 |
 |
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
Hazırlayan
Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi corumlu2000@gmail.com |
|
|
TAKDİM |
|
HAYAT HİKAYESİ |
|
BÜYÜK AYIP VE AKP’NİN YÜZKARASI |
|
ATATÜRK VE GAZETECİLİK |
|
ABD-AB VE SINIR ÖTESİ |
|
AÇILIM İHANETTE SON TANGO |
|
AÇILIM REZALETİ VE İLERİ
DEMOKRASİ KÂBUSU |
|
AÇILIMLAR VE AÇMAZLAR |
|
ADALET (BARIŞ), MİLLET
İRADESİ VE ÜSTÜNLÜK |
|
ADALET AHLÂKI VE HUKUK |
|
AKP’NİN YEL DEĞİRMENLERİ İLE SAVAŞI |
|
AMAN OYUNA GELMEYİN”
OYUNU |
|
ANAYASA'DAN ÖNCE YASA! |
|
ANKARA’DA TOPUL
TAŞIM TRAJEDİSİ VE SÖZDE HUKUK (!) REZALETİ |
|
ARAP BAHARI = BOP
CEHENNEMİ |
|
ARTIK DEVLET OLMAK
GEREK |
|
BASİRET |
|
BASİRET VE HÜKÜMET |
|
BATI’NIN TÜRK FOBİSİ VE
TARİHİ DÖNÖNÜŞÜM PROJESİ |
|
BEŞİNCİ CUMHURİYETİN AYAK
SESLERİ |
|
BİLGİ ÇAĞI’NIN (!)
BARONLARI |
|
BİR MÜŞAVERE VE İNSAN
HAKKINDA MÜZAKERE |
|
BİRİ YALAN, ÖTEKİ YILAN |
|
BU MECLİS “İÇ SAVAŞ” ÇIKARIR |
|
BÜYÜK FIRSAT MESELESİ |
|
CHP, MHP VE HDP KOALİSYONU HÜKÜMET KURMAK VE DEVLET OLMAK
ZORUNDADIR |
|
CUMHURİYET BURSA NUTKU VE GALİP BARAN BİLİNÇ ÜNİVERSİTESİ |
|
CUMHURİYET, DEMOKRASİ VE ORDU ÜZERİNE "GALİP BARAN" İLE
BİR SÖYLEŞİ |
|
CUMHURİYET’İ FAZİLET’E İBLAĞ |
|
DAVOS’TA SON TANGO! |
|
DEF'COTO SULTA |
|
DEMİRKIRAT ALFABESİ "BASİDE İCRA" |
|
DEMOKRASİ PRANGALARI VE DERİN DOMUZ BAĞLARI |
|
DEMOKRASİ, ADALET VE MEDENİ SİYASET |
|
DEMOKRASİYİ ÖZELLEŞTİRMEK |
|
DEVLET; HÜKÜMET VE HALK |
|
DEVR-İ SABIK’LAR!. |
|
DEVR-İ SABIK YARATMAK |
|
DİASPORANIN SESİNİ KESMEK |
|
DİNDARLIK, ADALET VE DEVLET |
|
DP BÜTÜN SİYASET KURUMLARINA İTHAF
OLUNUR |
|
DÖNÜŞTÜRMENİN ÖZNESİ “AÇILIM” |
|
EKSİLTİLMİŞ BİR CEMİYET |
|
ELLİ İKİNCİ (52). YILINDA “DİN LİSANINDA EZAN” |
|
EN
KARA GÜN; 16 – 17 EYLÜL |
|
EREĞLİ ÇÖL OLMASIN! |
|
ERMENİ İSYANLARI, SOYKIRIM VE KATLİAMLARI |
|
ERMENİ SORUNUNA ANALİTİK BİR YAKLAŞIM |
|
ERMENİ TERÖR VE TEDHİŞ ÖRGÜTÜ ASALA TARAFINDAN ŞEHİT EDİLEN TÜRK
DİPLO |
|
ERMENİ YASASI DİKKATSİZ BİR ADIM |
|
EZAN/TÜRBAN; AKP VE DP |
|
EZELİ DÜŞMANLA RAKS |
|
FENA
MI? YOKSA! İYİ Mİ OLDU |
|
GANDİ’YE KULAK VERMEK |
|
GERÇEK GÜNDEM |
|
GEZİ
PARKI EYLEMLERİ! |
|
GLADYO-OLİGARK, BARONLAR ve HÜKÜMET |
|
GO
HOME AMERİKA,HINAUS AB |
|
HÂL VE GİDİŞ; İLİM VE AMEL |
|
HAKİKATİ KONUŞMAKTAN KORKMAYINIZ! |
|
HÜKÜMET “YOK” HÜKMÜNDE! |
|
HÜKÜMET VE HARAKİRİ AKAN KANI DURDURMAK! |
|
İHANET FURYASI VE MENFUR ABLUKA |
|
İKİ BİN ÜÇ YÜZ (2300) YILLIK ORDU, 50 YILLIK
GELENEK |
|
İLERİ DEMOKRASİ DİKTATÖRLÜĞÜ |
|
İNSAN HAKLARI GÜNÜ “İNSAN SEVGİSİ” VE İSLÂM |
|
İNSAN VE MÜSLÜMAN OLMAYA ÇAĞRI |
|
KADİM "DEMOKRAT PARTİ" VE "AKP" FARKI |
|
KAMU
HİZMETİNİN KILCAL DAMARLARI:BELEDİYELER ŞEHREMİNİ VE ‘3Ç’ TEO |
|
KAN AĞLAYAN KERKÜK VE TÜRK DÜNYASI |
|
KASIT MI, İHMAL Mİ? |
|
KEFERENİN “KÜRT DEVLETİ” FURYASI |
|
KIBRISTA
BÜYÜK OYUN; İHANETTE SON TANGO |
|
KKTC SEMPOZYUMU HAKKINDA
|
|
KKTC'DE SEÇİM VE "TRUVA ATI" SENDROMU |
|
KONFÜÇYÜS’Ü ANLAMAK GEREK!
|
|
KUNDAKLANAN CAMİLER SAYI |
|
KUŞATMA VE ÇULLANMA |
|
KUTSAL MİRAS IŞIK VE AŞK
|
|
KÜRTLERİN LOZAN’A GÖNDERDİĞİ |
|
MADDE VE MANÂDA BÜTÜNLÜK |
|
MEB
Hüseyin ÇELİK NE YAPMAYA ÇALIŞIYOR? |
|
MENDERES 'VASİYET-EMANET VE DP |
|
MENDERES’İN KATİLİ İNÖNÜ’MÜ? |
|
MEŞRUİYET VE MEŞRUAT |
|
MİLLİ DAVA (KIBRIS) GERÇEĞİ! |
|
MİLLİ SİYASETE DÖNÜŞ SAYI |
|
MÜZMİN
KRİZDEN KURTULUŞ |
|
NE
ME'NEM “BİR BÜYÜK FIRSAT” |
|
NELER OLUYOR KIBRIS’TA |
|
NİSYAN İLE MALÛL OLMAYINIZ. |
|
OBJEKTİF VE REEL ANLAMDA; KUVVETLER VE DENGELER |
|
ON
İKİ ADA MESELESİ KIRK ASIRLIK TÜRK YURDU ANADOLU
|
|
ON
İKİ ADA MESELESİ KIRK ASIRLIK TÜRK YURDU ANADOLU 2
|
|
OYUN
İÇİNDE OYUN, TERÖR VE SOYKIRIM |
|
ÖNSEÇİM YAPMAYAN PARTİYE OY VERMEK GAFLET VE HIYANETTİR.. |
|
ÖTEKİ GAZETECİLİK VE MEDYA TERÖRÜ |
|
ÖZÜRCÜLERE YARGI YOLU |
|
REZİLLİK DİZ BOYU; HÜKÜMET NEREDE? |
|
SİVİL DARBE VE ŞİFRELER |
|
SORUN KİMLİK DEĞİL KİŞİLİK |
|
STRATEJİK ORTAKLIK ÖNCESİ |
|
ŞEYH EFENDİNİN RÜYASI VE TÜRKİYE |
|
ŞİMDİ NE YAPMALI |
|
TABİATIN LANETİ VE GDO TEPKİSİ |
|
TEHLİKENİN FARKINDA OLMAK |
|
TERÖRÜN UNSURU ASLİSİ MASONLUKTUR |
|
TÜRBAN (YAHUT) BAŞÖRTÜSÜ TBMM'DE |
|
TÜRK ADA’LARI İŞGAL ALTINDA |
|
TÜRK MİLLETİ LİDERİNİ ARIYOR!... |
|
TÜRK MİLLETİ’NE BAŞSAĞLIĞI; TERÖR VE TEDHİŞ’E KAHRİYE |
|
TÜRK’ÜM, DOĞRUYUM |
|
TÜRKİYE ANALİZİ |
|
ULUS (MİLLET) BİLMEK İSTİYOR |
|
VATİKAN'IN KÜRTLERİ |
|
VESAYETİ İLGA VE DİP DALGA |
|
YA HAKKINI VERİN, YA DA, O DİPLOMALARI YAKIN |
|
YENİ BİR SİYASİ HAREKET Mİ! |
|
YİRMİ BİRİN'Cİ (21). YÜZYIL TÜRKİYE’Sİ VE KIBRIS |
|
YİRMİ DOKUZ (29) MART SENDROMU |
|
YÜZ (100) MİLYAR EURO PİŞKİNLİĞİ |
|
ZİNCİRLERİ KIRMAK, YÜZLEŞMEK VE HESAPLAŞMAK |
|
ZORUNLU EĞİTİM (!) SORUNLU TASARI |
|
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
Çalışmalar TELİF ESERİDİR Yazarlarımızın
gönderileri ile yayına alınmıştır. |
corumlu2000@gmail.com |
Mahmut Selim GÜRSEL |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
01 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
TAKDİM
Bir kitabın doğması, o kitabı yazmaya kalkan kişinin amacına ve
bilgi birikimine göre değerlendirilmesi uygun olarak
görülmelidir.
Elinizde bulunan bu çalışmanın sizlere ulaşması için günlerini
veren bu çabası için şükranlarımı sunarken, bu çalışmada da
benim ufacık bir katkımın da bulunması beni bahtiyar etmiştir.
Bu
çalışma ile sizlerde bazı bilgileri edinmiş ve faydalanmış
olarak uzun yılların birikimlerinden aydınlanacağınızı
göreceksiniz.
Bilgi; yazılmadıkça kaybolmaya açık birikimlerdir. Her insan bir
kitaptır; onu okumamız gereklidir.
Tanımadığımız ve anlamadığımız kişiler hakkında nasıl kararlar
veremezsek; bir çalışmayı da incelemeden, okumadan karar
veremeyiz.
Mahmut Selim GÜRSEL |
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
02 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
 |
Mustafa Nevruz SINACI |
-
1954 Niğde doğumlu.
-
İlk, Orta ve Liseyi Konya’nın Ereğli
ilçesinde bitirdi. Tahsilini Ankara’ da tamamladı.
-
Hukukçu, Siyaset Bilimci,
İktisatçı-İlâhiyatçı.
-
Sırasıyla; Demokratik Parti Gençlik
Teşkilâtı Genel Başkanlığı, Tüketicileri Koruma Birliği Genel
Başkanlığı, TÜRK-KONUT Kurucu Üyeliği ve Birlik Başkanlığı, EKKON Genel
Başkanlığı, Kuruluş dönemi ANAP’ta (3. Cumhurbaşkanı Merhum Celâl
Bayar’ın ricası ile) Başkan Yardımcılığı, Demokrat Parti’de ‘yeniden
açılış dönemi’ Genel Koordinatör Yardımcılığı, 7. ve 9. dönem Genel
Başkan Yardımcılığı, Genel Sekreterlik, İdari ve Mali İşler Başkanlığı
ve nihayet İnsan ve Kültür Ocağı Genel Başkanlığı görevlerinde bulundu.
-
Adalet, Sabah, Akşam, Zafer, Son Havadis, Bugün, Her Gün, Ortadoğu,
Tasvir, Zaman , Meydan, Haber Gazetelerinde ve Bilim Teknik dahil pek
çok Dergide yazarlık yapan Mustafa Nevruz SINACI 2002 yılında emekli
oldu. Halen merkezi Amerika’da olan “TURKİSH FORUM” (Dünya Türk
Kongresi) İcra ve Danışma Kurulu Üyesi olan yazar. Evli ve üç kız çocuk
babasıdır.
-
Internet’te Yazarımız http://corumlu2000.dergisi.info , Dergimizde
yazıları yayınlanmaya devam ekmektedir..
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
03 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
BÜYÜK AYIP VE AKP’NİN YÜZKARASI
Mart ayının son Cuma’sı,
bütün hüküm ve ilkeleri ile yürürlükte olması gereken ve
bu ‘yürürlük’ şartından bilumum muhalefet partilerinin
müteselsilen sorumlu ve yükümlü olduğu 1982 Anayasasına
büyük bir darbe vuruldu. Elektronik, yazılı ve görsel
medya’ya “Meclis'te son dakika” anonsu ile düşen habere
göre: “Cumhurbaşkanına da örtülü ödenek getirildi!..”
Şüphesiz bu, vahim bir hukuk skandalıdır. Hadisenin
gazeteci, yazar - çizer takımınca algılanıp, akıl-ahlâk,
adalet ve hukuk bağlamında işlenip, kamuoyunun
aydınlatılabileceği 30 Mart Pazartesi günü, akla hayale
gelmeyecek şeamette olaylar yaşandı. Van hariç olmak üzere
bütün Türkiye’de elektrikler kesildi. İnternet bitti,
iletişim kapandı, çoğu cep ve ev telefonları stop etti,
işlemedi. İstanbul Çağlayan Adalet Sarayında Savcı Mehmet
Selim Kiraz, iki terörist tarafından rehin alındı.
Akabinde balyoz davası beraatle sonuçlandı. 236 kişi için
“sanıkların yüklenen suçları işledikleri sabit
olmadığından" serbest bırakılmalarına karar veren mahkeme;
buna ilâveten “dijital delillerde sahtecilik iddiasına
ilişkin ‘suç duyurusunda’ bulunulmasını” istedi. İşte
günün ve hattâ son on yılın en önemli vakıası bu idi. Esas
bu nedenle iletişim, ilân ve duyuru vasıtaları maskelendi,
karartıldı, perdelendi. Dolayısıyla “örtülü ödenek”
şaibesi de karambole getirilerek unutturulmak istendi.
Hani şu, Türkiye
Cumhuriyeti tarihinde hesabı bir tek Şehit Başvekil Adnan
Menderes tarafından verilen; 1960 paçavrası ile büsbütün
örtülerek gizlenen (sözde Baş Bakanların iffet, namus ve
faziletlerine emanet) saklı, şaibeli, haram ve menfur
para! (Bu doğru bir tanım. Zira vergi mükellefi, devletin
ve yetim hakkının sahibi halkın; Bilgi, rıza ve muvafakati
haricinde sarf edilen her kuruş, harcayana haram,
harcatana günah, suç, boynuna borç, vebal ve hesabını
mutlaka vermek zorunda olduğu hukuki, ahlâki ve vicdani
bir mükellefiyettir.) Gerçekte belirli makam ve
memuriyetler için iyi niyetle tahsis edilen örtülü
tahsisatın (tahsisat-ı mesture’nin) asıl amacı: “Sadece,
makamla mükellef memurun maddi imkân ve ödeme gücünü aşan”
ağırlama yani temsil giderlerini temin-yerine göre
‘kimsesizlerin kimsesi sıfatıyla’ olağanüstü
mağduriyetleri karşılamaya yöneliktir. Yalnız Türkiye de
değil despotluk ve diktatörlükle malûl olmayan bütün
medeni ülkelerde durum böyledir. Kaldı ki “özel temsil ve
hatıra binaen yapılan ağırlamalar dışında” bütün
resmikabul masrafları resmi ödenekler çerçevesinde
yapılır. TC Anayasası ve kanunun öngördüğü usul ve esas da
budur.
Hali hazır yürürlükteki
‘Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu’nun 24. maddesinde
‘örtülü ödenek’ Anayasa'nın 104. maddesinde ise ayrıntılı
olarak Cumhurbaşkanının görev ve yetkileri tanımlanmıştır.
Buna göre: 104. madde değiştirilmeden, ‘yasa’ ile
Cumhurbaşkanının yürütme yetkilerini genişletmek mümkün
değildir. Dolayısıyla uygulanması halinde, anayasa
değiştirilmiş gibi gözükecek olan bu yasa; Başta Anayasa
olmak üzere adalet, hukuk, gelenek ve ahlâka aykırıdır. Şu
haliyle şaibe, hukuku dolanma ve apaçık bir sahtekârlık
sayılır.
Zira Anayasa ile sorumsuz
Cumhurbaşkanına verilmemiş bir görev veya yetki yasa ile
hiçbir şekil ve surette verilemez. Yürütme / icra organı,
hak, yetki ve görevini Cumhurbaşkanı ile paylaşamaz!..
Kaldın ki “Örtülü ödenek”, özellik arz eden, yüksek
nitelikli güvenlik sahası ve konularında harcanacak
paradır. “Kapalı istihbarat” ve “kapalı savunma”
hizmetleri olarak tanımlanan bu konular, devletin milli
güvenliğini ilgilendirir.
Hal bu ki; Yürütmeye ait
olan “örtülü ödenek” kullanma yetkisinin Cumhurbaşkanına
verilmesi, fiilen, cebren ve hileyle “Başkanlık Sistemi”ne
geçildiğini gösterir. Mevcut hukuk düzeni ve ceza
mevzuatına göre bu, ağır bir Anayasayı ihlâl ve anayasal
düzeni değiştirmeye teşebbüs suçudur. Şu hale nazaran
mevcut Cumhurbaşkanı, Anayasa’da belirlenmiş görev ve
yetkilerinin dışına çıkamaz. Cumhurbaşkanının görev ve
yetkileri Anayasa ile belirlenmiştir. Belirlenen
yetkilerin tamamı açık, net, kati surette gizliliği
gerektirmeyen saydamlıkta olup; Zaten Cumhurbaşkanlığı
makamı ile örtülü, saklı, gizli-kapaklı işler bağdaşmaz.
Kaldı ki, bu görevler arasında “örtülü ödenek” kullanmayı
gerektirecek bir yükümlülük bulunmamaktadır.
Böyle bir icabın hâsıl
olması halinde, gereğinin Başbakanlığa sevki kabildir.
GİZLİLİK MELÂNETTİR
Ama bütün bu tuhaf,
akıl-mantık, hukuk ve ahlâk dışı işler, bizdeki (31’i
seçime girme hakkına sahip, toplam:100 küsur)
işbirlikçi-iştirakçi-çıkarcı, onursuz ve sorumsuz
muhalefetin uyurluktan gelmesi gaflet-dalalet ve hıyaneti
sayesinde vuku bulur, olup biter. Usulen yapılan bazı
itirazlar dışında senaryo aynı. Tasarı Anayasa
Mahkemesinden dönmezse oyun sürer!..
ÖNERGE
ÜÇ AYLIK BAKANDAN
Muhtemelen tembihli,
ısmarlamalı veya emrivaki önerge, en olmayacak yerden;
Seçim dönemi bakanı olarak atanan Sebahattin Öztürk’ten
geldi. Torba kanunu’nun ‘örtülü ödenek’ maddesi
değiştirilerek; Başbakandan sonra Cumhurbaşkanına da
örtülü ödenek imkânı getiren tasarıya:, “Kapalı istihbarat
ve kapalı savunma hizmetleri, devletin milli güvenliği ve
yüksek menfaatleri ile devlet itibarının gerekleri,
siyasi-sosyal, kültürel amaçlar, olağanüstü hizmet ile
ilgili devlet icapları için kullanılmak üzere
Cumhurbaşkanlığı bütçesine de örtülü ödenek konulması”
gerekçesi konuldu. (Anadolu tabiriyle, çalınan minareye
kılıf hazırlandı)
PARLAMENTER SİSTEM BEKLEME ODASINA ALINIYOR
Samimiyet ve ciddiyet
derecesi ancak Anayasa Mahkemesi itiraz sürecinde
anlaşılacak olan tek itiraz ve tepki; CHP Grup
Başkanvekili Akif Hamzaçebi den geldi. Akif Hamza Çebi,
“Aslında önergenin ‘anayasaya aykırılık’ nedeniyle işleme
konulmasının mümkün olmadığını, ileri sürüp
Cumhurbaşkanının tarafsızlığını anımsatarak: “Anayasa
gereği sorumsuz Cumhur Başkanına istihbarat hizmetleri,
doğrudan yürütme, devletin gizli istihbarat faaliyeti ile
ilgili görev vermek mümkün değil. Önergeyle parlamenter
sistem akamete uğrar. Bu anayasal bir darbedir. Örtülü
ödenek, bugüne kadar Başbakanların namusuna emanet
edilmiştir. Sisteme göre oradan yapılan tüm harcamalar
Başbakan, Maliye Bakanı ve ilgili tarafından imzalanan
kararname esaslarına göre yapılır; burada 3’lü bir sistem
vardı. Şimdi hükümet önergesiyle bu sistem terk ediliyor;
Bunun nereye harcanıp, kime verileceği konusunda C.
Başkanı kimseye hesap vermeyecek. Türkiye’de artık gizli
kapaklı operasyonlar bu düzenlemeden sonra çok daha rahat yapılıyor olacak. Bu
parlamenter sistem ve Başbakan’a ihanettir.”
DAVUTOĞLU’NUN HABERİ VAR MI YOK MU?
CHP Grup Başkanvekili Engin
Altay ise, “Davutoğlu’nun bundan haberi var mı yok mu?
Olduğunu zannetmiyorum. Cumhurbaşkanı’nın siyasi amacı
olur mu? Cumhurbaşkanı kendisine verilen görevleri yapar;
yasama, yürütme ve yargıyla ilgili. Sarayda bıldırcın
çiftliği kurabilir ama istihbarat timi kullanamaz. Madem o
kadar emin, ‘400 verin’ diyor, beklesin iki ay sonra 400’ü
alıp sistemi değiştirince yapsın. Devletin kabuğunu, özünü
değiştiriyorsunuz. Anayasayı ayaklarınızın altına alıp
çiğnemeye çalışıyorsunuz. Anayasa’nın özünü ve ruhunu
iğfal ettiniz” tepkisini verdi. MHP Grup Başkanvekili
Oktay Vural ise, “Önergeyle kendinizi inkâr ediyorsunuz.
Bu hukuki değil, fiili durumdur. Fiili durumlarla devlet
yönetilmez. Millet Vekili yetkisini haiz olmayan, “geçici
görevli/Hükümeti temsil etmeyen” biri önerge veremez.
Yetkisiz temsil olur. Bu tamamen darbe anlayışıyla
getirilmiştir” dedi.
SEBEB-İ
HİKMETİ NE OLABİLİR?
Eğer bu muvazaalı istemin
muhteviyatını analiz edecek olursak, akıl-mantık ve hukuk
dâhilinde bir sebep ve makul bir gerekçe bulmamız mümkün
değil. Hükümeti by-pass ederek, sadece Cumhurbaşkanının
yürütebileceği ne gibi işler olabilir? Örneğin, Suudi
Arabistan'ın bazı Arap ülkelerini yanına alarak Yemen'e
karşı başlattığı saldırıyı hükümet desteklemez ve fakat
Cumhurbaşkanı desteklerse ne olacak? Böyle bir durumda
Cumhurbaşkanının emrine tahsis edilen “örtülü ödenek”ten,
taraflardan birine lojistik destek vermesini hangi güç
önler, engeller veya denetleyebilir? Devlette, denetimsiz
ve keyfi bir tahsisat niçin istenebilir?..
MİLLETE KAYGI VEREN KUŞKULU ÖRNEKLER VAR!..
Cumhurbaşkanının yönetim
alanı, görev-yetki, sorumluluk sınırı ve tarafsızlığı ile
asla bağdaşmayacak şekilde, her gün bir yerde, bir bahane
ile halktan 400 parlamenter istemesi örneği
önümüzde duruyor. Dahası, mevcut Anayasa ve mevzuatta
hükümetin görev, yetki ve sorumluluk alanında bulunan
işlere dahletmesi; Adeta AKP’nin yetkili başkanı gibi,
seçimlerin kaderine müessir fiil ve beyanlarda bulunması
çok aykırı, sakıncalı ve bu kertede örtülü ödenek
talebinde bulunması çok tuhaf ve anlaşılır gibi değildir.
Hal böyle iken, vaki itirazlara cevap veren ve seçim
konularında en yetkili kurul olan YSK, “Cumhurbaşkanının
icraatlarını denetleme, karar verme yetkimiz yok” diyor!
“Yeni Türkiye” veya “TC gidecek AŞ gelecek”
dediği başıbozuk bir devlet olursa, Afganistan, Irak,
Libya, Suriye ve Yemen gibi Müslüman ülkelerin başı
beladan kurtulamayacak demektir!..
ENDİŞELER VE ŞÜPHELER
Dış politikada kalıcı
barış, istikrar, itibar ve “komşularla sıfır sorun”
öngören sözde Adalet (?) ve Kalkınma (!) partisi.; Başta
İsrail, Filistin/Gazze, Kuzey Irak, Suriye ve özellikle de
Libya olmak üzere ABD ve batı lânetlileri tarafından
yaratılan krizlerde başarılı bir politika izleyememiş,
Türk ve İslâm âleminin aleyhine siyaset üretememiş ve
uygulama yapamamıştır. Bakınız, Merkezi Londra'da bulunan
Kürt Araştırmalar Merkezi'nde konuşan İngiliz Dr David L.
Philips, 25 yıldır Kürtler üzerinde çalıştığını
söyleyerek: “İlk kez, IŞİD örgütü sayesinde Kürdistan'ın
dört parçası bir araya gelebilirdi” diyerek, oynanan oyuna
ve düzene ilişkin korkunç gerçeği ağzından kaçırıverdi...
Şimdi, ABD ve vahşi batı destekli Kuzey Irak üssünü
kullanan terör ve tedhiş örgütleri ile iktidar partisinin
aleni iştirak ve işbirliğine bakarak, IŞİD konusunda dünya
basınında yer alan iddiaları göz önüne almak gerekir.
Esasında, ülkemizde yaşayan
muhtelif etnik kök, din ve ana dil mensuplarını bireysel
bağlamda (varsa) ele alınıp sorunlarının çözüme
kavuşturması gereken çözüm süreci siyaseti mide
bulandırmakta ve bu sürecin mimarı olarak da Tayip
gösterilmektedir. Bütün bu güven sarsan olaylara nazaran
denilebilir ki, IŞİD Kürdistan'ı kurmak için el altından
örgütlenmiş El Kaide gibi bir örgüttür. Dolayısıyla
ülkemiz, devletimiz ve milletimizin selâmeti için halktan
hiçbir şeyin gizlenmemesi, her türlü siyasetin açık, net,
şeffaf ve mertçe yapılmak zorundadır.
İTİRAF
VE İLÂN EDİLEN SUÇLAR
Hükümet Sözcüsü Bülent
Arınç; ”Gökçek seçimlerde oy isterken bu yapının (Cemaat)
kucağında oturmuştur. Bu yapıya Ankara'yı parsel parsel
satmış, yurt yerleri vermiştir. Zengin iş adamlarına
okullar, imar planlarında değişiklik yaptırmıştır.”
diyerek İ Melih Gökçek'in suç işlediğini itiraf etmiş ve
onu yetkili makamlara bildirmeyerek de kayırmıştır.
Arınç'ın bu ilân, beyan ve itirafına rağmen harekete
geçmeyen makamlar görevlerini ihmal ve kötüye kullanma
suçunu işlemektedir. Buna rağmen, hepsi kaygılı, kuşkulu
ve şaibeli vakıaların, fiil ve faillerin üstüne
gidilememekte ve devlette çok büyük sıkıntıların yaşandığı
şüphesi yayılmaktadır.Ama ne var ki, mevcutta veya ufukta
hesap sorabilecek medeni cesareti haiz, iktidara talip ve
milli davaları takibe ehil, “namuslu, dürüst ve demokrat”
bir parti gözükmemektedir!
Bütün bu sorular, kaygılar,
şaibeli girişim ve sorunlar bir yana; Gerçekte 31 Mart
2015 günlü “gizemli” elektrik kesintisi, aynı gün vaki
Adliye baskını ile menfur baskında illâ öne çıkan yada
çıkartılan baro yöneticileri ile en uzun günün “kamufle
edilen büyük olayı” balyoz davasının hitamı!
Bu toz-duman, gizem ve
kargaşadan, en küçüğünden en büyüğü olan CHP ve MHP’ye
kadar bütün muhalefet partileri, memur ve sahipleri
sorumludur.
Yetkisiz birinin önergesi
ile torbaya giren “örtülü ödenek” yasasından da..
NETİCE
OLARAK:
CHP ve MHP bu hukuk dışı,
dayatma ve ısmarlama ‘Cumhurbaşkanına örtülü ödenek’
yasasını Anayasa Mahkemesine götürüp, var güçleriyle
arkasında durarak iptal ettiremezlerse, halkın önüne
çıkmasınlar, seçime de girmesinler. Veya: Bu istemin
hakiki/samimi taraftarları, usul, ahlâk, adalet ve hukuka
uygun olarak ya Anayasa değişikliği yapsınlar ya da, 7
Haziran seçimlerini müteakip, muktedir olmaları halinde
yeni Anayasa ile (bu defa) Devlet Başkanına ait görev,
yetki ve sorumlulukların tadat ederken “örtülü ödenek”
hususunu tertip etsinler!
Şimdilik, “Anayasa
Mahkemesi bakalım ne yapacak?”
Takip edin lütfen! |
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
04 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
- ATATÜRK VE GAZETECİLİK
-
Cumhuriyetin temelleri ve temayüz ilkeleri konusunda
‘kurucu irade’ adına Atatürk’ün gazetecilik hakkında
irşatları ve Türk gazetecilerine emanet ve
vasiyetidir: “Ben, manevi miras olarak hiçbir ayet,
hiçbir doğma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural
bırakmıyorum. Manevi mirasım ilim ve akıldır. Benden
sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin, köklü
zorluklar karşısında, belki gayelere tamamen
eremediğimizi, fakat asla taviz vermediğimizi, akıl ve
ilmi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir. Benden
sonra, beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver
üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse,
manevi mirasçılarım olurlar.”
-
“İnsanlar daima
yüksek, soylu ve kutsal amaçlara yürümelidirler. Bu
davranış biçimi, insan olanın vicdanını, aklını ve tüm
insanlık kavramlarını doyurur. Bu şekilde yürüyenler
ne kadar büyük esirgemezlikler gösterirlerse o kadar
yükselirler ve bu hareket biçimi mutlaka alnı açık
olur. Çünkü, alnı açık, aklı açık, kalp ve vicdanı
açık (vicdanı hür, irfanı hür) insanlar tarafından
yönetilebilen toplumlar, ancak bu anlamda hareketlerin
takipçisi olabilirler., Güneşsiz kalmış bir dünya;
İçinde “düşünce özgürlüğü olmayan” bir ülkeden daha
iyidir.”
-
“Biz, cahil dediğimiz
zaman mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz.
Kastettiğimiz ilim, hakikati bilmektir. Yoksa okumuş
olanlardan “en büyük cahiller” çıktığı gibi, klâsik
tahsil görmemiş olanlardan da ‘hakikati gören âlimler’
çıkabilir.”
-
“Memlekette basın
hürriyetinin de; (namuslu) demokrat (ve dürüst) bir
idareye lâyık olgunlukla kullanılmasında daha dikkatli
bulunulacağını ümit ederim. Hürriyeti kötüye
kullanmanın doğurduğu birçok felâketleri çekmiş olan
bu memlekette, bu dikkate özellikle gerek olduğu
kanaatindeyim.
-
“Basın Hürriyetinin
sakıncalarının giderilmesinin, yine basın hürriyeti
ile mümkün olduğuna dair, bu büyük meclisin yol
gösterme ve düzenleme sahasında tespit ettiği saygı
duyulan esaslar, eğer Cumhuriyetin ruhu olan
“faziletten” yoksun kendini bilmezlere, basında
eşkiyalık fırsatı verirse, eğer halkı aldatan ve doğru
yoldan çıkanların fikir sahasındaki kötü ve uğursuz
etkileri, tarlasında çalışan masum vatandaşların
kanlarını akıtmasına, yuvalarının dağılmasına sebep
olursa ve en sonunda bozgunculuğun en zararlısını göze
alan bu gibi doğru yoldan sapanlar, kanunlarda mevcut
aksaklık ve açıklıklardan yararlanma imkânını
bulurlarsa, BMM’nin yola getirici ve ezici kudretinin
müdahale ve uyarması elbette görevi olur.
-
“Bununla birlikte,
basın serbestisinden meydana gelecek kötülükleri
ortadan kaldıracak etkili vasıta, asla geçmişte
zannedildiği gibi, basın hürriyetini kısıtlayan
hususlar değildir. Aksine, basın hürriyetinden doğacak
sakıncaların giderilme vasıtası, yine basın
hürriyetinin kendisidir.”
-
“Gazeteler, kanunun
ve toplum çıkarlarının aksine bir olaya şahit ve bir
bilgiye sahip oldukları taktirde gerekli yayında
bulunmalıdırlar., Memlekette kalem hürriyetinin de,
demokrat bir idareye lâyık olgunlukla kullanılmasında
daha dikkatli olunacağını ümit ederim. Şuradan ve/veya
buradan gelecek günlük fikirlere, sahte ve yanıltıcı
sözlere asla önem vermeyecek bir olgunluk esastır.
-
“Vatandaşı; Millete
karşı milletin büyüyüp yaşaması için alınan tedbirlere
karşı harekete geçirmek en büyük ihanettir.
-
“Demokrasi
müesseselerinin başında basın hürriyeti olduğuna
inananlar asil bir davanın takipçisidir. Basının üç
işlevi vardır. 1.si: Basın, halkı ülke sorunlarından
ve siyasi partilerin bu sorunlarla ilgili
önerilerinden halkı haberdar etme ve eğitme
yükümlülüğü., 2.si: Basın, vatandaş şikâyetinin
serbest bir kürsüsü’ dür., 3.sü: Basın hükümetlere yön
vermelidir. Çünkü, “Bugün memlekette vazifesini bilen,
güçlüklerle uğraşabilen siyasilere rağmen, siyaset
adamlarına akıl verebilecek dirayette ve basirette
gazetecilerimiz vardır.
-
İşte, TC’nin
Gazetecilik ve Basın (medya) ilkeleri budur. Bu ruh,
anlam ve bağlamda Cumhuriyetin temel hedef ve ilkeleri
korunarak çıkartılan 5680 S. Basın Kanunu, 1960’dan bu
güne paçavraya dönen mevzuat ve 5846 S. K.’la kaim
telif hakları kavramına dair hukuki prosedür ile 5187
S.K; Atatürk’ün koyduğu ilkeler, milli standart ve
normlar muvacehesinde derhal TBMM’de ele alınmak ve
“Medya Terörü” ne son verilmek zorundadır.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
05 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
ABD-AB VE SINIR ÖTESİ |
-
-
Sağduyu sahibi, aklıselim, uyanık, basiret ve
beka sahibi müteyakkız, Türkiye sevdası ile dolu, konjonktürü dikkatle izleyen
gazeteci-yazarlar; Bu gün için yaşanan vahim gerçeği korkusuzca ortaya koymaya
başladılar. Artık işin saklanacak-gizlenecek tarafı kalmadı. Uzun süredir
millet de anladı ve bildi ki; Türkiye büyük bir kırılma noktasına itilmiş ve
uçurumun ta kenarına kadar sürüklenmiştir. Bu hakikatle yüz yüze olan, her
şeyi en ince ayrıntılarına kadar bilen ve fakat ses çıkartmayan, farkında
değilmiş gibi davranan sadece hükümet ve siyasettir. Aslında günümüz siyaseti
ve sözde aydınları bu konuda pek de masum sayılmazlar.
- Aksine, sırtlarında yıllar önce uygulama imkânı hasıl olmuş bir projeye
engel olmanın vebalini ve sorumluluğunu taşımaktadırlar. “Aldatan Put ve
Pusudaki İhanet” konulu yazım yayınlandıktan sonra bir hayli olumlu tepki
aldım. Bir tanesi, benim hassasiyetime ve yakın zamanda kaçırılan önemli
fırsatlara dair açıklamalarıma şöyle cevap vermiş:
-
Adı bende mahfuz okuyucumun
mektubu aynen şöyledir: “15-16 yıl önce Kuzey Irak'a Özal'ın girmek isteğine
karşı çıkan şuursuz devlet ve yönetim anlayışının oluşturduğu kaosu
hatırlayınız. O zaman dünya kamuoyu Türkiye'nin (ilk kez!) lehinde idi ve
Körfezdeki Irak işgaline karşı savaşı merhum Özal tetiklemişti. Petrol Boru
Hattı'nı keserek Irak'a ambargoyu başlatan Özal'ı dinlemeyen, anası Kürt
olduğu için onu da Kürt sayan ve ilk kez Misak-ı Millî sınırlarına doğru
yürümeyi savunmasını doğru veya inandırıcı bulmayan asker-sivil aydınlarımızın
(!) özellikle de basınımızın oluşturduğu hadım siyaseti çok putları
canlandırmıştır. O yüzden, askeri göreve çağıran bütün tavırların bir ayağı
kaygan zemindedir. Çünkü askerin ne istediğini bizzat askerler bile
bilmemektedir. Tezkere çıktıktan sonra ‘Başbakanın Bush'la görüşmesini
bekleyeceğiz!’ diyen Genel Kurmay Başkanı'na sorulacak şu sorunun cevabı
verilmediği sürece Kuzey Irak'a yapılacak her harekat başarısız kalmaya
mahkum; tıpkı 25 harekatla bir sonuç alamadığımız gibi.
-
Siz Genelkurmay Başkanı'na sorulacak şu
sorunun cevabını alabilirseniz, o cevap üzerine bir kitap bile yazmaya değer:
‘Seçim öncesinde, Milli Güvenlik Kurulu'nda gündeme getirmediğiniz halde, Harp
Okulları'nda yaptığınız konuşmada neden Kuzey Irak'a girmeliyiz dediniz? Bu
konuşmada söylediğiniz, 'Kuzey Irak'a girince PKK'dan başka Peşmerge ve ABD
ile de bir iş tutacak mıyız?' sözlerinin ne anlama geldiğini Türkiye'de kimse
değerlendirmedi, ama ABD'li bir askeri gözlemci aynen şöyle dedi: "Bu
sözlerden anlaşılan şu ki, Türk Genel Kurmay Başkanı "Kuzey Irak'a
girmeliyiz!" dedikten sonra bu mülahazaları serdettiğine göre, o bölgeye
girmek istemiyor, ama iç politika malzemesi olarak kullanıyor." Bunları sizin
de tuhaf bulduğunuzu sanıyorum. Fakat hepsinin bir anlamı olmalı.
-
Kısacası, Genel Kurmay Başkanı'ndan sonra kim
Kuzey Irak'a girelim dediyse, ya bu iç politikaya alet oldu, yahut da hamasi
duygularına mahkum haline geldi... Sınırın bu yanını kontrol altına alamayan
Genel Kurmay Başkanı'na sorulacak pek çok soru varken, "Daha ne bekliyor ASKER
?" diye sormak bence çok anlamsız.
-
Gelen yüzlerce eleştiri ve öneri arasından,
özellikle bu maili sizlerle paylaşmak isteyişimin nedeni şu: Evet Türkiye
1991-92 yıllarında çok büyük bir nimet ve fırsatı kaçırmış ve o zamanki
rivayetlere göre, günün Genelkurmay başkanı, başta donanım eksikliği olmak
üzere bazı nedenler ileri sürmek suretiyle harekâta karşı çıkmıştı. Bunun
bedeli binlerce şehit ve milyarlarca dolar oldu. Oysa o gün mevcut donanımla
bu harekât pekalâ başarılabilir ve şu an tepemizde asılı demoklesin kılıcı
bertaraf edilebilirdi. Dolayıyla bu hadisenin ve çok daha sonraları örgüt
kongreleri toplandıkça ve belirli mevsimlerde 8000-9000’e yakın militan Kandil
kamplarında bir araya geldikçe neden gereği yapılmadı? Bütün bunlar
sorgulanması ve cevap aranması gereken sorulardır.
-
Ancak, bu sorulara cevap vermek bir yana 25
veya 40 yıllık geçmişi ve bu geçmiş içinde eşkıyanın nereden nereye geldiğini,
hangi dahili ve harici kaynaklardan beslendiğini dahi tam olarak sorgulamak
mümkün olamamıştır. Gerçek şu ki, tehdit hep büyüye gelmiştir.
- TÜRKİYE KİMLERLE SAVAŞIYOR ?
-
Aslında, bu bağlamda “savaş” ve “bölücü örgüt”
terimlerini asla kullanmamak gerek. Zira, savaşın muhatabı aleni düşman ve
hukuken var olan bir devlettir. Bu kelimeleri özellikle uluslar arası
plâtformlarda ve Irakla ilişkilerde kullanmaktan özenle kaçınmak şarttır. Aksi
taktirde salt bu terminoloji dolayısıyla bir takım baskılara ve flebisit
taleplerine muhatap olunması ihtimali mevcuttur. Şu hale nazaran muhatap
unsurdan sadece “eşkıya” ve “çeteler” olarak bahsetmek mümkündür. Mamafi daha
açık ve anlaşılır olması bakımında biz sadece bu araştırma ile sınırlı kalmak
koşuluyla bu kelimeleri kullanmaktayız. Devam edelim.
-
Türkiye kimlerle savaşıyor ? dedik...
-
Bu soru, şu günlerde herkese sorulmalı.
-
Millet vahametin tam anlamıyla farkına
varmalı.
-
Zira, Türkiye şu anda başta ABD olmak üzere AB
ve OECD üyesi tam 28 ülke ile fiili savaş halindedir. Bu husus bizzat Cemil
Çiçek tarafından Adalet Bakanlığı zamanında açıklanmış, aslında yıllardır
bilinen ve belli olan bir gerçektir.
-
Ordu bizim ordumuz. Askerler bizim
evlâtlarımız ve kardeşlerimiz. Dahası, hepimiz Türk’üz ve askeriz. Bu bizim
atadan ve soydan mesleğimiz. Adaletin, hakkın, hakikatin ve hukukun
askerleriyiz biz. Ve dahası biz; Cumhuriyetiz, Demokrasiyiz, Lâiklik ve
İnsanca, mertçe, dürüstçe, adalet ve barış içinde yaşamanın yer yüzündeki
temsilcileriyiz.
-
Biz bir hukuk devletiyiz.
-
Ordumuz Türk ve Atatürk ordusudur.
-
Bizim ordumuzda lânetli pavyon paşaları,
ABD-NATO ve AB kulu-kölesi, yeminli, biatlı dönme, devşirme, mason ve misyoner
tohumları yok. Olanlar varsa eğer, bunlar Türk milletinin emrinde ve
hizmetinde olamazlar! Temizlenmeleri ve tasfiyeleri gerekir.
-
ABD-AB namına ihtilal yapanlar, "NATO" ya
sadakat yemini edenler ve "Ours boy" unvanını alanlar asla ve kesinlikle
damarlarında “asil kan” akanlar değildirler ve olamazlar da.
- Gelin; Doğruya doğru, eğriye eğri, yanlışa yanlış deme cesaret ve cüretini
gösterelim.
- Mesele, büyük önder Mareşâl Mustafa Kemal ATATÜRK’ün "Ya askerlik ya
siyaset" diyerek gösterdiği yoldan gitmeyenleri, sorumsuz olduğu halde
milletin kendilerine emanet ettiği silahları millete göstererek siyaset
yapanları teşhir etmek, bazı suiniyet ve sızmalara dikkat çekmektir.
-
Allah için konuşun, 25 yıl savaş mı olur? Tüyü
bitmemiş yetimin hakkı ve bu çilekeş halkın, el emeği ve göz nuru olan 500
milyar dolar nasıl sokağa atılır? Ülkeyi baştanbaşa üç kez imar ve ihya etmeye
kâfi büyük bir servet böyle nasıl hovardaca harcanabilir?
-
Hani, 12 Eylül öncesinde bu ülkede çok yaygın
bir anarşi ve terör vardı.
-
Kalleş baronlar kardeş
kavgasını tahrik etmiş ve binlerce masum ve müsemmanın alçakça, haince kanına
girmişlerdi. 12 Eylül günü askeri müdahale oldu. Anarşi ve terör bir günde
bıçakla kesilir gibi kesildi. Bu neydi? Bir tesadüf mü? Yoksa mucize mi? O gün
pek alâ muktedir olanlar ondan sonra 25 yıldır hangi stratejiyi geliştirdi?
Bu 25 yılda güvenlik meselesinde sözde sivil iktidarların gücü ve etkinliği
ne oldu?
-
Ülke çıkarlarını düşünenlerle, bir yerlere
savrulup milletin başında boza pişirenleri ayıralım..
-
Açık ve net sormak gerek!
-
Sincan'da İsrail tel’in edildi diye,
sokaklarda tank dolaştıran, o Şubat bülbülü, İsrail muhibbi Çevik Bir
beyefendi ve avanesi şimdi nerelerde.. Milletin cebinden kaç para alır.
Nerelerde yatar, nerelerde kışlar?
-
Koskoca 25 yıl ve 500 milyar dolar!
-
Sivil siyaset veya ordu, kabahat veya ihmal
kimde ise mutlaka hesap vermelidir.
-
Ve, daha da önemlisi bu trajikomik hikâye
burada bitmeli, bitirilmelidir.
- ANCAK ! GERÇEKLER AÇIKLANARAK
-
Fazla söze gerek yok. Irak'ın kuzeyi Türk
jetleri tarafından hallaç pamuğu gibi atılıyor.
-
Başbakan İngiltere'den, ardından da ABD'den
sınır ötesi operasyon onayı almak için koşuşturuyor. Kendi ellerimizle
palazlandırdığımız Irak'ın kuzeyine en sonunda ekonomik yaptırımlar
uygulanması kararı istemeyerek de olsa çıkıyor. Açıkça sınır ötesi tehdit
olmasına karşın NATO kollarını kavuşturmuş, olanları seyrediyor.
-
Her ne kadar uluslar arası bir barış ve
güvenlik örgütü olsa bile, cari konsepti itibarıyla NATO, adeta ABD’nin emrine
girmiş; Bunun yanı sıra AB çıkarlarını koruma kaygısına düşmüş ve tıpkı Bosna-Hersek’te
olduğu gibi, Irak’ın nahak yere işgaline de seyirli kalmıştır. Şu halde, BM
veya NATO’dan her hangi bir konuda sağlıklı karar beklemek olanaksızdır.
- İşte bu ortamda hâlâ Türkiye K. Irak’a sınır ötesi operasyon yapsın mı –
yapmasın mı tartışmaları dinliyoruz. Sınır ötesi operasyonu istemeyenler
bölgenin bataklık olduğunu ve TSK'nin bu bataklığa batma tehlikesi olduğunu
ileri sürüyorlar. Oysa 1 Mart tezkeresi öncesi TSK'nin ABD kuvvetleriyle
birlikte mutlaka Irak'a girmesi savunuluyordu. O zaman, hele de Saddam
döneminde Irak'ın kuzeyinin de güneyinin de bataklık olduğu biliniyordu.
- BİR MART TEZKERESİ
-
Aslında doğru olan bir Mart tezkeresini kabul
etmek ve tam bir devlet ciddiyeti içinde uygulamaktı. Ben kişisel olarak 1
Mart tezkeresinin geçmesinden yana olanlardandım. Şimdi de hâlâ aynı düşüncemi
koruyorum. Çünkü koşullar ve belgeler çok iyi düzenlenmişti. ABD Türkiye'ye
girerse bir daha çıkmaz, gibi sözler söylendi. Kesinlikle öyle bir durum
mümkün değildi. Bunların hepsi efsaneydi. Hani, bilmeden fikir üretme var ya.
Aynısı yapıldı. Bunları çok aydınlarımız da maalesef yapıyor ve bu ülkeye çok
da zarar veriyorlar.
-
Nitekim o tarihte Türkiye, hissiyattan
uzaklaşıp Genelkurmayın yapmış olduğu o çok mükemmel anlaşmalara uygun biçimde
oraya girseydi, bugün Irak'ın kuzeyindeki bu (PKK) ve benzeri sıkıntılar,
karşımızda önemli bir ulusal güvenlik sorunu olarak durmayacaktı.
- Onun dışında bunun ülkemize daha başka getirileri de olacaktı.
-
Tamam, demokratik bir ülkeyiz. TBMM'nin kararı
öyle çıktı.
-
Ona da saygı duymaktan başka söyleyecek
sözümüz yok.
-
Ancak, bugün yine sınır ötesi operasyona karşı
çıkanlar var. Ben buna katılmıyorum. Irak'ın kuzeyi TSK için asla bir bataklık
olmaz. Bunu düşünmek bile abestir, yanlıştır. Zira, ne Türkiye Cumhuriyeti
dünün devleti ne de TSK dünün silahlı kuvvetleridir. Dolayısıyla TSK bu konuda
fevkalade olgun bir noktaya ulaşmış durumdadır. TSK bir avuç eli kanlı PKK' lı
katil sürüsünün karşısında bataklığa saplanmış konumuna kesinlikle düşmez.
Düşebileceği de söylenemez. Bu türlü konuşanlara şüphe ile bakmak gerekir.
-
Dahası, şu anda TSK komuta kademesinde yukarda
“bir zamanlar için” tanımladığımız “ABD-AB namına ihtilal yapan, "NATO" ya
sadakat yemini eden ve "Ours boy" unvanı alan ve damarlarında akan kan şüpheyi
calip” kimseler değil; Yürekten bir samimiyet ve sadakatle askerlik mesleğine
bağlı, Türk inkılâbı ve Atatürk ilkelerine sahip ve saygılı; Varlığını Türk
milleti ve devletinin devamlılığına adamış askerler vardır.
-
Bu Allah’ın bir lütfudur.
-
Kıymeti-kadri bilinmeli
terör belâsına “şimdi” mutlaka son verilmeli, keza, 25 yıldır bunu sürüncemede
bırakan ve anarşi üzerinden rant sağlayanlara hesap sorulmalı, muaheze
edilmeli ve bedel ödettirilmelidir. Evet, bedel ödemek değil, bedel ödetmek
zamanıdır. Çünkü millet zaten bu güne kadar çok büyük bir bedel ödemiş
bulunmaktadır.
- TERÖRLE MÜCADELE
-
Şimdi, bazı provokatif kesimler ve AB uzantısı
akredite medya tarafından bu düzenli bir savaş değil, asimetrik bir savaş
olması nedeniyle tehlike var, deniliyor... Maksat : TSK’nın sınır ötesi
harekâtını önlemek ve menfur amaçlarını adım adım gerçekleştirmektir. Elbette
karşı taraf o alçakça saldırılarını yapacak. Bu saldırılar karşısında TSK
kayıplar verebilir. Bu, terörle savaşın doğasında var. Özellikle de bu tür bir
savaşta kayıpları önlemek, düşünüldüğü kadar komutanların ya da liderlerin
elinde değildir. Çünkü terörle mücadele ediyorsunuz.
- Karşınızdaki, onurlu bir devletin erdemli bir ordusu değil.
-
Karşınızdaki, güya sizinle savaştığını
söyleyen çeteler. Bunlar herhangi bir ahlaki, insani ya da yasal bir kurala
bağlı değiller. Üstelik aralarında dünyanın bütün milletlerinden fırsat
düşkünleri ve maceraperestleri var. Elebaşıları ve militanlarının kahir
ekseriyeti ise Ermeni asıllı ve ASALA kökenli. Sanıldığı gibi Kürt unsuru
falan yok karşınızda. Üstelik bunlar ahlâken düşük marksist ve leninist
ideolojiye mensup bir güruh. İslâm’la veya insanla bağdaşır yanları yok.
-
Ama siz TSK olarak insani kurallarla,
uluslararası hukuk kurallarıyla, kendi ülkenizin hukukuyla bağımlısınız.
Dolayısıyla işin zorluğu doğasında. Tabii ki tek bir insanımızın akan kanı
bizim için çok değerlidir. Ama bu ülke savunulmak zorunda. Bu ülkeyi
savunmasız bırakırsak, onun bunun arzusuna göre yol alacak hale getirirsek o
zaman neyimizi koruyabiliriz? Bunu bir sormak lazımdır.
-
Pskolojik savaş birimleri yok edildi
-
Onun bunun arzularından kastınız nedir?
-
Bugünlerde özellikle TBMM çatısı altında bazı
sesler çıkıyor. "Başka çözüm bulmak lazım", diyorlar. Tamam, başka çözüm
bulmak lazım da karşınızda eli silahlı bir terör örgütü var. Yani Türkiye
Cumhuriyeti Devleti bu terör örgütüne, "Gel kardeşim, masaya oturalım.
Pazarlık edelim. Ben sana biraz vereyim. Sen de biraz fedakârlık yap. Şu işi
bir orta çizgide halledelim" mi demeli?
-
Talabani de aynı şeyi teklif etmedi mi?
-
O zaman Türkiye Cumhuriyeti bunu kabul mü
edecek? Başından beri Abdullah Öcalan 'ın talebi de oydu. Daha sonra
İmralı'dan avukatları aracılığıyla aynı mahiyette birçok mesaj gönderdi. Murat
Karayılan 'ın, Osman Öcalan 'ın, hepsinin talepleri bu oldu.
- Bugün bu talepleri Irak'ın kuzeyindeki o lider bozuntuları, aşiret
reisleri seslendiriyorlar. Onların ne, kim olduklarını biz çok iyi biliyoruz.
Bu son 30 yıla yakın zaman içinde bir de oradaki insanları Türkiye Cumhuriyeti
besledi. Saddam zamanında ekmekleri yokken ekmeklerini verdi.
-
ABD'nin Irak'ı işgal etmesiyle ortaya çıkan
Irak'ın kuzeyindeki Kürt bölgesine bizim işadamları yatırımlar yaptı. Okul,
hastane, konut, devlet daireleri, havaalanı inşa ettiler. Hatta petrol bile
çıkardılar. Türkiye'den oraya hepimizin bildiği gibi inanılmaz ucuz fiyattan
elektrik veriliyor. Yani Türkiye orayı kalkındırdı. Peki, hangi amaçla o bölge
palazlandırıldı, gelip bizim insanlarımızı vursunlar diye mi?
-
Bu tür komşu ülkelere yönelik faaliyetlerin
mantıklı izahları olabilir. "Bu ülke insanları bize dost olsun. Karınları
doysun ki başka yerlere göç edip oralarda rahatsızlık yaratmasınlar. Ben
onlara kendi evlerinde belli bir hayat standardı sağlayacak biçimde yardımcı
olayım. Bir yandan paramı kazanayım, bir yandan da bu yardımı yapayım" diye
hükümetler bu yönde karar alabilirler.
-
Ama bugün içinde bulunduğumuz koşullarda sizin
sorunuz çok geçerli. Acaba bu Türkiye açısından akıllıca bir davranış mı,
yoksa değil mi? Şu geldiğimiz aşamada, Barzani ve Talabani'nin Türkiye
Cumhuriyeti Devleti'ne böylesine kafa tutacak cesareti bulup "Size bir Kürt
kedisini bile teslim etmeyiz" gibi abuk subuk, ne idüğü belirsiz beyanlarda
bulunacakları bir noktaya geldiyse Türkiye, kendimize şunu sormalıyız: "Bu
katkılar devam etmeli midir?"
-
TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu geçen gün, "Ulusal
güvenliğin söz konusu olduğu bir yerde artık kâr, ekonomi hesabı yapılmaz. Onu
yaptığınız zaman ihanetin içinde olursunuz" dedi. Onun üzerine çeşitli iş
çevrelerinden Hisarcıklıoğlu'na hücumlar var. Kıyısından köşesinden mazeret
üretip halkın gözünün önüne alacalı bir resim koyma gayreti içindeler.
Devletin elinde askerden önce kullanabileceği başka kozlar da var. En azından
bunları kullanırsınız.
-
Bir de PKK'nin kaçırdığı sekiz asker konusu
var. Türkiye Cumhuriyeti böyle bir terör örgütüyle pazarlık masasına
oturabilir mi?
-
Bunu da psikolojik propaganda amaçlı
kullanıyorlar. Çok iyi baktıklarını söylüyorlar. Meğer ne kadar
insancıllarmış. "Türkiye isterse teslim şartlarını konuşuruz" diyorlar.
- Yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti terör örgütüyle masaya oturacakmış. İş,
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin, bu teröristlerin o şekilde konuşmasına
muhatap olacak noktaya geldi. Askeri adımlar atılıyor. Bu şehitler boşuna
verilmiyor. Ama bizim güvenlik güçlerimiz teröristle savaş veriyorlar. Terörle
savaşın ekonomik, siyasal, sosyal, psikolojik boyutları vardır.
-
Bana göre psikolojik harekât konusunda
devletimiz hemen hemen sıfır noktasındadır. Bizim öyle bir birimimiz yok.
Yetişmiş kadrolarımızın olduğunu da pek sanmıyorum. Bu hükümetin işidir.
-
Bu işle ilgili bir zamanlar
devletin ilgili kurumları vardı. Ama AB'nin talebiyle o kurumlar, birimler
külliyen bitti. O şartlar nasıl kondu, nasıl oldu? Akıl ermez bir iştir.
- Bir zamanlar Barzani ve Talabani sözüm ona düşmanken iki kere onları
birbirlerinin tuzağına düşmekten TSK kurtarmadı mı?
-
Öbürünün tuzağına düşmesin diye aldık adamı,
helikopterle başka yoldan götürdük. TSK bütün bunları yaptı. Ama gerek
Talabani'nin gerekse de Barzani'nin ne kadar kaypak, ne kadar dönek, ne kadar
sözüne güvenilmez yaratıklar olduklarını TSK'den daha iyi hiç kimse bilemez.
-
Üstelik Talabani, Sovyetler Birliği döneminde
Sovyet yanlısıydı. Parti üyelerine "Yoldaşlarım" diye hitap ediyordu. Barzani
ABD'ciydi. Ama günün birinde baktık ki Talabani, ABD köstebeği çıkmadı mı?
-
ABD ajanı olduğu ortaya çıkınca epeyce hayret
eden olmuştu, diye hatırlıyorum.
- ABD'nin gizli gündemleri PKK dörde ya da beşe bölündü. Öcalan'ın artık
etkisi kalmadı. Bir kısmı Barzani ve takımının etkisi altına girdi, deniyor.
Bunlar sonuçta peşmerge. Bunlar bu kadar modern silahları nasıl
bulabiliyorlar?
-
Bu terör örgütü diğer odakların desteği
olmadan tek başına ayakta duramaz. Ne yazık ki bunun arkasında buna payanda,
destek olan, ona bütün bu söylediklerinizi sağlayan ya da kendisinin bir
şekilde sağlamasına göz yuman unsurlar var.
-
Kimdir bu unsurlar?
-
İsterseniz yakından uzağa doğru gideyim. En
yakında olanlar Barzani-Talabani ikilisi, Irak'ın kuzeyindeki oluşumlar. Bir
yandan da dünyaya ve bize, "Biz otonom bir yönetimiz. Yönetimin başkanı da
var. Bağımsız da olabiliriz" diyorlar. Ben geçen yıl özel temsilcilik
görevindeyken Irak'ın kuzeyinden benimle temas halinde olan bir kişi 2007'nin
ajandasını getirdi.
-
Ajandanın en son iki sayfasını kapsayacak
biçimde Büyük Kürdistan haritası vardı. Bu haritaya Mersin ve benim memleketim
olan Sıvas, yukarıda Kars da dahildi. Aynı haritanın şeklinde rozetler
yapmışlar. O kişi bana, "Bu rozetten bütün peşmergelerin, hatta çocukların
bile yakalarında var" dedi. Bunlar çocuklarına hedef olarak bu haritayı
gösteriyorlar.
-
Şu anda Irak'ın kuzeyindeki büyük güç ABD.
ABD'nin bilgisi dışında bunları nasıl yapabilirler?
-
Şu andaki konjonktürde aksini düşünmek mümkün
değil. Benim bilebildiğim kadarıyla ABD'nin Irak'ta, Ortadoğu'da, bir kısmını
henüz açıklamadığı, ama bir kısmını da açıkladığı ileriye yönelik bazı
projeleri var. Açıkladığı projelerden birisi de BOP. Zaten bizim Başbakan da
BOP'un eşbaşkanı olmakla övünmüyor mu?
-
Ümit ederim neyin ne
olduğunu ya da olmadığını çok iyi kavramışlardır. Ama benim anlayabildiğim
kadarıyla BOP henüz daha ABD'nin düşündüğünün tam şekliyle ortaya konmuş ya da
bizlere deklare edilmiş değil. Benim anlayabildiğim kadarıyla BOP onların
kafasında net. Ama o kafalarındaki net şekli bize anlatmış değiller.
-
Şimdilik göründüğü kadarıyla bölge ülkelerine
demokrasi getirilecek, Türkiye bunlara model olacak, ama bunun olabilmesi için
Türkiye'nin biraz ılımlı İslam’a kayması lazım. Anlayamadığım, ılımlı ya da
sıcak İslam nasıl oluyor? Bizim bildiğimiz İslam İslam’dır. Yarı demokrasi,
yarı şeriat, ikisini de idare ediverin. Nasıl idare edilebilir? Onu bir türlü
kafamda canlandırabilmiş değilim. Laiklik ilkesinin olmadığı yerde
demokrasiden söz edemezsiniz.
- Peki, bu peşmerge takımı TSK'nin mevzilendiği noktalarla ilgili bu kadar
isabetli haber alma bilgilerine nasıl ulaşabilirler?
-
Öncelikle bunun hesabını vermesi gerekenler
demin sözünü ettiğim Irak'ın kuzeyindeki kişiler. Ondan sonra Irak yönetimi
geliyor. Ama bugün Irak yönetimi acınacak halde.
-
Geçenlerde bir Iraklı yetkilinin, "Biz egemen
bir ülkeyiz. Sınırlarımıza müdahale ettirmeyiz" türünden bir beyanını okudum.
Doğrusu buna bir hayli güldüm. İşgal altındaki, bir ucundan bir ucuna ABD
askerinin kol gezdiği bir ülke nasıl egemen olur? Onu da çözebilmiş değilim. O
durumdaki bir yönetimden özellikle bu terör örgütüyle ilgili olarak fazla bir
şey bekleyemezsiniz.
-
Esas terör örgütüyle ilgili yapabilecekleri
olup da yapmayanlar var. Bunların başında tabii ki ABD geliyor. Onun yanında
da AB ülkeleri... Bunların yapabilecekleri şeyler vardı; halen var, ama
yapmadılar. Şimdi, "Yapalım, edelim" gibi bazı beyanlar var. Bilmiyorum.
Sonucunu görmedikçe inanmam mümkün değil.
-
Ben diyorum ki: "Benim dostum olduğunuzu
söylüyorsanız, böyle bir terör belasıyla mücadelemde bana katkı sağlayacak,
yardımcı olacak bazı şeyleri yapma yeteneğine sahipseniz, ama bunu yapmaktan
kaçınıyorsanız o zaman benim gözümde siz benim yanımda değil, o teröristin
yanındasınız."
-
PKK denilen eli kanlı örgüt Türkiye'ye bu
kadar kapsamlı harekât yapabiliyor, canını böylesine yakabiliyorsa arkasında
çok belirgin güçler vardır. Bu güçler de bellidir.
- Türkiye'de demokrasi oyunu oynanıyor
-
Peki, ya AB?
-
Onunla ilgili söylemem gerekenleri söylemek
istemiyorum. İçim bu konuda çok dolu. Ben biliyorum ki o Avrupa ülkelerinin
uyuşturucuya kurban verdikleri her genç insanın kanında PKK'nin kanlı elleri
var. Çünkü o uyuşturucunun oralara ulaşmasında en büyük taşıyıcı örgüt PKK. Bu
durum kendilerine defalarca bildirilmesine rağmen hâlâ ülkelerinde,
başkentlerinde PKK'nin işyerleri serbestçe çalışıyor. Hâlâ Brüksel'deki Grande
Place'ın etrafında PKK'nin sekiz-on tane döner dükkânı var. PKK'ye para
kesiyorlar. Önlerinde PKK bayrakları sallanan bütün büroları açık. Kendilerine
Interpol listesinde arananların isimleri bildirilmiş. Adresi, her şeyi belli.
Buna verilen cevap: "Benim ülkemde, yasalarıma aykırı bir şey yapmıyorlar."
Bundan sonra da bu insanlar uçağa bindirilip serbestçe Irak'ın kuzeyine
gidebiliyorlar. Bunu Öcalan'ın yakalanma süreci içindeki seyahati sırasında da
gördük. Bu ülkelerin insanlarıyla ilgili hiçbir sorunum yok. Ama oralardaki
yönetimler ne yazık ki böyle bir kasıtlı aymazlığın içinde. Türkiye'yi adam
yerine koymuyorlar; talebine aldırış bile etmiyorlar. Benim anlayabildiğim
kadarıyla onların Türkiye üzerinde başka hesapları var.
- Ne gibi hesapları var?
-
AB süreci içinde Ermeni meselesini halledin,
Kıbrıs sorununu çözün gibi dayatmalarla karşılaştık. Bunlar Kıbrıs'ın Rum
kesimini büyük törenlerle AB'ye tam üye yaptılar. Bu ne biçim bir mantıktır?
Demek ki bunlar Kıbrıs sorununun çözümünü arzu etmiyorlar. Yunanistan'ı da
AB'ye ucuz ve basit bir biçimde aldılar. Çünkü Türkiye'ye Ege sorununu çözmesi
söyleniyor, ama Yunanistan'a neden söylenmedi? Yunanistan'dan Kıbrıs sorununu
çözmesi neden istenmedi? Demek ki tam anlamıyla riya ve çifte standart
içindeler. Sonra çok yanlış bir kanı var. Batılılar, içimizdeki beşinci kol
faaliyetleri ya da psikolojik savaş unsurları bunu pompaladılar, sanıyorum.
Medyamızın bir kısmı da zaman zaman buna alet oldu. Halkta sanki o bölgenin
insanlarının tamamı PKK'yi destekliyor gibi bir düşünce yarattılar. Orada
halkımızın büyük çoğunluğu vatanını seven insanlardır.
-
Ama Güneydoğu'da oyların hemen tamamı AKP'ye
ve DTP'ye gitmedi mi?
- Oynadığımız bu demokrasi oyununu bir an önce sonlandırmak ve doğru dürüst
bir demokrasi uygulamasına başlamak zorunluluğumuz var. PKK gelsin, mezradaki
vatandaşın kafasına Kalaşnikof'u dayasın, "Bu mezradaki oyların birisi bile o
işaretten başka partiye giderse hepinizi yarın akşam halledeceğiz" desin. O
vatandaş ne yapacak? Oralarda her mezranın, her köyün başına asker, korucu
koymanız mümkün değil. Dolayısıyla o insanlar oralarda zorunlu olarak istenen
yere oy vereceklerdir, veriyorlar da. Başka çareleri yok. Bana göre o oyların
çok önemli bir kısmı bu şekilde sağlanmıştır. Ondan sonra da TBMM'de demokrasi
oyununu oynamaya başlarsınız.
-
ABD, Saddam'ı teröre destek veriyor diye
yakaladı ve idam ettirdi. Türkiye açısından baktığınızda bu durum Barzani için
de geçerli değil mi?
-
Bana göre Türkiye'ye karşı işlenmiş suç
bakımından Öcalan'dan pek farklı değil. Yaptıkları yanına kâr kalmamalı. Bir
şekilde cezalandırılması gerekiyor. Marmara Denizi'nde adamız boldur. Hayırsız
var, Yassıada var.
-
Türkiye NATO'nun bir üyesi. NATO tüzüğünün 4. ve 5. maddeleri var. Bir NATO
üyesine dışarıdan gelen ve güvenliğini tehdit eden saldırılar karşısında NATO
üyelerinin harekete geçmeleri gerekiyor. Sizce NATO hâlâ neden harekete
geçmiyor? NATO bir açıklama yaptı. Sanıyorum bütün AB'nin görüşü de o noktada.
"Bu, Türkiye'nin iç meselesidir" diyorlar.
-
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
06 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
AÇILIM! İHANETTE SON
TANGO |
-
-
Anadolu Ulusal
Uyanış ve Dayanışma Platformu 22 Haziran 2009 tarihinde “Dikkat!” anonsu ile
122 sorumlu kamu kurumu, siyasi partiler, sivil toplum kuruluşları (!) ile
medya ‘vatanseverlerine” seslendi. Vatan-Millet sevdalıları, etkili-yetkili ve
onurlu-sorumlu özel ve tüzel kişilerden; 17.Aralık.2004 tarihinde Brüksel’de
imzalandığı söylenen (Ancak şu ana kadar henüz tekzip edilmemiş olan) AB
katılım anlaşması ve anlaşmanı 4. maddesi hakkında bilgi “ayrıntılı açıklama”
ister. Mezkür 4. madde aynen şunları ifade etmektedir.
-
“Kürt azınlıklara
haklarının tanınması çerçevesinde, güney doğu Anadolu’da federe bir Kürt
devletinin kurulmasının yolu açılacaktır”
-
Diğer taraftan
09.Temmuz.2009 günü Medya organlarımızda TBMM’de alenen terör ve tedhiş örgütü
PKK temsilciliği yapan DTP, bahse konu 4. maddeye atfen “Türkiye’yi yedi
eyalete bölme” yolundaki talepleri açıklamıştır. Bu ne cesaret, ne cüret!
-
Ama maalesef bu
menfur fiil, ne bir cesaret ve ne de cür’et işi falan değildir.
Sadece, aslı milletten gizlenen, bilinen hükümleri de “inkâr ve tekzip
edilmeyen” AB Katılım Anlaşması gereğidir. İddiayı çok açık ve etkin bir
tavırla gündeme taşıyan platform, ‘Bölünme Yok Edilmenin İlk Aşamasıdır’
gerçeğinin altını çizerek, anlaşmanın diğer hüküm ve maddelerinin de ağır ağır
işletilip yürütülmeye başladığını Türk kamuoyuna açıklamıştır.
-
İŞTE O BELGE?
-
Anadolu Ulusal
Uyanış ve Dayanışma Platformun tarafından 22.06.2009 tarihinde Türk
‘vatanseverlerine” gönderilen açıklama istemli yazıda; “03.Ekim.2005 tarihinde
AB ile Müzakerelerin başlatılabilmesi için, 17.Aralık.2004 Tarihinde, Brüksel’
de, Sn. Başbakan tarafından imzalandığı belirtilen belgenin aşağıdaki
hususları içerdiği” açıklanmıştır.
-
VE “MADDE” LER:
-
-Müzakerelerin
ucu açık olacak, sonuçta Üyelik Garanti edilmeyecektir.
-
-Türkler, Üye
olunduktan sonra bile AB’de serbestçe dolaşamayacaklar, ancak AB’ye üye
Devletlerin vatandaşları serbestçe Türkiye’de dolaşabileceklerdir.
-
-Kıbrıs Rum
Cumhuriyeti tanınacaktır.
-
-Kürt Azınlıklara
haklarının tanınması çerçevesinde, Güneydoğu Anadolu’da federe bir Kürt
Devleti’nin kurulmasının yolu açılacaktır.
-
-İstanbul Fener
Patriğine “Ekümenik” unvanı verilerek, İstanbul’da Ortodoks Din Devleti
kurulmasına izin verilecektir.
-
-Dicle-Fırat
üzerindeki barajlar başta olmak üzere, Türkiye’nin tüm su kaynakları ve su
dağıtım şebekelerinin yönetim vedenetimi Uluslar arası bir kuruluşa teslim
edilecektir.
-
-Başta Devlet
Bankaları olmak üzere, tüm kamu malları hızla özelleştirilecektir.
Ermenistan-Türkiye sınırı açılacak, Ermenistan’la Diplomatik ilişkiler
kurulacak ve 1915 Soykırımı kabul edilecektir.
-
-İran ve
Rusya’nın Türkiye için birer potansiyel düşman oldukları göz önünde
bulundurularak dış politika belirlenecektir.
-
83 bin sayfalık
AB Müktesebatı tam olarak kabul edilip uygulamaya konulacaktır.(1)
-
SONUÇ VE İSTEK:
-
105 Sivil Toplum
Kuruluşlarının oluşturduğu AUUDP soruyor:
-
“Bu güne değin,
açık, net ve tam biçimiyle medya organlarında göremediğimiz, yetkililerimizden
duyamadığımız bu hususların; Gerçek olup olmadığının tespit edilmesini, gerçek
değil ise kamuoyuna açıklama yapılmasını; Gerçek ise bu nitelikte bir belgenin
kim tarafından ve hangi mülahazalarla imzalandığının ve günümüze kadar bu
konuda, Türk Kamuoyuna bilgi aktarılmamasının nedenlerinin bildirilmesi
hususlarını arz ediyoruz”
Bildiri, AUUDP Genel Kurulu Adına Genel Başkan Prof. Dr. Didar ESER; Genel
Sekreter Selda Talay TOSUN ve AB Kom. Bşk. Şükrü Sezar AYGEN tarafından
imzalanmış olup aradan geçen bunca süreye rağmen halâ çağrıya “açık veya net”
bir cevap alınamamıştır.
TC halkı, kamuoyu ve necip Türk Milleti’ne önemle duyurulur.
-
(1) Yılmaz DİKBAŞ,
AVRUPA BİRLİĞİ-Tabuta Çakılan Son Çivi. (2004 Regular Report on Turkey’s
Progress Towards Accession.–Recommendation of The European Commission on
Turkey’s Towards Accession.–Issues Arising From Turkey’s Membership
Perspective–Europian Parliamet Report–Brussel’s Europian Council 16-17
December 2004 Presdency Conclusions)
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
07 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
AÇILIM REZALETİ VE
İLERİ DEMOKRASİ KÂBUSU
|
|
-
-
İleri demokrasi,
kardeşlik-barış ve demokratikleşme süreci gibi,
dayatmalarla oynanan menfur oyun ve “Milli Dava
Kıbrıs’ı da kapsayacak biçimde” etki alanı genişleyen
senaryo kurgularının aslı, esası, hedef, amaç ve
mahiyeti bütün yönleri ile ortaya çıktı.
-
Açıklandı ve
anlaşıldı. Vahamet bütün boyutlarıyla görüldü.
-
İŞTE OYNANAN OYUN,
MENFUR EMELLER VE ACI GERÇEKLER
-
Her şey 30 Eylül
2013 günü açıklanan sözde demokratikleşme; Özde
demokrasi, insan hakları, eşitlik, adalet ve hukukun
deformasyonu; Siyasal, sosyal, toplumsal, fiziki/fiili
ve ilmi “kuvvetler ayrılığı” varlığı’nın
anlamsızlaştırılarak tekelleşmesi operasyonu ile ivme
kazandı.
-
“Anayasa Uzlaşma
(yeni anayasa imal ve inşa) Komisyonu” akamete
uğrayınca zuhur eden panik; “Hak yolunda ve millet
hizmetinde muktedir olamayan iktidarı” adalet ve hukuk
dışı arayışlara itti. Ne için?.. Kurucu Unsurun
tesis-temin ettiği; 11 Kasım 1938 karşı devrimi ile
ihanet sürecine giren Cumhuriyet Halk Partisinin
yozlaştırdığı (malum ve menfur istibdat döneminde
yozlaştırılan, saptırılan, istismar ve suiistimal
edilen) rejimi.; 07 Ocak 1946’den başlayıp 27 Mayıs
1960’a kadar özenle imar, inşa ve ihya edilip orijinal
haline dönüştürülen eseri imha, bölünmez bütünlüğü
parçalama, ittihat ve tevhit-i ilga!
-
On
bir yıldır yapılmak istenen, artık bütün yönleriyle
ortaya çıkan amaç bu. Kinayeten adına kardeşlik ve
barış denilen; Vatana, insana ve İslâm’a ihanet
yolunda, amaca ulaşmak için, her şeyin mubah
sayıldığı; Yalan-talan, hırsız-yolsuz, anarşi,
terör-tedhiş yoldaşlığının icabı ifa edilen,
“açılım”ların yüz karası, içler acısı ve utanç verici
haline bakın:
-
DEMOKRATİKLEŞME PAKETİ’NDEN!...
-
“Sizleri en kalbi
muhabbetlerimle selamlıyor; birazdan Türkiye’ye ve
dünyaya ilan edeceğimiz demokratikleşme paketinin,
ülke, millet, bölge; ekonomi ve demokrasimiz; en
önemlisi de birlik ve kardeşliğimiz için hayırlara
vesile olmasını Allah’tan niyaz ediyorum.”
-
“Özellikle, 3 Kasım 2002 seçimleriyle oluşan, 11
yıldır aynı istikamet doğrultusunda fedakârca görev
yapan, milli iradeyi en güçlü şekilde savunup,
milletin talepleri yönünde çalışan Meclis’imize,
değerli milletvekillerimize huzurlarınızda teşekkür
ediyorum”
-
“İç barışımızı güçlendirecek, toplumsal birlik ve
bütünlüğümüzü, geliştirecek, huzurumuzu tahkim edecek
her adım, milletimizin en büyük temennisidir. Bu
paketle, Türkiye’nin istiklâlini güçlendiriyor,
özgürlük alanını genişletiyor, ufkunu daha da açıyor
ve umudunu çoğaltıyoruz. En önemlisi de,
şehitlerimizin uğruna can verdikleri milletimizin,
birliğini, kardeşliğini, dayanışmasını daha da
pekiştiriyoruz. Böylece vasiyetlerini yerine
getirdiğimiz tüm şehitlerimizi, bu anlamlı günde bir
kez daha rahmetle, minnetle yâd ediyor; Allah Onlardan
razı olsun, mekânları inşallah Cennet olsun diye dua
ediyoruz”,
-
“1950’de başlayan demokratikleşme tarihimiz..”
-
“Siyasi Partiler Kanunu’nun 11’inci maddesinde
yapacağımız değişiklikle, partilere üye olmayı
daraltan, kısıtlayan bazı engelleri ortadan
kaldırıyor, Seçim Kanunu hükümlerine göre, oy verme
hakkına sahip olan herkesin, partilere de üye
olabilmesinin önünü açıyoruz. Bu amaçla, 11’inci
Maddenin B bendindeki 6 kısıtlayıcı engeli ortadan
kaldırıyor, yine Siyasi Partiler Kanunu’nda
yapacağımız değişiklikle, farklı dil ve lehçelerde
propaganda imkânını getiriyoruz. 298 Sayılı Kanunu’nun
ilgili maddesini değiştirerek, parti ve adaylar
tarafından yapılacak propagandalarda, Türkçenin
yanında farklı dil ve lehçelerin de kullanılabilmesini
mümkün hale getiriyoruz. Aynı şekilde, ön seçimlerde
farklı dil ve lehçelerde propaganda imkânını
getiriyoruz. SP Kanunu’nun 43’üncü Maddesindeki
kısıtlayıcı hükmü kaldırıyor, ön seçimlerde de
Türkçeden başka dil ve lehçeyle propaganda imkânını
partilere sağlıyoruz…”
-
17 ARALIK OPERASYONU VE
GERÇEKLER
-
Öncelikle yukarda sözü edilen: “Muhabbet,
demokratikleşme, birlik ve kardeşlik.; Fedakârca görev
yapan, milli iradeyi en güçlü şekilde savunup,
milletin talepleri yönünde çalışan Meclis; İç
barışımızı güçlendirecek, toplumsal birlik ve
bütünlüğümüzü, geliştirecek, huzurumuzu tahkim edecek
her adım.; Bu demokratikleşme paketiyle, Türkiye’nin
istiklalini güçlendiriyor, özgürlük alanını daha da
genişletiyor, ufkunu daha da açıyor ve umudunu daha da
çoğaltıyoruz. En önemlisi de, bu paketle,
şehitlerimizin uğruna can verdikleri milletimizin,
birlik, kardeşlik ve dayanışmasını pekiştiriyoruz;
1950’de başlayan demokratikleşme tarihi!.” 17
Aralık’tan bu güne açıkça görülmüş, anlaşılmıştır ki;
Pakette yer alan bu ve benzeri sözler kesinlikle
samimi değil, sadece bir oyalama, göz boyama, hile ve
aldatmacadır. Çünkü aynı paketin sonlarında yer alan:
“SP Kanunu’nun 11’inci maddesinde yapılacak
değişiklikle, partilere üye olmayı daraltan,
kısıtlayan engeller ortadan kaldırılacak; Seçim
Kanununa göre, oy verme hakkına sahip olan herkesin,
partilere de üye olabilmesinin önü açılacaktır…”
-
Siyasi Partiler Kanunu’ndan “adalet, fazilet, insanlık
ve hukuk” atılmak isteniyor.
-
SPK
2. Bölüm: Siyasi Partilere Üye Olma:
-
MADDE 11 - (Değişik 1. fıkra: 4445 - 12.8.1999) On
sekiz yaşını dolduran, medeni ve siyasi hakları
kullanma ehliyetine sahip bulunan her Türk vatandaşı
bir siyasi partiye üye olabilir. Ancak; (a) Hâkimler
ve Savcılar, Sayıştay dâhil yüksek yargı organları
mensupları, kamu kurum ve kuruluşlarının memur
statüsündeki görevlileri, yaptıkları hizmet bakımından
işçi niteliği taşımayan diğer kamu görevlileri,
Silahlı Kuvvetler mensupları ile yükseköğretim öncesi
öğrencileri siyasi partilere üye olamazlar.
-
b)
(Paket Gereği Kanundan Çıkartılacak Hükümler)
-
1 -
Kamu hizmetlerinden yasaklılar,
-
2 -
Zimmet, ihtilâs, irtikâp, rüşvet, hırsızlık,
dolandırıcılık, sahtecilik inancı kötüye kullanma,
dolanlı iflas gibi yüz kızartıcı suçlar ile istimal ve
istihlâk kaçakçılığı dışında kalan kaçakçılık suçları,
resmi ihale ve alım satımlara fesat karıştırma veya
devlet sırlarını açığa vurma suçlarından biriyle
mahkûm olanlar,
-
2.
Basit ve nitelikli zimmet, irtikap, rüşvet, hırsızlık,
dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanma,
dolanlı iflas gibi yüz kızartıcı suçlar ile istimal ve
istihlak kaçakçılığı dışında kalan kaçakçılık suçları,
resmi ihale ve alım satımlara fesat karıştırma veya
devlet sırlarını açığa vurma suçlarından biriyle
mahkum olanlar,
-
3 -
Herhangi bir suçtan dolayı ağır hapis veya taksirli
suçlar hariç üç yıl veya daha fazla hapis cezasına
mahkûm olanlar, 3. Taksirli suçlar hariç beş yıl ağır
hapis veya beş yıl ve daha fazla hapis cezasına mahkûm
olanlar,
-
4 -
Türk Ceza Kanununun ikinci Kitabının birinci babında
yazılı suçlardan veya bu suçların işlenmesini alenî
olarak tahrik etme suçundan mahkûm olanlar,
-
5 -
Türk Ceza Kanununun 312. maddesinin ikinci fıkrasında
yazılı halkı sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge
farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik
etme suçlarından mahkûm olanlar, 5. Terör eyleminden
mahkûm olanlar,
-
6 -
Siyasi partilere üye olamazlar ve üye kaydedilemezler.
Yükseköğretim elemanları, yasaklamanın dışındadır.
Bunlar hakkında Yükseköğretim Kanunu uygulanır.
-
-
ÜYELİĞE KABUL ŞARTLARI
-
-
MADDE 12 - Siyasî parti üyesi olmaya kanuna göre engel
hali bulunmayanların üyeliğe kabul şartları parti
tüzüklerinde gösterilir. Tüzükte üyelik için
başvuranlar arasında dil, ırk, cinsiyet, din, mezhep,
aile, zümre, sınıf ve meslek farkı gözeten hükümler
bulunamaz.
-
Siyasî partiler üye olma
istemlerini sebep göstermeksizin de reddedebilirler.
Ancak, üyeliğe kaydını isteyenin istemini reddeden
teşkilatın bir üste kademesine, parti tüzüğünde
gösterilen şekilde itiraz hakkı vardır. İtiraz üzerine
verilen karar kesindir.
-
-
ÖNSEÇİMDE PROPAGANDA İLE İLGİLİ
HÜKÜMLER
-
-
MADDE 43 - Aday yoklamalarına katılan aday adayları
için propaganda yapmak amacı ile açık hava
toplantıları, örf ve âdete göre sohbet toplantısı
sayılanlar hariç olmak üzere kapalı salon toplantıları
tertiplenemez, duvar ilânı, el ilânı ve her nevi
matbua, ses ve görüntü bantlarıyla propaganda
yapılamaz. Bu tür toplantılarda başka aday adaylarına
karşı kötüleyici beyanlarda bulunulması yasaktır.
-
Siyasî partiler, tüzüklerinde gösterilmek kaydıyla
aday adayları için bunların vereceği bilgileri de esas
alarak aday adaylarının meslek veya sanat
hayatlarındaki derece, başarı ve eserlerini, memlekete
yaptığı hizmetleri gösterir, vesikalık fotoğraflarını
taşıyan matbualar bastırıp dağıtabilir. Aday
adaylarının soyadı alfabe sırasına göre düzenlenecek
benzer bilgileri içeren matbualar sandık başlarına
asılabilir.
-
Aday adayları, mensup oldukları partinin programı,
büyük kongresinin ve yetkili merkez organlarının
kararları ile partinin seçim bildirisi dışında, milli
mahalli yahut mesleki çapta herhangi bir vaatte
bulunamazlar ve Türkçe'den başka dil ve yazı
kullanamazlar.
-
Aday adayları, önseçimlerde oy kullanacak partili
üyelere veya yakınlarına maddi çıkar sağlama amacı
güdemezler; önseçimlerde oy kullanacakları etkilemek
maksadıyla meşru ve hukuka uygun olmayan davranışlarda
bulunamazlar…”
-
Hesaplanan bu değişiklikler hayata geçtiğinde:
-
1.
Hiç af çıkartmadıkları yalanına rağmen, esasa
müteallik yasa “paket ve torba” biçim düzenlemelerle
“denetimli serbestlik” ve sair nam ve kapsamlar
altında hapisten çıkan 100 bin civarında suçlu,
-
2.
Yukarda arz ve ifade edilen 2820 Sayılı Siyasi
Partiler Kanunu 11/b fıkrasının iptali ile yüz
binlerce insanlık düşmanı, alçak, namussuz,
şerefsiz-soysuz, karaktersiz mahlûk, hırsız -yolsuz,
anarşist, terörist, katil, ırz düşmanı, bebek katili
cani ve hain serbestçe siyasi partilere üye
olabilecek.; Canları isterse parti kurabilecek ve her
düzeyde seçme-seçilme hakkına sahip hale
getirilecekler…
-
3.
Siyaset iyice “iyi insan, iyi, onurlu, sorumlu,
namuslu ve dürüst vatandaşların hakkı, işi ve görevi”
olmaktan çıkacak; Bütünüyle pislik domuzlarının eline
kalacaktır.
-
-
KİRLİ ELLER VE
MENFUR EMELLER
-
-
Bu
değişiklik istemi, öteden beri plânlanan ve kerameti
kendinden menkul paketlerle Meclise dikte edilen
müstakbel hedef belli olmuştur. Bu menfur süreçle, en
başta bebek katili olmak üzere, bilumum hırsız,
yolsuz, soysuz, katil, hain, terör-tedhiş unsuru
canilerle bölücü unsurlar meclise taşınmak
istenmektedir. Bizim gaflet, dalâlet ve hıyanet ile
malûl muhalefet, ya hâlâ, bu vahim ihanete uyanamamış,
ya da “işin işbirlikçiliğine” yatmış olsa gerektir!
-
Yazışma Adresi: P.K. 118 [06 442] Yenişehir-ANKARA
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
08 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
AÇILIMLAR VE AÇMAZLAR |
-
-
Her ne kadar hükümet, ‘Akan kanlar dursun;
Analar ağlamasın’ gerekçesiyle cürmünü cemaate mâl-etmeye; ‘milli birlik ve
kardeşlik’ yalanı ile de, suç teşkil eden eylemini devlet politikası
göstermeye çalışıyorsa da nafile. Çünkü olay bir komplo, baskı ve dayatma
eseri.
-
Bakınız!..Yunan Savunma Bakanlığı’na yakınlığı
ile bilinen, Amina&Asfalia dergisi yazarı ve strateji uzmanı Dimitris Patsules,
Derginin 2009 yılı Temmuz sayısında; “ABD’nin, PKK’yı baskı aracı olarak
kullandığını ve tamamıyla yok etmeyeceğini, Güneydoğu Anadolu bölgesinin uzun
vadede, ABD ve İsrail’in desteğiyle oluşturulacak ‘Büyük Kürdistan’a dâhil
edilmesinin planlandığı”nı yazıyor.Makale şöyle:
-
“ABD askerinin 2010’da Irak'tan çıkması ve
bölgede istikrar sağlanması çerçevesinde, PKK ile TC hükümeti müzakereye
başlama kararına yöneldi. Şimdiye kadar PKK'ya katlanan ve onu Türkiye'ye
karşı baskı unsuru ve sorun aracı olarak kullanan Washington,
Afganistan-Pakistan cephesinde ihtiyaçların artmasıyla ABD ordusunun Irak'ta
kalamayacağını anladı ve 2007’de politika değiştirerek Ankara ile PKK 'nın
tehdit unsuru olarak kalmaması konusunda bir anlaşma yaptı. Karşılığında
İsrail'den sonra Amerika'nın Orta Doğu'daki en sadık müttefiki olarak K.
Irak'taki Kürt hükümetini tanımasını ve Irak'ın istikrarına yardımcı olmasını
istedi.
-
Sonuçta, Bağdat ve Kuzey Irak Kürt hükümeti,
PKK'ya cephe aldı. Örgüt kaçış yolu, eğitim-ikmal ve yeniden organize için üs
olarak kullanacağı güvenli bir yer kalmadığı için Türkiye'nin güneydoğusunda
eylemlerini sürdüremeyecek. PKK şimdi zor durumda. Çünkü ABD Irak'a istikrar
kazandırmak istiyor. Kürtler ise var olan ‘devletlerini’ koruma peşinde...
- Amerika ve İsrail, Orta Doğu'da ‘Büyük Kürdistan’ın kurulmasını öngörmekte
ve 12 milyon Kürt'ün yaşadığı Türkiye’nin G. Doğusunun bu devlete dâhil
edilmesini istemektedir. Bu stratejinin uzun vadede Türkiye'nin çöküşüne neden
olacağı unutulmamalı!..”
- KRİTİK HAFTA:
-
Yazar, Ekim sayısındaki "Kürt Meselesindeki
Gelişmeler" başlıklı makalesinde: "Kürt meselesi kritik haftaya girmiştir. 25
yıl süren savaştan sonra ilk kez çözüm imkânı, TC’nin bütünlüğünü kurtarma
çabalarıyla birlikte görünmektedir. Esasında Washington isterse, bir gecede
PKK'yı yok edebilir veya Irak kuvvetlerince temizlenmelerini sağlayabilir.
Ancak, ABD şu aşamada PKK'yı yok etmeyi değil, bir süre daha kullanmayı
planlamaktadır.. .
-
Ayrıca, ABD ve AB'nin PKK'ya karşı Türkiye'ye
sağladığı yardımlar karşılıksız değil. PKK izole edilmeden siyasi çözüm
bulunması talebi ağırlıklıdır. Kürtler için geniş özgürlükleri
kapsayan planlar hazırlaması ABD-AB isteğidir. Sonuçta, kaybeden Türkiye’dir.
Çünkü çete savaşının bedeli askeri galibiyet değil, hükümetle müzakere ve
siyasi bir çözümün kabul ettirilmesi idi. Bu itibarla PKK, hedefine ulaşmayı
başarmıştır.
-
Türkiye ve Kürtler arasında gerçek savaş,
artık siyasi arenada sürecektir. Ancak bunun devamı, öngörülen çete harekâtlı
baskı manivelası ile mümkündür. Şimdi Kürtlere mümkün olduğunca az
şey vermeye ve PKK'yı silahsızlandırmaya çalışmakta, oysa Kürtlerin amacı özlü
haklar ile siyasi, ekonomik ve sosyal yaşamda kendi kaderlerini tayin
edebilmedir.
-
Generaller ve milliyetçi partilerin, Kürtlere
serbestiler verilmesine tepkileri mesnetsiz değildir. Her ne kadar, DTP ve
PKK'nın askeri sorumlusu Murat Karayılan, federe devlete dair taleplerini terk
ederek, Türkiye'yi bölmeyecek bir çözümü kabul ediyor gözükse de; Türk
liderler Kürtlerin gelecekte ülkeyi bölmenin ön şartlarını yarattığını, bunun
sonucu olarak da, sonuçta bir Kürt devletinin kurulacağını bilmektedirler.
İşte bu, İsrail ve ABD'nin hedefidir."
-
Yunanlı strateji uzmanı D.Patsules olanları
böyle açıklıyor. Atina Büyükelçiliğimizin bir tekzip’i var mı? Hayır.
Hükümetten tepki, reddiye? Yok. Öyleyse hükümetin “demokratik açılım”ının her
ne kadar içeriği belli değilse de, birtakım “ayrıcalık ve serbestiler”
kapsadığı tahmin edilen projenin uygulamaya konulması halinde, Dimitris
Patsules’un ifade ettiği gibi, bunun uzun vadede Türkiye’nin lehine gelişmeler
yaratmayacağı çok açık.
- (Kaynak: Amina&Asfalia, Sinan Sungur, Odatv.com Kasım-2009)
-
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
09 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
ADALET
(BARIŞ), MİLLET İRADESİ VE ÜSTÜNLÜK |
-
-
Adı “Adalet ve Kalkınma” olan partinin olağanüstü
büyük kongresinde, hatipler adeta haykırıyor, başta Hâkimler ve Savcılar
Yüksek Kurulu (HSYK) olmak üzere, Cumhuriyet Baş Savcıları dâhil bütün
adalet ve hukuk cihazı camiasına telkin, tembih ve tehdit dolu mesajlar
göndermekte birbirleri ile yarışıyorlardı!.. (Ankara, 27 Ağustos 2014)
-
Onlara göre: Hiçbir
şey (güç, kuvvet veya erk) millet iradesinden üstün olamazmış!.
-
Özellikle, 27 Mayıs
sonrası ve bizatihi 27 Mayıs’ın (12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve sair
post modern darbe, sulta/cunta, vesayet kalkışmalarının) henüz
yargılanmadığı; Şahsi ahvaller dışında (Nürmberg Mahkemeleri gibi),
bütün olayın maşeri vicdan (HÂKİM) önüne çıkartılıp sorgulanmadığı bir
Türkiye’de, bu söz çok iddialıdır. Mübalâğalı, ağdalı, abartmalı ve
belli ki “icraattan dolayı duyulan rahatsızlıklardan mütevellit”, aba
altından sopa gösterme amacına matuf bir söylem kabilindendir!..
-
Esası demagoji, hayal
ve ütopyadır.
-
Zaten de öyle
algılanmıştır…
-
Yine de gelin, bu
iddia ve ihtirasın mümkün olup olamayacağına bir bakalım:
-
Ancak burada,
öncelikle millet iradesinin tezahür biçimi son derece önemlidir.
-
Medeni ülkeler ve
yerleşik, kurumlaşmış namuslu-dürüst, ilkeli-onurlu, sorumlu-soylu ve
saydam demokrasilerde “bire/bir” yani, doğrudan vekâletle temsil hakkı
verilmiş bireylere Millet Vekili denir. Doğrudan seçmen tarafından
önerilerek, tayin ve tespit edilmemiş kişinin milleti temsil hakkı
yoktur. Bu ve mümasil (benzer) kişiler ancak patronları, parti sahipleri
ve icabında dâhil oldukları “saadet zincirinin” menfaatlerini temsil ve
ilzam ederler…
-
Dolayısıyla Milletin değil; Vesayetin
vekillerine parlamenter denilir.
-
Son elli yılda bu
usul-esas ve kriterlere uygun olarak: Namuslu, dürüst, demokrat ve
şeffaf usullerle seçilmiş, gerçek bir “MİLLET VEKİLİ” var mı acaba?.
Malûm sürece dair tarihte yazmıyor. Bilen varsa beri gelsin!.. Velev ki,
Milletvekilleri bu esas ve usullere uygun seçildi. Millet tercihinin
eseri, şaibesiz vekiller ve “devlet idaresinde millet iradesinin”
tecelli unsurları oldu. Bu takdirde adalet’in üzerinde ve adalete rağmen
bir irade ortaya konulabilir mi? Müştereken Meclis dahi adalete aykırı
bir karar alabilir ve uygulamaya sevk edebilir mi?
-
Cevap: Kesinlikle
HAYIR, asla ve kat’a mümkün olamaz’...
-
Tam burada bir
hatırlatma yapayım:
-
Bu gün 1 Eylül Dünya
Barış Günü (01 Eylül 2014)
-
Barış öyle bir
kavramdır ki; Sadece Adalet hüküm sürdüğünde gerçekleşir.
-
Bir ülke, aile,
kabile, kurum veya dünyada Adalet yoksa Barış yoktur. Ülkenin bütün
kurum ve kurulları ile hayatın her alanında adalet yoksa sadece zulüm,
eziyet, işkence, gasp, irtikap, terör/tedhiş ve sömürü vardır. Nizamı
âlemde; Daha açık ve doğru bir tanımlama ile
evrensel hukukta; Haklı, doğru-iyi ve
dürüstlerin güçlülüğü>meşruiyeti esastır. Özellikle vahşi batının
‘şeytani kuramı’ olan “insan insanın kurdudur” itikadında ‘güçlülerin
haklılığı, hâkimiyeti ve meşruiyeti’ esas olmakla beraber; Bu yol,
meslek veya meşrep orijinal/objektif İnsan (canlı) Hakları, Adalet,
adalet ahlâkı ve hukuka kesinlikle aykırıdır.
-
Amma lâkin (sözde)
Müslüman âlemin içine düştüğü gayya çukuru; Nefret, ifrat, hırs,
ihtiras, zaaf, fetret ve “kifayetsiz muhterisler” ile millet iradesini
“sahtecilik, yalan ve hileyle” gasp ederek hükümferma olan kripto
tiranlar dolayısıyla, yüzler Kâbe’den batı’ya çevrilerek; Adalet,
hakikat ve faziletin nuru, kötülük ve kul hakkının karanlığına iblâğ
olmuş (dönüşmüş) bulunmaktadır. Bunun anlamı:
-
Şu anda dünyada özgür, hür ve hükümran bir
İslâm ülkesi yok demektir.
-
Oysa, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu
1923 yılında, başta İran olmak üzere; Afganistan ve Türkiye hür,
bütünüyle özgür ve hükümran (egemen) ülkeler idi!..
-
İşte günümüzün
fotoğrafı budur.
-
Peki, “ADALET
MÜLKÜN TEMELİDİR” ne demek?
- Önce “Adalet” ne demektir?
ADALET: Hak (Rab) kanunlarına, yani
evrensel hukuk kurallarına uygunluk.. Herkese hakkını vermek, lâyık
oldukları muameleyi yapmak, haksızları terbiye etmek; Suçluları mutlaka
cezalandırmak, zulüm yapmamak, saygı, insaf ve merhamet sınırları
dâhilinde insanları idare, barışı koruma, ekolojiyi himaye ve devleti
idame etmektir.
-
Adalet kelimesinden
türeyen Mâdelet=adaletli olmak; Kelimenin kökeni olan Dâd ise, Cenab-ı
Hakk'ın emrini, emrettiği şekilde tatbik ve suçlu üzerinde icra etmek
anlamında olup; Uygulamada “Hak sahibine hakkını vermek” ve “haksız,
zalim ve bilumum suçluları te'dip ve terbiye, ta'zip ve tecziye
(cezalandırmak ve ıslah) etmek anlamına gelir.
-
Ayrıca “Evrensel
Adalet”, “İlâhi Adalet” hükmündedir. Halkı ve devleti idare, hukuku
(kurulu düzeni) idame ile görevli, bizzat halk tarafından
(aracısız/dolaysız) seçilmiş vekillerin meşruiyeti ile buna dayalı Yargı
erk’i ve hükümetlerin meşruiyeti de adaletle kaimdir. Yargı, tam bir
tarafsızlık ve bağımsızlıkla adalet üretemiyorsa, “gayrimeşru” demektir.
Ne pahasına olursa olsun Meclisin bu zulmü düzeltmesi zorunludur. Görev
hükümete değil Meclis’e aittir.
- Hükümetler de aynen mahkemeler gibi;
Karar, icra, iş ve işlemlerinde adil olmaya, hak ve adalet üzere hareket
etmeye mecburdur. Adil olmayan hükümeti def ile öncelikle ve evvelâ
muhalefet görevli-yetkili ve sorumludur. Paralelinde adalet cihazı,
Meclis ve nihayet ordu! Şu kadar ki adil olmayan hükümete itaat caiz
değildir.
-
Kuramın Arapça aslı
“El-adlü esâsü’l-mülk”tür. Türkçede ‘mülk’ kelimesi ‘Mahkeme kadıya mülk
değil’ söylemindeki gibi genellikle taşınmaz (gayrimenkul) anlamında
kullanılır. Oysa Arapçada hükümran devlet, müstakil düzen, ülke,
egemenlik, iktidar, saltanat, özgürlük anlamlarına gelir. Yani ‘Adalet
mülkün temelidir” sözüyle özellikle ve ağırlıkla kastedilen: “Devletin
veya düzenin esası adalettir.” Hükmü, hayati unsur ve evrensel
gerçeğidir.
- Bu gerçek, Mecelle, Sosyoloji,
Felsefe ve Siyaset Bilimi disiplinleri gibi objektif ilmî kaynaklar ve
medeni siyaset normunda açıklandığı ve tanımlandığı üzere: Meclis (YASAMA)
nezdinde.; Millet Vekillerinin ortak ve mutlak sorumluluğu altında;
Adalet cihazı (YARGI) “tarafsız ve
bağımsız”; Hükümet (YÜRÜTME) ise,
sadece Anayasa ve Anayasaya kesinlikle uygun olmak koşuluyla Yasama ve
Yargı Kararlarını uygulamakla memur ve mükellef olup; Kuvvetlerin her
biri, devlet içinde “nevi-i şahsına
münhasır” erklerdir. Şu kadar ki: Yasama kendine amir; Yargı ve
yürütme ise Yasamaya bağlı kurum ve bağlı kuruluşlar hükmündedir.
- Yani: Tepeden-tırnağa, tabandan
zirveye/çatıya, devlette adalet hâkim ve hükümferma olmadıkça; İnsani,
hukuki, ahlâki ve medeni bir devletten söz edilemez.
Devlet, Demokrasi, Cumhuriyet ve Lâiklik
“olmazsa olmaz” kabilinden özgün kurallar bütünüdür. Hükümetler sadece
ve yalnızca bu düzeni geliştirmek, iyileştirmek, mükemmele ulaştırmak;
Daha kavi, sağlam ve mükemmel kılarak “haklıların güçlülüğü, iyi insan
ve iyi vatandaşların” mutluluğu yönünde yükseltmek için Meclisle ortak
çalışarak görev yapmak zorunda ve durumundadırlar.
- ‘Esas’ kelimesi için seçilmiş olan
‘temel’ yanlıştır. Çünkü bir ‘toplumsal sözleşmenin’ devlet ve adalet
temelinde teşkili önemli olmakla beraber; Asıl şart adalet ve hukukun
devlet binasının “temelden, tavana bütün huzme ve hücrelerine” nüfuz
etmiş bulunmasıdır.
-
Adalet, devlet
temelinde mevcuttur” biçiminde bir iddia ve telâkki ile otaya çıkılıp;
hükümet işleri “kitabına uydurulmak” kabilinden sevk, idare ve idame
olunamaz. Söz, kuram ve kural’ın sahibi olan Hz. Ömer’in anlayışına göre
“adalet bir devletin temelinde olduğu gibi tepesinde de, yani her
zerresinde mevcut olarak fiilen hayat ve vücut bulmalıdır.
-
Adalet temeli üzerine
bina edilen kurum ve kuruluşların çatısında zulüm yaşanırsa, o binada
adaletin varlığından söz edilemez. Halkın idaresiyle iştigal edip; En az
Hazreti Ömer veya aynı dönemin “putperest
İran Kisrası Nûşirevan” kadar adil olamayan Amirler ile; “Adaletsiz
amirler karşısında dilsiz şeytan kesilen Âlimler” manâ itibarıyla sadece
bir Köpek hükmündedirler. Biline…
-
Netice
olarak:
- Adaleti
Meclisler tesis; Yargı cihazı temin ve
Hükümet’ler ifa ve icraya mecburdur.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
10 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
ADALET AHLÂKI VE
HUKUK |
-
Adalet ve hukuk’un temel ilkesi, kaynağı ve dayanağı:
Vahiy, vahiyle ikame olunmuş ahlâk ve buna mümasil
adet, örf ve geleneklerdir. Ki, bunların tamamı
karşılıklı saygı, mutlak adalet, hürmet ve muhabbet
üzerine kuruludur.
-
Daha açık bir anlatımla: İnsan kelimesinin “ins,
ünsiyet, meşveret ve muhabbet” kavramlarından
türediğini “hikmet’le” anlamak ve bu minval üzere
açıklayıp, yorumlamak lâzımdır. Y
ani: İnsan
kelimesi dahi “salt iyilik ve erdemlilik” karşılığı
olup; Namuslu, dürüst, onurlu, sorumlu ve düzenli
(istikrarlı/haysiyetli/şahsiyetli/karakter sahibi)
olmayan bir varlığı insan olarak kabul etmek kabil
değildir.
-
İnsan, mutlak bir hukuk, adalet ve ahlâk abidesidir.
-
Daha da açıkçası: Yalancı, hırsız, yolsuz, faşist,
fahişe, anarşist, terörist, hain ve zalim yaratıklar
insan olarak kabul edilemez ve böylelerine “insanca”
muamele edilemez.
-
Yani “düzenlilik/istikrar” dünya, kâinat ve insanlık
için esastır.
-
İşte evren/kâinat, mutlak bir düzen ve istikrar üzere
kaimdir.
-
İnsanlar için ilim, ibret, hikmet ve ders olan
“tertip” i, evrensel işleyişten alacağımız bir
kesitle, özetleyip, örnekleyelim. Evrensel işleyişte
şekiller, dengeler ve düzenler…
-
Sarmal Şekil Dengeyi Nasıl Sağlıyor?
-
Sarmal şeklindeki galaksilerin içinde bulunan fizik ve
metafizik (madde ve madde ötesi) kuvvetler arasındaki
denge şaşırtıcı niteliktedir. Bir galaksi, kütle çekim
etkisiyle kütle merkezine doğru yoğunlaşarak gelişir.
Merkez kütlesinin artışı buradaki kütle çekimini de
artırdığından, galaksinin merkezi, merkezkaç kuvvet ve
kütle çekimini dengeleyecek şekilde daha hızlı dönmeye
başlayacaktır.
-
Ayrıca merkezin daha hızlı dönmesi, kütlenin merkezde
yoğunlaşmasını engeller.
-
Bu
nedenle galaksideki tüm sistemin dengede kalabilmesi
için, galaksi merkezindeki parçacıkları yavaşlatıp,
kenardakileri hızlandırabilen özel bir mekanizmaya
ihtiyaç vardır. İşte bu harika mekanizma “eşit açılı
sarmal şekil” tarafından oluşturulmaktadır.
-
Çünkü eşit açılı sarmal kollar, böyle bir fonksiyon
için oldukça uygun bir şekil oluştururu.
(J.P. Vallee, ‘The Milk
Way’s Spiral Arms Traced By Magnetic Fields, Dust, Gas
and Stars’, Journal of Astronomical Society, Volume;
454, s. 119-124)
-
Allah Yoktan Var Edendir
-
Görüldüğü gibi pek çok galaksinin “eşit açılı sarmal
şeklinde” oluşu aslında bu galaksilerin fiziksel
açıdan dengede kalabilmesi için hayati bir öneme
sahiptir.
-
Bitkilerde ve deniz dibinde yaşayan canlıların
kabuklarında belirli bir orana (altın oran) bağlı
olarak ortaya çıkan eşit açılı sarmalın uzayın
derinliklerinde yer alan pek çok galakside de
görülüyor olması hayret verici bir durumdur.
-
Ayrıca galaksilerde görülen sarmal da, tıpkı
bitkilerde ve bazı hayvanların kabuklarında görülen
sarmallar gibi, içinde bulunduğu yapının dengeli ve
uyumlu olmasını sağladığından çok önemli bir
fonksiyonu yerine getirmektedir.
-
Kuşkusuz evrenin var olduğu günden itibaren sahip
bulunduğu düzenin ve dengenin hiçbir şekilde
bozulmayışı Allah’ın varlığı ve sonsuz kudretinin
delillerinden biridir.
-
Her
şeyi eksiksiz ve kusursuz olarak yaratma gücüne sahip
olan Rabbimiz, altın oranı öylesine eşsiz ve
fonksiyonel bir şekilde yaratmıştır ki, bu oran,
içinde bulunduğu her sisteme ve biçime, insanda hayret
uyandıracak derecede mükemmel bir estetik, biçimsel
bir güzellik ve denge kazandırmaktadır. Bir Kuran
ayetinde Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
-
"Gerçekten sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri
yaratan, sonra arşa istiva eden Allah’tır. Gündüzü,
durmaksızın kendisini kovalayan geceyle örten,
Güneş’e, Ay'a ve yıldızlara kendi buyruğuyla baş
eğdirendir.
-
Haberiniz olsun, yaratmak da, emir de (yalnızca)
O’nundur.
-
Alemlerin Rabbi olan Allah ne Yücedir. "
(Araf Suresi, 54)
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
11 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
AKP’NİN YEL DEĞİRMENLERİ İLE SAVAŞI |
-
-
03 Kasım 2002 günü yapılan milletvekili genel
seçimlerinde akp; Seçme-seçilme ve oy kullanma hakkına sahip ve listelerde
kayıtlı 41.407.015 seçmenden, sandık başına giderek vatandaşlık görevini
fiilen yapan 32.753.836 kişiden 10.848.704’ünün oyunu alarak % 33.12 oranla
365 milletvekili çıkardı;
-
Cumhuriyet tarihinin en antidemokratik
seçiminde chp’de 6.114.843’le, % 18.66 oy oranı ile 177 milletvekili çıkardı.
Diğer partiler adeta bozguna uğradı. Tamamı barajın altında kalarak feci
şekilde boğuldular. Seçimlere katılım oranı: %79.10 olarak gerçekleşti. Yani
akp seçime katılanların % 33.12, tüm seçmenlerin ise %26.20’sının; chp’de
seçime katılanların %18.66’sının, seçme hakkı bulunan vatandaşların ise %
14.76’sının oyunu alarak barajı aştı ve 177 milletvekili ile parlâmentoya
girdi.
-
SİYASİ PARTİLER VE SEÇİM YASALARININ
HUKUKSUZLUĞU
-
2822 sayılı siyasi partiler; 298 sayılı
seçimlerin temel hükümleri ve 2839 sayılı millet- vekili seçimi kanunlarındaki
antidemokratik unsurları dikkate aldığımızda bu, bundan sonraki ve 1983’den
itibaren yapılan bütün genel ve yerel seçimlerin ne kadar millet iradesine
aykırı, utanç verici, adalet-hukuk ve siyaset bilimi ile çelişkili olduğunu
görmek mümkündür.
-
Yani; akp’nin % 33.12; gerçekte % 26.20 ile
Parlâmento’nun % 68.54’üne; Chp’nin ise, % 18.66 veya gerçekte % 14.76 oyla
Parlâmentonun % 31.46’sına sahip olması çok büyük bir haksızlıktır. Asla
onaylanamaz. Bu millet iradesi, hukuk devleti ilkeleri ve kamu vicdanına
saygısızlık ve aleni bir ahlâksızlıktır. Özellikle; kanunun ön seçim ile
ilgili mücbir hükümlerinin uygulanmaması ve millet iradesinin adalet ve
hakkaniyetle tezahürüne karşıt “merkez yoklaması (gerçekte parti sahiplerinin
keyfi ataması) yönteminin uygulanması nedeniyle büyük bir ayıp, haksızlık,
hukuksuzluk ve aymazlıktır bu..Ve kesinlikle!... “yönetimde istikrar ve
temsilde adalet” ilkesinin suç derecesinde ihlâlidir. İnsan hakları, adalet
ahlâkı ve hukuka aykırı olarak, “azınlığın çoğunluğa tahakküm” rejimidir.
Diğer bir anlamda ve en açık deyişiyle; 50 yıllık statükonun sürdürülme
kaygısıdır.
-
Bu, elbette bilinen ve beklenir bir gerçektir.
İkinci “karşıdevrim” 27 Mayıs 1960’dan itibaren sistematik olarak sürdürülen
yozlaşma, bunalım, buhran ve kaotik popülist politikalar bunun böyle olmasını
gerekli ve zorunlu kılmaktadır. Statükoya göre ortada bir sorun yoktur.
-
MİLLETE GÖRE SORUN BÜYÜKTÜR
-
Ülkemiz, son müze soygunları nedeniyle Kültür
ve Turizm Bakanı (eski chp ve shp’li) Ertuğrul Günay’ın “soygunların sebebi
darbelerdir” tespiti cihetiyle 27 Mayıs 1960, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubatta
olabildiğice soyulmuştur. Öyle ki soygun-vurgun, yalan-talan, gasp, irtikap,
hırsızlık ve yolsuzluk ara dönemlerde de olanca hızıyla siviller, siyasiler ve
oligarşik bürokratik yapı tarafından da amansızca sürdürülmüştür. Bunun yanı
sıra elli yılda vuku bulan faili meçhul sayısı 50 bin dolayında telâffuz
edilmektedir. Dahası iç ve dış borç yükü yıllardır milletin belini bükmekte;
Pahalılık ve enflâsyon geni halk kitlelerini ezmekte; Anarşi, terör ve tedhiş,
halkın huzur, emniyet, devletin güvenlik ve bütünlüğünü tehdit etmektedir, o
dönemde de etmekte idi…Tüm oligark, uzantı ve mütemmim cüzlerini kapsayan
“çağ, İslâm ve insanlık dışı” dokunulmazlık yasaları nedeniyle gaspçılar
yakalanamıyor, parlâmento tasallutçularına dokunulamıyor ve “asil halk” hariç
“medya/mafya/politik-ACI” suçlularına ilişilemiyordu!...
- İşte akp bu argümanları sonuna kadar kullanarak iktidar oldu.
-
Üstelik kahir ekseriyetle ve tek
başına…Demokrat Parti’den bu yana ilk defa!...
- Ama
ne oldu? Yedi buçuk sene sonra gelinen noktaya bakıldığında fotoğraf şu:
“Havanda su dövmek, bıktıran demagoji, tezvirat, popülizm-mugalâta, adi,
ahlâksız ve şerefsiz kartel medyası ile dans, siyasette mutasyon; sonuç hayali
sukut ve hüsran…” Yani akp ve hükümeti 7.5 yıldır fuzuli işlerle iştigal
etmekte, de’Facto AB-D sultasına izin vermekte ve İspanyol yazar Miguel de
Cervantes Saavedra'nın kahramanı Donkişot misal yel değirmenleri ile
savaşmaktadır.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
12 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
AMAN OYUNA GELMEYİN” OYUNU
|
-
-
Aradan günler geçti. Hala köşe bucak
‘hayâsızca’ tartışılıyor.
-
Tokat Reşadiye de 7 erimizin kalleşçe şehit
edilmesi neymiş?
-
Provokasyon! Peki, kim varmış bu kanlı
provokasyonun arkasında?
-
Dönme, devşirme, açılımcı koza ve kripto
güruhu sayıyor: “TSK, Ergenekon, Tikko, Tkpml, İntikam Tugayı” gibi
ihtimaller... Ama pkk bu ihtimaller arasında yok!
-
Yurt çapında karakollar, askeri lojmanlar,
araçlar, masum insanlar ve esnafın ekmek kapısı dükkânlara; Tüm ekonomik
varlıklar, sosyal donatılar ve kamu mallarına molotoflu saldırılar düzenleyen,
pkk, 7 erin şehit edilmesi cürümünün failleri arasında sayılmak istenmiyor.
İllâ başkası aranıyor. Çünkü katil pkk çıkarsa açılım iflas eder.
- PROVOKASYON OYUNU
-
Çok enteresandır, bir taraftan da terör örgütü
ile Ergenekon ilişkilendirilmek isteniyor. Ne yaman bir çelişki bu!.. Sapla
saman böyle birbirine karışmış durumda…
-
Örgüt baronu Murat Karayılan, 3 Aralık2009
tarihinde ne demişti?
-
“Yeni yapılan cezaevi bir ölüm çukuru, nefes
alınamayan bir kafes. Apo’yu imha etmek için oraya koymuşlardır. Bu yaklaşımı
bir savaş girişimi olarak görüyoruz. Ciddi bir savaş girişimi...” Arkasından
yurt çapında isyan provaları ve provokasyonlar..
- Bu defa da: ”Tepkiler halkın insiyatifidir, önderlik konusunda ben kimseye
şöyle, böyle yapın demem. Herkes önderlikle doğrudan bağ içindedir,
dolayısıyla herkes önderlik karşısında duyduğu sorumluluğun gereğini yerine
getirmektedir” demedi mi?
-
Kaldı ki pkk Reşadiye’nin sorumluluğunu
üstlendi...
- İHANETLE DANS
-
Gerçek provokatör belli oldu. Dahası bir kez
daha menfur örgütün ardı-arkası ortalığa döküldü, DTP’nin kapatılması ile
iğrenç ayrıntı ve menfur bağlantılar bir, bir ortaya çıktı. AB+ABD = pkk. Elli
yıllık amansız düşmanlık, fesat ve tefrika sürecinin doğal sonucu…
-
Üstelik çok utanç verici bir durum…
-
Çünkü 31 Temmuz 1959’dan bu güne tam elli
yıldır AB kapısında pinekliyoruz!
-
Eğer, 27 Mayıs mason-misyoner+koza-kripto,
peşmerge kalkışması olmasaydı, en geç 1963’de Ortak Pazar (AB) tam üyesi idik.
Müteakip sürecin “demokrasi, hak-adalet, hukuk ve insanlık düşmanı, vatan
haini” aktörleri utansın!
- BAŞ DÜŞMAN AB+ABD
-
İşte tam bu sıra, terör-tedhiş örgütü yardım,
yataklık ve yaltakçılığı, yani, Türk ve Türkiye düşmanlığı tam müseccel,
harici bedhaht AB, şer ve şeriklerini kastederek Recep, “AB bizi istemiyorsa
baştan söylesin, oyalamasın” demiş. Yuh be, el insaf’.. Talip anlamak
istemiyorsa AB istemediklerini nasıl anlatabilir ki!
-
Üstelik Batı Trakya mezalimine mukabil,
patrikhane ve ruhban okulu;
-
Rum-Yunan soykırımı, iftira ve tefrikalarına
rağmen Kıbrıs sorunu;
-
İğrenç yalan, oyun-düzen ve sahteciliklere
karşın Ermeni açılımı!
-
Üstüne üstlük sözde katılım süreci ve
müktesebat gereği; Zinanın suç olmaktan çıkartılmasından tutun, TCK ve
CMUK’un, suç örgütleri ve suçlu lehtarı, ‘iyi insan ve iyi, namuslu-dürüst
vatandaş’ aleyhi yapıya dönüştürülmesine kadar, bir türlü insanlık dışı
tasarrufun “insan hakları ve demokrasi adına” dayatma mercii AB değil mi?
-
Dahası var!.. AB’nin hiçbir ülkesinde
demokrasi, hak, adalet, ahlâk ve hukuk yoktur. Bu nedenle: Bizim var olan
kete-kullâ demokrasi, birazcık hak, bir miktar adalet ve vaziyeti idare edecek
kadar ahlâkınızı da; despotluk-diktatörlük, haksızlık-yolsuzluk, adaletsizlik,
ahlâksızlık ve hukuksuzluğa dönüştürmek için “iş bu açılımlar dâhil” elden
gelen her türlü menfur dayatma, baskı, zulüm ve çabayı sarf etmektedir.
-
Buna ve aradan geçen “50 YILA” rağmen halâ
“AB” diyenler, Anadolu halkının kendine özgü deyimiyle: “Ya AB köpeği veya
Amerikan uşağı” sayılırlar mı, sayılmazlar mı? Sanırım, buna rağmen AB
yanlılarına, Atatürk’ün tanımı olan “dâhili bedhaht” (iç düşman) denilmelidir.
- DENİZE DÖKÜLDÜKLERİ YERDEN!...
-
İhanet şebekeleri Kürt kisvesi ile
kalkıştıkları ihanet furyasını en son “denize döküldükleri” yerden ayağa
kaldırmak istediler. Bu diyalektik ve tarihi materyalizmin bir çeşit diriliş
öğretisi gereğidir. “…düştükleri yerden kalkarlar.”
-
İzmir faşist mi değil mi, muhabbeti çeşitli
platformlarda devam ediyor.
-
Kasıtlı bir dikkat dağıtma olayı veya komplosu
var ortada diyebiliriz.
-
Bir yanda azılı faşist unsurlar “demokrat ve
Kürt” kisvesi ile ahkâm kesiyor.
-
Diğer tarafta ise “Aman oyuna gelmeyin” diye
haykıran, yalvaran, yakaran ve terör-tedhiş tarafına yardım ve yataklık yapan
işbirlikçiler:
- OYUNA GELMEYİN OYUNU
-
“Aman ha, buna İzmirliler alet olmamalı... “
-
“Sakın savunma kompleksine girmemeliler...”
-
“Olgun, ağır, sakin ve vakur olmalıdır…”
-
“Oyuna gelmemek, tuzağa düşmemek, çoluk-çocuğa
uymamak gerek” diyorlar.
- AMMA LAKİN’…
-
DTP kasıtlı olarak gerilla kıyafeti
giydirilmiş çocuklar ve zafer işaretleriyle şehir içinde gövde gösterisine
kalkışınca ve bu olay Habur’daki rezaletin ertesine rastlayınca beklenir
sosyal refleks oluştu... Planlı programlı olmayan ani bir tepki ortaya çıktı.
- Kamu malını tahrip, korumasız insanları yaralama, rencide, geniş halk
kitlelerini tehditle sindirmeye, korkutmaya yönelik sistemli ajitasyon ve
tehlikeli prokasyonlar hız kazanınca, “aman oyuna gelmeyin” diyen “işbirlikçi
unsurlar” yüzünden toplumun kimyası bozuldu. Moral ve motivasyonu bozuldu.
- OYSA:
-
Devlet ve hükümet (polis-asker) var olduğu
sürece bu ve benzer eylem, teşebbüs ve kalkışmaların asla ve kesinlikle
olmaması gerekirdi!.. Zira adalet, emniyet, güvenlik ve huzur, istikrar ve
insicam sağlandığı sürece “hükümet” var demektir. Aksi taktirde meşru bir
hükümetin varlığından asla söz edilemez.
-
Hükümet varsa; Demokrasi, adalet, hukuk,
özgürlük ve güvenlik vardır.
-
Bu unsurlar yoksa, devlet işgal altında veya
hükümet acz içinde demektir.
-
Amaç hem İzmir hem ülkenin diğer yanlarında
sosyal refleksi öldürmek...
- Terör ve tedhiş örgütüne karşı halkın yurt çapındaki haklı ve doğru
öfkesini suçluluk duygusuna dönüştürmek…
-
Çoğu İzmir’de DTP konvoyunun taşlanmasından
birkaç gün sonra İdil’de PKK yanlıları öğretmen evini bastı. İnsanlar sabaha
kadar ölüm korkusu içine atıldı. İzmir’e faşist diyenlerden tek kelime çıktı
mı? Çıkmaz... Çünkü faşist bizatihi kendileri... Çoğu tedhiş örgütü
meddahlığıyla geçinen birer zavallı...
-
Bu hengâme içinde “Basın Türkiye’de ABD’den
çok daha özgür” dedi.
-
Demeye kalmadı ertesi gün Aydınlık dergisi
mahkeme kararıyla bir ay kapatıldı.
-
Sebep: “Vatanı savunmak suç, bölücülük ve
casusluk serbest, Türk ordusuna tasfiye harekâtı” başlıklı yazı.
-
Anaların gözyaşı halâ dinmedi.
-
Terör örgütüne verilen rüşvetlerle de dineceğe
benzemiyor!
-
Şu hale nazaran: Açılım süreci neyi gösterdi?
-
Cevap: “Aman oyuna gelmeyin” oyununu!
-
“Rica ile merhamet dilenmekle bir devletin
onuru kurtarılamaz” (Atatürk)
-
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
13 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
ANAYASA'DAN ÖNCE
YASA! |
-
- Gelinen nokta itibarıyla
Türkiye'de siyaset tıkanmış, mutat eşhas ve siyaset kurumları
Cumhuriyet tarihi'nin en kaotik bunalımına sürüklenmiş
bulunmaktadır. Burada sorun sadece iktidar veya muhalefet
değil, bütünüyle siyaset hukuku ve politik kurumlardır. Zira
sıkıntı, milli (medeni) siyaset geleneğinin bilinçsizce terk
edilerek evrensel insanlık davası, hak-hukuk, adalet ahlâkı ve
"insana hizmet" felsefesiyle bağdaşmayan çıkar odaklı ve batı
eğilimli karanlık mecralara girilmesinden kaynaklanmaktadır.
- Yaşanan kronik sorun:
'Zulümle abâd' ve "demokrasinin dışlanması" meselesidir.
- Güncel politika, devlet idaresinde millet
iradesini hâkim kılmaktan uzak,; demokratik hak-özgürlük ve
güvenlik kavramlarında çelişkili, GSMH-refah payının hak
kavramı ve adalet ahlakı yönünde tabana yayılmasında etkisiz;
Batıcı bir zihniyetle 'artı değerin' belirli ellerde
toplanmasına taraftar olmakla bu; Evrensel hukuk, milli hars,
insani boyut, bilinç toplumu, siyaset felsefesi ve yönetim
biliminin temel (insani, hukuki ve sosyal) ilkelerine
aykırıdır.
- Dolayısıyla halka hizmet,
adalet ve hukuk normlarında zaafa düşen siyaset sisteminin
ivedilikle restore-rehabilite edilmesi; "Türk İnkılâbı" ile
vazedilen objektif ve orijinal ilkelere dönülmesi gerekir.
(Atatürk ilke ve inkılâpları) Aksi takdirde 48 yıldır sürüp
giden yozlaşma, çürüme, maruz kalınan dezinformasyon,
psikolojik savaş, anarşi-terör ve tedhiş, telâfisi kabil
olamayacak kadar büyük toplumsal travma, zarar ve hasara neden
olabilecektir.
- Bu nedenle, sürekli gündeme
taşınan sivil Anayasa yerine, bunu sağlıklı, kalıcı-akılcı ve
sürdürülebilir kılacak; Namuslu, dürüst ve demokrat millet
temsilcilerinin seçim şartlarını oluşturmak çok daha önemli,
acil-gerekli ve 'sistemin rehabilite edilmesi' zorunludur.
- Bu amaçla: AB süreç ve
müktesebatının da (siyasi kriterler) gereği 2820 sayılı "SPK"
ve seçim mevzuatı köklü bir değişikliğe tabii tutulmak, Siyasi
Partilerde kesinlikle Genel Başkan sultası önlenmek; Genel
Başkanlık süresi iki dönemle sınırlanmak; Siyaset ahlakına
aykırı ittifaka teşebbüs, oy kaybı yahut seçimlerden kaçınmada
görev hitamı; Mutlak üyelik aidatı; imtina halinde seçme ve
seçilme hakkının kaybı; Halkın rıza ve muvafakatine aykırı;
Haksız, yolsuz, keyfi, tek taraflı ve antidemokratik bir
tasarruf; İnsan hakları, adalet-hukuk nizamının tahakkuk,
demokrasinin tesis ve tedavülü (kurumlaşabilmesi) bakımından
'hazine yardımının' derhal ve bütünüyle kaldırılması gerekli
ve zorunlu olup;
- Marjinal, statükocu, yalancı-talancı,
şirket görüntülü "antidemokratik vesayet-emanet, sahip-sulta
partileri" (diktatörlükler) yerine "halka-millete ait, (milli
irade kaynaklı) atılımcı, açılımcı, katılımcı, adalet ve
hukuka saygılı, ilmi zihniyete dayalı, ilkeli, namuslu, dürüst
ve demokrat" kitle partilerinin yolu açılmalıdır. Zira siyasi
partiler; halka dayalı olmak, milletten kuvvet almak, gündemi
tabandan belirlenmek, üyelerce denetlenmek, parti içi
demokrasiyi tam yaşamak, yaşatmak ve milletin nabzını ve
iradesini mutlaka yansıtmak zorundadır.
- Bu bağlamda, Parti içi demokrasi kesin
ilke ve kurallara bağlanmalı, mevcut zorunlu organlara
ilâveten "Denetleme Kurulları" kurulmalı, her tür kongre organ
seçimi hür irade ve genel seçimlerde uygulanan tercihli-çarşaf
liste ile yapılmalı, kulis yapanlar ve anahtar liste
çıkaranların ihracına ilişkin hüküm konulmalı ve tüzükler buna
göre tahkim edilmelidir. Siyasi Partiler vaat, taahhüt ve
projelerini YSK ve YCBS'na beyanla tescil ettirmeli,
zamanaşımı olmaksızın vaatlerinden sorumlu tutularak siyasete
onur, ilke, saydamlık ve sorumluluk kazandırılmalı, böylece
toplumsal bilinç, ilim, yetenek ve kalite desteklenerek,
gerçek hukuk devleti ve kavi demokrasilerde olduğu gibi, insan
hakları ve adalet sisteminin gelişmesine katkı sağlanmalıdır.
- Ayrıca iktidar, uygulamadığı proje,
yerine getirmediği vaat ve taahhütten dolayı aleyhlerine dava
ikame, tazminat, icra-i takip ve kapatma dâhil her türlü yasal
hükümle SPK tahkim edilmeli. Açılacak davalar ücretsiz olmalı,
adaylar ve Partilerince açıklanan hususlar Seçim Kurulları,
Cumhuriyet Savcıları, mülki idare ve mahalli güvenlik
kurumları tarafından belgelenip, tescil edilerek takibe
konulmalıdır.
- KİTLE PARTİLERİ NİZAMI
- Siyasi partiler içinde vaki olaylar, hak
gaspı, ihlal ve ihtilâflar ile bunlara karşı ikame
edilebilecek davalar fevkalade mahdut, muğlâk ve merci-i
muhataptan yoksundur. Oysa vuku-u halinde bu itiraz,
şikâyet-takip ve davalara süre kaydı olmaksızın derhal bakmaya
yetkili özel ihtisas mahkemeleri kurulmak zorundadır. Bu,
üyeler yönünden bir hak ve acil ihtiyaçtır.
- 298 Sayılı seçimlerin temel
hükümleri ve seçmen kütükleri hakkındaki kanunla 2839 Sayılı
milletvekili seçimi kanunu da sorunludur. Bu kanunlar bütün
usul, esas, ruh ve ilkeleri ile bütünüyle değiştirilerek
"temsilde adalet, yönetimde ilmi, insani ve demokratik
istikrar" ilkesi esas alınmalıdır. Değişiklikte iki turlu dar
bölge sistemi esas alınarak her bölge bir vekil çıkaracak
şekilde düzenlenmeli, bakanlık sayısı zaten de'facto varit
(örtülü olarak mevcut) başkanlık sistemine geçiş doğrultusunda
yeniden düzenlenmelidir.
- Sistemin yapılanmasında
mutlaka "yedek vekillik" ihdas edilerek; Ölüm, yüz kızartıcı
suç (cürüm), istifa (istifa müessesesi hukuken tek taraflıdır)
ve parti değiştirme halinde derhal ilişik kesme ve yedekten
çağrı esası uygulanarak, mevcut kokuşmuşluk, yozlaşma-çürüme
ve dejenerasyona karşı radikal önlemler alınmalı,
suiistimalci, din tüccarı, siyaset simsarı ve ihanet
şebekelerince oluşturulan "ahlâksız vekil pazarları" dönemi
ebediyen kapatılmalıdır.
- Böylece, ara ve erken seçim sorunu
ortadan kalkacak, büyük ölçüde maddi tasarruf sağlanacak;.Ülke
gerçek istikrar, barış-huzur, ve devlet umuruna kavuşacaktır.
Kemali basiret, adalet-hukuk ve insaniyet bu şekilde hâkim
olur. Aşamalarla başkanlık sistemine geçilmesi halinde;
Milletvekillerinin Yasama ve Denetleme-Araştırma-Soruşturma
görevi hariç olmak üzere, bakanlık görevi dâhil yürütme de yer
almaları mümkün olamaz. Bakanlık isteyenin ve bakan olanın
milletvekilliği sona erer. Böylece Partiler, kitle ve halk
iradesine rücu eder.
- Kürsü masuniyeti hariç tüm ayrıcalık
dokunulmazlık ve imtiyazların tamamına son verilmesiyle
"namuslu-dürüst-ilkeli-kaliteli, onurlu-sorumlu demokrat"
rejim imkân ve ortamı yakalanabilir. Dahası, TBMM kadrosu
beher 10 vekile bir sekreter düşecek tarzda yeniden
düzenlenmeli, meclisin bütün çalışan ve görevli sayısı azami
vekil sayısı ile sınırlanmalıdır.
- Ayrıca, Milletvekili maaşı asgari ücrete
endekslenmeli "milletvekilleri asgari ücretin katlarına
endekslenmeli, emeklilik ve özlük hakları SGK'ya tabii
vatandaştan farklı olamaz" hükmü "değiştirilemez bir kural"
olarak ilgili yasa, tüzük ve Anayasaya konulmalıdır. Sosyal
adaletin temini ve ücretler arasında denge bu kriterin
konulması ve uygulanmasına bağlıdır.
- Buna paralel yapılacak bir ekleme ve
düzenleme ile de; Milletvekillerinin kamu kurum ve kuruluşları
üzerinde cari tasallut, takip ve tahakkümlerine son verilmeli,
vekillerin rüşvet yahut iltimasa teşebbüsleri suç
sayılmalıdır. Zira asiller için suç teşkil eden fiil, faili
olmaları halinde vekillere "ağırlaştırılarak" kapsama
alınmazsa adaletin sağlanması, hukuk devletinin
sağlıklı-kalıcı kılınması kabil değildir. Siyasette ve siyaset
kurumlarında üretim, kalite, onur, ilke ve erdemi yakalamanın
başkaca bir yolu yoktur.
- Bu bağlamda il genel meclisi
ve belediye meclisi üyeliği de "mahalle muhtarlığı" ile
birleştirilerek belediyeler siyasetten soyutlanmalıdır.
Uygulanacak iki turlu seçinin 1. turunda köy-mahalle
muhtarları ile bağımsız belediye başkanları seçilmeli, ikinci
turda (seçilememesi halinde) en fazla oy alan 2 başkan adayı
yarışmalı, aynı zamanda birinci turda seçilmiş olan muhtarlar
arasından belediye meclisi ve il genel meclisi üye seçimleri
yapılmadır. Hedef: Yerel yönetimlerde katılımcı demokrasi,
uzlaşma kültürü ve etkin hizmet yolunun açılmasıdır. Bütün
mevzuat bu doğrultuda yeniden ve yerinden yönetim ilkesi ile
bireysel sorumluluk ve hukukun üstünlüğü "adalet ve demokrasi"
ilkeleri esas alınarak yapılandırılmalıdır.
- Bu taktirde kalite yönetime
taşınacak, yönetim kalitesi artacak, yerel imkân, kaynak ve
potansiyel maksimize edilecek ve bu güne değin belediyelerce
yapılan haksızlık, yolsuzluk ve suiistimaller önlenecektir.
Sistemle katılımcı demokrasi, adaletli karar, sorumlu uygulama
ve etkin denetim süreci başlatılabilecektir. Şu kadar ki,
Vekiller için geçerli ilişik kesme-yedek yöntemi bu düzeyde de
geçerli olmalıdır. İşte 'irade-i milliye ve kitle partisi'
nizamı budur.
-
Seçim Kanunlarında hedef, evrensel demokrasinin norm ilke, standart ve
kriterlerine ulaşıp, kurumlaştırmak suretiyle bir daha kesinlikle
değiştirilmesini önleyecek tedbirler almak ve uygulamayı insan onuruna yakışır
biçimde ve en adaletli şekilde (kalıcı ve sürekli olarak) sağlamaktır. Sanırım
acele etmeye gerek yok !
- Önce hak, adalet ahlâkı, hukuk ve
demokrasi yolu açılmak zorundadır.
- Sonra! Temiz toplum ve temiz siyaset için
"TEMİZELLER OPERASYONU"
- Namuslu, dürüst, ilkeli, onurlu, sorumlu;
gerçek demokratlar yönetime gelmeli ve eğer yapılacaksa "sivil
anayasa" (sonra) dürüst bir kadro tarafından yapılmalıdır.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
14 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
ANKARA’DA TOPLU TAŞIM TRAJEDİSİ VE SÖZDE
HUKUK (!) REZALETİ |
24 Aralık 2004 tarihinde (2004/35
sayılı) UKOME (Büyükşehir belediye başkanlığı ulaşım koordinasyon
merkezi) Ankara içerisindeki dolmuş, otobüs, metro gibi toplu taşıma
araçlarının yolcu taşıma ücretlerinin arttırılmasına karar verdi.
UKOME kararı EGO Genel Müdürlüğü
İdari Encümeninin 28.12.2004 gün ve 2004/212 sayılı “uygun görmesi”
ile toplu taşıma % 33 zam olarak 01 Ocak 2005 tarihinden itibaren
yürürlüğe girdi.
Bunun üzerine, Turhan Çakar
Başkanlığında faaliyet gösteren “Tüketici Hakları Derneği”
belediye'nin toplu taşıma araçlarına, 2005 yılı başından geçerli
olmak üzere yapmış olduğu zammın iptali için, Ankara 2. İdare
Mahkemesine iptal davası açtı.
Dava beş sene sürdü.
Bu sürede uzun bir hukuk mücadelesi
verildi. 2. İdare Mahkemesi, önce toplu taşıma ücretlerinin artış
işleminin iptali talebini reddetti. Ardından bu kararın Tüketici
Hakları Derneği tarafından temyizi üzerine karar Danıştay tarafından
bozuldu. Bozma üzerine davayı yeniden gören mahkeme, 15 Ekim 2009
tarihinde son kararını vererek, 01 Ocak 2005 tarihinde uygulamaya
konulan ulaşım zamlarını iptal etti. Tüketicilerden fazladan para
alınmasına dur dedi ve Ankara Büyükşehir Belediyesini mahkum etti.''
Bu kararla 5 yıl boyunca, derdest
olan davaya rağmen yapılan “haksız ve hukuka aykırı” artışların
hukuki dayanağı ortadan kalktı. Toplu taşım ve ulaşımda 2004 yılı
fiyatlarına dönüldü. Söz konusu mahkeme kararıyla, ''dünya
başkentleri ve İstanbul hariç bütün Türkiye şehirleri arasında
ulaşımın en pahalı olduğu Ankara'da yaşayan işsiz, öğrenci,
memur-emekli ve yoksul halkın, mağduriyetine son verilmiş ve
fiyatlar emsalleri düzeyine inmiş oldu.
06 Mart 2010 günü, konu hakkında bir
açıklama yapan THD Başkanı Turhan Çakar, ''yıllardır Ankaralıya
ulaşımda reva görülen haksızlık, hukuksuzluk, insafsızlık,
derneğimizin tüketicilerle sabırla yürüttüğü, hukuk mücadelesiyle
ortadan kaldırılmıştır” dedi. Ayrıca; Ankara 2. İdare Mahkemesinin
kararının kesin hüküm teşkil ettiğini ve iptal edilen zamların,
vilayet genelini kapsayıcı-düzenleyici bir işlem olduğundan, kararın
ortaya çıkan sonuçlarından tüm Ankara halkının yararlanacağını
bildirdi.
Yaptıkları hesaplamalara göre, yolcu
başına 5 yıl boyunca ortalama olarak fazladan 2 bin lira alındığını
iddia eden Çakar, tüm yolculardan 5 yıl boyunca fazladan alınan
bedelin, ortalama 5,5 milyar lirayı bulduğunu savunarak;
Tüketicilerin biletlerindeki ücret farkının iadesi için, belediyeye
müracaat edebileceklerini söyleyen Çakar, ''olumsuz cevap almaları
halinde, eski kartlarla birlikte Tüketici Sorunları Hakem
Heyetlerine başvurabilirler veya belediye yönetimi aleyhine, İdare
Mahkemesine dava açabilirler. Dernek olarak bu konuda her türlü
hukuki desteği vermeye hazırız'' dedi.
Devamla; Belediye başkanı Melih’in
ise, “söz konusu karar sonrasında belediyenin iflas edeceğini ileri
sürerek, hedef saptırmaya çalıştığını iddia ederek, ''bu
hukuksuzluğu başka bir kılıf altında biletlerdeki transfer hakkını
kaldırmak gibi, başka bir hukuksuzlukla devam ettirmeye kimsenin
gücü yetmeyecektir. Ankaralılar buna asla izin vermeyecektir'' diye
konuştu. Bu arada basın açıklaması sırasında, Güvenpark'ın içinde
yer alan minibüs durağında çalışan bir grup minibüs şoförü, basın
açıklamasına tepki gösterdi. Minibüsçüler, ''Biz de ev
geçindiriyoruz. Çok mu mutlu oldunuz. Siz 5 yıl önceki maaşınıza
çalışır mısınız? Yağa, mazota ve benzine gelen zamları biliyor
musunuz?'' sözleriyle karara ilişkin tepkilerini dile getirdiler.
Minibüs şoförleri ile dernek üyeleri arasındaki sözlü münakaşanın
artması üzerine, araya polisler girerek minibüs şoförlerini
uzaklaştırdılar. Şoförler, karar öncesi 1,85 lira olan dolmuş otobüs
ücretlerinin, kararın ardından 90 kuruşa indiğini belirtirken, bu
fiyata ulaşım hizmetinin verilemeyeceğini savundular.
Kararı uygulama konusunda hukuki
mecburiyetle karşı karşıya kalan Melih şöyle bir açıklama yapıyordu:
2. İdare Mahkemesi tarafından
verilen bir karar. Davanın özetini okuyorum. “Ankara Büyükşehir
Belediye Başkanlığı Ulaşım Kordinasyon Merkezi’nin gündem dışı
teklifle görüştüğü Ankara içerisindeki dolmuş, otobüs, metro gibi
toplu taşıma araçlarının yolcu taşıma ücretlerinin arttırılmasına
ilişkin, 24.12.2004 tarih ve 2004/35 sayılı kararını onayan EGO
Genel Müdürlüğü İdari Encümeninin 28.12.2004 gün ve 2004/212 sayılı
kararını belirlenen şehir içi toplu taşıma fiyat tarifelerindeki
artışın, fahiş olduğu, enflasyon oranlarının dikkate alınmadığı,
hukuka ve mevzuata uyarlık bulunmadığı iddialarıyla iptali
istenmektedir deniliyor" dedi.
Anılan tarihte, yani 31 Aralık 2004
gününde toplu taşım ücretleri 90 kuruş idi.
2004 yılı TÜFE enflâsyon oranı % 9.32 oldu. Buna rağmen toplu
taşım ücretlerine % 33 zam yapıldı!... “Melih devamla: (IHA)
Danıştay 2. ve 9. Dairenin verdiği mahkeme kararı ile pazartesi
gününden (08 Mart 2010) itibaren Ankara’da toplu taşıma ücretlerinde
tam biletin 90 kuruşa, öğrenci biletlerinin 60 kuruşa düşürüleceğini
söyledi. Ankara Büyükşehir Belediye binasında basın toplantısı
düzenleyen Gökçek, Danıştay’ın aldığı kararı ’kaos’ olarak niteledi.
Gökçek, Tüketici Hakları Derneğinin açtığı dava ile toplu taşıma
bilet fiyatlarının 6 yıl öncesine döneceğini ve Pazartesi’den
itibaren Ankara’da ulaşım konusunda kaos yaşanacağını söyleyen
Gökçek, otobüs ve metro hattında gecikmeli seferler
düzenleyeceklerini bildirdi. Gökçek, yargı reformu konusunda fikir
söylemlerinin erken olacağına işaret ederek idari mahkemelerin
belediyeleri yönettiğini ifade etti. Gökçek, "İdari mahkemeler
belediyeleri yönetiyor. Biz bir hata yaptıysak halk bize ders
versin. Hukuk esnek olduğu için kişiye göre değişiyor" dedi.
İdare Mahkemesine, Tüketici
Dernekleri Federasyonu’nun açtığı davayla ulaşım ücretlerine yapılan
zamların iptalinin istendiğini ve 2’ye karşı 1 oyla davanın haklı
bulunarak 2007 fiyatlarına dönülmesi yönünde karar çıktığını
belirten Gökçek, "Ellimize ulaşan 2 mahkeme kararından 1’si bu" diye
konuştu.
Bu davayı idari mahkemede
kazandıklarını belirten Gökçek, "Tüketici Hakları Derneği bunu
Danıştay’da yeniden temyiz etmiş. Danıştay, Tüketici Hakları
Derneği’nin lehine davayı bozmuş ve idari mahkemede 15 Ekim 2009
tarihinde yani birinci aldığımız kararın yaklaşık 6 sene sonrasında
iptal kararı vererek, bizim 2003 fiyatlarına dönmemiz için karar
almış. İki tane mahkeme kararı var. UKOME her iki mahkeme kararının
uygulanması için ve tatbik edilmesi için aşağıda karar verdi. Çünkü
biliyorsunuz mahkeme kararlarını uygulamakta kanunen suç 3 yıla
kadar hapsi gerektiriyor. Dolayısıyla biz de mahkeme kararlarını
arzu ederek, benimseyerek, mantığımıza uygun bularak değil mecbur
kaldığımız için uygulamak konumunda kaldık" ifadelerini kullandı.
Daha sonra yeni bilet fiyatlarını açıklayan Gökçek, pazartesi
gününden geçerli olmak üzere tam biletin 90 kuruş, indirimli
(öğrenci) biletin ise 60 kuruş olduğunu duyurdu. Minibüslerde ise
ulaşım ücretlerinin kısa mesafe için 90 kuruş uzun mesafe için 1
lira olduğunu belirterek, 1 saat içinde 50 kuruşa yapılan aktarmalı
seyahatlerinde kaldırıldığını dile getirdi.”
Açıklandığı gibi 08 Mart Pazartesi
günü Mahkeme kararının uygulanmasına başlandı.
Aynı gün TŞOF Danıştay’a başvurarak; UKOME kararını iptalini
istedi.
Daha önce beş yılda çıkan karara
mukabil bu defa üç günde karar çıktı. 11 Mart Perşembe günü
dolmuşlar, 12 Mart’ta da otobüsler eski tarifeye döndü. Şimdi
sorulur: Adalet bunun neresinde? Uygulanan hukuk orman hukuku mu?
NOT: Bu konu bitmez, dosya kapanmaz!... Yeri geldikçe gereği
yapılacaktır.
E.POSTA : gercek.demokrat@hotmail.com
WEB : http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com,
POSTA : PK, 118 [ 06 442 ] Yenişehir/ANKARA
NOT : Kaynak göstermek şartıyla yazılar yayına
izinlidir. |
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
15 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
ARAP BAHARI = BOP
CEHENNEMİ |
|
-
-
İktisat ve siyaset hayatı
vesayetle malûl ve emperyalistlere mahkûm, milli
devlet vasfı mülga, bütün sosyal unsur ve
kurumları dumura uğramış; Banka ve borsa
şirketlerinin % 75’i düyun-u umumiye (yabancı
soyguncu ve vurguncuların) eline geçmiş;
Kendini, utanmadan ve Allahtan korkmadan, Türk
ve İslâm düşmanı BOP saldırganlarının “eş
başkanı” ilân eden bir mecnûn marifetiyle AB-ABD
talimatlarıyla yönetilen sömürge bir ülkedir şu
anda Türkiye…
-
Kişi başı gelir, tıpkı enflâsyon
rakamları gibi bir istatistik bir yalandır.
Hakikatte kişi başına gelir, ülke gelirinin
nüfusa bölünmesi olup; Asgari ücretli, işçi,
memur ve emekli, her vatandaşın cebine giren
para olması gerekirken, gerçek bu değildir.
Dahası: Toplam gelirin % 75’i yabancılara,
kalanın % 65’i imtiyazlı kesimin cebine
girmekte; Milli Gelir’in çok küçük bir dilimi
halka nasip olmaktadır. Acı gerçek budur.
Bilelim ve artık düşlerde yaşamayalım!
-
Ancak vicdanı,
ilmi ve irfanı kararmış; Basiret, hikmet ve
bekadan yoksun; Dürüstlük, Hak, Hukuk, Adalet ve
Demokrasi fukaralarının elinde bölünme tehdidine
maruz ülkenin aciz ve zavallı yöneticileri
adına; Akıl tutulması ile malûl, gazeteci nam
bir meczup, önüne aylık 52 Bin liralık bir ulufe
atılınca, ilk çıktığı televizyon ve akredite
medyaya bak neler diyor?.
-
“Eğer gerçekten
bir ülke ekonomi üzerinden yaşadığı asırlık
esareti bir lider etrafında toplanan ekip
tarafından bitirebilmiş ve o ülke artık
başkalarından bağımsız hareket edebiliyor da
kalkınmasını dünya genelinin en önünde
ilerletiyor ise;, Buna rağmen kendi ülkesinde
ideolojik körelmeye yakalanmış bir grup, onu
düşürüp ülkeyi ve milleti yeniden 70 sente
muhtaç duruma düşürecek şekilde, her türlü
yalan- dolan iftira bilgi kirliliği ile o lideri
(!) siyaset alanından dışarı atmakta, dış
rakiplerden daha gayretli olarak.. Bilerek ve ya
bilmeden o lider (!), ülke ve dış rakiplerinin
işine yarayacak, ülkemizin kalkınma hızını
kesmek için frene basılacak şekilde onu
düşürmeye çalışıyorsa ve bu askerleri
ilgilendiren bir sıcak savaş değil ise;, Bütün
vatanını ve milletini yüceltip muasır medeniyet
seviyesine ulaştırmak hatta muasır medeniyeti
aşmak isteyen gazeteciler ve halk bu uğurda
ölmek dâhil her türlü gayreti göze almalıdır.
Hele askeri savunma ve savaşlar alanındaki silah
üretimine başarılı bir giriş yapmış da, artık
bir buçuk asırdır ilk defa, ne 1. dünya
savaşında ki Almanya'ya nede ondan sonra devam
eden önce İngiltere ve sonrada ABD ye bağımlı
olmaktan ordularımızı kurtarıp Nato’dan emir
almaktan kurtaracak başarılı hamleleri
gerçekleştirmeye başlamış ise her vatan evladı
askerde onun başarısı uğruna ölmeyi göze
almalı;, Çünkü adam gece gündüz demeden geldiği
günden beri koşarak çalışmakta hem de herkesi o
tempoda çalışmaya zorlamaktadır.”
-
El insaf!..
Yüklü bir ulufeye mazhar oldu diye: “170 yıl
sonra bir lider çıkıp finansal esareti
bitirmişse ben ölmeye hazırım" diye yalan
söyleyebilen bir kişi, gazeteci mi, yoksa bir
haşhaşi neferi mi anlamak çok zor! Hasan Sabbah
fedaileri meşrep gereği her şeyi göze almış
insanlardır. Ancak gazetecilerin aciz yönetimler
ve lideri (!) için (hırs, ihtiras ve para
uğruna) ölümü göze almaları, objektif düşünme ve
yazabilmeye engel olacak dolayısıyla işine
düzgün yapmasına imkân kalmayacaktır. Hele ölümü
göze almanın ödülü “52 bin lira maaş” olunca,
paranın her kapıyı açtığı sözü ön plana çıkıyor.
Lütfen elinizi vicdanınıza koyarak bu insanlık
düşmanlığı, ayrımcılık ve bölücülüğün tam
tersini bir düşünün!..
-
Hani o
dillerinden düşürmedikleri ve “misyonun son
halkası” olduklarını iddia, iftira ettikleri
Şehit Baş Vekil Adnan Menderes ve kadim DP’nin
şanlı kadroları “benzer bir durum ve yine Türk
ve İslâm âlemine yönelik tehditler karşısında”
ne yapmışlardı?
-
MENDERES D-8’lerden önce Bağdat
Paktı’nı kurmuştu biliyor musunuz?..
-
Yaklaşık 58 yıl önce
Ortadoğu’da, (TC’ni parçalama, bölme ve İslâm
âlemini domuza peşkeş çekme değil) birinci
sınıf, belirleyici, hür, hükümran ve tam
bağımsız dünya devleti ve etkin bir güç olma
yolunda ilk adımları DP atmıştı. Cumhuriyeti
kavi (sağlam) kılan Sâdâbad Paktı’ndan sonra,
Irak’ta imzalanan Bağdat Paktı dünya çapında
büyük bir başarıdır. Türk ve İslâm dünyasına
özgürlük ve bağımsızlık kapılarını açan bu
anlaşmadan 2 yıl arayla 2 komşu ülkede askerî
darbe oldu. Birlik ve bağımsızlık yanlısı
vizyoner lider ve hükümetler gitti.
-
SÂDABAT+BAĞDAT PAKTI VE BOP LÂNETİ
-
Cumhuriyet
tarihinde biri akim (başarısız) ikisi tam üç
anlaşma vardır ki; Bunlardan, son derece
uyduruk, sanal ve sağlam temellerin aksine çürük
zeminler üstüne inşa edilmeye çalışılan D-8,
Developing Eight (gelişmekte olan 8 ülke:
Türkiye, İran, Pakistan, Bangladeş, Malezya,
Endonezya, Mısır ve Nijerya) ittihadı hariç
olmak üzere; Mustafa Kemal Atatürk tarafından
akit ve inşa olunan Sadabad Paktı ile Baş Vekil
Adnan Menderes ve DP’nin eseri Bağdat Paktı;
Türk-İslâm Âlemi’nin özgürlük, hükümranlık ve
bağımsızlığı yolunda atılmış fevkalâde önemli,
değerli ve hayati adımlar niteliğindedir.
-
Dönem itibarıyla
Avrupa Birliği’nin hamisi, fiili ve asli üyesi
olan Osmanlı’nın, sinsi, vahşi, alçak, kalleş ve
amansız düşmanı batı tarafından kancıkça yıkılıp
parçalandıktan, dâhili ve harici düşmanla
işbirliği sonucu zevale uğratıldıktan sonra,
Türk-İslâm âleminin en büyük sorunu örtülü
işgal, çöreklenmiş ihanet ve işbirlikçi vesayet
olmuştur.
-
Kutsal İttifak,
Tarihi İttihat ve pusudaki ihanet:
-
1955, 24 Şubat.
Yer Bağdat. Türkiye Başbakanı Adnan Menderes,
yüzünde tebessüm ve umut... Masaya eğilmiş,
Bağdat Paktı’na imza atıyor. Bir sonraki karede
Irak Kralı ikinci Faysal’la tokalaşıyor.
Ülkeleri yakınlaştıran, ekonomik,
özgürlük-güvenlik ve işbirliği yolunu açan
anlaşmadan sonra Irak ve Türkiye’de ilginç
gelişmeler yaşanıyor. Menderes’in 1959’da
Londra’da uçağı düşüyor. Aynı yıl içinde bu
sefer komşu ülke Irak’ta bir darbe
gerçekleşiyor; Başbakanla, kral feci şekilde
öldürülüyor. 1960’ta Türkiye’de Menderes ve DP
hükümetinin sonunu getiren 27 Mayıs darbesi
oluyor. Bir yıl sonra da Menderes idam ediliyor.
-
1950’de iktidara
gelen Menderes (DP hükümeti) ülkede ekonomik ve
demokratik açılımlara giderken dış politikayı
ihmal etmiyor. Menderes, çok aktif ve aksiyoner
bir lider, sürekli yurtdışı seyahatlere çıkıyor.
Önemli anlaşmalara imza koyuyor. 1952’de NATO’ya
üyelik anlaşması imzalanıyor. ABD ve Rusya ile
“mütekabiliyet ve adalet muvacehesinde”
ilişkiler geliştiriliyor. Hindistan’a kadar
Türkiye’nin ilgi alanını genişliyor. Tek parti
(CHP) döneminde kapısı çalınmayan Ankara’yı 10
yıllık DP iktidarında Eisenhower’dan Nehru’ya
kadar pek çok lider ziyaret ediyor. Komşuları
ihmal etmiyor. Irak’la yakınlaşıyor. Başbakan
Nuri Said Paşa Osmanlı askeri. İstanbul’da
eğitim görmüş. Irak’a dönmüş, başbakan olmuş.
-
1955’te Irak’a
gerçekleşen seyahatte Dışişleri Bakanı Ali Fuat
Köprülü ve Kayseri Milletvekili, DP Genel Başkan
Yardımcısı Kamil Gündeş bulunuyor. Türkiye,
İkinci Dünya Savaşı’na kadar Irak petrollerinden
pay almış. Bağdat Paktı anlaşması ile ekonomik
bir kurul oluşturulacak, enerji sorunu tamamen
çözülecek. Türkiye bölgesel bir güç olacak.
Menderes, Bağdat’ta anlaşma sonrası İmam-ı
Azam’ın türbesini ziyaretinden sonra Semati
Ataman’a, bu amacından şöyle bahsediyor:
“Elbette bir daha yeniden Osmanlı imparatorluğu
kurulmaz ama günümüzün imkân ve şartları içinde
o coğrafyada bulunan ülkeler niçin tekrar bir
araya gelmenin çarelerini aramasın, bir yolunu
bulmasın?”
-
Ancak iki ülkede
birbirini takip eden darbeler bu süreci
kesintiye uğratır. Bağdat Paktı anlaşmasından
sonra 1958’de Irak’ta çok kanlı bir darbe olur.
Kral 2. Faysal öldürülür. Nuri Said Paşa kadın
kıyafeti ile saraydan kaçmaya çalışırken
darbeciler tarafından yakalanarak linç edilir.
Anlaşmaya taraf Türkiye’de 1959’da Menderes’in
Londra’da uçağı düşer. Baş Vekil kazadan sağ
olarak kurtulur. 27 Mayıs 1960’ta bu sefer
askerî darbe olur. Menderes iktidardan
indirilir. Irak ve Türkiye içe kapanır ve
ilişkiler kesilip koparılır..
-
1958’de Irak,
1960’ta Türkiye’de darbelerin olması tesadüf mü?
Bağdat Anlaşmasına imza koyan Menderes’in hemen
yanı başındaki DP Kayseri Milletvekili Kamil
Gündeş’in yeğeni Prof. Dr. Pelin Gündeş Bakır,
“2 yıl arayla iki komşu devlette askerî (!)
darbe oluyorsa orada soru işareti vardır.
Menderes, Kral 2. Faysal ve Nuri Said Paşa aynı
yöntemle iktidardan indiriliyor, çok manidar.
Bağdat Paktı’nın mimarları bunlar.” diyor.
Nitekim bu vahametten sonra ittifak dağıldı,
anlaşma feshedildi. Türkiye Irak petrollerinden
pay alamadı, Irak hiçbir zaman Türkiye ile
yakınlaşamadı. İki ülkede de vizyoner
hükümetlere kapılar kapandı. ./…
-
İHANETTE SON TANGO
-
24 Şubat 1955’te
Türkiye, İran, Irak ve Pakistan ile Birleşik
Krallık İngiltere arasında imzalanan Bağdat
Paktı 9 Temmuz 1937′de
Türkiye, İran, Irak, Afgaristan arasında
imzalanan Sadabat Paktı’nın tekrarı ve yeniden
hayata geçirilmesi projesinden ibarettir. Zira
ilki Atatürk ve sonraki Menderes tarafından
hazırlanıp / kotarılıp imzalanan her iki Paktın
da amacı esasta aynıdır: Orta Doğu’da barış,
özgürlük, bağımsızlık ve güvenliği sağlamak…
-
Mustafa Kemal
ATATÜRK tarafından önerilip, altyapısı
hazırlanan ve gerçekleşmesi sağlanan Sadabat
Paktı’na imza atan devletlerin aldığı kararlar:
1. Pakta katılan tüm devletler; Türkiye, İran,
Irak, Afganistan birbirlerinin iç işlerine
karışmayacak; 2. Saldırgan girişimlerde
bulunmayacak; 3. Ortak yararları üstün tutacak;
4. Milletler Cemiyeti’ne (Cemiyet-i Akvam)
saygılı olacaklardı.
-
Sadabat Paktı,
Atatürk’ün vefatından sonra çalışmalarını
durdurdu. 1955’de kurulan Bağdat Paktı dâhil
olmak üzere, bir daha da Atatürk’ün oluşturduğu
bu birliktelik kurulamadı.
-
CENTO (Central
Treaty Organization/Merkezi Antlaşma Teşkilatı)
ise önceki adıyla “Bağdat Paktı” (1955-1958)
Türkiye, İran, Irak, Pakistan ve Birleşik
Krallık İngiltere arasında, SSCB yayılmacılığını
Ortadoğu’da önlenmeye yönelik kurulan bir
güvenlik ve savunma örgütüdür. 1958 isyanında
Irak’ın pakttan çekilmesi üzerine ABD’nin de
dâhil olduğu yeni bir antlaşma yapılmış; 1979′da
önce İran, ardından da Pakistan’ın çekilmesiyle
CENTO’nun varlığı fiilen ve resmen sona
ermiştir. (Bir hatırlatma: 27 Mayıs 1960′ta
işlevine son verilen II. TBMM binası 1961-1979
yılları arasında CENTO’nun son genel merkezi
olarak kullanılmıştır.)
-
Bağdat Paktı, Türkiye ile Irak
arasında 24 Şubat 1955 tarihinde imzalanan
Karşılıklı İşbirliği Anlatlaşması’na
İngiltere’nin (4 Nisan), Pakistan’ın (23 Eylül)
ve İran’ın (3 Kasım) katılması ile oluşan bir
karşılıklı güvenlik ve savunma örgütüdür. ABD
ise (ileriki yıllarda) paktta gözlemci üye
olarak yer alacaktır.
-
Antlaşma 7 maddeden müteşekkil
olup; 1. ve 2. maddeleri taraflar arasında
Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin 51. md.
gereği işbirliği yapacakları, bu işbirliğinin
özel antlaşmalara zemin olacağı, antlaşmaların
yürürlüğe girmesi ile gerekli önlemlerin hükümet
onayından sonra uygulanacağına dairdi., 5.
maddesinde ise; antlaşmaların Ortadoğu dışındaki
devletlere de açık olacağı ve üye ülkelerin
kendi aralarında özel antlaşmalar yapabileceği
belirtilmişti.
-
Bu maddeye
istinaden antlaşmaya giren İngiltere, Irak’taki
üslerini korumasına olanak tanıyordu. 6. md.
Antlaşma amaçları çerçevesinde çalışmak üzere
daimi bir konseyin teşkiline dairdi ve bu konsey
antlaşmaya katılanların sayısı en az dördü
bulduğunda faaliyete geçecekti. İlk toplantıda
(Kasım 1955) merkezin Bağdat olması ve örgüt
içinde Daimi Askeri Komite ile Ekonomik Komite
kurulması kararlaştırılmıştı.
-
Paktın sona
ermesiyle ABD, İngiltere, Türkiye, Pakistan ve
İran’ın üyelikleri ile teşkil edilen CENTO
içinde ABD etkin rol oynamaya başladı.
Teşkilatın askeri planlama kurulunun başına bir
ABD generali getirildi. Fakat askeri sahada
önemli bir çalışma yapılamadı. Sadece ekonomik
işbirliği teşebbüsleriyle sınırlı kalan CENTO,
ABD’nin Hindistan-Pakistan ihtilâfı ve
Türkiye’nin Kıbrıs meselesinde takındığı tavır
sebebiyle önemini tamamen yitirdi. Pakistan 12
Mart 1979′da,
İran ise ertesi Gün teşkilattan ayrıldıklarını
açıkladılar…
-
DÜŞMAN DAİMA PUSUDA
-
Eğer sürece
dikkat edilirse açıkça görülecektir ki: 1937’de
imzalanan Sadabat Paktı ile 1955’de imzalanan
Bağdat Paktı’nın dumura uğratılmasında en önemli
rolü İngiltere (Birleşik Krallık) üstlenmiş ve
akabinde ABD’yi devreye sokarak yok etmeyi
tetiklemiştir. Dolayısıyla, Türk ve İslâm
âlemine karşı girişilen bu tür ve benzer
sabotajlarda ön plânda İngiltere, peşi sıra
Amerika ve arka plânda İsrail’in rol aldığı
görülür. Tıpkı 1958’de Irak’ta ABD-İsrail ve
İngiltere’nin (BOP)’un birinci versiyonu’nu
uygulamaya koyması gibi..
-
Dönem itibarıyla
menfur ve melhus projenin gelişmesini,
yayılmasını önleyen ve akim kalmasını sağlayan
Adnan Menderes ve DP’dir. Bu gün ise ihanetin Eş
Başkanı aynı ülkede!..
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
16 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
ARTIK DEVLET OLMAK GEREK |
-
-
Bu makalenin ana esin kaynağı, “İnsan hakları,
adalet, hukuk, ilim-irfan ‘doğrusal yönde’ Bilinç Üstadı” ülkemizin tek
“Bilinçolog” u; Kendisini, “Davutpaşa, Bağcılar, Konya, Ankara ve daha nice
elim faciaların sorumlusu, “toplumsal sorumluluk ve yönetimi denetleme
bilinci”” çılgını “Milli Kahraman Galip Baran”dır.
-
O, dayandığı ilkeler, sahip olduğu yüksek
onur-erdem, bilgelik, olgunluk ve kemâl mertebesi, ve bütün insanlığa örnek
yaşam biçimi ile tıpkı Mevlâna, Taptuk Erenler, Yunus Emre, Hacı Bayram-ı
Veli, Phidaias, Archimedes ve Diyojen gibi dünyaya meydan okuyor.(1)
-
O, “Yurdunu ve milletini özünden; Türkiye ve
Türk milletini herkesten, dünyayı ise, bütün dünyalılardan daha çok seven” bir
insan. Bu, öyle bir sevgi ve sorumluluk duygusu ki;
-
lkemiz ve dünyanın bütün sorunlarından
“kendini sorumlu” tutacak kadar !.
-
Evet, bende öyle sanıyorum.
-
Türkiye ve dünyada yaşanan tüm sorunların,
bilinçsizce katlanılan, çekilen acılar ve ıstırapların sorumlusu elbette
“Galip Baran” değil ama; Sorumlu makam ve mevkilerde olduğu halde, en azından
O’nun kadar sorumluluk, sevgi, saygı ve insanlık davasına bağlılık
duymayanlarındır. Başta, bizzat kendi varlığı-vücudu ve yakın çevresi olmak
üzere, yapılan yanlışların, olumsuzluklar ve aykırı uygulamaların
farkında-bilincinde olmayanlarındır.
-
O, Kızılay da izmarit toplar, trafik
ışıklarında yayaları nezaketle yönlendirir ve başta Ankara, İstanbul, İzmir ve
Muğla olmak üzere ülkenin dört bir yanında; İyi insan iyi vatandaş;
Bencilliğin yarattığı sorunsalın çözümü Sencillik; Türk’üm
doğruyum-çalışkanım; Yasalara saygı; Devleti düzenleme ve yönetimi denetleme;
Yolsuzlukla mücadele.. gibi, özgün “bilinç” eylemleri yaparken insanlar O’na;
“Keşke herkes senin gibi olsa”, “İşte şu senin yaptığın tam bir ibadettir”
biçiminde özen, taktir memnuniyet ve şükran ifade eden sözler söylerler.
-
İnsanlar O’nu seviyor, sayıyor, saygı duyuyor
ve örnek alıyorlar.
-
Amma! Muğla’dan bağımsız Milletvekili adayı
olduğunda oy vermiyorlar.
-
Çünkü, çok sağlam dayanakları ve taviz
vermeyen yüksek bir karakteri var.
-
Mevcut Politik-ACI’ları sorumsuz buluyor ve
tasvip etmiyor.
-
Tıpkı, Astronom Phidias'ın oğlu Archimedes’in
"Bana yeterince uzun bir kaldıraç ve sağlam bir dayanak noktası verin, dünyayı
yerinden oynatayım" diyerek kaldıraç kanununu bulduğu gibi, (2) O’da adalet ve
hakikati (gerçeği) “en sağlam dayanak” olarak kabul ve ilan eden, önemli ve
lâkin hiç kimse değerini bilmese de “aslında çok değerli” bir bilim adamı.
-
“Devlet de, hükümet de çok sağlam dayanaklar
üzerine oturmalı” diyor.
-
Galip Baran’ın tek başına, Turgutreis
belediyesi, Muğla Valiliği, Ankara hükümeti, Meclis ve Cumhurbaşkanlığı dahil
bütün dünyaya meydan okuyabilmesinin nedeni: Sadece ve yalnızca dürüstlüğü,
Atatürk’ün telâffuz ettiği anlamda radikal (objektif bilim, norm, kriter ve
evrensel standartlar) bağlamında sağlam ve mükemmel karaktere müstenit
dayanakları.
-
Devlete önerdiği sağlam dayanaklar ise:
Demokrasi, Adalet, Hukuk ve saydamlık.
-
Yani; “Hayatta en hakiki mürşit (yol gösterici
ilim ve fen’dir.” Bunlar nedir? Adalet-hukuk, ilim-fen ve demokrasi. Zira,
Demokrasi olmazsa bilim, özgür bilimin olmadığı yerde ise hak yoktur. Dikkat
edin!.Kanun veya kutsal devlet değil!. Neden “kanun” değil ? Çünkü, esas olan
millet-halk ve kutsal insandır. Bu anlamda, devlet olmanın, milli birlik
(insicam-imtizaç) beraberlik ve bütünlüğün esası insan hakları, insan sevgisi,
insan için var olma bilinci, eşitlik (yalnızca kanun önünde değil, hayatın her
alanında); Hak, Halk, Adalet ve Hukuktur. Milli Şâir Mehmet Âkif Ersoy’un
dediği gibi yani: “Hakkıdır Hakka Tapan Milletimin İstiklâl” Hükümet ise;
Adaletle hüküm ve hikmet işidir. Hüküm-hikmet sahipleri; Cumhurbaşkanı,
Başbakan, Bakanlar, milletvekilleri gibi seçilmişler ve bilumum atanmışlar (bu
nedenle) milletin emrinde ve hizmetinde olduklarının idraki (bilinci)
dahilinde hareket, tasarruf ve halktan aldıkları yetki muvacehesinde; “Devlet
idaresinde millet iradesini hakim kılma” umdesine sadık kalmak zorundadırlar.
Zira: “Hakimiyet kayıtsız ve şartsız milletindir”
-
ŞU HALE NAZARAN: İstanbul’da yaşanan patlama
faciası, Diyarbakır, Ankara ve yurdun çeşitli yörelerinde anarşi,
terör-tedhiş, gasp-irtikap, kundakçılık, sabotaj, tehdit sürüp gider;
Memleket, suç ve suçlu için cennet, çıkar örgütleri için çiftlik; “iyi insan,
namuslu-dürüst vatandaş için” adeta cehennem;
Yalan-talan-rüşvet-iltimas-kaçakçılık-kayıt ve kapsam dışı ‘önlenemez’ kronik
bir hastalıktır. Sözde serbest piyasada pahalılık-fahiş fiyat, soygun-vurgun
revaçta. Haksız rekabet atakta; Kamu yararı esaslı namuslu-dürüst,
ilkeli-onurlu ve sorumlu piyasa dumura uğramış. Buna rağmen hakim siyaset en
kritik zamanda kalkıp türban politikasına soyunup; “sadece üniversitelerde
serbest” kalacak biçimde abesle iştigal ediyor.
-
Manâ, muhteva, amaç ve kapsam olarak yukarıda
tanımlanan bu teşebbüs objektif olmaktan uzaktır. Geçerli ilkeler bazında
insan hakları kriterleri, evrensel standartlar, adalet, ahlâk ve hukuk
normlarına aykırıdır. Subjektiftir. Umur-u devlette “suç teşkil eden fiiller
hariç” ferdi serbestlik umumi; Söz söyleme (düşünce ve fikir) hürriyeti esas,
kılık-kıyafetle uğraşmaksa irticadır. İnfialdir. Affedilmez bir hata,
onursuzluk ve sorumsuzluktur.
-
Şu halde; Artık, bütünüyle millet, kurumlar ve
sektörler, tüm okullar ve üniversiteler üzerinde, eşitlik adalet, hak-hukuk ve
faziletle hakim ‘hikmetli devlet’ olma zamanı gelmiştir.
-
Devlet demek: Adalet, eşitlik, hakkaniyet,
hükümde hukuk ve hikmet demektir. (3) Hikmet: Adaletli ve faziletli yönetim
anlamına gelir. Yönetim, etkinlik alanı büyük, spekülâtif ve sansasyonel
unsurlara bakmadan gereğini yapmak ve TSK tarafından da, çekincesiz kabul,
taktir ve tasvip edilen “başörtüsü” toplumun bütün kesim ve kurumlarında
serbest bırakılarak, bundan böyle “arz-talep” kanunları dahilinde kendi
mecrasına terk edilmelidir.
-
Umur-u devlet ve Galip Baran emsal sorumluluk
bunu gerektirir.
-
Bakınız, size çok önemli iki belge sunacağım:
- TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN, “MİLLİ SİYASET BELGESİ VE GELENEĞİ”
- (ESASA DAİR MÜSTENİDAT / DAYANAKLAR)
-
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin “BİZ” lâfzıyla
bilinen, “Kuvâ-i Milliye Ruhu ile mündemiç efsane isimler” ve “Destan
Kahramanları” olarak anılıp, tarihe mâlolan kurucu ve kurtarıcıları; Mustafa
Kemal Atatürk, Mahmut Celâl Bayar, Rauf Orbay, Fevzi Çakmak, Kâzım Karabekir,
Salih Omurtak, Ali Fuat Cebesoy, Ali Fuat Başgil, Refet Bele ve İsmet İnönü’
(!) dür. Vatan-millet-bayrak-insan-toprak sevgisi, Adalet, hukuk ve fazilet
timsali olan bu müstesna zat’lar; Canları ve kanları pahasına kurdukları
devletin, ulusal değerler, evrensel norm ve kriterler muvacehesinde “milli
siyaset belgesinin esas, usul, kapsam ve çerçevesini belirleyen” belgeyi
vazetmişler. Bu belgeyi “manevi vasiyet, emanet ve gelenek” anlamında
formatlayıp, başta “Türk Gençliği” olmak üzere; Türkiye’yi muasır medeniyet
seviyesinin üstüne ve daha ilerisine taşıyacak “ilkeli, onurlu, sorumlu,
namuslu-dürüst ve demokrat” insanlar ve gelecek nesillerin uygulama ve
korumasına “Atatürk’ün manevi şahsında ebed-müddet kaim bir vasiyet” olarak
havale etmişlerdir.
-
Buna göre; “Yürürlükte olması-kalması ve
uygulanması gereken” maddi-manevi-ilmi vasiyetin, geleneğin esası ve nokta-i
istinadı, Milli siyaset belgesinden calip-i dikkat pasajlar:
-
MİLLİ SİYASET; Türk Devleti için vuzuh
(açıklıkla) ve kabiliyeti tatbikiye görülen (uygulama imkânı olan) mesleki
siyasi Milli Siyasettir : “Milletimizin, kavi, (sağlam-emin) mesut ve müstekar
(istikrarlı-kararlı-sabit ve sakin/meskün) yaşıyabilmesi için, devletin
tamamen milli bir siyaset takip etmesi ve bu siyasetin, teşkilâtı dahiliyemize
tamamen mutabık ve müstenit olması (dayanması) lâzımdır. Milli siyaset dediğim
zaman, kastettiğim manâ ve medlûl, (delâlet-işaret edilen, gösterilen) şudur :
Hududu milliyemiz dahilinde, her şeyden evvel kendi kuvvetlerimize müsteniden
muhafazai mevcudiyet ederek millet ve memleketin hakiki saadet ve umranına
çalışmak. Alelıtlak (umumiyetle, mutlaka, bir suretle kayıtlı olmayarak, min-gayri
tahsis) türlü emeller peşinde milleti işgal ve ızrar etmemek... Medeni
cihandan, medeni ve insani muameleye ve mütekabil dostluğa intizar etmektir.”
(4)
-
DİKKAT EDİN : Belgede, “Milletimizin, kavi,
(sağlam-emin) mesut ve müstekar (istikrarlı, kararlı, sabit ve sakin/meskün)
yaşayabilmesi (refahın adaletle tabana yayılması) için, devletin tamamen milli
bir siyaset takip etmesi ve bu siyasetin, teşkilâtı dahiliyemize bütünüyle
mutabık ve müstenit (uyumlu) olması (dayanması) lâzımdır.” Diyor. Tüm yönetim
unsurları ile devlet ve hükümetin buna dikkat etmesi ve icabını yerine
getirmesi gerek. Zira,devlet belli bir kesim,grup veya zümrenin değil bütün
halkın-milletin devletidir.”
-
Denilmekle; “Milli Siyaset” sadece ve yalnızca
dışa karşı hürriyet, hakimiyet ve istiklâl olarak değil, aynı zamanda hiçbir
ayrım gözetmeden bütün yurttaşları eşit görmek, bir tutmak, hizmet ve muamelât
ile elem-keder ve kıvanç paylaşmada, sorumluluk ve yükümlülük bağlamında
“aynı-farksız ve eşit” tutmak anlamına gelir. Esas olarak suç işlemek yasak;
Ve fakat suç teşkil etmeyen fiil ve tasarruflarda halk özgürce hareket etmek
hakkına sahiptir.
-
KALDI Kİ ! TCK’da açıkça tanımlanmış, İnkılâp
Kanunlarında vâzedilmiş hüküm ve yönetmeliklerde yer almış “gayri ahlâki”
edinim, giyim-kuşam, fiil ve tasarruflar ile lokal toplumsal tepki ve
refleksler dikkate alındığında; Alenen tahrik ve suça teşvik mahiyeti arz eden
açıklığa nazaran, kapanmak ve örtünmekte ne gibi bir menfi unsur
görülmektedir.
-
Buna verilen cevap genellikle lâiklik ve
(sözde) cumhuriyetin kazanımları olmakla; Zaten, cumhuriyet, lâiklik ve
demokrasi İslâm’ın kendi iç yapısı, önerdiği yönetim biçimi ve yaşam tarzında
mevcuttur. Batı bu öğeleri İslâm’dan mütevaris olarak almıştır. Dahası İslâm,
insan hakları, hayvan hakları, doğal denge ve çevrenin korunmasında en önemli
fenomendir.
-
Gelelim devletin ve devlet (halk) adına hüküm
ferma olan hükümetin görevine:
-
DAHİLİ SİYASET; Hükümetler (devlet) bütün
vatandaşlara eşit mesafede olmak ve adil davranmak zorunda ve durumundadır.
(29.Nisan.1928’de hükümet bütçesi üzerinde yaptığı konuşma)
-
Bizim takip ettiğimiz siyaseti, dahili ve
harici safhasında vuzuh ve istikametle ifade edebiliriz. Dahili siyasette
vuzuh (açıklık-şeffaflık) ve istikamet: Cumhuriyet kanunlarını bilâ fark ve
bilâ imtiyaz herkese tatbik etmekte dikkat ve hassasiyet gösteren bir
siyasettir.
-
Demokrasinin bu tarzda tezahürü elbette kuvvet
ve kudretle tecelli eder.
-
Biz bu memlekette hayırlı ve semereli olarak
yapılacak bütün işler için ilk şart ve azimet (çıkış) noktası evvel emirde
vatandaşların huzurunu ve cemiyetin nizamını salim ve müstakim (sağlam ve
doğru) bir dahili siyasette bizatihi müteharrik (kendiliğinden hareket
edebilen) hâkimler eline mevdu (teslim eden) bir usul ile kabil-i tahakkuk
görüyoruz.
-
Bu memleketin yüz seneden beri tarihi gösterir
ki; Hayırlı ve iyi ıslahat yapmak için memleketin şeraitinin, vesaitinin
müsait ve mütehammil (uygun ve dayanıklı) olduğu azami hasılayı idrak etmekte
tereddüt ne kadar muzır (zararlı) ise, geniş ve kayıtsız şeraiti memleketin
ortasına sererek anarşiyi tesci etmek (desteklemek), onun kadar muzır, onun
kadar kısırdır. Memleketin hayır ve nef’i (faydası) için şeraitinin ve
vesaitinin müsait ve mütehammil olduğu azami hasılayı isteyecek ve alacak
kadar idrak ve cesaret, sonra bütün icraatı memleketin demokrasi yolunda her
gün bir hatve (adım) daha ilerlemesini temin edecek dikkat, hassasiyet ve
kudret; İşte bizim anlayışımız dahili siyasette budur.(İsmet İnönü, İsmet
İnönü’nün TBMM Konuşmaları, 1920-1973 Birinci Cilt, 1920-1938 s.285) (5)
-
NETİCE OLARAK: 1923-1938 Atatürk döneminde
askerde imam sınıfı vardı.
- Milli müfredat gereği bütün okullarda Kur’an-ı Kerim dersi verilir, askeri
lise ve harp akademilerinin mezuniyet törenlerinde dualarla yemin edilir,
askeri okulların tamamında resmen beş vakit namaz kılınırdı. İnkılâp Kanunları
çerçevesinde bazı (aykırı ve çarpıcı) kılık ve kıyafetler yasaklandı. Lâkin,
Türk ve Müslüman kadının ‘Anadolu Anası’nın’ baş örtüsüne ilişilmedi.
Milliyet, etnik kök, meslek ve meşrep ifade eden kıyafetler dışında asla
halkın kılık ve kıyafetine karışılmadı. Sorun oldu mu ? Hayır. Bilâkis,
toplumsal barış pekiştirildi.
-
1940-1950 arasında camiler kapatıldı, Kur’an-ı
Kerim okumak, almak-bulundurmak, öğrenmek ve öğretmek yasaklandı. Asker yemini
değiştirildi ve imam sınıfı kaldırıldı. Milli, manevi, ilmi, sosyal ve
kültürel değerler baskı altına alındı. Ezan dahil din işlerine, halkın gelenek
ve törelerine müdahil olundu. Baskı, zulüm ve diktatörlük estirildi. Atatürk
ilkeleri ve Türk İnkılâbı hafızalardan kazınmak-silinmek istendi. Rus diktatör
Stalin’in bile asla cesaret edemediği “para ve pullardan Atatürk resmini
kaldırmak” dahil olmak üzere “halka rağmen halkı yönetme” adına bin türlü
kepazelik yapıldı. Amaç: Prototip insan ve standart vatandaş yaratmaktı.
Başarılı oldu mu ? Kesinlikle HAYIR !.. Bu despotluk, mezalim ve işkence,
başta kalkınma ve gelişme olmak üzere, halka ve devlete bir yarar sağladı mı ?
HAYIR... HAYIR !.
-
Peki “sorun” oldu mu? Elbette, mem de çok.
-
1950-1960 döneminde Atatürk ve dünyanın en
insani rejimi “Kemalizm’e tepki olarak yapılan karşı devrime mukabil”, tekrar
milli ve manevi değerleri ihya eden BEYAZ İHTİLÂL kötü mü oldu? HAYIR.
Bilâkis, demokrasinin cumhuriyetle bütünleşmesi, halkın devletle barışmasına
ve buluşmasına neden oldu. On yılda 100 yıla denk kalkınma ve gelişme
sağlandı. Türkiye, çağdaş, ileri, modern dünya devletleri arasında hak ettiği
yeri aldı. Üstelik adalet ve hakkaniyetle.Üretimle-yatırımla. Evrensel
politikalar izlemekle. Halkla omuz omuza güç ve inanç birliği içinde
çalışmakla açlık, yokluk, yoksulluk ve cehalet aşıldı. Refah tabana yayıldı.
Demokrasi kurumlaştı. Türkiye, 1938’lerden sonra bir kanun devletine
dönüştürülmüş iken, tekrar demokratik, lâik bir hukuk devleti oldu. Yani,
FEVKALÂDE. MÜKEMMEL.
-
1960 ne yaptı ? Milli devleti ve Atatürk
Anayasasını ortadan kaldırdı. Kemalizm’in tasfiyesini kalınan yerden tekrar
başlamak suretiyle sürdürdü. Toplumsal barış bozuldu. İç ve dış güvenlik,
ekonomi ve siyaset yozlaşma sürecine girdi. Siyaset kurumları tahribata
uğradı.
-
Cumhuriyete ara verildi. Demokrasi, onarılması
mümkün olamayacak büyüklükte darbe aldı.
-
Gerçek anlamda lâiklik, Cumhuriyet ve
demokrasinin dengeleri sarsıldı.
-
Doğal dengeler (stabilizatörler) tahrip ve
tarumar edildi.
-
Ekonomi dar boğaza girdi, tarihin en büyük
kriz, bunalım ve buhranları yaşandı.
-
Anarşi, terör ve tedhiş yoktu. Geldi.
-
Pahalılık, açlık, yokluk, yoksulluk ve
adaletsizlik yoktu. Oldu.
-
DEVLET RAYINDAN “İSTİNADINDAN” ÇIKTI
-
İstiklâl savaşı gazileri hunharca asıldı.
Milletin yarısından fazlası fesat, ifsat, nifak ve iftiralara maruz
bırakılarak tahrik, hakaret, baskı ve zulme uğratıldı. Umur-u devlet, nizam-ı
hükümet ve adalet kalmadı. 27 Mayıs milletin ve ülkenin üzerine adeta bir
kâbus gibi çöktü.
-
Hani yukarda, birinci bölümde Galip Baran ile
bir başka örnek daha vermiştik:
-
“O, dayandığı ilkeler, sahip olduğu yüksek
onur-erdem, bilgelik, olgunluk ve kemâl mertebesi, ve bütün insanlığa örnek
yaşam biçimi ile tıpkı Mevlâna, Taptuk Erenler, Yunus Emre, Hacı Bayram-ı
Veli, Phidaias, Archimedes ve Diyojen gibi dünyaya meydan okuyor.(1)”
-
Demek ki; Devlet ve hükümetin ilkelerini
gözden geçirmesi zamanı gelmiştir. Sarsılan sağduyu hakimiyeti “Atatürk dönemi
gibi” tekrar sağlanmalı; Azınlığın çoğunluğa tahakküm zihniyeti kökünden
kazınıp atılmalıdır. Zira, esas olan millettir. Millet devlettir ve devlet
millet için vardır. Atanmış veya seçilmiş “herkes” milletin emrinde ve
hizmetindedir.
-
Bu gerçeğin iyice bilinme ve fiilen yaşama
geçirme zamanı gelmiştir.
-
Mesele aynı zamanda “kurumsal taassup, mesleki
şovenizm, bürokratik oligarşi, dış baskı ve çıkar örgütleri odaklı iç güdümü
tasfiye etmektir. Her ne kadar kuvvetler ayrılığı esas olsa bile “devlette
tevhid-birlik” mutlaktır. Birliğin istinadı: Adalet ahlâkı ve hukuk olmalıdır.
-
“O, Kızılayda izmarit toplar, trafik
ışıklarında yayaları nezaketle yönlendirir ve başta Ankara, İstanbul, İzmir ve
Muğla olmak üzere ülkenin dört bir yanında; İyi insan iyi vatandaş;
Bencilliğin yarattığı sorunsalın çözümü Sencillik; Türk’üm
doğruyum-çalışkanım; Yasalara saygı; Devleti düzenleme ve yönetimi denetleme;
Yolsuzlukla mücadele.. gibi, özgün “bilinç” eylemleri yaparken insanlar O’na;
“Keşke herkes senin gibi olsa”, “İşte şu senin yaptığın tam bir ibadettir”
biçiminde özen, taktir memnuniyet ve şükran ifade eden sözler söylerler...”
-
Milletin hizmetkârları adaletsiz ve hukuksuz,
fuzuli ‘türban-örtü işi ile uğraşmaktan; Halkın kılık kıyafeti ile gündemi
saptırıp beyinleri bulandırmaktansa; Üretim ve yatırımı arttırmaya, iç ve dış
borcu tasfiye etmeye, EMEKLİNİN HAKKINI YEMEMEYE, bütün maaş, ücret ve
gelirlerde eşitlik, hakkaniyet ve adaleti sağlamaya ve refahı tabana yaymaya
gayret etmelidirler. Şu an için, bizatihi iktidar bir sorundur ve çözüm
üretmek yerine sorunsalı yoğunlaştırmakta, doğal dengeleri sarsmakta ve “insan
odaklı olmayan” tedbir, tasarruf ve “vatandaş haklarına aykırı” uygulamaları
ile doğal dengeleri bozmaktadır.
-
OYSA; Her ne şekilde teşekkül etmiş olursa
olsun, TBMM ve Milletvekilleri Türk halkının huzur, barış, karşılıklı anlayış,
güven-emniyet, tolerans ve demokratik-lâik hukuk devleti bağlamında ve “MUTLAK
EŞİTLİK” çerçevesinde sağlamak ve sürdürmek zorunda ve durumundadırlar. Bu
nedenle: “İnsanlar O’nu seviyor, sayıyor, saygı duyuyor ve örnek alıyorlar.
Amma ! Muğla’dan bağımsız Milletvekili adayı olduğunda oy vermiyorlar.Çünkü,
çok sağlam dayanakları var. Mevcut Politik-ACI’ları tasvip etmiyor.Tıpkı,
Astronom Phidias'ın oğlu Archimedes’in "Bana yeterince uzun bir kaldıraç ve
sağlam bir dayanak noktası verin, dünyayı yerinden oynatayım" diyerek kaldıraç
kanununu bulduğu gibi, (2) O’da adalet ve hakikati (gerçeği) “en sağlam
dayanak” olarak ilan eden çok önemli ve hiç kimse değerini bilmese de “aslında
çok değerli” bir bilim adamı.
-
Galip Baran’ın tek başına, Turgutreis
belediyesi, Muğla Valiliği, Ankara hükümeti,
-
Meclis ve Cumhurbaşkanlığı dahil bütün dünyaya
meydan okuyabilmesinin nedeni: Sadece ve yalnızca dürüstlüğü, Atatürk’ün
telâffuz ettiği anlamda radikal (objektif bilim, norm, kriter ve evrensel
standartlar) bağlamında sağlam ve mükemmel karaktere müstenit dayanakları.
-
Yani; “Hayatta en hakiki mürşit (yol gösterici
ilim ve fen’dir.” Bunlar nedir? Adalet-hukuk, ilim-fen ve demokrasi. Zira,
Demokrasi olmazsa bilim, özgür bilimin olmadığı yerde ise hak yoktur. Dikkat
edin!.Kanun veya kutsal devlet değil!. Neden “kanun” değil ? Çünkü, esas olan
millet-halk ve kutsal insandır. Bu anlamda, devlet olmanın, milli birlik
(insicam-imtizaç) beraberlik ve bütünlüğün esası insan hakları, insan sevgisi,
insan için var olma bilinci, eşitlik (yalnızca kanun önünde değil, hayatın her
alanında); Hak, Halk, Adalet ve Hukuktur. Milli Şâir merhum Mehmet Âkif
Ersoy’un dediği gibi: “Hakkıdır Hak’a Tapan Milletimin İstiklâl”
-
Hükümet; Adaletle hüküm ve hikmet işidir.
Hüküm-hikmet sahipleri; Cumhurbaşkanı,
-
Başbakan, Bakanlar, milletvekilleri gibi
seçilmişler ve bilumum atanmışlar (bu nedenle) milletin emrinde ve hizmetinde
olduklarının idraki (bilinci) dahilinde hareket, tasarruf ve halktan aldıkları
yetki muvacehesinde; “Devlet idaresinde millet iradesini hakim kılma” umdesine
sadık kalmak zorundadırlar. Zira: “Hakimiyet kayıtsız ve şartsız milletindir”
-
Ancak, bazı gerçeklerin iyi anlaşılması,
beyinlere kazınması ve “BİLİNÇ” toplumsal şuur oluşturulması; ARTIK, devletin
de hakkıyla ve lâyıkıyla devlet olması gerek !..
-
Dahası: Devletin de, yukarda sayılan emsaller
gibi “adalet ahlâkı, eşitlik ve hukuk” temeline dayanması; En sağlam dayanak
olan bu istinatla kalkınma ve gelişmede şahlanması, muasır medeniyet
seviyesini aşmak için “yurttaşlar arasında asla bir ayrıma gitmeden” olağan
üstü bir performansla hak yolunda-millet hizmetinde çalışması şarttır. Bu
açıdan bakıldığında, şu an yaratılan sanal gündem ve kuru gürültü boş ve
anlamsız bir teşebbüsten ibarettir. Harcanan imkân, kaynak, enerji ve mesaiye
yazıktır. Bu ve benzer konuları sorun olmaktan çıkartmış ileri ve modern
dünyaya karşı ise ayıptır.
-
Gerçek o ki, devlet din alanına karışamaz.
Dinin de siyasete alet edilmesine asla ve kesinlikle müdahil olamaz. Elbette,
İnkılâp Kanunları tanımlanan ve öngörülenler dışında halk istediği biçimde
kılık-kıyafet edinmekte ve kamu kurum ve kuruluşları ile her türlü okul ve
öğrenim kurumu dahil giyinmekte serbest olmalıdır. Bunun, sadece ve yalnızca
yüksek öğrenim “üniversiteler” ile sınırlanması telâfisi kabil olamayacak
kadar büyük bir hatadır.
-
Eğer tasarı düşünüldüğü biçimde yasalaşır ve
anayasaya girerse çok büyük toplumsal travmalara neden olacağı kesindir. Söze
Galip Baran la başladık yine O’nunla bitirelim:
-
Yurdunu ve milletini özünden çok seven
“ÖĞRENCİ’nin ANDI”
-
Ben; Bundan böyle; (a) Yaşıtlarıma: Çevreyi
kirletmemelerini/aşırı tüketmemelerini /trafik kurallarını çiğnememelerini /
milli servete zarar vermemelerini/ toplum sağlığına aykırı davranış ve
alışkanlıklar edinmemelerini, yani KIRMIZIDA DURMALARINI ve geçmeğe kalkışan
yaşıtlarını, “SOSYAL YAPTIRIM” olarak bilinen yöntemle uyarmalarını,
uyardıklarına, kendilerinin de başka yaşıtlarını aynı yöntemle uyarmalarını
önermelerini önereceğime VE; (b) (yakınım olan) Büyüklerime, ayrıca: Vergi
kaçırmamalarını/rüşvet vermemelerini-almamalarını/imar yasasına aykırı işler
yapmamalarını / iş ahlakının korunması için çaba göstermelerini/her şeyi
devletten bekleme alışkanlığından vazgeçmelerini, yani KIRMIZIDA DURMALARINI
ve geçmeğe kalkışanları “SOSYAL YAPTIRIM” olarak bilinen yöntemle
uyarmalarını, uyardıklarına başkalarını aynı yöntemle uyarmalarını
önermelerini, önereceğime “SÖZ VERİYORUM”
-
KIRMIZIDA DURMAK: “İnsan ve insan haklarına
saygı”yı ve “her türlü yanlış, iş, davranış ve haksızlıktan kaçınma”yı öngören
bir kavramdır.
-
SOSYAL YAPTIRIM : “Kırmızıda geçeni; anında,
yüzüne karşı, utanmaktan başka bir tepki gösteremeyecek şekilde uyarmak”tır.
(7) (BİTTİ)
- 1) www.galipbaran.blogspot.com
- 2) http://www.mcs.drexel.edu/...archimedes/contents.html
- 3) www.mustafanevruzsinaci.blogspot.com
- 4) (Atatürk, Büyük Nutuk 1919-1923) “Türk Milleti’nin davası yüksek ve
medeni bir milletin asilâne ideal davasıdır, İsmet İnönü” (Prof. Dr. Melzig,
der., İsmet İnönü: Millet ve İnsaniyet – s: 52)
- 5) MİLLİ SİYASET BELGESİ : Devlet ve Milli Hükümetlerin, ülkenin bütün
kurum, kuruluş ve unsurları ile iç ve dış politikayı şamil olarak uygulamak ve
uymak zorunda oldukları; Esas, Usul ve Çerçevesini belirleyen ilkeleri teşkil
eden belgeye Milli Siyaset Belgesi denir.) (Devletin üzerinde yükseldiği temel
ilke, öz değer, kavram ve kurumlar)
- 6) Galip Baran (Türkiye’nin Kurtuluş Projesi)7) Galip BARAN: Bilinçolog;
HABİTAT Mevlana, Bilinç, Sencillik ve Yolsuzlukları Önleme Kozaları
Kolaylaştırıcısı, (0252)3823477/0535. 844 84 76 e-Mail: galipbaran@ttmail.com
WEB: www.turkcelil.com, www.galipbaran.blogspot.com
-
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
17 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
BASİRET
|
-
Devlet adamlığı basiret (ileri görüş-öngörü), beka
(devamlılık, kararlılık, denge, ilke ve istikrar) adalet ahlâkı, insan
sevgisi, samimi dindarlık, merhamet duygusu, hukuka saygı ve; Özellikle Türk
harsı itibarıyla “damarlarında akan asil kan” doğrultusunda Milli Devlete,
Vatana, Toprağa, Bayrağa, kültürel miras, milli-manevi değerler ve en kutsal
değer olan İnsan a (yurttaşa) saygı ve sahiplik ile kaimdir.
-
Bunun, en başta gelen sebebi : Türk adının “Kâmil
(olgun-fazıl-bilge) İnsan” anlamına gelmesidir. Bu nedenledir ki, Türk milleti
bilinen ve belli olan tarih boyunca 101 devlet ve 13 İmparatorluk kurmuş;
İnsan hakları, adâlet ahlâkı, yüksek kültür, insani boyut-bilgi toplumu ve
medeniyetin banisi-hamisi ve timsali olmuştur.
-
Türk; Madde ve manânın imtizacıdır.
-
Dolayısıyla “Türk Milletini” yönetebilmek; İleri görüşlü
olabilmek; Derin bir bilgelik ve yüksek bir erdemi zorunlu kılar. Öyle ki,
Namuslu, dürüst, ilkeli, onurlu-erdemli, bilge ve sorumlu olmayan “gişi” den
devlet adamı olmaz. (Bak: Siyasetname)
-
Ayrıca, önderin “milli tarih ve milli hafıza” bilincine bihakkın
vakıf olması gerekir.
-
İşte, yolundan ve izinden gitmenin ne kadar önemli, zorunlu ve
tartışılmaz olduğu kati karinelerle sabit büyük önder Mustafa Kemâl ATATÜRK’ün
hayatından çok önemli; Basiret ve bekayı simgeleyen, hayret ve ibreti mucip
“gizemli” bir kesit:
-
“1907 yılında Mustafa Kemâl arkadaşlarıyla birlikte, ülke
sorunlarını müzakere ettiği çok özel bir toplantıda, bizzat kendisi tarafından
önceden hazırlanan ilginç bir harita ortaya çıkartır ve hazır olanlara
gösterir. Olayın şahitlerinin anlattıklarına göre haritanın, Osmanlı
Devleti’nin o zamanki sınırları ile uzak-yakın hiçbir ilgisi ve alâkası
yoktur. Bu nedenle haritaya pek bir anlam veremezler. Zira, harita sadece
Anadolu ve Trakya’yı kapsamaktadır.
-
Oysa, toplantı günü hiçbir anlam verilemeyen bu harita, şimdiki
TC’nin haritasıdır.
-
Haritada, bu günkü sınırlarımıza uymayan çok önemli bir ayrıntı
vardır.
-
O’ da, Atatürk’ün bizden ayrılmasını asla istemediği ve bir türlü
buna razı olamadığı; Musul Vilâyeti (Kerkük ve havalisi) topraklarını da bu
haritaya katmış olmasıdır. Mustafa Kemâl haritasına Hatay, 12 adalar, Batı
Trakya (Selânik) ve Kıbrıs’ı da katmıştı. (Misak-ı Milli) Daha sonraları
İstiklâl Savaşı kazanılınca, İsviçre de yapılan Lozan Antlaşması ile Türkiye
bu toprakların bir kısmından vazgeçmek ve Kerkük’ten çıkan petrol haklarını
satmak zorunda kaldı. Daha sonra vaki ilhak gayretleri de sonuç vermedi.
-
Mustafa Kemâl geleceği bilme gücüne (basirete) sahip olmasaydı bu
haritayı taa 1907 yılında çizmesi, dava arkadaşlarına göstermesi ve Misak-ı
Milli sınırlarını daha o zamandan belirlemesi mümkün olabilir miydi ? Mezkür
haritanın çiziliş tarihi olan 1907 yılında henüz II. Abdülhamit Osmanlı
padişahı idi. O sıra, gittikçe güçsüzleşen Osmanlı İmparatorluğunun
topraklarında gözü olan (bu günün AB’si) batılı ülkeler topyekün saldırıya
geçmek için uygun zamanı gözlemekte idiler.
-
Nitekim, 1911 yılında İtalyanlar Trablusgarp’a saldırdılar.
Osmanlı Devleti onunla ilgilenirken, bir yandan da Ege’de ki 12 Adaları işgal
ettiler. Arkasından Balkan savaşı koptu. Osmanlılar’ın eski komşuları
(eyaletleri) Sırbistan ve Bulgaristan, Karadağ ve Yunanistan birleşerek
saldırıya geçtiler. İki cephede savaşmak zorunda kalan Osmanlı Devleti
İtalyanlar ile anlaşma yapmak zorunda kadı ve Trablusgarp’ı bırakmak
mecburiyeti hasıl oldu.
-
Bu sırada Balkan devletleri Edirne’yi aldı. Daha sonra
birbirlerine düşen bu devletlerin zafiyetinden yararlanan Osmanlı Edirne’yi
kurtardı. Ancak, 1913 yılında imzalanan “Bükreş Anlaşması” ile tekrar
Trakya’ya kadar geri çekilmek zorunda kalındı.
-
Atatürk’ün çizmiş olduğu haritanın bir bölümü böylece gerçekleşmiş
oldu.
-
Daha sonraları çıkan Birinci Dünya Savaşı sırasında birçok
topraklar kaybedilmiştir. Arkasından da Anadolu işgal edilince, düşmanın
mezalim ve esaretine karşı başlatılmış olan Kurtuluş Savaşı sırasında ilk önce
TC’nin bu günkü Doğu sınırları çizilir. Bunu, Güneydoğu illerimizin
sınırlarının belirlenmesi izler. En sonunda düşmanın İzmir’den denize
dökülmesi ile birlikte, TC’nin 1907’de Mustafa Kemâl tarafından çizilen
haritadaki sınırları ortaya çıkar.
-
Bütün bu gelişmelerden sonra şunu kesin olarak görmekteyiz ki;
Mustafa Kemâl, olacakları önceden tahmin etmekte ve hattâ bilmekte idi.
-
Yıllar öncesinden çizmiş olduğu harita, bunun en
büyük kanıtı değil midir ?”
-
Bir başka mesele de, Ankara’nın Başkent oluşudur.
-
ANKARA’NIN BAŞKENT OLUŞU:
-
Bir gönül dostu, Araştırmacı-Şair ve yazar Selçuk
Alpaslan, değerli bir bilim adamı olan Reşit Yılmaz kardeşime nakletmiş. O da
bugün (27 Aralık 2007) fakirhanemize şeref vererek bize anlattı.
-
Ankara’nın Başkent olması ile ilgili olay kısaca
şöyledir:
-
“Selçuk Alpaslan’ın babası Atatürk’ün en sadık
adamlarından biri ve özel şoförüdür. Bizzat şahit olur, konuşmaları dinler.
(Fuat Bayramoğlu da babasından aynı meseleyi dinlemiş ve vakıayı tasdik
etmiştir.) Buna göre; Mustafa Kemâl, ta Amasya’dan itibaren “Paşam burayı
Başkent yapınız” türü telkin, tavsiyelere maruz kalmaktadır. Bu telkin,
tavsiye ve baskılar Erzurum, Sivas ve nihayet Konya’da adeta bir dayatma
haline gelir.
-
Bunun üzerine Mustafa Kemâl Konya da kurmaylarına
şöyle bir açıklamada bulunur:
-
“Yıllar önce idi. Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri
rüyama girdi ve bana (manâmda) dedi ki: “Sen, Yüce Allah’ın izni inayetiyle
muvaffak olacak, müstakbel-müstakim Türk Devletini kuracaksın. Fakat,
Resûlullah Efendimizin arzusu ve bizim münasip görmemiz o ki; Devlet kurulunda
ENGÜRÜ’ yü (Ankara’yı) Başkent yapmalısın...” dedi.
-
Bundan sonra hiç kimse Mustafa Kemâl’e Başkent
konusunu açmadı.
-
Zira, Türkiye Cumhuriyetinin başkenti artık belli
idi. Belli olan bir şey daha vardı. O da, Mustafa Kemâl’in muazzam bir deha,
fevkalâde basiret ve feraset (ileri görüş-öngörü) sahibi olduğu; İlmini,
irfanını sadece dünyevi vasıtalar ve kitaplardan değil, bizzat ilâhi
kaynaklardan aldığıdır.
-
Bu konuyu bir de tasavvuf ehlinin dilinden dinlemek
gerek.
-
Hasan Hüseyin Memiş’in “Hükümet Sistemleri / DİKEN”
(Akasya Kitap, Ankara: 2007, www.akasyakitap.com, s: 13) isimli kitabında yer
alan “Şeyh Efendinin Rüyası” ilgili bölüme bir baksınlar. Burada İstiklâl
Harbi’nin nasıl ve kimler tarafından himaye edildiğini çok iyi görecekler.
-
Dahası var:
-
Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Merkezinde
Araştırmacı-Yazar Behzat Şaşal’a, “Atatürk’ü Tanımak ve Anlamak” isimli
kitabından dolayı, “Sen Atatürk’ü adeta bir din Hoca ve Din adamı gibi takdim
ediyorsun..” diye çıkışırlar.
-
Behzat Şaşal, büyük bir tevazu, tevekkül olgunlukla
onlara şu cevabı verir:
-
“Siz, bazı yayınlarınızda Atatürk’e yeşil sarıklı
bazı kimselerin (mücessem ve seyyal varlıkların) yardımcı olduğundan
bahsedersiniz. Peki, dönemin Padişâhı Allah’ın Halifesi değil miydi. Peki,
Yüce Yaratıcı koskoca halifesi varken ve ortalıkta dipdiri dururken, niçin
Atatürk’ün ordularına yardım etti dersiniz ?..”
-
NETİCE:
Devlet adamları beka ve basiret sahibi olmak zorundadır. Beka, basiret ve
feraset, yüksek bir iman ve onurlu-erdemli yaşam işidir. İleri görüş,
basiret-feraset ve deha, samimi dava, inanç adamlarına münhasır bir
özelliktir. Bu özelliği taşımayanlar, devleti de taşıyamazlar, halkı da,
hükümeti de..
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
18 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
BASİRET VE HÜKÜMET |
- Devlet adamlığı basiret (ileri
görüş-öngörü), beka (devamlılık, kararlılık, denge, ilke ve
istikrar) adalet ahlâkı, insan sevgisi, samimi dindarlık,
merhamet duygusu, hukuka saygı ve; Özellikle Türk harsı
itibarıyla “damarlarında akan asil kan” doğrultusunda Milli
Devlete, Vatana, Toprağa, Bayrağa, kültürel miras, milli-manevi
değerler ve en kutsal değer olan İnsan a (yurttaşa) saygı ve
sahiplik ile kaimdir.
- Bunun, en başta gelen sebebi :
Türk adının “Kâmil (olgun-fazıl-bilge) İnsan” anlamına
gelmesidir. Bu nedenledir ki, Türk milleti bilinen ve belli olan
tarih boyunca 101 devlet ve 13 İmparatorluk kurmuş; İnsan
hakları, adâlet ahlâkı, yüksek kültür, insani boyut-bilgi
toplumu ve medeniyetin banisi-hamisi ve timsali olmuştur. Türk;
Madde ve manânın imtizacıdır.
- Dolayısıyla “Türk Milletini”
yönetebilmek; İleri görüşlü olabilmek; Derin bir bilgelik ve
yüksek bir erdemi zorunlu kılar. Öyle ki, Namuslu, dürüst,
ilkeli, onurlu-erdemli, bilge ve sorumlu olmayan “gişi” den
devlet adamı olmaz.
- Ayrıca, önderin “milli tarih ve
milli hafıza” bilincine bihakkın vakıf olması gerekir.
-
İşte, yolundan ve izinden gitmenin ne kadar önemli, zorunlu ve
tartışılmaz olduğu kati karinelerle sabit büyük önder Mustafa
Kemâl ATATÜRK’ün hayatından çok önemli; Basiret ve bekayı
simgeleyen, hayret ve ibreti mucip “gizemli” bir kesit:
- “1907 yılında Mustafa Kemâl
arkadaşlarıyla birlikte, ülke sorunlarını müzakere ettiği çok
özel bir toplantıda, bizzat kendisi tarafından önceden
hazırlanan ilginç bir harita ortaya çıkartır ve hazır olanlara
gösterir. Olayın şahitlerinin anlattıklarına göre haritanın,
Osmanlı Devleti’nin o zamanki sınırları ile uzak-yakın hiçbir
ilgisi ve alâkası yoktur. Bu nedenle haritaya pek bir anlam
veremezler. Zira, harita sadece Anadolu ve Trakya’yı
kapsamaktadır.
- Oysa, toplantı günü hiçbir anlam
verilemeyen bu harita, şimdiki TC’nin haritasıdır.
- Haritada, bu günkü sınırlarımıza
uymayan çok önemli bir ayrıntı vardır.
- O’ da, Atatürk’ün bizden
ayrılmasını asla istemediği ve bir türlü buna razı olamadığı;
Musul Vilâyeti (Kerkük ve havalisi) topraklarını da bu haritaya
katmış olmasıdır. Mustafa Kemâl haritasına Hatay, 12 adalar,
Batı Trakya (Selânik) ve Kıbrıs’ı da katmıştı. (Misak-ı Milli)
Daha sonraları İstiklâl Savaşı kazanılınca, İsviçre de yapılan
Lozan Antlaşması ile Türkiye bu toprakların bir kısmından
vazgeçmek ve Kerkük’ten çıkan petrol haklarını satmak zorunda
kaldı. Daha sonra vaki ilhak gayretleri de sonuç vermedi.
- Mustafa Kemâl geleceği bilme
gücüne (basirete) sahip olmasaydı bu haritayı taa 1907 yılında
çizmesi, dava arkadaşlarına göstermesi ve Misak-ı Milli
sınırlarını daha o zamandan belirlemesi mümkün olabilir miydi ?
Mezkür haritanın çiziliş tarihi olan 1907 yılında henüz II.
Abdülhamit Osmanlı padişahı idi. O sıra, gittikçe güçsüzleşen
Osmanlı İmparatorluğunun topraklarında gözü olan (bu günün
AB’si) batılı ülkeler topyekün saldırıya geçmek için uygun
zamanı gözlemekte idiler.
- Nitekim, 1911 yılında İtalyanlar
Trablusgarp’a saldırdılar. Osmanlı Devleti onunla ilgilenirken,
bir yandan da Ege’de ki 12 Adaları işgal ettiler. Arkasından
Balkan savaşı koptu. Osmanlılar’ın eski komşuları (eyaletleri)
Sırbistan ve Bulgaristan, Karadağ ve Yunanistan birleşerek
saldırıya geçtiler. İki cephede savaşmak zorunda kalan Osmanlı
Devleti İtalyanlar ile anlaşma yapmak zorunda kadı ve
Trablusgarp’ı bırakmak mecburiyeti hasıl oldu.
- Bu sırada Balkan devletleri
Edirne’yi aldı. Daha sonra birbirlerine düşen bu devletlerin
zafiyetinden yararlanan Osmanlı Edirne’yi kurtardı. Ancak, 1913
yılında imzalanan “Bükreş Anlaşması” ile tekrar Trakya’ya kadar
geri çekilmek zorunda kalındı.
- Atatürk’ün çizmiş olduğu
haritanın bir bölümü böylece gerçekleşmiş oldu.
- Daha sonraları çıkan Birinci
Dünya Savaşı sırasında birçok topraklar kaybedilmiştir.
Arkasından da Anadolu işgal edilince, düşmanın mezalim ve
esaretine karşı başlatılmış olan Kurtuluş Savaşı sırasında ilk
önce TC’nin bu günkü Doğu sınırları çizilir. Bunu, Güneydoğu
illerimizin sınırlarının belirlenmesi izler. En sonunda düşmanın
İzmir’den denize dökülmesi ile birlikte, TC’nin 1907’de Mustafa
Kemâl tarafından çizilen haritadaki sınırları ortaya çıkar.
- Bütün bu gelişmelerden sonra şunu
kesin olarak görmekteyiz ki; Mustafa Kemâl, olacakları önceden
tahmin etmekte ve hattâ bilmekte idi.
- Yıllar öncesinden çizmiş olduğu
harita, bunun en büyük kanıtı değil midir ?”
- Bir başka mesele de, Ankara’nın
Başkent oluşudur.
- ANKARA’NIN
BAŞKENT OLUŞU:
- Bir gönül dostu, Araştırmacı-Şair
ve yazar Selçuk Alpaslan, değerli bir bilim adamı olan Reşit
Yılmaz kardeşime nakletmiş. O da bugün (27 Aralık 2007)
fakirhanemize şeref vererek bize anlattı.
- Ankara’nın Başkent olması ile
ilgili olay kısaca şöyledir:
- “Selçuk
Alpaslan’ın babası Atatürk’ün en sadık adamlarından biri ve özel
şoförüdür. Bizzat şahit olur, konuşmaları dinler. (Fuat
Bayramoğlu da babasından aynı meseleyi dinlemiş ve vakıayı
tasdik etmiştir.) Buna göre; Mustafa Kemâl, ta Amasya’dan
itibaren “Paşam burayı Başkent yapınız” türü telkin, tavsiyelere
maruz kalmaktadır. Bu telkin, tavsiye ve baskılar Erzurum, Sivas
ve nihayet Konya’da adeta bir dayatma haline gelir.
- Bunun üzerine Mustafa Kemâl Konya
da kurmaylarına şöyle bir açıklamada bulunur:
- “Yıllar önce idi. Hacı Bayram-ı
Veli Hazretleri rüyama girdi ve bana (manâmda) dedi ki:
- “Sen, Yüce Allah’ın izni
inayetiyle muvaffak olacak, müstakbel-müstakim Türk Devletini
kuracaksın. Fakat, Resûlullah Efendimizin arzusu ve bizim
münasip görmemiz o ki; Devlet kurulunda ENGÜRÜ’ yü (Ankara’yı)
Başkent yapmalısın...” dedi.
- Bundan sonra hiç kimse Mustafa
Kemâl’e Başkent konusunu açmadı.
- Zira, Türkiye Cumhuriyetinin
başkenti artık belli idi. Belli olan bir şey daha vardı. O da,
Mustafa Kemâl’in muazzam bir deha, fevkalâde basiret ve feraset
(ileri görüş-öngörü) sahibi olduğu; İlmini, irfanını sadece
dünyevi vasıtalar ve kitaplardan değil, bizzat ilâhi
kaynaklardan aldığıdır.
- Bu konuyu bir de tasavvuf ehlinin
dilinden dinlemek gerek.
- Hasan Hüseyin Memiş’in “Hükümet
Sistemleri / DİKEN” (Akasya Kitap, Ankara: 2007, www.akasyakitap.com,
s: 13) isimli kitabında yer alan “Şeyh Efendinin Rüyası” ilgili
bölüme bir baksınlar. Burada İstiklâl Harbi’nin nasıl ve kimler
tarafından himaye edildiğini çok iyi görecekler.
- Dahası var:
- Atatürkçü Düşünce Derneği Genel
Merkezinde Araştırmacı-Yazar Behzat Şaşal’a, “Atatürk’ü Tanımak
ve Anlamak” isimli kitabından dolayı, “Sen Atatürk’ü adeta bir
din Hoca ve Din adamı gibi takdim ediyorsun..” diye çıkışırlar.
- Behzat Şaşal, büyük bir tevazu,
tevekkül olgunlukla onlara şu cevabı verir:
- “Siz, bazı yayınlarınızda
Atatürk’e yeşil sarıklı bazı kimselerin (mücessem ve seyyal
varlıkların) yardımcı olduğundan bahsedersiniz. Peki, dönemin
Padişâhı Allah’ın Halifesi değil miydi. Peki, Yüce Yaratıcı
koskoca halifesi varken ve ortalıkta dipdiri dururken, niçin
Atatürk’ün ordularına yardım etti dersiniz ?..”
- NETİCE: Devlet adamları beka ve
basiret sahibi olmak zorundadır. Beka, basiret ve feraset,
yüksek bir iman ve onurlu-erdemli yaşam işidir. İleri görüş,
basiret-feraset ve deha, samimi dava, inanç adamlarına münhasır
bir özelliktir. Bu özelliği taşımayanlar, devleti de
taşıyamazlar, halkı da, hükümeti de!
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
19 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
BATI’NIN TÜRK FOBİSİ VE TARİHİ DÖNÜŞÜM
PROJESİ
|
-
-
Önce “fobi” nedir,
onu açıklayalım: Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumunca 1992’de
yayınlanan “Türkçe Sözlük” (cilt: 1, sayfa: 510) Fobi sözcüğünü
“Belirli nesneler veya durumlar karşısında duyulan olağan dışı güçlü
korku, yılgı” olarak açıklıyor.
-
Eski (DP) Tokat
Milletvekili merhum ve müstesna, Cennetmekan Ahmet Gürkan’a ait;
R.V.C. BODLEY’ in, “Rönesans’ı İslamiyet’ e borçluyuz”
biçimindeki dürüst ve samimi itirafı ile başlayan “İslam Kültürünün
Garbı Medenileştirmesi” (Nur Yayınları, Ankara, 1989) adlı
kitapta bütün sebep ve sonuçları ile tam bir vukufla işlendiği ve
açıklandığı veçhile vahşi batı; Türkler ve Müslümanlar tarafından
kısmen medenileştirilebilmiş kompleks (complexe), siyasal, sosyal ve
psikolojik bakımlardan halâ erginleşememiş (kemâle ermemiş) ve insani
bakımdan henüz olgunlaşmamış eksik bir toplumdur.
-
Avrupa’dan firar
eden-kaçan, kovulan veya kitlesel sürgün (tehcir) nedeniyle 13 Mayıs
1607 tarihinden itibaren yeni kıtaya intikal ederek seri katliam,
yerli halka yönelik vahşet ve soykırımlara başlayan Amerikalılar ise,
kadim Avrupalılardan çok daha gayri medenidirler.
-
Aynı zamanda 35 ilâ
40 milyon arası Türk asıllı Kızılderili’yi soykırımla yok eden ve
Avustralya yerlileri dahil “insani boyutta ileri” kültürler tarafından
“insanlıktan arınmış ve medeniyetten soyutlanmış, mutasyona uğramış
varlıklar” olarak nitelenen de bu batılılar ile şimdilerde “demokrasi,
insanlık ve barış” adına (hile, desise, yalan, dolan, tefrika ve
iftira ile) işgal, gasp, tasallut ve talan girişimlerinde bulunan
ABD’dir.
-
1786-1860 yılları
arasında Osmanlı Devleti’ne zorunlu haraç veren ABD’de bu fobi, tarihi
bir kompleks ve Pentagon senaryolarında Türkiye’yi “büyük bekraund’un
yegâne hedef ve muhatabı” görecek ve bütün hesaplarını ‘Türkiye
üzerine yapacak kadar’ ileridir.
-
Öyle ki, başkan
Bush’un doğal lideri konumundaki günümüz evanjelistleri, bu aşağılık
kompleksi ve “Türk-İslâm” fobisine dönüşen haset ve kıskançlığın ürünü
olarak sahte bir kuran yazdırıp Arap ülkelerinde dağıtmaya
başlamıştır.
-
Tıpkı Milovan
Cilas’ın “Eksik Kalmış Bir Cemiyet” isimli eserinde işlenen temaya
tıpa tıp uyan yapı maalesef ve hala, yalnızca Balkanları değil, bütün
ABD ve Batıyı şamildir.
-
Bu durum, “modern
bilim” adına ortaya konan, fakat özlü referanslarında Türk olgusu,
İslâm Dini, Müslüman ve Kur’an faktörlerini bilerek ve isteyerek yok
sayma ve muhtemeldir ki, tarihi bir kin, fobi ve kompleks eseri olarak
dikkate almaktan şiddetle kaçınma, bilerek, isteyerek,
kasıtla-bilinçle dışlama ısrarında açıkça görülmektedir.
-
Batılı din adamlarına
göre “İslamiyet” diye bir din; Bunların sözde bilim adamlarına göre
ise vahiy kaynaklı Kur’an-ı Kerim sanki yoktur. Dayandıkları 4 adet
muharref Ahdi Atik (Ahd-i Cedit) yahut aforoz ettikleri Barnaba İncili
dahil; Mezkür kitapların beşi de birbiri ile tutarsız ve çelişkilidir.
Şu hale nazaran, Yahudilerin Tevrat’ı da dahil olmak üzere Müslüman
olanların dışında iman ve amel unsuru başkaca bir “vahiy kaynaklı”
sağlam, sağlıklı, sahih ve güvenilir bir kitap yoktur.
-
Mevcut haliyle bu
risalelere biat fanatik ve sapık, bilimdışı bir yaklaşımdır. Her ne
kadar nebatat-bitki ve hayvanat yönünden tartışılabilir olsa da; İnsan
ve İnsanın yaradılışı bakımından tam bir bilim dışılık, irtica,
gericilik ve yobazlık olan “evrim” teorisi de, bu fanatizmin doğal bir
sonucudur. Dahası, başta Hıristiyanlık ve Yahudilik olmak üzere İslâm
dışı inançlarda “bilim ve din” çatışması, insani boyut ve bilgi
toplumu yolunda mesafe alan veya aradığı ‘huzur iklimini’ buralarda
bulamayan kişileri başka arayışlara sevk etmiş; Bunun doğal bir sonucu
olarak da ateizm ve paganizm çok tehlikeli bir tırmanışa geçmiştir.
-
Hıristiyan
fundamentalizminin ve buna dayalı sekülârizmin sebebi budur.
-
Tarihi sekülarizmin
temel unsuru ise Hazreti Musa’ya isyan, Museviliği tahrif ve esası
İslâm (Müslümanlık) olan bu dinin ilkelerine karşı direnişle masonik
ritüele dönüşün tezahür biçimidir. Masonluk ise, bütün ilke ve
unsurları ile din karşıtı ve insanlık düşmanıdır.
-
Dolayısıyla, 500 yılı
mücavir ve nihai sınırları itibarıyla 627 yıllık bir dünya devleti,
huzur iklimi, “hüküm ve hikmette adalet ahlâkı ve ahkâmını temsil
eden” ve son 5700 yıllık tarihin insani, ahlâki ve medeni boyutunu
oluşturan “Türk” ve İslâm medeniyeti; Bu gerici ve irticai (gayri
medeni) organizasyonların önündeki en büyük engeldir.
-
Bu nedenle,
Osmanlı’ya karşı (yıkılış sürecini başlatan) ilk tehdit Amerika’dan
gelmiş ve bunu İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya ile nihayet
Yunanistan zincire katılmıştır. Ancak, netice (dönem itibarıyla) taraf
ülkeler yönünden tam bir hezimet ve hüsrandır.
-
Bunu, tarihen sabit ve çok enteresan bir olayla örneklemek mümkündür.
Şöyle ki;
-
31 Ağustos 1914 günü
Osmanlı Devleti, Almanya'nın yanında Birinci Dünya Savaşına
girdiğinde; İngiltere Savaş Bakanı Lord Kitchener hamasi bir açıklama
yaparak: "Türkiye'yi yok edinceye ve tarih sahnesinden silinceye kadar
savaşacağız.." dedi.
-
Aradan bir yıl
geçmeden Çanakkale'de büyük bir hezimete uğradılar. Atatürk ve Türk
milleti yine büyük bir mucize yaratmıştı. İngiltere ve müttefikleri
şaşkındı. Köhne ve hasta bir devlet bütün ordularını tarumar etmişti.
Beklenen bu değildi. Hayâl-i sükut, uğranılan yenilgi ve hezimetin
etkileri derindi...
- Bu büyük mağlubiyetten sonra İngiltere
parlâmentosu özel gündemle acilen toplanarak 'Çanakkale hezimetini'
bütün aşama ve ayrıntıları ile görüştü. (1916) Saatler süren öfkeli,
sinirli, gergin ve heyecanlı oturum boyunca milletvekilleri Başbakan
David Lloyd George'u hedef alarak en ağır şekilde eleştirip
suçladılar. Korkunç ve acımasız hücumlar yönelttiler.
-
Başbakan bütün
konuşulanları olanca sükunetiyle sonuna kadar dinledi.
-
Nihayet, elinde bir
kitapla kürsüye çıktı.Elindeki kitap Kur'an-ı Kerim di...
-
Kendisine ve orduya
yöneltilen eleştirilere, çok kısa ve öz olarak şöyle cevap verdi:
-
"Şu elimdeki kitabı
görüyor musunuz ? Bu, Türklerin taptığı kitaptır. Kuranı Kerim...
-
Biz bu milleti tam
300 yıldır bu kitaptan ayırmaya ve dinlerinden uzaklaştırmaya
çalışıyoruz. Demek ki başaramamışız. Zira, bu kitap Türk'lerin elinde
olduğu ve onlar bu kitaba göre amel ettiği (uyguladığı ve yaşadığı)
sürece, bütün dünyanın orduları bir araya gelse, yine de Türkleri
yenmeye muktedir olamazlar.
-
Ne vakit ki, onları
bu hayat ve kuvvet kaynaklarından soğutur, uzaklaştırır ve ayırırız,
işte o zaman Türkleri yenmek dünyanın en kolay işi olacaktır" dedi.
- Bunu lütfen not ediniz ve asla unutmayınız.
-
Olay, hafızalarda
canlı tutulmalı, milli tarih şuuruna kazınmalı ve “Türk demek; Önce
insan demektir” bağlamında yükselen her yeni nesle mutlaka
anlatılmalı, aktarılmalı ve dünya neden “TÜRK” denilince “MÜSLÜMAN” ı
anlamakta ve algılamaktadır sebebi bilinmeli.
-
Ancak bu durum,
sömürüde sınır tanımayan küresel sermayenin tam da istediği bir
gelişmedir. Zira, insani boyut’ da ehliyet, liyakat, hürriyet, hak,
hukuk ve adalet ahlâkı vardır. Böyle yüksek (ideal-gerçek) bilgilerle
donanmış bir toplum “İNSAN ODAKLIDIR”.
-
Batı kaynaklı bilim
oldukça karmaşık, ahlakla çelişik, dinle kavgalı ve bizim “İnsani
Boyut ve bilgi toplumu” dediğimiz “evrensel değerlerden” uzaktır.
Ayrıca, İslam’ın “hadis-i kutsi” tarzında niteleyip, bilimle barışık,
bütünleşik ve doğal kabul edilen bütün sentez, tez ve kavramları batı
tarafından inatla ve ısrarla reddedilir.
-
Meselenin özünde
yatan vahşi kapitalizm, emperyalizm ve buna mümasil “modern
sömürgecilik” adına icat edilen “küreselleşmedir” Daha da açıkçası:
Bütün dünya ve insanlık alemini hedef alan, haksız savaş ve mesnetsiz
işgallerle ülkeleri kasıp-kavuran yalan-talan, soygun-vurgun,
yolsuzluk, gasp-irtikap ve terör ihtirasıdır.
-
İşte, ABD ile
tarihten bütünleşik AB budur.
-
Bu tarihi bir husumet
sürecidir. Sinsice sürüp gitmektedir. Ve, maalesef gerçektir.
- Örneğin, M.K. ATATÜRK “Türk Tarih Tezi” ni
araştırma-geliştirme ve oluşturma aşamasında bütün batı kaynaklarını
büyük bir dikkatle incelemiş ve H.G. WELLS dışında bilgi, deha ve
doğruluğuna inanabileceği bir tek eser dahi bulamamıştır.
-
Değerli araştırmacı,
şair ve yazar Yavuz Bülent Bakiler 1980 öncesi yayınladığı bir
kitapta, dünyada toplam 2228 adet “Türk’ü İmha Planı” nın varlığını
açıklamış ve dönem itibarıyla yaşanan dehşet, anarşi, maddi-manevi
terör ve dehşetin boyutlarını bu plan ve projeler bağlamında
değerlendirmiş idi.
-
Örneğin: Bu plânın
bariz bir parçası olarak nitelenen 1968-12 Eylül 1980 döneminde terör
olaylarının bilânçosu: 13.000 civarında ölü, 6000 yaralı, 1600 sakat
dolayındadır. ( 1984 – 2005 arası bu rakama 35.000 küsur ölü daha
eklenmiştir.) 12 Eylül 1980 müdahalesini müteakip kısa bir süre
içerisinde ise: 650.000 kişi gözaltına alınmış, başta anarşi, terör,
can ve mal emniyetini suistimal ve sair vatanın birlik, bütünlük,
kanunlarını ihlâlden 230.000 kişi yargılanmıştır. Buların arasında
parti liderleri de vardır.
-
Yapılan yargılamalar
ve müteakip süreçte vaki itiraf ve yayınlar, bütün bölücü örgütler ile
çeteler ve ihanet şebekelerinin arkasında, başta Almanya olmak üzere
batı ülkeleri, yabancı istihbarat organizasyonlarının bulunduğunu
ortaya koymuştur.
-
İşte batının öteki ve
gerçek yüzü.
-
Daha önce, Türk ve
İslam alemi ile ilgili ve Osmanlı’dan bu yana ısrarla süregelen bir
“toplumsal dönüşüm projesi” açıklamıştım. Şimdi tekrar aynı konuya
dönme zarureti hasıl oldu. Bu, her hangi bir resmiyeti olmayan,
bütünüyle gizli tutulan ve tamamen Türk devletini zaafa uğratıp,
dolaylı yollarla ele geçirmek, halkını ve kaynaklarını sömürmek
isteyen harici mihraklar tarafından, dahili işbirlikçilerle beraber
yürütülen sinsi bir projedir. Projenin aslı, müsebbinin idamı ile
sonuçlanan çok eski bir hikâyedir.
-
Anlatalım:
-
Şöyle ki, 1820’lerde
Fener Rum Patriği olan Papa V. (Çingene) Gregorius, dönemin Rus
Çarı’na, emperyalist batı menfaatleri karşısında büyük bir engele
dönüşen Türklerin yola getirilmesi ile ilgili bir mektup yazar.
Mektuptan Padişah II. Mahmut haberdar olur. Diğer yıkıcı ve bölücü
faaliyetleri nedeniyle zaten patriğin suç dosyası bir hayli
kabarıktır. Mektup da deşifre olunca, malum Papa, patrikhanenin
kapısında asılarak idam edilir.
-
Ancak bu olay ta, 19
Haziran 625, “II.İznik Kongresinde” ateşlenen bir fitilin, sabık haçlı
ruhunu tekrar diriltip yangına dönüşmesine sebep olur. Koyu dindar (!)
ve katı kindar batı bunu bir fırsat ve ganimet telâkki ederek derhal
organize şer ittifakını oluşturur. Amerika uzantıları ve Çar
bağlantıları ile ittifak tamamlanıp, maddi-manevi bütün güç, imkân ve
kaynaklar Osmanlıya karşı seferber edilir. İngiliz Başbakanın dediği
gibi amaç yok etmektir.
-
İşte, tarihi kin,
intikam (Türk fobisi) ve kan ihtirasını tetikleyen o mektup:
-
“Türkleri,
maddeten ezmek ve yenmek mümkün değildir. Çünkü Türkler çok sabırlı ve
mukavemetli insanlardır. Gayet mağrurdurlar ve izzet-i nefis
sahibidirler.
-
Bu hasletleri de, dinlerine
bağlılıklarından, kadere rıza göstermelerinden, an’anelerinin
kuvvetinden; Padişâhlarına, kumandanlarına ve büyüklerine olan itaat
ve sadakatlerinden ileri gelmektedir.
-
Türkler zekidirler ve kendilerini müspet
yolda sevk ve idare edecek reislere sahip oldukları müddetçe de
çalışkandırlar. Gayet kanaatkârdırlar.
-
Onların bütün meziyetleri, hattâ
kahramanlık, cesaret ve secâat (yiğitlik, yüreklilik) duyguları’ da
an’anelerine (örf, adet, töre ve geleneklerine) olan bağlılıklarından,
ahlâk salâbetinden (sağlamlık ve yüksekliğinden) ileri gelmektedir.
-
Bu nedenle, Türklerde, evvelâ itaat ve
sadakat duygusunu kırmak ve manevi bağlarını yok etmek,dini
metanetlerini zaafa (zayıflık-kuvvetsizlik) uğratmak icabeder. Bunun
da en kısa yolu, milli ve manevi ananelerine uymayan harici fikirler
ve davranışlara onları alıştırmaktır.
-
Türkler, dış yardımı reddederler;
Haysiyet duyguları buna manidir. Velev (hattâ isterlerse) ki, geçici
bir süre için zahiri (görünen) kuvvet verse de, Türkleri mutlaka dış
yardıma alıştırmalıdır.
-
Maneviyatları sarsıldığı gün,Türkleri
kendilerinden şeklen çok kudretli, kuvvetli, güçlü, kalabalık ve
zahiren hakim kudretler önünde zafere götüren asıl kudretleri
sarsılacak ve maddi vasıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkün
olabilecektir.
-
Bu sebeple, Osmanlı devleti’ni tasfiye
için mücerret olarak (yalnızca) harp meydanlarındaki zaferler kâfi
(yeterli) değildir, ve hattâ sadece bu yolda yürümek, Türklerin
haysiyet ve vakarını (ağırbaşlılığını) tahrik edeceğinden, hakikatlere
nüfuz etmelerine de sebep olabilir.
-
Yapılacak olan, Türklere hiçbir şey
hissettirmeden bünyelerindeki bu tahribatı, her ne pahasına olursa
olsun tamamlamaktır.”
- Patrik nam Papa’nın mektubu; İznik Konsüllerinin
aynı konuda aldıkları kararlar ile örtüşür ve yol gösterir
mahiyettedir. Bu mektup, kendini Bizans’ın hamisi sayan ve SSCB’ne
kadar Bizans bayrağını kullanan Çarlık Rusyasına ‘bahusus projeyi’
ilham eder. Proje, başta yakın akraba Fransa ve İngiltere olmak üzere
bütün Batı’ya açılır ve anlatılır. Kısa sürede, Osmanlı Devleti
üzerinde hesap ve husumet yüklü; Kin ve intikam ile kıvranan ülkelerce
benimsenir ve “tam bir gizlilikle” uygulamaya konulur.
-
Kurulan sinsi tuzak
yönünde ilk dış borç, aradan fazla bir süre geçmeden Fransa’dan
alınır. “Borç alan emir de alır” mantığı çerçevesinde sistematik
erozyona ilk adım atılır. Sonra, İstanbul ve diğer büyük merkezlere
misyoner olarak özel surette eğitilmiş Fransız dilberleri-kızları
‘mürebbiyeler’ gönderilir. Bu mürebbiyeler tarafından özenle
yetiştirilen Osmanlı ayân, eşraf ve geleceği parlak delikanlıları
eğitim için Paris ve Moskova’ya gönderilir. Burada beyinleri özenle
yıkanır.
-
Döndükleri zamansa
tahribat dahili tahribat başlar.
-
Ancak bu arada plân
farklı veçheleri ile de yürürlüktedir. Şöyle ki:
-
8 Şubat 1846’da
İstanbul’da bir Protestan Kilisesi kurulur. Bu kilise, havalide
faaliyet gösteren bütün ajan ve misyonerlerin üssü ve irtibat merkezi
haline getirilir. Derhal Tevrat ve İncil’in Türkçe’si ve Osmanlıda
yaşayan azınlık dillerine çevrim ve dağıtımına başlanır. Amaç:
Azınlıkları isyana hazırlamak, dil ve kültür yönünden motive ederek,
farklı bir kimlik ve isyana mütemayil kişilik kazandırmaktır.
-
11 Şubat 1876, İznik
Dünya Misyonerlik Merkezi; Türk ve Müslümanların yaşadığı bütün ülke
ve Osmanlı coğrafyasındaki halklara ulaşma, onları din, inanç, adet,
örf, gelenek, görenek ve kültürlerinden (törelerinden) uzaklaştırma,
Hıristiyanlaştırma ve en azından ateist ve paganlaştırma
(dinsizleştirme) konusunda “bütün gücü, imkânı ve varlığı ile hareket
etme ve faaliyet gösterme” kararı alır.
-
9 Şubat 1854,
Mısır’da en ehemniyetli-önemli ve en değerli misyonerlik okulları
“Kuzey Amerika Misyonerliği Federasyonu” tarafından kurulmaya
başlanır. Buna paralel olarak bölgede masonlaştırma (siyonist)
faaliyetlere hız verilir. Kahire’nin Orta Doğu Mason ve Misyoner
merkezi haline dönüştürülmesi amaçlanır. Kısa bir süre içinde
Osmanlı’nın Mısır Valisi de masonluğa intisap eder. Böylece,
Osmanlı’nın çürütülmesi ve çökertilmesinde rol alan şer ittifakları da
belirginleşmeye başlar.
-
Plân çok başarılıdır.
-
Bu arada projenin
Rusya (Çarlık) ayağı da boş durmamaktadır.
-
9 Şubat 1870
tarihinde, “Rusya steplerinde yaşayan Müslüman Türkleri dinlerinden
döndürmek, milliyetlerinden soğutmak ve Hıristiyanlaştırmak amacıyla
merkezi Moskova’da “Ortodoks Misyonerlik Derneği” kurulur. Bu dernek
tarafından 1908’e kadar 700 okul kurulmuş ve toplam 19.000 öğrenci
yetiştirilmiştir.
-
1897 yılına
gelindiğinde (27 Ocak / Osmanlı Haftası’nın birinci günü) İsviçre’nin
Bâl şehrinde “Birinci Dünya Siyonist Kongresi” toplandı. Sonuç
bildirisi ve alınan karar dehşet verici: “Asırlardan
beri Müslümanlığın büyük mevkiini işgal eden ve bilhassa Yahudilerin
üzerinde emeller ve ihtiraslar besledikleri ve adına arz-ı mev-ut
dedikleri mukaddes Filistin topraklarını elinde bulunduran
‘Türk-Osmanlı Devletini parçalamak ve Türk milletinin şeref ve
itibarını (Amerikalıların Kuzey Irak’ta yaptığı çuval hadisesi misâl)
pâyimal (ayak altında kalmış, mahvolmuş, telef olmuş, ezilmiş,
sürünmüş) ederek; Bütün dünyadaki Müslümanların gözünden düşürmek ve
böylelikle mukadder olan ‘Dünya Müslüman Birliği’ mefküresinin ne
pahasına olursa olsun gerçekleşmesini önlemek.”
-
Türk ve İslâm’a
yönelik süreç, içimizdeki nadir hainleri yetiştirmekle ünlü Robert
Kolej ile sürer gider. Bu alanda daha binlerce örnek vermek mümkündür.
Burada verdiğim örnekler çok ender işlenen ve açıklanan türdendir.
Zira, 1938’de vaki “Atatürk ilkeleri ve Türk İnkılâbına (Kemalizm’e)
mukabil” KARŞI DEVRİM kapsamında millet hafızasından kazınma
süreci başlatılınca bu bilgilerin büyük bir bölümü yok edilmiş; İnsan
hakları, adalet ahlâkı, objektif hukuk ve ATATÜRK’ ün en büyük hedefi
olan demokrasiye geçme projesi çerçevesinde yürüyen sürecin devamı
gerekirken, tam tersi yapılmış ve koyu bir diktatörlük ikame
edilmiştir. Bu tam da batının istediği ve beklediği (teşvik ederek
desteklediği) yoldur.
-
Günümüze intikal
süreç açısından bunun bir diğer anlamı da; (projeyi çok iyi bilen ve
başarı etkisini bizzat gören) Lord Kingros’un, İnönü’ye açıkladığı
vasiyeti gereği Lozan’ın intikamını almak ve ülkeyi Sevr şartlarına
dönüştürmektir. Bu çaba, büyük Atatürk’ün vefatı ile (bir üst
paragrafta açıklandığı biçimde) bir karşıdevrim olarak başlamış,
1950’ye kadar aralıksız sürmüş ve 10 yıllık bir kesintiden sonra
(gaflet, hıyanet ve dalaletle malul bir avuç darbeci sayesinde) 27
Mayıs 1960’dan itibaren yeniden yürürlüğe konulmuştur.
-
Projenin temelinde
kadrocular, bazı 150’likler, sol akımlar, Ermeniler, Rumlar, Yunan
asıllılar, dönmeler, devşirmeler, koministler gibi bölücü unsurlar ile
Atatürk’ün ülkemizden kovduğu Masonlar ve misyonerler vardır.
-
Üstüne üstlük bu
menfur faaliyet mihrakları zamanla, Türkiye’nin sabetaist bir devlet
felsefesini esas aldığını, Yahudi-İbrani ilkeleri üzerine kurulduğunu
ve Türk lâisizminin İslâm dışı ve İslâm’ı yok sayan bir sistem
olduğunu savunacak kadar da ileri gidebilmişlerdir.
-
Çabaları, özellikle
M.K.Atatürk’ün din karşıtı ve maddeci-materyalist olduğu yönünde
yoğunlaşmış ve menfur faaliyetleri bu miğfer etrafında odaklanmıştır.
Bunların ülkemiz ve milletimize verdiği zarar çok büyük boyutlardadır.
Özellikle, 1961’den itibaren hızlanan din ve vicdan hürriyetini
kısıtlama girişimleri bu ve benzer mihrakların işidir. İş bu makalede
işlenen ve açıklanan proje kapsamında faaliyet gösteren ve Atatürk’ün
‘dahili bedhahlar” olarak betimlediği çoğunluğu dönme ve devşirme
kesim budur.
-
Karakteristik
özellikleri: Hırsız, yolsuz, din istismarcısı ve bölücülük
biçimindedir.
-
Proje, tam anlamıyla
ve bütün yönleriyle gericidir. İrticai’dir. Fakat, özünde “Laiklik”
kavramı vardır. Maksat: Dinden, imandan uzaklaştırmak ya...
-
Bütün mensup ve
taraftarları son Osmanlı hükümeti gibi zayıf; Küresel emperyalizmin
emrinde ve hizmetinde hareket eden “maşalar, aç, açık ve muhtaç, zayıf
karakterli, yolsuzluğa meyyal, kimlik ve kişilik fukarası, milli ve
manevi değer yoksunu kişilerden müteşekkil yönetimlerin” özlemi
içindedir.
-
Tercih edilen format
ise; Misyonerlik, Masonluk, ateist ve pagan içerikli solculuktur.
-
Bu anlam, format ve
bağlamda istenen, arzu edilen ve uğruna çaba harcanan öyle maşa bir
hükümet ki; Dış borcu nimetten sayacak, yeniden kapitülasyon devrini
açacak, Türkiye’yi borçlandıracak, özelleştirme adı altında milli
servetleri yabancıların yararına sunacak, her türlü denetimi
kaldıracak, sol-ateist-pagan elit ve imtiyazlı sınıfı emperyalist ve
kapitalistlerle ortak edecek, ceplerine iki pasaport koyacak ve çifte
vatandaşlığın yolunu açarak “globalleşme ve küreselleşmeyi”
yabancıların Türkiye’yi sömürerek semirmesi esasına oturtacak…
-
Bunun için geleneksel
bürokrasiyi çökertmek, lâiklik kisvesi altında ve ‘Tevhid-i Tedrisat
Kanununa” aykırı olarak; Dini, Milli ve İlmi eğitimin bizzat devlet
tarafından ve tam bir denge ile uygulanmasını öngören emri yerine,
‘tam bir gericilik, yobazlık ve irtica’ ile insanları din, ilim ve
diyanetlerinden uzaklaştırmak, dini eğitim ve öğretimi olabildiğince
kısıtlamak, savsaklamak, bu alanda pekala başkaları tarafından
istismar ve suistimale müsait boşluklar yaratmak, milli değer ve
manevi mukaddesleri baltalamak, ahlâkı yozlaştırmak, ahlâksızlık,
sapıklık, iyilik ve insanlığı yok etmek; Böylece Türk milletini tarihi
onur, ilke ve erdemlerinden arındırıp, paraya tapan, aç gözlü, heves,
hırs, şehvet düşkünü ve ihtiraslarının zebunu olmuş zavallı, alçak
mahluklara dönüştürmek ana hedeftir.
-
Tıpkı, batılı
yöneticiler (yani kendileri) gibi…
-
Dahası,
dokunulmazlıklar ihdas ederek imtiyazlı sınıfı sürekli koruma altına
almak. Adalet ahlakı ve hakkaniyete dayalı “hukuk devletini” ortadan
kaldırarak, sosyal devleti, kapitalist ve emperyalist devlete
dönüştürmek suretiyle halkı “potansiyel müşteri” olarak gören, Atatürk
ve Türk inkılâbına aykırı yapılanmayı hayata geçirmek. Halkın yönetme
gücü, kuvvet ve kudreti, hükümetleri takip, kontrol ve denetimi
anlamına gelen “Kuvayi Milliye” ruhunu çökertmek; Dahası, Mustafa
Kemal ATATÜRK ve kurucu unsurun emanet ve vasiyeti olan: “Türk Demek:
Türkçe Düşünmek, Türkçe Konuşmak ve Türkçe Yaşamaktır. Ne Mutlu
Türk’üm Diyene” vecizesinin üst, ana ve esas bölümlerini sinsice
kaldırarak, sadece ve yalnızca “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” bölümünü
kurum ve kuruluşlara yazacak kadar kompleks içine düşmek. Türklüğü
anlamsız, belirsiz ve muğlak bir kavrama dönüştürmek.
Daha da ileri giderek; “Her insan bir devlettir”, “Devlet insan için
vardır”,“İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın” ve “Zulüm abâd etmez insanı,
ilim abâd eder” ilkelerini yaşam boyutundan kaldırarak; Devleti Milli
hedefler ile varlık nedenlerinin dışına çıkartmak. Doğal olarak
sonuçta: Globalizm ve küreselleşmeyi, Türk insanı ile bütün masum ve
mazlum (az gelişmiş) ülkelerin müşterek çıkarlarına kullanmak varken,
tam tersine bir yol izleyerek; Milli Şair Mehmet Akif Ersoy’un seksen
sene önce teşhis ve ilân ettiği “tek dişi kalmış canavar” lara ülkeyi
ve insanı peşkeş çekmek..
-
Bu psikolojik savaş
ve provokatif ajitasyon sonucu geldiğimiz nokta içler acısıdır.
-
Günümüz genç neslinin
olayı daha iyi anlayabilmesi için, döneme ve 1938’ den sonra başlayan
kısır döngüye ilişkin şöyle bir örnekle devam etmek istiyorum.
-
Konu Türkiye.
-
Yıl : 2005
-
Konuşan ise; 1957'de
genç bir uzman olarak (bu günkü AB’nin temel taşı olan) Roma
anlaşmasının raporlarını düzenlemiş, Avrupa üniversitelerinin birinde
Jean Monnet enstitüsünü kurup, yüzlerce diplomat, bakan, siyasetçi
yetiştirmiş, Türkleri seven, Türk dostu, Türkiye'yi yakından izlemiş
hayli yaşlı bir Fransız akademisyen.
- Bakınız, 2006
dönemi Türkiye’si için ne diyor:
-
"Her şeyden önce, Türkiye bir "Maskeli
Balodadır". (Bu maskeli balo, Cumhuriyet tarihinin en büyük kırılma
hareketi olan 27 Mayıs 1960 günü başlamıştır) Evet, maalesef bir
maskeli baloda...Bu güne (2006’ya) kadar ünlü bir Türk diplomata
rastlamadım. Yunanlıların nüfusu az ama, önemli olan kemiyet değil,
keyfiyettir. Yunanlı diplomatlar her kapıda, her kurumda, her an
karşınızdadırlar. Türkiye bu nüfusuna rağmen diplomat
yetiştirememiştir. Diplomaside yoklar. Zaten, kendi tapusunu
okuyamayan hariciyeci, diplomat, uzman olur mu? Yunanlılar Antik Yunan
belgeleri dahil hepsini okuyabildikleri gibi, hepsinin
arşivlerini ezbere biliriler. Eski, Antik Yunanla bugünkü
Yunanlıların ne ilgisi olduğu hep tartışılır ama dünyayı böyle
inandırmışlar ve kandırmışlardır.”
-
"Osmanlıca bilmeyen diplomat olur mu? Osmanlıca diyorum, zira,
Doğu'dan Batı'ya
- bütün devletlerin arşivlerinde Osmanlıca belgeler
var. Türklerin Kıbrıs'taki, Balkanlardaki, Yunanistan'daki, her
yerdeki tapuları da Osmanlıca; Türk diplomatlar bunları
okuyamıyorlar. Türk diplomatlarında milli tarih şuuru yok. Büyük bir
imparatorluğun belgeleri bir zamanlar vaktiyle Bulgaristan dan,
Rumeli'den Türkiye'ye göç etmiş ve Osmanlıca bilen berber, emekli
öğretmen, sıhhiye memurlarına tercüme ettirildi. Çok önemli arşiv
belgelerini bunlar, tercüme ettirdiler... Halbuki o belgelerde,
en azından tapularda farklı bir hukuk terminoloji vardı.”
-
"Cumhuriyet kurulalı seksen yılı geçmiş; nüfusu belki yakında seksen
milyonu geçecek bir Türkiye'nin bugün için en az 500-600 milyar dolar
ihracatı, 600 adet dünyaca tanınmış diplomatı, üç tarafı
denizlerle çevrili bu ülkenin en az 600 adet uluslararası balıkçı
şirketi, deniz nakliyat şirketi, petrol arama şirketi,vs.’si
olmalıydı... Yunanlılar savaşarak değil, diplomasiyle dünyayı ikna
ediyorlar. "Megalo idea" larından, yani milli ideallerinden asla
vazgeçmezler. Eski Bizansı almak, İyonyayı, Karadeniz’i geri almak
peşindeler. Kıbrıs'ı bir Rum adası, Türkleri azınlık kabul etmekteler
ve dünyaya bunu inandırmışlardır. Bunu Mösyö Denktaş iyi biliyordu ve
yıllarca Kıbrıs elden gitmesin diye görüşmeleri elinden geldiğince
baltalıyordu. Bunu bilerek ve inanarak yapıyordu. Gerçek ve samimi bir
Türk olarak direniyordu. Görüşme masalarının arkasından nelerin
gelebileceğini çok iyi hesaplıyor ve biliyordu. Ancak, 1999'da
Yunanistan'ın çabalarıyla Türkiye Helsinki'de AB ringine çekildi.
Hakemler de ayarlanmıştı. Helsinki de AB Türkiye'yi döverek ve
hırpalayarak zafer elde etmeyi planlamıştı..." (Muhtemelen değişim ve
dönüşüm plânının bilincinde olan Jean Monnet, ya bilerek veya kasıtlı
olarak 1960 öncesini atlamaktadır.)
-
Oysa, 1950-1960 dönemi Türkiye’si bu makus talihi kırmış ve kendinden
önce yaratılan kâbusları aşmıştı. Dış politikada, Lozan Antlaşmasını
bile delmeye muktedir ve Kıbrıs konusunda Türkiye aleyhine olan
hükümleri rafa kaldıran bir Fatin Rüştü ZORLU; Maliye Bakanlığında
milleti çarıktan kurtaran, işsizliği-yoksulluğu yenen, refahı tabana
yayan ve ülkeyi bugünlere taşıyan büyük atılım ve yatırımları hayata
geçiren Hasan POLATKAN ve Başbakanlıkta “onurlu, sorumlu, yüreği
vatan, millet ve insanlık davasına sevdalı, hakkaniyet ve adalete,
hukuka, Atatürk’ün ilke ve Türk İnkılâplarına yürekten bağlı, sahip ve
saygılı; Gerektiğinde Türk Ulusunun menfaatleri için dünyaya meydan
okumaktan kaçınmayan, günde 12 saat millet için çalışan, AET/AT’a
tıpkı Mustafa Kemal ATATÜRK gibi ‘ısrarlı davete’ ağırlıklı pazarlılar
ve önkoşullar ileri sürerek ilk defa başvuran” bütün dünyanın gıpta
ile baktığı, örnek aldığı büyük devlet adamı Adnan MENDERES vardı.
-
Günün Türkiye vizyonu
Jean Monnet’in hayâl bile edemeyeceği boyutlarda idi.
-
Eğer, menfur darbe
olmasa idi, bugün Allah bilir Türkiye nerelerde olurdu.
-
Şimdi gelelim olayın
çok farklı ve kritik bir boyutuna. Konu özelleştirme. 1870-1908 arası
Osmanlı’nın yıkımına ve 20.500.000 km2’den 775.000 km2’ye
düşme/küçülme, başlıca parçalanma nedenine. Bunun güncel adı
“özelleştirme”, tarihi ve gerçek anlatım-ifade biçimi ise
“kapitülâsyonlar” dır. Kapitülâsyonlar Türk milleti, Türk istiklâli ve
Türk istikbalinin kara talihi ve karakura gibi üzerimize çöken
kâbusudur.
-
Tarihi ders ve
maliyeti-ağır bedeli kanla, canla ödenen ibrete istinaden burada şunu
söylemek gerek: “Özelleştirme iktisadi hayatın ve ekonomi biliminin
doğal bir gereğidir. Şu kadar ki; Milletin malı yine millete ve
milletin namuslu, dürüst, şerefli ve onurlu tüccarına, esnaf,
işletmeci ve sanayicisine satılır. Damarlarında Türk kanı akan hiçbir
kişi ve yönetim yabancıya “kalıcı ve tapulu” mülk satmaz. Satamaz.
Türk, kapitalist ve emperyalist küresel sermayenin oyununa gelmez.
Gelemez. Mutlak mütekabiliyet ve alım gücüne (denge) dayalı ticaret
müstesnadır. Bu da milli menfaatler esas ve halkın yaşam (tabana
yayılı refah) düzeyi baz alınarak yapılabilir. Hayatı ucuzlatmayan ve
namuslu-dürüst rekabet ilkelerine uymayan bir özelleştirme programı
ise vatana ihanetle birdir.” Yani: Türk İnkılabı’nın özelleştirme
konusunda mutlak emir ve ilkesi olan, “Özelleştirilmesi gereken temel
kurumları öncelikle çalışanlarına, sonra Türk müteşebbislerine ve Türk
halkına devir ve temlik etme” ilkesinden saparak; Mustafa Kemal
ATATÜRK’ ün, “Efendiler, görülüyor ki bu kadar kesin ve yüksek
zaferden sonra bile, bizi barışa kavuşturmaktan engelleyen nedenler,
doğrudan doğruya ekonomik nedenlerdir. Çünkü bu devlet, bu ulus,
ekonomik egemenliğini sağlarsa, o kadar ileri, güçlü bir temel üzerine
yerleşmiş ve gelişmeye başlamış olacaktır ki, artık bunu yerinden
oynatmak mümkün olamayacaktır. İşte, (dahili ve harici)
düşmanlarımızın bir türlü rıza gösteremedikleri, onaylayamadıkları
budur.” (M. Kemal Atatürk, 17 Mart 1923) Emir ve ilkesini kaale
almayacak kadar onursuz ve şuursuz yöneticiler ile gaflet ve dalâlet
içindeki yönetimler, bilerek veya bilmeyerek büyük felaketlerin sebep
ve hikmeti olabilmektedirler. Burada, milli iktisat şuuruna ermek
gerekir.
-
3 Mart 1933 tarih ve
2262 Sayılı Sümerbank Kanunu çıkartıldığında ise, özelleştirme
konusunda ebedi örnek ve amir bir hüküm olan 11. madde “... hisse
senetlerinin kısmen veya tamamen Türk kişi ve kuruluşlarına
satılması..” kuralını unutacak kadar gafil; Ve yine: “..artık durumu
düzeltmek, hayat bulmak, insan olmak için; Mutlaka Avrupa’ dan nasihat
almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine uygun yürütmek, bütün
dersleri Avrupa’dan almak gibi, bir takım zihniyetler ortaya çıktı.
Oysa, ‘Hangi bağımsızlık vardır ki, yabancıların nasihatlarıyla,
planlarıyla yükselebilsin !’ Tarih, böyle bir olay kaydetmemiştir.”
(M. Kemal ATATÜRK, TBMM, 6 Mart 1922) Emrine uymayacak kadar hain
olabilsin !..
-
Milli devlet
ilkesinin temel emir ve hükümlerine mukabil; Soygun-vurgun,
sahtecilik, üç kâğıtçılık, yalan-dolan ve talanı kolaylaştırsın.
Adalet ahlakı ve tam bir faziletle halka hizmet etmekle memur ve
mükellef, görevli kadroları kaçakçı, soyguncu ve hortumculardan
anarşist ve teröristler oluştursun. Suçluya karşı müsamahakar, mağdur
ve mazluma karşı kayıtsız olabilsin. Bu fiiller AB güdümünde yürüyen
yönetimlerin eseridir.
-
Bunun idrakinde olan
bir hükümetin derhal AB ile (katılım süreci bağlamında) bütün
ilişkileri kesmesi ve 1959’da imza olunan “ekonomik işbirliği”
(AT/AET) sürecine dönmesi artık olmazsa olmaz bir zorunluluk haline
gelmiştir.
-
Devam eden süreç
Türkiye’nin ve Türk halkının aleyhine işlemekte ve maalesef tarih
tekerrür etmektedir. Akil insanlar ve namuslu yöneticiler tekerrüre
müsaade etmezler.
-
Ekonomik suça,
ekonomik ceza, ticari sır, geniş kapsamlı devlet sırrı (!?) gibi
çağdışı ve insanlığa aykırı usul, esas ve kavramları yerleştirerek,
gasp, irtikap, sahtecilik ve her türlü yolsuzluk ile hortumculuğu
teşvik ederek uygun ortamı yaratsın. Böylece, üretim ekonomisini
rantiyeciliğe iblâğ etsin. Batının amacı bu. Peki araçlar nedir.
-
Araçlardan birincisi
demokrasiyi yozlaştırmak. İnsan hakları kavramını ayrılıkçı, bölücü ve
terörist gruplara nimet olarak sunmak. Diğer taraftan da, gerçek
anlamda üreten vatandaşı pahalılık, enflâsyon, deflâsyon, faiz, yüksek
(haksız) ve dolaylı vergi, harç (haraç) düşük maaş ve maaşlar arasında
eşitsizlik, dengesizlik ve adaletsizlik kıskacına alarak, yokluk,
yoksulluk, fakirlik ve cehaleti körüklemek. İnsanları ezmek.
Kişiliksizleştirmek. Güven ve kimlik bunalımına sokmak. Yapay olarak
yaratılan bunalımları desteklemek ve derinleştirmek için ara da bir
kriz yaratmak.
-
Buna mukabil AB ve
ABD biz ve bizim gibi ülkelerden sağladığı rantla kendi halkının refah
düzeyini, yaşam kalite ve standardını yükseltmekte; Kendi iç yapısında
milliyetçiliği olabildiğince tahkim etmekte (bazı ultra zenginler
yaratmanın yanı sıra) kendi halkının refah ve saadetini öncelikle
düşünmektedir.
-
Menfur plân ve
küresel sermaye tarafından oluşturulan bu kıskaç içinde vatandaşı
“ADALET’ mi, GÜVENLİK’ mi” gibi, aldatıcı, alçaltıcı ve yanıltıcı bir
tercihe zorlamak. Açlık ve yoklukla korkutarak AB kapılarında
pineklemeye mahkum etmek. Adaleti, sözde güvenlik uğruna (bilerek ve
isteyerek) feda etmek. İç politikada; Temsilde Adalet, Siyasette
İstikrar aldatmacası ile demokrasiyi dışlamak... “Halka rağmen, halka
hizmet” söylemi gibi çok sakat, insanlık, ahlak, demokrasi ve hukuk
dışı bir anlayışı inatla, ısrarla dayatmak. Zengini daha zengin,
fakiri daha fakir yapma pahasına çıkar peşinde koşmak...
-
İşte bunlar, harici
bedhahların, dahili bedhahlar yoluyla vaki icraatlarıdır.
-
Yürüyen ‘dönüşüm
projesinin’ tezahür biçimidir. Dahası var...
-
Yozlaşmayı sürekli
kılmak, milleti (art niyetli veya bilgisiz,beceriksiz,vizyonsuz)
kalitesiz, karizmasız, milli ve manevi değer, ilke ve erdemlerden
uzak, siyasi iktidar ve hükümetlere bağımlı hale getirmek içinse; Bir
taraftan genel aflar, vergi afları ve disiplin afları çıkartmak, borç
silmek, diğer taraftan “nâmerde muhtaç hale getirilen” memur ve
emeklilere adalet ve hakkaniyet ilkelerine bütünüyle aykırı zamlar
yapmak.
- Bütün bunlar projenin çok iyi yürüdüğü ve pek
ustaca yürütüldüğünü gösterir. Yürütenler ise, artık kurumlara
girmişler, atanmışlar, seçilmişler ve aklın alamayacağı yerlere kadar
yükselmişlerdir. Bunlar, devletten en yüksek maaşı alırlar. Hiçbir
hukuk devletinde kimseye nasip olmayan ayrıcalık ve imtiyazlardan
yararlanır, üstelik, insan hakları, adalet ve hukuka temelden aykırı
imtiyaz ve “dokunulmazlıkları” vardır. Emeklilikleri de ayrıcalıklı ve
imtiyazlıdır. Kimisi emekli olduktan sonra bile çeşitli vakıf, kurum
ve kuruluşlardan ayda 35 milyar TL’ye varan maaşlar edinir. Fiilen
çalışanlar arasında maaşı 100 milyar TL’yi aşanları da vardır. Yasa
ile kurulu Sendika, Vakıf, Oda, Banka ve Borsalarda ayrı bir saltanat
hüküm sürer. Bunların çoğu “sarı” sömürü unsurudur. Bir de bunlara
sivil toplum kuruluşu derler. Oysa, halka rağmen kanun gücüyle halkı
sömüren hiçbir kurumun STK özelliği yoktur. Şimdi düşünün bir kere; Türkiye, demokratik,
lâik, eşitlik ilkesine dayalı bir sosyal adalet ve hukuk devleti değil
midir ? Cumhuriyetin temel ilkesi de, Büyük ATATÜRK’ ün tam bir
isabetle açıkladığı ve halka “rejimin teminatı” olarak sunduğu
“Cumhuriyet Fazilettir” tanımı, nasıl bir manâ, muhteva ve garantiyi
şamildir. Elbette ki; Başta Mustafa Kemâl ve kurucu unsur “Demokrasi
ile mündemiç, namuslu, ilkeli, onurlu, sorumlu, sosyal ve şeffaf, yani
halkçı bir rejim” bağlamında yeni TÜRKİYE’ yi Cumhuriyet ile
taçlandırmışlardır. Diğer bir anlamda Cumhuriyet, “dünyada
emperyalizme karşı kazanılan ilk ve en büyük zafer olan ‘İSTİKLÂL
SAVAŞI’ nın mükâfatıdır.
-
Yeni devletin ve genç
cumhuriyetin hukuku buna göre tertip ve tanzim olunmuştur. Başta 1924
Kanunu Esasisi olmak üzere 1928, 1961 ve 1980 dahil bütün TC
anayasaları “mutlak EŞİTLİK ve ADALET” ilkesi üzerine kuruludur.
Gerçek anlamı itibarıyla Türk idare sistemi “insan-halk odaklıdır,
yani devlet halk için vardır” Halk devlet için değil !..
-
Bakınız; en son
Anayasanın, “değişmez, değiştirilemez ve değiştirilmesi dahi teklif
olunamaz” kaydını havi başlangıç ilkeleri ne demektedir:
-
“Türk vatanı ve
Milleti’nin ebedi varlığını ve Yüce Türk Devleti’nin bölünmez
bütünlüğünü belirleyen bu Anayasa, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu,
ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği ‘MİLLİYETÇİLİK’
(!?) anlayışı ve O’ nun inkılâp ve ilkeleri doğrultusunda;
-
Dünya milletleri
ailesinin EŞİT HAKLARA SAHİP şerefli bir üyesi olarak, Türkiye
Cumhuriyeti’nin ebedi varlığı, REFAHI, maddi ve manevi mutluluğu ile
çağdaş medeniyet düzeyine ulaşma azmi yönünde;
-
Millet iradesinin
mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milleti’ne ait
olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve
kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun
icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı; (Öyle ise,
Anayasanın amir hükmüne rağmen AB’ye katılım konusu bu güne kadar
neden millete hiç sorulmadı ? Diğer demokratik hukuk devletleri ve
medeni milletler gibi REFERANDUMA neden gidilmedi. Bizi yönetenler
arasında bu güne kadar hiç mi adalet ve hukuka saygılı, Anayasayı
okumuş ve ‘uygulamak zorunda olduğunun bilincini’ taşıyan yönetici
olmadı ?)
-
Sarahaten belirtilmiş
ilkeler ve amir hükümlerdir. Bir’de 10. maddeye bakalım: Hiçbir
kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz” Şimdi “ADALELET
ve KALKINMA (!?) partisi hükümetine sorarlar:
-
- NEDEN BU ANAYASA
UYGULANMIYOR ?.. ORTADA BİR KASIT’MI VAR ?
-
Ve neden ? bütün
foyası ve art niyeti ortaya çıkan AB sürecinde ısrar ediliyor ?
-
Bilinen ve yaşanan,
apaçık görülen bütün gerçeklere rağmen bu inat niye ?
-
Ülkenin insanı,
canı-kanı, Mehmetçiği, gerçek değeri, değer üreten ve değerleri canı
pahasına koruyanları fakrü zaruret içindedir. Evine ekmek götüremez.
Çocuğunun cebine okul harçlığı koyamaz. Eşine mahçuptur, akrabasına,
dostuna boynu bükük. Evinde en az iki işsiz vardır. Yıl sonunda aldığı
artış, otobüs zammına bile yetmez. Çoğu yol parası bile bulamaz.
Evinde hapis veya mahalle kaldırımlarında gezmeye mahkumdur. Gâvur
dediğimizin emeklisi bile dünya turuna çıkar, dolaşır. Bizimki
hastalıkla, yoklukla, yoksullukla, işsizlikle boğuşur. Eziktir.
Istıraplıdır. Çilelidir.
-
On bin yıllık büyük
Türk medeniyetinin ve “İnsan Odaklı” cumhuriyetin amacı ve sonucu bu
mu ? Seksen yıldır bu netice için mi katlandı koca millet, bunca
sıkıntıya !..
-
Ya, onu bu hale
getiren diğerleri !...Neden ? bir türlü Hukuk Devleti olunamaz? Ülkede
Adalet ahlakı uygulanamaz. Dengeler kurulamaz ve adaletle korunamaz ?
Hukukun olmazsa olmaz üstünlüğü neden evrensel gerçeklerle
örtüştürülmez, bütünleştirilmez.
-
Onlar (devleti
soyanlar, büyük ölçekte yolsuzluk ve hırsızlık yapanlar) hem ulusal ve
hem de uluslar arası kaynaklardan domuz gibi beslenirler.
Yararlanırlar. Yedikleri önlerinde, yemedikleri arkalarındadır.
Bunların ‘üretme’ diye bir marifetleri ve kaygıları yoktur. Sadece
‘tüketmeyi’ severler. Bütün işleri kaçak, kayıt ve kapsam dışıdır.
Sonunda, bilerek veya bilmeyerek (gaflet ve dalâletle) devleti’ de
tüketmeye doğru giderler.
-
Çünkü, batının menfur
plânı bu menfur programı önlerine koymuştur.
-
Dönmeler,
devşirmeler, dahili bedhahlar ve sabetaistler bu programa göre
yürürler.
-
İkincisi, memuru
rüşvet almaya, halkı da rüşvet vermeye zorlamak, alıştırmak.
Geleneksel kamu ahlâkını bozmak. Dengeleri derinden sarsmak. Doğal
stabilizatörleri bilerek, alçakça yok etmek. Bilinçli, duyarlı ve
sorumlu memur ve vatandaş yerine, ‘emir kulu’ prototipler yaratarak;
Türk milletinin asil karakterinde var olan “sadece ve yalnızca Allah’a
kul olmak” fikrine dayalı “özgür bireyi” yok etmek. Özgür bireyi
yaratma adına insanı ve insanlığı yok etme, kişiyi yalnızlaştırma
stratejisini uygulamak. Pervasızca uygulatmak. Tıpkı Amerika’nın
‘demokrasi ve insan hakları adına’ yaptığı gibi; Özgürleşme,
demokratikleşme ve modernleşme adına bütün bu inanç ve öz değerleri
kaldırmak. Esas olarak da: Türk kimliğini, kişiliğini ve yükselen
değerlerini yok etmek.
-
Aslında bu, Türkiye
üzerinde giderek yoğunlaşan ‘psikolojik savaşın ve malum değişim,
dönüşüm projesinin muhtelif vetireleri ile güncelleşmiş
versiyonlarından başka bir şey değildir. Aldatan put, proje gereği
hükmünü icra etmektedir. İçerde bol taraftar bulmuştur. Dönmesi,
devşirmesi, haini, zalimi; Türk’ün ekmeğini yiyip düşmanın kılıcını
çalmak için adeta kuyruktadır. Bu ve benzeri hainlerin hesabı dahi
yapılamamaktadır.
-
Ancak, AET/AT’ ın
“ekonomik, endüstriyel, bilimsel ve teknolojik” bağlamda devlet
politikası olarak kabul edildiği 31 Temmuz 1959 gününden 1963 tarihli
Ankara Antlaşmasına kadar (27 Mayıs 1960 darbesi nedeniyle) çok şey
değişti.
-
Dönemin “devlet
politikası” Başbakan Adnan MENDERES’ in, 1957’de kurulan AET (Avrupa
Ekonomik Topluluğu), daha açık bir söylem ve resmi ifade ile “Ortak
Pazar”a, yoğun istek, ağırlıklı talep ve ısrarlar sonucu ilk resmi
başvuruda bulunduğu gün; “Biz, Büyük Önder ATATÜRK’ ün daha 9 Şubat
1934 de, Avrupa da mutlaka bir birlik tesis olunacağını işaret ederek
nadir bir basiret örneği verdiği ‘bu hedefi’ esas ve baz alarak
başvurumuzu yapıyoruz” şeklindeki açıklama istikametinde başlar. Yani,
devlet politikası asla siyasi, sosyal, medeni ve kültürel kapsamı haiz
değildir. Sadece ve yalnızca karşılıklı menfaatler doğrultusunda
iktisadi işbirliği, teknolojik değişim ve ticaret söz konusudur. Bunun
dışında, iç işlerimize müdahale / karışma anlamına gelecek, istiklâl
ve tam bağımsızlığımızı ilzam edecek hiçbir şey kabul ve asla tasvip
edilemez.
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
20 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
BEŞİNCİ CUMHURİYETİN AYAK SESLERİ
|
-
-
Bir şafaktan, bir şafağa;
“Karanlık gecelerin nurlu sabahına doğru..”
-
Yaklaşık 17 bin yıldır Anayurt
Anadolu’yu mesken tutan aziz, kadim ve necip milletimizin
tarih boyunca, yan yana yahut da peş peşe kurduğu (bilinen ve
belli olan) 101 devlet ve 16 İmparatorluk sürecinde;,
Defalarca, adına “son” denilen ve fakat her biri aslına rûcu,
mazarrattan arınma,dâhili bedhahlardan ayıklanma anlamına
gelen ileri ufuklara açılım; Yeni başlangıç, büyük oluşum ve
nice, birbirinden sancılı kutlu doğumlar yaşanmıştır. Ki bu,
insanlığın adalet ve uygarlık tarihini inşa, inkişaf ve
inkılâp tarihinin destansı sürecidir.
-
Kadim hatıratlarda bu
vakıalara: “Karanlık gecelerin nurlu sabahı” denilir.
-
Hattâ 1700’den itibaren
“küresel adalet, evrensel barış ve hukuk”un yaşam biçimi
olmaktan çıkartılması nedeniyle, sadece duraklama, gerileme ve
yıkılış dönemi toplamı 223 yıl süren son “Türk-İslâm
İmparatorluğu” Osmanlı Devletine nazaran; Henüz 90 yıllık genç
TC bünyesinde; Mâkus talih, dâhili ve harici bedhah iştirakli
karanlık ve kâbus biçiminde cereyan eden; Yeniden
yapılandırma, değiştirme, dönüştürme kalkışmaları” mevcudu;
Hiçbir tarihi, zorunlu ve tabii neden olmaksızın “şark
meselesi, güdüm ve menfur emeller gereği” alçakça yıkıp,
yeniden ve “sözde Cumhuriyet oluşturma” kalkışmaları defalarca
yaşandı.
- Kısaca “Milli Devleti ilga, Türk Milleti’ne ihanet ve
Cumhuriyeti dış güdümlü sömürgecilikle ikame” kalkışmalarının
“karşı devrim” niteliği arz eden ilki: 11 Kasım 1938 ve
ikincisi: “ihanete tam teşebbüs” de diyebileceğimiz: 27 Mayıs
1960’dır. Buna mukabil; Milletin “mezalime reddiye, misak-ı
milliye uyanış, manevi diriliş ve doğal korunma içgüdüsü” nün
doğal sonucu olarak vukua gelip hayat bulan: “Dörtlü Takrir”
Manifestosu ve 07 Ocak 1946’da şahlanan, kadim Demokrat Parti
halk hareketinin 14 Mayıs 1950 günlü “Beyaz İhtilâl”i ise;
Atatürk ilkeleri ve Türk İnkılâbının zaferidir.
-
Bu zafer zulme karşı
kazanılmıştır. Ata-Türk, Türk Milleti ve İslâm ümmetine ihanet
eden hain İsmet İnönü’dür. O ki; Atatürk’ün (katledilerek)
vefatı üzerinden bir gün bile geçmeden, Meclisi tanklarla
çevirtip kendisini Cumhurbaşkanı ilân ettirerek; Milli Şef ve
sözde “cumhuriyet halk partisi’nin” ebedi başkanı sıfatlarının
kullanarak 11 Kasım 1938’de diktatörlük ihtirasını hayata
geçirmiş bir halk düşmanıdır. Gerici, solcu, goşist,
emperyalist ve yobazlar bu kalkışmaya “karşı devrim” adını
yakıştırır!.
-
Buna göre: Birinci Cumhuriyet,
Milli Mücadele zaferi ile taçlanan 1923 - 1938 dönemi; İkinci
Cumhuriyet, 11 Kasım 1938 kalkışması ile başlayan 1938 - 1950
dönemi; Üçüncü Cumhuriyet, 14 Mayıs, “Milli Demokrasi” Bayramı
olup; 27 Mayıs 1960 isyanına kadar süren Asr-ı Saadet
dönemidir. Şu içinde bulunduğumuz idare Dördüncü Cumhuriyet
olmaktadır. 27 Mayıs’la başlayan dördüncü Cumhuriyet; 12 Mart,
12 Eylül, 28 Şubat ve sair “ayarlama ve düzenlemelerle”
devleti bu siyasi zaaf, hafıza kaybı, milli, ilmî ve manevi
değerler erozyonunun zirve yaptığı uçurumuna kadar
sürüklemiştir…
- Kısa bir analiz yapacak olursak:, 11 Kasım ile 27
Mayıs’ın; Ata-Türk ilkeleri, Türk inkılâbı ve Milli Mücadele
ruhuna “karşı devrim” kindarlığı ile tam bir ihanet, hedef ve
amaç birliği içinde olduğunu; 14 Mayıs “Beyaz İhtilâl” halk
hareketinin ise: Milli Mücadele, Milli Devlet, Türk İnkılâbı
ve Kurucu Cumhuriyet’in nezih temelleri üzerinde;
Birleştirici, barıştırıcı, tamamlayıcı ve bütünleyici bir
siyasi denge unsuru (stabilizatör) sıfatıyla yükseldiğini
iftiharla görürüz...
-
Sürecin ispatı ve gerçekliği:
Büyük oyun’un bekraund’u olan 28 Şubat dava sürecine start
verilmesine karşın; Dönemin hırsızlık, yolsuzluk, gasp,
irtikap ve talanına ait milyarlarca dolar devlet alacağının
peşine düşülmemesi; Çok gerekli ve zorunlu olmasına rağmen,
henüz 11 Kasım 1938’in gündeme bile taşınmaması, 27 Mayıs 1960
isyan davalarının başlatılmamış olmasıdır. İşte bu cihetle;
İçinde bulunduğumuz evre, adeta, ‘ihtiyar Osmanlı’nın, genç
Türk Cumhuriyetinde kastı mahsusla, düşmanca tekrarlanmak
istenen, kin ve intikam hezeyanlarını hatırlatmaktadır ki; Bu
“nurlu sabahlara doğru” bir yöneliştir..
- BİR TESPİT VE TEŞHİSLE..
-
Özgür Gündem Grubunda bir
mesaj yayınlayan değerli ilim, tarih ve düşünce adamı Osman
Akgün; “İmralı süreci, bir ABD İsrail şantaj ve tehdit
sürecidir. Arkalarında bol miktarda suç dosyaları, suç
kanıtları ve kanunsuzluklar bırakarak yükselenler, şimdi bu
hatalarını Türk milletine ödetmeye; Sadece kendilerini
kurtarmak için koca bir milleti parçalamaya ve tarihten
silecek adımlar atmaya kalkıyorlar…
-
Şundan, kesinlikle eminim ki,
bunu yapmaya ömürleri yetmeyecek. “Yeşil kâğıda güvenerek Orta
Doğuda at oynatanlar da en kısa sürede, o yeşil dolarların
ellerinde patlaması ile perişan olup gidecekler” diyorum ve
İran’ın nükleer bombasını yapmasını, Çin'in doları dolaşımdan
kaldırmasını sabırsızlıkla bekliyorum. Az kaldı sabredin!..”
- TÜRK MİLLETİNE ÇAĞRI
-
Beşinci Cumhuriyet’in ayak
sesleri; Bilumum insan hakları, eşitlik, adalet ve hukuka
aykırı açılımlar, yeni (sözde sivil) anayasa ve torbalar
dolusu yasa düzenlemeleri ile sistemin objektif ve reel
geleneksel yapısını temelden sarmaya matuf teşebbüslerle.;
Üç’ü parlamento içinde temsilci sahibi olmak üzere, toplam: 71
partiden oluşan muhalefetin gaflet, dalâlet ve Türk Milleti’ne
hıyaneti sayesinde ağır, ağır geliyor. Oysa vatan, toprak ve
bayrağın hakiki sahipleri; “Devletin Sakinleri” değil,
“Türkiye Cumhuriyeti’nin Gerçek Sahipleri” Aziz ve necip Türk
Milleti’nin, bu vesileyle yüksek vicdanına sesleniyor ve
ilgilileri uyarıyorum!
- 1. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu ve
sahibi olan Türk Milleti’nin adı, vatandaşlık tarifinden,
Kanunlar ve Anayasa’dan asla çıkartılamaz,
çıkartılmamalıdır!..
- 2. Devletimizin eşit, onurlu, şerefli, tamamı
1. sınıf üyeleri olan aziz vatandaşlarımız, ırk, din ve
mezheplere ayrıştırılamaz. TC’nin asli ve kurucu unsuru
Müslümanlar; Tali unsur ve azınlıkları: Müslüman olmayan
vatandaşlardır. Ancak; Türk Medeni Kanunu ve Anayasa
karşısında bütün vatandaşlar eşittir. ATA-TÜRK döneminde vaki
müracaatla tüm azınlıklar bu hususu kabul ve Cemiyet-i Akvam
da tescil etmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla, dünyanın en uygar
ülkesi Türkiye Cumhuriyetinde azınlık ve ayrıcalıktan söz
edilemez…
- 3. Türk
Milleti’nin Anadolu’da 17 bin yıldır kesintisiz olarak devam
eden varlığı ve 7000 yıllık (doğrudan ve dolaylı) egemenliği;
Emperyalist güçler dayatıyor ve vahşi batı nam kalleş AB
istiyor diye, hile, desise, oyun ve düzenle yok edilemez.
Türkiye Cumhuriyeti üniter değil “Milli ve
mütesanit” bir devlettir. Bunun böylece sürdürülmesi
gerekir.
-
4. Başta Avrupa (AB) ve Amerika olmak üzere, bütün dünya
devletlerinin “tek resmi dil” esasına dayalı dil birliğine
gider.; Rusya Federasyonunun Özerk Cumhuriyetlerinde “ana dil”
resmi dil ve eğitim dili bile olamaz; Esir (azınlık)
olmalarına rağmen Çin Uygur bölgesi, Batı Trakya ve
Bulgaristan’da Türkçe eğitim yapılamaz, AB’de resmi dil
dışında ana dil bile konuşulamazken; Türkiye Cumhuriyeti'nde,
Türkçeden başkaca bir dil, "resmi dil ve eğitim dili" olarak,
asla ve kesinlikle ikame edilemez ve kullandırılamaz. Bu dünya
gerçekleri, bilim, adalet ve evrensel hukuka bütünüyle aykırı;
Gericilik, yobazlık, bölücülük ve çağ dışılıktır.
- Bütün Türk’ler, bu aşamada şu iki gerçeği çok
iyi bilmelidir:
- 1. Ayrılıkçı isyan hareketini sürdüren (siyaseten BDP
tarafından desteklenen) eşkıya başı Abdullah Öc alan'ın (Artin
Agopyan) 1996 da Grek TV ile yaptığı ibret verici söyleşisini
şu linkten: http://www.youtube.com/watch?v=M9knlpssYR0
izleyebilirsiniz. Türkiye'nin geleceğini, Türk Anayasasının
nasıl olacağını böyle biriyle pazarlık yapan politik acı’lar
Türk Devletinin koruyucusu olabilirler mi?.. Ermeni asıllı
olduğu için Kürtçe bilmeyen, bu nedenle kötü bir doğu
şivesiyle Türkçe konuşmaya çalışan Öcalan; “Yunanistan'ın Ege
ve Akdeniz’de haklarını savunan taraf, Türkiye’nin ise
saldırgan olduğunu” belirterek, örgütünün Türklere ve
Türkiye’ye karşı yürüttüğü savaşın, “Yunan davasına da hizmet
edecek büyük bir fırsat” olarak değerlendirilmesi gerektiğini
söylüyor ve “Yeni bir Türk-Yunan savaşı olursa, bu sefer
Türkler tarihlerinin en ağır, yenilgisini alacaklardır”
kehanetinde bulunuyor…
- 2. Türk Demek: “Türk’çe Düşünmek, Türk’çe
Konuşmak ve Türk’çe Yaşamaktır. Ne Mutlu Türk’üm Diyene!” Gazi
Mustafa Kemâl ATA-TÜRK
-
- SÖZDE BARIŞ (!) ADINA, VİZYONA KONAN
MENFUR SÜREÇ
-
Şimdi gelelim; Daha dün
“değişim ve dönüşüm” denilen ve fakat bu gün: “değiştirme,
yeniden yapılandırma ve dönüştürme” kalkışmasının
ayrıntılarına. Hafızalarınızı iyi yoklayın ve hatırlamaya
çalışın. Bu, ‘değişim-dönüşüm ve yeniden yapılandırma’
söylemlerinin kökeni ta 1938 ve nihayet 1960’lara dayanır.
Turgut Özal tarafından piyasaya sürülen transformasyon bu
“vatana ihanet örgüsünün” baba lisanı, yani İngilizcesi ya da
Amerikancasıdır.
-
Sanki memlekette savaş varmış gibi; Sözde “barış” adına
icat ve ihdas olunan menfur bir süreçte Türkiye Cumhuriyeti
devleti, eş başkan (çok utanç verici bir tanım) eşkıyanın
silah bırakması ve yurdu terk etmesi başlığında Türk düşmanı
bebek katili Apo'nun himmetine çöktürülmüştür. Bu dayatma bir
alçaklık, anarşi ve terör ile müzakereye kalkışmak ise tam bir
acizlik, millete karşı küstahlık, insanlık düşmanlığı, hukuk
katli ve rezilliktir. Mahpus bir eşkıya ile sözde Kürt
(gerçekte Rum, Ermeni) kimliğine tanınacak statüyü teminen
Atatürk'ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve onun Türk
inkılâbı ve ilkeleri yönünde belirlenen “Vatan ve Milletinin
ebed-müddet varlığı ile Türk Devletinin bölünmez bütünlüğü”
üzerinden hangi kesintilere gidileceği müzakere ve münakaşa
ediliyor. Hangi hak, cesaret, yetki ve cüretle? Yuh artık! Hal
bu ki, “Müslim ve Gayri Müslim esasına dayalı Milli Devlet”
statüsünden en ufak bir kesinti dahi Türkiye Cumhuriyeti’ni
uluslararası hukuka bağdaştıran, hali hazır yaşanan huzur ve
barışın teminatı olan Lozan’ın ihlali ve ilgasına yol açar.
-
Üstüne üstlük, bu kalkışma
veya namı diğer açılımda Devleti eşkıyanın önüne düşüren
müzakerelerde, Kürt nüfusun var olduğu tüm coğrafyalarda
uluslararası hukukun çiğnenmesi sorumluluğu göze alınmakta.
Sızdıranlar bulunarak doğruluğu sabit olan “meşhut suç
unsuru” İmralı zabıtlarında Sırrı: “Rojava (Suriye
Kürdistan’ı) için bir aktarımınız olacak mı?” diye sorar:
“Suriye'de Kürtler iki tarafla da görüşsünler, kim haklarını
verirse onunla çalışsınlar. Suriye demokratik kurtuluş cephesi
olsun. Türk, Türkmen, Kürt, Arap hepsi, Suudi Selefiler çok
tehlikeli, Esat küçük burjuva diktatörü. Suriye Kürtleri
Barzani emrine girmez. Onun çizgisi farklı. Kürtler mutlaka
bir öz savunma gücü oluşturmalı..” denilmekte..
- Şu diyaloga, mücadele yerine yapılan “demokratik”
müzakereye bakın!
-
Kesinliği ve doğruluğu net
olarak kanıtlanan ve içeriği Türkiye Cumhuriyeti Devleti,
Halkı, Hükümeti ve Anayasasına karşı “tartışmasız suç teşkil
eden” işbu tutanaklar hakkında Cumhuriyet’in Savcıları henüz
suskun. Adalet cihazı ilgisiz, siyasi taraf tehditkâr ve
baskıcı; Müzakereciler tam bir saklılık, gizlilik ve
mahremiyet peşindeler. Adeta millet ve devletten gizli menfur
bir pazarlık yapılmakta!
-
Karanlık gecelerin kâbusu, bu
ihanet şebekeleri ve işbirlikçileridir işte…
- Şu anda Türkiye’de, “Türkiye Cumhuriyeti’nin varlık nedeni
olan” Anayasa ve hukuk ihlali yönünde, söylem biçimi dahi
ihanet içeren, anayasal ve yasal suç teşkil eden teşebbüsler
var. Bu bilinçsiz ve güdümlü kalkışmalar Türkiye'yi çok büyük
bir risk, ağır sıkıntı ve ufukta belirmiş nice tehlikeli
badirelere sokuyor?
-
Hatırlamaya çalışın:
-
Temmuz 2012'de Suriye Kürt
bölgesinde kendisini Kürdistan ordusu olarak tanıtan YPG;
Haseke ve Kamışlı kentleri dışında tüm alanı ele geçirmişti.
Kentlerde halk meclisleri ve yargı sistemi oluşturulmuş, dış
güvenlikte YPG, iç güvenlikte polis ve yerel zabıta görev başı
yapmış, meslek ve kadın örgütleri, eğitim ve halk evleri
çalışmaya başlamıştı. Resmi sınırın bu tarafı Ceylanpınar’ın
tam karşısında Serakaniye'de YPG güçleri ile Türkiye'den
kumandalı Özgür Suriye ordusu arasında rejime karşı
işbirliğini geliştirmeye yönelik ateşkes anlaşması Suriye
Kürdistan’ında özerkliğin inşasına hız vermişti!
-
Karşı tarafta bunlar
yapılırken, Türkiye Cumhuriyetinde de KCK’nın altyapısını
oluşturmaya yönelik delege ve komite seçimleri yapılıyor;
Yetkili ve sorumlu bir hükümete rağmen, sistematik olarak
Türkçe coğrafi isimler Kürtçe’ye dönüştürülüyordu.
- Şimdi Apo'nun mektubunu Kandil'e götüren, ıkçı, ayrılıkçı
ve sahrada teröristlerle kucaklaşacak kadar küstah, bölücü
parti heyeti; Irak Kürt Yönetimini ziyaretinde Barzani
yönetimi ile temasta. Barzani yönetimi kim? Otuz yıldır
Türkiye ile deFAKTO savaş halinde olan aleni ve alçak, hain
düşman!.. Dahası farklı ideolojilerde siyasi oluşumlarıyla
Kürtlerin demokratikleşme hareketi perspektifinde kurumsal
kimlikleri esasında birlik ve dirliklerini teminen ortak dil
ile siyasal nicelik ve niteliklerini kazanması anlamında;
Terör ve tedhişin hamisi, 27 Mayıs’ın mimarı.; İnsanlık
haysiyeti, şeref ve soy yoksunu, alçak Batı tarafından
yaratılan sözde Kürt sorununun çözülmesini destekliyor.
-
PYD'nin de barış sürecine
dâhil edilmesi çağrısı yapılıyor!
- Bu sıra, Türkiye'deki misafiri Irak'tan idam mahkûmu eski
Cumhurbaşkanı Sünni lider Tarık el Haşimi, Sünni
milletvekillerinin Şii Maliki hükümetinden çekilmelerini
istiyor.
-
O sıralarda rejim muhalifi
Özgür Suriye Ordusu da Suriye-Irak sınırının kuzeyinde El Anbar / Akaşat'ta pusuya düşürdüğü Suriyeli ve
Iraklı askerlere saldırıp ağır kayıplara neden oluyor. Yoksa
bu bahaneyle Suriye cephesinin Irak’a genişlemesi mi
isteniyor? Çünkü ABD, başta Türkiye ve Arap olmak üzere bütün
Ortadoğu, ülkelerini kayıtsız-şartsız kendi sömürge alanı,
pazarına katmayı hedeflemiş ve projelendirmiş bulunmaktadır.
-
BOP, BİP ve Arap Baharı
denilen menfur plânların yegâne hedef v amacı budur.
- Bunu teminen Amerika askeri gücünü yedekte tutuyor.
Ekonomik ve siyasi gücü ile demokrasi, yetki devri, yeniden
yapılandırmalar gibi benzeri yöntemlerle ulusal sınırları
anlamsızlaştırmayı, Ortadoğu'yu “Yeni Osmanlı” sanal
tutkalıyla güya herkese ortak vatan yapmayı hedefliyor. Oysa
bu tam bir yalan, hile ve desise
-
Eş başkanlık yetkisi
devrettiği sanılan (!), Ortadoğu'da insanların eşitlikle mi
yoksa dikta ile mi bir arada olacakları gerilimini yönetiyor.
Bu noktada, emperyalistlerin en büyük korkusu Atatürk'ün
"Mazinin kararsız, çürümüş zihniyeti çöktü. Bütün dünya
bilmeli ki, Türk milleti hakkını, haysiyetini, şerefini
tanıtmaya kadirdir. Türk, vatanının bir karış toprağı için
ayağa kalkar. Türk milletinin haysiyetinin bir zerresine,
vatanın bir avuç toprağına vuku bulacak tecavüzün bütün
mevcudiyetine vurulmuş hain bir darbe olacağını fark
etmeyeceğini sanmak hatadır" ifadesi ibretle hatırlanmalıdır.
-
Ama bakınız, tam bir ihanet,
şer ve şeamet skandalı var!
-
Aleni ihanet ve meşhut suç
belgesi “İmralı tutanakları” etrafa saçıldığında Eş başkan
"Bana güvenin. Tek Millet, Tek Bayrak, Tek Vatan" diyor, bir
yandan da ihanet şebekesi ile mücadeleyi rölantiye alıp
müzakere ediyor. Ne elemli bir çelişki değil mi?
-
Diğer tarafta: "Tek Millet,
Tek Bayrak, Tek Vatan" konseptinde acuze, zavallı İslam
Konferansı Örgütü; Osmanlı Devletinin yıkılması ve halifeliğin
ilgası ile başsız, etkisiz, güçsüz ve karmakarışık kaldığı
düşünülen İslam ülkelerini dini esaslar, dini bir çekirdek
etrafında toplanmış ümmet anlayışında devletler konfederasyonu
olarak temsil ettiğini sanıyor... Oysa bu iddia bütünüyle
yalan. En utan verici hakikat ise; Sözde İslâm devletleri
adına “Örgüt temsilcisi” olanların çoğu, bir Yahudi tarikatı
olan masonluk illetinin mensubu.
- Mason Locasından mülhem ABD-İngiltere ve AB kullarında
mürekkep ve çoğu ilmi toplantılarında bile “İngilizce”
konuşulan bu deforme yapı, güya ümmetin dayanışması, siyasi -
ekonomik-kültürel-bilimsel işbirliği ve Müslüman halkın hukuk
ve haklarını savunmayı amaçlıyor. İslam Kalkınma Bankası ise
güya İslam şeriatı yönünde ekonomik, mali ve bankacılık
faaliyetleriyle ümmetin münferit ya da birlikte ekonomik
kalkınmalarına ve sosyal gelişmelerine katkıda bulunuyor gibi
görünüyor! Bunların hepsi yalan.
-
AB uydurması, Amerikan
senaryosu ve yeni sömürge girişimlerinin iğrenç maskesidir.
İşte bu yüzden, petrol ve maden dâhil olmak üzere, aslında
bütün insanlığın ortak malı, doğal hak ve servetlerinin sahibi
İslâm, Afrika coğrafyası şimdi yeniden talan ve tarumar
edilmek, yağmalanmak isteniyor. Karanlık kâbus budur. Bu
karanlık ve kâbustan nurlu sabaha; Beşinci Cumhuriyetle değil;
Ancak ve sadece Milli Devlet, Milli Hükümet ve Milli Şuur ile
ulaşılır.
-
Aksi takdirde “muktedir
olmayı”, “diktatör olmak” biçiminle anlayanlarla değil.
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
21 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
BİLGİ ÇAĞI’NIN (!) BARONLARI |
-
-
Vatandaş internette “açık mektup” yayımlamak
suretiyle yakınıyor.
-
“Ben politikacı değilim, olmaya da niyetim
yok. Ben zaten politik bile davranamam. Hatta o konuda özellikle beceriksizim.
Ama anlatmam, açıklamam gerek. Yapılanların kötü olduğunu ve kötülüğün
ağırlığını hissettirebilmek için.. Belki görülür, anlaşılır, fark edilir diye.
Bana göre tarih bu günleri asla affetmeyecektir. Çünkü: Bu toplumu adına
türban denilen bir kılıçla, kese kanata, yarıp ikiye böldü. "Velev ki siyasi
simge, suç mu?" sözleriyle fitili ateşledi. Meseleyi özellikle bir kan davası
noktasına getirdi. Söz verdiği gibi kendisinden olmayanı da kucaklamak yerine,
tokatlamayı tercih etti. Artık kimse birbirini sevmesin, saflar derinleşsin,
bıçaklar bilensin istedi. Ettiği her lafla bilerek, isteyerek nefret tohumları
ekti.. Öfkeli. Kendinden olmayan herkese yukarıdan bakan tavrı var. Aslında
duyduğu korkunç öfkeyi maskelemek için öfkeli. Çünkü sevgisiz. Öfke bir
hitabet biçimidir, savunması sadece komiklik. ‘Öfke bir hitabet biçimi olsa da
asla bir yönetim biçimi olamaz’ gerçeğinden bihaber. İşte bu yüzden her
öfkeyle kalktığında zararla oturmakta! Çünkü hırsının sonu yok.
- Her yer ve her şey benim olsun, herkes benden olsun istiyor. Kendisinden
olmayana tahammül edemiyor, dayanamıyor, eleştirilere katlanamıyor. Bunca yıl
şakşakçılara o kadar alışmış ki, AB müzakerelerine gittiğinde elinde koca bir
hiç’le dönmesine rağmen “Avrupa Fatihi” manşeti atanlara öylesine güvenmiş,
uçağına binenlerin hep kendisini alkışlayacağına o kadar emin ki, en ufak bir
eleştiride çığırından çıkıyor, saldırganlaşabiliyor.
-
Çünkü o, savaşta her şeyin mübah olduğu bir
ekolü temsil ediyor; Dini de, dindarlığı da, bir tek kendinden yana olanlara
ait sanıyor. Onun için inanmanın tek şartı baş örtmek.
- Çalan da, çırpan da, yiyen de, yediren de; satan da, sattıran da türbandan
yanaysa mesele yok. Her biri bilmem kaç yüz dolarlık has ipek örtüler takmış
eşleriyle İslam bir tek onlarınmış gibi davranıyorlar. Yerine göre ulema
kesilip, büyük kalabalıkları saf, samimi, temiz ve yürekten inanan insanları
inancından soğutuyor ve İslam’ı kendilerine mal etmeye çalışıyorlar. Ama
gerçek şu ki, çok yanlış yapıyor, yapıyorlar.
-
Çünkü gerçekleri konuşmak yerine mazlum ve
mağdur edebiyatına sığınıyor. işler ters gittiğinde ise, o yanık sesiyle,
izan, insaf ve adapla ezilmiş halk kahramanını oynuyor. Eğer ezilen halkın
kahramanı olmaksa niyet, kendisi ve şürekâsının gemilerini, villalarını,
bitmek bilmeyen dünyalıklarını nasıl açıklıyor? Bu halk bir torba kömüre, iki
dize şiire kendisini halk kahramanı yapar diye düşünüyor Çünkü bu halk aç,
çaresiz, işsiz ve kimsesiz. Ama ya "Gayri yeter" derse! Bir gün gözü açılır
da, o bir torba kömür karşılığı kimlere ne tavizler verildiğini görürse! O bir
torba kömür için çekilen peşkeşleri fark ederse. "Neden elektriğe, suya, gaza,
yola bu kadar para veriyorum?" diye sorarsa! Benzinin neden çok pahalı diye
merak ederse!
-
Hani olur da bir gün gözü açılır da gerçekleri
görürse Hiç mi korkmuyorsunuz?
-
Dedim ya onu tarih affetmeyecek. O ki,
adaletten, hukuktan, kul hakkından korkmaz. Ama tarihten korkmalı Çünkü
ellerinde Türkiye'nin kanı var. Ellerinde türbanı kılıç yaparak kanatarak,
yara-yara ortasından ikiye böldüğü Türkiye'nin kanı var. İşte bu yüzden, onu
tarih hiç affetmeyecek.” Bu, halktan birinin serzenişi... Mektup internette
dolaşıyor okunabilir.
-
TC ‘karşılıklı sevgi, saygı, anlayış ve barış’
üzerine kurulu bir Halk Devleti’dir.
-
Atatürk’ün, despotizm, sulta ve zorbalık
anlamına gelen ‘devrim’ yerine, toplumsal konsensüs’e dayalı ‘İnkılâp’ı tercih
nedeni budur. Kanıtı TBMM’de kazılı “Egemenlik kayıtsız, şartsız Milletindir”
vecizesi olup;.Devlet idaresinde “sevgi-saygı, adalet, eşitlik ve hukuk
esastır "insani boyut ve bilinçli toplum" Türk halkının hakkı, bir Cumhuriyet
projesi ve milletin “muasır medeniyet seviyesini aşma” idealidir. Çünkü,
darbelerle dayatılan, “Bundan böyle asla, bir Atatürk çıkartamayacak (pasif,
palyatif, bilinçsiz ve paralize) toplum yaratma” emeli güden, sözde “bilgi
çağının baronları” fiilen bitmiş ve tükenmiş, ülkemiz ve dünyayı da tükenme
noktasına getirmişlerdir. Yukarda açıklanan mektup bir örnek... Hakikat: Türk
halkı’ nın sinesini parçalayan ıstırap ve çile, diğer tarafta ‘yalan-talanla’
saltanat süren baronlardır.
-
"İyi, Namuslu, Dürüst ve Demokrat olan
kazansın. Bilerek ve 'bilinçle' KÖTÜ'lere oy verenler ve kötüler kahrolsun."
AMİN
-
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
22 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
BİR MÜŞAVERE VE "İNSAN" HAKKINDA MÜZAKERE
|
-
-
30 Haziran 2009 Salı
-
Çok Sevgili ve Değerli "Gamze Erkök"
Hanımefendi Kardeşim;
-
Tartışma (müzakere ve mütalaa) konumuz
İNSAN'dır.
-
Biz, insan'ın "iyi" olduğunu ve sadece "iyi,
namuslu, dürüst, demokrat, adaletli ve faziletli" varlıkların "insan
olduklarını" fıtraten (yaradılıştan, doğallıkla) bilenlerden ve "iyi bigiyi",
yani İLİM'İ bizzat yaşayan ve yaşatmaya çalışanlardanız.
-
Bu muhteşem frekans uyumu da açıkça
göstermektedir ki, SİZ'de, yüksek bir varlık ve gerçek bir İNSAN'sınız.
Kutlarım.
-
Şiarımız: "Göründüğümüz gibi olmak ve
Olduğumuz gibi görünmektir" İçten saygı, kalbi teşekkür ve başarı
dileklerimle.
-
Mustafa Nevruz SINACI
-
- EY, ADININ ADAMI "HAMİYET"
-
(Sahip çıkan, koruyan ve kollayan, insaf, ilim
ve merhamet sahibi) HANIM!
- Güçlülük asla haklılık nedeni değildir. Kesinlikle olamazda.
-
Bilakis "güç" adalete dayalı olursa yaratıcı
kuvvet; Aksi taktirde, yıkıcı istibdat, yakıcı zulüm ve alt varlıklarca icra
olunan sömürü, işkence ve tahrip aracı haline gelir.
-
Keza, SAYGI evrensel denge (stabilizasyon)
unsuru olup, esas itici güç ve yapıcı-yaratıcı faktör SEVGİ'dir.
-
SEVGİ, gerçek anlamda ilahi kaynaklıdır.
-
Adalet ve fazilettir.
-
İşte gerçek güç budur.
-
Yani, haklılık ve doğruluktan yükselen aksiyon
ve irade.
-
Meşruiyet de (bu) adalet (GERÇEK GÜÇ) ile
kaimdir.
-
Adalet aynı zamanda evrensel işleyiştir.
-
Diğer bir anlamda nizam-ı alem.
-
Yani, doğal denge.
-
Yani, canlı-cansız, insan-hayvan, vahşi-ehli,
kendiliğinden mevcut her ne varsa (mevcudat) tamamını içine alan ve istisnasız
kapsayan eko-sistem.
-
SONUÇTA:
-
Eko sisteme sahip ve saygılı olarak dünya ve
evreni imar ve tamir edenler:
-
Evrensel saygı, sevgi ve adaleti'in kudreti =
haklı, doğru ve yerinde olan güç;
-
Tahrip ve tarümar eden, yalan, talan, hırs ve
ihtirasla yakıp-yıkan negativite (afet-felaket); Yasa, hukuk, ahlak ve adalet
dışıdır.
-
O, İnsan, hayvan, canlı-cansız her şeye zarar
veren'in derhal konrol altına alınıp, talim ve terbiye edilemediği (insan'a
dönüştürülemediği) taktirde derhal imha edilmesi gerekir.
-
- KISSADAN HİSSE:
-
Aramızda suret-i hak'dan görünerek dolaşan;
-
Ancak, insanlık-ADALET, Sevgi-Saygı, Hürmet ve
Muhabbet ve dahi HAYVANLIK dışı olan: Rüşvet-iltimas, ayırma-kayırma,
yolsuzluk-suistimal, görevi kötüye kullanma, gasp-irtikap, vergi dahil her
türlü kaçakçılık, anarşi-terör, cana-mala ve ırza tasallut ve tecavüz FAİL,
SUÇLU ve potansiyel eğilim sahipleri asla insan değidirler.
-
Bunlara 'hayvan' da denilemez, zira
hayvanların her türü onlardan daha şereflidir.
- Onlar insanlar ve hayvanlara karşı acımasız, zalim, duyarsız, adaletsiz ve
apaçık DÜŞMAN oldukları için; "İNSANLAR VE HAYVANLAR ALEMİNDEN" acilen ve
derhal "DIŞLANMALARI" mutlak bir zaruret, meşru bir hak ve insanlık adına
vecibedir.
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
23 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
BİRİ YALAN, ÖTEKİ YILAN |
-
-
Yavru Vatan Kıbrıs'ta
oyun, düzen, hile ve desise bitmek bilmiyor. Türk, Türkiye ve TSK
karşıtı milli dava düşmanı vatan haini, gaflet, dalâlet ve ihanet
içindeki gürüh her gün yeni bir şer ve şeytanlık üretmekte. Maksat
KKTC halkının hür ve hükümran bir devlet veya Anavatana katılım
arzusunu, inancını ve direncini kırmak. Kişisel hırs, ihtiras, ahlâk
ve yasa dışı edinim uğruna sınırları kaldırmak, tıpkı Yunanistan
örneğinde olduğu gibi şerefli ve şanlı Türk Ordusunun zaferi ve şehit
kanları üzerine bir şeytan imparatorluğu kurmak.
-
Gerek Ana vatan ve
gerek yavru vatan Kıbrıs'ta Türk milleti için en büyük tehlike, kahir
ekseriyeti dönme, devşirme ve nesebi gayrisahih unsurlardan oluşan
(muhtemelen Rum, Ermeni ve İbrani kökenli, mason, misyoner, ateist,
pagan, sabetay) unsurların dış düşmanlarla iştirak ve işbirliği
halinde yürüttükleri projelerdir.
-
Bu projelerin tamamı
"menfaat odaklı" ve küresel sermayeye hizmet amaçlıdır.
-
Mezkür çıkar
gruplarının dini imanı paradır. Kirli-kara paradan başkaca
mukaddesleri yoktur. Annan Plânı oylamaya sunulurken KKTC'de
yaptıkları gibi, halkı kandırmak, yasa, insanlık, adâlet ve ahlâk dışı
izolasyonlarla bunalttıkları insanları tuzağa düşürmek suretiyle
menfur emellerine alet edebilmekten başkaca bir kaygıları da yoktur.
Dönem itibarıyla müftü dahil, pek çok din adamını da kirli emellerine
alet ettikleri malum olmakla;
-
Şimdi de yıllardır
uyguladıkları hain psikolojik savaşın yeni versiyonlarını yürürlüğe
koyma çabası içindeler.
-
Bakınız, Kıbrıs'tan
değerli mücahit, yiğit "Asena" sevgili dost ve Türk kardeşimiz Emete
Gözügüzelli (Ayşe Kocatürk) bize gönderdiği mail'de neler anlatıyor:
-
"Son günlerde
KKTC'nin Ulusal Kanalı Bayrak Radyo Televizyon kurumunda 29 Mart 2007
gecesi yayımlanan "Duvarımız" belgeseli ile aşağılanan Türk halkı ve
işgalci olarak gösterilmeye çalışılan Türk ordusuna sahip çıkmak
isteyen Kıbrıs Türk halkı BRT'de meydana gelen olaylara tepkisini
göstermek için BRT önüne siyah çelenk koyarak tavrını koydu.
Hatırlanacağı üzere, 1994 yılında Niyazi Kızılyürek ve Panikos
Chrysanthou tarafından çekilen "Duvarımız" adlı belgesel anılan
tarihten günümüze kadar geçen zamanda hiçbir şekilde KKTC'de
yayımlanmasına müsade edilmemişti. Ancak tüm Avrupalı devletler ve
Amerika'da belgesel gösterime sunulmuştu.
-
Güney'de iki toplumlu
etkinlikler adı altında Dali Belediyesi girişimleri ile belgeseli ilk
kez gösterime sunulur.. Anılan gösterimi izlemek için ise adanın kuzey
ve güneyinden siyasetçiler davet edilirler. Filim gösterildikten sonra
begesel iki tarafın politikacılarının tartışmasına açılır. 1997
yılına gelindiğinde Niyazi Kızılyürek ve Panikos Chrysanthou
Türkiye'de İstanbul'da Türk-Yunan komitesi tarafından iki senede bir
"iki halk arasının daha iyi anlaşılmasını teşvik etmek için" çaba sarf
eden siyasetçi, sanatçı, akademisyenlere verilen ödüle layık görülür
ve İpekci ödül dağıtımlarında ilk kez iki "Kıbrıslı"nın ödül alması
gerçekleşir. 1997 yılında Maria Chrysanthou imzası ile "İki kıbrıslı
İpekci ödülü ile mükafatlandırıldı" başlıklı Kıbrıs Haber Ajansında
yayımlanan yazıda "İstanbul'da kalış süresinde Chrysanthou ve
Kızılyürek Rum Ortodoks Kilise Pariği Bartholomeos ile de
görüşmüşlüklerini" yazar [1]. Anlaşılan Bartehelemos her iki
"Kıbrıslı" yı kutsayarak yaptıkları belgeselde duydukları başarıdan
ötürü kendilerini kutlar.
-
O dönemde Kıbrıs
Haber Ajansına (CNA) konuşan Niyazi Kızılyürek aldıkları ödülden
duydukları memnuniyeti dile getirirken "fakat özellikle de bu Türkiye
ve Yunanistan içerisinde filimin sunumu için kapılar
açılacaktır"derken "eğer birileri Kıbrıs sorununu Türkiye'de bir tabu
olarak düşünürse, ödülün verilmesi ile konu hakkında bir tartışmanın
açılacağı bir şans verecektir. Kıbrıs sorununda Türkiye'de ilk kez bir
Kıbrıs Türk ve Rumu bir araya gelerek 'barış' konusunda savunma
yapmışlardır."demiştir.
-
Maria Chrysanthou
ilgili yazısında Duvarımız filiminin Yunanistan'daki Atina Polytechnic
ve Amerika'da New York Üniversitesi ve Harvard gibi birçok yerde
izlendiğini ve çok olumlu yorumlar yapıldığını belirtirken,
"duvarımız" bir Fransız Alman kanalı olan ARTE ve Alman ZDF kanalında
"iki grup arasında anlayış ve dostluğun ilerletilmesi" amacı için
sunulduğu iddia etmiştir. Filme BBC 9 haberleri, Avrupa TV networku
Euro-haberleri özel bir oturum ile "Duvarımız"a destek verildiği ifade
edilirken "Bu yılın sonunda sinemalarda Kıbrıs'ta filimin
gösterilmesi beklenmektedir." yorumunda da bulunmuştu.
-
Kızılyürek ve
Chrysanthou hazırlamış oldukları "Duvarımız" belgeselinden sonra Batı
dünyası ve özellikle de Türkiye'deki TÜSİAD yetkililerince büyük
destek almışlardı. 2005 yılında gelindiğinde TUSİAD "Kıbıs Açmazı:
Yeni bir hamle için Umut" başlığında 2 Kasım, 2005'de Fairmont Hotel,
Washington, DC'de bir konferans düzenler. Anılan toplantıda TUSIAD
Amerikan temsilcisi Abdullah Akyüz, Amerika'dan Matthew J. Bryza,
Gergetown Üniversitesinde Türk Çalışmaları Enstütüsünün İdari
Direktörü David Cameron Cuthell Jr., KKTC Parlementosundan CTP'den
seçilen ve Meclis Başkanı olan Fatma Ekenoğlu ve Doğu Akdeniz
Üniversitesinde öğretim üyesi Gül İnanç katılırlarken Rum tarafındaki
üiversiteden Niyazi Kızılyürek de konuşmacı olarak davet edilmiştir.
-
Türkiye'deki TUSIAD
çalışmaları içerisinde olan ve ayni zamanda Bilgi Üniversitesinde
akademisyen olan Soli Özel de İstanbul'dan toplantıya katılır.
Conflict Resolution çalışmalarının KKTC ve Avrupa'da eğitimini veren
ve KKTC'de bu alanda birçok seminerler düzenleyen Doğu Akdeniz
Üniversitesi öğretim üyelerinden Ahmet Sözen de DAÜ'deki
-
Kıbrıs Politik
Merkezi direktörü olarak konuşmacılar içerisinde yer alır. [2]
-
Soros Vakfının
uzantıları olan ve vakfın çalışmalarına büyük destek veren TUSIAD,
Bilgi Üniversitesi gibi sivil ağların uzantısının gerisinde ortaya
çıkan isimlerin çalışmalarına bakıldığı zaman da durum daha açık ve
net olarak görülüyor.
-
2007 yılına
gelindiğinde KKTC'nin ulusal yayın kanalı olan Bayrak Radyo
Televizyonu' [3]nda 29 Mart gecesi "Duvarımız" adlı belgeselin
özellikle de terör örgütü EOKA'nın kuruluş gününden birkaç gün önce
yayımlanması tesadüf değildir.
-
Daha önce 1997
yılında anılan belgesel BRT'de yayımlanması istenmiş ancak dönemin
makamları tarafından kabul görmemişti. Görüldüğü üzere Mayıs 2000'den
de anlaşılacağı üzere "Duvarımız" adlı filim o dönemde oraya katılan
KKTC'deki bazı siyasilerin belgeseli izleyerek tartışmasına açılmıştı.
Sonuçta tarafların anılan belgesel üzerinde uzaklaştıklarının en güzel
göstergesi bahse konu filmin 2007 yılında 29 Mart akşamı KKTC'nin
ulusal yayın kanalı Bayrak Radyo Televizyonunda gösterime sunulması
ile sonuçlanması ile görüldü. Peki anılan belgesel nasıl içeriktedir?
Neden daha önceki Türk idarecileri anılan belgesele müsaade
etmemişlerdi. Neden Dali'deki iki toplumlu etkilikler programında iki
taraftan katılan siyasetcilere 2000 yılında anılan belgesel gösterime
sunularak görüşlerinin alınması ve aralarında uzlaşı yaratılması
hedeflenmişti?
-
Bahse konu Belgeselin
içeriği;
-
Belgeselde adadaki
Türkiye ve Türk askeri işgalci, TMT ise vahşet yapan bir kuruluş
olarak anlatmaktadır. (Olayın en dehşet verici tarafı ise, bu
belgeselin KKTC'nde ve CTP' nin yönetiminde resmi devlet
televizyonundan yayınlanmasıdır. Türk halkı buna şiddetle tepki
göstermiş, sorumluları kınamış ve fakat hükümetten ses çıkmamıştır.
İşin en tuhaf tarafı da budur. RTE hükümetinin Annan Plânı sırasında,
bu menfur plânın kabul edilmesi ve iki tarafın birleştirilmesi
yönündeki çabaları ile CTP' nin taraf olduğu müteakip seçimler ve
bilhassa "Milli Kahraman" Dr. Rauf Denktaş'a karşı sürekli hale gelen
dışlayıcı tutum endişe yaratmaktadır. Şu halde, Ana Vatan halkının
ezici çoğunluğu "YA İSTİKLÂL YA ÖLÜM" diye haykırır ve öncelikle "Tam
bağımsız, hür-hükümran ve tanınmış" KKTC'ni isterken; Analitik oy
bazında % 22.5'un temsilcisi ve meşruiyeti başından beri tartışmalı
bir hükümet nasıl olur da, 'birleşme ve bütünleşme' isteyebilir ?
-
Kaldı ki, bu
şartlarda en ideal çözüm: Tarihi ve yasal haklarımızı kullanmak
suretiyle ilhak ve KKTC’ni 82. inci vilâyet olarak anavatana
katmaktır. İç siyasette daima milliyetçilik, demokratlık ve
muhafazakârlıktan dem vuran AKP Kıbrıs konusunda çok daha dürüst,
onurlu, tarihe saygılı ve sorumlu olmak zorundadır.
-
Bu bağlamda,
yaşananlara karşı takınılan tavır Türkiye adına utanç vericidir.)
- Dış unsurların KKTC’nin ortadan kaldırılarak
Kıbrıs Türklerinin güneydeki “Kıbrıs Cumhuriyeti”ne entegre olmalarını
istemelerinin bir parçası da adada yürütülen psikolojik savaşın bir
parçasını oluşturuyordu. Nede olsa izlenecek olan belgesel yeni
beyinleri kontrol altına almayı umuyordu ve buna kendi ulusal yayın
organımız destek verecekti.” Oysa;
- Her şeyden önce, bu gün KKTC’de
yaşayan Türkler kadar, barış, huzur, emniyet ve güvenle hayatını
sürdüren Rumlar da, bu ortamı TMT ve 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ve
Türk Ordusuna borçludurlar. TMT ve Türk Ordusuna işgalci diyenler
kesinlikle Türk, insan ve her hangi bir inanç mensubu olamazlar.
Dayandıkları ve cesaret aldıkları güçler de yasa, ahlâk ve insanlık
dışıdır. Bunun artık böyle bilinmesi ve gereğinin buna göre yapılması
gerekir.
- Şu anda KKTC ve Güney Kıbrıs Rum
Yönetimi iştirak ve işbirliği bağlamında olup bitenin en açık ve en
doğru biçimde şöyle tanımlanması mümkündür:
- GERÇEKLER SAPTIRILMAKTA VE YALAN
SÖYLENMEKTEDİR
- Evet, GKRY ile KKTC yönetimini
şimdilik ele geçiren grup, tarihe karşı suç işlemekte ve alenen
hadiseleri saptırıp yalan söylemektedirler. Emete Gözügüzelli’nin 1.
bölümde yer alan ve devamını daha sonra vereceğim yazısında
vurgulandığı gibi; Bunların ağzında yalan ve torbalarında yılan
bulunmaktadır. Maksat, her ne pahasına olursa olsun şehitlerimizin
kanı ile sulanan kutsal Kıbrıs toprağını MEGALO İDEA’ ya peşkeş
çekmektir. 1948’lerden bu güne Yunanistan’ın tek hedef ve yegâne amacı
İLHAK’ tır. Atatürk’ün Türk milletine vasiyet ve emanet ettiği yol ise
Kıbrıs’ın ilhakıdır. Lâkin zamanla bu “YA TAKSİM YA ÖLÜM” e dönüşmüş;
Şu anda dış politikada zaafiyetle malul ve AB’ye medyun yönetim ise
bunu dahi telâffuz etmekten aciz hale gelmiştir.
- Ama, asla tarih yalan söylemez.
Burada bir kısım önemli ve bilinmesi gerekli tarihi gerçekleri tekrar
değerli dikkatlerinize arz ediyorum. Lütfen bakınız:
-
- “MİLLİ DAVA KIBRIS, TARİHİ OLAYLAR VE GERÇEKLER
-
-
Kıbrıs, Büyük
ATATÜRK' ün "Güneş Dil" teorisinde belirtildiği üzere; Evveli
Türk-ahiri Türk ve 1878'e kadar 300 sene 8 ay ve 19 gün resmen Türk
hakimiyetinde kalan, Anadolu'nun ayrılmaz parçası ve mütemmim cüzü
olan bir vatan toprağıdır. Hattâ jeolojik olarak binlerce sene önce
İskenderun körfezinden koparak bu günkü yerine kaydığı; Diğer bir
efsaneye göre de, bir vakitler Anadolu ve Suriye ile birleşik Atlantis
yurdu (kıtası) iken, (gurur ve kibirden ileri gelen) malum felâket
sonucu bağlantıların çökerek yere battığı ve 1974 harekatına imkân
veren Londra-Zürich ve Garanti antlaşmalarının mimarı ve "Kıbrıs Milli
Davasının sahibi" Demokrat Partidir. (Bayar, Menderes, Zorlu) Uluslar
arası kabul ve onaya sahip bu anlaşmaların esası, iki toplumlu ve eşit
haklara dayalı bir federasyon ve iki kurucu devlet amacı, espri ve
yaklaşımına dayalıdır.
-
Varılan nokta
itibarıyla bu anlaşmalar çok büyük bir tarihi başarı olup; Lozan
anlaşmasına rağmen Türkiye’ye sürekli bir hak ve hattı hareket imkânı
sağlamıştır. Öngörülen amaç ve tam bir kararlılıkla uygulanan strateji
gereği, asgariden aynı görüş muhafaza edilerek atide (gelecekte)
Yunanistan ve AB yanlısı girişimlerle bu garantörlüğün izalesine
kesinlikle izin verilmeyecek ve yürütülen görüşmelerden olumlu sonuç
alınamaması halinde "ilhak" politikası devreye sokulabilecekti.
Hazırlanan ortam buydu. Aksi takdirde, tarihi hakların hiç birisinden
vazgeçilmesi asla ve kesinlikle düşünülmedi. Düşünülemezdi. Türkiye
ile Kıbrıslı Türk kardeşlerimizin lehine olmayan hiçbir anlaşma ve
uygulama kabul edilemezdi. Rıza gösterilebilecek nihai çözüm ise;
Mevcut topraklardan kesinlikle taviz verilmeksizin "taksim" veya
“ilhak” dı. 1960 sonrası hükümetlere tevarüs eden miras budur.
-
1974 “barış harekâtı”
bu ortam ve yasal imkân kullanılarak haklı, doğru ve uluslar arası
meşruiyeti varit bir müdahale biçiminde yapıldı. Zamanın ve müteakip
dönemlerin aciz ve zavallı hükümetleri yanlış yapmasa idi; Bu gün
Kıbrıs’ın tamamı Türkiye’nin olabilir ve yaşanan bunalım ve buhran
pekalâ ortadan kalkabilirdi. Fakat, harekâtın yarım bırakılması,
istikrarlı ve tutarlı bir politika izlenmemesi, nihayet AB ile yapılan
Gümrük Birliği anlaşmasında Kıbrıs konusunda taviz verilmesi “Milli
Davayı” baltalamış ve birbirini takip eden ihanetler sayesinde bu
günlere kadar gelinmiştir.
-
Kıbrıs tarihinin
efsane isimlerinden Doktor Fazıl Küçük ve Dr. Rauf Denktaş yukarda
açıklanan ve Atatürk’ün ortaya koyup Menderes’in hayata geçirdiği
politika’ nın sadık ve samimi müdafileridir. Doktor Fazıl Küçük neyse
ama, bu süreçte tam bir vefa ve fedakârlık örneği veren Dr. Rauf
Denktaş çok rencide edilmiş ve Kıbrıs davasına büyük oranda zarar
verilmiştir. Bu çok maksatlı, AB güdümlü, milli duygulardan ari ve
şuursuz bir politikadır.
- Özellikle, Annan plânının oylamasında üstlenilen
risk, gün alma pahasına tekrar tekrar verilen taviz ve ivazlar, bugün
itibarıyla davayı rayından çıkartmış ve içinden çıkılmaz hale
getirmiştir. Dahası, Kıbrıs’ın BOP ve BİP projelerinde odak noktası
haline getirilmesi, stratejik önemini kat be kat arttırmış ve her ne
pahasına olursa Türkiye’ den kopartılması hedeflenmiştir. Türkiye
buna asla göz yummamak ve izin vermemek zorundadır. (4)
- Bu notu verdikten sonra Ayşe KOCATÜRK’ e
dönüyoruz. Şöyle devam ediyor:
-
“Tüm bu hadiseler
gerçekleşirken GKRY Dışişleri Bakanı Yorgus Liliakis bir açıklama
yapar:
-
“Kıbrıs Türkleri
azınlıktırlar, adada Kıbrıstaki Türk azınlığın siyasi ve ekonomik
ambargo altında olduğunu iddia etmeleri anlamsızdır, çünkü bu ambargo
‘işgal’ sonunda meydana gelmiştir.”
-
Liliakis tüm bu
açıklamaları yaparken güneyle birlikte ortak vatan birleşik Kıbrıs
diye mücadele yürüten Sayın Kızılyürek neden Padopulos’a ve Kıbrıs
Türklerini azınlık görenlere karşı sessiz kalıp, adadaki Türk askerini
işgalci olarak göstermeye çalışıyor?
-
Bugüne kadar gelinen
süreçte KKTC hükümetinin konu ile ilgili açıklama yapmaması oldukça
üzücü ve düşündürücüdür. “Çav bella Yurdum İşgal Altında” dinletisi
eşliğinde Rumlarla ortak kurultay yapan CTP adada Türk askerine
bakışını açık ve net bir şekilde açıklaması gerekmektedir.
-
Kimler neye hizmet
etmeye çalışıyorlar?
-
KKTC’deki Kıbrıs Türk
Barış Kuvvetleri Komutanlığına karşı CTP yönetimi ile başlatılan
saldırılara insan hakları, empati, demokrasi gibi kavramların arkasına
sığınılarak dış unsurlara hizmet etmektedir.
- Korgeneral Hayri Kıvrıkoğlu
komutanımız bu adaya bastığı günden bugüne değin geçen sürede
yapılanlara karşı Kıbrıs Türk halkını asla ezdirmeyeceği, her şekilde
güvenliklerini tesis edeceklerini ve KKTC Devletini ilelebet
yaşatılması için mücadele vereceklerini belirtmiş ve gereğini de
yaptıklarını kanıtlamıştır.
- Türk askerine karşı başlatılan gizli
ve sinsi saldırılar Lokmacı krizinden öncesine dayanmaktaydı. Bu
saldırıya geçenleri en güzel şöyle tanımayarak şunu demekte fayda var;
-
- HEYBESİNİN İKİ GÖZÜ VAR. BİRİ YALAN DOLU ÖTEKİ DE
YILAN...
-
-
Evet Kıbrıs’taki
idarecileri özetle tanımladık.
-
Yoksa Anavatan’da da
bunlardan var mıydı?...
- ANAVATAN ABLUKA ALTINDA
- Mücahit kardeşimiz Emete’ye, son
sözlerine cevaben Anavatan hakkında diyeceğimiz şudur: “Evet, Anavatan
da da, orada olduğu gibi gaflet ve dalâlet ve hattâ “KKTC’nin Güney
Kıbrıs Rum Yönetimi ile birleşmesini isteyecek ve bunu tahrik ve
teşvik edecek kadar hıyanet içinde; Genel kurullarında İstiklâl Marşı
yerine Ermeni şarkıları çalacak ve söyleyecek kadar ihanet içinde
olanlar maalesef vardır. Üç günde 10 askerimiz şehit edilmiş ve halâ
kuzey Irak'a girilmemiştir.
-
Fakat, bu tarih
boyunca olagelen bir durumdur.Bize göre olağan ve doğaldır.Olacaktır.
Esas önemli olan: Aziz ve Necip Türk Milleti’nin “Vatanına, İnsanına,
Toprağına, Bayrağına, Hürriyet, Adalet, Cumhuriyet ve İstiklâline
‘hakkıyla ve lâyıkıyla’ sahip çıkması; Türk inancı ve kültürünü tahkim
etmesi; “Önce İnsanım, Sonra Türk ve Müslüman” bilinci içinde insanca
bir hayat sürmesidir. Zira, Türk milleti ve İslâm alemine düşmanlık
besleyenlerin hiç birisi insanlıktan nasip almamış hırsız, yolsuz ve
soysuz yaratıklardır.
- Türk Milletinin duası, onların da insan olması
istikametindedir. Bunun için Büyük Önder ATATÜRK: “Türk Demek: Türkçe
düşünmek, Türkçe Konuşmak ve Türkçe yaşamak’ tır. Ne Mutlu Türk’üm
Diyene” demiştir. Türkiye; Bütün dünya ve uzay Türklüğünün kalbi,
kafası ve beynidir. Bu misyon ayakta kaldıkça ve bu akideyi şuurla
yaşayan Türkler durdukça, dahili ve harici bedhahların muvaffak olması
düşünülemez.
- Kıbrıs konusunda Türk milleti'nin nihai fikri
ise: "YA İLHAK YA ÖLÜM" dür biline...
-
-
[1]
http://www.hri.org/news/cyprus/cna/1997/97-06-02.cna.html
- 2
http://www.tusiad.us/content/uploaded/cyprus%20forum%20bios-Nov%202-2005.pdf
- 3 Bilindiği üzere, Bayrak Radyosu, 25 Aralık 1963
tarihinde Rumların ada Türklerini Kıbrıs Cumhuriyeti’ nden dışlaması
üzerine, Kıbrıs Türkünün sesini dünyaya duyurmak amacıyla mücahitler
tarafından küçük bir garajda akülerle yayına başlamıştır. Barış
Harekâtı’nın gerçekleştirildiği 1974 yılı sonrasında yeni bir
yapılanma içine giren Bayrak Radyosu, 1976 yılında televizyon yayınını
da başlatmıştır. 1983’te KKTC’nin kurulması ile birlikte çıkarılan bir
yasa ile, özerk bir kurum statüsüne kavuşarak, “Bayrak Radyo
Televizyon Kurumu (BRTK)” adını almıştır. BRTK’nın yatırım projelerine
Türkiye tarafından önemli mali destek sağlanmaktadır.
- 4 Mustafa Nevruz SINACI, BELDE Gazetesi, Ankara
- 5 Haber, Emete Gözügüzelli, (Ayşe Kocatürk)
KKTC, Lefkoşa
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
24 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
BU MECLİS “İÇ SAVAŞ” ÇIKARIR |
-
-
Aslında, her ne kadar adı ve
kurumsal anılış biçimi “Türkiye Büyük Millet Meclisi” ise de,
bu şanlı ad’ın kadim mana ve tarihi muhtevası ile
“parlamenter” namıyla maruf kutsal çatı altında iş görenler,
taban tabana aykırı ve inadına zıttır. Özellikle “Kurucu
Meclis” vasfı ile efsanevi “Milli Mücadele ”den mütevellit
“Gazi” unvanıyla müseccel ve “İslâm Halifeliği şahsında
mündemiç” yüce bir isimle müsemma olma (ad ile örtüşme)
yönünden, (mevcut hal ve cari durum itibarıyla) aralarında çok
büyük çelişkiler bulunmaktadır.
-
Çok kısa, özel ve özne
cihetiyle tarihe bakalım. Şöyle ki:
-
“İlk başkanı Mustafa Kemal (AtaTürk)
olan TBMM, son “hür ve hükümran” Türk devleti “Türkiye
Cumhuriyeti”nin kurucusudur. Kuruluş amacı ile varlık nedeni
bakımından “Millet adına tek egemendir.” Millet Meclisi’nin
üzerinde hiç bir güç, hiç bir irade, vesayet veya makam
yoktur. Yasama, yürütme ve yargı dâhil, adı ‘kuvvetler
birliği’ veya ‘kuvvetler ayrılığı’ (isim ve biçim her ne
olursa olsun) nihayetinde bütün hak, kuvvet ve yetkilerin tek
ve yegâne sahibidir. Zira yargı, yasama ve yürütme (icra)
gücü: Milli “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” umdesi
gereği Türk Milleti’ne aittir. Türk Milleti; Türkiye
Cumhuriyeti’ni fiilen kuran ve “Milli Mücadele’yi” yapan
millettir. TBMM’nin üstünde bir güç tanınamaz. TBMM Gazi’dir.
Milli Kurtuluş Savaşını sevk, idare ve idame etmiştir. Türkiye
Cumhuriyeti Devleti ve TBMM Ebed müddettir, devamlılık arz
eder. Şiarı: adalet ahlâkı, kadim gelenekler, hukuk,
hakkaniyet, egemenlik ve insan haklarına saygı muvacehesinde
tam bağımsızlıktır.
-
1923-1946 yılları arası meclis
iki dereceli sistemle oluşurdu.
-
Buna göre: “İntihabı evvel”
denilen birinci derecede: Önce bizatihi halk tarafından,
yörenin en namuslu, dürüst, tahsilli, terbiyeli, seviye ve
seciyesi (ahlâk ve karakteri yüksek) vatandaşlar arasından
delege seçilir; Bu delegeler de “yöreye isabet eden vekil
sayısının iki katı” aday adayı belirlerdi. İkinci derece olan
“intihabı sani” aşamasında. Vilâyet delegeleri tarafından
ilçelerden gelen adaylar arasından, “İl Vekil Sayısı” kadarı
fiilen seçimlere katılır ve Ankara’ya gönderilir; Yani
seçilenlerin istisnasız tamamı Millet Vekili olup; İki
dereceli sistem gereği doğrudan halk tarafından ve yerinden
seçilip Meclise gönderilirlerdi.”
-
1946’da Halk Partisi
tarafından ilk kez “tek dereceli” seçim öngörüldü. Partizan ve
Jandarma teminatlı “Açık Oy Gizli Sayım” esaslı bu usul;
Yalnız Türkiye’nin değil, belki de dünya tarihinin en iğrenç
seçim sahtekârlığı, (tam bir alçaklık, hile ve kalleşlik)
olarak siyaset tarihine geçmiştir. Ancak, bundan sonradır ki;
O’da, daima itiraz, muvazaa, şikâyet, şaibe ve tartışma konusu
olacak biçimde uygulanan “yargı gözetimi” ihdas edilmiştir.”
-
Şimdilerde kullanılan
bilgisayarlı sistem ise: Tam bir sır, gizem ve şaibeden
ibarettir.
-
Halkın vekil seçiminde artık
hiçbir dahli yoktur. Resmi delege seçimi, önseçim veya
teşkilât yoklaması bile yapılmamaktadır. Evvelinde telâffuz
bile edilmeyen (kürsü masuniyeti hariç) dokunulmazlık,
ayrıcalık ve imtiyazlar “Millet Vekilliği” kurumunu lekelemiş,
şaibeye bulamış, yok etmiş ve kurutmuştur. Halkın kanaatine
göre: Şu haliyle parlamentoda “vesayet, sulta, cunta ve dikta”
hâkimdir. Devlet idaresinde milletin vekil ve iradesi yoktur.
-
Dolayısıyla bunlar,
memlekette ne huzur, ne asayiş, ne milli birlik ve ne de Misak-ı
Milli bırakmaz. Bu gidiş ülkeyi adım adım iç savaşa, bölünmeye
götürür. Eğer millete vekâlet edenler, etnik fanatizme
sarılırsa, yıllarca, silah olarak kullanmak istedikleri etnik
kökenlerini fırsat buldukça, Türk düşmanlığına yöneltirlerse,
bunun sonucu kesinlikle iç savaştır. Evet, bu emare kıstasları
maalesef böyle, öyle yapıyorlarsa (ki, öyle) bu vekiller,
devletin zayıfladığını gördükçe, içlerindeki kini kusmaya
başladılar Batılı dostlarının menfur himayeleri gölgesinde,
bildikleri tüm hainlikleri gerçekleştiriyorlar. Türk
milletinin gözünün içine baka, baka lânetli soy, kin ve
komplekslerinin intikamını almaya çalışmaktalar. Bunu
yaptıkları bir vakıa; Yani millet buna her gün şahit olmakta;
Verdikleri demeç veya attıkları kimi nutuklarını izleyerek
görmekteyiz ki, parlamentoda sözde Kürt, Rum, Yunan, Ermeni ve
Yahudi lobileri mevcut!
-
Üstelik asla ‘Milli Devlet’ten
yana değil; Milli Devlete karşı!
-
Olacak şey değil!
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
25 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
“BÜYÜK FIRSAT” MESELESİ |
-
-
Hani Cumhuriyet’in yeddi emini, memurların baş
amiri ve halkın emanetçisi Abdullah Gül, Mart ayında İran'a giderken "Kürt
sorununda iyi şeyler olacak” demiş, devamla da “Kürt meselesi Türkiye'nin
birinci sorunudur. Halledilmesi lazımdır” açıklamasını yapmıştı.
-
Çek Cumhuriyetinde yapılan Prag zirvesi
dönüşünde de, "İster terör, ister Güney Doğu yahut Kürt meselesi deyin. Bu,
Türkiye'nin birinci sorunudur. İyi gelişmeler olması lazım ve olabilir. Herkes
işin farkında. Önce böyle bir çalışma anlayışının olması lazımdı. Devletin
içinde herkes birbiriyle çok daha açık seçik konuşuyor. Herkes derken, asker,
sivil, istihbarat, hepsi için söylüyorum. Bu ortamda iyi şeyler olur. O yüzden
de iyi şeyler olacak diyorum. Bir fırsat var, bu fırsatın kaçmaması lazım”
dedi.
-
HÜKÜMETİ SARSAN “ŞOK”
-
Gül’ün ‘beklenmedik’ söz ve açıklamaları
hükümette şok etkisi yaparken, başta Rum-Yunan, Ermeni ve Yahudi diasporaları
ile Misyonerler camiasında bayram havası yarattı.
-
Tam bir vukuf, ehliyet-liyakat, basiret ve
beka ile “Cumhuriyetin Kanunlarını” adalet, fazilet ve eşitlikle uygulamak,
yetimin malını gözetip kul hakkını korumakla memur-mükellef “bakan’ların başı,
halk hizmetkârı ‘başbakan’ RTE, açıklamayı önce “genel af” gibi algıladı.
-
Ancak meselenin (şimdilik) öyle olmadığı
anlaşılıp “Kürt açılımı” tepki alınca hemen “güneydoğu meselesi” diye ağız
değiştirildi. Sonra “demokrasi ve barış atılımı”, “huzur ve kardeşlik projesi”
ve “Toplumsal barış girişimi” ne dönüştü. Sonunda örtülü bir AB söylemi ve
dünya modası olan “Demokratik açılım” da karar kılındı!
-
NEDİR; DEMOKRATİK AÇILIM?
-
‘Ne men-em bir büyük fırsat’ konulu makalemize
göz atarsanız; ‘Yurttaşlıkta Birlik” başlığı altında işlenen bir hukuk ve
insanlık mucizesini görürsünüz. Zira 1926 -27 yıllarından beri TC yurttaşları
eşitlenmiş, millet arasında hiçbir ayrılık, azınlık ve ayrıcalık kalmamıştır.
Şimdi sorulur: “Ne sorunu kardeşim? Sorun varsa, ya her kesin sorunudur, ya da
yoktur.”
-
Öyle ya; 40 yıldır alıştıra-alıştıra gündeme
taşınan; Ülkede konuşulan 36 ana dil ve 48 etnik kök’ün varlığı, Anadolu’ya
1071’de gelindiği yalanı., 1071’den önce Anadolu’da Türk olmadığı, sonra
geleneyse haçlıların (haşâ) aşılama yaptığı; Egedeyse (kalleş-kancık) Yunan
palikaryasının tohum ektiği, akabinde de Wilson prensiplerinden dem vurarak
‘bütün halklara Flebisit (kendi kaderini tayin) hakkı tanıyan karar, metin ve
tasarılar hükümetlere dayatıldı.
-
Diğer taraftan, sözde “Kürt’lerin Ermeni
önderi” kundaktaki bebek dâhil 7’den 70’e 35 bini aşkın Kürt kardeşin kalleş
katili, eşkıya Artin Agopyan: “Federe devlet kabul etmem, ayrı bir devlet de
istemem” sözleri “yol haritaları” ve devlette zaaftan istifade ‘sayın’
taltifleri ile “binlerce şehit, aileleri ve necip Türk Milleti rencide
edilerek” gündeme sokuldu.
-
OYSA!
-
Malum ve mezkür ihanet furyası elli yıldır
sürerken; “FIRSAT” Nabuko’nun “hortum döşeme” açılımından “PKK’nın tasfiyesi”
olarak çıktı. ABD’nin BOP işinin bitmesi üzerine AB’nin “ucuz gaz hortumu”
gündeme geldi. Hat borularının yegâne tehdit, sabotaj ve şantaj unsuru PKK
için “işimiz bitti, mazarratı halledin” vizesi “büyük fırsattır” Diğer
taraftan; Yıllardır Kürt kamuflâjıyla rant sağlayan Ermeni-Rum-Yahudi
diasporası, vaktiyle Ağar’a ihale ettikleri olağanüstü kârlı “düz ova”
siyasetini hayata geçirme peşine düştüler. Sonuçta: “Demokratik açılım” içi
boş ve muğlâk bir kavram; Ortada kimlik sorunu falan yok. Zaten Doğu ve
Güneydoğu Ana-vatan bölgesi ve öz Türkmen yöresi. Öyleyse!
-
SÖZ KONUSU OLAN VATAN'DIR; GERİSİ TEFERRUAT!
-
Ülkemiz elli yıldır siyasi vesayet, dâhili-harici kuşatma ve abluka
altındadır. Şimdilik bunu kırmanın tek ve son hukuki ve demokratik yolu sandık
olup; Son çare: ‘ya AKP’ye karşı tek parti olarak birleşmek’ veya seçimde
hiçbir parti’ye oy vermemek şartıyla 27 Mayıs cunta, dikta, sulta ve statüko
partilerini sandığa gömerek Cumhuriyet’i kurtarmaktır.
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
26 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
CHP, MHP VE HDP KOALİSYONU HÜKÜMET KURMAK VE DEVLET
OLMAK ZORUNDADIR |
- Sıradan bir seçim,
aldatan put ve rejimin anatomisi; Sözde İslâm
ülkelerinde ironi, ötelenen bilim ve gerçek:
-
Hakikatte: “Hak,
Hüküm-Hikmet ve Hükümet”
-
Başta
Orta Doğu (güdümlü Arap hükümranlıkları) olmak üzere,
İslâm ülkeleri nam ya da Müslümanların yoğunlukta olup
idare cihazına hâkim bulundukları memleketlerde, müthiş
bir rüşvet-iltimas, yalan-talan, ikiyüzlülük, nitelikli
(organize) sahtekârlık hüküm sürmektedir.
- İslâm’ın zorunlu kıldığı hak, adalet, ahlâk, eşitlik ve
hukuk ilkelerine tamı tamına ters, bütünüyle aykırı ve bir nevi “emanet,
vesayet ve icazet” sistemine dayalı olarak teşekkül eden sultalar, cuntalar!
-
Ortak akıl ve maşeri
vicdanın asla kabul etmeyeceği biçimde kamu gücünü kullanarak gasp, irtikap,
hırsızlık, yolsuzluk, suiistimal, hile-desise, ayırma-kayırma,
aldatma-kandırma, takiyye ve çifte standart yoluyla vatandaşları alenen
soymaktadırlar. Ki bu, mensup olduklarını iddia ettikleri dinle taban tabana
zıt, Kuran-ı kerim vahiylerine tümden aykırı, tam bir sapkınlık, mürailik,
müşriklik ve bilinçli bir kilise mukallitliği hali arz etmektedir.
- Oysa Demokratik hukuk devletleri ve özellikle idarede
Müslümanların yer aldığı İslâm referansı ile anılan devletlerde hükümetler
eliyle; Seçilmişler tarafından doğrudan veya bazı yüksek dereceli atanmışlar
(memurlar) kullanılmak suretiyle haksızlık, yolsuzluk ve suiistimal
yapılıyor olması; Dünya milletlerine karşı ve İslâm adına çok büyük bir
utançtır.
-
Uzun bir süredir “paralel
devlet” yaftası altında ülkemizde sürdürülen operasyonlar da bu sosyal
mutasyon ve toplumsal çürümüşlüğün, en az elli yıldır Türkiye Cumhuriyetinde
var olduğunu kanıtlamaktadır. Alınan tedbirler ve yapılan operasyonların
‘namuslu-dürüst, onurlu ve sorumlu hükümet; Mutlak adaletli, demokrat, lâik,
şeffaf devlet doğrultusunda gelişmesini ve gerçekleşmesini dilerim. Aksi
takdirde, sür’atle yayılan yozlaşma, kokuşma ve çürümenin önlenmesi,
devletin “haksız, hırsız, yolsuz” takımından kurtarılması mümkün
olmayabilir!
-
Aslında “dinler arası
diyalog” namıyla ileri sürülen ve bazı beyinsiz kitlelere dayatılan
ütopyanın sebebi; Bu koyu cehalet hali, iğrenç fanatizm veya (büyük bir
ihtimalle de) dönme-devşirme (kripto) orijini olsa gerek! Bir başka şekilde,
evrende var olan tek dine eş koşulur ve dinler arası diyalog safsatası nasıl
ortaya konulabilir? Müslümanların çok dikkatli olması şart! Zira “el iman
minel vatan” emri, “her insan bir devlettir” olgusu, “tam bağımsız, özgür,
hâkim ve hükümran” devlet algısı ile “Meclisler, vekiller ve hükümetler
halkın emrine ve vatandaşın hizmetine memur unsurlardır” hakikati asla
unutulmamalıdır.
- KELİMELERİN KAVGASI VE DİL İSTİSMARI
- Böyle bir durumda bizim her konuya,
“mutabık kalınmış tanımlar” veya “kelime ve kavramların” soy anlamları ile
başlamamız gerek. Aksi takdirde, ilim-irfan, emir ve ilmihale dair beyan ve
bildirimlere açıkça muhatap oldukları halde, davranış biçimlerini
düzeltmeyen, doğrusal yönde değiştirmeyen, yaşama tarzlarını doğrultmadan;
Küfür, yanlış, hata, ihmal ve kusurda ısrar edenleri primitif varlıklar,
paralize veya mutasyona uğramış mundarlar şeklinde kabul, ilân ve telâkki
etmek gerekir. Böyleleri, akil olmadıkları ve rüştlerini ispatlamadıkları
cihetle, hiçbir derece ve düzeyde yöneticilik görevlerine seçilemez veya
atanamazlar. Velev ki seçilmiş veya atanmış olsalar bile, bu geçersiz bir
eylem, gayrimeşru ve yok hükmündedir. Şu kadar ki: Bu durum, malûm eşhası
işledikleri suçlardan mütevellit ceza ehliyetini kaldırmaz.
- GELELİM GÜNÜN EN ÖNEMLİ MESELESİNE
- Şöyle ki: 07 Haziran günü, adına seçim (!)
denilen bir çeşit “saptama/tespit” prosedürü ifa ve icra edildi. Nihayetinde
her an ‘asıl olan millet’ tarafından azli kabil 550 vekil tayin ve tespit
olundu. Şimdi! “Sadece halka vekil olduklarını idrak, asla bir Avukattan
fazla hak, yetki ve güce sahip olmadıklarının bilinciyle vekiller” hükümet
kurma yolunda. Bu aşamada sadece millete karşı sorumlu olduklarını; görev ve
yetkilerini doğrudan milletten aldıklarını; kanunlar gereği “sadece
koordinasyonla görevli parti başkanına” biat etmemeleri; Türkiye Cumhuriyeti
anayasası dışında kimseye itaat ve sadakat göstermemeleri gerektiğini
bilmeye mecburdurlar.
- AYRICA: HAK kavramının Allah anlamına
geldiğini, haksızlığın Allahsızlık-kâfirlik; Hüküm’ün, Hikmet bağlamında
ilim-ahlâk ve fazileti zorunlu kıldığını; Hükümet’in eşitlik, hak (Hakkıdır
Hak’a tapan Milletimin İstiklâl), (evrensel) hukuk ve adaleti uygulamaya
memur ve her şekilde mecbur olduğunu bilmek ve bu bilinçle hükümet etmek
zorundadırlar!
- Evrensel gerçek, İlâhi, ilmî ve insani
(fıtrat) hakikat şudur ki: Adil (adaletli, eşitlikçi, namuslu, dürüst,
şeffaf ve demokrat) olmayan hükümetler meşru değildir. Milletler arası bazı
temas, tedbir ve misillemeler hariç olmak üzere, devlette gizlilik olmaz.
Gizlilik melânettir.
-
BU İDRAK VE HAKİKAT IŞIĞINDA
HÜKÜMET ŞUURU
-
(Sözde) seçimlerin hemen
akabinde koalisyon konusunda kırmızıçizgiler çizen Ana Muhalefet partisi
(CHP)’nin, MHP ve HDP’ye bazı hatırlatmalarda bulunduğuna şahit olduk. “Hele
durun, kaçmak var mı? Seçimlerde, halkın huzuruna çıkıp vaki hükümetin
yeteneksiz, yetersiz ve başarısız olduğunu söylediniz. Seçim oldubitti. Yeni
hükümet kurmak için icazet aldınız. Şimdi nereye kaçıyorsunuz? Emekliler,
çifte ikramiye, asgari ücretliler, yüksek maaş, eşitsizlikler, çiftçiler,
ucuz mazot, aç sefil çocuklar, püskevit, dar gelirli aileler, Hilal Kart ne
olacak? İşsizler iş, evsizler ev bekliyor. 13 yıldan bu güne sürüp gelen
yolsuzluk, yalan-talan, soygun-vurgun, rüşvet ve iltimasla suçladığınız
hükümetin hesaba çekilmesi, sorgulanması, yargılanması, yargı önünde; Yüce
Divanda hesap vermesi gerekmiyor muydu? Sizler, ey bu günün muhalefete
soyunan ve iktidara icazet, lütuf ve inayet arz eden sözde siyaset haneleri!
-
Seçim döneminde yalan
söylemediyseniz gelin, mertçe sözünüzün arkasında durun.
-
HESAPLAŞMA YOKSA İBRA’DA
YOKTUR
-
Sözünüzü tutmadan ve adaleti
hayata geçirmeden nereye kaçıyorsunuz?
-
Evvelâ bu hükümete hesap
sormak, sonra da haksız, adaletsiz, hukuk ve ahlâka aykırı olarak
gerçekleştirilmiş bütün karar, edinim ve icraatların muhakemesini yapmak
için sizler (Chp, Mhp, Hdp) hep birlikte koalisyon kurmaya mecbursunuz.
Tarafsız ve bağımsız yargı önü ve kamu vicdanı nezdinde hükümet ve AKP
aklanırsa; Bu defa sizler yalancı, müfteri ve bozguncu durumuna düşersiniz.
İkisinin ortası yoktur. Ya hükümet olup, hesap soracaksınız ya da siyaset ve
fazilet sahnesinden çekilip gideceksiniz. Böyle bir durumda kaçmak veya
kaçamak yollara sapmak yiğitlik değil, resmen (hariçle iştirakli) dâhili
bedhahlıktır.
-
Baştanbaşa Güney Doğu olmak
üzere hemen, hemen her sandıkta yolsuzluk, hırsızlık ve hile yapıldığına
dair vahim iddialar bütün İnternet medyasında yer alıyor. Buna mukabil
yandaş, yoldaş ve sırdaş basın ile akredite medyada tek satır yok. Herkes
neticeden memnun ve mutlu görünüyor. Hatta bir takım kaşarlı politik ACI’lar
pişkinlikle sırıtarak rol kesiyorlar. Sanki bu sahne, hain oyun ve senaryo
demokrasi düşmanları tarafından hazırlandı gibi geliyor insana! Peki, Yüksek
(!) Seçim Kurulu kesin sonuçları neden ve niçin bu kadar geç açıkladı?..
-
Malum, menfur, bakkalcı ve
çakkalcı medya bunu neden, niçin sorgulamadı?
-
SOSYAL MEDYADA YER ALAN
İDDİALARDAN
-
Bütün bu savları yok saymak
ve ithamları duymazdan gelmek herkes için zuldür.
-
Silah tehdidiyle vatandaşın
"seçme hakkına" tasallutta bulunulduğu gerçeğine delalet edecek onlarca,
yüzlerce örnek varken ve binlerce plâkasız araç sandık sandık dolaşmış iken;
Bu şaibeye rağmen sizler, adalete hesap vermeden mi yüce Meclise sığınıp,
dokunulmazlık zırhına sarılarak, tüyü bitmemiş yetimin hakkını domuz gibi
yiyip zıkkımlanacaksınız? Bu vaziyette “millet bize muhalefet görevi verdi”
demek, iğrenç bir yalandır, ayıptır, bühtandır, korkaklık, yalakalık,
avantacılık, haramzadelik ve hazımsızlıktır diyen yok mu içinizde?..
-
Sahi, neden bu seçimde kimse
“çöpten oy pusulası çıktığını” ileri sürmüyor?
-
Haksızlık, yolsuzluk,
sahtecilik, organize sahtekârlık, görevi kötüye kullanma, hile ve desise
yapıldığına dair “milletvekili çıkaran partilerin” bir iddiaları yok.
Gariptir Vatan partisi gibi, “çok ağır bir yenilgi, hayal kırıklığı ve
hüsrana uğrayanlar” dâhil bütün partiler neticeden memnun. Yaklaşık iki
haftadır ortaya konulan eylem ve söylemlere bakılırsa, sanki mevcut
hükümetin yerinde kalarak, hiçbir şey olmamış gibi fiil ve icraatına devam
etmesi umuluyor, bekleniyor ve sanki akla-hayale gelmeyecek atraksiyonlarla
AKP’ye gizli destek veriliyormuş gibi! Bu ne acayip pişkinlik,
vurdumduymazlık ve aymazlık?
-
Gören de bunları AKP’nin
saklı ortakları, siyasi iştirak ve müttefikleri sanacak.
-
Açıklaması mümkün olmayan
çok şaşılacak, garip ve tuhaf bir durum!..
-
Oysa millet, CHP-MHP ve
HDP’ye koalisyon hükümeti kurma görevi verdi.
-
Evet, elbette! Seçim
sonuçları akıl, erdem ve vicdan ışığında okunduğunda açıkça görülür ki;
Millet CHP, MHP ve HDP’ye koalisyon hükümeti kurmaları için görev, yetki ve
sorumluluk verdi. Zaten, daha dün, bunu çok istiyorlardı. Yandaşları
"Yaşasın koalisyon" çığlıkları atıyor; "Koalisyon felakettir" diyenlere
karşı kuyruğu dik tutup, "Ne münasebet. Pek âlâ koalisyon hükümetiyle de
ülke idare edilebilir. Siz, geçmişin kötü örneklerine bakmayın, piştik
elhamdülillah" demiyorlar mıydı?
-
Şimdi fırsatı değerlendirmek
zorundalar. Şekvacı, şikâyetçi ve millete karşı davacı oldukları mevcut
hükümete karşı başarılı olabilecek bir koalisyon hükümeti kurmalı ve miting
meydanlarında taahhüt ettikleri iddialı vaatlerini mutlaka yerine
getirmelidirler. Bu bir namus, akıl, mantık, şeref ve haysiyet borcudur.
Millete alenen verdikleri sözleri tutmamaları halinde; Belki de ikinci bir
fırsatı asla bulamayabilirler.
-
KAÇMAK YOK VAATLERİ YERİNE
GETİRECEKSİNİZ!
-
Malum ve mezkür muhalefetin,
aynı telden çalıp müştereken yaptıkları en büyük, en önemli vaat ve
taahhütlerini şöyle bir gözden geçirelim: Büyük insanlık; Hak, adalet,
eşitlik ve barış; Birlik, bütünlük ve beraberlik içinde adaletle kalkınma:,
Objektif-Evrensel hukuk ve tarafsız, bağımsız yargı; İşsize iş, herkese aş;
Namuslu, dürüst ve saydam yönetim; Bedelsiz eğitim, karşılıksız sağlık ve
ücretsi adalet; Makul asgari ücret; Çalışan ve emekli maaşlarında norm ve
standart birliği; Seyyanen ücret zammı; Aracı-tefeci ve komisyoncu soygununa
son verilerek, üretici ve tüketici arasında dolaşan kene, kan emici vampir
ve sülük saltanatına dur denilmesi… Daha neler, neler. Alın sokaklara
dağıtılan afiş, pankart ve el ilânlarına bakın.
-
Şunu kimse unutmasın:
Siyasette herkes sözünden vaat ve taahhüdünden sorumludur.
-
Aslında Yüksek Yargı, TBMM
ve Adalet Bakanlığının olması gereken görevi: Yerine getirilmediği sürece:
Nitelikli sahtekârlık, organize hırsızlığa teşebbüs, bireyleri ve top yekûn
kitleleri kandırmaya, aldatmaya ve bu yolla çıkar sağlamaya hazırlık, TBMM,
siyasi partiler ve Milletvekilliği kurumunu istismar, suiistimal ve kötüye
kullanma suçlarını takip biçiminde düzenlenmek zorundadır. Zira sıkı bir
takip, denetim ve belgeleme olmadan suç önlenemez.
-
UTANMADAN, ARLANMADAN
POLEMİK YAPILIYOR
-
Kılıçdaroğlu yan mı çiziyor?
Demirtaş "MHP ile asla bir araya gelemeyiz" mi diyor? Bahçeli erken seçim mi
istiyor? Bir dakika beyler! Kaçmak var mı? Halkın huzuruna çıkıp bu
hükümetin başarısız olduğunu sizler söylediniz ve hükümet kurmak için icazet
aldınız. Şimdi nereye kaçıyorsunuz? Emekliler, çifte ikramiye, asgari
ücretliler, yüksek maaş, çiftçiler, ucuz mazot, çocuklar püskevit, fakirler
hilal kart, işsizler iş, evsizler ev:, Top yekûn millet adalet, hak, hukuk
ve eşitlik bekliyor. Açılım-saçılım sahtekârlığı yalan, tiksindirici bir
hile, desise... Bu milletin yegâne sorunu: Herkese adalet, eşitlik ve
hukuktur. Hani söz namustu, bu vaatleri gerçekleştirmeden nereye
kaçıyorsunuz? Bahane üçlü koalisyon kurulamaz. Niye? Görünüşte
nefreti sizi bir araya getirdi. Pek âlâ da ortak çalışabilirsiniz. Neden
olmasın…
-
“MHP'nin olduğu yerde HDP,
HDP'nin olduğu yerde MHP olmazmış. Bunlar düşman kardeşler, bir yapı içinde
huzurlu olamazlar, sürekli "maraza" çıkarırlar. İkisinin olduğu yerde CHP
olmaz. Kurulacak bir "azınlık hükümetine" dışarıdan destek de vermezler.
Yapıları, çatı ve ideolojileri buna uygun değil. Dünya yıkılsa bir araya
gelemezler” söylemleri doğru değil.
-
RTE nefretinde bir araya
gelebilen, Pekâlâ bir ‘ortak çalışma’ düzeni kuran, kurdukları düzende
birbirlerini kırmayan, üzmeyen, suçlamayan, incitmeyen, karşılıklı
atışmayan, ağız dalaşına girmeyen ve maraza çıkarmayanlar, hükümeti haydi
haydi kurar ve birlikte çalışmayı başarabilirler. Daha dün bunlar
birbirlerini vatana ihanet, hırsızlık, yolsuzluk, hele ki devleti satmakla
hiç suçlamıyorlardı. Seçim sathında adeta paslaşıyor halkın çok iyi bildiği
suçlarını; Görevi ihmal, ihanet ve suiistimallerini, haksızlık-yolsuzlukta
ortaklıklarını dile getirmiyorlar; Birlikte atıp-tutuyor, üç aşağı beş
yukarı tamamı benzer vaatlerde bulunuyorlardı.
-
Sıra vaatleri
gerçekleştirmeye gelince mi "düşman kardeşler" oldular?
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
27 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
CUMHURİYET, BURSA NUTKU VE GALİP BARAN BİLİNÇ
ÜNİVERSİTESİ
|
-
-
Devletin çözemediği sorunları çözmeğe girişen
“Ey ahali duyduk duymadık demeyin, Galip Dede devletin yapamadığını yapmağa
soyundu.” (10.05.1998-Milliyet, M.Hayırlıoğlu) 76 yaşındaki “Halk filozofu,
ilim, aksiyon ve eylem adamı, yurttaşlara örnek bilinç üstadı, Milli Kahraman”
Türk genci Galip Baran, yıllar önce başlattığı, “trafik terörüne son verme ve
demokrasiyi tabana yayma projesi’nin uygulamasında, Trafik Yasası’nı ihlal
yoluyla yolsuzluk yapan bazı rütbeli-rütbesiz polisleri, askerleri, avukat ve
hâkimleri uyarıyor.
-
Türk polisi, Galip Baran’ı sözü edilen projeyi
uygularken gözaltına alıyor. “Kırmızı Işık Eylemcisi Gözaltında” (22.04.1989,
Milliyet) Ancak, Türk inkılâplarının sahipliğine ve cumhuriyetin ilmen, fennen
ve bedenen kuvvetli, yüksek seciyeli muhafızlığına (bekçiliğine) soyunan
Baran, “bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır” demiyor. Polisin ve
jandarmanın henüz cumhuriyetin polisi ve jandarması olamadığını düşünüyor. Ne
Cumhurbaşkanı’na, ne Başbakan’a, ne Adalet ve ne de İçişleri Bakanına
telgraflar çekip, mektuplar yazarak affı için yalvarmıyor, “ben inanç ve
kanaatimin gereğini yapıyorum, eylemimde haklıyım, eğer bana haksızlık
yapılmışsa bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim
görevimdir” diyor. Demokrasilerde devletin etkinleştirilmesini sağlama,
kurumları disiplin ve toplumsal denetim altına alma çalışmalarını sürdürüyor.
-
Bu mücadele sürecinde kendisini (Rektör'ü
olduğu) Bilinç Üniversitesi Baş amelesi olarak tanımlayan Galip Baran;
Atatürk’ün, Bursa Nutku’nda sözünü ettiği, “Cesaretimizi pekiştiren ve
sürdüren sizlersiniz. Ey yükselen nesil! İstikbal sizsiniz. Cumhuriyeti biz
kurduk, onu yükseltecek ve yaşatacak sizsiniz” diyerek görevlendirdiği Türk
Gençleri’nden (büyüklerinden) birisidir… Katıldığı HABİTAT-II zirvesinde,
kendisinden, “Tek Kişilik Ordu” olarak da söz ettiren (Milliyet, 13.06.1996)
Galip Dede, Türkiye (ve dünyanın) tek “yasa bağımlısı”dır. Yasa kavramıyla bu
denli içli-dışlı ve özdeşleşmiş oluşunu dikkate aldığımızda, Galip Dede’yi
“Bay Yasa” olarak tanımlamamız; O’nu önemseyip izlememiz, örnek almamız ve
“Bilinç Üniversitesi” ne sahip çıkarak, açtığı yoldan yürümemiz gerekir diye
düşünüyorum… Önce, Atatürk’ün Bursa Nutku’na ilişkin kısa bir hatırlatma: 1975 yılında ilk kez yazılı bir metin olarak, Cafer Tanrıverdi tarafından
açıklanıp dağıtılmasından sonra; Kayseri 2. Ağır Ceza Mahkemesince yapılan
duruşmada dönemin Türk Tarik Kurumu Başkanı Enver Ziya Karal ile Öğretim Üyesi
Sami N. Özerdem’in katkılarıyla, Atatürk’e ait olduğu kesinleşen nutkun,
mahkemece onaylanan orijinal metni aşağıdadır. Ayrıca 1935 yayını bir dergide
de vardır. İrticai bir ayaklanma sonrası, Bursa’ya giden Atatürk tarafından
söylenen bu nutuk’un bir bölüm de, Celal Bayar tarafından meclis kürsüsünden
okunmuştur. Önceleri siyasi iktidarlarda tedirginlik yaratan ve yasak olan
Bursa Nutku, mahkeme kararından sonra, serbestçe okunur, söylenir ve dağıtılır
hale gelmiştir.
- BURSA NUTKU:
-
“Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin
sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine ve doğruluğuna herkesten çok
inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz
düşürecek en küçük, ya da büyük bir kıpırtı veya bir davranış duydu mu, “bu
ülkenin polisi vardır, jandarması vardır” demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve
silahla; nesi varsa onunla kendi eserini koruyacaktır. Polis gelecek, asıl
suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, “Polis henüz inkılâp
ve cumhuriyetin polisi değildir” diye düşünecek, ama hiçbir zaman
yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek; “Demek adliyeyi
ıslah etmek, rejime göre düzenlemek lazım.” Diyecek. Onu hapse atacaklar.
Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise
telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için salıverilmesine
çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki,” ben inanç ve kanaatimin
gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız
olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de
benim görevimdir.” İşte benim anladığım Türk Genci ve Türk Gençliği!” (Mustafa
Kemal Atatürk)
- BİLİNÇ ÜBİLİNÇ ÜNİVERSİTESİ’NİN KURULUŞ AMACI, HEDEFLERİ VE İŞLEVİ
-
Bursa Nutku’nun yılmaz takipçisi, Atatürk
ilkeleri, Türk İnkılâbı, fazilet anlamında Cumhuriyet, yasalara saygı, adalet
ahlâkı ve demokrasiye olan sarsılmaz bir inançla Galip Baran; Yirmi yıl
aralıksız süren bir mücadele verdi. Esas amaç, manâ ve muhteva bazında “İnsan
hakları, adalet, demokrasi ve hukuk” mücadelesinin doruğunda: “Cumhuriyet’in
ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek seciyeli muhafızlarını, diğer bir
deyişle “yurdu ve milleti özünden çok seven” nesilleri yetiştirmek üzere Muğla
ili, Bodrum ilçesi Turgutreis beldesinde Bilinç Üniversitesini kurdu.
-
Şu an için bu Üniversite, yerel eylem
projeleri ile entegre olarak İnternet ortamında hizmet vermekte, dünyanın her
tarafında okunmakta ve her gün binlerce insan (okuyucu ve meraklı) tarafından
ziyaret edilmektedir. Ayrıca, Üniversite Rektörü Galip Baran, teori üreten
gönüllü Öğretim Üyeleri ve Üniversite eylemcilerine yönelik günlük e.Mail
trafiği 100 binleri bulmaktadır. Dolayısıyla dijital ortamda faaliyet gösteren
sanal bir kurum gibi algılansa da, fiiliyatta Bilinç Üniversitesi, Türkiye ve
dünyanın yüzlerce üniversitesinden daha aktif, sıkça ulusal-bölgesel basında
yer alacak, süreci etkileyecek ve hatta gündem belirleyecek kadar popüler,
geniş katılımlı, belirleyici, etkin, dinamik bir yapıya sahiptir.
-
Özellikle, “Bilgi Çağı’nın çöküşü” söylemiyle
başta Türkiye olmak üzere BM, AB dâhil pek çok uluslar arası kurum-kuruluş,
bilim akademisi, evrensel lobi, konjonktürel araştırma teşekkülü nezdinde tez,
antitez ve iddiaları ciddiyetle konuşulan Galip Baran ve Bilinç
Üniversitesi’ne, oldum olası Türkiye hükümetleri kulak tıkamakta, göz ardı
etmekte ve görmezlikten gelmektedir. Bunun olası nedeni GB’ın eylemci ekibi ve
Bilinç Üniversitesinin ısrarla takip ettiği yol ve ele aldığı konulardır.
-
Bu konular kısa ve öz olarak:
-
Aşırı tüketim, gereksiz masraf, kişisel ve
kurumsal israfın önlenmesi;
-
Vergi adaletinin hakkıyla ve layıkıyla
sağlanması, ekonominin kontrol edilmesi, kayıt-takip altına alınması ve
kesinlikle vergi kaçırmanın önüne geçilmesi;
-
Ekolojik denge, çevre, en değerli unsur olan
insan ve insana taalluk eden bütün bitki, su, hava ve hayvan varlığının özenle
korunması, doğal, siyasal, sosyal ve kültürel kirlenmenin tam bir dikkat ve
disiplinle önlenmesi; Milli servete asla zarar verilmemesi;
-
Trafik kurallarına mutlaka uyulması,
uymayanların nezaketle uyarılması, olmazsa yasal yaptırım uygulanması ve
sonuçta insan’a içtenlikle saygı duyulması;
-
İnsanlık dışı varlılara münhasır bir alçaklık
olan rüşvetin verilmemesi ve alınmaması;
-
Bütün insanlığın leh ve yararına imar yasasına
uyulması, her ne surette olursa olsun
-
İmar yasasına aykırı işler yapılmaması,
yapanların şiddetle men ve takibi;
-
İş barışı ve iş ahlakının korunması, çalışanın
hakkının mutlaka adaletle verilmesi;
-
Maaş ve ücrette hakkaniyet ve hukukun hâkim
kılınması, eşit işe eşit ücret verilmesi;
-
Toplumun beden ve ruh sağlığının korunması ve
aykırı alışkanlıklar edinilmemesi;
-
VE;
-
“Her şeyi devletten bekleme alışkanlığı”nın
terk edilmesi.
-
İşte O’nun toplumdan ve devletten istedikleri
bunlar. Aslında aynı şeyler hepimizin istek ve beklentisi, ihtiyaç ve
sıkıntısı değil mi? Demek ki bu hepimizin işi!
-
BAK (Lütfen) : http://www.bilinc-universitesi.blogspot.com
- Bilinç Üniversitesi Rektör Yardımcısı ve Bilinç
Akademisi Başkanı
- DEVLET, ADALET, HUKUK VE CEMAATLER…
-
Günümüz toplumunda, (yıkılış dönemleri hariç)
binlerce yıllık tarihimizde eşine ender rastlanan vahim bir onursuzluk,
sorumsuzluk ve buna paralel salt bencillik, yani, hırs-ihtiras ve çılgınlık
derecesinde, kanun-kural tanımaz bir ‘öz çıkar’ yoğunlaşması (sosyal
şizofreni) gözlenmektedir. Hatta bu uğurda toplumsal ilkeler,
sosyolojik-psikolojik ilmi disiplinler, milli ve manevi değerler hiçe
sayılmakta, halkı birbirine kenetleyen temel stabilizatörler, devletin ve
demokrasinin çimentosu niteliğindeki asgari müşterekler tahrip ve tahrif
edilmektedir.
-
Örneğin: 29 Mart 2009 tarihinde yapılması yasa
ve Anayasa emri olan Yerel seçimler konusunda, önce Yüksek Seçim Kurulu
tarafından ilân edilen ‘seçmen sayıları’ ile bir şaibe bulaşmış (Seçmen
sayıları: 2002=41.300.000, 2007=42.500.000, 2008=48.300.000., Buna göre:
Seçmen sayısı 5 yılda 1.2 milyon artarken, 1 yılda nasıl olup da 6 milyon
artmıştır?), sonra yüksek yargı arasında vaki çelişkili karar ve açıklamalar
kaygı yaratmış ve nihayet, 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu ile 2839 ve 2972
Sayılı temel Kanunlara fiilen muhalefet anlamına gelen, adayları re’sen
belirleme biçimindeki ‘hak, hukuk ve ahlak dışılık’ gölgesi düşmüştür.
Açıkçası: Henüz resmi seçim takvimi işlemeye başlamadan, önseçim veya delege
yoklaması yapılmadan belediye başkanı, belediye meclisi ve il genel meclisi
adaylarının büyük çoğunluğunun belli olması, ilan ve kamuoyuna deklaresi utanç
verici bir gelişmedir.
- Daha doğru bir anlatımla bu: Anayasa ve yasalar gereği halkı idare etmekle
memur ve mükellef kişileri belirlemekle yükümlü, ‘demokrasinin vazgeçilmez
unsuru siyaset (politika) kurumlarının’ iyice yozlaştığı, çürüdüğü ve tabana
vurduğunun göstergesidir.
-
Buna rağmen gidişatı ‘aynı istikamette
yoğunlaştırmaya ve pekiştirmeye çalışan’ bazı art niyetli kesimler, milli
hassasiyetleri izole etmeye yönelik, fakat, aynı şikayet konularını baz alan
tahrip ve tahkir amaçlı tartışmalar yapmaktadırlar.
-
Bunlardan biri ve en
belirgin olanı da, başarısız yönetimleri tahrik, kafaları bulandırma ve
mesnetsiz, dayanaksız suçlamalarla saman altından su yürütmedir. Esas
itibarıyla, genel gidişattan çok memnun olan bu kesimler, yaşanan kaos ve
kargaşadan yararlanma peşindedir.
- MESELA “DEVLET-CEMAAT” İLİŞKİSİ:
-
Yukarda değinildiği üzere, Türk toplumunda son
zamanlarda yaşanan belirgin değişim ve dönüşüm, bazı art niyetli, dış
bağlantılı, gerici, fanatik, yobaz, bağnaz kişi ve kesimlerce “devlet-cemaat
ilişkisiyle” açıklanmakta, konuyla ilgili olarak da bazı iddialar, görüş,
düşünce ve yorumlar ileri sürülmektedir. Bu nedenle konuyu, umur-u devlet
kavramı, medeni siyaset geleneği ve konjonktürel bağlamda incelemek
gerekmiştir. Buna göre:
-
Kendilerini konuyla ilgili gösteren bazı
uzmanlar (!) ile; (AB-D yanlısı ve Soros güdümlü) Boğaziçi Üniversitesi ve
Açık Toplum Enstitüsü tarafından hazırlanan “Türkiye’de Farklı Olmak” konulu
raporda yer alan görüşler (21 Aralık 2008 Cumhuriyet) ve Bahçeşehir
Üniversitesi Uluslar arası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof Dr. Hasan Köni
tarafından:
-
“AKP’nin ikinci dönem kalacağını gördüğümüzde,
iktidar kültürünün topluma yansıyacağını da tahmin ediyorduk. Bu araştırmanın
verileri bilinen gerçeklerdi. Türkiye’de laikler, kadınlar, gençler; kısacası
farklı olan herkes üzerinde giderek artan bir baskı var” denilirken; Marmara
Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nilüfer Narlı da:
-
“Anadolu kentlerinde bağnaz muhafazakârlaşma
ekseninde bir değişim yaşanıyor. Bu değişimde en önemli noktalardan birincisi
kadınların ötekileşmeden daha fazla olumsuz etkilenmesidir. İkincisi, bağnaz
bir muhafazakârlığın katı konvansiyonel ahlak ilkelerine sıkı sıkıya bağladığı
insanların yalnızca diğer insanları yargılamakla kalmadığı, aynı zamanda
onların yaşam tarzına müdahale ettiği de ortaya çıkmıştır. Gülen ve benzer
cemaat yapılarının, toplum tarafından sempati görmesinin temel nedeni,
devletin özellikle eğitim ve sosyal dayanışma alanında çökmesidir” demekte.
-
Sosyoloji Derneği Bşk. Prof. Dr. B.Gökçe ise:
-
“Muhafazakârlaşma yalnız Anadolu’da değil,
büyük şehirler dâhil olmak üzere Türkiye’nin her yerinde artarak bir baskı
unsuru haline dönüştü. Toplumdaki kişi ve grupların, kendilerini yöneten
siyasi erk ile egemen güçlerin farkında olmadan etkisi altına girdi. Bu durum
Türkiye’nin sosyal yapısındaki değişimle bağlantılı bir olgudur.”
- Yukarda özetlenen devlet ve cemaat ilişkileri ile ilgili görüşler konumuz
dışında olmakla birlikte, bahse konu cemaatten kasıt insani ve İslâmi
cemaatler değil; Bilakis kendi öz çıkarları uğruna bütün ekonomik, sosyal,
bilimsel, kültürel ve dinsel değerleri pervasızca kullanmaktan kaçınmayacak
kadar değersiz sapkınlardır.
- İNSAN’A ODAKLI OLMAK GEREK!
-
Dolayısıyla ‘insanlık, adalet ve hukuk dışı
gasp, edinim ve tasarruflar’ bilumum fail ve fiilleriyle Cumhuriyet Savcıları,
Yargıç ve Mahkemelerin işidir. Yargı, Yasama ve Yürütme bunun için vardır. her
şeye rağmen insanlık düşmanlığı, zulüm ve hukuk dışılık sürüyorsa, bunun
bedelinin ne kadar ağır olduğu da bilinmeli ve gereken tedbir ivedilikle
alınmalıdır.
-
Biz konuyu “insan” bağlamında ele almak,
incelemek, irdelemek ve değerlendirmek durumundayız. Bu noktadan hareketle:
Sözde uzmanların görüş açıklarken temas ettikleri, ‘devletle ilgili’
düşüncelerin temeline inmek ve değerlendirmek gerekir diye düşünürüz.
-
Buna göre: Yönetimin yerini cemaatlerin
aldığını söyleyebilmek için; devletin en azından şimdi, veya bir zamanlar
haklı, adil-doğru ve dürüstler adına hâkim ve hükümran, demokratik disiplin
unsuru, adalet ahlâkı çerçevesinde hukuka, insan haklarına sahip-saygılı,
eşitlikten yana “var” olduğunu kabul etmek gerekmez mi? 10 Kasım 1938’den
sonra, (1950-60 hariç) devlet var mıydı ki? Eğer devlet adalet ahlâkı ve hukuk
hâkimiyeti ise, bu anlamda oldu mu hiç? Olmayan bir şeyin yerini ne alabilir?
- BİR AÇILIM VE DEMOKRASİ DERSANESİ
-
Başta Galip Baran olmak üzere; İnsanı, insani
(insanlık dışı, yasa karşıtı) davranışları ve bunların nedenlerini
araştırdığımız, 20 yıldır devam eden, demokrasi dershanesi odaklı “okul dışı
eğitim” çalışmalarımızda gördük ki, devletin hizmet etmesi beklenen
kalabalıkların varlığı ve devlete muhatap bu kalabalıkların davranışları başlı
başına bir sorun. Devletin var olabilmesi için kalabalıkların üstlerine düşeni
yapmaları vergi vermeleri, yasalara uymaları ve var olan devlet’in de, ne
pahasına olursa olsun bunu temin etmesi gerekirken, yönetimlerin yasayı,
yönetilenlerinse ana kural ve kaideleri boş vermesi. Buna paralel sosyal
gevşeme ve toplumsal yumuşama.. Adalet ve Hukukun yerini, kaynağı adalet ve
hukuk olmayan keyfi yasa kavramının alışı ve yığınların bunlara da uymayışı.
Kalabalıklar bunu yapmıyorlar ise ki yukarıda sözü edilen çalışmalarda
“vatandaşlık görevlerini” yapmadıklarını gördük ve bu sorumluluklarını nasıl
yerine getirecekleri konusunda onlara örnek olmak için yıllarca çalıştık.
Projeler hazırladık uyguladık. Kalabalıklar anlamadılar. Yönetimler de
anlamadı. Durumu olmayan devletin kurumlarına sunduk. Onlar da anlayamadılar.
Haklıydılar kalabalıklar (toplum) anlamayınca kalabalıkların seçtikleri nasıl
anlayabilirlerdi ki? Anlamamaları bir tarafa, şaka gelecek ama zaman zaman
gözaltına da aldılar bizi, o çalışmaları yaparken…
- Sonuç olarak demek istediğimiz şu ki: “Kanun, adalet, vergi ve denetim
yok’sa, devlet de yok demektir”. Cemaat olsa ne yazar?
-
Neden uyruk değil de, kalabalık dedik, açık
değil mi?
-
Açık değilse, “toplumsal ve yasal sorumluluk
nedir?” bir araştırın ve daha ayrıntılı bilgi için: http://bilinc-universitesi.blogspot.com’u
ziyaret edin lütfen!
-
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
28 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
CUMHURİYET, BURSA NUTKU VE GALİP BARAN BİLİNÇ
ÜNİVERSİTESİ
|
-
-
Devletin çözemediği sorunları çözmeğe girişen
“Ey ahali duyduk duymadık demeyin, Galip Dede devletin yapamadığını yapmağa
soyundu.” (10.05.1998-Milliyet, M.Hayırlıoğlu) 76 yaşındaki “Halk filozofu,
ilim, aksiyon ve eylem adamı, yurttaşlara örnek bilinç üstadı, Milli Kahraman”
Türk genci Galip Baran, yıllar önce başlattığı, “trafik terörüne son verme ve
demokrasiyi tabana yayma projesi’nin uygulamasında, Trafik Yasası’nı ihlal
yoluyla yolsuzluk yapan bazı rütbeli-rütbesiz polisleri, askerleri, avukat ve
hâkimleri uyarıyor.
-
Türk polisi, Galip Baran’ı sözü edilen projeyi
uygularken gözaltına alıyor. “Kırmızı Işık Eylemcisi Gözaltında” (22.04.1989,
Milliyet) Ancak, Türk inkılâplarının sahipliğine ve cumhuriyetin ilmen, fennen
ve bedenen kuvvetli, yüksek seciyeli muhafızlığına (bekçiliğine) soyunan
Baran, “bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır” demiyor. Polisin ve
jandarmanın henüz cumhuriyetin polisi ve jandarması olamadığını düşünüyor. Ne
Cumhurbaşkanı’na, ne Başbakan’a, ne Adalet ve ne de İçişleri Bakanına
telgraflar çekip, mektuplar yazarak affı için yalvarmıyor, “ben inanç ve
kanaatimin gereğini yapıyorum, eylemimde haklıyım, eğer bana haksızlık
yapılmışsa bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim
görevimdir” diyor. Demokrasilerde devletin etkinleştirilmesini sağlama,
kurumları disiplin ve toplumsal denetim altına alma çalışmalarını sürdürüyor.
-
Bu mücadele sürecinde kendisini (Rektör'ü
olduğu) Bilinç Üniversitesi Baş amelesi olarak tanımlayan Galip Baran;
Atatürk’ün, Bursa Nutku’nda sözünü ettiği, “Cesaretimizi pekiştiren ve
sürdüren sizlersiniz. Ey yükselen nesil! İstikbal sizsiniz. Cumhuriyeti biz
kurduk, onu yükseltecek ve yaşatacak sizsiniz” diyerek görevlendirdiği Türk
Gençleri’nden (büyüklerinden) birisidir… Katıldığı HABİTAT-II zirvesinde,
kendisinden, “Tek Kişilik Ordu” olarak da söz ettiren (Milliyet, 13.06.1996)
Galip Dede, Türkiye (ve dünyanın) tek “yasa bağımlısı”dır. Yasa kavramıyla bu
denli içli-dışlı ve özdeşleşmiş oluşunu dikkate aldığımızda, Galip Dede’yi
“Bay Yasa” olarak tanımlamamız; O’nu önemseyip izlememiz, örnek almamız ve
“Bilinç Üniversitesi” ne sahip çıkarak, açtığı yoldan yürümemiz gerekir diye
düşünüyorum… Önce, Atatürk’ün Bursa Nutku’na ilişkin kısa bir hatırlatma: 1975 yılında ilk kez yazılı bir metin olarak, Cafer Tanrıverdi tarafından
açıklanıp dağıtılmasından sonra; Kayseri 2. Ağır Ceza Mahkemesince yapılan
duruşmada dönemin Türk Tarik Kurumu Başkanı Enver Ziya Karal ile Öğretim Üyesi
Sami N. Özerdem’in katkılarıyla, Atatürk’e ait olduğu kesinleşen nutkun,
mahkemece onaylanan orijinal metni aşağıdadır. Ayrıca 1935 yayını bir dergide
de vardır. İrticai bir ayaklanma sonrası, Bursa’ya giden Atatürk tarafından
söylenen bu nutuk’un bir bölüm de, Celal Bayar tarafından meclis kürsüsünden
okunmuştur. Önceleri siyasi iktidarlarda tedirginlik yaratan ve yasak olan
Bursa Nutku, mahkeme kararından sonra, serbestçe okunur, söylenir ve dağıtılır
hale gelmiştir.
- BURSA NUTKU:
-
“Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin
sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine ve doğruluğuna herkesten çok
inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz
düşürecek en küçük, ya da büyük bir kıpırtı veya bir davranış duydu mu, “bu
ülkenin polisi vardır, jandarması vardır” demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve
silahla; nesi varsa onunla kendi eserini koruyacaktır. Polis gelecek, asıl
suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, “Polis henüz inkılâp
ve cumhuriyetin polisi değildir” diye düşünecek, ama hiçbir zaman
yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek; “Demek adliyeyi
ıslah etmek, rejime göre düzenlemek lazım.” Diyecek. Onu hapse atacaklar.
Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise
telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için salıverilmesine
çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki,” ben inanç ve kanaatimin
gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız
olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de
benim görevimdir.” İşte benim anladığım Türk Genci ve Türk Gençliği!” (Mustafa
Kemal Atatürk)
- BİLİNÇ ÜBİLİNÇ ÜNİVERSİTESİ’NİN KURULUŞ AMACI, HEDEFLERİ VE İŞLEVİ
-
Bursa Nutku’nun yılmaz takipçisi, Atatürk
ilkeleri, Türk İnkılâbı, fazilet anlamında Cumhuriyet, yasalara saygı, adalet
ahlâkı ve demokrasiye olan sarsılmaz bir inançla Galip Baran; Yirmi yıl
aralıksız süren bir mücadele verdi. Esas amaç, manâ ve muhteva bazında “İnsan
hakları, adalet, demokrasi ve hukuk” mücadelesinin doruğunda: “Cumhuriyet’in
ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek seciyeli muhafızlarını, diğer bir
deyişle “yurdu ve milleti özünden çok seven” nesilleri yetiştirmek üzere Muğla
ili, Bodrum ilçesi Turgutreis beldesinde Bilinç Üniversitesini kurdu.
-
Şu an için bu Üniversite, yerel eylem
projeleri ile entegre olarak İnternet ortamında hizmet vermekte, dünyanın her
tarafında okunmakta ve her gün binlerce insan (okuyucu ve meraklı) tarafından
ziyaret edilmektedir. Ayrıca, Üniversite Rektörü Galip Baran, teori üreten
gönüllü Öğretim Üyeleri ve Üniversite eylemcilerine yönelik günlük e.Mail
trafiği 100 binleri bulmaktadır. Dolayısıyla dijital ortamda faaliyet gösteren
sanal bir kurum gibi algılansa da, fiiliyatta Bilinç Üniversitesi, Türkiye ve
dünyanın yüzlerce üniversitesinden daha aktif, sıkça ulusal-bölgesel basında
yer alacak, süreci etkileyecek ve hatta gündem belirleyecek kadar popüler,
geniş katılımlı, belirleyici, etkin, dinamik bir yapıya sahiptir.
-
Özellikle, “Bilgi Çağı’nın çöküşü” söylemiyle
başta Türkiye olmak üzere BM, AB dâhil pek çok uluslar arası kurum-kuruluş,
bilim akademisi, evrensel lobi, konjonktürel araştırma teşekkülü nezdinde tez,
antitez ve iddiaları ciddiyetle konuşulan Galip Baran ve Bilinç
Üniversitesi’ne, oldum olası Türkiye hükümetleri kulak tıkamakta, göz ardı
etmekte ve görmezlikten gelmektedir. Bunun olası nedeni GB’ın eylemci ekibi ve
Bilinç Üniversitesinin ısrarla takip ettiği yol ve ele aldığı konulardır.
-
Bu konular kısa ve öz olarak:
-
Aşırı tüketim, gereksiz masraf, kişisel ve
kurumsal israfın önlenmesi;
-
Vergi adaletinin hakkıyla ve layıkıyla
sağlanması, ekonominin kontrol edilmesi, kayıt-takip altına alınması ve
kesinlikle vergi kaçırmanın önüne geçilmesi;
-
Ekolojik denge, çevre, en değerli unsur olan
insan ve insana taalluk eden bütün bitki, su, hava ve hayvan varlığının özenle
korunması, doğal, siyasal, sosyal ve kültürel kirlenmenin tam bir dikkat ve
disiplinle önlenmesi; Milli servete asla zarar verilmemesi;
-
Trafik kurallarına mutlaka uyulması,
uymayanların nezaketle uyarılması, olmazsa yasal yaptırım uygulanması ve
sonuçta insan’a içtenlikle saygı duyulması;
-
İnsanlık dışı varlılara münhasır bir alçaklık
olan rüşvetin verilmemesi ve alınmaması;
-
Bütün insanlığın leh ve yararına imar yasasına
uyulması, her ne surette olursa olsun
-
İmar yasasına aykırı işler yapılmaması,
yapanların şiddetle men ve takibi;
-
İş barışı ve iş ahlakının korunması, çalışanın
hakkının mutlaka adaletle verilmesi;
-
Maaş ve ücrette hakkaniyet ve hukukun hâkim
kılınması, eşit işe eşit ücret verilmesi;
-
Toplumun beden ve ruh sağlığının korunması ve
aykırı alışkanlıklar edinilmemesi;
-
VE;
-
“Her şeyi devletten bekleme alışkanlığı”nın
terk edilmesi.
-
İşte O’nun toplumdan ve devletten istedikleri
bunlar. Aslında aynı şeyler hepimizin istek ve beklentisi, ihtiyaç ve
sıkıntısı değil mi? Demek ki bu hepimizin işi!
-
BAK (Lütfen) : http://www.bilinc-universitesi.blogspot.com
- Bilinç Üniversitesi Rektör Yardımcısı ve Bilinç
Akademisi Başkanı
- DEVLET, ADALET, HUKUK VE CEMAATLER…
-
Günümüz toplumunda, (yıkılış dönemleri hariç)
binlerce yıllık tarihimizde eşine ender rastlanan vahim bir onursuzluk,
sorumsuzluk ve buna paralel salt bencillik, yani, hırs-ihtiras ve çılgınlık
derecesinde, kanun-kural tanımaz bir ‘öz çıkar’ yoğunlaşması (sosyal
şizofreni) gözlenmektedir. Hatta bu uğurda toplumsal ilkeler,
sosyolojik-psikolojik ilmi disiplinler, milli ve manevi değerler hiçe
sayılmakta, halkı birbirine kenetleyen temel stabilizatörler, devletin ve
demokrasinin çimentosu niteliğindeki asgari müşterekler tahrip ve tahrif
edilmektedir.
-
Örneğin: 29 Mart 2009 tarihinde yapılması yasa
ve Anayasa emri olan Yerel seçimler konusunda, önce Yüksek Seçim Kurulu
tarafından ilân edilen ‘seçmen sayıları’ ile bir şaibe bulaşmış (Seçmen
sayıları: 2002=41.300.000, 2007=42.500.000, 2008=48.300.000., Buna göre:
Seçmen sayısı 5 yılda 1.2 milyon artarken, 1 yılda nasıl olup da 6 milyon
artmıştır?), sonra yüksek yargı arasında vaki çelişkili karar ve açıklamalar
kaygı yaratmış ve nihayet, 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu ile 2839 ve 2972
Sayılı temel Kanunlara fiilen muhalefet anlamına gelen, adayları re’sen
belirleme biçimindeki ‘hak, hukuk ve ahlak dışılık’ gölgesi düşmüştür.
Açıkçası: Henüz resmi seçim takvimi işlemeye başlamadan, önseçim veya delege
yoklaması yapılmadan belediye başkanı, belediye meclisi ve il genel meclisi
adaylarının büyük çoğunluğunun belli olması, ilan ve kamuoyuna deklaresi utanç
verici bir gelişmedir.
- Daha doğru bir anlatımla bu: Anayasa ve yasalar gereği halkı idare etmekle
memur ve mükellef kişileri belirlemekle yükümlü, ‘demokrasinin vazgeçilmez
unsuru siyaset (politika) kurumlarının’ iyice yozlaştığı, çürüdüğü ve tabana
vurduğunun göstergesidir.
-
Buna rağmen gidişatı ‘aynı istikamette
yoğunlaştırmaya ve pekiştirmeye çalışan’ bazı art niyetli kesimler, milli
hassasiyetleri izole etmeye yönelik, fakat, aynı şikayet konularını baz alan
tahrip ve tahkir amaçlı tartışmalar yapmaktadırlar.
-
Bunlardan biri ve en
belirgin olanı da, başarısız yönetimleri tahrik, kafaları bulandırma ve
mesnetsiz, dayanaksız suçlamalarla saman altından su yürütmedir. Esas
itibarıyla, genel gidişattan çok memnun olan bu kesimler, yaşanan kaos ve
kargaşadan yararlanma peşindedir.
- MESELA “DEVLET-CEMAAT” İLİŞKİSİ:
-
Yukarda değinildiği üzere, Türk toplumunda son
zamanlarda yaşanan belirgin değişim ve dönüşüm, bazı art niyetli, dış
bağlantılı, gerici, fanatik, yobaz, bağnaz kişi ve kesimlerce “devlet-cemaat
ilişkisiyle” açıklanmakta, konuyla ilgili olarak da bazı iddialar, görüş,
düşünce ve yorumlar ileri sürülmektedir. Bu nedenle konuyu, umur-u devlet
kavramı, medeni siyaset geleneği ve konjonktürel bağlamda incelemek
gerekmiştir. Buna göre:
-
Kendilerini konuyla ilgili gösteren bazı
uzmanlar (!) ile; (AB-D yanlısı ve Soros güdümlü) Boğaziçi Üniversitesi ve
Açık Toplum Enstitüsü tarafından hazırlanan “Türkiye’de Farklı Olmak” konulu
raporda yer alan görüşler (21 Aralık 2008 Cumhuriyet) ve Bahçeşehir
Üniversitesi Uluslar arası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof Dr. Hasan Köni
tarafından:
-
“AKP’nin ikinci dönem kalacağını gördüğümüzde,
iktidar kültürünün topluma yansıyacağını da tahmin ediyorduk. Bu araştırmanın
verileri bilinen gerçeklerdi. Türkiye’de laikler, kadınlar, gençler; kısacası
farklı olan herkes üzerinde giderek artan bir baskı var” denilirken; Marmara
Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nilüfer Narlı da:
-
“Anadolu kentlerinde bağnaz muhafazakârlaşma
ekseninde bir değişim yaşanıyor. Bu değişimde en önemli noktalardan birincisi
kadınların ötekileşmeden daha fazla olumsuz etkilenmesidir. İkincisi, bağnaz
bir muhafazakârlığın katı konvansiyonel ahlak ilkelerine sıkı sıkıya bağladığı
insanların yalnızca diğer insanları yargılamakla kalmadığı, aynı zamanda
onların yaşam tarzına müdahale ettiği de ortaya çıkmıştır. Gülen ve benzer
cemaat yapılarının, toplum tarafından sempati görmesinin temel nedeni,
devletin özellikle eğitim ve sosyal dayanışma alanında çökmesidir” demekte.
-
Sosyoloji Derneği Bşk. Prof. Dr. B.Gökçe ise:
-
“Muhafazakârlaşma yalnız Anadolu’da değil,
büyük şehirler dâhil olmak üzere Türkiye’nin her yerinde artarak bir baskı
unsuru haline dönüştü. Toplumdaki kişi ve grupların, kendilerini yöneten
siyasi erk ile egemen güçlerin farkında olmadan etkisi altına girdi. Bu durum
Türkiye’nin sosyal yapısındaki değişimle bağlantılı bir olgudur.”
- Yukarda özetlenen devlet ve cemaat ilişkileri ile ilgili görüşler konumuz
dışında olmakla birlikte, bahse konu cemaatten kasıt insani ve İslâmi
cemaatler değil; Bilakis kendi öz çıkarları uğruna bütün ekonomik, sosyal,
bilimsel, kültürel ve dinsel değerleri pervasızca kullanmaktan kaçınmayacak
kadar değersiz sapkınlardır.
- İNSAN’A ODAKLI OLMAK GEREK!
-
Dolayısıyla ‘insanlık, adalet ve hukuk dışı
gasp, edinim ve tasarruflar’ bilumum fail ve fiilleriyle Cumhuriyet Savcıları,
Yargıç ve Mahkemelerin işidir. Yargı, Yasama ve Yürütme bunun için vardır. her
şeye rağmen insanlık düşmanlığı, zulüm ve hukuk dışılık sürüyorsa, bunun
bedelinin ne kadar ağır olduğu da bilinmeli ve gereken tedbir ivedilikle
alınmalıdır.
-
Biz konuyu “insan” bağlamında ele almak,
incelemek, irdelemek ve değerlendirmek durumundayız. Bu noktadan hareketle:
Sözde uzmanların görüş açıklarken temas ettikleri, ‘devletle ilgili’
düşüncelerin temeline inmek ve değerlendirmek gerekir diye düşünürüz.
-
Buna göre: Yönetimin yerini cemaatlerin
aldığını söyleyebilmek için; devletin en azından şimdi, veya bir zamanlar
haklı, adil-doğru ve dürüstler adına hâkim ve hükümran, demokratik disiplin
unsuru, adalet ahlâkı çerçevesinde hukuka, insan haklarına sahip-saygılı,
eşitlikten yana “var” olduğunu kabul etmek gerekmez mi? 10 Kasım 1938’den
sonra, (1950-60 hariç) devlet var mıydı ki? Eğer devlet adalet ahlâkı ve hukuk
hâkimiyeti ise, bu anlamda oldu mu hiç? Olmayan bir şeyin yerini ne alabilir?
- BİR AÇILIM VE DEMOKRASİ DERSANESİ
-
Başta Galip Baran olmak üzere; İnsanı, insani
(insanlık dışı, yasa karşıtı) davranışları ve bunların nedenlerini
araştırdığımız, 20 yıldır devam eden, demokrasi dershanesi odaklı “okul dışı
eğitim” çalışmalarımızda gördük ki, devletin hizmet etmesi beklenen
kalabalıkların varlığı ve devlete muhatap bu kalabalıkların davranışları başlı
başına bir sorun. Devletin var olabilmesi için kalabalıkların üstlerine düşeni
yapmaları vergi vermeleri, yasalara uymaları ve var olan devlet’in de, ne
pahasına olursa olsun bunu temin etmesi gerekirken, yönetimlerin yasayı,
yönetilenlerinse ana kural ve kaideleri boş vermesi. Buna paralel sosyal
gevşeme ve toplumsal yumuşama.. Adalet ve Hukukun yerini, kaynağı adalet ve
hukuk olmayan keyfi yasa kavramının alışı ve yığınların bunlara da uymayışı.
Kalabalıklar bunu yapmıyorlar ise ki yukarıda sözü edilen çalışmalarda
“vatandaşlık görevlerini” yapmadıklarını gördük ve bu sorumluluklarını nasıl
yerine getirecekleri konusunda onlara örnek olmak için yıllarca çalıştık.
Projeler hazırladık uyguladık. Kalabalıklar anlamadılar. Yönetimler de
anlamadı. Durumu olmayan devletin kurumlarına sunduk. Onlar da anlayamadılar.
Haklıydılar kalabalıklar (toplum) anlamayınca kalabalıkların seçtikleri nasıl
anlayabilirlerdi ki? Anlamamaları bir tarafa, şaka gelecek ama zaman zaman
gözaltına da aldılar bizi, o çalışmaları yaparken…
- Sonuç olarak demek istediğimiz şu ki: “Kanun, adalet, vergi ve denetim
yok’sa, devlet de yok demektir”. Cemaat olsa ne yazar?
-
Neden uyruk değil de, kalabalık dedik, açık
değil mi?
-
Açık değilse, “toplumsal ve yasal sorumluluk
nedir?” bir araştırın ve daha ayrıntılı bilgi için: http://bilinc-universitesi.blogspot.com’u
ziyaret edin lütfen!
-
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
29 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
CUMHURİYET’İ
FAZİLET’E İBLAĞ |
-
-
Bu biraz “DAVOS’TA
SON TANGO!” nun devamı olacak. Zira 48 yıldır uygulanan
‘aykırı’ bir senaryo var ortada. Ne demiştik? Olaylar zincirlemedir, birbirini
kovalar ve tamamlar. Süreç AB’ye girme değil, her şeye rağmen apaçık bir
‘bağlanma’ oyunudur. Süreç içinde Davos’u bir halka olarak görmek gerek. Aksi
takdirde, zaman tuzağına düşülmez, sürede müsavat (eşitlik) ön görülür,
moderatör’e değil; Progrom ve soykırım suçlusu İsrail’e ders verilir,
diplomasi askıya alınır, başta M60 tank ihalesi olmak üzere iki ülke arasında
vaki bütün projeler büyüteç altına konulur ve 28 Şubat’tan itibaren yoğunlaşan
anlaşma ve ilişki trafiği dondurulurdu.
-
Aradan geçen zamana rağmen hiç birisi oldu mu?
Maalesef olmadı!..
-
En azından, yaşasaydı Atatürk, demokrasi
Şehitleri Menderes ve Zorlu olsa böyle yapardı. Çünkü onlar, hayatlarını seçim
kazanılması, bir süre daha vekil kalınması gibi bencil ihtiraslara değil, ebed-müddet
Türkiye, fazilet anlamında Cumhuriyet, hak-adalet ve hâkim-hükümran bir hukuk
idealine adamışlardı. Olması gereken bu idi. Ama öyle olamadı!..
-
Peki, neden ve niçin? Çünkü son 48 yılda
anlayışlar ve kavrayışlar ‘strateji’ değişti.
-
Türkiye Cumhuriyeti kuruluş amacından
saptırıldı. Atatürk ilke ve inkılâpları tarihe gömülerek hafızalardan silindi.
Nevi-i şahsına münhasır (kendine özgü) olması gereken TC’ nin yönü (DYP’nin
ihtiyar atı gibi) tefessüh etmiş batıya çevrildi!.. Bu bağlamda Cumhuriyet ’in
temel ilke ve maddi-manevi değerleri, başta demokrasi olmak üzere adalet
ahlâkı ve hukukun mutlak gereği kuvvetler ayrılığı (yargı-yasama-yürütme)
özgürlük ve hükümranlık hakkı AB kriterleri ve çifte standart kurbanı edildi.
TC Mahkemeleri AİHM’nin altına düştü.
-
Yani Davos; yıllarca ezilen Türk milleti’nin
tükürükle bile boğabileceği Güney Kıbrıs Çetesi, tebaadan Yunanistan, tefessüh
etmiş AB ve düne kadar Osmanlı’ya vergi veren ABD tarafından rencidesi,
istismarı ve alçakça sömürülmesi nedeniyle kısmi heyecan yaratmıştır.
Dolayısıyla bu çıkış Türk Milleti’nin hasret kaldığı bir duruş, meydan okuma,
vicdanen dışa vurma ve sinerjik ‘desarj’ biçiminde algılanmış olmakla; İç
politikada yararlanılan harika argüman ve yerel seçimlere tahvili planlanan
duygusallık.. ‘Acı gerçek’ budur. Aksi takdirde mesele bir seçim arifesinde iç
politikada bu denli abartılmazdı!.
-
Burada önce Başbakan, icra heyeti ve dönem
politik-ACI’larının mutlaka bilmesi ve hatırlaması gereken bir hakikat vardır.
Cumhuriyet tek başına bir hiçtir. Ancak ve sadece demokrasi ile birleştiği,
bütünleştiği takdirde bir anlam ifade eder. Yahut SSCB gibi zalimin adı,
soykırım, zulüm, insanlık dışı sulta, saltanat ve despotizmin maske söylemi
olarak kalır. Açık bir anlatımla Cumhuriyet; Atatürk’ün tanımladığı “fazilet”
bağlamında uygulanıp, adalet ve hukuk’la fiilen yaşam boyutuna geçirilmedikçe
büyük bir yalan, sahtecilik ve yolsuzluktan ibarettir. Örneğin siyasi
partilerin delege seçimi yapmak yerine ‘aday belirleme’ yöntemi gibi!
- Cumhuriyet’in olmazsa olmaz bileşenleri adalet ve hukuk ile taçlanmış
demokrasidir.
-
Derinlemesine inceleyince gördük ki, Atatürk
aslında batı tarzı (yozlaşmış ve çıkar kaygısıyla çürümüş) demokrasi ile
sağlandığı öne sürülen faydaların, Türk tipi (Türk İnkılâbı) Cumhuriyet ve
demokrasi (medeni siyaset) ile çok daha kolay elde edilebileceğini anlatmak
istemiş müteakip vecize ve nutuklarıyla bu gerçeği ‘sadıklar için’ açıkça
ortaya koymuştur...
-
“Bizim idare şeklimiz Kitaplarda adı konmuş,
tanımı verilmiş yönetimlerden hiç birine benzemez bir idaredir!. Milli
hakimiyet ve milli iradeyi gerçekleştiren biricik idare de budur!.. Bu
nitelikte bir yönetimdir!. İdare şeklimizi adlandırmamız gerekirse, halk
idaresi, veya halk hakimiyeti deriz!.. Demokrasi’ye değil, sosyalizm'e
benzemiyormuş!.. Efendiler!.. Biz benzememekle, benzetmemekle gurur duyarız!..
Çünkü biz bize benzeriz, efendiler!..”
-
“Bizim (sistemimiz) hâkimiyeti kayıtsız
şartsız milletin eline veren bir idaredir. . Gerçekten bugün dünya yüzünde
Millet hakimiyeti'ni bu kadar kesin sağlayıp, böyle açık belirten başka bir
idare yoktur!..Cumhuriyetin en asri, mantıki ve namuskâr tatbikini temin eden
hükümet şekli: Demokrasi’dir!.. (Mustafa Kemal ‘Atatürk’ 27.1.1923)
-
Şimdi
Davos’ta yaratılan kahraman’ı; Cumhuriyet’i fazilet’e iblâğa davet ediyoruz.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
30 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
DAVOS’TA SON TANGO! |
-
-
Ülkemizde 27 Mayıs’tan bu güne ısrarla
sürdürülen bir kirli oyun var.
-
Zaten o büyük kırılma, 11 Kasım 1938 şeametinden sonra gelen ikinci
karşıdevrim ve meş’um sapma Türkiye’yi çökertmek içindi.
-
Bu gün akredite medyanın adını utanmadan, ar,
hayâ etmeden, tam bir kast-ı mahsusla ‘Ergenekon’ koyduğu Ümraniye davasına
esas cürüm ve caniyane emellerin tahakkuk mebdei ve milâdı da aynı tarihe
rastlar. (İşte bu nedenledir ki, bahusus dava ve soruşturmanın 48 yıl geriye
kadar uzanmasını ve 27 Mayıs’ı da içine alan tam bir hesaplaşma ve yüzleşme
‘temiz eller operasyonu’ olmasını istemekteyiz.)
-
Demokrat Parti tarafından (Halk Partisinin
şiddetli muhalefetine rağmen) kanlı Kıbrıs olaylarını önlemek ve Milli davayı
koordine etmek için kurulan Genelkurmay Özel Harp Dairesi Başkanlığı ile
1960’a kadar bu dairenin iştigal ettiği yegâne kritik konu olan TMT’yi
suçlamak, büyük haksızlık, yalan ve iftiradır. Nitekim 27 Mayıs’ın önce kendi
Genelkurmay Başkanı’nı yediği ve Türk Ordusunda tarihinin (8.800’leri bulan
her derece ve düzeyde) en büyük tasfiyesini gerçekleştirdiği ve TSK’nın
Atatürkçü unsurlardan bütünüyle ayıklandığı da asla unutulmamalı..
Dolayısıyla, ‘Encümeni Daniş’ 12 Mart, 12 Eylül ve sürecin bekraund’u 28 Şubat
da bu bağlamda büyüteç altına konulmak, araştırılmak-soruşturulmak ve muhakeme
edilmek zorundadır. Aksi taktirde sadece ahtapotun bir kolu kesilmiş olacak,
menfur beyni ve hain gövdesi hükmünü sürdürmeye devam edecektir!..
-
Yani, milli birlik komitesi bu örgüt’ün
günümüze uzanan ilk temeli, İsmet İnönü’de bir numarası idi. (Araştır:
Encümeni Daniş) Sonra bunun yerini A. Atila Sözer tarafından isim ve eylem
bazında bütün ayrıntılarıyla açıklanan ‘karayılan’ örgütü (gladyo) aldı. Bu
kitap ilk baskısının yapıldığı dönemde yolsuzluklardan sorumlu Devlet Bakanı
Orhan Kilercioğlu’na verildi. Akabinde de tebahur etti, piyasadan kayboldu,
buharlaştı. (Bak: Karayılan Doktrini-devrimci güçler, A.Atila Sözer, Saycom-kırmızı
kurdele, http://www.gittigidiyor.com/)
- İsmet İnönü’nün Lozan’dan itibaren üstlenerek yürüttüğü gerçek misyonu da
Anayurt Gazetesi yazarı Hasan Hüseyin Memiş’in ‘Diken’ isimli kitabından
öğrenebilirsiniz. (Diken, Hükümet Sistemleri, Akasya Kitap, Mayıs-2007,
Ankara) Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu’nun AB sürecine ilişkin değerlendirmeleri ve
Yılmaz Dikbaş’ın bu süreçte oynanan oyunlara dair kitaplarına bir göz
atarsanız sanırım ‘oynanan oyun’ bütün boyutlarıyla ortaya çıkacaktır.MESELA!... 16 Şubat 1999 tarihinde terör ve tedhiş örgütü başı Abdullah
Öcalan’ın, Kenya`nın Başkenti Nairobi`de derdest edilerek Türkiye`ye
getirilmesini, 56. hükümet’in başı Bülent Ecevit’in ‘kahraman’ ilân edilişini
ve akabinde 18 Nisan 1999’da erken Genel Seçime gidilmiş olmasını nasıl
yorumlarsınız? Derken, hükümeti kurma görevinin 9. Cumhurbaşkanı Süleyman
Demirel tarafından DSP Genel Başkanı ‘milli kahraman’ Bülent Ecevit'e
verilmesi!Böylece, Bülent Ecevit, başbakanlıktan istifa ettiği 1979 yılından 20 yıl
sonra 5. kez Başbakanlık görevini üstlenmiş oldu. Ecevit, DSP, MHP ve ANAP ile
28 Mayıs 1999 günü (Mesut Yılmaz’ın ‘Milliyetçi Sol’ olarak tanımladığı) üçlü
(17.) koalisyon hükümetini kurdu. Bu arada, MHP 21 yıl sonra hükümete girdi.
22 yıl aradan sonra il kez bağımsız adaylar (!?) (millet) vekili seçildi.
Bunlar hep bir tesadüften mi ibaret acaba? yoksa sahnelenen oyunun bir parçası
mı? Gelelim günün Davos meselesine!..
-
3.02.2009 günü grup toplantıları ve genel
kurulda mesele çözüldü, suçlu moderatör!..
- Zaten farklı bir durum olsaydı, Gazze’de soykırım yapan İsrail
pilotlarının Konya’da (Bolu da telaffuz edilmekte?) eğitimine son verilir,
yılan hikâyesine dönen 2000 yılı ‘M60 tank modernizasyonu’ yolsuzluğunun
üstüne gidilir ve milletin kanını emen 37 temel sektör Yahudi şirketinin
lisansları askıya alınırdı!. Bunların hiçbirisi olmadı. Üstelik 200 nokta
atışı ile İsrail ateşkesi bozarak Hamas’ı suçladı. Ortada doğru dürüst bir
ateşkes de kalmadı.
-
Peki, sırada ne var? Cevap: 29 Mart 2009 Yerel
Seçimleri!...
-
Yani, AKP’nin parlatılması “milli kahraman” rolü!..
- (*)
Siyaset Bilimci, Hukukçu, Araştırmacı-Yazar, 7. ve 9. dönem DP Genel Başkan
Yardımcısı
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir
sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
31 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
DE’FACTO SULTA
|
-
- Neredeyse yarım asırdır
devletin düzeni bozuk.
-
Milletin
üstüne kâbus gibi çöken darbeler; eşitlik, hak, adalet ve hukuk
düşmanlığı de’facto (resmen olmasa da fiilen) hükmünü sürdürüyor.
-
Rejim,
haklı, doğru-dürüst, ilkeli, onurlu ve sorumlu yurttaştan yana değil;
Zengin, güçlü, paralı, onursuz, hırsız-yolsuz, milli servet ve
kaynakları sorumsuzca israf eden, peşkeş çeken saltanat ve sulta
unsurlarından yana.
-
Milli
tarih-Milli hafıza, manevi değerler ve doğal stabilizatölere (temel
toplumsal ilke ve denge unsurlarına) inadına bir direniş, başkaldırı,
güzel adet, örf, ahlâk ve geleneklere karşı red bilinci oluşturulmaya;
bunun yanı sıra “sorumluluk bilincinden arınmış, ilkesiz-onursuz ve
sorumsuz birey” yani, prototip insan yaratılmaya çalışılıyor.
-
Bu uğurda
yıllardır uygulanan psikolojik savaşla; Vatandaşın beynine,
bilinçaltına, onu ümitsizlik, başarısızlık, hayal kırıklığı, kâbus,
karamsarlık ve hüsrana sürükleyecek, hak yolunda-millet hizmetinde
mücadele gücü ve direncini yıkacak-kıracak olumsuz mesajlar ve
yönetimi denetleme iradesini ortadan kaldıracak sistematik telkinler
empoze ediliyor.
-
Öyle ki;
Halkın bilinçaltından toplumsal görgüler, örfler, adetler ve yasa
kavramının ifade ettiği algılar, yozlaştırılmaya, çürütülmeye,
anlamsızlaştırılmaya çalışılıyor. Bilincin bu özelliğinin keşfedilmesi
ve teknolojinin de ilerlemesiyle, Subluminal Teknik yani bilinçaltına
gizli mesaj gönderme yöntemiyle, samimi dindarlık ve özellikle saf
(arı-duru) Müslümanlığa karşı; Dinler arası diyalog ve ılımlı İslâm
gibi Watikan’ın menfur yöntemleri kullanılıyor.
-
Psikolojik
savaş sürecinde bu mesajları bilinçaltına gönderme, aktive etme,
çeşitli illegal yol ve yöntemlerle yapılmakta. Örneğin müzik, dizi,
sıradan program, normal ve çizgi film, açık oturum, münferit
hitap-sohbetlerle haber programlarının ses/görüntü altına insan
kulağının duyamayacağı ama bilinçaltımızın algılayabileceği düzeyde
‘çok hassas’ dalga boyunda mesajlar yerleştirmek suretiyle insanlar
üzerinde tahribat, akıl ve hafızalarda tahrifat yapıyorlar. Bazı
siyasi partiler bile 25. kare denilen bu yöntemi zaman zaman
kullanmaktan geri kalmıyor. Ekolojik denge, doğal doku ve bedensel
tehdide yönelik DNA, RNA bozucu tohum kodlaması, sanayi kirliği,
biyolojik savaş ve hormonal baskı da cabası.
-
Elli yılı
mücavir bu süreçte Depresif ve şizofrenik, paralize bir yapı oluştu.
İnsanların ruh beden imtizacı, vücut kimyası ve zihinlerini senkronize
edecek, dengeleyebilecek sosyal ilâç ve unsurlar bir bir yok edildi.
Buna paralel cinnet, cinayet, şiddet eğilimi ve gerilim arttı.
İnsanlarımız artık geleceğinden umutsuz, yaşama sevincini yitirmiş,
karamsar ve mutsuz.
-
İşte bu
nedenle, Cumhuriyet’in temel (Atatürk) ilkeleri, insan hakları ve
hukuka aykırı ayrıcalık, dokunulmazlık ve imtiyazlar ısrarla
korunuyor. 27 Mayıs’tan bu güne demokrasi, hak, adalet, eşitlik ve
hukuk kavramları muâllakta.. Seçimden siyasete, siyasetten başıboş
piyasa (!) ekonomisine kadar şaibe bulaşmadık yer kalmadı.
Cumhuriyet’in vazgeçilmezi ve temel ilkesi olan halk’a hizmet, art
arda yaşanan hezimetler (kaos, kriz, bunalım ve buhran), eza, cefa,
haksızlık, yolsuzluk ve aralarında ‘başbakan, bakan, parlamenter,
general, emniyet müdürü, rektörler ile şehir ve büyük şehir belediye
başkanları’ da bulunan bit, pire, kene, sülük ve vampirlerce yapılan
sömürü, suiistimal ve hortumlarla halk canından bezdirildi.
-
Kamu
vicdanını derinden sarsıldı, rencide edildi, yaralandı.
-
Türkiye’de
yaşamak adeta bir zulüm ve işkence halini aldı.
-
TBMM’nin
Genel Kurul duvarında “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” yazılı.
549 kişi her gün bu temel emir ve ilkeye bakarak el kaldırıyor. Hani
‘Milli İrade’?
-
Amma bu
“EL’LER” ne hikmetse bir türlü, haksızlık, yolsuzluk, yalan-talan,
vurgun ve soyguna, saltanat ve sultaya “DUR” demiyor. Ortalıkta
dosyalar uçuşuyor, kimse Hâkime, Savcıya gidemiyor. Cumhuriyet’in
savcıları ‘hak-adalet adına” durumdan vazife çıkartmıyor.
-
NEDEN? Çünkü, ülkemizde DE’FACTO
saltanat ve SULTA hakim de ondan!...
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
32 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
DEMİRKIRAT ALFABESİ "BASİDE İCRA" |
-
-
Bu (başlıktaki) lâf, 1960
öncesi tarihi ve kadim Demokrat Parti Çankaya Ocağı delegesi
müteveffa Hamdi Ciliv'e ait. Merhumun aynı ad'la bir de kitabı
var. Biz onunla, Demokrat Parti'nin, 19 Haziran 1992 tarih ve
3821 Sayılı Kanun gereği yeniden açılması, ruhlanması, hayat
bulması ve güncel vizyonunun inşası sürecinde tanıştık,
muhterem eşi Sara dâhil, Prof. Dr. Orhan Morgil'in
Koordinatörlüğü'nde birlikte çalıştık.
-
Kuruluşunun 67. yılında (7
Ocak 2013) Hamdi Ciliv'i tazimle anmamın nedeni şu: Merhum,
tarihi-kadim DP için derdi ki:
-
"Demokrat Parti; M. Kemal
Atatürk’ün 14 Eylül 1923 tarihinde.; Celâl Bayar, Prof. Dr.
Fuat Köprülü, İsmet İnönü, Recep Peker ve Refik Saydam ile
birlikte kurduğu Halk Fırkası (chp) nin özü, asli cevheri,
kurucu unsuru; Milli Mücadele ve Kuvva-i Milliye hareketinin
beyin takımı olan "Kuvva-i İlmiye" koludur.
-
Bu sıfatla; 7 Ocak 1946'da
'Yeter! Söz Milletindir' diyerek kuruldu. Samimi bir halk
hareketi olan "beyaz ihtilâl" ile 14 Mayıs 1950'de iktidara
geldi. Milleti; Dikta, cunta, ıstırap, esaret, açlık,
hastalık, çarık ve şeametten kurtardı; Hak, hukuk, adalet,
insaniyet ve demokrasi ile buluşturdu; Cumhuriyeti Demokrasiye
kavuşturdu. İşte ve başta, bilhassa bu nedenle; Vatan ve
vatandaş daima Demokrat Parti ve Adnan Menderes ile davanın
tüm önderlerine minnettar ve müteşekkir olacaktır." Derdi!
-
Hamdi Ciliv'i tanıyanlar,
bunları O'nun söylemiş olmasının ne kadar önemli, anlamlı ve
değerli olduğunu da çok iyi bilirler. Benim, kuruluşun 67.ciyılında
Hamdi Ciliv'i özellikle ve bilhassa anmamın birinci nedeni,
içtenlikle söylenmiş bu sözleridir!
-
İkinci neden ise; Tıpkı
Hüsamettin Cindoruk ve mümasil misyon tacirleri gibi, yıllar
boyu merhum Menderes ile birlikte anılarak mirasından
yararlanmayı şiar edinen, Av. Burhan Apaydın tarafından TBMM
Başkanlığına verilen (güdümlü Yassı ada çadır tiyatrosu,
hukukun utancı ve adaletin yüzkarası) 1961 idam (alçakça ve
haince katliam) emirlerinin tekrar gözden geçirilmesi,
kaldırılması veya yeniden yargılanma yolunun açılması
marifetiyle itibarın iadesi, girişimine duyduğum tepkiyi dile
getirmek içindir.
-
Çünkü başta, son Baş Vekil
Adnan Menderes olmak üzere, kader ve dava arkadaşları Fatin
Rüştü Zorlu ile Hasan Polatkan'ın bu rezalete alet edilmeleri
büyük bir ayıp ve utançtır. Küresel adalet ve evrensel barış
elçileri, O merhum ve müstesna Demokrasi Şehitlerinin buna
asla ihtiyaçları yoktur. O'nlar, aziz ve necip, büyük Türk
Milleti tarafından, ilelebet sürecek, derin bir nefretle,
şiddetle reddedilen menfur bir isyan ve kalleş ihanetin masum
kurbanıdırlar.
-
Zaten, kamu vicdanında
tertemiz; Fakat isyancı, vatan haini güruhlarca illâ
lekelenmek istenen berrak isim ve muazzez şanları TBMM
tarafından iade-i itibara mazhar olmuştur. Aziz Ruhlarını
alenen rencide edecek başka bir istismara gerek yok!. Milli
Mücadele mabedi; Milli Ruh ve mübarek Mukaddeslerle mündemiç
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin bu suiistimale "evet" diyerek
izin vereceğine inanmak istemiyorum.
-
Bu vesileyle; Yıllardır
fütursuzca sürdürülen "Demokrat Parti ve Adnan Menderes"
istismarı, sömürü ve suiistimaline yol açacak bu girişimi asla
tasvip ve tasdik etmediğimi ilân ederim. Üstelik vaktiyle
Süleyman Demirel, Tansu Çiller, Mesut Yılmaz, Mehmet Ağar ve
Erkan Mumcu'nun yaptığı gibi; "Demokrat Partiye rağmen
Demokrat Parti istismarı" utanç vericidir. Ayıptır. Tam bir
şımarıklık, kendini ve haddini bilmezliktir!
-
MÜTHİŞ BİR İRONİ
-
Üstelik kadim Demokrat Parti
ile özellikle Şehit Baş Vekil Adnan Menderes sömürüsü yoluyla
"siyaset simsarlığı, din tüccarlığı ve misyon tacirliği"
yapanlar, genellikle Milli devlet karşıtı, AB+ABD uydusu ve
öz'de "Misak-ı Milli ile Milli Mücadele" aleyhinde olanlardır.
-
Oysa Demokrat Partili olmanın
ilk şartı: Misak-ı Milli'ye adanmak; İnsan Hakları, tam
demokrasi, özgürlük, Milli bağımsızlık, egemenlik ve tavizsiz
hükümranlık bağlamında 'Milli Mücadele'yi kayıtsız şartsız
tasdik ve tasvip etmeyi zorunlu kılar. DP'nin şiarı Milli
Devlettir.
-
2001 yılında tarafımdan Mehmet
Ağar aleyhine "Demokrat Parti istismarı" hakkında açılan bir
davanın, Sincan Ağır Ceza Mahkemesinde vaki duruşmasında:
'Bizim bahis konusu ve kastettiğimiz bu günkü DP değil;
1950-60 arası faaliyet gösteren Demokrat Parti'dir," gibi, çok
garip, acayip ve saçma bir ifade vermesi, yıllardır ısrarla
sürdürülen istismarın veçhesidir.
-
OYSA BİLMEK LÂZIM Kİ:
-
3821 Sayılı Kanun gereği 29
Kasım 1992'de 5. Olağan Büyük Kongresini ifa ve icra ederek
(tıpkı AP, CHP ve MHP gibi) yeniden açılan tarihi, klâsik ve
kadim Demokrat Parti; İlk kurulduğu 07 Ocak 1946'dan itibaren
vaki bütün hak, mal ve hukuku, fiilen ve resmen iktisap ederek
orijinal ad ve amblemle, Türk siyaset hayatındaki yeni ve
ileri yerini almıştır.
-
Dolayısıyla; 1992 yılından
itibaren ayakta, aktif ve hayattadır. Hattâ resmen (yeniden)
açılarak faaliyete geçtiği tarihten itibaren: Önce, dava,
emanet ve vasiyete ihaneti ile maruf Aydın Menderes'in Büyük
Değişim Partisi (BDP), DP'ye 1994 yılında iltihak etmiş,
iltihakı tasvip etmeyen İstanbul İl Başkanı, Genel Başkan
Yardımcısı ve Genel Başkan adayı Besim Tibuk Demokrat
Parti'den ayrılarak 1995'de Liberal Demokrat Parti'yi kurmuş.;
Bir süre sonra da, Korkut Özal'ın Genel Başkanlığı sırasında
(Turgut Özal tarafından 'yeniden aktif siyasete dönmek
amacıyla' kuruluşu yapılan) Yusuf Bozkurt Özal'ın Yeni
Parti'si (YP), 1997 yılında DP'ye iltihak etmiş ve fakat; her
şeye rağmen, 27 Mayıs ürünü "menfur mihraklar tarafından" her
daim partinin inkişafına mani olunmuş ve gelişmesi sistemli,
plânlı ve güdümlü müdahalelerle engellenmiştir.
-
2001 atağı ve Ankara Belediye
Başkanı İ. Melih Gökçek'in de'facto (resmen değil fiilen)
genel başkanlık görenine nasp edilmesinden sonra durum
değişir. "Üçlü Çete"nin ağır hezimet ve akamet sürecinde,
Demokrat Parti'ye iktidar yolu sonuna kadar açılır. Fakat
alelacele tezgâhlanan oyunlar, şark kurnazı dessas düzenler ve
(bedhahlarla) ittifak dolarlarının bastırması sonucu açılan
yol (her şeye rağmen) kapılır ve kapatılır.
-
Bunu dâhili darbeler (2004),
iç hesaplaşmalar, kirli oyunlar, pazarlama, satış ve peşkeş
operasyonları izler. Zaten Yaşar ve Ömer'in parti işgali bu
minval üzeredir. Bu arada, hakiki, halis ve samimi, gerçek
demokratlar "ya soylu bir diriliş, ya onurlu kapanış" parolası
ile Demokrat Parti'yi kurtarmak adına uzunca bir mücadele
verseler de eyyamcı takımın elinden partiyi kurtarmaya
muvaffak olamazlar. Sonunda olan olur ve Erkan Mumcu (ANAP)
ile vaki anlaşma ve pazarlık gereği 08 Mayıs 2005 günlü
sembolik kongre sonucu ANAP'a katılım, fiilen ve resmen
gerçekleştirilir. DP'niz ANAP'a katılması ve Mehmet Ağar'ın
DYP'sinin
-
Demokrat Parti adını alması
tam bir üçkâğıtçılık, hile, desise, organize sahtekârlık ve
suç teşkil eden bir faciadır. Bu utanç D(y)P'nin ANAP ile
birleşip bütünleşmesine kadar fütursuzca devam eder. Makûs
talihin son evresi bu birleşme ve bütünleşmedir. Böylece,
artık geç de olsa "Merkez Sağ" teşekkül etmiş ve DP, 33 yılı
mücavir iktidar ve beş büyük partinin bileşkesi (sentezi)
haline gelmiştir.
-
NETİCE OLARAK
-
Hali hazır Demokrat Parti,
Gültekin Uysal'ın Genel Başkanlığında ve 2820 Sayılı Siyasi
Partiler Kanunu çerçevesinde siyasi, fiili ve hukuki faaliyeti
ile insan hakları, adalet ahlâkı ve DEMOKRASİ mücadelesini
"Anayasa ve yasalar" kapsamında nizami bir şekilde sürdürmekte
olup; Merkez ve taşra dâhil bütün organları, kurulları ile
ayakta ve hayattadır.
-
Demokrat Parti'nin, canlı,
fiili, resmi ve aktif varlığına rağmen, tarihi, değerleri ve
liderleri üzerinde müzmin biçimde tesis edilen "inatla
sürdürülen ve çıkarlar uğruna ısrarla sergilenen" istismar,
siyasi sömürü ve suiistimaller utanç vericidir! Bilmeyenler
bilmeli, duymayanlar duymalı ve bu istismar artık son
bulmalıdır!
-
Demokrat Parti'ye gelince:
-
Dönem itibarıyla tarihi dava,
geleneksel misyon ve merkez sağı temsille mükellef bir siyaset
kurumu sıfatıyla kendini bilmek; Bizzat kendisi 'tarihi, tabii
ve kadim Demokrat Parti' olmak, gelenek ve gerçeği
sahiplenmek; İnsan ve ülke bağlamında Merkez Sağ'ı toparlayıp;
"Yeter; Söz Milletindir!" diyerek, siyasete vaziyet etmek
zorunda ve durumundadır.
-
Biline.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
33 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
DEMOKRASİ PRANGALARI VE DERİN DOMUZ BAĞLARI |
-
-
Eğer işler yolunda gider, her hangi bir mani
çıkmazsa, 2015 yılında, sözde millet adına ve illâ millete rağmen “vekil atama
ve cebren seçmene onaylatma” tatbikatı yapılacak!. Millet iradesinin, devlet
idaresinde temsil edilmediği; Az gelişmiş veya güdümlü azınlığın nitelikli
çoğunluğa tahakküm ettiği ülkelerde görülen bu utanç, Cumhuriyet, demokrasi,
insan hakları, hukuk ve ahlâkın ilga edildiği 27 Mayıs 1960’dan beri, ne yazık
ki bizde de var.
-
Şöyle ki:
-
Konuya iyimser bir yaklaşımla bakacak olursak;
1963-1980 dönemi “güdümlü delege” hâkimiyeti vardı. 1983’den sonra bu, apaçık
lider nam parti sahibi sulta ve cuntasına dönüştü. Şimdi, hepsini mumla aratan
bir despotluk/diktatörlük var. Yani Türkiye 55 yıldır Demokrasi; Varlığı buna
bağlı ilim, özgür bilim, Adalet ahlâkı, kuvvetler ayrılığı, Hukuk, gerçek
anlamda Lâiklik ve özellikle, fazilet bağlamında Cumhuriyet idaresinden
mahrumdur.
-
Daha da açıkçası ve tam olarak işin aslı; 1980
öncesi nadiren varlığına rastlansa bile, 1983’den sonra “Millet Vekili” anlam ve
bağlamında, halis ve hakiki, yani gerçek bir Türkiye Büyük Millet Meclisi
Üyesi’nin olmayışıdır. Bu nedenle, demokrasinin olmadığı yıllara ait ve raci
olmak üzere Gâzî TBMM’nin adı “Parlamento”; Büyük bir aymazlık, pişkinlik,
küstahlık ve utanmazlıkla adına “seçilmiş” denilen atanmışlara da “parlamenter”
denilmektedir.
-
Kendi ifadelerine göre parlamenterler, Lider’in
(parti sahibinin) istek ve buyruklarını yerine getiren; Buna karşın, vatandaşa
verilen asgari ücretin devasa katlarını alıp, dahası türlü çeşitli iş takipleri,
emsalsiz imtiyaz, ayrıcalık ve dokunulmazlıklar sayesinde çok konforlu bir hayat
sürerek bu “kula kulluk etmeye” katlanan kimseler olduklarını söylerler.
-
Bu “kul’a kulluk” nedeniyle, elbet memlekette
demokrasi olmaz. Çünkü Demokrasi, her şeyden önce hürriyet, hakkaniyet, adalet
ve eşitliktir. Bakınız etrafa “demokrasi” var mı acaba? Elbette yok!.. Eğer,
parlâmento denilen yer Türkiye Büyük Millet Meclisi vasfını haiz bulunsa ve
içinde bir tane dahi “Millet Vekili” olsa idi; Yıllardır, kesintisiz biçimde
hükmünü sürdüren seçim ve siyasi partiler mevzuatında Baraj; Seçimlere
katılabilmek için asgari örgüt şartı; Üyeyi yok sayan, önseçimi öteleyen, seçmen
iradesini dışlayıp hiçe sayan, adına merkez yoklaması denilen resen atama
keyfiyeti; “Aidat ve Bağış yükümü ile” millete bağlı ve üye’ye muhtaç olan,
kitle partisi kavramı, katılımcılık, uzlaşma, demokrasi kültürü ve
paylaşımcılığı ortadan kaldıran, insanlık ve rıza dışı hazine yardımı; Siyasi
partilerde sahiplik, başıbozukluk, denetimsizlik, dikta, sulta ve cunta olur mu
idi?...
-
Üstüne üstlük, siyasi partiler ve seçim
mevzuatı, tam anlamıyla antidemokratik, keyfi yönetim yanlısı, “temsilde adalet
& siyasette istikrar” palavrasını kurnazca maskeleyen, geniş halk kitleleri ile
“devletin gerçek sahibi halkı” öteleyen, örseleyen, dışlayan, hiçe sayan bu ve
benzeri demokrasi düşmanlıkları, yasa boşlukları, sözde usulen ve tefhimen
seçilmiş (ve fakat gerçekte atanmış) kimseler için olağanüstü imkânlar,
ayrıcalık, dokunulmazlık ve imtiyazlar ihdas etmek mümkün olabilir mi idi?..
-
Parlamento da gerçek Millet Vekili bulunmadığı
için; Doğal olarak ülkemizde kitle partisi, medeni siyaset boyutunda
devletçilik, objektif ve reel anlamda iktisadi, siyasi, sosyal, bilimsel ve
kültürel rekabet ortamı yok. Buna göre ülkemizde devlet, öncelikle “Denetleyici,
Düzenleyici ve Destekleyici” olamamakta; Sadece ve yalnızca hâkim olan unsurun
çıkarlarını gözeten, koruyan ve geliştiren (ele geçirildiğinde, istenildiği
biçimde kullanılabilen) bir cihaz mesabesine düşürülmüş bulunmaktadır. Ki,
millet iradesinin “demokratik, adil ve ahlâki” bir biçimde, devlette temsil
edilmeyişinin doğal ve beklenir sonucu budur.
-
Bu şartlar altında muhalefet yoktur, olamaz;
İktidar dışında kalan menfaat şebekeleri ‘muhalefet’ olarak adlandırılır.
Dolayısıyla demokrasinin önündeki en güçlü engel, en girift domuz bağı,
sahte/sanal ve güdümlü muhalefettir. Bu nedenle ülke 2015’de demokratikleşme,
anayasayı iyileştirme, sanal Kürt sorununu ilga, yıllardır aleyhinde kurulan
menfur tuzakları imha ve hükümetin dini kullanmaya başlamasıyla baş gösteren,
“de Facto Siyasal İslamcılık” sorunu ile hesaplaşarak; Gerçek demokrasi, Adalet
ve Hukuku hayata geçirmek zorundadır.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
34 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
DEMOKRASİ, ADALET VE MEDENİ SİYASET |
-
-
Demokrasi yönünden bilimsel (ilmi) disiplinin
mutlak gereği ‘muğlâk değil’ mutlak kuvvetler ayrılığı ilkesidir. Ya, 1924
(1928) anayasasında olduğu gibi TBMM şahsında bütün (mündemiç) kuvvetler
birliği veya ‘Yasama, Yürütme ve Yargı’ olmak üzere birbirinden tam bağımsız
kuvvetler ayrılığı esastır. Bugün ülkemizde olduğu gibi ‘ikisinin ortası’
yoktur.
-
Türkiye hariç dünyanın her devletinde
‘savcılar’ vardır. Türkiye’de ise ‘milli devletin doğal bir gereği olarak’
Cumhuriyet (millet) savcıları. Bu çok anlamlı bir uygulama olup; Cumhuriyet
savcıları adalet ve hukuku, her hangi bir erk yahut hükümet adına değil,
doğrudan ‘halk adına’ yürütmekle memur ve mükelleftir. Bu nedenle hukukta
‘meşhut suç’ denilen ‘kişisel şikâyet ve takibe bağlı haller dışında’ hiçbir
istisnası olmadan (Cumhurbaşkanı, başbakan, bakan, her derece ve düzey memur
dâhil) icabı halinde her kesin ve her kurumun üstüne gidebilir, re’sen
soruşturma açabilir ve dava ikame edebilir. Eğer uygulamada bu yoksa, ortada
adalet, hukuk, yargı veya demokrasi de yoktur!..
-
Cumhuriyet Savcıları ve Hâkimler ‘millet
adına’ iş görür.
-
Millet adına iş gören Yargı erk’i, ya
Yasama-ya (TBMM’ne) bağlıdır veya siyasetten arınmış yüksek mahkeme (örneğin
Anayasa Mahkemesi) nezdinde temsil ve ilzam olunur. Her ne şekil ve surette
olursa olsun hukuk devletlerinde ‘milletvekillerinin kürsü masuniyeti’ hariç
dokunulmazlık, ayrıcalık ve imtiyaz yoktur. Varlığı da asla kabul edilebilir
değildir.
-
İşte, Türk medeniyetinin binlerce yıllık
mazisinden intikal ve Proto Türklerden grek (eski Yunan’a) ‘demokrasi’ adıyla
tahvil eden (dönüşen) ‘Medeni Siyaset’ sisteminin aslı ve esası budur. Medeni
siyaset asırlar içinde nizam-ı âlemi oluşturan vahiyle tahkim edilmiştir. Bu
nedenle ahlâken yükseklik, bilgelik ve olgunluk rejimidir. Madde ve manâ
barışı, olgunluk ve dinginlik (kâmil insan ve şüra) bağlamında, Türk
milleti’nin öz yapısında hayat bulan ve gelişen bu sistem insanlık âleminin en
büyük eseridir. Eser’in, ‘insanlık idealini’ ortak payda kabul eden
atalarımızca değil de; İnsanlık düşmanlığıyla maruf Greklerce sahiplenilmesi
sinsi bir kurnazlık, kıskançlık, haset, ‘emperyalist emeller doğrultusunda’
yozlaştırma, çürütme ve dejenere etme amaçlıdır. Rum-Yunan tarihi bunu
belgeleyen binlerce vakıa ile doludur.
-
Bu eser, hikmet ve mütekâmil medeni siyaset
rejimi dolayısıyla olmalıdır ki, İslâm’da ve Kur’anda herhangi bir siyasi
sistem vazedilmemiştir. On emirden ibaret Tevrat ve taklit ve tahrif edili
‘muharref’ İncillerde de özgün bir siyaset öğretisi, tavsiye ve öngörüsü
yoktur.(Bu nedenle dini siyaset veya ticatere alet etmek lâikliğe aykırı ve
bütünüyle insanlık dışıdır)
-
Türkiye Cumhuriyeti olarak kalkınmak,
gelişmek, yükselmek ve Atatürk' ün gösterdiği muasır medeniyet seviyesini
aşmak, modern bilim ve ileri-yüksek teknolojinin nimetlerine ulaşmak, ancak ve
sadece; Evrensel norm, standart ve kriterlerde bütün kurum ve kuruluşları ile
teşekkül ve tekemmül etmiş "katılımcı ve çoğulcu demokrasinin” (yukarda
açıklanan) medeni siyaset ve gerçek hukuk devletinin yaşam boyutuna geçmesi
ile mümkündür.
-
Zira insani boyut ve bilinç toplumuna ancak ve
sadece gerçek bir demokrasi idaresi ile ulaşmak ve bu yolla birinci sınıf bir
devlet olmak mümkündür. Kaldı ki, yüksek basiret, deha ve bekasıyla bunu
gören, anlayan ve kavrayan, ülkemiz ve insanımızı ilk kez demokrasi ile
buluşturan Atatürk'ün en çok istediği, kendini adadığı ve arzuladığı ideali
geleneksel medeni siyaset ve demokrasi yoludur. Şimdi ülkemizin Cumhuriyet ve
demokrasi (söylem bazında olsa bile) üzere bulunmasının da ana nedeni budur.
Bu nedenle demokrasi:
-
"İnsanlık ideali, insanca yaşam ve bilinç
toplumunun temel kaynağı ve dayanağıdır", "Bireysel sorumluluk ve hukukun
üstünlük ve önceliği" noktasından ve "Kanunlar anayasaya, anayasalar da
insan’a aykırı olamaz", "Cumhuriyet-Demokrasi ve Lâiklik ayrılmaz, sarsılmaz
ve vazgeçilmez bir bütündür" gerçeği, siyaset bilimi ve disiplin ilkesinden
hareketle; "bütün medeni toplumların mutabık kaldığı, insan hakları, adalet ve
hukuk üstünlüğünün esas alındığı kurallar bütünüdür" ilkesi dahilinde gerekli
değişim, dönüşüm ve düzenleme yapısal reformlar süratle hayata geçirilmek
zorundadır. Eğer hükümet, sözde değil, öz’de demokrat ise tabii!..
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
35 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
DEMOKRASİYİ ÖZELLEŞTİRMEK |
-
-
Meşruiyet; Hüküm, hikmet ve adalet iledir.
-
Adalet, doğrudan ve dolaylı (katılımcı ve
çoğulcu) demokrasi’nin temel unsuru olup, uygulanması, hayat bulması, halkın
refah, huzur-güven ve saadet içinde yaşaması, kaynağını haklılık, doğruluk,
onur-erdem ve dürüstlük kavramlarından alan hukuk’un teşkil ettiği yazılı
kanunlardır. Yani, ‘adalet’ hükmünü ‘hukuk’la icra eder.
-
Esas olarak kanunlar anayasaya, anayasa ise
kesinlikle ve asla insan haklarına aykırı olamaz. İnsan hakları, evrensel
anlamda yaşama, beslenme, barınma, inanma ve “inandığı gibi”, eşit, güvenli ve
huzurlu bir hayat sürme hakkından ibarettir.
-
Hukuk, münhasıran cumhurun (halkın) kendi
kendini idare ettiği hallerde, yani millet iradesinin devlet idaresinde hâkim
unsur olabildiği ‘demokrasi’ rejiminde varlığını gösterir. Bunun dışında
‘kanun-yasa’ devletlerinde, demokrasi, adalet ve hukuktan bahsetmek mümkün
değildir. Bunlar genellikle (günümüz örmeklerinde olduğu gibi) polis, jandarma
(1938 -1950 Türkiye) veya çete devletleridir. Özgün olarak Türk siyasetinde
buna “halka rağmen halkı yönetme” denilir!.. Ki, bu söylem diktatörlük,
tasallut ve despotluk anlamına gelir.
-
Çok açık ve net bir anlatımla: Demokrasinin
iki mütemmim cüzü (tamamlayıcı ve bütünleyici unsuru) vardır. Bunlar adalet
(adalet ahlâkı) ve hukuktur. Göstergesi sosyal hukuk devleti olup; Uygulamada
(yönetim) kamu harcamalarını olabildiğince kısan, vergileri azami ölçüde
azaltan, az kazanandan az, çok kazanandan (lüks kullanım ve israftan) çok
vergi alan, aldığı vergileri tasarrufla ve en saydam biçimde kullanan
hükümetler icraatı yürütür.
-
Bir başka özellik de: Adalete sadık, millete
karşı samimi dürüst hükümetlerin ‘hüküm sürdüğü’ devletlerde, en basit anlamda
bile, her hangi bir yolsuzluk yoktur. Ayrıca demokrasi rejimini ‘gerçekten’
yaşayan ülkelerde ‘özgürlük ve güvenlik’ sorunu da yaşanmaz. Çünkü, ‘medeni
siyaset’ ve ‘hakiki demokrasi’ bağlamında yurttaşlar haddini bilir, bilmeyene
haddi derhal devlet tarafından bildirilir.
-
Bunun sebebi hikmeti ise: “Devlet iyi insan ve
iyi vatandaştan yana icraat ve faaliyet gösterir.” Seçilmişler millete vekil
ve hizmetkâr, memurlarsa itaat ve sadakat üzeredir. Herkes hakkının, hukukunun
(görev ve yükümlülüklerinin) idrakinde, bilincindedir.
- HAK KAVRAMI
-
Doğuştan ve doğalda var olan haklar,
sonrasında adalet ahlâkı ve hukuk’la desteklenip tahkim edilmek suretiyle,
milli devlet ve yurttaşlık bilinci (toplumsal sözleşmeler) bağlamında
genişletilir. Hak ve özgürlükleri kullanma biçimi budur. Ancak hiçbir gerçek
kişi (fert) veya kurum (tüzel kişi) bir başka kişi veya kurumun hak ve
özgürlüklerini gasp, tahdit, tehdit veya ihlale yetkili değildir. Şu kadar ki,
sadece ve yalnızca genel ahlâk, milli güvenlik ve can-mal güvenliğine yönelik
tehdit algılaması yahut aleni teşebbüs hallerinde Millet Meclisi kararı (yasa)
çerçevesinde insanlar tedip (haddini bildirmek) ve terbiye (ıslah) edilmek
zorundadır.
-
Bu bağlamda özgürlükler kısıtlanabilir, tecrit
(hapis) edilebilir. Yahut taammüden cinayet, cinayete azmettirmek,
hırsızlık-yolsuzluk, nitelikli dolandırıcılık ve organize çıkar örgütleri
yoluyla ölüme sebebiyet ile vatana ihanet gibi hallerde ‘ölüm cezası’
meşrudur.
-
Şu kadar ki; Yönetimi izleme-denetleme,
memurin (devlet memurları) ve vükelayı (milletvekillerini) muaheze (ikaz,
tenkit) suç ve suçluları ihbar (bildirme) görevi vatandaşın; Araştırma,
koğuşturma, soruşturma, muhakeme ve infaz devletin görevidir. Hiçbir ferdin
veya adalet cihazı hariç olmak üzere her hangi bir kurumun muhakeme ve infaz
yetkisi yoktur.
-
Müesses olan nizam (meclis ve hükümetler)
hakkaniyet, adalet ve hukuk görevini tam bir eşitlikle ifa ve icra etmediği
takdirde ‘meşruiyetleri’ sona erer. Bu durumda görev Atatürk ilkeleri ve Türk
İnkılâbı gereği Cumhuriyet Savcılarına aittir.
- İşte
Başbakan’ın (bilerek veya bilmeyerek) “demokrasiyi özelleştireceğiz”
ifadesinde saklı hakikat budur. Oysa söylemden “demokrasinin mabedi biziz,
sadece biz demokrasiyi iyi biliriz, bizim yaptığımız her şey demokrasidir”
anlamı çıkmaktadır. Yanılgının büyüğü budur!
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
36 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
DEVLET; HÜKÜMET VE HALK
|
-
-
Bilgi çağının çöküşü ve “bilinç çağı”na
geçişin en önemli nedenlerinden biri de; dünya çapında kelimeler ve kavramlar
üzerinde oynanan oyun ve bu bağlamında insan hakları, adalet, hukuk ve
demokrasi sözcüklerinin anlamsız kılınması ve içlerinin boşaltılmasıdır.
- Örneğin: Türkiye Cumhuriyeti ‘Ermeni soykırım yalanı’ konusunda bu kastın
kurbanı;
- Afganistan, Pakistan, Irak ve pek çok Müslüman ülke de; İnsan hakları ve
demokrasi söyleminin mağdurudur. Bunun başlıca üç ana nedeni vardır:
-
Birincisi: Yenidünya ‘düzen’i peşinde koşan
kene, vampir, sülük ve pire türü kan emici (insani değer ve erdemler yönünden
mutasyona uğramış ve vahiy ahlakından arınmış) varlıkların içine düştüğü
vahşet, şehvet, şöhret, hırs ve ihtiras; Çok öz ve anlamlı bir tanımla, ilâh,
silâh ve ilâç tüccarları;
-
İkincisi: Bunlara, aynı zaaflar ile malul
olmaları nedeniyle yardım ve yataklık eden; Milliyet, mensubiyet, insani
değer, medeni mefküre (ilmi dava), hamd, kanaat, şükür, samimi inanç,
sevgi-saygı, tolerans, ibadet ve ihlâstan arınmış primitif ve prototip
yöneticiler;
-
Üçüncüsü: Tıpkı kurbağa örneğinde görüldüğü
gibi beyni uyuşmuş, içine kapanmış, onursuz ve sorumsuzlaştırılmış, miskin,
medeni cesaretten yoksun, bütün insani, milli ve manevi duyguları, asil-aziz
ve harsi (kültürel) erdemleri korku, baskı, zulüm, maddi-manevi işkenceler ile
bastırılmış pasif-palyatif ‘sürü psikolojisi’ içine sürüklenmiş toplumsal
yapı. Bu örnekte halkı idare eden, hâkim ve hükümran, başına buyruk bir çoban,
millet ise icabında azgın köpeklerce korkutulan, hizaya sokulan sürü
mesabesindedir.
- İşte bütün dünyada siyaset sisteminin tıkanması,
kaynakların tükenmesi ve ekolojik sistemin temelden sarsılmasının nedeni
budur. Sahipsizlik ve sorumsuzluk… Ortak değerler, toplumsal müşterekler ve
evrensel dengeler konusunda kafa yormamak, bilinç ve bilhassa inisiyatif
geliştirmemek. Kurumsal ve bireysel sorumluluk almamak...
-
Tıpkı fanatik ve cahil softaların ileri
sürdüğü bir sapkınlık olan ‘kaderciliğe’ geleceğini, özgürlüğünü, yaşam hakkı
ve güvenliğini şuursuzca teslim etmek; Kötülerin bilinçle yürüttükleri
“gasp-irtikap ve haksız edinim” mücadelesine iyi insan ve iyi vatandaş olarak
kayıtsız kalmak. Bütünüyle gayrimeşru, şiddet, tehdit, baskı, yalan-talan,
hırsızlık-yolsuzluk ve özellikle: İnsan hakları, adalet ahlâkı, eşitlik ve
hukuk istismarı ile yönetilmeye karşı “meşru direnme” hakkını kullanmamak!..
- BİLİNÇ ÇAĞINA DOĞRU
-
Oysa, başta insanlık tarihinin tek ve yegâne
semavi (vahiy kaynaklı) dini olan İslâm; İslâm’ın son peygamberi Hazreti
Muhammed’in, bütün zamanları şamil mukaddes Kitabı Kur’an; İlim yolunun kanaat
önderleri, dünyanın ‘kendilerini insanlık ve medeniyet davasına” adamış örnek
ve önder şahsiyetleri, namuslu bilim ve siyaset adamları ve nihayet Türk
siyaset ve devlet hayatının aynası; Özgür insanlık âlemi ve davasının
ışığı-nihai lideri Mustafa Kemal Atatürk; “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir”
diyerek yol göstermiştir.
-
Dünyayı yeniden keşfetmeye gerek yoktur.
Bilinçli, kendinde ve farkında olmak yeter.
-
Tekâmül nazariyesinin esası, her defasında
sıfırdan başlamak değil, gelinen noktadan itibaren alarak ilmin yolunu ve
önderlerin ışığını takip etmektir.
-
Konuyu bu bağlamda ele alacak ve bir yol
haritası çizecek olursak!..
- MANA VE MUHTEVA OLARAK DEVLET:
-
Kelime, kavram ve anlam (manâ ve muhteva)
olarak devlet, “Siyasi, idari ve merkezi bir teşkilâta sahip, belirli ve
müseccel sınırlarla muhkem ve mukayyet, toprakları üzerinde hâkim, halkıyla
hür, müstakil, özgür ve hükümran, (tam bağımsız) ülke;
-
Üzerindeki insan topluluğunu, mutlak bir
adâlet, hukuk, eşitlik ve hakkaniyetle yöneten, refahı tabana yayan, dengeli
kalkınan, doğrusal yönde hareket eden, milletin işlerini tam bir dürüstlükle,
vukuf, ehliyet ve liyakatle yürüten, insan haklarına sahip ve hukuka saygılı
meşru bir hükümetle ‘milli hakimiyet’ tesis etmiş bulunan evrensel bir
kurumdur.
-
Esas olarak devlette
kanunlar Anayasa’ ya, Anayasalar ise insana ve insan tabiatına (doğuştan var
olan insan haklarına) aykırı olamaz. Devlet insan için vardır. İnsanlar, halk,
millet, yani yurttaşlar tarafından “Namuslu, dürüst, katılımcı, saydam-şeffaf,
ilkeli, onurlu, sorumlu, hak-hukuk ve bilumum medeni tasarruflarda mutlak
eşitlik esasına dayalı”, özellikle demokrasi ve demokrasinin mutlak mütemmimi
(ayrılmaz parçası olan) Cumhuriyetle yönetilmek zorunda ve durumundadır.
-
Bu insana ve İslâm’a uygun bir toplumsal
sözleşmedir.
-
Toplumsal sözleşmeler kuruluşla birlikte ikame
olunur.
-
Zaman içinde değiştirilmez. Geliştirilir ve
mükemmelleştirilir.
- İNSAN ODAKLI “ORİJİNAL” DEVLET
-
Bilinen ve belli olan tarihte ilk kez bu
ideolojik tanım ve siyaset felsefesi günümüzden 2500 yıl önce Plâton (Eflâtun)
tarafından vâzedilmiş; Bu rejim ve siyaset felsefesinin en ileri ve
çağdaş-modern versiyonu ise, Atatürk ilke ve inkılâpları bağlamında “İnsan
odaklı” doğru, demokratik ‘İnsani Boyut ve Bilgi Toplumunun ideal rejimi’
“Türk İnkılâbı” (Atatürk’ün kendi deyişi ile) “KEMALİZM” olarak biçimlenmiş
devlet-rejim budur.
-
Günümüzde, orijinal ve objektif bir rejim olan
bu yönetim biçimini örnek alan veya uygulayan, (dünyada) gerçek devlet sayısı
iki elin parmakları kadar azdır. Yakın ve uzak tarihte ise, ağırlıklı olarak
Türk ve İslâm devletleri ile 20.500.000 km2’de yaklaşık 600 yılı mücavir süre
ile “huzur iklimi” olarak adâletle hüküm süren Osmanlı örneği ile 1923-1938
dönemi Türkiye Cumhuriyeti gösterilir.
-
Dünya devleri ve devletlerinin pek çoğu bilime
kıyasen çete devletidir.
-
Bunlar tasallutla tasarruf eder, evrensel
hukuk ve adalet ilkelerini tanımazlar.
- GİZLENEN REJİM KEMALİZM
-
Şu anda ülkemizde de Kemalizm maalesef
‘gizlenen rejim’ durumunda olup, 1961’ den itibaren terk edilmiştir. Ancak, AB
Komisyonunca onaylanan Ortlander raporunda yer aldığı veçhile batı,
Türkiye’nin kesinlikle Atatürk’ü unutmasını istemektedir. Zira, kapitalist ve
emperyalist küresel sermaye, önünde en büyük tehlike olarak “Kemalizm” i
görmektedir.
- Bu talep ve yaşanan gerçek yönünde biz yine de konuyu irdelemeyi
sürdürelim: Devletler, halk tarafından tesis ve idame ettirilen hükümetler
eliyle yönetilir. Hükümetlerin mutlak şartı meşruiyettir. Hüküm ve hikmet
meşruiyetle mümkündür.
- HÜKÜMET VE MEŞRUİYET:
-
Gücünü sadece ve yalnızca halktan alan ve
halka dayanan, kuvvet, kudret ve hakimiyet-hükümranlık hakkını “halkla
birlikte-halk için kullanan”, halkın emrinde ve hizmetinde olan ve bu (hüküm
ve hikmet) hakkını; Ulusal ve evrensel hukukun kabul görmüş ilke, norm,
standart ve kriterleri muvacehesinde; İlmi değer, manevi mukaddes, milli
mefküre, temel inanç, adet, örf, yerleşik töre, birikim ve gelenekleri
doğrultusunda kullanan; Halkın gücü, kudreti, irade ve adâlet ahlâkı “doğrudan
milletçe onaylanmış” müşterek hak, hukuk ve menfaatleri tavizsiz-ivazsız bir
“kamu ahlâkı dairesinde” yönetme erkidir.
-
Bu, Türk milleti ve TC devleti bağlamında bir
“Kuvâ-i Milliye” veya “Çanakkale” rûhu, nizamı; Yani, halk iktidarı anlamına
gelir. Halk iktidarı ‘hak iktidarı’ demektir. Diğer bir anlamda, kamu
yönetiminde ‘kamu onayı ve kamu vicdanı’ esastır. Türk milletinin kamu
vicdanı: Mustafa Kemal ATATÜRK, O’ nun ilkeleri ve Türk İnkılâbıdır. (devamı
var)
- DEVLET; HÜKÜMET VE HALK (2) Mustafa Nevruz SINACI
- CUMHURİYET FAZİLETTİR, ERDEMDİR:
-
Türk İnkılâbı ‘Cumhuriyet Fazilettir” ilkesine
dayalıdır. Mutlak dürüstlüğü esas alır. Yani; Türk devleti (orijinal Fransızca
da ‘bon-sens’ denilen) haklıların güçlülüğü, hak, adalet ve hukukun mutlak
hakimiyeti; her türlü ayırma, kayırma, farklılık, üstünlük, imtiyaz ve
kanunsuz koruma dışında ‘tam eşitliği’ öngörür. Bilimin, milli birikimin ve
insani bilincin gereği olan ‘doğrusal yönde temlik ve tasarrufu”, “En hakiki
mürşit ilimdir” ilkesini esas alır.
-
Türk milleti ve TC devleti, vahşi kapitalizm
ve küresel emperyalizme karşıdır. Türkiye, hür, müstakil, hakim ve kendi
hukuku ile kaim medeni bir dünya devletidir. Türkiye Cumhuriyeti; Binlerce
yıllık devlet geleneğinin gereği; Namuslu bir devlettir.
- DEVLETİN NAMUSU:
-
Yukarda açıklanan usul,
esas ve münhasıran “Türk İnkılâbı” çerçevesinde ‘Türk Devleti’ “CUMHURİYET
FAZİLETTİR” ilkesi bağlamında kuruludur. Cumhuriyet’in ana ilkelerinden biri
de: Haklıların güçlülüğü ilkesidir. Güçlülerin haklılığı değil…
-
“Fazilet” Türk ve dünya lügatlarında;
-
“Doğruluk, dürüstlük, değer, meziyet, iyilik,
ilim, irfan ve iman itibarı ile yüksek, adalet ve ahlâk-edep sahibi, hürmet ve
muhabbete lâyık, saygınlık” anlamına gelir. Tek kelime ile fazilet: Kişisel ve
kurumsal bazda namuslu, dürüst ve demokrat olmaktır. Gerçek anlamda namuslu,
dürüst ve demokrat olmayanın devlette işi yoktur.
- Bu tanımları, günümüzde yaşanan ‘derin’ kavram kargaşasını açıklamak için
yaptım.
- ASIL MESELE NEDİR:
-
83 yıllık cumhuriyet tarihini “Hakiki devlet
ve namuslu hükümetler” bağlamında büyüteç altına koyduğumuzda ortaya çıkan
profil şudur: 1923-1938 dönemi: Tam bir yokluk, yoksulluk ve kıtlıktan; Taban
ve tavan arasında makul bir denge korunarak, el ve gönül birliği ve “millet
olma” bilinci içinde kalkınma ve gelişme yolunda büyük mesafe alınmış; Kurucu
önderi, bütün ayni ve nakdi mal varlığını milletine ve milletin kurumlarına
bağışlamış, bütün dünyanın saygı duyduğu “kederde ve kıvançta bir” yüksek bir
medeniyet bu dönemde yaşanmıştır. Atatürk dönemi, tertemiz ve pırıl pırıl bir
dönemdir.
-
1938-1950: Karşı devrim adına, her şeyin yerle
bir, Türk inkılâbınınsa ter-yüz edildiği, ilk yolsuzluk ve suistimallerin uç
verdiği, demokrasinin yerini despotluğun aldığı kıtlık ve kâbusların
hortladığı karanlık ve kara bir dönem. Kayıp yıllar...
-
1950-1960 : Türk inkılâbının düştüğü yerden
ayağa kalktığı, Atatürk programlarının tekrar, özenle yürürlüğe konduğu,
milletçe kalkınma-gelişme, devletçe yükselme ve ‘muasır medeniyet seviyesine
ulaşma” seferberliğinin başladığı ve ülkenin karanlıktan aydınlığa çıkarılarak
birinci sınıf bir dünya devleti noktasına yükseldiği, taşındığı harika yıllar.
- DİKKAT:
-
14 Mayıs 1950 seçimlerinde ‘beyaz ihtilâl’
olarak tarihe geçen ve büyük bir halk hareketi ve kuvâ-i milliye ruhuyla
“demokrasi zaferi” kazanan parti, halk partisi tarafından “devr-i sabık”
yaratmama konusunda uyarılmış, aksi taktirde askeri darbe ile tehdit edilmiş
olmakla; DP, demokrasiye geçiş evresi nedeniyle bu şartı kabule mecbur
kalmıştır.
- DARBE:
-
27 Mayıs 1960’da, başta halk partililer ile
Cumhuriyet, Demokrasi, Atatürk, Adalet, ahlâk ve milli değerler düşmanı, hukuk
özürlü dahili ve harici bedhahların iştirak ve işbirliği sonucu yapılan darbe,
10 yıldır yaşanan “asr-ı saadet” dönemini sonlandırdı. Bir değil binlerce
“DEVR-İ SABIK” yaratma ihtirası uğruna kurulan ‘adalet ve hukukun yüz karası,
utancı’ güdümlü mahkemelerde binlerce masum insan, memur, müsdahdem, genel
müdür, genel kurmay başkanı, bakan, başbakan ve cumhurbaşkanı alçakça
sorgulandı ve yargılandı. Nâhak yere üç masum ve müsemma lider hunharca
asıldı. Ancak, örtülü ödenek dahil devletin ve hükümetin bütün hesapları
tertemiz çıktı... Devr-i Sabık yaratamadılar. Çünkü devlet bu dönemde
Atatürk’ün yolunda ve izinde yürümüştü.
-
Atatürkçülük, yani ‘Kemalizm’ ile yalan-talan
ve yolsuzluk birleşmezdi. Oysa, müsebbipler 1950’de devri sabık
yaratılmamasını şart koşmuşlardı.Çünkü 1938-1950 döneminde devleti yönetenler,
reddi miras etmişlerdi. Ortam pisti.
- NEREDEN NEREYE:
-
Emekli Jandarma Kurmay Albay ve dönemin
Jandarma Genel Komutanlığı Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire
Başkanı; Namus ve fazilet timsali büyük insan, gerçek bir Türk Askeri, Kuvva-i
Milliyeci Aziz ERGEN’ in “Kirli Ellerin İttifakı” isimli kitabı yayınlandığı
gün bana geldi. Türünün nadir örneklerinden olan bu kitabı; Yukarda
irdelediğim siyaset bilimini (Türk inkılâbını) baz alıp, “1960-2006” döneminde
olup bitenleri düşünerek büyük bir dikkat ve itina ile satır satır okudum.
Başlangıçta vaki açıklama ve tanımlar doğrultusunda mukayeseli bir şekilde
inceledim, değerlendirdim.
-
Daha sonra Kuvvai Milliye Derneği Genel
Başkanı Bekir Öztürk, Talât ŞALK (DGM eski, emekli Cumhuriyet Başsavcısı) ile
Aziz ERGEN tarafından; Ankara Sürmeli Otel’ de yapılan ‘tanıtım amaçlı basın
toplantısını izledim. Evet, demek artık, ‘yeni bir beyaz sayfa daha’ açmanın
değil; ‘iyice kirlenen’ son 40 yılın hesabını sormak zamanı gelmişti
- “KİRLİ ELLERİN İTTİFAKI” ADLI KİTAP
-
Bahusus toplantıda, Aziz Albayın son derece
ağır başlı, temkinli ve (emekli de olsa) temsil ettiği camia ve emekli olduğu
kurumun onur ve erdemini düşünerek verdiği cevaplar ile Talât ŞALK’ ın
açıklamalarını ‘bu amaçla’ not aldım. Akabinde aldığım önemli notlar ve kitabı
bir kenara koyarak, ertesi günden itibaren İnternet, radyolar, yazılı-görsel
medya ve televizyonlarda yer alan haber ve programları dikkatle izlemeye
başladım.
-
Acaba, Türkiye’yi sarsacak
nitelikteki bu açıklamaların yansıması ne olacaktı?
-
Halkın tutumu, hükümetin tavrı, başta insan
hakları örgütleri olmak üzere, sivil toplum kuruluşlarının ve genelde
kamuoyunun tepkileri konusunda ciddi beklentilerim vardı.
- Sanki bütün medya harekete geçecek, aziz ve necip Türk halkı ayağa
kalkacak, STK’ lar (Hrant Dink’in cenazesi ve 301.madde konusunda olduğu gibi)
hepten teyakkuz durumuna geçecek, başta Sayın Cumhurbaşkanı, Devlet Denetleme
Kurulu, Başbakan, Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu, Bakanlar ve Bakanlık
Teftiş Kurulları derhal işe el koyacak; Dönem itibarıyla kayıp, kaçak, gasp,
hırsızlık ve yolsuzlukla hortumlanmış, kitapta açıklanan ‘millete ait’ 500
milyar doların peşine düşerek;
- ‘DEVLETİN NAMUSUNU” kurtaracaklardı…
-
Zira, dönemin hayali ihracat komisyonu başkanı
ve eski Aksaray milletvekili Mahmut ÖZTÜRK, Manisa eski milletvekili Tevfik
DİKER (Anayurt), o gün için vizyondaki “Kurtlar Vadisi” dizisinin yapımcıları,
konuyla ilgili başkaca kitaplar yazan yazarlar, dönem içinde konuyla ilgili
dizileri yayınlayan gazeteler ve gazeteciler sayesinde (Aziz Albay kadar
olmasa bile) yine de ‘harekete geçmeye yetecek kadar’ pislik, kirlilik,
hırsızlık, yolsuzluk, yozlaşma, erime ve çürüme ortaya çıkmıştı.
-
Üstüne üstlük bir de, ‘dokunulmazlara’ ait
dosyalar vardı. (devamı var)
- TÜYÜ BİTMEMİŞ YETİMİN HAKKI
-
Böylece tüyü bitmemiş yetimin hakkı söke söke
geri alınacak, Aziz Türk milletinin alçakça çalınan geleceği kurtarılacak,
suçlular yakalanacak, adil mahkemelerde yargılanacak ve kamu vicdanı
rahatlatılacaktı. Bu son derece olağan, doğal, masum ve yasal bir beklenti
idi. Zira, devlet ve hükümetler bunun için vardı. Hiç olmazsa beyaz enerji
dahil, aysbergin dışarıda kalan, görünen bölümü aydınlandı. Kirli eller, kara
vicdanlar ve irin dolu yüreklerin sırrı ayândı artık. Devlet varsa (ki,
vardır) şimdi harekete geçmeliydi. Zira;
-
Aziz Ergen’in kitabı, izah
ve itirafları bir bakıma rüşvetin, hırsızlığın, hortumculuğun ve devleti
kullanarak milleti soymanın aleni belgesi idi. Üstüne üstlük bu güne kadar
benzer konularda yayınlanan hatırat, belge, bilgi, kitap ve itirafları da
tamamlıyordu. Hazır, Anayasa mahkemesi, yerel mahkemeler ve Cumhuriyet
Savcıları da konu üstünde idi.
- NELER GÖRDÜK, NELERE ŞAHİT OLDUK
-
Bir tarafta aleni dolandırıcılıktan yakalanan
bakan, diğer tarafta sahtecilik, görevi kötüye kullanma, rüşvet, iltimas,
suistimal, nüfuz ticareti gibi yüz kızartıcı suçlarla yargılanan eski bakan ve
vekiller; Diğer tarafta, aynı suçlara ilâveten bölücülük, teröre destek,
yardım-yataklık ve dahi vatana ihanete kadar varan iddialarla suçlanan, ancak
insan onuru, adalet ahlâkı, demokrasi, anayasa’ nın eşitlik ilkesine aykırı
bir biçimde dokunulmazlık zırhı ile korunan ‘milletvekilleri’ vardı.
-
Hattâ, buna rağmen yalan-talan, soygun ve
vurgun bütün şiddeti ile devam etmekte idi. Üstüne üstlük, şimdilerde
Türkiye’yi soyanlar ve hortumlayanlar kervanına İMF, AB kurumları, Dünya
Bankası ve ülkemizin “Milli İktisat”sınırlarını yok eden “Gümrük Birliği”
çeteleri bile vardı. Ülkemizde mafyalar cirit atıyor, organize çıkar örgütleri
“Medya-Mafya-Politika” şeytan üçgeninde, rahatça hareket ediyor ve diledikleri
gibi faaliyet gösteriyordu. Evet, devlet, hükümet ve halk bütün kurum ve
kuruluşları ile harekete geçmeliydi. Şimdi tam zamanı idi. Artık, ‘hiçbir şey
eskisi gibi olmamak’ zorundaydı.
- AMA HAYRET!..
-
Alenen suçlanan ve marifetleri deşifre edilen
kesimlerden çıt yok. En küçük bir ret, tekzip veya itiraz bahis konusu değil.
Mütareke medyası popülizm peşinde. Tutturmuş bir ‘Amerikalı albay nasıl
soyuldu’ konusu speküle edip duruyor. Milliyetçi, sağcı ve muhafazakâr yayın
organları da, sanki söz birliği etmişçesine “Çuvalın intikamını alan albay”
teranesine sarılmakta. Ortada tam bir sağırlar ve körler diyalogu ‘pandomima’
var.
- Tedbir olarak sadece, devletten ve halktan alenen çalınan 300 milyar
dolarlık miktarı mücavir olaylar ve saiklerine ilişkin bölüm nedeniyle,
“KURTLAR VADİSİ” dizisi kapatıldı.
- SUÇ VE CEZA: (ADALET, ÖZGÜRLÜK VE GÜVENLİK)
-
Öteden beri ve günümüzde yurttaşlarımız
mahalle marketlerinden, ülke bakanlarına kadar ulaşan yolsuzluklardan bıkmış,
yılmış ve usanmıştır. Sokaklarda gasp, devlette irtikap ve yolsuzluk vardır.
Suç patlamıştır. Suçlu rahattır. Yargı, Hukuk, Adalet ve ceza kurumu dumura
uğramıştır. Mâşeri vicdanı ATATÜRK olan millet rahatsızdır. Durum kriz
boyutunu aşmış, ümitsizlik, güven bunalımı ve buhrana dönüşmeye başlamıştır.
- GELECEK VE GERÇEK!..
-
Oysa, gelecekle ilgili umut ve inanç yaratmak,
her türlü yolsuzluğa karşı toplumsal refleks oluşturmak ve doğal
stabilizatörleri tekrar hayata geçirmek gerekir. Bu meyanda, Aziz Albay
tarafından açıklanan dehşet verici olaylar; Zati şehadetle taraf olunan,
vakıaların kamu tarafından sorgulanması, müsebbiplerin yargılanması ve
cezalandırılması şarttır. Bunun yanı sıra, 1960’dan günümüze ‘devlet erki
kullanılmak ve kuruluşlar istismar edilmek” suretiyle, siyaset kurumları ve
siyasi partiler de alet edilerek yapılan ve boyutları dönem itibarıyla 500
milyar dolarlara varan dehşet verici devasa soygun, vurgun, yalan ve talan
anatomisi ‘keyifle ve korkusuzca’ menfur icraatını sürdürememelidir. Bu
soyguna “DUR” demek zamanıdır.
-
Suç ve suçlu ‘cürüm’
cenneti haline getirilen ülkede namuslu insanlar güvende değil. Suçlular
küstah ve acımasız. Masumlar ve mazlumlar korumasız. Yeni TCK ve AB sayesinde
suçlulara avukat verilmekte, mağdurlar ise daha da mağdur ve perişan.
1923-1938 ilâ 1950-60 dönemi devlet anlayışı unutulmuş, herkes Atatürkçü,
fakat, Atatürkçülük, Kemalizm ve Türk inkılâbından eser yok. Bu ne iki
yüzlülük, mürailik ve münâfıklıktır ki; Milliyetçiler, sağcılar, solcular,
dinciler dahil bütün kesimlerden hırsız, yolsuz ve hortumcu çıkabilmekte.
-
Adama (vatandaşa) sorarlar!
-
Hani ilkelere ne oldu. Hani binlerce yıllık
tertemiz Türk medeniyeti !
-
Bize pırıl pırıl, tertemiz ve berrak bir
Cumhuriyet emanet eden Atatürk’e ihanet niye ?
-
Cemiyetin temeli adâlet ahlâkıdır. Ancak,
adaleti kaim olan kanun hukukidir.
- Türk inkılâbının amacı kanun devleti değil; Hukuk devletidir. Hukuk
devletinde suç cezasız kalmaz. Ceza, suça mümasil (denk) olmak zorundadır. Ne
eksik, ne fazla.
-
Evet, İnsan elbette özgür bir varlıktır. Lâkin
bu, suç işleme özgürlüğünü kapsamaz. Kanun ve kuralları belirleme hakkı,
‘güçlülerin’ değil, haklı-doğru ve dürüstlerindir.Demokrasilerde hırsız,
yolsuz, hortumcu, yıkıcı ve bölücü unsurlara; Cezalarını çekip ıslah olmadan
“halk içinde” serbestçe dolaşma hakkı tanınamaz.
-
Hukuk devletinde ‘suç işlemek’ herkes için
yasaktır. Mutlak kaide budur.
- DEVRİ SABIK YARATMAK GEREK:
-
Şimdi tam zamanıdır.
-
Zira kapımıza tekrar bir ekonomik kriz
dayanmıştır.
-
Bizim yeteri kadar kriz, kaos, bunalım ve
buhranımız varken buna dayanamayız.
- Millet, meri hükümet, ‘durumdan vazife çıkartarak’ Anayasa Mahkemesi veya
yüksek yargı önce cürmün milâdı olan 27 Mayıs’ın hesabını sormalıdır. Bununla
birlikte o mâkus günden itibaren bu güne değin yapılan bütün haksızlık,
hırsızlık, gasp, irtikap ve yolsuzluğun hesabı muhakeme edilmeli; Ülkemiz,
istiklâl ve istikbalimiz aleyhine işleyen AB süreci behemahal durdurulmalı,
Gümrük Birliğinden derhal çıkılmalı, devlet “namuslu-dürüst ve demokrat”
Atatürk’çü-Kemalist Cumhuriyet konumuna tekrar çekilerek; 46 yıllık kâbusun
kara vicdanlı, kirli el’li ve kansızlar (damarlarında asil kan akmayan) hain,
dönme, devşirme, ateist, pagan ve Türklüğünü kaybetmiş insanlık düşmanları
sorgulanıp, yargılanarak ‘devr-i sabıkları” yaratılmalıdır.
-
Temiz devlet ve temiz toplum için bu şarttır.
Türkiye’nin kendi kendisi ile yüzleşme ve yönetenlerin halkla hesaplaşması
zamanı gelmiştir. Yarın çok geç olabilir.
- DEVLETİN MALI DENİZ:
-
Bu söylemin doğrusu, haksızlıktan, rüşvet,
hırsızlık ve yolsuzluktan bıkmış-bunalmış, bu alt varlıklara karşı illet ve
nefretle muzdarip halkımın, kinayeten söylediği bir söz olup;
- DOĞRUSU şöyle: “Devletin malı deniz, hırsızlık, haksızlık ve yolsuzluk
yapan domuzdur.”
-
Bu manâ ve muhtevada “Domuzlar” devr-i
sabıklar olsa gerektir.
-
Devlet gibi devlet, adam gibi adam olmanın
yolu da; Ülkemiz ve devletimizi her tür haksızlık, yolsuzluk, adaletsizlik ve
hukuksuzluktan arındırmaktan geçer. Bu konuda fert ve millet olarak günün
hükümetine güvenmek isteriz.
-
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
-
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
37 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
DEVR-İ SABIK’LAR!.. |
-
-
Eğer durumdan şikâyetçi olanlar Atatürk
döneminin kadim Halk Partilisi veya illâ tarihi ve gerçek Demokrat
Parti’li iseler mesele yok. Çünkü bu orijinal insanları 1960’dan sonra
CHP’de, 12 Mart’tan sonra AP ve DYP’de ve kesinlikle Turgut Özal dönemi
dışında ANAP’ta göremez; Türk İnkılâbı, gelenek ve gerçek çizgisine
mensup, erbabı faziletten olan yüksek şahsiyetlere; Hakkaniyet, adalet,
hukuk ve demokrasi düşmanı; Haksızlık, yolsuzluk, yalan-talan, ayırma ve
kayırmanın çöreklendiği siyaset şirketlerinde rastlayamazsınız!
ÖZELEŞTİRİ, VİCDANİ YARGILAMA VE SORGULAMA:
-
Büyük Türk Milleti ve şanlı Türkiye
Cumhuriyetini bu karanlık günlere, kâbuslara, vahamet, kriz, kaos ve
şeamete sürükleyenler: Başta İsmet İnönü, Alpaslan Türkeş, Bülent Ecevit,
Necmettin Erbakan, Süleyman Demirel, Turgut Özal, Tansu Çiller, Mesut
Yılmaz, Devlet Bahçeli, Deniz Baykal ve Doğu Perinçek ile şu an itibarıyla
sözde milli merkez (?!) başkanı Cindoruk değil mi?.. Aslına, nesline,
dava/misyon ve milletine ihanet ederek, AKP’de yuvalanan eski Demokrat
Parti’li, AP, DYP ve özellikle ANAP’lılara ne demeli?!.
-
Hani siyasi ahlâk, namus-şeref, insanlık
onuru, Milli dava, manâ, ilke, ruh ve misyon haysiyeti nerede?.. Her ne
kadar siyaset bir din, partiler mezhep değilseler de; İlkeli, onurlu,
sorumlu, sahip, saygılı ve omurgalı olmak, inandığı veya sığındığı yerde
haysiyetli durmak, insan olmanın olağan, doğal ve zorunlu bir gereğidir.
-
Özellikle Türk soyundan gelenler;
Namuslu, dürüst ve demokrat olanlar ile etnikten kripto olmayanlarda bu
karakter, en yüksek, saygın ve saygıdeğer biçimde zuhur ve tezahür eder.
Zorunlu haller ve mücbir nedenler dışında şahsiyetli ve haysiyetli
insanlar yaşadıkları sürece ilke, onur, yol ve çizgilerini muhafaza
etmekle maruftur. Buna mukabil, Ebu Cehil, Ebu Leheb ve Muaviye bin Ebu
Süfyan (şeytan) soyundan gelen selefiler bukalemun gibidir. Ne zaman
nerede olacakları ve oldukları yerde rahat durup durmayacakları bilinemez.
-
Millet Vekili mi; Parlamenter mi?
-
Bırakın Türkiye’yi, dünyanın en dinsiz,
(dini anlamda) ahlâksız ve ateist ülkelerinde bile, Millet
Parlâmentoları’nda temsil görevi yapan kimseler millete vekâleten ve
bizzat millet adına vazife icra ve ifa ederler. Hareket tarzları tıpkı bir
“vekil avukat” durum ve derecesinde olup; Asla had ve hudutlarını
aşamazlar. Objektif ve orijinali bu; Peki bizimkiler neyin nesi?
-
Neden ve niçin Türkiye parlâmenterleri,
kendi hür iradeleri ile Cumhurbaşkanı adayı önerme, bizzat aday olma veya
istediklerini (ya da isteyeni) aday gösterebilme uğruna medeni cesaret ve
fazilet gösteremediler?. Dayatmadan şikâyetçi olup; 6271 sayılı yasayı
suçlayanlar, mezkür yasa 2011 ve 2012 yıllarında görüşülürken “akıl
tutulması ile malul” veya akıl-mantık melekeleri dumura uğramış, idrak,
basiret ve becerileri uçup gitmiş miydi acaba?
-
Sebebi: 1961’den bu yana, Türk Milleti’ne
“Vekil” seçtirilmeyişidir.
-
Aksi takdirde, beka, basiret, ilim ve
ferasetten nasipsiz eşhasın oralarda işi ne?
YÜKSEK YARGI NEDİR?
-
Diğer taraftan; Ancak ve sadece adalet,
hakkaniyet ve hukukta hata yapmayacak kadar ilim, ahlâk, kıdem, ehliyet,
ilke, şahsiyet, haysiyet, yüksek karakter; Yani liyakat sahiplerinin görev
yapabilecekleri “hak, adalet ve hukuk” hanelere Mahkeme ve Yüksek Mahkeme
denilir.
-
Türk Milleti’nin yüksek hars’ı ve
asırlarca dünyayı idare etmiş medeniyetinin gerçeği, değişmez geleneği,
düsturu budur. Her ne kadar, bu gelenek ve genetik gerçek doğrultusunda,
sadece yüksek ilim/ahlâk ve fazilet sahibi soylular hukukçu (Hâkim, Savcı,
Avukat).; Ast ve üst Subay, Polis ve Millet Memuru olabilirken
(Osmanlı/Enderun ve İngiltere/Exeter örneği), 1960’dan sonra her önüne
gelenin her yere girebildiği, her makama aday olabildiği (vaktiyle orduya
silâh çekmiş eşkıyanın Cumhurbaşkanı adayı olması) bir memleket büyük bir
hesabın arifesindedir. Çünkü artık bu ülkede, yüksek mahkemeler adalet
dağıtamıyor; Hak, hukuk ve huzur üretemiyor. Şimdi söyleyin bakalım:
-
YSK neden adil değil acaba? Unutmayın!
-
İnsaniyetin miyarı adalettir. Eğer adalet
yoksa dikta, cunta ve mezalim vardır biline.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
38 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
DEVR-İ SABIK YARATMAK |
DEVLET: Kelime,
kavram ve anlam (manâ ve muhteva) olarak devlet, “Siyasi, idari ve
merkezi bir teşkilâta sahip, belirli ve müseccel sınırlarla muhkem ve
mukayyet, toprakları üzerinde hakim, halkıyla hür, müstakil, özgür ve
hükümran, (tam bağımsız) ülke; Üzerindeki insan topluluğunu, mutlak
bir adâlet, hukuk, eşitlik ve hakkaniyetle yöneten, doğrusal yönde
hareket eden, milletin işlerini tam bir dürüstlükle yürüten, insan
haklarına sahip ve hukuka saygılı meşru bir hükümetle ‘milli
hakimiyet’ tesis etmiş bulunan ulusal bir kurumdur.
Esas olarak devlette
kanunlar Anayasa’ ya, Anayasalar ise insana ve insan tabiatına
(doğuştan var olan insan haklarına) aykırı olamaz. Devlet insan için
vardır. İnsanlar, halk, millet, yani yurttaşlar tarafından “Namuslu,
dürüst, katılımcı, saydam-şeffaf, ilkeli, onurlu, sorumlu, hak-hukuk
ve bilumum medeni tasarruflarda mutlak eşitlik esasına dayalı”,
özellikle demokrasi ve demokrasinin mutlak mütemmimi (ayrılmaz parçası
olan) Cumhuriyetle yönetilmek zorunda ve durumundadır.
Bilinen ve belli olan
tarihte ilk kez bu ideolojik tanım ve siyaset felsefesi günümüzden
2500 yıl önce Plâton (Eflâtun) tarafından vâzedilmiş; Bu rejim ve
siyaset felsefesinin en ileri ve çağdaş-modern versiyonu ise, Atatürk
ilke ve inkılâpları bağlamında “İnsan odaklı” doğru, demokratik
‘İnsani Boyut ve Bilgi Toplumunun ideal rejimi’ “Türk İnkılâbı”
(Atatürk’ün kendi deyişi ile) “KEMALİZM” olarak biçimlenmiş
devlet-rejim budur.
Günümüzde, orijinal
ve objektif bir rejim olan bu yönetim biçimini örnek alan veya
uygulayan, (dünyada) gerçek devlet sayısı iki elin parmakları kadar
azdır. Yakın ve uzak tarihte ise, ağırlıklı olarak Türk ve İslâm
devletleri ile 20.500.000 km2’de yaklaşık 600 yılı mücavir süre ile
“huzur iklimi” olarak adâletle hüküm süren Osmanlı örneği ile
1923-1938 dönemi Türkiye Cumhuriyeti gösterilir.
Şu anda ülkemizde de
Kemalizm maalesef ‘gizlenen rejim’ durumunda olup, 1961’ den itibaren
terk edilmiştir. Ancak, AB Komisyonunca onaylanan Ortlander raporunda
yer aldığı veçhile batı, Türkiye’nin kesinlikle Atatürk’ü unutmasını
istemektedir. Zira, kapitalist ve emperyalist küresel sermaye, önünde
en büyük tehlike olarak “Kemalizm” i görmektedir.
Bu talep ve yaşanan
gerçek yönünde biz yine de konuyu irdelemeyi sürdürelim:
Devletler, halk
tarafından tesis ve idame ettirilen hükümetler eliyle yönetilir.
Hükümetlerin mutlak
şartı meşruiyettir. Hüküm ve hikmet meşruiyetle mümkündür.
Meşru Hükümet :
Gücünü sadece ve yalnızca halktan alan ve halka dayanan, kuvvet,
kudret ve hakimiyet-hükümranlık hakkını “halkla birlikte-halk için
kullanan”, halkın emrinde ve hizmetinde olan ve bu (hüküm ve hikmet)
hakkını; Ulusal ve evrensel hukukun kabul görmüş ilke, norm, standart
ve kriterleri muvacehesinde; İlmi değer, manevi mukaddes, milli
mefküre, temel inanç, adet, örf, yerleşik töre, birikim ve gelenekleri
doğrultusunda kullanan;
Halkın gücü, kudreti,
irade ve adâlet ahlâkı “doğrudan milletçe onaylanmış” müşterek hak,
hukuk ve menfaatleri tavizsiz-ivazsız bir “kamu ahlâkı dairesinde”
yönetme erkidir.
Bu, Türk milleti ve
TC devleti bağlamında bir “Kuvâ-i Milliye” veya “Çanakkale” rûhu,
nizamı; Yani, halk iktidarı anlamına gelir. Halk iktidarı ‘hak
iktidarı’ demektir. Diğer bir anlamda, kamu yönetiminde ‘kamu onayı ve
kamu vicdanı’ esastır. Türk milletinin kamu vicdanı: Mustafa Kemal
ATATÜRK, O’ nun ilkeleri ve Türk İnkılâbıdır.
Türk İnkılâbı
‘Cumhuriyet Fazilettir” ilkesine dayalıdır. Mutlak dürüstlüğü esas
alır.
Yani; Türk devleti
(orijinal Fransızca da ‘bon-sens’ denilen) haklıların güçlülüğü, hak,
adalet ve hukukun mutlak hakimiyeti; her türlü ayırma, kayırma,
farklılık, üstünlük, imtiyaz ve kanunsuz koruma dışında ‘tam eşitliği’
öngörür. Bilimin, milli birikimin ve insani bilincin gereği olan
‘doğrusal yönde temlik ve tasarrufu”, “En hakiki mürşit ilimdir”
ilkesini esas alır.
Türk milleti ve TC
devleti, vahşi kapitalizm ve küresel emperyalizme karşıdır.
Türkiye, hür,
müstakil, hakim ve kendi hukuku ile kaim medeni bir dünya devletidir.
Türkiye Cumhuriyeti;
Binlerce yıllık devlet geleneğinin gereği; Namuslu bir devlettir.
DEVLETİN NAMUSU:
Yukarda açıklanan usul, esas ve münhasıran “Türk İnkılâbı”
çerçevesinde ‘Türk Devleti’ “CUMHURİYET FAZİLETTİR” ilkesi bağlamında
kuruludur. “Fazilet” Türk ve dünya lügatlarında; “Doğruluk, dürüstlük,
değer, meziyet, iyilik, ilim, irfan ve iman itibarı ile yüksek, adalet
ve ahlâk-edep sahibi, hürmet ve muhabbete lâyık, saygınlık” anlamına
gelir. Tek kelime ile fazilet: Kişisel ve kurumsal bazda namuslu,
dürüst ve demokrat olmaktır. Gerçek anlamda namuslu, dürüst ve
demokrat olmayanın devlette işi yoktur.
Bu tanımları,
günümüzde yaşanan ‘derin’ kavram kargaşasını açıklamak için yaptım.
ASIL MESELE NEDİR: 83
yıllık cumhuriyet tarihini “Hakiki devlet ve namuslu hükümetler”
bağlamında büyüteç altına koyduğumuzda ortaya çıkan profil şudur:
1923-1938 dönemi: Tam bir yokluk, yoksulluk ve kıtlıktan; Taban ve
tavan arasında makul bir denge korunarak, el ve gönül birliği ve
“millet olma” bilinci içinde kalkınma ve gelişme yolunda büyük mesafe
alınmış; Kurucu önderi, bütün ayni ve nakdi mal varlığını milletine ve
milletin kurumlarına bağışlamış, bütün dünyanın saygı duyduğu “kederde
ve kıvançta bir” yüksek bir medeniyet bu dönemde yaşanmıştır. Atatürk
dönemi, tertemiz ve pırıl pırıl bir dönemdir.
1938-1950: Karşı
devrim adına, her şeyin yerle bir, Türk inkılâbınınsa ter-yüz
edildiği, ilk yolsuzluk ve suistimallerin uç verdiği, demokrasinin
yerini despotluğun aldığı kıtlık ve kâbusların hortladığı karanlık ve
kara bir dönem. Kayıp yıllar...
1950-1960 : Türk
inkılâbının düştüğü yerden ayağa kalktığı, Atatürk programlarının
tekrar, özenle yürürlüğe konduğu, milletçe kalkınma-gelişme, devletçe
yükselme ve ‘muasır medeniyet seviyesine ulaşma” seferberliğinin
başladığı ve ülkenin karanlıktan aydınlığa çıkarılarak birinci sınıf
bir dünya devleti noktasına yükseldiği, taşındığı harika yıllar.
DİKKAT : 14 Mayıs
1950 seçimlerinde ‘beyaz ihtilâl’ olarak tarihe geçen ve büyük bir
halk hareketi ve kuvâ-i milliye ruhuyla “demokrasi zaferi” kazanan
parti, halk partisi tarafından “devr-i sabık” yaratmama konusunda
uyarılmış, aksi taktirde askeri darbe ile tehdit edilmiş olmakla; DP,
demokrasiye geçiş evresi nedeniyle bu şartı kabule mecbur kalmıştır.
DARBE : 27 Mayıs
1960’da, başta halk partililer ile Cumhuriyet, Demokrasi, Atatürk,
Adalet, ahlâk ve milli değerler düşmanı, hukuk özürlü dahili ve harici
bedhahların iştirak ve işbirliği sonucu yapılan darbe, 10 yıldır
yaşanan “asr-ı saadet” dönemini sonlandırdı. Bir değil binlerce
“DEVR-İ SABIK” yaratma ihtirası uğruna kurulan ‘adalet ve hukukun yüz
karası, utancı’ güdümlü mahkemelerde binlerce masum insan, memur,
müsdahdem, genel müdür, genel kurmay başkanı, bakan, başbakan ve
cumhurbaşkanı alçakça sorgulandı ve yargılandı. Nâhak yere üç masum ve
müsemma lider hunharca asıldı. Ancak, örtülü ödenek dahil devletin ve
hükümetin bütün hesapları tertemiz çıktı... Devr-i Sabık
yaratamadılar. Çünkü devlet bu dönemde Atatürk’ün yolunda ve izinde
yürümüştü.
Atatürkçülük, yani
‘Kemalizm’ ile yalan-talan ve yolsuzluk birleşmezdi.
Oysa, müsebbipler
1950’de devri sabık yaratılmamasını şart koşmuşlardı.
Çünkü 1938-1950
döneminde devleti yönetenler, reddi miras etmişlerdi. Ortam
pisti.
NEREDEN NEREYE:
Emekli Jandarma Kurmay Albay ve dönemin Jandarma Genel Komutanlığı
Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanı; Namus ve
fazilet timsali büyük insan, gerçek bir Türk Askeri, Kuvva-i Milliyeci
Aziz ERGEN’ in “Kirli Ellerin İttifakı” isimli kitabı yayınlandığı gün
bana geldi. Türünün nadir örneklerinden olan bu kitabı; Yukarda
irdelediğim siyaset bilimini (Türk inkılâbını) baz alıp, “1960-2006”
döneminde olup bitenleri düşünerek büyük bir dikkat ve itina ile satır
satır okudum. Başlangıçta vaki açıklama ve tanımlar doğrultusunda
mukayeseli bir şekilde inceledim, değerlendirdim.
Evet, demek artık,
‘yeni bir beyaz sayfa daha’ açmanın değil; ‘iyice kirlenen’ son 40
yılın hesabını sormak zamanı gelmişti
Bahusus toplantıda,
Aziz Albayın son derece ağır başlı, temkinli ve (emekli de olsa)
temsil ettiği camia ve emekli olduğu kurumun onur ve erdemini
düşünerek verdiği cevaplar ile Talât ŞALK’ ın açıklamalarını ‘bu
amaçla’ not aldım. Akabinde aldığım önemli notlar ve kitabı bir kenara
koyarak, ertesi günden itibaren Internet, radyolar, yazılı-görsel
medya ve televizyonlarda yer alan haber ve programları dikkatle
izlemeye başladım.
Acaba, Türkiye’yi
sarsacak nitelikteki bu açıklamaların yansıması ne olacaktı ?
Halkın tutumu,
hükümetin tavrı, başta insan hakları örgütleri olmak üzere, sivil
toplum kuruluşlarının ve genelde kamuoyunun tepkileri konusunda ciddi
beklentilerim vardı.
Sanki bütün medya
harekete geçecek, aziz ve necip Türk halkı ayağa kalkacak, STK’ lar
hepten teyakkuz durumuna geçecek, başta Sayın Cumhurbaşkanı, Devlet
Denetleme Kurulu, Başbakan, Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu,
Bakanlar ve Bakanlık Teftiş Kurulları derhal işe el koyacak; Dönem
itibarıyla kayıp, kaçak, gasp, hırsızlık ve yolsuzlukla hortumlanmış,
kitapta açıklanan ‘millete ait’ 500 milyar doların peşine düşerek;
‘DEVLETİN NAMUSUNU” kurtaracaklardı.
Zira, dönemin hayali
ihracat komisyonu başkanı ve Aksaray milletvekili, Manisa eski
milletvekili; o gün için vizyondaki “Kurtlar Vadisi” dizisinin
yapımcıları, konuyla ilgili başkaca kitaplar yazan yazarlar, dönem
içinde konuyla ilgili dizileri yayınlayan gazeteler ve gazeteciler
sayesinde (Aziz Albay kadar olmasa bile) yine de ‘harekete geçmeye
yetecek kadar’ pislik, kirlilik, hırsızlık, yolsuzluk, yozlaşma, erime
ve çürüme ortaya çıkmıştı. Üstüne üstlük bir de, ‘dokunulmazlara’ ait
dosyalar vardı.
Böylece tüyü bitmemiş
yetimin hakkı söke söke geri alınacak, Aziz Türk milletinin alçakça
çalınan geleceği kurtarılacak, suçlular yakalanacak, adil mahkemelerde
yargılanacak ve kamu vicdanı rahatlatılacaktı. Bu son derece olağan,
doğal, masum ve yasal bir beklenti idi. Zira, devlet ve hükümetler
bunun için vardı. Hiç olmazsa beyaz enerji dahil, aysbergin dışarıda
kalan, görünen bölümü aydınlandı. Kirli eller, kara vicdanlar ve irin
dolu yüreklerin sırrı ayândı artık. Devlet varsa (ki, vardır) şimdi
harekete geçmeliydi. Zira;
Aziz Ergen’in kitabı,
izah ve itirafları bir bakıma rüşvetin, hırsızlığın, hortumculuğun ve
devleti kullanarak milleti soymanın aleni belgesi idi. Üstüne üstlük
bu güne kadar benzer konularda yayınlanan hatırat, belge, bilgi, kitap
ve itirafları da tamamlıyordu. Hazır, Anayasa mahkemesi, yerel
mahkemeler ve Cumhuriyet Savcıları da konu üstünde idi. Bir tarafta
aleni dolandırıcılıktan yakalanan bakan, diğer tarafta sahtecilik,
görevi kötüye kullanma, rüşvet, iltimas, suistimal, nüfuz ticareti
gibi yüz kızartıcı suçlarla yargılanan eski bakan ve vekiller; Diğer
tarafta, aynı suçlara ilâveten bölücülük, teröre destek,
yardım-yataklık ve dahi vatana ihanete kadar varan iddialarla
suçlanan, ancak insan onuru, adalet ahlâkı, demokrasi, Anayasa’nın
eşitlik ilkesine aykırı bir biçimde dokunulmazlık zırhı ile korunan
‘milletvekilleri’ vardı.
Hattâ, buna rağmen
yalan-talan, soygun ve vurgun bütün şiddeti ile devam etmekte idi.
Üstüne üstlük,
şimdilerde Türkiye’yi soyanlar ve hortumlayanlar kervanına İMF, AB
kurumları, Dünya Bankası ve ülkemizin “Milli İktisat”sınırlarını yok
eden “Gümrük Birliği” çeteleri bile vardı. Ülkemizde mafyalar cirit
atıyor, organize çıkar örgütleri “Medya-Mafya-Politika” şeytan
üçgeninde, rahatça hareket ediyor ve diledikleri gibi faaliyet
gösteriyordu.
Evet, devlet, hükümet
ve halk bütün kurum ve kuruluşları ile harekete geçmeliydi.
Şimdi tam zamanı idi.
Artık, ‘hiçbir şey eskisi gibi olmamak’ zorundaydı.
AMA HAYRET : Alenen
suçlanan ve marifetleri deşifre edilen kesimlerden çıt yok. En küçük
bir ret, tekzip veya itiraz bahis konusu değil. Mütareke medyası
popülizm peşinde. Tutturmuş bir ‘Amerikalı albay nasıl soyuldu’ konusu
speküle edip duruyor. Milliyetçi, sağcı ve muhafazakâr yayın organları
da, sanki söz birliği etmişçesine “Çuvalın intikamını alan albay”
teranesine sarılmakta. Ortada tam bir sağırlar ve körler diyalogu
‘pandomima’ var.
Tedbir olarak sadece,
devletten ve halktan alenen çalınan 300 milyar dolarlık miktarı
mücavir olaylar ve saiklerine ilişkin bölüm nedeniyle, “KURTLAR
VADİSİ” dizisi kapatıldı.
SUÇ VE CEZA : Öteden
beri ve günümüzde yurttaşlarımız mahalle marketlerinden, ülke
bakanlarına kadar ulaşan yolsuzluklardan bıkmış, yılmış ve usanmıştır.
Sokaklarda gasp, devlette irtikap ve yolsuzluk vardır. Suç
patlamıştır. Suçlu rahattır. Yargı, Hukuk, Adalet ve ceza kurumu
dumura uğramıştır. Mâşeri vicdanı ATATÜRK olan millet rahatsızdır.
Durum kriz boyutunu aşmış, ümitsizlik, güven bunalımı ve buhrana
dönüşmeye başlamıştır.
Oysa, gelecekle
ilgili umut ve inanç yaratmak, her türlü yolsuzluğa karşı toplumsal
refleks oluşturmak ve doğal stabilizatörleri tekrar hayata geçirmek
gerekir. Bu meyanda, Aziz Albay tarafından açıklanan dehşet verici
olaylar; Zati şehadetle taraf olunan, vakıaların kamu tarafından
sorgulanması, müsebbiplerin yargılanması ve cezalandırılması şarttır.
Bunun yanı sıra, 1960’dan günümüze ‘devlet erki kullanılmak ve
kuruluşlar istismar edilmek” suretiyle, siyaset kurumları ve siyasi
partiler de alet edilerek yapılan ve boyutları dönem itibarıyla 500
milyar dolarlara varan dehşet verici devasa soygun, vurgun, yalan ve
talan anatomisi ‘keyifle ve korkusuzca’ menfur icraatını
sürdürememelidir. Bu soyguna “DUR” demek zamanıdır.
Suç ve suçlu ‘cürüm’
cenneti haline getirilen ülkede namuslu insanlar güvende değil.
Suçlular küstah ve acımasız. Masumlar ve mazlumlar korumasız. Yeni TCK
ve AB sayesinde suçlulara avukat verilmekte, mağdurlar ise daha da
mağdur ve perişan. 1923-1938 ilâ 1950-60 dönemi devlet anlayışı
unutulmuş, herkes Atatürkçü, fakat, Atatürkçülük, Kemalizm ve Türk
inkılâbından eser yok. Bu ne iki yüzlülük, mürailik ve münâfıklıktır
ki; Milliyetçiler, sağcılar, solcular, dinciler dahil bütün
kesimlerden hırsız, yolsuz ve hortumcu çıkabilmekte.
Adama (vatandaşa)
sorarlar !
Hani ilkelere ne
oldu. Hani binlerce yıllık tertemiz Türk medeniyeti !
Bize pırıl pırıl,
tertemiz ve berrak bir Cumhuriyet emanet eden Atatürk’e ihanet niye ?
Cemiyetin temeli
adâlet ahlâkıdır. Ancak, adaleti kaim olan kanun hukukidir.
Türk inkılâbının
amacı kanun devleti değil; Hukuk devletidir. Hukuk devletinde suç
cezasız kalmaz. Ceza, suça mümasil (denk) olmak zorundadır. Ne eksik,
ne fazla.
Evet, İnsan elbette
özgür bir varlıktır. Lâkin bu, suç işleme özgürlüğünü kapsamaz.
Kanun ve kuralları
belirleme hakkı, ‘güçlülerin’ değil, haklı-doğru ve dürüstlerindir.
Demokrasilerde
hırsız, yolsuz, hortumcu, yıkıcı ve bölücü unsurlara; Cezalarını çekip
ıslah olmadan “halk içinde” serbestçe dolaşma hakkı tanınamaz.
Hukuk devletinde ‘suç
işlemek’ herkes için yasaktır. Mutlak kaide budur.
DEVRİ SABIK YARATMAK
GEREK : Şimdi tam zamanıdır.
Millet, meri hükümet,
‘durumdan vazife çıkartarak’ Anayasa Mahkemesi veya yüksek yargı önce
cürmün milâdı olan 27 Mayıs’ın hesabını sormalıdır. Bununla birlikte o
mâkus günden itibaren bu güne değin yapılan bütün haksızlık,
hırsızlık, gasp, irtikap ve yolsuzluğun hesabı muhakeme edilmeli;
Ülkemiz, istiklâl ve istikbalimiz aleyhine işleyen AB süreci behemahal
durdurulmalı, Gümrük Birliğinden derhal çıkılmalı, devlet
“namuslu-dürüst ve demokrat” Atatürk’çü-Kemalist Cumhuriyet konumuna
tekrar çekilerek; 46 yıllık kâbusun kara vicdanlı, kirli el’li ve
kansızlar (damarlarında asil kan akmayan) hain, dönme, devşirme,
ateist, pagan ve Türklüğünü kaybetmiş insanlık düşmanları sorgulanıp,
yargılanarak ‘devr-i sabıkları” yaratılmalıdır.
Temiz devlet ve temiz
toplum için bu şarttır. Türkiye’nin kendi kendisi ile yüzleşme ve
yönetenlerin halkla hesaplaşması zamanı gelmiştir. Yarın çok geç
olabilir.
DEVLETİN MALI DENİZ :
Bu söylemin doğrusu,
haksızlıktan, rüşvet, hırsızlık ve yolsuzluktan bıkmış-bunalmış, bu
alt varlıklara karşı illet ve nefretle muzdarip halkımın, kinayeten
söylediği bir söz olup; DOĞRUSU şöyledir: “Devletin Malı Deniz,
Hırsızlık, Haksızlık ve Yolsuzluk Yapan Domuzdur.” Bu manâ ve
muhtevada “Domuzlar” devr-i sabıklar olsa gerek.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
39 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
"DİASPORANIN SESİNİ KESMEK" |
-
-
Koç Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Norman Stone da konuşmasına, "Ermeni
diasporası ne oyun oynuyor, neden buradayız? Neden öğrenciler, insanlar bir
şekilde milliyetçi akımlara kapılıyor?" diyerek başladı. Ermeni diasporasının
gerçeği manipüle ettiğini ifade eden Stone, "Yakında '10 milyon Ermeni
öldürüldü' diyecekler. Böylece esas kendilerine zarar veriyorlar. Fransız
diasporasının ne yapmak istediğini anlamıyorum" dedi. Türkiye'nin durumunun
çok yakın zamana kadar "şu durumu nasıl idare etsek" şeklinde olduğunu ifade
eden Stone, Türklerin savlarını yabancılara sunma tarzlarının iyi olmadığını
söyledi. Türklerin söylemini dürüst, açık ve kısa makalelerle dile
getirmesinin daha doğru olacağını anlatan Stone, Türkiye'nin kendisini
savunuyor duruma düşmemesi gerektiğini kaydetti. Stone, "Bu ülkeyi benim gibi
gerçekten seven insanlar olarak, Orhan Pamuk ve Hırant Dink'in çektiği
sıkıntıları anlatamıyoruz, bunu anlatmakta zorluk çekiyoruz" diye konuştu.
Norman Stone konuşmasını, "Biz, ortalığı karıştırmaktan ve anlamsız bir
kasıtla suyu bulandırmaktan başka hiçbir işe yaramayan Ermeni diasporanın
sesini kesmesini istiyoruz" diyerek tamamladı.
-
"TOPRAK PEŞİNDE KOŞUYORLAR"
-
CHP İstanbul Milletvekili Şükrü Elekdağ ise batıdaki bazı ülkelerin sözde
Ermeni soykırımı iddialarını benimsediklerini anlattı. Türkiye'ye yönelen
küresel bir tehdit bulunduğunu ve bu suçlamaların Türk dış politikası üzerinde
baskı yaptığını ifade eden Şükrü Elekdağ, batılı devletlerin Ermeni
iddialarını Türkiye'ye karşı koz olarak kullandıklarını söyledi. Bu tür
olayların sürekli gündemde olduğu bugünlerde Ermeni tarafının muazzam bir
faaliyet içinde bulunduğunu anlatan Elekdağ, savundukları iddialarla ilgili
her yıl (yalan-yanlış) binlerce kitap ve makale yazdıklarını, her vesile ile
sempozyumlar düzenlediklerini, ses getirecek lobicilik faaliyetlerinde
bulunduklarını kaydetti. Bütün Ermeni dünyasının kendisini son bir asırdır
Türkiye'ye karşı savaş içinde gördüğünü belirten Elekdağ, şöyle devam etti:
-
"Bunun bir amacı var. Amaçları, Ermenistan'ı Anadolu'nun doğusundan toprak
alarak büyütmek. Bunun peşinde koşuyorlar. Bunun için de “4 T” stratejileri
var. bunlar; tanıtım, tanıtma, tazminat ve toprak... Bunu yıllardır
kimseye anlatamadık. Bugüne kadar tanıtma ve tanıtımda mesafe aldılar. Son
olarak ABD'de soykırıma uğradığını söyleyen bir kesim açtığı tazminat davasını
kazandı ve tazminat aldı. Yani 3. üncü aşama da geçti. Tanıtım, tanıtma,
tazminatta mesafe aldılar, şimdi sıra toprakta... Biz bu edilgenlikle bu
davayı nasıl kazanacağız? Karşımızda bu dava için seferber olan büyük bir
kesim var." Devamla, "Tehcir, Cenevre Sözleşmesi'ne uygun, burada Türkiye
açısından endişe edecek bir şey yok" diye konuştu.
-
Daha sonra,Tehcirin, Cenevre Sözleşmesi'ne uygun olarak bir "askeri
gereklilik" çerçevesinde uygulandığını anlatan Aktan, şöyle devam etti:
"Dönemin yönetiminde ve Türk toplumunda Ermenilere karşı yok etme kastı asla
mevcut olmamıştır. Çünkü Ermenileri aşağılık gören bir ırkçı nefret yoktur. Ne
daha önce, ne de o sırada ortaya çıkmıştır. Böyle bir duygunun ne yazılı, ne
sözlü örneği vardır. Tam tersine Ermeniler Osmanlı Türklerini aşağı, gayri
medeni, vahşi, hatta barbar görmüşlerdir. Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa'nın
tarihi önyargıları ya da ırkçılığının yol açtığı savaşlarda ve bu ırkçılıktan
esinlenerek Türkleri aşağı gören Balkan Hıristiyanları ve Ermenilerin
isyanlarıyla yıkılmıştır. Osmanlı hakimiyetinden çıkan bölgelerdeki Türk ve
Müslüman’ lar ırkçı nefretle katledilerek Anadolu'ya sürülmüşlerdir. Dünya bu
trajedilere kayıtsız kalmıştır. Bu açıdan Osmanlı'nın yıkılışı, basit bir
askeri-politik kuvvet mücadelesinin çok ötesine ve ilerisine taşınmış ve
tarihi gerçeğe aykırı olarak, soykırım niteliği kazanmıştır. Belki de bu
nedenle geçmiş travmalarımızı unutmayı yeğliyoruz. Tarih çalışmalarında Ermeni
olaylarına fazla değinilmemesinin nedeni de bu olmalı. Yine aynı nedenle
Kurtuluş Savaşı'nı kazanan ve Cumhuriyeti kuran kuşaktan sonra, kendimizi
batıya karşı küçük görmek, özgüvenle mücadele edememek, sürekli suçlu
hissetmek gibi depresif ve yersiz duygular giderek toplumumuza hakim
olmaktadır."
-
PROF.HALACOGLU\'NUN KONUSMASI
-
TÜRK TARİH KURUMU BAŞKANI PROF. DR. HALAÇOĞLU konuşmasında: ''BİZİM
TARTIŞMAKTAN UTANACAK NE BİR TARİHİ GEÇMİŞİMİZ, NE DE SOYKIRIM VARDIR'' Türk
Tarih Kurumu (TTK) Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, ''bu ülkede yaşamaktan
ve bu milletin bir ferdi olmaktan gurur duyduğunu'' belirterek, ''Bizim
tartışmaktan utanacak ne bir tarihi geçmişimiz, ne de soykırım vardır'' dedi.
İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) ve Sivil Toplum Kuruluşları Birliği
Platformu'nun işbirliğiyle İTÜ Maçka Yerleşkesi'nde düzenlenen ''Türk-Ermeni
İlişkilerinde Tarihi Gerçekler'' konulu sempozyumun öğleden sonraki bölümünde
''1915 Soykırım İddiaları... Savcılar ve Hakimler'' başlıklı bildiri sunan
Prof. Dr. Halaçoğlu, bu konunun bilimsel olmaktan çıkıp siyasal alana
dönüştürüldüğünü vurguladı. Dünya Savaşı'nda Ermeniler'in de diğer insanlarla
aynı acıyı paylaştıklarına işaret eden Halaçoğlu, bu konuyla ilgili Osmanlı
arşivleri gibi diğer devlet arşivlerin de henüz tam anlamıyla incelenemediğini
belirttiği konuşmasına öyle devam etti:
-
''Osmanlı arşivleri son 1 yıldır internet ortamındadır. Osmanlı arşivlerinin
yüzde 10'u incelenebilmiştir. Buna rağmen soykırıma uğradıklarını
söylemektedirler. Bu durumda verilecek yanıt 'hayır' olacaktır. Bu takdirde
iddianameyi hazırlayanlar ile kararı verenlerin varmak istedikleri sonuç
nedir? Yok eğer 'yeterli bilgilerimiz var' deniyorsa, bu durumda ellerindeki
verileri dünya kamuoyuna sunmaları gerekir. Ama görülen o ki ellerinde böyle
bir veri yok. Bilgi Üniversitesi'nde yapılan sempozyumda 'belgeyle tarih
yazılmaz', 'soykırımın belgesi olmaz' denildi.
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
40 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
DİNDARLIK, ADALET VE DEVLET |
-
-
Osmanlı İslâm Devleti’nin., evrensel
İslâmi değer, adalet ahlâkı, insanî norm, ilke ve standartları terk
ederek çöpe atmaya; Yönetim ve yaşam biçimini tefessüh etmiş
(yozlaşmış, çürümüş) maddeci Batı kültürüne göre şekillendirme
gafletine düştüğü 1700’lerden itibaren, muharref ve mukallit İncil
yandaşlarının yıldızı parlamış, buna paralel olarak fanatik Musevi
camiasında yükselme devri, Osmanlı’da (1734) gerileme, düşüş ve
çöküş başlamıştır.
-
Bunun ana nedeni: Tabiatın boşluğa
tahammül edememesidir
-
Daha açık bir anlatımla batı, Türk
ve İslâm âleminin içini boşaltıp değerlerini çalmış; Yerine
kendine ait yozlaşmış, çürümüş, ahlâksızlık, hırsızlık, yolsuzluk,
namussuzluk illetini koymuştur. Merhum Milli Şâir Mehmet Akif
Ersoy, bir Avrupa gezisi dönüşü bu hali tespit eder ve şöyle
açıklar: “Batı İslâm’ın ilmini almış; Bize ancak adı kalmış
pâyidar…”
- “EY İNSANLAR VE MÜSLÜMANLAR!...
-
‘Evrensel hukuk ve İslâm’a göre:
Devlet insan içindir. İnsan’ı yaşat ki, devlet yaşasın, düsturu,
iktisat ve müttefik içtihat gereği: Hak edilmiş ve helâl olmak
şartıyla, ‘kazanç’tan en az bir yıl kullanıldıktan sonra vergi
alınır. Gelir Vergisi oranı 1/40, yani: % 2.5 olup; gümrük hariç
“peşin vergi” haram ve yasaktır. Başta tekel ürün ve hizmetleri
olmak üzere; Akaryakıt, Doğalgaz, Tüpgaz, Elektrik, Su, Telefon,
Ekmek zorunlu ihtiyaç ve sürüme dayalı “sürekli ve garantili”
kazanç unsuru mal ve hizmetlerde azami kâr oranı, maliyet artı %
5;, Alımı isteğe bağlı, zorunlu ve yaşamsal olmayan mal ve
hizmetlerde ise kâr oranı: Maliyet artı en fazla % 20’dir.
Üretici, Sanayici ve Tüccar halka hizmetle memur-mükellef
kimsedir. Fahiş ve haksız kâr edilemez. Devlet’in varlık sebebi
vatandaşlar adına piyasaları geliştirme ve kontrol, huzur,
istikrar ve insicamı temin; Halkı, hür teşebbüsü, üretim ve
hizmetleri Düzenleme, Destekleme ve özellikle Denetleme ile
yetkili, görevli ve sorumludur.’ İYİ BİLİN!..”
-
Enteresandır; Osmanlı ve İslâm
devletlerinin duraklaması Batı’nın ayağa kalkmasına; Gerilemesi
ise yükselmesine denk gelir. Bizde duraklama ve gerilemenin
nedeni: "nepotizm, gayrimüslimlere yalakalık, ABD, İngiltere,
Almanya ve Fransa’ya yardakçılık, hak, adalet ve hukuku siyasete,
din’i hem siyaset ve hem de ticarete alet edecek kadar ahlâki
düşüklüktür. "
-
Dönem itibarıyla tüm İslâm âlemini
kucaklayan, temsil ve izam eden Osmanlı’nın bu minval üzere
zevali, doğal ve evrensel yaşam biçiminden uzaklaşarak; Hızla
küfrün kucağına düşmesi, 200 yıl süren “hilâl-i salip” mücadelesi
neticesinde sözde Müslümanların ric’ati (pes ederek geri
çekilmesi), mağlubiyeti ile sonuçlanmış ve bu illetle yıkılıp
gitmişlerdir.
-
Gelinen nokta: Adalet ve faziletle
hükümferma olunan 20 milyon 500 bin km2’lik bir cihan devletinden,
780 bin km2’lik arenadır. Oysa Cumhuriyetin kuruluş ilkesi Türk
İnkılâbı ile Osmanlı’nın kuruluş düsturu birdir. İmanlı-şuurlu,
onurlu-sorumlu, hak, adalet ve fazilete dayalı namuslu, dürüst,
demokrat “antiemperyalist” Türkiye Cumhuriyeti…..
-
Dolayısıyla, her iki halde de
olması gereken, beklenen ve mayalanan ne idi?
-
“Ebed Müddet Devlet”; Hak, adalet,
huzur, emniyet, eşitlik ve barış iklimi!..
- OSMANLI’DA OLMADI!...
-
Bunun sebebi: İnsan için en
doğal, rahat, özgür, şahsiyetli ve haysiyetli yaşam biçimi olan
İslâm’dan uzaklaşmak, bid-at ve hurafelere saplanmak;
Müslümanlık bir yana, insanlık dışı, alt ve alçak bir yaşam
tarzına rıza göstermektir. Aşağıda arz, ifade edeceğim şekilde
bu, bütün İslâm âlemi bir yana İnsanlık âlemi için de büyük bir
hezimet, ıstırap, sıkıntı ve utanç nedeni olmuştur. 1700 ilâ
1930 yılları arasında aralıksız cereyan eden Müslüman odaklı
savaş, tehcir (zorunlu göç), sistemli soykırımlar, suni olarak
teşkil ve teşekkül ettirilen sözde ana dil, etnik kök, mezhep ve
tarikat sapkınlıkları da hesaba katmak gerek!..
-
İşte bu feci izmihlâl ve ağır
hezimetin faili: Vahşi Batı, Hıristiyan ve Yahudiler;
-
Suçlu ve sorumlusu: Apaçık gaflet,
dalâlet ve hıyanetle malûl, din tacirliğine müptelâ ‘Müslümanların
Emir’i vasfını terkle “Kral” kisvesine bürünen, kibir, sefahat,
saltanat ve ilmî sefalet zafiyetiyle illetli ümera (amirler,
yöneticiler) ve bu zûl-zilletten maişet dilenecek kadar alçalan,
ilim, ahlâk ve fazilet fukarası ulema, fukaha ile sözde zamanın
aydınlarıdır... (./..)
-
- DİNDARLIK, BİLİM VE DEVLET
-
Devletten, sosyal hayat ve
kurumlardan dini soyutlamanın, ahlâkı dışlamanın faturası daima
çok yüksek olmuş; “insan, ekosistem ve bütünüyle doğal hayata
ihanet” anlamına gelen bu menfur teşebbüsler, sonuçta çok büyük
ekonomik, sosyal ve kültürel felâketler, travma ve çöküntülere
neden olmuştur. (BAK: Dindarlık, Adalet ve Devlet)
-
Mağdurları: Sorumluluk duygusu,
medeni cesaret, onur, ahlâk, iman ve ilimlerini terk edip; Dinî
ticarete, adaleti siyasete, ilmi menfaate alet etmeye kalkışan;
rüşvet-iltimas, ayırma, kayırma, haksızlık, yolsuzluk ve
suiistimale yönelen, icabında yalan söylemek ve yalan yere yemin
etmekten kaçınmayacak kadar insanlık dışına çıkmış öz haini, sözde
Müslümanlar…
-
Bu yüzdendir ki; (1300–1923) 623
yıllık ömrün 434 yılını insanca ve İslâm’ca hüküm süren; Adalet ve
barış iklimi, fazilet güneşi Osmanlı’nın çöküşü 189 yıl sürmüştür.
Oysa yeni Türkiye Cumhuriyeti henüz 89 yaşındadır. Bilinen ve
belli olan, tarih boyunca kurulmuş Türk devletlerine oranla henüz
çok gençtir. Yenidir…
-
Mayası itibarıyla Osmanlı’ya rücu
eder korkusuyla da;
-
Genç Türkiye Cumhuriyeti,
olgunlaşmadan boğulmak istenmektedir..
-
Bu istek ve ihtirasın zebunu ise:
Kadim “Şark Meselesi’nden” mütevellit bedhahlardır.
-
Hakikatte MS 300 yıllarından beri
Türk milletine karşı düşmanlığı bilinen ve sürekli bileylenen,
tarihin en kanlı soygun, vurgun, katliam ve soykırımlarından biri
“Haçlı Seferleri” ile maruf, eli kanlı, kara vicdanlı, haramzade,
emperyalist batıdır. Musevi, Hıristiyan âleminin siyasal, sosyal,
bilimsel ve kültürel yapısı; Türk ve Müslümanların, bütün
devirlerine nazaran, çok ileri, koyu ve derin bir dindarlıkla
örülmüştür…
-
Hıristiyan Batı ve Kuzey Yıldızı
Yahudiliğin referansı din’dir. (Din kullanılarak 19. yy’da İsrail
devleti kurulmuştur.) Ancak öncelikle, “arz’ı idare etme” iddiası
güden, yaygın söylem ve yayınlara göre bu ideal, iddia veya
ütopyasını hayata geçirmek için evrensel bazda yoğun çaba harcayan
Yahudi toplumunu ele almak ve analitik olarak incelemek gerek:
-
- “EY İNSANLAR VE MÜSLÜMANLAR!...
-
‘Evrensel hukuk ve İslâm’a göre: Her insan bir devlettir. Devlet
insan için vardır. İnsan’ı yaşat ki, devlet yaşasın düsturu,
iktisat ve içtihat gereği: Her nevi kazanç sadece ve yalnızca “bir
defa” vergilendirilir. Vergilendirilmiş kazançtan; ÖTV, KDV ve
sair namlar altında, doğrudan veya dolaylı olarak başkaca vergi
alınamaz. Buna teşebbüs ve tevessül insan hakları, adalet ahlâkı
ve hukuka aykırıdır. Üretici, Sanayici ve Tüccar halka hizmetle
memur ve mükelleftir. Meşru hükümet adaletin teminatı olmakla;
hüküm ve hikmet de, adalet iledir. Hükümete rağmen hiç kimse fahiş
ve haksız kâr elde edemez.
-
yolsuzluk domuzluktur. Devlette
suiistimal, ihmal ve hırsızlık varsa hükümet yok demektir. Devlet’in
varlık sebebi. Millet Adına kontrol, huzur, istikrar ve insicamı
temin; Sektörleri tanzim, tertip, üretim, hizmet, serbest rekabet,
fiyat ve piyasaları “insan lehine” Düzenleme, Destekleme ve
özellikle Denetleme ile yetkili, görevli ve sorumludur.’ İYİ
BİLİN!..”
-
- MUKAYESELİ BİR İNCELEME VE DEĞERLENDİRME
-
2012’de nüfusu 7 milyara ulaşan
Dünyada yalnızca 14 milyon Yahudi / Musevi var.
-
(Kuzey ve Güney Amerika'da 7,
Asya'da 5, Avrupa'da 2 milyon ve Afrika'da yaklaşık 100 bin Musevi
yaşamakta) Buna mukabil, aynı dünya’da 1 milyar 600 milyon Müslüman
var. (1 milyar 100 milyon Asya'da, 500 milyon Afrika'da, 44 milyon
Avrupa’da, 6 milyon Amerika kıtasında.) Yani dünyada 1 Musevi’ye
karşın 114 (!) Müslüman var... İyi ama bu Yahudiler Müslümanlardan
niçin 100 kat daha güçlü ve daha zengin ve daha eğitimli ve daha
mucitler?
- Tarafsızlık ve bilimselliği “Müslümanlar açısından”
tartışmalı tespitlere bakalım…
-
- NEDEN VE NİÇİN?..
-
Yakın çağın en etkin bilim adamı
Albert Einstein; Psikanalizin (ahlâksızlık, dinsizlik ve insanlık
düşmanlığı öğretisinin) babası Sigmund Freud; Sayısı milyonları
bulan masum ve suçsuz insanın sefalet, açlık, yokluk, ideolojik
kargaşalarda, harplerde telef edilmesine neden olan Karl Marks,
Engels, Stalin, Buharin ve Kuzinen Yahudi idi… (./…)
-
- DİNDARLIK VE SİMSARLIK
- Umur-u devlette dindarlık, öncelikle ihlâs, mutlak
doğruluk, adalet ahlâkı, dürüstlük, engin hoşgörü, derin tevazu ve
samimiyeti zorunlu kılar. Bu, aynı zamanda “insani boyut ve bilinçli
İslâm toplumunun” devlet adamı profilidir. Kur-an ahlâkı, İslâmi
ilimler ve müspet bilim olarak adlandırılan bütün disiplinlere göre
“devlet adamları” ile “bilim insanları” birer aktör veya figüran
değil; Nevi şahsına münhasır, karakteri özgürlük, mürşidi (rehberi)
sadece ilim, adalet ve gerçek olan; “namus borcu, kumar borcu
olmayan” yüksek şahsiyetlerdir.
- İdare sanatı “iyi, namuslu, dürüst (bilge) ve
demokrat” Müslümanların işidir.
- İyi’lerin seçilmesi, ileri doğru atılmış bir adım;
Kötülerin idareyi ele geçirmesi ise: Gericilik, irtica ve yobazlığa
avdet olup; Hazreti Âdem’den bu yana İslâm’ın Cumhuriyet dışında bir
yönetim sistemi önermemesinin sebebi budur. Aslında İslâm, aleni bir
şekilde Cumhuriyeti de önermez. Sadece halkın kendi kendisini
yönetebilmesini ve “devlet idaresinde millet iradesinin” belirleyici
olmasını ister. Bu nedenle Yüce Peygamber; Kral, İmparator ve
Reislere gönderdiği mektuplarda: “İslâm, sizin idare şeklinizle
değil, halkın Müslüman olması ve İslâm’ı yaşaması ile alâkadardır”
der. Çünkü insanların İslâm’ı yaşaması; İnsanca yaşaması anlamına
gelir. Huzur, güvenlik, eşitlik, adalet ve barış sadece İslâm’dadır.
.
- “EY, İNSANLAR VE EY, MÜSLÜMANLAR!...
- ‘Evrensel hukuk ve İslâm’a göre, devlet insan içindir. İnsan’ı
yaşat ki, devlet yaşasın, ilkesi, iktisat ve müttefik içtihat
gereği: Hak edilmiş ‘kazanç’tan en az bir yıl kullanıldıktan sonra
vergi alınır. Gelir vergisi oranı 1/40 yani: % 2.5 olup; gümrük
hariç ‘peşin vergi’ haram ve yasaktır. Başta tekel ürün ve
hizmetleri olmak üzere akaryakıt, doğalgaz, Lpg, elektrik, su,
telefon, ekmek zorunlu ihtiyaç ve sürüme dayalı “sürekli ve
garantili”
- kazanç unsuru mal ve hizmetlerde azami kâr oranı, maliyet artı
% 5; Alımı isteğe bağlı, zorunlu/yaşamsal olmayan mal ve
hizmetlerde ise:, Maliyet artı % 20’dir. Üretici ve Tüccar, halka
hizmetle mükelleftir. Fahiş kâr edilemez. Devlet’in varlık sebebi
halk adına piyasaları geliştirme ve kontrol, huzur, istikrar ve
insicamı temin; Halkı, hür teşebbüsü, üretim ve hizmetleri
Düzenleme, Destekleme ve özellikle Denetleme ile yetkili, görevli
ve sorumludur.’ İYİ BİLİN!..”
- DİN’İ YAŞAMA GÖREVİ
- Şu kadar ki; Milletçe seçilmiş yahut “devlet
idaresinde, millet iradesini temsil etmek üzere” hükümetlerce
atanmış; Bilumum devlet adamları, hükümet görevlileri ile millet
memur ve müstahdemleri dini söylemekle değil, ancak ve sadece
yaşamakla mükelleftir. Ayrıca, halk adına hükümet eden veya devlet
adına iş gören kimseler; Vatandaşlar arasında tam bir eşitlik,
adalet ve hakkaniyetle muamele etmeye memur ve mecburdur. Nasıl
ki; Rab insanları imtihan maksadıyla yeryüzüne gönderip,
sınamasına rağmen, din, inanç, fikir ve vicdani kanaatlerinde hür
bırakır; Peygamberlerine dahi “dinde zor yoktur” diye sadece
“nasihati” emreder! Şu hale nazaran: Ne diğer insanların ve ne de
devlet adına hükümetlerin “din, inanç, mezhep, düşünce ve vicdani
kanaatlere (hukuken suç unsuru olmadıkça) karışma hakları yoktur.
- Bu kaide rüştünü ispatlamış, akil ve rey sahipleri
için geçerlidir. 18 yaşına kadar olan her çocuğa (Anne ve
Babasının dâhil olduğu) dini öğretmek; Velev ki, anne ve babası
dinsiz ise, bu defa “fıtrat gereği” çocuğu Müslüman olarak eğitmek
ve İslâmi öğretime tabii tutmak devletin görevidir. Dinsiz anne ve
babalar, devletin bu tasarrufuna itiraz edemez, dava yoluna
gidemezler. Rüşt yaşına gelen çocuk, kendi kararını bizzat kendisi
verir.
- DİN’İ ANLATMA VE AÇIKLAMA GÖREVİ
- Toplum önünde dini temsil, ilzam ve ifade görevi
sadece ve yalnızca Halife, Şeyh-ül İslâm yerine kaim Diyanet
İşleri Başkanı, Müftü, İmam yahut gayrimüslim cemaatler adına
Patrik, Papaz ve Hahamlar ile ilim ve edep dâhilinde olmak kaydı
şartıyla bizatihi halka aittir.
- TC, 11 Kasım 1938 karşı devrimine kadar, bu
özelliklerle mütemayiz 1.sınıf devlet adamlarınca yönetilmiş;
TSK’da er-erbaş talimi, Eğitimin her aşaması ile Harp
Okullarında;, Kur-an, Din ve ahlâk dersleri zorunlu tutulmuş; Harp
Okulu ve Kışlalarda Namaz İçtimaları uygulanmıştır. Cihanşümul bir
devletin bakiyesi için olağan, doğru ve gerekli olan da budur.
- Dinsiz devlet olmaz. Lâiklik: “Fert’in, devlet
içinde dinini yaşama teminatıdır” ./..
-
- DİNDARLIK VE KİNDARLIK
- Eğer bir hükümet, ordu’yu kendince hizaya
sokabiliyor, generalleri çok ağır iddia ve ithamlarla hapse
atabiliyor, pamuk eldiven giyili demir yumruğunu bakan,
milletvekili, yargıç ve savcıların başına indirebiliyorsa;, Bu
hükümet, TC’nin kurulduğu günden itibaren vaki tüm
yolsuzluk-haksızlık, hukuksuzluk, faili meçhul, yalan-talan,
soygun-vurgun dâhil olmak üzere her suiistimalin üstüne rahatlıkla
gidebilir. Özellikle referansı insan hakları/adalet, demokrasi,
kalkınma, barış ve dindarlık olmakla; Zaten gitmeye mecbur ve
mahkûmdur.
- HESAPLAŞMA VE YÜZLEŞME
- Her ne kadar 27 Mayıs sorgulanıp, yargılanmadıkça
12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat hiçbir anlam ifade etmiyorsa;
Verilecek hesabı olmayan 1919-38 dönemi ile hesabı yassı-ada
cehenneminde verilmiş 1950-60 hariç olmak üzere:, 1938-1950 ilâ
1960-2012 dönemlerinin şaibeli hesabı mutlaka verilmeli,
hesaplaşma ve yüzleşmesi mutlaka yapılmalıdır.
- İşte!.. Halkın ihtiyacı olan, “zorunlu hesaplaşma
ve yüzleşme” budur.
- Vizyon ve misyonunu “hesaplaşma-yüzleşme, adalet ve barış”
üstüne oluşturan cari hükümetin başta gelen görevi: Tüyü bitmemiş
yetimin hakkını almak ve devletin namusunu kurtarmaktır. Aksi
takdirde: 12 + 52 = 64 yıl boyunca trilyonlarca doları “siyaset +
medya + mafya” işbirliği sonucu soyulan bu milletin mâşeri vicdanı
huzur bulmayacak, haksızlık ve adaletsizlik üzerine kurulu güncel
siyaset ıslah ve iflâh olmayacaktır.
- Dahası, yıllardır apaçık bilinen yabancı etkisi,
Ülke üzerinde vaki insanlık dışı baskı, dayatma, dezinformasyon ve
yönlendirmeler; Mezkür hesaplaşma - yüzleşme olmadan mâkus talih
sona ermeyecek, yıllardır, ülkemiz ve dünyada Türk insanına reva
görülen çifte standart, alçaklık, kalleşlik ve zulüm nihayet
bulmayacaktır.
- Öyle ki, bir Türk yabancı bir ülkeye gittiği zaman,
asli unsur veya ‘yerli halk’ denilen yasal vatandaşların sahip
olduğu hakların büyük bölümünü kullanamaz; “Milli değerleme” ve sair
namlar altında misillenmiş fiyat politikalarına maruz kalırken;.
Türkiye’ye gelen ne idüğü belirsiz, ahlâken tefessüh etmiş, bu
topraklara adım atmaya bile lâyık olmayan bir yabancıya akıl almaz
kolaylıklar, ucuzluklar, imkânlar ve fırsatlar sunulmaktadır!...
- Bu da
bir yolsuzluktur. Vatana, vatandaşa, eşitlik ilkesi ve insan
haklarına ihanettir.
- Katlanarak artan ve sürüp giden bu ve benzer
yolsuzlukların acilen durdurulması ve bu hükümetin en başta rüşvet,
iltimas, haksızlık, yolsuzluk, kasıtlı işsizlik, pahalılık,
adaletsizlik, görevi kötüye kullanma ve suiistimallerle “kendi
dönemi dâhil” yüzleşmek ve hesaplaşmaktan başka bir çaresi yoktur.
Aksi takdirde olay, sadece ‘darbe, dikta, cunta ve sulta’
meselesinden ibaret kalırsa bunun adı dindarlık değil, kindarlık
olur, biline!..
- “EY İNSANLAR VE MÜSLÜMANLAR!...
- ‘Evrensel hukuk ve İslâm’a göre: Her insan bir devlettir. Devlet
insan için vardır. İnsan’ı yaşat ki, devlet yaşasın düsturu, iktisat
ve içtihat gereği: Her nevi kazanç sadece ve yalnızca “bir defa”
vergilendirilir. Vergilendirilmiş kazançtan; ÖTV, KDV ve sair namlar
altında, doğrudan veya dolaylı olarak başkaca vergi alınamaz. Buna
teşebbüs ve tevessül insan hakları, adalet ahlâkı ve hukuka
aykırıdır. Üretici, Sanayici ve Tüccar halka hizmetle memur ve
mükelleftir. Meşru hükümet adaletin teminatı olmakla; hüküm ve
hikmet de, adalet iledir. Hükümete rağmen hiç kimse fahiş ve haksız
kâr elde edemez. Rüşvet, haksızlık ve yolsuzluk domuzluktur.
Devlette suiistimal, ihmal ve hırsızlık varsa hükümet yok demektir.
- Devlet’in varlık sebebi. Millet Adına kontrol, huzur, istikrar
ve insicamı temin; Sektörleri tanzim, tertip, üretim, hizmet,
serbest rekabet, fiyat ve piyasaları “insan lehine” Düzenleme,
Destekleme ve özellikle Denetleme ile yetkili, görevli ve
sorumludur.’ İYİ BİLİN!..”
-
Bütün iddia ve kara propaganda (dezinformasyon)
biçiminde söylenen yalanların dışında, ötesinde ve arkasında yaşanan
gerçek tüyler ürpertici olup:, Ülkemizde uygulanan vergiler insanlık
dışı, fiyatlar fahiş, piyasa “rüşvet, iltimas, hırsızlık, yolsuzluk,
soygun ve vurgun” üzerine kuruludur. “Eşit işe eşit ücret” ve
“serbest rekabet” kuyruklu bir yalandır.
- Şu haliyle rejim; Dindarlık değil, adeta simsarlık; Başta
Kürtçülük misali ayrımcı furyalar olmak üzere, yurttaşlara eziyet,
zulüm, küstahlık ve kindarlık üzerine kuruludur.
-
Bütün iddia ve kara propaganda (dezinformasyon)
biçiminde söylenen yalanların dışında, ötesinde ve arkasında
yaşanan gerçek tüyler ürpertici olup:, Ülkemizde uygulanan
vergiler insanlık dışı, fiyatlar fahiş, piyasa “rüşvet, iltimas,
hırsızlık, yolsuzluk, soygun ve vurgun” üzerine kuruludur. “Eşit
işe eşit ücret” ve “serbest rekabet” kuyruklu bir yalandır.
- Şu haliyle rejim; Dindarlık değil, adeta simsarlık; Başta
Kürtçülük misali ayrımcı furyalar olmak üzere, yurttaşlara eziyet,
zulüm, küstahlık ve kindarlık üzerine kuruludur.
-
- ADALET GÜNEŞİ VE HUZUR İKLİMİ İÇİN…
-
Adalet güneşi, huzur ve hukuk iklimi Osmanlı dâhil;
Tarihteki (101 devlet ve 16 cihan imparatorluğundan ibaret) kadim
Türk devletlerinin en büyük özelliği ‘nevi şahsına münhasır’ ortak
karakteridir.
- “Medeni Siyaset” bilimi, bu kaynaktan beslenir. Dolayısıyla
onurlu, soylu ve medarı iftihar Türk tarihinde ‘nevi şahsına
münhasır olmak’ kıskançlıkla korunduğu, hayat bulduğu sürece,
Devlet ve millete zeval gelmez. Hüküm ve hikmet sahipleri
(hükümetler) asla acizlik, zaaf, atalet ve dumur ile malul
olmazlar. Ta ki, iç/dış düşmana borçlanıncaya, sonuçta namertten
emir almaya başlanıncaya değin!… Her ne kadar, tüm devletler için,
kural aynı olsa da, Türk’ler için bu (Yahudi kurnazlığı iç ve dış
borç) tam bir fecaet ve felâket sebebidir.
- Tıpkı şimdi ve 1960’dan itibaren olduğu gibi...
- Borçlanma ve sözde müttefik güdümü altında
ezilmenin bedeli çok pahalıdır.
- Bugün Türkiye’nin borçlu olduğu ABD ve AB
ülkelerinin tamamı, baş belâsı melânet ve ihanet şebekesinin
yardım, yaltakçı, aleni patron ve yatakçısıdır. Üstelik bunların
hükümet çevresi, parlamento ve kurumlar içinde sadık
hizmetkârları, kartel medyasında sahibinin sesi it, karındaş ve
kripto beyinleri vardır. Her hükümet bunu bilir, fakat ses
çıkartamaz…
- İç borç erbabı da; Cüz-i bir tasarruf kesimi
hariç, haraççı, şantajcı ve rantçıdır..
- Daha dün “0 Sorun” derken, şimdi (borç
yüzünden!..) geldiğimiz yere bakın..
- Amerika bizi cepheye sürmeye kalkışıyor. Suriye
ile resmen olmasa da, fiilen savaş halinde sayılırız. Hatta savaş
devlet katına sıçradı. İllegal de olsa, Kore’deki gibi Amerika
adına ön cephedeyiz. Haberlere göre: Suriye’de 49 istihbaratçımız
tutuklu. 49 esir verilmiş. Buna mukabil Türkiye’ye sığınmış bir
isyancı subayı takas eden, üst düzey MİT görevlisi özel yetkili
savcılarımız tarafından sorguya çekilmiş. Bu yüzden mit, akp,
Hükümet ve TBMM’nin başı derde girdi. Yıldırım hızıyla “hale
mahsus özel yasa düzenlemesi” yapılarak kriz atlatıldı.
- Sorun bu şekilde aşılmasa ve süreç devam etseydi;
mit yöneticilerinin sorgulanması ve yargılanması; Bazı kişi ve
kesimlerin ipliğini pazara çıkartır ve sonuçta Recep Usta bu
yüzden eş başkanlıktan olabilirdi. Olmalıydı da... Çünkü, hiç
olmazsa ondan sonra Amerikan domuzu karşısında dik durulabilir, TC
“nevi şahsına münhasır” bir politika rotasına girebilir; İncirlik
ve Malatya rezilliği son bulabilir, belki de çuvalın intikamı bile
alınabilirdi!.. Olmadı!...
- Sonuçta on yıllık açıklık, şeffaflık, adalet,
hukuk ve demokrasi lâfları boş çıktı.
- Bunun yerini deli saçması Oslo dedikoduları ve
Abdullah Gül’ün Başbakan iken Colin Powell ile yaptığı iddia
edilen ipe sapa gelmez gizli antlaşma söylentileri ve çuval
fitnesi aldı, ihanet yürüdü tefrika büyüdü. Oysa cümle âlem bilir
ki; Değil Ermeni, Yunan, Rum /Romalı, Yahudi, (İsevi & Musevi)
zerre miskal insan olan TC vatandaşı dahi bu tür kir, kin ve
ihanet paçavralarına belge diye imza atmaz, ekmeğine hain olmaz,
asla kabul etmez, onaylamaz…
- Anadolu insanı; Adalet güneşinin ışığı ve huzur
ikliminin güneşidir.
- Asil’i; Namuslu, dürüst ve demokrat olanıdır. Asıl
azmaz, bal kokmaz.
- YAPILMASI GEREKEN: ONURLULUK VE SOYLULUKTUR!..
- Başta Suriye olmak üzere, dünkü hinterlandımızda
yaşanan insani, ilmi, siyasi, sosyal ve kültürel sorunları;. Tıpkı
Ceddimiz Osmanlı misal “kutsal bir dava uğruna” hayır, himmet ve
adaletle, Türk ve İslâm dünyası ile el ele ve istişare ederek
halletmeye çalışmalı;. Özellikle, Suriye cenahında evvelâ Türkmen
kardeşlerimiz ve kadim tebaamızın emniyet, ırz-namus can ve mal
güvenliği, toprak bütünlüğü ile devlet varlığının korunup,
kollanması için tüm imkân ve kaynaklar açıkça, dürüstçe ve mertçe
seferber edilmelidir. Gâvurla, domuzla birlikte değil!
- Vahşi Batı (AB) ve kalleş ABD ile iştirak insanlık
ve İslâm’a hakarettir.
- Gayrimüslim ile Müslümanların imdadına koşulmaz.
Bu alçaklık ve küstahlık olur.
- Zira Türk Milleti ve Türkiye Cumhuriyeti
hükümetlerinin şiarı adil, namuslu, dürüst ve demokrat olmak,
adalete muhtaç olanlara rıza-i ilâhi için koşmak; Adaleti çiğneyen
güruh, çete devletleri ve sözde devlet adamlarını cezalandırmak;
Türk tarihi, talih-kader ve tabiatının olağan ve doğal gereğidir.
Aksi takdirde mukadder olan akıbet ve hakikat: “Adaleti çiğneyen
devlet adamlarını cezalandırmayan milletler çökmek zorundadır.”
Hz. Muhammed (S.A.V)
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF
ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN VE BENDEN İZİN ALMADAN
KULLANMAYINIZ corumlu2000@gmail.com |
|
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
41 |
Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız |
Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız |
DP BÜTÜN SİYASET KURUMLARINA İTHAF OLUNUR |
-
-
Bu günlerde DYP’ye zoraki
monte Demokrat Parti’nin Büyük Kongresi yapılacak.
- Genel Merkezden yapılan açıklamaya göre Demokrat
Partinin 4. (!) Olağanüstü Büyük Kongresinin 6 Ocak 2007 Pazar günü yapılacağı
bildirildi. Ancak, daha önce de bu sütunlarda defalarca yazdığım gibi bu ekip
Demokrat Parti’den bihaber. Meselâ, IV. Olağanüstü Büyük Kongre demişler ne
alâkası var. Önce Parti evraklarını ANAP’tan alsınlar da, aslında kaçıncı
Kongre olduğunu bir öğrensinler.
-
Bahusus Kongrede Genel
Başkan seçiminin ardından GİK, Merkez Karar Kurulu ve Yüksek Haysiyet Divanı
organlarının yedek ve asil üyelerinin seçimleri gerçekleştirilecek. Burada çok
önemli bir ayrıntı vereyim, DP’de Merkez Karar Kuru Yoktur. Bunun yerine kaim
Parti Divanı vardır. Parti Divanı, bütün siyaset kurumlarına örnek olacak
kadar demokratik, özgün ve parti içi demokrasiyi tedvire muktedir bir
kuruldur. GİK Divan tarafından seçilir ve yine Genel Başkanlık Divanı; Parti
Divanı’nın onayı ile vücut bulur. Peki hani dünün DYP’ sinin Demokrat Partiye
iblâğında bu hüküm. Elbette yok. Çünkü onlar, orijinal DP amblemini de
almamakla sadece ve yalnızca “merkez sağın utancı-hicabı” haline düşen
DYP’lerine yeni bir yüz arayışına girmişlerdi. Amaçları DP olmak falan
değildir. Neyse, uzatmayalım.
-
Hani, daha önce 17-18
Kasımda yapılması planlanan kongre, Genel Başkan Mehmet Ağar tarafından iptal
edilmişti. Ardından GİK, kongrenin 6 Ocak tarihinde yapılmasına karar verdi.
Tarafımıza intikal bilgilere göre. Kongrede, DP-dyp Genel Başkan Yardımcısı
Çağrı Erhan, eski İstanbul İl Başkanı Süleyman Soylu, eski Sağlık Bakanlığı
Müsteşarlarından Aytun Çıray, eski genel sekreterlerden Serhan Yücel, gazeteci
Nevval Sevindi, Genel Başkan Mehmet Ağar'ın eski genel merkez danışmanlarından
Doç. Dr. Namık Kemal Bingöl, eski Denizli Milletvekili Ümmet Kandoğan ve eski
İzmir İl Başkanı Kani Aydoğdu genel başkan adaylıklarını açıkladılar. Ayrıca,
Ali Şahin, Hasan Ateş, Eşref Ünal, Dursun Atabek, Hayrettin Özaydın, Cemal
Önez, Salih Erkal ve Efkan Erkul isimli şahıslar da genel merkeze adaylık
başvurusu yapmışlar. Ne diyelim ? hayırlı olsun. Bekleyecek ve göreceğiz neler
olacağını !..
-
Bizim fikrimiz o ki; Parti
sahibi, polis, Mehmet AĞAR’ın katı yönetimi, kaprisleri ve basiretsizliği
nedeniyle DYP misyonuna nokta konuldu. Tam kıvamında gerçekleşmesi kabil
“birleşme ve bütünleşme” ise maalesef gerçekleştirilmedi ve zoraki nikâh
sonunda böyle oldu.
- Ancak, bununda memleket hayrına iblâğı mümkün.
-
Umarım bu makale bulunur,
okunur, ibret ve ders alınır.
-
Dava ve misyonun hakiki
varislerinde biri sıfatıyla halisane temennimiz budur.
-
Tabii değişim ve dönüşümün
gerçekleşebilmesi için DP adını alan ve fakat “manâ ve muhtevasının” ayrılmaz
bir parçası olan amblemini dışlayan bu yeni (!) oluşumun, yapılacak kongrede
aslına rücu etmesi, dava ve misyonunun özünü teşkil eden tarihi amblemi
alması, ilke onur ve değerlerini iktisap etmesi zorunludur. Aksi takdirde
sonuç yine hayâl-i sükut ve derin bir hüsrandan başka bir şey olmayacaktır.
- (DYP) -DP’YE İTHAF
-
Her ne kadar aşağıdaki
bilgilere bütün siyaset kurumlarının “hayati derecede” ihtiyacı olsa da; Ben
bu makaleyi özellikle ve bilhassa DYP-DP’ye ithaf ediyorum. Umarım görülür,
bilinir, okunur, incelenir ve değerlendirilir. Zira, bu çalışma büyük bir
zahmet, meşakkat, bilgi ve birikimin ürünüdür. Her ne kadar “marifet iltifata
tabii” ise de, biz kimselerden her hangi bir iltifat beklemiyor; Sadece
“bilgi” yi siyasetin ve siyasetçilerin istifadesine sunuyoruz.
- İDEAL BİR PARTİ (GELENEĞİN) PROGRAMI
-
Bu güne göre uzak bir
geçmişte; 01 Eylül 1937 tarihinde, "Şark Raporu" ışığında, (Cumhurbaşkanı
Mustafa Kemal ATATÜRK' ün emir ve direktifleri üzerine) Celâl BAYAR ve
arkadaşları tarafından hazırlanan "TC'nin, Kalkınması-Gelişmesi ve Muasır
Medeniyet Seviyesine Ulaşmasına İlişkin Program Tasarısı" bizzat ve şahsen,
ATATÜRK tarafından okunmuş, incelenmiş olup, pek çok ek ve değişiklik
yapıldıktan sonra BAYAR' a, "İşte, bu program benim programımdır. Türk milleti
için düşündüğüm ve icrası hususunda lüzumuna kani olduğum her hususu havi
bulunmaktadır. Bütün esas ve unsurları ile bunun mutlaka ve noksansız olarak
uygulanmasını istiyorum. Hükümeti kurun ve bu programı uygulayın." dediği ve
uygulama emri verdiği metin, önce 25.Eylül.1937 tarihli 1. Mahmut Celal BAYAR
-
Hükümetinin resmi ve
"Atatürk tarafından hazırlanan" onaylı programı oldu.
- Ancak bu programın, 25.10.1937-25.01.1939 tarihleri
arasında görev yapan 1. ve 2. Bayar hükümetleri tarafından uygulanması mümkün
olmadı. Çünkü, Şark Raporu ve çok bariz hale gelen bazı sorun ve sıkıntılar
yüzünden Atatürk, İsmet İnönü’yü, parti ve devlet görevlerinden azlederek
sürgüne göndermişti. Diğer taraftan kendi hastalığı ilerliyor ve devlet işleri
ile meşgul olamıyordu. Bayar Hükümeti ise, bir taraftan aziz Atatürk’ün
tedavisi için koşturuyor, diğer taraftan da programın hayata geçmesi ve
hükümetin (İnönü den dolayı) başarılı olmasını istemeyen Vekillere karşı yoğun
bir mücadele veriyordu. 10.Kasım.1938 günü Ulu Önder hayata gözlerini
kapayıncaya kadar bu mücadele, programdan hiçbir sonuç alınamadan ve her hangi
bir uygulama yapılamadan böylece sürdü.
-
Vefatın ertesi günü İsmet
İnönü derhal, kendisini Cumhurbaşkanlığına seçtirdi. İlk etapta "Atatürk' ün
programı" hayal mahsulü olarak nitelenip yürürlükten kaldırıldı. Bütün Resmi
daire ve okullardan Atatürk portreleri indirilerek "milli şef" fotoğrafları
asıldı. Tedavüldeki kağıt ve madeni paralar toplanarak "milli şef" resimli
paralar basılıp piyasaya çıkartıldı. Buna sabır ve tahammül gösteremeyen ve
onay vermeyen Bayar Hükümeti 25.Ocak.1939 da görevinden alındı.
-
Bu tarihten itibaren
ülkemizde karanlık, despot, diktatör ve faşist bir yönetim, baskıcı ve
karanlık bir dönem başladı. Halk Partisi ile devlet adeta birleşti,
bütünleşti. Celal BAYAR ve arkadaşları; Adnan MENDERES, Refik KORALTAN, Prof.
Dr. Fuad KÖPRÜLÜ, Mareşal Fevzi ÇAKMAK, Ali Fethi OKYAR ve Ali Fuad BAŞGİL;
Zamanla, azimle ve sabırla genişleyen bir yelpaze içinde, (kendi deyimleri
ile) Demokrasi ve fazilet mücadelesine başladılar. Atatürk'ün, yoluna, izine,
vasiyet-gelenek ve programına sıkı sıkıya, sadakat ve samimiyetle sahip çıkıp
sarıldılar.
-
İşte; 12.Haziran.1945
tarihli "dörtlü takrir" e, buna mümasil demokrasi, insan hakları, adalet,
fazilet ve hukuk mücadelesine esas teşkil eden ve 07.Ocak.1946 da "Demokrat
Partinin " kurulması ile hayata geçen bu programdır. Bu program, Türkiye
sevdalıları için uygulanması ve uyulması gereken bütün ayrıntıları açıklar.
Ülkemiz ve insanımızı onurla yükseltmek, kalkındırmak ve geliştirmek
isteyenlere yol gösterir. Çağı gereklerine göre değişim ve dönüşüm özelliğini
taşır. “Cumhuriyet, Demokrasi ve Lâiklik” bağlamında öncü bir fonksiyona
sahiptir. Kısaca milli misyon olarak da vasıf ve ifade edebileceğimiz
"Atatürk' ün Programı” bu programın, esas itibarıyla ‘partiler üstü’
karakteri, özellik, nitelik ve ana hatları (muhtevası) aşağıdaki şekildedir:
-
Gelenekte siyasetin amacı:
Devletin temel unsuru, varlık sebebi olan İnsanı, maddi-manevi, ilmi-bilimsel
ve kültürel değer, eser ve zenginliklere kavuşturarak ‘ona’ gerçekten
başarılı, onurlu, ilkeli, sorumlu ve mutlu olabileceği ortamları hazırlamak;
-
“Siyaset ve Devlet’in
Yeniden Yapılanması” reformu çerçevesinde:
-
a-Devleti asli (Adalet,
Dış-İç emniyet, güvenlik ve huzur, Sosyal Devlet, fert ve toplumun
geliştirilmesi, tabanda refah ve mutluluğun şartlarının oluşturulması)
görevlerine “yönlendirici ve denetleyici” boyuta çekmek, bunun dışındaki bütün
kurum, kuruluş ve işlemleri ya, yerelleştirerek veya hızla özelleştirerek
halka teslim etmek; Namuslu ve dürüst rekabete dayalı ‘serbest piyasa
ekonomisi’ ni hayata geçirmek.
-
Şu an için “güvenlik ve
istikrar” kavramları anlamlarını yitirmiş bulunmaktadır. Öyle ki, yoğunlaşan
kundaklama teşebbüsleri ile 3 Ocak tarihli Diyarbakır saldırısı, ondan evvelki
askerleri kaçma ve/veya kaçırılma kalkışmaları, DTP vukuatları ve nihayet;
Ağır bir tehdit ve dayatma niteliği arz eden son AB kararları bunu açıkça
göstermektedir.
-
Şimdi kaldığımız yerden
devam edelim:
-
b-Yerinden Yönetim ve
katılımcı Yerel Demokrasiyi gerçekleştirmek.
-
Bilimin, bilincin ve
demokrasinin zorunlu kıldığı bu gerçek; İki yüzlü, dessas, yalancı ve talancı
AB’nin de menfur telkin-dayatma ve katkılarıyla günümüzde hedefi ve amacından
saptırılmakta ve muhtemel bir bölünmeye zemin hazırlamak niyeti ile istismar
edilmektedir.
-
c-Yasama, Yürütme ve Yargı
erkleri arasındaki “kuvvetler ayrılığı, bağımsızlık ve tarafsızlık ilkesini”
hayata bütün usul, esas ve unsurları ile uygulamak. Kanunlar önünde tam
eşitliği sağlamak. Adalet ve hukukun üstünlüğünü hakim kılmak.
-
d-Başta Cumhurbaşkanının
doğrudan halk tarafından ve milli delege sistemi ile halkın içinden seçilmesi
olmak üzere; Milletvekilleri, Belediye Başkanları, İl ve Belediye meclisi
üyelerini “namusluca ve dürüstçe” yasalaşmış dar bölge ve iki turlu seçimle
seçtirmek; Yerel yönetimlerin siyasi partilerle bütünüyle ilişiğini kesmek.
-
e-Ülkeye Tam Başkanlık
Sistemini kazandırmak.
-
Demokrasi, uzlaşma kültürü,
karşılıklı saygı-sevgi, tolerans ve hoşgörüye dayalı bütün evrensel hak ve
hürriyetlerin önündeki engelleri kaldırarak, adalet ve hukuku hakim kılmak
suretiyle bunların uygarca ve özgürce kullanılmasını sağlamak. ‘Kanunlar
anayasaya, anayasalar da insan’a aykırı olamaz’ ilkesi doğrultusunda Anayasa
ve yasaları sadece temel esasları ihtiva edecek şekilde yeniden düzenlemek ve
demokratikleştirmek. Yargı Erki’ni bütünleştirip bağımsız ve tarafsız kılmak,
Devletin bütün kurum ve işlemlerini yargının ve halkın denetimine bağlamak,
tam şeffaflık ve saydamlığı temin etmek, yargının hızlı, etkin, sağlıklı ve
ucuz çalışmasını sağlamak. Hak aramanın yolunu açmak. İçinde (Ombudsman)
kurumunun da bulunduğu bir adalet dağıtım sistemi ile halkın hak arama,
denetim ve izleme hakkını kullanması kurumsallaştırmak.
-
Devlet okul ve
üniversitelerini, merkezi sistemden yerel yönetimlere devretmek, uygun
olanları vakıf haline getirip özelleştirmek. Eğitimde etkin bir sigorta ve
kredi sistemi kurmak, fakir, yoksul ve güçsüzlerin de en iyi şartlarda okuma
imkanlarından yararlanmasını sağlamak, Devletin Sağlık ve Sosyal Güvenlik
kurumlarını tek çatı altında birleştirmek, gerekli olanları yerelleştirmek ve
özelleştirmek. Bütün vatandaşlar bir Genel Sağlık Sigortası kurmak. Ayırımsız
bütün vatandaşlarımıza devlet hastanelerinde ‘ücretsiz bakım, kontrol ve
tedavi’ imkânı sağlamak. Fakir, yoksul, güçsüz ayrımı yapmadan bütün
vatandaşlara kalıcı, sürekli ve kaliteli sağlık hizmetini devlet olarak
vermek.
-
Devletçe yönetilen mevcut
sigorta sistemlerini çağdaş ve sağlıklı bir Milli Sosyal Güvenlik Sistemine (SAGEM)
dönüştürmek. Emekliliği çağdaş-güncel, insani ve medeni boyutta norm ve
standart birliğine kavuşturmak. Çalışanla emekli arasındaki maaş farkını
asgariye indirmek, maaşlar arasındaki ayrıcalık ve uçuruma son vermek, kamu ve
özel sektör çalışanları ile bütün emekli maaşlarını “yoksulluk sınırının”
üstüne çekerek, insanca bir yaşam sürmelerini sağlamak,
- BİLGİ NOT:
-
Mevcut hükümet tarafından
mezkür sahada yapılan çalışma maalesef bu standart, ilke ve normlardan
bütünüyle uzaktır. Sosyal Güvenlik Kurumu adı ile oluşturulan ve tıpkı yıllar
önde DP tarafından öngörüldüğü veçhile “Sosyal Güvenlikte Tek Çatıyı”
amaçlayan bahusus kurum ölü doğmuş ve doğar doğmaz da kadük olmuştur. Bu
kurumun oluşumunda ne adalet, ne hukuk ve ne de hakkaniyet ilkelerinden söz
etmek mümkün değildir. İnşâllah düzeltilir.
-
Elbette düzeltilmesi de
gerekir. Zira, TC’nin kuruluş amacı bunu muciptir.
-
İşsizlik Sigortasını
genelleştirmek.Zorunlu tahsilini bitiren ve/veya 18 yaşını ikmal ettiği halde,
her hangi bir okula devam etmeyen bütün gençlerimize ya iş bulmak veya
işsizlik maaşı bağlamak. Emeklilerin, işsizlerin, öğrenim gören gençlerin, ev
hanımlarının, özürlülerin, yoksul, kimsesizlerin, gazilerin ve şehit
ailelerinin durumlarını iyileştirmek. Ülkemizde fakir, yoksul, aç-açık ve
kimsesiz bırakmamak. Devlet adına, kimsesizlerin kimsesi olmak. Türkiye ve
dünya Türklüğüne sahip çıkmak.
-
Memur-işçi ayrımını
asgariye indirmek. Kamu çalışanlarının sayısını en az yarıya indirmek.
Bilimsel sendikacılığı geliştirmek. Sendika ağalığına son vermek. İşçi ve
Memur sendikalarını tek Konfederasyon çatısı altında birleştirerek
demokratikleştirmek. İşçi ve memur dahil bütün çalışanların sosyal haklarını
demokratik yollarla elde etmeleri için gereken yasal düzenlemeleri yapmak.
Asgari ücreti, sigorta kıdemi, tahsil, ehliyet ve liyakatle bağlantılı, en alt
göstergesi (asgari geçim indirimi) vergi dışı kalacak biçimde yeni usul ve
esaslara bağlamak.
-
Ekilebilir tarım ve ziraat
alanlarını korumak kayıt ve şartıyla, Şehirlerin gelişme alanlarını hızlı ve
planlı olarak yerleşime açmak, kira ve konutu rant vasıtası olmaktan
çıkartmak, herkesin mutlaka medeni ve insani şartları taşıyan, sağlıklı bir
Konut sahibi olmasını özendirip desteklemek.Kaynak kaybını engellemek,
gereksiz yatırım ve israfı önlemek ve sağlıklı-yeterli-konforlu bir yaşam
düzeyi için ‘yaşam boyu kullanılabilecek” kiralık konut sistemini devreye
sokmak.
-
Devlet olarak, toplumun
bilim, kültür ve Sanat değerlerine sahip çıkmak, milli ve manevi değerleri
geliştirecek, Türk harsı, kimlik ve kişiliğini yükseltecek, Namuslu, sorumlu,
ilkeli, onurlu ve sorumlu vatandaş formunu hakim unsur haline getirecek
tedbirler almak, Sanatı ve sanatçının gelişmesini özendirmek.Anarşist,
terörist, bölücü, hırsız, yolsuz, rüşvetçi, iltimasçı, gasp ve irtikap
eğilimli ve/veya bu fiillere tenezzül ve tevessül eden alt varlıkları eğitmek,
terbiye etmek. Islah olmayan araz ve müzminleri toplumdan soyutlayıp, üretim
kamplarında enterne etmek.
-
Aktif ve şahsiyetli bir Dış
Politika izlemek.Tarihten ve tabiattan kaynaklanan bütün hak ve hukukumuzu
tavizsiz ve ivazsız olarak sonuna kadar kullanmak. Uluslar arası ilişkileri
‘mutlak mütekabiliyet’ ilkesi doğrultusunda yeniden düzenlemek. Ülkemizin tam
bağımsız, hür ve hükümran bir devlet olma sıfatını, hayatın ve iktisadın bütün
alanlarında temin, tedvir, sevk, idare ve organize etmek, harici misyonumuzu
ne idüğü belirsiz dönmeler ve monşerlerden temizleyip, bütünüyle
Türkleştirmek. Öz be öz, yani asaleten Türk olmayanları
-
Dış İşleri, İç İşleri, TSK
ve MEB’ na almamak.
-
İç güvenliğin sağlanması
görev, yetki ve sorumluluğunu merkezi idarenin gözetim, takip, denetim ve
koordinasyonunda il ve ilçe idarelerine vermek. Jandarmayı kaldırmak. Kaymakam
ve Valiler ile Müftü, Başsavcı, il ve ilçe Emniyet Müdürlerinin halk
tarafından seçilmesini sağlamak.
-
“Güneydoğu Sorununu”,
hiçbir ayrımcılık, bölücülük, halklar arasında farklılık, imtiyaz ve sair
“bütün Türk vatandaşlarının tabi olduğu ve uymak zorunda bulunduğu yasal şart,
statü, imkân ve fırsat eşitliği ile Kanunlar önünde mutlak eşitlik” bağlamında
ve bütün insanlar, inançlar ve bölgeler arasında tam eşitlik ilkesi dahilinde
ve sosyo-ekonomik çerçevede çözmek. Halklar değil, ayırımsız tüm vatandaşlar
arasında adalet, eşitlik ve hukuku üstünlüğü ilkesini hakim kılmak. Ülkede var
olan, dokunulmazlıklar dahil bütün ayrıcalık, imtiyaz ve istisnalara kesin
olarak son vermek.
-
Yüksek kalite, ucuz ve
uygun fiyat” bağlamında “Namuslu ve dürüst Rekabete Dayalı liberal ekonomi
Serbest Piyasa Düzeni” içinde “Hür Teşebbüsü” gerçekleştirmek, kapsamlı bir
Teşvik sistemiyle ekonomiye dinamizm getirmek. Devlete ekonomide, makro
politikalar ile nazım rolünü yüklemek. Vatandaşı ezdirmemek. İktisadın temel
esas ve ilkelerini “çıkar-çılgın kâr ve rant” üstüne değil; Helâl kazanç
üstüne bina etmek. Her türlü kayıt ve kapsam dışılığa son vererek, devleti
kontrol altına almak.
-
Vergileri adil esaslar
çerçevesinde makul seviyelere indirmek, tabana yaymak, kamu maliyesini
bütünüyle şeffaf ve saydam kılmak, Türkiye Milli Mastır Projesi kapsamında
kayıt ve kapsam dışını ortadan kaldırmak, dolaylı vergileri azaltmak ve
doğrudan vergileri evrensel boyuta çekerek; Vergilendirilmiş kazancın üst üste
ve tekrarlanan bir döngüyle vergilendirilmesini kesin olarak önlemek,
-
Esnaf ve sanatkarın Küçük
ve Orta Ölçekli İşletmelerini (KOBİ) geliştirmelerini sağlamak, yoğun bir
program ve etkin teşvik tedbirleri ile desteklemek suretiyle, en kısa sürede
her KOBİ’ yi bir büyük fabrika ve AŞ’ye dönüştürmek,
-
Ülkenin farklı özellik
taşıyan geri kalmış bölge ve yörelerinin kalkınması dinamik ve cazibelerinin
birbirlerine eşitleneceği etkinlikte teşvik tedbirleri ile gerçekleştirmek,
- Etkin bir ulaşım, haberleşme ve enerji alt yapısı tesis
ve idame ettirerek, Ülkenin gıda üretiminde kendine yeterliliği güvence altına
almak; İspanya’nın Sevilla bölgesi gibi ekolojik ve organik-doğal tarıma
dayalı büyük ölçekli işletme ve alanlar oluşturmak
-
Dış pazarlarda rekabet
gücümüzün artırılması amacı ile ekonomik, mali, monater
- politikalarda gereken düzenlemeleri yapmak, komşu
ülkelerle serbest piyasa, liberal ekonomi ve dürüst rekabete dayalı ve geniş
kapsamlı ekonomik işbirliğini oluşturmak, sınır kapılarını serbest ticarete
açmak ve geçişleri serbestleştirmek.
-
Proje bütününe sadık
kalarak bu programı uygulamak, Türkiye’ye gerçek anlamda çağ atlatacak ve
ülkemizin “Birinci Sınıf Dünya Devleti” konum ve durumuna yükselmesini
kesinlikle sağlayacaktır.
- İDEAL BİR PARTİ MİSYONU
-
Türk milletini içinde
bulunduğu ıstırap ve sıkıntılardan kurtaracak; “Kalkınmış - gelişmiş; Muasır
medeniyet seviyesine erişmiş ve bu düzeyi aşmış bir Türkiye” ideali ve
sevdalılarının “mevcut ve/veya muhtemel yeni Parti Misyonu: Kısaca "gelenek"
olarak tanımlanan ve başlangıcı Ulu Önder ATATÜRK ve milli mücadeleye dayanan,
Atatürkçü-Kemalist, Milliyetçi, Maneviyatçı bir "kuvva-i milliye" misyonudur.
Esas itibarıyla var olan ve fakat sahipsiz kalan bir çizgidir. ATATÜRK' le
başlar. BAYAR, MENDERES ve ÖZAL ile günümüze kadar uzanır. Hakiki ve bizatihi
/ geleneksel sahibi tarihi Demokrat Partidir. Kuvva-i Milliye ve Milli
Mücadele ruhunun destansı bir dirilişi olarak tanımlanan 1946' dan dolayı "46
Ruhu" olarak da ifade olunur.
- TANIM VE ANLAMI :
-
Demokratik ve gerçek
anlamda Lâik Türkiye Cumhuriyeti’ nin; Atatürk ilke ve inkılâpları ve manevi
mirası ile mündemiç; Milli, ilmi, insani ve manevi mukaddeslerle mücehhez;
İnsan Hakları, Eşitlik, Adalet ve mutlak Hukukun Üstünlüğüne dayalı, İnsan
haklarına sahip ve saygılı, muasır medeniyet seviyesini aşmayı hedefleyen;
Ebed-müddet hür, hükümran ve 1. sınıf müstakil bir küresel Devlet olmasını
amaçlamak, bu inanç ve ideal uğrunda tam bir fazilet, ahde vefa ve
fedakârlıkla, "nefer" olarak çalışmak; Namuslu, dürüst ve demokrat bir insan,
onurlu-ilkeli-sorumlu-erdemli bir vatandaş sıfatıyla Devlet, Cumhuriyet ve
Demokrasiyi korumak, kollamak, kalkındırmak ve geliştirmektir.
- İDEAL BİR PARTİNİN VİZYONU
-
"İleri, Çağdaş ve Güncel
Vizyon" :
-
Bütün Türk vatandaşları ve
Türkiye Cumhuriyeti Devletini, bilgi çağına taşımak;
-
İnsani boyut ve bilgi
toplumunu gerçekleştirmek.
-
En ileri seviyede kalkınma
gelişme, bilim ve yüksek teknoloji düzeyini yakalamak.—
-
Devletimizi özgür,
hakim-hükümran ve güçlü, insanlarımızı zengin ve mutlu kılmak.
- Sağlıklı, saydam, adaletli, ilkeli, onurlu, sorumlu,
dürüst ve mutlak surette hukukun üstünlüğüne dayalı; Üretici, yaratıcı,
çalışkan, hukuka sahip ve saygılı, dinamik ve sinerjik bir
-
Devlet ve Millet, toplum
oluşturmaktır.
- "SİYASİ VE SOSYAL" (SOSYOMETRİK) MANİFESTO :
-
1. Nedene odaklı değil,
çözüm ve projeye odaklı olarak çalışmak.
-
2. Namuslu, dürüst,
demokrat; İyi insan ve sorumlu vatandaş olmak.
-
3. Sorumsuz vatandaşlıktan,
sorumlu vatandaşlığa geçişi sağlamak.
-
4. Lider sultasını
kaldırmak; Siyasi rakip değil iyi bir ekip olmak.
-
5. Ortak aklı esas alarak;
Verimli, uyumlu, ilmi ve kaliteli siyaset yapmak.
-
6. Adres : "Türkiye"
-
7. Kimlik : "Türkiye
Cumhuriyeti Vatandaşı”
-
8. Kişilik : "İnsani Boyut
ve Bilgi"
-
9. İlke : Onurlu, Saydam,
Adaletli, Demokrat ve Dürüst Siyaset,
-
10. Parola : Vatana,
Millete, Devlete, İnsana ‘insanlık alemine’ hizmet.
- İNSAN HAKLARI, ADALET, HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ, DEMOKRASİ VE
UZLAŞMA KÜLTÜRÜ İLKELERİ
-
1. Her insan bir devlettir.
Devlet insana hizmet için vardır. Devletin bütün hattı hareket ve faaliyetinde
‘kamu yararı’ esastır. Bütün kurum ve kuruluşları ile kamu halkın emrinde ve
hizmetinde olmak zorundadır. Hiçbir vekil, asil olan milletten veya milleti
oluşturan bir fertten üstün olamaz. Bütün makam ve mevkiiler millete, eşit
olarak halka ve doğrudan insana hizmet etmekle memur, mecbur ve mükelleftir.
Devlet memuru yoktur. ‘Millet Memuru’ vardır. Cumhurbaşkanı dahil, millet
vergisi ve devlet gelirinden maaş alan her kes “millet memurudur” Millet
memuru; Namuslu, onurlu, ilkeli ve sorumlu olmaya ve bütün vatandaşlara eşit
davranmaya, devlette halkın menfaatlerini canı pahasına korumaya ve kollamaya,
hizmetini adalet, fazilet ve tam bir vefa ve dürüstlükle, en temiz, doğru ve
verimli olarak yerine getirmeye mutlak surette memur ve mecburdur. Hırsızlık,
yolsuzluk, bölücülük, vatandaşlar arasında ayırımcılık ve gasp, rüşvet,
irtikap, namussuzluk ve sahtekârlık yapanlar kamuda görev alamazlar.
-
2. Genel amaç ve felsefe :
İnsanı yaşat ki Devlet yaşasın.
-
3. Partinin varlık sebebi
ve ana vizyonu : Adalet ve Demokrasi.
-
4. Adalet ve Demokraside
hedef : Evrensel norm, standart ve kriterleri aşmak.
-
5. Kanunlar Anayasa ya,
anayasada insan haklarına aykırı olamaz. Devlet kutsal değildir. Hiç bir kurum
da kutsanamaz. Evrende kutsal olan tek varlık: Namuslu, dürüst, ilkeli, onurlu
ve sorumlu "insan" dır. Devlet, özellikle ve bilhassa “iyi insan ve iyi
vatandaşın yanındadır. İyi insan ve iyi vatandaş: Birey olarak, namuslu,
iffetli, temiz ve dürüst bir hayat süren, çalışan, üreten, hakkıyla ve
helâlıyla kazanan, demokrasiye inanan, insan hakları, adalet ve hukuka
bilinçle sahip ve saygılı olan, yerine göre bütün kurum ve kuruluşlar, özel
sektör ile devleti denetleyen kişidir.
-
6. Bütün insanlar hakları
ile doğar. Devletin görevi, bu hakları korumak, geliştirmek; Bilgi, birikim,
tahsil, terbiye, kişisel çaba-çalışma, verim ve üretimine paralel olarak bütün
vatandaşları onurlu, güvenli, zengin ve mutlu kılmaktır.
-
7. Bireyin (kişilik)
hakları dokunulmazdır. Bireyler örgütlenerek ve belirli amaçlarla bir araya
gelerek; Tüzel hukuk çerçevesinde daha geniş anlamda hak, hukuk ve teşebbüs
imkânı ve sahibi olabilirler. Devletin görevi : Düzenleme; Destekleme ve
Denetlemedir; Ayrıca;
-
Gönüllü Kuruluşları teşvik
etmek, destek olmak ve iş birliği yapmaktır.
-
Devlet idaresinde millet
iradesi ‘katılımcı gerçek demokrasi’ esastır.
-
Devlette demokrasiyi bütün
kurum ve kuruluşları ile uygulamayan, kesintiye uğratan, ayrıcalık,
dokunulmazlık ve imtiyaz yaratan, adalet ve hukukun mutlak üstünlüğü, tarafsız
ve bağımsızlığı ile hakimiyetini sağlayamayan hiçbir siyasi parti meşru
sayılamaz. Adalet, hakkaniyet ve genel ahlâk esaslarına aykırı hüküm, karar ve
tasarrufta bulunan bütün yargıç, savcı ve (resmi-sivil) yöneticiler
görevlerinden derhal uzaklaştırılır. Devlette sahtecilik, israf ve suistimalin
yeri yoktur.
-
8. En önemli ve en değerli
"İnsan Hakkı" Yaşama, Öğrenme, İnanma, Barınma, İnandığı gibi konuşma-yaşama
ve hayatını “İyi insan ve iyi vatandaş” boyutunda sürdürme hakkıdır. Ancak,
suç işlemek, yalan söylemek, başkalarının hak ve hukuku’ na halel getirmek;
Din tüccarlığı ve siyaset simsarlığı yapmak kesinlikle yasaktır.
-
9. Siyaset; Devleti
Adaletle ve milletle iş birliği halinde, hukukun üstünlüğü ve yasalar önünde
mutlak eşitlik ilkesine göre halkla "birlikte" yönetmektir.
-
10. Cumhuriyet fazilettir.
Devlet, Demokrat, Saydam, şeffaf, medeni, muasır ve insani boyutta lâik;
“imkân ve fırsat eşitliğine” dürüst rekabete dayalı serbest piyasa, (yerine
göre) karma ekonomi ve liberal ekonomiden yana olup; Bütün iktisadi hareket ve
faaliyetlerin temel amacı: Bireyin refah, zenginlik, güvenlik ve mutluğudur.
-
Üretici ve tüketici
arasında 1’den fazla aracı ve komisyoncu ihdası yasak; Üreticinin, ürettiğini
doğrudan tüketiciye satması esastır.
- ÜYELİK ESASLARI VE PARTİ KURALLARI ÜYELİK ESASLARI
-
a) Bütün Üyeler parti
içinde eşit haklara sahip olmak zorundadır.
- b) Her Üye "parti aidatı" vermeye mecbur, memur ve
mükelleftir. Parti, başta Devlet (hazine) olmak üzere, hiçbir kurum ve
kuruluştan bağış-yardım ve sair namlar altında para alamaz. Standart üye
aidatı dışında hiçbir vatandaştan para kabul edemez. Parti görevlerini para
karşılığı dağıtamaz, peşkeş çekemez. Kıdem, ehliyet ve liyakat dışında
(seçme-seçilme ve görev dağıtma, adaylık hallerinde) başkaca bir kriter ileri
süremez.
-
c) Üç ay üst üste aidat
vermeyenlerin seçme ve seçilme hakkı; Altı ay süreyle aidat vermeyenlerin
"parti üyeliği" kesin olarak sona erer. Adaylığı görevden istifaya bağlı
kişilerin ‘fahri üyelik kıdemi’ ve dönem ödemeleri dikkate alınır. Aralıksız
en az 6 ay aidat ödeyen fahri ve asli üyeler dışında kimsenin, parti içinde
seçme-seçilme ve aday olma hakkı yoktur. Siyasi Partiler ve Seçim Kanunları
buna göre düzenlenir.
-
e) Parti üyesi, halk içinde
muteber, ilkeli, sorumlu, duyarlı ve başarılı "örnek ve önder" bir insan olmak
ve Partiyi onurla temsil etmek durumunda ve zorundadır. Zamanla siyaseti
kirletme ve yozlaştırma eğilimi olanlar partiye üye olamaz. Yüz kızartıcı suç
işleyen vatandaşlar partide üye sıfatıyla kalamaz.
- SİYASETİN KURALLARI
-
a) Her parti üyesi, bağlı
olduğu (il, ilçe, belde, mahalle, köy) sorunlarını tespit etmek, çözüm
önerileri-projeler üretmek ve bunları kendi başkanlığına yazılı olarak
iletmek, gereğini takip etmek ve kamu-halk lehine sonuçlandırmakla yetkili,
sorumlu ve görevlidir.
-
b) Üyelerin bir başka
görevi de; Kayıt ve icra mercileri olan kademe Yönetim Kurullarını murakabe
etmek. Hesap, iş, işlem ve faaliyetleri takip, kontrol ve dahili denetimde
bulunmak suretiyle yerel başarıya "sorumlulukla" katkı sağlamaktır. Parti
kademesinde, her hangi bir yöneticinin ‘parti içi demokrasi’ kurallarına
aykırı hareket etmesi, hak gaspı, hukuk ve tüzük ihlâli halinde her üyenin bir
üst merci ile doğrudan Mahkemelere başvurma ve sorunu gidermek için gerekeni
yapma hakkı ve görevi vardır. Parti’de, her hangi bir sahip ve antidemokratik
sulta oluşması halinde; Üye’ lerden her hangi birinin müracaatı ile mahalli
savcı ve hakimler derhal gereğini yapmakla memur, mecbur ve mükelleftir.
-
c) Ayrıca, her üye geçici
veya daimi bir komisyonda görev almak, partiye kişisel ve bilimsel katkı
sağlamak ve mahallin nabzını bu kurul ve komisyonlar yoluyla Genel Merkeze
ulaştırmak zorundadır.
-
d) Parti Üyesi için
"Anayasal Vatandaşlık" esastır. İnsanlar arasında hiç bir şekil ve surette bir
ayrım gözetilemez ve ileri sürülemez. Şu kadar ki; Vatan hainleri, hırsız ve
yolsuzlar, namussuz ve sahtekârlar bunun dışındadır.
- İDEAL BİR PARTİ’NİN “PARTİ” KURALLARI
-
a) Aidat borcu olan adaylık
ileri süremez.
-
b) Bütün Kongrelerde
"birleşik/tercihli- çarşaf liste" esastır. İyi olan kazanır.
-
c) Kulis yapmak yasaktır ve
ihraç nedenidir. Seçimlerde hür irade esastır.
-
d) Hiç bir partili, bir
başka parti ile "ittifak" isteminde bulunamaz.
-
e) Partinin bir başka
partiye katılması istenemez.
-
f) Parti Üyeleri :
-
1. Yürürlükteki Kanunlara,
yönetmeliklere ve bazı yöneticilere karşı olabilirler. Bu doğaldır. Fakat
karşı mücadele, mukabil öneri ve alternatifler üreterek kanunların çizdiği
yol, ilke ve çerçeve içinde verilir. Hak mutlaka yasal yollardan aranır.
Birey, zail olması ve/veya gasp edilmesi halinde hak aramak, haklarını
korumak, sorumlu bir insan ve dürüst vatandaş sıfatıyla ‘kişilik ve kamusal
haklarını’ savunmak zorundadır. Şu kadar ki, hiçbir parti üyesi veya vatandaş
“hak arama” gerekçesi ile kamu, özel sektör ve vatandaş mallarını tahrip
edemez, kimseye tacizde bulunamaz, ayrıcalık, dokunulmazlık, imtiyaz ve
istisna talebinde bulunamaz.
-
2. Parti üyesi asla iltimas
yapmaz. Yalan söylemez. Yüksek karakterli, ilkeli, şahsiyetli ve haysiyetli
olmak Parti Üyesinin (ve halkın) yaşam biçimidir. Bundan asla ödün vermez.
Mili değerler ve manevi mukaddesleri nefsinde yaşar. Din ticareti ve siyaset
simsarlığı yapmaz. Siyaseti, "demokrasi ve fazilet mücadelesi" olarak gönüllü
ve fakat "milli bir görev olarak" yürütür. Üye sıfatıyla hizmetleri gönüllü
olmak zorundadır. Karşılığında kişisel menfaat ummaz. Karşılık beklemez. Şahsi
çıkar ve ikbal peşinde koşmaz.
-
3. Parti Üyesi, Toplumsal
yapı içinde ve özellikle kendi bölgesinde; Rüşvet, iltimas, hırsızlık,
yolsuzluk ve her türlü su istimali takip ve başta parti içi merciler olmak
üzere, sorumlu merciler nezdinde şikayetle neticeyi takip eder. Medeni
cesaret, ilke ve yüksek ahlak sahibidir. Mahalli ve çevresinde kişisel ve
kurumsal mücadelesini verir. Şikayet, takip, dava ve şahitlikten kaçınmaz.
Halk içinde muteber, örnek-önder ve "fazilet timsali” iyi insan, iyi ve
sorumlu vatandaş olmak vazgeçilmez bir görevdir.
-
Ayrıca, bu özellik ve
sıfatla üyeler; Milli ve yerel medyayı izler. Sesli, görüntülü ve yazılı
medyada rastladığı İnsan Hakları, Adalet, Hukuk, Demokrasi, Lâiklik, Ulusal
Çıkar ve Milli Menfaatlere aykırı yayınları ihbar eder. Sorumluları hakkında
şikâyette bulunur ve icabında dava açar. İnsan hakları, demokrasi ve “ebet
müddet” Türk Devletinin diğer ülke ve devletlere nazaran “mutlak hakimiyet ve
kesin hükümranlık” haklarına halel getirecek ihanet ve tertip peşinde olan
yayınlar hakkında gereğini yaptıktan başka, çevresinde alınmasını ve
yayılmasını men ve takip eder. Milli, manevi ahlâki ve kültürel değerlerin
korunması, şer ve şeytani unsurların ülkemiz üzerindeki menfur emellerinin
engellenmesi ve önlenmesi konusunda üye ve vatandaş olarak en etkin tepkiyi
gösterir ve kitlesel mücadeleyi sevk, idare ve organize eder. Çevresinde ve
çalıştığı kurumda VATAN, MİLLET ve BAYRAK aleyhine hiçbir oluşum ve girişime
izin vermez.
-
Devletin temel ülkülerini
ve Atatürk ilke ve inkılâplarını bütün varlığı ile korur ve yaşam boyutunda
sürdürülmesini sağlama çabası içinde olur.
-
4. Parti Üyesi, parti
ilkelerini halka anlatmak, program ve projelerini öğrenip açıklamak-anlatmak,
sorumlu ve aktif bir partili sıfatıyla sürekli "yeni üyeler kayıt etmek"
zorundadır. Ayrıca, her üye yaşadığı çevre, çalıştığı kurum, yaptığı iş ve
kendi iştigal alanı ile gözlemlediği yöre hakkında, Toplam Kalite Yönetimi;
Şeffaf ve Saydam Devlet, Demokrasi ve lâiklik uygulamaları bağlamında (halka
davranış, yaklaşım ve iletişim biçimleri, kamu mallarında doğru-dürüst, ilkeli
ve verimli tasarruf, kalkınma-gelişme-koruma ve iyileştirme faaliyetleri
konulu) tespit, öneri, proje ve düşüncelerini partiye iletir. Gerekirse,
bizzat konuyla ilgili komisyon, çalışma grubu ve ekipler kurar. Konularını
takip eder ve sonuçlandırır.
-
5. Ayrıca, üyeler iştigal
konuları, şahsi konum ve durumları itibarıyla yasaklı olmadıkları taktirde,
5253 sayılı kanun hükümlerine uygun olarak, toplumda varlığına ihtiyaç duyulan
ve çok önemli boşlukları doldurma imkân ve ihtimali olan “Sivil Toplum
Kuruluşları” oluşturur. Genel kalkınma ve kamu menfaatini koruma amaçlı Vakıf,
Kooperatif, plâtform ve bunların üst kuruluşları olan Birlik, Federasyon ve
Konfederasyonların kurulmasını teşvik eder. Destekler. Vatanın ve milletin
kalkınması ve gelişmesi için zorunlu esaslı-özgün projelerin hayata
geçirilmesi ve/veya kültür emperyalizmi, misyonerlik baskısı, milli-ulusal ve
manevi değerleri yok etme, anarşi, terör ve bölücülük ile iç ve dış politikada
“Büyük Atatürk’ün Gençliğe Hitabında” dile getirilen durumlar ve bu durumda
“vazife telâkki edilmesi zorunlu hallerde” millet adına, milli mukaddeslerin,
yükselen değerlerin ve milli istiklâlin her alanda korunması için mücadele,
halkı bilinçlendirme ve müdafaa ortamını hazırlar.
-
6. Dahası, sorumlu bir
insan ve vatandaş sıfatıyla; 4982 Sayılı “Bilgi Edinme Hakkı Kanunu” ile sahip
olduğu bütün hakları sonuna kadar kullanır. Devletin tahsil ettiği vergileri
nerelere ve nasıl kullandığını araştırır. Gereksiz masraf ve israf olup
olmadığını soruşturur. Yetkili ve görevli kurumların milli hassasiyetler ve
yönetim kalitesi konusunda sergilediği faaliyet,tutum, yaklaşım ve davranış
biçimlerini araştırır. Daha demokrat, namuslu, temiz, üretken ve verimli bir
Türkiye için “Yasa yoluyla” insanlık ve vatandaşlık görevini özen ve önemle
yerine getirir.
-
7. İcabında, 3071 Sayılı
“Dilekçe Hakkının Kullanılması Hakkında Kanun” gereği doğrudan TBMM
Başkanlığına; Soru Önergeleri, Kanun Teklifleri, Soruşturma Talepleri ve Kamu
Kurum ve Kuruluşlarının denetlenmesi ile bazı yetkili ve görevlilerin aykırı
durum, tutum ve davranışları hakkında ihbarlarda bulunur. Kınanması
gerekenleri kınar. Teşvik ve taktir edilmesi gereken Milletvekili ve
yöneticilere desteğini bildirir. Uyarma ve aydınlatma, yol gösterme görev ve
sorumluluğunu yerine getirir.
-
8. Başkaca, üyeler; Kongre,
toplantı ve etkinliklere katılma, kurul ve komisyon görevleri nedeniyle fiili
çalışma, gönüllü olarak parti adına seyahat, propoganda, halkla ilişkiler,
tanıtım-anlatım, yazım-yayın ve üye kayıt faaliyetleri gibi görevleri yerine
getirmek zorundadırlar. Bu asli görev ve özel siyasi hizmetleri mukabili
karşılık gözetemez ve masraf talep edemezler. Partide gönüllülük ilkesi
esastır. Zira, Cumhuriyet, gerçek anlamda Lâiklik, hürriyet, adalet, özgürlük,
ulusal kişisel, kitlesel bağımsızlık ve Demokrasinin vazgeçilmez unsurları
siyasi partilerdir. Her vatandaş mutlaka “namuslu, dürüst ve demokrat bir
siyaset kurumuna” üye olmalıdır.
-
Son olarak: Her üye,
partiyi namerde, mafyalara ve çıkarcı, üç kâğıtçı kesimlere muhtaç etmemek
amacıyla; Hangi kademede olursa olsun, parti binasına giderken (eğer gücü ve
maddi imkânı varsa) sıkıntıları gidermek, hiç olmaz ise genel ihtiyaç,
kırtasiye ve ikram cinsinden (çay-kahve-meşrubat-yemek-şeker-gazete-kitap)
götürmek adetini benimser, tavsiye ve teşvik eder. Başkaca bir işi, görev ve
zorunlu mazereti olmadıkça boş zamanlarını partide geçirir. Yöneticiler ve
çalışanlara yardımcı olmayı ve parti işlerine katkı sağlamak suretiyle,
katılımı teşvik etmeyi asli bir vazife ve kutsal bir görev olarak kabul ve
telakki eder.
-
9. Her üye; Parti kimlik ve
kişiliğini, kendi kimlik ve kişiliği olarak benimser.
- NETİCE:<
| |