize
anlatamazsınız...Günlük mesaisini, İstiklâl marşımızla başlatan
ve bitiren ve Yavruvatan’ı uğruna gerektiğinde canını vermeye
hazır olan 40.000 askere; Yavruvatanı yönetenlerin, ‘’Yurdum
İşgal Altında’’ şarkılarını söylemelerini ve kendisini
’işgalci’’ olarak tanımlamalarından neyi kastetmeye
çalıştıklarını da anlatamazsınız. Türk Askeri’ne; T.C.
Devleti’nin resmen tanıdığı KKTC’ni yönetenlerin, Kıbrıs
haritalarında KKTC’yi göstermemelerini ve Rum Yönetimi’nin
yaptığı şekilde, Kıbrıs’ı tek bir devletmiş gibi
göstermelerinin, bu tür haritaları kurultaylarında asmalarının
ve KKTC’yi inkâr etmelerinin açıklamasını da yapamazsınız.
- Bu hususların hiç birini,
herhangi bir haklı gerekçeye dayanarak Türk Ulusu’na da
anlatamazsınız.
- NELER OLUYOR KIBRIS’TA
- Bu yolu tutanlara şimdi
hatırlatmakta fayda vardır:
- “Ne Türkiye, Kıbrıs’ta
‘işgalci’ dir ve ne de Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri “işgal”
ordusudur. Türk Ulusu’nun (Çanakkale Şehitleri dahil) tüm
şehitlerini anmak, utanç duyulacak bir şey değildir. KKTC’nin
varlığını, KKTC’yi yönetenler de tanımalıdır. KKTC halkı,
kendisini yönetmeye çalışanlar gibi düşünmemektedir. Tepki
göstermesi gerekenler, bilinçli olmalı ve pasif kalmamalıdır!
- Bugün gerek konuyu saptırma ve
halkın kafasını karıştırma yoluna gidenler, gerekse Başbakan F.
Sabit Soyer; olayı tersine çevirerek; “Şehitleri Anma Günü” nde
yapılan kurultayda, sadece Demokrasi Şehitlerini değil, tüm
şehitlerimizi ansalardı, “Yurdum İşgal altında” şarkıları
söylemeselerdi, duvarlara asılan ve sinevizyondan gösterilen
Kıbrıs haritalarında KKTC’yi belirtselerdi ne kaybedeceklerdi?
Sorusu kendilerine sorulmalıdır. Hele hele bu konuyu irdeleyen,
haber yapan basın mensupları ve köşelerinde değerlendirme yapan
değerli köşe yazarları; Olayın temelinde yatan ayrıntıları iyi
değerlendirebilmeli ve doğruları yazma yoluna gitmelidirler.
- KKTC Başbakanı F. Sabit Soyer;
kurultayda ortaya konulan hatalar zincirini, yeni hatalarla
sürdürmemeli ve Türk Ulusu’nun değerlerine sahip çıkmalıdır.
Ondan gerek Kıbrıs Türk halkının gerekse vatan bekçiliğini yapan
her neferin beklentisi budur.” (1)
- 24 Mart 2007, Cumartesi günü
değerli yazar Tanju Müezzinoğlu, (KKTC) Güneş ve Volkan
gazetelerinden “dürüst, yiğit ve mert bir Türk olarak”
sesleniyor. İSTİKLAL MARŞIMIZDAN RAHATSIZ OLANLAR TÜRK OLAMAZ
!.. “CTP’nin açıklamaları saçma sapan ve özürleri
kabahatlerinden büyük. Bu güne kadar yapılan CTP kongrelerinde
“İSTİKLAL MARŞI” okumamışlar. İşte özürleri kabahatinden büyük.
Adama sormazlar mı? Siz nasıl Cumhuriyetçi TÜRK Partisisin, TÜRK
sözcüğü sizce neyin ifadesidir. Eğer bunu bilmiyorsanız
öğrenmenizi öneririm.
- Cumhuriyetçi Türk Partisi
AKEL’İN kongresine gittikleri zaman Yunan Milli marşı çalınıp
söylenirken ayak ayaküstüne oturuyorlar mıydı? Hayır,
oturmuyorlar dostları HIRİSTOFYAS ile birlikte hazır vaziyette
duruyorlardı. AKEL kongrelerinde Yunan Milli Marşını gururla
çalıp söylerken. CTP’ye ve Başkanı sana halkımız soruyor: Siz
CTP kongresinde TÜRK Milli Marşını “İSTİKLAL MARŞINI” çalıp
söylememekle neyin ispatını yapmaya çalışıyorsunuz? AKEL her
platformda solculuk kisvesi altında Rum milliyetçiliği
yapmıştır. CTP ise “Cumhuriyetçi Türk” adı altında Türk'ün
aleyhine olan bir çizgiyi temsil etmiştir. Kıbrıs Türk Halkı
CTP’nin bu tavır hareketlerini MERCEK altına almıştır. Günü
geldiğinde bu yapılanların karşılığı bu partiye sorulacak ve
ödetilecektir. Bundan kimsenin şüphesi olmasın.
- Sovyetlerin yıkılmasından sonra
bütün dünyada olduğu gibi KKTC'de Moskova çizgisini izleyen
CTP’nin ruhunda fırtına kopmuştur. İşte bu aşamada devreye AB ve
ABD süreçlerinin girdiği görülür. Moskova'daki efendisini
yitiren CTP, Washington ve Brüksel'de yeni efendilerini
bulmuştur. Kıbrıs Türk Halkı ve GENÇLER söylenenleri lütfen
inceleyin ve gerçeklerle nasıl karşı karşıya geldiğinizi görerek
kararınızı verin.
- CTP, yeni efendileri tarafından
Turuncu Devrim ile iktidara ilk getirilen partidir.
- Turuncu devrim ilk kez eski Sovyet coğrafyasında değil,
KKTC'de gerçekleşmiştir. CTP, AB, ABD ve AKP' nin büyük desteği
ile iktidara gelmiş ve Annan Planına halkın % 65'ine "evet"
dedirtilmiştir. Ancak Rumların bu planı doymak bilmez
hırslarından dolayı kabul etmemeleri sayesinde Annan Planı
uygulamaya konmamış ve Kıbrıs Türk Halkı İDAM sehpasından
ALLAHIN izni ile bu etapta kurtulmuştur. Halkıma sesleniyorum,
seni uçuruma atan bu partiden CTP’den kurtulmamıza çok az bir
zaman kalmıştır.
- Kıbrıs Türk Halkı ve GENÇLERİ
CTP’nin ne yapmaya çalıştığını biz bu sütunlardan siz halkınıza
bildireceğiz. Sizin de vazifeniz söylediğimizi araştırmak ve
incelemektir. Eğer bizi takip ederseniz, bir yanlışımız
olmadığını da göreceksiniz. CTP ne yapıyor: Adım adım KKTC'nin
Türk kimliğini ortadan kaldıran önlemleri almak için çalışıyor.
- Ama bunu yapmalarına asla izin vermeyeceğiz. CTP Milli
Eğitim Bakanlığını aldığı günden itibaren tarih kitaplarında
başlayan tahrifatı büyük bir hızla sürdürmektedir. Tarih
kitaplarından "halkların dostluğu-Rumlarla dostluk" adı altında
Rumların Kıbrıs Türklüğüne yaptıkları katliamları çıkaran,
şehitlerin resimlerini silen anlayış CTP anlayışıdır.
- Parti toplantılarında milli marşımız olan İstiklal Marşı
okumayan, şehitlerini anmayan, anlayış da Cumhuriyetçi TÜRK
Partisi anlayışıdır. KKTC'nin varlığının askeri güvencesi olan
Türk ordusundan rahatsız olan anlayış da CTP anlayışıdır.
Toplantılarında Yunan, Kıbrıs Rum ve AB bayrakları koyan anlayış
da CTP anlayışıdır. Şimdi Soyer soruyor:
- "Bizim Türklüğümüzden şüphe mi
duyuyorsunuz?"
- “KORKMA SÖNMEZ BU ŞAFAKLARDA
YÜZEN AL SANCAK”
- İSTİKLAL MARŞIMIZDAN RAHATSIZ
OLANLAR TÜRK OLAMAZ.
- Türkiye'de ve KKTC'de her Türk'ün görevi Cumhuriyetçi TÜRK
Partisi gibi bir parti ile mücadele etmektir.” (2)
- Elbette genel kurullarında
İstiklâl Marşını göğsünü gere gere söyleyemeyenler Türk
olamazlar. Olsa olsa Türk düşmanı olurlar. Bu, Anavatanda olsa
da böyledir. Kıbrıs’ta olsa da yine aynıdır. Bu utanmaz, kansız
ve soysuzlar görmüyor mu ki, Güney Kıbrıs Çete devletinde bütün
Rum partileri gümgür gümbür Yunan milli marşını okurlar ve
Yunanistan ile her hususta kader birliği yapar ve ortak hareket
ederler. Ve politikaları daima millidir. Maalesef bu utanmazlık,
aymazlık ve aleni vatan hainliği sadece Türk milletinin iyi
niyetini suistimal eden ve hayasızca sömüren ihanet
şebekelerinde rastlanan bir durumdur.
- Bir sonraki bölümde CTP hakkında
ayrıntılı bilgi vereceğim. Ancak, burada özellikle ve bilhassa
belirtmek isterim: 2003 yılından itibaren KKTC’de gerçekten
inanılmaz şeyler olmaya başladı. Önce, T. Louzidiu davasının iç
hukuk yolları tüketilmeden AİHM’ne usulsüz, haksız ve hukuksuz
olarak intikali. Bu tam bir tuzak olmasına rağmen korkak ve
ödlek bir politika yüzünden olayın üzerine gidilmemiş kronik bir
yolsuzluk, bir başka deyişle ise, Rum’a aleni destek
girişimidir. Sorumluların mutlaka sıgaya çekilmesi ve millete
hesap vermesi gerekirken, maalesef bu da yapılmamıştır. Olup,
bitenler Türk milletinin şeref ve haysiyeti ile bağdaşamayacak
kadar ilkesiz, onursuz, ahlâksızca, haksız ve hukuksuzdur.
- Failleri ise, zavallı malul ve Türklükten münezzeh
kimselerdir ne yazık ki...
- Sonra, mezkür siyasi, insanlık,
etik ve hukuk dışı AB yanlısı mahkemenin (AİHM) verdiği
mesnetsiz kararın Türk hükümeti tarafından itirazsız olarak
kabulü. Kararlaştırılan yüklü tazminatın basiret ve bekadan
yoksun bir cehaletle tediyesi. Bu hiç kimse tarafından kabulü
kabil olmayacak kadar rezil bir durumdur. Acizliktir.
Zayıflıktır. Cahilliktir. Aleni yolsuzluk ve suistimaldir. Hattâ
millet ve devlet aleyhine cürüm işlemektir. Bir de olayın
Türkiye adına savunulması trajedisi var. Rum asıllı bir avukat
tarafından... Ne kadar utanç ve hicap verici değil mi ? Tarih
boyunca hiçbir Türk devleti bu kadar acizlik ve çaresizlik
içinde kalmamıştır. Üstüne üstlük, bütünüyle “Türk’ü imha”
üzerine kurulu Annan Plânına “evet” demek ve dedirtmek gibi
akıllara ziyan bir cehalet, dalâlet ve ihanet uygulaması da
yapıldı. Ne kötü. Aslında bütün bunlar, uluslar arası kabul
görmüş “mer-i ve müseccel” Londra, Zürich ve Garanti
antlaşmalarını görmezden gelerek, yok addederek ve dahi hiçe
sayarak; GKRC’nin AB’ye katılmasına vize vererek alenen “VATANA
İHANET” suçu işleyen lânetli siyasilerin cürmüdür. Vakti
zamanında Türk Genelkurmayı da bu iğrenç trajediye, gaflet,
ihanet ve yıllar sürecek lânete sessiz kalmıştır. Bu gün her ne
kadar TSK dik duruyor ve şer, şeytan cephesine direniyor ise de;
Daha ciddi, ağırlıklı ve kat’i bir tavır beklemek Türk
milletinin hakkıdır.
- TSK, KKTC’ni, yani “Milli
Davayı” yok etmek isteyenlere “DUR” demek zorundadır.
- NELER OLUYOR KIBRIS’TA
- Tam da işin burasında Türk
Silâhlı Kuvvetlerine; Yani, Türk Milleti’nin öz evlâdı ve dahili
bedhahlar ile harici düşmanlara karşı tek ve yegâne güvencesi
olan “Türk Ordusuna” bir hatırlatma ve anlamlı bir gönderme
yapmak istiyorum. Bakınız, ülkemizin kurtarıcısı ve Türkiye
Cumhuriyeti’nin kurucusu Ulu Önder ATATÜRK; Türk subaylarına
nasıl bir emanet ve vasiyet bırakmış. Lütfen metinde geçen
İngiltere’ye bir de Yunanistan’ı ekleyerek okuyun.
- Dönem siyasetçilerini de, hareket tarzı ve tasarrufları
itibarıyla, ‘metni miyar’ kabul ederek hele bir ölçüye vurun.
Buna mutlaka Kıbrıs’ın AB’ye peşkeş çekildiği tarihin Genel
Kurmay Başkanı ve kuvvet komutanları da dahil edilmelidir.
- Zira, bu ihanet tezgâhlanır,
Londra-Zürich ve Garanti Antlaşmaları rafa kaldırılır iken Türk
Ordusu, komuta kademesi ve Türk Subayları ne yapıyordu. Neden
vatan hainlerine mani olmadılar. Müdahale etmediler ? Sessiz,
sözsüz kalmalarının sebebi neydi ?
- “Vatan Namustur” kavramı ve
kalbi inancına dahil bir KKTC için; Atatürk’ün binlerce kez
tekrarladığı “ÇOK NAMUSLU OLMAK GEREK” vecizesine rağmen, sivil
politikanın aleni ihanet ve Kıbrıs’ı peşkeş çekme girişimlerine
“ASKER” neden ? o zaman engel olmadı?
- Yoksa aralarında dönemin siyasi mevtalarından menfaat
umanlar ve müstakbel vekil adayları mı vardı ? Kıbrıs’ı peşkeş
çekmeye göz yummak bu kadar ucuz muydu ? Yoksa, o dönem
ATATÜRKÇÜLÜK rafa mı kaldırılmıştı ? İlke ve inkılâplar,
vasiyetler hatırlanmadı mı ? Yoksa, gaflet ve dalâlet içinde mi
idiler ? Milli davaya hıyanet galip mi geldi nedir ?...
- Bunu da sorgulamak ve sorumluları yargılamak gerek.
- ATATÜRKÜN SUBAYLARA SESLENİŞİ
- “Millet, bağımsızlığının
korunmasını ordudan, ordunun ruhunu teşkil eden subaylardan
bekler..İşte subayların yüce olan vazifesi budur..
- Milletin bağımsızlığı ihlal
edilirse bunun vebali subaylara ait olacaktır..
- (GB teşebbüsü ve AB’ye katılım
teşebbüsü bağımsızlığı ihlâl değil mi yoksa)
- Arkadaşlar !!.. İngilizler ve yardımcıları milletimizin
bağımsızlığını imhaya karar vermişlerdir. Milletler
bağımsızlıklarını hiç kimsenin lütuf ve atıfetine borçlu
değildir..Hiç kimse kimseye, hiçbir millet diğer millete
hürriyet ve bağımsızlık veremez..Milletlerden tabiaten ve
yaradılıştan mevcut olan bu hak, milletlerce kuvvetle, mücadele
ile muhafaza bulundurulur. Kuvveti olmayan, dolayısıyla mücadele
edemeyen bir millet, mahkum ve esir vaziyettedir. Böyle bir
milletin bağımsızlığı gasp olunur.. (AB-ABD’nin niyeti budur)
- Dünyada hayat için,insanca yaşamak için bağımsızlık
lazımdır..Bağımsızlık sahibi olmak için kuvvet sahibi olmak ve
bunun için mevcudiyetini ispat etmek icap eder.
- Kuvvet ordudur.Ordunun hayat ve saadet kaynağı,bağımsızlığı
takdir eden milletin, kuvvetin lüzumuna olan vicdani imanıdır...
- İngilizler, milletimizi
bağımsızlıktan mahrum etmek için, pek tabii olarak evvela onu
ordudan mahrum etmek çarelerine giriştiler.Mütareke
şartlarının tatbikatı ile silahlarımızı, cephanelerimizi,bütün
müdafaa vasıtalarımızı elimizden almaya çalıştılar.. Sonra
kumandanlarımıza ve subaylarımıza tecavüze ve taarruza
başladılar.. Askerlik izzetinefsini yok etmeye gayret ettiler.
Ordumuzu tamamen lağvederek milleti, bağımsızlığını muhafaza
için muhtaç olduğu dayanak noktasından mahrum etmeye teşebbüs
ettiler.. Bir taraftan da müdafaasız, ordusuz bıraktıklarını
zannettikleri milletinde izzetinefsine, her türlü haklarına ve
mukaddesatına taarruzla milleti alçaklığa,boyun eğmeye
alıştırmak planını takip ettiler ve ediyorlar..
- Herhalde ordu,düşmanımızın
birinci taarruz hedefi oldu. Orduyu imha etmek için mutlaka
subayı mahvetmek, aşağılamak lazımdır. buna da teşebbüs ettiler.
Bundan sonra milleti koyun sürüsü gibi boğazlamakta engeller
müşkülat kalmaz...
- Bu hakikat karşısında ve içinde
bulunduğumuz vaziyete göre subaylar heyetimize düşen vazifenin
mahiyeti,ehemmiyeti ve kıymeti kendiliğinden meydana çıkar..
- Milletimiz hür ve bağımsız yaşamak huzuruna tam bir iman ile
kani olmuş ve buna kati azim ile karar vermiştir.
- Zaman zaman şurada burada üzüntü
verici karaktersizliklerin görülmüş olması hiçbir vakit
milletimizin genel kanaatine, hakiki imanına sekte vurmamıştır
ve vurmayacaktır..
- Dolayısıyla kuvvetin, ordunun vücudu için lazım olduğunu
söylediğim kaynak-ki milletin vicdanı imanıdır-mevcuttur..
- Ordu ise, arkadaşlar; ancak
subaylar heyeti sayesinde vücut bulunur...Malum bir askeri
hakikat, felsefesi hakikattir; " ordunun ruhu subaylardadır" O
halde subaylarımız, düşmanlarımız tarafından yıkılmak istenilen
ordumuzu tamir edecek ve canlandıracak ve ordu ve milletimizin
bağımsızlığını muhafaza edecektir..
- Millet, bağımsızlığının
muhafazasından ibaret olan hayatı gayesinin teminini ordudan,
ordunun ruhunu teşkil eden subaylardan bekler..İşte subayların
yüce olan vazifesi budur...
- Allah göstermesin milletin bağımsızlığı ihlal edilirse bunun
vebali subaylara ait olacaktır.. Subaylar, izah ettiğim yüce,
mukaddes ve bütün açılardan üzerlerine düşen vazife itibariyle,
bütün mevcudiyetleriyle ve bütün dikkat ve felsefeleriyle,
giriştiğimiz bağımsızlık mücadelesinde birinci derecede faal ve
fedakar olmak mecburiyetindedirler..
- Şahsi ve hurisi itibariyle de
subaylar, fedakarlar sınıflarının en önünde bulunmak
mecburiyetindedirler... Çünkü düşmanlarımız herkesten önce
onları öldürürüler. Onları aşağılar ve hor görürler. hayatında
bir an olsa bile subaylık yapmış, subaylık izzetinefsini,
şerefini duymuş, ölümü küçümsemiş bir insan, hayatta iken,
düşmanın tasarladığı ve reva gördüğü bu muamelelere
katlanamaz..
- Onun yaşamak için bir çaresi
vardır;şerefini korumak! halbuki düşmanlarımız da kastettiği, o
şerefi ayaklar altına almaktır.. Dolayısıyla subay için " ya
istiklal, ya ölüm" vardır.. Fakat arkadaşlar ölmeyeceğiz,
bağımsızlığımızı muhafaza ederek yaşatacağız ve milletimizi
daima mutlu ve müreffeh yaşatmak için çalışacağız... (3)
- Burada emanet ve vasiyet edilen
hususta çok dikkat etmek, önemle değerlendirmek ve mutlaka
dikkate almak lâzımdır. Türk Ordusu’nun ATATÜRK, Kemalizm, Türk
İnkılâbı ve O’ nun ilkelerine ne kadar sadık, sağlam ve samimi
olarak bağlı olduğu konusunda milletin asla şüphesi yoktur.
(1938 sonrası oluşan bazı şüphelerin giderilmesi gerek) Her ne
kadar içinde; Mütareke basını ve din tüccarlarını deşifre eden
ve adına “andıç” denilen “önemsiz bir belgeyi” dahi ‘önemli’
sanacak ve ABD’ye gönderecek kadar malul, aptal, milliyetsiz,
hain, alçak ve değersiz mahluklar var ise de, Türk Ordusu onları
mutlaka bulacak, bilecek ve behemahal temizleyecektir.
Muhtemelen içinde var olan Masonluk tarikatı mensupları dahil
olmak üzere; En küçüğünden, en üst rütbelisine kadar rüşvet,
iltimas, gasp, irtikap, suistimal ve yolsuzluk
suçlusu-zanlısı-şaibelisi “kanı bozuklar” mutlaka temizlenmeli,
ordu aklanmalı ve mutlaka ayıklanmalıdır. Bu çok önemli ve
zorunludur.
- Zira, millet inanıyor, (inanmak
istiyor) ve biliyor ki:
- Türk ordusunun içinde rüşvet,
iltimas, devletin malını gasp, irtikap, hile, yolsuzluk, evrakta
sahtecilik ve yolsuzluk yapacak kadar aşağılık varlıklar
(domuzlarda) yoktur. Türk Ordusu yüksek bir ahlâk ve Türk
Medeniyetinin binlerce yıllık birikimi olan fazilete sahiptir.
Mutlaka ve behemahal; En küçük rütbeli neferinden Genelkurmay
Başkanına kadar namuslu, dürüst, ilkeli, onurlu, vazife şuuruna
sahip, şerefli ve sorumludur.
- O, Şehit mertebesi ile müjdeli
ve Gazilik ödülüne lâyık, yer yüzünün tek askeridir.
- O, MEHMETÇİK’tir. Omuzlarında,
yüreğinde, bileğinde ve şuurunda Çanakkale’nin, İstiklâl
Savaşının ve ebed-müddet Türkiye Cumhuriyetinin şeref ve şânını
taşır. Ordu daima kendindedir. Hariçte ve dahilde olup bitenin
farkındadır. Farkında olmak ve daima ve gerektiğinde, Kıbrıs,
Kerkük, Batı Trakya, yahut dünyanın her neresinde olursa olsun
“Türk İstiklâl, İstikbâl, özgürlük, hak, hukuk, bağımsızlık ve
cumhuriyetini korumak için görevini mutlaka “en doğru şekilde”
ifa ve icra edecektir. Buna inanıyoruz. KKTC konusunda da asla
taviz ve ivaz verilmeyeceğine yürekten güveniyoruz.
- Bundan maksat: Türk Ordusu 2500
yılı mücavir çok şerefli, onurlu ve şanlı bir tarihi birikimin,
insanlık davasından süzülüp gelen ‘orijinal’ bilginin; Savaşı
katliam, gasp, işgal ve soykırım vasıtası olarak değil; Yüksek
bir fazilet, özgürlük, istiklâl; Onurlu ve güvenli bir istikbâl
mücadelesi olarak kabul eden soylu bir ideal ve davanın
timsalidir.
- Bu vasıfla Türk Ordusu’nun “misak-ı milli”
sınırları dahilinde tartışmasız tasarruf ve temlik hakkı vardır.
En küçük bir tecavüz yeltenmesine dahi en sert tepkiyi
gösteremeyen bir asker asla Türk askeri değildir. Taviz ve
toprak veren bir politikaya asla itimat olunamaz. Buna
kesinlikle fırsat dahi verilemez.
- Sivil-Asker bütün Türk
milletinin vicdanı ATATÜRK; İrfanı Adalet; Vatanı Namus;
Vazgeçilmez Karakteri İstiklâl ve Hürriyettir. İşte, Türk için
millet budur, ordu da bu. Zaten, Türk milleti topyekün asker
“Kuvva-i Milliye” değil midir.
- Evet, belki bu konuya (acil bir
durum-gelişme olmadıkça) bir daha dönemeyebiliriz. Bu nedenle
Kıbrıs ve KKTC meselesinde mümkün oldukça derinlere inmeye
çalışacağız. Hani, bilindiği üzere AKP kendini önce milliyetçi
muhafazakâr (2002) sonra da muhafazakâr demokrat olarak
tanımlamıştı. 2003 yılında vaki Kemer toplantısında bu
açıklamayı yaptıkları vakit kargalar bile güldü. Üstelik DP
Genel Başkanlığında çok sıkı bir zılgıt (ihtar) da yediler.
- Bu ihtarın üzerine gitselerdi eğer başları çok büyük belâya
girecekti. Akıllılık ettiler. Gitmediler. İşte tam o zamanlar
bazı gazeteler ve yazarlar “AK PARTİ = HALK PARTİ” tanımlamasını
yapmışlardı. Derken günü geldi ve AKP bu defa kendini nihai
olarak tanımladı. Neymiş? “Muhafazakâr demokrat” Güncel
konjonktür olarak bu ne anlama geliyor ? Cevap: Statükoculuk.
Peki, hangi statüko ? Aynen malum yazarların atıf da bulunarak
tanımladıkları “halk partisi zihniyeti” statükosu. Diğer bir
anlamda. 10 Kasım 1938, saat: 9.06 karşıdevrimi.
- Bunun böyle olduğunu anlamak çok kolay. Birinci neden; AB
kulluğu, köleliği ve batı uşaklığı konusunda her ne kadar bütün
yollar CHP tarafından açılmış ise de bugün, AKP’ ye nazaran CHP
çok milliyetçi, tutucu ve daha müspet manâda muhafazakâr
görünüyor. İkinci nedene gelince, bunu fazla açmaya gerek yok.
Her şey ortada. Zira, KKTC’deki partnerlerinin CTP olmasından
belli. Ha, şimdi bakalım şu AKP partneri nasıl bir şeymiş ?
- Ayrıntıları tam ehlinden, ASAM’ın Genel Başkanı Prof. Dr.
Ümit ÖZDAĞ’ dan alıyoruz. Şimdi bakınız 22 Mart 2007 tarihli
resmi bir “ASAM” raporunda CTP hakkında neler açıklanıyor:
- HAYIR, KUŞKU DUYMUYORUZ !
- “Cumhuriyetçi Türk Partisi'nin
1985 öncesinde Rum Komünist Partisi AKEL' in ve Moskova'nın
beyin iğfaline uğramış Kıbrıs Türklerinin partisidir. Bu partiyi
kuran ve yöneten kadrolar çok uzun yıllar AKEL ve Sovyet
Komünist Partisi'nin emirleri ile hareket etmişlerdir. AKEL, ne
kadar komünizm kisvesi altında Rum milliyetçiliği yapmış ise CTP'
de o kadar Cumhuriyetçi Türk adı altında Türk'ün aleyhine olan
bir çizgiyi temsil etmiştir.
- Sovyetlerin yıkılmasından sonra bütün dünyada olduğu gibi
KKTC'de Moskova çizgisini izleyenler bir siyasi-ruhi bunalım
içine girmişlerdir. Büyük efendinin ortadan kalkması, küçük
efendi AKEL' in yetmemesi ruhlarda fırtına yaratmıştır. İşte bu
aşamada devreye AB ve ABD süreçlerinin girdiği görülür.
- Moskova'daki efendisini yitiren
CTP, Washington ve Brüksel'de yeni efendilerini bulmuştur. CTP,
yeni efendileri tarafından Turuncu Devrim ile iktidara getirilen
ilk partidir. Turuncu devrim ilk kez eski Sovyet coğrafyasında
değil, KKTC'de gerçekleşmiştir. CTP, AB, ABD ve AKP' nin büyük
desteği ile iktidara gelmiş, Annan Planına halkın % 65'i "evet"
demiş/dedirtilmiştir.
- Ancak Rumların bu planı bile
kabul etmemeleri sayesinde Annan Planı uygulamaya
konulamamıştır. CTP bunun üzerine adım adım KKTC'nin Türk
kimliğini ortadan kaldıran önlemleri almaya başlamıştır.
Özellikle 1990'ların ortasında kurulan Ulusal Birlik Partisi-CTP
koalisyon hükümeti sırasında Milli Eğitim Bakanlığını alan CTP'
nin tarih kitaplarında başlayan tahrifatı büyük bir hızla
sürmektedir. Tarih kitaplarından "halkların dostluğu/ Rumlarla
dostluk" adı altında Rumların Kıbrıs Türklüğüne yaptığı
katliamları çıkaran, şehitlerin resimlerini silen anlayış CTP
anlayışıdır.
- Cumhurbaşkanı Talat'ın ağzından
"Rumların Türkleri yok etmek yani Akritas Planı diye bir
planları yoktu" diyen de CTP anlayışıdır. Kıbrıs Rum tarafına
geçtikleri zaman Rum serseriler tarafından tecavüz edilen geç
Türk kızlarını gündeme getirmeyerek olayı gizleyen anlayışta CTP
anlayışıdır. Rumlarla işbirliği yaptıkları kanıtlanmış olanları
şehitlerimiz diye anan anlayış da CTP anlayışıdır. KKTC'de
Türkçe yer isimlerinin "orijinallerini" veriyoruz diyerek
Rumcalaştıran anlayış da CTP iktidarının anlayışıdır. Parti
toplantısında İstiklal Marşı okumayan, şehitlerini anmayan,
anlayış da CTP anlayışıdır. KKTC'nin varlığının askeri güvencesi
olan Türk ordusundan rahatsız olan anlayış da CTP anlayışıdır.
Toplantılarında Yunan, Kıbrıs Rum ve AB bayrakları koyan anlayış
da CTP anlayışıdır. Şimdi Soyer soruyor: "Bizim Türklüğümüzden
şüphe mi duyuyorsunuz?" Kendi adıma benim hiç şüphem yok. Bence,
siz Türk değilsiniz Bay Soyer. Bence, CTP adı Türk olsa da
kendisi bir Türk partisi değil. Türkiye'de ve KKTC'de her
Türk'ün görevi CTP gibi bir parti ile mücadele etmektir. (4)
- Sonuç: CTP = ATP !...
- Şimdi konuyu biraz daha
irdeleyelim ve KKTC’de konuyla ilgili olarak yayınlanan bir
haberi sizlerle olduğu gibi paylaşalım.
- Paşa'dan şamar gibi 3 soru;
- Dr. İlhan onuruna verilen
yemekte, Kıvrıkoğlu, tokalaşmak isteyen Başbakan Soyer’e elini
uzatmadı ve “Niçin kurultayda İstiklâl Marşı okutmadınız,
şehitleri anmadınız” diye sordu.
- Emekli Tabip Tuğgeneral Nihat
İlhan’ın KKTC’ye gelmesiyle cereyan eden olaylar bitmek bilmedi.
İlhan, Ada’ya geldikten bir gün sonra Çanakkale Deniz Zaferi’nin
92. Yıldönümü, Gaziveren ve Çamlıköy direnişlerinin 42.
yıldönümü törenleri kutlandı. Aynı gün hükümetin büyük ortağı
CTP’nin kurultayı da vardı.
- Kurultaydaki “Demokrasi
Şehitleri” saygı duruşunda Çanakkale ve diğer şehitlerimizin
anılmaması, İstiklâl Marşı dahi okunmaması rahatsızlık
uyandırdı.
- Konuşmalarda da ortak vatan için
ortak mücadele çağrıları yapıldı. Kurultayda Çavbella-Yurdum
İşgal Altında müziği sık sık tekrarlandı. Peki Kurultayda kimler
konuk olarak vardı? CTP Kurultayı’na Türkiye’den AKP Genel
Başkan Yardımcısı Nihat Ergun, ÖDP Genel Başkan Yardımcısı
Haydar İlker, Yunanistan’dan PASOK Üyesi Theodoros Tsikas, Alman
Sosyal Demorat Milletvekili Ozan Ceyhun, Rum yönetiminden DİSİ
Genel Başkanı Nicos Anastasiades, AKEL Merkez Yönetim Kurulu
Üyesi Nikos Katsurides, EDİ Başkan Yardımcısı Praksula Kiryaku
ve Yeşiller Merkez Yönetim Kurulu Üyesi Gaston Nucleus da söz
alarak konuşmalarda bulundular. Konuşmacıların hepsi “Ortak
Vatan” mücadelesi çağrısında bulundular. DİSİ Genel Başkanı
Anastasiades “Vatanımızın birleşmesi için birlikte mücadele
etmenin zamanı geldi de geçti bile, bunun gerçekleşmesi için
çalışmanın tam zamanıdır” dedi.
- NASIL ORTAK VATAN?
- Kurultayda tek aday olan
Başbakan Ferdi Sabit Soyer de, Rumların “ortak vatan”
mücadelesinde Türklerin önüne hep engeller koyduklarını ifade
eden sözler söyledikten sonra “ortak vatanda ortak çözümde ortak
egemenliği paylaşmaya karşı çıkıyorlar, biribirimizi tüketerek,
çözümsüzlük siyaseti bu güçlerden devam ettiriliyor” diyerek BM
görüşmeler sürecinin başlatılması çağrısında bulundu.” (Şimdi
KKTC’de bir vatan haini aranıyorsa GKRC ile KKTC’ni birleştirme
çabasında olan ve bu birleşmeye ortak vatan diyene bakılsın)
- Şimdi tekrar Emete Gözügüzelli’ye (Ayşe Kocatürk’e)
dönüyoruz. Devm ediyor:
- “Ortak vatan” yani birleşik
Kıbrıs yaratma amacında olduklarını vurgulayan konuk
konuşmacıların, “yoldaşlar”, “kardeşler” kelimelerini kullanmaya
da özen gösterdikleri görüldü. Peki bunlar gerçekleşirken
Güney’de Rum Meclis Başkanı ve Akel Genel Sekreteri Dimitris
Hristofyas neden “Türk işgaline karşı mücadelemiz devam
edecektir” dedi? Edek Başkanı Omiru, “Türk işgalini
sonlandırcağız” derken Anastasiades’in “Türk askerini gördüğümde
irkiliyorum, işgalden kurtulacağız” sözleri ile nasıl bir ortak
vatan mücadelesi öngörülmektedir? Buna destek vererek konuşsalar
bu demeçlere cevapları ne olacaktır? Yoksa Ada’dan Türk
askerinin gönderilmesi konusunda “yoldaşları” ile gizli bir
anlaşma mı yapıldı?
- Kurutlay’dan bir gün sonra
emekli Tuğgeneral Nihat İlhan’ın açıklamaları ise bu mücadelede
olanların Rumların zihniyetini görmezden gelerek birleşik Kıbrıs
için şehitlerimize bile saygı duymadan İstiklal Marşımızı bile
okumadan başlattıkları kurultay’ larında gösterdikleri
mücadeleyi kimin için yaptıkları soru işaretidir.
- HATIRALARI KİRLETMEYİN
- Basın toplantısında, “Benim
şehit eşim ve evlatlarım, Kıbrıs Türkü’nün evlatlarıdır. Onların
aziz hatıralarını KKTC halkına emanet ediyorum. Kıbrıs
Türkü’nden son dileğim, oların hatıralarının kirletilmesini izin
vermemeleridir” diyen İlhan’a tek söz söylenebilir: Emanetin
emanetimizdir!
- İlhan, KTBK Komutanı Orgeneral
Hayri Kıvrıkoğlu’nu da ziyaret etmiştir. Kıvrıkoğlu, “Eşi ve üç
evladını EOKA tedhiş örgütünün hunharca katliamı sonucunda şehit
veren emekli Tabip Tuğgeneral İlhan’ın KTBK Komutanlığını
ziyaret etmesinden onur duyduğunu” ifade ederek, “KKTC halkı ve
KTBK Komutanlığı geçimişte olduğu gibi bugün ve gelecekte de
şehitlerine sahip çıkacak ve onların hatıralarının
kirletilmesine izin vermeyecektir” dedi.
- 23 NİSAN OYUNU
- Peki tüm bunlar gerçekleşirken
Neden kurultayda İstiklal Marşı okunmak istenmiyor? Neden bu yıl
23 Nisan kutlamalarının kutlama şekli değiştirilmiş ve artık
çocuklarımız 23 Nisan öncesinde oyun gösterileri için hazırlık
yapmayarak sadece balo havasında kutlama yapması
kararlaştırılmıştır? Yanlış okumadınız, bu yıl 23 Nisan
etkinlikleri büyük şehirlerde kortej yürüyüşünde serbest
kıyafetlerle gerçekleşecek ancak kırsal kesimlerdeki okullarda
sadece balo havasında kutlamalar yapılacaktır. Nedense İskele
bölgesi kutlama şekilleri ile ilgili bölümde serbest
bırakılmıştır. Hedef nedir? Halkın rahatsızlığını Anavatan neden
duyamıyor?
- CTP de neden AKEL ile anlaşarak
Kıbrıs Türk öğrencilerini Güney’e götürme kararı almıştır? Bugün
Kıbrıs Türk öğrencileri Rum gençlerle daha bir “kaynaşması” için
kararlar alan CTP iki toplumlu gençlik temasları ile Rum ve
Türkleri anılan “kaynaştırmaya” itmesindeki hedef nedir? Tarih
kitaplarını değiştirerek öz tarihimizden yoksunlaştırılan
gençlerimize Ada’yı işgal altında gören AKEL yöneticilerinin
anlatacağı nedir? “Kıbrıslılık” kimliğini öne çıkarma
çalışmalarını ne maksatla yapmak istemektedir?
- Özellikle de geçen hafta
açıklanan Temas Grubu raporunda iki toplum gençlerinin değişimi,
iki toplumu etkinliklerin artırılması ile kimler neye hizmet
ettiklerini açıkca izah etmek mükellefiyetindedirler. Yine
anılan raporda Türkçe’nin AB dili olması istendiği belirtilerek,
halkın gözünü boyamaya çalışılmaktadır. Rumlar’ın AB’ye üyelikte
resmi dil olarak Rumca ile başvurmamışlardır. İngilizce olarak
başvuruda bulunmuşlardır. Zaten Yunanistan sayesinde Rumca AB
dilidir. Rumlar kendi lisanlarından AB ülkelerinde istihdam
sınavlarına girebiliyorlar ama Türklerin İngilizce bilmesi ön
koşuldur.
- Ada’daki son gelişmeler
“birleşik Kıbrıs” mücadelesi içerisinde “Berlin duvarı” misali
birleşik Kıbrıs yaratılması yönünde çalışılmaktadır. Oyun
büyüktür. Türk askerine karşı derin projeler masaya yatırılmış
ve sivil projelerle bu uygulanması hedeflenmektedir. Nihat İlhan
olayında yapılan karalamaların aniden çıkması tesadüf değildir.
Hedef, Ada’da Türkler üzerinde yürütülen pskolojik harp.
Türkiye’deki halkın “KıbrıslıTürkler bizi sevmiyor” inancının
yaygınlaşması yönündeki uğraşlar sıradan konular değildir.
Türkün Türke düşürülmek istenmesi ve Anavatan’ın Kıbrıs’dan
vazgeçer konuma getirilmek istenmektedir. Kıbrıs’ta kanayan
yaraya el uzatılmazsa, kangıren olan bir Kıbrıs Girit yoluna
girecektir. Anavatandaki tüm siyasi parti, kurum kuruluşları
Ada’da yapılanlara sessiz kalmamaya davet ediyoruz!
- LOKMACI İLE BAŞLAYAN GERİLİM
TIRMANIYOR
- KUZEY Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti’nde basına kapalı bir resepsiyonda Ada’daki Türk
kuvvetlerinin Komutanı Korgeneral Hayri Kıvrıkoğlu, CTP
kurultayında İstiklal Marşı okutmayan ve şehitler için saygı
duruşu yaptırmayan Başbakan Ferdi Sabit Soyer’e sert tepki
gösterdi. Emekli Tuğgeneral Nihat İlhan’ın onuruna verilen
davette Başbakan Ferdi Sabit Soyer, Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri
Komutanı Korgeneral Kıvrıkoğlu’nun elini sıkmak istedi. Ancak
komutan Kıvrıkoğlu, Başbakan Soyer’le tokalaşmayı reddetti ve bu
tavrını çok sayıda davetli önünde açıkça dile getirdi.
Kıvrıkoğlu, “CTP kurultayında İstiklal Marşı’nı neden
okumadınız? Siz, şehitlerin anısına saygı duruşu bile
yapmadınız. Bununla da yetinmeyip kurultayı Şehitler Günü’ne
denk getirdiniz” sözleriyle Soyer’e çıkıştı. Komutanın sert
tepkisi karşısında şaşkınlığa uğrayan Soyer, “Türklüğümüzden
kuşkunuz mu var” deyince Kıvrıkoğlu Soyer’e, “Madem öyle
kanıtlayın o zaman” dedi. Kıvrıkoğlu ve Başbakan Soyer
arasındaki kriz muhalefetin de tepkisine neden oldu. Ulusal
Birlik Partisi Genel Başkanı Tahsin Ertuğruloğlu “CTP Kuzey
Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin mi yoksa sözde Kıbrıs Cumhuriyeti’
nin mi partisi” diye sordu ve “Eğer KKTC’nin partisiyseniz neden
İstiklâl Marşı okumadığınızı izah etmek zorundasınız” sözleriyle
Soyer’i eleştirdi.
- Ana muhalefetteki Ulusal Birlik
Partisi (UBP) Genel Başkanı Tahsin Ertuğruloğlu, ‘tokalaşma
krizi’yle ilgili olarak, “CTP’nin böylesi bir yanlış hareketine
komutanın tepkisi gayet doğal” dedi.” (5)
- Dikkat edin lütfen ! CTP’ nin,
belki de ülkemizde halkımızca hiç bilinmeyen ve dahi tahmin
edilmeyen gerçek yüzü bu...Türkiye de mevcut ve mer’i iktidarın
KKTC’deki partneri, milli kahraman Dr. Rauf Denktaş’ı harcama,
silme ve yok etme bahasına iktidara taşıdığı ve başkanını önce
Başbakan, sonra da Cumhurbaşkanı yaptığı sözde siyasi teşekkül
bu.
- CTP iktidar olduktan sonra KKTC
üzerinde GKRC tahakkümü başladı. Hem de ne tahakküm. Köy ve
mahalle isimlerinden sokak isimlerine kadar bütün isimler
Rumca’ya iblâğ olunmaya (dönüştürülmeye ve değiştirilmeye)
başlandı. Diğer tarafta da Rumlar başta anıtlar, türbeler,
hanlar, hamamlar ve eski Türk evleri olmak üzere bin yıllık Türk
izlerini silmeye başladılar. KKTC’deki Rum malları Louizidiu
davasından itibaren tek tek iadeye başlandı. Oysa, diğer tarafta
bulunan Türk malları müsadere edildi. Bu taraftaki kiliselerde
ayinler yapılır iken, karşı tarafta camiler yıktırıldı. Var
olanlarda ezan okunmasına müsaade edilmedi.
- Kuzeyde Rumlar cirit atar ve
sözde bazı Türk dernek ve sivil toplum kuruluşları ile müşterek
“tek vatan” senaryoları düzerken; Güneye CTP’liler, Karen Fogg
çocukları ve Soros köpekleri dışında kimse geçemedi. AİHM
Türkler tarafından açılan mülkiyet davalarını askıya aldı.
Müruru zamana bıraktı. İngiltere de kazanılan bir dava hariç AB
kanallarından sonuç almak mümkün olmadı. İzolasyonlar kalkmadı.
Ticaret kanalları açılmadı. CTP’nin elinde KKTC cumhuriyeti çok
ilkesiz ve onursuz durumlara düşürüldü. Bu mı tek vatan ?..
- Şimdi soruyorum. Ana vatandaki
bölücü DTP’den CTP’nin farkı ne ?
- Birinin kongresinde İstiklâl
Marşı çalınmıyor, yunan şarkıları çalınıyor. Diğerinde de aynı
küstahlık. Dahası, orada yunan şarkıları çalınırken bu tarafta
Ermeni şarkıları. Her ikisinde de Türk imajı,vatanseverlik,
milli duygu, Türkiye Cumhuriyeti ile iftihar diye bir kaygı yok.
Kıbrıs’taki iktidar. Bir de Cumhurbaşkanı var. Buradaki de aynı
yolun heves ve ihtirasında. (Allah muhafaza)
- Gerçekten okuyan ve diziyi
dikkatle takip eden değerli okuyucularıma sesleniyorum.
- Bütün bunlar dahili bedhahlar
(içerdeki gizli düşmanlar) tarafından sinsice sergilenen ve
büyük bir sabır ve dikkatle tezgâhlanan menfur bir oyun. Konuyla
özel ilgisi bakımından burada çok özgün bir örnek daha vermek
istiyorum.Bu örnek; Bize (Türkiye’ye ve KKTC’ne) sürekli insan
hakları, ana dil, kök değerler ve antropolojik (etnik) ayrım ve
koruma öneren AB’nin kendi topraklarında yaşayan Türkler için
“aynı hususlarla ilgili olarak” ne düşündüğü ve ne yapmaya
çalıştığına ilişkin çok özgün bir örnek. Bakınız. Olay, haber
aynen şöyle:
- EN IYI UYUM ASIMILASYON!
- Alman Federal İçişleri Komisyonu
Üyesi Kristina Kohler, "Asimile olmadan uyum olmaz” dedi.
ANKARA' da Diyanet İşleri Başkanlığı ve Konrad Adenauer
Vakfı'nın ortaklaşa yürüttüğü imamların eğitim programı
çerçevesinde düzenlenen "Almanya'da İslam ve Uyum" adlı panelde
konuşan Hıristiyan Demokrat Birliği CDU Federal Meclis
milletvekili ve İçişleri Komisyonu Üyesi Kristina Kohler, tıpkı
Federal İçişleri eski Bakanı Otto Schily gibi en iyi uyumun
asimilasyon olduğunu söyledi.
- Temel hak ve özgürlükler: Konrad
Adenauer Vakfı'nda Bülent Arslan'ın yönettiği ve Diyanet İşleri
Başkanlığı Görevlisi Hasan Karaca'nın da konuşmacı olarak
katıldığı panelde konuşan Kohler, imamların eğitilmesinin
önemini vurgularken, imamların uyumda önemli rol oynadıklarını
söyledi.
- Kohler, "Asimle olmadan uyum
gerçekleşmez. Temel hak ve özgürlükler ile kadın erkek eşitliği
söz konusu olunca asimilasyon öne çıkar. Bu tür konularda
uyumdan değil asimilasyondan söz etmeliyiz. Çünkü anayasada
belirlenen temel hak ve özgürlüklerden taviz veremeyiz. Bu
konuda uzlaşma olmaz. Fakat insanların Ramazanını kutlamasına ve
oruç tutmasına da karışamayız. Önemli olan hangi düzeyde uyum,
hangi konularda da asimilasyon olunmalı. Bunu tartışmalıyız"
dedi.
- Müslümanlara yönelik önyargılar
var. Almanya'da göçmen olgusunun geç kabul edildiğini de itiraf
eden Kohler, partisinin yıllarca Türklere geri dönecekler gözü
ile baktığını da söyledi. Kohler, "Benim mensubu olduğum parti
de dahil olmak üzere göçmenler ihmal edildi. Gerekli önlemler
alınmadı. Fakat son zamanlarda yapılan çalışmalarla da epey yol
alındı. Şunu da söylemem lâzım halâ Almanlar arasında
Müslümanlara yönelik önyargılar da var" dedi.
- Diyanet görevlisi Hasan Karaca,
ise Almanya'nın bireylere yönelik önlemler alacagına çağdaş
Ülkeler gibi yapısal değişikliklere gitmesi gerektiğini
belirtti. Karaca ayrıca kişilerin topluma girmesini engellemek
yerine onların kazanılması ve anlatılması gerektiğini de
kaydetti.” (5)
- Bu, Türkiye’nin başkenti Ankara
da yapılan bir konferans. Yorum size ait. ANCAK;“Batının Türk
Fobisi” başlıklı yazımızı okuyanlar mutlaka hatırlayacaklardır.
Yukarda “haber” olarak verilen olay, oradaki iddialarımızı bire
bir ispatlar niteliktedir. Yani batı, iki yüzlüdür. İhtiras
derecesinde bencil, haris ve çıkarcıdır. Menfaatperesttir. Kan
emici, vampir ve sömürgendir. Bu tanımın güncel versiyonu
“küresel emperyalizm” olup; AB’nin akıl hocalığı ve önderliğinde
hareket eden ve faaliyet gösteren bütün unsurlar aynı amaç ve
ideali paylaşırlar. İlke, uyum ve metodoloji olarak, hedef
ülkelerde uzun soluklu ve kendine özgü insanlık dışı bir
psikolojik savaş biçiminde uygulanır. Plân, proje ve strateji
gereği önce Talât gibi sol tandanslı, dinsiz-imansız, haymatlos
eğilimli siyaset simsarları, yerine göre “uygun” sadece paraya
tapan ‘yârsanist’ din tüccarları bulunur. Bulunan pasif süjeler
bu bağlamda aktive edilerek faaliyete geçirilir.
- Bu bir dahili (içerden vaki)
muhasara (işgal) dir. İşte, anavatan Türkiye ve yavru vatan
Kıbrıs (KKTC) şu an bu muhasaraya maruz öz be Türk
topraklarıdır. Bu süreçte Türkiye de neler yapıldığı az çok
bilinmektedir. Amma, yavru vatan KKTC’de yapılanlar gerçekten
çok ağır ve vahimdir. CTP’nin iktidar olduğu tarihten itibaren
yapılan tahribat akıllara durgunluk verecek boyutlarda olup,
hangi yönden bakarsanız bakın “vatana ihanet” suçunu teşkil
eder. Fakat, hain bir kerre iktidar olmuş ve gücü eline geçirmiş
bulunmaktadır.
- Yukarda dikkatinize arz ettiğim haber, başta Türkiye olmak
üzere; Şimdi, hemen bu gün KKTC’nin maruz kaldığı açık tehdit ve
tehlikenin boyutlarını ortaya koymaktadır. Kefere ne diyor:
- “EN İYİ UYUM ASİMİLÂSYON”
- Yani; Kimliksizleştirmek.
Kişiliksizleştirmek. Milliyetinden, insaniyetinden, dininden,
inancından ve milli kültüründen arındırmak. Önce
mankurtlaştırmak, değerlerini, adet, örf ve geleneklerini izole
etmek. Milli duygularını önce bastırıp, bir sonraki nesilde
bütünüyle yok etmek. Almanlaştırmak. Macarlaştırmak.
Fransızlaştırmak. Batı Trakya da Yunanlaştırmak ve nihayet
Kıbrıs ta RUMLAŞTIRMAK. Önce CTP’lileştirmek, sonra insanlıktan
soyutlamak.
- Türkiye’de ise: Türk’ü kültür şoku ve psikolojik savaşla
paralize etmek. Onursuz ve duygusuz kılmak. Milli, ilmi, manevi
ve kültürel değerlerinden arındırmak. Kimlik, kişilik, din, iman
ve ahlâktan yoksun pasif süjelere dönüştürmek. Paraya tapan pi
mahluklar haline getirmek ve sonra da pek alışık oldukları ve
halen uyguladıkları sömürüyü yoğunlaştırmak.
- Bir kısım toplulukları ise; Sırf bu süreci hızlandırmak
amacıyla farklı bir millet, ırk ve azınlık olduklarına
inandırmak. Başlattıkları bölme ve parçalama sürecinde adeta bir
mal gibi kullanmak. Tek dişi kalmış ve tefessüh etmiş AB ve
ABD’nin amacı bu. Görmemek için illâ kör olmak gerekmez. Bu
filmi daha önce de görmedik mi ? Bakınız size bir facia daha.
- Şimdi çok yeni ve güncel bir örnek vermek istiyorum. Buyrun,
inceleyelim :
- SEN UYU TÜRKİYE
- KKTC’de tarih kitapları AB’nin
isteği üzerine değiştirildi. Neden değiştirildi?
- Çünkü, eski kitaplar Türkiye’den, Türk’ten ve Türklükten
bahsetmekteydi. Kıbrıs’ın yakın tarihinde Rumların uygulamak
için harekete geçtiği Türk soykırımından, Kıbrıs barış
Harekâtından, Atatürk’ten, Türkiye tarihinden söz etmekteydi,
KKTC’de okutulan eski tarih kitapları. Kitapların bütün
masraflarını karşılayan AB, yeni baskıların KKTC’deki okullara
dağıtımını sağladı.
- Yeni tarih kitaplarında Atatürk
yok. Kıbrıs Barış Harekâtı yok. Rumların Türklere yaptığı zulüm
ve cinayetlerden eser yok. Bu kitapta, Rauf Denktaş ve Dr. Fazıl
Küçük’ün verdikleri mücadeleden vazgeçtik, isimleri bile
yok…Haritalarından Türkçe isimler silinmiş. Yerlerine Rumca
isimler eklenmiş…Mesela, yeni tarih kitaplarındaki Anadolu
haritasında Anadolu’nun adı “İyonya” İstanbul’un adı ise
“Konstantinopolis’’ olarak yazılı…
- KKTC’deki yerleşim alanları papaz resimleri ve bölgede
bulunan kilise adlarıyla isimlendirilmiş durumda. KKTC
topraklarının adı da Rumca. Tarihin üzerine sünger çeken
Yunanistan, üyesi olduğu AB kanalıyla ve kendi istekleri
doğrultusunda, Kıbrıs’ın Yunanistan’a ait olduğu tezlerini
savunan, öğreten ve aşılayan bir tarih kitabını Kıbrıs
Türklerinin çocuklarına okutmaya başladı.
- Öyle ki, bu tarih kitabına göre
Kıbrıs’ın Türkiye ile hiçbir ilgisi, alâkası ve bağı yok.
Kıbrıs’ta Türk de yok….
- Var mı acaba?
- Varsa neden sesleri çıkmıyor
ki…?
- Kıbrıs Rum kesimi ada çevresinde
petrol araştırmaları yapılması için uluslararası ihaleler
düzenlediğinde Türkiye ve AKP iktidarı uyuyor muydu? Neden
zamanında gerekeni yapmadılar da ihaleler yapıldıktan ve ada
çevresinde Mısır’la Lübnan’a arama izni verildikten sonra tepki
vermeye başladılar?
- Bu duruma Anadolu diliyle
‘’Yumurta kıça dayandıktan sonra gıdaklama’’ denir.
- Tarih kitapları konusunda ise hükümetten şimdilik tık yok.
İnsanın aklına ‘’Acaba tarih kitapları AKP iktidarıyla önceden
onay alınarak mı, değiştirildi?’’ sorusu takılmakta.
- AB, KKTC’ni kültür
asimilasyonuna tabi tutmaya başladı. Önce Kıbrıs Türklerinin
tarih bilgileri ile genel kültürleri Rumlaştırılıyor.
- KKTC’nin gelecek nesli
kendilerinin Rum olduklarını öğrenerek yetişecekler. On beş yıl
sonrasının Türk çocuklarına sorduğunuzda Türklerin Anadolu’yu
haksız yere işgal ettiklerini, çekilip geldikleri yere gitmeleri
gerektiğini söyleyecekleri son derece doğal.
- Çünkü, verilen eğitim ve öğretim bu hedefe yönelik.
- Zaten, halihazırda yapılan
yanlışlar, KKTC’ne taşınan enflasyon ve hatalı ekonomik
modellerle, ilgisizlik Türkiye aleyhinde bir Kıbrıs Türkü
doğurmuştur.
- Peki, biz Kıbrıs Barış
Harekâtını ne için yapmıştık?
- Ne için yaptığımızı hükümet
bilmiyor(!) ama halkımız çok iyi bilmekte…!
- Ülkemizde Türk üst kimliğini
inkâr ederek, Türkiyeli kimliğini savunan…
- Kerkük’ün adını anmaktan
sakınan.
- AB’nin Türkiye büyükelçisi gibi
davranan ve tam bir teslimiyet sergileyen.
- Avustralya’daki bir radyo
kanalına verdiği demeçte bebek katili ve ihanetler lideri Apo’yu
‘’Sayın’’lar listesine ekleyen.
- ‘’Türkiye’de Kürt sorunu
vardır’’ diyerek PKK’yı cesaretlendiren. Başbakanlığı döneminde
Leyla Zana ve arkadaşlarının serbest kalmasını sağlayan…
- Türk tarihine ve Türklüğe
hakareti marifet sayan Orhan Yamuk, pardon Pamuk, Elif şafak,
Hrant Dink ve benzerlerinin mahkemelerini AB’ne havale eden.
- Ülke içinde bölücülerin çığırtkanlıklarına, dışından
Barzani’nin havlamalarına, Doğu ve Güneydoğu’nun Barzani
nüfuzuna girmesine, Diyarbakır’da devlete kafa tutan hainlere
ceza verilmemesine sesini çıkarmayan…
- “Askerlik yan gelip yatma yeri
değildir’’ diyen.
- Şehitlerimizden ‘’Kelle’’ olarak
söz eden bir Başbakanın yönetimindeki hükümetten ne beklenir?
- Kerkük ve Kıbrıs’ı savunması mı?
- Geç kardeşim geç…” (7)
- İşte bu tam bir facia. Kararı
kabul edenlerin ve uygulattıranların Allah belâsını versin.
Alçaklık ve namussuzluğun bu kadarı olmaz. Rum, (Yunan) dünyanın
en yalancı, adi, kahpe, alçak ve kancık, ahlâksız milletidir. Bu
kararı alan soysuzlar Rum tarafında ve Yunanistan da okutulan
kitaplara bir baktılar mı ki ! İsmi lâzım değil, bir yazarın
dediği gibi Yunanistan ve GKRC’de Türkler aleyhine öyle bir
iftira, yalan ve furya var ki; “Köpekler dahi Türk tarafına
dönerek düşmanca havlarlar”.O iğrenç Yunan ki, Anadolu’dan
‘anavatan iyonya, İstanbul’dan ısrarla konstantinopolis diye
bahsetmiyor mu. 1918-1923 arasında yüz binlerce Türk’ü Anadolu
da kahpece katleden ve Kıbrıs’ta her türlü vahşet ve jenosit’i
uygulayan kim ?
- Vakıa bu. Hissiyat böyle. Böylece, aziz ve sevgili dostumuz
Mehmet Nacar’ı da konuk etmiş olduk. Ancak, Yunanistan’ın
izinden tam bir sadakatle yürüyen, Yunan milli marşını ilgili,
ilgisiz her etkinliğinde mutlaka bağıra-bağıra söyleyen Güney
Kıbrıs, tıpkı Yunanistan’ ın kuruluş süreci gibi (kendilerince
Türk bedhahların) bize göre ‘ihanet şebekelerinin’ yardımı
sâyesinde emin adımlarla ilerlemekte.
- Kimin yardımı ile ? Tıpkı Kuzey
Irak gibi. Hani şu vakti zamanında para ve pasaport verdiğimiz,
kendi ellerimizle (çevik güç) koruyup kolladığımız hainler.
Tarih akılsız, bilgisiz ve beceriksiz kişilerin yönetiminde
tekerrür eder.
- Şimdi son bir paylaşım daha...
Bu da ibret için.
- Amerika ve İngiltere kendi
isteklerini bütün dünya ülkelerine kabul ettirmek için
uyguladığı bir sistemde silahlı diplomasidir. Bu diplomasi
türünde operasyon gizli yapılır kapalı pazarlık ile devam eder.
Bizdeki Eşref Bitlis Paşanın ve öne çıkan Atatürkçülerin
katledilmesinde olduğu gibi. Veya daha bilinen bir olaydan örnek
verirsek; 12 Eylül öncesi Amerika hem sağa hem de sola silah
verdi. (her iki tarafın baronu da birdi ABD) Sonrada Amerika’ya
bağlı bizim oğlanlar işi bitirdi. Bu da silahlı diplomasi idi.
- Biliyoruz ve İran Internet
sitelerinden de okuyoruz ki, uzun zamandan beri İngiliz savaş
gemileri İran’ın ticaret ve petrol gemilerini denetim altında
tutmaktadır. Yani sizin anlayacağınız, 14. ve 15. yüz yıllarında
İspanyol ve Portekizli korsanların Akdeniz’de yaptığı
“korsanlığı” şimdilerde emperyalizmin gemileri yapmaktadır. Bunu
kimi zaman Birleşmiş Milletler kararı ile kimi zaman da hiç
karar olmaksızın yapmaktadır.
- İran Karasularında askeri
diplomasi yapan İngiltere bu kez çok sert kayaya çarptı. Yani
Ahmedinecat Amerika ve İngiltere’ye “siz buraların efendisi
değilsiniz” diyor.
- 15 İngiliz askeri için Tahran’ın diplomasi şu ana kadar
başarılıdır. Sonunda 15 askeri teslim de edebilir. Bu hiç de
önemli değil. Önce kadın askeri vereceğim demesi, arkasından
İngiltere’nin beceriksiz manevraları, İran’ın elini
kolaylaştırdı. Dünya kamuoyunu kolayca ikna etmesi v.s. Kadın
askerin başındaki örtü de çok anlamlı idi. İki mesaj birden
verdi. Birincisi İran’da İran kuralları geçer. İkincisi “ey
Amerika’ya biat eden Arap yöneticileri aklınızı başınıza
alın.”Yani onları kendi halkları nezdinde küçük düşürdü. Buna
bir başkasını ilave edebiliriz. İslam aleminin lideri İran’dır.
demek istedi.
- Bu bizim liberal laikçiler
(gerçek laikler değil) konuyu kadın hakları bakımından
yorumlayarak emperyalizme karşı mücadeleyi gölgelemek istediler.
Evet İran laik olsa iyi olur ama mesele şimdi o değil ki. Şu
anda mesele onların laik olup olamadığı değil. Emperyalizme
karşı koyup koymadıkları önemlidir. Buna benzer bir olay 4
Temmuz 2004’de Türkiye’nin başına geldi. 11 askerimizin başına
çuval geçirildi. Bizim hükümetin başı bir nota bile vermedi.
Müzik notası falan dedi. Burada Amerika’ya bağımlı bir davranış
ile bağımsız bir davranışı mukayese etmek mümkün. Bizim ki
Amerika ile savaşacağına dönmüş kendi ordusu ile savaşıyor. O
ordu ki, ülkesinin bütünlüğünü ve laikliğini savunuyor.
Büyükanıt “Kuzey Irak yöneticileri ile neyi görüşeceğim”
demişti. Beyefendi yemedi içmedi Talabani ile görüştü, öpüştü.
Bir masaya oturup Talabani ile Amerikan planlarını konuştu. Yani
Türk Ordusu ile savaşa devam etti. Biri İngiliz ordusu ile
savaşıyor. Öteki kendi ordusu ile savaşıyor. Benim hesabıma göre
bir Ahmedinecat bin Tayyip eder.” (8)
- Hani bir ata sözümüz vardır;
“Anlayana sivrisinek saz, anlayamayana davul zurna az” ve “Keser
döner sap döner, gün gelir hesap döner” diye. Hani, daha önceki
yazılarımızda altını çizerek açıklamış ve Atatürk’ün bu güne
kadar bilinmeyen, bildirilmeyen ve belki de özellikle halktan
gizlenen bir vecizesini ilân etmiştik. Neydi o: “Türk Demek:
Türk’çe Düşünmek, Türk’çe Konuşmak ve Türk’çe Yaşamaktır. NE
MUTLU TÜRKÜM DİYENE” Vecizenin aslı, tamamı ve orijinali budur.
Ayrıca, kim ne derse desin, “Dünya ve uzay Türklüğünün Kıblesi
Kâbe; Kalbi, Beyni ve Hamisi Türkiye” dir. Türk geleneğinde
“Devletin Malı Deniz; Hırsızlık ve Yolsuzluk Yapanlar Domuzdur”
Türk domuzlarla dans etmez. AB bir domuz ürünüdür. Bizi bozar.
AB bize haramdır.
- Bu dizide KKTC gerçeği bütün
çıplaklığı ile anlatıldı. Örneklerle dile getirildi. Çok değerli
yazar ve araştırmacıların görüş ve düşüncelerine, mukayeseli
değerlendirmelerine yer verildi. Konuyu daha açık bir şekilde
irdelemek isteyenler 25 Mart 2007 Pazar günü Hürriyet
gazetesinde yayınlanan Cüneyt Ülsever’in “KKTC’de Yaşanan
Türklük Kriziyle İlgili Bilgi Notu” na da bakabilirler.
-
- 1. Emete Gözügelli (Ayşe Kocatürk) KKTC, 30.Mart.2007 / 2.
Tanju Müezzinoğlu, (KKTC) 29.Mart.2003 Güneş ve Volkan
gazeteleri. / 3. Mareşâl Gazi Mustafa Kemâl ATATÜRK / 4. Prof.
Dr. Ümit ÖZDAĞ, ASAM-22.03.2007 / 5. Emete GÖZÜGÜZELLİ (Ayşe
Kocatürk) 21.03.2007 / 6. (haber, TUKISH FORUM / Mustafa Nevruz
SINACI, 29.03.2007) / 7. Mehmet NACAR, Afyonkocatepehaber,
Yahoogroups, 02.03.2007 / 8. Bülent ESİNOĞLU, KMH, 30.Mart.2007,
bulentesinoglu@gmail.com
-
|
- BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR
YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com
|
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
91 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
NİSYAN
İLE MALÛL OLMAYINIZ.. |
-
- Kendisine, dünyada en pahalı akaryakıt,
doğalgaz, su, elektrik, internet ve telefonu” bizim
kullandığımız hatırlatılan sorumsuz ve umursuz bir bakan:
“Doğru değil, bazı Avrupa ülkelerinde benzinle doğalgaz bizden
pahalı” demek yüzsüzlüğünü gösteriyor.. (Gazeteler)
-
Oysa AB’ye son katılan bir iki doğu blok’u mağduru hariç,
diğer Avrupa ülkelerinin tamamında milli gelir, reel kazanç,
çalışan ve emekli maaşları ile asgari ücretler bizden kat be
kat yüksek!.. Bunu bilmeyecek kadar cahil ya da bilerek böyle
konuşabilecek kadar küstah bir kişinin bakan yapılması ne
kadar utanç verici!
- İbret için önce şu rakamlara bir bakın;
31 Aralık 2012 tarihi itibarıyla Türkiye’de:
- 9.850.000 Emekli, 3.111.660 Memur, 13.430.000
Sigortalı işçi, 5.000.000 Sigortalı Asgari ücretli bulunuyor.
Sigortasız çalışan kayıt ve kapsam dışı işçi sayısı ise:
10.000.000 kişi. Yani toplam: 41.391.660 kişiden ibaret “sabit
gelirli” yurttaşımız var. Yüzde 98’i dar ve sabit gelirli 76
milyon civarındaki nüfusumuzun minimum 25 milyonu “Açlık” (985
TL/ay); Bunun en az iki katı da (50 milyon) “Yoksulluk”
(3.206.48 TL/ay) sınırının altındadır.
-
Öyle ki; 7’den 70’e her yaştan
yaklaşık 75 milyon insanın hayatını biçimlendiren ve doğrudan
yaşam şartlarını belirleyen maaş/ücret; vergi ve harç
artışları, hükümet tarafından saptanan yıllık enflâsyon
rakamları esas alınarak yapılır. Normalde adalet, ahlâk,
hakkaniyet, eşitlik ve hukuk gereği “seyyanen” yapılması
lâzımken; ısrarla insanlık, hak, adalet, eşitlik ve insanlık
dışı yüzdeli sistem uygulanarak; Az maaşı olana az, çok maaş
alana çok zam yapılır..
-
Fakat “çok tuhaf, garip ve
insanlık dışıdır” ki zorunlu temel ihtiyaç, hayati kullanım,
toplu taşım, ulaşım, gıda ve zorunlu ihtiyaç maddelerine zam
yapılırken; İnsani, zımni hukuk, adalet ahlâkı ile “maaş,
vergi, harç ve ücret” artış usulüne paralel bir uygulama
zorunlu iken; Her ne hikmetse.; Bütün insani, hukuki ve ahlâki
değerler çiğnenerek tam tersi bir uygulama yapılmaktadır. Bu
müthiş bir yolsuzluk, insanlık düşmanlığı ve yoksulluk
nedenidir.
-
Şöyle ki: 2012 yılı
enflâsyonu:
-
TÜFE’de: % 6.16., ÜFE’de: %
2.45 olarak tayin ve tespit edilmiştir.
-
Ayrıca: (Türk-İş) 2012 yılı
Aralık sonu itibarıyla:
-
Açlık Sınırı: 985.00 TL.,
Yoksulluk Sınırı 3.206.48 TL
-
Asgari Ücret: % 5.32 artışla
773.88 TL net…
-
2012 Yılı “İthalât” ve
“İhracat” durumu:
-
İthalât: 238 Milyar Dolar.,
İhracat: 152 Milyar Dolar
-
İhracatın ithalâtı karşılama
oranı: % 63.8 (kritik sınır)
-
Dış ticaret açığı: %
36.2
-
İŞTE 2012 KÂBUSU VE AKP’NİN
ADALETİ!..
-
Doğalgaz: Yılda 46 Milyar m3
ithal ediliyor. Maliyeti 8 miyar TL. Millete 55 milyar TL’ye
satılıyor.(ithalâta ödenen paranın 6 katı vatandaştan kâr
olarak alıyor) Devletin sadece DOĞALGAZ yoluyla vatandaşından
aldığı kâr 47 milyar TL.
-
Petrol: Yılda 34 milyon ton
ithal ediliyor. Maliyeti 17 milyar TL. Millete 93 milyar
liraya satılıyor.(ithalâta ödenen paranın 4.5 katı vatandaştan
kâr olarak alıyor) Böylece, 17 milyar liraya mal edilen
petrolü vatandaşa 93 milyardan satarak 76 milyar lira kâr
ediliyor.
- Elektrik: Yerli malı, üretilen enerji miktarı
200 milyar kw saat/yıl. Maliyeti 17 milyar lira. Halka,
maliyetinin 3.5 katı, yani 76 milyar liraya satılıyor. 17
Milyara mal edilen elektrik vatandaşa 76 milyar TL’ye
satılarak, halka 59 milyar TL fahiş kâr özel sektörle
paylaşılıyor..
- Sadece bu 3 kalemde (d.gaz/petrol/elektrik)
hükümet (AKP)’in vatandaştan maliyet dışı kâr olarak aldığı
miktar (47+76+59=182 milyar lira) Maliyet: 42., Satış: 182
Milyar..
-
Buzdağının görünen yüzü bu,
altı tam batak, hattâ lânetli dense yeridir.
-
Dahası: Rakamları istediği
kalıba sokan, milletin gözüne baka-baka doğruları çarpıtan,
utanmadan-sıkılmadan kul hakkı yiyebilen, üstüne üstlük bunca
çarpıtmadan sonra namazını kılıp, Allah’ı da aldattığını sanan
böyle organize bir ekibi mumla arasanız yine bulamazsınız.
-
Kaht-ı ricâl (adam kıtlığı)
sorunu
-
90 yıllık Türkiye Cumhuriyeti
tarihinde Atatürk ve Menderes’ten başka lider yok.
- ÇÜNKÜ; LİDER DEDİĞİN:
-
“Sorumluluk almayı bilmeli.
Mesuliyet yükü her şeyden, ölümden de ağırdır.”
- “Ben diktatör değilim. Benim kuvvetim olduğunu
söylüyorlar. Evet, bu doğrudur. Benim isteyip de yapamayacağım
bir şey yoktur. Çünkü ben zoraki ve insafsızca hareket
etmesini bilmem. Ben kalpleri kırarak değil kazanarak
hükmetmek isterim.”
-
“Her kim olursa olsun
insanlara değer vermeli ve mütevazı olmalıdır... Millete
efendilik yoktur. Ona hizmet etmek vardır. Bu millete hizmet
eden onun efendisi olur. Bu ulusu ben değil içimizdeki ruh,
damarımızdaki kan kurtarmıştır.”
-
“Önde yürüyen değil, yol
gösteren olmalıdır. Sizler, yani yeni Türkiye'nin genç
evlatları! Yorulsanız dahi beni takip edeceksiniz. Dinlenmemek
üzere yürümeye karar verenler, asla ve asla yorulmazlar. Türk
Gençliği gayeye, bizim yüksek idealimize durmadan, yorulmadan
yürüyecektir.”
-
“Yeri geldi mi sıradan bir
asker Yeri geldi mi Başkomutan olmalıdır... Memleketin ellide
biri değil, her tarafı tahrip edilse, her tarafı ateşler
içinde bırakılsa, biz bu toprakların üstünde bir tepeye
çıkacağız ve oradan savunma ile meşgul olacağız.”
-
“Fedakâr olmalıdır. Ben icap
ettiği zaman en büyük hediyem olmak üzere, Türk Milletine
canımı vereceğim., Ayrıca, ilkelerine ve sözlerine bağlı
olmalıdır. Ben toprak büyütme meraklısı değilim. Barış bozma
alışkanlığım yoktur. Ancak sözleşmeye dayanan hakkimizin
isteyicisiyim. Onu almazsam edemem. Büyük meclisin kürsüsünden
milletime söz verdim. Hatay'ı alacağım. Milletim benim
dediğime inanır. Sözümü yerine getirmezsem milletimin huzuruna
çıkamam. Yerimde kalamam. Ben şimdiye kadar yenilmedim,
yenilmem. Yenilirsem bir dakika dahi yaşayamam.”
-
“Güvenilir ve samimi
olmalıdır. Kalbinde ne varsa dilinden de o dökülmelidir. Ben
düşündüklerimi, sevdiklerime olduğu gibi söylerim. Aynı
zamanda lüzumlu olmayan bir sözü kalbimde taşımak iktidarında
olmayan bir adamım. Çünkü ben bir halk adamıyım. Ben
düşündüklerimi daima halkın huzurunda söylemeliyim. Yanlışım
varsa, halk beni tekzip eder. Fakat şimdiye kadar bu açık
konuşmada halkın beni tekzip ettiğini görmedim.”
-
“Astlarına ve dostlarına
sonuna kadar güvenmeli. Benim için ordumuzun kıymetini ifadede
ölçü şudur: Türk ordusunun bir kıtası muadilinin behemehal
mağlup eder, iki mislini durdurur ve tespit eder., Hedefleri
gibi Zafer zafer benimdir diyebilenin, muvaffakiyet, muvaffak
olacağım diye başlayanın ve muvaffak oldum diyebilenindir.”
-
“Kavgaları gibi yorulmadan
beni takip edeceğinizi söylüyorsunuz. Benim sizden istediğim
şey, yorulmamak değil, yorulduğunuz zaman da, durmadan
yürümek, yorulduğunuz dakikada da dinlenmeden beni takip
etmektir., Sevdaları gibi Biz hayat ve istiklal isteyen bir
milletiz. Ve yalnız ve ancak bunun için hayatimizi yok etmeyi
göze alırız.”
-
“Büyüklük odur ki! Kimseye
iltifat etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın. Memleket
için gerçek ülkü ne ise onu görecek ve o hedefe yürüyeceksin.
Herkes senin aleyhinde bulunacaktır, seni yoldan çevirmeye
çalışacaktır. İşte sen burada direneceksin. Önünde sonsuz
engeller yığılacaktır. Kendini büyük değil, küçük, araçsız hiç
telakki edecek, kimseden yardım gelmeyeceğine inanarak bu
engelleri asacak, ondan sonra sana büyüksün derlerse bunu
diyenlere güleceksin.”
-
“Beni görmek demek; İlle de
yüzümü görmek değildir.
-
Benim düşüncelerimi, benim
duygularımı anlıyorsanız bu yeter…”
-
Lider dediğin:
-
Gazi Mareşal (Prof. Dr.)
"Mustafa Kemal Ata-Türk" gibi;
-
Oldu mu VATAN;
-
Öldü mü EFSANE olmalı...
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
92 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
OBJEKTİF VE REEL ANLAMDA; KUVVETLER VE DENGELER
|
-
- Demokrasi rejiminin teminatı ve meşruiyetin temel şartı
kuvvetler ayrılığıdır.
- Genel politik bilimler ve geleneksel Türk idare sisteminde öne
çıkan “medeni siyaset” kuramında kuvvetler: 1. Yasama (meclis/şura), 2.
Yürütme (icra/hükümet), 3. Yargı (adalet cihazı, hâkim ve savcılar), 4. Medya
(yazılı/görsel/işitsel ve dijital), 5. Sivil Toplum (örgütlü kuruluşlar ve
bireysel sorumluluk bağlamında yurttaşlar)
- Tek başına “izafi bir kavram” olmaktan öte bir anlam ifade
etmeyen devlet kavramı, bu uzuvlar vasıtasıyla vücut bulur, kurumlaşır ve
şekillenir. Başta İsrail, ABD, çoğu AB ve bazı Arap ülkeleri gibi “çete
devletleri” hariç olmak üzere; Vatandaşlar tarafından ‘insan için” kurulan,
akil/ehil/erdemli, onurlu ve sorumlu insanlar tarafından yönetilen devletlerin
olmazsa olmaz şartı, kesin kes kuvvetler ayrılığıdır.
- Kuvvetler ayrılığı: Eğer ki, her bir erk/kuvvet kendi işini
kendisi yapabilecek güce ve özgürlüğe sahip ise vardır. Aksi takdirde, böyle
bir ilkenin varlığından bahsetmek siyasi etik dışı, düpedüz yalancılık,
sahtekârlık ve mürailiktir. Olayı Türkiye özeline indirgediğimizde görüleceği
üzere: Bu durumda, TBMM üzerinde sıkı bir parti kontrolüne gerek kalmayacağı
gibi, “demokrasinin vazgeçilmez unsuru” siyasi partileri âdi birer şirket,
sömürü aracı olarak kullanan ‘lider bozuntusu” keneler zuhur etmeyecektir.
HSYK’da adalet bakanı ve müsteşarı bulunmadığı halde hükümetler, yargı darbesi
yemeyeceklerinden emin olabileceklerdir. Dolayısıyla, halkın “sosyal
sözleşmeler” (anayasa, yasa, yönetmelik vs) gereği vücuda getirdiği örgütün
‘hukuk devleti’ olarak varlık, meşruiyet, güç ve ağırlığını sürdürebilmesinin
olmazsa olmaz koşulu;, Objektif, eşit-adil hak, nevi-i şahsına münhasır özel
hukuk ve orijinal esaslara göre kaim sağlam bir mevzuatın varlığı, yasalar
karşısında yekdiğerine nazaran eşit ağırlık ve devamlılığın teminatıdır.
-
Bu durumda: (kuvvetler ayrılığı ilkesinin
hâkim ve hükümferma olması halinde)
-
1. Yasama (Meclis/Şura); Namuslu, dürüst,
onurlu ve sorumlu; vicdanı hür, irfanı hür yurttaşlardan terekküp ve teşekkül
edebilir.
-
2. Yürütme; Hükmünü hikmetle yürütür, kul
hakkını korur, hukukun üstünlüğünü hâkim kılar, ülkeye zenginlik, refah, barış
ve mutluluk getirir, adalet ahlâkının banisi olabilir.
-
3. Yargı; Kolluk kuvvetlerinden hapishanelere
kadar bilcümle sathı vatanda, her türlü hâl ve ahvalde hak/hukuk, adalet ve
dürüstlükle kaim huzur, emniyet ve güven iklimi hâkim kılınır. Adalet
özgür/tarafsız ve bağımsız biçimde tahakkuk eder, mülk’ün temeli olur.
- Cumhurbaşkanı dâhil vekil, başbakan/bakan, genelkurmay başkanı, genel
müdür, general ve memurlar “kanun önünde” eşit hale gelir. Vekillerinin ‘kürsü
masuniyeti’ ile hâkim ve savcıların “resmi vazife masuniyeti” hariç; Mevcut ve
mer-i insanlık, etik ve hukuk dışı, “dokunulmazlık” denilen insanlık
düşmanlığı kisvesinden eser kalmaz.
-
4. Medya: Bilumum tür, hitap/kapsama alanı,
imkân ve kaynaklarıyla özgür, tarafsız ve bağımsız, şahsiyetli ve haysiyetli;
Bütün Türk Milleti, bilim ve insanlık adına; halkın yanında yer almak dışında,
kimseye “yandaş, yoldaş ve Candaş” olmayan;, Namuslu, dürüst, ilkeli, onurlu
ve sorumlu unsurlar “beşinci kuvvet/MEDYA” bunun dışında kalan ve kula kul
olan domuzlar ise sadece lânetli uşaklar ve halk düşmanlarıdırlar!...
-
5. Sivil toplum/özgür birey ve her biri bir
devlet olan vatandaş: Gerçekte en önemli kuvvet/erk halk; Halk’a rağmen hüküm
iddia, ifa ve icra etmeye kalkışmak gayrimeşru olmaktır. Burada meşruiyetin
ilk şartı kesinlikle ve asla seçimle gelmek değil; Kuvvetler ayrılığı ilkesi
bağlamında ‘hukuki tanım, konum ve duruma’ uygun olmaktır.
- İşte Bu: Hiçbir çıkar, kazanç paylaşma ve gönüllülük dışında zorunlu aidat
almaksızın faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşları ve bizatihi
onurlu/sorumlu bireyin görevidir. Görev: başta yasama/yürütme/yargı/medya
olmak üzere; Devleti denetleme, kamu vicdanı ve adalet kurumu yoluyla
sorgulama, yargılama ve icabında hasep sormaktır.
-
Siyasi partiler, sendikalar, meslek odaları ve
kooperatifler kesinlikle STK değildir.
-
Kuvvetler Ayrılığı İlkesi ve Yargı Meşruiyeti
-
Yukarda açıklanan ve tanımlanan ilkeler her
medeni devlette var olmak zorundadır.
- Aksi taktirde, demokrasi, adalet-hukuk ve kuvvetler ayrılığı
bahis konusu olamaz!..
- Devlet içinde kuvvetler, birbirlerini denetlemek, kontrol ve
takip etmek, dengelemek; aynı zamanda anayasa ve yasa karşısında eşit hak,
yetki ve sorumluluğa sahip olmak zorunda ve durumundadır. Yasama, Yürütme ve
Yargı terazide eşit ağırlığa sahip olmaz; Medya da yandaş, yoldaş ve Candaş
unsurlardan oluşmak gibi, lânetli bir hale irca olursa; Ne cari sistem
meşrudur ve nede, sistemin güncel banileri!..
- Daha açık bir anlatımla: Demokrasilerde yargı bağımsızlığı,
nevi şahsına münhasır özgürlük/özerklik ve tarafsızlığından bahsedebilmek için
yargının diğer iki demokratik erkten yani yasama ve yürütmeye eşdeğer
meşruiyete sahip bulunması gerekmektedir.
- Yoksa bu günün "Anayasa Mahkemesi ana muhalefet mahkemesi olmuştur" biçimi
art niyetli ve eleştirel söylemler ile anayasaya açıkça meydan okuma
tarzındaki polemiklerinden daha güçlü ardıl yargı sorunları bir anda rejimin
kökten sorgulanmasına neden olabilir.
- Bu ve benzeri beyanlar, tahrik ve hezeyanlar alenen suç teşkil etmesine,
ceza yasası ve anayasaya göre soruşturmayı mucip olmasına rağmen dava konusu
yapılmaz, yapılamaz ise yargı büyük bir baskı ve töhmet altında demektir.
-
Meşruiyet kaynakları demokrasilerde "halk
desteği", millet iradesinin ‘namuslu, dürüst ve demokratik’ seçimlerle devlet
idaresine gelme önkoşulu olmakla birlikte, insan hak ve özgürlükleri gibi
evrensel temel hukuk kavramları bazen çoğunluğun desteği Olmaksızın da
meşruiyetin vazgeçilmezi olmaktadır.
-
Nitekim Anayasaların ortaya çıkışı ile
devletin karşısında bireyin, yerli azınlıkların, dezavantajlı grupların
korunmasına yönelik liberal demokrasi akımları ile mümkün olabildiği
gerçektir. Yargının meşruiyetinin güçlü olarak desteklenmesi ve
bağımsızlaştırılması ilk defa ABD'de jürili mahkemelerin kurulması ve Anayasa
Mahkemesinin ortaya çıkışı ile başlamış, bu sistematik kıta Avrupa'sında da
giderek yaygınlaşmıştır.
-
Meşruiyet kaynaklarını kuramsal, pozitif hukuk kapsamı dışında örf, adet,
din, gelenek ve görenek kuralları ile tabana yaymak yürütme ve yasamanın
görece "halka yakınlık" kozunu elinden alabileceği düşünülür. Ancak demokratik
seçenekleri, çoğulculuğu, kişi hak, hukuk ve özgürlüklerini tamamen veya
kısmen yok etmeye yönelik kavram ve kurumlaşmaların yasama ve yürütmenin
karşısına çıkabilecek daha güçlü meşruiyet kaynakları bulabilmek oldukça
zordur. Hatta bazen Irak'ta olduğu gibi istenmeyen gelişmelere veya Cezayir'de
yaşandığı gibi tamamen totaliter bir dışa kapanmaya ya da Filistin'de olduğu
gibi ortada bırakılmaya neden olabilmektedir. Eskiden Türkiye'de "Adalet
Mülkün Temelidir" veciz sözü geçerli idi. Her nedense bugünlerde aynı veciz
söz "Adalet Devletin Temelidir" şeklinde değişivermiştir.
-
Herkese normal gelebilir ama işin
aslını/felsefesini bilenlere göre bu faşist bir tuzaktır.
-
Hem de demokrasinin devletle bireyin
sözleşmesine dayandığını savunan liberallere atılmış bir goldür. Çünkü devlet
bireyin mülkünün emniyetini sağlamak görevini üslenmiştir. Halbuki adaletin
devlet elinde bir silah olması devletin bu ikili anlaşmayı bireylerin mülküne
ve bütün kişilik haklarına tecavüzünü mazur gösteren bir yaklaşımdır. Yani;
adaletin mülkün temeli olduğu doğru, ama devletin temelinde tecavüz ve
zorbalık varsa adalet yoktur.
-
Anayasal meşruiyetin tahkimi için batılı ülkeler (Almanya, Fransa, İtalya,
Macaristan vb) Anayasa Mahkeme üyelerini meclisin nitelikli çoğunluğu (2/3
gibi) ile seçmekte, Çünkü Cumhurbaşkanı, başbakan gibi yüksek makamlarda
bulunanları yargılayabilmek için böylesi bir güçlü desteğe ihtiyaç
duyulmaktadır. Nitelikli çoğunluk mahkemenin elini güçlendirirken yürütmenin
oldubittilere başvurmasını önlemekte ve caydırmaktadır.
-
Tabii ki, yorum yapacak birçok kanaat
önderimiz olmasına rağmen bu hassas konulara pek de girilmemesi çok
düşündürücüdür. Demek gerek iktidar, gerek muhalefet, tıpkı yandaş, yoldaş,
Candaş medya gibi ‘yandaş yargı’ hesaplarını da bir türlü bırakamamaktadırlar.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
93 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
ON İKİ ADA MESELESİ
KIRK ASIRLIK TÜRK YURDU ANADOLU |
10 Şubat 1947 tarihinde “Ege’de bulunan On İki Adalar
konusunda İtalya ile sulh görüşmeleri resmen başladı. Toplantıya Çin,
Fransa, İngiltere, Somali, İrlanda, Sovyetler Birliği, Avustralya,
Belçika, Yeni Zelanda, Brezilya, Habeşistan, Yunanistan, Hindistan,
Kanada, Polonya ve Türkiye “TARAF ÜLKE” olarak davet edildi. Fakat
Türkiye, hukuken ve tarihi hakları itibarıyla taraf ülke olduğu ve katılma
hakkı bulunduğu halde İnönü ve Recep Peker hükümetinin aldığı bir kararla;
Görüşmelere ve muahedeye katılmak istemediğinden bütün haklarından feragat
etmiş oldu.
Hal böyle olunca, antlaşmanın 14. maddesi
uyarınca “flebisit” yapılmasına gerek görülmedi ve bütün adalar
(Türkiye’nin taraf olmaması ve talepte bulunmaması nedeniyle) yegâne
istekli Yunanistan’a verildi.
Tarihi bir fırsat, bilerek ve isteyerek
kaçırıldı.
Peki, bu sıra (aynı gün) İnönü – Peker hükümeti
ile TBMM ne iş yapıyordu ? “ABD ile 06 Aralık 1946 günü (Abraham
Lincoln’ün Minnesota’da Kızılderili/Türk katliam ve soykırımı konusunda
kesin emir verdiği tarihte) yapılan (Türkiye aleyhine vaki çok vahim,
alçaltıcı ve milli menfaatlere en aykırı) ikili anlaşmayı, 5002 Sayılı
Kanunla uygun görüp, onaylamak suretiyle “çok ivedi kaydıyla” aynı gün
yürürlüğe koymakla meşguldü. Zira bu anlaşma, 12 adalardan vazgeçmenin
anlamını en açık biçimde ortaya koymakta ve âtide ANADOLU’ dan feragatin
yollarını resmen açmakta idi. Anlaşma gereği: ABD’nin Türkiye
topraklarında ihtiyacı olan ve olacak bütün (askeri üs, alan, depo,
antrepo, okul, mesken v.d..) arsa, arazi, alan ve gayri menkullerin
edinim, ABD’ye tevzii ve teslimi hususunda bizzat Türk hükümetlerini resen
yükümlü kılan, tedarik, temin ve satın almada kural olarak cari “İHALE
YASASINI” ise yok sayan, devre dışı bırakan ve re’sen hareket etme
serbestliği tanıyan tam bir müstemleke yasası idi.
12 Adalardan feragat ve ABD’nin Anadolu’ya
yerleşmesini sağlayacak olan ve ric’at ve hicret anlamına gelen bu iki
büyük olay hangi tarihi günde yapıldı dersiniz ? “Hicri Yılbaşı” gününde.
İşte batı, bu kadar ölçülü, sabırlı ve hesaplı hareket eder ve Türk
Milleti’ni Anadolu’dan hicret ettirmek için böyle sinsi, menfur ve alçakça
tuzaklar kurar.
OYSA: Lozan Antlaşmasından dokuz yıl sonra 1933’de General Mac Arthur’a
“Allah nasip eder, ömrüm vefa ederse Musul, Kerkük, Kıbrıs ve 12 Adaları
geri alacağım. Selânik’te dahil olmak üzere, Batı Trakya’yı TÜRKİYE
hudutları içine katacağım” diyordu, Mustafa Kemal ATATÜRK...
O, Misak-ı Milli sınırlarını tamamlama, bütünleme
ve geleceğe sınırlarla ilgili bir sorun bırakmama konusundaki azimli ve
kararlı idi. Hatay meselesi olgunlaştıktan sonra 12 Adalar, Kıbrıs ve Batı
Trakya ve diğer Türk Yurtları konusunda fırsat kollamağa başlamıştı.
Ömrü vefa etmedi. (Allah rahmet eylesin nur ve huzur içinde yatsın)
Buna rağmen, 12 Adalardan feragat eden, en yakın
silâh arkadaşı, CHP Genel Başkanı ve (fiilen gerçekleşen duruma göre)
siyasi varisi Cumhurbaşkanı İsmet İnönü idi. Ne kadar acı, üzücü ve
‘hicabı mucip’ bir gerçek değil mi ?
Musul-Kerkük konusunda da zuhur eden hiçbir
fırsat değerlendirilmedi.
Batı Trakya ve Selânik konusunda ‘niyetler bile’
dile getirilmedi.
Lozan Antlaşmasına rağmen Londra, Zürich ve
Garanti antlaşmaları ile tekrar ‘Milli Dava’ haline dönen ve anavatana
katılma umudu beliren Kıbrıs konusu, 1974’de yarım bırakıldı. Gümrük
Birliği Antlaşması ile alenen peşkeş çekildi.
Şimdi, başta Kıbrıs olmak üzere Musul-Kerkük ve
Batı Trakya tasallut altında.
Tecrit edilmiş. Abluka altına alınmış. İzole
edilmiş...
Zulüm ve işkence sürüp gitmekte.
Buna mukabil, düşmanın gözü ANADOLU’ ya dikilmiş.
1963’de şekil değiştirerek; Ekonomik bir
işbirliğinden (AET) siyasal entegrasyon ve emperyalist işgal yoluna giren
(AB) sürecinde Anadolu elden gidiyor. Sinsi ve Sistematik bir işgal,
bölme-parçalama plânı, asli unsur Türklere karşı ahlâken çökertme,
siyaseten yozlaştırma ve tedrici olarak (adım-adım) Anadolu’yu “müstakbel
yaşam alanı” olarak işgal edip, sömürme çabaları son evresine doğru
yaklaşıyor.
1938’den bu yana, sinsice başlayan ve giderek
yükselen bir sesle “Anadolu Türk yurdu değildir !, siz buraya 1071 yılında
geldiniz. İşgalcisiniz, yerli değilsiniz” deniliyor.
ACABA ÖYLE Mİ ?
Klâsik tarih anlayışının alışılmış bir ifadesi
olarak Namık Kemal, Hürriyet Kasidesi’ nde: Yeni Türkiye Cumhuriyet için
“Cihangirâne bir devlet çıkardık bir aşiretten” diyordu.
Atatürk ise, “bir aşiretten asla cihangirâne bir
devlet’in çıkmasının mümkün olmadığını”, böyle bir devleti kurmayı başaran
Türk Milletînin tarihîn “büyük-yüksek, medenî vasfı unutulmuş bir büyük
milleti” olduğunu düşünüyor ve her vesile ile bu tespit, fikir ve
düşüncesini açıkça ‘bütün dünyaya’ ilân ediyordu.
Cumhuriyetle birlikte bu gerçeği milletine
ısrarla açıklayan Atatürk, yeni Türk tarih tezi üzerinde tekrar
düşünülmesi gerektiğini, Osmanlı’dan sonra ilk defa, kendini asil-soylu
milletine, Türk kimlik ve kişiliğine (harsına) adamış, ciddi-ilmi bir
birikim, araştırma ve çalışma ile ortaya koymuş ve tarihimizin
derinliklerine doğru yaptığı incelemelerle günümüzü aydınlatan ve geleceğe
ışık tutan çalışmalar yapmış, yaptırmış ve bu yolda inançla yürünmesi
gerektiğini işaret/vasiyet etmiştir.
Bu, çok değerli çalışma ve araştırmalar
(emperyalizmin yeniden Türkiye üzerindeki tarihi emellerini hayata
geçirdiği bir süreçte) kimi zaman art-kötü niyetli, kimi zaman da yetersiz
ve dar bakış açılı, cahil, maksatlı, günümüz (sözde resmi) tarihçiliğinin
temellerini sarsmaya başlamıştır.
Özellikle AB sürecinde yoğunlaşan Atatürk
(Kemalizm) ve Türk karşıtı cereyanlar ile Ana Yurt Anadolu’dan Türklerin
çıkartılması (kovulması veya asimile edilmesi) girişimleri karşısında;
Gerçek-samimi Türk münevverleri, Alperenleri ve Kanaat Önderleri
tarafından “Türk Tarih Sentezi” tekrar gündeme taşınmış, bu yolda dünyanın
dört bir yanından yağan somut bilgi belge ve kanıtlarla “gerçek ANADOLU ve
yaklaşık on bin yılları aşan bir Türk tarihi ortaya çıkarılmış, bilenler
tarafından sinsice gizlenmeye ve yok edilmeye çalışılan bilmeyenlerce ise
ya gaflet ve hıyanet nedeniyle reddedilen veya cehalet nedeniyle bîhaber
olunan ve “çok dar bir kesite sığdırılmaya çalışılan” bambaşka bir tarih
öznesi ortaya konulmaya kalkışılmıştır.
Oysa gerçek, bu dahili bedhahların öne sürüm ve
iddialarının aksinedir. Ortada, tıpkı “Gizlenen Rejim Kemalizm” gibi,bir
de “Gizlenen Tarih”, daha açık bir ifade ile “Gizli Bir Tarih” vardır.
Bu, Anadolu’nun ve Türk’lerin hakiki tarihidir.
Çok daha açıkçası: Tarihi gerçekler ve Atatürk’ün
Türk tarih tezidir.
Özellikle, 16 Mart 1923, 27 Haziran 1933 ve en
son 19 Kasım 1937 tarihlerinde Atatürk, Adana’da yaptığı konuşmalarda;
Önce, Anadolu’nun 4000 yıllık Türk yurdu olduğunu söylemiş, ikinci
gidişinde 7000 yıldır Türklerin burada meskün olduğunu beyan ederek; Son
Adana konuşmasında ise, Fransız işgali altındaki Hatay’ın durumuna atfen,
“Kırk asırlık Türk Yurdu asla düşmana terk edilemez” demiştir.
Atatürk tarafından yapılan bu konuşmalar çok
derin çalışmalar ve araştırmaların ürünüdür. Asla tesadüfi değildir.
Türk Tarih Kurumu’nun kuruluş nedeni de budur.
Şöyle ki:
Atatürk’ün tarih araştırmalarına büyük önem
vermesi ve Türk Tarih Kurumu’nu kurdurması iki esas-ana gayeye yöneliktir:
1-Türk milletinin başlangıçtan itibaren millî,
medenî, bilimsel ve kültürel varlığı araştırılarak, insanlık tarihine
katkıları ve evrensel değeri ortaya konacaktır.
Böylece, Osmanlı’nın son 100-150 yıllık döneminde husule gelen milli,
manevi ve kültürel kopukluk ve erozyon tamir ve telâfi edilecek; Hem de,
Türklerin şerefli tarihi bütün dünya tarafından görülecek, bilinecek, yeni
nesil olarak yetişen Türk çocukları atalarının büyüklüğünü öğrenecek,
onlarla öğünecek ve sistematik bir biçimde içine sürüklendikleri aşağılık
duygusundan kurtulacaklardır.
Diğer taraftan milli tarih şuuru millî bilinci
kuvvetlendirecek ve muasır medeniyet seviyesine ulaşmada büyük ilham
kaynağı, kuvvet kaynağı olacak; Türk, Türklüğünden asla utanmayacak,
aksine bilinçli bir şekilde ataları ve tarihi ile gurur duyacak. İftihar
edecek.
Tarih çalışmalarının asıl gayesi, beklenen ve hedeflenen sonucu budur.
2-Türklere daima, az gelişmiş barbarlar gözüyle
bakan, her fırsatta karalayan ve yüzyıllar boyu mesnetsiz iddia, itham ve
iftiralar atarak (şimdi Papanın yaptığı gibi) ısrarlı gayretlerle
(Türkleri) Anadolu’dan atmaya çalışan Avrupalılara cevap vermek.
Zira o sıralarda Haçlı ruhunun bir işareti olan
“Türkler Anadolu’ya sonradan gelen bir millettir, geldikleri yere
dönmelidirler” fikri (bu gün olduğu gibi) oldukça yaygındı.(01)
Bu nedenle, Türk milletinin eski, büyük, medenî ve güçlü, kuvvetli ve
kudretli bir millet (ve devletçilikte en büyük geleneğin sahibi) olduğuna
âdeta iman etmiş olan Atatürk, bu inancının sağlam belgelerle ortaya
konulmasını istiyordu.
Ancak bu yapılabildiği takdirde ki, “Türklüğün
unutulmuş medenî vasfı” ortaya çıkacak, ve Avrupalıların iddiaları
kökünden çürütülecekti. Böylece Türklük dünya milletleri arasındaki
şerefli (mutlak surette lâyık olduğu) yerini alacak, Türk gençleri,
Avrupa’nın üstünlüğü karşısında aşağılık duygusuna kapılmaktan
kurtulacaklardı.
Atatürk’ün bu fikirleri şu cümlelerde ifadesini
bulmuştur:
“Büyük devletler kuran ecdadımız büyük ve şümullü
medeniyetlere de sahip olmuştur. Bunu aramak, tetkik etmek, Türklüğe ve
cihana bildirmek bizler için bir borçtur. Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça
daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.”
Gerçekten, tarih milletlerin hafızası ve ilham kaynağıdır. Millî şuuru
uyandırmanın yolu dil ve tarih şuurunu uyandırmaktır. Çünkü “milletler
ancak tarihlerini bilmek suretiyle, millî şuura sahip olurlar. Bir millete
mensup olmak onu bilmek demek değildir. Millî şuur adı üstünde “şuur”
demektir. Şuur ise, bilmek, farkına varmak manasına gelir. Milletinin
tarihini bîlmeyen, kelimenin gerçek manası ile “millî şuur”a sahip olamaz.
Mensup oldukları milletlerinin tarihini bilmeyen nesiller, içlerinde
milletlerine karşı canlı bir ilgi, saygı ve sorumluluk duygusu da
hissetmezler. Böylelerinin yabancı akım ve menfi tesirlere kapılması ve
yabancılara köle olması çok kolaydır.(02)
Atatürk, “MİLLİ DEVLET” fikrine sahip, hakiki ve
samimi bir Türk milliyetçisi olarak kendisinin sahip olduğu “millî şuur”
un bütün millete mal olması için, büyük bir azim, irade ve kararlılıkla
çalışıyordu.
O, bütün ömrünü bu ideale adamıştı.
Çünkü ona göre:
“Türk kabiliyet ve kudretinin tarihteki
başarıları meydana çıktıkça, bütün Türk çocukları kendileri için lâzım
gelen hamle (atılım) kaynağını o tarihte bulabilecektir. Bu tarihten Türk
çocukları istiklâl fîkrini kazanacaklar, o büyük başarıları düşünecekler,
harikalar yaratan adamları (atalarını) öğrenecekler, kendilerinin aynı
kandan olduklarını düşünecekler ve bu kabiliyetle kimseye boyun
eğmeyeceklerdir.” (03)
Afet İnan, onun tarih ve tarihçilerden ne
beklediğini, neler düşündüğünü ve neler yapmaları gerektiğini şöyle
anlatıyor:
“Bilhassa eski çağlara kadar gidebilen yeni tarih
ufuklarının bizim kavmimiz için de açılmış olması lâzımdır. Tarihî
devirlerde çeşitli coğrafi bölgelerde bir varlık göstermiş olan Türk
kavimlerinin daha eski devirlere giden köklerinin olmaması imkânsız
görülüyor. Bugün millet mefhumu altında teşekkül etmiş bir Türk
varlığının, kavim olarak yaşadığı devirler elbette olmuştur. İşte,
Atatürk, bu devirlerdeki Türk kavminin tarihî çağlarda olduğu gibi, ana
yurttan yayılma izlerini belgelere dayanarak tarihçilerin incelemesini
istedi. (04) Yine Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti (Türk Tarih Kurumu)
kurulduğu zaman onun başına getirilen ünlü Türkçülerden Yusuf Akçura da 1.
Türk Tarih Kongresi’nde yaptığı konuşmada şunları söylüyor:
“Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin önüne konmuş
büyük problem, umumî tarihe Avrupalıların rüyet zaviyelerinden bakmayıp,
onu sırf hakikat nokta-i nazarından görmek ve -bu görüş sayesinde Türk
kavminin tarihte hakikî mevkiini tayin etmek, yani Türklerin beşer
tarihinde oynadıkları ve fakat hasımlarının gizlemeye çalıştıkları büyük
rolü meydana çıkarmak ve bu suretle Türk kavimlerine tarihî hakkını
vermektir.” (05)
Eski (son dönem Osmanlı) tarih anlayışının bir ifadesi olarak Namık Kemal,
Hürriyet Kasidesi’nde: “Cihangirine bir devlet çıkardık bir aşiretten”
diyordu. Atatürk ise, “bir aşiretten cihangirine bir devlet’in çıkmasının
mümkün olmadığını, böyle bir devleti kurmayı başaran Türk Milletinin
tarihin derinliklerinden gelen ve muhteşem bir mazisi olan “büyük ve
medenî vasfı unutulmuş bir millet” olduğunu düşünüyordu.
Ve, elbette bu tezinde doğru ve haklı idi.
Bu fikrini belgelerle doğrulamayı da tarih ilmine
ve tarihçilere bırakıyordu: “Türkler bir aşiret olarak Anadolu’da
imparatorluk kuramaz. Bunun başka türlü bir izahı olmak lâzımdır. Tarih
ilmî bunu meydana çıkarmalıdır.(06)
Atatürk’ün tarih çalışmalarının esas gaye ve ana
hedefinin, Türk tarihinin bütün devirlerinin aydınlatılmasına yönelik
olduğunu; İkinci amaç ve hedefin ise: Özellikle, Avrupalıların haksız ve
asılsız iddialarına karşı bilimsel veriler ve belgelerle cevap vermek
maksadına matuf bulunduğunu (dayandığını) daha önce ifade etmiş ve
açıklamıştık.
Ancak, Atatürk, bu ikinci derecedeki gaye için
bir tarih tezi geliştirmeyi düşündü. Düşündüğü bu teze göre: “Türk ırkı
Anadolu’da ilk devlet kuran bir millettir. Bu ırkın kültür yurdu, ilk
zamanlarda iklimi müsait Orta Asya idi. İklimi daha sonra değişti. Yüksek
bir ziraat hayatına geçen, madenlerin kullanılmasını bulan bir topluluk
göç etmek zorunda kaldı; Orta Asya’dan doğuya, güneye, batıda Hazar
Denizinin kuzey ve güneyinde olmak üzere yayıldı; gittikleri yerlere
yerleşerek bildiklerini oralara yaydılar ve geliştirdiler; bazı yerlerde
yerli halk ile karıştılar. Irak, Anadolu, Mısır ve Ege medeniyetlerinin
ilk kurucuları Orta Asyalı brakisefal ırkın temsilcileridir. Biz bugünkü
Türkler de onların çocuklarıyız.” (07)
Cumhuriyetin ilk yıllarında yeni geliştirilen bu tezi, Afet İnan da şöyle
özetliyor: “Dünyada yüksek kültürün ilk beşiği Orta Asya’daki Türk
anayurtlarıdır. O kültürü kuranlar ve bütün dünyaya yayanlar da
Türklerdir. (08)
Anadolu, kültür ve medeniyetin bütün dünyaya
yayıldığı yerdir. Bütün dünya bu konuda hemfikirdir. Art niyetli batılılar
tarafından ısrarla ihtilâf konusu yapılan mesele ise; Bütün medeniyetlere
beşiklik, ve hattâ “ANALIK” etmiş olan ve adını bu vasıftan alan, yer
yüzünün tek (en değerli) toprak parçası ‘Anadolu’ medeniyetinin; Türklerle
değil, başkaca ırk, soy ve milletlerle başladığı iddiasıdır.
Bu iddialar en az ‘bülbül dağı’ masalı kadar
yalan ve uydurmadır. (*)
Buraya kadar yapılan izahlardan da anlaşılacağı
üzere, Atatürk, Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan Türk tarihini bir bütün
olarak düşünmüş, dolaylı olarak da Anadolu’nun eski tarihi ile
ilgilendirip irtibatlaşmıştır. Onun tarih çalışmalarının gayesi,
Anadolu’nun Türk vatanı oluşundan önceki tarihini araştırmak değil, Türk
tarihini bütün veçheleriyle araştırıp ortaya koymak; Buna bağlı olarak da
son müstakil Türk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ni üzerinde kurduğu
Anadolu’da bulunmamızı haklı gösterecek delilleri bulmaktır.
Başta Sümerler, Hitit-Etiler, Aka ve Akatlar olmak üzere Anadolu’da
kurulan eski kültür ve medeniyetlere, yani Avrasya-Anadolu’nun gerçek
sahip ve tarihi sakinlerine “Türklere” karşı; Daha erken-yakın dönem
batılı göçmen ve işgalcileri Rum-Romalı, Pontus, adalı ve Makedonlara
dayanarak, mesnetsiz hak iddia edenlere karşı manevî bir savunma silâhı
hazırlaması bunun içindir.
DAHASI: Tekrarlamakta yarar var.Lozan
Antlaşmasından dokuz yıl sonra 1933’de General Mac Arthur’a “Allah nasip
eder, ömrüm vefa ederse Musul, Kerkük, Kıbrıs ve 12 Adaları geri alacağım.
Selânik’te dahil olmak üzere, Batı Trakya’yı TÜRKİYE hudutları içine
katacağım” (09) demesi, ‘Misak-ı Milli sınırlarını tamamlama, bütünleme ve
geleceğe sınırlarla ilgili bir sorun bırakmama” konusundaki azim, irade ve
kararlılığından dolayıdır.
Bu kararlılık, aynı zamanda gelecek nesillere bir vasiyet, ifa ve icrası
zorunlu bir kutsal vazife, güvenlik stratejisi, kısa-yakın dönem ideali,
Anadolu Türk ülküsü ve “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri..”
ve/veya “Muasır medeniyet seviyesini aşmak” gibi, alınması ve varılması
zorunlu bir “HEDEF” tir.
Bazılarının zannettiği ve art niyetle-kasıtla
iddia ettiği gibi Atatürk, Orta Asya Türk tarihine (BÜYÜK ATA YURDUNA) göz
yumarak, Türklüğün tarihini Anadolu’nun eski kavimlerine (Sümerler,
Hititler, Etiler vs. gibi) bilinçsiz ve dayanaksız teorilerle bağlamaya
çalışmamıştır. Aksine, objektif ve gerçekçi bir yaklaşımla Anadolu’nun
eski medeniyetleri ile Türk tarihini birleştirme esasına dayanan yeni,
doğru ve gerçekçi ‘orijinal tarih tezini’ de; Bütün Türk bilim adamları ve
kanaat önderlerinin üzerinde mutabık kaldığı “orijinal bir sentez” olarak
Orta Asya Türklüğüne, Ata Yurda bağlamıştır.
Bilindiği gibi onun dil ırkçılarına karşı geliştirdiği “Güneş Dil Teorisi”
de Orta Asya kaynağına dayanmakta idi.
Atatürk’ün Dil ve Tarih tezleri, sentezleri hep
aynı anlayışın eseridir.
Ancak ve maalesef, 1938 tarihli ‘karşıdevrim’ ve
Kemalizm’in ‘gizlenen rejim” haline getirilmesi nedeniyle ikisi de tarihî
birer “sakıncalı hâtıra” olarak kalmıştır.
Yani, her şeyin açık seçik, net anlaşılır biçimde ortada, görünür-bilinir
olmasına rağmen, aklın, ilmin ve sağ duyunun; “Milli Tarih Şuurunun” hâkim
olamadığı Türkiye’de pek çok konu gibi, Atatürk’ ün tarih, dil ve din
(lâiklik) kuramları ve anlayışı da gayesinden saptırılmaya çalışılmıştır.
Üstelik adı, hayatının muhtelif evreleri, sonradan uydurulmuş sözde
hatıraları ve “bir bütünün içinden cımbızla seçilip ayrılan ve özel bir
maharetle amaca uydurulan” vecizeleri kullanılmak ve menfur amaçlara alet
edilmek sureti ile...
Şöyle ki;
Büyük Ata, Türk İnkılâbının önderi ve
Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün aramızdan ayrılarak ebedi
istirahatgâhına çekildiği günün hemen ertesinde “karşıdevrim” başlatarak,
ezeli Türk düşmanları Lord Kingros ve Lloyd George’un yoluna giren
kadrocular, aydınlıkçılar, dahili-harici bedhahlar, sabetay, dönme,
devşirme, ateist ve paganlar (batı uşakları, Türk ve İslâm düşmanları)
tarafından; 11.Kasım.1938’den itibaren, Türk Milletine şânlı geçmişini
unutturmak, milli şuur ve köklü medeniyetinden koparmak; Özellikle ve
bilhassa ATATÜRK’ ü ebediyen hafızalardan silmek için uygulanan menfur,
sinsi emperyalist psiko-harp planına göre: TÜRK ün Anadolu’ ya gelişi
inatla-ısrarla; 26.Ağustos 1071 Malazgirt Zaferine dayandırılmaya
çalışılmıştır.
Bu bir Grek (Yunan-Rum), Sanskrit ve Lâtin
tezidir. Maksatlı ve yalandır.
Ancak, Gaflet ve dalaletle, ısrarla devam
ettirilen AB sürecinde bu ve benzeri beyin yıkama, bölme-parçalama
taktikleri sistematik bir bütün olarak devam ettirilmektedir.
Başta Milli Eğitim Bakanlığı müfredatında yer alan bütün (resmi) ders
kitapları olmak üzere, piyasada satılan ve özellikle 1938-1950, 1960-2005
arasında basılan kitapların tamamında bu bilgi böyle verilmekte, yalan
söylenmekte, tarih tahrif edilmekte ve körpe beyinler “bilinçle”
yıkanmaktadır.
İlgili, yetkili ve sorumlular gaflet ve dalâlet
içindedir.
Komşu Yunan Anadolu’ya İyonya derken ve Anadolu
halkının kahir ekseriyetinin Türkleştirilmiş ve İslâmlaştırılmış
Rum-Yunanlı olduğunu iddia ederken; Bu aymazlık, utanmazlık, ilgisizlik ve
kayıtsızlık hicap vericidir. Üstelik, İngiliz, Fransız, Amerikan ve Alman
kayıt ve kaynakları da bu saçma sapan, asılsız ve mesnetsiz iddiaları
tasdik eder ve doğrular nitelikte olup, bu muharref, sahte, uydurma, hayâl
mahsulü belge ve bilgiler pekalâ Yunan-Rum ve Ermeni soykırımı gibi, daha
büyük ve alçakça bir yalanın, iftiranın sözde ispatı için kullanılmaya
kalkışılmaktadır.
Bütün bu milletlerin ders kitaplarında koyu bir
Türk düşmanlığı işlenmektedir.
Buna mukabil, bizim ders kitaplarımızda Ermeni mezalimi, Rum-Yunan,
İngiliz, Fransız, Alman ve Amerikan zulmüne ilişkin tek bir satır bile
yoktur.
Oysa, bu milletler 312 yılından bu yana
Anadolu’da asimilâsyon, soykırım, haçlı seferi, gasp, irtikap, katliam ve
soykırım yapmakla; Misyoner okulları açmakla ve Anadolu Türk medeniyetini
yok etmeye teşebbüsle malul ve mahkum milletlerdir.
Çoğu tarih kitabı yazarının Ermeni, Rum, dönme ve
devşirme orijinli olduğu göz ardı edilerek, onların kitaplarına itibar
edilmekte, ilgili ülkelerin ders programlarında yer alan aleni “TÜRK
DÜŞMANLIĞI”NA rağmen Türk çocukları adeta “Düşmanlarımıza Dost” bir ruh
hali (psikoloji) içinde yetiştirilmeye çalışılmaktadır.
Dünyada eşi benzeri görülmemiş bir şey de,
“MİLLİ” vasfını haiz iki bakanlıktan biri ve, kat’i surette yabancıların
görev almaması gereken bir yerde ‘Milli Eğitim Bakanlığı’nda yabancı
uzmanların çalıştırılması ve hem de söylendiğine göre: Talim Terbiye
Kurulu’nda görev yapmalarına müsaade olunmasıdır.
Böyle bir vakıa gerçekse; Türk milletinin
yapısında, çatısında, kimlik ve kişiliğinde meydana gelen yozlaşma,
çürüme, ahlâki ve milli erozyonun suçlusu ve sorumlusu, bizzat, bu hale
rıza göstererek görev yapan Milli Eğitim Bakanlarıdır. Bu bakanları atayan
kabineler adına Başbakanlar ve onay mercii olan Cumhurbaşkanlarıdır.
Daha sonra tekrar değinmek üzere, şimdi devam
edelim:
Yukarda açıklanan menfur süreçte:
“Anadolu’da kurulmuş bütün eski medeniyetlerde
Türklüğün hakkı vardır. Çünkü bütün yüksek kültürler, medeniyetler Orta
Asya’dan çıkmıştır. Orta Asya’nın yerli kavmi de Türklerdir” anlayışı,
fikir-tez ve gerçeği tersine çevrilerek çok garip, fanatik batıcı ve Türk
düşmanlığı ile malul bir mantıkla âdeta:
“Türklerin ataları eski Anadolu kavimleridir;
Orta Asya ile bir ilgileri yoktur. Varsa bile Anadolu’ya geldikten sonra,
melez (karma-karışık, orijini kaybolmuş) bir millet ortaya çıkmıştır. Biz
onların devamıyız” gibi, hiçbir bilimsel yanı ve dayanağı olmayan ve
sadece Türk düşmanlarının ekmeğine yağ süren ‘bilim ve gerçek dışı bir
iddia” şekline getirilmiştir.
Maalesef itibar edilen de budur.
Bu görüşü ısrarla savunanlardan birisi olan Melih
Cevdet Anday, bir yazısında şöyle diyor: “Bugün bilimsel tarihin
kaynakları çok daha gerilere götürülmüş ve yorumlar çok değişik biçimler
almaya başlamıştır.(...) Bugün bile çocuklarımızın ilkokul kitaplarında
Orta Asya’dan -anayurdumuz- diye söz edilmektedir. Buna üzülmek azdır.
Çıldırmalıyız. Bizim ana yurdumuz Orta Asya ise, Anadolu nemiz oluyor? Bu
soruya karşılık bir Yunanlı çıkıp da “o da bizim ana yurdumuz” derse
hoşlanacağımızı pek sanmıyorum. Oysa biz Atatürk’le birlikte bu toprağın
uygarlıklarını benimseme yolunu tutmuşuzdur.”(10)
Böyle saçma bir yorum ve anlayışla, Atatürkçülüğü
ve onun tarih anlayışı ile tarihi gerçekleri bağdaştırmak mümkün değildir.
Zira Türklüğün anayurdunun Orta Asya olduğu
tarihî belgelerle sabittir.
Ayrıca Atatürk devrinde ve onun emirleri ile iki
defa yayınlanan “Türk Tarihinin Ana Hatları” adlı kitabın ilk cümlesi
“Türklerin ana yurdu Orta Asya’dır” şeklindedir. (10)
Atatürk, Türklüğü ve Türk tarihini mutlak bir bütün olarak düşünmüş ve
haklı olarak öyle değerlendirmiştir. Doğru olan da budur.
Ona göre Türklük ve Türk tarihinin kaynağı Orta
Asya’dır.
Bütün Türkler, Orta Asya’dan dünyanın diğer
bölgelerine yayılmışlardır.
Bu konudaki fikirlerini şöyle ifade etmiştir:
“Bizim Türk milletimiz eski ve şerefli bir
millettir. Zaten Orta Asya’nın Altay yaylasında yetiştiği için kartalın
meziyetlerini daha gençliğinde kazanmıştır. Tâ uzakları görüşü ve hızlı
bir uçuşu vardır. Ve bu ruhu barındıracak kadar kuvvetli bir beden
sahibidir. Zaten maddî olsun, dimağı (akli) olsun hiçbir sıkıcı kudret
içinde durmaz. Bu yaratılışta olduğundan yüksek ana yurdunun dünyadan uzak
vaziyetine karşı isyan etmiştir. İşte o zaman bu ilk Türkler başlarını
alarak, dünyanın hem doğusuna hem batısına yayıldılar.”(12)
Atatürk’ün Türklüğün kaynağını Orta Asya’ya
bağlayan ve bugün ilmî bir gerçek olan Türk tarihi anlayışını bir tarafa
bırakıp, Türkiye Türklüğüne başka atalar aramak Türk tarihini saptırmaya
çalışmaktır.
Atatürk, bilim ve gerçek dışı bir şekilde,
Anadolu Türklüğünün kaynağını eski Anadolu kavimlerine bağlamaya veya
onlarla karışarak yeni bir melez millet meydana getirdiği fikrini yaymaya
asla çalışmamıştır. Ancak, silâhla müdafaa ettiği Anadolu’yu tarih ve
kültür yoluyla da müdafaa etmek için çalışmıştır. Bugün “millî şuur”
sahibi olamamış bazı okumuşlarımız, Orta Asya’dan devam edip gelen Türk
tarihi anlayışı yerine durmadan “Anadolu Medeniyeti”, “Anadolu
Uygarlıkları”, “Anadolu halkları”, “Anadolu insanı” v.s. gibi gariplikler
icat etmektedirler. Anadolu’nun, bugünkü insanları da bütün halkı da
Türk’tür. Türk milletinin en az 4000 yıllık yurdu ve mutlak bir parçasıdır
Anadolu. “Anadolu halkı”nın, “Anadolu insanı”nın kültürü, gelenekleri,
medeniyeti diye bir şey yok; Türk milletinin medeniyeti, kültürü,
gelenekleri v.s. vardır.
İşte bu nokta-i nazardan hareketle Büyük Önder
ATATÜRK, yeni nesillere şöyle bir vasiyet, emanet ve “UYARIDA”
bulunmuştur:
ATATÜRK’TEN UYARI (Gazi Mustafa K. ATATÜRK;
Yersiz, gereksiz, sebepsiz ve anlamsız değil bir söz, tek bir sözcük bile
söylememiştir. Peki, aşağıdaki sözleriyle Atatürk kimlere karşı Türk
milletini uyarmak istemiştir? Düşünün ve konuyla ilgisini kurun bakalım!)
“Tarihimizi inceleyiniz. Türk’ün çektiği bütün felaketler, karşılaştığı
tehlikeler ve kötülükler hep kendi öz benliğini, milli varlığını ihmal
ederek, nereden geldiklerini ve ne oldukları, hangi nesle ait bulundukları
belirsiz birtakım kimseleri kendilerine yönetici tanıyarak onların
bilinçsiz bir aracı olmak durumuna düşmüş olmasıdır.” Mustafa K. Atatürk
Şimdi söyleyin bakalım:
Atatürk’ün bu uyarısı, günümüz için de geçerli
midir?
Fakat, elbette, Türk milleti Anadolu’yu
yurt-vatan edinmeden önce burada bazı kavimler, milletler ve medeniyetler
bulunmuş olabilir. Fakat bunlarla Türklüğün ve Türk Medeniyetinin aynı
topraklar üzerinde bulunmaktan başka bir bağı yoktur.(13)
Bunu kimse iddia edemez.
Anılan topluluklar, olsa olsa, Türk milletinin
yüksek medeniyeti, temel bir değer olan insan sevgisi, adaletle himaye ve
engin hoşgörüsüne dayanan ‘devlet geleneği’ dahilinde varlıklarını
sürdürmüş gruplar biçiminde düşünülebilir.
Anadolu’da yaşamış eski kavimlere ait medeniyet
kalıntılarını, devletimizin sınırları içinde kaldığı için insanlık adına
korumak, onlardan turizm aracı olarak istifade etmek başka şey; onlarla
hissî, millî bağ kurmaya çalışmak başka şeydir. Bu iki ayrı konuyu
birbirine karıştırmamak lâzımdır. Kaldı ki “eski Anadolu medeniyetleri,
kültür ve inanç bakımından bize çok uzaktır. Sanat eserleri vasıtasıyla
bile onlarla hissî bir bağlantı kurabilmek bir hayli güçtür. Bunun sebebi,
bizim bin yıldan beri onlardan çok farklı bir kültür iklimi içinde
yaşamamızdır.”(14)
Oysa, tarihi eserlere karşı Atatürk ve Türk
Milleti’nin gösterdiği himaye, sahiplik, saygı ve koruma, başta Batı
medeniyetleri (!) olmak üzere hiçbir devlet ve millet tarafından
düşünülmemekte, tam aksine Osmanlı, Türk ve İslâm eserleri tam bir haset,
kıskançlık ve amansız bir kindarlık ve nefretle yok edilmektedir. İslâm
medeniyetini, özgün eserleri, bilim ve kültüre derin katkıları, yüksek
değerleri ve insani yaşam biçimi bakımından başta Endülüs örneği olmak
üzere bütün Avrupa da kazıyan papalık, Portekiz ve İspanyadır.
Osmanlı-Müslüman-Türk eserleri yönünden ise Batıda Po ovasından (İtalya)
tutun, eski Yugoslavya, Arnavutluk, Yunanistan, Bulgaristan, Macaristan ve
Romanya en kötü örnekler durumundadır. Üstelik vahşi batı bu tahribatı
örgütlü ve plânlı bir biçimde yapmaktadır.
Bu amaçla Sırp-Çetnik, Schwaba (Alman-Fransız-İtalyan) ağırlıklı olarak
(1364) kurulan, Çrna Ruka diye anılan ve Osmanlı’ya çok büyük hasar,
maddi-manevi zarar veren ve büyük tahribatların mesulü olan “kara el”
çetesi bu devletler tarafından sevk, idare ve organize edilmiş olup; Kara
El’ in birinci vazifesi Türk ve Müslümanları, ikinci vazifesi ise: Türk ve
Müslüman eserlerini yok etmek, Türk ve Müslümanların Musevi, İsevi ve
diğer dünya halklarına vaki himmet ve hizmetlerini unutturarak tarihten
silmek, üçüncü ve son (muhtelif namlar altında güncel) vazifesi de: Türk,
Osmanlı ve İslâm kaynaklarını tahrif ederek, günümüz AB stratejilerinin
gerçekleşmesine zemin hazırlamaktır.
Hariçte daima ve her fırsatta bu yıkım, tarumar, tahribat, tarihten ve
tabiattan silme eylemini sürdüren bu menfur örgüt (CR/daha sonra CFR)
vasıtasıyla 16 Eylül 1863’de Amerikalı misyoner Christopher Robert,
dönemin en yüksek dereceli mason, misyoner casus ve Yahudilerinden,
İstanbul’ da yerleşik, tebaadan bir tüccar Cyrus Hamlin ile papalık ve
patrikhane tarafından kurulan Robert Kolej; Osmanlının parçalanması ile
Türk’lerin Öz Yurdu Anadolu’nun maddi ve manevi tahribatını üstlenecek ve
fiilen yürütecek kadroların oluşturulması görevini üstlenmiş ve
yürütmüştür.
1900’lerden itibaren her derece ve düzeyde
devlette yerleşik (kadrolaşmış hale gelen) resmen görev, yetki ve
sorumluluk alan Robert Kolej mezunları; Harici bedhahlara büyük destek
sağlamış ve dahili bedhahlar sıfatıyla yetiştirildikleri ve kirli amaca
uyum sağladıkları için en büyük ihanetlerini Osmanlı’ya karşı
tezgâhlayarak, art arda ihanet ve bizzat hazırlanan felâketlerle koskoca
devleti bitirmişlerdir. Daha bitmedi...
Bu sistemli ajitasyon, cebri işgal, faşist
yönetim, jenosit-soykırım, şer ve şeytani zihniyet tarafından 12 Adalar,
Girit ve Rodos’ta tek bir Türk eseri kalmamış; Şimdilerde Güney Kıbrıs
çete devleti dahi Türk-İslâm eserlerini mezarlık ve tarihi evler, türbe,
han ve hamamlar dahil yer yüzünden silmeye ve yok etmeye koyulmuştur. İşte
‘batı medeniyeti’ dediğimiz kefere bu kadar cahil, cani ve ruh dengesi
bozuk bir katiller güruhudur.
Bulgaristan’dan öte, Romanya’dan itibaren Azerbaycan’a kadar olan
coğrafyada da aynı eser-tarih katliamını görmek mümkündür. Osmanlı-Türk,
İslâm eserlerine karşı en büyük katliamı ise İslâm düşmanı ve din tüccarı
Vahhabi Suud ailesi yapmıştır ve halâda yapmaktadır. Aslen Beni Kaynuka
soyundan asaleten Yahudi (dönme) olan Suud’lar ve Faysal’lar; Kafadan ABD,
gönülden İsrail ve mideden İngiltere ve Fransa’ya bağlı, lâkin dünyanın
bir numaralı Atatürk ve Türk düşmanıdırlar. Nihai vukuatları ise, Mekke’de
kalan son Osmanlı kalesini de yerle bir etmek ve yıkılan kalenin yerine
bir otel yapmak olmuştur. Hatırlayınız. Dahildeki Robert Kolej orijinli
yöneticiler ile El Ezher çıkışlı din tüccarları Arap’a çanak tutmuş ve
muhtemelen bazı kirli çıkarlar ve esasen taptıkları para uğruna kutsal
şehir Mekke-i Mükerreme de kalan son ecdat eserine sahip çıkamamışlardır.
Bu “tek tanrıları PARA olan” fakat yanı sıra
İsrail-AB-ABD’ye de tapan Robert Kolej, Şam veya El Ezher orijinli Anadolu
düşmanları, dönme, devşirme ve sabetaylar; TC dışında yer alan nadir Türk
ve İslâm eserlerinin tahribine (mahsus) seyirci kaldıklarından başka, 1963
yılından itibaren AB destekli projeler ihdas ederek; Sözde “Dinler Arası
Diyalog”, “Haç Turizmini Teşvik”, “Anadolu Kültür ve Medeniyetlerini
Yaşatma” adı altında “Anadolu Türk (Sümer, Eti/Hitit, Selçuklu, Osmanlı ve
diğer) eserlerini yok etme ve tamamı putperestlere ait sapık tapınak,
meyhane, Pazar, panayır ve tiyatrolardan ibaret “eski Roma” eserlerini,
tarihi dekor, adet, gelenek ve görenekleri dahil ihya etme kalkışmalarına
çanak tutmaktadırlar.
Oysa, bütün bu eserler Türk’ün iyi niyetli koruması, sahiplenmesi, engin
hoşgörü ve müsamahası sayesinde bu günlere ulaşabilmiş değil midir? Bütün
bu kin, nefret, cürüm işlemek için insanları, devlet ve milletleri tahrik,
örgütlü güçleri teşvik ve yegâne eğilim, amaç ve varlık sebebi Türk
milletini Anadolu’ dan tahliye olan papa (BABA)‘nın son mesajı:
“ÜLKENİZİ (Anadolu’yu) VE DİNİZİ (İslâm’ı) BIRAKIN” değil mi!(*)
Fazla uzatmayalım.
İşte, bu ve benzer binlerce nedenle, dünyanın en
medeni milleti Türklerdir.
Geri kalmışlık sadece ekonomi ve teknoloji
alanındadır.
O’ da “Madde ve Manâda Bütünlük” konulu
makalemizde (15) bütün safhalarıyla arz ve izah ettiğimiz şekilde; Gaflet
ve dalâlete düşen son Osmanlılar, İttihat ve Terakki partisi mensupları
ile bunların himayesinden yararlanarak vatanı tahrip eden dahili ve harici
bedhahların ABD ve AB ülkeleriyle müşterek marifetidir.
Ancak, hangi maksatla olursa olsun, Türkiye
tarihini Türk tarihinden kopararak “Anadolu tarihi” ve “Anadolu
medeniyetleri” içinde mütalaa etmek isteyenlerin artık gaflet ve
dalâlet-ihanet uykusundan uyanmaları gerekir. Çünkü böyle bir anlayış
Türklüğü bölmekten, Türkiye Türklüğünü dünya Türklerinden koparmaktan
başka bir işe yaramaz.
Bu istikamette faaliyet gösteren gafil ve hainler
hakkında Atatürk; “Türk birliği’ ne inanıyorum, çünkü onu görüyorum”
diyerek işaret etmiş, Türk Birliğini nihai hedef olarak göstermiş ve kat’i
irşâdını bu şekilde bildirmiştir. (16)
Ulu önder Atatürk’ün bu istikametteki
kararlılığının bir başka delili de;
“Bugün Sovyetler Birliği dostumuzdur.
Komşumuzdur. Müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat, yarın
ne olacağını kimse bu günden kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı
Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir. Ufalanabilir. Bugün elinde
sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir
dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim
bir dostumuzun idaresinde; Dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz
vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak, yalnızca o günü
susup beklemek değildir. Hazırlanmak lâzımdır. Millet buna nasıl
hazırlanır ? Manevi köprüleri sağlam tutarak.. Dil bir köprüdür. İnanç bir
köprüdür. Milletimize inmeli ve olayları böldüğü tarihimiz içinde
bütünleşmeliyiz. Onların, (Türkiye dışındaki Türklerin) bize yaklaşmasını
bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekli.” (17)
Burada verilmek istenen çok açık bir masaj var.
O’ da, “Önce ve mutlaka Misak-ı Milli sınırlarını korumak, tahkim etmek ve
tamamlamak gerekir. Tamamlamak nedir ? Milli yeminin icabı olan Kıbrıs, 12
Adalar, Selânik dahil Batı Trakya, Musul-Kerkük ve Nahçivan’ı geri alarak
ülkemiz sınırlarına katmak, Azerbaycan sınırlarına dayanmak suretiyle Türk
Birliği’ne giden yolu açmaktır.” Alınması gereken mesaj ve
anlaşılması-yapılması gereken budur. Bu da, önce ANADOLU’ da sağlamlaşmak
ve ebedileşmek ile mümkündür.
Önce, Anadolu üzerindeki kara bulutlar dağıtılmak
ve Avrasya sağlama alınmak, milli hakimiyet, hürriyet-bağımsızlık ve
hükümranlık garanti altına alınmak zorundadır.
Büyük nutkunda Gazi Mustafa Kemal şöyle diyordu:
“Dünyanın bize saygı göstermesini istiyorsak, önce bizim kendi benliğimize
ve milliyetimize bu saygıyı hissi, fikri ve fiili olarak bütün davranış ve
hareketlerimizle gösterelim. Bilelim ki, milli benliğini bulamayan
milletler başka milletlerin avı olurlar. Milli varlığımıza düşman
olanlarla dost olmayalım. Böylelerine karşı bir Türk şairinin dediği gibi;
“Türküm ve düşmanım sana, kalsam da bir kişi”
diyelim.
Düşmanlarımıza bu gerçeği anlattığımız gün,
fikrimize, idealimize, geleceğimize yan bakan her kişiyi düşman kabul
ettiğimiz gün, milli benliğe uzanacak her eli şiddetle kırdığımız,
milletin önüne dikilecek her engeli derhal devirdiğimiz gün, gerçek
kurtuluşa ulaşacağız. Ve, sizler gibi aydın, azimli, imanlı gençler
sayesinde bu kurtuluşa ulaşacağımıza emin olabilirsiniz..” (18)
Ayrıca; “Türk milleti kurtuluş savaşından beri,
hattâ bu savaşa atılırken bile, mahkûm milletlerin hürriyet ve bağımsızlık
davalarıyla ilgilenmeyi, o davalara yardım etmeyi benimsemiştir. Böyle
olunca, kendi soydaşlarının hürriyet ve bağımsızlıklarına ilgisiz
davranılması elbette uygun görülemez. Fakat, milliyet davası şuursuz ve
ölçüsüz bir dava şeklinde düşünülmemeli ve savunulmalıdır. Milliyet davası
siyasi bir mücadele konusu olmadan önce şuurlu bir ideal meselesidir.
Şuurlu bir ideal demek pozitif bilimlere ve bilimsel yöntemlere
dayandırılmış bir hedef ve gaye demektir. O halde, propagandalarda
denenmiş yöntemlere müracaat etmek şarttır.
Türkiye dışında kalmış olan Türkler, önce kültür
meseleleriyle ilgilenmelidirler. Nitekim biz, Türklük davasını böyle uygun
bir ölçüde ele almış bulunuyoruz. Büyük Türk tarihine, Türk dilinin
kaynaklarına, zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz.
Baykal ötesindeki Yakut Türk’lerinin dil ve kültürlerini bile ihmal
etmiyoruz.” (19)
Dahası; “Türk eli büyüktür ve yeryüzünde yalnız o
büyüktür. Her yeri dolduran Türk’tür ve her yanı aydınlatan Türk’ün
yüzüdür. Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı
ve Makedonyalı hep bir ırkın evlâtları, hep aynı cevherin damarlarıdır.
Bizim yeni işimiz budur. Bu damarlar birbirini tanısın. Bu dediğim şey
olduğu zaman, başka bir alem görülecek ve alem dünyaya hayret verecektir.
Türk’ün varlığı bu köhne âleme yeni ufuklar açacak güneş ne demek, o zaman
görülecek. Bu karmaşık işlerin içinden yükselebilmek için bize dirilik
gerekir. Birlik onunla beraber yürür. Diri yalnız Türk milletidir. Birliği
ortaya koyan da Türk’tür, dilediğine ne olduğunu anlatan da Türk’tür,
çalışalım”(20)
Bu ayrıntıları, bilhassa 1938’den itibaren
yürürlüğe konulan içine kapanma, Türk dünyasından uzaklaşma ve Batının
tefessüh etmiş kültürüne entegre olma eğilimlerinin, başta Atatürk olmak
üzere ‘kurucu unsurun” kahir ekseriyeti tarafından tasvip edilmediğini
açıklamak ve ispatlamak maksadı ile konuya eklemiş bulunuyorum.
Şimdi tekrar ayrıntılara daldığımız yere dönelim:
Yine dilimizi “Özleştirme” adı arkasında da aynı
oyunların oynandığı düşünülürse, izah etmeye çalıştığımız “Anadolucu tarih
ve siyaset anlayışının”, “Anadolu medeniyetleri” sevdalılarının eliyle
dünya Türklüğünün merkezi ve öncüsü olmaya çalışan Türkiye Türklüğü
üzerinde oynanan. oyunları kolayca anlaşılır.
Hele bunları Atatürkçülük adına yapmak büyük bir
Türk milliyetçisi, Türklüğün 20.yüzyıldaki büyük öncüsü Atatürk’e karşı
gaflet içinde değil ihanet içinde olmak demektir.
“Tarih yazmak, tarih yapmak kadar önemlidir. Eğer yazan, yapana sadık
kalmaz ise, değişmiş olan hakikat şüpheli bir şekil alır ki, beşeriyetin
yolunu değiştirir. Biz daima hakikati arayan ve onu buldukça ve
bulduğumuza kani oldukça söylemeye cesaret gösteren insanlar olmalıyız.
Tarih bir milletin kanını, hakkını, varlığını, hiçbir zaman inkâr etmez,
edemez.” (21)
Anadolu (AVRASYA) ile bu coğrafyayı bütünleyip tamamlayan Suriye, Lübnan
ve Kudüs interlandı, yıllar önce batının ‘müstakbel yaşam alanı’ olarak
seçilmiş ve belirlenmiş, dünyanın en önemli, değerli, iklimi ideal ve
zengin topraklarıdır.
Oldum olası batının gözü buradadır.
Bu batı için bir idealdir. Sevdadır.
Bu sevdadan kolay kolayda vazgeçmeleri mümkün
değildir.
Bu nedenle, büyük önder Atatürk’ün yukarda
açıklanan ve ‘ezel-ebed düşman batının’ menfur emellerine dikkat çeken
söz, nasihat ve vasiyetleri, bütün Anadolu, dünya ve uzay Türklüğü
tarafından bilinmeli, çok dikkatli, tedbirli ve akıllı olunmalıdır.
Aslında bu, 1500 yıldır inatla, ısrarla sürdürülen menfur bir
de’zinformasyon ve psikolojik harp’ in ürünüdür. Bu taktikle Selçuklu
öncesi Anadolu kana bulanmış, Selçuklu parçalanmış, Anadolu Beyliklerine
ihanet ve fesat tohumları saçılmış ve Osmanlı’nın yeni bir Türk Devleti
olarak kurulmasını önlemek için her türlü gayret sarf edilmiştir. Osmanlı
kurulduktan sonra ise, İsevi din adamları, Yahudiler, Hahamlar, Kilise,
PAPA ve Papazlar kullanılarak çok sinsi ve alçakça bir faaliyetle 1923’e
kadar bu menfur faaliyetlerini ısrarla sürdürmüşlerdir.
Öyle ki, Osmanlı’yı yıkan ve parçalayan,
ırkçılığı körükleyen ve bölücülük yapan bütün din ve devlet adamları (çete
başları) milli sınırlar içinde faaliyet gösteren misyoner okulları ve
yabancı misyon kolejlerinden mezundur.
Bu hain, menfur plânın ikinci aşama, son evresi
olan ve Osmanlı Coğrafyasını taksim etmek, parçalamak ve bölmek amacını
matuf Birinci Dünya Savaşı’nın Anadolu’da vaki hareket ve faaliyetlerini
şöyle bir gözden geçirelim bakalım:
Tıpkı bugün olduğu gibi o zaman da yabancılar
toprak alıyorlardı. Başta Ege, Akdeniz, Hatay, Van ve civarı ile Kars,
Rize (Potamya-Güneysu) dolaylarında bu arazi ve emlâk alımları
yoğunlaşmıştı. Özellikle, Merzifon'da, Amerikalı misyonerler bazı arazi ve
tarlaları satın almışlardı. Merzifon, Pontus faaliyetinin bölgedeki önemli
merkezlerinden biri olmuştu. "1884 tarihinde Amerikan misyonerlerinin
teşebbüsüyle şehrin kuzeyinde bir kısım arazi ve tarlalar satın alınmıştı.
Buralarda inşaata başlanarak kısa zamanda ev, okul, aşhane, kütüphane,
marangozhane, eczane, hastane gibi birçok müesseseler meydana
getirilmişti. Öksüzler ve dilsizler mektebi de bulunduğu gibi, o zamanlara
göre ilk, orta, lise derecesinde tahsil gösterilen her derece ve düzeyde
okul ve Kolejlerde lisan olarak İngilizce, Fransızca, Rumca ve Ermenice
okutuluyor ve konuşuluyordu. Kısmen Arapça, Farsça, Türkçe dersleri de
vardı."
Atatürk bir yandan Milli Mücadeleyi örgütlüyor,
bir yandan da yabancıların dört bir yanda yürüttüğü ihanet faaliyetlerini
tespit etmeye, izlemeye ve önlemeye çalışıyordu. Zira, bütün Misyoner
okulları Kurtuluş Savası'na karsı emperyalist işgalci güç ve ülkelerin
savaş aygıtı konumunda ve durumunda idiler. Asi ve işgalci düşmanla,
casusluk, tahkim, iaşe, ibade ve insan gücü temin-takviye dahil tam bir
işbirliği içinde hareket etmekte ve faaliyet göstermekte idiler. Atatürk
ve arkadaşları tarafından yürütülen milli mücadeleye karşı çok hain ve
mukavim bir güç durumuna gelmişlerdi.
Bu yolda Amerikalıların yardımı ve yönetiminde,
Merzifon Amerikan Koleji'ne Amerikan malı silahlar getirilmiş, Rum
gençleri örgütlenmiş, okulda ayrılıkçı kulüpler kurulmuştu. Büyük Millet
Meclisi hükümetinin kararıyla büyük bir soruşturma başlatıldı ve okul
kapatıldı. Bunu diğer il ve bölgelerdeki misyoner okullarının kapatılması
takip etti. Atatürk'ün masonlar ve misyonerliğe karşı nefreti büyük ve
tavrı net idi. Örneğin, ağır işgal koşullarında, Amerikanın Yakındoğu
Heyeti'nin yetimhane, çiftlik ve okul açmak için izin istemesine karşı
aldığı tutum son derece sertti.
Atatürk, 3 Ocak 1921'de İçişleri Bakanlığına
gönderdiği müstacel (acil ve zaruri) bir yazıda: "Amerikalılar tarafından
numune çiftliği ve sair benzeri müesseseler husule getirilip buralarda
kendi tebaamızdan olan binlerce çocuğun Türk hükümeti ve milletine karsı
dostane ve sadıkane olmayan hissiyatla donanmış olarak yetişmelerine asla
müsaade ve müsamaha edemeyiz" denmekte ve hükümetleri vatan topraklarını
yabancılara satmaktan men etmektedir. İktisadi, sınai (endüstriyel)
amaçlar ile bu amaçların tahakkuku ile mukayyet muvakkat satışa izin veren
ve fakat bunun haricindeki satışlara kesinlikle ve asla izin vermeyen “Köy
Kanunundaki düzenlemeler” Atatürk tarafından yapılmıştır.
Köy Kanununda yer alan “Yabancılara gayrimenkul satışına ilişkin”
yasakları kaldırarak, yasada amir usul ve esasları değiştiren hükümetlerin
ne denli Türk, ATATÜRK ve ANADOLU düşmanı olduklarını varın siz taktir
edin. Üstelik, mütekabiliyet ilkesinin tabii bir gereği olan “milli
değerleme” norm, ilke ve kriterlerinin satış şarlarına dahil edilmemiş
olması, mezkür eylemin (1974 yılı itibarıyla yargı ve Anayasa Mahkemesi
kararları mucibi) tam bir “vatana ihanet” suçunu oluşturduğu ayan beyan
malûmdur.
Oysa, ANADOLU, tefessüh etmiş Avrupa’nın gelecekteki “en ideal yaşam
alanı” olarak seçtiği ve asırlardır ele geçirmeyi hayâl ettiği “efsanevi”
bir coğrafya, mucizevi bir toprak parçası ve yer yüzünün en mükemmel iklim
ve yaşam koşullarına sahip alanıdır. Yer yüzünde ANADOLU kadar değerli
başkaca bir toprak parçası yoktur. Merhum, adı Anadolu ile müsemma ve
müstesna büyük ATA bakınız Anadolu’yu nasıl algılıyor, ne kadar veciz,
edebi, duygusal ve eşsiz, harikulâde bir lisan ile anlatıyor:
ANADOLU ve VATAN SEVGİSİ
Bu bölüm içinde Atatürk’ün, (muhtemelen)
yıllardır gizlenen ve gün ışığına çıkartılmayan “ANADOLU ve VATAN SEVGİSİ”
üzerine çok veciz bir söylemini, belki de ilk defa olmak üzere sizlerle
paylaşmak istiyorum:
"Aziz ülke, Büyüklüğün ve iyiliğin ezeli
perestijkarı (sevdalısı) olan Anadolu evlatları, Son hayat ve istiklal
cenginde, beşeriyetin yaratamayacağı varlıkları imanlı kalplerinden taşan
bir kuvvetle vücuda getirirlerken, onun içinde bulunmayanlar, o mukaddes
heyecanı yaşamayanlar, kim bilir, o büyük kuvvetin ilhamını milletimizin
hangi membadan aldığını tasavvur ve tahayyül ederler; Ve kim bilir bu
büyük işi ne yanlış bir muhakeme ile tahlil ve tetkik ederler.
Anadolu'yu dışından ve içinden sezmeyenler,
yeşil, sık ormanlarının dallarını yararak, bereketli ve sonsuz ovalarına
inmeyenler; tufanların yardığı keskin kayalarıyla semayı delen dağların
demir ve bakır sinesinden aşarak büyük ovalar içinden gürültüler,
kıyametler koparıp çağlayan ırmakların soğuk sularından içmeyenler; Ve
yanık sesleriyle hasret türküsü çağıran memleket kızlarını, dertli
kavalına uzun ve eski hatıraları üfleyen engin ruhlu Anadolu çobanlarını
karşısına alıp dertleşmeyenler, o kudret ve kuvveti bir türlü
anlayamazlar.
Anadolu...
Ey gönülleri hicran ve hasret dolu anaların
evlatlarını göğsünde barındıran sevimli ve tarihi yurt!...
Ey büyük kahramanların her bucağında at oynattığı
aziz ülke...
Sen o kadar esrarlı ve tılsımlı güzelliklerin,
yüksekliklerin içtimagâhısın ki: Fırtınalardan ilham alan şairlerin kalemi
ancak senin bir ağacının dalı ve tabiatının güzelliğinden levha yaratan
ressamların eseri, senin güzelliğin yanında nihayet bin bir renk ve
manzaranın bir parçasıdır. Anadolu'da sönmeye mahkûm aşklar, bülbüllerin
candan gelen ve cana tesir eden sesiyle, sönmek üzere bulunan hayatlar
taze çam ağaçlarının keskin ve zevk-aver kokularıyla, hasretten eriyen
gönüllerde saz şairlerinin ruhtan ruha ateşli bir sel halinde süzülen
feryatlarla verilir. Korkunç ölüm, bu diyarın üzerinden korkarak geçer.
Ölmeyecek milletin bu ebedi mekanı üzerinde baykuş feryadını bülbül sesi
boğar, hasta, alil ihtiyarların son iniltilerini cenk havası içinde bir
kasırga gürültüsü koparan genç Anadolu çocukları dindirir.
Burada her dermansız; kahramanlar karargahına
kurþ’un ve gülle taşımak için yerinden kımıldanır ve gökten inen bir ses,
bütün ruhlara hayat ve hareketi emrettiği zaman, Anadolu'da boş duran bir
tek Türk'e rast gelmiş bir çift göz bulunamaz. İstiklal ve zafer uğrunda
dökülen kanlarla sinesini süsleyen Anadolu'da renksiz ve soluk bir manzara
yok gibidir. Orada her şey ateşli rengiyle gözleri yakar. Bu diyarda
yaşayanlar dünden bugüne ve bugünden yarına kahramanlık, şeref ve
fedakarlık taşımaya memur edilmiş, ümit ve iman telkinine gönderilmiş
manevi birer heyet gibidir. Her evin içinde dünün şerefini yaşatmak için
bugününü feda edenlerin isimleri, her mübarek günde en derin hürmetlerle
anılır.
Ekseri çocukların gözlerinde daima iki damla yaş ve göz bebeklerinde
titreyen solgun bir hayal görürsünüz. Bu çocuklar meçhul kahramanların
yadigarlarıdır. Yurdun her bucağından esip gelen rüzgarları, büyük
şehidlerin kahramanlık hislerini küçüklerin kalbine bırakır. Onun içindir
ki her evde yaşayan küçük kalplerin içinde büyükler vardır ve her Anadolu
evi kimsesizlere kapısını şefkat ve hürmetle açan birer yuvadır.
Anadolu'yu gezenler, gördükleri şekle bakarak hükümlerini vermeye
kalkarlarsa aldanırlar. Tabaka tabaka onu saran tarihi yaprakları birer
birer çevirmedikten tetkik etmedikten sonra, Anadolu için rey vermek doğru
olamaz. Anadolu'da saf ruhların bağlı kaldığı ölümsüz hatıralar vardır.
Mübarek günlerde ziyaret edilmesi, miras gibi, ecdattan intikal etmiş öyle
mezarlar vardır ki, bunlarda çok uzak zamanlara ait gazaların kahramanları
yatar.
Anadolu köylüsü bu ziyareti ifada kusur etmeyi en
büyük günah bilir ve bu ziyaret her gün; ölen ve yaşayan kahramanların
gurur veren destanlarını yad ve tekrar ile eda edilir. Anadolu yavrusunun
süzgün ve kayıtsız gibi görünen bakışlarının altındaki vefakar ve asil
nurunu görmek ve anlamak için ruhunu bilmek lazımdır. Anadolu evladı,
bulutlar içindeki yıldızlara benzer: Küçük bir heyette gizlenmiş koca bir
âlem. Yabancılara açılmayan kalbinin ifadesini yalnız gözleri ifşa eder.
Onlar büyük tahammüllerin timsalidirler.
İhtiyar tarih, hiçbir vakit bu kadar sabur
(sabırlı) bir millete tesadüf etmemiştir. Anadolu evladı, bugüne kadar
gözü kapalı girdiği muharebelerden bin bir zaferle dönmüştür. Bugün ise
gözleri açık olarak atıldığı mücadeleden, mutlaka istiklaline sahip bir
devlet vücuda getirerek çıkacaktır.
Çünkü Anadolu evladının mukadderi bu!...
Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt,
bağrından çıktığımız Türk Milleti ve özümüzden aldığımız güç ve güvendir."
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK (*)
Şimdi tekrar günümüze dönelim. ABD-Papa destekli AB kisve ve maskesi
ardında uygulanan menfur projenin son aşamasına bakalım:
Yukardan itibaren anılan ve açıklanan bu,
kapitalist-emperyalist psikolojik harp planına göre 1071 tarihinin (bazı
gafil iç unsurlar ve hattâ çok milliyetçi geçinen kesimler dahil olmak
üzere) inatla tekrarlanıp durulmasının altında; Özellikle ve bilhassa
vahşi, hırsız, yolsuz ve emperyalist batının ezeli ‘şark meselesi’,
Vatikan’ın ‘hilâli-salip” çatışması, dinler arası (!) diyalog konsepti;
Büyük Britanya İmparatorluğu’nun (İngiltere’nin)
21 Temmuz 1923’de Lord CURZON önderliğindeki İngiliz delegasyonu ile genç
Türkiye Cumhuriyeti’nin Lozan heyeti adına İsmet İNÖNÜ tarafından (Türkiye
ile İngiltere arasında) imzalanan “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ÖZERK
ancak, sonuç olarak İngiliz Milletler Topluluğu üyesi olduğunu kabul eden
anlaşma”;
Ve dahi, 1939 ile 1950 arasında Türkiye ile başta
ABD olmak üzere Yunanistan, İngiltere, Almanya ve diğer ülkeler arasında
(Türkiye ve Türk-İslâm halkı aleyhine) akitli “GİZLİ ANLAŞMALAR”
kullanılarak Anadolu’ya el koyma niyetleri ile bu amaç ve istikamette
1945’li yıllarda ABD’nin planladığı "Yeşil Kuşak projesi” ürünü: ‘günümüz
söylem biçimi’ ile bir nevi ‘ılımlı İslâm’ tarzında tanımlanan “tarihi
anlam, önem, dini değer ve içeriğinden soyutlanmış, içi boşaltılmış”
Türk-İslam sentezi” yatmaktadır.
Yani, emperyalizme karşı verilen efsanevi bir red,
direniş ve başkaldırı sonucu Mustafa Kemal ATATÜRK ve arkadaşları
tarafından kurulan milli-laik, özgür, hâkim ve hükümran, tam bağımsız ve
bağlantısız Türkiye Cumhuriyeti yerine; 1750–1900 “Bir İmparatorluğun
Yağması” yıllarını yaşayan “Batıya kul-köle, dinini, diyanetini,
milliyetini, milli, ilmi ve kültürel değerlerini unutmuş, AB ve ABD’ye
açık Pazar olmuş, yüksek değer ve tarihi devlet geleneğinden arınmış
"Ilımlı İslam" veya ‘dejenere bir yeni Osmanlı’ (!) sistemi... Yahut da,
evanjelist sahte peygamberlerin insani yönden mutasyona uğramış din
tüccarları için yazıp hazırladıkları “gerçek furkan” ve buna dayalı olarak
BOP ve BİP,
Hiçbir dini, ilmi ve İslâm’ i hükmü (değer ve gerekliliği) haiz olmayan
halifeliğin ihyası v.s.. Bu ne enteresan ve ham bir hayâldir. Lâkin, son
Osmanlı halifesi dahil, pek çok Osmanlı din adamı (!) ile vükelâsının
mason, misyoner, dönme, devşirme yahut sabetay olmasından cesaret alınarak
geliştirilmiş bir ‘menfur’ plân. Yani ütopya...
Aslında Proje, Batılı Hıristiyanlar tarafından,
yaklaşık 2000 yıl önce Anadolu’ya gelerek yerleşmiş Türklere karşı bir
tedbir olarak ilk kez 19 Haziran 325 tarihli İznik Konsüller toplantısında
ele alınmış ve yürürlüğe konulmuştur. 625 yılında tekrarlanan toplantıda;
Bu menfur projenin pekiştirilmesi yanında, 2533 İncil arasından 4’ü
seçilip, Barnaba İncili aforoz edilmek suretiyle “kapitalizm ve
emperyalizm” İncil’le bütünleştirildi.
Engizisyon mahkemelerinin kurulmasına karar verildi.
Hızla ilerleyen ve genellikle Hun, Ak Hun, Avar,
Bulgar, Çuvaş ve Peçeneklerin itibar ettikleri Bogomile mezhebine karşı en
vahşi önlemlerin alınmasında mutabık kalındı. Mevcut İnciller her türlü
İslâm’ i mesaj, ima-imaj, Kur’an la uyuşan ve örtüşen söz, söylem ve son
peygamberin adı ile Müslümanların yaşam biçimlerini anımsatan kelime ve
kavramlarından ayıklandı. Barnaba İncil’i ise “Muhammet veya Ahmet isminde
bir peygamberin ‘son peygamber’ olarak geleceğini ve bütün İsevilerin
Muhammed’e intisap etmesi gerektiğini müteakip yerlerinde ‘açık birer ayet
olarak’ ihtiva ettiği (Kur’an da yazılı olduğu biçimde haber verdiği) ve
çoğu yerinde Müslümanların kitabı ile uyuşup örtüştüğü için dışlandı.
Bütün dünyada toplatıldı, Yakıldı ve yok edildi.
Bu kararlar doğrultusunda, 1071 öncesi asırlardı
Anadolu’da mukim ve fakat Müslüman Türkleri asimile etmek ve sonrasında
ardı arkası kesilmeyen Türk ilerleyişini durdurmak, Kudüs ve
Hıristiyanların diğer kutsal saydıkları yerleri geri almak için 1096-1270
yılları arasında toplam sekiz Haçlı Seferi ve bir dizi küçük sefer
düzenlendi. Netice alınamadığı görülünce bu defa Papalar, Haçlı Seferleri
boyunca ve sonrasında "Anadolu ve Rumeli'yi istila etmekte (kurtarmakta)
olan Türklere karsı Avrupa milletlerini ayaklandırmak için bütün
teşkilatlarıyla harekete geçtiler" ve buna rağmen Haçlı Seferlerinin sonuç
vermediği görülünce 1208 yılında fiilen misyonerliğe (içten bölme
hareketine) başladılar. 1312 yılında yeniden İznik Konsüllerini
topladılar. Bu defa özellikle Anadolu Türklüğüne karşı 19 Haziran 1312’de
çok kapsamlı ve ayrıntılı bazı kararlar aldılar. Bu tarih,
Türk-Müslümanlara karşı verilen fiili, fikri (psikolojik) ve
sosyal-kültürel savaşta derin bir taktik ve strateji değişikliğini ifade
eder. Bu toplantıda:
“Osmanlı Devleti’nin büyümeden, gelişmeden ve her
ne pahasına olursa olsun Anadolu’ da tekrar Türk birliği sağlanmadan
yıkılıp yok edilerek; Yeni bir Türk devletinin mutlaka ve behemahal önüne
geçilmesi. 1299’da başlayan devlet olma ve devlet kurma eğiliminin yok
olması ve temelli çökertilmesi için bilumum fiili tedbir ve tedhişe ek
olarak; Başta Türk ve Müslümanların aile yapısı olmak üzere, askeri düzen
dahil ‘itaat, sadakat ve inanç’ sistemlerinin zamanla bertaraf olmasını
(işlemez hale gelmesini) sağlayacak strateji ve metot (de’jenerasyon)
psikolojik harp kararları alındı.
Ayrıca, Müslüman Türklerin (Arap, Acem, Suriyeli
ve diğer Türk asıllı olmayan halklar üzerinde bu tarih itibarıyla
plânlanan bozulum-yozlaşma sağlanmış ve beklenir dejenerasyon tezahür
ederek sonuçlarını vermiş idi) genel ve güncel yaşamları ile iktisadi,
siyasi, dini, ilmi, sosyal ve kültürel hayatlarının (yaşam boyutundaki)
uygulama yönünden zayıf (geri) tarafları tespit edilerek, casus ve
misyonerler için bir dizi strateji, propaganda ve çalışma programları
hazırlandı.”
Dahası, Haclı seferleri sırasında Cluny papazı
Peter, birçok kaynakta adı Robert Keton olarak geçen "Ketton'lu Robert'ten
Kur’an-ı Kerimi Latince'ye çevirmesini istedi. "Ketton'lunun tercümesinde
Kur'an-ı Kerim 'Zındıklığın (dinsizliğin) kaynağı, Hıristiyan (İsevi)
kilisesinin varlığını tehdit eden yıkıcı hareketlerin sebebi' olarak
gösteriliyor, cihat bir saldırı ve vahşet unsuru olarak ile sürülüyor ve
'Eğer Kur'an'ın verdiği zararlar dirayetli bir karşı mücadele ile bertaraf
edilmek isteniyorsa, onu mutlaka öğrenmek gerekir'" deniliyordu. 1311'de
Papa' nın emriyle "Şark Dilleri Kürsüsü" kuruldu. 1312'de Viyana Konsulü'
nde, Avrupa'nın Oksford, Paris, Roma gibi ünlü üniversitelerinde
Arapça’nın da okutulması kararlaştırıldı. Bütün papaz okullarında ise
Kur’an eğitimine geçildi.
Anadolu'da 1208’den sonra "en teçhizatlı
misyonerlerin" faaliyeti esas olarak bu karar, tedbir ve teşebbüslerden
itibaren başlar. Önce Katolikler, daha sonra Protestan (Amerikalı,
İngiliz, Fransız ve Alman) misyonerler Osmanlı İmparatorluğu'ndaki etnik
unsur ve gayrimüslimleri kullanarak, kışkırtarak, milli bilinç çalışmaları
yaparak ve bölerek merkezi otoriteye karşı çıkmaya yönelttiler. İsyan
edenleri teşvik ve himaye ettiler. Onlara ırk, din, ahlâk, dil ve tarih
konusunda ayrılıkçı-bölücü bir misyon ve motivasyon aşıladılar. Okullarla,
yurtlarla, yuvalarla, kilise ve havralarla tahkim ve en ileri, modern
silâhlarla teçhiz ettiler.
Bu tarihten itibaren Yahudi ırkı (Musevi) ve İsevi millet, mensup (mansıp)
ve mezheplerine ait ne kadar Kilise, Havra ve dini kurum görüntüsü altında
faaliyet gösteren bina, tesis ve mütemmim cüzü varsa tamamı adeta bir
askeri üs, ihanet şebekeleri (hain) eğitim merkezi, silâh-mühimmat sevk,
intikal, destek ve tahkim (istihkâm) merkezi olarak faaliyet gösterdi.
DEVAM EDECEK
01. Doç. Dr. Mehmet SARAY, Atatürk ve Türk
Tarihi, Türk Kültürü Dergisi, Sayı: 249,Ocak 1984. Tahsin Ünal,
Cumhuriyetin 50. Yılında Tarih Anlayışımız. Türk Kültürü Araştırmaları,
Ankara. 1973 (Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları)
02. Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Türk Milletinin
Kültür Değerleri, İstanbul.1977 s.31-32
03. Atatürkçülük-Atatürk’ün Görüş ve
Direktifleri, 1. kitap – Genel Kurmay Başkanlığı Neşriyatı, Ankara-1982
04. Prof. Dr. Afet İnan, Kemal Atatürk’ten
Yazdıklarım, 1000 Temel Eser Serisi, s. 110
05. Yusuf Akçora, Birinci Tarih Kongresi
Zabıtları, s.595
06. Ord. Prof. Enver Ziya Karal, Atatürk’ten
düşünceler, İstanbul-1981, s.89
07. Prof. Dr. Cengiz Orhonlu, Atatürk ve
Tarih Görüşü, Türk Kültürü Dergisi, C: 6, Sayı: 61, Yıl: 1967
08. İkinci Tarih Kongresi Zabıtları, 1937,
s.85
(*) Hamdi Yılmaz, Anayurt Gazetesi, (Neval
Kavcar) 01-02/Eylül/2006 – Ankara
09.Türk Silâhlı Kuvvetleri Dergisi,
Temmuz-1992, s.333, Sayfa: 26
10. Melih Cevdet Anday, Urla Yarımadasında
Bir Gezinti, Milliyet Gazetesi, 27.7.1972, s.5
11. Türk Tarihinin Ana Hatları, 1930.s.1
12. Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, Türk
Tarihinin Sosyolojisi, Birinci Kitap, s.49 Milli Eğitim Kültür Dergisi, C:
2; Sayı: 8, Türk Devleti Meselesi, Tercüman: 11.6.1984
13.Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, Ankara’da ki
Anıt ve 16 Türk Devleti Meselesi, Tercüman Gazetesi, 11.6.1984
14.Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Anadolu
Medeniyetleri ve Biz Türk Edebiyatı Dergisi, Eylül-1983
(*) Prof. Dr. Özcan YENİÇERİ, Barem-Ekim:
2006, s. 66-67
15.Belde Gazetesi, Sıra Dışı, 9.10,11 ve 12
Eylül 2006 – Ankara
16.Dr. Oğuz DOĞAN, Türk Dünyası Edebiyatı
17.Atatürk, 29.Ekim.1933 – Türk Dünyası,
Çağrı Kürşat Yüce, Tutibay Yayınları, Ankara-2001
18.1923-Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri,
Cilt: II, 1952, Türk İnkılâp Tarihi Ens. Yay.
19.Türk Kültürü Dergisi, Sayı: 13,
Abdülkadir İnan – 1963/332
20.Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek
Kurulu-Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Atatürkçü Düşünce, S: 540 –
1992 / 359 Mustafa Kemal ATATÜRK, Nutuk – c: III,
(*) Devlet yönetiminde en ileri ve etkin,
güçlü ve muktedir; Dini, ilmi ve askeri müesseselerde ise; Ayırıcı,
bölücü, tefrika yaratan, örgütlü fesat unsurları haline getirip, elçilik,
ataşelik ve konsoloslukları marifetiyle (açık-gizli) himaye ettiler.
(*) F.A., 25 Nisan 2005'te Yeşim Seliz ve
B.Aslan
(*) Son 4 yılda Anadolu’da 40 bin adet
kilise açılmış bulunmaktadır. (basın)
|
|
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
94 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
ON İKİ ADA MESELESİ KIRK ASIRLIK
TÜRK YURDU ANADOLU2 |
-
- Osmanlı'nın, 1535'te, gücünün ve
özgüveninin zirvesinde iken Kanuni Sultan Süleyman Hân zamanında
Fransızlara tanıdığı kapitülasyonlar sayesindedir ki, ilk kez
bir Hıristiyan kral, Osmanlı Devleti nazarında padişahla ‘eşit
taraf’ muamelesi gördü. 1583, Sultan Üçüncü Murad döneminde ise;
Fransız elçisi ve Papa' nın temsilcisinin isteği kabul edilerek,
egemenlik haklarını ortadan kaldıran bir karar daha alındı:
Böylece, kendi halkının bir başka devletin göndereceği
öğretmenler tarafından eğitilmesi kabul edilmiş oldu. İşte, bu
(dönem itibarıyla son derece masum, makul, iyi niyetli ve insani
amaçlarla vaki ilişki ve anlaşmaların yapıldığı) tarihten
itibaren Osmanlı coğrafyasında yüzlerce misyoner okulu,
kilisesi, yetimhane vb. merkez açıldı. Güçlü ve hakim devlet
dönemi için bunlar bir tehlike olarak görülmedi. Verilen haklar
bir lütuf, inayet ve iyi niyet göstergesi olarak kabul edilmekte
idi. Ama gelecekte nelerin olabileceği (ve muhatap tarafın bu
anlaşmaları kötü niyetler, menfur-sinsi amaçlarla
kullanabileceği ve olabildiğince istismar ve suistimal edeceği)
hiç kimsenin aklına bile gelmedi. Umuru devlet tarafından hesap
edilemedi. Sonradan gelenler de maalesef gereken beka ve
basireti göstererek tedbir alamadı, veya batının etkisi altında
kalarak alınamadı.
- Kapitülâsyonlar ve müteakip
anlaşmalar ile devam eden süreci bakın, Ermeni araştırmacı Levon
Panos Dabagyan, misyonerlerin verdiği zararı nasıl izah ve ifade
ediyor: “Ermenilerin Milli Kilisesi ile birlikte, milli
bütünlüğü bölünmüş ve böylece Türkiye Ermenileri,
kapitalist-Emperyalist Devletlerin adeta oyuncağı durumuna
düşerek çok büyük kayıplara uğramışlardır".
- TARİHİ GERÇEK
- Gerçekte Türkler, kutsal
kitaplar ve başta ‘Dedem Korkut” olmak üzere pek çok efsanede
açıklandığı, anlatıldığı ve Kur’an-ı Kerim ile İslâm’ i
kaynaklarda kayıtlı olduğu üzere; Hazreti Nuh’un oğlu Yasef
(YUSUF)’in soyundan gelmektedirler. Hazreti Nuh zamanında
yıllarca ikamet ettikleri yurtları Mezopotamya (Sümerler), doğu
ve güneydoğu Anadolu havalisi (dahil) olduğu halde, tufandan
sonraki ilk yerleşim yerleri Ağrı Dağı ve Anadolu’nun doğu ve
yine güneydoğu çevresidir. (22) Bu tarihi gerçekten hareketle,
batı kaynaklarında Orta Asya dahil Anadolu Trakya hariç bütün
bölümleri “TÜRKİYE” olarak adlandırılır ve eski haritalarda
böylece gösterilir.
- Ancak, Hazreti Nuh belirli bir
aradan sonra Yasef/Yusuf ailesi ve ahvadını Orta Asya
taraflarına göndermiş, (M.Ö. 4500 yıllarında) gidenler de, bu
günkü Tanrı Dağları ile Amuderya ve Siri Derya nehirlerini içine
alan iklimi müsait ve çok verimli bir coğrafyada
yerleşmişlerdir. Orta Asya’da, Atamız Yusuf’un sülâlesi
genişleyip büyüdükçe etrafına sığmaz olmuş, bir bölümü orada
kalmaya devam ederken, sülâleden bir kısım Türkler, tekrar Ana
Vatan Anadolu taraflarına göç ederek Hazreti Nuh’dan sonra ilk
defa M.Ö. 3500 yıllarında, yani bu günden 5500 yıl önce gelip
Anadolu’ya yerleşmişlerdir. (23)
- Dahası, aynı dönemlerde Hazar Denizi (adını Hazar
Türklerinden almıştır) Volga, Dinyeper ve Dinyester’i geçerek bu
günkü Romanya steplerini aşan Türklerin büyük bir bölümü
Balkanlar ve Anadolu’ya yerleşmişlerdir. İleriki yıllarda oluşan
Bogomile (Bojnak) Mezhebi tarihi incelendiğinde bazı gerçekler
çok daha açık ve net bir biçimde ortaya çıkmaktadır. O dönemde
Kıt’a Avrupa’sında yaşayan kavimlerin ne kadar zalim, adi,
alçak, insanlık düşmanı, hain, ilkel ve vahşi olduklarını
anlamak bakımında da bu kesitin incelenmesinde fayda ve zaruret
vardır.
- TÜRKLER, İSLÂMİYET VE ŞAMANLIK
- Kur-an’ı kerimde açıkça sabit ve
inancın (Amentü) temel ilkesi olması nedeniyle kabul etmek
gerekir ki; Hazreti Nuh (bütün peygamberler gibi) Müslüman’dı.
Dolayısıyla Türklerin atası Yasef/Yusuf’ da sadık, samimi ve
muttaki, iyi bir Müslüman idi ve İslâm’ın döneme raci
akaidine-ilkelerine sadık kaldığı ve Hazreti Nuh’un şeriatını
özenle yaşattığı anlaşılmak gerekir. Oğuz Kağan Destanına göre,
Oğuz Han’da Müslüman olarak doğmuş, üç gün süreyle annesinin
memesini ağzına almamış, Annesi büyük bir endişe ve üzüntüyle
yalvarınca ise üç günlük çocuk “Anne, ben Müslüman’ım, sen
değilsin. Eğer Müslüman olmazsan sütünü içemem” demiştir.
Hazreti İbrahim’in de baba tarafından Türk olduğu ve
Peygamberimiz Efendimizin de bu cihetle Türk soyuna dayandığı
söylenir.
- Türklerin tarih boyunca
sergilediği yüksek medeni vasıf, insan odaklı kültür, saygı,
sevgi, hoşgörü ve yüksek toleransın temelinde ola ki bu manevi
gerçek vardır. Bu nedenle, sonraki bin yıllar içinde oldukça
değişen ve (zaman zaman, yer yer) Şamanlığa dönüşen inanç ve
ibadet biçiminin temelinde İslâm inancı (Müslümanlık) vardır.
Diğer bir anlamda, bütün milletler gibi Türkler de, Müslüman
olarak hayata başlamış ve fakat, diğer milletlerden
(kavimlerden) farklı olarak inançlarının özünü-esasını muhafaza
ederek tarih sahnesinde yürümüşlerdir.
- Türklerin MS 760 – 800
yıllarından itibaren geniş kitleler halinde İslâm’ı kabul
etmelerinin ana sebeplerinde biri: Şamanlık ile İslâmiyet
arasında, bin yıllar boyunca değişen çok az unsur hariç büyük
bir örtüşme ve benzeşme olmasıdır. Nitekim, bu anlamda Türkler
akın akın İslâm’a katıldıktan sonradır ki, daha büyük devletler
ve yüksek medeniyetler kurmuşlar ve dönem itibarıyla bilimin,
kültürün ve bilincin gelişmesine çok büyük katkılarda
bulunmuşlardır.
- Tam yeri gelmişken burada, Büyük
İslâm Peygamberi’nin Türkler hakkında ne buyurduğunu bilhassa
hatırlatmak isterim. O Yüce Peygamberimiz, bize bahşedilen
‘Türk’ ismi için: “BEN ALLAHI’IN YARATICI AŞKIYLA CİLÂLANMIŞ
TERTEMİZ, SAF BİR AYNA’ YIM. BU YÜZDENDİR Kİ; BANA BAKANLAR, BU
MÜCELLÂ AYNADA KENDİ YÜZLERİNİ VE YÜREKLERİNİ TEMAŞÂ EDERLER.
TÜRK GİBİ GÜZEL VE AYDINLIK OLANLAR, BU NUR’DAN IŞIKTAN OLAN
AYNADA, KENDİ GÜZELLİKLERİNİ GÖRÜRLER” buyurmuşlardır. İşte TÜRK
budur. Bu, (böyle) olmak durumunda ve zorundadır. (24)
- Peki, bu muhteşem, istisnai
övgüye ve muazzam mazhariyete sebep ne ? Cevabı bizzat Kur’an-ı
Kerim vermektedir. Okuyunuz: "Ey iman edenler! Sizden kim
dininden dönerse, Allah onların yerine öyle bir kavim getirir
ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı sever. Onlar müminlere
karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler. Allah
yolunda cihad ederler ve dil uzatanların kınamasından da
korkmazlar" (Mâide: 54)
- Size çok önemli bir Hadisi Şerif
daha nakledeyim: "Fitne, fesat çoğaldığında ve kan gövdeyi
götürdüğünde Allah bu ümmete mevaliden (Efendiler. Mevleviyyet
pâyesine ulaşmış sarıklı alimlerden) bir ordu gönderecektir
(TÜRKLER); Onlar ata binmede Araplardan çok daha üstün ve silah
kullanmada onlardan daha çok mahirdirler. İşte Allah (c.c.) bu
dini onlarla yeniden bir kere daha güçlendirecektir." Hz.
Muhammed (s.a.v.)
- Aynı Nûr’ un devamı olan
gönüller sultanı Hz. Mevlâna’ mız ise; “ŞU SONSUZ DERYÂDA AKIP
GİDEN GEMİNİN MANÂSINA-KAPTANINA TÜRK DENİLİR, TÜRK ! ELBETTEKİ
SÛRETA YAŞAYANLARA DENİLEMEZ. O, YÜCE MANÂNIN GERÇEĞİNİ İDRAK
EDEREK YAŞAYANLARA SADECE TÜRK DENİLİR !” (25) diyerek; Türk’ün
gerçek anlamda olgunluğun, kemalâtın ifadesi olduğunu
belirtmiştir. Bu kemalât, yüce dağların, göklerin ziynetleri
olan yıldızların, ayın, güneşin anlamlarına kadar ululanmıştır.
- Son olarak, Yunus Emre
Hazretleri de şöyle der:
- "BİLMEYEN NE BİLSİN BİZİ,
BİLENLERE SELAM OLSUN"
- Yer, yer (dünya) olalı hiçbir
kavim/millet/halk/topluluk bu kadar övülmemiş ve
yüceltilmemiştir. Bütün Türk alemi bu hakikatleri bilmeli ve ona
göre motive olmalıdır...
- MESELE DİN’SE EĞER...
- Ve insanlık adına batı, ABD ve
diğerleri; Sözde insan hakları, demokrasi, adalet gibi (samimi
olmayan) iddia ve kavramlar ileri sürerek; 11 Eylül (ikiz
kuleler) gibi oyun, iftira ve senaryolar düzerek, Türk-İslâm
alemini tehdit ve Anadolu’yu tasallut-tarumar edip, aslında
‘yüceltmek-kutsamak, mümin ve muteber kullar olmak için’ tanrıyı
(Allah’ı) arıyorlarsa eğer; Önce Türk tarihine bakmalıdırlar.
Tanrı (Allah) orada. Gerçek İslam oradadır. Gerçek kültür,
medeniyet, saf, temiz, berrak, namuslu, dürüst, ilkeli, onurlu,
sevgili, saygılı, hoşgörülü ve değerli “İNSAN”, insanca yaşam
biçimi orada. Makro ve mikro bazda kozmik, sosyolojik,
sosyometrik, epistomolojik bakımdan “elektik”(gerçek insan
formu) ontolojik ve tarihi diyalektik sırlar ile kâinat/evren,
Türk aleminin, on bin yıllık “gizlenen tarihinin” ve İslâmiyet
sonrası tasavvuf güncesinin tertemiz, pırıl-pırıl sinesinde
gizlidir. Okusun okumasını bilenler ve araştırsınlar.
- MEDENİYETLER BEŞİĞİ ANADOLU
- Hiç düşündünüz mü ? Niçin
medeniyetler beşiği Anadolu’dur ? ve 5700 yıllık Yahudi inancına
göre “her milenyumda (bin yılda bir) Anadolu’dan büyük bir
medeniyet zuhur eder (çıkar) ? Çünkü, Anadolu barışsever
atalarımızın insan sevgisi, barış, anlayış, adaletle yönetim,
eşitlikle himaye, tolerans ve hoşgörüsü nedeniyle; Yunanlı
İskender, Haçlı taarruzları, Aksak Timur (!) ve yine vahşi
batının tahriki sonucu vuku bulan din savaşları ve kardeş
kavgaları dışında ciddi bir tahribat ve yıkıma maruz kalmamış,
bu sayede, başta Türk kültür ve medeniyeti olmak üzere, çok
farklı kültür ve medeniyetler burada gelişme imkânı
bulmuşlardır. Dünyanın hiçbir coğrafyasında, ülke veya
devletinde bu himaye, sahiplenme ve hoşgörü yoktur. Örneğin IX
asıdan XI. asrın sonlarına kadar Sicilya İslâm Devleti’nden
günümüze intikal bir eser var mıdır ? Ya, Amerika’da Kristof
Kolomb’dan 25 yıl önce Osmanlı himayesinde kurulduğu yenilerde
açıklanan ve varlığı ileri sürülen devletten !.. Tekrarlamakta
fayda var. Endülüs medeniyetine ne oldu. Ya, Hun, Avar,
Türk-Bulgar ve Peçenek eserlerine ne oldu. Tarihi ve kültürel
eserler bir yana; Neden Avrupa 1760 yıllarında başlattığı
Avrupa’ nın Müslüman ve Türk soykırımları ile Türklerin tam bir
vahşetle tahliyesinden (tarihin en büyük tehcirinden) bahsetmez
!..
- Aslında, Türk tarihinin
derinliklerinde, gün yüzüne kasıtlı olarak çıkarılmayan,
Cumhuriyet hükümetlerinin de yeterince sahip çıkmadığı
gerçekler, bu günün sorularının hepsine cevap verecek derecede,
kapsam ve nitelikte büyük bilgiler içermektedir. Tıpkı,
bütünüyle yalan ve iftiradan ibaret Ermeni soykırım iddiaları
gibi, mevcut ve muhtemel pek çok iddia ve iftiranın yolu böylece
kesilebilir. Günümüzde tefessüh etmiş sözde Avrupa medeniyeti
geçmişinden korkmakta utanç ve hicap duymaktadır. Bu nedenle
tarihi karartmakta kendince haklıdır. Ama bizim korkacak neyimiz
var ?
- Türkler bilgeliklerini İslam’la
kazanmadılar, bilakis İslâm’la ivme kazandılar. Ama ne zaman ki,
arı-duru, saf ve gerçek İslâm’ı sulandırmaya kalktılar, işte o
zaman kaybettiler. Bu sözüm yanlış anlaşılmasın. İslam’ın
içindeki bilgelik ve kemâl derecesi / olgunluk saklı sırlar yine
Türklerin bilgeliğiyle insanlık alemine çok farklı ufuklar
açmıştır. Daha sonraları hurafelerle yozlaştırılan, din
tüccarlığına ve siyaset simsarlığına alet edilen ve
başkalaştırılan İslam yüzeysel ve taklidi hale gelince yani,
iktidarı yobazlar ele geçirince Türkistan'da doğan bilgelik de
şimdilerde yeraltına indi. Hala o yobazların çelişkili
ilmihalleriyle insanımız, bu bilgelikten, olgunluktan ve
safiyetten mahrum kaldı. Şimdilerde kadınların saçalarıyla,
başlarıyla, yazma ve baş örtüleriyle uğrasan bizler o zamanlar
evrenin sırlarıyla ilgileniyorduk. Ne oldu da İslam bugün ki
haline geldi? Neden bazı adetlerimiz, gelenek ve törelerimiz
batıl inanç olarak bir kenara itildi, atıldı ve Şamanizmden
gelen derin kültür ve bilgelik birikimimiz İslam’ı doğru
yorumlarken birden necis (pis) Arapların; Tıpkı Museviler ve
İseviler gibi tahrif ve tahrip ettikleri suni ve sapık (sözde)
dine inanmaya başladık ? (sapık din derken asla gerçek İslam’ı
kastetmiyorum) İste çözülmesi ve çözümlenmesi, aşılması gereken
soru ve sorun bu..
- TEKRAR HATIRLATALIM
- Orta Asya’dan göç edip gelen
Türklerin İlk yerleştikleri yerler Güney Doğu Anadolu’da bu
günkü Diyarbakır, Cizre, Mardin, Musul, Kerkük ve Zagoros
Dağları’nın batı etekleri olup; Yaklaşık 500 sene buralarda
hüküm sürdükten sonra bir bölümü Orta Asya’ya tekrar geri
dönmüş, kalanları ise Anadolu içlerine doğru ilerlemiş,
buralarda uygarlıklar kurarak, çoğalıp çeşitli kabileler, boy ve
soylara bölünerek muhtelif devletler kura gelmişlerdir.
- Nuh Tufanı efsanelerinde bu
hususta çeşitli bilgilere rastlanmaktadır.
- Önemine binaen tekrarlamakta fayda var. İslamiyet gelmeden
çok önceleri de TÜRK vardı. Dahası, zaten Türkler evvelinde de
Müslüman idi. Yukarda da değindiğimiz üzere, Şamanlık, orijini
NUH şeriatı olan; Hazreti Muhammedi (SAV) in vesile olduğu
“EKMEL DİN” in belki de sadece bir alt versiyonu idi. Şamanizmi
incelediğimizde bunu açıkça anlamak, taktir etmek ve görmek
mümkündür. Ahmet Yesevi’den intikal ve Yahudi asıllı bozguncu
Abdullah Bin Sebe (sebailik) ile hiçbir ilgi ve alâkası olmayan,
bütünüyle ‘nev-i şahsına münhasır’ Şii-Batıni karakterinde uzak,
saf İslâm ve ‘ehli Sünnet ve’l Cemaat’ esasını baz alan Hacı
Bektaş-ı Veli Aleviliğini incelediğimiz taktirde de aynı izlere
ulaşırız. Zira, Şamanizm ile İslâm arasında kayda değer ciddi
çelişkiler yumağı yoktur. Bu tarihi süreçte “orijinal İslâm,
adeta bir Türk İslâm’ı” biçiminde şekillenmiştir.
- Şüphesiz ATATÜRK’ de bunu
anlamış ve görmüştür. (26)
- Bütün bu tarihi ve tabii-doğal
gerçekleri inkâr eder ve yaklaşık 4000 yıldır bu toprakların
TÜRK olduğunu görmezden gelirsek, o zamanda düşman/batı derki
sana "mademki Anadolu’ya yeni geldiğini kabul ediyorsun, o halde
çek git" buradan. Ya terk et Anadolu’yu, ya da benim
dayattıklarımı kabul et. 1500 yıldır özellikle Türklere, 1400
yıldır da bütün insanlık ve İslâm alemine Papalıkça oynanan oyun
bu değil mi ?
- Ak-at Kralı Naram-Şin’in (M.Ö
2200) Anadolu seferlerini anlatan "Şartamhari" beyannamesinin
(kil tabletler) 15. maddesinde şöyle yazılıdır. “Türki kralı
İlsu-Nail” Yine Ak-at tabletlerinde; Mardin merkez olmak üzere,
güney Anadolu ve Musul,Kerkük dolaylarında yerleşik Hurriler de
Türk kavmidir. Hurri dilinin filolojik kökeni ve özelliği
Türkçe’ dir. Hurriler’in torunları Urartular da Hurri dili
özelliği taşıyan dile sahiptir. Hurriler proto-Türk
kavimleridir. Tıpkı Sümerler gibi. Anadolu Türk ün ikinci Vatanı
değil, Orta Asya ile birlikte en eski Yurtlarından biridir.
Anadolu ya (MÖ 700) Kafkaslardan gelen İskitler (Sakalar) Türk
kavmidir. Urartular’a devamlı saldıran Asurları tarih
sahnesinden silen İskitlerdir. Urartu başkenti Tuşpa (Van) da
Şamran suyu diye bilinen su kanalları Urartu mühendisliğinin
şaheseridir. Bugün Orta Asya da (Doğu Türkistan, Sincan) Şamran
suyundan çok daha ileri teknikte 4500 yıllık (yer üstü ve yer
altı) Karız ve Jinhan kanalları vardır. Karız ve Jinhan
kanalları, bu gün Çin sınırları dahilinde yer alan üç mimarı
harikadan biri olarak kabul edilmektedir.
- Büyük göçe neden olan bölgesel
kuraklık sırasında Tanrı Dağlarındaki suyu buharlaşmaması için
60 kilometre mesafeye taşıyan Karız kanallarının toplam uzunluğu
5100 kilometreyi bulmaktadır. Uzunlukları 4 ile 60 km. arasında
değişen Karızların sayısı 1800 civarındadır.
- Bu muazzam kanallar ve su
yolları, en az Mısır piramitleri veya Aztek / İnka tapınakları
kadar, hattâ onlardan çok daha önemli, gerekli, değerli ve
insani amaçlarla inşa edilmiş olup; Aynı dönemde demir ve bakırı
işleyen ve modern tarım yöntemlerini büyük bir başarıyla
uygulayan (27) Atalarımızın eseridirler. Bu eserler ve
benzerleri, bu günkü Tanrı Dağı ve civarından, Mezopotamya ve
Anadolu dahil çok geniş bir coğrafyada net bir biçimde görülür.
- Dikkat edilirse, atalarımızın
tarih boyunca inşa ettiği bütün eserler insanlık yararına,
- üretim ve hizmete yöneliktir. Hepsinde “kamu yararı” baz
alınmıştır. Çok önemli bir kültürel değer ve eser olan ve Türk
tarihine ışık tutan “Orhun Kitabeleri” ise, son derece mütevazi
boyutlarda inşa edilmiştir. Bunda ibret alınacak dersler vardır.
- Evet, şimdi Nuh Tufanını ve
Sümerleri baz alırsak bu topraklar, gerçekten de Atatürk’ün
dediği gibi yaklaşık 7000 yıllık; (*) Orta Asya’dan ilk göç
dikkate alındığında ise, en azından kırk asırlık (4000 yıllık)
Türk Yurdudur. Doğu Roma tarihi ayrıntılı bir biçimde
incelenirse eğer, günümüz için sürpriz sayılacak çok enteresan
bilgilere de ulaşmak mümkün görülmektedir. Dış düşmanlar ve iç
işbirlikçileri, bunun içindir ki; TÜRK’ e tekrar "yüksek, asil
ırkını, nadir harsını-kimliğini, kişiliğini, nadir kültür ve
medeniyetini öğreten” ATATÜRK e düşmandırlar.
- Burada Atatürk tarafından ortaya
atılan “Güneş Dil” teorisini de çok iyi anlamak ve bu bağlamda
inceleyip-irdelemek gerekir. Ancak, bu tez-teori Atatürk
zamanında her nedense fazla işlenmemiş, bir şekilde göz ardı
edilmiş ve 1938’den itibaren tarihi bir sır gibi saklanması
cihetine gidilmiştir. 1960’dan sonra ise kamusal ve kurumsal
alandan bütünüyle çıkartılmış bir teoridir. Ne yazık ki, hiçbir
Üniversite konuyla ilgilenmemektedir !..
- Mezkür çarpık zihniyetin fanatik ve dış bağlantılı,
işbirlikçi taraftarları işte 1938’ den bu yana, bazen açıkça
çoğunlukla da gizlice-sinsice ATATÜRK İlke ve inkılâplarını,
yani ‘KEMALİZMİ” menfur bir ‘grek orijinli’ karşıdevrimle yok
ederek, planlı bir şekilde rejimi ne olduğu belirsiz (dejenere)
ve ABD tarafından tam bir haçlı zihniyeti ile yazılan GERÇEK
FURKAN doğrultusunda "ılımlı İslam" modeline çevirmek için var
güçleriyle çalıştılar, çalışıyorlar, çalışmaktalar.
- Atatürk’ün cumhuriyetin
geleceğini emanet ettiği saf ve masum Türk gençleri ve
çocuklarına, emperyalist işbirliğiyle hazırlanan Atatürk sonrası
Tarih kitaplarına inatla "sen Anadolu’ya 1071 de geldin, medeni
değilsin, vahşisin, göçebesin, 1071 öncesinde Anadolu’da sen
yoktun” anlamına gelen ifade ve ilhamlarla, hattâ açıkça-alenen
yazıp, çizerek, niteliği henüz netleşmemiş ve orijini
tanımlanmamış “Türk-İslam sentezi” adı altında, namazsız,
niyazsız, imansız, şuursuz, takva dışı uyduruk bir “takiyye”
(din, inanç tüccarlığı) aşılamak için ellerinden geleni
yaptılar. Yapmaktalar. Bu günde: "Türk sen azınlıksın Anadolu
zaten mozaiktir, sen geleli 1000 yıl bile olmadı, senden önce
burada halklar vardı" tezini işliyorlar. Alt kimlik, üst kimlik
gibi, milli devletle örtüşmeyen saçma sapan görüşler ileri
sürüyorlar. Her biri asli-esas kurucu unsurlar konum ve
durumunda bulunan ve aralarında insani, medeni ve yasal
(vatandaş) hakları bakımından en küçük bir ayrılık-gayrılık
olmayan insanlar arasına fitne-fesat ve tefrika tohumları ekmeye
çalışıyorlar. Atatürk’ün Anayasası’ndan (1928) bu nedenle ve bu
art niyetle, bilinçli olarak “MİLLİ” sözcüğü kaldırılmış (1961)
ve parçalardan biri veya ‘bir kümenin elemanı/birim’ anlamına
gelen ve bu anlama yol açarak ‘ırkçılığı çağrıştıran,
ayrımcılığı teşvik ve tahrik eden’ milliyetçilik deyimleri
konulmuştur. Bu nedenle: “Cumhuriyetin en büyük ihanet ve
kırılma hareketi” 27 Mayıs 1960 başkaldırısı (ihanet hareketi)
dir.
-
- 22. Kaynak: Pitman, Walter; Ryan, William, "Noah's Flood:The
New Scientific Discoveries About The Event That Changed
History," Simon Schuster, 1998, ISBN 0-684-81052-2
- 23. Direnen Türkler, Müslüm Ulusoy, Tanı Yayın-Ankara, 2006
- 24. ÖZKAYNAK, 2006-49 – Aylık Dergi, s. 3, Ankara
- 25. ÖZKAYNAK, 2006-49 – Aylık Dergi, s. 3, Ankara
- 26. Atatürk’ün Kur’an Kültürü, Yard. Doç. Dr. Abdurrahman
Kasapoğlu – İlgi Yayınları, 2006-İstanbul ve Seni Anlasaydık Bu
Hale Gelmezdik, İbrahim Candan – Akasya Yayınları, 2005-Ankara.
- 27. Belde Gazetesi, 12 Eylül 2006 – Ankara
|
-
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
95 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
OYUN İÇİNDE OYUN, TERÖR VE SOYKIRIM
|
-
- Geçen sene Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) tarafından iki
İsrail askeri suçüstü yakalandı ve tutuklandı. Derhal harekete geçen İsrail,
sözde kaçırılan (!) askerlerini kurtarmak adına Lübnan’a girdi. Askerlerini
kurtardı. Bu nedeni gerekçe göstererek vahşi bir katliam yaptı. Sivil halkı
uzun süre tehdit ve bölgeyi tarümar eden misket bombaları attı. Bölgede günler
süren insanlık dışı bir terör estirdi.
- Daha önce benzer bir Abba baskını var. Sonra 20 küsur yıl önce
vaki ABD’nin İran baskını. Diğer İsrail ve İngiliz baskınları. Demem o ki, her
hangi bir devlet içinde veya bu devletin sınırları kullanılarak komşu bir
ülkeye vaki taarruz, fiili tehdit ve tecavüzlerde “mukabele-i bilmisil” hakkı,
uluslar arası hukukun kati bir hükmüdür.
- Şu hale nazaran bundan iki hafta önce ülkemize karşı, ABD
işgali altındaki Irak’ın kuzeyinden gelen 200 anarşist ve teröristin taarruzu
ve 8 askerimizi kaçırması tam bu kabilden bir tecavüzdür ve mutlaka misliyle
mukabeleyi muciptir. Oysa, Türk hükümeti tarafından uluslar arası bir hukuki
hak olan takip ve askerlerin kurtarılması yoluna gidilmedi. Rica, minnet,
pazarlık ve kamu vicdanını derinden yaralayan, hukuk sistemine halel getiren
ve hükümete olan güveni sarsan bir yol izlendi.
- OYSA...
- Sızma teşebbüsü, taarruz ve askerlerin gasp girişimine anında
ve derhal hiçbir tereddüde mahal olmaksızın hiçbir kademeden izin veya emir
beklemeksizin takiple mukabele edilmesi bir zorunluluktu. Bu aleni bir görevi
ihmal, suiistimal ve suçtur. Müsebbiplerinin “her kim olurlarsa olsunlar”
derhal muhakeme ve muaheze edilmesi şarttır. Aksi taktirde, bundan böyle
yaşanacak sorunların vebali bu suçlulara ait ve raci olacaktır. Bu işin oyuna,
düzene ve siyasete tahammülü yoktur.
- TÜRKİYE “TÜRKÇE” HAREKET ETMEK ZORUNDADIR.
- Çünkü, başta ABD olmak üzere 28 devletin dahli ile ülkemiz
üzerinde anarşi ve terör faaliyetleri yürüten çetelerin basite-hafife alınır
ve şakaya gelir bir yanı yok. Bu güne değin eşkıyanın verdiği zarar trilyon
dolarları bulmuş ve 40 bine yakın cana malolmuştur. Üstelik bu çeteler
dünyanın uyuşturucu, beyaz kadın, silâh ve patlayıcı madde ticareti yapan ve
fuhuş sektörünü yöneten uluslar arası bir suç örgütüdür. İlk başta ABD olmak
üzere; Teröre karşı tavır koyan bütün devletlerin bu şer ve şeytani harekete
karşı mücadele etmesi şart olmakla, iş maalesef böyle yürümemektedir. İşin
arkasında açık veya gizli Türk veya Türkiye düşmanı 28 emperyalist ülke
vardır.
- PEKİ NEDEN ?
- Nedeni şu ki; Türkiye Cumhuriyeti Atatürk’ün vefatından
itibaren amansız bir tehdit, dahili işgal, tasallut, psikolojik-asimetrik
savaş ve harici kuşatmaya muhatap olmakta ve maruz kalmaktadır. Gaflet ve
dalâlet içindeki siyaset ise zaman zaman bu haris emellere alet olmakta ve
milli devlet adına yapması gerekenleri yapmamaktadır.
- GELİN MESELEYİ ESASTAN ELE ALALIM:
- AKP’nin iktidara gelmesi ve AB katılım sürecinin hız kazanması ile
birlikte başta Kıbrıs konusu olmak üzere, Ermeni soykırımı, sözde “Kürt
Sorunu” (!) ve buna paralel (tamamlayıcı ve bütünleyici bir unsur olarak)
hareket edip faaliyet gösteren yasa dışı Ermeni terör ve tedhiş örgütü
militanlarına cesaret veren yeni bir af ve atıfet eğilimi gündemleri işgal
etmeye başladı. (bu konuda gündem oluşturanların Ermeni asıllı gizli bedhahlar
olduğu bilinen bir gerçektir) Hem de, ülkede yaşanan örtülü “deflasyon”,
bastırılmış enflâsyon, Milli değer ve objektif Maliyet esaslarına aykırı
olarak yapılan şaibeli özelleştirmelere; Dahası halkın içinde yaşadığı (günden
güne çoğalan) yokluk, yoksulluk, sistematik yozlaştırma ve genel olarak süren
çürümeye rağmen…
- Evet, bütün bu olumsuzluklara rağmen 1968’den itibaren
hain-çirkin yüzünü göstermeye başlayan, 1992’lerde tahribat boyutları artan,
ama aslında son 84 yıldır kesintisiz
- olarak sabırla sürdürülen 1997’de ivme kazanan ve AKP’nin iktidar olması
ile birlikte bütünüyle açığa çıkan, ağırlaşan ve yoğunlaşan sorunlar, güncel
hayatımızı doğrudan etkilemeye ve kendini iyice hissettirmeye başladı. Bir
taraftan anarşi ve terörden mütevellit bilânço kabarırken, diğer taraftan iç
ve dış borç baskısı, denk bütçe kavramını tarihe gömen faiz ödemeleri devleti
zayıf düşürdü ve milleti perişan ederek AB’nin pençesine sürüklenmemize neden
oldu.
- BU SÜREÇ İÇİNDE
- Türk ve İslâm dünyası üzerinde baskılar arttı. Yeni Türk
Cumhuriyetleri Soros, silâh tüccarı Dick Keni ve benzeri küresel siyaset
simsarları ile küresel kan emiciler olarak tanımlanan emperyalist vampirlerin
kıskacında kıvranıyor. Buna paralel olarak Türkiye Cumhuriyeti AB
emperyalistleri tarafından 40 yıldır legal ve illegal biçimde sıkıştırılmakta.
Elbette İslâm âlemi de boş bırakılmıyor. Demokrasi maskesi ardına gizlenen
büyük bir kültürel deformasyon--misyon saldırısı var. Amerikalı Neo Con’lar
sahte Kur’an bile ürettiler. Gerçek Furkan adı ile bütün arap ülkelerinde
dağıtıyorlar.
- SİLÂH, İLÂH VE İLÂÇ TÜCCARLARI
- Bunun gerisinde ise; Bütün şer, şeytani ve menfur emelleri ile “ahtapot”
un kolları mevcut. Avusturya da oturan değerli bir Türk bilim adamının deyimi
ile Silâh, İlâh ve İlâç tüccarları dünyayı soyup soğana çevirmekte. Muharref
İncil yoluyla hür ve hükümran ülkeler kıskaca alınıyor, sonra silâh satılıyor
ve kargaşa çıkartılıyor. Bu arada başta AIDS olmak üzere biyolojijk ve
kimyasal virüsler yayılıyor. Sonuçta bir yanda hastalık bir yanda yıkıcı
savaş. Bu kertede ilâç sektörü trilyon dolarlar vuruyor.
- Afganistan ve Irak işgal altında. Suriye ve İran takipte. S.
Arabistan, Kuveyt ve pek çok körfez ülkesi uydulaştırılmış. Afrika’da ki
Müslüman ülkelere gelince, iliklerine kadar sömürüldükten sonra kendi
kaderlerine terk edilmiş haldeler. Sudan ateşler içinde. Darfur da yüz
binlerce insan katledilmiş durumda. Dünyanın dört bir tarafında alçakça
soykırımlar devam ediyor. Kıbrıs ta barış tehdit altında. Hasılı; Basiret,
beka, inanç ve bilinç yoksunu Türk ve İslâm alemi hiç de iyi durumda değil..
İslâm alemi ise tümüyle tehdit altında. Pakistan da ki son olaylar da bir
büyük provokasyon.
- Üstüne üstlük, bütün bunları (sözde) insan hakları, demokrasi
ve barış adına yaptıklarını söylemiyorlar mı ! İşte, yalancılığın, mürailiğin,
sahtekârlığın, iki yüzlülük, çifte standart ve insanlık düşmanlığı’ nın
dikalâsı bu. Aslında yaptıkları, güncel haçlı seferlerinden başkaca bir şey
değil. Yazıklar olsun, bunlara inanan-kanan ve kapılan gafillere, cahillere ve
dalâlete düşmüş olanlara.
- Gelelim, bütün Türk ve Müslüman ülkelerin “Lider Devlet” (!?)
sanarak yıllarca ümit bağladıkları ve sonunda “hayali sükut ve hüsrana
uğratıldıkları” Türkiye’ye..
- YURTTA SULH, CİHANDA SULH
- Bizde de vaziyet maalesef pek de iç açıcı değil.Büyük
Atatürk’ün “Hür, hakim ve hükümran, özgür ve müstakil Türkiye’si” de
kuşatıldı. Yurtta Sulh, Cihanda Sulh vecizesinin hakiki anlamı çarçabuk
unutuldu. Hani ne demekti ? “Yurtta Sulh,Cihanda Sulh ?” Cevap: “Hazır daima
cenge, eğer istersen yurtta ve dünyada barış” Şimdi siz düşünün bakalım,
unutulmuş mu ? unutulmamış mı ? Bilinseydi eğer, Irak’ın kuzeyi ile pazarlık
mı yapılırdı ? yoksa operasyon mu ?
- İçerden satılmaya, dışardan yıkılmaya ve parçalanmaya çalışılıyor. İhanet
hem içerden ve hem de dışardan. Şimdi kurtarılmayı bekliyor. Bu bağlamda yakın
ve özgün tarihi şöyle bir gözden geçirelim:
- VEHAMETİN BOYUTLARI
- Yaşanan olaylar, vahim gelişmeler ve bütün bunların ardındaki
gerçek nedir ?
- Evveli malum olmakla, ahirine, en son 16 Aralık 2005 günü akil
insanlar ve gerçek bilim adamları tarafından düzenlenen İTÜ Ermeni
konferansına kadar olanına bir bakalım. Elbette bu arada ABD Temsilciler
Meclisindeki oylama ve içerde Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf
Halacoğlu’nun tespitleri de var. Burada olaylar bitti mi, elbette hayır. Süreç
bütün hızıyla devam etmekte. Ama, meselâ olayların çok belirgin bir şekilde
başladığı ve giderek yoğunlaştığı 4 Eylül tarihini baz alarak, yakın ve kısa
dönemi dikkatle inceleyip, irdeleyelim:
- Zira, hep söylerim: Nisyan (unutmak) ile maluldur hafıza-i
beşer.
- Ancak bizde, bir de unutturma ve milli hafızayı silme çabaları
var.
- Hatırlamaya çalışınız 1 Temmuz 2005 günü sabahı Eyüp Beyaz
isimli bir DHKP-C örgütü militanı Adalet Bakanlığına “canlı bomba”
girişiminde-saldırısında bulundu. Bu girişim büyük bir gözdağı ve doğrudan
devlete yönelik vahim bir tehdit’di. Neyse ki, her biri bir devlet timsali
kahraman, fedakâr, cefakâr ve vefakâr Türk Polisi tarafından önlendi.
- İşte bu olay, “yakın dönemin” düğmeye basma tarihidir. İyi
biline.
- Hemen arkasından sun’i bir gündem yaratıldı.Sözde aydınlar
(diğer bir anlamda karanlık güçler) ayağa kalktı. Tez elden, yaklaşmakta olan
AB müzakere süreci katılım belgesi arefesinde “kürt halklarının !?” henüz
kimseler tarafından tanımlanamayan sorunları gündeme taşındı. Sayın Başbakan
bu aydıncıklara acele randevu verdi ve 11 Ağustos günü gerçekleşen görüşmede,
ilk kez resmi bir ağızdan “kürt sorunu” lâfzı duyuldu. Akabinde şok etkisi ve
şaşkınlık. Ama, belirli kesimler çok memnun.
- Bu kez, 12 Ağustos’da Başbakan bir açılış için Diyarbakır’a
gitti ve orada “Evet, kürt sorunu vardır. Ben de kabul ediyorum” dedi. Tabii
mütareke basını çok memnun. Manşetler sözde “kürt sorunu” ile doldu taştı.
Ama, AB dışında kimseler bu sorunun ne olduğunu açıkça söylemedi. AB’nin
telâffuz ettiği ise, o günleri hatırlayanlar bilir, tam bir bölünme ve
parçalanma idi. Enteresandır buna parelel olarak sözde “Ermeni soykırımı”
meslesi de günün konusu haline getirildi. Diyasfora yanlıları kutsal “fikir
özgürlüğü” adına derhal “Ermeni tezi lehine” konferans hazırlıklarına
giriştiler.
- Ama ne hikmetse, bu girmeye pek meraklı olduğumuz AB ve
Ermenistanda fikir özgürlüğü yoktu. Fikir özgürlüğü oralarda “Kutsal” falan da
değildi. “Ermeni soykırımı yoktur” biçiminde doğru bir lâf etti diye koskoca
Türk Tarih Kurumu Başkan’ ımız Prof. Dr. Yusuf HALAÇOĞLU’nu tutuklamaya
kalktılar. Ermenistan benzer bir konferansa kesinlikle müsaade etmedi. Bilimin
ve belgenin konuşulacağı Avusturya toplantılarına da gelmedi. Üstelik, tam bir
küstahlıkla “belge falan tanımam” dedi.
- Aynı Türk Tarih Kurumu Başkanı bu defa da, tarihi bir hakikati
ortaya koyup, Türkiye de yaşayan “gizli Ermeni” faaliyetlerini açıkladığında
hakkında dava açıldı.
- Hani su bulandı ya, bu gibi hallerden yararlanmasını çok iyi
bilen Yunanistan, gözümüzün içine baka baka 31 Ağustos 2005 tarihinden
itibaren “Pontus Soykırımı ve Helenizm” adlı bir kitabı bütün okullarında
okutmaya başladı. Bununla da kalmadı. AB üyesi olmasına rağmen Batı Trakya’da
yaşayan Türk kardeşlerimiz üzerindeki baskı ve mezalimi arttırdı. Türk adı ve
lâfzının kullanılması hakkındaki yasağı pekiştirdi. Diğer taraftan da, Trabzon
ve havalisinde meskün Rumların (Romalı vatandaşların) hakları için bir dizi
menfur faaliyetler tezgâhlamaktan ve salt Türk menfaatlerini baltalamak için
Kuzey Irak’a çeşitli namlar altında memur ve misyoner yollamaktan geri
durmadı.
- Evet, gerçek o ki, düğmeye hakikaten basılmış idi.
- 4 Eylül 2005 günü Kuzey Irak’ta Türkmen nüfusun yoğun olarak
yaşadığı bir kent olan Telâfer’e, peşmergelerinde katıldığı (karadan ve
havadan) büyük bir saldırı başladı. Bölge kapatıldı. Yardım gönderilemedi.
Kızılay kamyonları Telâfer’e giremedi. Sonradan görgü tanıkları ve Kızılay
Genel Başkanı’nın açıkladığı üzere, orada yaşanan tam bir vahşet, soykırım ve
sistemli bir temizlik harekâtı idi.
- Bu katliam ve soykırımdan bir müddet sonra da Musul, Kerkük ve
havalisinde Türkmen tarihinin en büyük saldırı ve katliamları yaşandı. Göz
göre göre Türkmenlere ait arsa ve arazilerin gaspı ve demografik yapı ile
sözde Kürtler (Ermeni ve Yahudi asıllılar) lehine iskân hareketleri
sürdürüldü.
- Yani, Türkiye’ye adamakıllı bir göz dağı ve tehdit.
- Biz ne yaptık, elimiz kolumuz bağlı olayları seyrettik.
- Tıpkı, onur kırıcı ve müsebbipleri lânetli “çuval olayı”
gibi...Yönetim, orada asla vazgeçilmez olarak ilân edilen hassasiyetlerden,
tarihi haklar, Misak-ı Milli ve Kırmızı çizgilerinden ödün verdi. Bir-kaç ay
evvel tapu daireleri ve nüfus idarelerinin basılması yakılması ve yerleşik
devlet düzeninin tasfiyesinde olduğu gibi.
- Ama, bir taraftan da AB katılım belgesi hazırlanmakta…
- Hani şu Irak’ın kuzeyinde bir devlet kurulmasını, Türkiye’nin
en az 32 etnik parçaya bölünmesini isteyen; Gümrük birliği antlaşması ile
ülkemizi amansızca soyup soğana çeviren, siyasetimize, ticaretimize,
tarihimize, kültürümüze, sosyolojimize, Din ve inancımıza hayasızca karışan ve
ortalığı sürekli karıştıran AB...
- 22 Eylül’de gündeme yeni vukuatlar düştü. AB sürecini fırsat
bilerek ayağa kalkan Türkiye’deki Ermeni diyasforası (taraftar ve
yandaşlar/pamuk eller cebe’ci) bir grup aydın (!?) Boğaziçi üniversitesinde
yapmayı plânladıkları “Ermeni Soykırımı” ile ilgili ilk konferansın şiddetli
tepkiler nedeniyle ertelenmesi ve Başbakan’ın girişimi ile
2. konferansın 23 Eylül 2005 günü yapılma teşebbüsü İstanbul Bölge İdare
Mahkemesince durdurulunca, derhal AB komiserleri devreye girdi. Karara
şiddetle tepki gösterildi. Başbakan ise, “karardan üzüntü duyduğunu ve kararı
tasvip etmediğini” söyledi. Oysa, TTK Başkanı Sayın Yusuf HALAÇOĞLU konusunda
hiçbir AB’li üzüntü bildirmemiş, tam aksine sevinç çığlıkları atılmıştı. İşte, AB’nin iki yüzlülüğü, çifte standardı, demokrasi, insan hakları,
adalet ve hukuk anlayışı. Keşke bunu, koşulsuz katılım peşinde koşan akıl
fukaraları da anlasa ve bilse idiler. Aslına bilmediklerinden değil.
Şimdilerde Kırım’da olan sevgili Cem YAREN’in defalarca yazdığı gibi;
“pazarlamacı” bunlar. “sap’la samanı karıştıran, Türk milleti ve devleti’nin
tarihi misyonundan bihaber” gafiller…
- PROFESYONEL BÖLÜCÜ VE SOYKIRIMCILAR
- Osmanlıdan bu yana, kronikleşmiş, çaresiz bir “Türk Fobisi”
içinde kıvranan, Türk medeniyetine karşı aşağılık kompleksi duyan, tefessüh
etmiş uygarlıklarından hicabeden ve 24 saat uyumaksızın ülkemiz üzerinde
felâket senaryoları hazırlayan, milletimizin başına “gizlice-sinsice” menfur
belâ çorabı ören katil güruh. Tarihi bir araştırın bakalım:
- İnsanlık düşmanı kimmiş ? katil, soykırım ve katliam ehli
kimlermiş acaba ?
- Türk İstiklal Harbinde 'Ana karnındaki' bebekleri kılıçtan
geçiren, Doğu ve Batı Anadolu’da milyonlarca masum ve müsemma Türk’ün alçakça
katliamıyla ünlü, Ermeni ve Rum-Yunan çetelerini silahlandıran KUTSAL
Anadolu’yu işgalci (legal ve illegal) 7 DÜVEL kapitalist ve emperyalist
- Dünya
Devlerinin hezimete uğratılmasından sonra, her karışı ata kanlarıyla alınmış
topraklarımızda gözü olan, her fırsatta bizden yenilgilerinin öcünü “öcalan”
vasıtasıyla en alçakça metotlarla almaya çalışan: Arenalarda esirleri vahşi hayvanlara parçalattıran, Haçlı seferleriyle,
İspanyada İslâm ve Musevi katliamları, Dünya 'Düz değil' diyenleri ateşte
yakmayla, Kazıklı Voyvodalarıyla, Güney Amerikalı yerlileri ve Kızılderili
temizliği ile meşhur, Cezayir, Kongo, Hindistan Katliamlarıyla tanınmış, 2
Dünya harplerinde Toplu Yahudi Soykırımlarıyla, Japonya da ATOM–Vietnam da
Napalm, Lübnan da misket Bombalarıyla 'Kitle imha silahları' kullanmış,
Balkanlardaki 'Etnik temizlemeye' sessiz, İşgal edili Irakta Milyonların
ölümünden sorumlu;
- Karanlık geçmişi gibi bugünde “ELİ KANLI” karalık emeller güden zalim,
bize hiçbir zaman örnek olamamış, haysiyet, namus, iffet ve şeref duyguları
erozyana uğramış, paraya tapan ve paradan başka hiçbir değer tanımayan, BOP-BİP
Büyük Ortadoğu projesinde Irak'ı: Sünni, Şii ve Kuzeyde KÜRT (Ermeni) devleti
olarak “MUTLAKA 3 PARÇAYA BÖLME” gayretli içinde olan Amerika Birleşik
Devletleri gibi çifte Standartlı, mutasyona uğramış İKİ YÜZLÜ BATI,
Masum-müsemma bebek, 70’lik ihtiyar, silâhsız-savunmasız kadın ve yaşlı Kürt
kardeşlerimizi katletmiş insanlık düşmanı PKK’ya çanak tutmaya, yardım ve
yataklık etmeye devam etmekte kararlı.
- HAFIZALARI TAZELEME ANISINA
- Lütfen ! bu ve bundan önceki bölümler ile daha sonra yayınlanacak
bölümleri dikkatle takip ederek; Geçmişi Kanlı, geleceği karartmaya kalkışan,
haysiyet yoksunu Batı Budalası Anadolu da 'Doğmamış bebekleri' ana karnından
çıkarıp Kılıçlayabilen 'Ermeni-Rum hayranı' kimliksiz Şerefsizler inadına,
tanıdığınız herkese okutun ve iletin.
- Özellikle AB yanlısı olduğunun haykıran ve bu menfur yolda
yırtınan-çırpınan gafil, cahil ve dalâlette olanlar bunu bilsin. Nasıl bir
oyunla, düzenle karşı karşıya olduğumuzu ve bilhassa şu anda lânet bir
terör-tedhiş örgütü görünümünde 28 devlete karşı (dahilde ve hariçte) nasıl
bir mücadele verildiği iyi bilinsin. Bu işin en başında hariçte Ermeni ve
Rum-Yunan unsurları ile dahilde yine Rum-Yunan ve gizli Ermenilerin bulunduğu
açıkça görülsün.
- HANİ BİLİMSEL AMAÇLI MASUM BİR KONFERANSTI !..
- Biraz gerilere, 2005 yılı Ermeni konferansına uzanalım:
- Bu Ermenicilerin konferans için seçtiği gün’de enteresandı;
- 23 Eylül 1991 Ermenistan’ın Rusya’dan bağımsızlığını kazandığı
gün…
- Ama olmadı. Son anda, birinci toplantıya şiddetli tepki
gösteren Adalet Bakanı’nın verdiği bir akılla, konferans adres değiştirdi.
Yasal yasağa muhatap olan adres (Boğaziçi Üniversitesi) yerine Bilgi
üniversitesi seçildi. Ve, 24 Eylül 2005 günü, yani 24 Eylül 1920’de “Doğu
cephesinde Bardız ve Kötek katliam ve soykırımlarının ifa ve icra edilerek
22.856 Türk’ün alçakça ve hunharca katledildiği” bizim için çok acılı (onlar
için’se bayram olan) bir tarihin yıldönümünde bu konferans yapıldı. 1916’da
aynı gün Tokat-Erbaa’da da yolu kesilen 312 Türk Ermeniler tarafından
katledilmişdi…
- Çok enteresan bir rastlantı daha var. Konferans için seçilen
gün aynı zamanda İsmet İNÖNÜ’nün de (1884-İzmir) doğum günü idi. Hiç olmazsa
CHP harekete geçerek; Türkiye aleyhine olan bu konferansın, böyle önemli ve
anlamlı bir günde yapılmamasını isteyebilirdi. Fakat, böyle bir talep vaki
olmadı. Öteden beri Ermenilerin 3T (tanınma, toprak, tazminat) teorisi
bilinmesine rağmen mukabil olarak harekete geçen olmadı. Neden sessiz, pasif
ve palyatif kalındı bilinmez. Lâkin araştırmak gerek. Zira, Atatürk’ten beri
bu hep böyle. Neden?
- “İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri; Bilimsel
Sorumluluk ve Demokrasi” konferansı, bu konuda dünyanın tek ve en tolaranslı
ülkesi olan Türkiye’ de “en vahim Ermeni katliam ve soykırımlarından birinin
yaşandığı ve Atatürk’den sonra gelen” ikinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün
doğum gününde yapıldı.
- ERMENİ KONFERANSI VE AB NORMLARI
- Bu konferans, tam bütün yönleriyle AB’cilerin demokrasi, insan
hakları, adalet ve hukuk anlayışına uygun bir tarzda cereyan etti. Bütün AB
insan hakları kriterlerine uyuldu. Sanki bu şer cephe konferansı İstanbul’da
değilde, meselâ Paris’te yapılmakta idi. Gerçeklerin açıklanmasına kesinlikle
izin verilmedi. Türk tezini, gerçek bilim ve tarihi savunanlara söz hakkı bile
tanınmadı. Hattâ, konunun uzmanı olan bilim adamları “katılma istemlerine
rağmen” davet edilmedi, hasbelkader orada bulunanlar “Ermeni soykırımı yoktur,
bu iddialar yalan ve iftiradır” demeye yeltenince tartaklandılar. Tertipçiler
oturuma derhal ara vererek, efendi ve sahiplerine mahçup olmamak için “bilimi,
bilinci ve tarihi” dışarı attılar.
- Olayın abartılması, ısmarlayan ülkelere pay çıkartılması ve
Türkiye’nin arkadan vurulması konusunda akredite medya dediğimiz “mütareke
basını” elinden geleni hakkıyla ve lâyıkıyla yaptı. Zaten, ihanet, gaflet ve
dalâlet ancak bu kadar olabilirdi. Oysa, Türk tezi ve tarihi hakikatlere
ilişkin olarak (önce veya sonra yapılan) hiçbir faaliyet bu “hortumcu medyada”
bir-kaç satırdan öte yer almadı.
- AİHM’DE BUNLARDAN YANA
- Neden ? Nedeni çok basit. Çünkü, ipi “puştun” elinde olan
sürecin gereği bu’da ondan. Türkiye, kendi kriterlerini dayatmadığı sürece’de
bu süreç böylece sürer gider. Gider, çünkü Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de
bunlardan yana. AB Adalet Divanı bir hak, adalet ve hukuk kurumu değil. Tam
aksine siyasi bir örgüt. Türkiye aleyhine alınan kararlardan hangisi adalet ve
hukuka uygun. Tabii ki kahir ekseriyeti elbette aykırı, siyasi ve keyfi.
- Tarihler 2 Ekim’i gösterdiğinde; MHP Genel Başkanı Devlet
Bahçeli Tandoğan da miting yapmaya durdu ve “Türkiye ihanet içinde” diye
haykırdı. Peki, siz AB’ye karşı’ mısınız sorulduğunda ise; “Hayır, biz AB’ye
karşı değiliz. Ancak, ilkeli, onurlu ve doğru bir konumda katılma taraftarıyız
!?” diye cevap verdi. Bu ne iş? Nasıl sakat bir anlayış? MHP milliyetçi,
ulusalcı (nasyonal) bir parti değil mi !, ya AB, enternasyonal bir örgüt.
Anayasa taslakları ortada. Nasıl katılırsan katıl, sonunda ortada Milli Devlet
diye bir şey kalmayacak. Peki, MHP ve Devlet Bahçeli bunu bilmiyor mu Allah
aşkına !
- Burada ya bir bilinç noksanlığı var, veya süreç tahkim
edilmekte !..
- Zira, bu mitingin ertesi günü “tarama süreci” başladı.
- Nasıl ? Bilinen ve belli olan tarafı ile “Milli Dava Kıbrıs”
feda edilerek. Ve dahi, pek çok fedakârlık (yani taviz) yolu açılarak, yahut
da verilerek… Tandoğan mitingi üzerinde yapılan tartışma ve konuşmalar
haftanın gündemini işgal ettiği için, verilen tavizler ne yazık ki gölgede
kaldı. Lâkin süreç hız kazandı.
- Hız kazanan süreçte Ermeni diyasforasına pompalanan moral
dopinge ilâveten bir de maddi destek sağlamak gerekiyordu. Hem içerden (ihanet
şebekeleri) ve hem de dışardan (kıskaç operasyonu) saldırı gerçekleştirmek
için… Nitekim beklenen oldu. Bir tarafı TSK gölgesinde neş’et OYAK’ın Fransız
ortağı AXA sigorta şirketi aleyhine açılı dava 13 Ekim 2005 günü derhal karara
bağlandı. Ermenilere 17 milyon dolar tazminat ödendi, dahası bu
“illi/iğrenç-insanlık dışı” davalarında mahrum ve muhtaç olmasınlar diye 3.5
milyon dolar daha “diyasforalara” bağış yapıldı.
- Böylece “süreç” hızlandırıldı. Güçlü, paralı ve kuvvetli
kılındı.
- 24 Ekim günü MGK, “Milli Siyaset Belgesini” yeniden tanzim ve
tahkim etmek üzere toplandı. Tahkimatın “ulusal değerler öne çıkarılacak, her
türlü haksızlık, hırsızlık ve yolsuzluk önlenecek, adalet ve hukukun
hakimiyeti sağlanacak, hür, hükümran, özgür ve müstakil Türkiye
Cumhuriyeti’nin bu vasıfları, eşit ve adil katılımın sağlandığı güne kadar
garanti altına alınacak ve her ne pahasına olursa olsun anarşi ve terör
kurutulacaktır” biçiminde çok özgün, kesin kararlar ve değişiklikler
bekleniyordu. Boşuna beklendi.
- Olmadı. Bunun yerine “bröve” tartışmaları başladı.
- Arkasından Meslis bahçesindeki Muhafız alayı kaldırılsın
vaveylâsı…
- Derken bir emekli General; “Artık TSK’ya Mehmetçik denilmesin,
Şehit ve Gazi gibi söz ve söylemler orduda kullanılmasın...” demeye durdu. Bu
gaflet ! ne dalâlet ! Bu sersem bilmez mi ki, bütün Hıristiyan subaylarının
yakasında haç vardır. İncil üzerine yemin ederler, Türk ve İslâm alemine
yönelik bütün seferlerini “haçlı” ruhu içinde yaparlar.
- Bir yanda bu tartışma ve karşılıklı atışmalar sürerken, diğer
taraftan 1 Kasım günü Şemdinli olayları patlak verdi. Hem de tam bir isyan
provası olarak.. Tıpkı şimdi yaşanan ve 8 erimizin esir alınıp sınır ötesine
götürüldüğü trajedi misal. Çuval olayı da tabii ki hafızalarda !
- İş bununla kalsa iyi. Aslında ortalık toz duman. Buna mukabil
teyakkuz halinde olması gereken devlet durmuş ve dumura uğramış vaziyette. Her
şey oluruna terk edilmiş. Sorumlu mevki ve makamlarda oturanlar kişisel hırs,
ihtiras ve çıkar peşinde. Vatandaş; Savuma ABD’ ye, maliye IMF’ye ve kalanı
AB’ye ihale edilmiş durumda. Hükümet ne yapsın. Elinde işi gücü kalmamış ki..
Diye alaylı bir eleştiri içinde. Yalan-talan, rüşvet, iltimas, sahtecilik ve
suistimal olanca hızıyla sürüyor. Yozlaşma, gericilik ve yobazlık hükmünü icra
ediyor.
- İrtica baş örtüsüne karşı direniyor. Mürtecilerin karar mercii
AİHM, bahis konusu İslâm olunca “insan hakları,adalet ve hukuk” rafta ve lâfta
kalıyor. Karar nasıl ısmarlanmış ise öyle çıkıyor. İmam-Hatip meselesinde bir
adım ileri iki adım geri atılıp YÖK’le çelik-çomak oynanıyor. Van, Bolu, Muğla
derken sansasyon, heyecan, gerilim, bunalım ve sanal buhran yaratılarak,
gerçek kriz geçiştirilmeye çalışılıyor.
- İÇERDE NE VAR ?
- Peki içerde yaşanan kriz hangi boyutta ?
- Buna hiç bakan yok. Hani Hükümet enflâsyonu düşürme azim, irade ve
kararlılığında idi ya; Efendiler önce DİE’nün hesap usulünü hile ve desise ile
değiştirdi. (CHP konuyu iptal istemi ile Anayasa Mahkemesi’ ne götürmektedir)
Sonra, başta petrol ve tekel ürünleri, doğalgaz, sigara, elektrik ve suya
yüklendi. Bunlar ki, sanayinin temel girdileri ve enflâsyonun ana
belirleyicileridir. Buna rağmen enflâsyon çıldırdığı halde kâğıt üzerinde
görülmedi. Sadece fahiş kâr ve Deflâsyon etkisi ile sadece beyaz eşya, tekstil
ve “zorunlu gıda dışı” diğer/tali tüketim mallarının fiyatı düştü. Ama hayat
pahalandı. Yaşam zorlaştı. Yoksulluk arttı. Maaşlar enflâsyona endeksli
tutulduğu için gelir iyice azaldı. Emeklilerin neredeyse tamamı ile
çalışanların büyük bölümü açlık, kalanı da yoksulluk sınırının altına düştü.
Yaklaşık beş milyon nüfusun geçim aracı “asgari ücret” açlık sınırının
neredeyse yarısı miktarında (408 YTL) belirlendi. Bu millete yazık, günah.
İşverene yük getiriyor diye milyonlarca insan açlık, yokluk ve sefalete mahkum
ediliyor.
- Oysa, asgari ücreti yüksek-gerçekçi tutmanın yolu ve çaresi
çok basit.
- Ama bunu yapmak için “adil ve hakim bir hukuk devleti olmak
gerek”
- Olamıyorlar. Olmak işlerine gelmiyor. Neden ? Çünkü, yeniden
vekil olmak gibi bir ihtiras, hırs ve kompleks bunu engelliyor. Var olanların
amacı: Halka ve hak’a hizmet değil. Sadece ve yalnızca kendi nefslerine,
çıkarlarına ve efendilerine hizmet. İş böyle oldukça memleket bataktan
çıkmıyor. Refah tabana yayılmıyor. Tavanda hakim olan yozlaşma tabana doğru
yayılarak hükmünü icra ediyor. Mesele bu…
- KLÂSİK HALK PARTİSİ ZİHNİYETİ
- Bu arada, klasik Halk Partisi zihniyeti ile AKP çevresinde özenle
yaratılan dar bir “mutlu azınlık” devletin rantını sömürmeye, kayıt ve kapsam
dışı kalmaya, vergi kaçırmaya ve fırsat buldukça “yasa dışı yollardan”
nemalanmaya çalışıyor. Belirli ürünlere yapılan haksız, adaletsiz ve suni
zamlar bu kesimin işine yarıyor. Kaçakçılık, sahtecilik, haram kazanç,
uyuşturucu, silâh ve beyaz kadın ticareti şaşırtıcı boyutlara ulaşıyor. Asi,
hain ve eşkiyanın cirit attığı bölgeler elektrik, su parası vermiyor. Vergi
ödemiyor. Doğu gaddarca batı’yı sömürüyor. Böylece, adeta bir suç ve suçlu
cenneti haline getirilen Türkiye’de devlet, küçük esnaf ile dar ve sabit
gelirli kesimin vergisine muhtaç ve mahküm hale düşürülüyor, o kesim “mezalim”
derecesinde sömürülüyor.
- Neden ?!.. Hangi devlet ve hükümet halkını bu kadar ihmal
etmek ister.
- Günümüzün Düyun-u Umumisi IMF böyle istiyor da ondan.
- Osmanlı’nın çöküşü Fransa’dan aldığı ilk borçla başladı.
- Her türlü fitne-fesat o borç para ile geldi. Osmanlı bitti.
Fitne bitmedi.
- Bilâkis, Osmanlı’nın borcunu bitiren DP bitirildi. Masum ve
müsemma Başvekil Menderes, Polatkan ve Zorlu asıldı. Türkiye’yi 200 milyar
zarara uğratan ve 35 000 kişinin katili olan eşkıya’nın ise kılına bile
dokunulamıyor. Evet, devir-devran işte bu kadar değişti. Tabii ki, devri
cebren ve hile ile değiştirenler “standart gündem ve sabit süreç sahipleri”
boş durmamakta.
- HARİÇTE GÜDÜLEN GÜNDEM
- Dahilde olup biteni saydık. Bir’de hariçten güdülen gündeme
bakalım:
- Bir kere “Kürt sorunu” telâffuz edildi ve Başbakan tarafından
kabul gördü ya, şimdi de “alt kimlik—üst kimlik” teraneleri aldı yürüdü. Oysa,
yaşanan anarşi, terör ve tasallutun Kürt kardeşlerimizle hiçbir ilgi ve
alâkalarının bulunmadığı zaten ayân olmuştu. Amma araya tam bir ustalıkla,
PKK’ya af ve akabinde seçim barajının düşürülmesi talepleri sıkıştırıldı.
Menfur maksat, önce potansiyel suç unsuru kadroları (1974 affında olduğu gibi)
dışarı çıkartmak, sonra plânlandığı gibi etnik temelde “bölücü” bir siyasal
yapılanmaya zemin hazırlamak. Azınlık üretme işine hız kazandırmak. Etnik ve
mezhepsel ayrışmayı tahrik etmek. AB, Mason ve misyoner işbirliği içinde
mukadder sona doğru ilkeyi sürüklemek.
- Yanı sıra, ABD tarafından özellikle Patrikhane ve Ekümenik
meselesi, Heybeli ada Ruhban Okulu, Avustralya tarafından Çanakkale-Gelibolu
anzak mezarlığı, AB ve Türk Solu tarafından Ohannes Pamuk ve Hrant Dink konusu
kaşınıyor. TCK’nun 301. maddesi gündeme getiriliyor ve yargıya müdahale talep
ediliyor. Oysa, daha önce aynı suçtan mahküm H.Celâl Güzel ve diğerleri için
nedense kılları bile kıpırdamamıştı.
- Şimdi hatırlayınız. Bir ay önce “insan hakları” adalet ve
hukuk yokluğu, devlet mezalimi, ikinci sınıf vatandaş muamelesi ve sair
ekonomik ve sosyal sorunlardan dolayı Paris’te başlayan ayaklanma bütün
Avrupa’ya yayıldı. Binlerce araç yakıldı. AB ve Fransa ne yaptı, en insanlık
dışı yöntemler, şiddet ve vahşetle olayları bastırdı.
- Tam zamanı gelmiş ve büyük bir fırsat ortaya çıkmıştı. Neden
TBMM İnsan Hakları Komisyonu AB gibi bir heyet teşkil ederek olay yerine
gitmedi. Fransa neden kınanmadı ? Küresel siyaset bu mudur ? Tam fırsat çıkmış
iken bu atalet, zafiyet ve çekingenlik niye. Bizim dışişleri ne yapar. Neden
ortam hazırlamaz. Açılım-atılım yapmaz. Olabildiğince pasif, sessiz ve
palyatif durur !? Bu yüzden Ermeni ve Rumlar büyük mesafe kat etmedi mi ?
- Devam edelim. Bizim dışişleri bir alem. Sanki monşer sultası
halâ sürmekte gibi. Hani derler ya: “Türkiye de İçişleri, Dışişleri, Milli
Eğitim ve Maliye Bakanları asla Türk’ten olmaz” diye ! Bunun elbette doğru
olması mümkün değildir. Zira, bu bakanlıkları dönme ve devşirmelere verecek
kadar Türk ve Türkiye düşmanı bir başbakan düşünmek mümkün değildir. Amma,
Allahu alem insanın kafası karışıyor. Lâkin, olup bitene bir bakınız. Louzidiu
davası Rum asıllı bir avukata verildi. Dava kaybedildi. Tazminat verildi.
Vahim bir yol açıldı. Şimdi de, “KKTC’de emlâk iadeleri, taşınır ve taşınmaz
malların tazminat talepleri” gündemde. Kanun kabul edildi. Rumlar Louzidiu
emsalini kullanarak muhtemelen Türkiye’yi 40 milyar dolar zarara sokacak.
- BU’DA RUMLARIN 3T KURALI !
- Evet, Rum ve Yunan da Ermenilerin yolunu izliyor. Aynı
stratejiyi uygulamaktalar. Tanınma, Toprak ve Tazminat. Bu gidişle Kıbrıs’ı da
aynı akıbet bekliyor. Peki Hükümet, buna misilleme olarak 1960-1974 arası
Kıbrıs Türkleri’ne verilen zarar, hasar, soykırım, gasp ve katliamların
hesabını neden sormaz ? Niçin tazminat talebinde bulunmaz ? Tam zamanı değil
mi !? Dışişlerinin bir görevi de bu alanda “mukabele-i bilmisil” yapmak ve
mütekabil alternatif politikalar üretmek. Neden gereği yapılmaz. Niçin daima
savunma pozisyonunda kalınırda, kamu vicdanına rağmen taarruza geçilmez.?
- Bu milletin mâşeri vicdanı ATATÜRK’tür.
- Bakınız, Mareşâl Mustafa Kemâl Atatürk’ün devlet yöneticiliği
ve yönetmek üzerine veciz düşünceleri: “Yönetmek; özellikle bir sistemi, bir
ülkeyi yönetmek; ESTETİK, BİLGİ,
SEVGİ, SAYGI ve YETENEK gerektiren zor bir sanattır HİÇBİR MAZERET BAŞARININ
YERİNİ TUTAMAZ.” (M.Kemal Atatürk)
- Bir de, milletvekilleri dahil olmak üzere demokratik yollarla
seçilerek gelinen görevler münasebetiyle yapılan yeminlere bakalım: “Devletin
varlığını ve bağımsızlığını, yurdun ve milletin bölünmez bütünlüğünü, halkın
kayıtsız şartsız egemenliğini koruyacağıma; adalet ve
hukukun üstünlüğüne, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti ve Atatürk
ilkelerine bağlı kalacağıma; halkımın refah ve mutluluğu için çalışacağıma;
her yurttaşın insan haklarından ve temel hak ve özgürlüklerden yararlanması
ülküsünden ve Anayasaya bağlılıktan asla
ayrılmayacağıma; (bu yemin eden her kim olursa olsun yeminini arkasında durmaz
ise onun peşinde olacağıma hiç bir siyasi güdüme girmeden tarafsız olarak bu
suçları yayınlayacağıma ve kesinlikle kimseden destek almadan tek halkın
düşüncelerini yaşatacağıma kanımın son
damlasına kadar bu milletin hizmetinde olacağıma) namusum ve şerefim üzerine
and içerim”
Fakat, her ne hikmetse bu yemine genellikle uyulmaz ve yeminler
çarçabuk unutulur.
- İŞTE GERÇEKLER
- AB’nin bütün söz, vaad ve taahhütlerine rağmen KKTC halâ
ekonomik abluka, ambargo, siyasi, sosyal, iktisadi, ticari ve hukuki izolasyon
baskısı altında. Bunca taviz ve ivaza rağmen kalkmadı. Her hangi bir iyileşme
olmadı. Mesele “Milli Kahraman” Dr. Rauf Denktaş’ın diskalifiyesi idi.
Başardılar. Harcadılar. Özel bir görevle Talât’ı oraya getirdiler. Kıbrıs’ta
en güçlü mukavemet unsuru kırıldı. Köprüler yıkıldı. En etkin ve mukavim kale
düştü. Kıbrıs palikarya oyunları ve AB yalanlarına kurban edildi. Baştan sona
bu sürece katkıda bulunan ve taviz verenlerin hepsi “vatan haini” değil de
nedir.
- Avrupa emperyalizminin kirli ve iki yüzlü politikaları, yalan,
oyun ve düzenleri bununla bitmiyor. Yukarda kısaca bahsettiğimiz ve aşağıda
bütün ayrıntılarına gireceğimiz; 1948 karar, antak ve antlaşmalarına aykırı
olarak ıstrarla gündeme taşınan Ermeni soykırımı meselesine şimdilerde
TUSİAD’da alet ediliyor. Bu gidişle TCK yeniden gündeme gelecek ve muhtemelen
AB talimatları doğrultusunda 301. madde değiştirilerek, tam “ihanet
şebekeleri” AB’nin istediği hale gelecek.
- Ondan sonra görün olacakları.
- “Ermeni soykırımı konusu” tıkandığı yerde bir “kriter” haline dönüşecek.
- Ardından Yunanlılar “Yunan-Rum” soykırımı’nı gündeme
taşıyacaklar.
- Olmadı. Bu defa “Kürt soykırımı” ileri sürülecek.
- Türkiye, daha 90 yıl önce 20 milyon km2’ye yayılan mal ve
mülkleri, vakıfları, imaret ve külliyeleri tapulu arazileri üzerinde bir hak
iddia etmezken; Bu topraklarda soykırım, katliam ve tehcire uğramış
milyonlarca Türk’ün hakkını aramayıp, tazminat taleplerinde bulunmaz iken,
onlar bunları tek tek yapacaklar. Gündeme getirecekler. Sonunda bir şey
alamasalar veya yapamasalar bile, ülkenin iyice geri kalmasına, telâfisi çok
zor olacak zarar ve tahribata neden olacaklar.
- Zaten, en ümitsiz şartlarda bile istedikleri bu değil mi !
- Bu nedenle, esas konuya geçmeden bölümü şöyle bağlamak
istiyorum;
- “Ey Türkiye, Türk Halkı ve Türk Hükümeti kendine gel. Bu
kefereye “milli maliyet” hesabı yapmadan mal satma. Yerel ve lokal hesaplara
dayalı özelleştürme yapma. Onlar ta, Fatih Sultan Mehmet Han döneminde
“fetihle” ellerinden çıkan mülkün hesap ve tazminatını almaya
yeltenirken;Sen,Viyana kapılarından Hindistan’a, Venedik’ten Kanarya
adalarına, bütün Kuzey Afrika gasp ve katliamlarına kadar her hakkın, kayıp ve
soykırımın peşine düş. Onlar hesap sordukça sen de sor. Mukabili-
(mütekabiliyet) olmadıkça hiçbir konuya girme. Ve asla kimseye TAVİZ
VERİLMESİN”
- Şimdi gelelim ana konumuza.
- Yukarda yazıp, açıkladığımız ve sayıp döktüğümüz bütün
konuların anası.
- Entegre bir konsept; Ermeni soykırımı konusu.
- Bu konuda en “objektif” konferans 16 Aralık 2005’de yapıldı.
İşte ayrıntılar:
- Önce ilginç bir ayrıntıyı arz edeyim. Şöyle ki; Konferans
düzenlenmeden, daha önce bahsettiğimiz Bilgi Üniversitesi’nde “diyasfora
yanlısı ve Türkiye karşıtı” olarak yapılan malum konferansın bütün
konuşmacıları ile bilâhare, açıklanan Ermeni tezi’ni destekler mahiyette
demeç veren, yazı yazan ve canlı yayınlara katılan bütün “aydın” lara davetiye
göderildi. Başta Ermeni bilim adamları olmak üzere hiç birinden bir tek olumlu
cevap dahi alınamadı. Güdümlü plâtformlarda tek başlarına atıp-tutan kişiler
“bilimin ilke, norm ve kriterlerine uygun ve tamamen objektif-tarafsız bir
yaklaşımla hazırlanan bu konferansa katılmak istemediler. Daha doğrusu
kaçtılar. Bunun üzerine, organizasyon komitesi Türkiye’de bir ilk’e imza
atarak aşağıdaki bildiriyi yayınladı:
- “ERMENİ GÖRÜŞÜNÜ ANLATACAK BİLİM ADAMLARI ARANIYOR”
- Önce, Sivil Toplum Kuruluşları Birliği
Platformu’nun (STKBP) 15-16 Aralık 2005 tarihlerinde İstanbul’da düzenlenen
“Türk-Ermeni İlişkilerinde Tarihi Gerçekler” konulu sempozyumda Ermeni
görüşünü yansıtacak bilim adamları arandı. Aslında katılmak ve sunum yapmak
isteyen çoktu. Fakat, sunumlarının arkasında durabilecek cesaretleri yoktu.
- Sempozyuma davet edilen Ermeniler, inatla
soykırım iddialarını tartışmayı reddederek katılmayacaklarını belirtiler.
Daha önce yine İstanbul’da benzer bir konferans düzenleyerek katılımcıları
bırakın, dinleyicileri bile kendileri seçerek soykırım olduğunu iddia eden
demokrat! aydınlar! da sempozyuma katılmaktan imtina etti. Konuya ilişkin
olarak Platform adına yazılı bir açıklamada bulunan Prof.Dr. Aysel Ekşi,
aralarında Bilgi Üniversitesi'nde gerçekleştirilen konferansa katılanların
da bulunduğu bazı kişilerin de daveti geri çevirdiğini veya tekrar tekrar
aranmalarına rağmen yanıt vermediklerini ifade etti.
- Türkiye ve Türk tezi aleyhine düzenlenen
Ermeni konferansının biraz inceleyelim:
- Sempozyumda iki tarafın da görüşüne yer verilmesini istediklerini
kaydeden Prof. Dr. Ekşi, “'Ancak Ermeniler sempozyumda soykırım iddialarını
tartışmayı reddetti, konferans zoraki tek yanlı olacak'” dedi. Sempozyumda,
olayların canlı tanıklarının da konuşacağını belirten Prof. Dr. Aysel Ekşi,
ayrıca aynı günlerde 23 derneğin bir araya gelerek oluşturduğu “Asılsız
Ermeni İddialarıyla Mücadele Federasyonu” nun düzenlediği ve Ermeni
soykırımı yalanlarına karşı gerçek kesimlerden oluşan bir serginin de
açılacağını kaydetti.
“SOYKIRIM YOKTUR” DEMEK “YASAKTIR” UTANCI”
- Elbette bu hukuken ve ahlâken bir utanç vesilesidir. Lâkin
AB’nin ar damarı çatlaktır.
- Prof. Dr. Ekşi, sempozyuma davet edilen bazı Ermeni bilim adamlarının
“Önce soykırımı tanıyın” şartını koştuklarını belirtti. Prof. Dr. Ekşi, Erivan
Devlet Üniversitesi Rektörü Prof. Radik Martirosyan’ın, “Davetinizde soykırım
yerine ‘savaş trajedisi’ demeniz bir gerçeğin inkarıdır. Bu gerçek birçok
parlamento tarafından tanınmıştır. Başta Fransa ile İsveç, Norveç ve İsviçre
olmak üzere bazı ülkelerde ‘soykırım yoktur’ demek suçtur’ diyerek daveti
kabul etmediğini bildirdi. Michigan Üniversitesi Ermeni Araştırmaları Merkezi
öğretim üyesi Prof. Dennis R. Papazian’ın da ''Sempozyuma Ermenistan'dan
katılan olursa geleceğini, aksi takdirde sempozyumda yalnız kalmak
istemediğini'' belirttiğini vurguladı.
- Türkiye’ye gelerek gerçeklerle karşılaşıp yüzleşmekten ve
tartışmaktan kaçınan Martirosyan' ın sözleri, Ermenilerin soruna ne denli
bağnaz ve ön yargılı baktıklarının bir örneğini teşkil etmektedir. Sempozyuma
davet edilenlerden bazıların katılmaktan imtina etmeleri, (kaçınmaları) yanıt
vermemeleri ya da Ermenistan’dan katılım olursa gelebileceklerini
belirtmeleri, Ermeni diasporasının baskı ve sindirme politikasının nasıl
etkili olduğunu bariz bir şekilde gözler önüne sermektedir. Güdümlü Ermeni
yazarların kendi adlarına tezlerini açıklayabilecekleri bir konferansa
katılmaktan ürkmeleri son derece üzücü ve düşündürücüdür. Bunun üzerinde
durmak gerek.
- Ermeni diasporasının, sorun ile ilgisi ve bilgisi olmayan
yerel meclisler veya milli parlâmentolardan soykırımı tanıma ve inkâr edeni
(medeni hukuka aykırı olarak) yargılama kararları çıkartma çabaları ve buna
karşın gerçeği bağımsız platformlarda yüz yüze tartışmaktan sürekli
kaçınmaları, tarihi sansürleme ve ifade özgürlüğünü kısıtlama girişimlerinin
en güzel kanıtıdır.
- Ermeni diasporası tek yanlı konferanslar düzenleyip, aksi
görüşü savunanları davet etmemekte, katılmak isteyenleri ise engellemektedir.
Davet edildikleri konferanslara da yine tek yanlı bir tavırla katılmaktan
imtina etmektedirler. Zira karşılarına Ermeni sorunu konusunda uzmanlaşmış, bu
konudaki arşivleri, tarihi belgeleri incelemiş bilim adamlarının çıkacağını,
yalanlarının yüzlerine vurulacağını çok iyi bilmektedirler.
- Ermeni diasporası ve Taşnak yanlısı Ermenistan hükümeti,
farklı görüşlere tahammül dahi edememekte, yalnızca kendi doğrularını geçerli
ve tartışılmaz bulmaktadır. Kendi görüşlerini savunanlarla birlikte
düzenledikleri etkinlikler ve “körlerle sağırlar birbirini ağırlar” tarzındaki
etkinlik ve art niyetli yaklaşımlar devam ettiği sürece, Ermenistan ve Türkiye
arasında sağlıklı sürdürülebilir bir diyalog ve işbirliği kurulması
imkânsızdır.
- Akademik (bilimsel) düzeyi yüksek konferanslarda yüzleşmek
yerine, dramatik senaryolarla acındırma edebiyatı yapmak, Ermeni sorunu
hakkında bilgisi olmayanları yanıltmak için yeterli olabilir. Ruslar
tarafından silahlandırıldıkları için Doğu Anadolu’yu yakıp yıkan Ermenilerin
masum sivil halka yaptıkları işkence ve katliamların kanıtları ortadadır.
Osmanlı’nın 1915’te, I. Dünya Savaşı yıllarında birçok cephede yenilirken,
savaştıkları cepheleri ve ülkenin diğer bölgelerindeki Ermenileri ve tabiî ki
başkaca azınlıkları bir kenara bırakıp Doğu Anadolu’dakileri öldürmeye
koşmasının manasızlığı ortadadır. İhanet ve suçluluk duygusuyla Batıya kaçan
Taşnakların torunlarının dünya kamuoyunun gözü
- önünde oynadıkları dram-komedi sona ermek üzeredir. Gerçekte kirli
maskeler yıllar önce düşmüştür. Diyaspora ve uzantısı bir takım terör ve
tedhiş örgütleri ile suç organizasyonları bu işin ticaretini yapmaya
koyulmuşlardır. Muarızlarımız da bu durumdan yararlanmaktalar.
- Gerçekleri dezinforme etmek, kin ve nefreti körüklemek için
ardı arkası gelmeyen asılsız kitaplar yazmak, konferanslar düzenlemek ne
tarihi değiştirir, ne de geleceğe yönelik olumlu sonuçlar doğurur. Abraham
Lincoln’ün söylediği gibi “İnsanların tümünü bazı kereler kandırabilirsiniz,
bir bölümünü de bazen kandırabilirsiniz, ama insanların tamamını ilelebet
kandıramazsınız”. Türkiye burada 40 yıldır kandırılan bir ülke konum ve
durumundadır.
- Kısacası “Ermeni soykırımı” tarihi bir karikatüre dönüşmek
üzeredir.
- Soykırım Kurbanlarını Anma Organizasyonu (SKAO)
-
www.geocities.com/soykirkur ,
soykirkur@yahoo.com
- Bu metin internet üzerinden yüzlerce bilim adamı yanında,
binlerce gazeteci, yazar-çizer ve milyonlarca internet adresine gönderildi.
Düzenlenen konferansın, bu güne kadar yapılan “en ojektif-tarafsız ve
bilimsel” düzeyde gerçekleşmesi için azami dikkat ve gayret, hiçbir
fedakârlıktan kaçınılmadan gösterildi. Ayrıca, yerli ve yabancı medyanın
katılımı ve konferansı izlemesi için gerekli organizasyon ve hazırlık
yapıldı.
- Tekrar belirtmeliyim ki, konferans plânlanırken ayırımsız
olarak, lehte veya aleyhte olan bütün taraflar davet olundu. Bütün kişi ve
kesimler çağırıldı. Her türlü hazırlık evrensel norm ve bilimsel kriterlere
uygun olarak yapıldı. Biz’de “Türkish Forum Alliance” olarak konferansın
başından sonuna kadar orada idik.
- MECBURİYETTEN “TEK YANLI”
- İstanbul Teknik Üniversitesi Rektörü Sayın Prof. Dr. Faruk
Karadoğan, açılışı yapılan 'Türk-Ermeni İlişkilerinde Tarihi Gerçekler' adlı
sempozyumun, 'soykırım' tezini savunanlar katılmadığı için 'zorunlu olarak tek
taraflı bir toplantı' haline geldiğini açıkladıktan sonra; Basın mensuplarına
dün konferansa ilişkin beyanlarda bulunan Rektör Karadoğan şunları söyledi:
"Ermenistan'dan çağrılanlar, 'Soykırımı tanıyın, sonra toplantıya gelelim'
şartını getirmişlerdir. Bunu söyleyenlerin konuya bilimsel yaklaştığını
söylemek zordur. Ama bizler toplantı objektif-tarafsız ve bilimsel olsun
istedik buna rağmen karşı görüş bildirmek isteyen çıkmadı." Dedi.
- 'SOYKIRIM' İDDİASINI SAVUNMAYA GELMEDİLER
- Evet, İstanbul Teknik Üniversitesi'nde düzenlenen “Türk-Ermeni
İlişkilerinde Tarihi Gerçekler” Sempozyumu'na, soykırım iddiasını savunanlar
gelmedi. Toplantıya Amerika Birleşik Devletleri'nden davet edilen Prof. Dr.
Dennis Papazyan, Prof Dr. Richard Hovannisyan, Prof. Levon Maraşlıyan, Prof.
Ruben Paul Adalıyan, Prof. Vakakn Dadriyan ile Ermenistan'dan çağırılan Dr.
Lavrenti Barsehyan, Prof. Babken Harutiunyan ve Doç. Dr. Ruben Safrastyan
katılmadı. İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Mustafa Kemal Anfisi' nde
düzenlenen sempozyumda konuşan Prof. Türkkaya Ataöv, yurtdışında Türk
tarafının tezleriyle ilgili hiçbir şey yayınlanmadığını belirterek 'Yabancı
gazetelerin, televizyonların bu kadar taraflı olacaklarını hayal bile
etmezdim. İfade yolları genelde ve geleneksel olarak kapalıydı' dedi. Gazeteci
Tuncay Özkan da, diyasporanın yaptığı gibi Ermeni Mezalimi'nden kurtulmuş
Türklerle yapılan röportajlardan oluşan bir video sunumu gerçekleştirdi. Bu
sunum, ABD ve Fransız Ermenilerinin yaptığı gibi yalan-dolan, iftira ve
düzmece değil gerçekti.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
96 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
ÖNSEÇİM
YAPMAYAN PARTİYE OY VERMEK GAFLET VE HIYANETTİR…
|
|
|
-
Eğer bir hafta önce İçişleri Bakanlığı’na kuruluş
bildirimini veren “Partiya Demokrata Kürdistane
Turkiya, PDK-T/Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi”ni
saymazsanız; Ocak 2014 ayı itibarıyla Türkiye’de
kurulu 78 siyasi parti var. Yüksek Seçim Kurulu
Başkanlığı, 02 Ocak 2014 günü bunlardan 25 adedinin,
30 Mart 2014 tarihli yerel seçimlere fiilen katılma ve
aday gösterme hakkının bulunduğunu, kalan 53
partininse böyle bir haklarının olmadığını açıkladı.
-
Şimdi ortada iki mesele var.
-
Birinci mesele: Başta
İçişleri Bakanı, Hükümet ve AKP olmak üzere bilâhare (ycbs)
Yargıtay Cumhuriyet Baş Savcılığı, Yüksek Seçim Kurulu
Başkanlığı, Anayasa Mahkemesi ile ülkede mevcut
bilumum Hâkim / Yargıç, Cumhuriyet Savcısı, Ana
muhalefet, top yekun Muhalefet ve memleketin tüm
siyaset kurumları ile onurlu ve sorumlu kişilerinin
sınavıdır...
-
Halihazır T.C. Anayasası, 298, 2820, 2839 ve 2972
Sayılı Kanunlar ve ilgili mevzuata bütünüyle aykırı
olarak (siyasi parti namıyla) de’Facto
anarşist-terörist, bölücü-ırkçı örgüt ve radikal
organizasyonların varlığına rağmen, bir de bu aleni
olana izin verilirse; Yukarda sayılı kişi ve
kurumların tamamı gayrimeşru, yok hükmünde, hıyanet ve
gafletle malûl demektir.
-
İkinci mesele çok
enteresan ve Türkiye’de bir ilk!
-
Türk siyaset tarihinin
kara lekesi, politikACI’ların elemli yüzkarası, tam
bir aymazlık, pişkinlik ve halk dalkavukluğu. Apaçık
bir hak-adalet, hukuk ve demokrasi gaspı, ikiyüzlülük,
çifte standart ve nihayet insanlık ayıbı! TBMM’nin
kürsü yüzünde yazılı: “Egemenlik kayıtsız ve şartsız
milletindir” emir, ikaz ve hatırlatmasına rağmen,
adeta kinayeten insanları: Anayasa ve kanunların
verdiği yetkiyi kullanmaktan alıkoyan;. Seçmenin
bilgi-katkı, öneri ve iradesine başvurulmadan,
“idarenin muhatabı insan, devlet idaresinde millet
idaresini tayinle mükellef seçmene rağmen” parti
sahipleri tarafından resen hazırlanmış “keyfi bir aday
listesini” kerhen tasdik ve adeta bir noter gibi
onaylama mecburiyetinde bırakan ilkel, insanlık, hukuk
ve ahlâk dışı, antidemokratik ve despotik
uygulamalar...
-
25 Parti ve sadece “BİR
ÖNSEÇİM”
-
Evet, 30 Mart 2014
Mahalli İdare Seçimlerinde sadece bir yerde; Saadet
Partisi Bingöl İli, Merkez İlçe’de; “mahalli teşkilât,
partili üyeler ve halkın isteği üzerine” Yargı
denetimi ve Seçim Kurulu gözetiminde ÖNSEÇİM
yapılıyor. Başka yok!.. Oysa “Önseçim”, demokratik
siyasi hayatın vazgeçilmez unsuru kitle partilerinin
vatandaş sıfatıyla insana ve yasaya verdiği değer,
partiye kayıtlı üyelerin hak ve hukuklarına riayet,
adalet, hukuk ve demokrasiye karşı olan saygı ve
sadakatlerinin göstergesidir.
-
Şu hale nazaran: Her ne
kadar 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu ve mütedair
mevzuat zorunlu hallerde ve önseçimim imkânsız olduğu
durumlarda “başkaca yoklama usullerine izin vermiş ise
de” bu istisnai bur durumdur. Asla “bütün seçim
bölgelerini kapsayabilir” anlamına gelmez. Bir şekilde
“merkez yoklaması” olarak algılanabilecek “temayül
yoklaması” ve diğer usul ve esaslar dâhilinde yapılan
uygulamalar hukuki, ahlâki, insani ve tümüyle yasal
değildir.
-
ÖNSEÇİM yapmayan
partilere oy vermemek gerekir.
-
Bu nedenle sevgili
halkımız ve eğerli seçmenlerin; Bizzat taraf
olmadıkları, üye veya delege sıfatıyla şahsen
katılarak hür iradeleriyle taraf olmadıkları.; Yargı
Denetimi ve Seçim Kurullarının yasal gözetimi altında
belirlenmemiş; ÖNSEÇİM yapılmadan tayinle gelmiş ya da
“adaylık sıfatını satın almış” cebren dayatma,
dallama, sallama adaylara kesinlikle itibar etmemeleri
ve asla oy vermemeleri insani ve vicdani bir
vazifedir.
-
Aksi takdirde: Seçimlerin
ahlâki ve hukuki nedeni, toplumsal sözleşmenin mutlak
gereği olan “Millet iradesinin devlet idaresinde
temsili ve egemenlik hakkının halk tarafından
kullanılması” imkânı ortadan kalkacak. Ayrıca: 2820
Sayılı Kanunun 93. Maddesinde, millet adına amir
“siyasi partilerin, bütün parti içi çalışma, seçim ve
faaliyetleri demokrasi esaslarına uygun olmak
zorundadır” hükmü askıda kalacaktır. Unutmayınız ki!
-
Demokrasi olmazsa ilim
olmaz, adalet gider, devlet biter, hak batıla iblâğ
olur
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
97 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
ÖTEKİ GAZETECİLİK
VE MEDYA TERÖRÜ |
-
- Günümüzde sübjektif bir
sektör haline gelen gazetecilik, giderek haber tüccarlığına
dönüşmüş, objektivitesini yitirmiş, meslek ilkeleri tabana
vurmuş, çürüme ve yozlaşma zirve yapmış bulunmaktadır. Daha
açık, net, reel ve güncel tabiriyle bu, 'gazetecilik =
habercilik / medya alanı' varlık sebebi, kaynak, dayanak ve
"asli unsurundan" uzaklaşmış, amaçlarından sapmış, ilkesizlik,
onursuzluk ve değersizlik hâkim unsur haline gelmiştir.
- Buna mukabil; 'öteki medya'
dediğimiz ilkeli-onurlu ve sorumlu gazetecilik mağdur ve
perişan edilmekte; Rüştünü İstiklâl savaşıyla ispat etmiş
Anadolu Basını ile bir avuç Milli medya iflasın eşiğine
sürüklenmeye, daha açık bir deyimle kendi öz vatanında
boğulmaya ve bu şekilde er meydanı, bedhahlarca (iç ve dış
düşman) işgale çalışılmaktadır.
-
Gerçek şu ki:
Ticari medya alanı, ekserisi insanlık aleyhine faaliyet
gösteren, edinim hırsıyla gözü dönmüş, kanun-kural tanımayan,
hırs, inat ve ihtirasla tek belirleyici olmaya ve dünyayı
yönetmeye kalkışan 'sorunlu sektör'e, gerçek anlamıyla "medya
terörü" ne dönüşmüş bulunmaktadır. Üstelik bu sorumlu sektörün
içyapısı da olabildiğince sorunludur. Zira medya patronları
ilkeli-onurlu objektif-tarafsız gazeteciliğe tahammülsüz; Etik
ve hukuk standartları dâhilinde bile ulusal-milli, insani ve
medeni bilinç toplumuna karşıdırlar.
- Özellikle, Karen Foog ve
Soros ürünü Açık Toplum Örgütleri ile bunlara paralel siyasi
-ticari medya yoluyla emperyalizmin yeni kölelik adlı küresel
sermaye ve yoğun sömürü hareketine öncülük etmekte, aysberg'in
su üstünde kalan/görünen yüzüyle bu menfur hareket, yer
yüzünde 4. kuvvet olarak dünya barışına hizmet etmek yerine,
bütün erklerin önüne geçip 'tek güç-tek kuvvet' olma yolunu
seçmiş bulunmaktadırlar. Bu insanlık için çok tehlikelidir.
- Gerçekte sorun, olağan ve
doğal hayatın bütün usul, unsur, uzantı ve kapsamı üzerinde
etkilidir. Bilhassa, özgürlük ve güvenlik, hürriyet-hâkimiyet,
bağımsızlık, demokrasi, insan hakları, hak, adalet-hukuk
kavramları üzerinde erozyon, kronik çürüme, kavga-kargaşa ve
yozlaşma nedenidir. Dolayısıyla eski Yugoslavya'nın
bölünmesinden, SSCB'nin zevaline, son Gürcistan olayları ve
Türkiye'de yıllardır mevcut anarşi, terör-tedhiş örgütüne
kadar; Dünya barışını sözde 'adalet-hukuk, barış ve demokrasi'
adına tehdit/tarumar eden bir oluşmadır.
- Şimdi hemen bu medya
terörünün masaya yatırılarak tüm boyutlarıyla irdelenmesi,
değerlendirilmesi ve doğal-yasal sınırlarına çekilmesi
gerekir. Zira günümüzde 'gazetecilik' öyle garip, gerçek dışı,
sanal ve sahteleşmiştir ki; Varlık nedeni, halkı aydınlatmak,
eğitmek, "objektif habercilik ve tarafsız yorumculuk" ilkesi
çerçevesinde "yönetimin denetlemesine, siyasetin kontrol ve
koordine edilmesine" katkıda bulunmak olan medya, süreçte çok
aykırı ve farklı misyon edinerek halkın karşısına dikilip,
yönetenler ve sermaye safında yer almıştır.
- Oysa medya, hükümet yanlısı
yahut karşıtı değil; Tıpkı STK (enciyo) kavramında olduğu gibi
"hükümet dışı" kamu-millet iradesi adına her derece ve düzeyde
özgürce halkı temsil, iletişim-bilişim görevini özgürce yerine
getirmek zorunda ve durumundadır. Genelde matbuatın tarihi
seyri ve tabii görevi budur. Basına Yasama, Yürütme ve
Yargı'dan sonra 4. kuvvet denilmesinin nedeni de… Mezkür
kuvvetin görevi halkı bilgilendirme, yol gösterme, 'halk
adına' yönetimi takip, kontrol-koordine, doğrusal yönde motive
ve denetlemedir.
- Konuya özellikle çok
tartışılan "Özgürlük ve Güvenlik" bağlamında bakılırsa, soruna
çözüm üretme sorumluluğu bakımından bütün alan, kapsam, uzantı
ve unsurlarıyla medyanın hayati önemi haiz olduğu görülür. Bu
önem, ağırlık, değer ve sosyal sorumluluk, insani ve ahlaki
yükümlülük, medyayı bir ticaret alanı olmaktan çıkartır,
demokratik hayatın vazgeçilmez bir unsuru haline getirir.
Kamusal alanın istikrarı ile yükümlü kılar.
- Çok açık bir ifadeyle; İnsan
hakları, adalet ahlakı, hukuk, özgürlük ve güvenliğin
teminatı: Bağımsız, tarafsız habercilik ve objektif
yorumculuktur. Bu anlamda gazetecilik, veya güncel deyimi ile
medya, Siyasi partiler için Anayasa da yapılan tanıma paralel
bir fonksiyon icra etmekle memur ve mükelleftir. Yani:
Demokrasinin vazgeçilmez unsurları, millet iradesinin olağan
ve doğal yansıması basım-yayın organları olan medya'dır.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
98 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
ÖZÜR’CÜLERE YARGI
YOLU |
Günümüz Türkiye’sinde
psikolojik savaş, provokasyon ve dezenformasyon (yanlış, maksatlı, art
niyetli bilgilendirme, perdeleme ve menfur amaçlar doğrultusunda
yönlendirme) hükmünü tüm şeametiyle sürdürmekte. Başta ‘sanal âlem’,
yazılı ve görsel kartel medyası bu işi 50 yıldır aleni bir düşmanlıkla
yapıyor. Örnek: ‘özellikle’ gözden kaçırılan özürcüler…
Hatırlarsanız bu kalkışmaya
en ciddi tepki 23.12.2008 tarihinde Hüseyin Türk, Hasan Hüseyin Satır,
Sabahat Özgür, M.İnal Kolburan, Hüseyin Erdoğan, Serdar Orhaner ve
Kürşat Karacabey’den geldi. Milli tarih şuuruna sahip, onurlu-sorumlu
ve mazinin şanlı şehitlerine saygılı bu kardeşlerimiz; Türk Milleti’ni
aşağılayan özürcüler hakkında TCK’ nun 301/4 maddesi uyarınca
koğuşturma ve kamu davası istemiyle “Büyük Türk Milleti’nin tarihine
leke sürüp, izzeti nefsine saldırıda bulunan” zanlıların “halkı kin ve
düşmanlığa alenen tahrik ve Türk Milleti’ni aşağılama suçlarından
yargılanıp cezalandırılmalarını” istemişlerdi…
Basın Savcısı Abdulvahap
Yaren başvuruyu inceledi ve 08.01.2009 günü: Türk’lerin Ermenilerden
resmen özür dilemesi gerektiğini savunan şüphelilerin, “üzerlerine
atfedilen iddiaların içeriğine bakıldığında; kamuoyunda tartışılan
güncel beyanlardan olduğu ve demokratik toplumlarda ortaya çıkan
düşüncelerin ifadesi niteliğinde bulunduğu, subjektif düşüncenin tüm
kamuoyu tarafından benimsenmesinin zaten mümkün olmadığı, bu tür
aykırı düşüncelere rağmen, zaten karşı düşüncelerin de kamuoyunda
ifade edildiği; Düşünce özgürlüğünü benimseyen demokratik toplumlarda
genel kamuoyunun düşüncelerine aykırı ifadelerin suç olarak
nitelenmesinin hukukun temel ilkeleri ile bağdaşmayacağı..” gerekçesi
ile “özürcüler hakkında soruşturmaya gerek olmadığına” karar verdi.
Akabinde davacı ve şikâyetçiler 29 Ocak 2009 günü Sincan Ağır Ceza
Mahkemesi Başkanlığı’na: C. Başsavcılığı’nca verilen kovuşturmaya yer
olmadığına dair karar’a itirazla; “İtirazın kabulü ve zanlılar
hakkında kamu davası açılması” isteminde bulundular.
Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi itirazı kabul edip, Ankara C.
Başsavcılığı’nca verilen ''Ermenilerden Özür Dileme'' kampanyasıyla
ilgili takipsizlik kararını kaldırdı ve TCK (301 madde) gereği ‘izin
için’ Adalet Bakanı’na başvuruda bulundu. Adalet Bakanı Şahin 4.3.2009
günü istemi kabul ederek, davalıların (zanlıların) yargılanmalarına
resmen izin verdi. Böylece yargılama yolu açıldı. Sayın Adalet
Bakanı’nı bu takdir ve tasarrufundan dolayı kutluyorum.
Her ne kadar bu “takdir hakkı” (301 değiştirilirken) AB’den “vize”
nedeni ise de, şu an için kullanma biçimi isabetli ve yerinde oldu.
Şimdi ‘adil bir yargılama için’ gözler Mahkemede.
Milletin inandığı-güvendiği
kurumların başında ‘bağımsız” Türk Mahkemeleri gelir. Türk Adaleti
daima halkın itimadına mazhardır. Oysa: Sözde dost-müttefik ABD
eyaletlerinin ekseriyet ile AB’nin tamamında, “Türkler Ermeni
soykırımı yapmamıştır” demek resmen yasaktır. TTK eski Başkanı Prof.
Dr. Yusuf Halkacoğlu ile İP Genel Başkanı D. Perinçek ile isimleri
muhal çokça TC vatandaşı hakkında kesinleşmiş para ve hapis cezası
var. Kaldı ki, mezkür ülkelerde, bu hukuk ve ahlâk dışı müeyyideden
dolayı ‘Türkiye ve Türklerden özür dilemeyi’ hiç kimse, değil telâffuz
etmek, insanlar akıllarının ucundan bile geçiremez. Üstüne üstlük,
katılmak veya bağlanmak için çırpındığımız AB’de.. O, AB ki,
1580’lerden beri fırsat buldukça Türklere soykırım yapmış, tehcir
uygulamış ve DRAKULA namıyla maruf Kazıklı Voyvoda’yı insanlığın
utancı soykırım tarihine altın harflerle kazımıştır.
Şimdi Türk kamuoyu ve kamu
vicdanı; Adalet Bakanı’nın yargılama izninden ötürü rahat, memnun ve
müsterihtir. Artık iş millet-vekil’lerine düşmektedir. Şimdi,
damarlarında Türklüğün asil cevherini taşıyan bütün Vekiller bu
durumdan cesaret, ders ve ibret alarak, “1876-1923 yılları arası
Ermeni, Rum-Yunanlılar tarafından Türk Soykırımı yapıldığına dair”
milli mevzuat ve evrensel hukukun temel ilkelerine uygun bir yasa
önerisi hazırlayıp: derhal Genel Kurul’a sunmalıdırlar. Elbette, bütün
sıcaklığı ve güncel belgeleriyle sabit Srebrenica, B.Hersek, Karabağ
ve Irak soykırımları, katliam ve yerel “progrom”ları da hesaba
katarak..
Çünkü: İnsan hakları,
siyaset ve adalet; hukuki mütekabiliyet üzerine kaimdir.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
99 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
REZİLLİK DİZ BOYU; HÜKÜMET NEREDE? |
-
-
KPSS sınavında ortaya çıkan yolsuzluk; geçmişin karanlıklarından
günümüze uzanan menfur satanist cemaat-siyaset; soygun-vurgun,
sahtekârlık, nitelikli dolandırıcılık ilişkisine dayanan ve
tesadüfen “namuslu-dürüst bir vatandaşa çarpma sonucu” ortaya
çıkan bir kamyon (susurluk) kazasına benzemektedir.
-
Gerçekte bunlar bir tesadüf değil, “ilâhi adalet” in
tezahürleridirler.
-
Zira susurluk türü bilumum kirli iş ve ilişkiler, zaten devletçe
malumdur.
-
Devlet izafi bir kavram olmakla; Hakikatte “güç” bizatihi
hükümettir.
-
Bu harama ve yalana dayalı akçeli işler; kirli, haksız, adaletsiz,
gasp-irtikap, nitelikli dolandırıcılık, sahtekârlık, rüşvet-iltimas,
kaçakçılık, kara para, yasa dışı ticaret, kayıt dışılık,
hırsızlık-yolsuzluk, evrak tahrifi ve suiistimal genellikle
hükmedenlerin bilgi/himaye, yardım ve yataklığı dâhili ve sâyesinde
yapılır. Yöneticiler bunu bilmeseler dahi (ki bu asla mümkün ve
imkân dahilinde değildir) emanetçilik ettikleri efendi, sulta, dikta
veya cunta bilir!..
-
Dahası, mahalle muhtarından MİT muhbirlerine, semt karakolundan,
sağlık ocağı ve bilumum yerel-taban ünitelere kadar müthiş ve
muazzam bir “yasal örgüt”, hukuki bilgi ağı ve örgün iletişim
organizasyonu biçiminde işleyen mekanizma; Kesinlikle ve mutlaka her
şeyden haberdardır. Devlet, nerede ne olduğunu ve kimin ne işler
karıştırdığını bilir. Zaten de bilmek zorundadır. Bilmezse “devlet
olma” temsil, hüküm-hikmet ve meşruiyet vasfını yitirir.
-
İşte böyle!...
-
Bahusus KPSS sınavının iptali insan hakları, adalet ve hukuka
aykırıdır.
-
Hükümet önce, bütün unsur, amir, dâhili-harici bağlantı ve
uzantıları ile mezkür çeteyi ortaya çıkartmak; Olayda kastı mahsus,
cana, mala, ikbal ve istikbale matuf caniyane emeller, haksız
edinim, gasp-irtikap, nitelikli dolandırıcılık, soygun esası olduğu
için failleri istisnasız tutuklamak, yargılamak, hapisle tazyik ve
tecziye etmek; Adalet ve yargının görevidir.
-
Buna paralel olarak bütün “kopya çekenler” otomatikman ortaya
çıkacaktır.
-
Kopya çekmek suçtur. Faillerin sınavları iptal edilir ve fiillerine
uyan cezalara çarptırılırlar. Bunlar, mutlaka yargılanmak ve
cezaları verilmek zorundadır.
-
Kopya çekmeyen, masum, müsemma “doğru-dürüst” olanın sınavı
geçerlidir.
-
Namuslu ve dürüst insanlar asla cezalandırılamaz.
- Devlet; iyi insan, iyi, namuslu,
dürüst vatandaştan yana olmak,
- Onurlu ve sorumlu vatandaşları
korumak, kollamak zorundadır.
- Aksine bir karar veya tasarruf
halinde “Cumhuriyet Savcıları, Adalet, Yargıçlar ve Barolar” karar
mekanizmalarına karşı harekete geçmek; Namuskâr ve dürüst vatanların
hak ve hukukuna sahip çıkmak zorundadır.
- Aksi taktirde bunlar da, “onursuz
ve sorumsuz” aciz ve yok hükmünde sayılır!..
- Sonuçta dava sür’atle
sonuçlandırılıp, dürüstlerin hakkı hayat bulmalı; Kötüler mutlaka
kahredilmeli, yardım-yatakçı, uzantı ve bağlantıları ıslah veya
mahvedilmelidir…
- Aksi takdirde kötülük büyür.
-
Kötülük olan ülkede, ya hükümet yok, veya aciz, zayıf ve aciz
hükmündedir!..
-
Dolayısıyla, başta güncel KPSS yolsuzluğu, anarşi, terör-tedhiş,
bilumum haksız edinim, gasp-irtikap, nitelikli dolandırıcılık ve
‘organize işler’ dediğimiz suçlara karşı etkin tedbirler almayan
yönetimler ve hükümetler her halikârda suça ortaktır.
- Yahut da, bütün faili meçhullerin
suçlusu hükümettir!..
-
Manâ ve muhteva olarak, alenen; “suç teşkil, suça teşvik, suç ve
suçluyu övme, tahrik” gibi insan hakları, adalet, hukuk ve ahlâk
dışı unsurlar içermedikçe, “Söz söyleme, düşünce ve kanaat açıklama”
hak ve hürriyeti tahdit edilemez.
-
Amma lâkin, öldüreni öldürmeyen; Suçluyu mutlaka bulup
cezalandırmayan;
-
Haklıyı, doğruyu, iyi-namuslu, dürüst, onurlu ve sorumlu
vatandaşları korumayan;
-
Adaletle hükmetmeyip, rezilliği yok edemeyen hükümet acze düşmüş
demektir.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
100 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
SİVİL DARBE VE ŞİFRELER |
-
-
Bazı asker kişilerin sivil mahkemelerde
yargılanmasına ilişkin, iktidar tarafından, sinsi bir gece yarısı baskını,
gizli amaçlara matuf ve AB tarzı yapılan operasyon; Gerçekte oyun’un bir
parçası olan çevrelerde “sanal” bir şaşkınlık yarattı.
-
Bunlar, genellikle adalet ve hukuk tanımayan
ve “kanunculuk” yapan kesimlerdir.
- Sorsanız; Askeri Yargıtay’ın “Adalet Devletin Temelidir” ilkesi ile Sivil
Yargıtay’ın “Adalet Mülkün Temelidir” söylemi arasında ne fark var diye!
Hangisi ne anlama gelir, mana, medlul (içerik-muhteva) maksat nedir bilmezler.
Yahut merhum Mustafa Muğlalı Paşa utancı dâhil (d…) gibi bilirlerde, işlerine
gelmediği için söylemez, doğru dürüst bir lâf da etmezler.
- Peki, neden ve niçin? Çünkü adalet, hukuk ve hak 27
Mayıs’la birlikte infaz; Ordu’nun kadim subay ve üst subaylarının kahir
ekseriyeti kovulmaktan beter bir biçimde terhis edildi. Yetmedi, askeri
okullar boşaltıldı. Koskoca TSK subaysız ve generalsiz kaldı. Rivayet değil
hakikattir: Cebri terhis yoluyla orduyu terk’e icbar edilenlerin tamamına
yakını “Peygamber Ocağı” şuuruna sahip, Mareşal Fevzi ÇAKMAK ekolü’ne dâhil ve
beş vakit namaz kılan, imanlı-şuurlu yani aydın, münevver ve mütedeyyin,
gerçek Türk ve Müslüman Askerleri idiler. Sonra yapılan yasa düzenlemeleriyle
‘askerlik’ sıradan bir mesleğe dönüştü. 2300 yıllık sağlam ve sarsılmaz
gelenek “inanç, kök ve ırk temeline dayalı” akait ilga edildi.
- ESAS MESELE ŞU Kİ:
-
Alçakça yıkılan demokrasinin hazin enkazı
üstüne monte edilen güdümlü ve gayri milli örtülü faşizm, oligarşi ve
despotizmin, bundan böyle “halka karşı” korunma ve kollanma ihtiyacı hâsıl
olduğu içindir ki; Anti-demokratik amaç ve içerikli pek çok kurum ve kuruluş
oluşturuldu. Örneğin 6.04.1914 tarih ve 233 sayılı geçici kanunla kurulu
Divan-ı Temyiz-i Askeri de, “Askeri Yargıtay”a dönüştürüldü. Önceleri bu
sadece bir kuruldu. Adli (sivil) üyeleri dahi vardı. Sonra, bir paçavra kadar
dahi hukuki değeri olmayan 61 dayatmasıyla kurumlaştı!... .
- İLGİNÇ TARİHÇE:
-
6.04.1914’de, Divan-ı Temyiz-î Askerî adıyla
dar çerçeveyi şamil kurulan dairenin görevi; “Savaş Mahkemeleri (Divan-ı Harp)
ve disiplin kurullarınca verilen kararları temyizen incelemekti” 6 Eylül 1916
tarih ve 809 sayılı Kanunla kapsam genişletildi. Tek olan temyiz kurulu ikiye
çıkarıldı. Ayrıca, bazı yenilikler de getirildi. TC kurulduktan sonra,
20.05.1922 tarih ve 237 sayılı Kanunla mezkür daire “Askerî Temyiz Mahkemesi”
adıyla Ankara da teşkil edildi ve başkanlığına Org. Nihat Anılmış getirildi.
22 Mayıs 1930 tarih ve 1631 sayılı Askerî Muhakeme Usulü Kanununun 284.
maddesiyle “Askerî Temyiz Mah.” adı yasallaştı ve 27 Mayıs’a kadar usul ve
esasları yürürlükte kaldı.
-
Bu süreçte “askeri sahada, asker arasında ve
münhasıran (sıkıyönetim, olağanüstü hal ve savaş hariç) kapsam içi suçlara
ilişkin” geçici Askeri Mahkeme ve disiplin kararlarına temyizen bakılırdı.
Diğer bir anlamda ve esas itibarıyla: Yargı usulü tekti ve adli idi Askeri
Temyiz sadece özel mahkemeler, disiplin kurulları ve yarısı sivil bir heyetten
ibaretti.
- Askerî Yargıtay bugünkü adı ve yapısına, 27 Mayıs
kalkışmasından sonra, sözde kurucu meclisçe hazırlanan 9.07.1961 kabûl tarihli
Anayasa ile kavuştu. 61 Anayasası Askerî Yargıtay’ı yüksek mahkeme olarak
düzenledi, 141'inci madde gereği 24.12.1962 tarih ve 127 sayılı Kanunla kaim
teşkilât yapısı; 8.7.1972 tarih ve 1600 sayılı Kanunla tekrar düzenlendi.
11.12.1981 tarih ve 2563 sayılı Kanunla MGK bazı değişikliklerle Askeri
Yargıtay’ı 1982 Anayasası’nda aynen korundu. Sıkıyönetim mahkemeleri 1991’de
kaldırıldı. 27 Mayıs 1993 tarihinde dairelerin üye sayısı altıya; 2001’de, 5
olan Daire sayısı 4’e indirildi. Buna mukabil Dairelerin altı olan üye sayısı
yediye yükseltilerek teşkilâtlanma biçimleri tamamlandı.
-
Gerçek bu..
-
Yani ikili yargı (çifte standart) sistemi 27
Mayıs ‘dikta rejimi’ damgalı ve halk partisi patentlidir. Kast-ı mahsusla
ikame sistem kaht-ı rical’le aslına iblâğ olunamaz!.. Hakikat ve adalet ancak;
Umur-u devlet ve siyasette fazilet ile kaim olabilir. Zira TC de, “Egemenlik
kayıtsız ve şartsız milletin” olduğu; “milli devlet” ilkesinin hayata geçtiği
ve “güç’ü hak’lılar (bizatihi millet) teslim aldığı” takdirde ancak “adalet”
hayat bulabilir.
-
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
101 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
SORUN KİMLİK DEĞİL; KİŞİLİK! |
-
-
Tartışma “dijital kimlik” haberleri üzerine başladı; Ülke’nin sorunu
kimlik mi, yoksa kişilik mi noktasına geldi. Aslında konu kimlik ve
kişilik kavramlarından ne anlaşıldığı ve ne kastedildiğine bağlı
olmakla; Bu tartışma, ‘kimlik ve kişilik ikileminde’ yıllardır devam
eden sürece eklenerek enine boyuna tartışılmaya başlandı. Aslında bir
zamanlar ortalıkta böyle bir sorun yoktu. Milli Devlet’i esas alan
Kanun-u Esasi (1924 Anayasası)’nin çöpe atılmasıyla tartışma başladı.
İleri sürüm, iddia ve istekler önce masum bir maskelemeyle başladı.
Sonrası menfur bir süreçle zıvanadan çıktı.
-
Kimlikler, etniklere, etnikler ana dil, din nesep (soy/boy),
mezhep ve hızla sosyolojik bir yozlaşma, çürüme evresine dönüştü.
Kalite bitti. Ahlâk iflâs etti. Siyaset fazilet olmaktan çıktı.
Tam da hak-adalet, hüküm-hikmet, hukuk kavramlarının içi boş ve
anlamsızca telâffuz edildiği, ana dil ve etnik kimlik
tartışmalarının yoğunlaştığı bir dönemde konu gündeme geldi.
-
Oysa
sorun, şöyle veya böyle kimlik değil, kişilik zafiyeti idi.
-
Kişilik
olmadıktan sonra kimlik; Dijital olsa ne yazar, defter olsa ne
yazar?
-
Güncel
resme bakıp, dosdoğru okuyacak olursak eğer;
-
En
başta, günün konusu ve gündemin utancının ‘şike’ meselesi olduğunu
görürüz.
-
Tam
anlamıyla iğrenç, kokuşmuş, nitelikli dolandırıcılık ve
kalleşlikle özdeş yalancı-talancı, hırsız bir zihniyetin kirli
uzantısı lehine bir kalkışma.. Üstelik mürekkebi kurumamış bir
yasal düzenlemenin tashih ve tekzibi mahiyetinde. Olacak şey
değil, büyük utanç, tam bir yüzkarası, çok ayıp! Ama oldu işte,
hem de adaletsizlik ve kayırmacılıkta işbirliği yapılarak!
-
Buna
rağmen birileri “dijital kimlik” tasarlamakla meşgul!
-
Kimin
için ve niçin?
-
Bir
yanda 444’lü hatlar soygunu; Kredi kartı aidatları vurgunu;.
Elektrik faturalarında ayan beyan, ahlâka mugayir hukuk dışı
‘nitelikli gasp’ kayıp-kaçak, elektrik dağıtım, hizmet, sayaç
okuma ve sistem kullanma bedeli ile enerji fonu, TRT payı ve daha
ne olduğu belirsiz hak ve adalet kavramıyla taban tabana zıt, rıza
ve izne aykırı, kullanım bedeline endeksli Deli Dumrul soygunu…
Cebri soygun, namı diğer ‘yasalara uydurulmuş vurgun’un
kullanıcıları çileden çıkartan ve çıldırtan ‘inadına tahrik, ince
alay ve derin istihza-küçümseme’ içeren bir küstahlık uygulaması
da var. Bilboard, radyo, gazete ve TV reklâmları!
-
İnanılır gibi değil, ama maalesef güncel gerçek. Sanki halk’a
görücüye çıkmış rakipler gibi “elektrik dağıtım şirketleri”
reklâm veriyor… Utanç verici, yüz kızartıcı bir tasarruf bu.
Elektrik fiyatlarını, hukuk ve ahlâkdışı, haksız pahalandırıp,
insanlık ve medeniyet düşmanlığı yapanları şiddetle lânetliyor
ve nefretle kınıyorum.
-
Peki,
sabit ve seyyar telefonlar bundan farklı mı?
-
Ya
doğalgaz, akaryakıt, su fiyatları ve faturaları!
- Bu rezaletin faili’nin
“kimliği ve kişiliği” ne?
-
Zira
‘milli kimlik’ evrensel kişiliğin aynasıdır.
-
Ama
sorarlar: Hangi yüz’le?..
-
Yıllarca
sınır geçişlerinde Türk vatandaşı olarak maruz kaldığınız çirkin
ve aşağılayıcı muameleyi düşünün;. Sebebi, dönem itibarıyla
devletin yönetim kademelerini işgal eden akıl, ilim ve fazilet
fukarası, kalite yoksunu sözde devlet adamları değil mi? Onlar ki
muhteşem bir medeniyet, adalet ve huzur iklimi bir kültürün
bakiyesi, mirasçısı olmalarına rağmen; Milleti, ecdattan utanmadan
ve Allah’tan korkmadan hırsız, yolsuz batıya muhtaç edip dururlar.
-
İşte
“iltifata tabi olamayacak kadar ‘insanlık düşmanı’ marifetleri”:
-
Bil’umum
alım bedelleri, ücret, her nevi tahsilât ve tahakkuklara yüklenen
astronomik el koymalar. Memur, işçi ve asgari ücretli kesim,
kutsal emeklerinin karşılığı olan maaşlarını alırken kaynaktan
vergi kesintisi yapılıyor. Sonra işbu “vergilendirilmiş kazanç”
istisnasız her alım, edinim ve ödemede tekrar vergiye tabii
tutuluyor. Bu, çifte standart, katlamalı, adaletsiz ve ahlâksız
bir vergilendirmedir. Evrensel hukuk, hak kavramı, eşitlik ilkesi,
devlet umuru ve insanlık onuruna aykırıdır, hükümet eliyle
yolsuzluktur.
-
Eğer,
yönetim unsurları insani boyut, bilgi-bilinç toplumu ve ilim
irfan, vicdan sahibi kişiler, edep-hayâ, tahsil ve terbiye görmüş
iseler;. Biyolojik, Sosyolojik ve felsefi kişilik ve insani
kimlikleri gereği bu haksızlık, rezillik ve hükümet eliyle zulmü
mutlaka önlerler; Zira bir kere vergilendirilmiş kazançtan asla
bir daha vergi tarh, tahakkuk ve tahsil edilmez!
-
Amma
lâkin!, Kimlik ve kişilik buhranı içine yuvarlanmış bir toplumda;
-
Beş
milyon aile ve yaklaşık 25-30 milyon nüfusun yaşam kaynağı “asgari
ücret”, AKP hükümetinin her söylemini, iddia ve ifadesini
yalanlayacak, tekzip edecek derecede yetersiz, az, düşük ve ancak
ölmeyecek kadar, ama onursuz, başı eğik, boynu bükük ve el-âleme,
evlât ve aile fertlerine mahcup bir hayat sürecek kadar
vicdansızlık eseri, esir ücreti misal sefil bir miktar’a mahkûm
edilmek isteniyor.
-
Alçaklık
ve küstahlık!
-
Bir de,
insanlık, ilim ve hâya yoksunu tipler “2012’de 19 lira zam
yapacağız” diyecek kadar alçalacak, ülkenin en has ve hakiki
üretim unsurları, hayat kaynakları ve dayanakları ile alenen alay
edecek kadar küçülebiliyorlar ne yazık!
-
Bu
cüret, aymazlık ve alaycı tavır, tıpkı asgari ücretle işçi
çalıştıran ve fakat bütün aile fertleri utanmadan ve Allah’tan
korkmadan 300 –500 (milyarlık) binlik süper lüks arabalara binen,
ahlâken ve dinen tefessüh etmiş, iman fukarası din tüccarlarının
istihzasını andırıyor…
-
Kurum
(SGK) tertip ve teşekkül edeli aradan yıllar geçmesine rağmen,
hâlâ “çalışanlar ve emekliler arasında” cari maaş ve ücretler
itibarıyla ‘norm ve standart’ birliğini sağlamaktan aciz kalmış
bir grup sözde sosyal güvenlikçi; Şimdi de, maaş, ücret ve
gelirler arasındaki var olan derin uçurum dengesizlik ve
gerilimi akıl, mantık, mantalite ve vicdanın dışına itecek bir
ayarlama-düzenleme” sözde intibak çalışması yapıyorlar. Bu
‘insanlığa ihanet ve açıkça emek düşmanlığı’ çabasında; En
eskisinden, en sonuncusuna kadar tamamı haksızlık, kanunsuzluk
ve adaletsizliğe maruz emeklilerin bütünü / tamamı yerine,
sadece bir kısmının hak ve hukuku ele alınıyor. Sonrakilerin
mağduriyeti ise meçhule öteleniyor.
-
Adalet
mi, atalet mi?
-
Hali
hazır çalışanlara bakış tarzı ve yaklaşım biçimi çok garip!
-
O’da
bambaşka bir ucube..
-
Öngörülen kriterler objektif ve adil olmaktan uzak, ilâve zamlar
arasında rabıta yok.
-
En düşük
hizmetli ve memurla, en yüksek arasındaki fark akıllara ziyan, tam
bir ahlâki zaaf, adeta ayırma, bölme ve kayırmanın en alçakçası;
Oysa aralarındaki tahsil, kıdem, ehliyet ve liyakat farkı ne ki?..
Bu kadar haksız, insafsız, adaletsiz ve merhametsiz olmak “umur-u
devlet, hükümet ve hikmet” olmanın şeref ve şânı ile
bağdaşmamakta!
-
Oysa hal
ve hakikat; Hükmün adalet ile olmasını zorunlu kılar.
-
Peki,
Adalet, hüküm, hikmet ve umur-u devlet bu işin neresinde?
-
Tıpkı
2b, bedelli askerlik, ötv-kdv zulmü, ayarlama tür zam politikası,
enflâsyon hesap usulü ve astronomik kârlarla yılı kapatan,
kapitalist bankaların milletten, hak-adalet, hukuk ve emsallerine
aykırı cebren tarh, tahsil; haksız ücret ve komisyon soygunları
gibi!.. Şimdilerde ise; Yabancılara Milli Emlâk satışında
mütekabiliyetin kaldırılacağına dair bir “vatana ihanet”
organizasyon çalışması yapıldığı duyulmakta!
-
Adalet,
hüküm ve hikmet yokluğu.
-
Bu tam
bir iktidarsızlığın, yetersizlik ve yeteneksizliğin ispatı
harbiyesi.Başka bir şekilde anlatacak ve yorumlayacak olursak:
Suça teşvik ve iştirak..
-
Bu
durumu, Serendip Altındal isimli bir Gazeteci-Yazar; Makalemizin
esin kaynağı DİJİTAL KİMLİK adlı makalesinde “Ekonomik, politik,
bilimsel (!), sanatsal, sportif, medyatik ve dinsel, özellikle de
Amerikalı Vatikan imamı aracılığı ile dinler (!) arası diyalog
masalıyla yamultulmuş (!) İslam modelli; Bütün araç ve
gereçleriyle taarruza kalkmış ab+abd emperyalisti var bugün
karşımızda. Dünkü emperyalist kafa yine aynı kafa, güncel
heriflerse aynı haramilerin yeni sürümleri...” diyor!
-
Kim bu
zihniyet ve kişilikle vatandaşa “dijital kimlik” vermeyi
kurabilir?
-
Önce,
‘Milli Kimlik ve kadim kişilik’ sorununu halletmek gerekmez mi?!
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
102 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
STRATEJİK ORTAKLIK
ÖNCESİ |
-
-
Neredeyse bir haftadır dost, müttefik ve
stratejik ortak Amerika konusunda tarihi bilgiler vermeye ve kamuoyunca pek
fazla bilinmeyen gerçekleri açıklamaya çalışıyorum.
- Örneğin: Bunlardan biri de, 1780-1800 yıllarına değin Amerika’nın Osmanlı
devletine; Gemilerinin başta Akdeniz olmak üzere bazı okyanus ve denizlerde
seyrüsefer edebilmek için vergi ödemesidir.
-
Daha sonra da, ABD ile Osmanlı’nın tarihi
seyrini karşılaştırmalı olarak verdim.
- Ama, şimdiki olay bambaşka. Mevcut hükümete örnek olacak cinsten.
- Bunun başkaca bir nedeni de “Nisyan (unutmak) ile malul hafızamızı
diriltmek, ABD ile ilgili tarihi ve güncel gerçekleri, senaryoları hatırlatmak
ve “Milli Hafıza” mızın canlanmasına olabildiğince katkıda bulunmaktır.
Burada esas maksat şudur: Güçlü, onurlu ve sorumlu, adalete saygılı ve
istikrarlı-kararlı “hukuk devletleri” için, uluslar arası ilişkilerde geçerli
tek kural (tekerrürü önlemek, dikkatli olmak, ders ve ibret almak bakımından)
mütekabiliyet; Süiniyet (misilleme) halinde ise, “mukabele-i bilmisil” dir.
-
Eskilerin Hukuk-u Düvel dedikleri evrensel
hukukun temel ilkesi budur. Bu nedenle de, başta siyasetçiler olmak üzere,
devlet yönetiminden sorumlu bütün kadrolar mutlaka çok iyi tarih bilmek
zorundadır. Şu mutlak bir hakikattir ki, tarihi bilmeyenden ne siyasetçi, ne
maliyeci ve ne de (ASLA) hariciyeci/diplomat olmaz. Olamaz. Olursa da, işte şu
son 47 yılda görüldüğü gibi olur.
-
Bu konu üzerinde çalışırken Bursalı Kore
Gazisi Ramazan Kemerdere’nin anılarına rastladım. Sonra, Kore Gazisi yakın ve
aziz dostum Mehmet Ali Nogay ile bir mülâkat yaptım. Kendisinden çok değerli
bilgi ve belgeler içeren CD’ler aldım. Konuyu tam yazıya dökerken de
Trabzon’dan Ö. F. Demirkır’ın bir seçimine rastladım. Böylece, ele aldığım
olay belgelere bağlanmış ve doğrulanmış oldu.
-
Şimdi sizlere naklediyorum:
-
50 yıllık Kore savaşın büyük sırrı, Bursa’lı
Kore gazisi Ramazan Kemerdere'nin anıları, Kore Gazisi Mehmet Ali Nogay’ın
anlattıkları ve Ömer Faruk Demirkır’ın tespitleri ile 50 yıldır 'gizli'
tutulan bir olay ortaya çıktı.
-
BİR HATIRLATMA
-
Süleymaniye'de yaşanan alçakça, kin ve nefret
ifade eden, açık tehdit niteliğindeki menfur 'çuval' olayı hafızalardaki
yerini halen koruyor. Bölgede görevli askerlerimizi hile ve desise ile
tutuklayıp başına çuval geçiren ABD askerlerinin bu tutumu üzüntü ve infial
yaratmıştı. Daha sonra Jandarma Kurmay Albay Aziz Ergen’in 19 Mayıs 2003 günü,
görevde olduğu Şırnak Uludere’de; PKK’lılar ve peşmergelerin başındaki ABD’li
Albay Martin Rollinson’a verdiği ders, millet için teselliye vesile oldu ve
ordunun şerefini kurtardı.
-
İLK KEZ AÇIKLANIYOR
-
Oysa, iki dost kuvvet arasında geçen bu olay
bir ilk değildi, muhtemel ki son olay da olmayacaktır. Kuzey Kore ve Çin
ordularına karşı Kore'de omuz omuza çarpışan Türk ve ABD askerleri arasında da
dramatik olaylar yaşanmıştı. Bu makale ve makalemizin dayandığı nakiller ve
hatıralarla bir 'gizli gerçek' daha ortaya çıkıyor.
-
“Yıl 1952… Kumkale Cephesi'nin doğusunda
görevlendirilen Türk birliği Koreliler tarafından çembere alınıyor. Cephe
yakınında bulunan Amerikan birliğinden yardım bekleniyor ama onlar yardıma
koşmak yerine, geri çekiliyor. 400'e yakın şehit veren Mehmetçik, ağır zayiata
rağmen çemberi yarmayı başarıyor.
-
TANIKLAR ANLATIYOR
-
"Durumdan ABD'lileri sorumlu tuttuk. Aynı gece
biri rütbeli üç Türk askeri ABD bölgesine girdi, subayların bulunduğu çadırı
lav silahıyla yaktı. Çıkıp kaçmaya çalışan 3 Amerikalı subay da kurşuna
dizildi. Amerikan askeri mahkemesi idam cezası verdi ama uygulayamadı. Bu olay
da hep gizli tutuldu."
-
Anlatılan olaylar çok dramatik, üstelik
kamuoyunda hiç bilinmiyor. Çünkü Türk tarafı da, Amerikan tarafı da gizli
tutmayı tercih etmiş. Her ne kadar askeri mahkeme kurulup, sorumlular hakkında
idam cezası verilmiş olsa da, bu ceza uygulanmış değil.
- Aşağıda anlatılacak dramatik olay gerçek, savaş koşullarında yaşanmış ve
hakkında resmi işlem yapılmış, belgelere de 'gizli' kaydıyla ve 'savaş
gerekliliği içerisinde yapılmış bir hareket' diye not düşülmüş.
-
Ancak, Kore Savaşı sırasında Türk birliğine
yardımdan kaçınan 3 Amerikalı subayın, biri binbaşı rütbesinde diğerleri
rütbesiz üç Türk askeri tarafından kurşuna dizildiğini anlatan Gazi Ramazan
Kemerdere'nin rütbesiz asker olması nedeniyle, ABD ve Türk genelkurmayları ile
askeri birliklerin daha üst kademelerinde gelişen olaylara ilişkin detaylı
bilgisi yok.
-
O DA İLK BİRLİKTEYDİ
- Gazi Ramazan Kemerdere ve Mehmet Ali Nogay’ın anlattıkları
aynı:
-
"1951 yılında acemi eğitimini Susurluk'ta
yaparken Kore'ye gönderilecek birliğe seçildim. Kore'deki zor şartlara alışmak
için Gelibolu'da 3 ay süreli savaş eğitimi aldıktan sonra İskenderun'dan ABD
bandıralı savaş gemisiyle 26 gün süren yolculuğun ardından Seul Limanı'na
indik. Bir gece burada kaldıktan sonra ertesi gün yaklaşık 1.500 Türk
askerinden oluşan birliğimizi trene bindirip 20 saat süren yolculuğun ardından
Kumkale yakınlarındaki Elmalı cephesine götürdüler. Burada 10 gün kadar
kullanacağımız silahlar ve bölge hakkında bilgi verildi rehberler eşliğinde.
Türk birliği artık cephedeki yerlerini almak için son hazırlarını yaparken
Tugay Komutanı Tuğgeneral Tahsin Yazıcı, Albay Nuri Pamir ve Yüzbaşı Nazım
Dündar'dan oluşan askeri Türk heyetinin denetlemeye geleceği söylendi. Kore'ye
gelen ilk Türk birliği olduğumuzdan, bölgeyi ve araziyi tanımadığımız için
bize ABD'li subaylar eşlik ediyordu. İki gün sonra söylendiği gibi heyet,
bulunduğumuz Elmalı cephesine geldi."
-
KOMUTANIMIZ ŞEHİT DÜŞTÜ
-
"Hepimiz 'hazır ol' da komutanlarımızı
selamlamak için bekliyorduk. Bu arada Kızıl Çin ordusunun taarruzu hemen
yakınımızda devam ediyordu. İşte tam bu sırada, Çinlilerin attığı bir havan
mermisi, hepimizin gözü önünde Albay Nuri Pamir'e isabet etti. Albayımız
oracıkta şehit oldu. Bu manzara karşısında pek çok arkadaşımız, sinir krizleri
geçirdi. Her şey rüya gibiydi. Daha henüz mevzilerimizdeki yerimizi bile
almadan bu durumla karşılaşmamız hepimizi dehşete düşürmüştü. Bir kaç günlük
şoktan sonra bölgeye gelen diğer Türk subaylarının talimatları doğrultusunda,
taarruza devam ettik. Komutanımızın şehit oluş anı her gün gözümün önüne
geliyordu."
-
'AMERİKALILAR YARDIM ETMEDİ'
-
"Yaklaşık 3 ay sonra Güney Kore'ye gelen
ikinci Türk kafilesiyle Kumkale cephesinin doğusunda buluşarak, 4 bin 500 Türk
askeri mevcuduna ulaştık.
- ABD'li askeri yetkililerin, bize gösterdiği bölgede savaşı sürdürüyorduk.
O gece müthiş bir kar yağmıştı. Mevzide nöbet beklerken, donmamak için
birbirimizi sırtımızda kısa mesafeli taşıyıp, ısınmaya, hayatta kalmaya
çalışıyorduk. İşte o gece nasıl olduğunu anlayamadan, yaklaşık 10 bin Kuzey
Koreli asker, Türk askeri birliğinin bulunduğu bölgeyi çembere alıp üzerimize
saldırdı. Bir anda neye uğradığımızı şaşırdık.
-
Düşman birliklerinin çemberi içinde kalan 4
bin 500 Türk askerinin bu durumunu gören karşı tepedeki ABD birliği, bize
yardıma gelecekleri yerde geri çekildi. 10 bin Kuzey Koreli askerin
saldırısında 6 saat süren çatışmadan ne yazık ki, 400 şehit, 900 yaralı ve 350
esir vererek ateş çemberini yarmayı başardık."
-
ÖFKEMİZE YENİK DÜŞTÜK
-
"Eğer Amerikan askerleri geri çekilmeyip bize
yardım etselerdi, muhtemelen bu kadar çok şehit vermeyecektik. Bu nedenle, 400
civarında şehit vermemizden Amerikalıları sorumlu tuttuk. O günün şartlarında,
çok kızgındık. Bugünden geriye bakıldığında hiç doğru bir iş değil ama orada,
o günlerde işte bu acı olay yaşandı.
-
Birlikteki herkes kayıplardan Amerikalıları
sorumlu tutuyor, ceza vermek konuşuluyordu. Aynı gece üç Türk askeri bizim
cephenin yakınındaki ABD'lilerin bulunduğu bölgeye girdi, subayların bulunduğu
çadırı lav silahıyla yaktı. İçerideki 3 Amerikalı da alevlerin arasından
çıkarak kaçmaya çalıştı. Fakat kaçışa müsaade edilmedi. 3'ü birden kurşuna
dizildi.
-
Çünkü orada bulunan bizler Güney Kore'de
Amerikalılarla omuz omuza, canımız pahasına savaşıyorduk ama bu subaylar bizi
göz göre göre ölüme terk etme emrini vermişti. 400 askerimiz şehit olmuştu."
-
ASKERİ MAHKEMEYE İNTİKAL ETTİ
-
"Bu olaydan hemen sonra ABD'li askeri
yetkililer mahkeme oluşturdu. Olaydan sorumlu tutulan, benim de aralarında
bulunduğum üç askere 'idam' cezası verdiler.
- Türk Tugayı, bizi Amerikalılara teslim etmemekte direndi. Çünkü teslim
ederse, çıkacak ceza peşinen belliydi, hemen de uygulanırdı. Durum Türkiye'ye,
dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Türk hükümetine bildirildi."
-
ANKARA'DAN GELEN TARİHİ YAZI
-
"Tabii bu gelişmeler sırasında bizlere
Kore'deki Türk birliğimizin başındaki üst düzey komutanlarımız destek
oluyorlardı. Türkiye'den beklediğimiz cevap bir ay sonra geldi. Bize verilen
bilgiye göre, Türk ve Amerikan dışişleri bakanlarının da imzasının bulunduğu
evrakta;
- ‘Türk askeri kanunlarına göre cephede savaştan kaçan kişilerin ölüm
cezasına çarptırıldığı’ bildiriliyormuş. Amerikalı subayların durumu da bu
tanıma uygunmuş. Bu yazı bizim için kurtarıcı rol oynadı. ABD'li askeri
yetkililer ölüm cezasını uygulayamadılar. 11 ay kaldığımız Kore'den apar topar
Türkiye'ye çağrıldık. Bize köyünüzden dışarı çıkmayın, kimseye bir şey
anlatmayın dediler. Özellikle Ramazan Kemerdere hatıratında sonrası için şöyle
diyor: “Ana Vatana döndükten sonra ne köyden çıktım, ne iş yapabildim ne de
kimseye anlatabildim.. Adresim belli olmasın diye oy bile kullanmadım ilk
birkaç seçimde.. Aradan tam 50 yıldan fazla geçmesine rağmen, bu olayı halen
unutamıyorum."
-
KISSADAN HİSE
-
Dönem itibarıyla hükümet eden Demokrat
Partinin kurucu Genel Başkanı ve Atatürk’ ün “Galip Hocası” Celâl Bayar ve
Demokrasi Şehidi merhum Adnan Menderes Hükümeti’nin Amerikalılara verdiği
cevaba bakın :
-
“Türk askeri kanunlarına göre cephede savaştan
kaçan kişiler ölüm cezasına çarptırılır”
-
Bu cevaba göre, Türk birliğinin yardımına
koşmaktansa, korkup kaçan Amerikan ordusunun bütün er, erbaş ve subaylarının
“ölüm cezasına” çarptırılması gereği ifade olunmaktadır.
-
Bu, Türk milletinin gücünü, dönem hükümetinin
basiret, cesaret ve vatanseverliğinin onurlu bir belgesidir.
-
Tıpkı, Cemiyet-i Akvam’ın (BM’den önceki
Milletler Cemiyeti) kuruluş bildirimine mukabil Atatürk verdiği cevap gibi...
-
“Bu muahede, mazlum milletler aleyhine
hükümleri havi bulunmaktadır. Ekte teklif olunduğu tarzda tashihi halinde
TC’nin hususan daveti halinde icabet düşünülebilir...”
- Türkiye Cumhuriyeti, işte bu akaid üzre kurulmuştur.
-
Milletin güç ve iradesini yanında
hissetmeksizin, millet ve devlet aleyhine zafiyet izhar edenler; Milletin
yöneticisi olmaya lâyık değildirler. Bunlar, meşru da olamazlar. Meşru
hükümetler; Türk İnkılâbını şiar edinerek, kurucu unsurun mutabakatı ve TC’nin
kurucusu Mustafa Kemâl Atatürk’ün dediği gibi: “Türkçe Düşünen, Türkçe Konuşan
ve Türkçe Yaşayan” , “Namuslu, Dürüst, İlkeli, Onurlu ve Sorumlu”
vatandaşlardan mürekkep olmak zorunda ve durumundadır.
-
Dahası; Osmanlı bakiyesi TC’nin her
yöneticisinin: “Türk Milletinin Kıblesi Kâbe; Kalbi, bütün Cihanı Saran Türk
Dünyası ve Türk Sevdası ile dolu olmak zorundadır” İlke budur. İşte size çok
özgün bir örnek daha:
-
ŞİMDİ DAHA KARARLI VE İSTİKRARLI OLMAK GEREK
- “1933 yılı 29 Ekim gecesi, herkes Cumhuriyet'in 10. yılını
kutluyor. Atatürk o sırada Türk Ocağı'nda yabancı diplomatlara yemek veriyor,
davetliler gecenin ilerleyen saatlerinde birer ikişer dağılırlar, Atatürk
yakın arkadaşları Salih Bozok, Kılıç Ali, Nuri Conker'i kast ederek
"Bizimkiler nerede ?" diye sorar, Tevfik Rüştü Aras (Atatürk'ün dışişleri
bakanı) Ziraat Bankası salonundaki baloda olduklarını söyler.
-
Hep beraber Ziraat Bankası'nın balo salonuna
giderler. İçerisi tıklım tıklımdır, Atatürk gelince herkes alkışlar, "Yaşa
Gazi Paşam" şeklinde tezahürat yapar. Atatürk halkıyla sohbet etmeyi çok
sevdiği için sandalye ve masa ister ki isteyenler ona sorularına
sorabilsinler. Soru sormak için gelen kişilerden biri Zeki isimli 25
yaşlarında bir doktordur. Şunu sorar;
-
-Gazi paşam! Saltanatı kaldırdık, hilafeti
meclisin manevi şahsiyetinin içine aldık; bunlar yapılana kadar bir milletin
ideali olabilirler. Fakat yapıldıktan sonra yeni bir düzen kurulur ve işler...
Onun iyi işlemesi, kötü işlemesi, ideal değildir, iyi işlemesini sağlamaya
mecburuz! Yaptığımız öteki devrimler de yapıldığı an ideal olmaktan çıkar.
Artık ideallerimiz, yaşadığımız gerçekler haline dönüşmüştür. iyi ya da kötü
sonuç vermesi bizim sorumluluğumuzun sonuçlarını belirler. Ama bir de
Milletlerin babadan-oğula sıçrayan uzun vadeli idealleri vardır. Siz bize
böyle bir ideal aşılamadınız! Yahut benim bundan haberim yok ! Bunu bize
açıklar mısınız Gazi Hazretleri?
-
Atatürk bu soruya şöyle cevap verir:
-
-Bunlar vicdanımıza yazılmış gerçeklerdir;
konuşulmaz, yaşanır! Elbet bu milletin bir ülküsü olacaktır ama bu ülküler
devletler tarafından açıklanmaz; Millet tarafından yaşanır! Nasıl, bakarken
gözlerimizi görmüyor, onunla her şeyi görüyorsak, Ülkü de onun gibi, farkında
olmadan vicdanlarımızda yaşar ve her şeyi ona göre yaparız... Ben Devlet
Başkanıyım! Sorumluluklarım vardır! Bu sorumluluklarım altında konuşamam! Bu
konuda genç arkadaşlarımla ayrıca konuşacağım.
-
Sonra Atatürk halkın Cumhuriyet bayramını
tekrar kutlar ve Dr. Zeki’yi yanına alarak Genel Müdür’ün odasına çıkar.
Atatürk’ün arkasında duvarda bir Türkiye haritası vardır. Karşısında oturan
Dr. Zeki’ye:
-
-Benim arkamdaki haritayı görüyor musun?
-
-Evet Paşam.
-
-O haritada Türkiye’nin üstüne abanmış bir
blok var, Onu da görüyor musun?
-Evet, görüyorum Paşa Hazretleri
-
-Hah. İşte o ağırlık benim omuzlarım
üstündedir. Omuzlarım üstünde olduğu için, Ben Konuşamam! Düşün bir kere..
Osmanlı imparatorluğu ne oldu? Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ne oldu?
Daha dün bunlar vardılar.. Dünyaya hükmediyorlardı! Avrupa’yı ürküten
Almanya’dan bugün ne kaldı? Demek hiçbir şey sür-git değildir! Bugün ölümsüz
gibi görünen nice güçlerden, ileride belki pek az bir şey kalacaktır.
Devletler ve Milletler, bu idrakin içine olmalıdırlar.
-
Bugün Sovyetler Rusya dostumuzdur,
komşumuzdur, müttefikimizdir.. Devlet olarak bu dostluğa ihtiyacımız var!
Fakat yarın ne olacağını kimse kestiremez. Tıpkı Osmanlı İmparatorluğu gibi,
tıpkı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gibi parçalanabilir! Bugün elinde
sımsıkı tuttuğu Milletler, avuçlarından sıyrılabilirler.. Dünya yeni bir
dengeye ulaşabilir! İşte o zaman Türkiye, ne yapacağını bilmelidir! Bizim bu
dostumuzun yönetiminde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır.
Onları arkalamaya hazır olmalıyız!“Hazır olmak” yalnız o günü susup beklemek
değildir, “hazırlanmak lazımdır”. Milletler, buna nasıl hazırlanırlar? Manevi
köprülerini sağlam tutarak! Dil bir köprüdür, inanç bir köprüdür, tarih bir
köprüdür! Bugün biz, bu toplumlardan dil bakımından, gelenek, görenek, tarih
bakımından ayrılmış, çok uzağa düşmüşüz! Bizim bulunduğumuz yer mi doğru,
onlarınki mi? Bunun hesabını yapmakta fayda yoktur!
-
Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz; Bizim,
onlara yaklaşmamız gerekli...
-
Tarih bağı kurmamız lazım.. Folklor bağı
kurmamız lazım .. Dil bağı kurmamız lazım.. Bunları kim yapacak? Elbette Biz..
Nasıl yapacağız?
-
İşte görüyorsunuz , “Dil Encümenleri” , “Tarih
Encümenleri” kuruluyor.
Dilimizi, onun diline yaklaştırmaya, tarihimizi ortak payda haline getirmeye
çalışıyoruz. Böylece, birbirimizi daha kolay anlar hale geleceğiz. Bir sevgi
parlayacak aramızda, tıpkı bir vücut gibi, kaderde ve mutlulukta birbirimizi
duyacağız ve arayacağız. Ortak bir dil amaçladığımız gibi, ortak bir tarih
öğretimiz olması gerekli.. Ortak bir mazimiz var, bu maziyi, bilincimize
taşımamız lazım. Bu sebeple okullarda okuttuğumuz tarihi Orta Asya’dan
başlattık! Bizim çocuklarımız, orada yaşayanları bilmelidirler. Orada
yaşayanlar da bizi bilmeli..
-
İşte bunu sağlamak için de “Türkiyat
Enstitüsü”nü kurduk. Kültürlerimizi, bütünleştirmeye çalışıyoruz! Ama bunlar,
açıktan yapılmaz! Adı konarak yapılacak işlerden değildir. Yanlış
anlaşılabildiği gibi, savaşlara da sebep olabilir. Bunlar, Devletlerin ve
Milletlerin derin düşünceleridir.
-
İşitiyorum: Benim dil ve tarih ile uğraştığımı
gören kısa düşünceli bazı vatandaşlarımız; “Paşanın işi yok! Dil ile Tarih ile
uğraşmaya başladı” diyorlarmış. Yağma yok !. Benim işim başımdan aşkın. Ben
bugün çağdaş bir Türkiye kurmaya ne kadar çalışıyorsam, yarının Türkiye’sinin
temellerini de atmaya o kadar dikkat ediyorum.
- Bu yaptıklarımız, hiçbir millete düşmanlık değildir.
-
Barıştan yanayız, barıştan yana kalacağız!
-
Ama durmadan değişen dünyada, yarının muhtemel
dengeleri için hazır olacağız.
-
Bunları sana, akıllı bir genç olduğun için
söylüyorum. Açıktan söylemiyorum, kulağına söylüyorum.. Sen bil, gerekçesini
kimseye söylemeden böyle davran, çevrenin de böyle davranması için gerekeni
yap! İdealler konuşulmaz, yaşanır!
- İşte senin sorunun karşılığını da böylece vermiş oldum!
-
Gece ilerlemişti. Atatürk arkadaşları ile
birlikte, bulvara çıktığı zaman, taze bir sabah Ankara göklerinde ışımaya
başlamıştı. (4)
-
SONUÇ:
-
Bu gün, başta stratejik ortak ABD ve Avrupa
Konseyi bağlamında doğal müttefik AB Türkiye’nin etrafında adeta bir çevirme
harekatı gerçekleştirmeye çalışıyorlar. İçeride ve dışarıda türlü taktiklerle
toplumun kafasını karıştırmaya, fikirleri zayıflatmaya, adeta, bizleri, kendi
benliğimizden uzaklaştırmaya, Milli hafızamızı silmeye ve utandırmaya gayret
ediyorlar. Özgüvenimizi, inancımızı, değerlerimizi ve dirençimizi kırmaya
çalışıyorlar. Tam bir asimetrik savaş Psikolojik taarruz Taktiği! Vakti
zamanında İznik Konsülleri tarafından çalınan bu menfur maya bir tutarsa, o
zaman bizi sahada da yenmek kolaydır, askeri olarak ta.
-
Yeter ki bir kerre bu millete Yenilmişlik ve Teslimiyetçi ruh halini,
ezilmişliği, paraya kul ve gâvura köle olmayı kabul ettirsinler.İŞTE, biz de
asla bunu kabul etmeyeceğiz.
-
BURADA DUR! DİYECEĞİZ.!.
-
Dikkat edin, Rumlar hamle üstüne hamle yaparak
Türkiye’yi bunaltmaya çalışıyor.
- Hemen hatırlanmalı ki yine aynı Yunanistan’ın dış işleri bakanı Melina
Merkürü, Kurtarılacak.
- Topraklar Haritalarını yayınlayarak Trabzon yöresini
Pontus olarak ilan etmiş ve hedef göstermiş durumdadır. Hele bir “Ermeni
soykırım yalanı” tutsun, bu defa tarihte en çok Türk soykırımı yapmış olan
Yunan, daha vahim iftira ve yalanlarla zuhur edecektir.
- Ermeniler atakta: içte, dışta, Amerika da, Avrupa da ve sonra da hiç
yüzleri kızarmadan “önşartsız masaya oturmaya” hazırız gibisinden laflar
ediyorlar. Sanki, hala Azerbaycan’ın %21’ni işgal eden onlar değilmiş, sanki
bizin Doğu Vilayetlerimizi talep eden kendi anayasaları değilmiş gibi. Sanki,
Bakü’de, Hocalıda, Erzurum, Kars, Adana, Mersin ve birçok yerlerde kitle
katliamı yapan Ermeniler değilmiş gibi. Sanki yıllarca Türk diplomatlarını
öldürüp, “Türkiye’yi öldürüyoruz” diye çığlık atan Ermeniler değilmiş gibi.
- Amerika ve Avrupada ki Diyasporayı kullanarak Türkiye’ye baskı yapan
kendileri değilmiş gibi, sanki Avrupa Parlamentosu kullanan kendileri değilmiş
gibi şimdi “ön şartsız görüşmeye hazırız” diyorlar. Ve sanki, anarşi-terör ve
tedhiş örgütü kendi icat ve kuklaları değilmiş gibi...Bu kadar oyun ve şov
olmaz. Bizim gerçekleri görüp, bu yaratılan duman dalgasının ardında ki
oyunları fark etmemizin zamanı çoktan gelmiş bulunmaktadır.
- Irak sınırında yasaklar, Bulgar ve Romanya sınırında kısıtlama ve vizeler,
geciktirmeler. Tam o sırada AB de 8 fasıl’ın askıya alınışı, AB’nin “ille de
Kıbrıs işini halledin” diye dayatması. Hepsi tesadüf değil mi? Biz bu
taktikleri ve tutumları daha önce hiç görmedik değil mi?
-
Karşımıza tüm benzer oyunlardan sonra Sevr’i
dayadıklarını, unuttuk değil mi? Hayır, hiç birini unutmadık. Hiç birine de
kanmıyoruz. Tüm taktik ve oyunların farkındayız. Tüm bağlantıları da daha net
görmeye başladık. Bir haberim var: hala bunları görmediğini iddia eden varsa,
hala AB ve ABD’ye şirin görüneceğim diye çeşitli izahlara yeltenen varsa,
onlar sadece kendilerini kandırıyorlar ve sadece kendilerinin geleceğini
garantiye almak istiyorlar yoksa milleti ve vatanı falan düşünmüyorlar. İşte
ilaveten, bizler bunların da farkındayız. Artık Dik durmanın, Bir Türk gibi
güçlü olmanın ve Berrak düşünmenin zamanı gelmiştir. Ezik ruh halinden ve
adeta “azınlık” psikolojisinden kurtulmamız gerekmektedir. Kısacası, artık
hepimiz için toparlanma zamanı gelmiş bulunmaktadır. Dosdoğru bir yol ve
gerçek bir istikamet için lütfen Atatürk’e kulak veriniz:
- "İskenderun güneyi Antakya, Halep ve katma İstasyonları,
Cerablus, Fırat köprüsünün güneyi, Deyr'i zor, Musul, Kerkük ve Süleymaniye;
Vatanımızın Türklerle meskun güney sınırlarıdır. Türk süngüleriyle çizilmiş
olup, sınırlarımız içindedir."
-
“Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk
milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk toplumudur. Bu toplumun
fertleri ne kadar Türk kültürüyle dolu olursa, o topluma dayanan Cumhuriyet de
o kadar kuvvetli olur.” ( M.Kemal ATATÜRK-1923)
- 1) Ö. F. Demirkır 27.11.2007, Trabzon
- 2) Mehmet Ali Nogay, Kore Gazisi, Ankara
- 3) Ramazan Kemerdere, Kore Gazisi, “Anılar”
- 4) Olay İhsan Sabri Çağlayangil’den dinlenmiş, Sebati Ataman, Kılıç Ali,
Tevfik Rüştü Aras, Hikmey Bayur tarafından doğrulanmıştır. Kaynak:
Atatürk'ün Avrasya Devleti/ İsmet Bozdağ
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
103 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
ŞEYH EFENDİNİN RÜYASI VE TÜRKİYE |
-
-
Milletin asli ve hakiki hizmet
unsurları insanlık, ahlâk, edep ve hukuk dışı dokunulmazlık,
ayrıcalık, hususi imtiyaz, avanta, rüşvet ve iltimastan müstağni.
Namuslu, dürüst memur, işçi ve emeklileri dâhil; halkın kahir
ekseriyetini fakr-ü zaruret, yokluk, yoksulluk ve sefalete mahkûm
ederek; siyasi hırs ve iğrenç ihtiraslarını tatmin uğruna millete
zulmedenler bilsin ki!
-
‘İkinci Abdülhamit döneminde
Şeyhülislâmlık yapmış, zamanın en büyük gönül sultanları ve din
âlimlerinden olan Şeyh Rahmi Baba; 1920’li yıllarda Anadolu’da
mukim, vazifeli şeyh ve halife arkadaşlarını gizlice bir kasabaya
davet eder. Sebebi hikmeti: “Kahriye” okunacak; Yani, Esma-i
Hüsna’dan “Ya kahhar” zikriçekilerek Mustafa Kemal’in ve kurmak
istediği rejiminin “kahr-u tedmiri” için müştereken dua ve
zikredilecektir. Davet kabul görür ve gizlice toplanılır.
-
Tam kahriyenin okunacağı sabah
vaktine birkaç saat kala, fecr-i sadık sıraları yakaza
- halinde istirahat etmekte olan Şeyh Efendi, bütün niyetlerini
altüst edecek bir mânâ (rüya) görür:
-
Bir dünya haritası; ortasında
Türkiye!
-
Türkiye
toprakları dünyanın diğer bölgelerinden bariz bir şekilde
ayrılırcasına yem yeşil; fakat etrafı, sınırları simsiyah, hayli
kalın, lâkin alçak duvarlarla çevrili. Peygamber Efendimiz
haritanın başında. Mahşeri bir kalabalıkta, insanların gözü önünde
dünyayı yeniden paylaştırıp, taksim ediyor;
-
‘şurayı şuna,
burayı buna verin’ diye emirler yağdırıyor… Taraf ve
etrafındakiler ise derhal gerekeni yapıyorlar.
-
Mustafa Kemal, Çanakkale berisi ve
İstanbul ötesi Trakya bölgesinde duruyor. Her ne hikmetse yüzü
Peygamber Efendimiz e dönük değil! Duruşundan anlaşıldığına göre,
bir şeylerden dolayı mahcup ve tedirgin bir ruh hali içinde; Velev
ki bu yüzden olsa gerek, Yüce Efendimizin yüzüne bakamıyor. Sıra
Türkiye’nin kime verileceğine geldiği zaman, manâyı mükerremdeki
Şeyh Efendi gözlerini beş açıyor ve pür dikkat kesiliyor.
Peygamber Efendimiz yüzünü çevirmeden yalnız eliyle işaret ederek
“burayı da şuna verin” buyuruyorlar.
-
Burası dediği Türkiye’dir, şu
dediği de Mustafa Kemal’dir. Sebebi: Müstakbel ıslahatlar
(Atatürk İlkeleri) ve Türk İnkılâbı’dır.
-
Tam bu sırada Şeyh Efendi kan ter
içinde uyanır. Düşüncelidir. Niyetiyle rüyası arasında bir müddet
gider gelir. (Tasavvuf ve tarikat kültüründe; Peygamber
Efendimizin zahir oldukları, bizzat tezahür ettikleri,
göründükleri manâ [rüyalar], doğrudan sahih, sağlam ve ‘acaba’sız,
kat’i bilgi kaynaklarından biridir). Şeyh Rahmi Baba Abdestini
alır, vaktin namazını cemaatle kılmak için icabetini bekleyen
arkadaşlarının yanına varır. Namaz eda edilir, dua biter, Fatiha
okunur.
-
Herkesin kahriye çekilmeye
geçilecek dediği bir anda Şeyh Efendi rüyasını anlatmaya başlar.
-
Rüyayı
şöyle yorumlar: “Türkiye yemyeşil olduğuna göre, bu hayra, İslâm’a
alâmettir ve durumun esas itibariyle iyi olduğunu gösterir.
Türkiye’nin etrafını çepeçevre saran duvarın kalın, kasvetli ve
siyah oluşu tedirginlik verici; çünkü siyah küfür işaretidir, fakat
alçak oluşları mevcut menfi durumun çok uzak olmayan bir zamanda
aşılabileceğini gösterir. Gerek Peygamber Efendimizin ona karşı
tavrı, gerekse Mustafa Kemal’in duruşu menfi... Fakat Türkiye’yi ona
veren Hz. Peygamber olduğuna göre buna karşı çıkamayız... O’na tabii
olacak ve maddi, manevi yardım edeceğiz…”
-
Her şey
apaçık ortaya çıkmış ve Anadolu Erenleri kutsal mesajı almıştır.
Kahriye okumaktan vazgeçilir. Kanaat Önderi Şeyhler, Halifeler huzur
içinde; Vicdanen müsterih, memnun, bahtiyar,hâl ve istikametleri
aydınlanmış olarak memleketlerine dönerler...’
-
KISSA’DAN HİSSE:
-
Aziz,
âlim, mümin ve mücahit, kadim Türk Milleti; 1400 yılı mücavir
İslâm’ın, yaklaşık 1000 yılı Muhammed ümmetinin Bayraktarlığını,
Sancaktarlığını yapmış; Müslüman âlemini tam bir hamiyet ve himmetle
kucaklamış; İnsanlık camiasını adaletle himaye etmiş dualı bir
millettir. Ola ki; Mustafa Kemâl’in Peygamber Efendimiz SAV
huzurundaki mahcubiyeti: Osmanlı’da gerileme devrinin fiilen
başladığı 1734 yılı evvel ve ahirinde (sonrasında); İdare, asker ve
temsil makamlarında vaki gasp, yozlaşma, çürüme ve İslâm’dan
uzaklaşma, adaleti terk nedeniyle vaki: Haksızlık, yolsuzluk,
adaletsizlik, insana, İslâm’a ve kamu ahlâkına aykırı tertip, süfli
teşebbüs, sefahat, din istismarı ve dağılma sebebi utanç verici
suiistimallerin tevlid ettiği hicaptan olmalı.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
104 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
ŞİMDİ NE YAPMALI? |
-
-
Dünya,
yıllardır Türk milleti’nin yaşadığı felaketlerin boyut ve hacminden
habersiz.
- Öyle ki, bölücü unsurlar ile ülkemiz
üzerinde menfur emel ve çıkar hesapları olanlar ‘Tehcir’ i dahi
soykırım olarak niteleme çabası içindeler. Üstelik bu tür haber ve
yorumlar bütünüyle yanlı, objektif ve tarafsız değil. Şu an için,
ilhamını karanlık güçlerden alan ‘aydın’ bir kesim özürcülerin
yargılanmasından son derece kaygılı ve rahatsız.
-
Ancak
bilinmelidir ki bunun, arsızca ve hâyasızca iddia ettikleri fikir
özgürlüğüyle bir alakası yok. Soykırımı algılama, milli etik ve
etnisite ile alakası var. Bunlar gerçek amaçlarını gizleyerek "fikir
özgürlüğü" demagojisi yapıyorlar. Dertleri bu değil!. Türkçe
konuştukları ve Ermenilerce Türklere uygulanan “belgelerle sabit”
vahşet, ihanet ve soykırımı iyi bildikleri halde sözde soykırıma
inanmaya, savunmaya ve lehte propaganda yapmaya çalışmak, ya kör
cahillere, ya da soyu belirsiz hainlere mahsustur..
-
Hani Başbakan sıfatıyla bunlara verdiği bir cevap var ya;
-
“Her halde soykırımı bunların
dedeleri yapmış ki, özür diliyorlar!”
-
“mükemmel” bir cevap.. Doğruluğunu
görmek için lütfen bu makalede isimleri verilen ve mezkür
sitelerinde mahfuz kimseleri bir araştırın!. Aralarından nesebi
Ermeni, Rum-Yunan ve Sabetaistlere dayanmayan kaç kişi çıkacak
acaba?... Konuyu Atatürk’ün ‘etnik köken’lerle ilgili vecizesi ile
derinleştirmek istiyorum. “Ben ülkemde iş başına gelecek insanın
soyuna, sop’ una bakmam, ancak ihanetlerini gördüğüm vakit
damarlarındaki kanına bakarım."
-
Yanlış anlaşılmasın. TC’de hiç
kimsenin etnik kök filan gözettiği yok.
-
Davos’tan
sonra sanal olarak yaratılan Yahudi karşıtlığı da uydurma, yalan.
-
Dünya da azınlık hukuku’nun asli
unsur haklarından ileri olduğu tek ülke Türkiyedir. Bakmayın adları
Türk’çe olduğu halde, soydan bozuk Ermeni, Rum-Yunan
haymatloslarına; Bunların ar damarları çatlak, kanları kirli.
Sürekli Kürt sorunu, soykırım, demokratik hak, özgürlük, güvenlik
deyip demagoji yaparlar. Oysa gerçekte bütün değerleri yozlaştıran,
ortamı karıştıran, anarşi, terör-tedhişe çanak tutan, yardım ve
yataklık eden işte bunlardır. Organize suç örgütlerinin mimar ve
müsebbipleri, bilumum soygun-vurgun olaylarının suçluları da!
-
Gerçek odur ki, tarih boyunca Türk
devletlerine asla ‘Türk’ ihanet etmemiştir.
-
Ülkesi ve milletine ihanet eden de
görülmemiştir. Türk “azınlık” olduğu ülkede bile namuslu, dürüst ve
merttir. Yaşadığı devletin yasalarına uyar, yasaklarına riayet eder.
Ülke insanlarına saygı duyar. Zulme maruz kaldığında anayasa ve
hukuk yolundan hakkını arar. Baskı, cebir ve şiddetle karşılık
bulursa; Yunanistan, Bulgaristan, eski Yugoslavya, Kıbrıs, Musul
Vilâyeti (Kerkük) D. Türkistan ve diğer Türk esaret (azınlık ve
tasallut) bölgelerinde olduğu gibi ‘medeni ve insani’ hakları uğruna
açıkça, insanca, mertçe mücadele verir.
-
Netice de Türk budur. Türk böyledir!..
Türk büyüktür… Bunlar kadar alçalmaz!..
-
Peki; bunların neresi Türk Allah
aşkına? Batılı Tarihçi illâ ortaya bir fitne-fesat, iftira katar. Bu
sözde tarihçiler, her ne kadar Türk’ten hain göstermeye çabalarlarsa
da, bu kesinlikle yalandır. İftiradır. Hele ki yazarın adı Türk’se
kansızdır! Bu tahrifçiler şüphesiz dönme, devşirme veya soydan
gayrisahihtir. Meselâ, Ermeni asıllı yerli lobilerle müştereken kökü
dışarıda ‘diaspora’ca yürütülen sözde Kürt sorunu ve soykırım
iftirasına bir bakalım: Baştan
söyleyeyim Türkiye’de asla bir Kürt sorunu yok. Var diyenleri bir
bir araştırın, soruşturun altından mutlak surette Ermeni, Rum ve
Yunan dönmesi çıktığını göreceksiniz.
-
Dahası; “1915'te Ermeni’lerinin maruz
kaldığı büyük felâket'e duyarsız kalınmasını, bunun inkâr edilmesini
vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma
Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür
diliyorum” diye, hıyanet kokulu bir metne imza atarak; 16.12.2008’de
‘Türk Milleti adına’ ve TC’de: “Ermeni’lere soykırım yaptık onlardan
özür dileyelim” savıyla başı çeken isimleri de analiz edin.
-
Açıkça ifade ettikleri şekilde, öç alma,
hıyanet, haset ve düşmanlıkla kıvranan hain bir kitle ile
karşılaşacaksınız. Üstelik bunlar bizden para kazanan kişiler.
Menfur siyasi görüşleri bizi ilgilendirmiyor. Kimi bunların
yazılarını sever, şarkılarından hoşlanabilir. Güzel gibi görünen
fakat en hafif ifadesiyle gülünç bahanelerle aymazlar ve ihanet
kalkışmacılarına para kazandırmayı sürdürebilirler. Onlardan biriyle
söyleşi yapanlar da çıkabilir.
-
Bu bir
Türklük onuru ve insanlık derecesi sorunudur.
-
Böyle
düşünenler aslında çok yanılıyor ve aldanıyorlar. Doğrusu: bunları,
böyle düşünenleri ve bu ‘gibileri’ millet olarak çevremizden atmak
hayatımızdan çıkartmak, dışlamak, insanlık adına memur, zorunlu ve
sorumlu olduğumuz demokratik tepkimizi göstermek, bedhahları
cemiyet, devlet, siyasi, sosyal ve sanat hayatımızdan silmek
gerekir.
-
“Ermeni’lere soykırım yaptık onlardan
özür dileyelim” savıyla ‘başı çeken” isimler ve sürdürülen
kampanyalar http://www.ozurdiliyoruz.com adresinden görülebilir.
-
Lütfen kendinize gelin. Uyumayın!..
Bilinçlenin, farkında olun!
-
Özgürlük,
huzur ve güvenlik alanımızı daraltan, insan hakları, adalet ahlâkı,
hukuk ve demokrasiyi dumura uğratan, anarşi-terör ve tedhişe çanak
tutan, rüşvet alan-veren, hırsızlık, yolsuzluk, gasp-irtikap, görevi
kötüye kullanma, kaçakçılık, kayıt dışılık, aleni istismar ve
suiistimallerle malul “takip, denetim, kontrol ve şeffaflıktan” ödü
kopan, ulusal veya uluslar arası denetimden şiddetle kaçan güruhun
tamamı benzer tandansta düşünen, frekansları pek farklı olmayan,
mütemmimleri “Türk, Türkiye, Milli Devlet, Hak-Adalet, Hukuk,
İnsanlık ve İslâm düşmanı” organize çıkar (anarşi, terör ve tedhiş)
örgüt furyalarından müteşekkildir.
- Başta Türk milleti aleyhine kirli
kumpaslara taraf ihanet şebekeleri olmak üzere; yukarıda nitelik ve
nicelikleri açıklanan bütün zanlı, fiili ve potansiyel suçlulardan
devleti arındırmak, “her kim olursa olsun” hedef kitle bazında zan
altındaki bu menfur topluluktan “iyilik, doğruluk, namuskârlık,
dürüstlük ve erdemlilik adına” toplumda şüphe, şaibe, korku ve
tereddüt uyandıran herkesi ve her kesimi hesaba çekmek, suçluları
bulmak, şiddetle men ve cezalandırmak, çevremizden dışlamak
zorundayız.
-
Bu
devlet, hükümet ve birey için görevdir. Hedef kitle sadece
“özürcüler” değildir. Yanlış anlaşılmasın. Onlar zaten bağımsız
yargı ve Türk adaleti önünde hesap verecekler.
-
MESELE: Bunlar ve benzerlerinden
“ADAY OLANLARA” asla oy vermemektir.
- Türk Milleti bir yandan
bu “emsal” davaya taraf olmak, sahip çıkmak; Diğer taraftan yukarda
evsafı açıklanan ve eylemleri tanımlanan “hırsız-yolsuz-yalan-talan”
takımından ülkeyi, siyaseti, STK, parti, iktisadi sektör ve
kurumları kurtarmak için elinden geleni her şeyi yapmak zorundadır.
Bu bir insanlık ve vatandaşlık görevidir. Sosyal sorumluluktur.
- SONUÇ: Türk, Kürt, aleni
Ermeni, Rum, Müslim veya Gayrimüslim; Asli unsur veya azınlık, her
kim olursa olsun: Namuslu-dürüst, onurlu-sorumlu, hakkıyla üreten ve
helâlinden tüketen herkes bizim kardeşimiz, yurttaşımız, sevgili ve
değerli; Birinci sınıf vatandaşımızdır.
- AMA!.. Suç odağı,
organize terör ve çıkar örgüt zanlısı, kumar borcu-diyet borcu olan
yalancı-talancı, şüpheli-şaibeli, rüşvetçi-iltimasçı, hortumcu ve
suiistimal güruhu asla!. Bunlar Türk milletini alçakça sömüren
keneler, sülük ve domuzlar mesabesinde olup; yandaş, yoldaş ve yol
arkadaşları dâhil insanlık ve millet düşmanıdırlar.
- ŞİMDİ TAM ZAMANIDIR: 29
Mart’ta bir yerel (genel) seçim var ve bu seçimde yukarda tanımlanan
tür’lerin büyük bölümü halkın önüne “ADAY” sıfatıyla çıkacak. Dikkat
ediniz lütfen!.. Bu adayların hiç biri “Egemenlik Kayıtsız Şartsız
Milletindir” umdesine uygun olarak milletçe belirlenmedi. Gayrisini
millet düşünmeli,OY’unu tam bir vatandaşlık şuuru ile ‘BİLİNÇLE’
kullanmalı ve siyasi mevtalar ile politik-ACI’ları ebediyen sandığa
gömmelidir. Biline…
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
105 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
TABİATIN LANETİ VE GDO TEPKİSİ |
-
-
Kimsenin aklına gelmez ve “hayati önemi haiz
olmasına rağmen” kamuoyu ve halkın gündemine girmezken; 2009 yılı Kasım ayı
başında Tarım Bakanlığı’nın ilgili yasa’dan önce, yönetmeliğini yayınladığı
GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizma) konusu ‘umulmadık bir biçimde” patlama
yaptı ve “şok etkisiyle” gündeme oturdu.
-
Bu, ‘genelde dünya; özelde vatan, insan,
toprak, bayrak ve doğa (çevre) sevgisinin ne anlama geldiğini ve ne demek
olduğunu?’ bilenler, rasgele değil, ‘bilinçle-inançla’ yaşayan, başka deyişle
‘diğerkâm’ insanlar için çok önemli, sevindirici ve ümit verici bir
gelişmedir.
- İnşallah bu mücadele sonuç alınıncaya ve halkımıza yönelik
kimyasal-biyolojik savaş unsurları def edilinceye kadar, azim, irade, bilim ve
kararlılıkla sürer…
-
Bu ‘bilinçlenme ve kutsal olan yaşamı koruma”
savaşının sürmesi zorunludur.. .
- ÇÜNKÜ: “Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre; hızla çoğalan, çeşitlenen ve
artan hastalıkların % 72’sinin kaynağının besinler ve beslenmeye bağlanmakta
olduğu” kritik bir dönemde konu, son derece önemli, dolayısıyla güncel olması
çok doğru, yerinde ve isabetli….
- TABİATIN LANETİ
-
Ancak, yıllardır amansız hastalıklara neden
olan, insanları zayıf düşüren, dirençlerini (antikor özelliğini) kıran,
madden-manen büyük zaaf, bedensel-ruhsal hasar ve tahribata neden olan
hormonlar ile; Yahudi tekelinde kronik kanser misali; ‘kimyasal-biyolojik
savaş’ unsurları bağlamında ülkemizi saran, insanlarımız, ürünlerimiz,
tarım-toprak, su ve ziraatimizi alçakça sabote edip, olumsuz etkileyen tohum
konusu ilişkilendirilerek birlikte ele alınmalı ve işlenmeliydi. Maalesef öyle
olmadı. Ama buna da şükür.
-
Lütfen hatırlamaya çalışınız! Aziz Nesin ne
demişti?
-
“Bu ülkede yaşayanların yüzde 60’ı geri zekâlı
ve aptal!..”
-
Aziz Usta bunu söylemeye söyledi, mahkemelik
de oldu ama sebebini söylememekle çok büyük bir haksızlık yaptı millete. İşin
garibi soran da olmadı. Ama biz, şahsen sormamış olsak da, soranları ve
cevabını alanları bulduk, bildik, öğrendik..
-
Sebebi: 1963 (Amerikan yardımı süt tozu ile
bedenen zehirlenme ve sözde barış gönüllüsü ajan provokatörler tarafından
beyin yıkama günleri)'den günümüze giderek yoğunlaşan-yaygınlaşan
(kimyasal-biyolojik saldırı) hormonlu gıdalar!
-
İlk izin verenlerin, Atatürk’ün kurduğu
(Tohum, fidan, hayvan vd) Islah İstasyonlarını kapatanların ve et, süt, meyve,
sebze ‘besin-gıda maddesi” namına ne varsa hepsi dahil içine hormon katanların
Allah belasını versin!... Usul ve füruğlarına, dahili bedhah (iç düşmanlar) ve
harici patronlarına lânet olsun. Sözde bilim adına bunlara arka çıkanların
tamamına da…
- GDO VE HORMON TEPKİSİ
-
Hormonlu gıda ve GDO katkılı ürünler, antikor
oluşumunu önlemekte ve hastalıklara karşı vücut direncini sıfırlamaktadır. Bu
nedenle, DSÖ verilerinin de açıkça gösterdiği gibi dünyada hastalıklar hızla
artmakta, Tıp bu artış karşısında aciz kalmakta, milletlerim milli gelir ve
servetlerinin en büyük bölümü ise bu durumda sağlığa gitmektedir. Sağlık ve
ilâç sektörü ise, büyük ölçüde virüs üreticilerinin elindedir. Yani GDO, suni
tohum ve hormon imalatçılarının; Yani, İlâh, İlâç ve Silâh tüccarı vampirlerin
elinde…
- BİR KAÇ ÖRNEK:
-
1. Ülkemizin sağlık (sektör, ilâç,
alet-edevat, teknik donanım ve tahkim) harcamaları toplamı 50 milyar Dolar/YIL
olup; Sosyal Güvenlik yatırım, prim ve idame harcamaları buna dâhil değildir.
Üstelik bu 50 milyar dolar tutarındaki miktar bütünüyle gâvura gitmektedir.
-
2. Yabancı sigara üretim ve satışından önce
ülkemizde “sigaradan ve sigaraya bağlı” hastalıklardan ölenlerin sayısı yılda
ortalama 15-20 bin iken; Şimdi bu rakam yılda 120 bin kişiye ulaşmıştır. GDO,
programlı tohum ve hormon kaynaklı ölüm ve hastalık sayısında ise akıllara
durgunluk veren bir artış vardır. Bunu anlamak için 1963-2009 dönemine ait
“nüfus ile mukayeseli” hastane, hasta, yatak ve ex sayılarına bir bakmanızda
zaruret vardır.
-
Aşağıda, başta GDO konusu gelmek üzere, buna mümasil, insan sağlığı, doğal
bitki varlığı ve bu alanı etkileyen faktörler hakkında mükemmel bir çalışma ve
araştırma var.
- Yazarı: Gıda Mühendisi Süleyman Akdemir…
-
Kendisi, aynı zamanda “Tek Çare Kemalizm”
isimli kitabın da yazarıdır. (*)
- Asla kafa karışıklığına yol açmayacak, son derece net, objektif ve
orijinal bilgi, bulgu, tespit ve tavsiyelerle tahkim edilmiş “bu” değerli
çalışmayı; Konjonktür gereği aydınlatma görevimizin bir parçası olarak bilgi
ve görüşlerinize sunuyorum.
- GENETİĞİ DEĞİŞTİRİLMİŞ ORGANİZMALAR MI?.
-
Uygarlığın son yıllarda gösterdiği baş
döndürücü gelişmeler, önceleri imkânsız görülen amaçların ve hedeflerin
belirlenmesini, onların şekillenmesini etkilemiş, günümüz koşullarında farklı
yaşam biçimlerinin insan eliyle oluşmalarına yol açmıştır.
-
Başka bir deyişle, insanoğlu, doğaya bir
ölçüde müdahale etmeye başlamıştır. Bilimsel gelişme ve insanın doğaya
müdahalesi, belki de bundan sonraki tartışmaların odak noktasını teşkil
edecektir. Var olan teknolojiler ve bunların insanlığın geleceğindeki rolleri
konusu ise, tüm dünyada temel tartışmaları da beraberinde getirmiştir.
-
Son günlerde basın ve televizyon kanallarında,
daha önce son derece sağlıklı görülen bir katkı maddesinin yasaklanmasına,
yada, insan sağlığı adına tedavi amaçlı kullanılan farmasötik (ilaç formunda)
bir ürünün sakıncalarının ortaya çıkmasına dair haberlerin ciddi anlamda
yoğunlaşması dikkat çekmekte ve ürkütücü boyutları gözler önüne serilmektedir.
- Yıllar boyu sağlık için tüketilen onlarca çeşitli (doğal olmayan)
maddelerin yarattığı riskler, üreticileri çok da fazla üzmüş veya ticari
kaygıların ağırlığı açısından, standart insanların vicdani sorumlulukları
kadar bile etkilemiş gibi görünmemektedir.
-
Bu tavır sürmekte ve insanlar tarafından
beslenme yoluyla alınan her türlü ürün için, birbirine zıt iki farklı anlayışı
karşı-karşıya getirmektedir. Kabul edilmiş, yıllarca denendiği için risk
değerlendirilmelerinde sorun yaşanmamış, yeni gelişmeleri ve mevcut
metodolojiyi savunanlarla, belirlenen süreler için gerekli etkileşim
analizlerini yaparak çok yeni atılımları öngören modern moleküler
biyoteknolojiyi savunanlar, tamamen karşıt görüşler ileri sürmekte ve mücadele
etmektedirler.
-
Mevcut teknolojileri ve doğal yöntemleri
benimseyenler için, genetiği değiştirilmiş organizmalar, (GDO) onlarca yıl
sonra ortaya önlenmesi, aşılması mümkün olmayan risklere ve sağlık sorunlarına
neden olabilir endişesi ile zaten sıcak karşılanmamaktadır. Genetik alanında
sağlanan olağanüstü gelişmeler ve bunların günlük gıdalarla sürekli tüketilir
olması, bir zamanların korku filmlerine konu olan frankenstein (frankenşıtayn)
türü varlıklar veya metabolizmalar oluşturması riski yüzünden genellikle
reddedilmektedir.
-
Sigaranın kanser riski bile onlarca yıl sonra
ortaya çıktığına göre, bakış açısı ile ilgili olarak, hak vermemek elde
değildir. Modern moleküler biyoteknolojiyi savunanların, çeşitli kültür
bitkilerinin genetik şifreleri ile oynayarak ve aslında bitkilere, bitkilerden
değil de, çeşitli mikroorganizmaların genlerinden alınan molekülleri monte
ederek sağladıkları avantajlar cazip görünmesine rağmen “hayvanlaşmış
bitkiler” ortaya çıkmaktadır.
-
Süreç içinde hangi olumsuzlukların yaşanacağını tahmin etmek bile bazen
çok zorlaşacaktır. Kanser tedavisi için kullanılan ilaçların tedavi etmesi
gereken kanseri geliştirdiğinin tespit edilmesi, normal ve kabul edilir deneme
sürelerine rağmen ortaya bu sonucun çıkması, bitki genlerine bitkisel olmayan
moleküller monte edilmesine karşı çıkanların ellerini doğal olarak
güçlendirmiştir.
-
Genetiği değiştirilmiş organizmaların
gerekliliğini savunan üreticilerin savları ise, genellikle, daha yüksek
verimlilik, zararlılardan etkilenmeyen veya zararlıların etkisine daha az
maruz kalmış en düşük hasarlı ürün elde edilmesi, hızla artan dünya nüfusu
gibi konulardan bahsedilerek desteklenmektedir.
-
Çeşitli ürün yelpazelerinde yapılan deneyler
sonucu alınan neticeleri savunarak, bu şekilde yapılan üretimin gelecekte tek
çıkış yolu olarak gösterilmesi ve bunda ısrar edilmesi gibi, belki de kabul
edilebilirliğini iyice zorlaştıran bir yaklaşımla sunulması, bu ürünlerin,
şüphe edenleri tatmin etmekten uzak bir görünüme bürünmesini sağlamaktadır.
-
Dünya Sağlık Örgütü araştırmalarında
hastalıkların % 72 kaynağının beslenmeye bağlanması, bu açıdan baktığınız
zaman ürkütücüdür. Bilimsel gelişmeye karşı çıkmak ve çeşitli buluşları
reddetmek, düşünen üreten insan için asla mümkün değildir. GDO larla ilgili
çalışmalar ve onları geliştirip insanlığa sunan modern moleküler biyoteknoloji
şaşırtıcı bir hızla mesafe almakta, radikal bazı değişimleri de beraberinde
getirip güncelleştirmektedir.
- Son derece karmaşık, kontrolü güç, hassas ve titizlik gerektiren bir dizi
teknoloji uygulamalarıyla elde edilen bu ürünler esas itibarıyla ‘genlerle
oynamayı’ gerektirmektedir.
-
Tarihe baktığınız zaman
mucitlerin yaşamlarını pek zengin olmadan sürdürdüklerini, başka bir deyişle,
buluşların kabul edilmesinin öyle kolay bir iş olmadığını biraz da üzülerek
izlersiniz. Çünkü teknoloji ve gelişme, sıradan insanlar için, takip
edilebilir veya hemen algılanabilir konular değildir. Bir yeniliği takdim
edersiniz.
-
Onlarca yıl geçtikten sonra değeri
anlaşılabilir.
-
Geçen süre insanlık adına kayıp hanesine
yazılması gereken ve paranın satın alamadığı tek şey olarak öne sürülen
zamandan başka bir şey de değildir.
-
Son 25 yıl içinde ortaya çıkan genetiği
değiştirilmiş ürünlerin de böyle bir süreç yaşaması son derece doğaldır. Bilim
adamları ile sıradan vatandaşların aynı konuya çok farklı bakmaları normaldir,
mümkündür. Arada ise diğer gelişmelerden farklı bir risk faktörü vardır. Söz
konusu olan materyalin etkileyeceği ve belki de geri dönülemez hasarlara yol
açacağı varlık, bizzat insanını ta kendisidir.
-
O halde, konu tamamen insan varlığının
geleceği ile ilgilidir. Yanlış beslenmenin, sadece insanların oluşturduğu
çevre kirliliğinin, doğal olmayan gıdaların, doğal olup da bilinçsiz yemek
hazırlama metotları ile aslında yenmeyecek duruma getirdiğimiz gıdaların ve
diğerlerinin insan varlığına yönelttiği tehditler gözden geçirilirse,
geleceğimiz adına, her türlü teknolojik gelişmeyi daha çok araştırıp, ince
eleyip sık dokumamız gerekmektedir.
- Başka bir açıdan baktığımız zaman ise durum gerçekten çok ciddidir.
-
Aynı konuda, bilim insanlarının bu seviyede
farklı düşündükleri ve taban-tabana zıt görüşlere sahip olarak ısrarcı tutum
takınmaları olağan bir durumdan çok öte, gerçekte ise acıtıcıdır.
-
GDO lu ürünlerin Dünya Ticaret Örgütün’ün (DTÖ)
baskıları ile bu kadar yaygınlaştırılması, doğal ürünler üzerindeki riskleri,
ürünlere karşı çıkanların haklı çıkmaları halinde insanlık için, belki de bir
felakete neden olabilecektir.
-
Savunma mekanizmaları çok
güçlü çeşitli hayat formlarının, bu tür ürünlere direnemeyişleri, bu ürünlerin
kuşku ile karşılanmasında en büyük etkenlerden biridir. Çünkü, insan
organizması, kültür bitki zararlısı diğer canlılarla kıyaslandığı zaman, daha
dirençsiz, daha büyük risk altındadır.
-
Etkilenmesi ise onlarca yıl sonra
olabilmektedir. Sürekli yüksek oranda alkol kullanan insanda görülecek olan
hasarlar, bazen 40-50 yıl sonra ortaya çıkmaktadır. Acaba yeni geliştirilen
genetiği değiştirilmiş organizmaların etkisi kaç yıl sonra ortaya çıkacak veya
insan genetiğini de etkileyerek kuşaklar arasında bir deformasyona neden
olmayacağı nasıl garanti edilecektir?
-
Gen teknolojisi en başta, mısır, soya,
patates, pamuk, kolza ve domates ürünlerini gündemine almış, yoğun olarak
ülkemize girmeye başlamıştır. Son yıllarda yapılan spesifik araştırmalardan
kamu oyuna bildirilen bir örneği sizlere sunmak, bir fikir vermesi açısından
önemli olabilir.
-
Pancar şekeri tamamen doğal olan pancar
bitkisinden elde edilmektedir.
- Doğal yollardan, katkısız, sağlıklı şeker elde etmenin en garantili ve
geçerli metodu budur. Ülkemizde kurulan fabrikalardan bazıları ise nişasta
bazlı şeker üretmekte ve piyasaya sürmektedirler. Bu üretim biçiminde
genellikle GDO lu mısırların yaygın olarak kullanıldığı ise çok yüksek bir
ihtimaldir. Önceki yıllarda ortaya çıkan deli dana hastalığının artışı ile,
insanlarda rastlanan ve hızla artan Alzheimer hastalığının büyük ölçüde GDOlu
ürünlerle ilişkilendirilmesi, durumun zaman içinde yükselen bir tehdit
boyutunun da olduğunu gözler önüne sermiştir.
-
GDOlu ürünler doğal olmayan çevre kirliliği
oluşturmakta, diğer bitki formlarını etkilemekte, ekosistemi değiştirmekte ve
önemli oranda sosyo-ekonomik sıkıntılar yaratmaktadır. Bir kısım ürünlerde ise
baz olarak domuz geni kullanılıyor olması iddiası, işin başka yönüdür.
Sağınıza solunuza baktığınız zaman rahatlıkla görebileceğiniz çeşitli allerji
vakaları artışı, yine GDOlarla ilişkilendirilmektedir. Alınan toksik (zehirli)
maddelerin tasfiyesi ise başlı başına sorun oluşturmakta, ortaya çıkan
toksisite (zehirlilik) zor giderilebilmektedir. Antibiyotiklere direnç
kazanmış patolojik (hastalık yapan) mikroplar, kanserojenik etkiler, besin
değerlerinde görülen bozulmalar ve geliştiği saptanan beri-beri hastalığı da
tabloyu genişletmektedir.
-
En çok dikkat çekmesi gereken konu ise,
organik hallerindeyken hayatlarını bu ürünlerle sürdüren doğal bitki
zararlıları, aynı bitkinin GDO’lu olanını ASLA YEMEMEKTEDİR.
-
Doğal ürünlerin öneminin arttığı günümüzde,
sahip olduğu coğrafyası ile ve 12600 endemik çeşitliliği ile dünyanın önde
gelen bir ülkesi olmamızın farkına varmamızın ve buna göre bir üretim modeli
oluşturmamızın zamanı geldi ve geçiyor.
-
Kontrolsuz, denetimsiz, araştırma
laboratuarları eksik ve yetersiz uygulamalarla çağın gerisinde kalarak bu
tehditlerin üstesinden gelebilmenin mümkün görülmediği ülkemizde durum gün
geçtikce daha vahim bir hal almaktadır.Var olan kaynaklarımızın altın
değerinde fırsatlar sunduğu bu coğrafyada, risk oluşturmayan organik gıda
üretiminden vazgeçerek, GDO lu ürünleri tercih etmenin, günümüz koşullarında,
kendi-kendini tüketmekle eş anlamlı olduğu inancı ile, aziz milletimizin tüm
insanlarına, sağlıklı, mutlu ve geleceğinden endişe duymayan bireyler olarak
mutlu günler dilerim.
- (*) Süleyman AKDEMİR: 1948 yılında Ankara’da doğdu. İlk, orta ve lise
eğitimini Ankara’da tamamladıktan sonra A.Ü. Ziraat Fakültesinden mezun oldu.
(1969) Almanya’da Goethe Enstitüsünde dil eğitimi aldı. Uzun yıllar ticaretle
uğraşan Akdemir, imalât, ihracat ve gıda maddeleri bayiliği gibi çeşitli iş
alanlarında faaliyette bulundu. Yurt içi ve yurt dışı araştırmalarını, mesleği
gereği “Beslenme ve Koruyucu Hekimlik, Çevre Sağlığı” gibi alanlarda da
sürdüren Akdemir’in; Kemalizm, Din, Sosyo-Ekonomik Sistemler ve Felsefe gibi
alanlarda da yoğun araştırmaları vardır. “Tek Çare Kemalizm” Akdemir’in ilk
kitabıdır.
-
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
106 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
TEHLİKENİN FARKINDA OLMAK
|
-
-
Farkında olmak; Bilmek ve
bilgiyi yaşamaktır. Sıradan insanların çoğu kendinde değildir. Çevresinde
olup-bitenin farkına bile varmaz. Atalarımızın, henüz isim almaya hak
kazanmamış olanları “gişi/kişi” diye vasıflandırması bu nedenledir. Kişi,
kendine gelmedikçe ve önemli bir başarıya imza atmadıkça “ad” alamaz. Adı
olan, diridir. Farkında olandır. Bu bir nevi bilinç, yani şuur bilim
konusudur. Şuur, vicdan ile doğrudan bağlantılıdır ve doğrusal yönde çalışır.
Vicdan ‘ilâhi adalet’ ile tahkim edilmiştir. Dosdoğru görür, gördüklerini
aklın ve bilimin süzgecinden geçirir, hükmünü (kararını) hikmet ile verir.
İşte, bu karar doğrudur.
- Konumuz; Türk milletinin mâşeri vicdanı olan ATATÜRK’
ün gözü ile bakmaktır.
- BAKALIM :
-
“1919 senesi Mayısının 19
uncu günü Samsuna çıktım. Vaziyet ve manzara-i umumiye:” diye başlıyor Mustafa
Kemâl Atatürk, ‘Büyük Nutuk’una. 2007 yılı Mart ayının ortasında ‘maziyi
terennüm ederek’ bir de biz bakalım. Acaba Türkiye’de ‘umumi vaziyet’ nedir ve
memleketin manzarası’ ne haldedir ?
-
Ancak önce, aradan geçen 87
yılı mücavir süreç, bilgi, (tekâmül) birikim, deneyim, değişim ve dönüşüme
dair bir tespit yapmak gerek. Elbette yakın tarihi baz alarak ve şerefli
maziye bakarak.
-
Zira son Türk cihan devleti
Osmanlı da, zafiyet emareleri kuruluştan 400 yıl sonra başlamış, 1700
yıllarında duraklama sürecine girilmiş, 77 yıl sonra başlayan geriletme,
parçalama ve aleni bölme girişimleri; Müthiş bir içgüdü, (iman gücü) milli
mukavemet ve direnme karşısında 151 yıl (30.Ekim.1918’e kadar) sürmüştür.
-
Bu, bir bakıma yeni bir
Türk devletinin doğum sancısıdır. Arınma ve ayıklanmadır. Öze iblâğ (aslına
rücu) hareketidir. Hareket Çanakkale savaşlarında kendi önderini de yaratmış
ve ‘Çanakkale rûhu” İstiklâl Savaşının mayası olmuştur. Bu cihetle,
(şimdilerde 83. üncü yılını müdrik) Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşu ve kuruluşu
başlı başına bir destandır.
- Bu destan, Milli Şair (merhum) M. Akif ERSOY’ a
“Hakkıdır Hak’a Tapan Milletimin İstiklâl” mısraını havi “İstiklâl Marşını”
ilham etmiş; Büyük Önder Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ ün ise, başta Balıkesir
iradı olmak üzere, toplam 52 hutbesi, nutukları, tamim-talimatları, ilkeleri
ve “Türk İnkılâbı” adı ile şekillenen “Kemalizm” ideali, rejim ve ideolojisi;
83 yıl önce, modern çağın “insanca yönetim biçimi” olarak vücut bulmuştur. Bu
vücudun ilk uzuvları “Kuvva-i Milliye” ve “Müdafa-i Hukuk” tur. Diğer bir
anlamda “Hak’ a tapan millet” ... Emperyalizme karşı kutsal bir direniş, ve
Türkiye Cumhuriyeti adı, bütün Cihanda İslâm’ı temsil eden “Ay Yıldızlı”
bayrağı ile “masum, mazlum, namuslu, dürüst, ilkeli onurlu ve kendini insanlık
davasına adamış; Adaletli, sorumlu” özgür milletlere mahsus örnek bir kuruluş.
-
İşte, bakış açısının ana
kriteri bu: “Hakkıdır Hak’a Tapan Milletimin İstiklâl”. Daha da açıkçası;
Mâşeri vicdanı ATATÜRK, damarlarında asil kan, milli dava ve manevi
mukaddeslerle mündemiç bir necip millet. İşte Kurucu unsur bu. Peki, bu ruh,
manâ derinliği, kültür zenginliği ve yüksek medeniyet temeli üzerine kurulu
devlet ve millet ‘83 YIL SONRA’ şimdi ne halde?
-
Bu açıdan ülkeye ve millete
baktığımda: Şu iki zuhurat daima dikkati calip olmuştur. Bunlardan birincisi
özellikle günümüzde ve dahi öteden beri, ortalıkta ‘Atatürkçüyüm, Kemalist’im’
imajı ile dolaşanlar, bir şekilde konu açıldığında mangalda kül bırakmayanlar
acaba ne kadar Atatürkçü ve/veya Kemalist’tirler? Atatürk ilkeleri ve Türk
inkılâbını ne kadar incelemişler, analiz etmişler ve değerlendirmişlerdir?
(Atatürk zaviyesinden bakınca) Bunlardan kaç tanesi büyük NUTUK’ u okumuş ve
hafızasına kazımış ve yaşam boyutuna geçirmiştir acaba?
-
Bunun cevabını mutlaka
araştırmak ve bulmak gerek. Belki de günümüzün en önemli sorusu ve sorunu bu!
Çünkü, toplumu rahatsız eden en bariz-önemli antropolojik, psikolojik,
ekonomik, felsefi ve sosyolojik arazın başında geliyor bu. Meseleyi tepeden
tırnağa analiz edersek enteresan fail, olgu, vurgu, betim, eylem, söylem ve
süreğen motivasyon kalkışmalarına rastlıyoruz.
-
Örneğin: M.Kemâl ATATÜRK,
“ÖZGÜRLÜK VE BAĞIMSIZLIK BENİM KARAKTERİMDİR!” demiş; Bu vecize, mâşeri
(ortak-milli) vicdanı “Atatürk, Atatürkçülük ve Kemalizm”, belirgin karakteri
“özgürlük ve bağımsızlık” olan necip (temiz) Türk milletinin ‘hürriyet, adalet
ve demokrasi’ nin vazgeçilmez unsurları” sıfatıyla temsil-ilzam iddiasında
bulunan hiçbir siyasi parti tarafından benimsenmediği, paylaşılmadığı ve
uygulanmadığı görülür.
-
Eğer; Benimsense ve
uygulansa idi, Türkiye, tam bir kapitülâsyon ve sömürü unsuru olan Gümrük
Birliği (GB) antlaşmasına imza atar ve çılgın bir ‘Türk fobisi’ içinde kıvır
kıvır kıvranan hazım sistemi muattal AB’ye katılım sürecine start verir miydi
? Üstelik Atatürk’ün kapitalist ve emperyalist (düşman) olarak nitelediği
“Batı” ile bütünleşme gibi bölücülüğü öne çıkan hain bir projeye ‘evet’
denilebilir mi idi ?.. Olacak şey mi bu !
- Demek ki olabiliyor. Peki neden ? Nedeni çok basit.
Şöyle ki:
-
Bizdeki siyaset kurumları
bütünüyle Atatürk, Atatürkçülük ve Kemalizm’den bihaber. Zira, bu,
‘demokrasinin vazgeçilmez kurumlarının (!?)” hiçbirinde hak, adalet ve
demokrasi yok. Tahdit var. Baskı, tehdit ve tasallut var. Sulta (saltanat) ve
şeflik var. 2820 ve mütedair yasalara göre ‘kitle’ yani halkın partisi
olmaları gerektiği halde; Siyasi partilerde halk/millet değil, sadece ‘halk
dalkavukları’ var. Evet’çi, efendim’ci, emredersiniz’ci, yağcı, yalakacı,
çıkarcı, umarcı.. Bu nedenle de, 1963’den günümüze ‘halka danışmak’ (AB
konusunda referandum) yapmak gündeme dahi gelmedi. Getirilmedi. Çünkü ‘özgür
irade (Atatürk) özürlüsü’ sözde siyaset kurumları buna mecbur, memur ve
mükellef oldukların idrak edemediler.
-
Dahası var: Mustafa Kemâl
Atatürk; "Çalışmadan, yorulmadan öğrenmeden rahat yaşama yollarını alışkanlık
haline getirmiş Milletler, evvela Haysiyetlerini ve daha sonra İstiklâllerini
kaybetmeye mahkumdurlar." Diyor. Amma lâkin; Sözde Atatürkçülük adına vaki 27
Mayıs darbesinden bu yana yine Atatürk mehaz gösterilerek iki müdahale ve bir
darbe daha yapılmasına rağmen; “Rüşvet, iltimas, nüfuz ticareti, gasp,
irtikap, tecavüz, yalan-talan, ayırma-kayırma, bölücülük, yolsuzluk, soysuzluk
ve hortumcu” erbabının kökü kazınamadı. Millete: Açlık, yokluk, yoksulluk,
sefalet ve cehalet; Memlekete: Geri kalmışlık, bağımlılık, Türk düşmanlarına
kulluk, kölelik, anarşi, terör, yozlaşma, yosunlaşma, çürüme, kimlik ve
kişilik bunalımı, taviz-ivaz, bunalım, buhran ve kriz biçiminde dönen ve
karşılığı çok pahalıca ödenen fatura bedelleri bir türlü takip ve tahsil
edilemedi.
-
Ulusal bir gazetenin
manşetten verdiği bir habere göre, 19 Mart 2007 tarihi itibarıyla ülkede iç ve
dış borç için 833 trilyona varan korkunç bir bedel ödenmiş; Yolsuzluk ve
hortumculuk yoluyla çalınan ve gasp edilen paranın miktarı ise 500 milyar
dolar dolayında. Toplamı ne ? Kayıp, kaçak + faiz = 1 trilyon dolardan
fazla... Bu ne demek ? Geleceği gasp edilmiş, istikbali çalınmış bir ülke ve
mağdur edilmiş koca bir millet demek.
- YCBS’ ca onaylı (yeni oluşan) bir siyasi partinin
kuruluş bildirisinde “... yolsuzluk, vatana ihanettir ve yapanların sonları
vatan hainleri ile aynı olacaktır.” Denildikten sonra; Milletvekili
dokunulmazlıklarının derhal kaldırılması talep olunuyor. (Anayurt, 20.03.2007,
Tevfik Diker) Aslında bu, yalan-talan, yolsuzluk, sahtecilik ve suistimal
nedeniyle geleceği ipotek altına alınan milletin haykırışıdır ve elbette
yolsuzluk yapanlar vatan hainidir.
- Haksız ve yolsuz edinime ‘ekonomik suça ekonomik ceza’
yaklaşımını getirenler de...
- Bu gün ABD’de vergi kaçakçılığına idam cezası verildiği
bilinmiyor mu? Dahası var.
-
Devlet kirletildi.
Hükümetler ahlâksız ve hâyasızca soygunlara alet edildi. Ülke adeta bir suç ve
suçlu cenneti haline getirildi. Oysa, ileri ve modern toplumlarda (bizde de
olduğu gibi) suç işlemek kesin kaidelerle yasaktır. Ancak bir farkla, ileri,
modern ve medeni devlet ve toplumlarda “hiçbir suç cezasız kalmamaktadır.”
Cezalar mutlaka suç ile doğru orantılıdır.
-
Peki bizde neden, insan
hakları adına ‘insan haklarına tecavüz eden’ suçluya bedava avukat verilir,
korunur, kollanır. İki de bir ‘devletin yetkili olmadığı alanlar dahil’ af
çıkartılır. Fakat, mağdur ve mazluma el uzatılmaz. Yardım edilmez. Türk
düşmanı AB istediği için mi?
- Atatürk ve kurucu unsurun bu ve buna benzer bin türlü
emanet, vasiyet ve Cumhuriyet ’in ‘fazilet rejimi” olarak ihdas ve ihyasına
rağmen; İlke ve inkılâpları (Türk İnkılâbı, yani; Kemalizm) fazilet mücadelesi
(umur-u devlet) bab’ında kabul edilirken, nedense uygulama zemini bulamadı.
Veya, “Kemalizm” gizlenen rejim oldu. Hafızalardan silinmek istendi. Kök
olarak ta, Lord Kingros’a dayanan nedenlerle zahir, uygulanmadı. Ama, Atatürk
büst ve resimleri özenle korundu. Lâkin, Atatürkçülüğün tıpkı 150’likler ve
kadrocuların arzu ettiği-önerdiği biçimde içi boşaltılarak...
-
Şimdi önemle hatırlatırım:
1968’de İstanbul Üniversitesi önündeki Atatürk büstünü dinamitleyip berhava
edenler de Atatürkçü-solcu olduklarını iddia eden ve yakalarına ‘kalpaklı
Atatürk rozetleri” takan kimseler değil miydi. Sonra bunlar, milli servete
karşı sabotaj, hükümetlere şantaj ve tüyü bitmemiş yetimin malına karşı
hırsızlık-yolsuzluk, aleni tahribat bile yaptılar.
-
Darbeciler bunlara, ‘hak ve
adalet arayan masum çocuklar’ derken; Malum aile fotoğrafının baş köşesinde
boy veren zat ‘yollar yürümekle aşınmaz’ ve ‘demokrasilerde çare tükenmez’
demek suretiyle prim vermemişler mi idi ! O gün siyasetten prim alanlar daha
sonra binlerce cana kıydılar.
-
Bunların adı önceleri
‘solcu’ idi. Atatürk’ün kurduğu partiyi de yanlarına aldılar. Sonra,
‘milliyetçi’ olduklarını söyleyenler de vardı. Orijinleri dahili ve harici
bedhah olan ‘baronlar” tarafından her iki taraf da aynı amaç için alçakça
kullanıldılar. Öldüler, öldürüldüler. Kalanların bir kısmı mafya, çete, suç
örgütü ve Politik-ACI oldular. Elbette ‘namuslular ve oyunun farkına varanlar’
da mevcuttu. Onlar da, “iyi insan-iyi yurttaş, ilkeli, onurlu, sorumlu,
dosdoğru üreten, vergi veren dürüst vatandaşlar” olmaya çalıştılar.
İstedikleri gibi olmaya oldular. Ancak, fakir ve yoksul kaldılar.. Sonuçta
onur ve erdemi ile yaşayamayacak kadar aç ve muhtaç Bağ-Kur, Memur veya SSK
emeklisi oldular. Şimdi, onurlu ve soylu olmanın bedelini böylece ödemekteler.
-
Tarassuta (bakmaya) devam
ediyoruz.
-
Atatürk, “Medeni olmayan
milletler medeni milletlerin ayakları altında ezilmeğe mahkûmdur” dedi, mazisi
binlerce yılı mücavir büyük Türk medeniyetini işaret ederek; “ Hayatta en
hakiki mürşit ilimdir” irşâdına dayalı “Güneş Dil Teorisi ile Türk Tarih
Tezi’ni ileri sürdü; İstikbale matuf olarak da, “Muasır medeniyet seviyesine
ulaşmak, ve dahi onu aşmak” hedefini koydu... Bir başka hedef göstermesi de:
(Ordular) İlk hedefiniz Akdeniz’dir ileri..
-
Şimdi açıklayın da görelim:
Bu emanet ve vasiyetlerin sahibi, 1938’de, günün AB devi sayılan pek çok
devletinden “çok daha ileri” bir devlet bırakıp, bütün mal varlığını millete
ve milletin kurumlarına bağışlamak suretiyle ebedi âleme göçüp gittikten
sonra; Bu gün kapısında pineklediğimiz Avrupa İkinci Dünya Savaşı sonucu yerle
yeksan olduğu halde, tekrar toparlanıp bizi nasıl geçebildi. Bu sıra, TC’yi
olduğu yere çakan kimdi ?
- Oysa, O; Büyük bir basiret ve beka örneği vererek bunun
da çaresine işaret etmişti: “ULUSU YÖNETENLER İÇİN İLK VE EN ZOR GÖREV:
KİŞİSEL ÇIKAR VE BENCİLLİĞE KAPILMAKTAN KENDİLERİNİ KORUMALARIDIR.” Demek ki,
en zor görev bu idi. Zira, O’ ndan sonra bir daha bunu başarabilen çıkmadı.
Yazıklar olsun. Kaldı ki, çözüm son derece basitti: Bencil ve çıkarcı olmak
yerine, sencil-halkçı ve (yine Atatürk’ün deyimi ile) Milliyetperver olmak.
Olamadılar. Temel sorun: Bencillik; Tek çare ise (Sevgili Galip BARAN’ ın
dediği gibi) Sencillikti. O’ndan sonra gelenler ya çok basiretsiz idiler, ya
gafil, ya da cahil. Göremediler. Oysa, görülmesi-bilinmesi gereken her şey
apaçık ortada idi.
-
Amma lâkin, şimdi görmek ve
bilmek zamanıdır.
-
Mukadder olan kesişme,
birleşme, bütünleşme veyahut aralıklı olarak 60 yıldır hazırlanan ‘büyük
kırılma’ zamanı gelmiştir. Lânetli batı bu kırılmayı heves ve heyecanla
beklemektedir. ABD dahil ‘Türk Fobisi’, 1770-1923 dönemi ‘Hilâfet Yönetimi’ ve
çöküş sürecini model alan ‘yeni Osmanlı’ (BOP-BİP) muhterisleri ihtirasla
beklemektedirler.
-
İşte burada, merak konusu
olan ikinci meseleyi açıklamanın tam zamanıdır.
-
Hani,
“Atatürkçüyüm-Kemalist’im” diyenlerin maskesi düştü ya...
-
Müslümanlık adına ortaya
çıkanların hali (pür melâli) nedir acaba !...
-
Hele bir bakalım:
-
Ortada, Çanakkale rûhundan
bahseden ve “Emanete Sahip Çıkacağız” afişleri ile şehirleri donatan bir TSK
var. İyi, güzel, güven ve heyecan verici. Lâkin, Çanakkale zaferini kazanan;
Elinde Kur’an yüreğinde iman ve damarlarında asil kan akan bir ordu idi.
Zaferin simgesi topyekün sabah namazı kılan, elinde Kur’an la zafere koşan
muhteşem bir ordu. Gaza rûhuyla şahlanmış, âyet ve ilâhilerle coşan
Mehmetcikler. Yürekleri Şehadet arzusu ile çarpan veya Gazi olmanın onur,
şuur, gurur ve heyecanı ile titreyen ‘Hakka Tapan Millete ve Hak’a adanmış’
kutsal bedenler. Sonra, Şehit olanlar ve gaziler, hep beraber, İstiklâl
Harbini kazanmadılar mı ?
-
Mesele o ki; Çanakkale ve
İstiklâl Savaşını kazanan ordularda İmam Sınıfı vardı. 1938’e kadar da
(Atatürk yaşadığı sürece) bu sürdü. Nefer-er, ‘Askerin Din Kitabı’nı okur,
rütbesiz erinden genelkurmay başkanına kadar her asker beş vakit namaz kılar;
Askeri alan içinde alkol içmek hayâl dahi edilemez; Peygamber Ocağı’nda değil
hırsızlık-yolsuzluk, en küçük bir suistimal dahi kimsenin aklının ucundan bile
geçmezdi.
- Şimdi yolsuzluktan hüküm giymiş generaller var. Artık,
TSK’dan Şehitlik ve Gazi unvanları kaldırılsın, ordudan Peygamber Ocağı,
askerden de ‘Mehmetçik’ diye söz edilmesin, bahsedilmesin söylemini ileri
sürenler de.. Bu ne cür’et, ne kepazelik, bunların Türk ordusunda işi ne?
Belirli bir dönemin milli savunma bakanı üçüncü kezdir sahtekârlıktan hüküm
giyiyor ! Bütün karargâhlarda, ordugâhlarda, ordu evlerinde, kışlada
içki-alkol serbest. Nefere ses eden yok. Camiye giden astsubay ve subaylar
derhal kara listeye alınıyor. Bütün NATO ordularında ‘din sınıfı’ var. Bizde
yok. Bu ne iş!.
-
Oysa, 6 Eylül 1937 tarihli
bir belgeden (Tercüman, 22 Kasım 2004, Emin Pazarcı) Harp Okullarında ‘İlmi
Ahlâk’ kapsamında din dersinin mecburi olarak okutulduğunu ve dönem sonu
mezuniyet merasimlerinde Allah (CC) kelâmı ile Kur’an üzerine yemin
ettirildiğini görüyoruz. Ya şimdi !.. Neden orduda İlmi Ahlâk ve Kur’an
dersleri yok. Askerin Din Kitabı neden okutulmuyor. Ve, resmi Tabu İmamları
niçin görev başında değil ?
- Bakınız, 6 Eylül 1937 tarihli “Harbiye Mektebi’nde
ikmali tahsil eyleyen zabitana mahsus şahadetname” isimli resmi belgede yer
alan, ‘mezuniyet yemini’ metnine.
-
Aynen şöyle:
-
“Ben, sulhta ve harpta,
karada ve denizde ve havada ve her nerede olursa olsun, milletime ve
memleketime daima doğruluk ve sadakatla hizmet ve hükümeti cumhuriyemizin
bütün kanun ve nizamlarına ve amirlerimin her türlü emirlerine bütün kalbimle
itaat etmekten ayrılmayacağıma ve milletimin namını, mukaddes ve şerefli
sancağımın şânını ve askerliğin namus ve şerefini canımdan aziz bilip, bu
uğurda seve seve canımı feda etmekten hiçbir zaman çekinmeyeceğime ve her
zaman vazifesini, namusunu sever, özü ve sözü doğru ve gayretli bir asker
olarak çalışmaktan başka bir şey düşünmeyeceğime Cenab-ı Allah’ın kelâmı olan
Kur’an-ı Azimüşşân’a el basarak yemin ediyorum. VALLAH VE BİLLAH”
- Yemin metni bu. Yetmedi, bu kadar da değil...
-
Belge de o dönemde Harbiye
Mektebi’nde verilen dersler sıralanıyor. Bunların arasında “İlmi Ahlâk” dersi
göze çarpıyor. İlmi Ahlâk’ın içinde “Din Dersi” var.
- Her şey çok açık ve net.
-
Atatürk döneminde Harp
Okulu’ndan mezun olan öğrenciler; Kur’an, Bayrak ve silâh üzerine el basarak
yemin ediyorlardı. Ayrıca, bu okullarda mecburi olarak Kur’an ve Din Dersleri
okutuluyordu.
-
Atatürk, sağlığında İslâm
alimlerinden Elmalılı Hamdi Yazır’a asker için özel olarak ‘din kitabı’
yazdırdı. Bütün silâhlı kuvvetler mensuplarına da bu kitabı okuttururdu.
-
Hani şimdi ‘Askerin Din
Kitabı” nerede ?
-
Kutsal yeminlere ne oldu ?
-
Hakiki irtica; Rüşvet,
irtikap, iltimas, yolsuzluk ve sahtecilik olduğu ve vatan hainleri dahil bütün
‘insanlık dışı ve insanlık düşmanı’ unsurlar buradan beslendiği halde;
NEDEN!.. doğruluğu, dürüstlüğü, namuskârlığı ve kahramanlığı farz kılan
‘tertemiz’ İslâm dışlanıyor ?
- Kamuoyunda sahteliği ayân (bilinen) bazı cahil, cühelâ
ve bid’at ehlinden müteşekkil, aralarından; “Dâr-ül Harpte haram mubahtır”
gibi din dışı, lânetli, sapık, yârsanist ve vahhabi orijinli kirli bir
anlayışla bolca yolsuz, ayrım-kayrım, gasp-irtikap, devlet ve halk soyguncusu,
çıkan yalancı-talancı, hiç alâkası olmadığı halde takiyyeci ve din tüccarı
yetiştiren şer yuvalarına karşı ‘tedbirli ve temkinli’ olunmasını elbette
anlayışla ve hattâ taktirle karşılarız.
- Fakat, muttaki ve mütedeyyin, namuslu-dürüst, ilkeli,
onurlu ve sorumlu, samimi Müslümanlara karşı tavır alınması ve tedbir
geliştirilmesi anlayışla karşılanamaz.
- Şu kadar ki; Hakiki, asıl ve derin tehlike ‘masonluk
tarikatı’ olup, bu dış kökenli, şer ve şeytani tarikata karşı hiçbir önlem
alınmaması hayret ve dehşet vericidir.
- Oysa, bütün Atatürkçü, Kemalist, Merkez Sağ, Merkez Sol
ve Milliyetçilerin mutlaka ve behemahal ‘Atatürk’ün huzurundan (def edilen
şeytan misali) kovulan’ ve tarikatları kapatılan masonlara ve masonluğa karşı
durmaları gerekir.
-
Ebed-Müddet Milli devlet
için; Dış kaynaklı oluşumlara karşı mücadele, başta mason tarikatı olmak üzere
milli bir görevdir.
-
Sivilde bütün soygunlar,
vurgunlar, yalan-talan, gasp, irtikap adeta din maskesi ve kisvesi altında
yapılıyor. Bir tarafta siyaset simsarlığı, diğer tarafta din tüccarlığı.
Yolsuzluk şampiyonu isim ve adresler yan yana dizildiğinde, ipin ucu mutlaka
bir siyaset kurumuna (güncel bir nitelemeye göre ise siyaset şirketine)
dayanıyor. Sağcı, solcu, milliyetçi veya muhafazakâr.. İstisnasız hepsine
isnat bir şaibe hırsız, yolsuz ve hortumcu gölgesi var. Bir bölümünün halâ
bakanları Yüce Divanda...
- PEKİ DİN BUNUN NERESİNDE:
-
Lozan antlaşmasına göre,
cumhuriyetin ana kurucu unsuru İslâm, tali unsur (azınlıklar ise)
gayrimüslimdir. İslâm’ın bilinen usul, ahkâm ve akaidi itibarıyla Müslüman;
Hırsızlık, yolsuzluk, gasp, irtikap ve sahtecilik yapmaz. Görevi kötüye
kullanmaz. Rüşvet, iltimas, nüfuz ticareti, ayırma, kayırma ve bölücülükle
iştigal etmez. Müslüman ‘İnsan-ı Kâmildir’, ilkeli, onurlu, namuslu, dürüst ve
sorumlu vatandaştır. Dâr-ül harp diye bir safsatanın dahi olsa ardına sığınıp
kimsenin malına, ırz ve namusuna zarar vermez. Devlet malına halel getirmez.
O, iyi insan, iyi vatandaş ve cumhuriyete sadık, samimi, muttaki, mütedeyyin
bir yurttaştır. Tarih boyunca Müslüman’dan kimseye bir zarar gelmemiştir.
Özellikle Müslüman Türk, Peygamberimizce övülmüş örnek bir insandır.
-
O halde, nedir bu furya?
-
Allah aşkına kim bunlar?
-
Neden yakalanmazlar,
temizlenmezler ve niçin kökleri kurutulmaz ?
-
Yoksa; “Medya, Mafya,
Politik-ACI” söylemi gerçek mi nedir ?
-
Gerçekse, Cumhurbaşkanlığı,
Hükümet, Genel Kurmay ve Güvenlik ne iş yapar ?
-
Cumhuriyetin FAZİLET olarak
ikame edildiği, adalet ve hukuk ile mündemiç, Atatürk ilkeleri ve Türk
inkılâbı üzerine kurulu ‘nezih’ bir devlette bu nevi istismarcı ve suistimalci
güruhun ne işi var ? Yukarda açıklandığı üzere bunlar asla Atatürkçü-Kemalist,
Milliyetçi, Müslüman ya da insan olamaz. Müslüman olmadıklarına göre ‘asli
unsur’ da değillerdir. Peki, o halde ülkemizi azınlıklar, dönmeler ve
devşirmeler mi idare etmektedir dersiniz !...
- Bunun da cevabı bulunmalıdır. Şimdi sonuca gelelim:
-
Siyasetin kaç parçaya
bölündüğü herkesin ve her kesimin malumudur. Aralarında bir uzlaşma ve imtizaç
da yok. Memleketin ve milletin içine düştüğü batak, bunalım, buhran ve kaosun
suçlusu, sorumlusu bunlar. Üstelik, bu süreçte kahir ekseriyeti “devri sabık”
olmaya aday. Merkez sağı oluşturun dersiniz, olmaz. Solda birlik çabaları
sonuç vermez. İllâ siyasi mevtalar sultası hüküm sürecek. Sağduyu denen mantık
ve mantalite nerede ?
-
Temiz devlet ve temiz
toplum için niçin seferber olmazlar ?
-
Madem ki siyasi partidirler
niçin görevlerini yapmazlar ?
-
Bu memlekette lider nam
parti sahiplerinin gözünün içine bakıla bakıla nasıl yolsuzluk yapılabilir ?
Sadece 2007 yılı Mart ayının ilk iki haftasında patlayan yolsuzlukların
miktarı milyar doları bulmakta. Ya evveli. Veya, hal vaziyet böyle sürer ve
gerekli tedbirler ‘her şeye ve herkese rağmen’ alınamaz ise sonrası. Allah
korusun !...
-
İşte, bu nedenle artık
Türkiye; Kendi kendisiyle yüzleşmek ve mutlaka hesaplaşmak zorundadır. Bu
defa, kirli zemin ve iğrenç bataklık üstüne ‘beyaz sayfa açarak’ değil. Kökten
ve derinden bir hesaplaşmaya giderek... Sonucu ne olursa olsun. Yeter ki ülke
temize çıksın...
- TEHLİKE’NİN FARKINDAMISINIZ ???
-
Bir gazete bar-bar
bağırıyor. "16 Mayıs'ta saatler 100 yıl geri alınıyor. Tehlikenin farkında
mısınız?" Konuyu açalım ve manzara-i umumiye muvacehesinde olayı irdeleyelim
biraz: “16 Mayıs Cumhurbaşkanı seçiminin tarihi. Farkındayız. Bu seçimle,
Atatürkçülüğü hiç benimsememiş olanlar hükümete ve devlete tamamıyla hâkim
olacaklar. Bundan sonra oluşacak olan 2. Cumhuriyet'in, kendi özledikleri bir
Cumhuriyet olacağını sanıyorlarsa çok yanılıyorlar. Ancak ‘kum
saatinin’ böyle işlemesine kendi gafletlerinin yardım ettiğini acaba
biliyorlar mı? Sadece mutlak iktidarın değil Türk milletinin ve Atatürk
Cumhuriyeti'nin birlik ve bütünlüğünün de tehlikede olduğunun farkındalar mı?
-
Farkında iseler
umursuyorlar mı? Bu Cumhuriyet çöktürülürse bu daha fazla, sözde aydınların
ihaneti yüzünden olacaktır. Çünkü onlar gittikçe artan bir tehalükle, bütün
milli değerlerimizin ve kurumlarımızın altını oymaktalar. Daha vahimi bu
Cumhuriyete sahip çıkması gereken gençlerimizin, ‘beyinlerini yıkamakta’
ve kafalarını karıştırmaktalar. Güya bilim ve ifade özgürlüğü adına! Evet,
kum saati maalesef onların lehine işlemekte, hem birkaç boyutta birden !”
deniliyor... Ve, duyuru bir mülâkatla açılarak şöylece devam ettiriliyor:
-
“Tehlike sadece irtica,
ülkenin yüz yıl geri götürülmesi olayı filân değil” diyen Milliyet Ankara
Temsilcisi "Bir süredir yapılan tartışmaların, ortaya atılan iddiaların ve
dışarıdan içeriden sahneye konan hain senaryoların akademik, entellektüel
münazaralar olmadığını, bunların Türkiye' nin bekasıyla ilişkili" olduğunu
yazdığı haber veriliyor.
-
-
Derken “Vaziyeti umumiye”:
-
Yukarıdaki haber ve
söyleşiye dayalı olarak yapılandırılan mail metinleri şöylece devam ediyor:
“Önce, şu sıralarda ülkenin içeriden ve dışarıdan alenen maruz kaldığı tehdit
ve tehlikeler yumağı var. ‘umumi durum’ (bu durum ister istemez)
benzerlikleriyle Mustafa Kemal'in 1919'da Samsun'a çıktığındaki ‘umumi
vaziyeti’ daha vahim bir halde çağrıştırıyor. Bu zoraki ve edebi bir benzetme
değildir. Bunca yıl sonra nasıl olup da, 1919' daki "vaziyete" geldiğimizin
acı tablosudur. Ve sanki Gazi Mustafa Kemal, 1927'deki NUTUK' unun sonunda
olduğu gibi, Türk gençliğini ‘şimdi’ göreve mi çağırıyor.
- Gençlik bunun farkında ve bilincindemı?
-
Şimdi "umumi
vaziyet" şudur: Türkiye'nin hasımları, bugün ülkeyi henüz askeri olarak işgal
etmemişlerse de, önemli kalelerini, en gözde ekonomik, sanayi ve endüstri
tesislerini, medyayı, bazı ilmi ve akademik kuruluşları ele geçirmişler ve de
tümünü ele geçirmek üzeredirler. Türkiye'nin bölünmesi ve Türklerin
Anadolu'nun bir köşesine tıkılması (veya Anadolu’dan atılması) için planlar
yapılmakta, Milletin bütün yükselen değerleri ve öz çıkarları, savunma
mekanizmaları, AB uğruna, AB sürecinde uygulanan kriterlere göre, yok
edilmekte, gevşetilmekte. Bu durumda iktidar gaflet içinde ve hasımlarımızla
uyuşma peşinde. Ve adeta bu amaçlara hizmet etmekte. Asala uzantısı, Ermeni
asıllı PKK eşkıyası ile, gerekirse sınır ötesinde mücadele etmek için ABD'den
izin ve icazet beklemektedir.
-
Hukuk-u Düvel’in mutlak hak
olarak vâzettiği sınırlarımızın içinde bile...
-
Bu, utanç ve hicap verici
bir ayıptır. Atalarımızın kemikleri sızlamaktadır.
-
Washington'un (ABD) kendi
uzun vadeli ve özellikle İsrail-Ermenistan endeksli ‘Kürt kartı’ hesaplarının
gereği, bu icazeti vermeyeceği belli olduğu halde! Bazı aydınlar da (yani
karanlık çevreler) gaflet, dalalet ve hatta ihanetle, bu projeleri
desteklemedeler... Ve TC'nin ölümüne öyle alıştırılıyoruz ki Türk Ordusunun ve
Türk Devletinin, bir eski başı bile "Bu realiteleri tanımalı ve
alışmalıyız" diyebiliyor. Belki de "ülke 8 eyalete bölünmeli" derken bunun
ucunun (hele şu sırada) nerelere varacağının, farkında değil ama "artık
realite" olarak kabul ettiklerinin çok farkındalar.
-
Bu derin kâbus ve
karanlık görünümlü "umumi durum" içinde yegâne ışık ve umut: TSK' nın tesis,
kışla ve silâhlarının elinden alınmamış ve askerin ‘henüz’ terhis edilmemiş
veya (Osmanlının son dönemlerinde olduğu gibi) başka bir kuvvet ve idarenin
emrine terk edilmemiş, verilmemiş olmasıdır!
-
Yani, bu gün için
ordularımız henüz terhis edilmemiş ve komutanlarımız ABD-AB’ nin emrine
verilmemiştir. Ancak, müktesebatlarında elbette bu da vardır !
- Buna da dışarıdan ve içeriden çalışılmakta!
-
İşte, burada asıl, acil ve
yakın tehlikenin gerçek perspektifi ortaya çıkıyor: "Son günlerde yapılan
tartışmaların ve gündeme getirilen senaryoların hepsi nihai olarak Türkiye
Cumhuriyeti'nin 'varlık biçimine’ dokunuyor. Esas itibarıyla tartışılan
Türkiye Cumhuriyeti' nin kuruluş felsefesi ve üzerine oturduğu temel ilkeler
ve niteliklerdir."
-
Yani, Atatürk ilkeleri ve
Türk inkılâbı. Yani, KEMALİZM...
-
Yani, karşıdevrimden (1938)
bu güne değin ‘halk partisi zihniyeti’ maskesi ardında gizli, batı
medeniyetine entegrasyon çabaları ve ‘Yüksek Türk Medeniyetinden Feragat’
kalkışmaları !...
-
Bunlara tekrar değinmek
gerek. Ama şimdilik şunu söylemeli:
-
“Tartışın beyler, siz böyle
demokrasi, memokrasi" diye, diye başta AB ülkeleri olmak üzere dünyanın hiçbir
ülkesinde mevcut olmayan (sözde) insan haklarından dem vura, vura TC'nin de,
demokrasinin de canına okur ve sonunu getirirsiniz!
-
Ama Turgut Özakman'ın
kulakları çınlasın; Bu menfur ve uğursuz süreçte Türklerin, Türk
gençlerinin "çıldıracaklarını" bilin!”
-
Iternet ortamında günde yüz
binlercesi dolaşan mail (mektup) metni böyle.
-
Bu metni buraya, bazı
alıntılar yaparak ‘ibret’ olsun diye aldım.
-
Aslında burada
değinemediğimiz çok mesele var.
-
Meselâ özelleştirmeler.
-
Geçmişteki mandacılık
merakı ve kapitülâsyon sevdası ile kıvranan ve Milli Deleti tarihe gömmek
pahasına özelleştirme yapan, aleni düşmanlara hiçbir mukabili olmadığı halde
‘AB müktesebatı gereği’ mukabili aranmaksızın arsa, arazi, bağ, bahçe, tarla
satan sakat bir zihniyet. Kör bir anlayış. Üstelik Yahudi sermayesi ve
İsrail’in hamile kadınları Urfa ve civar illere getirip doğurtmalarına ve
20-30 yıl sonrası için sistemli yatırım yapmalarına rağmen.
- Üstelik ülke içinde ahlâkı ifsat, namuslu kadınlara
tasallut, insanlık düşmanı lânetli fuhşu teşvik ve haksız kazanç çılgınlık
mertebesinde tırmanır iken ! Gazeteci Muhsin Akıl yazıyor. Diyarbakır da
Kürtçe su isterseniz 25 kuruş, Türkçe isterseniz 1 lira... Buna mukabil bize
kriter dayatan AB’de Türkçe yasak. Ezan yasak. Din eğitim ve öğretimi yasak.
Üstüne üstlük ikide bir İslâm’a, İslâm’ın Yüce Peygamberine ve büyük önder
Atatürk’e hakaret eder, Ortlander raporu ile ‘Avrupa Komisyonu” olarak milli
devlet ve Kemalizm’den vazgeçerek Atatürk resimlerinin resmi daire ve
kurumlardan indirilmesini isterler.
-
Bu ne cür’et ! Kimden
cesaret alır bu kefere ?
-
Evet, bir büyük tehlike
var. Hem de, dahili bedhahlar sayesinde sinsi ve sivil bir işgal sürecinde.
Buna AB süreci diyen gafiller var.
- EVET MESELE ...
-
Mesele sadece yaklaşan
Cumhurbaşkanlığı seçimi değildir.
-
Onun da hemen arkasında
genel milletvekili seçimleri var. Bu nedenle, yukarda çizilen tablonun
dehşetini görenler, ülke için endişesi olanlar, vatanını, toprağını,
bayrağını, milletini, İstiklâl, hürriyet, hakimiyet ve Cumhuriyeti sevenler
haklı olarak yoğun bir çalışma içine girmiş bulunmaktadırlar.
-
Adaylık sürecinin
başlayacağı Nisan ayının ikinci yarısına kalmadan,TEHLİKENİN FARKINA VARANLAR
olarak, hepimiz bir şey yapmalıyız. Ama Ne ?..
- Bunun cevabı gayet basit. Vakit müsait. Yapılması
gereken ise şudur:
-
Aslında tekrar olacak. Ama
kusura bakmayın. Bunun hafızalara kazınması lâzım.
- Ülkemizin ve son 45 yıldır devleti yönetenlerin bir
büyük hesaplaşmaya gitmesi ve Türkiye’ nin kendi kendisi ile yüzleşmesi
şarttır. Şimdi bunun tam zamanıdır. Türkiye, içine sürüklendiği vahim durumun
zanlı, suçlu ve sorumlularını bulmak, sorgulamak ve yargılamak durumunda ve
zorundadır.
-
Buna, kamusal alanda
(mevcut ve geçmiş) Cumhurbaşkanları, Bakanlar, Başbakanlar, Genelkurmay
Başkanları, Valiler, Genel Müdürler, Belediye Başkanları, Daire Başkanlar ve
şefler dahi dahil edilmeli; Özel sektörde ise, aynı dönemi kapsayan genel bir
“Nereden Buldun” sorgusu açılmalıdır.
-
Başka yolu yok.
-
1963’den günümüze uygulanan
ve giderek halktan kopuk sultalar haline dönüşen siyasi parti yapılanmalarını,
657 ve mütedair mevzuatla, ‘dokunulmazlık, ayrıcalık, muafiyet, muhakemat ve
sair imtiyazlar’ örgüsünü dikkate aldığımızda, burada ‘tasarruf, fiil,
teşebbüs ve temlik’ yasa dışı edinim yönünden halkı suçlamak mümkün değildir.
Topyekün idare ve siyasi irade suçludur. Başta mevcut hükümet olmak üzere;
Devlet Denetleme Kurulu, Sayıştay, Yüksek Yargı, TSK, Emniyet ve Cumhuriyet
Savcıları vaziyet ederek ‘bu süre içinde’ devletin namusunu kurtarmak,
milletin şeref ve haysiyeti ile çalınan mal ve mülkünü geri almak zorundadır.
-
Bu genel temizlikten sonra
ancak “aklanan ülke” ile bir seçime gidilebilir.
- Artık bunun başkaca bir yolu kalmamıştır.
-
Türkiye; Namuslu, dürüst,
demokrat, onurlu ve sorumlu, bütün uzuvlarıyla saydam ve şeffaf ‘tertemiz’ bir
hükümet ve devlete kavuşmak, kavuşturulmak ve artık hiçbir şey “ESKİSİ GİBİ
OLMAMAK” zorundadır.
-
Seçilen yeni hükümetin
yapacağı ilk iş: Atatürk ilke ve Türk inkılâbının tarihi icap ve kriterlerine
uygun bir ‘sivil anayasa’ hazırlamak; AB sürecini askıya almak, Gümrük
Birliğinden derhal çıkmak ve Türkiye’nin ‘AB KRİTERLERİNİ’ ilân ederek; Bu
güne kadar vaki bilumum kayıpların temin ve telâfisi için gerekeni yapmaktır.
-
Bu, Türkiye’nin düştüğü
yerden kalkmasıdır.
-
‘Devlet gibi devlet’
olmanın zamanı gelmiştir.
-
‘Devlet için halk’ değil,
‘halk için devlet’ dönemi başlamalı, adalet, eşitlik, hakkaniyet ve hukuk;
Türk medeniyetine yakışır bir Cumhuriyet ve demokrasi anlayışı ile hakim
kılınmalı ve hükümferma olmalıdır.
-
ZİRA: “Türk demek: Türkçe
düşünmek, Türkçe konuşmak ve Türkçe yaşamaktır; Ne Mutlu Türk’üm” diye
haykıran bir medeniyette; Elbette kanun ve kuralları belirleme hakkı,
‘güçlülerin’ değil, haklı-doğru ve dürüstlerindir.
- Demokrasilerde hırsız, yolsuz, hortumcu,
yıkıcı ve bölücü unsurlara; Cezalarını çekip ıslah olmadan “halk içinde”
serbestçe dolaşma hakkı tanınamaz.
- Hukuk devletinde ‘suç işlemek’ herkes için
yasaktır. Mutlak kaide budur.
- DEVRİ SABIK YARATMAK GEREK : Şimdi tam
zamanıdır.
- Millet, meri hükümet, ‘durumdan vazife çıkartarak’
Anayasa Mahkemesi veya yüksek yargı önce cürmün milâdı olan 27 Mayıs’ın
hesabını sormalıdır. Bununla birlikte o mâkus günden itibaren bu güne değin
yapılan bütün haksızlık, hırsızlık, gasp, irtikap ve yolsuzluğun hesabı
muhakeme edilmeli; Ülkemiz, istiklâl ve istikbalimiz aleyhine işleyen AB
süreci behemahal durdurulmalı, Gümrük Birliğinden derhal çıkılmalı, devlet
“namuslu-dürüst ve demokrat” Atatürk’çü-Kemalist Cumhuriyet konumuna tekrar
çekilerek; 46 yıllık kâbusun kara vicdanlı, kirli el’li ve kansızlar
(damarlarında asil kan akmayan) hain, dönme, devşirme, ateist, pagan ve
Türklüğünü kaybetmiş insanlık düşmanları sorgulanıp, yargılanarak ‘devr-i
sabıkları” yaratılmalıdır.
-
Temiz devlet ve temiz
toplum için bu şarttır. Türkiye’nin kendi kendisi ile yüzleşme ve yönetenlerin
halkla hesaplaşması zamanı gelmiştir. Yarın çok geç olabilir.
- DEVLETİN MALI DENİZ :
- Bu söylemin doğrusu, haksızlıktan, rüşvet, hırsızlık ve
yolsuzluktan bıkmış-bunalmış, bu alt varlıklara karşı illet ve nefretle
muzdarip halkımın, kinayeten söylediği bir söz olup; DOĞRUSU şöyledir:
“Devletin Malı Deniz, Hırsızlık, Haksızlık ve Yolsuzluk Yapan Domuzdur. ”Bu
manâ ve muhtevada “Domuzlar” devri sabıklar olsa gerektir.
-
Farkında mısınız?
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
107 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
TERÖRÜN UNSURU ASLİSİ MASONLUKTUR |
-
-
Aylar önce, (bize göre) çok
ilginç ve enteresan bir gerçeği açıklamıştım.
-
“Çepeçevre terör örgütleri
ile sarılı ve adeta abluka altındaki İsrail’in, devlet
sınırları içinde asla ve kesinlikle terör, tedhiş,
anarşist veya potansiyel bir yıkıcı unsurun esamesi
bile yok! Resmi himaye görmeden hiç kimsenin İsrail’de
barınması imkânsızdır. Çünkü onlarda, hakiki bir
hükümet hükümfermadır. Kara, deniz, hava ve yeraltı
dâhil devletin sınırlarından “izinsiz” giren her canlı
İsrail’de 3, Bulgaristan ‘da 5, Amerika’da 10,
Almanya, İngiltere ve Yunanistan’da 15 dakika içinde
belirlenir. İsrail’de 5, diğerlerinde genellikle 10
ilâ 15 dakika içinde ‘mütecaviz’ infaz edilir yahut
takibe alınarak “mutlaka” yasal gereği yapılır.
-
Oysa bu memleket “sınırları
içinde” anarşi, terör ve tedhiş cirit atıyor.
-
Hattâ, çarşı-pazar, mektep,
medrese, meclis dâhil hayatın her alanında.
-
Peki bizde hükümet, asker,
polis, hâkim, savcı yok mu?
-
Varsa eğer, bu suç
unsurlarının tabandan tavana (meclis) kadar işi ne?
-
-
ARTIK İYİCE GÖRÜLDÜ VE
BİLİNDİ Kİ!..
-
Ülkemizin başına belâ olan
ve 1963’den günümüze yaklaşık iki trilyon dolar israfa
yol açan anarşi, terör ve tedhiş yapay, TC’nin
bütünlüğüne yönelik ve güdümlü olup; Hiçbir doğal
temel, tarihi emel, haklı neden ve makul amacı yoktur.
Bu kiralık katil, kader kurbanı ve cahil terörist
hainlerin varlık nedeni: harici düşmanlar adına
casusluk, asimetrik savaş, haydutluk ve adına
taşeronluk ettikleri hükümetlerle; İllegal ortak
sıfatıyla hırsızlık, yolsuzluk ve kaçakçılık
yapmaktır. İhanet şebekesinin iştirak, işbirliği,
yardım ve yataklık ilişkisi içinde olduğu dâhili
bedhah, uzantı ve bağlantıları, genellikle şaibeli
hükümetleri kullanarak Kamuda yuvalanmış dönme,
devşirme, sabıkalı cani, yasaklı, kısıtlı ve “vatana
ihanet yolunda, her türlü kullanıma açık” kriptolardan
müteşekkildir. (Bunlar, zahirde “iyi insan, iyi
vatandaş” rolünü ustalıkla beceren, cihanşümul Yahudi
tarikatı mason biraderlerin oligarklarında müstahdem,
muhterem üstatlar ve baronlardan emir alırlar…)
Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin kesinlikle bir
etnik sorunu yoktur!
-
50 yıldır yaşanan anarşi,
terör ve tedhişin nedeni de; Etnik veya ideolojik
değildir. Sorun kronikleşmiş rüşvet-iltimas,
soygun-vurgun, yalan-talan, nitelikli dolandırıcılık,
sahtekârlık, siyaset simsarlığı-din tüccarlığı;
Hileyle kamu gücünü kullanarak zimmet, irtikap, gasp,
kundakçılık, kalpazanlık, kaçakçılık, kapkaççılık,
üçkâğıtçılık, kayıt ve kapsam dışılık, suiistimal,
kadın ve uyuşturucu ticareti ile dış düşman (harici
bedhah) hesabına (para karşılığı) yıkıcı faaliyetler
organize eden suç örgütlerinin varlığıdır. Şu
aşamada “dokunulmazlık” tartışmalarının odağına
oturtulan da onlar değil mi? Sorumlular: Yukarda
açıklanan lâğım çukuru ve bataklığı azimle kurutmak;
Milletin can, mal ve Şehitlerin kanından beslenen
sülük, sivrisinek, yarasa, yılan, çıyandan mürekkep
mazarratla mücadele yerine, müzakereyi tercih eden
bedhah işbirlikçilerdir. Bunu çok iyi bilen, fakat
kötülerin adeta bir yasal koruma, imtiyaz ve
dokunulmazlık zırhı altına alındığını hayret ve
dehşetle gören halk; Derin hiddet, vicdani isyan ve
tepkisini; Kinayeten “Devletin malı deniz, yemeyen
domuz” cümlesi veya şu dizelerle dile getirir:
-
-
“Küfür edenler kâfir,
-
Yalan söyleyen
yılan...
-
Kesinlikle domuzdur,
-
Kamu malını çalan...”
-
-
Özellikle bizim (İmparatorluk bakiyesi)
memleketimizde, dâhili ve harici bedhahların kahir
ekseriyeti, apaçık bir Yahudi tarikatı olan masonlar
ve uzantıları ile Hıristiyanlık kisvesi altında
faaliyet gösteren Papalık etki ajanı misyoner veya
dönme-devşirme, yani dış (düşman) kaynaklı olup;
-
1. Bilumum anarşi, terör tedhiş; İlâh ve silâh
ticareti, gasp ve kundakçılık;
-
2. Rüşvet, iltimas, hırsızlık, yolsuzluk, görevi
kötüye kullanma, hortumculuk;
-
3. Din tüccarlığı, siyaset simsarlığı, suiistimal ve
tümüyle istismar olayları;
-
4. Adalet
cihazı, emniyet ve güvenlik alanında zaaf, rüşvet,
iltimas ve suiistimal…
-
Kamu ve
halka karşı cürüm/suç teşkil eden bu “terör” fiili
faillerinin tamamı yukarıda açıklanan uluslar arası
organize suç örgütlerinin uzantısı; Yani ülkemizde
vaki anarşi, terör ve tedhiş odaklarının unsuru aslisi
(bir Yahudi tarikatı olan) mason bağlantılıdır.
-
Dünyanın
adalet, barış ve huzur iklimi Osmanlı’nın, 220 yıllık
tefessüh sürecinde ve şu kısacık (80 yıllık)
Antiemperyalist Cumhuriyet tarihinde bunu görmek
mümkündür.
-
Ortak
sebep: Anti Emperyalist; Yani, hırsızlık, yolsuzluk,
sömürü, soygun, istismar ve suiistimale karşı olmak,
karşı çıkmak ve karşı koymak; İnsan hakları, adalet
ahlâkı, evrensel hukuk, hakkaniyet, dürüstlük ve
“medeni siyasetten” yana olmaktır..
-
ÖRNEKLEMEK
GEREKİRSE!..
-
Başta
Güneydoğu olmak üzere ülkemizde arama yapan en büyük
iki petrol şirketinden biri Mobil, öbürü Shell’dir..Shell
Hollanda-İngiliz ortaklığı etiketi taşır. Royal -
Dutek Shell'e bağlı. Sahibi Markus Samuel isimli bir
Yahudi. Mobil, bir Yahudi trilyoner olan Rockfeller'e
ait. Mobil Türkiye’ye 1956’da geldi. Uzunca bir dönem
Türkiye’nin petrol arama, üretim ve rezervlerini
kontrol edenlerin neredeyse tamamı masondur. Bunun bir
tesadüf olduğu kesinlikle düşünülemez.
-
-
''EN ZENGİN PETROL
YATAKLARI TÜRKİYE KÜRDİSTANI'NDA''
-
-
Türkiye sınırlan içindeki petrole ilişkin oyunların
yoğunluğu çoğunlukla kamuoyunda "Türkiye'de petrol var
ama ortaya çıkarılmıyor" tartışmalarına yol açmakta.
Yıllardan beri bu konuda medya kuruluşlarında birçok
haber dönem dönem yer alır. Ne hikmetse bulunan petrol
sahalarını hiçbir gazeteci veya medya kurumu yerinde
görmez, tespit etmez veya edemez. Bu konuyu ciddiyetle
ele alan hiçbir haber programı veya gündem haber
bulamazsınız. Teşebbüs eden birçok gazeteci de işinden
eder; Yapacağınız çalışmayı hem kursağınıza gömerler,
hem de yayınlayacak yer bulamazsınız. Diğer taraftan
Türk halkı bu iri gazete ve televizyonlarda yayınlanan
magazin programlarına ilgisini günbegün gösterirken,
niye kendilerine bu tarz konuların işlendiği
programların gösterilmediğini bir türlü sorgulamaz!
-
Meselâ, 27 Şubat 1992 tarihli Güneş Gazetesi'nin
birinci sayfasında yayımlanan hayli ilginç rapora
bakalım. "En verimli yatakların 'Türkiye
Kürdistanı'nda olduğunu ileri sürdüler. ''Amerikalı
Ceyarlar Güneydoğu'da" başlıklı haberde bakın hangi
cümleler yer alıyor. GD Anadolu ile Bitlis, Van,
Adıyaman, Tunceli illerini "Türkiye Kürdistanı" olarak
değerlendiren bir ABD şirketi, ülkemizin yeraltı
zenginlikleri konusunda ilginç iddialarda bulundu.
Amerikalı petrol şirketi RETOG, Türkiye, Suriye, Irak
sınır bölgesinin petrol ve gaz rezervlerinin raporunu
yayınladı. Rezerv açısından çok zengin olduğu
bildirilen bu bölge, söz konusu raporda Kürdistan (!)
olarak nitelendirildi. Adresi "14900 Landmark Blyd.
Sütte 370 Dallas, Texas 75240 USA olan Retog şirketi
tarafından hazırlanıp satışa sunulan raporda,
Türkiye'nin çok şaşırtıcı bir coğrafî konuma sahip
olduğu kaydedildi. Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nin,
Ortadoğu petrol bölgelerinin kuzey uzantısı olduğu
belirtilen raporda, şu anki faal petrol sahalarının az
miktarda petrol rezervlerine sahip olduğu vurgulandı.
-
Raporda öne sürülen görüşlerin aşırı derece detaylı
olması dikkat çekti. Dört ciltten oluşan rapor,
bölgedeki 517 petrol kuyusuna ait tüm kayıtları
kapsıyor. Ayrıca bölgenin tüm jeokimya, termal
özellikleri ve tarımsal etkinliklerini gösteren
haritalar da raporda bulunuyor. Rapor yalnızca
Ortadoğu'nun Güney bölgelerinin petrol bakımından
zengin olduğu görüşünün aksine, içinde Türkiye'nin
Güneydoğu bölgesi topraklarının da bulunduğu kuzey
bölgelerinin petrol yönünden zengin olduğu belirtildi.
Ayrıca bu bölgede daha önce ayrıntılı bir araştırma
yapılmadığı kaydedildi. 45 bin dolar fiyatla satışa
çıkarılan raporda,
-
Türkiye Kürdistanı olarak
tanımlanan yöredeki, işlenmeyen petrol sahalarının
rezervlerinin büyüklüğü övülüyor. Bakir bölge olarak
adlandırılan işlenmeyen sahaların Irak ve Türkiye'de
işlenen petrol sahalarından daha verimli olduğu iddia
ediliyor. “Retog şirketinin petrol araştırma
fırsatları, Türkiye Kürdistan” adlı raporunda, 500 bin
ölçekli harita, kuyular, büyük petrol ve gaz sahaları,
52 ayrıntılı kuyu jurnali, 517 kuyu bilgi kayıtlan,
yerüstü coğrafî bilgiler, Bouger yerçekimi bilgileri,
Türkiye-Suriye ve Irak'ın sismik derinlik haritaları
ile bu ülkelerde çalışan petrol sahalarının ayrıntılı
haritaları bulunuyor. Raporda ayrıca Türkiye'nin
siyasî yapısıyla bunun komşu ülkeleriyle mukayeseleri
de bütün ayrıntılarıyla açıklanıyor ve anlatılıyor."
-
Yıl 1992: "Türkiye Kürdistan"ı Dillerde Retog
şirketinin vermiş olduğu önemli bilgilerin yanında
özellikle bu raporda yer alan Türkiye Kürdistanı
cümlesine dikkat çekmek gerek. İsrail Siyonizminin
ABD'ye ihale ettiği Irak işgali sonucu menfur niyet
her geçen gün gerçekleşmek üzere. Oysa 1990 yılında
çıkan Masonluk ve Kapitalizm adlı eserin "özel
bölümünde" bu konuya dikkat çekilmiş, "Yukarıda bahse
konu zengin petrol yatakları ile dev GAP projesinin
yer aldığı topraklarda kurulacak bir Kürt devleti,
İsrail için yutulacak lokma değildir. Bu devletin
zayıf,
-
İsrail için yutulacak lokma değildir. Bu devletin
zayıf, askerî güçten yoksun, ekonomik açıdan himayeye
muhtaç bir devlet olacağını tahmin etmek hiç de güç
değil. Zira İsrail için, bu Kürt devletini kontrol ve
himayesine almak gayet kolay olacaktır. Kürdistan'ın
bir İsrail eyaleti olmasıyla gelişecek bu aşama,
İsrail'in G.D. Anadolu sınırlan içine alıp vaat
edilmiş topraklara kavuşmasıyla sona erecektir. Rapor,
şöyle devam ediyor; "Olay bu yönden değerlendirilince,
Time Dergisi'nde çizilen Kürdistan haritasının G.D.
Anadolu'nun uzaydan çekilen petrol haritasıyla üst
üste çakışmasının bir tesadüf eseri olmadığı açıkça
anlaşılır. Dergide yayınlanan Kürdistan haritasının
sınırları Gaziantep'ten başlar. K.Irak'tan Halepçe'ye
kadar uzanır. Türkiye'nin zengin petrol yatakları
Diyarbakır, Adıyaman, Nusaybin ve Batman arasında tüm
G.D. Anadolu Bölgesi'ni içeren bir yayçizer."
-
Diğer taraftan uzaydan çekilen petrol yataklarının
haritası üzerine Kürt sorununu bahane ederek ABD'nin
bölgeye yerleşmesi de çok dikkat çekici bir olay.
Körfez krizi ve şimdi de Irak savaşı derken bölgede
"insanî yardım ve güvenlik kampları" adı altında büyük
bir oyun oynanıyor. Şu hale nazaran, Türkiye’nin
masonluk tarihini hatırlamakta yarar var:
-
-
TÜRKİYE’DE MASONLUK
TARİHİ:
-
-
Her ne kadar Türkiye´de Masonluğun ve ilk Masonların
1720´li yıllardan bu yana var olduğu bilinse de, dış
obediyanslara bağlı, Osmanlı topraklarındaki
yabancıların etkinliğinde sürdürülen bu çalışmalar,
18. yy ortalarından itibaren Türkleri de içine almaya
başlamıştır. Bilinen ve kayıtları günümüze ulaşan ilk
Türk Masonlar, bu yy’ın ortalarında topluluğa kabul
edilmiş olan İbrahim Müteferrika ve Yirmisekiz
Çelebizade Sait Çelebi´dir. 1861 yılına kadar,
İngiltere, Fransa ve İtalya milli obediyanslarına
bağlı localarda çalışmalarını sürdüren Türk Masonluğu,
bu yıl içerisinde Mısır asıllı Osmanlı Prensi
Abdülhalim Paşa´nın önderliğinde Osmanlı Yüksek
Şurası, o zamanki ismi ile Makbul İskoç Riti Şura-ı
Ali-i Osmani´yi kurar.
-
Bu cemiyeti ilk
tanıyan dış obediyans ise 1869 yılında ABD Güney
Jüridiksiyonu olur. Böylece Milli bir hüviyet kazanmış
olan Türk Masonluğu, dış obediyanslarca da tanınmaya
başlamış ve ABD´yi diğer bazı obediyanslar takip
etmiştir. Osmanlı Yüksek Şurası´nın yanı sıra yabancı
obediyanslara bağlı olarak Osmanlı Dünya düzenli
Masonluğunu temsil eden, ve bir yerde Hür Masonluğu
(Fikri Masonluk, Spekülatif Masonluk) babası sayılan
İngiltere Birleşik Büyük Locası´nın Türkiye Büyük
Locası´nı kabul etmesi ise ancak 1970 yılında, 1909
yılında Mısır´da kurulmuş bulunan ve Resne Locası´nın
düzenli köklerine bağlanarak gerçekleşir. Ondan önce
İskoçya Büyük Locası tarafından 1965 yılında, aynı
gerekçe ile kabul edilerek konsekre edilen Türkiye
Büyük Locası bu yıldan itibaren dünya düzenli
Masonluğunca kabul edilerek ritüelleri, kıyafetleri,
mabetleri geleneksel Masonluğa göre yeniden tanzim
edilerek muntazam bir hal alır ve bu düzenli Büyük
Locaya Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası adı
verilerek kuruluş tarihi 1909 olarak tasdik edilir.
TÜRKİYE´DE MASONLAR
-
Bugün, İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Adana,
Eskişehir, Denizli, Bodrum, Marmaris, Kuşadası,
Antalya, Çeşme, Fethiye´de 200´ün üzerinde Locasında
çalışan 14.000 üyesi ile Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar
Büyük Locası, Türk Masonluğunun dünyadaki
temsilcisidir. Yıllık %3 üye artışı ile de dünyanın en
hızlı büyüme oranına sahip obediyanslarından biridir.
21 yaşını doldurmamış, hür ve erkek olmayanlar
aralarına kabul edilmezler. Bu niteliklerden herhangi
birisini kaybeden üye, üyelikten çıkartılır.
-
Her yıl bir kere yapılan beyaz gecelerde Mason eşleri,
kızları, anneleri ve kızkardeşleri Mabetlere alınır ve
onlara Masonik hikayeler anlatılır. Türkiye Büyük
Locası´nın üyeliğe giriş yaş ortalaması 40
civarındadır. Masonluğa kabul edilen ve düzenli bir
Locada usülüne uygun yapılan düzenli bir tören ile
üyeliğe kabul edilen üye Çırak ünvanını kazanır. Kabul
töreninin ardından en az 12 ay geçmeden Kalfalığa
yükselinmez. Bu 12 ay içerisinde Çırak, kendisine
verilen en az üç ayrı Masonik ödevi başarıyla
tamamlamalı ve Kalfalığa layık olduğunu, farklı
zamanlarda verdiği bu tezler ile ispatlamalıdır. Kalfa
olduktan sonra da en az 12 ay geçmeden Üstatlığa
yükselinmez. Üstat olabilmek için de Çıraklık
dönemindekine benzer Masonik çalışmalar, bu sefer
Kalfa gözüyle yapılır ve verilen tezler sonrasında
Üstat olunabilir.
-
-
GÜNEYDOĞU, AKP, PETROL
VE BOP PROJESİ
-
-
Erzincan’dan başlayan ve Güneydoğu'ya genişleyerek
inen üçgende altın ve petrol fışkırıyor. Ama bölgede
suni olarak yaratılan kronik terör güvenlik zaafı var.
Güya üvenlik sağlanamadığı için doğru dürüst çalışma
yapılamıyor. Sebep: Dahili ve harici bedhahların iş ve
güç birliği ile hüküm süren lânetli Siyonizm, adam
gibi çalışılırsa Türkiye’nin dünyanın en zengin,
güçlü, kuvvetli, kudretli ve tarihte olduğu gibi
adaletli ülkelerinden biri olma şansına sahip
bulunduğunu biliyor ve memleketi bölmeye çalışıyor!
Bilinen bir hakikat bu. Hem de Abdülhamit’den beri.
Buna rağmen AKP seyirci, muhalefet gaflet, dalalet ve
hıyanet uykusunda. İşini bilen, onursuz ve sorumsuz
bürokratlar elinde devlet güvenlik güçleri atıl,
hükümet hantal.. Güneydoğu'da en değerli madenlerin
toprağın hemen altında bulunduğu artık sır değil. Yani
bu terörün altında, başka ülkelerin milyarlarca
dolarlık bu servetten pay alma mücadelesi var... O
nedenle anarşi, terör ve tedhiş bilerek kazınmıyor.
SOMUT GERÇEK VE BİR KESİT.
-
Diyarbakır Ergani'de Güney Kırtepe'de 7 petrol kuyusu
bulundu. 1405 m. derinlikte.
-
Diyarbakır Ergani Karacan'da 5 kuyuda petrol bulundu,
1713 metre derinlikte.
-
Diyarbakır Hani'de Beyazçeşme'de bir kuyuda petrol
bulundu, 1800 metrede.
-
Diyarbakır Taşdan köyünde 1800 metrede petrol bulundu.
-
Adıyaman Şambayat'ta 3 kuyuda petrol bulundu... 1584
metrede.
-
Diyarbakır Bismil'de Arpatepe'de 2 kuyuda bulundu
petrol 2450 metrede.
-
Dünya petrol için 6 bin metreye inerken Güneydoğu'da
son zamanlarda bulunan petrolün derinliği en fazla
2450 metre.
-
İşinin ehli bir madencinin söyledikleriyle
birleştiğinde tablo ortaya çıkıyor. Hala bazı gerici,
yobaz ve mürteci kafalar anlamıyor. Türkiye’nin bir
Kürt sorununu yok. Kürt’lerin çok büyük bir bölümü
aslında zengin, özgür, huzurlu, güvenli ve mutlu...
Diğer bütün Müslüman veya gayrimüslim unsurlar da
öyle. Tamamının siyaset, ticaret, üretim ve sanayide
belirleyici unsur olma özellikleri var. Halkın içinde
asla bir Türk – Kürt ayrımı söz konusu değil. Gerçek o
ki; Ülkemizde herkes barış içinde, kardeşçe yaşıyor.
Melânetler karışmadığı sürece insanlar hayatından
memnun ve mutlu. Bazı gerici, yobaz, irtica, kiralık,
aptal ve taşıma sulu kafalar şiddetten uzaklaştığında,
insana insan gibi baktığında, terörü bir çözüm
görmediğinde hayatın, barışın, huzur, mutluluk yolunun
zenginliğe açıldığını gösteriyor.
-
Hala anlaşılmıyor mu acaba?
-
Anarşi, terör ve tedhişin güdümlü; Güdenin mason
biraderler olduğu!..
-
NETİCE:
-
Türkiye Cumhuriyeti’nin başına; Vahşi Batı’nın İznik
Kongreleri ve Şark Raporu gibi; Mason ve misyoner
locaları tarafından yalan-yanlış iftira ve furyalarla
belâ edilen Güneydoğu (sözde Kürt) sorunu gerçekte bir
petrol sorunu olup..; Siyonizm ve ABD bu petrol; Su ve
sair doğal kaynaklar ile değerli madenlere el koymak
için malum ve menfur eşkıyayı (taşeronları) yaşatıyor,
besliyor ve OSLO'da “bedhahlarla” pazarlık masasına
oturtuyor…
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
108 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
TÜRBAN (Yahut) BAŞÖRTÜSÜ TBMM'DE |
-
-
Türbanın sadece ve yalnızca “üniversitelerde”
serbest bırakılmasıyla ilgili anayasa değişikliği görüşmeleri 6.Şubat.2008
Çarşamba günü TBMM’nde, oldukça sıkıntılı, gergin ve huzursuz bir ortamda
başladı. Adalet ve Kalkınma Partisi'yle Milliyetçi Hareket Partisi' nin
birlikte sundukları teklifin ilk tur görüşmeleri bu hava içinde başladı ve
beklendiği gibi sonuçlandı. Görüşmelerde gözlenen tek şey, karşılıklı atışma
ve sataşmalara rağmen ortaya ciddi bir çözüm önerisinin konulamaması idi. Yani
taraflar havanda su dövdü.
-
Şu halde Anayasa değişikliği ile ilgili ikinci
tur görüşmeler 9 Şubat 2008 Cumartesi günü gerçekleşecek. Anayasa değişikliği
teklifinin kabulü, üye tam sayısının beşte üçü-yani 330 milletvekilinin gizli
oyu ile mümkün. Değişikliklerin Anayasanın 10'uncu ve 42'inci maddelerinde
yapılması isteniyor. Konuyla yerli basın, halk ve kamuoyunun hassasiyetinin
yanı sıra yabancı medya da yakından ilgileniyor ve/veya ülkemizde “Türkçe”
yayınlanan mütareke (Ali Kemal) tröstü tarafından özellikle bilgilendirilmek
suretiyle; İç politika ve kamuoyu etkilenmek, yönlendirilmek-motive edilmek
isteniyor.Yani bu konuda, inanılmaz bir ‘dahili ve harici’ işbirliği söz
konusu. Örneğin: EL PERIODICO:
-
“TÜRK (!) REKTÖRLER BAŞÖRTÜSÜNE KARŞI
HAYKIRIYORLAR”
-
İspanya'da yayımlanan 2 Şubat 2008 tarihli El
Periodico gazetesinin ana sayfalarında yukarıdaki başlık altında Andres
Mourenza imzasıyla yayınlanan İstanbul mahreçli yazı, makalenin Türkçe
çevirisi şöyledir: “Kampüste kaos, sokaklarda şiddet ve Cumhuriyetin sonu. (?)
Yükseköğretim Kurulu Rektörler Komitesi tarafından yayımlanan bildiriye göre,
başörtüsünün kullanımını serbest bırakmanın sonucu bu olacak. Hakimler,
askerler ve bürokratlardan oluşan laik kesim, milliyetçi bir partinin
desteğiyle hükümetteki Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) hamiliğini
üstlendiği reformdan duyduğu hoşnutsuzluğu sürekli dile getiriyor.
Üniversiteler Arası Kurul Başkanı Mustafa Akaydın, "Anayasa üzerinde yapılan
bu değişiklikler, laikliğe son vermek isteyenlerin mücadelesini güçlendirecek.
Bu değişikliklerin sonu, üniversitelerimizi rasyonel ve bilimsel zihniyetten
uzaklaştırmaktır; böylece Türkiye Cumhuriyeti önlenemez bir şekilde dini bir
devlete dönüşecektir" diye belirtti. Rektörler için başörtüsü takma
serbestisi, "başörtüsü takan ve takmayan öğrenciler arasında bölünmeye" sebep
olacak. "Cumhuriyetin laiklik ilkesinin yok edilmesi, ekonomik krizle"
birleşerek kaosa sürükleyecek. Ayrıca, yasağın kaldırılması sadece
üniversitelerle kalmayıp vaatlerin aksine tüm kamu kurumlarına da yayılacak.
-
Bu yüzden Yüksek Öğretim Kurulu Başkanı Yusuf
Ziya Özcan Rektörlere, siyasete karışmamaları ve tartışmalardan uzak durmaları
konusunda tavsiye ve telkinlerde bulundu. Özcan, "Üniversitelerimizin en
önemli görevlerinden biri, demokratik, laik, sosyal ve hukuk devleti içinde
farklı görüşlere saygı duymak ve hoşgörüyle bakmaktır" dedi. Ayrıca, yüzü
aşkın akademisyen de, "demokratik" olarak addettikleri reforma destek
mahiyetinde bir bildiriye imza attılar. Geçen eylül ayında gerçekleştirilen
bir kamuoyu yoklamasına göre, Türklerin yüzde 73,7'si, üniversitede başörtüsü
yasağının kaldırılmasını istiyor ve büyük bir çoğunluk da laik kesimin şikayet
ettiği şekliyle bunu siyasi bir sembol olarak görmüyor.
-
Geçtiğimiz ay İspanya'ya gerçekleştirdiği ziyaretinde başbakan öğrencilerin Türkiye'de üniversitelere başörtüsüyle giremezlerken
Avrupa (AB) veya Kuzey Amerika üniversitelerine girebilmelerinin yarattığı
ikilemden şikayet etti. Laik muhalefetin lideri Deniz Baykal, (CHP) Mecliste
yaptığı konuşmada, hükümetin teklifini sert bir şekilde eleştirdi ve Arap
giysisi olması dolayısıyla türbanın yabancı bir üniforma olduğunu vurguladı.
Belki de kravatının Türk menşeli olmadığını unutmuştur.”Yüzlerce yabancı
gazeteden sadece biri bu. Özgün bir örnek.
- ÇÖZÜM BUNUN NERESİNDE ?
-
Şimdi, büyük bir ihtimalle 9 Şubat Cumartesi
günü değişiklik önergesi TBMM’de tekrar kabul edilecek ve tez elden ‘onay
için’ Cumhurbaşkanına gönderilecek. Elbette köşk tarafından değişiklik aynı
gün veya aynı saatte mutlaka onaylanacak. Muhtemelen ertesi gün de muhalefet
Anayasa Mahkemesinde soluğu alacak. Mevcut yapı itibarıyla Anayasa mahkemesi
ya istemi reddedecek veya Anayasaya uygunluk kararı verecek. Her iki halde de
halka gitmenin yolu kapatılacak ve sonuçta İnsan Hakları, Adalet ve Hukuka
vurulacak darbe ile son derece aykırı bir uygulama hayata geçmiş olacak.
-
Çok açık bir anlatımla: Artık ‘üniversiteler’
dışında İmam Hatip Liseleri dahil olmak üzere bütün eğitim kurumları doğrudan
yasak kapsamına girecek. İş bununla da kalsa iyi. Başörtülü kızlarımız rahatça
üniversiteyi okuyup Avukat, Mimar, Mühendis veya Doktor çıkacaklar. Lâkin,
bütün kamu kurum ve kuruluşları yüzlerine kapanacağı için, bu defa diplomaları
ile baş başa kalacaklar. Amma, bir kere Üniversite mezunu olacaklar.
-
Dahası, bu aleni ve ‘Anayasa emri yasak’ nedeniyle şu anda bazı
kurum-kuruluş ve belediyelerde çalışan binlerce kadın-kız zorunlu bir tercihle
karşı karşıya kalacak. Onlara; “Ya açıl, ya çık !..” diyecekler. İşte
toplumsal felâket ve yıkım önce buradan başlayacak. Sonra mezun olanların
çilesi... Bu tasarruf sonucu toplumu bekleyen binlerce sorun var.
-
Şimdi onlara sorarlar : Çözüm bunun neresinde
?...
-
Üniversite rektörleri 27 Mayıstan önce de
yürümüşlerdi. Hakimler de..Sonra ne oldu?
-
Cumhuriyet tarihinin en mâkus talihi,
zincirleme kâbuslar, ihtilâller, kaos, kriz, bunalım, buhran, anarşi, terör,
tedhiş, baskı, zulüm, işkence, enflâsyon, adi ve ahlâksız-fahiş piyasa,
rüşvet, iltimas, yalan-talan adeta bir mezar toprağı gibi ümüğümüze çöktü.
-
Lâkin, bu ilim ve demokrasi düşmanı kesim,
yeni durumdan mükemmel bir biçimde nemalandı. Ayrıcalık, dokunulmazlık,
istisna ve imtiyazlar birbirini kovaladı.Rantiye türedi. Önlerinde tek bir
sorun vardı. Türk halkı ve medeniyetinin yüksek ahlâkı. El iman minel vatan
diyen “namuslu, dürüst ve berrak” zihniyet. Şimdi el ele vermişler en büyük
darbeyi vuracaklar. Maalesef oynanan oyun ve uygulanan senaryo bu. Yahut da,
‘şimdilik bunu hal yoluna koyalım, sonra da gerisini hallederiz’ zihniyeti.Bu,
samimi bir temenni değil, sadece bir art, suiniyetten ibarettir. Yaklaşım
toplumda daha derin yaralar açmaktan ve sorunları kronikleştirmekten başka işe
yaramaz. Şimdi bakınız; Konunun uzmanı ve Ülkenin tek bilinçolog’u ne diyor ?
-
GALİP BABA DİYOR Kİ: Uyanın
alt-kattakiler!Uyanın üst-kattakiler!Uyanın ey Türban-zedeler!Türbana ‘Evet’
ya da ‘Hayır’ diyerek nereye varacağınızı sanıyorsunuz? Türbana ‘Evet’ ya da
‘Hayır’ demenin, “Yurtta Barış”ı ya da “Dünyada Barış”ı sağlayacağını,
sürdüreceğini ya da Küresel Isınma” veya muhtemel “Helâk”i önleyeceğini
sanıyorsanız, vay halinize..Tez elden kendinize gelmezseniz, Adem Baba da
kurtaramaz, sizi! Çok kalabalıksınız…Hele bir de, “We are in the same boat”
demiyor, sonra da tutup, kendi geminizi kurtarmak için çalışmıyor musunuz…PES,
DOĞRUSU !...
-
SONUÇ : Türk halkının türban veya başörtüsü
diye bir sorunu yoktur. Varlığını iddia edenler gerici, yobaz, irticai unsur
ve mürtecidirler. ÇÖZÜM: Mustafa Kemâl ATATÜRK ve Cumhuriyet Türkiye’sinin
İnkılâp kanunlarında yer almayan bir yasak meşru ve insani; Kamu yararına
olmaktan uzaktır. Esasen “yasak olmayan” bir fiilin sözde ‘serbest
bırakılması’ abesle iştigal etmekten öteye bir önem ve değer ifade etmez. Siz
gelin ! enerjinizi, ülkemizin ve halkın iktisadi-sosyal ve sair sorunlarını
halletmeye vakfedin. İnsanı istismarı bırakın !...
-
Galip BARAN (*) Galip BARAN, “NEFS” iyle baş
edebilmiş; bahtı-açık bir adem. BARAN : “Bi-baht olanın bağına bir katresi
düşmez, baran yerine dürü gevher yağsa da semadan”. Ziya Paşa.
-
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
109 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
TÜRK ADA’LARI İŞGAL ALTINDA |
-
-
Yunanlıların, Ege’de iki Türk adasını
(Bulamaç ve Eşek) alenen işgal ederek 2004 yılından bu yana iskâna
açıp, turizm amaçlı olarak kullandıklarını ilk kez D[y]P genel başkanı
Namık Kemal Zeybek’ten öğrendik. (08 Mayıs 2011)
- Zeybek ne demişti?
- “AKP döneminde Eşek Adası ve Bulamaç Adasını
Yunanlılar İşgal Etti. (*)
- Bu iki adamız, bu iktidar döneminde 2004 ten
başlayarak Yunanlılar tarafından yavaş, yavaş işgal edildi. AKP
iktidarının bundan haberi oldu. Ama bırakın Bulamaç’ı, bırakın Eşek
Adasını, onlar Kıbrıs’tan bile vazgeçmişlerdi. Adetleri olduğu
üzere, Kıbrıs’ı Yunan’a peşkeş çekiyorlardı. Şimdi Didim de,
burnumuzun dibinde görünen bu iki Ada, şu anda Yunanlıların işgali
altında; Ama Kardak'daki Yunan Bayrağı indirilmişti! Kardak
kayalıklarını, Yunanlılar işgal etmeye çalıştıklarında Türkiye'de
bir Başbakan vardı. Bir hanımefendi, Çiller. Kardak kayalıkları
işgal edildiğinde ne demişti Tansu Çiller? 'O bayrak ya inecek, ya
inecek' Hangi bayrak? Bizim kayalıklarımıza, ada değil, toprak
değil, kayalıklarımıza Yunanlılar, Yunan Bayrağı çektikleri zaman
Başbakan'ın söylediği sözlerdi bunlardı. 'O bayrak ya inecek ya
inecek.' Ne oldu? Bayrak indi mi? İndi.
-
Peki, o günlerdeki milli duyarlığı,
vatan toprakları konusundaki hassasiyeti hatırlayın.
- Ve gerçeğe bakın. Gerçek şu: Eşek ve Bulamaç Adalarımızı
Yunanlılar işgal etti. Didim'in karşısında bize ait olan iki ada
var. Biri Eşek Adası, öbürü Bulamaç Adası... Bu adalar bütün
uluslararası belgelere göre bizim. İngiltere'nin yaptığı haritaya
göre de bizim. Başka uluslararası anlaşmalara; Lozan'a göre de
bizim. Bakınız 1947'de İngilizlerin yaptığı bir harita ve çizgi var.
Eşek adası ve Bulamaç adası Türkiye Cumhuriyeti'nin.
-
Bunu herkes biliyor.
-
Bu iki adamız, AKP iktidarında
2004'ten başlayarak Yunanlılar tarafından alenen işgal edildi.
İktidarının bundan haberi oldu. Ama bırakın Bulamaç'ı, Eşek
Adası'nı, onlar Kıbrıs'tan bile vazgeçmişlerdi. Kıbrıs'ı peşkeş
çekiyorlardı. Adetleri olduğu üzere... Şimdi ise, Didim'de,
burnumuzun dibindeki bu iki Ada, Yunan işgali altında. Yunanlılar,
Eşek Adası'na gittiler ve kilise yaptılar. Yunan Bayrağı çektiler.
Kimsenin olmadığı daha kimsenin yaşamadığı yere önce kilise
yaptılar, sonra yavaş yavaş yoklaya yoklaya baktılar, Türkiye'de
acaba DP, DYP’ mi var? Yoksa başka birileri mi?
-
Baktılar ki tepki yok, birtakım
insanları oraya yerleştirdiler. Şimdi Eşek Adası'na biz gidemiyoruz.
Bizi sokmuyorlar. Bulamaç Ada'sı da böyle…
-
Bakınız bir resim daha gösteriyorum. Adaya girdiler, rıhtım ve
turistik bölge yaptılar, turlar düzenlemeye başladılar. Adaları
Yunan generalleri de zaman zaman teftiş ediyor, hava sahamızı, su ve
topraklarımızı ihlal ederek geliyorlar. AKP iktidarının sesi, soluğu
çıkmıyor. Bir taraftan Vatan topraklarını satmaktan bahsediyoruz.
Hangi satmak? Bu vatan topraklarını peşkeş çekmektir... Buna izin
verecek miyiz? İzmirlilerin vicdanına sesleniyorum.
-
Hani bir karış toprak için kanımızı veririz derdik. Ne oldu?
Bunlar gelince Türkiye'de ne değişti? Şimdi bu sözleri beni dinleyen
basın yayın organları yoluyla hem Recep Tayip’e hem de bütün
Türkiye'ye ilan ediyorum. "Tek başıma, pasaportsuz o adalar
çıkacağım.."
- Süre veriyorum. Bu süre daralacak ve sonunda Türkiye'yi yönetmek
iddiasında olan TC'nin Başbakanı olduğunu; TC'ni yönettiğini iddia
eden, hükümet olduğunu söyleyenler eğer gidip bizim bu adalarımızı
işgalden kurtarmak için teşebbüse geçmezlerse ben tek başıma
gideceğim ve oraya çıkacağım.
-
Hükümete uyarı: İster muhtıra
desinler, eğer bütün uluslararası anlaşmalara göre bizim adalarımızı
geri almak, işgalden kurtarmak için sorumlu oldukları bu suçtan geri
dönmek için teşebbüse geçmezlerse, ben gideceğim ve adalara
çıkacağım. Pasaportsuz, vizesiz gideceğim. 'bu ada benim adamdır'
diyeceğim. Bulabilirsem kayıkla, bulamazsam yüzerek gideceğim, adaya
çıkacağım. Ama biliyorum ki milletim beni yalnız bırakmayacak.”
-
Aradan uzun süre geçti. Zeybek
adalara çıkamadı, ama AKP’den de bir ses çıkmadı.
- Namık Kemal Zeybek; 08 Mayıs 2011 günü İzmir’de bir açıklama
yaparak; Aydın ili, Didim ilçe sınırları dâhilinde bulunan ve
Lozan’a göre, TC’ye ait Eşek Adası (Agathonisi) ile Bulamaç Adası (Farmakonisi)’nın;
2004 yılında Yunanistan tarafından işgal edilip, yerleşim ve turizme
açıldığını iddia etti. (1)
-
İddia, sırasıyla; 13 Mayıs 2011
tarihinde Hürriyet Gazetesi ve İnternet sitesinde, (2)
-
18 Mayıs 2011 tarihinde, Yaşar
Anter’in WEB TV, Gündem programında (3) pek çok ayrıntı verilerek
yer aldı. Daha sonra Zeybek 25 Mayıs 2011 tarihinde yapılan D. Parti
Didim mitinginde, ağırlıklı olarak konuya değindi. (4) Güvenilir ve
üye sayısı yüksek e.Posta grubu “açıkistihbarat”, 01 Haziran günü
ayrıntılı bir yayın/dağıtım yaparak; Adaların aidiyet, hukuki statü
ve mevcut durumları hakkında ‘tatmin edici’ yayın ve açıklamalarda
bulundu. (5) Tam 5 gün sonra, Araştırmacı-Yazar Ferudun Özgümüş:
“Yunan toprağımızı işgal etti. Ne devlet ne muhalefet ve ne de
Genelkurmaydan ses yok” (6) başlıklı bir makale yayınladı.
Makalesinde, ilgili, yetkili ve sorumlu makamları hedef alıp
sorguladı. Sonra Yeniçağ Gazetesi de (Ferudun Özgümüş’e atıfla) 06
Haziran 2011 tarihinde konuya değindi.
-
Dünya Türk Kongresi (TURKISH-FORUM)’nin
web sitesinde aynı gün benim bir makalemin altına, açıklamalı bir
yorum eklendi. (8) Hal böyle olunca ben, otomatikman konu ile
alâkadar olmak durumunda kaldım. Zaten de olay ve iddiaları Mayıs
başından itibaren takip etmekte idim. Neticede: 07 Haziran 2011 günü
A Kanal’dan (Ereğli-Konya) canlı yayın konuğu olan Dışişleri Bakanı
Ahmet Davutoğlu’na konuyu sordum. Cevap alamadım. (9)
-
08 Haziran günü haber tekrar bazı
ajanslar tarafından ısrarla duyuruldu. (10)
-
09 Haziran 2011 Perşembe günü, 4982
Sayılı Kanun gereği Aydın Valiliği’ne resmi bir başvuruda bulunarak
açıklama ve bilgi talebinde bulundum. (Başvuru no. 35141) Bu gün 28
Haziran olmasına rağmen henüz bir cevap alamadım. Oysa yasal cevap
süresi 15 gündür. Bana halâ cevap verilmedi. Umarım daha fazla
gecikmeden cevap verilir ve konu aydınlanır.
- GARİP VE EMTERESAN OLAN NE?..
- Bu işin en garip, acaip ve muamma tarafı şu ki;
İddianın 5 Mayıs 2011 tarihinde ortaya atılmasına, 8 Mayıs’ta
kamuoyuna yansımasına, geniş kitlelere duyurulmasına, konu hakkında
defalarca yayın yapılmasına, başta Başbakan, İçişleri, Dışişleri
Bakanı, Genelkurmay Başkanı dâhil pek çok makam, sorumlu kişi ve
mercie soru yöneltilmesine rağmen halâ alınmış açık, net, tatminkâr
ve dürüst bir cevabın olmayışı!..
-
Bu ne iş? Ortada vahim bir iddia
var. TSK ve hükümet zımmen vatana ihanetle itham ediliyor. Ortada
cevap yok, iddiadan alınan, muhatap alan yok. Bu bir gaflet mi?
Dalâlet mi? Yoksa gerçekten gizlenmeye ve gözlerden kaçırılmaya
çalışılan menfur bir ihanet mi? Başta N. Kemal Zeybek, Demokrat
Parti camiası ve bütün Türk milleti’nin bunu bilmek hakkıdır.
- ÇOK ÖNEMLİ BİR KATKI VE YORUM:
-
“1001 çeşit melânet ile aynı anda mücadele etmek zorunda bırakılan
aziz milletimizin 1.derecede hassasiyeti olan Vatan Toprağı
konusundaki duyarlılığınıza, kararlı girişiminize ve bilgiyi
milletimizle paylaşma yönündeki şahsi gayretinize samimi
teşekkürlerimi sunuyorum. Zeybekler diyarı Aydın, umarım bir
valisini uğurlamak zorunda kalmaz. Ama görünen o ki, böylesine
hayati bir konuda şu ana kadar sessiz ve girişimsiz kalmayı yeğleyen
Sn. Vali’nin Mülki İdare Amirliği sıfatı kıytırık üç-beş Yunanlı
hokkabaz tarafından düşürülmüştür. Yine umuyorum ki, tüm bu
iddialar, bilgiler spekülâsyondur ve yanılan, saçmalayan ben olurum.
- Yoksa diğer türlü resmi görevinin geçerliliği tartışılır hale
gelen makam yalnızca vali’likle sınırlı kalmaz. İçişleri Bakanı’nı
da bağlar, Milli Savunma Bakanı’nı da!. Ve pek tabii ki kabinenin
başı Başbakan’ı da… G.K.B.’mızı ise dile bile getirmek
istemiyorum…Bu durumda sormadan edemeyeceğim, 2004 yılında AKP
iktidarında gerçekleştiği iddia edilen bu işgalin pazarlık, vaat,
zorlama, tehdit veya taahhüde dayalı bir arka planı var mıdır?
- Yine bu noktada dile getirilmesi şart olan bir diğer iddia da,
Türkiye’ye karşı yapılan ve milat sayılan en sert operasyonun 2004
yılında gerçekleştirildiği yönünde…. Tüm bunlar olayların ve
iddiaların tarafımdan yorumlanan spekülatif boyutu. Operatif tarafı
ise elbette ki TÜRK MİLLETİ’NE aittir. Aynen tarihlerde yazılı
olduğu gibi!.… Selam ve sevgi ile, aad”
- ŞİMDİ SORUYORUM.
-
Başta Didim Kaymakamlığı, Aydın
Valiliği, Ege Ordu Komutanlığı, İçişleri / Dışişleri Bakanlığı,
Genel Kurmay Başkanlığı, Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı; Yani
konunun ilgili, etkili, yetkili ve sorumlu muhatapları neden bir
açıklamaya yapmaz ve sorulara “tatmin edici” (ÖSYM konusunda olduğu
gibi) bir cevap vermezler?
-
Gerçek nedir?.. Ve gerçekten olayda
bir ihmal, ihanet ve hain bir pazarlık var mıdır?
- (1) Namık Kemal Zeybek, (DP) 08.05.2011 www.haberkritik.com
& www.dyp.org.tr
- (2) HÜRRİYET, 13 Mayıs 2011, editör &
Hürriyet.com.tr
- (3) (DHA) Yaşar ANTER, Gündem: 18 Mayıs 2011 +
WEB TV
- (4) Namık Kemal Zeybek, Didim miting konuşması,
25 Mayıs 2011, www.dyp.org.tr,
- (5) E-Posta Grubu: AçikIstihbaratTürkiye www.acikistihbarat.com
01.06.2011
- (6) Ferudun Özgümüş <ferudunozgumus@gmail.com>
Tarih: 06 Haziran 2011 Konu: Yunan toprağımızı işgal etti. Ne devlet
ne muhalefet ve ne de Genelkurmaydan ses yok.
- (7) Salim Yavaşoğlu - Yeniçağ
Gazetesi, 06 Haziran 2011
- (8) TURKISHFORUM/ABD, 06 Haziran 2011
- wordpress@turkishforum.com.tr
- (9) 07 Haziran 2011 günü Dışişleri Bakanı Ahmet
Davudoğlu’na soruldu. (Konya-Ereğli, Kanal-a, canlı yayın) Yunan
İşgal Etti; AKP ve Genelkurmay'dan Hiç Bir Tepki Gelmiyor?
- (10) db.ajans.ankara, 08 Haziran 2011, Basın
Haber Bülteni
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
110 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
TÜRK MİLLETİ LİDERİNİ ARIYOR!... |
Vicdanı hür, irfanı hür,
düşünce, ifade ve iradesinde özgür;
Şahsiyetli, haysiyetli, yüksek
ahlak ve gerçek karakter sahibi;
Her şeyden önce kim olduğunu
bilen ve kendine güvenen;
Hak yolunda, millet
hizmetinde: “Türk Milleti ve Türkiye Cumhuriyeti adına”,
"insan hakları, adalet, hürriyet, hukuk, eşitlik ve demokrasi"
mücadelesi verecek;
-
Ayrıca insanlık ideali; Özgür
bilim, demokrasi, hak ve adalet ahlâkının hayat bulduğu hakiki
bilincin gelişmesi uğrunda sadakat ve samimiyetle çalışacak;
-
Ülke, Millet ve yaşanan
sorunları halletmek için çözüm ve proje üreterek; “fikren,
fiilen, ilmen ve fennen” geri kalmışlık, fakirlik, yoksulluk,
yolsuzluk, gericilik, yobazlık ve adaletsizlikle “tam bir
azim, irade, fazilet ve kararlılıkla” mücadele edecek;
-
Doğruyu söyleyen, onurlu ve
sorumlu, daima dik duran, adalet ve dürüstlükten asla ve
kesinlikle şaşmayan, gerektiğinde bu uğurda “hak, milli
hükümranlık, evrensel adalet, her derece ve düzey özgürlük,
bağımsızlık, eşitlik ve hukuk için” dünyaya kafa tutan;
-
Türk’ün milli karakteri,
manevi, tarihi ve ilmi değerlerine sahip; mukaddesatına içten
saygılı; Kendini Türk kültürü, ilim, ahlâk ve medeniyeti ile
“binlerce yıllık emel ve milli ideal olan” Türk Birliği’nin
gelişip yükselmesine adayacak;
-
Tepeden tırnağa kadar (madden,
manen, bedenen ve ruhen) sağlam;
-
Akıl, ilim, irfan, fen, iman,
vicdan, basiret ve beka ile hareket eden;
-
Vicdanının sesini dinleyen,
bilinci pusulanın ibresi gibi “asla” istikametini şaşmayan;
-
Yerini bilen ve onu,
hakkıyla-lâyıkıyla dolduran;
-
İşini bilen ve onu severek,
isteyerek, ehliyet, liyakat ve sorumluluk bilinciyle yapan;
-
Alnının akı, gözünün nuru,
aklı, ilmi ve bileğinin gücü ile çalışan, çalışmaktan asla
kaçmayan, bıkmayan, yılmayan, yıkılmayan, usanmayan;
-
Mutlak surette ve kesinlikle
helâl kazanan, kazandığı ile yetinen, fakirlikten utanmayan;
-
Kumar borcu, diyet borcu,
namus borcu olmayan;
-
Hiçbir güçlük, baskı ve
dayatma karşısında eğilmeyen, bükülmeyen;
-
İnsanlık,
inanç ve ahlâk dışı bir “hayvan altı, domuzluk huyu olan”
rüşvet, iltimas, ayırma, kayırma, hırsızlık, yolsuzluk ve
suiistimale asla tevessül etmeyen; Eş’ine, dostuna, akraba,
yoldaş ve soydaşına “devlet ve millet” malını, mesul makam,
hak ve imkânını peşkeş çekmeyecek kadar iffet, onur, şahsiyet,
haysiyet, erdem, feraset ve basiret sahibi;
-
Kardeşe, yoldaşa, yandaşa
değil;
-
Tam bir eşitlik, sorumluluk,
hakkaniyet ve adaletle millin tamamına hizmet eden;
-
Satılık olmayan; namuslu,
dürüst, ilkeli-onurlu, sorumlu, çalışkan, demokrat, laik..,
-
Cesur olduğunu haykırmadan
cesur olan;
-
Gösteriş, riya ve alâyişten
uzak ‘gece-gündüz demeden’ çalışan, üreten; Milletin işçi ve
memurlarını “namus, onur ve sorumlulukla çalıştıran”, "cesaret
fazilet'tir" diyen;
-
Her daim halkla istişare eden;
Ortak akıl, demokrasi, doğruluk, dürüstlük, hakikat ve
adalette uzlaşma kültürünü yaşayan, az konuşmayı, çok
çalışmayı ve özellikle dinlemeyi bilen;
-
Son kuruşuna kadar helal
kazanacak, sadece kazandığını yiyecek ve yalnızca parasını
ödeyebildiğini yiyip giyecek; İcabında cesaret ve kararlılıkla
"hayır" demekten çekinmeyecek ve “ona gücüm yetmez" tarzında,
açıkça cevap vermekten utanmayacak;
-
Milli ilkeler ve Türk
inkılâbını tam bir sadakat, namuskârlık; Onur-erdem,
sorumluluk ve dürüstlükle uygulayacak;
-
Daima haklı, iyi-doğru, masum
ve mazlumun yanında yer alacak; “AB”yi Türkiye’den kovacak,
gerektiğinde; haksızdan, yolsuzdan, hırsızdan ve mücrimlerden
hesap soracak,"iyi insan, ilkeli, onurlu, sorumlu,
namuslu-dürüst;
-
Devlet idaresinde millet
iradesini hâkim kılacak;
-
Tam bir medeni (ilmi) cesaret,
yüreklilik, inanç ve bilinçle “yeter, söz milletindir!..”
diyebilecek formasyon, siyasi-insani, ilmi kalite, demokrasi
ahlâkı, uzlaşma kültürü sahibi;
-
Umur-devletten, adam gibi bir
adam varsa eğer, çıksın artık meydana!
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
111 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
TÜRK
MİLLETİ’NE BAŞSAĞLIĞI; TERÖR VE TEDHİŞ’E KAHRİYE |
Şehit aileleri, yakınları ve aziz
Türk Milleti’ne sabır, başsağlığı ve metanet;
Vatanımızın birlik, bütünlük ve bağımsızlığına; milletimizin
dirlik, düzenlik, huzur ve güvenliğine; milli devlet, insan hakları,
adalet ve hukuka yönelik; Kimliksiz (yeni/sivil) anayasa
kalkışmacısı, kişiliksiz ve kararsız dış politika, sözde insan
hakları ve demokrasi savunucusu hain, dönme, devşirme, dahili-harici
bedhah ve kripto destekli, asala güdümlü soykırım girişimleri ile
küstahlık ve kalleşlik eseri menfur saldırıları şiddetle lânetler ve
nefretle kınar;
Alçakça şehit edilen güzide evlâtlarımıza rahmet;
Şehit aileleri, yakınları ve aziz
Türk Milleti’ne sabır, başsağlığı ve metanet;
Yaralı asker, polis ve
yurttaşlarımıza acil şifalar dilerim.
Şu kadar ki:
Vahim olayların yegâne sorumlusu akp
unsurları ve hükümetini;
- Bu şer, şeamet ve ihaneti kökünden
kazıma, terör ve tedhiş bataklığını kurutma konusunda namuslu,
dürüst mert; azimli, kararlı ve cesur olmaya;
- Dış güç yardakçısı, anarşi, terör
ve tedhiş yatakçısı; din tüccarı, siyaset simsarı, menfaat ve ikbal
düşkünü şerefsiz, soysuz, (emanete hain, ihanete malul) sözde
parlâmenter, partizan ve şaibeli hükümet üyelerini derhal tasfiyeye;
- Irak’ın kuzeyindeki terör
kamplarını ikame ve idame ettiren ABD’ye dur demeye;
- Terör ve tedhiş unsurlarının iç ve
dış finans kaynaklarını derhal kesip, kurutmaya;
Ayrıca:
Başta, istikrar (!?) bozulmasın diye
iktidarın “illegal, sinsi ve şaibeli vampirler kulübü üyesi dâhili
bedhahlarına” çanak tutan yalancı, talancı ve haramcı sermaye
çevreleri ve “kaçakçı, karaborsacı, soykırımcı hain ihanet ve
cinayet örgütü ile aynı çanaktan beslenen kartel medyası ve kirli
sayfalarının kiralık kalem şürekâsını” kendine gelmeye, “namuslu,
dürüst, onurlu, sorumlu insan ve milliyetçi” olmaya;Davet ederim!
Demokrat Parti 7. ve 9. Dönem Genel
Başkan Vekili & Siyaset Bilimci-Hukukçu, Araştırmacı-Yazar
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
112 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
TÜRK’ÜM, DOĞRUYUM! |
-
-
Ulu’l-emr (yönetim-hükümet) tarafından “milli
birlik ve kardeşlik projesi” biçiminde açıklanıp-tanımlanan ve asıl adı
“demokratik açılımlar” olan eylem plânının en başında “Kürt açılımı” yer
almaktadır.
-
Bunu; Irak, Ermeni, Rum-Yunan, Kıbrıs, İsrail,
AB gibi evrensel; Dil, din, demokrasi, hukuk, ahlâk, anayasa, Alevilik vs.,
mahalli-yerel, sözde bilimsel, ekonomik-sosyal kültürel açılımlar izliyor. İş
bu açılımlarda gözlenen tek ve yegâne temel nosyon “orijinal be objektif”
olmamaları; Her birinde hâkim unsur mürailik, iki yüzlülük, yapaylık, sanallık
ve zorlama!..
-
Üstelik her açılımın kendine özgü takipçi,
iddiacı ve sav’cısı belirli lobiler var.
-
Bunlar arasında en dikkat çekeni; çok sinsi ve
kurnazca ‘milli birlik-kardeşlik teranesi’ ardına sığınıp-saklanarak, esasta
Kürt kisvesi ile Ermenicilik yaptığı ayan ‘GDO-AB’ damgalı dönme, devşirme,
koza ve kriptolar. Her biri elli yıldır kamuoyunda iyi tanınıyor. Tanınma
nedeni ise: Mâ-aile ‘Türk milleti ve devletinin başına atılan” her taşın
altından çıkmaları. Tüm kirli ellerin, menfur emellerin ve belaların patentli
sahibi olmaları…
- EYLEMLERİ KARAKTERLERİNE UYANLAR
-
Bu güruhun lâğım çukurlarının bile kabulden
hayâ edeceği iğrenç sicilleri var.
-
Kimlik ve kişilikleri karakter kavramına ters;
Ahlâken tam bir çöküntü içindeler.
-
Bilumum rüşvet, iltimas (my bradır işleri)
ayırma-kayırma (hamili kart, kardeş-yoldaş meselesi), görevi kötüye kullanma,
hırsızlık-yolsuzluk, gasp-irtikap, suiistimal, organize çıkar örgütçülüğü (yol
arkadaşlığı), anarşi, terör-tedhiş taşeronculuğu (bu kisve altında uyuşturucu,
beyaz kadın ve insan-köle tüccarlığı, kiralık katillik, GDO, tohum, hormon,
ilâç, ilâh ve silâh lobiciliği) ve ticari particilik (siyaset simsarlığı) ile
din tüccarlığı yapanlar hep bu güruhtandır.
- Bunlar, benzerleri, yardım ve yatakçıları Türk halk lügatinde “domuz”
olarak nitelenir.
- Zira bu gelenekte: ‘devletin malı deniz’, ‘hırsızlar ve yolsuzlar
domuz’dur”
-
Bahusus güruhun en nefret ettiği “şey”:
DOĞRULUK ve DÜRÜSTLÜK!…
-
Bu nedenle 2009 yılı başından itibaren
“AND’IMIZ” a fena taktılar.
-
Merhum Dr. Reşit Galip tarafından yazılan ve
Mustafa Kemal Atatürk tarafından uygun görülerek, tasdik ve tasvip edilen ve
bütün okullarda okunması emredilen milli AND.
- *Türk’üm, Doğruyum, Çalışkanım!..
- BİR İHANET VE MENFUR TEŞEBBÜS
-
Dahili bedhah, dönme, devşirme, koza ve
kriptolar öncülüğünde;
-
'Andımız kaldırılsın’ başvurusu:
-
“Diyarbakır'da mazlum-der ile bazı kimseler,
okullarda her sabah okutulan "Andımız" ın kaldırılması için Milli Eğitim
Müdürlüğü'ne başvurdu...
-
Diyarbakır'da insan hakları ve mazlumlar için
dayanışma derneği (mazlum-der) ile bazı şahıslar, okullarda her sabah okutulan
‘Andımızın’ kaldırılması için İl Milli Eğitim Müdürlüğü'ne başvurdu. Derneğin
bir yönetim kurulu üyesi, 'Türküm' ile başlayan antta yer alan ifadeler
Türkiye'nin mozaiğine uymuyor” dedi. (Sabah, 13 Haziran 2009 Cumartesi)
- YANDAŞ-YOLDAŞ MUTLULUĞU
-
Müteakiben hadise, akredite dediğimiz;
Türkiye’de yayınlanan ‘yabancı medya’da, buna paralel ‘kartel gazetelerinde’
yer aldı. Nesebi bozuklara “mevzii” olsun diye kasten tahsis edilen köşelerden
vaveyla yükselmekte gecikmedi. “Evet, evet, ne demek Türk’üm, doğruyum,
çalışkanım… Ardından dağa taşa yazılan, Kürt’ün gözünün içine sokulurcasına
“Ne Mutlu Türk’üm diyene” demek de çok yanlış!.. Bir üniter devlette olmaz
böyle şey, antidemokratik bunlar, hem de şoven, açılımların özüne, ruhuna,
amacına aykırı bunlar!..
-
Sonra ‘hiç umulmadık ve beklenmedik bir biçimde” MİLLİ eğitim bakanı:
“Konu elbette tartışılabilir” dedi. Ne yazık, ne ayıp ve ne büyük bir
talihsizlik bu!... Haklı ve doğru tepki gösterenlerin sesi-soluğu boğuldu.
Yazılmadı, yazdırılmadı. Ekranlar vatanseverlerin ve milli devlet yanlılarının
yüzüne kapandı. İhanet şebekeleriyse aylarca gündemden düşmediler.
- NE MUTLU TÜRK’ÜM DİYENE
-
Bir kere, “Ne mutlu Türk’üm diyene” vecizesi
orijinal değil, soyutlama, aslı şöyle:
- “TÜRK Demek: Türk’çe düşünmek, Türk’çe konuşmak ve Türk’çe yaşamaktır. Ne
Mutlu
-
Türk’üm Diyene” Sözün özü ve aslı bu. (Bak:
Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu / MNS)
-
Vecizenin aslına ve orijinaline 1960 sonrası
hiçbir yayında rastlayamazsınız.
-
Atatürk’ün 1924 (1928) Anayasası ile eser,
hizmet ve inkılâpları da perdelenmiş; DP tarafından, 1938-1950 fetret
devrinden sonra tekrar canlandırılan ve hayata geçirilen “Milli Rejim
Kemalizm” , gizlenen, hafızalardan, hayattan ve tarihten silinmeye, inat,
ısrar ve özenle unutturulmaya çalışılan bir rejim haline gelmiştir. AĞA
BABALARINDAN ÖRNEK
- İşte size menfaatleri uğruna 'analarını bile satarlar' denilen, de’Facto
haymatlos ve fiili primitiflerin hayran olduğu, 72 buçuk milletin yaşadığı,
kamusal alanda İngilizceden başka bir dil kullanmanın yasak olduğu ABD’de her
sabah “ilk, orta ve liselerde” söylenen AND:...
- "I pledge allegiance to the flag of the United States of America, and to
the Republic for which it stands: one Nation under God, indivisible, with
Liberty and Justice for all"
- Yani: “ABD'nin Bayrağına ve o bayrağın simgelediği Cumhuriyete sadakat
için AND içiyorum. Herkes için özgürlük ve adaletle, Allah'ın gözetiminde,
bölünmez – tek vatan"
-
ABD kaç yaşında? 233; Osmanlı: 624, ya TC: 86,
ayıp, ayıp, utanın biraz!..
- NE TÜRK VE NE DE DOĞRU-DÜRÜST
-
Yukarda verdiğim örnekte açıkça görüleceği
üzere; Neseben ve asaleten Türk, bilhassa Müslüman Türk’lerde “insan’a ve
insanlığa aykırı” bir eylem, cürüm, teşebbüs ve yüzkarası suç temayülü yoktur.
Çünkü, genelde zekâ düzeyi çok düşük primitif varlıklar, kripto-koza,
dönme-devşirme, mason-misyoner ile Sırp-Rum-Yunan, Ermeni ve kompleks içinde
kıvranan Bulgar halkları gibi kronik Türk-İslâm düşmanlarında çokça ve sıkça
görülen bir hastalık bu.
-
Dolayısıyla “dâhili bedhah” (iç düşman)
dediğimiz uzantılarının huyudur kötülük.
-
Sosyolojik bir vakıa, ama gerçek!...
-
Örneğin: Genelevlerde hiç (nesepte saf ve
asil) Türk kadını yoktur.
-
Ülkemizi Gümrük Birliği tuzağına atmada acele
ve öncülük edenler dönmedir.
- NEDEN? ÖNCELİKLE 301 VE CMUK!...
-
Bunu bir düşünün!..
-
Neden AB en çok CMUK üzerinde durdu?
-
Niçin Türkiye, en ağır ve amansız dayatmalara
CMUK nedeniyle maruz kaldı.
-
Hatta bu uğurda ağır cürümler ve cinayetler
işlendi?
-
Ve nihayet: Ölüm cezası niçin kaldırıldı bir
düşünün!..
-
Tabii bu bağlamda “AB yanlısı olmanın” ne
anlama geldiğini de…
-
Türk insanının anlamakta çok güçlük çektiği
bir meseleyi daha düşünün lütfen.
-
Milliyetçi (nasyonal) bir parti (MHP) nasıl AB
yanlısı (enternasyonal) olabilir?
-
Ya millet enayi yerine konulup, fena halde
kandırılmakta ya da “amansız” bir oyun oynanmaktadır!....Ne dersiniz? = Türk;
Öğün, çalış, güven!
- İT ÜRÜR, KERVAN YÜRÜR
-
Önce “ATA” sözünü iyice araştırdım. Bulgular
şöyle:
-
1. Kökeni Kumuk Türklerine kadar dayanan,
orijinali "İt haplar, kervan geçer" olan çok güzel bir Türk atasözüdür. İlk
kez 1600’lerin başlarında Muhammed Şeybâni Han'ın Divan adlı eserinde yer
almıştır. "ne kadar hır gür çıkarmaya, engel olmaya çalışsalar da cürümleri
yetmez, bu isler olacaktır" anlamına gelir. (İnternet: zamane sözlük)
-
Burada ‘it’; yasa, usul, ahlâk ve kural dışı,
gelenek ve düzen karşıtı suç odaklarını; Kervan: Meşru ve hukuki, kurumsal
düzeni, yani “devlet” i simgeler.
-
2. 2007 Eskişehir mitinginde RTE muhalefeti
eleştirirken: “Onlar çok konuşuyor ama biz çok iş yapıyoruz, içiniz rahat
olsun, kervan yürür, kervan yürür!..” diyerek muhalefete meşru yoldan hakaret
etmiş ve kalabalığın bilinçaltına "içinizden biriyim" mesajını vererek
seçmenine seçmen katmıştı. (İnternet: İTÜ sözlük)
-
Örnek analiz edildiğinde; Alın teri, el
emeği-göz nuru ve bilek gücüyle çalışarak helâl kazanan, vergisini veren,
namuslu-dürüst, ilkeli, onurlu ve sorumlu hayat süren “iyi insan ve iyi
vatandaşlar” kervan ehlini; Yalan-talan, soygun-vurgun, polemik ve demagoji
takımı ise iti, yani güruhu temsil etmektedir. 2008 -2009 küresel ekonomik
krizi çıkaranlar da bunlardır.
- Şimdi atasözünü ‘din, iman-itikat, hak ve hakikat’ miyarına (ölçeğine)
vuralım.
- Ortaya çıkan fotoğraf şu: Ana ve evrensel yasalara özenle uyan, adalet
ahlâkı ve hukuk bağlamında meşruiyet kespeden, kul hakkı ve haramdan şiddetle,
mutlaka kaçınan “Namuslu, Dürüst ve Demokrat” kesim “hak yolunda yürüyen”
kervan; Başta kene, sülük, vampir, bit-pire ve domuz misal (yasa ve ahlâk
dışı) mazarrat “it” güruhundandır.
- Şimdi bir örnek daha…
-
3. Gerçek yaşama bakıldığında dünyanın en
güzel atasözü. Bakarsınız mahalle, sokak, hatta apartmanınızda bazı tipler
vardır. Siz kendi başınıza yaşamak istersiniz, sevdiklerinizle parkta, bahçede
gezer oynarsınız.. Derken bunlar türer gelir, onların farkına bile
varamazsınız. Size taş atarlar, lâf atarlar. Adam sanıp siz de taş atarsanız,
attığınız taşa yazıktır. Atmazsanız durmazlar. Durmadan bulaşırlar yağlı kara
gibi. Gene taş atar. it gibi ürür dururlar. Yapılması en doğru hareket kervanı
devam ettirip melâneti yok saymaktır. İşte zurnanın zırt dediği yer burasıdır.
Bu itleri yok saydın mı bu sefer, it sürüsünü toplar ve dalaşmaya başlarlar.
-
Bozacının şahidi şıracı hesabı birbirlerinin yalakalığını yaparak, sürü
sepet saldırırlar. Ha, akıllı insan ne yapar?.Bunları kaale almaz. Bırakır
havlayan havlasın… Eh, itin ağzı torba değil ki büzesin. Eğer illa
havlayacaksa susturamazsın. Lâf yetiştirmek adına öğrenmemişsin ki, bu saatten
sonra it' çe öğrenecek değilsin! Sen kendi yoluna devam eder gidersin. Doğrusu
kervanın selameti için, “İte dalaşmaktansa, çalıyı dolaşmak” evlâdır.
(İnternet: Eksi Sözlük)
- YA DEVLET BAŞA, YA KUZGUN LEŞE
-
Yukarda açıklanan ve örneklenen atasözümüzle
adeta birebir ötüşen, onu tamamlayan ve bütünleyen bir atasözümüz daha var:
“Ya devlet başa, ya kuzgun leşe”
- Anlamına gelince;
-
1. Büyük bir zafer için her tehlikenin, hatta
ölümün göze alındığını belirtir, sonunda büyük bir başarıya ulaşmak için yok
olma tehlikesi bile göze alınır. (Viki sözlük)
-
2. Ya devlet başa, ya kuzgun leşe' demişler.
Devlet başa geçmezse leş kargaları ortaya çıkar...devlet milletimizin
güvenliğini ülke asayişini sağlamak zorundadır..yaklaşık 5 yıldır asayiş ve
güvenlik önemsenmemekte ve kap, kaç-kurtul anlayışı hakim olmuştur..Ayrıca,
devletin başına 'Devlet' gelmez ise, ya 'Devlet' başa ya kuzgun leşe..
(antoloji Com)
- KERVAN, “ADALET” VE “MEDENİ SİYASET’İ” SİMGELER
-
Hukuk hikmetle (iyilik, insanlık, hakkaniyet),
kervan meşruiyet ve adaletle kaimdir
-
Başta Türk’ler olmakla, vahiy kaynaklı dindar
yahut lâik; hak ve lâyıkıyla “hüküm-hikmet” üzere devlet, millet ve
yönetimlerde “medeni siyasette” gelenek ve gerçek budur.
-
Devlet, adalet ve faziletle (hükmeden yönetim)
baştadır, iktidardır;
-
Kuzgun (soyguncu-vurguncu, bozguncu) it’ler ve
kuduz köpekler leş’tedir.
-
İt (kötüler, harici ve dâhili bedhahlar) ulur,
kervan (devlet) onur ve erdemle yürür.
-
Ürüyenlerin, kervana yürüyenler arasından
taraftar, yandaş ve yoldaş bulması büyük bir felâket; kervan Türkiye
devlet’tir;.icrayı kullanan hükümet; Her konuda ve mutlaka adaletli, itlere
karşı daima tedbirli, temkini-mukavim ve teyakkuz halinde olmaya mecburdur.
- EBED-MÜDDET DEVLET:
-
Amerika da çocuklar her sabah AND içiyorlar.
Anaokulundan Lise sona kadar tüm öğrenciler sabahları ders öncesinde, ayağa
kalkarak hazır ol’da şu yemini ederler:
- “I pledge allegiance to the flag of the United States of America, and to
the Republic for which it stands: one Nation under God, indivisible, with
Liberty and Justice for all;
- Amerika Birleşik Devletleri'nin bayrağına ve o bayrağın simgelediği
Cumhuriyete bağlılık ve sadakat için AND içiyorum. Allah’ın gözetiminde herkes
için adalet ve özgürlük. Bölünmez, tek vatan Amerika" 233 yıldır bunu
yapmaktadır. Anayasalarının nihai hükmü de: “Ya, Amerika’yı seveceksin ya da
defolup gideceksin”
-
Halbuki “TÜRKÜM DOĞRUYUM ÇALIŞKANIM”
biçimindeki andımızın yanlış ve aykırı olduğunu tartışacak kadar alçaklaşır,
köpekleşir, bir güruh olur, ama “it ulur, kervan yürür”. Devlete ve halka
silâha çekmedikçe, polise taş atmadıkça, hırsızlık-yolsuzluk, anarşi,
terör-tedhiş yapmadıkça “itin ürüme hakkı” vardır. Bu “hayvan hakları ve
demokrasinin” doğal gereğidir. Devlet, hayvan haklarına ilişkin mevzuat ikame
ederek bunların da hakkını korur. Ama güruhun “insan hakları” dernekleri
oluşturarak ağır istismarları yanlıştır.
- Bunu AB veya ABD’nin it’leri yapabiliyor mu? Asla ve kesinlikle hayır!.
-
Üstelik dünyada ne kadar ırk, din, dil ve
inanç unsuru varsa ABD’de hepsi var.
-
AB ülkelerinde de durum Amerika’dan farklı
değil. Sokaklar bin türlü ırkla dolu.
- ABD VE AB’DE BAŞKA NE VAR?
-
Meselâ ABD’de gerçek anlamda demokrasi, hukuk
ve bütün kurum ve kuruluşlarıyla (kendi vatandaşları için) adalet vardır.
Kimse polise taş atamaz, itiraz edemez, el aldıramaz, ABD Kızılderili, İNKA
veya AZTEK katliamı yaptı diyemez. Suç işlemek, vergi kaçırmak, yolsuzluk ve
suiistimal ‘devlet hariç’ herkse yasaktır. Devlet ise kendi ülkesinde suç
işlemez, ülke dışında bütün Amerikalılara suç işlemek serbesttir. İçerde idam
cezası ve adalet vardır.
-
Polis iyi çalışır. Hukuk işler.
-
OYSA AB’de ölüm cezası yoktur. Başta Türkler
olmak üzere bütün yabancıları yakarak, işkenceyle veya hapiste öldürmek
serbesttir. Yabancıların birbirlerini öldürmelerine, sömürmelerine ve işkence
etmelerine de karışmazlar. Yeter ki, asli unsura halel gelmesin..
-
Batıda, ABD’de olduğu gibi demokrasi de yoktur. Türkiye’ye nazaran bir
tane bile lâik devlet yoktur. Örneğin bütün Avrupa da “milli dil” dışında,
parklar ve bahçeler dâhil asla başka bir dil konuşulamaz. Avrupa’ya gidecekler
önce dil kursuna gitmek zorundadırlar.
-
AMMA LAKİN!... Bize göre Amerika ve AB, aşırı milliyetçi, şoven, dindar ve
anti-lâik (gerici, mürteci ve yobaz) olduğundan, dünya nüfusunun üçte ikisini
sömürür, milletleri diledikleri gibi böler-ayırır, birleştirir-üleştir,
insanlar ve halkların kaderleriyle diledikleri gibi oyun oynarlar. AB konseyi
insan hakları komiseri Alman T. Hammarberg “Ne mutlu Türk’ üm diyene” demeyi
ayrımcılık olarak niteler. Buna Türkiye’deki it’ler çok sevinirler!. İşte,
Kürt sorunu, Alevi sorunu ve dersim isyanını bastırma yerine “katliam”
diyenler bunlardandır.
-
NİÇİN?.. İliklerine kadar sömürdükleri, kaderleriyle oynadıkları,
böldükleri ve parça-parça ettikleri devletlerde hak, adalet ve hukuk olmadığı
için. Tıpkı Lord Curzon’un Lozan da İsmet’e dediği gibi, şimdi kuduz it’ler
ürümekte, kuzgun leşe çullanmakta, kervan acizlik ve şaşkınlık içinde
bocalamaktadır. Oysa Türk devlet-millet geleneği: Kul hakkı, adalet ahlâkı,
fazilet derecesinde Cumhuriyet ve tam demokrasi; Sorun bunların tebahur etmiş
olmasıdır.
-
Bu gelenek 27 Mayıs isyanıyla çökertilmiş;
Yürürlükten kaldırılan Atatürk anayasası ile Milli devlet ve milli siyaset
çökertilmiştir. İmar-inşa, “Temiz Eller” ile mümkündür.
-
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
113 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
TÜRKİYE ANALİZİ |
-
-
Analiz,
kimilerine göre ‘Türkiye’nin yakın gelecekteki suluboya resmidir.’
Bu nedenle analizi bilgilerinize sunmak ve sizlerle paylamak
istedim.
-
İşte:
LE MONDE Türkiye Muhabiri Guillaume Perrier’den; Türkiye analizi!
-
“Türkiye, son ve büyük bir hesaplaşmaya doğru gidiyor.
-
Bu ülke
korkulduğu gibi, ırka ya da dine dayalı bir bölünme yaşamadı. Daha
korkunç ve daha temel bir bölünmeye gidiyor. Cumhuriyet boyunca
süren “kültürel bölünme”.
-
Bu
artık iyice keskinleşti.
-
Bir
yanda; ayakkabılarını sokak kapısı önünde çıkaran, kadınları başı
örtülü, erkekleri sokağa pijamayla da çıkabilen, erkek çocukları
kahveye giden, kız çocukları tam bir baskı altında yasayan, türkü
ile arabesk arası bir müzikten hoşlanan, futbol izleyen, belki de
hiç kitap okumamış, hiç dans etmemiş, hiç kari koca birlikte yemeğe
gitmemiş, hiç tiyatro seyretmemiş, iyi eğitim alamamış, dini
inançları kuvvetli, kalabalık, bir kitle var.
-
Diğer
yanda ise; kız lisesi-Kolej yelpazesinde eğitim görmüş, en azından
bir düğün salonunda ya da kolej partisinde dans etmiş, sinemaya
giden, çok fazla olmasa da kitap okuyan, müzik zevki pop şarkılarla,
klasik müzik arasında dolaşan, evi nispeten daha zevkli döşenmiş,
kızlarının flörtüne göz yuman, Kadınları modern görünümlü, şarabın
kalitesinden pek anlamasa da, kadın erkek bir arada içki içebilen,
gazetelere bakan, magazin haberlerini izleyen, kendisini birinci
gruba kıyasla çok gelişmiş hisseden, entelektüel düzeyi çok yüksek
olmasa da, batı standartlarına yakın bir grup var.
-
Bu iki
grubun yaşam tarzı birbirinden kopuk.
-
Onları,
Batı’daki sınıflar arasında ortak zevk alanları yaratan, müzik,
resim, heykel tiyatro ve sanat gibi, birleştirici kültürel zeminler
yok.
-
Hayatları, zevkleri, inanışları birbirinden çok farklı. Hattâ
birbirine düşmanca.
-
Birinci
grup Cumhuriyet boyunca horlanmış, aşağılanmış, itilip kakılmış.
-
Şimdi
bu grup siyasal olarak örgütlendi.
-
Kalabalıklar ve her seçimi kazanacak siyasi bir güçleri var artık.
-
İkinci
grup ise azınlıkta.
-
Ve
artık bir daha secim kazanma ihtimalleri yok. Bu noktada da tarihi
bir paradoks ortaya çıkıyor.
-
Daha
Batılı olan “ikinci grup”, Batı’nın siyasi değerlerini kabul ederse,
bir daha asla iktidarı ele geçiremeyeceğini bildiği için, git gide
Batı’ya ve Batı’nın demokratik değerlerine düşman oluyor.
-
Yaşam
tarzı olarak Batı’ya düşman olan birinci kesim ise, iktidarı ancak
Batı’nın kriterlerini kabul ederek ele geçirebileceğini bildiği
için, Batı’yla ilişkileri geliştirmek ve demokrasiyi kabullenmek
istiyor.
-
Bu
kültürel parçalanmada “ordu” önemli bir role sahip,
-
Eğer,
birinci grubu desteklerse ve batı’nın demokrasisi burada kabul
görürse, ordu da iktidarını kaybedecek.
-
Aslında
birinci grubun çocuklarından oluşan ordu, kendi iktidarını
sürdürebilmek için, kendisine benzemeyen ikinci grupla işbirliği
yapıyor. Bir anlamda kendi köklerine ihanet ediyor. Bu iki grup,
siyasi iktidar için son kez çarpışmak üzere hareketlenmiş
gözüküyorlar.
-
Birinci
grup ekonomik olarak da güçlü artık, Anadolu’da üretim yapıyor,
malini diş dünyaya satıyor. Para kazanıyor. Siyasi örgütünü
destekliyor.
-
İkinci
grup ise parasal olarak da kuvvetli değil artık. Mevcut iktidarın da
baskısıyla giderek ekonomik kazançlarını kaybediyor.
-
Dış
dünyayla iş yapan, dışarıdan borçlanan büyük burjuvazi, Türkiye’nin
ancak demokrasiyle normalleşebileceğine inanan entelektüel kesim.
- Devletin yapısının değişmesi ve
dünyayla bütünleşmesi gerektiğini düşünen bir grup bürokrat, birinci
grubun destekçileri.
-
“Yargı, ordu ve bürokrasinin önemli bir kısmı, ikinci grubun
arkasında.
-
Bu
İkinci grup, siyasetle demokrasiyle, iktidarı elinde tutmasının
mümkün olmadığını kavradığından, şimdi siyaset ve demokrasi dışında
bir çözüm peşinde!
-
Mevcut
Cumhurbaşkanı’nın seçimi; kavganın keskinliğini ve iki tarafın
niyetlerini açıkça ortaya koydu.
-
Ordu
destekli ikinci grup artık seçim de istemiyor.
-
Ve
darbe söylentileri gittikçe artıyor. Cuntalardan söz ediliyor.
-
Peki,
darbe olursa ne olur ?
-
Yaşam
tarzı Batı’ya daha yakın olan ikinci grup, orduyla birlikte iktidara
gelir. Fakat, Batı’nın desteğini kaybeder. Avrupa buna kesinlikle
karşı çıkar. Amerika her zamanki pragmatizmiyle, Kuzey Irak ve
Ortadoğu politikalarını, desteklemesi karşılığında darbeyi
kabullenebilir aslında.
-
Ama
Amerika’nın önünde de ciddi engel var.
-
“Demokrasi getireceğim” diye Irak’ı işgal eden bir ülke, dünyaya ve
kendi kamuoyuna Türkiye’deki “darbeyi” niye desteklediğini
açıklayamaz. Ve Irak faciasından sonra ikinci bir “zorlamayı”
gerçekleştirecek gücü yok. İstese de istemese de darbeye karşı
çıkacak. Silahını ve parasını Batı’dan alan bir ordu ve ülke,
Batı’dan koptuğunda ne yapacak? Sanırım uzun zamandır bunu
düşünüyorlar ve korkarım bunun cevabını buldular.
-
Türkiye’de darbe olursa! Dünya, tarihte bugüne kadar hiç
gerçekleşmemiş, yeni bir oluşumla karşılaşacak. Türkiye, olası bir
darbeden sonra, Rusya ve Iranla ortaklık kurmak isteyecek. Silahı,
enerjiyi ve parayı bu iki ülkeden alacak. Rusya’yla Iran‘ın elindeki
doğal gaz, petrol ve nükleer güç, Türkiye’yi ayakta tutmaya yeter.
-
Ama
Rusya-Türkiye- Iran bloku. Dünyanın bütün dengelerini değiştirir.
-
Ortadoğu’nun kontrolünü tümüyle ele geçirir. Avrupa’yı küçük
kıtasına hapseder.
-
Kafkasları, Afganistan’ı, Pakistan’ı kendi gücüne katar. Müslüman
dünyayla yakın bir ilişki kurar. Petrol kaynaklarına egemen olur.
Çin’le işbirliği yapabilir.
-
Bu
gelişme, Avrupa, Amerika ve biraz da Japonya’dan oluşan “Batı” nın,
dünyadaki etkinliğini inanılmaz bir bicimde azaltır.
-
Yeni
blok asker, enerji ve para acısından çok güçlenir.
-
Böylece, Türkiye’deki çatlama dünyada büyük bir çatlamaya yol açar.
-
Eğer
Üçüncü Dünya Savaşı çıkacaksa, sanırım, bu çatlamadan çıkar.
-
“Asla
böyle bir şey olmaz” diyebilirsiniz.
-
Niye
olmayacağına dair elinizde çok kuvvetli veriler varsa, söyleyin.
-
Ama, ya
olursa... ki.... bana çok mümkün geliyor.
-
O zaman
ne yapacaksınız ?
-
Bugün
Türkiye’de kamplaşan ve bölünen insanların da...
-
Türkiye’yi Avrupa dışına itmeye çalışan, Eski bir imparatorluk
olmanın bir yanıyla; çok görkemli, bir yanıyla; çok zayıf mirasına
sahip olan bir ülkeye küstahça davranan, işbirliği yerine
“başöğretmenlik” yapmaya kalkan Avrupa’nın da... Türkiye
politikasında “ikili” oynayıp, kurnazlık ettiğini sanan Amerika’nın
da... Bu senaryoyu bir düşünmesini isterim doğrusu.
-
Türkiye’de yaklaştığı görülen kanlı bir çatışmanın, bütün
dünyayı yakması sandığınız kadar uzak bir ihtimal değil.
-
04 Ekim
2010 Pazartesi
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
|
|
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
114 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
ULUS (MİLLET) BİLMEK İSTİYOR |
-
-
Almanya ve Fransa’nın aleyhimizde gelişen
aleni tavrı, Hollanda, Yunanistan ve diğer bazı ortakların düşmanca
kalkışmalarına rağmen hükümet AB sürecini hızlandırmakta ısrarlı.
- ABD’de öteden beri Yahudi, Ermeni ve Rum-Yunan lobi ve diyasporaları
tarafından ısrarla sürdürülen zincire şimdi Kanada da katıldı. Üstelik, hem
“sözde soykırımın” kabul edilmesi ve hem de “Alevilerin İslâm dışı bir
topluluk ve azınlık” olması dayatılıyor. Bunun yanı sıra; Yaklaşık bir asırdır
devam eden bir Kürt (aslında Ermeni) devleti furyası var.
-
Ülkemiz aleyhine sistematik periyotlarla sıkça
düzenlenen, ısrarla, inatla ve düşmanca sürdürülen bu ve benzeri sözde sivil
inisiyatif, kampanya ve komplolar karşısında hükümetin çok daha duyarlı
davranması, hassasiyet göstermesi ve (Kerkük’te olduğu gibi değil) “doğal
kırmızı çizgilerin” her ne pahasına olursa olsun korunması beklenirdi. En
azından, hukuk-u düvelin mütekabiliyet hükümlerinin işletilmesi bir haktır?
Olmadı, mukabele-i bilmisil... Türkiye Cumhuriyeti olmak budur. Şu halde
izlenen yol hatadır, tarihi yanılgıdır, gaflet ve dalâlet içinde olmakla
birdir. Kaldı ki, 1963 Ankara antlaşmasından günümüze; AB’nin asla bir
medeniyet projesi olmadığı; Emperyalist partnerlerin bir araya gelerek birliği
küresel sömürünün iğrenç bir aracı olarak kullandığı; İnsan hakları, adalet,
hak, hukuk, demokrasi ve barış söylemlerinin yalan ve sanal olduğu;
Türkiye’nin asla tam üye sıfatıyla bu kulübe alınmayacağı ve sadece
“kayıtsız-şartsız” müstemleke (sömürülen ülke-manda) misal bir statü
çerçevesinde düşünüldüğü; Bunu kolaylaştırmak için ABD’nin BOP ve BİP
projeleri muvacehesinde bölünmek ve parçalanmak istendiği, iyice anlaşılmış ve
ortaya çıkmıştır.
- Allah korusun! dahili ve harici işbirlikçi (hain ve delâillerin kişisel
çıkarları uğruna gaflet dalâlet ve hıyanet uykusu içinde olanların)
bedhahların çabaları sonuçlansa bile; Batı uygarlığı ile (medeniyetinin değil;
zira Avrupa kesinlikle bir medeniyet değildir) ortaklığın yegâne avantajı olan
serbest dolaşım, serbest yerleşim, karşılıklı işbirliği, tam mütekabiliyet,
entegrasyon ve ekonomik yardım gibi hayati unsurların gerçekleşmeyeceği bizzat
kendileri tarafından da açıkça söylenmekte ve ilân edilmektedir.
-
Bunun yanı sıra: Türk Ordusunun (TSK)
rehabilitasyonu (milli-manevi Kemalist ve Türkçü unsurlardan arındırılarak
Avrupa’nın bekçisi durum ve konumuna indirgenmesi), ekonominin ise, kökü
dışarıda mason-misyoner (ilâh-silâh ve ilâç tüccarlarına),
kabalist-ateist-pagan paraya tapan, spekülâtif-sansasyonel,
vurguncu-soyguncu-pahacı kesime teslimi; Türk milletinin, Jean Jack
Rousseau’nun dediği gibi “kulluğa ve köleliğe alıştırılarak esaretin
sevdirilmesi” madde ve manâ imtizacından soyutlanarak materyalist süjeler
haline getirilmesi (buna bireyselleşme ve modernite demekteler); Hasılı,
Atatürk ilkeleri, Türk İnkılâbı, Milli Mücadele Ruhu ve Milli kimliğin yok
edilerek, “dünyanın en büyük ve tek medeniyeti” insanlık davası, eşitlik,
adalet, hak, hukuk ve fazilet timsali olan şanlı tarihimizin beyinlerden
kazınması ve milli hafızanın tümüyle silinmesi amaçlanmaktadır.
-
Bunu görmeyen kör, anlamayan cahil; Her şeye
rağmen “AB” diye dayatan ve inatla diretenler ise, her halde provokatif
unsurlar ve ajanlar olsa gerektir.
-
En vahimi ise; TCK 301. maddenin
değiştirilerek Türk insanı ve milletine hakaretin serbest bırakılması. Bunu AB
niye ister ? Elbette, ülkelerinde ve gümrük kapılarında yaptığı aşağılama,
horlama, insanlık dışı muamele, hakaret ve tezyif yetmezmiş gibi, bir de
yüzümüze karşı küfretmek için; Bir takım dönme, devşirme ve sabetayları bu
istikamette kullanmak için. Başka ne olabilir ? Olsa olsa bir de, Türk tarihi,
kimliği ve inancı ile alay etmek içindir.
-
Tıpkı zinanın suç olmaktan çıkartılması;
İdamın kaldırılması; Hırsızlığa-yolsuzluğa, ekonomik suça ekonomik ceza;
Suçluların-maznunların, failin korunup, haksız fiil, tecavüz ve tasalluta
muhatap masum, mazlum ve mağdurların kendi kaderlerine terk edilmesi (CMUK)
düzenlemesi; Tekelleşme ve tröstleşmesin önünün açılması; Haksız rekabet,
fahiş fiyat, stok ekonomisi ve spekülâtörlük patlaması; Denetimin
daraltılması; Kayıt ve kapsam dışılığın teşvik edilmesi; Vergide çifte ve
çoklu standarda gidilmesi; Özelleştirmelerde peşkeş gibi. Aslında dahası var.
Fakat, olay sadece bundan ibaret değil. Bakınız emarelere:
-
Türk milleti ve gençliğini bölmeye matuf sinsi
cereyanlar hızla geliştiriliyor.
-
1980 öncesi baronlarınca tezgâhlandığı gibi
Sağcılık-Solculuk, Alevilik-Sünnilik, Etnik-Dinsel ve dil ayrımcılığı, AB
karşıtlığı-yandaşlığı, ABD karşıtlığı-yoldaşlığı, kapitalist-emperyalist,
nasyonal-enternasyonal, dindar-dinsiz ve nihayet yumuşak Müslümanlık (!),
sonra da gündeme taşınan Ortodoks İslâm tahrik ve teşvik ediliyor... Tam bir
kepazelik.
- Yani, Milli Devleti ortadan kaldırmak üzere Jeopolitik–stratejik–istihbari-psikolojik,
asimetrik savaş, örtülü işgal ve kültür emperyalizmi yıkıcı faaliyetlerle
desteklenerek; AB ve ABD tarafından tahkim ve ikame edilmek suretiyle sürüp
gidiyor. Ermeni kaynaklı anarşi, terör ve tedhiş örgütünün ABD taşeronu olduğu
en net biçimde ortaya çıkmadı mı ? Millete sorarlar: Farkında mısınız?
Değilseniz, gaflet ve dalâlet içindesiniz demektir.
-
YASA ÇOK BİLİNÇ YOK: Hükümet, bütün bunlara
rağmen yasa ve anayasa peşinde koşmakta. Oysa, ülkemizin dört bir yanında
anarşi-terör ve tedhiş kol geziyor. İstanbul, Ulus ve Diyarbakır
sabotajlarında görüldüğü ve TSK tarafından katillerin inlerinde bulunduğu
gibi; Memlekete bir orduyu donatacak kadar tonlarca (her türden, çoğu asker ve
Poliste bile bulunmayan kalitede) ateşli silâh, TNT kalıbı, C4 patlayıcı,
mühimmat, mayın ve bombalar sokulmuş durumda. AB’den ! yayın yapan Rojtv
yöneticileri lüks villa malikleri olarak Anadolu’da yakalanıyor. Emniyet felç,
genel güvenlik dumura uğramış vaziyette. Vatandaşların araçları yakılıyor,
canları ve malları tehdit altında. Kalabalık yerlerde şüpheli paketlerden
geçilmiyor. Ve, tabii ki ulus/millet/vatandaş soruyor: Devlet yok mu ?.. Eğer
varsa, bunca tehdit, tehlike ve tecavüz neden ? İçişleri Bakanlığı sınırlara,
Maliye Bakanlığı gümrüklere, sahil koruma denize, polis ve jandarma görev
alanına hakim-sahip değil mi nedir ? Köy ve Mahalle Muhtarından başlayıp MİT’e
kadar giden bilgi toplama-derleme-değerlendirme ve devleti uyarma kurumları ne
iş yapar? İşini yapamayanlar niçin defedilmez?
-
Yasal boşluk desen yok. Lâkin Hükümet
yasalarla meşgul. Çünkü AB öyle istiyor.
-
Oysa, sadece “bilimin yokluğunda” yasa,
“bilincin yokluğunda” ise anayasa gereklidir.
-
Bilinçsiz toplumlarda Anayasalar da, çok
kapsamlı, ciddi ve önemli bir sorundur.
-
Üstüne üstlük Türkiye, bir taraftan da bu
sorunu yaşamaktadır.
-
Oysa bilim evrenseldir. Namuslu-dürüst,
ilkeli-onurlu ve sorumlu “milli” bir hükümet, AB’de sahip olunan “uygarlık
değerlerini” (endüstri, teknoloji, bilim, fen) milletimize teşmil etmek için
illâ AB’ye katılmak ve ABD’ye stratejik ortak olmak zorunda mıdır?
-
Elbette hayır.
-
Sözün özü yine Gazi Mustafa Kemâl ATATÜRK
tarafından söylenmiş. Bakın:
- “Bir devletin istinat ettiği/dayandığı esaslar ‘istiklâl ve kayıtsız
şartsız milli hakimiyet’ den ibarettir. İstiklali tam (bağımsız) denildiği
zaman, bittabi ‘siyasi-mali-iktisadi-adli-askeri-harsi (kültürel) ve ilâahir,
her hususta istiklâli tam ve serbesti tam demektir. Bu saydıklarımın herhangi
birinde istiklâlden mahrumiyet, millet ve memleketin manâyı hakikisiyle bütün
istiklâlinden mahrumiyet demektir. Siyasi-askeri muzafferiyetler (zaferler) ne
kadar büyük olurlarsa olsunlar, iktisadi muzafferiyetler (zaferler) ile tezvic
(tamamlama-bütünleme-tahkim) edilmezlerse, (taçlandırılmazlarsa) kazanılan
zaferler asla payidar olamaz.
-
SONUÇ: Yasa çok. Yenisine ihtiyaç yok. Amma
bilinç yok. Sürekli bilinç kaybı var.
-
ULUS BİLMEK İSTER: Devlet varsa, (ki, var)
öyleyse bunca sorun neden ? Bütün organ, kişi, kurum ve kuruluşları ile “milli
devlet” ve hükümetlerin asli görevi: Yeni sorunlar yaratmak yerine, mevcut
sorunları çözümlemek-halletmek, İnsan’a insanca bir yaşam ortamı sağlamak
değil midir ? Hani ne demiş atalarımız: İnsanı “insanca” yaşat ki, devlet
yaşasın.
-
UNUTMAYINIZ ! Devlet ve Millet adına yönetim
sorumluluğunu üstlenen hükümet ve emrindeki bürokrasi; Adaletle hükmetmek,
refahı tabana yaymak, sorunları ‘hakkaniyet ve hukuk” çerçevesinde çözmek,
eşitlik ilkesine mutlaka riayet etmek, mal ve can güvenliğini en ileri düzeyde
sağlamak; Devletin istiklâl, hakimiyet-özgürlük, birlik ve bütünlüğünü ilke,
onur ve erdemle korumak ve ülkede mütecanis (uyumlu-barış ve huzur içinde) bir
yaşamı mümkün kılmak zorundadır. Eğer, ülkede bunlar yoksa; Hükümet “niçin”
vardır?
-
Bilmek gerek!
-
YAŞAM ÇOK DEĞERLİDİR VE YÜREĞİN İKİ VURUŞU
ARASINDAKİ SÜREDİR.
-
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
115 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
VATİKAN'IN KÜRTLERİ
|
-
-
Ülkemizde Türk
vatandaşı olarak yaşamını sürdüren ve fakat kendini
“Kürt”, özellikle de “Alevi Kürt” olarak tanımlayan
sayıları on binlere varan kişinin, aslında Ermeni ve
Rum dönmesi olduğu artık bilinmektedir. Bu kesimin
karakteristik özelliği bilhassa manevi değer ve “Milli
Devlet” fikrine karşı olmaları ve PKK'ya kol-kanat
germeleri, akla gelen her türlü nam altında yardım ve
yataklık faaliyetinde bulunmalarıdır.
-
Mustafa Kemâl Atatürk
tarafından “dahili bedhah” (gizli düşman) olarak
tanımlanan iç mihraklar işte bunlardır. Bunların bir
dış bağlantıları ve “Vatikan” dahil bütün Hıristiyan
ülke ve devletlerinde iştirakçi, destekçi, finansör ve
işbirlikçileri vardır. Şimdilerde AB’nin her köşe
bucağından fışkıran bu kesim de “harici bedhahlar”
dır. Şimdi bazı örneklere bakalım:
-
VATİKAN'IN KÜRTLERİ !
-
Aslında Vatikan’da
Kürt falan yoktur. Tıpkı içerde olduğu gibi
kendilerini bu lâfz ile açıklayan ve tanımlayan sinsi
düşmanlar, dönmeler ve bunların uzantıları-piyonları
vardır. İşte onlardan biri; Vatikan Kürtleri (!)
PKK'ya kol-kanat gerdiler. Nasıl mı ? Buyurun bakalım:
-
Terörist başı, bebek
katili Apdullah Öcalan 1996'da Papa 2. Jean Paul'a çok
özel bir mektup göndererek, "Ben Hıristiyanlığa
Müslümanlıktan daha yakınım. Türkler Anadolu'daki
Hıristiyanlığı yıkmış kişilerdir" diyerek yardım
istedi.
-
Papa ise, "Kürt
halkının trajedisini asla sessizlik içinde
geçiştiremeyiz" cevabını verdi.
-
Vatikan'ın Adalet Bakanı konumundaki görevlisi
Kardinal Renato Raffaele Martino, ise, Ekim 2007
tarihinde Türkiye ile Irak arasındaki sorunun çözümüne
ilişkin önerilerini dile getirdiği bir açıklamasında,
Kürtler için ayrı bir devlet imasında bulunmakta idi.
Martino’nun "Vatikan, Irak-Türkiye arasındaki sorunun,
kısa sürede barışçıl biçimde çözümlenmesinden yanadır.
Çözümde Kürt halkının (!) ihtiyaçları da dikkate
alınmalıdır. Zira Kürtlerin durumu dünyada eşi benzeri
olmayan bir nitelik taşımaktadır: Ortada bir halk var,
(?) ama bu halka tekabül eden bir devlet yok"
şeklindeki sözleri, Vatikan'ın öteden beri Türkiye
Cumhuriyeti Devleti'ne karşı terör örgütü PKK'yı
destekler nitelikteki politikalarının bir yansımasıydı
kuşkusuz. Zira, “Ortada bir halk var, (?) ama bu halka
tekabül eden bir devlet yok” biçiminde ki sözler;
Alenen TC Devletinin iç işlerine suiniyetle müdahale,
tahrik ve düşman unsurları teşvik niteliği arz
etmektedir.
-
BU BEYANIN TÜRK DIŞİŞLERİ TARAFIN
-
Türkiye'nin baskıları
sonunda Suriye'den çıkmak zorunda kalan terörist başı
Öcalan, İtalya'ya gittiğinde Vatikan, hem terör
örgütüne hem de terör örgütünün başı bebek katiline
sahip çıkarak bu desteğinin en somut örneğini
sergiliyordu. Hürriyet Gazetesi'nin, 22 Kasım 1998
tarihli "Vatikan'dan teröre destek" başlıklı haberinde
şu ifadelere yer veriliyordu:
-
"Katolik dünyasının ruhani merkezi olan Vatikan,
Apo'ya sığınma hakkı verilmesine taraftar olduğunu
bildirdi. (Sözde) Kürt (!) sorununun yalnızca Türkiye
ve İtalya arasında bir mesele olarak görülmemesi
gerektiğine dikkat çeken Kardinal, bu sorunun bütün
Avrupa'yı ilgilendiren uluslararası bir konu olduğunu
vurguladı. Vatikan (Papalık) bunun da ötesinde, Kürtçü
ayrılıkçılığı kışkırtacak bir tavır sergiliyor. Doğu
Kiliseleri Topluluğu sorumlusu Kardinal Achille
Silvestrini, Kilisenin Kürt toplumunun ulusal kimlik
kazanmasına sempatiyle baktığını hatırlattı."
-
Şimdi sormak gerekir:
Bölücü, tarafgir ve tedhiş örgütü yanlısı tavrı ile
dünya barışına darbe vuran bu papalık (katı-fanatik
din devleti) nasıl muhatap alınır, neden kınanmaz ve
halâ niçin Türkiye Temsilciliği açık tutulur. Dahası
“dinler arası diyalog” konusunda niçin Papalık
(babalık) ile işbirliği yapılır?
-
DİRENİŞ HAKKI !..
-
Vatikan'ın terör
örgütüne ve onun katil başına verdiği desteğin, "dini"
referansı sözde “Kurtuluş Teolojisi”dir. Misyoner
çevrelere yıkıcı, bölücü ve ayrılıkçı akımlara destek
vermek konusunda meşruiyet tanıyan bu teolojiyi, Papa
VI. Paul'un sözleriyle anlatmak gerekiyor: Papa şöyle
diyor: "Bir halk barışçı direnişin hiçbir yarar
sağlamadığı şekilde baskı altındaysa ve başka hiçbir
barışçı direniş olanağı kalmamışsa, o zaman en son
ihtimal olarak şiddetin kullanılabileceği direniş
hakkı vardır."
-
PAPA'YA MEKTUP:
-
Roma'da bulunduğu
zaman içerisinde kiliseler tarafından sahip çıkılan
terörist başı Öcalan'ın Papa' ya yazdığı iki ayrı
mektup var. Papa 2. Jean Paul' ün papalığı döneminde
yazılan mektupta terörist başı, "Ben Hıristiyanlığa
Müslümanlıktan daha yakınım. Türkler Anadolu' da ki
Hıristiyanlığı yıkmış kişilerdir. Bize yardımcı olun"
diyerek yardım istemiş, Vatikan da bunun üzerine bazı
girişimlerde bulunmuştu.
-
Bu ifade aynı zamanda
bir itiraf mıdır, değil midir?
-
Şimdi, lütfen
hatırlayınız: Başta Vatikan'daki yazılı ve görsel
medya olmak üzere AB ülkelerindeki tüm yayın
organları, mektubun yazıldığı 1996 tarihinden itibaren
Türkiye' de TSK'ya karşı saldırgan bir tutum izlemeye
başladı mı, başlamadı mı? Bilhassa Milli Güvenlik
Kurulu’nun (MGK) yapısı ile “Milli Güvenlik Siyaset
Belgesi” konusunda baskı ve dayatmalar oldu mu, olmadı
mı? İşin en ilginç ve enteresan tarafı da Türkiye'ye
karşı başlatılan karalama kampanyasını yürüten ise
bizzat bugünkü Papa idi. Papa 2. Jean Paul Ocak
1998'de diplomatik bir dille şu göndermeyi yapıyordu:
-
ETNİK AYRIŞTIRMA:
-
"İçinde bulunduğumuz
günlerde herkesin dikkatini çeken ‘Kürt halkının
trajedisini’ sessizlik içinde seyirci kalarak
geçiştiremeyiz. Olağanüstü durumlarda mültecilere
yönelik acil merhamet arzusu; Onların (sözde
Kürtlerin) güvenli ve kabul edilebilir hayat şartları
isteyen milyonlarca kardeşinin arayışını unutmamıza
neden olmamalıdır."
-
Şimdi sorulur:
Müslüman sıfatıyla Türkiye Cumhuriyetinin asli-esas
kurucu unsuru olan; Soyda ve boyda bir Kürt
kardeşlerimize “merhamet duyguları içinde” karşı kin,
nefret ve düşmanlık hisleri (tefrika) aşılama çabası
içinde olan bu papa ve Vatikan; Acaba onların bütün
Türk halkı ile aynı hakları, en rahat ve özgür biçimde
kullandığından; Türkiye da kain Ermeni, Rum ve Yahudi
(gayrimüslim) azınlıklar dahil; Batı Trakya ve
emsalleri ile kıyaslandığında en ileri düzeyde hak,
hukuk, güvenlik ve huzura sahip bulunduklarından
haberdar mıdır acaba.
-
Dahası, bu papalar
Srebrenica soykırımı sırasında ne iş görürlerdi ?
-
Ondan öncesi, Kıbrıs
katliam ve soykırımlarına neden müdahil olmadılar ?
-
Ermenistan’ın Karabağ
da sergilediği vahşet ve soykırımı neden görmezler ?
-
Çeçenistan da tam 480
yıldır süregelen insanlık dışı kin-kan katliam ve
soykırımı niçin durdurmaya çalışmazlar? Düpedüz
yalan-dolanla işgal edilen Irakta kadın erkek demeden
her kese tecavüz eden, yaklaşık bir milyon kişinin
kanına giren, canına kast eden ABD’ye niçin karşı
çıkmazlar da haçlı ruhu ile jenosit yapan
evanjelistlere arka çıkarlar?
-
Prof. Dr. Nadim
Macit'e göre, "arayış" tan bahseden Papa, her nedense
bu coğrafyayı etnik ayrışma üzerinden parçalayan,
çatışma hatları ve kanlı sınırlar oluşturan
emperyalist Batılı devletlerden hiç bahsetmiyordu.
-
PROF. DR. ERKAL, CARİTAS'A DİKKAT ÇEKTİ:
-
Konu hakkında Aydınlar
Ocağı Genel Başkanı Prof. Dr. Mustafa Erkal
"Misyonerlik, zannedildiğinden farklı olarak siyasi
hedefler gütmektedir" diyor. Misyonerliğin Anadolu'da
Türk kimliğini ve milli devleti hedef aldığını
söyleyen Erkal'a göre, siyasi ve dini boyutlu
misyonerlik hareketleri yeni bir "Haçlı Saldırısı"
olarak tanımlanmalı.
-
Yeni Dünya Düzeni
aldatmacası ile bütün insanlık alemini tehdit eden;
Başta İlâh (din tüccarlığı) Silâh ve İlâç tacirlerinin
emperyalist emellerine niçin engel olmayı düşünmezler.
Bu konuda açıklamalarını sürdüren ve; Misyonerlerin,
her tür insani duyguları istismar ederek ve kullanarak
Hıristiyanlık propagandası yaptığını belirten Erkal,
misyonerlerin asıl amacının "Mutlak
Hıristiyanlaştırma" olmadığına da özellikle dikkat
çekiyor. Erkal, "Önemli olan, insanları toplumuna ve
kültürüne yabancılaştırma, milli-ilmi ve manevi
değerlerini aşağılama, yozlaştırma, vatandaşlık ve
milli kimliği aşındırma ve maddi yönden tatmin
etmektir.”
-
MİSYONERLİK :
-
Genellikle misyonerler
şahitlik kelimesini kullanmaktadırlar.
-
Sözde kardeşlik adı
altında ve dikkat çekmemek için 'İsa Müslümanları'
yaratılmak istenmektedir" görüşünü dile getiriyor ve
Vatikan bağlantılı Caritas isimli örgüte özellikle ve
bilhassa dikkat çekiyor. “Caritas'ın adı ilk kez 17
Ağustos 1999 yılında yaşanan büyük Marmara
felaketinden sonra duyuldu. İnsani yardım adı altında
İncil dağıttıkları öğrenilen bazı grupların, deprem
nedeniyle kimsesiz kalan çocuklara da "sahip
çıktıklarını" hatta yurt dışına götürdükleri iddia
edildi. Afet bölgesine gönüllüleriyle gelen sivil
toplum örgütleri ve yardım kuruluşlarının belki de en
önemlilerinden biri Caritas'tı.”
-
1897 yılında
Almanya'nın Freiburg kentinde Katolik bir insani
yardım örgütü ! olarak kurulan Caritas, pek çok ülkede
aynı adla bağımsız yardım kuruluşları açmaya başladı.
1951 yılında papalığın öncülüğünde bir araya gelen 154
Katolik kuruluşu Caritas İnternationalis adıyla bir
konfederasyon şekline dönüştü ve örgüt bütünüyle
papanın emrine girdi.
-
Merkezi Vatikan'da
Papalık sarayının içinde olan Caritas'ın başkanı, 1999
tarihinde bu göreve seçilen ve daha önce de Caritas
Ortadoğu ve Caritas Lübnan'ın başkanlığını yürüten
Yohana Fuad El Haci. Bu gün yüz binlerce misyoneriyle
198 ülkede faaliyet gösteren Caritas' ın Türkiye'deki
Vatikan Büyükelçiliği nezdinde Caritas Üniteleri
Müdürlüğü'nü yürüten kişi ise geçtiğimiz günlerde
İzmir'de bıçaklı saldırıya uğrayan Rahip Adriano
Franchini idi.
-
MİSYONERLER ÖCALAN İLE AYNI DİLİ KULLANIYOR :
-
Türkiye'de Hıristiyan
misyoner örgütlerin temsilcileri özellikle Doğu ve
Güneydoğu Anadolu'ya ziyaretlerde bulunarak oradaki
halkla iletişim kurmaya çalışmaktadırlar. Yakın
dönemde Milli Güvenlik Kurulu'na sunulan bir raporda,
Güneydoğu Anadolu Bölgesi'ne son bir yılda gelen
ziyaretçilerin sayısının son 15 yıldaki ziyaretçiler
kadar olduğu ve Türkiye'ye yönelik bu hareketlerin
hepsinin belli bir merkezden (Papalık ve AB’den)
yönlendirildiğinin anlaşıldığı belirtiliyordu.
-
Bu zaman zarfında
tırmanan anarşi, terör ve tedhiş hareketleri de,
yoğunlaşan bu ilgi ve alânın doğal sonucu olsa
gerektir. Bu arada, Karen Fog’un mektupları, mesajları
ve menfur faaliyetlerini de bu bağlamda hatırlamak
gerekir. Tabii ki, İnsan hakları, demokratikleşme ve
açık toplum adına “küresel emperyalizm ve vahşi
kapitalizme” ortam hazırlama gayretlerini sürdüren
Soros’u da unutmamak gerek.
-
Analize devam edelim:
Terörist başının mektuplardaki sözleriyle, Türkiye'de
misyonerlik faaliyetini sürdüren kişilerin sözlerinin
birebir örtüştüğüne dikkat çeken Prof. Dr. Nadim
Macit, şunları söylüyor:
-
"Ülkemizde misyonerlik
yapan kişiler şöyle derler:
-
‘Türkiye Devleti,
Kürtler üzerinde baskı yapmaktadır.
-
Geçmişte Ermeniler,
Süryaniler, Rumlar üzerinde soykırımı faaliyeti
yaptılar.
-
Bunun benzerini şimdi
Kürtlere yapmaktadırlar.
-
Türkiye Devleti,
soykırımını sürdürmektedir.
-
Birçok masum Kürt
kimliğini ve hakkını istemesinden dolayı
öldürülmektedir.'
-
İki metin arasındaki
benzerlik, bize, terör örgütünün gerçek yüzünü ve ilâh
ticareti bağlamında vizyona konulan kutsal sürümünü
yeterince tanımlamaktadır.
-
Acaba, hiç düşündünüz
mü?
-
Batılı devletler (AB)
ve kiliseler niçin PKK'yi destekliyorlar?
-
Bu sorunun açık ve net
cevabı İtalyan Evanjelist Kiliseler Federasyonu
Başkanı Domenico Maselli'nin şu sözünde gizlidir.
-
Maselli, der ki:
“Varlıklarını kabul etmeyen beş devlet arasında
bölünmüş saygın (!) (burada kendini Kürt olarak
tanımlayan ve fakat aslında Ermeni, Rum ve Yahudi
dönmelerinden müteşekkil potansiyel hain kitleler
hedef kitle durumunda ve konumundadır) Kürt halkının
yazgısına kayıtsız kalamayız.”
-
Gerçekten kalamazlar.
Çünkü iki kutuplu dünya sisteminin çöküşünden sonra
ortaya çıkan fiili durum, dünya dengelerini bozacak
niteliktedir. Öyleyse Türkiye ile Türk dünyası
arasında duvar örmek gerekir. İkisinin arasını tam
anlamıyla kesmek için Ermenistan yetmez, bir de
Kürdistan gerekiyor. Bütün mesele budur."
-
BUSH'LA 2003'TE ANTLAŞMA İMZALANDI :
-
Araştırmacı-Yazar
Aytunç Altındal: "Teröristbaşının mektubundan sonra
Papalığın Doğu Kiliseler Birliği Komisyonu'nun başı
Achille Silvestrini bir açıklama yaparak Vatikan'ın
PKK'yi ve onun başını desteklediğini belirtti.
Rusya'da ise; Ortodoks Kilisesi'nin en hararetli
taraftar ve savunucularından biri olan bir
milletvekili bölücü başını Rusya'ya getirmek ve ona
sığınma hakkı tanıtmak için var gücüyle çalıştı.
-
Bu milletvekili aynı
zamanda gizli bir tarikatın üyesi idi.
-
Tarikatın adı,
'İstanbul Haçı'nın Egemen Askeri ve Hanedansal
Tarikatı'idi.
-
Tarikatın başında yasal Bizans İmparatoru olduğu
başta Rusya, ABD, İtalya, İngiltere ve Fransa
mahkemeleri tarafından tevsik edilmiş olan Prens Henry
Paleolog vardı.
-
İşte bu tarikatın başı
Almanya'da PKK örgütüne destek veriyordu.
-
El altından dağıtılan
bildirilerinde aynen şöyle yazıyordu: “Türkiye'de
boyunduruk (esaret) altında yaşayan siz Kürtleri çok
yakında bu barbar boyunduruğundan kurtaracağız."
-
PAPA'NIN MİSYONU :
-
Mektup ile birlikte
Ortodoks Papa'nın, Evangelist Bush ile bir anlaşma
yaptığını ve bu anlaşma çerçevesinde, başta Irak'ın
kuzeyindeki Kürtler olmak üzere, tüm coğrafyada etnik
ırkçılık yapan Kürt nüfusunu koruma misyonunu
üstlendiğini ifade eden Altındal, şu noktalara da
vurgu yapıyor:
-
"Papa ben 'Bush'u
destekliyorum' diyor. Oysa ki Bush evangelist yani
Protestan. Bush ile 2003 yılında yapılmış bir
anlaşması var. Bu anlaşma, Irak'ta bir Katolik
kilisesi kurulmasını öngörmektedir. Amaç, Irak'ın
kuzeyindeki Kürtleri korumak ve Türkiye'deki Kürtlere
yapılan baskıları yerinde tespit etmekti. Bu kilise
kuruldu, 2003 yılından itibaren faaliyete geçti ve
Kürtleri koruma görevi Papalığa verildi. Şimdi de BOP
çerçevesinde Rusya'ya ve Çin'e karşı ABD'nin yollarını
açmaya çalışıyor, açıkları bu yönde. Papa'nın misyonu
bu."
-
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
116 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
VESAYETİ İLGA VE DİP DALGA |
-
-
Bu güne kadar hiçbir düzen partisi ve sulta
hükümeti “27 Mayıs’ın” üstüne gitmedi.
- Her gelen öncekini akladı. Lâğımlar beyaz sayfalarla örtüldü.
Hortumcular ihya edildi.
- Cinayetler ‘faili meçhul’, gasp-batak ve hotumlar “kamu
zararı” hanesine yazıldı.
-
Ta ki, Ergenekon’a kadar meclis ve yüce divan
müthiş bir aklayıcı-paklayıcı oldu.
- YASSIADA –ERGENEKON !...
- 27 Mayıs cuntası “Yassı-ada duruşmalarını devlet radyosundan
canlı olarak ve naklen yayınlandığı halde; mevcut ‘demokratik’ RTE sultası
“NEDEN” Ergenekon duruşmalarını canlı, naklen ve kesintisiz olarak
yayınlamıyor?
- O zamanlar hukuk yoktu. Şimdi hukukun tastamam, üstüne üstlük
tarafsız ve bağımsız olduğu yazılıp söyleniyor. Peki, bu adalet ve hukuk
nerede, naklen yayın niye yok ve Anayasa hükümlerine rağmen; Her veçhesi
suçtan müteşekkil bu “AÇILIM” da neyin nesi? SENARYO GEREĞİ !...
-
Kurgulanmış senaryo gereği milletin hali,
kimyası ve iradesi; esnek, muğlâk ve kurnaz tuzaklarla donatılmış yasalarla
itile-kakıla, ötelene-dışlana buralara geldi. Şimdi artık hiçbir şey halka
sorulmuyor. Millet seçmiyor, seçilmiyor. Düzen’lenmiş yasalara uygun olarak
sulta ve cuntanın önüne koyduğu listeleri oyluyor, oylamazsa cezalandırılmakla
korkutuluyor.
-
Zaten, sosyolojik olarak millet büyük bir
travma geçirmekte.
-
Her hususta insanları ürküten ağır bir korku,
baskı ve tedirginlik hâkim vaziyette. .
-
Kurumlar birbirinden, alt makam üst makamdan,
memur amirden, amir memurdan, vekil parti sahibinden, koca karı-karı
kocasından, çocuk babasından, hâsılı herkes bir korku, panik ve stres içinde.
İntiharlar korkutuyor, günde 15 kişi trafik kazalarına kurban gidiyor, suç
türü ve oranları süratle artıyor. Zaten gergin olan toplum, bir de yeni
açılımlarla geriliyor.
- VAHŞİ BATI SENDROMU
-
12 + 50 = 60 yılı mücavir erozyon, yozlaşma,
sindirme, çürütme ve Türk Milleti ile ulu önder Mustafa Kemal ATATÜRK’ün
şiddetle karşı çıktığı, illet ve nefret ettiği, menfur düşman, ezel-ebet hain,
tefessüh etmiş “batı”ya, bataklığa yönelme sürecinin Lozan’dan beri “Türk ve
İslâm düşmanlarınca” planlanan beklenir sonucu bu.
-
Şimdi, menfur AB ve ABD (Ermeni yalanlarından
ötürü) Atatürk’ü katil ilân etmeye hazırlanıyor. Zaten, Ümraniye
soruşturmasında kanıtlanan; Anarşi, terör-tedhiş, hırsızlık-yolsuzluk,
yalan-talan, uyuşturucu ve insan ticareti, vergi dâhil her türlü kaçakçılık,
alçaklık, ayırma-kayırma, sağ-sol, alevi-Sünni gibi bilumum kötülük-bölücülük
hep bu güruhun toplum mühendisleri, Mason ve Siyonist mahfillerce hazırlanıp
bilinçle uygulanan senaryolarıdır.
- Üstelik diz boyu yalan, iftira ve tefrikaya bulanmış kara,
kirli alçak bir süreçle!... .
- ATATÜRK VE BATI
- AB köpekleri her söze ‘Büyük Atatürk’ün hedef gösterdiği
muasır medeniyete ulaşma, aşma ve batılılaşma yolunda..” diye başlarlar. Bu
külli yalan, uydurma ve iftiradır. Çünkü M. Kemal ATATÜRK, “insanlık düşmanı,
kalleş, hırsız ve emperyalist” Batı’dan nefret eder. İşte O’nun s özde
‘Atatürkçü-Kemalist’ AB'cilere tekzip ve tokat gibi cevabı;
-
“Efendiler! Avrupa’nın bütün ilerlemesine,
yükselmesine ve medenileşmesine karşılık Osmanlı tam tersine gerilemiş, düşüş
vadisine yuvarlanadurmuştur. İşte o dönemde; vaziyeti düzeltmek için mutlaka
Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yapmak,
bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi bir takım zihniyetler belirdi. Halbuki,
hangi istiklâl vardır ki ecnebilerin nasihatleriyle, ecnebilerin planlarıyla
yükselebilsin? Tarih, böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir! M. K. Atatürk (TBMM,
6 Mart 1922)
-
NETİCEDE: Ülkemiz 27 Mayıs’tan bu yana
vesayet, siyasi-fiili kuşatma ve abluka altındadır. Şimdilik bunu kırmanın tek
ve son hukuki ve demokratik yolu sandıktır!...
-
Son
çare: “ya AKP’ye karşı 'TEK PARTİ' olarak birleşmek” veya seçimde hiçbir
parti’ ye oy vermemek şartıyla” bütün partileri sandığa gömerek Cumhuriyet’i
kurtarmaktır.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
117 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
YA HAKKINI VERİN, YA DA, O DİPLOMALARI
YAKIN
|
-
-
Kendisini 'yasa bağımlısı' olarak tanımlayan
Sayın Rektörüm ve on yıllık dava arkadaşım Galip Baran sordu: “Üniversite
diploması, Türkiye’nin veya dünyanın en ünlü üniversitelerinin birinden
alınmış olsa bile ne işe yarar?
-
Örneğin, senin gazetecilik, hukuk ve siyaset
bilimi diplomaların ne işe yarıyor söyler misin?
-
Devam etti: O diplomalara rağmen çevreyi
kirletiliyorsan, aşırı tüketiyorsan, trafik kurallarını çiğniyorsan, toplum
sağlığına aykırı alışkanlıklar ediniyorsan, vergi kaçırıyorsan, rüşvet
veriyorsan/alıyorsan, iş ahlakının korunması için çaba göstermiyorsan, milli
servete zarar veriyorsan, imar yasasına aykırı işler yapıyorsan, her şeyi
devletten bekliyorsan, yani kısaca, 'KIRMIZIDA GEÇİYORSAN' bir başka deyişle,
YOLSUZLUK YAPIYORSAN?...
- Benimkisi “Teknikerlik” diploması. Ama ben, KIRMZIDA GEÇMİYORUM, YOLSUZLUK
YAPMIYORUM, üstelik KIRMIZIDA GEÇENİ, YOLSUZLUK YAPANI, “kırmızıda geçeni,
anında , yüzüne karşı, utanmaktan başka bir tepki gösteremeyecek şekilde
uyarma”yı öngören, SOSYAL YAPTIRIM olarak bilinen bir yöntemle uyarıyorum
(uyardıklarımın arasında, her rütbeden polisler, her rütbeden askerler,
avukatlar, hakimler ve savcılar var) uyardıklarına kendilerinin de başkalarını
aynı yöntemle uyarmalarını öneriyorum, bana DELİ diyenler de var. Oysa ben
sıradan bir YASA BAĞIMLISIYIM.
-
Sözünü şöyle bağladı: "Haydi gel şu bir işe
yaramayan, YOLSUZLUK YAPMANI önleyemeyen DİPLOMALARNI Kızılay Meydanı’nda
yak…"
-
Elbette (kendimi tenzih ederek) Üstat Galip
Baran'a hak verdim. İtiraz edemedim.
- Zira, (ben) her ne kadar 'kendimi bildim bileli' kırmızıda geçmiyor,
mümkün olduğu kadar geçenleri uyarıyor, 'Kırmızıda Geçmek' in gerçekte ne
anlama geldiğini yıllardır yazılarım, söylev, konferans ve demeçlerimle halka
açıklıyor, anlatıyor ve "iyi insan-iyi, ilkeli-onurlu ve sorumlu vatandaş"
konusunda her derece ve düzeyde büyük bir mücadele veriyorsam da;
- Adına kinayeten 'BİLGİ ÇAĞI' denilen bu zamanda, ülkemin, insanımın ve
dünyanın (sözde) en saygın üniversitelerinden diplomalı bilim (ilim değil!),
politika (siyaset değil!.) Sivil Toplum Kuruluşu (gönüllü kuruluş değil;
güdümlü kuruluş), memurin, hükümet ve devlet eşhasının;
-
"Edindiği diplomadan dolayı hicap duymadan,
insanlıktan utanmadan, adalet ahlakı ve hukuka saygılı olmadan ve (bana göre)
Allah'tan korkmadan, bizzat kendi ve kamu vicdanına karşı hiçbir onurluluk ve
sorumluluk hissetmeden..."
-
Nitelikli dolandırıcılık, gasp, irtikap,
ayırma-kayırma, rüşvet-suiistimal, görevi kötüye kullanma ve yolsuzluk
yaptığını; Vergi kaçırdığını; İmar mevzuatını ihlal ettiğini; Çevreyi
kirlettiğini; Halka yalan söylediğini; Sözünde durmadığını; Emanete hıyanet
ettiğini; Küresel barışı tehdit, ozon tabakasını tahrip, dünyada savaş ve
milletler arasında fesat çıkartma, vahşi kapitalizm ve insanlık düşmanı
küresel emperyalizme alet olduklarını; KISACA: 'her fırsatta insanlığın
KIRMIZI ÇİZGİLERİNİ ihlal ettiklerini gördükçe kahroluyor ve 'BİLGİ ÇAĞI'nın
bilim ve insanlık düşmanı biçiminde tezahür eden uygarlığından utanç
duyuyor!.., Dünyayı yaşanmaz hale getiren 'sorun' un "BENCİLLİK", kalıcı
çözümünse "SENCİLLİK" olduğunu çok iyi biliyor; İnsanlığın bir an önce "BİLİÇ
ÇAĞI" na geçiş yapabilmesini yürekten diliyorum.
-
Ama, kitlesel bir katılım ve anonim BİLİNÇ
olmadan diplomama da kıyamıyorum!..
- Bu yazıyı okuyan hukukçulara, mühendislere, akademisyenlere, devlet ve
hükümet 'gişi'lerine soruyorum: Ne dersiniz? Siz de hak veriyor musunuz?
-
Veriyorsanız diplomanıza kıymaya hazır
mısınız?
-
Yoksa, onun gibi "YASA BAĞIMLISI" olup DİPLOMACIKLARI kurtaralım mı?
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
118 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
YENİ BİR SİYASİ HAREKET Mİ! |
ANAP’la D(y)P’nin birleşme ve bütünleşme çalışmalarının start
alması nedeniyle 23 Temmuz 2009 Perşembe günü bir toplantı
düzenlendi. Taraflar karşılıklı açıklamalar yaptılar. Böylece,
siyaset tarihine ‘kara bir cehalet, Demokrat Parti’ye hakaret,
nisyan ve garabet’ ten mürekkep bir belge daha düştü. Duyuru/davet
anonsunda ‘kinayeten’ şu ifadeler yer almakta.
“ANAP ve DP 26 YILLIK AYRILIĞA SON VERİYOR”
D(y)P Başkanı Cindoruk: “Türkiye’nin uzun yıllar beklediği bir
siyasi olayı gerçekleştiriyoruz” ve “yeni bir siyasi hareket
ortaya çikariyoruz” dedi.
ANAP Başkanı Uzun’sa: “belirlenen tarihten önce bütünleşme süreci
tamamlanacak”, “Türkiye’nin önüne yepyeni bir parti olarak
çikacağiz”, “DP bütünleşmenin ismi olacak ve bütünleşilecek yapi
haline dönüştürülecek” biçiminde konuştu. Sürece nazaran ilginç!..
ACAİP VE GARİP BİR DURUM!..
Gerçekte; Yargıtay Cumhuriyet Baş Savcılığı’na ANAP Genel
Başkanlığı’nca teslim edilen 28 Mart 2006 tarih ve GES.005.04/1530
Sayılı resmi yazı, bildirim ve ekleri uyarıca:
1.Demokrat Parti’nin 08 Mart 2005 tarihli Olağanüstü Büyük
Kongresinde, 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 109., 110 ve
ilgili diğer maddeleri ile Tüzüğün 25. maddesi gereği “Aanavatan
Partisi (ANAP) ile birleşmek üzere kapanma kararı verdiği,
2. Anavatan Partisi’nin 04.Haziran.2005 tarihli Olağanüstü Büyük
Kongresinde ise; “Demokrat Parti’nin Anavatan Partisi’ne katılması
ile ilgili olarak bilumum iş ve işlemlerin ifası hususunda M.K.Y.K.’nun
tam yetkili ve görevli kılındığı,
3. 28 Aralık 2005 günü Erkan MUMCU Başkanlığında toplanan MKYK’nun
10 sayılı kararı ile bu hususun deruhte ve ikmal edilerek, DP-ANAP
birleşme ve bütünleşmesinin fiilen, hukuken ve resmen
tamamlandığı,
28 Mart 2006 günü Yargıtay Cumhuriyet Baş Savcılığı, İçişleri
Bakanlığı ve Anayasa Mahkemesine verilen mezkür resmi yazı ve
bildirimle “kesinlik” kazandığı ve durum DP dosyası, resmi evrak,
kongre tutanakları, taraf beyanları ve basın bültenleri ile sabit
olup fiilen gerçekleştiği (olup-bittiği, yaşandığı) halde!....
4. Bütün bu “ikmal edilmiş/tamamlanmış, tekemmül etmiş” hukuk ve
ahlaka uygun usul ve prosedüre rağmen; Sırf bir hile-desise, düzen
ve seçmeni aldatma, yanıltma ve 2007 seçimlerinde kullanma
amacıyla Mehmet Ağar ile Erkan Mümcu arasında vaki 05-14 Mayıs
2007 tarihli: DYP’nin kanunsuz olarak DP adını edinmesi ile
sonuçlanan sanal “birleşme bütünleşme” eyleminin mezkür partiler
için hayali sükut ve hazimet nedeni olduğu; Dahası süreçte DP’nin
tertemiz adı’nın kirli pazarlıklara alet edildiği, bilinen
gerçeklerdendir.
Hani vaktiyle Aydın MENDERES, DP’ye ihanet ederken “Çarşıya kadar
değil, pazara kadar değil, mezara kadar RP’liyim” demiş ve
akabinde vahim bir kaza (felaket) ile malul ve tekerlekli
sandalyaye mahkum olmuştu ya!.. İşte, ANAP ve D(y)P’de bu
samimiyetsizlikleri, yahut art niyetli sahipleri yüzünden 7 yıldır
mâkus bir tarih ve talihsizliği paylaşmaktadırlar..
Oysa, DYP., DP’den aldığı 30.12.2002 tarih ve 02.08/009 sayılı
resmi çağrı ve ihtarnameyi ne çabuk unutmuş? DP’nin adını edindiği
halde “Yeter!... Söz Milletindir” anlamına gelen amblemini niçin
reddetmiş? Ve, Tüzük ve Programı’nı niçin “Kadim DP’nin dava, manâ
ve misyonunu üstlenmemiştir?..
Bizden hatırlatması: Demokrat Parti, adalet ve hukuk gereği TC’nin
De’Facto iktidarı, tek ‘hukuki ve meşru’ siyaset kurumu; Fiili
durumdan dolayı 27 Mayıs mağduru ve mazlumu; hain bir isyan ve
ihanetin maluldur. Vaki iade-i itibar, henüz hain ve kaatiller
sorgulanmamış ve yargılanmamış olduğundan memnu ve muteber
addolunamaz.
Neticede: DEMOKRAT PARTİ, Atatürk’ün vasiyeti, Demokrasi
Şehitleri’nin emaneti “siyasette fazilet mücadelesinin” adı ve
mabedidir. O’nunla oyun olmaz biline!..
Kaldı ki Demokrat Parti hukuken ANAP’ın yeddi, sorumluluk ve
vesayeti altındadır.
Bu süreçte: 1993 “hırs, husumet, kapris ve taassup” tuzağına asla
düşülmemelidir!...
Unutmayın !... "zülfiyare dokunmamak çok büyük dikkat, bilgi ve
beka ister"
Dahası: Demokrat Parti'nin yolu: "tam dürüstlük, namuskarlık,
adalet, hukuk ve demokrasi" yoludur. Bu yolda hırsıza, yolsuza,
soysuza, anarşim ve terörizme yer yoktur"
(*) Mustafa Nevruz SINACI : Siyaset Bilimci-Hukukçu, 7. ve 9.
dönem DP Genel Başkan Yardımcısı, Araştırmacı-Yazar,
BAK: http://www.mustafanevruzsinaci.blogspot.com/, |
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
119 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
YİRMİ
BİRİNCİ (21). YÜZYIL TÜRKİYE’Sİ VE KIBRIS
|
-
-
Tarih Temmuz 2006, masamda üç tip gazete var.
Biri bizim gazeteler, milletin hür iradesini yansıtan, halka hakkıyla ve
lâyıkıyla tercüman olan “ulusal ve yerel basın”. Manşetlerinde “elveda
Kıbrıs, elveda Kerkük” yazıları yer alıyor. Diğeri mevcut yönetimin sesi,
hükümetin kuklası, “Rumlar köşeye sıkıştı” diyor. Öbürü ise, mütareke basını
nam medyadan çok renkli bir parça, daha doğrusu paçavra. “KIBRIS İŞİ TAMAM”
diye (utanmadan) görkemli bir manşet atmış. Sayfadan adeta sevinç çığlıkları
fışkırıyor. Sanki Türkiye’de yayınlanan To Vima...
-
Çok garip bir tecelli. Tarih tekerrür ediyor.
Yönetim uyuyor. 2000’lerin Türkiye’ si, 1900’lerin Osmanlı’sından farksız!
Sanki birileri zaman tünelinden Osmanlı’nın Bab-ı Ali’sini alıp, günümüz
Türkiye’sinin Başkent’ ine ışınlamış gibi !.. 2006’nın Başkent Ankara’sında,
devleti yönetme sorumluluğunu üstlenen bir kısım sivil-asker, politik-acı,
siyasetçi, bürokrat zevatın, bir “resmi”, bir de gayr-ı resmi görüşü var.
-
Medyasında ise, Ali Kemaller ve isimsiz
kahramanlar, vatan hainleri (dahili bedhahlar) ile Türkiye sevdalıları göğüs
göğüse, kana kan, dişe diş mücadele veriyor. Bir taraf yalanla-talanla, deveyi
hamuduyla yutup koşmakta, diğer taraf fazilet timsali.
-
Resmi görüş, bir kısım işbirlikçi, gafil ve
‘enternasyonallerin’ üstün çabaları ile 1963’de Ankara antlaşmasıyla başlayan,
İhsan Sabri tarafından mamul “Annan Plânı” ile ivme kazanan ve gümrük birliği
anlaşması kapsamında taviz üstüne taviz verilen bir sürecin devamı
niteliğinde. Milletin sesini dinlemeyen, sözünü tutmayan, vaadini yerine
getirmeyen, büyük Atatürk’ün vasiyetini görmeyen, görmezden gelen ve milli
menfaatleri hiçe sayan “statüko” bizim gazete’nin dediği gibi milli dava
Kıbrıs ve tapulu mülkümüz Kerkük’ten (ABD ve AB istiyor diye) vazgeçmek
eğiliminde.
-
Tıpkı “Abdülhamid Düşerken” filminde bütün
çıplaklığı ile açıkça yansıtıldığı ve gözler önüne serildiği gibi!.. Devleti
yönetenlerin ağzı başka konuşuyor... Kafalarının içindeyse bambaşka tilkiler
dolaşıyor. İlişkiler, bağlantılar, millet den gizli verilen sözler ise
bambaşka. Bazı ‘danışmanların’ hesabı ise çok daha farklı. Aslında kimsenin
kimseye güveni kalmamış. Bu arada koltuğunu korumak isteyenler de, yabancı bir
ülkenin başkentinden medet umuyor. 1900’lü yılların başında, Osmanlı hanedanı,
tahtından düşürülüyordu. 2000’li yıllarda ise Atatürk, gönüllerdeki tahtan
düşürülmek isteniyor. AB “fotoğraflarını da resmi dairelerden indirin”, “şu
ulusalcılar da çok oldu, toparlayın atın içeri kerataları” diye talimat
veriyor.
-
Yönetim angaje olmuş bir kere... Atatürk
ilkeleri ve Türk İnkılâbı yolunda çizilen istikrarlı politikalardan ödün
üzerine ödün veriliyor. Milletin sesini dinleyen yok. Hasılı, buna ‘resmi
görüş’ demek de pek mümkün değil zaten. Ama, resmi makamları işgal edenlere
göre; KKTC’yi ABD’ye ve Yunan’a –Rum’a teslim ediyoruz ve Başbakanımız ile
Dışişleri Bakanımız bu konuda taviz yarışına giriyorlar.
-
Millete söylenen ise başka: Kıbrıs işi tamam.
İzolasyonlar kalkacak, problem bitecek.
-
Rumlara limanlar ve hava alanları açılacakmış
ama izolasyonlar da kalkmalıymış!
-
Başımızda Kıbrıs’ın önemini, stratejik
değerini, tarihi hak, evrensel hukuk ve Türk milleti’ne mutlak aidiyeti ile
milli davanın ‘vazgeçilmezliğini’ kavrayamamış bir yönetim var. Dahası, adanın
stratejik önem ve değerinin de farkında değiller.
-
Bu çerçevede milletin görüşü şudur: Kıbrıs bir
milli davadır. Türkiye devleti ve milleti için vaz geçilmez bir önem ve
değeri haizdir. Devletin ve hükümetlerin görevi bu davayı diri tutmak ve her
ne pahasına olursa olsun; Londra-Zürich ve Garanti anlaşmaları ile elde edilen
kazanımları tekrar ve mutlaka Türkiye ile KKTC lehine tesis, ikame ve idame
ettirmektir. Bu antlaşmalardan dönen ve taviz verenler
sorgulanmalı,yargılanmalı ve “Kıbrıs sorunu” yine bu antlaşmaların amir
hükümleri doğrultusunda çözümlenmelidir. Türkiye’nin hukuken böyle bir hakkı
vardır ve bu hak uluslar arası kabul görmüş antlaşmalardan kaynaklanmaktadır.
Bu kadar sağlam karineler karşısında hiçbir kuvvet ve hükümet geri atamaz.
-
Asla geri adım atmamalıdır da...
-
Bu güne kadar geri adım atanlar, kamu
vicdanında “vatana ihanet” damgasını yemiştir. Toplum tarafından lânetlenmiş
ve dışlanmışlardır. Böyle giderse, bunlarında akıbeti aynı olacaktır. Bunun
başkaca bir yolu yoktur. Aynı güruh Kuzey Irak’ı da kendi elleriyle oluşturmuş
ve şimdilerde milletin başına belâ etmişlerdir.
-
Milletin “siyasi mevtalara” tahammülü
kalmamıştır.
-
Milletin ve milli reflekslerin tezahür, telkin
ve tebarüz ettirdiği görüş budur.
-
Dahası, Maraş dahil “her karışı vatan toprağı
olan” KKTC’den, Rum’a, Yunan’a, AB veya ABD’ye bir karış toprak veren; yahut’
da Kıbrıs’tan asker çekmeye yeltenen, “Türk milleti ve Türkiye Cumhuriyeti’nin
düşmanıdır” fikri, halkta hakim bulunmaktadır.
-
Kıbrıs konusunda alçakça taviz verenleri
millet affetmeyecektir.
-
Sağ duyulu, samimi ve dürüst insanlarımız
Kuzey Irak (Musul-Kerkük ve Telâfer ile Batı Trakya dahil diğer Türk yurtları)
konusunda da aynı duygu ve düşünceleri içtenlikle paylaşmakta ve
seslendirmektedir.
-
Ancak, bir askerinin kaçırılması mukabili
bütün orta doğuyu kana bulayan İsrail’in gösterdiği cesaret, azim, irade,
cüret ve kanlı kararlılığa rağmen, Türkiye’yi yönetenler kendi topraklarımız
içinde yuvalanmış üç beş eşkıyayı temizlemekten aciz ve zavallı bir duruma
düşmüş ve vatan toprağını koruma konusunda dumura uğramış bulunmaktadırlar.
-
Çok ayıp ve çok yazık değil mi bize!
-
Bütün dünyaya rezil oluyoruz...
-
Oysa dünya ve uzay Türklüğü’nün Kâbesi olan
Türkiye, dış Türkler ve Türklerin yaşadığı ülkeler konusunda, en azından
Yunanistan kadar duyarlı olmaya mecburdur. Aksi taktirde Atatürk’ün hitabına
muhatap olunamaz. Sebep olunan vebalin altından kalkılamaz.
-
Hani ne demişti Atatürk: “Efendiler !...
Kıbrıs düşman elinde bulunduğu sürece bu bölgenin (Akdeniz Bölgesi’nin) ikmal
yolları tıkanmıştır. Kıbrıs’a dikkat ediniz. Bu ada bizim için çok
önemlidir..” Lâkin, AB’nin, adının dahi anılmasını istemediği, resimlerinin
indirilmesini ve bütün emareleri ile tarihten silinmesini istediği Atatürk
kimin umurunda. Zaten bunlar Atatürk’ü bilmekten ve O’ nun yolunu izlemekten
korkan ve kaçanlar değil mi?
-
Şimdi önerilen plânı biraz daha inceleyip,
irdeleyelim. Kıbrıs’ta ne yapılmak isteniyor? Çok büyük ihtimalle; BOB ve
BİB’in sigortası olmak üzere bir ABD deniz üssü’ mü ? “Bir yandan Abdullah
Gül, diğer yandan söz verdikleri Kıbrıs bombasının ellerinde
patlamaması için harekete geçtiler. 2005’in son günlerinde Talat hükümetine
uyguladıkları abluka ile Rumlara tek taraflı olarak (burada mütekabiliyet
aranmaması büyük bir gaflet ve dalâlettir. Uluslar arası bir hakkın
kullanılmasından ısrarla kaçınılması anlaşılır gibi değildir) mallarını iade
ve dolayısıyla 74’ü işgale dönüştüren yasayı çıkarttıran hükümet, şimdi de
altın vuruşa hazırlanıyor.
-
O açıdan bakmayın siz, Başbakanın (akp) grupta
yaptığı “Kıbrıs milli davamızdır” sözlerine. Bunun en ufak bir kıymeti
harbiyes, emaresi bile yok. Öyle olsaydı eğer bugün Denktaş Kıbrıs’ta
Cumhurbaşkanı olurdu. Esasen Başbakanın ağzından hiç de duymaya alışkın
olmadığımız “milli dava” filan gibi sözler de belli ve de aşikar ki,
setretmeye yönelik. Hani Sabetayların kamuoyuna malolmuş hülleleri ile
konuşmak gerekirse Yahudilerin camiye gitmeleri gibi bir şey bu!
-
Tıpkı AB ve ABD ile oynanan oyu gibi...
-
O tarafa başka, millete başka. Bu da, Türk (!)
takiyyesi işte...
-
Dahası eğer Başbakan bu kavramı kullanıyorsa
durum acil ve SOS sinyalleri çok güçlü geliyor olarak okuyabilirsiniz. Deniz
üssü veriliyormuş. Lefkoşe’de yayımlanan Kıbrıslı Gazetesi hafta içinde önemli
bir haber yayımladı. Fotoğrafları da yayımlanan habere göre Amerikalı’ lara
deniz üssü veriliyormuş! Gelin isterseniz haberin devamını Kıbrıslı
gazetesinden takip edelim:”(1) “Amerikanlar Gemikonağında deniz üssü inşa
ediyorlar. Deniz üssü Gemikonağında, halk arasında “Mangli’nin Limanı” olarak
bilinen bölgede inşa edilecek. Moty Industries adlı bir şirket tarafından
tersane adı altında kurulacak ve Akdeniz’de dolaşan Amerikan savaş gemilerinin
bakım ve onarımı için kullanılacak.
-
Silopi’de de, sözde “Kuzey Irak’ta yol
güvenliğini sağlamak” bahanesi ile Amerikan üssü ? Üstüne üstlük, düne kadar
“milli” lâfzı taşıyan kurumlarda üst görev ve rütbelerde görev yapmış bir
takım Türk (!) vatandaşları da mezkür şirkette üst düzey görevlisi.
-
Gelelim haberin devamına: Haberin devamında da
hayli ilginç başka detaylar da var: “Maliye Bakanlığı ile yapılan anlaşmaya
göre Moty İndustries tesislerin inşası için ilk etapta 30 milyon dolar
civarında bir yatırım yapılacak. Güvenilir kaynaklardan edindiğimiz sağlam
bilgilere göre, bu yatırımların 5 yıl içinde 150 milyon dolara çıkması
bekleniyor.
İnternetten elde edilen bilgilere göre de, Moty İndustries ile anlaşma 2002
yılında imzalanmış 2005 yılında ise yatırımlara başlanmadığı gerekçesiyle
Maliye Bakanlığı tarafından iptal edilmişti. Kısa bir süre önce ise ABD
Dışişleri Bakanlığının devreye girmesiyle malum anlaşma maalesef tekrar
yenilenmiştir”. (2)
-
Haber de yer alan bir başka ayrıntı da şu:
“Amerikan Dışişleri Bakanlığı’ndan gayrı resmi olarak elde edilen bazı
bilgilere göre ise Amerikan 6. Filosunun Malta liman ve tersanelerini
kullandığını ancak buradaki doluluğun Amerikan savaş germileri için de bir
ihtiyaç doğurduğu ifade ediliyor. Diğer bir kaynak ise yaz aylarında ülkemizi
ziyaret eden Amerikan Senatörler grubunun bu şirketle organik bir bağının
bulunduğunu ve KKTC ziyaretinin büyük ölçüde bu amaç için gerçekleştirildiğini
belirtiyor.”
-
Şimdi biraz gerilere gidelim. Milletimizin hep
bir ağızdan, haklı olarak “Milli Kahraman” diye nitelediği ve yurdun her bir
yanında coşkuyla bağrına bastığı (eski) Cumhurbaşkanı Sayın ve sevgili Dr.
Rauf Denktaş anlatıyor.
-
İbret ve bilgi tazeleme için kulak verelim:
"Görevden ayrıldığımda, mukavemetçi, halkımız arasında beliren endişelere
cevaben merak etmemelerini, KKTC'ni ebediyen yaşatmak andını içmiş olan
halkımızı yeni, partiler üstü bir oluşumda (belki bir kongrede) birleştirerek
KKTC' ni ortadan kaldırarak anlaşma yapma meraklıları karşısında faaliyetimizi
sürdüreceğimizi söylemiştim. Ancak bu adımı atmadan önce yeni hükümete ve
KKTC'ni yaşatma andını içerek Cumhurbaşkanlığına gelmiş olan Sayın Talat'a
fırsat vermekte yarar gördüm. Çünkü bu günlere cepheleşmekten gelmiştik. Tek
ağızdan konuşmamız gereken günlerde muhalefet olsun diye aksi sesler
çıkmaktaydı. Benim attığım her adım, yaptığım her beyanat, Türkiye ile gönül
ve iş birliğim devamlı surette ve feci şekilde eleştiri konusu oluyordu.
Bizimkiler diyeceğim mukavemetçiler kanadı da muhalefetin Rum partileri ile
işbirliğini, yaptıkları (verdikleri) beyanatları acı şekilde eleştiriyorlardı.
Muhalefet günlerinde söylenenler bizi ve Anavatanı derinden yaralayacak
mahiyetteydi. Halbuki memleketin ve davanın birliğe ihtiyacı vardı. İçimizdeki
bu ikilikten Rum tarafı istifade ediyordu.
-
Bu yeni dönemde cepheleşmeye devam etmiş
olsaydık bu durumdan yine Rum yararlanacaktı. Birleştirici olmalıydık. Bu
nedenle beklemeyi yeğledim ve beni ziyarete gelenlere de sabırlı olmalarını
"KKTC'' ni savunmakla, egemenliğimizi korumakla yükümlü ve yeminli
Cumhurbaşkanımızı, yeminine sadık olduğu sürece, desteklememiz gerektiğini"
açıkça söyledim ve hala söylemeye devam etmekteyim.
-
Bu görüşümde haklı çıktım. İktidara gelen
"derhal, şimdi uzlaşma, Denktaş giderse üç ayda barış" ekibi kısa zaman içinde
Rum liderliğinin bizimle ellerinden gelse oksijeni bile, yani teneffüs
ettiğimiz havayı bile paylaşma niyetinde olmadığını görebildi. Bu nedenle de
Rum tarafından ağır eleştiriye maruz kaldılar. Rum basınında "Bunların yanında
Denktaş melek kalıyor" şeklinde yazılar çıktı. Bu Cumhurbaşkanına gerektikçe
destek olmayı yeğledim, saygıda kusur etmedim. Yaptığım konumlarda ve yazdığım
yazılarda davamızın selameti için düşündüklerimi duyurmaya çalıştım,
tecrübelerimden yararlanarak tarihin aynen devam etmesini önlemek için
önerilerde bulundum.
-
Bu arada Sayın Talat, fırsat buldukça,
geçmişteki hatalarım yüzünden "kaybedilmiş bir davayı devraldığını, bu
kayıptan ne kurtarabilirse kârdır" anlamına gelen sözler sarf etti. Gerektikçe
cevap verdim. Geçmişin hataları ne olursa olsun kendisine 22 yaşında ter temiz
bir devlet devredildiğini ve bu devleti koruyacağı yemini ile göreve geldiğini
hatırlatmakla yetindim. Yüz yüze geldiğimizde de gayet samimi bir hava içinde
bunları gündeme getirebildim. O da benimle temasta kusur etmiş değildir.
Akıllı ve kültürlü kişiliğini devamlı surette okumakla takviye etmektedir.
Yenilik peşindedir ve uzlaşıcı siyaseti nedeniyle kazandığı takdiri
kaybetmemeye çalışmaktadır. Bu ilişkileri daha da geliştirerek devam
ettirmemiz ve yeni ekibi KKTC''ni savunur platformda tutmamız, bu platformda
kalmalarına yardımcı olmamız davamız açısından en doğru harekettir
görüşündeyim. Herhalde Sayın Talat da anlamıştır ki esas olan uluslararası
takdirin ötesinde halkımızın geleceğine yeniden bir kağıt anlaşması ile pamuk
ipliğine bağlamamaktır.
-
Bunlara değindikten sonra bu yazıyı yazma
nedenine gelelim: Ankara dönüşü bir arkadaş önüme Afrika gazetesinde
Özcanhan'ın "Yeni Bir Şey Söylemedi" başlıklı yazısını getirdi. Sayın Talat'ın
basın konferansında bir gazeteci kendisine "Geçen yıl yine buradaydık. Sayın
Denktaş'ın o zaman söylediklerini şimdi siz tekrarlıyorsunuz; Demek ki durumda
değişen her hangi bir şey yok" mealinde bir soru sormuş. Sayın Talat'ın
cevabı: "Ben Denktaş''la aynı olamam... Bir... O barış istemezdi... Ben barış
ve çözüm isterim... İki... O, AB''yi istemezdi, ben AB''yi isterim... Bunlar
aynı olmadığımızı göstermeye yetmez mi?"
-
Başka bir gazeteciye de "Besmelelerimiz bile
aynı değildir" dediğini de bir başka yazıda okudum. Ben bütün çabama ve
Türkiye'den aldığım bütün desteğe rağmen Rum tarafı ile bir anlaşma yapamadım.
Sebebi gayet açıktı: Rum tarafı "meşru hükümet" olarak ve Kıbrıs’ın tamamını
içine alma yolunda devam etmeyi yeğlemektedir. Bizimle yeni bir ortaklık
kurması için bir zoru, bir motivasyonu, herhangi bir ihtiyacı yoktur. Ancak
taktik icabı görüşmeye katılmaktadırlar. Bunlar Makarios'un mirasını
çiğneyemezler. Türk tarafını uzlaşmaz göstermek taktiğinde başarılı
olduklarını Simitis de hatıratında yazabilmiştir. Ve işte 20 aydır "Denktaş
gitse 3 ayda uzlaşacaklarını" söyleyenler de Rum''un bizimle hiç bir şey
paylaşmak niyetinde olmadıklarını anlayabilmişlerdir. Bir uzlaşma olabilmesı
için egemenlikten, KKTC'de, Türk garantisinden vazgeçmemizi istiyorlar. Diğer
isteklerine dokunmuyorum. Ben bu konularda boyun eğmediğim, sağlam durduğum
için uzlaşmaz ünvanını kazandım. Bu ünvanı kazanmamda o günlerin muhalefetinin
de katkısı büyük olmuştur. Şimdi at da kılınç da ellerindedir. Uzlaşma için bu
halkın egemenliğinden ve KKTC''den Türkiye'nin garantisinden, Kıbrıs
üzerindeki Türk-Yunan dengesinden vazgeçecekler mi acaba? Sayın Talat bu
sorunun cevabını vermek mecburiyetindedir. Çünkü bu soruya "evet,
vazgeçeceğim" demek hakkı olmadığını kendisi de bilmektedir. O halde uzlaşmaz
ünvanına layık olacaktır; bana benzese de benzemese de, benim gibi esas
ilkelerin savunucusu olacaktır.
-
Ben uzlaşma için doğru olan her şeyi yaptım,
devletten, egemenlikten, Türk Garantisinden vazgeçmedim. Denktaş uzlaşma
istemedi diyenlerin karşısında daima anlım ak olarak duracağım. Uzlaşma uğruna
benim koruduğum ilkelerden vazgeçenler bu halkın sonunu getirmiş olacaklardır.
Onlar bu halkın ve tarihin önünde alınları ak olarak duramayacaklardır. Tarih
onları lanetleyecektir. Sayın Talat''ın bu riski göze alması için hiç bir
neden yoktur. Rum liderleri Kıbrıs''ın tümüne sahip çıkmak istiyor. KKTC
devlet vasfı buna aşılmaz engeldir. Bu engeli Rum'un önünden hangi babayiğit
kaldıracaktır? Hangi kuvvetle kaldıracaktır? Bende bu konuda ne böyle bir
niyet, ne de böyle bir kuvvet oluşmamıştır.”
-
Burada Türk halkı ve yerli kamuoyunun
bilmediği (farkında olmadığı) pek çok mesele açıkça anlatılmakta, safiyet ve
samimiyetle dile getirilmektedir.
-
Yazıyı dikkatle inceleyenler açıkça
göreceklerdir ki; Uzlaşmaz taraf daima Rum-Yunan yönetimi olmuştur. Bu inadına
uzlaşmaz tutumun arkasında ise, başta Yunanistan’ın Akritas Plânı, (adayı
Yunanistan la koşulsuz birleştirme) ENOSİS, EOKA ve Megalo-İdea olmak üzere
menfur ve meş’um plânları yatmaktadır. Yunanistan’ın arkasında da, salt kendi
çıkarları ile BİP ve BOB plânlarının tahakkuku ve Yahudi çıkarlarının
korunması için ABD ile “kayıtsız-şartsız Yunanistan destekçiliği” politikası
gereği AB vardır. Gerçek budur. Üstelik bu talep ve niyetlerini ulusal ve
uluslararası bütün forum ve plâtformlarda alenen (korkusuz ve çekincesiz)
dillendirmektedirler.
-
Buna mukabil, bizdeki yöneticiler, hiç olmazsa
ve en azından % 35 için (KKTC) 81. vilâyetimiz lâfzını edemeyecek kadar pasif,
palyatif, güdümlü ve korkaktır. Oysa, demokrasi Şehidi MENDERES ve ZORLU nihai
çare olarak: “Ya taksim ya ölüm” diye haykırabilecek kadar yürekli ve
milliyetperver idi.
-
Günümüz Türk hükümetleri ise, bu yoğun baskı
ve karşı tarafa verilen destek nedeniyle ‘bu iş nasıl olsa bitti, eninde
sonunda Kıbrıs’ı Türkiye’nin elinden almaya kararlılar’ gibi bir karamsarlık
ve ümitsizlik haleti içinde hareket etmekte ve bir türlü tarihe dayanan ve
uluslar arası anlaşmalardan kaynaklanan hukuki haklarını kullanmaya hevesli ve
istekli görünmemektedir. Bu nedenle ve özellikle AB ile görüşmelerin
“entegrasyon” sürecine girdiği bu dönemde “kararsızlık-istikrarsızlık” çifter
standart ve iki yüzlülük, milleti aldatma-kandırma, oyalama hakim unsur haline
gelmiş bulunmaktadır. Oysa, Yunanistan, AB ve ABD haklı olmadıkları bir davada
çok kararlı ve saldırgan bir pozisyondadırlar. Şu halde hükümetin, halkından
güç alarak daha ciddi, ilmi, kalıcı ve sürekli; Ama, Kıbrıs’ın korunmasına ve
elde tutulmasına yönelik net politikalar geliştirme mecburiyeti vardır.
-
Buna mecburdur. AB karşısında taviz veren ve
geri adım atan hainler gibi, daha ağır ve vahim bir ihanetle malul olmamak
zorundadır. Bu taktirde, millet hesabını soracaktır. Üstelik, hainleri sandığa
gömmekle kalmayacak, Yüce Divanlarda yargılayacak, sorgulayacak ve ihanetin
bedelini en ağır şekilde mutlaka ödetecektir. Bundan kaçış yoktur. Büyük
Atatürk’ün dış politika konusunda emanet ve vasiyeti “mutlak mütekabiliyet”
hasımlık ve misilleme halinde ise “mukabele-i bil-misil” dir. Kaldı ki,
Londra, Zürich ve Garanti antlaşmaları ile buna müstenit 1974 harekâtının
haklılığına rağmen; Milli Dava Kıbrıs’ tan geri adım atan, taviz-ivaz veren
ve/veya mukabelesiz hareket edenler, asla ve kesinlikle Türk kanı taşıyor
olamazlar.
-
Nitekim bu güne kadar bu yolda ve uğurda taviz
verenlerin Türk olmadıkları açıkça ortaya çıkmış ve milletçe anlaşılmış
bulunmaktadır. Bunlar, kamu vicdanında ağır suçlular ve vatan hainleri olarak
tescil edilmiş ve başta sabetaistler olmak üzere, dönme-devşirme, ateist ve
paganların ülke idaresinde yer almasının ne büyük riskler taşıdığı ortaya
çıkmıştır. Zira, tarih boyunca devlete ve millete ihanetle malul zevatın,
eninde-sonunda Türk olmadığı ortaya çıkmıştır. Mesele “asil kan” meselesidir.
Biline. Neyse, Sayın Denktaş’ın beyanlarını okumaya devam edelim: "Denktaş
AB'yi istemezdi" suçlamasına gelince. Bu konuda çok açıklamalarda bulundum.
Ben AB karşıtı değilim. Ancak, Rum''un AB müracaatının yasal olmadığını
savunmak benim görevimdir. Gayri meşru bir Rum idaresi, 1960 antlaşmalarını ve
anayasayı çiğneyerek, silahla elde edemediklerini elde etmek için AB''ne
müracaat ediyor. Dr. Küçük ve sonra da ben bu müracaatın geçerli olmadığını,
anlaşmalara ve anayasa ters, siyasi bir müracaat olduğunu savunduk. AB
Yunanistan''ın şantajına yenik düşerek bu müracaatı onayladı, yürüttü ve en
sonunda Rumların referandumda red oylarına rağmen Rum tarafını "Kıbrıs" adına
üye yaptı.
-
Bu yasa ve insanlık dışı süreçte AB''yi doğru
yola davet etmek, AB''ye halkımıza yaptığı haksızlığı ve adaletsizliği
anlatmaya çalışmak, Rum''un Yunan''ın oyununu izah etmek ve dengeler
oluşmadıkça Kıbrıs bir bütün olarak AB üyesi olamaz, aksi takdirde Türklerin
haklarını gasp edenlerle suç ortağı olacaksınız demek AB istememek mi? Sayın
Talat biliyor mu ki Fikirler Dizisine "önce anlaşma sonra AB" koşulunu
koyduran benim? Şimdi Sayın Talat Rum''un meşru hükümet olarak yaptığı
müracaata bağlı mıdır? Referandumda bize evet dedirtmek için her şeyi vadeden
AB üyelerinin 20 aydır yaptıklarına ve önümüze koydukları mazeretlere rağmen
Sayın Talat AB'nin bugünkü durumundan hangi beklenti içinde olabilir?
-
Sayın Talat KKTC''ne egemenliğe, Türk
Garantisine sonuna kadar sahip çıkacaksa ben ona benzemekten gocunmam. Ben
bunlara ölesiye sahip çıktığım için uzlaşmaz addedildim fakat umursamadım.
dolayısı ile bu konularda kim kime benzemiş önemli değildir. Önemli olan
devletimizi "benzetmeyelim", tarih önünde, devleti satan kişi olarak
damgalanmayalım ve halkın yüzüne bakamayacak durumlara gelmeyelim.
-
Bilgi için: Benim besmelem çocukluğumdan bu
yana her Müslüman’ın tekrarladığı besmeledir. Bundan başka bir besmele
olduğunu ve Sayın Talat'ın o başka besmeleyi kullandığını kendinden öğrendim.
Besmeleden başka Sayın Talat'ın bildiği yeni bir besmeleyi bilen biri varsa
lütfen bize de bilgi versin !.. (3)
-
Ada resmen el değiştiriyor. Olup bitenlere
bakılırsa durum bu. Buyurun size haber!
”Ada resmen el değiştiriyor.” Gidişata bakılırsa ve bu gidişat önlenemez ise,
KKTC’yi ABD’ye teslim ediyoruz ve Başbakanımız, Dışişleri Bakanımız taviz
yarışına giriyorlar. Yok Rumlara liman açılacakmış ama izolasyonlar
kalkmalıymış! Falan filan...
-
Altın vuruşun içini doldurmaya, ateşini
tutuşturmaya çalışıyorlar! Bunu böyle yapmaya mahkumlar elbette! Çünkü
Brüksel’e verilen sözler ve çıkılmak istenen bir cumhurbaşkanlığı makamı var!
O nedenle her şey mubah ve helal. Ama gelin görün ki adada 74 dipçiğini
yaşamış Rumlar var. Ne yaparsak yapalım Türklerden korkuyorlar. Hadım olduk,
hadım ettiler diyoruz yine de ya olmadıysa diyor! Emin olun tüm mesele bundan
ibaret. Rumlar Ankara’nın hiçbir milli siyasetinin kalmadığını, bunun taktik
falan olmadığına bir inansalar mesele kalmayacak. Bugünlerde Kıbrıs’ta direnen
tek şey bu milletin geçmişi! O geçmişin gölgesiyle ayakta durmaya çalışıyoruz.
Hepsi bundan ibaret!
- GİDİŞAT “TAKSİM” E Mİ?.
-
Son günlerde Kıbrıs sorunundaki gelişmelerde
ben kendi kendime soruyorum: Gidişat Türk politikasının üzerinde yıllardan
beri üzerinde durduğu taksim’ e mi?. Nereden bu kanıya vardığımı soracak
olursanız,önce Akel Genel Sekreteri Hristofyas’ın 1960 anlaşmalarına dönmenin
mümkün olmadığını söylemesi, ardımdan TC Dişişleri Bakanı Abdullah Gül’ün
Kıbrıs’a yönelik TC önerilerini açıklamasıdır. Bunların üzerinde biraz kafa
yorsak yeridir.
-
İkincisinden, yani TC önerilerinden başlayacak
olursak, bunun 1974 sonrasında Kıbrıs’ın kuzeyinde yaratılan sistemin kalıcı
olarak tanınmasına yönelik olduğunu görebiliriz. Biz bunun olmayacağı,
olamayacağı, daha da ötesi olmaması üzerinde düşünceler taşıyoruz. Neden
denirse bir kere güney Kıbrıs’ın, Uluslar arası tanımıyla Kıbrıs
Cumhuriyeti’nin buna ihtiyacı yok. Zorda olan TC’dir. Artık bir AB üyesi olan
Kıbrıs Cumhuriyetine liman ve uçak alanlarını açmak zorundadır. Bundan daha
fazla uzun zaman kaçınamaz. Ne kadar daha TC yetkilileri olaya kabul etme
yönünde yaklaşmasa da, Kıbrıs’ın kuzeyinde kurulan “devleti” tanıyacak TC
dahil bir devlet yoktur. Açıkçası 1974 sonrası burada yaratılan oldu bittiler
kabul göremez, görmeyecektir.. Olayda anlaşmalara ters yapılanlar ve hukuk
çiğnenmesi vardır. Bunun teferruatına inmek istemiyorum, onlar zaten
ortadadır.
-
Peki, TC bunu bile bile neden yeni öneriler
yaptı diyebilirsiniz. Canım bunlar yeni öneriler değildir ki, öyle üzerinde
uzun-uzun kafa yorulsun.. Bu öneriler çok önceden vardı, şimdi toplu olarak
allanıp pullanıp ortaya çıkarıldı.. Esasen, Türk siyasetinin Kıbrıs
konusundaki politikası 1974 sonrasında yaratılan sistemin devam etmesidir.
Bunun biraz kayıplarla olsa da tanınması, uluslararası toplumda kabul
görmesidir.
-
Biz bunun adına, kısaca ve öz olarak ‘varılan
nokta itibarıyla’ taksim diyebiliriz.
-
Şimdi birde olaya Kıbrıs Cumhuriyeti olarak
kabul edilen (Yunanistan’ın uydusu, kara para aklayıcısı, pkk destekçisi ve
apo yanlısı) Güney Kıbrıs açısından bakalım.
-
Kıbrıs Cumhuriyetinin nam çete devletinin
amacı ve çabası, özellikle 1974 sonrası Kıbrıs’ın kuzeyinde yaratılan sistemin
ortadan kaldırılması üzerine kurulmuştu. Bunun adı, (bu gün) bize göre olduğu
gibi onlara göre de işgaldi. Gerçi dünya bunu açıkça seslendirmiyordu ama,
hukuki anlamında yaklaşımı öyleydi. Hala da öyledir. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin
(haksız, hukuksuz ve dayanaksız olarak) AB’ne girmesi, TC’nin de bu yolda
oluşuyla olay daha bir netlik kazanmış,TC üzerinde baskılar daha bir
artmıştır. Açıkça TC Kıbrıs’ın kuzeyinde sınırları açmak, Loizudu olayında
olduğu gibi kararları kabul etmek zorunda kaldıysa, halâ daha da buna açık
durması da onun en büyük zorluklarıdır. Dolayısıyla TC bunu aşmak ve Londra
ve Zürich antlaşmalarına geri dönmek ve asla Kıbrıs’ı AB ile ilişkilendirmemek
zorundadır.
-
Mevcut hükümetin aslında yapması gereken de bu
idi Beceremedi.
-
Ama TC sınırları içinde yıllardan beri Kıbrıs
konusunda yaratılan hamasete dayalı kültür nedeniyle bunu öyle hukuk
kurallarına uygun olarak yapacak güçte hükümet yoktur, kolayına da olamaz.
Yapılabilecek olan mevcudu korumaya çalışarak bir yerlere varmaya çalışmak,
olmadı zaman kazanmaktır. Türk hükümetinin önerilerle yapmağa çalıştığı da
maalesef budur.
-
Bu gerçekler ışığında Kıbrıs Cumhuriyeti’nin
tavrı bize göre bunun tam aksi olmalı, bunun dışına çıkılmamalıdır.. Bu,
bırakın güney Kıbrıs halkını, Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşayan Kıbrıslı olarak beni
de ilgilendirir. Ve açık yazayım, CTP’ nin TC politikasına teslim olmasından
sonra bu tavır benim için daha bir önem kazanmıştır. Beklentim de TC
tekliflerinin hemen reddedilmesidir.. Aksi halde bunun üzerinde pazarlık bile
kabul etmek, yaratılan işgal rejiminin şımarmasını, ona istediği zamanı
kazandırma ortamını yaratacaktır.. Annan planını kabul etmeyen Güney Kıbrıs’ın
buna yanaşmasını kendi adıma düşünmek bile istemiyorum.
-
Biliyoruz, doğru olan da odur: Bir halkın
kurtuluşu kendi vereceği mücadeleden geçer. Ama acı gerçek 1974 sonrası
uygulanan politika ve dayatmalar sonucu, Kıbrıslı Türk bu oluşumdan yoksun
bırakılmıştır. Taşınan TC vatandaşlarıyla nüfus oranı ve demografik yapının
bozulması, CTP ile “devlet” kadrolarına gelen Cumhurbaşkanı Başbakan vs.
gibilerin Türkiye politikasına adapte olması, ülkede bu yönde mücadele
alanını en azından şimdilik imkansızlaştırdı.. Bel bağlanan Kıbrıs
Cumhuriyeti adına sürdürülen politikadadır. Ama görüyoruz ki bu politika da
Kıbrıs’ın güneyine ve tek halka dayalı politikayı sürdürmede beklenileni
vermeden uzak duruyor.
-
Evet.TC politikası ile Kıbrıs’ın kuzeyinde
“hıh” deyicileri,1974 sonrası burada oluşan sistemi kalıcı yapmaya
uğraşıyorlar.. Son Türkiye önerileri de buna yöneliktir.
-
Bakıyoruz, güney Kıbrıs’ta da buna karşı çıkma
ancak sınırlı ve zamana oynamanın ötesine geçemiyor. Haliyle Kıbrıslı Türk
olarak olanlar bize oluyor, gün geçtikçe tükeniyoruz.. Ve olmayacak şey
diyoruz ya, gelişmeler karşısında o olmasını istemediğimiz şey, aklımızda
olanıyla kokuyla bize o soruyu sordurtuyor: Gidişat taksime mi?!
-
Türkiye yeni bir Kıbrıs planı açıkladı. ABD
Dışişleri Sözcüsü Kıbrıs konusunda AB ile temas içerisinde olduklarına ve
Condoleezza Rice'in da MGK Genel Sekreteri Alpogan ile bir araya geldiğine
dikkat çekerek Annan Planı'na desteğini yineledi. İngiltere Dışişleri Bakanı
KKTC'ye gidiyor. AB-Türkiye Karma Parlamento Komisyonu eş başkanı Lagendijk,
"AB ve Rumlar Türkiye'nin önerisini olumlu değerlendirsin" dedi. Avrupa
Konseyi Parlamenterler Meclisi Kıbrıs raportörü "Rumların baskı yaptığını"
iddia ederek görevinden istifa etti.
-
Dünkü gazetelerden derlenen bu haberlerin
üstüne "AKP'nin DYP politika başarıları" hakkında masallar bina edilecek. O
masallar bir yana, kendimizi bildik bileli tekrarlanan "herkes bize karşı"
nakaratının -üstelik Kıbrıs konusunda- tersine dönmesi ve bütün
emperyalistlerin Türkiye'ye koltuk çıkması gerçekten ilgi çekicidir. Bir
şeylerin değiştiği kesindir ve buna ilişkin ipucunu ana muhalefet partisi (!)
CHP'den gelen bir açıklama açık etmiştir. CHP'ye göre Kıbrıs konusunda "şimdi
ABD ve AB'ye çok iş düşmektedir." CHP bunu olumlu bir durum saptaması olarak
dile getirmiştir!
-
Aslında daha fazlası da söylenebilir: İngiliz
sömürgeliğinden birkaç on yy önce kurtulan Kıbrıs'ın anahtarı milliyetçi
didişmelerle dolu bir sürecin ardından tepsi içinde emperyalistlere teslim
edilmektedir. Türkiye'nin Kıbrıs konusunda daha önce söylenmemiş önemli bir
unsur içermeyen önerilerinin gücü, arkasına emperyalistleri almasında yatıyor.
Türkiye bugünlerde taraftar buluyorsa, bu teslim törenine hazır olduğu
konusunda birilerine güven verdiği içindir. 1970'lerde Kıbrıs'ın sola
kaymasını durdurmayı birinci görev sayan emperyalizm, kışkırtmalar ve darbe
denemelerinin sonunda fiili bir bölünmenin ortaya çıkmasına göz yumarak
muradına ermişti. Aradan yıllar geçti ve bir süredir ABD, yüzü Ortadoğu'ya
dönük bir uçak gemisine benzeyen stratejik önemi haiz Kıbrıs fırsatını
yeterince değerlendiremediğini düşünmeye başladı.
-
Kıbrıs konusunda Annan planı dahil bütün
yaklaşımların ortak paydası küresel emperyalizmin adayı çıkarları uğruna
kullanma olanaklarının arttırılmasıdır. İngiliz üslerinin (dikelya ve agratur)
sorgulanması bir yana, yabancı askeri güçlere adada daha fazla rol tanınması
öngörülmektedir. (Yunanistan’ın da adada 50.000 askeri vardır. Ancak, bunu
kimse dillendirmeye ve çekilsin demeye cesaret edememektedir) Bu konuda ABD ve
AB'ye çok iş düşmenin ötesinde emperyalizm bölgemizde çok işler çeviriyor.
Türkiye'nin emperyalistlere güven veriyor olmasının arkasında ise büyük bir
paket var. Paketin içinde ülkemizin bütün sanayi kuruluşlarının, limanlarının,
dev rantlar anlamına gelen kent merkezlerinin satışı var. Ayrıca, ülkemizin
Ortadoğu'ya dönük bütün karanlık planlarda uslu bir asistan olarak tekmil
vermesi var. Türk Silahlı Kuvvetlerini emperyalizmin kullanımına tamamen
açması var… Şu hale nazaran Kıbrıs' ta Türkiye'nin inisiyatifi ele aldığı ise
kuyruklu bir yalandır. Ülkemizin, halkımızın ve bütün bölge halklarının
yararına bir inisiyatifin varlık koşulu vahşi kapitalizm ve emperyalizme karşı
müştereken tavır almaktır. (4)
-
Şimdi bir de, Kıbrıs’la ilgili olaylarda en
çok sözü edilen, sıkça adı geçen ve cadı kazanını kaynatan adamın durum ve
haline, cemaziye-i evveline bir bakalım. Bu Kofi Annan… Hatırlarsanız bir
zamanlar da aynı makamda Butros Gali oturuyordu. Aslen Mısır kökenli ve bir
Osmanlı vatandaşı’nın oğlu. Soydan Türk düşmanı. Namı diğer ‘Çingene Butros’
Bosna-Hersek katliamları ile insanlık dışı Srebrenica vahşet ve soykırımının
mimarı. Birleşmiş Milletler ve NATO’yu tartışılır hale getiren adam… İşte bu
da onun bir eşi. Bakalım, bu Kofi Annan neyin nesi?
- KOFİ ANNAN ve ARKASINDA Kİ GİZLİ GÜÇ
-
Kıbrıs’ın ve Türkiye’nin geleceğini
belirleyecek olan “Annan Planı” hakkında bugüne kadar sıklıkla yazılıp
çizildi. Fakat, kimse bu planı yazdığı “söylenen” Kofi Annan’ın kim olduğunu
araştırmak zahmetinde bulunmadı. İnsanlar çocuğunu emanet edecekleri bakıcıyı
bile özenle araştırırken koskoca bir ülkenin geleceği belirlenecek antlaşmanın
emanet edileceği şahsında kim olduğunun bilinmesi gerekli değil midir?”
-
Burada hemen bir gerçeği vurgulamak gerek.
Aslında “Annan Plânı” ne Annan ve de bir başkası tarafından değil, bizzat
Türkiye Cumhuriyeti’nin dönemin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil
tarafından oluşturulmuş bir plândır. Bu husus, 2005 yılı sonlarında açılan
İngiliz arşivlerinden çıkan belgelerinde görülmüş bir gerçektir.
-
Şimdi açıklamalara devam edelim: “Küresel
Kapitalizm için çok önemli planların gerçekleşmesi beklenen kritik yılların
Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği koltuğuna Kofi Annan adında daha
önceden adı sanı duyulmamış karizmatik, kibar görünümlü, Ganalı bir zencinin
oturtulması öteden beri ilgimi çekmiştir. Kofi Annan’ın resmi biyografisine
baktığımızda bu kadar hızlı yükselmesinin sebebini anlamak mümkün değil çünkü
Annan’ın kariyeri, bırakın büyük diplomatik başarılara atılmış imzaları,
baştanbaşa eline yüzüne bulaştırdığı başarısız görevlerle dolu. Zenci olduğu
için genelde Afrika ile ilgili görevlere verilen Annan Somali’deki görevinde
tam bir başarısızlığa imza atmış ve Raunda Katliamında ise göz göre göre gelen
felaketi önlemeyi becerememiştir.
-
Bu boyuttaki iki başarısızlığa yol açan bir
diplomat Birleşmiş Milletler başına geçmek bir yana işinden bile atılması
beklenirken sonuçlar başka oldu.
- Peki Annan gibi başarısız bir diplomatı dünyanın en prestijli
işine getiren güç neydi? Bunun cevabı için Kofi Annan’ın geçmişine bakmak
lazım. Evet Annan bir Gana vatandaşı ama sıradan bilinen türden bir Gana’lı
değil. Gana’yı esas olarak iki kabile yönetir. Fanteler ve Ashanteler. Bu iki
kabile İngilizlerin bölgeyi sömürgeleştirmesinden önce yüzlerce yıl boyunca
zor kullanarak bu toprakların hakimi olmuştu. Annan anne tarafından Fante baba
tarafından ise yarı Ashante yani Gana’nın seçkinlerinden biri olarak doğmuş ve
ayrıca Babasının bir kabile şefi olması dolayısı ile bir zenci
aristokratıydı. İngiliz sömürge yönetiminin sonlarına doğru bu kabileler yeni
yönetime oldukça iyi uyum sağlamış durumdaydılar.
- Annan’ın kabile şefi
babasına bölgenin kaynaklarını sömüren Yahudi Lever kardeşler şirketi yüksek
maaşlı bir müdürlük pozisyonu vermişlerdi (evet bu Lever þu an dünyanın en
büyük kimyasal-temizlik ürün şirketlerinden olarak bildiğimiz Lever).
Kofi Annan’ın babasının bir özelliği de Gana’nın en önde gelen masonlarından
olması. Kofi Annan ülkesindeki bu “seçkin” durumunun da etkisiyle Ford
Bursuyla Amerika’ya gönderildi ve mezuniyetinin ardından Birleşmiş Milletlere
girdi.
Kendi gibi Ganalı aristokrat olan güzel bir zenci hanımla evlenen
Annan’ın kariyerinin ilk dönemleri son derece sönük ve genelde Birleşmiş
Milletler Hesabına bozuk yemek ve kullanım tarihleri çoktan geçmiş ilaçları
insani yardım adı altında soydaşlarına dağıtmakla geçti. Kolay değil, Mason
Locası aksi takdirde ona hak etmediği halde verdikleri koltuğu ayağının
altından çekiverirlerdi.
Kofi Annan bir süre sonra çabuk bıktığı karısından boşandı ve son
derece “özel” bir kadınla ikinci evliliğini yaptı. Her başarılı erkeğin
ardında bir kadın vardır lafını haklı çıkarırcasına Annan ikinci evliliğinden
sonra bugün oturduğu koltuğa doğru müthiş bir hızla yükselmeye başladı. Bir
zamanların “önemsiz işler adamı” Annan bir anda Birleşmiş Milletlerin en
popüler ve gözde diplomatı haline geldi. Peki bu “özel” kadının sırrı neydi?
Ne tür bir sihirbazlık oyunu dönüyordu?
- Annan’ın ikinci eşi ilk karısının tersine son derece güzel,
sarışın bir İsveçli olan Nane Lagergren’dir. Bir ressam ve avukat olan güzel
bayan Lagergren’in amcası ise son derece ünlü birisi. Yahudiler tarafından
kahraman ilan edilen ve Spielberg tarafından çekilen filme konu olan şindler
gibi bayan Lagergren’in amcası da Yahudiler gözünde bir kahraman haline gelmiş
olan Raoul Wallenberg.
- Bugün Kudüs’te “Yahudi Soykırımında” ölenlerin anısına 1953
yılında inşa edilen Yad Vashem anıtının bulunduğu bölgede “Doğruların Caddesi”
adında bir sokak vardır. Bu sokağın her iki yanında Yahudilerin soykırımdan
kurtulmasına yardım eden 600 kişinin anısına dikilmiş ve her birinin üzerine
adları yazılı 600 ağaç sıralanmaktadır. Bu ağaçların birisi ise Kofi Annan’ın
karısının amcasının ismini taşır. Söylenenlere göre Raoul Wallenberg Macaristan’da 30 bin kadar Yahudi’yi toplama kamplarına gitmekten kurtarıp
sağladığı İsveç pasaportlarıyla İsrail’e göndermiştir.
- Bir mimar olan Raoul Wallenberg 1936’da yeni bir devlet kurma
çabası içindeki Yahudilerin giderek çoğalan göçlerle yerleştikleri Hayfa’ da
bir bankada çalışıyordu. Burada çeşitli Yahudi gruplarla temasa geçen Raoul
Yahudilerin davasına gönül vermiş ve İkinci Dünya Savaşı sırasında İsveç
Hükümetinin de desteğiyle bir çok Yahudi’yi kurtarmış olduğu söylenmekte.
Savaşın sonunda Sovyetler tarafından ajan olduğu gerekçesi ile tutuklanan
Wallenberg’ den bugüne kadar haber alınamadı. Sovyetler onun savaşta öldüğünü
söylerken İsveçliler ise hala hayatta olabileceğine inanmak istemekteler.
- Raoul Wallenberg adına kurulan dev bir insani yardım vakfı
özellikle Brezilyalı Yahudiler tarafından finanse edilmekte ve başta Kofi
Annan’ın karısı olmak üzere pek çok kişi bu vakfın üye listesinde. Bu listede
Yahudi kurtarıcılarından biri olarak ödüllendirilen (kendisi de Sabatayist
Yahudi kökenli olan) ve geçenlerde ölen 1944 yılındaki Rodos konsolosu
Selahattin Ülkümen ve bugün Birleşmiş Milletler Protokol Dairesinde çalışan
Mehmet Ülkümen gözümüze çarpan Türklerden. Diğer tanıdık isimlerden ise eski
Kıbrıs Rum Kesimi Cumhurbaşkanlarından Tassos ve Papadopulos ve Glafkos
Klerides.
- Herhalde bu isimlerin Annan’ın karısının “Yahudi Kahramanı”
amcasının anısına kurulmuş vakfa üye olmaları tamamen tesadüftür (!!!!!)???.
- Listenin tamamına bakıp şaşırmak isteyenler (www.raoul-wallenberg.org.ar)
- adresine bakabilirler.
- Bu Raoul Wallenberg adına kurulmuş bir de İnsan Hakları
Derneği bulunmakta. Bu dernek 2001 yılından beri İstanbul Bilgi
Üniversitesinde açtıkları merkezde Türk Hakim, Savcı ve Polislerine insan
hakları dersleri veriyor. Biz “Barbar” Türklere “insanlık” öğretmek için
canını dişine takan bu dernek ayni zamanda “Homoseksüellerin maruz kaldığı
ayrımcılık” konulu bir seminere de Türkiye’de ilk defa imza atmıştı. Bu
seminerde biz “Barbar Türkler” “medeni” olmamakla ve bazı “masumların”
birbiriyle sapık ilişki kurma haklarını engellemekle suçlandık.
- Bakın görüyorsunuz Yahudi ve İsveçli dostlarımız ülkemizde ne
kadar yararlı (!!?) işlerle uğraşmakta.
- Buraya kadar yazdıklarımıza “ ne var bütün bunlarda “ diye
tepki verenler çıkabilir ve haklıdırlar çünkü Kofi Annan’ın hikayesindeki esas
heyecanlı kısımlar bundan sonra başlıyor. Kofi Annan’ın karısının da bir
üyesi olduğu Wallenberg ailesi pek de sıradan bir aile sayılmaz.
- Yahudi kökenli bir aile olan Wallenberg’ler Avrupa’nın en
zengin ve güçlü ailelerinden. Son derece köklü ve eski zenginler olan
Wallenberg’ler İsveç ekonomisinin neredeyse yüzde 50’sini kontrol altında
tutmaktadırlar.
- Investor AB adındaki dev holdingleri aracılığıyla 9 milyar
dolarlık bir fonu kontrol ediyorlar.
- Astra Zeneca, ABB, Atlas-Copco, Electrolux, Ericsson, Gambro,
OM, Saab AB, Scania, SEB ve VM-Data gibi bir çok şirkette açık hisseleri ve
dünyanın pek çok yerinde gizli yatırımları bulunmakta. Kofi Annan’ın karısının
da bu milyarlarca dolarlık servetin ortaklarından birisi olduğunu söylersem
Annan’ın ne kadar şanslı bir adam olduğunu da çıkarabilirsiniz.
- Wallenberg’ler Koç Holding ve Sürenlerle de son derece sıkı
dostlar. Peter Wallenberg Rahmi Koç Milletlerarası Ticaret Odasının
Başkanlığında halef selef. Kapsamlı ticaret ve “biraderlik” ilişkileri
bulunmakta. Süren ailesine de zenginliklerinin kaynağı Transtürk’ü neredeyse
hediye edenlerde Wallenbergler.
- Bu ailenin en önemli özelliklerinden biri de kaybetmeyi hiç
sevmediklerinden her zaman çift taraflı oynamaları.
- Mesela İkinci Dünya Savaşında ailenin kahraman evladı Raoul
Wallenberg Macaristan’daki Yahudileri kurtarmaya çalışırken Wallenberglerin
bankası Enskilda Almanya’ya savaşı finanse etmesi için büyük çapta borçlar
veriyor ve kendi fabrikalarında imal ettikleri “SKF” top mermilerini Almanlara
veriyordu. Alman ordusunun top mermilerinin büyük çoğunluğunu Wallenbergler
üretmiştir.
- Günümüzde de uluslar arası pek çok ortamda Wallenbergler
oldukça etkindir. (Damatları sağ olsun) Mesela Ocak 2003’te Davos’ta sağ kolları şeyh Sait’in torunu Cüneyt Zapsu (*) pek
çok kapitalist patrona Seehof Otelinde büyük bir yemek vermişlerdi ve Markus
Wallenberg de oradaydı. (Bu toplantı sonrası gecenin ilerleyen saatlerde
Victoria Otelinde ile Uluslararası dolandırıcı ve spekülatör
George Soros gizlice görüşmüşlerdir).
- Konuyu toparlayacak olursak Yahudi >Lobisi ve Küresel
kapitalizmin desteğini karısı kanalıyla elde eden ve Mason bir Afrikalı kabile
şefinin oğlu olan başarısız ama karizmatik diplomat Kofi Annan kendisine
yazdırılan plan üstüne yapılacak Kıbrıs görüşmelerinde tarafların anlaşamadığı
yerlerin üzerini kendisi dolduracakmış. Siz olsanız Kıbrıs’ın ve Türkiye’nin
geleceğini böyle bir şaibeli adamın kalemine emanet eder miydiniz?
- Bir de sürekli olarak merak ettiğim konu da, Doğu Timor’un
babağımsızlığıdır. (Kofi Annan’ın tebrik için gittiği, öve öve bitirmediği
Doğu Timor).
- (*) Bahse konu Cüneyt Zapsu, Sevgili Cem Yaren’in ‘Kırım
Mektupları’ nda açıkladığı veçhile Korkut Özal’ın Demokrat Parti Genel
Başkanlığı sırasında, önce İstanbul İl Başkanlığı ve Genel Başkan Yardımcılığı
(+Genel İdare Kurulu Üyeliği) ve daha sonra Genel Başkan Vekilliği
görevlerinde bulunmuş ve Demokrat Parti’nin “ümmetçi ve Kürt’çü” bir partiye
iblâğı (dönüştürülmesi) konusunda olağanüstü çabalar sarf etmiş; Bunda
muvaffak olamayınca da, DP’nin AKP’ ye yamanması esas hedefleri arasında yer
almış bir kişidir. Endonezya’nın doğusunda üzerinde sadece
Timorların yaşadığı adada, petrol ve doğalgaz emareleri bulunduktan sonra
(petrol adanın Hıristiyanların yaşadıkları doğusunda bulundu), adada iç savaş
çıkartılmış (Hıristiyan-Müslüman savaşı) Hıristiyan örgütlerin sürekli kamuoyu
yaratması, maddi destek sağlaması (tesadüf Kıbrıs için de, Türkiye ve
Kıbrıs’ta da bu örgütler oldukça yüksek oranda paralar harcadılar) ve Kofi
Annan’ın canhıraş çabaları sonucu Timor adası; Doğu ve Batı Timor adı altında
iki ayrı devlet haline getirildi. Timor adasında aynı ırktan geldikleri, aynı
dili konuştukları halde sadece dinleri farklı olduğu için ve Hıristiyanların
sahip olduğu petrol ve doğal gazın Müslümanlarla paylaşılmaması için adayı
ikiye bölen BM neden dilleri, dinleri, ırkları farklı olan iki ayrı milleti
tek devlet haline getirmek için çabalamaktadır? Acaba Timor adasını bölen
zihniyetin Kıbrıs’ı birleştirmek istemesinin sebebi gene petrol-doğalgaz veya
bakır olabilir mi? (Madenler Hıristiyanların tarafında ise adalar bölünmeli,
Müslümanların tarafında ise adalar birleştirilmeli midir?)
-
Ülkemizi bazı hayaller ve kişisel menfaatler
uğruna satmaya kalkışanlara karşı neler yapmamız gerektiğini ortaya koyup
harekete geçmekte zaman kaybedersek, yarın hayallerin ötesinde bile
olamayabiliriz.”
-
Burada vurgulanan ağırlıklı çifte standardı 23
Ocak 2006 günü açıklanan bir gerçekle pekiştirmek istiyorum. Şöyle ki, anılan
tarihten itibaren Almanya ve Hollanda’ da “ana dil” ile konuşmak okul
bahçeleri, sokaklar, parklar, marketler ve kafe’ ler dahil “özel konutlar”
hariç olmak üzere her yerde yasaklandı.
-
Aynı AB 1983’den bu yana bize ana dilde yayın
dayatıyor. Oysa, Almanya ve Hollanda’da dahil olmak üzere bütün AB ülkelerinde
özellikle de Yunanistan’da 2005 yılında her türlü Türkçe yayın ve Türk sözcüğü
bütünüyle yasaklandı. Yunanistan daha da ileri giderek Haziran 2005’den
itibaren İyonya (Anadolu) nın işgal altında olduğu ve kurtarılmasına dair bir
kitap yazdırarak bütün okullarında tedrisata koydu. Bizim Milli Eğitim
Bakanlığımız Yunanlılar aleyhine olan bütün yayın ve yazıları okul
kitaplarından kaldırır iken, Yunanistan’da bu “Türkiye aleyhine” yayınlar
bütün şiddet ve ağırlığı ile devam etmektedir. İşte muhataplarımız budur. İyi
tanıyalım.
-
Yine bir parantezle hatırlatmak gerekir ki; AB
tarafından Türkiye’ye dayatılan kriterlerin hiç birisi kendi iç yapısında yer
bulmayan ve uygulanmayan niteliktedir. Bunların başında ana diller konusu yer
alır. Lütfen hatırlayınız, Yosi Bros Tito’nun ölümünden sonra AB’
Yugoslavya’yı parçalama ve paylaşmayı hedeflemiş ve ilk olarak: “Yakında
Yugoslavya yeniden yapılanabilir ve bu yeni yapılanmanın esası etnisite
olabilir. Bu nedenle bütün Yugoslav vatandaşları etnik kimliklerini nüfus
kütüklerine yazdırmalıdır” telkininde bulunmuştur.
-
Daha sonra AB komisyonu marifetiyle bu amacını
gerçekleştirmiş, Yugoslavya’ yı bölmüş, parçalamış ve dönem itibarıyla yakın
tarihin en büyük Türk ve Müslüman katliamı ve soykırımına neden olmuştur.
- Kıbrıs konusunda da işleyen süreç aynıdır.
- 1974 ‘Kıbrıs Barış Harekâtı’ hukuk-u düvele (uluslar arası
hukuka) göre meşru bir müdahaledir. Londra-Zürich ve Garanti antlaşmaları
gereği yapılmıştır. Kaldı ki, bu müdahale öncesinde, müdahaleyi zorunlu kılan
kitle katliamları, gasp, haksız işgal ve soykırımlar vardır. EOKA, ENOSİS’i
gerçekleştirme gayesi ile adayı ‘Türksüzleştirme’ politikası uygulamış ve
1961-1974 arasında Kıbrıs’lı soydaşlarımız dönemin en büyük, en hain ve
acımasız mezalimine maruz kalmışlardır. Bu tarihi bir vakıadır. Vahşet bütün
dünyanın gözü önünde cereyan etmiştir. Ortada unutulması mümkün olmayan izler
ve çok acı hatıralar vardır.
- Öyle ki, bazı zekâ düzeyi düşük, akılsız,nisyan ile malul veya
dış kaynaklı vatan hainleri güye Kıbrıs’ta bir “BARIŞ” çabası içinde görünür
gibidirler. Oysa, “BARIŞ” 1961 ilâ 1974 arasını kapsayan yılların sorunu idi.
O yıllarda Kıbrıs’ta barış değil, savaş, soykırım ve dehşet vardı. Avrupa
Birliği de buna, tıpkı BM gibi seyirci kalmıştı.
- Bu iki yüzlülük ve çifte standart yüzünden, Kıbrıs’a barış,
her iki toplum için huzur ve istikrar getiren Türk ordusu; Daha savaş sürerken
ülkemiz solcuları, gerici, yoz ve yobazları, daha sonrada AB tarafından
‘işgalci’ olarak nitelenmiştir. Oysa, Türk ordusu orada yalnız Türk toplumu
için değil, Rum toplumu için de barış, istikrar ve huzurun garantisidir.
- Gelelim bu günkü plâna.
- Hükümet tarafından çok yeni ve iyi bir şeymiş gibi ileri
sürülen paket, zaten ilk aşamada Rum yönetimi tarafından olumsuz karşılanmış
ve red sinyali verilmiştir. AB’ nin ve ABD’nin sıcak bakıyor görünmesi ise
tamamen bir hile zaman kazanma taktiği ve desisedir. Ortada samimiyet yoktur.
Apaçık bir aldatmacadır. Bu plân ile Türk hükümeti’ de hem halkını ve hem de
kendini aldatmaktadır.
- AB ve Yunanistan tarafından oynanan oyun Yugoslavya
benzeridir. Ek protokol’ ün TBMM’de onaylanması ile her şey sona erecek ve
Kıbrıs’ta yine eskiye (yani 1974 öncesine) dönülecektir. Kör olmayan herkes
bunu bilir. Bu girişim, Kıbrıs’ta savaş, kan, katliam, soykırım, intikam ve
gözyaşına davetiye çıkartmaktır. Gaflet ve dalâlet ancak bu kadar olabilir.
- Peki sonra ne olabilir ? Söyleyelim:
- KKTC ortadan kalkar. Türkiye’nin, Atatürk’ün vasiyeti olan
Milli Davası sona erer. Barış dönemi biter. Türk Ordusu geri çekilir ve orada
önce bir sindirme harekâtı, daha sonra da katliam başlar. Daha, 1974 öncesi
mezalim, kan ve katliamlarının hesabı sorulmadan bir yenisi başlar. Hem de bu
defa, kendi ellerimizle ve bir takım çifte uyruklu vatan hainleri vasıtasıyla
AB üyesi yaptığımız “Güney Kıbrıs Rum Çete Devleti” tarafından. Türkçe
konuşmayı, okumayı ve Türk adının kullanılmasını yasaklayan ebedi ve sinsi
düşman Yunanistan tarafından. Ki, bu Yunanistan’ın Batı Trakya mezalimi, AB
üyesi olmasına rağmen bütün şiddetiyle sürmektedir.
- Konuyu bütün yönleri ile anlayabilmek ve kavrayabilmek için
biraz daha irdelemekte ve incelemekte yarar var. Dünkü ‘Milli Dava Kıbrıs’
neredeydi, şimdi, bu gün nerelere geldi. Tarihi olaylar ve gerçekler nedir.
Hele bir bakalım:
- “Kıbrıs, Büyük ATATÜRK' ün "Güneş Dil" teorisinde belirtildiği
üzere; Evveli Türk-ahiri Türk ve 1878'e kadar 300 sene 8 ay ve 19 gün resmen
Türk hakimiyetinde kalan, Anadolu'nun ayrılmaz parçası ve mütemmim cüzü olan
bir vatan toprağıdır. Hattâ jeolojik olarak binlerce sene önce İskenderun
körfezinden koparak bu günkü yerine kaydığı; Diğer bir efsaneye göre de, bir
vakitler Anadolu ve Suriye ile birleşik Atlantis yurdu (kıtası) iken, (gurur
ve kibirden ileri gelen) malum felâket sonucu bağlantıların çökerek yere
battığı ve Kıbrıs’ın doğal bir uzantı biçiminde yerinde kaldığı söylenir.
Yani, Kıbrıs’ın her hal-û kârda ana karası Anadolu’dur.
- Ada, 1878'de II. Abdülhamit Han tarafından İngilizlere üs olarak
kiralanmış (Agratur ve Dikelya) ve bu hak 1923 Lozan anlaşmasına kadar sürmüş,
bu tarihten itibaren İngiltere ye şartlı olarak terk edilmiştir.Şart,
İngiltere hakimiyetinde kalması, aksi taktirde yerel halka terk edilmesinden
ibarettir.
- Tarihi süreç yönünden Yunanistan'ın Kıbrıs üzerinde hiç bir
hakkı ve hukuku yoktur. Ancak, Türkiye'nin 1923 - 1950 yılları arasında
(gündeminde) aktif bir Kıbrıs politikasının olmayışından kaynaklanan ve
Rumların "megalo-idea" ve "akritas planı" çerçevesinde önceleri sinsice,
sonraları açıkça yürüttükleri işgal, ilhak ve genişleme (emperyalist)
eylemlerine ve uluslar arası hukuka aykırı tutum ve davranışlarının bu boşluğu
doldurmasına dayanan fiili bir durum vardır. Bu durum 1950’ye kadar böyle
devam etmiş ve terörist Yunan örgütleri adada perçinlenmiştir.
- 1950 yılında Türk hükümeti Kıbrıs’ı gündemine almış, bir-kaç
yıl içinde TMT’ yi örgütlemiş, adadaki soydaşlarımızın korunması ve belirli
bir statüye kavuşturulması için başta İngiltere ve Yunanistan olmak üzere, BM
ve NATO dahil sorunu uluslar arası forum ve plâtformlara taşımıştır. Bu
diplomatik atak ve mücadele aralıksız olarak 1959’a kadar sürmüş ve nihayet
19.Şubat.1959 tarihinde Kıbrıs konusunda, Londra müzakereleri anlaşma ile
sonuçlanmış; Hattâ, Başvekil Menderes antlaşmayı London Clinic adlı hastanede
imzalamıştır.
-
Böylece, (Londra, Zürich ve Garanti Anlaşması
ile) Türkiye Garantör Devlet sıfatını kazandı. Menderes hastaneye gelen Papaz
Makarios’u kabul etmedi. Londra Antlaşması ile İnönü’nün imzacı olduğu Lozan
Anlaşması’nın 16. maddesi ortadan kaldırılarak, “Türkiye’nin üzerinde hak
iddia etmekten vazgeçtiği Kıbrıs’a, Ankara tekrar ortak ve taraf oldu” ve
Kıbrıs tekrar “Milli Dava” haline geldi.
-
Dönem Hükümeti’nin Kıbrıs konusunda iki önemli
dayanağı vardır. Bunlardan birincisi; ATATÜRK’ ün: “Efendiler, Kıbrıs düşman
elinde bulunduğu sürece ikmal yollarımız tıkanır. Kıbrıs’a dikkat ediniz. Bu
ada, bizim için çok önemlidir.” (Ahmet Tolgay, Cumhuriyet Meclisi Üyesi ve
Kalem Müdürü – Lefkoşe) Tarzındaki vasiyet ve buyruğu, diğeri ise; Ada’ da
yüzyıllardır yaşayan Türk kardeşlerimiz ve onlarla birlikte Kıbrıs’ın taşıdığı
jeo stratejik önem ve değerdir. Başvekil Menderes, bu konuda tam bir beka ve
basiret sahibidir. Bu sıfatla; (MENDERES): “Biz milli menfaatlerimizi
Kıbrıs’ta müdafaa edemeyecek olursak anavatanın, hacet hininde (gerektiği
zaman) müdafaasında tekasül (gevşeklik) göstermek gibi bir vaziyete düşeriz.
Misak-ı milli dışında dahi Türk vatanı ve menfaatleri müdafaa edilmektedir.
Kıbrıs’ın büyük manâsı budur.” Demek suretiyle; Bu gün göz ardı edilen gerçeği
bütün çıplaklığı ile gözler önüne sermiştir.
-
1974 harekatına imkân veren Londra-Zürich ve
Garanti antlaşmalarının mimarı ve "Kıbrıs Milli Davasının sahibi" Demokrat
Partidir. (Bayar, Menderes, Zorlu) Uluslar arası kabul ve onaya sahip bu
anlaşmaların esası, iki toplumlu ve eşit haklara dayalı bir federasyon ve iki
kurucu devlet amacı, espri ve yaklaşımına dayalıdır.
-
Varılan nokta itibarıyla bu anlaşmalar çok
büyük bir tarihi başarı olup; Lozan anlaşmasına rağmen Türkiye’ye sürekli bir
hak ve hattı hareket imkânı sağlamıştır. Öngörülen amaç ve tam bir
kararlılıkla uygulanan strateji gereği, asgariden aynı görüş muhafaza edilerek
atide (gelecekte) Yunanistan ve AB yanlısı girişimlerle bu garantörlüğün
izalesine kesinlikle izin verilmeyecek ve yürütülen görüşmelerden olumlu sonuç
alınamaması halinde "ilhak" politikası devreye sokulabilecekti. Hazırlanan
ortam buydu. Aksi takdirde, tarihi hakların hiç birisinden vazgeçilmesi
düşünülmedi. Düşünülemezdi. Türkiye ile Kıbrıslı Türk kardeşlerimizin lehine
olmayan hiçbir anlaşma ve uygulama kabul edilemezdi. Rıza gösterilebilecek
nihai çözüm ise; Mevcut topraklardan kesinlikle taviz verilmeksizin "taksim"
veya “ilhak” dı.
-
1974 “barış harekâtı” bu ortam ve yasal imkân
kullanılarak haklı, doğru ve uluslar arası meşruiyeti varit bir müdahale
biçiminde yapıldı. Zamanın ve müteakip dönemlerin aciz ve zavallı hükümetleri
yanlış yapmasa idi; Bu gün Kıbrıs’ın tamamı Türkiye’nin olabilir ve yaşanan
bunalım ve buhran pekalâ ortadan kalkabilirdi. Fakat, harekâtın yarım
bırakılması, istikrarlı ve tutarlı bir politika izlenmemesi, nihayet AB ile
yapılan Gümrük Birliği anlaşmasında Kıbrıs konusunda taviz verilmesi “Milli
Davayı” baltalamış ve birbirini takip eden ihanetler sayesinde bu günlere
kadar gelinmiştir.
-
Kıbrıs tarihinin efsane isimlerinden Doktor
Fazıl Küçük ve Dr. Rauf Denktaş yukarda açıklanan ve Atatürk’ün ortaya koyup
Menderes’in hayata geçirdiği politika’ nın sadık ve samimi müdafileridir.
Doktor Fazıl Küçük neyse ama, bu süreçte tam bir vefa ve fedakârlık örneği
veren Rauf Denktaş çok rencide edilmiş ve Kıbrıs davasına büyük oranda zarar
verilmiştir.
-
Özellikle, Annan plânının oylamasında
üstlenilen risk, gün alma pahasına tekrar tekrar verilen taviz ve ivazlar,
bugün itibarıyla davayı rayından çıkartmış ve içinden çıkılmaz hale
getirmiştir. Dahası, Kıbrıs’ın BOP ve BİP projelerinde odak noktası haline
getirilmesi, stratejik önemini kat be kat arttırmış ve her ne pahasına olursa
Türkiye’ den kopartılması hedeflenmiştir.
-
Bu arada yaşanan bir de “T. Loizidou' ya
tazminat SKANDALI” vardır. Hükümet burada tam bir zaaf ve gaflete düşerek çok
büyük bir yanılgı ile malûl olmuş şiddetli bir baskı, kişisel zafiyet veya
menfur taahhütlerden dolayı boyun eğme, icbara icabet döneminin en büyük
hatasını yapmasına neden olmuştur. Gerçekte, Türkiye ve KKTC halkına ihanetin
başka bir boyutu da budur. Dayatılan antidemokratik, ahlâksız, adaletsiz ve
hukuksuz sürece kati teslimiyetin “utanç ve hicap belgesi” budur. Bu konuda
gösterilen zafiyet, Türkiye Cumhuriyetini hacir altına sokmuş ve adeta
geleceğini ipotek altına almıştır. Bedel, maalesef bu kadar büyüktür.
-
Mevcut hükümetin yürütmek zorunda ve hattâ
mecburiyetinde kaldığı Kıbrıs politikası adeta bunun eseridir.Aslında bu dava
düzmecedir. Mizansendir. Uyduruktur. Hiçbir hukuki değeri ve dayanağı yoktur.
Aynı zamanda AB’nin iki yüzlülüğü, insanlık dışı çifte standart uygulaması,
art niyeti ve Türkiye’ye karşı açık kin, derin husumet ve açık düşmanlığının
bir belgesidir. Keza AİHM (?) nin, bir mahkeme değil, siyasal bir tiyatro
olduğunun da apaçık göstergesidir. Hukukla ilişkilendirildiği taktirde ise,
hukukun ve adaletin utancıdır.
- Lâkin kabahat onlarda değil, ne yazık ki gaflet ve dalâlet içinde olan
bizim siyasilerimizdedir.
- T. Louzidio davası ve meselesi ana hatları ile şöyledir:
“Dönemin Türk Hükümetleri tarafından 1963’den bu yana uygulanan Kıbrıs
politikalarında istikrarlı, azimli, ilkeli, onurlu ve kararlı bir politika
izlenmemesi sonucu bazı olumsuzluklar yaşanmış ve dava derinden yara almıştır.
Örneğin, ülkemizin yakın gelecekte karşı karşıya kalabileceği” Ermeni Soykırım
İddiaları” ile Rum taleplerine mesnet teşkil edebilecek “lozidu” davasıdır. Bu
davanın,(Güney Kıbrıslı Rum T. Loizidou) özellikle hatırlanması, incelenmesi
ve sürekli gündemde tutulması gerekir. İşte olayın ayrıntıları: Halen
(sayemizde) AB üyesi Güney Kıbrıs Rum tarafı (Bebek katiline kol kanat geren
ve pasaport veren) vatandaşı olup: 1974 barış harekatı nedeniyle taşınmazları
KKTC sınırları içinde kalan (davacı) Titiana Loizidou' nun AİHM' ne açtığı
dava hukuk usulüne aykırı atıl ve “mesnetsizliği ve zorunlu iç hukuk
yollarının tüketilmemiş olması nedeniyle” esastan muattaldır. Mahkemenin
davayı kabulü kabil olmadığı halde; Türkiye de mevcut dönem Hükümetleri 'nin
zafiyetle malul, baskıya boyun eğen ve kişisel bazda devleti temsil kabiliyet
ve kudretinden yoksun olması ile AB' nin Rum-Yunan yanlısı çifte standartlı
iki yüzlü-dönek politikaları nedeniyle bu dava, ne yazık ki AİHM’ de görülmüş
ve doğal olarak ülkemiz aleyhine sonuçlanmıştır. Şekil ve safahat olarak çok
standartlı AB' nin yüz karasıdır.
-
Hükmedilen tazminat iyi hesaplanmış, böylece
Türkiye'nin ekonomik olarak çökertilip KKTC'nin yok edilmesi amaçlanmıştır.
Oysa, fiilin vukua geldiği tarih ile 1987 yılında kabul edilip, 1989 yılında
yürürlüğe giren AİHM ile "Ekonomik ve Sosyal Haklar Sözleşmesi" arasında geçen
süre yönünden (diğer karineler dahil) davanın "kabulü kabil olmaması"
nedeniyle talebin reddi gerekirdi. Zorunlu şartlar bazında, iç hukuk
yollarının bütünüyle tüketilmediği cihetle dava, muhataplık yönünden
dayanaktan yoksun, mesnetsiz ve yok hükmündedir. Ne usulen görülme olayı ve ne
de sonucu, Türkiye'yi bağlamamaktadır. Dahası, zorunlu bir yasal kural olan
"iç hukuk yollarının tüketilmesi" hususunda KKTC nezdinde hiç bir başvuru
yapılmamış, esasa uyulmamış, uygulanmaya tevessül edilmemiş ve dava açmanın
gerekli kıldığı şartlara kesinlikle riayet edilmemiştir. Teşebbüsün hukuki ve
siyasi yönden karar, emsal ve karine değeri yoktur. Bu vahim, küstah ve
düşmanca tavır ve nihayet ortaya çıkan tablo; Tam bir vatana ihanet belgesi
olan GB anlaşması ile başlatılan süreçte çok sinsi, meşum ve hain bir
pazarlığın sonucudur. Annan Planı da böyledir. Nitekim, bahusus dava da
Türkiye yi, esas adı Athena Diamandis (Deniz Akçay, emekli bir generalin oğlu
T. Akçay' ın eşi) olan bir rum asıllı Avukatın temsil ettiği hayret ve dehşet
verici bir gerçektir. Kaldı ki, Dışişleri Bakanlığı bundan üç yıldan bu yana
haberdardır.
-
Burada en önemli unsur; Londra-Zürich ve
garanti anlaşmalarının çiğnenmiş ve yok sayılmış olmasıdır. Bu affedilmez bir
ihanet, suç, gaflet ve dalalettir. Özellikle, Uluslar arası Ceza Mahkemesinin
kuruluş sürecinin ivme kazandığı bir aşamada, geçmişten intikal böyle bir
tuzağa düşmemek ve Avrupa Komisyonu marifetiyle tehir-temlik ve/veya bütün
sonuçları ile ret yolu seçilebilir ve Lahey Yüksek Adalet Divanına
gidilebilirdi. Ancak, Dışişlerinin başta Fransa olmak üzere bazı karşıt
güçlere boyun eğerek, her ne pahasına olursa olsun AB yolunu tıkamamak
pahasına buna evet dediği anlaşılmaktadır. Böyle bir anlayış ve yaklaşım çok
yanlıştır. Özellikle bu kertede ve 14 Aralık seçimleri arifesinde Sayın
DENKTAŞ ve Milli Kıbrıs davasını sabote etmek anlamını taşır. Maalesef maksat
hasıl olmuştur. Kararın emsal teşkil etmeyeceğine dair AB komisyonu ile
yapılan sözde tehir ve temlik mutabakatının hiçbir hukuki ve fiili değeri
yoktur. Aldatmacadır. Çok tehlikeli bir tuzaktır.
- Hasılı, Loizidou'nun AİHM' ne başvurusu atıl, muattal ve yok
hükmündedir. Bu menfur, sinsi, şaibeli ve meş'um bir oyun, hain bir tuzak ve
düzenden ibarettir. Hiç bir hukuki dayanağı ve ahlaki yanı yoktur. AB-rum-yunan
üçlüsü tarafından Türkiye bir tuzağa düşürülmüş ve oyuna getirilmiş, Dışişleri
Bakanlığının görevi ihmal, bürokratlarının da gaflet, cehalet ve
basiretsizliğinin kurbanı olmuştur.
- Bu tarihi yanılgı, takipsizlik ve sorumsuzluk nedeniyle; Türk
milleti ve KKTC halkı vesayet ve taahhüt altına sokulmuş, meşru ve yasal
KKTC'nin geleceği ipotek altına alınmış, onurumuz kırılmış, yasa dışı ve gayri
meşru güney Kıbrıs çete devleti adeta tanınmış, Ordumuz işgalci konumuna
düşmüş ve AİHM' nin haksız, hukuksuz, dayanaksız ve mesnetsiz kararı kabul
edilmek ve para cezası "hukuka aykırı olarak" ödenmek suretiyle emsal
yaratılmış ve "TC Devleti" ile KKTC Devletinin hükümranlık hakları ile
saygınlık ve bağımsızlığına halel getirilerek, gelecekleri ipotek altına
sokulmuştur.
- Bahse konu tasarruf ulusal, yasal ve anayasal bir suçtur. TCK'
na göre vatana ihanetle eş değerdedir. Emsal bir suç da Gümrük Birliği
anlaşmasının akılsız ve sorumsuzca imzalanarak, Türkiye nin yüzlerce milyar
dolar zarara uğratılmasıdır. Yetkili ve sorumlu milli taraflar buna kayıtsız
kalmakla, aynı ihanet suçunu paylaşmış olmaktadır. Bu gün çekilen cereme ve
sıkıntı ile 1995 den günümüze yaşanan krizler bahis konusu sorumlu görünen
sorumsuzlar yüzündendir. Şimdilerde yaşanan da, tıpkı "gümrük birliği
anlaşmasının imzası gibi" yavru vatan Kıbrıs ve milli Kıbrıs davamızı riske
eden/baltalayan sorumsuz ve "şahsi bir" davranış biçimidir. Sorumluluk
Hükümete, Milli davaları özen ve önemle takip etmeyen ilgili Bakana ve Aziz
Türk Milletine içten içe husumet besleyen dönmelerle bunların eş ve
yandaşlarına (dahili bedhahlara) aittir. Bu atalet, su-i niyet kaynaklı
korkaklık, zafiyet ve skandal asla ve asla devlete maledilemez. Bu nedenle:
Başta C. Başkanımız, Yüksek Yargı Başkanları, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı,
Türk Tarih Kurumu ve diğer yetkili, ilgili ve sorumlular ile Atatürk
Cumhuriyetinin Baş Savcılarının bu işin peşini bırakmaması gerekir. Ayrıca,
Sırbistanlı Rumların Belgrat Barosuna vaki başvurusu Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesine intikal ettiği ve bu süreçte Dışişleri Bakanlığı davanın men ve
belânın def’i hususunda tedbir almadığı taktirde bu defa ilgili bakan
“Abdullah Gül” mutlaka ve derhal istifa etmelidir” denilmiş idi. Fakat, bir
şey olmadı.
- Süreç, Türkiye aleyhine gelişen seyrini sürdürdü.
- Oysa, dış politikada mütekabiliyet aramamak, vatana
ihanettir.
- Yine o dönemde “KIBRIS Konusunda Çözüm Önerileri” adı altında bir takım
öneriler açıklanmış ve yönetimin dikkati çekilmeye çalışılmış idi. Fakat,
mevcut ve mer’i yönetim, “Bunlar aralarında karar verdiler, ne pahasına
olursa olsun eninde sonunda Kıbrıs’ı alacaklar” saplantısında olduğu için bu
önerileri kaale almadı ve kendisinden başka kimseyi dinlemedi. İşte, o dönem
itibarıyla dile getirilen öneriler:
- “Konuyla ilgili olarak ilk iki makalede (8 ve 9) açıklanan tarihi gelişim
süreci ve müteakip dönemde, müktesep haklara rağmen yapılan hatalar ile buna
paralel olarak gelişen olaylar nedeniyle muhatap olunan sıkıntılar had safhaya
ulaşmış ve şu an için çok kritik bir noktaya gelinmiştir. Diğer bir anlamda,
zamanın DP Hükümeti tarafından Lozan anlaşmasının 16. maddesine rağmen elde
edilen büyük başarı ve 35 yıllık bir aradan sonra yeniden Kıbrıs’ın “milli
dava” noktasına taşınması (büyük bir kazanım) olayı, bir çırpıda yok edilmiş,
kaybedilmiş ve adeta umutsuz çırpınışa dönmüştür.
- Şimdilerde ise adım-adım Sevr’e dönüş çabaları gözlenmektedir.
- Zira, 1958-59 yıllarında Dikelya ve Agratur üslerini tutmaktan
ve korumaktan başkaca bir şey düşünmeyen sömürge imparatorluğu İngiltere “ada”
nın zamanla kazanacağı önem ve değerin farkında idi. Derken beklenen oldu. Bu
gün için Kıbrıs BOP ve BİP’ in çıkış noktası ve “olmazsa olmaz” müstenidadı,
jeostratejik (dayanağı) sıçrama tahtası, şer ve şeytani güçlerin nokta-i
istinadı haline gelmiştir. Bu uğurda ve adanın güneyde kurulu yeni AB üyesi
çete/mafya devletini, kirli emel ve insanlık dışı çıkarları için rahat
kullanabilmek amacıyla; Türkiye’nin himayesinde görünen-bilinen ve tam olmasa
bile hasbelkader “hukuk devleti” sayılan KKTC’ni yok etme çabası ağırlık
kazanmıştır.
- Yani, mevcut AKP hükümetinin de âli gayretleri ile bu “Milli Dava” alenen
kaybedilmek üzeredir.
- Başta İsmet İnönü (1948-1950,1963) olmak üzere,dahilde;
Süleyman Demirel, Mesut Yılmaz, Tansu Çiller, Murat Karayalçın ve Deniz
Baykal, hariçte Baba-oğul Bush’lar, Butros Gali, (BM) Kofi Annan ve Klodya
Roth’un (AB) çocukları bu davayı AB, ABD, İngiltere ve Yunanistan’ a peşkeş
çekerek, milli kahraman Rauf Denktaş’a rağmen bitme noktasına getirmeye
muvaffak olmuşlardır.
- Üstüne üstlük 2004 yılında oylanan Annan plânı, esas itibarıyla Yunanlı
Rumlar tarafından hazırlanmış; Akritas plânı, megalo idea, Enosis ve eoka
idealleri ile örülmüş-dokunmuş, önsözü de Kofi Annan’a yazdırılmış bir “Yunan’
a ilhak” ve apaçık Türk’e ihanet projesidir. Projenin arkasında ABD ve AB
desteği vardır. Buna rağmen referanduma sunulmuş her iki tarafça oylanmış ve
güneyin reddine rağmen Türk tarafınca “evet” verilmiştir. Ne için ve ne
karşılığında ? Sözde, ambargoya son verileceği, izolasyonların, siyasi ve
iktisadi ablukanın kaldırılacağı, ekonomik, ticari ve siyasi tedbirlere “yeter
artık” denileceği, KKTC’nin önünün açılacağı, dahası AB’den yardım ve destek
yağacağı vaatleri (yalanları) ile... Peki sonuçta ne oldu ? Tabii ki hepsi
boşta kaldı. Aradan geçen uzunca bir süreye rağmen hiçbir müspet gelişme
olmadı. Lâkin, Türkiye’nin köşeye sıkıştırılmasına devam olundu. AB’nin niyeti
açıkça anlaşıldı. Yunanistan’ın sinsi plânları ortaya kondu. Hem de Ege’den
tutun, Batı Trakya’ya, Türkiye’ye AB tarafından verilecek bir takım kredi,
destek ve hibelerin engellenmesine kadar pek çok baskı ve tehditle birlikte.
- Bu zafiyetle başlayan süreçte bakınız neler-neler oldu?
-
Güney Kıbrıs’taki Türk mirası, Türkiye’nin ve
KKTC yönetiminin gözleri önünde neredeyse bütünüyle tahrip ve yok edildi.
Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin (GKRY), topraklarındaki Türk ve Osmanlı kültürel
mirası 16 cami, 1 hamam, 2 çeşme ve 1 tekke-türbeyi yok ettiği belirlendi.
Cumhurbaşkanlığı Siyasal ve Kültürel Araştırmalar Danışmanı Ahmet Okan,
Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Hasan Erçakıca ile (Temmuz-2006’da) düzenlediği basın
toplantısında, KKTC Cumhurbaşkanlığının Güney Kıbrıs'taki Osmanlı ve Türk
kültür varlıklarının durumuna ilişkin araştırması hakkında bilgi verdi.
-
Okan, mezarlıkların büyük bölümünün tarım
arazisi olarak kullanıldığını, eski eser kapsamına giren hamamların ise ya
tamamen yok edildiğini veya da çok kötü durumda bulunduğunu bildirdi.
-
KKTC Cumhurbaşkanlığının Güney Kıbrıs'taki 140
yerleşim biriminde yaptığı araştırmaya göre, ziyaret edilen toplam 102 caminin
16'sı artık yok. Camilerin 14'ü kötü durumda, 47'si ise bakımsızlıktan
dökülüyor. Durumu iyi bulunan camilerin sayısı sadece 25. Evet, bu gün dahi
Güney Kıbrıs’taki Türk kültür varlıkları “tam bir art niyet, kasıt ve
hıyanetle” yok edilmekte, Türk-İslâm ve Osmanlı izleri haince silinmektedir.
-
Tespit edilen 148 mezarlığın sadece 3'ü iyi
durumda bulunurken, mezarlıkların 43'ünün yok edildiği, 93'ünün çok kötü
durumda olduğu belirtilmektedir.Türk evlerinin durumu ise daha da feci
durumdadır. Lefkoşa'da 5, Baf'ta 20 ve Larnaka'da sadece 1 evin durumu iyi
olarak tespit edilmiştir. İyi durumda Türk evi bulunmayan Limasol' daki 28
evin 5'i yok edildi, 23'ü bakımsız.
-
Okan, bu araştırmanın, Rum yönetiminin
kültürel miras üzerinden siyasal bir fayda temin etmeye çalışmasından ‘duyulan
rahatsızlık ve derin endişeden dolayı’ yapıldığını ve amacın gerçekleri ortaya
koymak olduğunu kaydetti.
-
Buna mukabil, Rumların çeşitli şekillerde
Kuzey Kıbrıs'taki kültürel mirasın yok edildiğine dair uydurma yayınlar
yaptığına işaret eden Okan, iyi durumda olan ve Rumların ibadetine açılan St.
Mamas Kilisesinin eski görüntülerini yayınlayarak yalana dayalı propaganda
yapıldığını kaydetti. (12)
-
Oysa, bir yandan AB, diğer yandan Yunanistan
baskısı altında ne yapacağını bilemeyen KKTC hükümeti; 1974’den sonra hukuki
ve doğal bir hak olarak değiştirilen Yunanca köy, mahalle ve sokak isimlerini
tekrar hayata geçirmek gibi, çok vahim bir hatayı icra etme gafletine düşmüş
bulunmaktadır. Bu durum utanç ve hicap vericidir.
-
Peki, bütünü ortaya çıkan ve hiçbir saklısı
gizlisi kalmayan bu hedef ve hainane amaçlara karşın Türkiye ne yapmalıdır?
-
Öncelikle, Londra-Zürich ve Garanti
anlaşmalarına bir kez daha halel getirilme’ mesi çok önemli ve zorunludur.
Yeterince ve gereksiz yere pek çok taviz verilmiştir. Artık yeter. Bundan
sonra taviz ve ivaz vermek vatana ihanetin daniskası olur.
-
Hazırlanmakta olan Annan plânının yeni
versiyonu rum tarafına daha çok hak ve imkân sağlamaya ve KKTC’ni bütünüyle
tarihten silmeye yöneliktir. Artı, daha önceki plân Türk tarafınca uygun
görülmüş ve onaylanmış olmakla; KKTC için bu süreç sona ermiştir. Artık böyle
bir tuzağa düşmek enayiliktir. Aklı başında hiçbir Türk bu tuzağa
düşmez.Ancak, Kapitalist ve emperyalist AB ve ABD’ nin uşakları ve Türkiye
düşmanları bundan müstesnadır.
-
Velev ki, bundan sonra her hangi bir müzakere
yapılacaksa bile:
-
1. KKTC’nin bütün dünya ve İslâm alemi
tarafından tanınması ve müstakilen AB’ye alınması, (1959-60 anlaşmaları
gereği) aksi taktirde GKRC’ nin, bir kasıt ve ihanet sonucu uluslar arası
hukuka aykırı olarak iktisap ettiği AB üyeliğinin fesih ve iptali için, Lahey
Yüksek Adalet Divanı’na başvurmak dahil her yola başvurulması,
-
2. Türk tarafının toprak bütünlüğüne, hukuki
varlığı, hükümranlık hakkı ve devlet varlığına asla dokunulmaması, aslen vakıf
arazisi olan Maraş dahil olmak üzere bir karış dahi toprak verilmemesi,
teşebbüs edenlerin ‘vatana ihanetle suçlanarak” muaheze edilmesi,
yargılanması, sorgulanması ve mutlaka cezalandırılması, sahip olunan ve
1974’den bu yana fiilen ve resmen kullanılan haklara halel getirilmemesi.
-
3. Kuzeyde Alsancak tarafında yer alan,
stratejik önem ve değeri haiz Türk toprağının KKTC ile birleştirilmesi
konusunda gereken her türlü teşebbüsün yapılması,
-
4. T. Louzidiu’ya gereksiz ve lüzumsuz yere,
hukuka aykırı olarak verilen tazminatın gerekirse Lahey Yüksek Adalet Divanına
gidilerek iptal ve iadesinin istenmesi. İadenin kabil olamaması halinde,
davaya bakan rum asıllı avukatların dava edilmesi ve değilse diğer
sorumlulardan tahsil ve tazmini cihetine gidilmesi,
-
5. Böyle kalıcı ve garantili bir sonuca
varılması halinde KKTC’nin siyaseten rehabilite ve restore edilmesi; Milli ve
manevi değerler cihetiyle imarı, 1974-2006 sürecinde yaşanan iki yüzlülük,
yardım-yataklık ve kargaşa sebebi odakların tasfiyesi. Ciddi, iyi, dürüst ve
demokrat bir hukuk devleti şeklinde yeniden biçimlendirilmesi.
-
6. Güney Kıbrıs sınırları içinde kalmış bütün
Türk mallarının ‘mutlak adalet norm ve kriterleri dahilinde, ancak yapay
değerler baz alınmaksızın “mütekabiliyet ilkeleri ve yüzölçümleri esas
alınıp’ hesap, mahsup ve takas yoluna gidilerek; Devam eden arsa, arazi ve
sair emlâk sorunlarının kalıcı olarak çözümlenmesi,
-
7. Asla ve hiçbir konuda taviz ve ivaz
verilmeksizin (zira bu topraklan uluslar arası kabul görmüş anlaşmalar gereği
kan dökülerek ve milis-asker şehit verilerek alınmıştır) bir sonuca
varılamaması halinde; İngilizlere ait Dikelya ve Agratur üslerinden de hak
talep ve iddia etmek kayıt ve şartıyla Türk tarafına ait toprak bütünlüğünün
tahkim edilmesi. Tam koruma altına alınması. Bu güne kadar verilmiş bütün
taviz, söz ve antlaşmaların iptal edilerek re’sen, kellem yekün yok sayılması,
-
8. Hür, hakim, hükümran ve müstakil bir KKTC
garantiye alındıktan sonra yeniden yapılanma restorasyon ve rehabilitasyon
konusunda sağlıklı bir sonuca varılamaması halinde ilhak’ ın gündeme
getirilmesi ve son (şaibesiz) Cumhurbaşkanı Dr. Rauf DENKTAŞ Vali olarak tayin
edilmek suretiyle Anavatan’ a katılımın ifa, icra ve ikmal edilerek meselenin
kapatılması.
-
9. Mevcut hükümetin, devlet ve millet hakkı
için tek ve yegâne görevi budur. Hatalar derhal tamir, bozulan politikalar
imar ve yıllardır bilinçsizce, hattâ gaflet, ihanet ve dalâletle verilen
tavizler mutlaka ve behemahal (acilen ve derhal) geri alınmalıdır. Şimdi
akıllı, alim ve cesur olmak zamanıdır. Daha fazla vakit kaybı, karşımızda yer
alan ihanet erbabı Türk, İnsan ve İslâmiyet düşmanı güruhun kazanması anlamına
gelecek ve bundan sonra da Türkiye’nin Kıbrıs’la ilgili bir “milli davası”
kalmayacaktır.
-
Tek ve en son çaredir. Aksi taktirde zayıf,
aciz ve çıkarcı insanların elinde “Kıbrıs Davası” oyuncak olacak ve ileride
Anavatan, Türkiye’nin başı çok büyük dertlere duçar olabilecektir. Meselenin
bu şekilde istikrarlı ve kararlı bir azim, akıl ve irade ile tamamlanıp
kapatılmaması ve bu meyanda gerekli kararlılık, basiret, cesaret ve bekanın
gösterilememesi halinde; Türkiye çok büyük bir darbe daha yemiş olur. Sorun
bir daha da çözülemez. (7)
-
Bunlar maalesef kimseler tarafından dinlenmedi
ve dikkate alınmadı Bütün bu öneriler açıkça ileri sürülüp, uluslar arası
forumlar ve Davos dahil bir takım plâtformlarda söylendikçe Sayın Denktas’ın
kulakları çınlıyor olmalı. Dahası, KIBRIS' la ilgili gelişmeler konusunda
KKTC’nin mevcut Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın (iş başa düşünce) geçmişteki
tutumuyla çelişen değerlendirmesi çok ilginç:
-
"Rumlar hiçbir şeye yanaşmıyorlar. Çünkü
Kıbrıs Türk'üne hiçbir hak vermek istemiyorlar. Dünya artık Rumların bu
tutumunu görmeli. Kıbrıs' la ilgili uluslararası kuruluşlar ve devletler de
Rumlara 'artık yeter' demeli. Rumlar çözümden kaçıyorlar."
Yine geçmiştekilerle çelişen bazı yorumlar hem düşündürücü, hem de hayret
verici:
-
Rumlar çözüm istemiyor.
-
ABD ve Avrupa Birliği'ni kalkan yaparak,
kullanarak Türkiye'yi sıkıştırıp ödünler almayı amaçlıyorlar. Oysa, "Papadopulos
gibi Eokacı bir tedhişçi, cani ve soykırımcı faşistle Kıbrıs'ta çözüme asla
ulaşılamaz. Onun anlayışı Kıbrıs'taki Türk varlığını yok saymak ve onları
(tıpkı Yunanistan’ın Batı Trakya’da yapmaya çalıştığı gibi) kolayca
sindirebileceği küçük ve korumasız bir azınlık haline getirmek.
-
Dünya artık çözümü (!?) isteyen tarafın
Türkler, istemeyen tarafın da Rumlar olduğunu anlamalı ve soruna müdahale
etmeli."
-
Aslında, ortada çözülecek bir şey de yok.
-
Zira, Kuzey Kıbrıs 1974’den bu yana zaten
barışı yaşıyor.
-
Önemli ve gerekli olan tek şey, uluslar arası
kabul görmüş anlaşmaları hayata geçirerek bu barış ortamını sürdürülebilir
hale getirmektir. Ama gel de anlat. Gerçekte kendileri “sorunlu olan” kimseler
illâ da bir sorun üretmek ve yaratmakla meşgul. Yani, bir anlamda sorun: Olaya
taraf olanların satılmışlığından, sabetaistliğinden veya dönme yahut devşirme
olmalarından ileri gelmekte.
-
Olaya, tıpkı 1963-1974 ve 1989’dan sonra
bakıldığı gibi AB ve ABD kafası ile bakılmakta ve fakat Milliyetçi-Atatürkçü
(Kemalist) bir perspektiften bakılmamaktadır. Bu, Türkiye’nin ayıbıdır.
İlerleyen bölümlerde açıklayacağımız gibi daha ne ayıplar, art niyetler ve
ihanetler vardır. Göreceğiz.
-
Bu değerlendirmelerden sonra akla şu soru
geliyor: "Denktaş da yıllardan beri aynı şeyleri söylemiyor muydu?”
-
"Rumlar adanın tümünü istiyor. Türklerin
egemenliğini tanımıyor. Adadaki Türk varlığını ortadan kaldırmayı, 50.000
kişilik Yunan askerini değil Türk Askeri varlığını yok etmeyi (adadan
çıkartmayı) amaçlıyor. Onların derdi çözüm değil, adanın tek sahibi ve mutlak
hakimi olmak" demiyor muydu? İşte o zaman Rauf Denktaş’ı çözümsüzlüğün mimarı
olarak niteleyenler. Kıbrıs sorununu her şeye rağmen sürüncemede bırakıp
Türkiye'nin başını belaya sokmakla suçlayanlar. Türkiye'nin önünü tıkayarak
‘ülkeye ihanet edildiğini’ iddia edecek kadar ölçüyü kaçıranlar. Onu (Rauf
Denktaş’ı) saf dışı bırakmak için Avrupalılarla (Karen Fogg) çocukları ve
Rumlarla ortak kampanyalar düzenleyenler. Çeşitli vaatlerle Kıbrıs Türk
halkını ona karsı yönlendirenler.
-
Referanduma evet denmesi durumunda bütün
izolasyonun kaldırılacağı, her türlü parasal yardımın Kuzey'e doğrudan
yapılacağı konusunda sözler verip halkı aldatıp, kandıran yalan söyleyen
Avrupalılar. Hepsinin bugün gelinen noktada vicdanları sızlıyor mu acaba?
-
Onun ötesinde Denktaş'a yapılan haksızlığın,
insafsızlığın ezikliğini bilmem duyuyorlar mi? (8)
-
Bu hükümetin yapması gereken ilk şey, kim ve
hangi yönetim tarafından olursa olsun Kıbrıs konusunda bu güne kadar verilmiş
bütün taviz ve ivazları yok sayarak reddetmek, tanımamak; Londra-Zürch ve
Garanti antlaşmalarının bütün kapsam ve unsurları ile geçerli olduğunu ilân
ederek, Güney Kıbrıs sürecini derhal durdurmak ve “KIBRIS” ı AB kriteri
olmaktan derhal çıkartmaktır.
-
Milleti temsil ve hükümeti ilzam iddiasında
olan iktidarların başkaca bir çıkış yolu ve çaresi yoktur.
-
Bunun dışında yol düşünenler; Gaflet, ihanet
ve dalâlet içinde olanlardır.
-
Milleti temsil edemezler. Harici bedhahlara
angaje ve akredite olanların dışında herkes ve her kesim ve her hükümet
“milli” düşünmek ve “milli” hareket etmek zorunda ve durumundadır. Bunun yanı
sıra 1974 öncesi EOKA, AKRİTAS PLÂNI ve ENOSİS’ çi Rumlar tarafından yapılan
bütün katliam, gasp ve soykırımlar gündeme taşınıp, hesabı mutlaka sorulmalı,
maddi ve manevi kayıplar konusunda tazminat talep edilmeli ve gerekirse yeni
bir harekât düzenleme pahasına bunların telâfii yoluna gidilmelidir.
-
Tekrar Sayın Rauf DENKTAŞ’A dönelim. Şöyle
anlatıyor Sayın Denktaş: Rum liderler Kıbrıs meselesini yabancılara anlatırken
geçmişten bahsetmezler. Onlar için geçmiş 1974' de başlamıştır. Türk askeri
geldi ve kardeş gibi yaşayan iki tarafı zorla ayırdı; Türk azınlık bundan çok
zarar gördü. Uzlaşmaya hazırdırlar ancak işlevliği olan bir anlaşma
gerekmektedir. 1960 Antlaşması gibi işlevliği olmayan, azınlığa devletin
çalışmasını bloke edecek haklar veren bir anlaşma yaşayamaz. Demokrasi
uygulanmalıdır. Kıbrıs Halkı %80 Rum’dan, %20 de Türk'ten oluşan tek bir
halktır. Bu halk Kıbrıslıdır. Seçimlerde toplumlar üzerine ayrılık, hele ayrı
oylama olmamalıdır. Kıbrıslıların işine dıştan kimse karışmamalıdır. (Londra,
Zürich ve Garanti Antlaşmaları bütün sonuçları ile ortadan kaldırılarak
keellem yekün yok sayılmalı)Türkiye'nin Kıbrıs üzerinde hiçbir şekil ve
surette söz hakkı olmamalıdır. Bütün kötülüğün kaynağı Türkiye'dir. Bağımsız
Kıbrıs'ın garantilere ihtiyacı yoktur.
-
Yani, Yunan hükümetleri ve başta ABD olmak
üzere dünyanın dört bir tarafına yayılmış etkin Rum diyasforası, resmi misyon,
resmi bütçe ve her türlü yerel imkân ve ulusal kaynaklardan
yararlanıp-beslenerek bütün dünyaya yalan söylemektedirler. Buna mukabil,
tıpkı Ermeni meselesinde olduğu gibi (monşerlerden müteşekkil) Türk hariciyesi
son derece pasif, ilgisiz, bilgisiz, duyarsız, takipsiz-tepkisiz ve
palyatiftir.
-
Dahası, ulusal basın görüntüsü altında
ülkemizde yayın yapmakta olan ‘yabancı sermaye” destekli besleme güruh, günün
Ali Kemal’leri ve akredite ihanet şebekeleri ise; Ta yazımızın 1. bölümünde
açıkladığımız gibi millete yalan söylemektedirler. "Kıbrıs''a" Akredite
yabancı diplomatlar da buraya "meşru Kıbrıs Hükümeti" ile kendi hükümetleri
arasında iyi ilişkiler kurmakla yükümlü olarak gelirler. Görevleri budur. Rum
tarafında yaşarlar. Gece gündüz zengin Rumların ve makam sahiplerinin
davetlerinde "Kıbrıs meselesinin 1974'de nasıl başladığını, "meselenin
Türkiye'nin genişleme politikasından kaynaklandığını" Rumlardan dinlerde.
Geçmişten bir şeyler bilseler bile görevleri akredite oldukları hükümetle iyi
geçinmektir, arayı bozmamaktır. Bu nedenledir ki 1963 - 65 yıllarında bile bu
diplomatlar, Türkler gettolarda yaşarlarken, tavşan gibi avlanırlarken adadan
ayrılacaklarında, "bu güzel adada geçirdikleri hoş günlerden" bahsetmişler ve
akredite oldukları "hükümete" teşekkürlerini sunmayı da görev bilmişlerdir.
Son temennileri "tarafların anlaşmasıdır." Kuşkusuz bu durumdan "meşru
hükümet" ünvanını sırtlamış olan eli kanlı, faşist ve terörist idare
yararlanmıştır.
-
Gerçekleri anlatmak Türk tarafına kalmaktadır.
-
Gerçeği, yani geçmişi, Akritas Planı'nı, 1960
Antlaşmalarının neden sui generis (kendine özgü) antlaşmalar olduğunu
anlatmaya başladığınızda karşınızdaki diplomat sizi durdurur ve "Geçmişte
yaşamayınız, geleceğe bakınız" der. Anayasal haklarınızdan, Uluslararası
Antlaşmaların nedeninden bahsetmenizi de “uzlaşma istememenize" bağlarlar.
-
Bu şartlanmış beyinlere vizyonunuzu
açamazsınız; yeni bir anlaşmanın kalıcı olabilmesi için 1960 (Londra-Zürich ve
Garanti) Antlaşmalarının ötesinde sağlam bir zemine ihtiyaç olduğunu, bunun da
KKTC'nin zemini olduğunu kesinlikle duymak bile istemezler. Onlara göre
akredite oldukları "Kıbrıs Cumhuriyeti", hükümeti ile ayaktadır, bu devleti
bölmek kabul edilemez. "Bölen taraf biz değiliz" demenizi de pek iyi de
karşılamazlar. "Geçmişi unutunuz" tavsiyesini tekrarlarlar.
-
Rum tarafının EOKA'cı lideri Tasos
Papadopullos'un Yılbaşı mesajını incelerken Rumların siyasetlerinde ve
oynadıkları kanlı - kansız oyunun kurallarında 43 yıldır herhangi bir
değişiklik olmadığını yeniden tespit etmiş oldum.
-
Papadopulos "kalıcı ve fonksiyonel (işlevsel)
bir çözüm” bulunmasını arzu ettiğini söylerken (karanlık, vahşet, gasp, soygun
ve katliamı simgeleyen) "geçmişe değinmeyeceğim" diyor ve illâ "geleceğe
bakacağını" vurguluyor. Çünkü, geçmişe değinse üç sorumludan biri olduğu
kayıtlara geçmiş olan Akritas Planı' ndan ve bu plan altında 11 yıl Türklere
yaptıklarından bahsetmesi gerekecek.
-
Bunu yapmak için "insanlık ve barış severlik"
açısından "erkek adam" olması gerekir. Hayvanlıktan sıyrılıp “insan” olması
gerekir. Medeni bir insan olabilmesi halinde; Adalet ve objektif hukuk
ilkelerine uygun bir formatta politika yapması gerekir. Hasılı “mert” olması
ve “kahpelik ve kancıklıktan” sıyrılması gerekir. Buna mukabil bizimkilerin
de: “TÜRK” gibi onurlu, erdemli, mert ve dürüstçe, dosdoğru bir politika
uygulaması gerekir. Değil mİ?
-
Halbuki onun eğitimi arkadan vurmak, pusuya
yatmak, işlediği suçu başkasına atmak, her ne pahasına olursa olsun,
gerektiğinde diplomatları kandırarak Kıbrıs'a sahip çıkmak, bu nedenle de
Türkleri azınlık statüsüne mahkum etmektir. Türklere "azınlık statüsünün
ötesinde kıl kadar hak veren planlara şiddetle karşı çıkmak ve bunu "devleti
savunma" kılıfına sarıp takdim etmek de bu oyunun bir parçasıdır.
-
Bu yüzü kızarmaz adam Türk tarafına da
sesleniyor ve "refahınız” bölücü eğilimlerde ve siyasi etkinliklerde değildir,
"refahınız” ortak “ vatanımızın yeniden birleşmesi için işbirliğindedir ayırım
duvarının yıkılması için işbirliğine davet ediyorum" diyor ve konuyu derhal
“işgal kuvvetlerine" getiriyor. "Ortak vatan" Papadopullos'a göre: "tek kişi,
tek oy" misali önerilen demokratik idarede mümkündür. "Eşit hak - ortaklık"
işlevsel değildir. AB normları bütün bunları halledecektir. Bu nedenle
şimdiden Rum tarafında yaşayan Türkleri Rum seçmen listesine alarak "ayrı eşit
toplum" statüsünü haritadan silmek oyununa başlamıştır. Akritas Planı'nın bu
eli kanlı uygulayıcısı Türklere yapmış olduğu kötülükleri unutarak, hiç
sıkılmadan "Türkleri Rum tarafının haklı endişelerini anlamaya ve tanımaya
davet ediyorum" diyor.
-
Pes doğrusu. Rum halkına ise "birlik ve
beraberlik" çağrısı yapan Papadopullos "en kötülere (1974''e) dayandık daha
iyilerini ümit ediyoruz" dedikten sonra istediği uzlaşmanın temelini
açıklıyor. BM kararları ve AB normları! Papadopullos Türk tarafının bu BM
kararlarının çoğunu (anlaşmalardan ötürü) "Kıbrıs Hükümetinden" bahsettiği
için kabul etmediğini ve AB normlarının KKTC ile AB arasında görüşülerek
bunlardan bir kısmının, Türk halkının var olabilmesi ve güvenliği için, kalıcı
derogasyonlara bağlanması gerektiğini unutuyor.
-
Daha da ileri gidip, ahlâksızlaşarak,
âdileşerek, küstahlaşarak, ve dahi sözde muhataplarına meydan okumak
suretiyle; "Biz Türkleri bedavaya AB üyesi yaptık, daha ne istiyorlar ?"
diyor. AB üyeliğinden istifade için gasp edilmiş "Kıbrıs Pasaportu" almış
olanları da kendisine tabi azınlık vatandaşı addediyor. Türkiye, KKTC ve
apaçık gerçeklere rağmen, Rumlar, bütün dünyayı kandırma oyununa devam ediyor.
Hala "birleşelim, bütünleşelim" edebiyatı mı yapacağız, yoksa KKTC'ne dört
elle sarılmak suretiyle bu insafsızların, yalancı ve düzenbazların yolunu
kesmeye devam mı edeceğiz ? Sayın Cumhurbaşkanı Talat'ın liderimiz merhum Dr.
Fazıl Küçük'ü anma töreninde yaptığı konuşma "akıntıya kürek çekmekten
vazgeçileceği" konusunda söyledikleri hepimizi ümitlendirmiştir. (9)
- KIBRIS GİTTİ GİDİYOR, "AKP HÜKÜMETİ" NEREYE GİTTİ ! DİYOR..
-
8 Temmuz 2006 Kıbrıs; BM Genel Sekreteri'nin
Siyasi İşlerden Sorumlu Yardımcısı İbrahim Gambari, Cumhurbaşkanı Mehmet Ali
Talat ve Rum Yönetimi Lideri Tassos Papadopulos ile biraraya geldiler....
Hedef belli., Adanın birleştirilmesi için yeni bir süreç başlatmak... anılan
görüşme sonunda 5 maddelik bir açıklamada bulunan Gambari, tarafların iki
kesimli, iki toplumlu ve siyasi eşitliğe dayalı bir federasyonla Kıbrıs'ın
birleştirilmesi ve bunun Güvenlik Konseyi kararları doğrultusunda olması
taahhüdünde bulunduğunu söyledi!
-
Ayni zamanda İki liderin Temmuz sonuna kadar
çalışmalara başlayacak olan Teknik Komitelerin çalışmalarını gözden geçirmek
ve iki toplumlu çalışma gruplarına gerekli talimatları vermek üzere zaman
zaman bir araya gelme kararı aldığını açıklayan Gambari, liderlerin kapsamlı
bir çözümün hem gerekli hem de mümkün olduğu ve daha fazla ertelenmemesi
gerektiği yönünde mutabakata vardığını da söyledi.
-
Gambari iki liderle de mutabakata vararak,
adada çözüm bulunması için çalışacakları mesajını verirken bu bir “tarihi
olaydır” diyor. Prensipler Dizisi olarak 5 maddelik listede neler yok neler.
Şimdi geliniz söz konusu mutabakat maddelerini inceleyelim;
-
-Temmuz ayı sonuna kadar insanların günlük
hayatını etkileyen konularda, Teknik Komiteler çalışmalarına başlayacak ve
aynı zamanda iki lider arasında özlü konular ile ilgili listeler karşılıklı
olarak değiştirilecek ve bunların içerikleri iki toplumlu uzman çalışma
grupları tarafından incelenecek ve liderler tarafından sonuçlandırılacak.
-
-Her iki lider, iki toplumlu uzman çalışma
gruplarına yön vermek ve Teknik Komitelerin çalışmalarını gözden geçirmek için
uygun görüldüğü zamanlarda yeniden görüşecek."
-
İlkeler Dizisi'nin tam metni de şöyle:
-
1.İlgili Güvenlik Konseyi kararlarında
belirtilmiş olduğu üzere, Kıbrıs'ta iki toplumlu, iki bölgeli bir federasyona
ve siyasi eşitliğe dayalı bir çözüme bağlılık.
-
2.Statükonun kabul edilemez olduğunun ve
devamının, Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rumlar için olumsuz sonuçlar
doğuracağının kabulü.
-
3.Kapsamlı bir çözümün hem arzu edilir hem de
mümkün olduğu ve daha fazla gecikmemesi gerektiği önerilerine bağlılık.
-
4.İnsanların günlük yaşamlarını etkileyen
olaylar hakkında iki toplumlu görüşmelerin hemen başlatılması, aynı anda özlü
konuların da görüşülmesi. Bunlar, kapsamlı çözüme katkıda bulunacaktır.
-
5.Bu sürecin başarılı olması için "doğru
ortamın" devam etmesini sağlamaya bağlılık. Bu bağlamda, hem ortamın
iyileştirilmesi, hem de tüm Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rumlar'ın hayatlarının
daha iyi olması için güven artırıcı önlemler elzemdir. Yine bu bağlamda,
taraflar birbirini suçlamaya son vermelidir.
-
Şöyle bir düşünelim, Gambari-Talat-Papadopulos
görüşmesinde sorunun BM çerçevesinde çözümlenmesi kararı üzerinde mutabakata
varan taraflar bu mesajı verirlerken, diğer taraftan, Kıbrıs meselesinin AB
içerisine çekildiği, Rumlar ve AB’nin Türkiye’ye baskı uyguladığı dikkate
alındığında ortada bir tezatlık olduğunu görüyoruz. Bakınız taraflar iki
kesimli iki bölgeli federal çözüm diyorlar. Buna işaret ediyorlar etmesine de,
şu iki kesimli iki bölgeli çözüm hikayesi artık çok zor. Çünkü Türk hükümeti,
KKTC hükümeti ve AB talepleri doğrulusunda KKTC’de kurulan Tazmin Komisyonu
iki bölgeliliği ortadan kaldıracak kararlar alıyorlar. Diyelim ki Gambarı
Talat-Papadopulos arasında yapılacak görüşmeler sonunda bir yeni plan
taraflara sunacak. Adı belki annan planı değil de annan planı içeriğinde
farklı bir isimde yeni bir plan olacak. Daha önce basına yansıyan “Cyprus
plan” da olabilir. Bu planda Kıbrıs Türklerine verilecek hakların Annan
planından çok daha da geri olacağı aşikardır. Bu güne değğin verilen
tavizlerden kimse ödün vermeye yanaşmayacak, muhtemelen Türk tarafı da böyle
bir talepte bulunmayacaktır.
-
Annan planı sonrasında BM ve AB Ne demişlerdi? Kıbrıs Türklerini
kutluyoruz. Tecrit kaldırılmalı. Peki ne oldu? Sadece laf! Lafla peynir gemisi
yürümez! Peki olan ne ? Annan planı sürecinde ‘Milli Kahraman’ davanın hakiki
sahibi, namuslu ve dürüst bekçisi, umur görmüş devlet adamı Denktaş elendi.
Seçimlerde Talat desteklendi. Anavatan, BM, ABD, AB bunu istedi. Olan oldu.
Talat geldi. Şimdi muhtemelen böyle bir süreçte Talat’la bir görüşmeler süreci
başlayacak. Sonuçta birileri ile getirilen kişiler o yerlerin görüşleri ile
hareket etme mecburiyetinde olurlar. Bu nedenle Talat “her ne olursa olsun
çözüme (!) ulaşma pahasına” adada yeni bir anlaşmaya gidileceği ortada. Olacak
bu. Yeni bir birleşik Kıbrıs yaratacaklar. Bu, tam da Rumların isteği gibi
olacak...İşte o zaman Türk Ordusu’nun ‘koşulsuz olarak’ adadan çekilmesi
istenecek. 50.000 kişilik Yunan ordusu konuşlandığı yerde kalacak. Türk askeri
yavaş yavaş çekilmeye başladığı an...gökyüzü kararacak...ağlayacak...çünkü
Kıbrıs elimizden kayıp gidecek...
- Milli Dava bitecek... Maalesef süreç bu, nihai gaye bu...
- Şimdi Gambari’ nin gerçekleştirdiği görüşme öncesinde güneyde neler oluyor
bir bakalım.
- Geçtiğimiz haftalarda "Bizler, Kıbrıslı Türklerle birlikte yaşamaya
hazırız" propagandasını sürdüren DİSİ Partisinin gençlik örgütü NEDİSİ'ye
mensup Rum gençleri, Kiracıköy (Athienu) duvarlarını Türk düşmanlığı içeren
sloganlarla doldurdular. NEDİSİ'ye mensup Rum gençleri gece vakti Kiracıköy'e
giderek, köydeki evlerin duvarlarına "En İyi Türk Ölü Türk'tür", "Yaşasın
Ulusumuz" ve "Yunan Doğdum Yunan Öleceğim" sloganlarını yazarak gerçek
niyetlerini ortaya koydular.
- Diğer taraftan da, güneyde ne kadar Türk, İslam ve Osmanlı eseri varsa,
bütün dünyanın gözü önünde tam bir haset, kin ve intikam hırsı ile yok etmeye
ve Türk izlerini haince silmeye başladılar. (İsrail dahi bu kadarını
yapmamıştır)
- Bu olayın gerçekleşmesinden birkaç gün sonra Rum Savunma
Bakanı Fivos Klokkaris, "Öğrenciliğin askerlikle hiçbir alakası yok ama
öğrencilerimizi birer savaşçı haline getireceğiz. Askeri eğitimin ana konusu
budur" diyerek ne hedefinde olduklarını yüreklice ortaya koyuyorlar!
- Kısa bir süre önce ise 27 Haziran tarihinde Güney Kıbrıs'a geçerken
arabasında yapılan aramada Karşıyaka'da mimarlığını yaptığı inşaatların proje
dosyası bulunduğu gerekçesiyle Rum polisi tarafından tutuklanan mimar Osman
Sarper halen Güney’de Rum hapishanesinde kötü koşullarda hayat mücadelesi
veriyor. Sarper tansiyon hastalığı da var ve acı içinde... Ama sahipsiz...
- Peki neden ?
- Sarper tutuklanıyor, çünkü arabasında bulunan planlarda kuzeyde eski Rum
malları üzerine inşaat yaptığı için Rumlar kendisini tutukluyorlar.... Sarper
gibi bugün eski Rum arazileri üzerine inşaat yapan her Türk Rumlar tarafından
kara listeye alındı ve mutlaka yargılanması istenecek....
- Peki bizim Petomyalı "RTE" hükümeti ne yaptı? Sadece olayı
kınamakla yetindi. Not aldılar !?...
- Bir israil’in bile, sırf bir askeri Filistinlilerce kaçırıldı diye Gazzeyi
yerle bir etmesi... Lübnan’a saldırması ve 3. dünya savasını tetikleyerek
“çıkarsa çıksın” demesinden bir anlam çıkarmadınız mı.Dostlarım Bizim haklı
olduğumuz durumda dahi yaptığımız hiçbir şey yok... Rumlara kendi
toprağımızı veriyoruz. Dilim varmıyor fakat Vermek için adeta
çırpınıyoruz.... İnsan hayatımı yoksa Toprak mı önde gelir dersek tabi ki
Toprak ama bu hükümet kendi toprağını kendi eliyle Rum’a veriyorsa tabi ki
Sarper olayında bir şey yapamayacak ve başaramayacaklar...Ne de olsa onlar da
bu düzenin adamı...Rumların kucağına bizi itenler, sanıyorlar ki ilelebet
yüksekte kalacaklar...
-
Bunu hep birlikte göreceğiz....
-
Güney’ de kötü koşullarda suçsuz olduğu halde
tutuklu olan Osman Sarper için gerekli çalışma yapılmalıdır....Sayın Sarper
bir Kıbrıs Türküdür. O da bir vatan evladıdır.Hedef açıkça Gambari-Papadopulos-Talat
görüşmesinde ortaya konmuştur.. KTC Devleti yok edilecektir.
-
Bunun gerçekleşmesi yıl sonuna kadar
hedeftir....
- Hedef Rum tezi yani Birleşik Kıbrıs’tır! Hedef Rum göçmenlerin
geri dönmesidir! Hedef Rum hükümranlığının Kuzey’de hakim olmasıdır....
- Abraporlarında da “Kıbrıs Cumhuriyeti” yani Rum hükümranlığı kuzeyde
uygulanmadığı ama kuzeyin de Rumlara ait olduğu vurgulanılırken bizim
taraftakiler nerden bahsediyorlar? Siz Türkiye hükümeti olarak
utanmadan salak numarasına yatın ...Fakat, Türk milleti salak değildir.
Yemezler...
- Şimdi tekrar başa dönelim. Yazdık ama hatırlatmakta yarar var.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk ne diyor ? “Efendiler ! Kıbrıs düşman elinde
bulunduğu sürece bu bölgenin (Akdeniz Bölgesi’nin) ikmal yolları tıkanmıştır.
Kıbrıs’a dikkat ediniz. Bu ada bizim için çok önemlidir..”
-
- Bu bölümde olayı büyüteç altına alarak “daha derin” bir
yaklaşımla ele almak istiyorum. Şöyle ki:Yukarıdaki başlık bunu ifade
ve anlam bütünlüğünü sağlamak için konulmuştur.
- Evet, ben Kıbrıs’ı çok önemsiyorum. Gazi Mustafa Kemal
Atatürk’ün Kıbrıs ile ilgili yukarıdaki sözlerine sadık kalmamız gerektiğine
inanıyorum. Ayrıca Kıbrıs’ın Türkiye’nin ve Türk dünyasının güvenliği
açısından mutlaka Türkiye’nin kontrol ve denetimi altında kalmasını
coğrafyanın bize dikte ettirdiği kaçınılmaz bir gerçek olarak görüyorum.
Yöneticilerin her zaman hata yapabileceği gerçeğinden hareketle devletimizin
sahibi olan milletimizin konuyu sahiplenmesi için bilgilenmesi gerektiğini
biliyorum. Avrupa Birliği yolunda giderken tamamiyle gözden çıkardığımız ve
Rum-Yunan Megalo İdeasına kansız bir şekilde hibe ettiğimiz Kıbrıs hakkında ne
kadar hassas olsak ve ne kadar tartışsak azdır. Çünkü dünyanın merkezindeki bu
küçük ada en az bizim kadar küresel güçler için de çok önemlidir. Bizim kadar
onların da gündemini işgal etmektedir. Bu coğrafya ilminin gerçeğidir. Bu önem
ve değeri çok önemli bir hatıra ile sürdürelim. Çok değerli bir araştırmacı ve
yazar Sayın Yılmaz DİKBAŞ anlatıyor: “Kıbrıs ile ilk tanışmam lise
sıralarında YA TAKSİM-YA ÖLÜM sloganları ile meydanları dolduran yüz binlerin
heyecanını duyarak başladı. Bilahare Kıbrıs Barış harekâtına katılan
birliklerdeki ilk değiştirme personeli olarak 28 nci Tümen Topçu Alayı 2 nci
Top. Taburu 1 inci Batarya Komutanlığına atandım. 1975 yılına çok soğuk bir
havada ve çok dalgalı bir denizde Mersin’den kalkan Erkin çıkarma gemisinde ve
Kıbrıs yolunda girdim. 1 Ocak 1975 sabahı yağmurlu bir havada Magosa limanında
askeri merasimle karşılandım. Magosa’dan birliğimin bulunduğu Timbu (Kırklar)
köyüne gelene kadar geçen sürede savaşın acımasız yüzünü beynime kazıdım.
Savaş gerçekten her iki taraf için de çok kötüydü. Bu karışık düşünceler
arasında “ iyi ki galip gelmişiz” dediğimi hatırlıyorum. Bu ilk zorunlu Kıbrıs
ziyaretim kısa sürdü. Çünkü Harp Akademisi sınavlarını kazanarak 23 Şubat
1975’te Akademi öncesi kurslara katılmak üzere adadan ayrıldım.
- 1983 yılında Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliğinde
Başbakanlık Altıncı katında görev yaparken bizim üstümüzdeki katta da Kıbrıs
Müsteşarlığı vardı. 13 Kasım 1983 günü Kıbrıs Müsteşarının toplantı halinde
bulunduğumuz bir sırada odaya dalarak bize ‘KKTC’ nin kurulduğu haberini
sevinçle verdiğini hatırlıyorum.
- Bundan sonra Kıbrıs’la ilgili bütün bağlarım kesildi. Kıbrıs
ilgi sahamın dışında idi. Ancak 22 Nisan 2002 tarihli STAR Gazetesinde Saygı
Öztürk’ün “Heykeli Dikilen Türk Subayı” başlıklı yazısı beni yeniden Kıbrıs
sorununun içine çekti. Saygı Öztürk, Gazimağusa Kalesi Müdafii değerli
kardeşim, dava arkadaşım, can dostum Oğuz Kalelioğlu’nun hayatını anlatıyor ve
Kıbrıs’ta “Kıbrıs Adalet Partisi” isminde bir parti kurarak seçimlere
hazırlandığını bildiriyordu. Bu benim için çok önemli bir haberdi. Demek ki
Kıbrıs’ta doğru gitmeyen işler vardı. Oğuz Kalelioğlu Kıbrıs’ta parti kurmuş
ve başarılı askeri mücadelesini bu defa siyasi alanda devam ettirme gereğini
duymuş ise bu küçük vatan parçasında durum gerçekten vahim olmalıydı.
- Bu tarihten itibaren basını yakından takip ederek ANNAN Planı
adı altında Kıbrıs’ta oynanmak istenen oyunları anlamaya çalıştım. Sonunda 4
Ekim 2003 tarihinde ÖNCE VATAN Gazetesi yazarı olarak doğrudan gözlemlerde
bulunmak üzere KKTC’ye gittim. Bir ayı aşkın bir süre Kıbrıs’ta toplumun her
kesiminden insanlarla görüşme fırsatı buldum.
- Sadrazam köyden Dipkarpaz’a kadar her tarafı dolaştım. Gözlemlerimi Önce
Vatan Gazetesi vasıtasıyla halkımızla paylaştım. Gördüklerimin ve
duyduklarımın tamamını yazmamı milli hislerim engelliyordu. Fakat satır
aralarında da olsa halkıma mesajlar vermeye çalıştım.
- Kıbrıs’ta Oğuz Kaleloğlu liderliğinde bir araya gelen bir avuç
vatanseverin yedi düvele karşı yaptıkları müthiş mücadeleyi gördüm. Bu küçücük
adada döndürülen küresel oyunları görerek dehşete düştüm. Dünyanın
merkezindeki bu cennet adaya sahip olmak üzere bütün küresel güçlerin burada
mevzilendiğini görerek korkuya kapıldım. Türkiye’nin otuz yılda bu adayı nasıl
bu hale getirdiğini görerek kahroldum. Sosyal ve kültürel alanda bu derece
ihmal edilmişlik, inanılmaz boyutlardaki vurdumduymazlık sonunda KKTC’de
Türkiye’nin adeta bir işgalci ve sömürgeci olarak görüldüğüne bizzat şahit
oldum. Türkiye’nin ve Türk askerinin gözü önünde Türk milletine, Türk
Devletine ve canlarını koruyan askerlerimize karşı düşmanlığı görerek
şaşırdım. Evet, biz 30 yılda bu küçük adayı iyi yönetememiştik.
- Kıbrıs’a 14 Aralık 2003 Milletvekili seçimleri için yeniden
gittiğimde sadece gazeteci değildim. Artık siyasetçi kimliğim vardı. Annan
Planına EVET- HAYIR kavgası içine girerek halkı unutan iktidar ve muhalefetin
dışında ülkeye vizyon getiren ve hizmet vaat eden Kıbrıs Adalet Partisinin bir
üyesi olarak görev yaptım. Kimlerle mücadele ettiğimizi, gerçek rakiplerimizin
buradaki birkaç parti ve onların yöneticilerinin değil bütün küresel güçlerin
yapılandırma mühendisleri olduğunu yaşayarak gördüm. Bu küçücük adaya
sahiplenmek için yedi düvelin ayak oyunlarına ve döktüğü paralarla halkın
oylarını nasıl satın aldıklarına şahit oldum.
- Bütün bu gördüklerimi, duyduklarımı ve yaşadıklarımı,
beklentilerim ve benim doğrularım ışığında irdeleyerek 24 Nisan 2004 Annan
Planı Referandumundan önce yazdığım “Kıbrıs’ta Sona Doğru” kitabım ile
halkımıza anlattım. Kıbrıs konusu ile ilgili olarak referandumdan sonra
günümüze kadar devam eden olayları dikkatle takip ettim. Görüşlerimi yine
gazete ve dergilerde ifade ettim. Konferans ve panellerde fikirlerimi
halkımızla paylaştım. Yeni sürecin Kıbrıs’ın Denktaş’tan sonraki lideri Mehmet
Ali Talat yönetiminde giderek Türk toplumu aleyhinde geliştiğini müşahede
ettim.
- Ve şimdi 20 Temmuz Barış Harekatı’ nın 32 inci şeref yılında
“Küresel Güçlerin Çekim Merkezindeki Küçük Adada Büyük Oyunlar” isimli bu
kitap ile halkımın karşısındayım. Kitapta, küçük adada büyük oyunlar oynayan
küresel güçler ile Kıbrıs’taki maşalarının adadaki Türk varlığı ile olan
mücadelelerini güncel olaylara dayanarak açıklamaya çalıştım.
- Biz biliyoruz ki, Küresel güçler Kıbrıs’ı kontrol ederek;
Dünyayı dünyanın geometrik merkezinden yönetmeyi, Dünya petrollerini kontrol
altına almayı, Doğu-Batı ticaret yollarını daima açık bulundurmayı, Enerji
ulaşım yollarını denetim altında bulundurmayı, Doğu-Batı-Kuzey-Güney
istikametindeki askeri saldırılar için merkezi yığınak bölgesi sağlamayı ve
İsrail’i batıdan korumayı, Hedef alırlar ve bu kazanımları birbirlerine
kaptırmamak için bu küçük ada üzerinde kıyasıya bir güç mücadelesi verirler.
-
Küresel güçler de biliyorlar ki, Türkiye Kıbrıs’ı kontrol ederek; Türk
dünyasının güneybatı ucundaki uç beyliğini elde tutarak Türk coğrafyasının
batıya karşı güvenliğini sağlamayı, Anadolu’nun güney kıyılarını askeri güç
bulundurmadan denizden ve havadan emniyet altına alarak bütçe tasarrufu sağlamayı, Akdeniz’i doğudan kontrol
ederek Ortadoğu ülkelerini kendine bağımlı kılmayı, Bakü-Ceyhan petrol boru
hattının Ceyhan ayağını ve Kıbrıs Boğazı’ndaki deniz ulaşımını güvence altına
almayı, Adanın küresel güçler tarafından kolaylıkla kullanılmasını önlemeyi ve
küresel güçlerin muhtemel kazanımlarına ortak olmayı, 1699’ yılında durdurulan
Türk ilerleyişinin 275 yıl sonraki ilk kazanımı olan 400 yıllık Türk
topraklarını elde tutarak Türk toplumunun psikolojik direncini güçlendirmeyi,
Hedef alır, bunu devletin milli politikası olarak kabul eder ve uygular.
- Şimdi bu küçük adada verilen mücadele, bu zıt güçlerin birbiri
ile çatışan hedeflerinin elde edilmesi üzerinde sürdürülmektedir. Mücadele
henüz bitmemiştir. Yeryüzünde tek Türk kalana kadar bu kutsal mücadele
devam....”
- Şimdi yine sayın Dikbaş’ın katkılarıyla irdelemeyi sürdürelim:
- KIBRIS’I RUMLARA KİMLER VERDİ?
-
Avrupa Birliği (AB)’nin resmi belgelerinde
Kıbrıs’la ilgili,‘Kıbrıs Türk Kesimi’ ya da ‘Kıbrıs Rum Bölgesi’ gibi deyimler
yer almamaktadır. AB’nin hiçbir belgesinde, ‘Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’
diye bir tanımlama geçememektedir.
- AB’nin tüm belgelerinde Kıbrıs’tan sadece şöyle söz edilmektedir: “The
Republic of Cyprus”. Yani, “Kıbrıs Cumhuriyeti”. Ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin
yönetimi Rumlardadır.
- AKP Hükümeti Kıbrıs’ı, 2004 yılında Rumlara vermiştir. Ancak bu gerçeği
Türk halkına açıkça söyleyememiştir. 2004–2005 sürecinde AB ile imzalanan
Kıbrıs’la ilgili koşulları yerine getirmekte zorlanınca da, AB’nin yeni
koşullar öne sürdüğü yalanını ısrarla dillendirerek Türk halkını aldatma,
yanıltma, kandırma ve oyalama yolunu seçmiştir.
-
- KIBRIS’I RUMLARA KİMLER VERDİ?
-
-
Avrupa Birliği (AB)’nin resmi belgelerinde
Kıbrıs’la ilgili,‘Kıbrıs Türk Kesimi’ ya da ‘Kıbrıs Rum Bölgesi’ gibi deyimler
yer almamaktadır. AB’nin hiçbir belgesinde, ‘Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’
diye bir tanımlama geçememektedir.
- AB’nin tüm belgelerinde Kıbrıs’tan sadece şöyle söz edilmektedir: “The
Republic of Cyprus”. Yani, “Kıbrıs Cumhuriyeti”. Ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin
yönetimi Rumlardadır.
- AKP Hükümeti Kıbrıs’ı, 2004 yılında Rumlara vermiştir. Ancak bu gerçeği
Türk halkına açıkça söyleyememiştir. 2004–2005 sürecinde AB ile imzalanan
Kıbrıs’la ilgili koşulları yerine getirmekte zorlanınca da, AB’nin yeni
koşullar öne sürdüğü yalanını ısrarla dillendirerek Türk halkını aldatma,
yanıltma, kandırma ve oyalama yolunu seçmiştir.
-
İşte, belgelerle Kıbrıs’ın Rumlara tesliminin
öyküsü.
- AB, 6 Ekim 2004 tarihinde Türkiye ile ilgili üç belge yayınladı. Bunlardan
‘İlerleme Raporu’nda şöyle denilmekteydi:“Cypriot vessels or vessels having
landed in Cyprus are stil not allowed in Turkish ports. Transposition of the
acquis should take place in parallel with adherence to international
agreements”
-
Türkçesi: “Kıbrıs bandıralı gemilerin ya da
Kıbrıs limanlarına girmiş gemilerin hala Türk limanlarına girmesine izin
verilmemektedir. Avrupa Birliği Müktesebatı, uluslararası anlaşmalar
çerçevesinde uygulamaya konulmalıdır.” Bu demektir ki, AKP Hükümeti daha Ekim
2004’de, Türk limanlarını Kıbrıs Rumlarının gemilerine açmak zorunda olduğunu
biliyordu. Bu, AB’ye girme uğruna verdiği ödünlerden sadece biriydi. Peki,
böylesi ağır bir ödünden, AKP Hükümetinden başka bir makamın haberi yok muydu?
Var idiyse, tutumları
neydi?
-
8 Ekim 2004 tarihinde, Cumhurbaşkanı Ahmet
Necdet Sezer şunları söylüyordu:
-
“Biz mutlaka AB üyesi olma hedefinden
vazgeçmiyoruz. Bu hedeften geri dönmeyeceğiz. Sanıyorum ki bir gün bu hedefe
ulaşacağız.”
-
Bu sözleriyle Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet
Sezer, AB üyesi olma hedefi uğruna, çok ağır bir ödün vermeye, Kıbrıs’ı
Rumlara teslim etmeye karşı çıkmadığını dolaylı olarak ifade etmiş oluyordu.
-
Mart 2004’de AB, Türk Genelkurmayı’nı Kıbrıs
konusunda ikna etmek için Ankara’ya bir heyet gönderiyordu. AB’nin dönemsel
başkanlık divanı, Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök’ten, Kıbrıs’ta çözüm
için esnek davranmasını istiyordu.
-
Peki, Org. Hilmi Özkök, böylesi önemli bir
konuda esnek davrandı mı? Bu sorunun cevabını, Org. Hilmi Özkök’ün 31 Aralık
2004 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetleri’ne verdiği Yeni Yıl Mesajında
görüyoruz: “…Avrupa Birliği Üyeliğini, Ulu Önder Atatürk’ün bizlere vermiş
olduğu ‘Türkiye’yi çağdaş uygarlığın ilerisine taşıma hedefi’ için önemli bir
araç olarak görmekteyiz.”
-
Ağır Kıbrıs ödününe rağmen Org. Hilmi Özkök,
AB üyeliği hedefine sımsıkı sarılıyordu. Hem de Atatürk’ün adını çok yanlış ve
çok haksız olarak kullanmaktan sakınmayarak!
-
3.12.2004 tarihinde Avrupa Parlamentosu,
Türkiye’ye verdiği raporda şöyle diyordu:
-
“Clause 38: The epublic of Cyprus is one of
those member States. The opening of negatiations obviously implies the
recogniton of Cyprus by Turkey.”
-
Türkçesi: “Madde 38: Kıbrıs Cumhuriyeti, AB
Üye Devletlerinden biridir. Türkiye ile müzakerelere başlamak, doğal olarak
Kıbrıs’ın Türkiye tarafından tanınması anlamına gelecektir.”
-
İşte bu raporu, AKP hükümetinin Başbakanı 17 Aralık 2004 tarihinde Brüksel’de kabul etmiş,
koltuğunun altına alıp Türkiye’ye gelmiş ve Ankara Kızılay Meydanı’nda bir
zafer bayramı havası içinde halaylar çekilerek, davul zurnayla karşılanmıştı!
Oysa bunu Türk halkına bir zafer olarak gösteren Başbakan, Brüksel’de çok
zorlanmış, Kıbrıs’ı Rumlara teslim edişini Türk halkına nasıl açıklayacağının,
bu ağır ödünün savunmasını nasıl yapacağının sıkıntısını çekmişti. İşte onun o
sıkıntılı saatlerinde imdadına İngiltere Başbakanı Tony Blair yetişmiş ve;“Sen
halkına, imzaladığın anlaşmanın sadece bir ticari anlaşma olduğunu ısrarla
söyle!” taktiğini vermişti!
-
Türk Milletinin hışmından kurtulmak için
Başbakan , Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ne
diyordu?
-
13 Kasım 2004
tarihinde, Ramazan Bayramı mesajında Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer şunları
söylüyordu:
-
“AB içinde bugün var olan çeşitliliğe, kültürel zenginliğimiz kuşkusuz
yeni boyutlar kazandıracaktır. İnanıyorum ki, 17 Aralık 2004 tarihinde
düzenlenecek AB Konseyi’nde ülkemizle üyelik görüşmelerinin başlatılması
yönünde alınmasını beklediğimiz karar Batı ile İslam Dünyası’nın demokrasi,
insan hakları, hukukun üstünlüğü ve hoşgörü gibi evrensel değerler temel
alınarak kucaklaşılabileceğini açıklıkla ortaya koyacaktır.”
-
Cumhurbaşkanı
Ahmet Necdet Sezer’in beklentisi gerçekleşiyor, 17 Aralık 2004’de Türkiye ile
AB arasında görüşmelerin 3 Ekim 2005 tarihinde başlamasına karar veriliyordu.
Ama aynı anda, Kıbrıs’ın da Rumlara teslim edilmesine Cumhurbaşkanı Ahmet
Necdet Sezer’den hiçbir tepki gelmiyordu! Demokrasi, insan hakları, hukukun
üstünlüğü, hoşgörü ve evrensel değerler derken, Kıbrıs’ın elden gidişine
sessiz kalıyordu!
-
Gözler, Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök’e
çevriliyor, Kıbrıs’ın elden gidişine karşı sert tepki vermesi bekleniyor,
fakat o, 25.08.2005 tarihinde Zafer Haftası mesajında, AB üyeliği ile ilgili
bildik şu sözleri tekrarlıyor, Kıbrıs’ın elden gitmiş olmasına değinmiyordu
bile:
-
“AB üyeliğini,
Ulu Önder Atatürk’ün bizlere vermiş olduğu ‘Türkiye’yi çağdaş uygarlığın
ilerisine taşıma hedefi için önemli araç olarak görüyoruz.”
-
AKP hükümetinin
bayram yaparak bağrına bastığı Avrupa Parlamentosu’nun raporunda şöyle bir
madde yer almaktaydı:
-
“Clause 40: Turkish authorities to abolish all existing restrictions
applying to ships flying the Cypriot flag and involved in trade concerning a
member state of the European Union.”
-
Türkçesi:
-
“Madde 40: Türk yetkililer, Kıbrıs bandıralı gemilere hâlihazırda uygulanmakta
olan tüm kısıtlamaları ve AB’nin bir Üye devletiyle yapılacak ticaretteki tüm
engelleri ortadan kaldıracaktır.”
-
Başbakan, bu koşulu 17 Aralık 2004 tarihinde Brüksel’de kabul
etmişti. Peki, Türkiye’nin diğer yetkilileri ne söylemiş, ne
yapmıştı?
-
Cumhurbaşkanı
Ahmet Necdet Sezer’in bu koşullara itirazını duyan
olmadı!
-
Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök’ün de bir itirazı yoktu!
-
AB’nin Ekim 2004’de Türkiye’ye verdiği ‘İlerleme Raporu’nda şöyle
denilmekteydi:
-
“In May 2004, Turkey published a Decree extending the benefits of EC-Turkey
Customs Union Agreement to all member States except Cyprus. On October 2004,
Turkey published a new decree adding Cyprus to the list of countries to which
the Customs Union provisions apply.”
-
Türkçesi:
-
“Mayıs 2004’de,
Türkiye yayınladığı bir Kararnameyle, AB ile Türkiye arasında imzalanmış olan
Gümrük Birliği Anlaşması ile sağlanan yararlardan, Kıbrıs hariç tüm AB
üyelerinin faydalanacağını bildirmişti. Ekim 2004’de, Türkiye yeni bir
kararname imzalayarak, Gümrük Birliği koşullarından yararlanacaklar listesine
Kıbrıs’ı da dâhil ettiğini duyurdu.”
-
Çok açık ve net:
Türkiye hükümeti, daha Ekim 2004’de tüm limanlarını ve hava alanlarını Kıbrıs
Rum Cumhuriyeti’ne açmayı kabul etmiştir.
-
29 Ekim 2004
tarihinde Roma’da, Avrupa Anayasasının imza törenine giden AKP hükümetinin
başı, aralarında Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Rum Cumhurbaşkanı da bulunan AB’nin 25
üye devlet başkanlarıyla ‘aile fotoğrafı’ çektirirken de artık Kıbrıs’ı
Rumlara teslim ettiğini bir kez daha kabul ediyordu.
-
Peki, yukarıda
sözü edilen Kararname imzalanırken Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in bir
karşı koyuşu oldu mu?
-
Türk sanayisini ve ekonomisini yıkan Gümrük Birliği Anlaşması’nın
koşullarından Rum Kıbrıs’ın da yararlandırılması kararnamesine karşı
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’den bir tepki gelmediği gibi, Genelkurmay
Başkanı Org. Hilmi Özkök’den de bir ses çıkmıyordu!
-
Avrupa Birliği, Ekim 2005’de Türkiye ile ilgili ‘İlerleme Raporu’nu
yayınladı. İşte bu raporun can alıcı maddelerinden birisi:
-
“Cyprus:
-
The Turkish government has stated on several occasions that it remains
committed to a comprehensive settlement inline with the plan presented by the
UN Secretary General. On 29 July 2005, Turkey signed the Additional Protocol
adapting the EC Turkey Association Agreement to the accession of 10 new
countries on 1 May 2004. At the same time, Turkey issued a declaration stating
that signature of the Additional Protocol did not amount to recognition of the
Republic of Cyprus. On 21 September 2005, the EU adopted a counter-declaration
indicating that Turkey’s declaration was unilateral, did not form part of the
Protocol and had no legal effect on Turkey’s obligations under Protocol. The
EU declaration stressed that recognition of all Member States was a necessary
component of the accession process.”
-
Türkçesi:
-
“Kıbrıs:
Türk hükümeti, Kıbrıs’la ilgili kapsamlı bir anlaşma sağlanması yolunda,
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin planına uygun davranma ilkesine bağlı
olduğunu birçok kez bildirmiştir.
-
29 Temmuz 2005’de Türkiye bir Ek Protokol imzalayarak, AB-Türkiye
arasındaki Gümrük Birliği Anlaşması’nın 1 Mayıs 2004’de AB’ye katılan 10 yeni
üye devlete de uygulanacağını bildirdi. Aynı zamanda Türkiye, bir de
deklarasyon yayınlayarak, imzalanmış olan Ek Protokol’un, Kıbrıs
Cumhuriyeti’ni tanımak anlamına gelmeyeceğini bildirdi. Avrupa Birliği de 21
Eylül 2005’de, bir karşı-deklarasyon yayınladı. Bu karşı-deklarasyonda, Türk
deklarasyonunun tek-taraflı olduğu, Protokol’un bir parçası olarak
sayılamayacağı ve Türkiye’nin Protokol’da belirlenen sorumluluklarını yasal
olarak etkileyemeyeceği bildirildi. AB’nin karşı-deklarasyonunda, tüm Üye
Devletlerin tanınması konusunun, Türkiye’nin AB’ye katılım sürecinin gerekli
bir parçası olduğu
vurgulandı.”
-
Yukarıdaki madde, AKP hükümetinin kendi
emellerine ulaşabilmesi yolunda, gerekirse Türk halkının onuruyla oynamaktan
da kaçınmayacağının ibret verici bir belgesidir! Ta Ekim 2004’de Kıbrıs’ı
Rumlara veriyor, bunu 17 Aralık 2004’de Brüksel’de bir kez daha doğruluyor,
yetmiyor, 29 Temmuz 2005’de imzaladığı bir Ek Protokol’la Gümrük Birliği
Anlaşması’nın Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’ni de kapsayacağını kabul ediyor! Ama
birden aklına Türk Milletinin göstereceği büyük tepki geliyor ve hiç
sıkılmadan ve Ek Protokol’daki imzası kurumadan, tek taraflı bir bildirgeyle,
‘Ben Ek Protokol’ü imzaladım, ama bu Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımak anlamına
gelmez’ diyebiliyor!
-
Peki, AKP hükümeti hem Kıbrıs’ı Rumlara teslim
edip hem de Türk Milletinin hışmından kurtulma amacıyla Türk Milletinin
onurunu ayaklar altına alan bir döneklik sergilerken, Devletin diğer yüce
makamları neler diyor, neler yapıyor?
-
12.04.2006’da Harp Akademileri Konferansı’nda
yaptığı konuşmada, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer şunları söylüyordu:
-
“AB’ye üyelik sürecimizde sağlıklı koşullarda
ilerlemek bizim için öncelikli konudur. 3 Ekim 2005’de üyelik görüşmeleri
resmen açılmış ve Avrupa Birliği’yle ilişkilerimizde önemli bir aşama geride
bırakılmıştır. Türkiye bu yolu tamamlamak için çalışmalarını kararlılıkla
sürdürmektedir.”
-
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Kıbrıs’ın
Rumlara teslimini, Türkiye’nin limanlarının ve hava alanlarının Kıbrıs Rum
Cumhuriyeti’nin kullanımına açılmasını ‘sağlıklı koşullarda ilerleme’ olarak
görüyor ve ‘önemli bir aşamanın geride kalmış’ olduğunu duyuruyordu!
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Kıbrıs’ın Rumlara verilmiş olmasıyla AB’ye
üyelik yolunun henüz tamamlanmamış olduğunu da bilmektedir. AB’ye üye olma
yolunda İstanbul Fener Kilisesi Baş Papazı’na ‘Ekümenik’ unvan verilerek
Konstantinapol (İstanbul)’da bir Ortodoks Din Devleti’nin kurulması, Dicle ve
Fırat nehirleri üzerindeki barajlar başta olmak üzere, Türkiye’nin tüm su
kaynaklarının ve su dağıtım şebekelerinin yönetim ve denetiminin AB’ye
devredilmesi ve Güneydoğu Anadolu’da federe bir Kürt devletinin kurulmasına
göz yumulması da bulunmaktadır. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, işte bu
yolun tamamlanması için çalışmaların ‘kararlılıkla sürdürülmekte’ olduğunu
duyurmaktadır!
-
Kıbrıs’ın Rumlara teslim edilmesine sesini
çıkarmayan Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök, Mayıs 2005’de, Kara Harp
Okulu’nun ‘Çizgi Ötesi’ dergisine verdiği söyleşide, 17 Aralık 2004 zirvesinde
AB’den tarih alınmasını başarı olarak değerlendirmekte ve Türk Ordusu’nun;“AB
süreci ile birlikte hızlı bir değişime uğrayacağını” söylemektedir. Bu
değişime ‘hızla ayak uydurmayı’ Türk Ordusu’nun önündeki görev olarak
belirtmektedir.
-
Oysa Türk Ordusu’nun bir tek görevi vardır:
Milli Egemenliği savunmak. Egemenlik, ‘en üstün otorite’ olarak tanımlanır.
-
AB’ye girmek demek, Milli Egemenliği Brüksel’e
teslime hazır olmak demektir!
-
Peki, nasıl oluyor da Genelkurmay Başkanı Org.
Hilmi Özkök, Milli Egemenliğin AB’ye teslimini Türk Ordusu’nun önündeki görev
olarak görüp, göstermeye çalışıyor?
-
Çevresindekilere Nutuk’u okumalarını öneren
Org. Hilmi Özkök, Söylev’deki Atatürk’ün şu sözlerini okumamış olabilir mi?
“Temel ilke, Türk Ulusu’nun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu,
ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir.”
-
AB’ye üye olmakla tam bağımsızlığımızın elden
gideceğini, dolayısıyla Türk Ulusu’nun artık onurlu ve şerefli bir ulus olarak
yaşayamayacağını Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök bilmiyor olabilir mi?
-
Türk Genelkurmayı, istenilen her tür ödünü
vermeye hazır olduğunu bildirerek AB’ye teslim mi olmuştur? Bu çok ağır ve çok
acı sorunun yanıtını, dünyayı yöneten gizli örgütlerden CFR’nin dünyaca ünlü
dergisi Foreign Affairs’in Şubat 2006 tarihli sayısını okuyarak öğreniyoruz.
“Türk Genel Kurmayı, onlarca yılda oluşturduğu ve titizlikle koruduğu gücünü
kaybetme pahasına, AB’nin taleplerinin büyük bir bölümünü kabullenmek zorunda
kalmıştır. Bu özverinin iki açıklaması bulunmaktadır: AB üyeliğini, yüzyıla
yakındır destekledikleri modernizasyon sürecinin son aşaması olarak
görmektedirler.
-
AB’ye üyelik sürecinin, uzun süredir çözmek
için çabaladıkları İslamcılık ve Kürt ayrılıkçılığı gibi temel iç sorunların
çözümü için en iyi yol olduğuna inanmaktadırlar.
-
AB’nin Ankara ile Ekim 2005’de müzakerelere
başlamasıyla, reform istekleri daha da yoğunlaşacaktır. Özellikle, Kürt
ayrılıkçılığı ve Kıbrıs’ın statüsü konularında askerlerin politikaları
üzerinde yoğunlaşacaktır. Ve işte o zaman, Türk ordusu liderlerinin daha ne
kadar geri çekilmeyi kabulleneceğini bekleyip görmek gerekmektedir.”
-
Bu çok sarsıcı yazının kısa özeti şudur: Türk
Genelkurmayı, onlarca yılda kazandığı gücünü kaybetmiştir. AB’nin dayattığı
taleplerin büyük bölümünü kabul etmiştir. Kendi iç sorunları olan laiklik
karşıtı hareketleri ve Kürt ayrılıkçılığını kendisi çözemediği için, kurtuluş
yolu olarak AB’ye teslim olmuştur. AB’nin Türkiye’den istekleri henüz
bitmemiştir. Kıbrıs ve Kürt ayrılıkçılığı konularında daha ağır talepler
gelmek üzeredir. İşte bu aşamada Türk ordusunun komutanlarının daha ne kadar
geri çekilmeyi (‘how much further the Turkish military leadership will be
willing to retreat’) kabullenecekleri merakla beklenmektedir.
-
Bu çok ağır ve Türk Milletini çok derinden
yaralayacak yazıya bugüne kadar Genelkurmay Başkanlığı’ndan hiçbir tepki
gelmemiştir! Yukarıdaki yazıyla ilgili çok çarpıcı bir bilgi daha verelim: Bu
yazının yazarlarından Doç.Dr. Ersin Aydınlı, Bilkent Üniversitesi öğretim
üyelerinden olup, George Washington Üniversitesi’nde ziyaretçi hocalık
yapmaktadır. Nihat Ali Özcan, Türk ordusundan emekli bir binbaşıdır. Doğan
Akyaz ise hala Türk Silahlı Kuvvetleri’nde binbaşı olarak görev yapmaktadır.
Buraya kadar sergilemiş olduğumuz bilgilerden ortaya çıkan acı gerçek şudur:
Türkiye’yi AB’nin buyruğuna sokan ve AB’nin tüm taleplerini yerine getirerek
Kıbrıs’ı Rumlara teslim eden, yalnız AKP hükümeti değildir! AKP hükümetinin AB
ile ilgili tüm eylemlerine ve istenilen her tür ödünü vermelerine
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer de katılmıştır ve bu tutumunu sürdürmektedir!
-
Türk Milletine ihanet sayılacak bu eylemlere
katılmış olan Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök, Büyük Devrimci Gazi
Mustafa Kemal Atatürk’ün 31 Temmuz 1920’de subaylara hitaben yaptığı şu
konuşmadan nasıl olmuş da hiç ders almamıştır:
-
“Efendiler!
-
Dünyada hayat için, insanca yaşamak için
bağımsızlık lazımdır. Bağımsızlık sahibi olmak için kuvvet sahibi olmak ve
bunun için mevcudiyetini ispat etmek icap eder.
-
Kuvvet ordudur. Ordunun hayat ve saadet
kaynağı, bağımsızlığı takdir eden milletin, kuvvetin lüzumuna olan vicdani
imanıdır.
-
Ordu ise, arkadaşlar, ancak subaylar heyeti
sayesinde vücut bulur. Malum bir askeri hakikat, felsefi hakikattir: “Ordunun
ruhu subaylardır”. O halde subaylarımız, düşmanlarımız tarafından yıkılmak
istenilen ordumuzu tamir edecek ve canlandıracak ve ordu ve milletimizin
bağımsızlığını muhafaza edecektir.
-
Millet, bağımsızlığının muhafazasından ibaret
olan hayati gayesinin teminini ordudan, ordunun ruhunu teşkil eden subaylardan
bekler. İşte subayların yüce olan vazifesi budur.
-
Allah göstermesin milletin bağımsızlığı ihlal
edilirse, bunun vebali subaylara ait olacaktır.”
-
AB’nin güdümüne giren Genelkurmay Başkanı Org.
Hilmi Özkök, Türk Milletinin bağımsızlığını ihlal etmektedir. Bunun vebali
onun boynundadır!
-
Ancak bizim bilmek istediğimiz ve haklı olarak
öğrenmek istediğimiz şudur: Kemalin Askerlerinden oluşan, göz bebeğimiz, Şanlı
Türk Ordusu’nun tüm subayları da Org. Hilmi Özkök gibi mi düşünmektedirler!
-
Bunun böyle olacağına asla inanmıyoruz! (11)
- (1) Kıbrıs Gazeteleri,
- (2) Ahmet Erimhan,
- (3) Rauf Denktaş
- (4) Yurtsever Cephe, 25.Ocak.2006
- (5) www.raoul-wallenberg.org.ar
- (6) Tahran Taykut, 26.Ocak.2006
- (7) M.N.SINACI, Türk İnkılâbı Işığında Sorunlar ve Çözüm Önerileri,
- (8) Tufan TÜRENÇ, 27.01.2006
- (9) Rauf DENKTAŞ, 09.Şubat.2006 tarihli makalesi
- (10) Dr. Hayrettin Ertekin, Enthernet Grup Strateji Grup Başkanı
- (11) Yılmaz Dikbaş, Araştırmacı-Yazar,
- (12) BELDE Gazetesi, 19.07.2006-Ankara
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
120 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
YİRMİ DOKUZ (29) MART SENDROMU |
-
Toplumsal veya bireysel boyutta araz-hastalığı belirleyen, bir
arada görülen ve tanıyı kolaylaştıran bulguların tümüne
sendrom; birim belirti ise semptom olarak tanımlanır. Şu kadar
ki, terminolojide kullanıldığı alan bireysel hastalık veya
toplumsal bozulumu kapsar.
-
Meselâ şimdi bir mahalli seçime (?!) hazırlanıyoruz.
-
Parti sahipleri bazında semptom (demagoji, popülizm, fikri
mutasyon, inatlaşma, zıtlaşma, ilmi yetersizlik); Bütünleşik
yapıda (genel kombinasyonda ise) tam bir sendrom (bitmişlik,
tükenmişlik, ilkesizlik, onursuzluk, projesizlik, çözümsüzlük)
gözlenmektedir.
-
Bir yanda başarısızlık, yetersizlik ve yeteneksizlikten
kaynaklanan hayıf ve hırçınlık; diğer tarafta “dedikodu, çamur
atma, karalama, iddia, iftira” gibi boş lâflardan ibaret, hırs
ve ihtiras furyası.. Lokal ve küresel bağlamda yoğunlaşan
ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal krize karşı kimsenin bir
projesi, alternatifi yok!.. Partiler ve adaylar
birbirlerini hırsızlık, yolsuzluk, yalan-talan, vurgun ve
soygunla itham edip suçlamakta, dosyalar havada, karanlık
kapılar ardında pazarlıklar, tehdit, şantaj ve ahlâksız
tekliflerde cabası.
-
Politik-ACI gündeminde hak-adalet, ilke-onur, üretim,
sorumluluk ve halk yok.
-
Elli yıldır bir ‘kısır döngü’ sürüp gidiyor. Adaylar millet
iradesiyle belirlenmedi. Seçimlerle yaklaşık 105.000 kişi
belediye organlarına seçilecek. Aday sayısı 550 -600 bin.
Tamamı sultalarca belirlenerek atandı. Doğrusu ‘partiye
kayıtlı üye veya delegelerce’ hiçbir telkin, ahlâk ve hukuk
dışı baskı altında kalmadan, oyun-düzen, pazarlık olmadan
seçilmesi; buna da merkezlerin saygı göstermesiydi. Hak-hukuk,
adalet ve demokrasi buydu. Açıkçası “demokrasinin vazgeçilmez
unsuru (!) siyasi partiler yine sınıfta kaldı!
-
İşte, bütün ülkeyi sarsan kirlilik ve krizin esas nedeni..
Yozlaşma ve çürüme sisteme nüfuz etmiş, statüko kirlenmiş
durumda. “Tencere dibin kara, benimki senden kara”.
Basında yer alan iddialar insanı dehşete düşürmeye yeter. Peki
“Temiz Eller” operasyonu ne oldu?
-
Sonuçta, bu seçimde milletin adayı yok!.. Halka biçilen
vazife yine Noterlik!
-
Bir de seçmen boyutu var. 2002'den bu yana kütüklerde
tam bir komedi yaşanıyor. 2002'de seçmen sayısı 41 milyon 300
bin. İki yıl sonra, 2004'te 43 milyon 500 bine çıkıyor. İki
yılda 2 milyon artış…2007'de, (22 Tem.) sayı 42 milyon 500
bine düşüyor. Bu defa 2 yılda 2 milyon artan seçmen sayısı, üç
yılda bir milyon geriliyor. 2008'e gelindiğine sayı 48 milyon
300 bin. Bu kez bir yıl içinde seçmen sayısı altı milyon
birden artıyor!
-
Konu, kamu vicdanını tatmin edecek biçimde çözümlendi mi?
Maalesef hayır.
-
Bu ağır ihmal, yolsuzluk ve sorumsuzluktur. Neticede seçmen,
parti farkı gözetmeden; Şaibesiz, dürüst bir aday’a veya
“bağımsıza” oy vermelidir. Aksine verilecek her oy, suça
iştirak ve potansiyel suçluyu teşvik anlamına gelir. Ki,
sorunun temeli yolsuzlukların, hızla tespiti, suçluların
adalete teslimi, alacakların tahsili ve faillerin
cezalandırılması aciliyet kesbetmektedir. Zira biriken
yolsuzluk dosyaları ürkütücü boyutlardadır. Üstelik ortada bir
‘medya-mafya-politik-ACI” üçgeni, yandaş-yoldaş dayanışması ve
yetkisizlik sorunu vardır.
-
Oysa uluslararası yolsuzlukla mücadele hukuku, BM-AB
kararları, ilgili sözleşme ve anlaşmalar; (çoğu imzalanmış ve
TBMM’de kabul edilmiş olsalar bile) uygulama yasalarının
çıkmaması nedeniyle hükümsüz kalmaktadır. Ayrıca, onaylanan
sözleşmeler gereği siyaset ve siyasi iktidardan bağımsız
"Yolsuzlukla Mücadele Birimi" derhal kurulmak, mutlak etki ve
tam yetki ile faaliyete geçirilmek; milletvekili
dokunulmazlıkları “kürsü masuniyeti” ile sınırlı kalmak
koşuluyla kaldırılmak zorundadır. 17.04.2003’te TBMM’de 4852
sayılı kanunla kabul edilen GRECO yolsuzluğa karşı özel hukuk
sözleşmesinin, 18.05.2006 (TBMM) kabul tarih ve 5506 sayılı
“BM yolsuzlukla mücadele sözleşme” hükümlerinin tam
uygulanabilmesi için, gerekli yasa ve hukuk kurallarının
ivedilikle hazırlanarak TBMM’den çıkarılıp, uygulanması
derinleşen sorunu çözecek ve sendrom sona erecektir. Aksi
takdirde sorun; İlk Millet-vekili seçiminde “bütün statüko ve
sendrom partilerinin” sandığa gömülmesiyle çözülebilir.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
121 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
YÜZ (100) MİLYAR EURO
PİŞKİNLİĞİ |
-
-
Yukarıda
yazılı miktar, dünya devletlerinden neredeyse yarısının resmi
ve yasal yıllık bütçelerinden çok daha fazla! Öyle ki,
kamu/millet yararı için namuslu/dürüst, demokrat, iffetli ve
şerefli kadrolar tarafından harcansa eğer; Ülkemiz iki kat
daha zengin, % 75 daha ucuz; Bu paralelde, daha mutlu, daha
müreffeh, özgür, bağımsız, huzurlu ve güçlü kılınabilir…
-
Yazılı/sesli/görsel/sosyal medyada, 17 Aralık resmi operasyonu
sonucu; Sanıklar tarafından alınan rüşvet, komisyon,
yolsuzluk, hırsızlık bedeli olarak telâffuz edilen rakam bu.
Henüz dünyada benzeri görülmemiş, akıllara ziyan muazzam bir
miktar!. İğrenç haram, Yüce Dinimizin kutsal ifadesiyle ‘ölmüş
kardeşlerin çiğ eti’ mesabesinde kirli ve muhtemelen kanlı,
lâğım çukurundan intikal, cerahat kokulu dolarlar, eurolar,
liralar acaba “ne karşılığı” edinildi?
-
Hükümet üyesi
üç bakan oğlunun, kendisine devletin, milletin namusu ile tüyü
bitmemiş yetimin hakkı emanet edilen bir banka genel müdürü,
sözde iş adamı kisvesinde nevzuhur kişilerin “yolsuzluk
iddiasıyla” tutuklanmaları; Bazı saf ve sabit kafalı (iğfal
edilmiş) beyinlerce, AKP ile Cemaat arasındaki amansız savaş,
rekabet ve yarışın ürünü sanılmakta!..
-
Bu çok yanlış,
asılsız, anlamsız ve mesnetsiz bir tasavvur tarzıdır.
-
Üstelik
böylesine geçersiz, dayanaksız ve kabili imkânsız saçma-sapan
iddiaya, kimi ünlü yazarların da katıldığını, katılmakla
kalmayıp şuursuzca inandığını hayret, üzüntü, dehşetle ve
taaccüple görmekteyiz. Olayın genel anlatımı, kamuoyuna sunum
ve yorumunda da, aynı yanlış tema’nın ağırlıkla işlenmesi,
dillendirilmesi ve “rüşvet, yolsuzluk, gasp-irtikap ve
suiistimal” vakıasının; Hükümete karşı düzenlenmiş bir komplo
gibi deklere edilmesi tam bir facia ve cehalet; Bilerek ve
isteyerek pisliğe bulaşmış, üstelik de suçüstü yakalanmış
kimseler için hükümete leke sürmek hıyanet, gaflet ve
dâlalettir.
-
Kaldı ki fiili
ve hukuki kuvvetler ayrılığı, devletin devamlılığı, adalet
ahlâkı ve umur-u devlet sorumluluğu/yükümlülüğü dairesinde tüm
Cumhuriyet Savcıları ile Adalet cihazının bilumum teşkilâtı:
Sadece ve yalnızca Anayasa, kanunlar ve “faziletle mündemiç
vicdanları ile kaim” tarafsız ve bağımsız bir erktir. Buna
yasama ve yürütme erkleri mukabildir. Kuvvetlerin hiç birisi,
bir diğerini şamil olmayıp; Polis, sadece adalet ve faziletin
emrindedir.
-
Dolayısıyla:
Devlette devamlılık, sağlamlık, insan hakları, eşitlik, hak,
adalet, evrensel hukuk dâhilinde sürdürülebilirlik bu şekilde
kabil ve mümkün olabilir. Ayrıca, milli gelenekler, ilmi
gerekler, adet, örf, din, inanç ve kültür formasyonunun
gerekli kıldığı ahlâk tüzesi de siyaset, hükümet ve kurumlarca
korunmak, mutlaka uygulanmak zorunda ve durumunda olunan
değerlerdir.
-
Şu hale
nazaran:
-
RTE ve
hükümeti ile Cemaat arasında mevcudiyeti iddia olunan ihtilâf,
malum ve güncel medyadan görüp öğrendiğimiz binlerce belge,
ihbar, görsel materyal ve suçüstü tutanakları ile sabit.; Türk
Milletinin alçakça ve kalleşçe maruz kaldığı soygun-vurgun,
menfur yalan-talan furyasının iğrenç suçluları ile suç
örgütünün mazur görülme, örtbas edilme, yok sayılma nedeni
olamaz.
-
Eğer babaları
bakan, koltukları kalın olmasaydı bu eşhas devasa soygun ve
uluslar arası bir vurgun aktörü olamazlardı. Bu nedenle: Başta
aile babası, diğer yardım-yataklık unsurları, uzantı ve
bağlantıları, herkim olursa olsunlar derdest edilmek,
tutuklanmak, sorgulanmak ve yargılanmak zorundadır.
-
Bu rezilliğe
devlet sırrının deşifresi, hükümete komplo, açılıma çengel,
iftira ve tefrika damgası vurmaya kalkmak adalet, hukuk ve
gerçeğe ihanettir.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
122 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
ZİNCİRLERİ
KIRMAK, YÜZLEŞMEK VE HESAPLAŞMAK |
-
-
Türk tarihinin belki
en karanlık, kasvetli, hain ve menfur; 91 yıllık genç
Cumhuriyetin ise en şiddetli, yakıcı-yıkıcı, tahrip
edici depremi; İnsaf, iz’an, merhamet, adalet ve hukuk
dışı bir “güdümlü kalkışma” olarak tam 54 yıl önce
vuku buldu.
-
Cumhuriyet tarihinin, İstiklâl
Harbi’nden sonra ilk ve tek halk hareketi, ‘Beyaz
İhtilâl’ nitelemesi ile taçlanmış; 14 Mayıs 1950’de,
katılma oranı’nın yüzde 89.3 olan seçimde 52.7; 1954
seçimlerinde % 57.6 ve 1957 seçimlerinde 47.9 (DP’nin
17 il teşkilâtı, Genel Merkez ile vaki olan, malum il
başkanlarının kapris ve ihtiraslarına dayalı
ihtilâfları yüzünden bu seçime katılmadıkları için
oran düşmüş görünmektedir!) , gibi rekor oy oranları
ile milletin itimadına mazhar olmuş demokratik, adil
ve yasal bir iktidar.; Şerefli ve şanlı Türk Orduna
‘KUMPAS’ kurularak, kalleşçe bir oyula tezgâha
getirilip, kalleşçe yıkılmış ve Türkiye
çökertilmiştir.
-
Akabinde kurulan yassı ada nam çadır
tiyatrosu, Türkiye Cumhuriyeti hukuk tarihinin derin
utancı ve dönem hâkimleri, savcıları, avukatları ve
akademisyen kisveli sözde aydınların ebedi yüz
karasıdır. Bu keferenin umumu Türkiye Cumhuriyetinin
alçakça, haince ve kalleşçe çökertilmesinden sorumlu;
Artçı etkileri günümüze kadar uzanan felâketin pay
sahipleridir.
-
Bu umursuz, onursuz ve sorumsuz mason,
dönme devşirme, ateist ve AB’ci sabetaylar sayesinde;
27 Mayıs gününden itibaren ard arda gerçekleştirilen
açılım ve atılımlarla.; Başta Atatürk İlkeleri ve Türk
İnkılâbı, Atatürk’ün Anayasası, fazilet anlamında
Cumhuriyet, adalet, Demokrasi, Hak karinesi, İnsan
Hakları ve Hukuk olmak üzere bütün değer, eser ve
birikimler yok edilmeye çalışıldı…
-
Meşru millet iktidarınca 10 yılda var
edilmiş 100 yıla bedel kalkınma çökertildi.
-
Binlerce yıllık tarihinin bilgi,
birikim ve fiili deneyiminin zirvesine ulaşmış ve
İstiklâl Savaşı Zaferi ile muzaffer Türk Ordusu;
Özellikle General ve Üst Subaylar olmak üzere “20”
bine yakın profesyonel asker terhis veya başka
kurumlara nakille tasfiye edildi.
-
Aslında 27 Mayıs darbesinde pek çok
acılar yaşandı. Başbakan ve bakanlar haksız ve
hukuksuz yere idam edildi. Yassıada’da büyük
eziyetler, zulümler, dramlar yaşandı. Ama bu
alçaklıkların bir var ki, hâlâ acısı, yıkıcı etkisi ve
tahribatı artarak sürüp gider. 27 Mayıs baş kaldırma
ve kalkışmasından dört gün sonra Doğu ve Güneydoğu
Anadolu’dan toplanan 485 Kürt ağası, aşiret önderi ve
Demokrat Parti orijinli mahalli liderler Sivas
Kabakyazı’da 5. Er Eğitim Tugayı’nda askeri garnizon
içindeki kampta dokuz ay süren bir “zorunlu
misafirliğe” eziyet, işkence/zulüm ve asimetrik
psikolojik harekâta tabi tutuldular..
-
Dokuz ay süren bu
zorunlu misafirlik içerisinde Sivas’a getirilenlerin
yaşları 14 ile 70 arasında değişmekte idi. “27
Mayıs’ın öteki yüzü: Sivas Kampı” adlı kitapta Celal
Bayar’ın “Siyasal Kürtçülüğün merkezi” ve Hüsamettin
Cindoruk’un “Apo hareketinin imalât alanı ve kaynağı”,
olduğunu iddia ettiği ajitasyon, provokasyon ve bu
güne kadar akan kan’ın nefret tohumlarının ekildiği
anarşi, terör ve tedhişin kaynakları oluşturuldu.
-
Buna paralel olarak
“güden gücün” isteği doğrultusunda binlerce (sözde)
“Amerikan Barış Gönüllüsü” Doğu, Güney Doğu ve İç
Anadolu’yu sardı. Bunların tamamı CIA casusu idi.. Bir
taraftan da, o günlerde çokça söylenen “nesli kesici,
kısırlık yapıcı ve genetik yapıyı bozan”, Amerikan
yardımı Süt Tozu ve özel imal sandviç yıllarca
okullarda yedirildi..
-
Demokrat Parti
Milletvekillerinin maaş ve özlük hakları gasp ve
irtikap edilerek; 11. dönem Millet Vekillerinin 18
aylık maaş ve diğer özlük hakları ödenmedi. Üstüne
üstlük, bir de 27 Mayıs kinayeten “Özgürlük ve Anayasa
Bayramı” ilân edildi. Cumhuriyet tarihinin ilk meşru
ve silsile-i meratip ile emir-kademe zincirine uygun
müdahalesi olmasa bu utanç ve yüz karası, belki de
hâlâ devam ediyor olacaktı!
-
Şimdi: yeni bir
Anayasa yapmanın, yeni vesayetler yaratmanın ve
devletin beş bin yıllık çivilerini sökmeye çalışmanın
sırası değil!
-
Evvelâ 27 Mayıs’la
yüzleşmenin; Zincirleri kırmanın ve haksızlıkla,
hırsızlıkla geçen elli yıllık yolsuzluğun hesabını
sormak zamanıdır.
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
123 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
ZORUNLU
EĞİTİM (!) SORUNLU TASARI |
11 Mart 2012 Pazar günü TBMM Milli
Eğitim Komisyonu, yasama tarihinin en kötü utancı, yüzkarası,
demokrasi ayıbı, hukuk ve ahlâk skandalına sahne oldu. Eğer doğru
okunur, objektif algılanır ve dürüst yorumlanırsa bu; Öncelikle
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin hür irade yükümünü yitirdiğini; Bir
grup zorba, müstebit ve despot tarafından doğal yetkileri gasp
edilerek ipotek altına alındığını ve hukuki meşruiyetini
kaybettiğini düşündürür!
Olay, Mart ayı başında Milli
eğitim komisyonunda görüşülmesine başlanan; 5.01.1961 tarih ve 222
sayılı “İlköğretim ve Eğitim Kanunu ile bazı (222, 1739, 3308,
4306, 2547, 2809, 5018, 6260 ve 4734) Kanunlarda değişiklik
yapılmasına dair kanun teklifi”nin;, Başta öğrenci velisi
ana-baba’lar, kanaat önderleri, münevverler arasında ve kamuoyunda
ciddi tepkilere yol açması ile halk içinde endişe yaratması
nedeniyle iktidar tarafından yangından mal kaçırır gibi bir
oldubittiye getirilmek istenmesi teşebbüsünden ibarettir.
Bu süreçte gaflet, dalâlet ve
acizlikle malûl muhalefetin masum, müsemma, demokrasi ve hukuk
havarisi olduğu söylenemez. Sonuçta teşebbüs amacına ulaştı. Bir
haftada, iç tüzüğe uygun olarak sadece 4 maddesi görüşülerek kabul
edilebilen tasarının, bu defa 20 dakikada 23 maddesi ‘hiç
görüşülmeden ve müzakere bile edilmeden’ onaylanarak,
kanunlaştırılmak üzere eşi, emsali görülmedik bir usul, biçim ve
pişkinlikle, genel kurul yoluna sevk edilmiştir.
Müessif olaydan önce kamuoyunda
yer alan genel kanı: Teklif tasarısının 28 Şubat’a tepki,
misilleme ve öç alma maksadıyla komisyona sunulduğu; Ancak, insan
hakları, eğitim bilimi, psikiyatri, eğitim sosyolojisi,
‘milli-manevi, moral ve yükselen değerler stratejisi’ ile
psikoloji, temel pedagoji ilkelerine aykırı; Çağdaş norm, kriter
ve standart bilimsel disiplinler yönünden ciddi sakıncalar; Yakın
tehlike, tehdit ve vahim sorunlar içerdiği şeklinde idi..
Vakıa, komisyon baskını bütün bu endişe ve kaygıları haklı ve
doğru çıkardı.
Yürürlükteki 1739 sayılı Milli
Eğitim Temel Kanunu uyarı “temel eğitim”, her Türk vatandaşının
yasal hakkıdır. Devlet eliyle parasız verilir. Kanunun 4 -9. ve
12. maddelerinde tanımlanan genellik, güncellik, bireysel ve
toplumsal ihtiyaçlar, yönlendirme, eğitim hakkı, imkân ve fırsat
eşitliği, laiklik ve “istikrarlı süreklilik” ilkelerine uygun
olmak zorundadır.
Bu düzlemde eğitim; Tıpkı Denetim,
Adalet ve Sağlık gibi zorunlu kamu görevidir.
Yukarıda açıklanan amaçların
gerçekleşmesi, tasarı gerekçesinde yer alan temenni ve evrensel
mukayesenin hayat bulması için: Ülkemizde asgari 11 veya (metinde
değil) sunumda ifade olunduğu biçimde 12 yıllık bir eğitimin
zorunluluğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Şu kadar ki bu eğitimin
kademeli olması; Bilimsel, evrensel ve emsal normlar ile
pedagojik, sosyolojik disiplinler dikkate alındığında 5 + 3 + 3
(klâsik, mesleki, teknik veya Eğitim Enstitüsü yerine kaim
öğretmen okulu) = 11 yıl süreli zorunlu ve kademeli olması
şarttır. Dünyanın pek çok ülkesi, dünkü eyalet kötü Bulgaristan
dâhil kırk yıldır “zorunlu eğitim süresi” 11 senedir.
Dahası, ülkede eğitim kalitesi düşmüş, öğretmenlik mesleği
tabana vurmuş olmakla;
Başta rüşvet, iltimas, hırsızlık, yolsuzluk, görevi kötüye
kullanma, anarşi, terör, tedhiş, gasp, irtikap, nitelikli
dolandırıcılık, sahtecilik gibi insanlık dışı; alçakça kalleşlik
ve kahpelik eseri suçların diplomalı kesimde tavan yaptığı kaotik
ortamda ‘temel eğitim-öğretim’ ile ilgili bir düzenleme hayati
önem taşır; Yüksek ahlâk, basiret, beka, ilim-irfan gerektirir.
Eğitim ve öğretim ile ilgili düzenlemeyi aceleye getirmek; Öz’e
inmeden, müfredatı rehabilite etmeden, emrivakilerle hareket, bir
cehalet veya kast-ı mahsus eseridir. Teşebbüsün daha açık bir
izahı da, kötü niyet olabilir. Aksi takdirde, bu kadar hata üst
üste ve bir arada yapılamazdı!..
BÖLÜM / SORUN İRDELEMESİ:
1. Tasarıda 4+4+4 = 12 yıllık
kesintili ve zorunlu eğitime dair bir hüküm yoktur.
2. Teklifin 1, 2, 7 ve 13.
maddelerine göre ilk sekiz yıllık kademeli eğitim zorunludur.
Fakat Son 4 yılın zorunluluğuna
ilişkin bir hüküm veya müeyyide bulunmamaktadır.
3. Tasarı, ilkokul ve ortaokulu
tekrar oluşturup; 28 Şubat öncesi uygulamaya dönüş dışında başkaca
hiçbir yenilik, özellik veya orijinal bir boyut içermemektedir!,
(Ek: 1, “Bilgi için” Mezkür Kanun
Tasarısı, tam metin)
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ
MİLLÎ EĞİTİM, KÜLTÜR, GENÇLİK VE SPOR KOMİSYONUNUN
KABUL ETTİĞİ METİN
İLKÖĞRETİM VE EĞİTİM KANUNU İLE BAZI KANUNLARDA DEĞİŞİKLİK
YAPILMASINA DAİR KANUN TEKLİFİ
Madde: 1- 5/1/1961 tarihli ve 222 sayılı İlköğretim ve Eğitim
Kanununun 3 üncü maddesi aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.
“MADDE: 3- Mecburî ilköğretim çağı 6-13 yaş
grubundaki çocukları kapsar. Bu çağ çocuğun 5 yaşını bitirdiği
yılın eylül ayı sonunda başlar, 13 yaşını bitirip 14 yaşına
girdiği yılın öğretim yılı sonunda biter.”
Madde: 2- (1) 222 sayılı Kanununun 7 nci maddesi aşağıdaki
şekilde değiştirilmiştir.
“MADDE: 7- İlköğretim; 1 inci maddede belirtilen
amacı gerçekleştirmek için kurulmuş dört yıl süreli ve zorunlu
ilkokul ile dört yıl süreli ve zorunlu ortaokuldan oluşan bir
Milli Eğitim ve Öğretim Kurumudur.”
Madde: 3- 222 sayılı Kanunun 9 uncu maddesinin
birinci fıkrası aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.
“İlköğretim kurumlarının ilkokul ve ortaokul
olarak bağımsız okullar hâlinde kurulması esastır. Ancak imkân ve
şartlara göre ortaokullar, ilkokullarla veya liselerle birlikte de
kurulabilir.”
Madde: 4- 222 sayılı Kanunun 14 üncü maddesinin
birinci fıkrasında yer alan “büyüklüğüne” ibaresi “ilkokullar ve
ortaokullar birlikte veya ayrı oluşlarına, büyüklüğüne” şeklinde
değiştirilmiştir.
Madde: 5- 222 sayılı Kanuna aşağıdaki Ek Madde 4
eklenmiştir.
“EK MADDE: 4- Bu Kanunun 76 ncı maddesinin birinci
fıkrasının (b) bendine göre elde edilen gelirler, il özel
idarelerince, ortaöğretim kurumlarının arsa temini, binalarının
yapım, bakım ve onarımı ile diğer ihtiyaçlarının karşılanması için
de kullanılır.”
Madde: 6- 222 sayılı Kanuna aşağıdaki Geçici Madde
11 eklenmiştir.
“GEÇİCİ MADDE: 11- Bu maddenin yayımı tarihinde
ilköğretim kurumlarının 5, 6, 7 ve 8 inci sınıflarında eğitim
görenler eğitimlerini bu kurumlarda tamamlar.
Bu maddenin uygulanmasıyla ilgili usul ve esaslar
Milli Eğitim Bakanlığınca belirlenir; Bakanlık bu maddenin
uygulanmasıyla ilgili düzenlemeleri il, ilçe ve okul bazında
yapmaya yetkilidir.”
Madde: 7- 14/6/1973 tarihli ve 1739 sayılı Milli
Eğitim Temel Kanununun 22 nci maddesi aşağıdaki şekilde
değiştirilmiştir.
“MADDE: 22- Mecburi ilköğretim çağı 6-13 yaş
grubundaki çocukları kapsar. Bu çağ çocuğun 5 yaşını bitirdiği
yılın eylül ayı sonunda başlar, 13 yaşını bitirip 14 yaşına
girdiği yılın öğretim yılı sonunda biter.”
Madde: 8- 1739 sayılı Kanunun 24 üncü maddesi
aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.
“MADDE: 24-“İlköğretim kurumlarının ilkokul ve
ortaokul olarak bağımsız okullar hâlinde kurulması esastır. Ancak
imkân ve şartlara göre ortaokullar, ilkokullarla veya liselerle
birlikte de kurulabilir.”
Madde: 9- 1739 sayılı Kanunun 25 inci maddesinin
mülga birinci fıkrası aşağıdaki şekilde yeniden düzenlenmiştir.
“İlköğretim kurumları; dört yıl süreli ve zorunlu
ilkokullar ile dört yıl süreli, zorunlu ve farklı programlar
arasında tercihe imkân veren ortaokullardan oluşur. Ortaokullarda
lise eğitimini destekleyecek şekilde öğrencilerin yetenek, gelişim
ve tercihlerine göre seçimlik dersler oluşturulur. Ortaokullarda
oluşturulacak program seçenekleri bakanlıkça belirlenir.”
Madde: 10- 1739 sayılı Kanunun 26 ncı maddesi aşağıdaki
şekilde değiştirilmiştir.
“MADDE: 26- Ortaöğretim, ilköğretime dayalı, dört
yıllık zorunlu, örgün veya yaygın öğrenim veren genel, meslekî ve
teknik öğretim kurumlarının tümünü kapsar. Bu okulları bitirenlere
ortaöğretim diploması verilir.”
Madde: 11- 1739 sayılı Kanuna aşağıdaki Geçici
Madde 3 eklenmiştir.
“GEÇİCİ MADDE: 3- Zorunlu ortaöğretim 2012-2013
eğitim-öğretim yılından itibaren uygulanmaya başlanır. Bakanlar
Kurulu uygulamayı bir eğitim-öğretim yılı ertelemeye yetkilidir.”
Madde: 12- 5/6/1986 tarihli ve 3308 sayılı Mesleki Eğitim
Kanununun 18 inci maddesinin birinci fıkrasında yer alan "yüzde
onundan fazla" ibaresi madde metninden çıkarılmıştır.
Madde: 13- 16/8/1997 tarihli ve 4306 sayılı Kanunun geçici 1
inci maddesinin (A) fıkrasının 2 numaralı bendinin (c) alt
bendinde yer alan “sekiz yıllık kesintisiz ilköğretim” ibaresi
“ilköğretim ve ortaöğretim” şeklinde değiştirilmiş ve maddede yer
alan “sekiz yıllık kesintisiz” ibareleri madde metninden
çıkarılmıştır.
Madde: 14- 4/11/1981 tarihli ve 2547 sayılı Yükseköğretim
Kanununun 45 inci maddesi başlığı ile birlikte aşağıdaki şekilde
değiştirilmiştir.
“Yükseköğretime giriş ve yerleştirme
MADDE: 45- Yükseköğretime giriş ve yerleştirme aşağıdaki
şekilde yapılır.
a. Yükseköğretim kurumlarına giriş ve yerleştirme işlemleri
imkan ve fırsat eşitliğini sağlayacak tedbirleri almak kaydıyla,
Yükseköğretim Kurulu tarafından belirlenen usul ve esaslara göre
yapılır.
b. Yükseköğretim kurumlarına esasları Yükseköğretim Kurulu
tarafından belirlenen merkezi sınavlarla girilir. Yerleştirme
puanlarının hesaplanmasında adayların ortaöğretim başarıları
dikkate alınır. Ortaöğretim bitirme başarı notları en küçüğü
ikiyüzelli, en büyüğü beş yüz olmak üzere ortaöğretim başarı
puanına dönüştürülür. Ortaöğretim başarı puanının yüzde on ikisi
yerleştirme puanı hesaplanırken merkezi sınavdan alınan puana
eklenir.
c. Ortaöğretim kurumlarını birincilik ile bitiren adaylar için
mevcut kontenjanların yanı sıra Yükseköğretim Kurulu kararı ile
ayrı kontenjanlar belirlenebilir.
d. Bir mesleğe yönelik program uygulayan ortaöğretim
kurumlarının mezunlarının Yükseköğretim Kurulu tarafından
belirlenen aynı meslek dalında yer alan yükseköğretim
programlarına yerleşmelerinde, (b) bendindeki puana ek olarak,
ortaöğretim başarı puanının yüzde dördü yerleştirme puanına
eklenir.
e. Mesleki ve teknik orta öğretim kurumlarından mezun olan
öğrenciler, istedikleri takdirde bitirdikleri programın devamı
niteliğinde veya bunlara en yakın olan mesleki ve teknik önlisans
yükseköğretim programlarına sınavsız olarak yerleştirilebilir. Bu
öğrencilerin yerleştirilmesine ilişkin usul ve esaslar Milli
Eğitim Bakanlığının görüşü üzerine Yükseköğretim Kurulu tarafından
çıkarılacak yönetmelikle belirlenir.
f. Önlisans mezunları için, ilişkili lisans programlarında
belirlenmiş kontenjanın yüzde onunu geçmeyecek şekilde
Yükseköğretim Kurulu kararı ile her yıl dikey geçiş kontenjanı
ayrılabilir.
g. Yabancı uyruklu öğrenciler ile ortaöğretimin tamamını
yurtdışında tamamlayan öğrencilerin yükseköğretim kurumlarına
kabul usul ve esasları Yükseköğretim Kurulu tarafından belirlenir.
Uluslararası andlaşmalar gereği Türkiye’deki yükseköğretim
kurumlarında burslu olarak öğrenim görecek yabancı uyruklu
öğrencilerin yerleştirme işlemleri Yükseköğretim Kurulu tarafından
yapılır.
h. Yükseköğretim Kurulunca belirlenecek usul ve esaslara göre,
belli sanat ve spor dallarında üstün kabiliyetli olduğu tespit
edilen öğrenciler ile Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma
Kurumunca tespit edilen uluslararası bilimsel yarışmalarda ödül
kazanan öğrenciler, ilgili dallarda eğitim yapmak kaydıyla
yükseköğretim kurumlarına yerleştirilebilir.”
Madde: 15- 2547 sayılı Kanunun 56 ncı maddesinin birinci
fıkrasının (b) bendinin ikinci paragrafı aşağıdaki şekilde
değiştirilmiştir.
“Gelir veya kurumlar vergisi mükellefleri tarafından
üniversitelere, yüksek teknoloji enstitüleri ile gelirlerinin en
az dörtte üçünü münhasıran devlet üniversitelerinin
faaliyetlerinin devam ettirilmesi ve desteklenmesini amaç edinmek
üzere kurulan ve fiilen bu çerçevede faaliyette bulunan
vakıflardan Bakanlar Kurulunca vergi muafiyeti tanınanlara makbuz
karşılığında yapılan bağışlar, Gelir ve Kurumlar Vergisi Kanunları
hükümlerine göre yıllık beyanname ile bildirilecek gelirden ve
kurum kazancından indirilebilir. Bu hükmün uygulanmasına ilişkin
usul ve esasları belirlemeye Maliye Bakanlığı yetkilidir.”
Madde: 16- 2547 sayılı Kanuna aşağıdaki Geçici Madde 61
eklenmiştir.
“GEÇİCİ MADDE: 61- Bu maddenin yayımı tarihinden
sonraki ilk yükseköğretime giriş ve yerleştirme işlemlerine mahsus
olmak üzere bu Kanunun 45 inci maddesinin birinci fıkrasının (b),
(d) ve (f) bentleri uyarınca adayların merkezi sınavlardan almış
olduğu puanlara ilave edilecek ortaöğretim başarı puanları
Yükseköğretim Kurulunca belirlenen usul ve esaslara göre
hesaplanır.
Madde: 17- 2547 sayılı Kanunun ek 21 inci maddesi yürürlükten
kaldırılmıştır.
Madde: 18- 28/3/1983 tarihli ve 2809 sayılı Yükseköğretim
Kurumları Teşkilatı Kanununun ek 9 uncu maddesinin başlığı ile
birinci fıkrasında yer alan “Zonguldak Karaelmas Üniversitesi”
ibareleri “ Bülent Ecevit Üniversitesi” şeklinde değiştirilmiştir.
Madde: 19- 2809 sayılı Kanunun ek 61 inci maddesinin başlığı
ile birinci fıkrasında yer alan “Rize Üniversitesi” ibareleri
şeklinde değiştirilmiştir.
Madde: 20- 2809 sayılı Kanunun ek 129 uncu maddesinin başlığı
ile birinci fıkrasında yer alan “Konya Üniversitesi” ibareleri
“Necmettin Erbakan Üniversitesi” şeklinde değiştirilmiştir.
Madde: 21- 2809 sayılı Kanunun ek 130 uncu maddesinin başlığı
ile birinci fıkrasında yer alan “Kayseri Abdullah Gül
Üniversitesi” ibareleri “Abdullah Gül Üniversitesi” şeklinde
değiştirilmiştir.
Madde: 22- 10/12/2003 tarihli ve 5018 sayılı Kamu Mali
Yönetimi ve Kontrol Kanununun eki (II) sayılı cetvelin
“Yükseköğretim Kurulu, Üniversiteler ve Yüksek Teknoloji
Enstitüleri” bölümünün 53, 61, 102 ve 103 üncü sıraları aşağıdaki
şekilde değiştirilmiştir:
“53) Bülent Ecevit Üniversitesi
61) Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi
102) Necmettin Erbakan Üniversitesi
103) Abdullah Gül Üniversitesi”
Madde: 23- 21/12/2011 tarihli ve 6260 sayılı 2012 Yılı Merkezi
Yönetim Bütçe Kanunu, 2/9/1983 tarihli ve 78 sayılı Yükseköğretim
Kurumları Öğretim Elemanlarının Kadroları Hakkında Kanun Hükmünde
Kararname, 13/12/1983 tarihli ve 190 sayılı Genel Kadro ve Usulü
Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamede; Zonguldak Karaelmas, Rize,
Konya ve Kayseri Abdullah Gül Üniversitelerine yapılmış olan
atıflar Bülent Ecevit, Recep Tayyip Erdoğan, Necmettin Erbakan ve
Abdullah Gül Üniversitelerine yapılmış sayılır.
Madde: 24- 4/1/2002 tarihli ve 4734 sayılı Kamu İhale Kanununa
aşağıdaki Geçici Madde 13 eklenmiştir.
“GEÇİCİ MADDE: 13- Yurtiçi üretimin ve katma değerin
artırılması, teknoloji kazanımının sağlanması, daha önce yurt
içinde üretimi bulunmayan ürünlerin üretilebilmesi, yeni teknoloji
ve ürünlere yönelik araştırma-geliştirme faaliyetlerinin
sürdürülmesi ve bilgi toplumuna geçiş hedefleriyle, Millî Eğitim
Bakanlığına bağlı okulöncesi, ilköğretim ve ortaöğretim
kademelerindeki okulların dersliklerine bilişim teknolojisi
donanımı, yazılımı, ağ altyapısı ve internet erişim imkânının
sağlanması, dersler için çevrim içi ve çevrim dışı ortamlarda
e-içerik temin edilmesi ve e-içerik altyapısının oluşturulması,
Millî Eğitim Bakanlığına bağlı okullarda görev yapan öğretmenlere
ve örgün eğitim gören öğrencilere e-kitap, tablet bilgisayar ve
benzeri ihtiyaçların sağlanması amaçlarıyla Eğitimde Fırsatları
Artırma ve Teknolojiyi İyileştirme Hareketi (FATİH) Projesi
kapsamında, Millî Eğitim Bakanlığı ve Ulaştırma, Denizcilik ve
Haberleşme Bakanlığı tarafından 2015 yılı sonuna kadar yapılacak
mal ve hizmet alımları ile yapım işleri, ceza ve ihalelerden
yasaklama hükümleri hariç, bu Kanun hükümlerine tabi değildir. Bu
madde uyarınca yapılacak alımlara ilişkin usul ve esaslar Maliye
Bakanlığı ve Kamu İhale Kurumunun görüşü alınarak Millî Eğitim
Bakanlığı ve Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı
tarafından müştereken hazırlanacak yönetmelikle düzenlenir.”
Madde: 25- 5018 sayılı Kanuna aşağıdaki Geçici Madde 20
eklenmiştir.
“GEÇİCİ MADDE: 20- Eğitimde Fırsatları Artırma ve Teknolojiyi
İyileştirme Hareketi (FATİH) Projesi kapsamında Millî Eğitim
Bakanlığına bağlı okullara internet erişim hizmetleri ve ağ
altyapısının sağlanması için Millî Eğitim Bakanlığı ve Ulaştırma,
Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığınca 2015 yılı sonuna kadar
yapılacak mal ve hizmet alımları ile yapım işlerinde üst
yöneticinin onayıyla 15 yıla kadar gelecek yıllara yaygın
yüklenmelere girişilebilir.”
Madde: 26- Bu Kanun yayımı tarihinde yürürlüğe girer.
Madde: 27- Bu Kanun hükümlerini Bakanlar Kurulu yürütür. |
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
1 |
|
|
|
|
|
|
|
|
BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR! |
Hazırlayan
Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi corumlu2000@gmail.com |
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
|
Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL
adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM |
Hukuka, Yasalara,
Telif ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir. |
|