DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

 

 

TAKDİM
 
HAYAT HİKAYESİ
 
BÜYÜK AYIP VE AKP’NİN YÜZKARASI
 
ATATÜRK VE GAZETECİLİK
 
ABD-AB VE SINIR ÖTESİ
 
AÇILIM İHANETTE SON TANGO
 
AÇILIM REZALETİ VE İLERİ DEMOKRASİ KÂBUSU
 
AÇILIMLAR VE AÇMAZLAR
 
ADALET (BARIŞ), MİLLET İRADESİ VE ÜSTÜNLÜK
 
ADALET AHLÂKI VE HUKUK
 
AKP’NİN YEL DEĞİRMENLERİ İLE SAVAŞI 
 
AMAN OYUNA GELMEYİN” OYUNU
 
ANAYASA'DAN ÖNCE YASA!
 
ANKARA’DA TOPUL TAŞIM TRAJEDİSİ  VE SÖZDE HUKUK (!) REZALETİ 
 
ARAP BAHARI = BOP CEHENNEMİ
 
ARTIK DEVLET OLMAK GEREK
 
BASİRET
 
BASİRET VE HÜKÜMET
 
BATI’NIN TÜRK FOBİSİ VE TARİHİ DÖNÖNÜŞÜM PROJESİ
 
BEŞİNCİ CUMHURİYETİN AYAK SESLERİ
 
BİLGİ ÇAĞI’NIN (!) BARONLARI
 
BİR MÜŞAVERE VE İNSAN HAKKINDA MÜZAKERE
 
BİRİ YALAN, ÖTEKİ YILAN
 
BU MECLİS “İÇ SAVAŞ” ÇIKARIR
 
BÜYÜK FIRSAT MESELESİ
 
CHP, MHP VE HDP KOALİSYONU HÜKÜMET KURMAK VE DEVLET OLMAK ZORUNDADIR
 
CUMHURİYET BURSA NUTKU VE GALİP BARAN BİLİNÇ ÜNİVERSİTESİ
 
CUMHURİYET, DEMOKRASİ VE ORDU ÜZERİNE  "GALİP BARAN" İLE BİR SÖYLEŞİ
 
CUMHURİYET’İ FAZİLET’E İBLAĞ
 
DAVOS’TA SON TANGO!
 
DEF'COTO SULTA
 
DEMİRKIRAT ALFABESİ "BASİDE İCRA"
 
DEMOKRASİ PRANGALARI VE DERİN DOMUZ BAĞLARI
 
DEMOKRASİ, ADALET VE MEDENİ SİYASET
 
DEMOKRASİYİ ÖZELLEŞTİRMEK
 
DEVLET; HÜKÜMET VE HALK
 
DEVR-İ SABIK’LAR!.
 
DEVR-İ SABIK YARATMAK
 
DİASPORANIN SESİNİ KESMEK
 
DİNDARLIK, ADALET VE DEVLET
 
DP BÜTÜN SİYASET KURUMLARINA İTHAF OLUNUR
 
DÖNÜŞTÜRMENİN ÖZNESİ “AÇILIM”
 
EKSİLTİLMİŞ BİR CEMİYET
 
ELLİ İKİNCİ  (52). YILINDA “DİN LİSANINDA EZAN”
 
EN KARA GÜN; 16 – 17 EYLÜL
 
EREĞLİ ÇÖL OLMASIN!
 
ERMENİ İSYANLARI, SOYKIRIM VE KATLİAMLARI
 
ERMENİ SORUNUNA ANALİTİK BİR YAKLAŞIM
 
ERMENİ TERÖR VE TEDHİŞ ÖRGÜTÜ ASALA TARAFINDAN ŞEHİT EDİLEN TÜRK DİPLO
 
ERMENİ YASASI DİKKATSİZ BİR ADIM
 
EZAN/TÜRBAN; AKP VE DP
 
EZELİ DÜŞMANLA RAKS 
 
FENA MI? YOKSA! İYİ Mİ OLDU
 
GANDİ’YE KULAK VERMEK
 
GERÇEK GÜNDEM
 
GEZİ PARKI EYLEMLERİ!
 
GLADYO-OLİGARK, BARONLAR ve HÜKÜMET
 
GO HOME AMERİKA,HINAUS AB
 
HÂL VE GİDİŞ; İLİM VE AMEL
 
HAKİKATİ KONUŞMAKTAN KORKMAYINIZ!
 
HÜKÜMET “YOK” HÜKMÜNDE!
 
HÜKÜMET VE HARAKİRİ AKAN KANI DURDURMAK!
 
İHANET FURYASI VE MENFUR ABLUKA
 
İKİ BİN ÜÇ YÜZ (2300) YILLIK ORDU, 50 YILLIK GELENEK
 
İLERİ DEMOKRASİ DİKTATÖRLÜĞÜ
 
İNSAN HAKLARI GÜNÜ “İNSAN SEVGİSİ” VE İSLÂM
 
İNSAN VE MÜSLÜMAN OLMAYA ÇAĞRI
 
KADİM "DEMOKRAT PARTİ" VE "AKP" FARKI 
 
KAMU HİZMETİNİN KILCAL DAMARLARI:BELEDİYELER ŞEHREMİNİ VE ‘3Ç’ TEO
 
KAN AĞLAYAN KERKÜK VE TÜRK DÜNYASI
 
KASIT MI, İHMAL Mİ?
 
KEFERENİN “KÜRT DEVLETİ” FURYASI
 
KIBRISTA BÜYÜK OYUN; İHANETTE SON TANGO
 
KKTC SEMPOZYUMU HAKKINDA
 
KKTC'DE SEÇİM VE "TRUVA ATI" SENDROMU
 
KONFÜÇYÜS’Ü ANLAMAK GEREK!
 
KUNDAKLANAN CAMİLER SAYI
 
KUŞATMA VE ÇULLANMA
 
KUTSAL MİRAS IŞIK VE AŞK
 
KÜRTLERİN LOZAN’A GÖNDERDİĞİ
 
MADDE VE MANÂDA BÜTÜNLÜK
 
MEB Hüseyin ÇELİK NE YAPMAYA ÇALIŞIYOR? 
 
MENDERES 'VASİYET-EMANET VE DP
 
MENDERES’İN KATİLİ İNÖNÜ’MÜ?
 
MEŞRUİYET VE MEŞRUAT
 
MİLLİ DAVA (KIBRIS) GERÇEĞİ! 
 
MİLLİ SİYASETE DÖNÜŞ  SAYI
 
MÜZMİN KRİZDEN KURTULUŞ
 
NE ME'NEM “BİR BÜYÜK FIRSAT” 
 
NELER OLUYOR KIBRIS’TA
 
NİSYAN İLE MALÛL OLMAYINIZ.
 
OBJEKTİF VE REEL ANLAMDA; KUVVETLER VE DENGELER
 
ON İKİ ADA MESELESİ KIRK ASIRLIK TÜRK YURDU ANADOLU
 
ON İKİ ADA MESELESİ KIRK ASIRLIK TÜRK YURDU ANADOLU 2 
 
OYUN İÇİNDE OYUN, TERÖR VE SOYKIRIM
 
ÖNSEÇİM YAPMAYAN PARTİYE OY VERMEK GAFLET VE HIYANETTİR..
 
ÖTEKİ GAZETECİLİK VE MEDYA TERÖRÜ
 
ÖZÜRCÜLERE YARGI YOLU
 
REZİLLİK DİZ BOYU; HÜKÜMET NEREDE?
 
SİVİL DARBE VE ŞİFRELER
 
SORUN KİMLİK DEĞİL KİŞİLİK
 
STRATEJİK ORTAKLIK ÖNCESİ
 
ŞEYH  EFENDİNİN RÜYASI VE TÜRKİYE
 
ŞİMDİ NE YAPMALI
 
TABİATIN LANETİ VE GDO TEPKİSİ
 
TEHLİKENİN FARKINDA OLMAK
 
TERÖRÜN UNSURU ASLİSİ MASONLUKTUR
 
TÜRBAN (YAHUT) BAŞÖRTÜSÜ TBMM'DE
 
TÜRK ADA’LARI İŞGAL ALTINDA
 
TÜRK MİLLETİ LİDERİNİ ARIYOR!... 
 
TÜRK MİLLETİ’NE BAŞSAĞLIĞI; TERÖR VE TEDHİŞ’E KAHRİYE
 
TÜRK’ÜM, DOĞRUYUM
 
TÜRKİYE ANALİZİ
 
ULUS (MİLLET) BİLMEK İSTİYOR
 
VATİKAN'IN KÜRTLERİ
 
VESAYETİ İLGA VE DİP DALGA
 
YA HAKKINI VERİN, YA DA, O DİPLOMALARI YAKIN
 
YENİ BİR SİYASİ HAREKET Mİ!
 
YİRMİ BİRİN'Cİ (21). YÜZYIL TÜRKİYE’Sİ VE KIBRIS
 
YİRMİ DOKUZ (29) MART SENDROMU
 
YÜZ (100) MİLYAR EURO PİŞKİNLİĞİ
 
ZİNCİRLERİ KIRMAK, YÜZLEŞMEK VE HESAPLAŞMAK
 
ZORUNLU EĞİTİM (!) SORUNLU TASARI
 

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

Çalışmalar TELİF ESERİDİR Yazarlarımızın gönderileri ile yayına alınmıştır.
corumlu2000@gmail.com
Mahmut Selim GÜRSEL
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 01

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

TAKDİM           

Bir kitabın doğması, o kitabı yazmaya kalkan kişinin amacına ve bilgi birikimine göre değerlendirilmesi uygun olarak görülmelidir.

            Elinizde bulunan bu çalışmanın sizlere ulaşması için günlerini veren bu çabası için şükranlarımı sunarken, bu çalışmada da benim ufacık bir katkımın da bulunması beni bahtiyar etmiştir.

            Bu çalışma ile sizlerde bazı bilgileri edinmiş ve faydalanmış olarak uzun yılların birikimlerinden aydınlanacağınızı göreceksiniz.

            Bilgi; yazılmadıkça kaybolmaya açık birikimlerdir. Her insan bir kitaptır; onu okumamız gereklidir.

            Tanımadığımız ve anlamadığımız kişiler hakkında nasıl kararlar veremezsek; bir çalışmayı da incelemeden, okumadan karar veremeyiz. 

Mahmut Selim GÜRSEL

 
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com 

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 

 02

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

Mustafa Nevruz SINACI
1954 Niğde doğumlu.
İlk, Orta ve Liseyi Konya’nın Ereğli ilçesinde bitirdi. Tahsilini Ankara’ da tamamladı.
Hukukçu, Siyaset Bilimci, İktisatçı-İlâhiyatçı.
Sırasıyla; Demokratik Parti Gençlik Teşkilâtı Genel Başkanlığı, Tüketicileri Koruma Birliği Genel Başkanlığı, TÜRK-KONUT Kurucu Üyeliği ve Birlik Başkanlığı, EKKON Genel Başkanlığı, Kuruluş dönemi ANAP’ta (3. Cumhurbaşkanı Merhum Celâl Bayar’ın ricası ile) Başkan Yardımcılığı, Demokrat Parti’de ‘yeniden açılış dönemi’ Genel Koordinatör Yardımcılığı, 7. ve 9. dönem Genel Başkan Yardımcılığı, Genel Sekreterlik, İdari ve Mali İşler Başkanlığı ve nihayet İnsan ve Kültür Ocağı Genel Başkanlığı görevlerinde bulundu.
Adalet, Sabah, Akşam, Zafer, Son Havadis, Bugün, Her Gün, Ortadoğu, Tasvir, Zaman , Meydan, Haber Gazetelerinde ve Bilim Teknik dahil pek çok Dergide yazarlık yapan Mustafa Nevruz SINACI 2002 yılında emekli oldu. Halen merkezi Amerika’da olan “TURKİSH FORUM” (Dünya Türk Kongresi) İcra ve Danışma Kurulu Üyesi olan yazar. Evli ve üç kız çocuk babasıdır.
Internet’te Yazarımız   http://corumlu2000.dergisi.info  , Dergimizde yazıları yayınlanmaya devam ekmektedir..

 

 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com 

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 03

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

BÜYÜK AYIP VE AKP’NİN YÜZKARASI

Mart ayının son Cuma’sı, bütün hüküm ve ilkeleri ile yürürlükte olması gereken ve bu ‘yürürlük’ şartından bilumum muhalefet partilerinin müteselsilen sorumlu ve yükümlü olduğu 1982 Anayasasına büyük bir darbe vuruldu. Elektronik, yazılı ve görsel medya’ya “Meclis'te son dakika” anonsu ile düşen habere göre: “Cumhurbaşkanına da örtülü ödenek getirildi!..”

Şüphesiz bu, vahim bir hukuk skandalıdır. Hadisenin gazeteci, yazar - çizer takımınca algılanıp, akıl-ahlâk, adalet ve hukuk bağlamında işlenip, kamuoyunun aydınlatılabileceği 30 Mart Pazartesi günü, akla hayale gelmeyecek şeamette olaylar yaşandı. Van hariç olmak üzere bütün Türkiye’de elektrikler kesildi. İnternet bitti, iletişim kapandı, çoğu cep ve ev telefonları stop etti, işlemedi. İstanbul Çağlayan Adalet Sarayında Savcı Mehmet Selim Kiraz, iki terörist tarafından rehin alındı. Akabinde balyoz davası beraatle sonuçlandı. 236 kişi için “sanıkların yüklenen suçları işledikleri sabit olmadığından" serbest bırakılmalarına karar veren mahkeme; buna ilâveten “dijital delillerde sahtecilik iddiasına ilişkin ‘suç duyurusunda’ bulunulmasını” istedi. İşte günün ve hattâ son on yılın en önemli vakıası bu idi. Esas bu nedenle iletişim, ilân ve duyuru vasıtaları maskelendi, karartıldı, perdelendi. Dolayısıyla “örtülü ödenek” şaibesi de karambole getirilerek unutturulmak istendi.

Hani şu, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde hesabı bir tek Şehit Başvekil Adnan Menderes tarafından verilen; 1960 paçavrası ile büsbütün örtülerek gizlenen (sözde Baş Bakanların iffet, namus ve faziletlerine emanet) saklı, şaibeli, haram ve menfur para! (Bu doğru bir tanım. Zira vergi mükellefi, devletin ve yetim hakkının sahibi halkın; Bilgi, rıza ve muvafakati haricinde sarf edilen her kuruş, harcayana haram, harcatana günah, suç, boynuna borç, vebal ve hesabını mutlaka vermek zorunda olduğu hukuki, ahlâki ve vicdani bir mükellefiyettir.) Gerçekte belirli makam ve memuriyetler için iyi niyetle tahsis edilen örtülü tahsisatın (tahsisat-ı mesture’nin) asıl amacı: “Sadece, makamla mükellef memurun maddi imkân ve ödeme gücünü aşan” ağırlama yani temsil giderlerini temin-yerine göre ‘kimsesizlerin kimsesi sıfatıyla’ olağanüstü mağduriyetleri karşılamaya yöneliktir. Yalnız Türkiye de değil despotluk ve diktatörlükle malûl olmayan bütün medeni ülkelerde durum böyledir. Kaldı ki “özel temsil ve hatıra binaen yapılan ağırlamalar dışında” bütün resmikabul masrafları resmi ödenekler çerçevesinde yapılır. TC Anayasası ve kanunun öngördüğü usul ve esas da budur.

Hali hazır yürürlükteki ‘Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu’nun 24. maddesinde ‘örtülü ödenek’ Anayasa'nın 104. maddesinde ise ayrıntılı olarak Cumhurbaşkanının görev ve yetkileri tanımlanmıştır. Buna göre: 104. madde değiştirilmeden, ‘yasa’ ile Cumhurbaşkanının yürütme yetkilerini genişletmek mümkün değildir. Dolayısıyla uygulanması halinde, anayasa değiştirilmiş gibi gözükecek olan bu yasa; Başta Anayasa olmak üzere adalet, hukuk, gelenek ve ahlâka aykırıdır. Şu haliyle şaibe, hukuku dolanma ve apaçık bir sahtekârlık sayılır.

Zira Anayasa ile sorumsuz Cumhurbaşkanına verilmemiş bir görev veya yetki yasa ile hiçbir şekil ve surette verilemez. Yürütme / icra organı, hak, yetki ve görevini Cumhurbaşkanı ile paylaşamaz!.. Kaldın ki “Örtülü ödenek”, özellik arz eden, yüksek nitelikli güvenlik sahası ve konularında harcanacak paradır. “Kapalı istihbarat” ve “kapalı savunma” hizmetleri olarak tanımlanan bu konular, devletin milli güvenliğini ilgilendirir.

Hal bu ki; Yürütmeye ait olan “örtülü ödenek” kullanma yetkisinin Cumhurbaşkanına verilmesi, fiilen, cebren ve hileyle “Başkanlık Sistemi”ne geçildiğini gösterir. Mevcut hukuk düzeni ve ceza mevzuatına göre bu, ağır bir Anayasayı ihlâl ve anayasal düzeni değiştirmeye teşebbüs suçudur. Şu hale nazaran mevcut Cumhurbaşkanı, Anayasa’da belirlenmiş görev ve yetkilerinin dışına çıkamaz. Cumhurbaşkanının görev ve yetkileri Anayasa ile belirlenmiştir. Belirlenen yetkilerin tamamı açık, net, kati surette gizliliği gerektirmeyen saydamlıkta olup; Zaten Cumhurbaşkanlığı makamı ile örtülü, saklı, gizli-kapaklı işler bağdaşmaz. Kaldı ki, bu görevler arasında “örtülü ödenek” kullanmayı gerektirecek bir yükümlülük bulunmamaktadır.

Böyle bir icabın hâsıl olması halinde, gereğinin Başbakanlığa sevki kabildir.

GİZLİLİK MELÂNETTİR

Ama bütün bu tuhaf, akıl-mantık, hukuk ve ahlâk dışı işler, bizdeki (31’i seçime girme hakkına sahip, toplam:100 küsur) işbirlikçi-iştirakçi-çıkarcı, onursuz ve sorumsuz muhalefetin uyurluktan gelmesi gaflet-dalalet ve hıyaneti sayesinde vuku bulur, olup biter. Usulen yapılan bazı itirazlar dışında senaryo aynı. Tasarı Anayasa Mahkemesinden dönmezse oyun sürer!..

ÖNERGE ÜÇ AYLIK BAKANDAN

Muhtemelen tembihli, ısmarlamalı veya emrivaki önerge, en olmayacak yerden; Seçim dönemi bakanı olarak atanan Sebahattin Öztürk’ten geldi. Torba kanunu’nun ‘örtülü ödenek’ maddesi değiştirilerek; Başbakandan sonra Cumhurbaşkanına da örtülü ödenek imkânı getiren tasarıya:, “Kapalı istihbarat ve kapalı savunma hizmetleri, devletin milli güvenliği ve yüksek menfaatleri ile devlet itibarının gerekleri, siyasi-sosyal, kültürel amaçlar, olağanüstü hizmet ile ilgili devlet icapları için kullanılmak üzere Cumhurbaşkanlığı bütçesine de örtülü ödenek konulması” gerekçesi konuldu. (Anadolu tabiriyle, çalınan minareye kılıf hazırlandı)

PARLAMENTER SİSTEM BEKLEME ODASINA ALINIYOR

Samimiyet ve ciddiyet derecesi ancak Anayasa Mahkemesi itiraz sürecinde anlaşılacak olan tek itiraz ve tepki; CHP Grup Başkanvekili Akif Hamzaçebi den geldi. Akif Hamza Çebi, “Aslında önergenin ‘anayasaya aykırılık’ nedeniyle işleme konulmasının mümkün olmadığını, ileri sürüp Cumhurbaşkanının tarafsızlığını anımsatarak: “Anayasa gereği sorumsuz Cumhur Başkanına istihbarat hizmetleri, doğrudan yürütme, devletin gizli istihbarat faaliyeti ile ilgili görev vermek mümkün değil. Önergeyle parlamenter sistem akamete uğrar. Bu anayasal bir darbedir. Örtülü ödenek, bugüne kadar Başbakanların namusuna emanet edilmiştir. Sisteme göre oradan yapılan tüm harcamalar Başbakan, Maliye Bakanı ve ilgili tarafından imzalanan kararname esaslarına göre yapılır; burada 3’lü bir sistem vardı. Şimdi hükümet önergesiyle bu sistem terk ediliyor; Bunun nereye harcanıp, kime verileceği konusunda C. Başkanı kimseye hesap vermeyecek. Türkiye’de artık gizli kapaklı operasyonlar bu düzenlemeden sonra  çok daha rahat yapılıyor olacak. Bu parlamenter sistem ve Başbakan’a ihanettir.”

DAVUTOĞLU’NUN HABERİ VAR MI YOK MU?

CHP Grup Başkanvekili Engin Altay ise, “Davutoğlu’nun bundan haberi var mı yok mu? Olduğunu zannetmiyorum. Cumhurbaşkanı’nın siyasi amacı olur mu? Cumhurbaşkanı kendisine verilen görevleri yapar; yasama, yürütme ve yargıyla ilgili. Sarayda bıldırcın çiftliği kurabilir ama istihbarat timi kullanamaz. Madem o kadar emin, ‘400 verin’ diyor, beklesin iki ay sonra 400’ü alıp sistemi değiştirince yapsın. Devletin kabuğunu, özünü değiştiriyorsunuz. Anayasayı ayaklarınızın altına alıp çiğnemeye çalışıyorsunuz. Anayasa’nın özünü ve ruhunu iğfal ettiniz” tepkisini verdi. MHP Grup Başkanvekili Oktay Vural ise, “Önergeyle kendinizi inkâr ediyorsunuz. Bu hukuki değil, fiili durumdur. Fiili durumlarla devlet yönetilmez. Millet Vekili yetkisini haiz olmayan, “geçici görevli/Hükümeti temsil etmeyen” biri önerge veremez. Yetkisiz temsil olur. Bu tamamen darbe anlayışıyla getirilmiştir” dedi.

SEBEB-İ HİKMETİ NE OLABİLİR?

Eğer bu muvazaalı istemin muhteviyatını analiz edecek olursak, akıl-mantık ve hukuk dâhilinde bir sebep ve makul bir gerekçe bulmamız mümkün değil. Hükümeti by-pass ederek, sadece Cumhurbaşkanının yürütebileceği ne gibi işler olabilir? Örneğin, Suudi Arabistan'ın bazı Arap ülkelerini yanına alarak Yemen'e karşı başlattığı saldırıyı hükümet desteklemez ve fakat Cumhurbaşkanı desteklerse ne olacak? Böyle bir durumda Cumhurbaşkanının emrine tahsis edilen “örtülü ödenek”ten, taraflardan birine lojistik destek vermesini hangi güç önler, engeller veya denetleyebilir? Devlette, denetimsiz ve keyfi bir tahsisat niçin istenebilir?..

MİLLETE KAYGI VEREN KUŞKULU ÖRNEKLER VAR!..

Cumhurbaşkanının yönetim alanı, görev-yetki, sorumluluk sınırı ve tarafsızlığı ile asla bağdaşmayacak şekilde, her gün bir yerde, bir bahane ile  halktan 400 parlamenter istemesi örneği önümüzde duruyor. Dahası, mevcut Anayasa ve mevzuatta hükümetin görev, yetki ve sorumluluk alanında bulunan işlere dahletmesi; Adeta AKP’nin yetkili başkanı gibi, seçimlerin kaderine müessir fiil ve beyanlarda bulunması çok aykırı, sakıncalı ve bu kertede örtülü ödenek talebinde bulunması çok tuhaf ve anlaşılır gibi değildir. Hal böyle iken, vaki itirazlara cevap veren ve seçim konularında en yetkili kurul olan YSK, “Cumhurbaşkanının icraatlarını denetleme, karar verme yetkimiz yok” diyor! “Yeni Türkiye” veya “TC gidecek AŞ gelecek” dediği başıbozuk bir devlet olursa, Afganistan, Irak, Libya, Suriye ve Yemen gibi Müslüman ülkelerin başı beladan kurtulamayacak demektir!..

ENDİŞELER VE ŞÜPHELER

Dış politikada kalıcı barış, istikrar, itibar ve “komşularla sıfır sorun” öngören sözde Adalet (?) ve Kalkınma (!) partisi.; Başta İsrail, Filistin/Gazze, Kuzey Irak, Suriye ve özellikle de Libya olmak üzere ABD ve batı lânetlileri tarafından yaratılan krizlerde başarılı bir politika izleyememiş, Türk ve İslâm âleminin aleyhine siyaset üretememiş ve uygulama yapamamıştır. Bakınız, Merkezi Londra'da bulunan Kürt Araştırmalar Merkezi'nde konuşan İngiliz Dr David L. Philips, 25 yıldır Kürtler üzerinde çalıştığını söyleyerek: “İlk kez, IŞİD örgütü sayesinde Kürdistan'ın dört parçası bir araya gelebilirdi” diyerek, oynanan oyuna ve düzene ilişkin korkunç gerçeği ağzından kaçırıverdi... Şimdi, ABD ve vahşi batı destekli Kuzey Irak üssünü kullanan terör ve tedhiş örgütleri ile iktidar partisinin aleni iştirak ve işbirliğine bakarak, IŞİD konusunda dünya basınında yer alan iddiaları göz önüne almak gerekir.

Esasında, ülkemizde yaşayan muhtelif etnik kök, din ve ana dil mensuplarını bireysel bağlamda (varsa) ele alınıp sorunlarının çözüme kavuşturması gereken çözüm süreci siyaseti mide bulandırmakta ve bu sürecin mimarı olarak da Tayip gösterilmektedir. Bütün bu güven sarsan olaylara nazaran denilebilir ki, IŞİD Kürdistan'ı kurmak için el altından örgütlenmiş El Kaide gibi bir örgüttür. Dolayısıyla ülkemiz, devletimiz ve milletimizin selâmeti için halktan hiçbir şeyin gizlenmemesi, her türlü siyasetin açık, net, şeffaf ve mertçe yapılmak zorundadır.

İTİRAF VE İLÂN EDİLEN SUÇLAR

Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç; ”Gökçek seçimlerde oy isterken bu yapının (Cemaat) kucağında oturmuştur. Bu yapıya Ankara'yı parsel parsel satmış, yurt yerleri vermiştir. Zengin iş adamlarına okullar, imar planlarında değişiklik yaptırmıştır.” diyerek İ Melih Gökçek'in suç işlediğini itiraf etmiş ve onu yetkili makamlara bildirmeyerek de kayırmıştır. Arınç'ın bu ilân, beyan ve itirafına rağmen harekete geçmeyen makamlar görevlerini ihmal ve kötüye kullanma suçunu işlemektedir. Buna rağmen, hepsi kaygılı, kuşkulu ve şaibeli vakıaların, fiil ve faillerin üstüne gidilememekte ve devlette çok büyük sıkıntıların yaşandığı şüphesi yayılmaktadır.Ama ne var ki, mevcutta veya ufukta hesap sorabilecek medeni cesareti haiz, iktidara talip ve milli davaları takibe ehil, “namuslu, dürüst ve demokrat” bir parti gözükmemektedir!

Bütün bu sorular, kaygılar, şaibeli girişim ve sorunlar bir yana; Gerçekte 31 Mart 2015 günlü “gizemli” elektrik kesintisi, aynı gün vaki Adliye baskını ile menfur baskında illâ öne çıkan yada çıkartılan baro yöneticileri ile en uzun günün “kamufle edilen büyük olayı” balyoz davasının hitamı!

Bu toz-duman, gizem ve kargaşadan, en küçüğünden en büyüğü olan CHP ve MHP’ye kadar bütün muhalefet partileri, memur ve sahipleri sorumludur.

Yetkisiz birinin önergesi ile torbaya giren “örtülü ödenek” yasasından da..

NETİCE OLARAK:

CHP ve MHP bu hukuk dışı, dayatma ve ısmarlama ‘Cumhurbaşkanına örtülü ödenek’ yasasını Anayasa Mahkemesine götürüp, var güçleriyle arkasında durarak iptal ettiremezlerse, halkın önüne çıkmasınlar, seçime de girmesinler. Veya: Bu istemin hakiki/samimi taraftarları, usul, ahlâk, adalet ve hukuka uygun olarak ya Anayasa değişikliği yapsınlar ya da, 7 Haziran seçimlerini müteakip, muktedir olmaları halinde yeni Anayasa ile (bu defa) Devlet Başkanına ait görev, yetki ve sorumlulukların tadat ederken “örtülü ödenek” hususunu tertip etsinler!

Şimdilik, “Anayasa Mahkemesi bakalım ne yapacak?”

Takip edin lütfen!

 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com 

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 04

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 ATATÜRK VE GAZETECİLİK
 
            Cumhuriyetin temelleri ve temayüz ilkeleri konusunda ‘kurucu irade’ adına Atatürk’ün gazetecilik hakkında irşatları ve Türk gazetecilerine emanet ve vasiyetidir:  “Ben, manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir doğma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Manevi mirasım ilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin, köklü zorluklar karşısında, belki gayelere tamamen eremediğimizi, fakat asla taviz vermediğimizi, akıl ve ilmi   rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir. Benden sonra, beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar.”  
 “İnsanlar daima yüksek, soylu ve kutsal amaçlara yürümelidirler. Bu davranış biçimi, insan olanın vicdanını, aklını ve tüm insanlık kavramlarını doyurur. Bu şekilde yürüyenler ne kadar büyük esirgemezlikler gösterirlerse o kadar yükselirler ve bu hareket biçimi mutlaka alnı açık olur. Çünkü, alnı açık, aklı açık, kalp ve vicdanı açık (vicdanı hür, irfanı hür) insanlar tarafından yönetilebilen toplumlar, ancak bu anlamda hareketlerin takipçisi olabilirler., Güneşsiz kalmış bir dünya; İçinde “düşünce özgürlüğü olmayan” bir ülkeden daha iyidir.”
 “Biz, cahil dediğimiz zaman mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz. Kastettiğimiz ilim, hakikati bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan “en büyük cahiller” çıktığı gibi, klâsik tahsil görmemiş olanlardan da ‘hakikati gören âlimler’ çıkabilir.”
 “Memlekette basın hürriyetinin de; (namuslu) demokrat (ve dürüst) bir idareye lâyık olgunlukla kullanılmasında daha dikkatli bulunulacağını ümit ederim. Hürriyeti kötüye kullanmanın doğurduğu birçok felâketleri çekmiş olan bu memlekette, bu dikkate özellikle gerek olduğu kanaatindeyim.
“Basın Hürriyetinin sakıncalarının giderilmesinin, yine basın hürriyeti ile mümkün olduğuna dair, bu büyük meclisin yol gösterme ve düzenleme sahasında tespit ettiği saygı duyulan esaslar, eğer Cumhuriyetin ruhu olan “faziletten” yoksun kendini bilmezlere, basında eşkiyalık fırsatı verirse, eğer halkı aldatan ve doğru yoldan çıkanların  fikir sahasındaki kötü ve uğursuz etkileri, tarlasında çalışan masum vatandaşların kanlarını akıtmasına, yuvalarının dağılmasına sebep olursa ve en sonunda bozgunculuğun en zararlısını göze alan bu gibi doğru yoldan sapanlar, kanunlarda mevcut aksaklık ve açıklıklardan yararlanma imkânını bulurlarsa, BMM’nin yola getirici ve ezici kudretinin müdahale ve uyarması elbette görevi olur.
 “Bununla birlikte, basın serbestisinden meydana gelecek kötülükleri ortadan kaldıracak etkili vasıta, asla geçmişte zannedildiği gibi, basın hürriyetini kısıtlayan hususlar değildir. Aksine, basın hürriyetinden doğacak sakıncaların giderilme vasıtası, yine basın hürriyetinin kendisidir.”
 “Gazeteler, kanunun ve toplum çıkarlarının aksine bir olaya şahit ve bir bilgiye sahip oldukları taktirde gerekli yayında bulunmalıdırlar., Memlekette kalem hürriyetinin de, demokrat bir idareye lâyık olgunlukla kullanılmasında daha dikkatli olunacağını ümit ederim. Şuradan ve/veya buradan gelecek günlük fikirlere, sahte ve yanıltıcı sözlere asla önem vermeyecek bir olgunluk esastır.
 “Vatandaşı; Millete karşı milletin büyüyüp yaşaması için alınan tedbirlere karşı harekete geçirmek en büyük ihanettir.
 “Demokrasi müesseselerinin başında basın hürriyeti olduğuna inananlar asil bir davanın takipçisidir. Basının üç işlevi vardır. 1.si: Basın, halkı ülke sorunlarından ve siyasi partilerin bu sorunlarla ilgili önerilerinden halkı haberdar etme ve eğitme yükümlülüğü., 2.si: Basın, vatandaş şikâyetinin serbest bir kürsüsü’ dür., 3.sü: Basın hükümetlere yön vermelidir. Çünkü, “Bugün memlekette vazifesini bilen, güçlüklerle uğraşabilen siyasilere rağmen, siyaset adamlarına akıl verebilecek dirayette ve basirette gazetecilerimiz vardır.
 İşte, TC’nin Gazetecilik ve Basın (medya) ilkeleri budur. Bu ruh, anlam ve bağlamda Cumhuriyetin temel hedef ve ilkeleri korunarak çıkartılan 5680 S. Basın Kanunu, 1960’dan bu güne paçavraya dönen mevzuat ve 5846 S. K.’la kaim telif hakları kavramına dair hukuki prosedür ile 5187 S.K; Atatürk’ün koyduğu ilkeler, milli standart ve normlar muvacehesinde derhal TBMM’de ele alınmak ve “Medya Terörü” ne son verilmek zorundadır.

 

 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com 

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 05

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

ABD-AB VE SINIR ÖTESİ

 
Sağduyu sahibi, aklıselim, uyanık, basiret ve beka sahibi müteyakkız, Türkiye sevdası ile dolu, konjonktürü dikkatle izleyen gazeteci-yazarlar; Bu gün için yaşanan vahim gerçeği korkusuzca ortaya koymaya başladılar. Artık işin saklanacak-gizlenecek tarafı kalmadı. Uzun süredir millet de anladı ve bildi ki; Türkiye büyük bir kırılma noktasına itilmiş ve uçurumun ta kenarına kadar sürüklenmiştir. Bu hakikatle yüz yüze olan, her şeyi en ince ayrıntılarına kadar bilen ve fakat ses çıkartmayan, farkında değilmiş gibi davranan sadece hükümet ve siyasettir. Aslında günümüz siyaseti ve sözde aydınları bu konuda pek de masum sayılmazlar.
Aksine, sırtlarında yıllar önce uygulama imkânı hasıl olmuş bir projeye engel olmanın vebalini ve sorumluluğunu taşımaktadırlar. “Aldatan Put ve Pusudaki İhanet” konulu yazım yayınlandıktan sonra bir hayli olumlu tepki aldım. Bir tanesi, benim hassasiyetime ve yakın zamanda kaçırılan önemli fırsatlara dair açıklamalarıma şöyle cevap vermiş:
Adı bende mahfuz okuyucumun mektubu aynen şöyledir: “15-16 yıl önce Kuzey Irak'a Özal'ın girmek isteğine karşı çıkan şuursuz devlet ve yönetim anlayışının oluşturduğu kaosu hatırlayınız. O zaman dünya kamuoyu Türkiye'nin (ilk kez!) lehinde idi ve Körfezdeki Irak işgaline karşı savaşı merhum Özal tetiklemişti. Petrol Boru Hattı'nı keserek Irak'a ambargoyu başlatan Özal'ı dinlemeyen, anası Kürt olduğu için onu da Kürt sayan ve ilk kez Misak-ı Millî sınırlarına doğru yürümeyi savunmasını doğru veya inandırıcı bulmayan asker-sivil aydınlarımızın (!) özellikle de basınımızın oluşturduğu hadım siyaseti çok putları canlandırmıştır. O yüzden, askeri göreve çağıran bütün tavırların bir ayağı kaygan zemindedir. Çünkü askerin ne istediğini bizzat askerler bile bilmemektedir. Tezkere çıktıktan sonra ‘Başbakanın Bush'la görüşmesini bekleyeceğiz!’ diyen Genel Kurmay Başkanı'na sorulacak şu sorunun cevabı verilmediği sürece Kuzey Irak'a yapılacak her harekat başarısız kalmaya mahkum; tıpkı 25 harekatla bir sonuç alamadığımız gibi.
Siz Genelkurmay Başkanı'na sorulacak şu sorunun cevabını alabilirseniz, o cevap üzerine bir kitap bile yazmaya değer: ‘Seçim öncesinde, Milli Güvenlik Kurulu'nda gündeme getirmediğiniz halde, Harp Okulları'nda yaptığınız konuşmada neden Kuzey Irak'a girmeliyiz dediniz? Bu konuşmada söylediğiniz, 'Kuzey Irak'a girince PKK'dan başka Peşmerge ve ABD ile de bir iş tutacak mıyız?' sözlerinin ne anlama geldiğini Türkiye'de kimse değerlendirmedi, ama ABD'li bir askeri gözlemci aynen şöyle dedi: "Bu sözlerden anlaşılan şu ki, Türk Genel Kurmay Başkanı "Kuzey Irak'a girmeliyiz!" dedikten sonra bu mülahazaları serdettiğine göre, o bölgeye girmek istemiyor, ama iç politika malzemesi olarak kullanıyor." Bunları sizin de tuhaf bulduğunuzu sanıyorum. Fakat hepsinin bir anlamı olmalı.
Kısacası, Genel Kurmay Başkanı'ndan sonra kim Kuzey Irak'a girelim dediyse, ya bu iç politikaya alet oldu, yahut da hamasi duygularına mahkum haline geldi... Sınırın bu yanını kontrol altına alamayan Genel Kurmay Başkanı'na sorulacak pek çok soru varken, "Daha ne bekliyor ASKER ?" diye sormak bence çok anlamsız.
Gelen yüzlerce eleştiri ve öneri arasından, özellikle bu maili sizlerle paylaşmak isteyişimin nedeni şu: Evet Türkiye 1991-92 yıllarında çok büyük bir nimet ve fırsatı kaçırmış ve o zamanki rivayetlere göre, günün Genelkurmay başkanı, başta donanım eksikliği olmak üzere bazı nedenler ileri sürmek suretiyle harekâta karşı çıkmıştı. Bunun bedeli binlerce şehit ve milyarlarca dolar oldu. Oysa o gün mevcut donanımla bu harekât pekalâ başarılabilir ve şu an tepemizde asılı demoklesin kılıcı bertaraf edilebilirdi. Dolayıyla bu hadisenin ve çok daha sonraları örgüt kongreleri toplandıkça ve belirli mevsimlerde 8000-9000’e yakın militan Kandil kamplarında bir araya geldikçe neden gereği yapılmadı? Bütün bunlar sorgulanması ve cevap aranması gereken sorulardır.
Ancak, bu sorulara cevap vermek bir yana 25 veya 40 yıllık geçmişi ve bu geçmiş içinde eşkıyanın nereden nereye geldiğini, hangi dahili ve harici kaynaklardan beslendiğini dahi tam olarak sorgulamak mümkün olamamıştır. Gerçek şu ki, tehdit hep büyüye gelmiştir.
TÜRKİYE KİMLERLE SAVAŞIYOR ?
Aslında, bu bağlamda “savaş” ve “bölücü örgüt” terimlerini asla kullanmamak gerek. Zira, savaşın muhatabı aleni düşman ve hukuken var olan bir devlettir. Bu kelimeleri özellikle uluslar arası plâtformlarda ve Irakla ilişkilerde kullanmaktan özenle kaçınmak şarttır. Aksi taktirde salt bu terminoloji dolayısıyla bir takım baskılara ve flebisit taleplerine muhatap olunması ihtimali mevcuttur. Şu hale nazaran muhatap unsurdan sadece “eşkıya” ve “çeteler” olarak bahsetmek mümkündür. Mamafi daha açık ve anlaşılır olması bakımında biz sadece bu araştırma ile sınırlı kalmak koşuluyla bu kelimeleri kullanmaktayız. Devam edelim.
Türkiye kimlerle savaşıyor ? dedik...
Bu soru, şu günlerde herkese sorulmalı.
Millet vahametin tam anlamıyla farkına varmalı.
Zira, Türkiye şu anda başta ABD olmak üzere AB ve OECD üyesi tam 28 ülke ile fiili savaş halindedir. Bu husus bizzat Cemil Çiçek tarafından Adalet Bakanlığı zamanında açıklanmış, aslında yıllardır bilinen ve belli olan bir gerçektir.
Ordu bizim ordumuz. Askerler bizim evlâtlarımız ve kardeşlerimiz. Dahası, hepimiz Türk’üz ve askeriz. Bu bizim atadan ve soydan mesleğimiz. Adaletin, hakkın, hakikatin ve hukukun askerleriyiz biz. Ve dahası biz; Cumhuriyetiz, Demokrasiyiz, Lâiklik ve İnsanca, mertçe, dürüstçe, adalet ve barış içinde yaşamanın yer yüzündeki temsilcileriyiz.
Biz bir hukuk devletiyiz.
Ordumuz Türk ve Atatürk ordusudur.
Bizim ordumuzda lânetli pavyon paşaları, ABD-NATO ve AB kulu-kölesi, yeminli, biatlı dönme, devşirme, mason ve misyoner tohumları yok. Olanlar varsa eğer, bunlar Türk milletinin emrinde ve hizmetinde olamazlar! Temizlenmeleri ve tasfiyeleri gerekir.
ABD-AB namına ihtilal yapanlar, "NATO" ya sadakat yemini edenler ve "Ours boy" unvanını alanlar asla ve kesinlikle damarlarında “asil kan” akanlar değildirler ve olamazlar da.
Gelin; Doğruya doğru, eğriye eğri, yanlışa yanlış deme cesaret ve cüretini gösterelim.
Mesele, büyük önder Mareşâl Mustafa Kemal ATATÜRK’ün "Ya askerlik ya siyaset" diyerek gösterdiği yoldan gitmeyenleri, sorumsuz olduğu halde milletin kendilerine emanet ettiği silahları millete göstererek siyaset yapanları teşhir etmek, bazı suiniyet ve sızmalara dikkat çekmektir.
Allah için konuşun, 25 yıl savaş mı olur? Tüyü bitmemiş yetimin hakkı ve bu çilekeş halkın, el emeği ve göz nuru olan 500 milyar dolar nasıl sokağa atılır? Ülkeyi baştanbaşa üç kez imar ve ihya etmeye kâfi büyük bir servet böyle nasıl hovardaca harcanabilir?
Hani, 12 Eylül öncesinde bu ülkede çok yaygın bir anarşi ve terör vardı.
Kalleş baronlar kardeş kavgasını tahrik etmiş ve binlerce masum ve müsemmanın alçakça, haince kanına girmişlerdi. 12 Eylül günü askeri müdahale oldu. Anarşi ve terör bir günde bıçakla kesilir gibi kesildi. Bu neydi? Bir tesadüf mü? Yoksa mucize mi? O gün pek alâ muktedir olanlar ondan sonra 25 yıldır hangi stratejiyi geliştirdi?  Bu 25 yılda güvenlik meselesinde sözde sivil iktidarların gücü ve etkinliği ne oldu?
Ülke çıkarlarını düşünenlerle, bir yerlere savrulup milletin başında boza pişirenleri ayıralım..
Açık ve net sormak gerek!
Sincan'da İsrail tel’in edildi diye, sokaklarda tank dolaştıran, o Şubat bülbülü, İsrail muhibbi Çevik Bir beyefendi ve avanesi şimdi nerelerde.. Milletin cebinden kaç para alır. Nerelerde yatar, nerelerde kışlar?
Koskoca 25 yıl ve 500 milyar dolar!
Sivil siyaset veya ordu, kabahat veya ihmal kimde ise mutlaka hesap vermelidir.
Ve, daha da önemlisi bu trajikomik hikâye burada bitmeli, bitirilmelidir.
ANCAK ! GERÇEKLER AÇIKLANARAK
Fazla söze gerek yok. Irak'ın kuzeyi Türk jetleri tarafından hallaç pamuğu gibi atılıyor.
Başbakan İngiltere'den, ardından da ABD'den sınır ötesi operasyon onayı almak için koşuşturuyor. Kendi ellerimizle palazlandırdığımız Irak'ın kuzeyine en sonunda ekonomik yaptırımlar uygulanması kararı istemeyerek de olsa çıkıyor. Açıkça sınır ötesi tehdit olmasına karşın NATO kollarını kavuşturmuş, olanları seyrediyor.
Her ne kadar uluslar arası bir barış ve güvenlik örgütü olsa bile, cari konsepti itibarıyla NATO, adeta ABD’nin emrine girmiş; Bunun yanı sıra AB çıkarlarını koruma kaygısına düşmüş ve tıpkı Bosna-Hersek’te olduğu gibi, Irak’ın nahak yere işgaline de seyirli kalmıştır. Şu halde, BM veya NATO’dan her hangi bir konuda sağlıklı karar beklemek olanaksızdır.
İşte bu ortamda hâlâ Türkiye K. Irak’a sınır ötesi operasyon yapsın mı – yapmasın mı tartışmaları dinliyoruz. Sınır ötesi operasyonu istemeyenler bölgenin bataklık olduğunu ve TSK'nin bu bataklığa batma tehlikesi olduğunu ileri sürüyorlar. Oysa 1 Mart tezkeresi öncesi TSK'nin ABD kuvvetleriyle birlikte mutlaka Irak'a girmesi savunuluyordu. O zaman, hele de Saddam döneminde Irak'ın kuzeyinin de güneyinin de bataklık olduğu biliniyordu.
BİR MART TEZKERESİ
Aslında doğru olan bir Mart tezkeresini kabul etmek ve tam bir devlet ciddiyeti içinde uygulamaktı. Ben kişisel olarak 1 Mart tezkeresinin geçmesinden yana olanlardandım. Şimdi de hâlâ aynı düşüncemi koruyorum. Çünkü koşullar ve belgeler çok iyi düzenlenmişti. ABD Türkiye'ye girerse bir daha çıkmaz, gibi sözler söylendi. Kesinlikle öyle bir durum mümkün değildi. Bunların hepsi efsaneydi. Hani, bilmeden fikir üretme var ya. Aynısı yapıldı. Bunları çok aydınlarımız da maalesef yapıyor ve bu ülkeye çok da zarar veriyorlar.
Nitekim o tarihte Türkiye, hissiyattan uzaklaşıp Genelkurmayın yapmış olduğu o çok mükemmel anlaşmalara uygun biçimde oraya girseydi, bugün Irak'ın kuzeyindeki bu (PKK) ve benzeri sıkıntılar, karşımızda önemli bir ulusal güvenlik sorunu olarak durmayacaktı.
Onun dışında bunun ülkemize daha başka getirileri de olacaktı.
Tamam, demokratik bir ülkeyiz. TBMM'nin kararı öyle çıktı.
Ona da saygı duymaktan başka söyleyecek sözümüz yok.
Ancak, bugün yine sınır ötesi operasyona karşı çıkanlar var. Ben buna katılmıyorum. Irak'ın kuzeyi TSK için asla bir bataklık olmaz. Bunu düşünmek bile abestir, yanlıştır. Zira, ne Türkiye Cumhuriyeti dünün devleti ne de TSK dünün silahlı kuvvetleridir. Dolayısıyla TSK bu konuda fevkalade olgun bir noktaya ulaşmış durumdadır. TSK bir avuç eli kanlı PKK' lı katil sürüsünün karşısında bataklığa saplanmış konumuna kesinlikle düşmez. Düşebileceği de söylenemez. Bu türlü konuşanlara şüphe ile bakmak gerekir.
Dahası, şu anda TSK komuta kademesinde yukarda “bir zamanlar için” tanımladığımız “ABD-AB namına ihtilal yapan, "NATO" ya sadakat yemini eden ve "Ours boy" unvanı alan ve damarlarında akan kan şüpheyi calip” kimseler değil; Yürekten bir samimiyet ve sadakatle askerlik mesleğine bağlı, Türk inkılâbı ve Atatürk ilkelerine sahip ve saygılı; Varlığını Türk milleti ve devletinin devamlılığına adamış askerler vardır.
Bu Allah’ın bir lütfudur.
Kıymeti-kadri bilinmeli terör belâsına “şimdi” mutlaka son verilmeli, keza, 25 yıldır bunu sürüncemede bırakan ve anarşi üzerinden rant sağlayanlara hesap sorulmalı, muaheze edilmeli ve bedel ödettirilmelidir. Evet, bedel ödemek değil, bedel ödetmek zamanıdır. Çünkü millet zaten bu güne kadar çok büyük bir bedel ödemiş bulunmaktadır.
TERÖRLE MÜCADELE
Şimdi, bazı provokatif kesimler ve AB uzantısı akredite medya tarafından bu düzenli bir savaş değil, asimetrik bir savaş olması nedeniyle tehlike var, deniliyor... Maksat : TSK’nın sınır ötesi harekâtını önlemek ve menfur amaçlarını adım adım gerçekleştirmektir. Elbette karşı taraf o alçakça saldırılarını yapacak. Bu saldırılar karşısında TSK kayıplar verebilir. Bu, terörle savaşın doğasında var. Özellikle de bu tür bir savaşta kayıpları önlemek, düşünüldüğü kadar komutanların ya da liderlerin elinde değildir. Çünkü terörle mücadele ediyorsunuz.
Karşınızdaki, onurlu bir devletin erdemli bir ordusu değil.
Karşınızdaki, güya sizinle savaştığını söyleyen çeteler. Bunlar herhangi bir ahlaki, insani ya da yasal bir kurala bağlı değiller. Üstelik aralarında dünyanın bütün milletlerinden fırsat düşkünleri ve maceraperestleri var. Elebaşıları ve militanlarının kahir ekseriyeti ise Ermeni asıllı ve ASALA kökenli. Sanıldığı gibi Kürt unsuru falan yok karşınızda. Üstelik bunlar ahlâken düşük marksist ve leninist ideolojiye mensup bir güruh. İslâm’la veya insanla bağdaşır yanları yok.
Ama siz TSK olarak insani kurallarla, uluslararası hukuk kurallarıyla, kendi ülkenizin hukukuyla bağımlısınız. Dolayısıyla işin zorluğu doğasında. Tabii ki tek bir insanımızın akan kanı bizim için çok değerlidir. Ama bu ülke savunulmak zorunda. Bu ülkeyi savunmasız bırakırsak, onun bunun arzusuna göre yol alacak hale getirirsek o zaman neyimizi koruyabiliriz? Bunu bir sormak lazımdır.
Pskolojik savaş birimleri yok edildi
Onun bunun arzularından kastınız nedir?
Bugünlerde özellikle TBMM çatısı altında bazı sesler çıkıyor. "Başka çözüm bulmak lazım", diyorlar. Tamam, başka çözüm bulmak lazım da karşınızda eli silahlı bir terör örgütü var. Yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu terör örgütüne, "Gel kardeşim, masaya oturalım. Pazarlık edelim. Ben sana biraz vereyim. Sen de biraz fedakârlık yap. Şu işi bir orta çizgide halledelim" mi demeli?
Talabani de aynı şeyi teklif etmedi mi?
O zaman Türkiye Cumhuriyeti bunu kabul mü edecek? Başından beri Abdullah Öcalan 'ın talebi de oydu. Daha sonra İmralı'dan avukatları aracılığıyla aynı mahiyette birçok mesaj gönderdi. Murat Karayılan 'ın, Osman Öcalan 'ın, hepsinin talepleri bu oldu.
Bugün bu talepleri Irak'ın kuzeyindeki o lider bozuntuları, aşiret reisleri seslendiriyorlar. Onların ne, kim olduklarını biz çok iyi biliyoruz. Bu son 30 yıla yakın zaman içinde bir de oradaki insanları Türkiye Cumhuriyeti besledi. Saddam zamanında ekmekleri yokken ekmeklerini verdi.
ABD'nin Irak'ı işgal etmesiyle ortaya çıkan Irak'ın kuzeyindeki Kürt bölgesine bizim işadamları yatırımlar yaptı. Okul, hastane, konut, devlet daireleri, havaalanı inşa ettiler. Hatta petrol bile çıkardılar. Türkiye'den oraya hepimizin bildiği gibi inanılmaz ucuz fiyattan elektrik veriliyor. Yani Türkiye orayı kalkındırdı. Peki, hangi amaçla o bölge palazlandırıldı, gelip bizim insanlarımızı vursunlar diye mi?
Bu tür komşu ülkelere yönelik faaliyetlerin mantıklı izahları olabilir. "Bu ülke insanları bize dost olsun. Karınları doysun ki başka yerlere göç edip oralarda rahatsızlık yaratmasınlar. Ben onlara kendi evlerinde belli bir hayat standardı sağlayacak biçimde yardımcı olayım. Bir yandan paramı kazanayım, bir yandan da bu yardımı yapayım" diye hükümetler bu yönde karar alabilirler.
Ama bugün içinde bulunduğumuz koşullarda sizin sorunuz çok geçerli. Acaba bu Türkiye açısından akıllıca bir davranış mı, yoksa değil mi? Şu geldiğimiz aşamada, Barzani ve Talabani'nin Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne böylesine kafa tutacak cesareti bulup "Size bir Kürt kedisini bile teslim etmeyiz" gibi abuk subuk, ne idüğü belirsiz beyanlarda bulunacakları bir noktaya geldiyse Türkiye, kendimize şunu sormalıyız: "Bu katkılar devam etmeli midir?"
TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu geçen gün, "Ulusal güvenliğin söz konusu olduğu bir yerde artık kâr, ekonomi hesabı yapılmaz. Onu yaptığınız zaman ihanetin içinde olursunuz" dedi. Onun üzerine çeşitli iş çevrelerinden Hisarcıklıoğlu'na hücumlar var. Kıyısından köşesinden mazeret üretip halkın gözünün önüne alacalı bir resim koyma gayreti içindeler. Devletin elinde askerden önce kullanabileceği başka kozlar da var. En azından bunları kullanırsınız.
Bir de PKK'nin kaçırdığı sekiz asker konusu var. Türkiye Cumhuriyeti böyle bir terör örgütüyle pazarlık masasına oturabilir mi?
Bunu da psikolojik propaganda amaçlı kullanıyorlar. Çok iyi baktıklarını söylüyorlar. Meğer ne kadar insancıllarmış. "Türkiye isterse teslim şartlarını konuşuruz" diyorlar.
Yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti terör örgütüyle masaya oturacakmış. İş, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin, bu teröristlerin o şekilde konuşmasına muhatap olacak noktaya geldi. Askeri adımlar atılıyor. Bu şehitler boşuna verilmiyor. Ama bizim güvenlik güçlerimiz teröristle savaş veriyorlar. Terörle savaşın ekonomik, siyasal, sosyal, psikolojik boyutları vardır.
Bana göre psikolojik harekât konusunda devletimiz hemen hemen sıfır noktasındadır. Bizim öyle bir birimimiz yok. Yetişmiş kadrolarımızın olduğunu da pek sanmıyorum. Bu hükümetin işidir.
Bu işle ilgili bir zamanlar devletin ilgili kurumları vardı. Ama AB'nin talebiyle o kurumlar, birimler külliyen bitti. O şartlar nasıl kondu, nasıl oldu? Akıl ermez bir iştir.
Bir zamanlar Barzani ve Talabani sözüm ona düşmanken iki kere onları birbirlerinin tuzağına düşmekten TSK kurtarmadı mı?
Öbürünün tuzağına düşmesin diye aldık adamı, helikopterle başka yoldan götürdük. TSK bütün bunları yaptı. Ama gerek Talabani'nin gerekse de Barzani'nin ne kadar kaypak, ne kadar dönek, ne kadar sözüne güvenilmez yaratıklar olduklarını TSK'den daha iyi hiç kimse bilemez.
Üstelik Talabani, Sovyetler Birliği döneminde Sovyet yanlısıydı. Parti üyelerine "Yoldaşlarım" diye hitap ediyordu. Barzani ABD'ciydi. Ama günün birinde baktık ki Talabani, ABD köstebeği çıkmadı mı?
ABD ajanı olduğu ortaya çıkınca epeyce hayret eden olmuştu, diye hatırlıyorum.
ABD'nin gizli gündemleri PKK dörde ya da beşe bölündü. Öcalan'ın artık etkisi kalmadı. Bir kısmı Barzani ve takımının etkisi altına girdi, deniyor. Bunlar sonuçta peşmerge. Bunlar bu kadar modern silahları nasıl bulabiliyorlar?
Bu terör örgütü diğer odakların desteği olmadan tek başına ayakta duramaz. Ne yazık ki bunun arkasında buna payanda, destek olan, ona bütün bu söylediklerinizi sağlayan ya da kendisinin bir şekilde sağlamasına göz yuman unsurlar var.
Kimdir bu unsurlar?
İsterseniz yakından uzağa doğru gideyim. En yakında olanlar Barzani-Talabani ikilisi, Irak'ın kuzeyindeki oluşumlar. Bir yandan da dünyaya ve bize, "Biz otonom bir yönetimiz. Yönetimin başkanı da var. Bağımsız da olabiliriz" diyorlar. Ben geçen yıl özel temsilcilik görevindeyken Irak'ın kuzeyinden benimle temas halinde olan bir kişi 2007'nin ajandasını getirdi.
Ajandanın en son iki sayfasını kapsayacak biçimde Büyük Kürdistan haritası vardı. Bu haritaya Mersin ve benim memleketim olan Sıvas, yukarıda Kars da dahildi. Aynı haritanın şeklinde rozetler yapmışlar. O kişi bana, "Bu rozetten bütün peşmergelerin, hatta çocukların bile yakalarında var" dedi. Bunlar çocuklarına hedef olarak bu haritayı gösteriyorlar.
Şu anda Irak'ın kuzeyindeki büyük güç ABD. ABD'nin bilgisi dışında bunları nasıl yapabilirler?
Şu andaki konjonktürde aksini düşünmek mümkün değil. Benim bilebildiğim kadarıyla ABD'nin Irak'ta, Ortadoğu'da, bir kısmını henüz açıklamadığı, ama bir kısmını da açıkladığı ileriye yönelik bazı projeleri var. Açıkladığı projelerden birisi de BOP. Zaten bizim Başbakan da BOP'un eşbaşkanı olmakla övünmüyor mu?
Ümit ederim neyin ne olduğunu ya da olmadığını çok iyi kavramışlardır. Ama benim anlayabildiğim kadarıyla BOP henüz daha ABD'nin düşündüğünün tam şekliyle ortaya konmuş ya da bizlere deklare edilmiş değil. Benim anlayabildiğim kadarıyla BOP onların kafasında net. Ama o kafalarındaki net şekli bize anlatmış değiller.
Şimdilik göründüğü kadarıyla bölge ülkelerine demokrasi getirilecek, Türkiye bunlara model olacak, ama bunun olabilmesi için Türkiye'nin biraz ılımlı İslam’a kayması lazım. Anlayamadığım, ılımlı ya da sıcak İslam nasıl oluyor? Bizim bildiğimiz İslam İslam’dır. Yarı demokrasi, yarı şeriat, ikisini de idare ediverin. Nasıl idare edilebilir? Onu bir türlü kafamda canlandırabilmiş değilim. Laiklik ilkesinin olmadığı yerde demokrasiden söz edemezsiniz.
Peki, bu peşmerge takımı TSK'nin mevzilendiği noktalarla ilgili bu kadar isabetli haber alma bilgilerine nasıl ulaşabilirler?
Öncelikle bunun hesabını vermesi gerekenler demin sözünü ettiğim Irak'ın kuzeyindeki kişiler. Ondan sonra Irak yönetimi geliyor. Ama bugün Irak yönetimi acınacak halde.
Geçenlerde bir Iraklı yetkilinin, "Biz egemen bir ülkeyiz. Sınırlarımıza müdahale ettirmeyiz" türünden bir beyanını okudum. Doğrusu buna bir hayli güldüm. İşgal altındaki, bir ucundan bir ucuna ABD askerinin kol gezdiği bir ülke nasıl egemen olur? Onu da çözebilmiş değilim. O durumdaki bir yönetimden özellikle bu terör örgütüyle ilgili olarak fazla bir şey bekleyemezsiniz.
Esas terör örgütüyle ilgili yapabilecekleri olup da yapmayanlar var. Bunların başında tabii ki ABD geliyor. Onun yanında da AB ülkeleri... Bunların yapabilecekleri şeyler vardı; halen var, ama yapmadılar. Şimdi, "Yapalım, edelim" gibi bazı beyanlar var. Bilmiyorum. Sonucunu görmedikçe inanmam mümkün değil.
Ben diyorum ki: "Benim dostum olduğunuzu söylüyorsanız, böyle bir terör belasıyla mücadelemde bana katkı sağlayacak, yardımcı olacak bazı şeyleri yapma yeteneğine sahipseniz, ama bunu yapmaktan kaçınıyorsanız o zaman benim gözümde siz benim yanımda değil, o teröristin yanındasınız."
PKK denilen eli kanlı örgüt Türkiye'ye bu kadar kapsamlı harekât yapabiliyor, canını böylesine yakabiliyorsa arkasında çok belirgin güçler vardır. Bu güçler de bellidir.
Türkiye'de demokrasi oyunu oynanıyor
Peki, ya AB?
Onunla ilgili söylemem gerekenleri söylemek istemiyorum. İçim bu konuda çok dolu. Ben biliyorum ki o Avrupa ülkelerinin uyuşturucuya kurban verdikleri her genç insanın kanında PKK'nin kanlı elleri var. Çünkü o uyuşturucunun oralara ulaşmasında en büyük taşıyıcı örgüt PKK. Bu durum kendilerine defalarca bildirilmesine rağmen hâlâ ülkelerinde, başkentlerinde PKK'nin işyerleri serbestçe çalışıyor. Hâlâ Brüksel'deki Grande Place'ın etrafında PKK'nin sekiz-on tane döner dükkânı var. PKK'ye para kesiyorlar. Önlerinde PKK bayrakları sallanan bütün büroları açık. Kendilerine Interpol listesinde arananların isimleri bildirilmiş. Adresi, her şeyi belli. Buna verilen cevap: "Benim ülkemde, yasalarıma aykırı bir şey yapmıyorlar." Bundan sonra da bu insanlar uçağa bindirilip serbestçe Irak'ın kuzeyine gidebiliyorlar. Bunu Öcalan'ın yakalanma süreci içindeki seyahati sırasında da gördük. Bu ülkelerin insanlarıyla ilgili hiçbir sorunum yok. Ama oralardaki yönetimler ne yazık ki böyle bir kasıtlı aymazlığın içinde. Türkiye'yi adam yerine koymuyorlar; talebine aldırış bile etmiyorlar. Benim anlayabildiğim kadarıyla onların Türkiye üzerinde başka hesapları var.
Ne gibi hesapları var?
AB süreci içinde Ermeni meselesini halledin, Kıbrıs sorununu çözün gibi dayatmalarla karşılaştık. Bunlar Kıbrıs'ın Rum kesimini büyük törenlerle AB'ye tam üye yaptılar. Bu ne biçim bir mantıktır? Demek ki bunlar Kıbrıs sorununun çözümünü arzu etmiyorlar. Yunanistan'ı da AB'ye ucuz ve basit bir biçimde aldılar. Çünkü Türkiye'ye Ege sorununu çözmesi söyleniyor, ama Yunanistan'a neden söylenmedi? Yunanistan'dan Kıbrıs sorununu çözmesi neden istenmedi? Demek ki tam anlamıyla riya ve çifte standart içindeler. Sonra çok yanlış bir kanı var. Batılılar, içimizdeki beşinci kol faaliyetleri ya da psikolojik savaş unsurları bunu pompaladılar, sanıyorum. Medyamızın bir kısmı da zaman zaman buna alet oldu. Halkta sanki o bölgenin insanlarının tamamı PKK'yi destekliyor gibi bir düşünce yarattılar. Orada halkımızın büyük çoğunluğu vatanını seven insanlardır.
Ama Güneydoğu'da oyların hemen tamamı AKP'ye ve DTP'ye gitmedi mi?
Oynadığımız bu demokrasi oyununu bir an önce sonlandırmak ve doğru dürüst bir demokrasi uygulamasına başlamak zorunluluğumuz var. PKK gelsin, mezradaki vatandaşın kafasına Kalaşnikof'u dayasın, "Bu mezradaki oyların birisi bile o işaretten başka partiye giderse hepinizi yarın akşam halledeceğiz" desin. O vatandaş ne yapacak? Oralarda her mezranın, her köyün başına asker, korucu koymanız mümkün değil. Dolayısıyla o insanlar oralarda zorunlu olarak istenen yere oy vereceklerdir, veriyorlar da. Başka çareleri yok. Bana göre o oyların çok önemli bir kısmı bu şekilde sağlanmıştır. Ondan sonra da TBMM'de demokrasi oyununu oynamaya başlarsınız.
ABD, Saddam'ı teröre destek veriyor diye yakaladı ve idam ettirdi. Türkiye açısından baktığınızda bu durum Barzani için de geçerli değil mi?
Bana göre Türkiye'ye karşı işlenmiş suç bakımından Öcalan'dan pek farklı değil. Yaptıkları yanına kâr kalmamalı. Bir şekilde cezalandırılması gerekiyor. Marmara Denizi'nde adamız boldur. Hayırsız var, Yassıada var.
Türkiye NATO'nun bir üyesi. NATO tüzüğünün 4. ve 5. maddeleri var. Bir NATO üyesine dışarıdan gelen ve güvenliğini tehdit eden saldırılar karşısında NATO üyelerinin harekete geçmeleri gerekiyor. Sizce NATO hâlâ neden harekete geçmiyor? NATO bir açıklama yaptı. Sanıyorum bütün AB'nin görüşü de o noktada. "Bu, Türkiye'nin iç meselesidir" diyorlar.
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com 

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 06

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

AÇILIM! İHANETTE SON TANGO

 
Anadolu Ulusal Uyanış ve Dayanışma Platformu 22 Haziran 2009 tarihinde “Dikkat!” anonsu ile 122 sorumlu kamu kurumu, siyasi partiler, sivil toplum kuruluşları (!) ile medya ‘vatanseverlerine” seslendi. Vatan-Millet sevdalıları, etkili-yetkili ve onurlu-sorumlu özel ve tüzel kişilerden; 17.Aralık.2004 tarihinde Brüksel’de imzalandığı söylenen (Ancak şu ana kadar henüz tekzip edilmemiş olan) AB katılım anlaşması ve anlaşmanı 4. maddesi hakkında bilgi “ayrıntılı açıklama” ister. Mezkür 4. madde aynen şunları ifade etmektedir.
“Kürt azınlıklara haklarının tanınması çerçevesinde, güney doğu Anadolu’da federe bir Kürt devletinin kurulmasının yolu açılacaktır”
Diğer taraftan 09.Temmuz.2009 günü Medya organlarımızda TBMM’de alenen terör ve tedhiş örgütü PKK temsilciliği yapan DTP, bahse konu 4. maddeye atfen “Türkiye’yi yedi eyalete bölme” yolundaki talepleri açıklamıştır. Bu ne cesaret, ne cüret!
Ama maalesef bu menfur fiil, ne bir cesaret ve ne de cür’et işi falan değildir.
Sadece, aslı milletten gizlenen, bilinen hükümleri de “inkâr ve tekzip edilmeyen” AB Katılım Anlaşması gereğidir. İddiayı çok açık ve etkin bir tavırla gündeme taşıyan platform, ‘Bölünme Yok Edilmenin İlk Aşamasıdır’ gerçeğinin altını çizerek, anlaşmanın diğer hüküm ve maddelerinin de ağır ağır işletilip yürütülmeye başladığını Türk kamuoyuna açıklamıştır.
İŞTE O BELGE?
Anadolu Ulusal Uyanış ve Dayanışma Platformun tarafından 22.06.2009 tarihinde Türk ‘vatanseverlerine” gönderilen açıklama istemli yazıda; “03.Ekim.2005 tarihinde AB ile Müzakerelerin başlatılabilmesi için, 17.Aralık.2004 Tarihinde, Brüksel’ de, Sn. Başbakan tarafından imzalandığı belirtilen belgenin aşağıdaki hususları içerdiği” açıklanmıştır.
VE “MADDE” LER:
-Müzakerelerin ucu açık olacak, sonuçta Üyelik Garanti edilmeyecektir.
-Türkler, Üye olunduktan sonra bile AB’de serbestçe dolaşamayacaklar, ancak AB’ye üye Devletlerin vatandaşları serbestçe Türkiye’de dolaşabileceklerdir.
-Kıbrıs Rum Cumhuriyeti tanınacaktır.
-Kürt Azınlıklara haklarının tanınması çerçevesinde, Güneydoğu Anadolu’da federe bir Kürt Devleti’nin kurulmasının yolu açılacaktır.
-İstanbul Fener Patriğine “Ekümenik” unvanı verilerek, İstanbul’da Ortodoks Din Devleti kurulmasına izin verilecektir.
-Dicle-Fırat üzerindeki barajlar başta olmak üzere, Türkiye’nin tüm su kaynakları ve su dağıtım şebekelerinin yönetim vedenetimi Uluslar arası bir kuruluşa teslim edilecektir.
-Başta Devlet Bankaları olmak üzere, tüm kamu malları hızla özelleştirilecektir.
Ermenistan-Türkiye sınırı açılacak, Ermenistan’la Diplomatik ilişkiler kurulacak ve 1915 Soykırımı kabul edilecektir.
-İran ve Rusya’nın Türkiye için birer potansiyel düşman oldukları göz önünde bulundurularak dış politika belirlenecektir.
83 bin sayfalık AB Müktesebatı tam olarak kabul edilip uygulamaya konulacaktır.(1)
SONUÇ VE İSTEK:
105 Sivil Toplum Kuruluşlarının oluşturduğu AUUDP soruyor:
“Bu güne değin, açık, net ve tam biçimiyle medya organlarında göremediğimiz, yetkililerimizden duyamadığımız bu hususların; Gerçek olup olmadığının tespit edilmesini, gerçek değil ise kamuoyuna açıklama yapılmasını; Gerçek ise bu nitelikte bir belgenin kim tarafından ve hangi mülahazalarla imzalandığının ve günümüze kadar bu konuda, Türk Kamuoyuna bilgi aktarılmamasının nedenlerinin bildirilmesi hususlarını arz ediyoruz”
Bildiri, AUUDP Genel Kurulu Adına Genel Başkan Prof. Dr. Didar ESER; Genel Sekreter Selda Talay TOSUN ve AB Kom. Bşk. Şükrü Sezar AYGEN tarafından imzalanmış olup aradan geçen bunca süreye rağmen halâ çağrıya “açık veya net” bir cevap alınamamıştır.
TC halkı, kamuoyu ve necip Türk Milleti’ne önemle duyurulur.
(1) Yılmaz DİKBAŞ, AVRUPA BİRLİĞİ-Tabuta Çakılan Son Çivi. (2004 Regular Report on Turkey’s Progress Towards Accession.–Recommendation of The European Commission on Turkey’s Towards Accession.–Issues Arising From Turkey’s Membership Perspective–Europian Parliamet Report–Brussel’s Europian Council 16-17 December 2004 Presdency Conclusions)

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com 

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 07

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

AÇILIM REZALETİ VE İLERİ DEMOKRASİ KÂBUSU

 
            İleri demokrasi, kardeşlik-barış ve demokratikleşme süreci gibi, dayatmalarla oynanan menfur oyun ve “Milli Dava Kıbrıs’ı da kapsayacak biçimde” etki alanı genişleyen senaryo kurgularının aslı, esası, hedef, amaç ve mahiyeti bütün yönleri ile ortaya çıktı.
            Açıklandı ve anlaşıldı. Vahamet bütün boyutlarıyla görüldü.
            İŞTE OYNANAN OYUN, MENFUR EMELLER VE ACI GERÇEKLER
            Her şey 30 Eylül 2013 günü açıklanan sözde demokratikleşme; Özde demokrasi, insan hakları, eşitlik, adalet ve hukukun deformasyonu; Siyasal, sosyal, toplumsal, fiziki/fiili ve ilmi “kuvvetler ayrılığı” varlığı’nın anlamsızlaştırılarak tekelleşmesi operasyonu ile ivme kazandı.
            “Anayasa Uzlaşma (yeni anayasa imal ve inşa) Komisyonu” akamete uğrayınca zuhur eden panik; “Hak yolunda ve millet hizmetinde muktedir olamayan iktidarı” adalet ve hukuk dışı arayışlara itti. Ne için?.. Kurucu Unsurun tesis-temin ettiği; 11 Kasım 1938 karşı devrimi ile ihanet sürecine giren Cumhuriyet Halk Partisinin yozlaştırdığı (malum ve menfur istibdat döneminde yozlaştırılan, saptırılan, istismar ve suiistimal edilen) rejimi.; 07 Ocak 1946’den başlayıp 27 Mayıs 1960’a kadar özenle imar, inşa ve ihya edilip orijinal haline dönüştürülen eseri imha, bölünmez bütünlüğü parçalama, ittihat ve tevhit-i ilga!
On bir yıldır yapılmak istenen, artık bütün yönleriyle ortaya çıkan amaç bu. Kinayeten adına kardeşlik ve barış denilen; Vatana, insana ve İslâm’a ihanet yolunda, amaca ulaşmak için, her şeyin mubah sayıldığı; Yalan-talan, hırsız-yolsuz, anarşi, terör-tedhiş yoldaşlığının icabı ifa edilen, “açılım”ların yüz karası, içler acısı ve utanç verici haline bakın:        
DEMOKRATİKLEŞME PAKETİ’NDEN!...
            “Sizleri en kalbi muhabbetlerimle selamlıyor; birazdan Türkiye’ye ve dünyaya ilan edeceğimiz demokratikleşme paketinin, ülke, millet, bölge; ekonomi ve demokrasimiz; en önemlisi de birlik ve kardeşliğimiz için hayırlara vesile olmasını Allah’tan niyaz ediyorum.”
 “Özellikle, 3 Kasım 2002 seçimleriyle oluşan, 11 yıldır aynı istikamet doğrultusunda fedakârca görev yapan, milli iradeyi en güçlü şekilde savunup, milletin talepleri yönünde çalışan Meclis’imize, değerli milletvekillerimize huzurlarınızda teşekkür ediyorum”
 “İç barışımızı güçlendirecek, toplumsal birlik ve bütünlüğümüzü, geliştirecek, huzurumuzu tahkim edecek her adım, milletimizin en büyük temennisidir. Bu paketle, Türkiye’nin istiklâlini güçlendiriyor, özgürlük alanını genişletiyor, ufkunu daha da açıyor ve umudunu çoğaltıyoruz. En önemlisi de, şehitlerimizin uğruna can verdikleri milletimizin, birliğini, kardeşliğini, dayanışmasını daha da pekiştiriyoruz. Böylece vasiyetlerini yerine getirdiğimiz tüm şehitlerimizi, bu anlamlı günde bir kez daha rahmetle, minnetle yâd ediyor; Allah Onlardan razı olsun, mekânları inşallah Cennet olsun diye dua ediyoruz”,
“1950’de başlayan demokratikleşme tarihimiz..”
 “Siyasi Partiler Kanunu’nun 11’inci maddesinde yapacağımız değişiklikle, partilere üye olmayı daraltan, kısıtlayan bazı engelleri ortadan kaldırıyor, Seçim Kanunu hükümlerine göre, oy verme hakkına sahip olan herkesin, partilere de üye olabilmesinin önünü açıyoruz. Bu amaçla, 11’inci Maddenin B bendindeki 6 kısıtlayıcı engeli ortadan kaldırıyor, yine Siyasi Partiler Kanunu’nda yapacağımız değişiklikle, farklı dil ve lehçelerde propaganda imkânını getiriyoruz. 298 Sayılı Kanunu’nun ilgili maddesini değiştirerek, parti ve adaylar tarafından yapılacak propagandalarda, Türkçenin yanında farklı dil ve lehçelerin de kullanılabilmesini mümkün hale getiriyoruz. Aynı şekilde, ön seçimlerde farklı dil ve lehçelerde propaganda imkânını getiriyoruz. SP Kanunu’nun 43’üncü Maddesindeki kısıtlayıcı hükmü kaldırıyor, ön seçimlerde de Türkçeden başka dil ve lehçeyle propaganda imkânını partilere sağlıyoruz…”
17 ARALIK OPERASYONU VE GERÇEKLER
Öncelikle yukarda sözü edilen: “Muhabbet, demokratikleşme, birlik ve kardeşlik.; Fedakârca görev yapan, milli iradeyi en güçlü şekilde savunup, milletin talepleri yönünde çalışan Meclis; İç barışımızı güçlendirecek, toplumsal birlik ve bütünlüğümüzü, geliştirecek, huzurumuzu tahkim edecek her adım.; Bu demokratikleşme paketiyle, Türkiye’nin istiklalini güçlendiriyor, özgürlük alanını daha da genişletiyor, ufkunu daha da açıyor ve umudunu daha da çoğaltıyoruz. En önemlisi de, bu paketle, şehitlerimizin uğruna can verdikleri milletimizin, birlik, kardeşlik ve dayanışmasını pekiştiriyoruz; 1950’de başlayan demokratikleşme tarihi!.”         17 Aralık’tan bu güne açıkça görülmüş, anlaşılmıştır ki; Pakette yer alan bu ve benzeri sözler kesinlikle samimi değil, sadece bir oyalama, göz boyama, hile ve aldatmacadır. Çünkü aynı paketin sonlarında yer alan: “SP Kanunu’nun 11’inci maddesinde yapılacak değişiklikle, partilere üye olmayı daraltan, kısıtlayan engeller ortadan kaldırılacak; Seçim Kanununa göre, oy verme hakkına sahip olan herkesin, partilere de üye olabilmesinin önü açılacaktır…”
Siyasi Partiler Kanunu’ndan “adalet, fazilet, insanlık ve hukuk” atılmak isteniyor.
SPK 2. Bölüm: Siyasi Partilere Üye Olma:
MADDE 11 - (Değişik 1. fıkra: 4445 - 12.8.1999) On sekiz yaşını dolduran, medeni ve siyasi hakları kullanma ehliyetine sahip bulunan her Türk vatandaşı bir siyasi partiye üye olabilir. Ancak; (a) Hâkimler ve Savcılar, Sayıştay dâhil yüksek yargı organları mensupları, kamu kurum ve kuruluşlarının memur statüsündeki görevlileri, yaptıkları hizmet bakımından işçi niteliği taşımayan diğer kamu görevlileri, Silahlı Kuvvetler mensupları ile yükseköğretim öncesi öğrencileri siyasi partilere üye olamazlar.
b) (Paket Gereği Kanundan Çıkartılacak Hükümler)
1 - Kamu hizmetlerinden yasaklılar,
2 - Zimmet, ihtilâs, irtikâp, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik inancı kötüye kullanma, dolanlı iflas gibi yüz kızartıcı suçlar ile istimal ve istihlâk kaçakçılığı dışında kalan kaçakçılık suçları, resmi ihale ve alım satımlara fesat karıştırma veya devlet sırlarını açığa vurma suçlarından biriyle mahkûm olanlar,
2. Basit ve nitelikli zimmet, irtikap, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanma, dolanlı iflas gibi yüz kızartıcı suçlar ile istimal ve istihlak kaçakçılığı dışında kalan kaçakçılık suçları, resmi ihale ve alım satımlara fesat karıştırma veya devlet sırlarını açığa vurma suçlarından biriyle mahkum olanlar,
3 - Herhangi bir suçtan dolayı ağır hapis veya taksirli suçlar hariç üç yıl veya daha fazla hapis cezasına mahkûm olanlar, 3. Taksirli suçlar hariç beş yıl ağır hapis veya beş yıl ve daha fazla hapis cezasına mahkûm olanlar,
4 - Türk Ceza Kanununun ikinci Kitabının birinci babında yazılı suçlardan veya bu suçların işlenmesini alenî olarak tahrik etme suçundan mahkûm olanlar,
5 - Türk Ceza Kanununun 312. maddesinin ikinci fıkrasında yazılı halkı sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik etme suçlarından mahkûm olanlar, 5. Terör eyleminden mahkûm olanlar,
6 - Siyasi partilere üye olamazlar ve üye kaydedilemezler. Yükseköğretim elemanları, yasaklamanın dışındadır. Bunlar hakkında Yükseköğretim Kanunu uygulanır.
 
ÜYELİĞE KABUL ŞARTLARI
 
MADDE 12 - Siyasî parti üyesi olmaya kanuna göre engel hali bulunmayanların üyeliğe kabul şartları parti tüzüklerinde gösterilir. Tüzükte üyelik için başvuranlar arasında dil, ırk, cinsiyet, din, mezhep, aile, zümre, sınıf ve meslek farkı gözeten hükümler bulunamaz.
Siyasî partiler üye olma istemlerini sebep göstermeksizin de reddedebilirler. Ancak, üyeliğe kaydını isteyenin istemini reddeden teşkilatın bir üste kademesine, parti tüzüğünde gösterilen şekilde itiraz hakkı vardır. İtiraz üzerine verilen karar kesindir.
 
ÖNSEÇİMDE PROPAGANDA İLE İLGİLİ HÜKÜMLER
 
MADDE 43 - Aday yoklamalarına katılan aday adayları için propaganda yapmak amacı ile açık hava toplantıları, örf ve âdete göre sohbet toplantısı sayılanlar hariç olmak üzere kapalı salon toplantıları tertiplenemez, duvar ilânı, el ilânı ve her nevi matbua, ses ve görüntü bantlarıyla propaganda yapılamaz. Bu tür toplantılarda başka aday adaylarına karşı kötüleyici beyanlarda bulunulması yasaktır.
Siyasî partiler, tüzüklerinde gösterilmek kaydıyla aday adayları için bunların vereceği bilgileri de esas alarak aday adaylarının meslek veya sanat hayatlarındaki derece, başarı ve eserlerini, memlekete yaptığı hizmetleri gösterir, vesikalık fotoğraflarını taşıyan matbualar bastırıp dağıtabilir. Aday adaylarının soyadı alfabe sırasına göre düzenlenecek benzer bilgileri içeren matbualar sandık başlarına asılabilir.
Aday adayları, mensup oldukları partinin programı, büyük kongresinin ve yetkili merkez organlarının kararları ile partinin seçim bildirisi dışında, milli mahalli yahut mesleki çapta herhangi bir vaatte bulunamazlar ve Türkçe'den başka dil ve yazı kullanamazlar.
Aday adayları, önseçimlerde oy kullanacak partili üyelere veya yakınlarına maddi çıkar sağlama amacı güdemezler; önseçimlerde oy kullanacakları etkilemek maksadıyla meşru ve hukuka uygun olmayan davranışlarda bulunamazlar…”
Hesaplanan bu değişiklikler hayata geçtiğinde:
1. Hiç af çıkartmadıkları yalanına rağmen, esasa müteallik yasa “paket ve torba” biçim düzenlemelerle “denetimli serbestlik” ve sair nam ve kapsamlar altında hapisten çıkan 100 bin civarında suçlu,
2. Yukarda arz ve ifade edilen 2820     Sayılı Siyasi Partiler Kanunu 11/b fıkrasının iptali ile yüz binlerce insanlık düşmanı, alçak, namussuz, şerefsiz-soysuz, karaktersiz mahlûk, hırsız -yolsuz, anarşist, terörist, katil, ırz düşmanı, bebek katili cani ve hain serbestçe siyasi partilere üye olabilecek.; Canları isterse parti kurabilecek ve her düzeyde seçme-seçilme hakkına sahip hale getirilecekler… 
3. Siyaset iyice “iyi insan, iyi, onurlu, sorumlu, namuslu ve dürüst vatandaşların hakkı, işi ve görevi” olmaktan çıkacak; Bütünüyle pislik domuzlarının eline kalacaktır.
 
            KİRLİ ELLER VE MENFUR EMELLER
           
Bu değişiklik istemi, öteden beri plânlanan ve kerameti kendinden menkul paketlerle Meclise dikte edilen müstakbel hedef belli olmuştur. Bu menfur süreçle, en başta bebek katili olmak üzere, bilumum hırsız, yolsuz, soysuz, katil, hain, terör-tedhiş unsuru canilerle bölücü unsurlar meclise taşınmak istenmektedir. Bizim gaflet, dalâlet ve hıyanet ile malûl muhalefet, ya hâlâ, bu vahim ihanete uyanamamış, ya da “işin işbirlikçiliğine” yatmış olsa gerektir!
Yazışma Adresi: P.K. 118 [06 442] Yenişehir-ANKARA
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com 

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 08

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

AÇILIMLAR VE AÇMAZLAR

 
Her ne kadar hükümet, ‘Akan kanlar dursun; Analar ağlamasın’ gerekçesiyle cürmünü cemaate mâl-etmeye; ‘milli birlik ve kardeşlik’ yalanı ile de, suç teşkil eden eylemini devlet politikası göstermeye çalışıyorsa da nafile. Çünkü olay bir komplo, baskı ve dayatma eseri.
Bakınız!..Yunan Savunma Bakanlığı’na yakınlığı ile bilinen, Amina&Asfalia dergisi yazarı ve strateji uzmanı Dimitris Patsules, Derginin 2009 yılı Temmuz sayısında; “ABD’nin, PKK’yı baskı aracı olarak kullandığını ve tamamıyla yok etmeyeceğini, Güneydoğu Anadolu bölgesinin uzun vadede, ABD ve İsrail’in desteğiyle oluşturulacak ‘Büyük Kürdistan’a dâhil edilmesinin planlandığı”nı yazıyor.Makale şöyle:
“ABD askerinin 2010’da Irak'tan çıkması ve bölgede istikrar sağlanması çerçevesinde, PKK ile TC hükümeti müzakereye başlama kararına yöneldi. Şimdiye kadar PKK'ya katlanan ve onu Türkiye'ye karşı baskı unsuru ve sorun aracı olarak kullanan Washington, Afganistan-Pakistan cephesinde ihtiyaçların artmasıyla ABD ordusunun Irak'ta kalamayacağını anladı ve 2007’de politika değiştirerek Ankara ile PKK 'nın tehdit unsuru olarak kalmaması konusunda bir anlaşma yaptı. Karşılığında İsrail'den sonra Amerika'nın Orta Doğu'daki en sadık müttefiki olarak K. Irak'taki Kürt hükümetini tanımasını ve Irak'ın istikrarına yardımcı olmasını istedi.
Sonuçta, Bağdat ve Kuzey Irak Kürt hükümeti, PKK'ya cephe aldı. Örgüt kaçış yolu, eğitim-ikmal ve yeniden organize için üs olarak kullanacağı güvenli bir yer kalmadığı için Türkiye'nin güneydoğusunda eylemlerini sürdüremeyecek. PKK şimdi zor durumda. Çünkü ABD Irak'a istikrar kazandırmak istiyor. Kürtler ise var olan ‘devletlerini’ koruma peşinde...
Amerika ve İsrail, Orta Doğu'da ‘Büyük Kürdistan’ın kurulmasını öngörmekte ve 12 milyon Kürt'ün yaşadığı Türkiye’nin G. Doğusunun bu devlete dâhil edilmesini istemektedir. Bu stratejinin uzun vadede Türkiye'nin çöküşüne neden olacağı unutulmamalı!..”
KRİTİK HAFTA:
Yazar, Ekim sayısındaki "Kürt Meselesindeki Gelişmeler" başlıklı makalesinde: "Kürt meselesi kritik haftaya girmiştir. 25 yıl süren savaştan sonra ilk kez çözüm imkânı, TC’nin bütünlüğünü kurtarma çabalarıyla birlikte görünmektedir. Esasında Washington isterse, bir gecede PKK'yı yok edebilir veya Irak kuvvetlerince temizlenmelerini sağlayabilir. Ancak, ABD şu aşamada PKK'yı yok etmeyi değil, bir süre daha kullanmayı planlamaktadır.. .
Ayrıca, ABD ve AB'nin PKK'ya karşı Türkiye'ye sağladığı yardımlar karşılıksız değil. PKK izole edilmeden siyasi çözüm bulunması talebi ağırlıklıdır. Kürtler için geniş özgürlükleri kapsayan planlar hazırlaması ABD-AB isteğidir. Sonuçta, kaybeden Türkiye’dir. Çünkü çete savaşının bedeli askeri galibiyet değil, hükümetle müzakere ve siyasi bir çözümün kabul ettirilmesi idi. Bu itibarla PKK, hedefine ulaşmayı başarmıştır.
Türkiye ve Kürtler arasında gerçek savaş, artık siyasi arenada sürecektir. Ancak bunun devamı, öngörülen çete harekâtlı baskı manivelası ile mümkündür. Şimdi  Kürtlere mümkün olduğunca az şey vermeye ve PKK'yı silahsızlandırmaya çalışmakta, oysa Kürtlerin amacı özlü haklar ile siyasi, ekonomik ve sosyal yaşamda kendi kaderlerini tayin edebilmedir.
Generaller ve milliyetçi partilerin, Kürtlere serbestiler verilmesine tepkileri mesnetsiz değildir. Her ne kadar, DTP ve PKK'nın askeri sorumlusu Murat Karayılan, federe devlete dair taleplerini terk ederek, Türkiye'yi bölmeyecek bir çözümü kabul ediyor gözükse de; Türk liderler Kürtlerin gelecekte ülkeyi bölmenin ön şartlarını yarattığını, bunun sonucu olarak da, sonuçta bir Kürt devletinin kurulacağını bilmektedirler. İşte bu, İsrail ve ABD'nin hedefidir."
Yunanlı strateji uzmanı D.Patsules olanları böyle açıklıyor. Atina Büyükelçiliğimizin bir tekzip’i var mı? Hayır. Hükümetten tepki, reddiye? Yok. Öyleyse hükümetin “demokratik açılım”ının her ne kadar içeriği belli değilse de, birtakım “ayrıcalık ve serbestiler” kapsadığı tahmin edilen projenin uygulamaya konulması halinde, Dimitris Patsules’un ifade ettiği gibi, bunun uzun vadede Türkiye’nin lehine gelişmeler yaratmayacağı çok açık.
(Kaynak: Amina&Asfalia, Sinan Sungur, Odatv.com Kasım-2009)
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com 

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 09

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

ADALET (BARIŞ), MİLLET İRADESİ VE ÜSTÜNLÜK

 
Adı “Adalet ve Kalkınma” olan partinin olağanüstü büyük kongresinde, hatipler adeta haykırıyor, başta Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) olmak üzere, Cumhuriyet Baş Savcıları dâhil bütün adalet ve hukuk cihazı camiasına telkin, tembih ve tehdit dolu mesajlar göndermekte birbirleri ile yarışıyorlardı!.. (Ankara, 27 Ağustos 2014)
Onlara göre: Hiçbir şey (güç, kuvvet veya erk) millet iradesinden üstün olamazmış!.
Özellikle, 27 Mayıs sonrası ve bizatihi 27 Mayıs’ın (12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve sair post modern darbe, sulta/cunta, vesayet kalkışmalarının) henüz yargılanmadığı; Şahsi ahvaller dışında (Nürmberg Mahkemeleri gibi), bütün olayın maşeri vicdan (HÂKİM) önüne çıkartılıp sorgulanmadığı bir Türkiye’de, bu söz çok iddialıdır. Mübalâğalı, ağdalı, abartmalı ve belli ki “icraattan dolayı duyulan rahatsızlıklardan mütevellit”, aba altından sopa gösterme amacına matuf bir söylem kabilindendir!..
Esası demagoji, hayal ve ütopyadır.
Zaten de öyle algılanmıştır…
Yine de gelin, bu iddia ve ihtirasın mümkün olup olamayacağına bir bakalım:
Ancak burada, öncelikle millet iradesinin tezahür biçimi son derece önemlidir.
Medeni ülkeler ve yerleşik, kurumlaşmış namuslu-dürüst, ilkeli-onurlu, sorumlu-soylu ve saydam demokrasilerde “bire/bir” yani, doğrudan vekâletle temsil hakkı verilmiş bireylere Millet Vekili denir. Doğrudan seçmen tarafından önerilerek, tayin ve tespit edilmemiş kişinin milleti temsil hakkı yoktur. Bu ve mümasil (benzer) kişiler ancak patronları, parti sahipleri ve icabında dâhil oldukları “saadet zincirinin” menfaatlerini temsil ve ilzam ederler…
Dolayısıyla Milletin değil; Vesayetin vekillerine parlamenter denilir.
Son elli yılda bu usul-esas ve kriterlere uygun olarak: Namuslu, dürüst, demokrat ve şeffaf usullerle seçilmiş, gerçek bir “MİLLET VEKİLİ” var mı acaba?. Malûm sürece dair tarihte yazmıyor. Bilen varsa beri gelsin!.. Velev ki, Milletvekilleri bu esas ve usullere uygun seçildi. Millet tercihinin eseri, şaibesiz vekiller ve “devlet idaresinde millet iradesinin” tecelli unsurları oldu. Bu takdirde adalet’in üzerinde ve adalete rağmen bir irade ortaya konulabilir mi? Müştereken Meclis dahi adalete aykırı bir karar alabilir ve uygulamaya sevk edebilir mi?
Cevap: Kesinlikle HAYIR, asla ve kat’a mümkün olamaz’... 
Tam burada bir hatırlatma yapayım:
Bu gün 1 Eylül Dünya Barış Günü (01 Eylül 2014) 
Barış öyle bir kavramdır ki; Sadece Adalet hüküm sürdüğünde gerçekleşir.
Bir ülke, aile, kabile, kurum veya dünyada Adalet yoksa Barış yoktur. Ülkenin bütün kurum ve kurulları ile hayatın her alanında adalet yoksa sadece zulüm, eziyet, işkence, gasp, irtikap, terör/tedhiş ve sömürü vardır. Nizamı âlemde; Daha açık ve doğru bir tanımlama ile evrensel hukukta; Haklı, doğru-iyi ve dürüstlerin güçlülüğü>meşruiyeti esastır. Özellikle vahşi batının ‘şeytani kuramı’ olan “insan insanın kurdudur” itikadında ‘güçlülerin haklılığı, hâkimiyeti ve meşruiyeti’ esas olmakla beraber; Bu yol, meslek veya meşrep orijinal/objektif İnsan (canlı) Hakları, Adalet, adalet ahlâkı ve hukuka kesinlikle aykırıdır.
Amma lâkin (sözde) Müslüman âlemin içine düştüğü gayya çukuru; Nefret, ifrat, hırs, ihtiras, zaaf, fetret ve “kifayetsiz muhterisler” ile millet iradesini “sahtecilik, yalan ve hileyle” gasp ederek hükümferma olan kripto tiranlar dolayısıyla, yüzler Kâbe’den batı’ya çevrilerek; Adalet, hakikat ve faziletin nuru, kötülük ve kul hakkının karanlığına iblâğ olmuş (dönüşmüş) bulunmaktadır. Bunun anlamı:
Şu anda dünyada özgür, hür ve hükümran bir İslâm ülkesi yok demektir.
Oysa, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu 1923 yılında, başta İran olmak üzere; Afganistan ve Türkiye hür, bütünüyle özgür ve hükümran (egemen) ülkeler idi!..
İşte günümüzün fotoğrafı budur.    
Peki, “ADALET MÜLKÜN TEMELİDİR” ne demek?
            Önce “Adalet” ne demektir? ADALET: Hak (Rab) kanunlarına, yani evrensel hukuk kurallarına uygunluk.. Herkese hakkını vermek, lâyık oldukları muameleyi yapmak, haksızları terbiye etmek; Suçluları mutlaka cezalandırmak, zulüm yapmamak, saygı, insaf ve merhamet sınırları dâhilinde insanları idare, barışı koruma, ekolojiyi himaye ve devleti idame etmektir.
Adalet kelimesinden türeyen Mâdelet=adaletli olmak; Kelimenin kökeni olan Dâd ise, Cenab-ı Hakk'ın emrini, emrettiği şekilde tatbik ve suçlu üzerinde icra etmek anlamında olup; Uygulamada “Hak sahibine hakkını vermek” ve “haksız, zalim ve bilumum suçluları te'dip ve terbiye, ta'zip ve tecziye (cezalandırmak ve ıslah) etmek anlamına gelir.
Ayrıca “Evrensel Adalet”, “İlâhi Adalet” hükmündedir. Halkı ve devleti idare, hukuku (kurulu düzeni) idame ile görevli, bizzat halk tarafından (aracısız/dolaysız) seçilmiş vekillerin meşruiyeti ile buna dayalı Yargı erk’i ve hükümetlerin meşruiyeti de adaletle kaimdir. Yargı, tam bir tarafsızlık ve bağımsızlıkla adalet üretemiyorsa, “gayrimeşru” demektir. Ne pahasına olursa olsun Meclisin bu zulmü düzeltmesi zorunludur. Görev hükümete değil Meclis’e aittir.
            Hükümetler de aynen mahkemeler gibi; Karar, icra, iş ve işlemlerinde adil olmaya, hak ve adalet üzere hareket etmeye mecburdur. Adil olmayan hükümeti def ile öncelikle ve evvelâ muhalefet görevli-yetkili ve sorumludur. Paralelinde adalet cihazı, Meclis ve nihayet ordu! Şu kadar ki adil olmayan hükümete itaat caiz değildir.  
Kuramın Arapça aslı “El-adlü esâsü’l-mülk”tür. Türkçede ‘mülk’ kelimesi ‘Mahkeme kadıya mülk değil’ söylemindeki gibi genellikle taşınmaz (gayrimenkul) anlamında kullanılır. Oysa Arapçada hükümran devlet, müstakil düzen, ülke, egemenlik, iktidar, saltanat, özgürlük anlamlarına gelir. Yani ‘Adalet mülkün temelidir” sözüyle özellikle ve ağırlıkla kastedilen: “Devletin veya düzenin esası adalettir.” Hükmü, hayati unsur ve evrensel gerçeğidir.
            Bu gerçek, Mecelle, Sosyoloji, Felsefe ve Siyaset Bilimi disiplinleri gibi objektif ilmî kaynaklar ve medeni siyaset normunda açıklandığı ve tanımlandığı üzere: Meclis (YASAMA) nezdinde.; Millet Vekillerinin ortak ve mutlak sorumluluğu altında; Adalet cihazı (YARGI) “tarafsız ve bağımsız”; Hükümet (YÜRÜTME) ise, sadece Anayasa ve Anayasaya kesinlikle uygun olmak koşuluyla Yasama ve Yargı Kararlarını uygulamakla memur ve mükellef olup; Kuvvetlerin her biri, devlet içinde “nevi-i şahsına münhasır” erklerdir. Şu kadar ki: Yasama kendine amir; Yargı ve yürütme ise Yasamaya bağlı kurum ve bağlı kuruluşlar hükmündedir.
            Yani: Tepeden-tırnağa, tabandan zirveye/çatıya, devlette adalet hâkim ve hükümferma olmadıkça; İnsani, hukuki, ahlâki ve medeni bir devletten söz edilemez. Devlet, Demokrasi, Cumhuriyet ve Lâiklik “olmazsa olmaz” kabilinden özgün kurallar bütünüdür. Hükümetler sadece ve yalnızca bu düzeni geliştirmek, iyileştirmek, mükemmele ulaştırmak;  Daha kavi, sağlam ve mükemmel kılarak “haklıların güçlülüğü, iyi insan ve iyi vatandaşların” mutluluğu yönünde yükseltmek için Meclisle ortak çalışarak görev yapmak zorunda ve durumundadırlar.  
            ‘Esas’ kelimesi için seçilmiş olan ‘temel’ yanlıştır. Çünkü bir ‘toplumsal sözleşmenin’ devlet ve adalet temelinde teşkili önemli olmakla beraber; Asıl şart adalet ve hukukun devlet binasının “temelden, tavana bütün huzme ve hücrelerine” nüfuz etmiş bulunmasıdır.
Adalet, devlet temelinde mevcuttur” biçiminde bir iddia ve telâkki ile otaya çıkılıp; hükümet işleri “kitabına uydurulmak” kabilinden sevk, idare ve idame olunamaz. Söz, kuram ve kural’ın sahibi olan Hz. Ömer’in anlayışına göre “adalet bir devletin temelinde olduğu gibi tepesinde de, yani her zerresinde mevcut olarak fiilen hayat ve vücut bulmalıdır.
Adalet temeli üzerine bina edilen kurum ve kuruluşların çatısında zulüm yaşanırsa, o binada adaletin varlığından söz edilemez. Halkın idaresiyle iştigal edip; En az Hazreti Ömer veya aynı dönemin “putperest İran Kisrası Nûşirevan” kadar adil olamayan Amirler ile; “Adaletsiz amirler karşısında dilsiz şeytan kesilen Âlimler” manâ itibarıyla sadece bir Köpek hükmündedirler. Biline… 
Netice olarak:
            Adaleti Meclisler tesis; Yargı cihazı temin ve Hükümet’ler ifa ve icraya mecburdur. 
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com 

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 10

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

ADALET AHLÂKI VE HUKUK

 
Adalet ve hukuk’un temel ilkesi, kaynağı ve dayanağı: Vahiy, vahiyle ikame olunmuş ahlâk ve buna mümasil adet, örf ve geleneklerdir. Ki, bunların tamamı karşılıklı saygı, mutlak adalet, hürmet ve muhabbet üzerine kuruludur.
Daha açık bir anlatımla: İnsan kelimesinin “ins, ünsiyet, meşveret ve muhabbet” kavramlarından türediğini “hikmet’le” anlamak ve bu minval üzere açıklayıp, yorumlamak lâzımdır. Y ani: İnsan kelimesi dahi “salt iyilik ve erdemlilik” karşılığı olup; Namuslu, dürüst, onurlu, sorumlu ve düzenli (istikrarlı/haysiyetli/şahsiyetli/karakter sahibi) olmayan bir varlığı insan olarak kabul etmek kabil değildir.
İnsan, mutlak bir hukuk, adalet ve ahlâk abidesidir.
Daha da açıkçası: Yalancı, hırsız, yolsuz, faşist, fahişe, anarşist, terörist, hain ve zalim yaratıklar insan olarak kabul edilemez ve böylelerine “insanca” muamele edilemez.
Yani “düzenlilik/istikrar” dünya, kâinat ve insanlık için esastır.
İşte evren/kâinat, mutlak bir düzen ve istikrar üzere kaimdir.     
İnsanlar için ilim, ibret, hikmet ve ders olan “tertip” i, evrensel işleyişten alacağımız bir kesitle, özetleyip, örnekleyelim. Evrensel işleyişte şekiller, dengeler ve düzenler…
Sarmal Şekil Dengeyi Nasıl Sağlıyor?
Sarmal şeklindeki galaksilerin içinde bulunan fizik ve metafizik (madde ve madde ötesi) kuvvetler arasındaki denge şaşırtıcı niteliktedir. Bir galaksi, kütle çekim etkisiyle kütle merkezine doğru yoğunlaşarak gelişir. Merkez kütlesinin artışı buradaki kütle çekimini de artırdığından, galaksinin merkezi, merkezkaç kuvvet ve kütle çekimini dengeleyecek şekilde daha hızlı dönmeye başlayacaktır.
Ayrıca merkezin daha hızlı dönmesi, kütlenin merkezde yoğunlaşmasını engeller.
Bu nedenle galaksideki tüm sistemin dengede kalabilmesi için, galaksi merkezindeki parçacıkları yavaşlatıp, kenardakileri hızlandırabilen özel bir mekanizmaya ihtiyaç vardır. İşte bu harika mekanizma “eşit açılı sarmal şekil” tarafından oluşturulmaktadır.
Çünkü eşit açılı sarmal kollar, böyle bir fonksiyon için oldukça uygun bir şekil oluştururu. (J.P. Vallee, ‘The Milk Way’s Spiral Arms Traced By Magnetic Fields, Dust, Gas and Stars’, Journal of Astronomical Society, Volume; 454, s. 119-124)
Allah Yoktan Var Edendir
Görüldüğü gibi pek çok galaksinin “eşit açılı sarmal şeklinde” oluşu aslında bu galaksilerin fiziksel açıdan dengede kalabilmesi için hayati bir öneme sahiptir.
Bitkilerde ve deniz dibinde yaşayan canlıların kabuklarında belirli bir orana (altın oran) bağlı olarak ortaya çıkan eşit açılı sarmalın uzayın derinliklerinde yer alan pek çok galakside de görülüyor olması hayret verici bir durumdur.
Ayrıca galaksilerde görülen sarmal da, tıpkı bitkilerde ve bazı hayvanların kabuklarında görülen sarmallar gibi, içinde bulunduğu yapının dengeli ve uyumlu olmasını sağladığından çok önemli bir fonksiyonu yerine getirmektedir.
Kuşkusuz evrenin var olduğu günden itibaren sahip bulunduğu düzenin ve dengenin hiçbir şekilde bozulmayışı Allah’ın varlığı ve sonsuz kudretinin delillerinden biridir.
Her şeyi eksiksiz ve kusursuz olarak yaratma gücüne sahip olan Rabbimiz, altın oranı öylesine eşsiz ve fonksiyonel bir şekilde yaratmıştır ki, bu oran, içinde bulunduğu her sisteme ve biçime, insanda hayret uyandıracak derecede mükemmel bir estetik, biçimsel bir güzellik ve denge kazandırmaktadır. Bir Kuran ayetinde Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Gerçekten sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden Allah’tır. Gündüzü, durmaksızın kendisini kovalayan geceyle örten, Güneş’e, Ay'a ve yıldızlara kendi buyruğuyla baş eğdirendir.
Haberiniz olsun, yaratmak da, emir de (yalnızca) O’nundur.
Alemlerin Rabbi olan Allah ne Yücedir. " (Araf Suresi, 54)

 

 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com 

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

11

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

AKP’NİN YEL DEĞİRMENLERİ İLE SAVAŞI

 
03 Kasım 2002 günü yapılan milletvekili genel seçimlerinde akp; Seçme-seçilme ve oy kullanma hakkına sahip ve listelerde kayıtlı 41.407.015 seçmenden, sandık başına giderek vatandaşlık görevini fiilen yapan 32.753.836 kişiden 10.848.704’ünün oyunu alarak % 33.12 oranla 365 milletvekili çıkardı;
Cumhuriyet tarihinin en antidemokratik seçiminde chp’de 6.114.843’le, % 18.66 oy oranı ile 177 milletvekili çıkardı. Diğer partiler adeta bozguna uğradı. Tamamı barajın altında kalarak feci şekilde boğuldular. Seçimlere katılım oranı:  %79.10 olarak gerçekleşti. Yani akp seçime katılanların % 33.12, tüm seçmenlerin ise %26.20’sının; chp’de seçime katılanların %18.66’sının, seçme hakkı bulunan vatandaşların ise % 14.76’sının oyunu alarak barajı aştı ve 177 milletvekili ile parlâmentoya girdi.
SİYASİ PARTİLER VE SEÇİM YASALARININ HUKUKSUZLUĞU
2822 sayılı siyasi partiler; 298 sayılı seçimlerin temel hükümleri ve 2839 sayılı millet- vekili seçimi kanunlarındaki antidemokratik unsurları dikkate aldığımızda bu, bundan sonraki ve 1983’den itibaren yapılan bütün genel ve yerel seçimlerin ne kadar millet iradesine aykırı, utanç verici, adalet-hukuk ve siyaset bilimi ile çelişkili olduğunu görmek mümkündür.
Yani; akp’nin % 33.12; gerçekte % 26.20 ile Parlâmento’nun % 68.54’üne; Chp’nin ise, % 18.66 veya gerçekte % 14.76 oyla Parlâmentonun % 31.46’sına sahip olması çok büyük bir haksızlıktır. Asla onaylanamaz. Bu millet iradesi, hukuk devleti ilkeleri ve kamu vicdanına saygısızlık ve aleni bir ahlâksızlıktır. Özellikle; kanunun ön seçim ile ilgili mücbir hükümlerinin uygulanmaması ve millet iradesinin adalet ve hakkaniyetle tezahürüne karşıt “merkez yoklaması (gerçekte parti sahiplerinin keyfi ataması) yönteminin uygulanması nedeniyle büyük bir ayıp, haksızlık, hukuksuzluk ve aymazlıktır bu..Ve kesinlikle!... “yönetimde istikrar ve temsilde adalet” ilkesinin suç derecesinde ihlâlidir. İnsan hakları, adalet ahlâkı ve hukuka aykırı olarak, “azınlığın çoğunluğa tahakküm” rejimidir. Diğer bir anlamda ve en açık deyişiyle; 50 yıllık statükonun sürdürülme kaygısıdır.
Bu, elbette bilinen ve beklenir bir gerçektir. İkinci “karşıdevrim” 27 Mayıs 1960’dan itibaren sistematik olarak sürdürülen yozlaşma, bunalım, buhran ve kaotik popülist politikalar bunun böyle olmasını gerekli ve zorunlu kılmaktadır. Statükoya göre ortada bir sorun yoktur.
MİLLETE GÖRE SORUN BÜYÜKTÜR
Ülkemiz, son müze soygunları nedeniyle Kültür ve Turizm Bakanı (eski chp ve shp’li) Ertuğrul Günay’ın “soygunların sebebi darbelerdir” tespiti cihetiyle 27 Mayıs 1960, 12 Mart,  12 Eylül ve 28 Şubatta olabildiğice soyulmuştur. Öyle ki soygun-vurgun, yalan-talan, gasp, irtikap, hırsızlık ve yolsuzluk ara dönemlerde de olanca hızıyla siviller, siyasiler ve oligarşik bürokratik yapı tarafından da amansızca sürdürülmüştür. Bunun yanı sıra elli yılda vuku bulan faili meçhul sayısı 50 bin dolayında telâffuz edilmektedir. Dahası iç ve dış borç yükü yıllardır milletin belini bükmekte; Pahalılık ve enflâsyon geni halk kitlelerini ezmekte; Anarşi, terör ve tedhiş, halkın huzur, emniyet, devletin güvenlik ve bütünlüğünü tehdit etmektedir, o dönemde de etmekte idi…Tüm oligark, uzantı ve mütemmim cüzlerini kapsayan “çağ, İslâm ve insanlık dışı” dokunulmazlık yasaları nedeniyle gaspçılar yakalanamıyor, parlâmento tasallutçularına dokunulamıyor ve “asil halk” hariç “medya/mafya/politik-ACI” suçlularına ilişilemiyordu!...
İşte akp bu argümanları sonuna kadar kullanarak iktidar oldu.
Üstelik kahir ekseriyetle ve tek başına…Demokrat Parti’den bu yana ilk defa!...
Ama ne oldu? Yedi buçuk sene sonra gelinen noktaya bakıldığında fotoğraf şu: “Havanda su dövmek, bıktıran demagoji, tezvirat, popülizm-mugalâta, adi, ahlâksız ve şerefsiz kartel medyası ile dans, siyasette mutasyon; sonuç hayali sukut ve hüsran…” Yani akp ve hükümeti 7.5 yıldır fuzuli işlerle iştigal etmekte, de’Facto AB-D sultasına izin vermekte ve İspanyol yazar Miguel de Cervantes Saavedra'nın kahramanı Donkişot misal yel değirmenleri ile savaşmaktadır.
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com 

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 12

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

AMAN OYUNA GELMEYİN” OYUNU

 
Aradan günler geçti. Hala köşe bucak ‘hayâsızca’ tartışılıyor.
Tokat Reşadiye de 7 erimizin kalleşçe şehit edilmesi neymiş?
Provokasyon! Peki, kim varmış bu kanlı provokasyonun arkasında?
Dönme, devşirme, açılımcı koza ve kripto güruhu sayıyor: “TSK, Ergenekon, Tikko, Tkpml, İntikam Tugayı” gibi ihtimaller... Ama pkk bu ihtimaller arasında yok!
Yurt çapında karakollar, askeri lojmanlar, araçlar, masum insanlar ve esnafın ekmek kapısı dükkânlara; Tüm ekonomik varlıklar, sosyal donatılar ve kamu mallarına molotoflu saldırılar düzenleyen, pkk, 7 erin şehit edilmesi cürümünün failleri arasında sayılmak istenmiyor. İllâ başkası aranıyor. Çünkü katil pkk çıkarsa açılım iflas eder.
PROVOKASYON OYUNU
Çok enteresandır, bir taraftan da terör örgütü ile Ergenekon ilişkilendirilmek isteniyor. Ne yaman bir çelişki bu!.. Sapla saman böyle birbirine karışmış durumda…
Örgüt baronu Murat Karayılan, 3 Aralık2009 tarihinde ne demişti?
“Yeni yapılan cezaevi bir ölüm çukuru, nefes alınamayan bir kafes. Apo’yu imha etmek için oraya koymuşlardır. Bu yaklaşımı bir savaş girişimi olarak görüyoruz. Ciddi bir savaş girişimi...” Arkasından yurt çapında isyan provaları ve provokasyonlar..
Bu defa da: ”Tepkiler halkın insiyatifidir, önderlik konusunda ben kimseye şöyle, böyle yapın demem. Herkes önderlikle doğrudan bağ içindedir, dolayısıyla herkes önderlik karşısında duyduğu sorumluluğun gereğini yerine getirmektedir” demedi mi?
Kaldı ki pkk Reşadiye’nin sorumluluğunu üstlendi...
İHANETLE DANS
Gerçek provokatör belli oldu. Dahası bir kez daha menfur örgütün ardı-arkası ortalığa döküldü, DTP’nin kapatılması ile iğrenç ayrıntı ve menfur bağlantılar bir, bir ortaya çıktı. AB+ABD = pkk. Elli yıllık amansız düşmanlık, fesat ve tefrika sürecinin doğal sonucu…
Üstelik çok utanç verici bir durum…
Çünkü 31 Temmuz 1959’dan bu güne tam elli yıldır AB kapısında pinekliyoruz!
Eğer, 27 Mayıs mason-misyoner+koza-kripto, peşmerge kalkışması olmasaydı, en geç 1963’de Ortak Pazar (AB) tam üyesi idik. Müteakip sürecin “demokrasi, hak-adalet, hukuk ve insanlık düşmanı, vatan haini” aktörleri utansın!
BAŞ DÜŞMAN AB+ABD
İşte tam bu sıra, terör-tedhiş örgütü yardım, yataklık ve yaltakçılığı, yani, Türk ve Türkiye düşmanlığı tam müseccel, harici bedhaht AB, şer ve şeriklerini kastederek Recep, “AB bizi istemiyorsa baştan söylesin, oyalamasın” demiş. Yuh be, el insaf’.. Talip anlamak istemiyorsa AB istemediklerini nasıl anlatabilir ki!
Üstelik Batı Trakya mezalimine mukabil, patrikhane ve ruhban okulu;
Rum-Yunan soykırımı, iftira ve tefrikalarına rağmen Kıbrıs sorunu;
İğrenç yalan, oyun-düzen ve sahteciliklere karşın Ermeni açılımı!
Üstüne üstlük sözde katılım süreci ve müktesebat gereği; Zinanın suç olmaktan çıkartılmasından tutun, TCK ve CMUK’un, suç örgütleri ve suçlu lehtarı, ‘iyi insan ve iyi, namuslu-dürüst vatandaş’ aleyhi yapıya dönüştürülmesine kadar, bir türlü insanlık dışı tasarrufun “insan hakları ve demokrasi adına” dayatma mercii AB değil mi?
Dahası var!.. AB’nin hiçbir ülkesinde demokrasi, hak, adalet, ahlâk ve hukuk yoktur. Bu nedenle: Bizim var olan kete-kullâ demokrasi, birazcık hak, bir miktar adalet ve vaziyeti idare edecek kadar ahlâkınızı da; despotluk-diktatörlük, haksızlık-yolsuzluk, adaletsizlik, ahlâksızlık ve hukuksuzluğa dönüştürmek için “iş bu açılımlar dâhil” elden gelen her türlü menfur dayatma, baskı, zulüm ve çabayı sarf etmektedir.
Buna ve aradan geçen “50 YILA” rağmen halâ “AB” diyenler, Anadolu halkının kendine özgü deyimiyle: “Ya AB köpeği veya Amerikan uşağı” sayılırlar mı, sayılmazlar mı? Sanırım, buna rağmen AB yanlılarına, Atatürk’ün tanımı olan “dâhili bedhaht” (iç düşman) denilmelidir.
DENİZE DÖKÜLDÜKLERİ YERDEN!...
İhanet şebekeleri Kürt kisvesi ile kalkıştıkları ihanet furyasını en son “denize döküldükleri” yerden ayağa kaldırmak istediler. Bu diyalektik ve tarihi materyalizmin bir çeşit diriliş öğretisi gereğidir. “…düştükleri yerden kalkarlar.”
İzmir faşist mi değil mi, muhabbeti çeşitli platformlarda devam ediyor.
Kasıtlı bir dikkat dağıtma olayı veya komplosu var ortada diyebiliriz.
Bir yanda azılı faşist unsurlar “demokrat ve Kürt” kisvesi ile ahkâm kesiyor.
Diğer tarafta ise “Aman oyuna gelmeyin” diye haykıran, yalvaran, yakaran ve terör-tedhiş tarafına yardım ve yataklık yapan işbirlikçiler:
OYUNA GELMEYİN OYUNU
“Aman ha, buna İzmirliler alet olmamalı... “
“Sakın savunma kompleksine girmemeliler...”
“Olgun, ağır, sakin ve vakur olmalıdır…”
“Oyuna gelmemek, tuzağa düşmemek, çoluk-çocuğa uymamak gerek” diyorlar.
AMMA LAKİN’…
DTP kasıtlı olarak gerilla kıyafeti giydirilmiş çocuklar ve zafer işaretleriyle şehir içinde gövde gösterisine kalkışınca ve bu olay Habur’daki rezaletin ertesine rastlayınca beklenir sosyal refleks oluştu... Planlı programlı olmayan ani bir tepki ortaya çıktı.
Kamu malını tahrip, korumasız insanları yaralama, rencide, geniş halk kitlelerini tehditle sindirmeye, korkutmaya yönelik sistemli ajitasyon ve tehlikeli prokasyonlar hız kazanınca, “aman oyuna gelmeyin” diyen “işbirlikçi unsurlar” yüzünden toplumun kimyası bozuldu. Moral ve motivasyonu bozuldu.
OYSA:
Devlet ve hükümet (polis-asker) var olduğu sürece bu ve benzer eylem, teşebbüs ve kalkışmaların asla ve kesinlikle olmaması gerekirdi!.. Zira adalet, emniyet, güvenlik ve huzur, istikrar ve insicam sağlandığı sürece “hükümet” var demektir. Aksi taktirde meşru bir hükümetin varlığından asla söz edilemez.
Hükümet varsa; Demokrasi, adalet, hukuk, özgürlük ve güvenlik vardır.
Bu unsurlar yoksa, devlet işgal altında veya hükümet acz içinde demektir.
Amaç hem İzmir hem ülkenin diğer yanlarında sosyal refleksi öldürmek...
Terör ve tedhiş örgütüne karşı halkın yurt çapındaki haklı ve doğru öfkesini suçluluk duygusuna dönüştürmek…
Çoğu İzmir’de DTP konvoyunun taşlanmasından birkaç gün sonra İdil’de PKK yanlıları öğretmen evini bastı. İnsanlar sabaha kadar ölüm korkusu içine atıldı. İzmir’e faşist diyenlerden tek kelime çıktı mı? Çıkmaz... Çünkü faşist bizatihi kendileri... Çoğu tedhiş örgütü meddahlığıyla geçinen birer zavallı...
Bu hengâme içinde  “Basın Türkiye’de ABD’den çok daha özgür” dedi.
Demeye kalmadı ertesi gün Aydınlık dergisi mahkeme kararıyla bir ay kapatıldı.
Sebep: “Vatanı savunmak suç, bölücülük ve casusluk serbest, Türk ordusuna tasfiye harekâtı” başlıklı yazı.
Anaların gözyaşı halâ dinmedi.
Terör örgütüne verilen rüşvetlerle de dineceğe benzemiyor!
Şu hale nazaran: Açılım süreci neyi gösterdi?
Cevap: “Aman oyuna gelmeyin” oyununu!
“Rica ile merhamet dilenmekle bir devletin onuru kurtarılamaz” (Atatürk)
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com 

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 13

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

ANAYASA'DAN ÖNCE YASA! 

 
            Gelinen nokta itibarıyla Türkiye'de siyaset tıkanmış, mutat eşhas ve siyaset kurumları Cumhuriyet tarihi'nin en kaotik bunalımına sürüklenmiş bulunmaktadır. Burada sorun sadece iktidar veya muhalefet değil, bütünüyle siyaset hukuku ve politik kurumlardır. Zira sıkıntı, milli (medeni) siyaset geleneğinin bilinçsizce terk edilerek evrensel insanlık davası, hak-hukuk, adalet ahlâkı ve "insana hizmet" felsefesiyle bağdaşmayan çıkar odaklı ve batı eğilimli karanlık mecralara girilmesinden kaynaklanmaktadır.
            Yaşanan kronik sorun: 'Zulümle abâd' ve "demokrasinin dışlanması" meselesidir.
Güncel politika, devlet idaresinde millet iradesini hâkim kılmaktan uzak,; demokratik hak-özgürlük ve güvenlik kavramlarında çelişkili, GSMH-refah payının hak kavramı ve adalet ahlakı yönünde tabana yayılmasında etkisiz; Batıcı bir zihniyetle 'artı değerin' belirli ellerde toplanmasına taraftar olmakla bu; Evrensel hukuk, milli hars, insani boyut, bilinç toplumu, siyaset felsefesi ve yönetim biliminin temel (insani, hukuki ve sosyal) ilkelerine aykırıdır.
            Dolayısıyla halka hizmet, adalet ve hukuk normlarında zaafa düşen siyaset sisteminin ivedilikle restore-rehabilite edilmesi; "Türk İnkılâbı" ile vazedilen objektif ve orijinal ilkelere dönülmesi gerekir. (Atatürk ilke ve inkılâpları) Aksi takdirde 48 yıldır sürüp giden yozlaşma, çürüme, maruz kalınan dezinformasyon, psikolojik savaş, anarşi-terör ve tedhiş, telâfisi kabil olamayacak kadar büyük toplumsal travma, zarar ve hasara neden olabilecektir.
            Bu nedenle, sürekli gündeme taşınan sivil Anayasa yerine, bunu sağlıklı, kalıcı-akılcı ve sürdürülebilir kılacak; Namuslu, dürüst ve demokrat millet temsilcilerinin seçim şartlarını oluşturmak çok daha önemli, acil-gerekli ve 'sistemin rehabilite edilmesi' zorunludur.
            Bu amaçla: AB süreç ve müktesebatının da (siyasi kriterler) gereği 2820 sayılı "SPK" ve seçim mevzuatı köklü bir değişikliğe tabii tutulmak, Siyasi Partilerde kesinlikle Genel Başkan sultası önlenmek; Genel Başkanlık süresi iki dönemle sınırlanmak; Siyaset ahlakına aykırı ittifaka teşebbüs, oy kaybı yahut seçimlerden kaçınmada görev hitamı; Mutlak üyelik aidatı; imtina halinde seçme ve seçilme hakkının kaybı; Halkın rıza ve muvafakatine aykırı; Haksız, yolsuz, keyfi, tek taraflı ve antidemokratik bir tasarruf; İnsan hakları, adalet-hukuk nizamının tahakkuk, demokrasinin tesis ve tedavülü (kurumlaşabilmesi) bakımından 'hazine yardımının' derhal ve bütünüyle kaldırılması gerekli ve zorunlu olup;
Marjinal, statükocu, yalancı-talancı, şirket görüntülü "antidemokratik vesayet-emanet, sahip-sulta partileri" (diktatörlükler) yerine "halka-millete ait, (milli irade kaynaklı) atılımcı, açılımcı, katılımcı, adalet ve hukuka saygılı, ilmi zihniyete dayalı, ilkeli, namuslu, dürüst ve demokrat" kitle partilerinin yolu açılmalıdır. Zira siyasi partiler; halka dayalı olmak, milletten kuvvet almak, gündemi tabandan belirlenmek, üyelerce denetlenmek, parti içi demokrasiyi tam yaşamak, yaşatmak ve milletin nabzını ve iradesini mutlaka yansıtmak zorundadır. 
Bu bağlamda, Parti içi demokrasi kesin ilke ve kurallara bağlanmalı, mevcut zorunlu organlara ilâveten "Denetleme Kurulları" kurulmalı, her tür kongre organ seçimi hür irade ve genel seçimlerde uygulanan tercihli-çarşaf liste ile yapılmalı, kulis yapanlar ve anahtar liste çıkaranların ihracına ilişkin hüküm konulmalı ve tüzükler buna göre tahkim edilmelidir. Siyasi Partiler vaat, taahhüt ve projelerini YSK ve YCBS'na beyanla tescil ettirmeli, zamanaşımı olmaksızın vaatlerinden sorumlu tutularak siyasete onur, ilke, saydamlık ve sorumluluk kazandırılmalı, böylece toplumsal bilinç, ilim, yetenek ve kalite desteklenerek, gerçek hukuk devleti ve kavi demokrasilerde olduğu gibi, insan hakları ve adalet sisteminin gelişmesine katkı sağlanmalıdır.
Ayrıca iktidar, uygulamadığı proje, yerine getirmediği vaat ve taahhütten dolayı aleyhlerine dava ikame, tazminat, icra-i takip ve kapatma dâhil her türlü yasal hükümle SPK tahkim edilmeli. Açılacak davalar ücretsiz olmalı, adaylar ve Partilerince açıklanan hususlar Seçim Kurulları, Cumhuriyet Savcıları, mülki idare ve mahalli güvenlik kurumları tarafından belgelenip, tescil edilerek takibe konulmalıdır.
KİTLE PARTİLERİ NİZAMI
              Siyasi partiler içinde vaki olaylar, hak gaspı, ihlal ve ihtilâflar ile bunlara karşı ikame edilebilecek davalar fevkalade mahdut, muğlâk ve merci-i muhataptan yoksundur. Oysa vuku-u halinde bu itiraz, şikâyet-takip ve davalara süre kaydı olmaksızın derhal bakmaya yetkili özel ihtisas mahkemeleri kurulmak zorundadır. Bu, üyeler yönünden bir hak ve acil ihtiyaçtır.
            298 Sayılı seçimlerin temel hükümleri ve seçmen kütükleri hakkındaki kanunla 2839 Sayılı milletvekili seçimi kanunu da sorunludur. Bu kanunlar bütün usul, esas, ruh ve ilkeleri ile bütünüyle değiştirilerek "temsilde adalet, yönetimde ilmi, insani ve demokratik istikrar" ilkesi esas alınmalıdır. Değişiklikte iki turlu dar bölge sistemi esas alınarak her bölge bir vekil çıkaracak şekilde düzenlenmeli, bakanlık sayısı zaten de'facto varit (örtülü olarak mevcut) başkanlık sistemine geçiş doğrultusunda yeniden düzenlenmelidir.  
            Sistemin yapılanmasında mutlaka "yedek vekillik" ihdas edilerek; Ölüm, yüz kızartıcı suç (cürüm), istifa (istifa müessesesi hukuken tek taraflıdır) ve parti değiştirme halinde derhal ilişik kesme ve yedekten çağrı esası uygulanarak, mevcut kokuşmuşluk, yozlaşma-çürüme ve dejenerasyona karşı radikal önlemler alınmalı, suiistimalci, din tüccarı, siyaset simsarı ve ihanet şebekelerince oluşturulan "ahlâksız vekil pazarları" dönemi ebediyen kapatılmalıdır.
Böylece, ara ve erken seçim sorunu ortadan kalkacak, büyük ölçüde maddi tasarruf sağlanacak;.Ülke gerçek istikrar, barış-huzur, ve devlet umuruna kavuşacaktır. Kemali basiret, adalet-hukuk ve insaniyet bu şekilde hâkim olur. Aşamalarla başkanlık sistemine geçilmesi halinde; Milletvekillerinin Yasama ve Denetleme-Araştırma-Soruşturma görevi hariç olmak üzere, bakanlık görevi dâhil yürütme de yer almaları mümkün olamaz. Bakanlık isteyenin ve bakan olanın milletvekilliği sona erer. Böylece Partiler, kitle ve halk iradesine rücu eder.
Kürsü masuniyeti hariç tüm ayrıcalık dokunulmazlık ve imtiyazların tamamına son verilmesiyle "namuslu-dürüst-ilkeli-kaliteli, onurlu-sorumlu demokrat" rejim imkân ve ortamı yakalanabilir. Dahası, TBMM kadrosu beher 10 vekile bir sekreter düşecek tarzda yeniden düzenlenmeli, meclisin bütün çalışan ve görevli sayısı azami vekil sayısı ile sınırlanmalıdır.
Ayrıca, Milletvekili maaşı asgari ücrete endekslenmeli "milletvekilleri asgari ücretin  katlarına endekslenmeli, emeklilik ve özlük hakları SGK'ya tabii vatandaştan farklı olamaz" hükmü "değiştirilemez bir kural" olarak ilgili yasa, tüzük ve Anayasaya konulmalıdır. Sosyal adaletin temini ve ücretler arasında denge bu kriterin konulması ve uygulanmasına bağlıdır.
Buna paralel yapılacak bir ekleme ve düzenleme ile de; Milletvekillerinin kamu kurum ve kuruluşları üzerinde cari tasallut, takip ve tahakkümlerine son verilmeli, vekillerin rüşvet yahut iltimasa teşebbüsleri suç sayılmalıdır. Zira asiller için suç teşkil eden fiil, faili olmaları halinde vekillere "ağırlaştırılarak" kapsama alınmazsa adaletin sağlanması, hukuk devletinin sağlıklı-kalıcı kılınması kabil değildir. Siyasette ve siyaset kurumlarında üretim, kalite, onur, ilke ve erdemi yakalamanın başkaca bir yolu yoktur.  
            Bu bağlamda il genel meclisi ve belediye meclisi üyeliği de "mahalle muhtarlığı" ile birleştirilerek belediyeler siyasetten soyutlanmalıdır. Uygulanacak iki turlu seçinin 1. turunda köy-mahalle muhtarları ile bağımsız belediye başkanları seçilmeli, ikinci turda (seçilememesi halinde) en fazla oy alan 2 başkan adayı yarışmalı, aynı zamanda birinci turda seçilmiş olan  muhtarlar arasından belediye meclisi ve il genel meclisi üye seçimleri yapılmadır. Hedef: Yerel yönetimlerde katılımcı demokrasi, uzlaşma kültürü ve etkin hizmet yolunun açılmasıdır. Bütün mevzuat bu doğrultuda yeniden ve yerinden yönetim ilkesi ile bireysel sorumluluk ve hukukun üstünlüğü "adalet ve demokrasi" ilkeleri esas alınarak yapılandırılmalıdır.
            Bu taktirde kalite yönetime taşınacak, yönetim kalitesi artacak, yerel imkân, kaynak ve potansiyel maksimize edilecek ve bu güne değin belediyelerce yapılan haksızlık, yolsuzluk ve suiistimaller önlenecektir. Sistemle katılımcı demokrasi, adaletli karar, sorumlu uygulama ve etkin denetim süreci başlatılabilecektir. Şu kadar ki, Vekiller için geçerli ilişik kesme-yedek yöntemi bu düzeyde de geçerli olmalıdır. İşte 'irade-i milliye ve kitle partisi' nizamı budur. 
            Seçim Kanunlarında hedef, evrensel demokrasinin norm ilke, standart ve kriterlerine ulaşıp, kurumlaştırmak suretiyle bir daha kesinlikle değiştirilmesini önleyecek tedbirler almak ve uygulamayı insan onuruna yakışır biçimde ve en adaletli şekilde (kalıcı ve sürekli olarak) sağlamaktır. Sanırım acele etmeye gerek yok !
Önce hak, adalet ahlâkı, hukuk ve demokrasi yolu açılmak zorundadır.
Sonra! Temiz toplum ve temiz siyaset için "TEMİZELLER OPERASYONU"
Namuslu, dürüst, ilkeli, onurlu, sorumlu; gerçek demokratlar yönetime gelmeli ve eğer yapılacaksa "sivil anayasa" (sonra) dürüst bir kadro tarafından yapılmalıdır.
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com 

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 14

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

ANKARA’DA TOPLU TAŞIM TRAJEDİSİ  VE SÖZDE HUKUK (!) REZALETİ

 
24 Aralık 2004 tarihinde (2004/35 sayılı) UKOME (Büyükşehir belediye başkanlığı ulaşım koordinasyon merkezi) Ankara içerisindeki dolmuş, otobüs, metro gibi toplu taşıma araçlarının yolcu taşıma ücretlerinin arttırılmasına karar verdi.
UKOME kararı EGO Genel Müdürlüğü İdari Encümeninin 28.12.2004 gün ve 2004/212 sayılı “uygun görmesi” ile toplu taşıma % 33 zam olarak 01 Ocak 2005 tarihinden itibaren yürürlüğe girdi.
Bunun üzerine, Turhan Çakar Başkanlığında faaliyet gösteren “Tüketici Hakları Derneği” belediye'nin toplu taşıma araçlarına, 2005 yılı başından geçerli olmak üzere yapmış olduğu zammın iptali için, Ankara 2. İdare Mahkemesine iptal davası açtı.
Dava beş sene sürdü.
Bu sürede uzun bir hukuk mücadelesi verildi. 2. İdare Mahkemesi, önce toplu taşıma ücretlerinin artış işleminin iptali talebini reddetti. Ardından bu kararın Tüketici Hakları Derneği tarafından temyizi üzerine karar Danıştay tarafından bozuldu. Bozma üzerine davayı yeniden gören mahkeme, 15 Ekim 2009 tarihinde son kararını vererek, 01 Ocak 2005 tarihinde uygulamaya konulan ulaşım zamlarını iptal etti. Tüketicilerden fazladan para alınmasına dur dedi ve Ankara Büyükşehir Belediyesini mahkum etti.''
Bu kararla 5 yıl boyunca, derdest olan davaya rağmen yapılan “haksız ve hukuka aykırı” artışların hukuki dayanağı ortadan kalktı. Toplu taşım ve ulaşımda 2004 yılı fiyatlarına dönüldü. Söz konusu mahkeme kararıyla, ''dünya başkentleri ve İstanbul hariç bütün Türkiye şehirleri arasında ulaşımın en pahalı olduğu Ankara'da yaşayan işsiz, öğrenci, memur-emekli ve yoksul halkın, mağduriyetine son verilmiş ve fiyatlar emsalleri düzeyine inmiş oldu.
06 Mart 2010 günü, konu hakkında bir açıklama yapan THD Başkanı Turhan Çakar, ''yıllardır Ankaralıya ulaşımda reva görülen haksızlık, hukuksuzluk, insafsızlık, derneğimizin tüketicilerle sabırla yürüttüğü, hukuk mücadelesiyle ortadan kaldırılmıştır” dedi. Ayrıca; Ankara 2. İdare Mahkemesinin kararının kesin hüküm teşkil ettiğini ve iptal edilen zamların, vilayet genelini kapsayıcı-düzenleyici bir işlem olduğundan, kararın ortaya çıkan sonuçlarından tüm Ankara halkının yararlanacağını bildirdi.
Yaptıkları hesaplamalara göre, yolcu başına 5 yıl boyunca ortalama olarak fazladan 2 bin lira alındığını iddia eden Çakar, tüm yolculardan 5 yıl boyunca fazladan alınan bedelin, ortalama 5,5 milyar lirayı bulduğunu savunarak; Tüketicilerin biletlerindeki ücret farkının iadesi için, belediyeye müracaat edebileceklerini söyleyen Çakar, ''olumsuz cevap almaları halinde, eski kartlarla birlikte Tüketici Sorunları Hakem Heyetlerine başvurabilirler veya belediye yönetimi aleyhine, İdare Mahkemesine dava açabilirler. Dernek olarak bu konuda her türlü hukuki desteği vermeye hazırız'' dedi.
Devamla; Belediye başkanı Melih’in ise, “söz konusu karar sonrasında belediyenin iflas edeceğini ileri sürerek, hedef saptırmaya çalıştığını iddia ederek, ''bu hukuksuzluğu başka bir kılıf altında biletlerdeki transfer hakkını kaldırmak gibi, başka bir hukuksuzlukla devam ettirmeye kimsenin gücü yetmeyecektir. Ankaralılar buna asla izin vermeyecektir'' diye konuştu. Bu arada basın açıklaması sırasında, Güvenpark'ın içinde yer alan minibüs durağında çalışan bir grup minibüs şoförü, basın açıklamasına tepki gösterdi. Minibüsçüler, ''Biz de ev geçindiriyoruz. Çok mu mutlu oldunuz. Siz 5 yıl önceki maaşınıza çalışır mısınız? Yağa, mazota ve benzine gelen zamları biliyor musunuz?'' sözleriyle karara ilişkin tepkilerini dile getirdiler. Minibüs şoförleri ile dernek üyeleri arasındaki sözlü münakaşanın artması üzerine, araya polisler girerek minibüs şoförlerini uzaklaştırdılar. Şoförler, karar öncesi 1,85 lira olan dolmuş otobüs ücretlerinin, kararın ardından 90 kuruşa indiğini belirtirken, bu fiyata ulaşım hizmetinin verilemeyeceğini savundular.
Kararı uygulama konusunda hukuki mecburiyetle karşı karşıya kalan Melih şöyle bir açıklama yapıyordu:
2. İdare Mahkemesi tarafından verilen bir karar. Davanın özetini okuyorum. “Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı Ulaşım Kordinasyon Merkezi’nin gündem dışı teklifle görüştüğü Ankara içerisindeki dolmuş, otobüs, metro gibi toplu taşıma araçlarının yolcu taşıma ücretlerinin arttırılmasına ilişkin, 24.12.2004 tarih ve 2004/35 sayılı kararını onayan EGO Genel Müdürlüğü İdari Encümeninin 28.12.2004 gün ve 2004/212 sayılı kararını belirlenen şehir içi toplu taşıma fiyat tarifelerindeki artışın, fahiş olduğu, enflasyon oranlarının dikkate alınmadığı, hukuka ve mevzuata uyarlık bulunmadığı iddialarıyla iptali istenmektedir deniliyor" dedi.
Anılan tarihte, yani 31 Aralık 2004 gününde toplu taşım ücretleri 90 kuruş idi.
2004 yılı TÜFE enflâsyon oranı % 9.32 oldu. Buna rağmen toplu taşım ücretlerine % 33 zam yapıldı!... “Melih devamla: (IHA) Danıştay 2. ve 9. Dairenin verdiği mahkeme kararı ile pazartesi gününden (08 Mart 2010) itibaren Ankara’da toplu taşıma ücretlerinde tam biletin 90 kuruşa, öğrenci biletlerinin 60 kuruşa düşürüleceğini söyledi. Ankara Büyükşehir Belediye binasında basın toplantısı düzenleyen Gökçek, Danıştay’ın aldığı kararı ’kaos’ olarak niteledi. Gökçek, Tüketici Hakları Derneğinin açtığı dava ile toplu taşıma bilet fiyatlarının 6 yıl öncesine döneceğini ve Pazartesi’den itibaren Ankara’da ulaşım konusunda kaos yaşanacağını söyleyen Gökçek, otobüs ve metro hattında gecikmeli seferler düzenleyeceklerini bildirdi. Gökçek, yargı reformu konusunda fikir söylemlerinin erken olacağına işaret ederek idari mahkemelerin belediyeleri yönettiğini ifade etti. Gökçek, "İdari mahkemeler belediyeleri yönetiyor. Biz bir hata yaptıysak halk bize ders versin. Hukuk esnek olduğu için kişiye göre değişiyor" dedi.
İdare Mahkemesine, Tüketici Dernekleri Federasyonu’nun açtığı davayla ulaşım ücretlerine yapılan zamların iptalinin istendiğini ve 2’ye karşı 1 oyla davanın haklı bulunarak 2007 fiyatlarına dönülmesi yönünde karar çıktığını belirten Gökçek, "Ellimize ulaşan 2 mahkeme kararından 1’si bu" diye konuştu.
Bu davayı idari mahkemede kazandıklarını belirten Gökçek, "Tüketici Hakları Derneği bunu Danıştay’da yeniden temyiz etmiş. Danıştay, Tüketici Hakları Derneği’nin lehine davayı bozmuş ve idari mahkemede 15 Ekim 2009 tarihinde yani birinci aldığımız kararın yaklaşık 6 sene sonrasında iptal kararı vererek, bizim 2003 fiyatlarına dönmemiz için karar almış. İki tane mahkeme kararı var. UKOME her iki mahkeme kararının uygulanması için ve tatbik edilmesi için aşağıda karar verdi. Çünkü biliyorsunuz mahkeme kararlarını uygulamakta kanunen suç 3 yıla kadar hapsi gerektiriyor. Dolayısıyla biz de mahkeme kararlarını arzu ederek, benimseyerek, mantığımıza uygun bularak değil mecbur kaldığımız için uygulamak konumunda kaldık" ifadelerini kullandı. Daha sonra yeni bilet fiyatlarını açıklayan Gökçek, pazartesi gününden geçerli olmak üzere tam biletin 90 kuruş, indirimli (öğrenci) biletin ise 60 kuruş olduğunu duyurdu. Minibüslerde ise ulaşım ücretlerinin kısa mesafe için 90 kuruş uzun mesafe için 1 lira olduğunu belirterek, 1 saat içinde 50 kuruşa yapılan aktarmalı seyahatlerinde kaldırıldığını dile getirdi.”
Açıklandığı gibi 08 Mart Pazartesi günü Mahkeme kararının uygulanmasına başlandı.
Aynı gün TŞOF Danıştay’a başvurarak; UKOME kararını iptalini istedi.
Daha önce beş yılda çıkan karara mukabil bu defa üç günde karar çıktı. 11 Mart Perşembe günü dolmuşlar, 12 Mart’ta da otobüsler eski tarifeye döndü. Şimdi sorulur: Adalet bunun neresinde? Uygulanan hukuk orman hukuku mu?
NOT: Bu konu bitmez, dosya kapanmaz!... Yeri geldikçe gereği yapılacaktır.
E.POSTA        : gercek.demokrat@hotmail.com
WEB               : http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com,
POSTA           : PK, 118 [ 06 442 ] Yenişehir/ANKARA
NOT               : Kaynak göstermek şartıyla yazılar yayına izinlidir.
 
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com 

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

15

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

ARAP BAHARI = BOP CEHENNEMİ

 
            İktisat ve siyaset hayatı vesayetle malûl ve emperyalistlere mahkûm, milli devlet vasfı mülga, bütün sosyal unsur ve kurumları dumura uğramış; Banka ve borsa şirketlerinin % 75’i düyun-u umumiye (yabancı soyguncu ve vurguncuların) eline geçmiş; Kendini, utanmadan ve Allahtan korkmadan, Türk ve İslâm düşmanı BOP saldırganlarının “eş başkanı” ilân eden bir mecnûn marifetiyle AB-ABD talimatlarıyla yönetilen sömürge bir ülkedir şu anda Türkiye…
            Kişi başı gelir, tıpkı enflâsyon rakamları gibi bir istatistik bir yalandır. Hakikatte kişi başına gelir, ülke gelirinin nüfusa bölünmesi olup; Asgari ücretli, işçi, memur ve emekli, her vatandaşın cebine giren para olması gerekirken, gerçek bu değildir. Dahası: Toplam gelirin % 75’i yabancılara, kalanın % 65’i imtiyazlı kesimin cebine girmekte; Milli Gelir’in çok küçük bir dilimi halka nasip olmaktadır. Acı gerçek budur. Bilelim ve artık düşlerde yaşamayalım!
Ancak vicdanı, ilmi ve irfanı kararmış; Basiret, hikmet ve bekadan yoksun; Dürüstlük, Hak, Hukuk, Adalet ve Demokrasi fukaralarının elinde bölünme tehdidine maruz ülkenin aciz ve zavallı yöneticileri adına; Akıl tutulması ile malûl, gazeteci nam bir meczup, önüne aylık 52 Bin liralık bir ulufe atılınca, ilk çıktığı televizyon ve akredite medyaya bak neler diyor?.
“Eğer gerçekten bir ülke ekonomi üzerinden yaşadığı asırlık esareti bir lider etrafında toplanan ekip tarafından bitirebilmiş ve o ülke artık başkalarından bağımsız hareket edebiliyor da kalkınmasını dünya genelinin en önünde ilerletiyor ise;, Buna rağmen kendi ülkesinde ideolojik körelmeye yakalanmış bir grup, onu düşürüp ülkeyi ve milleti yeniden 70 sente muhtaç duruma düşürecek şekilde, her türlü yalan- dolan iftira bilgi kirliliği ile o lideri (!) siyaset alanından dışarı atmakta, dış rakiplerden daha gayretli olarak.. Bilerek ve ya bilmeden o lider (!),  ülke ve dış rakiplerinin işine yarayacak, ülkemizin kalkınma hızını kesmek için frene basılacak şekilde onu düşürmeye çalışıyorsa ve bu askerleri ilgilendiren bir sıcak savaş değil ise;, Bütün vatanını ve milletini yüceltip muasır medeniyet seviyesine ulaştırmak hatta muasır medeniyeti aşmak isteyen gazeteciler ve halk bu uğurda ölmek dâhil her türlü gayreti göze almalıdır. Hele askeri savunma ve savaşlar alanındaki silah üretimine başarılı bir giriş yapmış da, artık bir buçuk asırdır  ilk defa, ne 1. dünya savaşında ki Almanya'ya nede ondan sonra devam eden önce İngiltere ve sonrada ABD ye bağımlı olmaktan ordularımızı kurtarıp Nato’dan emir almaktan kurtaracak başarılı hamleleri gerçekleştirmeye başlamış ise her vatan evladı askerde onun başarısı uğruna ölmeyi göze almalı;, Çünkü adam gece gündüz demeden geldiği günden beri koşarak çalışmakta hem de herkesi o tempoda çalışmaya zorlamaktadır.”
El insaf!.. Yüklü bir ulufeye mazhar oldu diye: “170 yıl sonra bir lider çıkıp finansal esareti bitirmişse ben ölmeye hazırım" diye yalan söyleyebilen bir kişi, gazeteci mi, yoksa bir haşhaşi neferi mi anlamak çok zor! Hasan Sabbah fedaileri meşrep gereği her şeyi göze almış insanlardır. Ancak gazetecilerin aciz yönetimler ve lideri (!) için (hırs, ihtiras ve para uğruna) ölümü göze almaları, objektif düşünme ve yazabilmeye engel olacak dolayısıyla işine düzgün yapmasına imkân kalmayacaktır. Hele ölümü göze almanın ödülü “52 bin lira maaş” olunca,  paranın her kapıyı açtığı sözü ön plana çıkıyor. Lütfen elinizi vicdanınıza koyarak bu insanlık düşmanlığı, ayrımcılık ve bölücülüğün tam tersini bir düşünün!..
Hani o dillerinden düşürmedikleri ve “misyonun son halkası” olduklarını iddia, iftira ettikleri Şehit Baş Vekil Adnan Menderes ve kadim DP’nin şanlı kadroları “benzer bir durum ve yine Türk ve İslâm âlemine yönelik tehditler karşısında” ne yapmışlardı?
            MENDERES D-8’lerden önce Bağdat Paktı’nı kurmuştu biliyor musunuz?..
            Yaklaşık 58 yıl önce Ortadoğu’da, (TC’ni parçalama, bölme ve İslâm âlemini domuza peşkeş çekme değil) birinci sınıf, belirleyici, hür, hükümran ve tam bağımsız dünya devleti ve etkin bir güç olma yolunda ilk adımları DP atmıştı. Cumhuriyeti kavi (sağlam) kılan Sâdâbad Paktı’ndan sonra, Irak’ta imzalanan Bağdat Paktı dünya çapında büyük bir başarıdır. Türk ve İslâm dünyasına özgürlük ve bağımsızlık kapılarını açan bu anlaşmadan 2 yıl arayla 2 komşu ülkede askerî darbe oldu. Birlik ve bağımsızlık yanlısı vizyoner lider ve hükümetler gitti.
SÂDABAT+BAĞDAT PAKTI VE BOP LÂNETİ  
Cumhuriyet tarihinde biri akim (başarısız) ikisi tam üç anlaşma vardır ki; Bunlardan, son derece uyduruk, sanal ve sağlam temellerin aksine çürük zeminler üstüne inşa edilmeye çalışılan D-8, Developing Eight (gelişmekte olan 8 ülke: Türkiye, İran, Pakistan, Bangladeş, Malezya, Endonezya, Mısır ve Nijerya) ittihadı hariç olmak üzere; Mustafa Kemal Atatürk tarafından akit ve inşa olunan Sadabad Paktı ile Baş Vekil Adnan Menderes ve DP’nin eseri Bağdat Paktı; Türk-İslâm Âlemi’nin özgürlük, hükümranlık ve bağımsızlığı yolunda atılmış fevkalâde önemli, değerli ve hayati adımlar niteliğindedir.
Dönem itibarıyla Avrupa Birliği’nin hamisi, fiili ve asli üyesi olan Osmanlı’nın, sinsi, vahşi, alçak, kalleş ve amansız düşmanı batı tarafından kancıkça yıkılıp parçalandıktan, dâhili ve harici düşmanla işbirliği sonucu zevale uğratıldıktan sonra, Türk-İslâm âleminin en büyük sorunu örtülü işgal, çöreklenmiş ihanet ve işbirlikçi vesayet olmuştur.
Kutsal İttifak, Tarihi İttihat ve pusudaki ihanet:
1955, 24 Şubat. Yer Bağdat. Türkiye Başbakanı Adnan Menderes, yüzünde tebessüm ve umut... Masaya eğilmiş, Bağdat Paktı’na imza atıyor. Bir sonraki karede Irak Kralı ikinci Faysal’la tokalaşıyor. Ülkeleri yakınlaştıran, ekonomik, özgürlük-güvenlik ve işbirliği yolunu açan anlaşmadan sonra Irak ve Türkiye’de ilginç gelişmeler yaşanıyor. Menderes’in 1959’da Londra’da uçağı düşüyor. Aynı yıl içinde bu sefer komşu ülke Irak’ta bir darbe gerçekleşiyor; Başbakanla, kral feci şekilde öldürülüyor. 1960’ta Türkiye’de Menderes ve DP hükümetinin sonunu getiren 27 Mayıs darbesi oluyor. Bir yıl sonra da Menderes idam ediliyor.
1950’de iktidara gelen Menderes (DP hükümeti) ülkede ekonomik ve demokratik açılımlara giderken dış politikayı ihmal etmiyor. Menderes, çok aktif ve aksiyoner bir lider, sürekli yurtdışı seyahatlere çıkıyor. Önemli anlaşmalara imza koyuyor. 1952’de NATO’ya üyelik anlaşması imzalanıyor. ABD ve Rusya ile “mütekabiliyet ve adalet muvacehesinde” ilişkiler geliştiriliyor. Hindistan’a kadar Türkiye’nin ilgi alanını genişliyor. Tek parti (CHP) döneminde kapısı çalınmayan Ankara’yı 10 yıllık DP iktidarında Eisenhower’dan Nehru’ya kadar pek çok lider ziyaret ediyor. Komşuları ihmal etmiyor. Irak’la yakınlaşıyor. Başbakan Nuri Said Paşa Osmanlı askeri. İstanbul’da eğitim görmüş. Irak’a dönmüş, başbakan olmuş.
1955’te Irak’a gerçekleşen seyahatte Dışişleri Bakanı Ali Fuat Köprülü ve Kayseri Milletvekili, DP Genel Başkan Yardımcısı Kamil Gündeş bulunuyor. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’na kadar Irak petrollerinden pay almış. Bağdat Paktı anlaşması ile ekonomik bir kurul oluşturulacak, enerji sorunu tamamen çözülecek. Türkiye bölgesel bir güç olacak. Menderes, Bağdat’ta anlaşma sonrası İmam-ı Azam’ın türbesini ziyaretinden sonra Semati Ataman’a, bu amacından şöyle bahsediyor: “Elbette bir daha yeniden Osmanlı imparatorluğu kurulmaz ama günümüzün imkân ve şartları içinde o coğrafyada bulunan ülkeler niçin tekrar bir araya gelmenin çarelerini aramasın, bir yolunu bulmasın?”
Ancak iki ülkede birbirini takip eden darbeler bu süreci kesintiye uğratır. Bağdat Paktı anlaşmasından sonra 1958’de Irak’ta çok kanlı bir darbe olur. Kral 2. Faysal öldürülür. Nuri Said Paşa kadın kıyafeti ile saraydan kaçmaya çalışırken darbeciler tarafından yakalanarak linç edilir. Anlaşmaya taraf Türkiye’de 1959’da Menderes’in Londra’da uçağı düşer. Baş Vekil kazadan sağ olarak kurtulur. 27 Mayıs 1960’ta bu sefer askerî darbe olur. Menderes iktidardan indirilir. Irak ve Türkiye içe kapanır ve ilişkiler kesilip koparılır..
1958’de Irak, 1960’ta Türkiye’de darbelerin olması tesadüf mü? Bağdat Anlaşmasına imza koyan Menderes’in hemen yanı başındaki DP Kayseri Milletvekili Kamil Gündeş’in yeğeni Prof. Dr. Pelin Gündeş Bakır, “2 yıl arayla iki komşu devlette askerî (!) darbe oluyorsa orada soru işareti vardır. Menderes, Kral 2. Faysal ve Nuri Said Paşa aynı yöntemle iktidardan indiriliyor, çok manidar. Bağdat Paktı’nın mimarları bunlar.” diyor. Nitekim bu vahametten sonra ittifak dağıldı, anlaşma feshedildi. Türkiye Irak petrollerinden pay alamadı, Irak hiçbir zaman Türkiye ile yakınlaşamadı. İki ülkede de vizyoner hükümetlere kapılar kapandı. ./…
İHANETTE SON TANGO
24 Şubat 1955’te Türkiye, İran, Irak ve Pakistan ile Birleşik Krallık İngiltere arasında imzalanan Bağdat Paktı 9 Temmuz 1937de Türkiye, İran, Irak, Afgaristan arasında imzalanan Sadabat Paktı’nın tekrarı ve yeniden hayata geçirilmesi projesinden ibarettir. Zira ilki Atatürk ve sonraki Menderes tarafından hazırlanıp / kotarılıp imzalanan her iki Paktın da amacı esasta aynıdır: Orta Doğu’da barış, özgürlük, bağımsızlık ve güvenliği sağlamak…
Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından önerilip, altyapısı hazırlanan ve gerçekleşmesi sağlanan Sadabat Paktı’na imza atan devletlerin aldığı kararlar: 1. Pakta katılan tüm devletler; Türkiye, İran, Irak, Afganistan birbirlerinin iç işlerine karışmayacak; 2. Saldırgan girişimlerde bulunmayacak; 3. Ortak yararları üstün tutacak; 4. Milletler Cemiyeti’ne (Cemiyet-i Akvam) saygılı olacaklardı.
Sadabat Paktı, Atatürk’ün vefatından sonra çalışmalarını durdurdu. 1955’de kurulan Bağdat Paktı dâhil olmak üzere, bir daha da Atatürk’ün oluşturduğu bu birliktelik kurulamadı.
CENTO (Central Treaty Organization/Merkezi Antlaşma Teşkilatı) ise önceki adıyla “Bağdat Paktı” (1955-1958) Türkiye, İran, Irak, Pakistan ve Birleşik Krallık İngiltere arasında, SSCB yayılmacılığını Ortadoğu’da önlenmeye yönelik kurulan bir güvenlik ve savunma örgütüdür. 1958 isyanında Irak’ın pakttan çekilmesi üzerine ABD’nin de dâhil olduğu yeni bir antlaşma yapılmış; 1979da önce İran, ardından da Pakistan’ın çekilmesiyle CENTO’nun varlığı fiilen ve resmen sona ermiştir. (Bir hatırlatma: 27 Mayıs 1960ta işlevine son verilen II. TBMM binası 1961-1979 yılları arasında CENTO’nun son genel merkezi olarak kullanılmıştır.)
            Bağdat Paktı, Türkiye ile Irak arasında 24 Şubat 1955 tarihinde imzalanan Karşılıklı İşbirliği Anlatlaşması’na İngiltere’nin (4 Nisan), Pakistan’ın (23 Eylül) ve İran’ın (3 Kasım) katılması ile oluşan bir karşılıklı güvenlik ve savunma örgütüdür. ABD ise (ileriki yıllarda) paktta gözlemci üye olarak yer alacaktır.
            Antlaşma 7 maddeden müteşekkil olup; 1. ve 2. maddeleri taraflar arasında Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin 51. md. gereği işbirliği yapacakları, bu işbirliğinin özel antlaşmalara zemin olacağı, antlaşmaların yürürlüğe girmesi ile gerekli önlemlerin hükümet onayından sonra uygulanacağına dairdi., 5. maddesinde ise; antlaşmaların Ortadoğu dışındaki devletlere de açık olacağı ve üye ülkelerin kendi aralarında özel antlaşmalar yapabileceği belirtilmişti.
Bu maddeye istinaden antlaşmaya giren İngiltere, Irak’taki üslerini korumasına olanak tanıyordu. 6. md. Antlaşma amaçları çerçevesinde çalışmak üzere daimi bir konseyin teşkiline dairdi ve bu konsey antlaşmaya katılanların sayısı en az dördü bulduğunda faaliyete geçecekti. İlk toplantıda (Kasım 1955) merkezin Bağdat olması ve örgüt içinde Daimi Askeri Komite ile Ekonomik Komite kurulması kararlaştırılmıştı.
Paktın sona ermesiyle ABD, İngiltere, Türkiye, Pakistan ve İran’ın üyelikleri ile teşkil edilen CENTO içinde ABD etkin rol oynamaya başladı. Teşkilatın askeri planlama kurulunun başına bir ABD generali getirildi. Fakat askeri sahada önemli bir çalışma yapılamadı. Sadece ekonomik işbirliği teşebbüsleriyle sınırlı kalan CENTO, ABD’nin Hindistan-Pakistan ihtilâfı ve Türkiye’nin Kıbrıs meselesinde takındığı tavır sebebiyle önemini tamamen yitirdi. Pakistan 12 Mart 1979da, İran ise ertesi Gün teşkilattan ayrıldıklarını açıkladılar…
DÜŞMAN DAİMA PUSUDA
Eğer sürece dikkat edilirse açıkça görülecektir ki: 1937’de imzalanan Sadabat Paktı ile 1955’de imzalanan Bağdat Paktı’nın dumura uğratılmasında en önemli rolü İngiltere (Birleşik Krallık) üstlenmiş ve akabinde ABD’yi devreye sokarak yok etmeyi tetiklemiştir. Dolayısıyla, Türk ve İslâm âlemine karşı girişilen bu tür ve benzer sabotajlarda ön plânda İngiltere, peşi sıra Amerika ve arka plânda İsrail’in rol aldığı görülür. Tıpkı 1958’de Irak’ta ABD-İsrail ve İngiltere’nin (BOP)’un birinci versiyonu’nu uygulamaya koyması gibi..
Dönem itibarıyla menfur ve melhus projenin gelişmesini, yayılmasını önleyen ve akim kalmasını sağlayan Adnan Menderes ve DP’dir. Bu gün ise ihanetin Eş Başkanı aynı ülkede!.. 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com 

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 16

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

ARTIK DEVLET OLMAK GEREK

 
Bu makalenin ana esin kaynağı, “İnsan hakları, adalet, hukuk, ilim-irfan ‘doğrusal yönde’ Bilinç Üstadı” ülkemizin tek “Bilinçolog” u; Kendisini, “Davutpaşa, Bağcılar, Konya, Ankara ve daha nice elim faciaların sorumlusu, “toplumsal sorumluluk ve yönetimi denetleme bilinci”” çılgını “Milli Kahraman Galip Baran”dır.
O, dayandığı ilkeler, sahip olduğu yüksek onur-erdem, bilgelik, olgunluk ve kemâl mertebesi, ve bütün insanlığa örnek yaşam biçimi ile tıpkı Mevlâna, Taptuk Erenler, Yunus Emre, Hacı Bayram-ı Veli, Phidaias, Archimedes ve Diyojen gibi dünyaya meydan okuyor.(1)
O, “Yurdunu ve milletini özünden; Türkiye ve Türk milletini herkesten, dünyayı ise, bütün dünyalılardan daha çok seven” bir insan. Bu, öyle bir sevgi ve sorumluluk duygusu ki;
lkemiz ve dünyanın bütün sorunlarından “kendini sorumlu” tutacak kadar !.
Evet, bende öyle sanıyorum.
Türkiye ve dünyada yaşanan tüm sorunların, bilinçsizce katlanılan, çekilen acılar ve ıstırapların sorumlusu elbette “Galip Baran” değil ama; Sorumlu makam ve mevkilerde olduğu halde, en azından O’nun kadar sorumluluk, sevgi, saygı ve insanlık davasına bağlılık duymayanlarındır. Başta, bizzat kendi varlığı-vücudu ve yakın çevresi olmak üzere, yapılan yanlışların, olumsuzluklar ve aykırı uygulamaların farkında-bilincinde olmayanlarındır.
O, Kızılay da izmarit toplar, trafik ışıklarında yayaları nezaketle yönlendirir ve başta Ankara, İstanbul, İzmir ve Muğla olmak üzere ülkenin dört bir yanında; İyi insan iyi vatandaş; Bencilliğin yarattığı sorunsalın çözümü Sencillik; Türk’üm doğruyum-çalışkanım; Yasalara saygı; Devleti düzenleme ve yönetimi denetleme; Yolsuzlukla mücadele.. gibi, özgün “bilinç” eylemleri yaparken insanlar O’na; “Keşke herkes senin gibi olsa”, “İşte şu senin yaptığın tam bir ibadettir” biçiminde özen, taktir memnuniyet ve şükran ifade eden sözler söylerler.
İnsanlar O’nu seviyor, sayıyor, saygı duyuyor ve örnek alıyorlar.
Amma! Muğla’dan bağımsız Milletvekili adayı olduğunda oy vermiyorlar.
Çünkü, çok sağlam dayanakları ve taviz vermeyen yüksek bir karakteri var.
Mevcut Politik-ACI’ları sorumsuz buluyor ve tasvip etmiyor.
Tıpkı, Astronom Phidias'ın oğlu Archimedes’in "Bana yeterince uzun bir kaldıraç ve sağlam bir dayanak noktası verin, dünyayı yerinden oynatayım" diyerek kaldıraç kanununu bulduğu gibi, (2) O’da adalet ve hakikati (gerçeği) “en sağlam dayanak” olarak kabul ve ilan eden, önemli ve lâkin hiç kimse değerini bilmese de “aslında çok değerli” bir bilim adamı.
“Devlet de, hükümet de çok sağlam dayanaklar üzerine oturmalı” diyor.
Galip Baran’ın tek başına, Turgutreis belediyesi, Muğla Valiliği, Ankara hükümeti, Meclis ve Cumhurbaşkanlığı dahil bütün dünyaya meydan okuyabilmesinin nedeni: Sadece ve yalnızca dürüstlüğü, Atatürk’ün telâffuz ettiği anlamda radikal (objektif bilim, norm, kriter ve evrensel standartlar) bağlamında sağlam ve mükemmel karaktere müstenit dayanakları.
Devlete önerdiği sağlam dayanaklar ise: Demokrasi, Adalet, Hukuk ve saydamlık.
Yani; “Hayatta en hakiki mürşit (yol gösterici ilim ve fen’dir.” Bunlar nedir? Adalet-hukuk, ilim-fen ve demokrasi. Zira, Demokrasi olmazsa bilim, özgür bilimin olmadığı yerde ise hak yoktur. Dikkat edin!.Kanun veya kutsal devlet değil!. Neden “kanun” değil ? Çünkü, esas olan millet-halk ve kutsal insandır. Bu anlamda, devlet olmanın, milli birlik (insicam-imtizaç) beraberlik ve bütünlüğün esası insan hakları, insan sevgisi, insan için var olma bilinci, eşitlik (yalnızca kanun önünde değil, hayatın her alanında); Hak, Halk, Adalet ve Hukuktur. Milli Şâir Mehmet Âkif Ersoy’un dediği gibi yani: “Hakkıdır Hakka Tapan Milletimin İstiklâl” Hükümet ise; Adaletle hüküm ve hikmet işidir. Hüküm-hikmet sahipleri; Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar, milletvekilleri gibi seçilmişler ve bilumum atanmışlar (bu nedenle) milletin emrinde ve hizmetinde olduklarının idraki (bilinci) dahilinde hareket, tasarruf ve halktan aldıkları yetki muvacehesinde; “Devlet idaresinde millet iradesini hakim kılma” umdesine sadık kalmak zorundadırlar. Zira: “Hakimiyet kayıtsız ve şartsız milletindir”
ŞU HALE NAZARAN: İstanbul’da yaşanan patlama faciası, Diyarbakır, Ankara ve yurdun çeşitli yörelerinde anarşi, terör-tedhiş, gasp-irtikap, kundakçılık, sabotaj, tehdit sürüp gider; Memleket, suç ve suçlu için cennet, çıkar örgütleri için çiftlik; “iyi insan, namuslu-dürüst vatandaş için” adeta cehennem; Yalan-talan-rüşvet-iltimas-kaçakçılık-kayıt ve kapsam dışı ‘önlenemez’ kronik bir hastalıktır. Sözde serbest piyasada pahalılık-fahiş fiyat, soygun-vurgun revaçta. Haksız rekabet atakta; Kamu yararı esaslı namuslu-dürüst, ilkeli-onurlu ve sorumlu piyasa dumura uğramış. Buna rağmen hakim siyaset en kritik zamanda kalkıp türban politikasına soyunup; “sadece üniversitelerde serbest” kalacak biçimde abesle iştigal ediyor.
Manâ, muhteva, amaç ve kapsam olarak yukarıda tanımlanan bu teşebbüs objektif olmaktan uzaktır. Geçerli ilkeler bazında insan hakları kriterleri, evrensel standartlar, adalet, ahlâk ve hukuk normlarına aykırıdır. Subjektiftir. Umur-u devlette “suç teşkil eden fiiller hariç” ferdi serbestlik umumi; Söz söyleme (düşünce ve fikir) hürriyeti esas, kılık-kıyafetle uğraşmaksa irticadır. İnfialdir. Affedilmez bir hata, onursuzluk ve sorumsuzluktur.
Şu halde; Artık, bütünüyle millet, kurumlar ve sektörler, tüm okullar ve üniversiteler üzerinde, eşitlik adalet, hak-hukuk ve faziletle hakim ‘hikmetli devlet’ olma zamanı gelmiştir.
Devlet demek: Adalet, eşitlik, hakkaniyet, hükümde hukuk ve hikmet demektir. (3) Hikmet: Adaletli ve faziletli yönetim anlamına gelir. Yönetim, etkinlik alanı büyük, spekülâtif ve sansasyonel unsurlara bakmadan gereğini yapmak ve TSK tarafından da, çekincesiz kabul, taktir ve tasvip edilen “başörtüsü” toplumun bütün kesim ve kurumlarında serbest bırakılarak, bundan böyle “arz-talep” kanunları dahilinde kendi mecrasına terk edilmelidir.
Umur-u devlet ve Galip Baran emsal sorumluluk bunu gerektirir.
Bakınız, size çok önemli iki belge sunacağım:
TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN, “MİLLİ SİYASET BELGESİ VE GELENEĞİ”
(ESASA DAİR MÜSTENİDAT / DAYANAKLAR)
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin “BİZ” lâfzıyla bilinen, “Kuvâ-i Milliye Ruhu ile mündemiç efsane isimler” ve “Destan Kahramanları” olarak anılıp, tarihe mâlolan kurucu ve kurtarıcıları; Mustafa Kemal Atatürk, Mahmut Celâl Bayar, Rauf Orbay, Fevzi Çakmak, Kâzım Karabekir, Salih Omurtak, Ali Fuat Cebesoy, Ali Fuat Başgil, Refet Bele ve İsmet İnönü’ (!) dür. Vatan-millet-bayrak-insan-toprak sevgisi, Adalet, hukuk ve fazilet timsali olan bu müstesna zat’lar; Canları ve kanları pahasına kurdukları devletin, ulusal değerler, evrensel norm ve kriterler muvacehesinde “milli siyaset belgesinin esas, usul, kapsam ve çerçevesini belirleyen” belgeyi vazetmişler. Bu belgeyi “manevi vasiyet, emanet ve gelenek” anlamında formatlayıp, başta “Türk Gençliği” olmak üzere; Türkiye’yi muasır medeniyet seviyesinin üstüne ve daha ilerisine taşıyacak “ilkeli, onurlu, sorumlu, namuslu-dürüst ve demokrat” insanlar ve gelecek nesillerin uygulama ve korumasına “Atatürk’ün manevi şahsında ebed-müddet kaim bir vasiyet” olarak havale etmişlerdir.
Buna göre; “Yürürlükte olması-kalması ve uygulanması gereken” maddi-manevi-ilmi vasiyetin, geleneğin esası ve nokta-i istinadı, Milli siyaset belgesinden calip-i dikkat pasajlar:
MİLLİ SİYASET; Türk Devleti için vuzuh (açıklıkla) ve kabiliyeti tatbikiye görülen (uygulama imkânı olan) mesleki siyasi Milli Siyasettir : “Milletimizin, kavi, (sağlam-emin) mesut ve müstekar (istikrarlı-kararlı-sabit ve sakin/meskün) yaşıyabilmesi için, devletin tamamen milli bir siyaset takip etmesi ve bu siyasetin, teşkilâtı dahiliyemize tamamen mutabık ve müstenit olması (dayanması) lâzımdır. Milli siyaset dediğim zaman, kastettiğim manâ ve medlûl, (delâlet-işaret edilen, gösterilen) şudur : Hududu milliyemiz dahilinde, her şeyden evvel kendi kuvvetlerimize müsteniden muhafazai mevcudiyet ederek millet ve memleketin hakiki saadet ve umranına çalışmak. Alelıtlak (umumiyetle, mutlaka, bir suretle kayıtlı olmayarak, min-gayri tahsis) türlü emeller peşinde milleti işgal ve ızrar etmemek... Medeni cihandan, medeni ve insani muameleye ve mütekabil dostluğa intizar etmektir.” (4)
DİKKAT EDİN : Belgede, “Milletimizin, kavi, (sağlam-emin) mesut ve müstekar (istikrarlı, kararlı, sabit ve sakin/meskün) yaşayabilmesi (refahın adaletle tabana yayılması) için, devletin tamamen milli bir siyaset takip etmesi ve bu siyasetin, teşkilâtı dahiliyemize bütünüyle mutabık ve müstenit (uyumlu) olması (dayanması) lâzımdır.” Diyor. Tüm yönetim unsurları ile devlet ve hükümetin buna dikkat etmesi ve icabını yerine getirmesi gerek. Zira,devlet belli bir kesim,grup veya zümrenin değil bütün halkın-milletin devletidir.”
Denilmekle; “Milli Siyaset” sadece ve yalnızca dışa karşı hürriyet, hakimiyet ve istiklâl olarak değil, aynı zamanda hiçbir ayrım gözetmeden bütün yurttaşları eşit görmek, bir tutmak, hizmet ve muamelât ile elem-keder ve kıvanç paylaşmada, sorumluluk ve yükümlülük bağlamında “aynı-farksız ve eşit” tutmak anlamına gelir. Esas olarak suç işlemek yasak; Ve fakat suç teşkil etmeyen fiil ve tasarruflarda halk özgürce hareket etmek hakkına sahiptir.
KALDI Kİ ! TCK’da açıkça tanımlanmış, İnkılâp Kanunlarında vâzedilmiş hüküm ve yönetmeliklerde yer almış “gayri ahlâki” edinim, giyim-kuşam, fiil ve tasarruflar ile lokal toplumsal tepki ve refleksler dikkate alındığında; Alenen tahrik ve suça teşvik mahiyeti arz eden açıklığa nazaran, kapanmak ve örtünmekte ne gibi bir menfi unsur görülmektedir.
Buna verilen cevap genellikle lâiklik ve (sözde) cumhuriyetin kazanımları olmakla; Zaten, cumhuriyet, lâiklik ve demokrasi İslâm’ın kendi iç yapısı, önerdiği yönetim biçimi ve yaşam tarzında mevcuttur. Batı bu öğeleri İslâm’dan mütevaris olarak almıştır. Dahası İslâm, insan hakları, hayvan hakları, doğal denge ve çevrenin korunmasında en önemli fenomendir.
Gelelim devletin ve devlet (halk) adına hüküm ferma olan hükümetin görevine:
DAHİLİ SİYASET; Hükümetler (devlet) bütün vatandaşlara eşit mesafede olmak ve adil davranmak zorunda ve durumundadır. (29.Nisan.1928’de hükümet bütçesi üzerinde yaptığı konuşma)
Bizim takip ettiğimiz siyaseti, dahili ve harici safhasında vuzuh ve istikametle ifade edebiliriz. Dahili siyasette vuzuh (açıklık-şeffaflık) ve istikamet: Cumhuriyet kanunlarını bilâ fark ve bilâ imtiyaz herkese tatbik etmekte dikkat ve hassasiyet gösteren bir siyasettir.
Demokrasinin bu tarzda tezahürü elbette kuvvet ve kudretle tecelli eder.
Biz bu memlekette hayırlı ve semereli olarak yapılacak bütün işler için ilk şart ve azimet (çıkış) noktası evvel emirde vatandaşların huzurunu ve cemiyetin nizamını salim ve müstakim (sağlam ve doğru) bir dahili siyasette bizatihi müteharrik (kendiliğinden hareket edebilen) hâkimler eline mevdu (teslim eden) bir usul ile kabil-i tahakkuk görüyoruz.
Bu memleketin yüz seneden beri tarihi gösterir ki; Hayırlı ve iyi ıslahat yapmak için memleketin şeraitinin, vesaitinin müsait ve mütehammil (uygun ve dayanıklı) olduğu azami hasılayı idrak etmekte tereddüt ne kadar muzır (zararlı) ise, geniş ve kayıtsız şeraiti memleketin ortasına sererek anarşiyi tesci etmek (desteklemek), onun kadar muzır, onun kadar kısırdır. Memleketin hayır ve nef’i (faydası) için şeraitinin ve vesaitinin müsait ve mütehammil olduğu azami hasılayı isteyecek ve alacak kadar idrak ve cesaret, sonra bütün icraatı memleketin demokrasi yolunda her gün bir hatve (adım) daha ilerlemesini temin edecek dikkat, hassasiyet ve kudret; İşte bizim anlayışımız dahili siyasette budur.(İsmet İnönü, İsmet İnönü’nün TBMM Konuşmaları, 1920-1973 Birinci Cilt, 1920-1938 s.285) (5)
NETİCE OLARAK: 1923-1938 Atatürk döneminde askerde imam sınıfı vardı.
Milli müfredat gereği bütün okullarda Kur’an-ı Kerim dersi verilir, askeri lise ve harp akademilerinin mezuniyet törenlerinde dualarla yemin edilir, askeri okulların tamamında resmen beş vakit namaz kılınırdı. İnkılâp Kanunları çerçevesinde bazı (aykırı ve çarpıcı) kılık ve kıyafetler yasaklandı. Lâkin, Türk ve Müslüman kadının ‘Anadolu Anası’nın’ baş örtüsüne ilişilmedi. Milliyet, etnik kök, meslek ve meşrep ifade eden kıyafetler dışında asla halkın kılık ve kıyafetine karışılmadı. Sorun oldu mu ? Hayır. Bilâkis, toplumsal barış pekiştirildi.
1940-1950 arasında camiler kapatıldı, Kur’an-ı Kerim okumak, almak-bulundurmak, öğrenmek ve öğretmek yasaklandı. Asker yemini değiştirildi ve imam sınıfı kaldırıldı. Milli, manevi, ilmi, sosyal ve kültürel değerler baskı altına alındı. Ezan dahil din işlerine, halkın gelenek ve törelerine müdahil olundu. Baskı, zulüm ve diktatörlük estirildi. Atatürk ilkeleri ve Türk İnkılâbı hafızalardan kazınmak-silinmek istendi. Rus diktatör Stalin’in bile asla cesaret edemediği “para ve pullardan Atatürk resmini kaldırmak” dahil olmak üzere “halka rağmen halkı yönetme” adına bin türlü kepazelik yapıldı. Amaç: Prototip insan ve standart vatandaş yaratmaktı. Başarılı oldu mu ? Kesinlikle HAYIR !.. Bu despotluk, mezalim ve işkence, başta kalkınma ve gelişme olmak üzere, halka ve devlete bir yarar sağladı mı ? HAYIR... HAYIR !.
Peki “sorun” oldu mu? Elbette, mem de çok.
1950-1960 döneminde Atatürk ve dünyanın en insani rejimi “Kemalizm’e tepki olarak yapılan karşı devrime mukabil”, tekrar milli ve manevi değerleri ihya eden BEYAZ İHTİLÂL kötü mü oldu? HAYIR. Bilâkis, demokrasinin cumhuriyetle bütünleşmesi, halkın devletle barışmasına ve buluşmasına neden oldu. On yılda 100 yıla denk kalkınma ve gelişme sağlandı. Türkiye, çağdaş, ileri, modern dünya devletleri arasında hak ettiği yeri aldı. Üstelik adalet ve hakkaniyetle.Üretimle-yatırımla. Evrensel politikalar izlemekle. Halkla omuz omuza güç ve inanç birliği içinde çalışmakla açlık, yokluk, yoksulluk ve cehalet aşıldı. Refah tabana yayıldı. Demokrasi kurumlaştı. Türkiye, 1938’lerden sonra bir kanun devletine dönüştürülmüş iken, tekrar demokratik, lâik bir hukuk devleti oldu. Yani, FEVKALÂDE. MÜKEMMEL.
1960 ne yaptı ? Milli devleti ve Atatürk Anayasasını ortadan kaldırdı. Kemalizm’in tasfiyesini kalınan yerden tekrar başlamak suretiyle sürdürdü. Toplumsal barış bozuldu. İç ve dış güvenlik, ekonomi ve siyaset yozlaşma sürecine girdi. Siyaset kurumları tahribata uğradı.
Cumhuriyete ara verildi. Demokrasi, onarılması mümkün olamayacak büyüklükte darbe aldı.
Gerçek anlamda lâiklik, Cumhuriyet ve demokrasinin dengeleri sarsıldı.
Doğal dengeler (stabilizatörler) tahrip ve tarumar edildi.
Ekonomi dar boğaza girdi, tarihin en büyük kriz, bunalım ve buhranları yaşandı.
Anarşi, terör ve tedhiş yoktu. Geldi.
Pahalılık, açlık, yokluk, yoksulluk ve adaletsizlik yoktu. Oldu.
DEVLET RAYINDAN “İSTİNADINDAN” ÇIKTI
İstiklâl savaşı gazileri hunharca asıldı. Milletin yarısından fazlası fesat, ifsat, nifak ve iftiralara maruz bırakılarak tahrik, hakaret, baskı ve zulme uğratıldı. Umur-u devlet, nizam-ı hükümet ve adalet kalmadı. 27 Mayıs milletin ve ülkenin üzerine adeta bir kâbus gibi çöktü.
Hani yukarda, birinci bölümde Galip Baran ile bir başka örnek daha vermiştik:
“O, dayandığı ilkeler, sahip olduğu yüksek onur-erdem, bilgelik, olgunluk ve kemâl mertebesi, ve bütün insanlığa örnek yaşam biçimi ile tıpkı Mevlâna, Taptuk Erenler, Yunus Emre, Hacı Bayram-ı Veli, Phidaias, Archimedes ve Diyojen gibi dünyaya meydan okuyor.(1)”
Demek ki; Devlet ve hükümetin ilkelerini gözden geçirmesi zamanı gelmiştir. Sarsılan sağduyu hakimiyeti “Atatürk dönemi gibi” tekrar sağlanmalı; Azınlığın çoğunluğa tahakküm zihniyeti kökünden kazınıp atılmalıdır. Zira, esas olan millettir. Millet devlettir ve devlet millet için vardır. Atanmış veya seçilmiş “herkes” milletin emrinde ve hizmetindedir.
Bu gerçeğin iyice bilinme ve fiilen yaşama geçirme zamanı gelmiştir.
Mesele aynı zamanda “kurumsal taassup, mesleki şovenizm, bürokratik oligarşi, dış baskı ve çıkar örgütleri odaklı iç güdümü tasfiye etmektir. Her ne kadar kuvvetler ayrılığı esas olsa bile “devlette tevhid-birlik” mutlaktır. Birliğin istinadı: Adalet ahlâkı ve hukuk olmalıdır.
“O, Kızılayda izmarit toplar, trafik ışıklarında yayaları nezaketle yönlendirir ve başta Ankara, İstanbul, İzmir ve Muğla olmak üzere ülkenin dört bir yanında; İyi insan iyi vatandaş; Bencilliğin yarattığı sorunsalın çözümü Sencillik; Türk’üm doğruyum-çalışkanım; Yasalara saygı; Devleti düzenleme ve yönetimi denetleme; Yolsuzlukla mücadele.. gibi, özgün “bilinç” eylemleri yaparken insanlar O’na; “Keşke herkes senin gibi olsa”, “İşte şu senin yaptığın tam bir ibadettir” biçiminde özen, taktir memnuniyet ve şükran ifade eden sözler söylerler...”
Milletin hizmetkârları adaletsiz ve hukuksuz, fuzuli ‘türban-örtü işi ile uğraşmaktan; Halkın kılık kıyafeti ile gündemi saptırıp beyinleri bulandırmaktansa; Üretim ve yatırımı arttırmaya, iç ve dış borcu tasfiye etmeye, EMEKLİNİN HAKKINI YEMEMEYE, bütün maaş, ücret ve gelirlerde eşitlik, hakkaniyet ve adaleti sağlamaya ve refahı tabana yaymaya gayret etmelidirler. Şu an için, bizatihi iktidar bir sorundur ve çözüm üretmek yerine sorunsalı yoğunlaştırmakta, doğal dengeleri sarsmakta ve “insan odaklı olmayan” tedbir, tasarruf ve “vatandaş haklarına aykırı” uygulamaları ile doğal dengeleri bozmaktadır.
OYSA; Her ne şekilde teşekkül etmiş olursa olsun, TBMM ve Milletvekilleri Türk halkının huzur, barış, karşılıklı anlayış, güven-emniyet, tolerans ve demokratik-lâik hukuk devleti bağlamında ve “MUTLAK EŞİTLİK” çerçevesinde sağlamak ve sürdürmek zorunda ve durumundadırlar. Bu nedenle: “İnsanlar O’nu seviyor, sayıyor, saygı duyuyor ve örnek alıyorlar. Amma ! Muğla’dan bağımsız Milletvekili adayı olduğunda oy vermiyorlar.Çünkü, çok sağlam dayanakları var. Mevcut Politik-ACI’ları tasvip etmiyor.Tıpkı, Astronom Phidias'ın oğlu Archimedes’in "Bana yeterince uzun bir kaldıraç ve sağlam bir dayanak noktası verin, dünyayı yerinden oynatayım" diyerek kaldıraç kanununu bulduğu gibi, (2) O’da adalet ve hakikati (gerçeği) “en sağlam dayanak” olarak ilan eden çok önemli ve hiç kimse değerini bilmese de “aslında çok değerli” bir bilim adamı.
Galip Baran’ın tek başına, Turgutreis belediyesi, Muğla Valiliği, Ankara hükümeti,
Meclis ve Cumhurbaşkanlığı dahil bütün dünyaya meydan okuyabilmesinin nedeni: Sadece ve yalnızca dürüstlüğü, Atatürk’ün telâffuz ettiği anlamda radikal (objektif bilim, norm, kriter ve evrensel standartlar) bağlamında sağlam ve mükemmel karaktere müstenit dayanakları.
Yani; “Hayatta en hakiki mürşit (yol gösterici ilim ve fen’dir.” Bunlar nedir? Adalet-hukuk, ilim-fen ve demokrasi. Zira, Demokrasi olmazsa bilim, özgür bilimin olmadığı yerde ise hak yoktur. Dikkat edin!.Kanun veya kutsal devlet değil!. Neden “kanun” değil ? Çünkü, esas olan millet-halk ve kutsal insandır. Bu anlamda, devlet olmanın, milli birlik (insicam-imtizaç) beraberlik ve bütünlüğün esası insan hakları, insan sevgisi, insan için var olma bilinci, eşitlik (yalnızca kanun önünde değil, hayatın her alanında); Hak, Halk, Adalet ve Hukuktur. Milli Şâir merhum Mehmet Âkif Ersoy’un dediği gibi: “Hakkıdır Hak’a Tapan Milletimin İstiklâl”
Hükümet; Adaletle hüküm ve hikmet işidir. Hüküm-hikmet sahipleri; Cumhurbaşkanı,
Başbakan, Bakanlar, milletvekilleri gibi seçilmişler ve bilumum atanmışlar (bu nedenle) milletin emrinde ve hizmetinde olduklarının idraki (bilinci) dahilinde hareket, tasarruf ve halktan aldıkları yetki muvacehesinde; “Devlet idaresinde millet iradesini hakim kılma” umdesine sadık kalmak zorundadırlar. Zira: “Hakimiyet kayıtsız ve şartsız milletindir”
Ancak, bazı gerçeklerin iyi anlaşılması, beyinlere kazınması ve “BİLİNÇ” toplumsal şuur oluşturulması; ARTIK, devletin de hakkıyla ve lâyıkıyla devlet olması gerek !..
Dahası: Devletin de, yukarda sayılan emsaller gibi “adalet ahlâkı, eşitlik ve hukuk” temeline dayanması; En sağlam dayanak olan bu istinatla kalkınma ve gelişmede şahlanması, muasır medeniyet seviyesini aşmak için “yurttaşlar arasında asla bir ayrıma gitmeden” olağan üstü bir performansla hak yolunda-millet hizmetinde çalışması şarttır. Bu açıdan bakıldığında, şu an yaratılan sanal gündem ve kuru gürültü boş ve anlamsız bir teşebbüsten ibarettir. Harcanan imkân, kaynak, enerji ve mesaiye yazıktır. Bu ve benzer konuları sorun olmaktan çıkartmış ileri ve modern dünyaya karşı ise ayıptır.
Gerçek o ki, devlet din alanına karışamaz. Dinin de siyasete alet edilmesine asla ve kesinlikle müdahil olamaz. Elbette, İnkılâp Kanunları tanımlanan ve öngörülenler dışında halk istediği biçimde kılık-kıyafet edinmekte ve kamu kurum ve kuruluşları ile her türlü okul ve öğrenim kurumu dahil giyinmekte serbest olmalıdır. Bunun, sadece ve yalnızca yüksek öğrenim “üniversiteler” ile sınırlanması telâfisi kabil olamayacak kadar büyük bir hatadır.
Eğer tasarı düşünüldüğü biçimde yasalaşır ve anayasaya girerse çok büyük toplumsal travmalara neden olacağı kesindir. Söze Galip Baran la başladık yine O’nunla bitirelim:
Yurdunu ve milletini özünden çok seven “ÖĞRENCİ’nin ANDI”
Ben; Bundan böyle; (a) Yaşıtlarıma: Çevreyi kirletmemelerini/aşırı tüketmemelerini /trafik kurallarını çiğnememelerini / milli servete zarar vermemelerini/ toplum sağlığına aykırı davranış ve alışkanlıklar edinmemelerini, yani KIRMIZIDA DURMALARINI ve geçmeğe kalkışan yaşıtlarını, “SOSYAL YAPTIRIM” olarak bilinen yöntemle uyarmalarını, uyardıklarına, kendilerinin de başka yaşıtlarını aynı yöntemle uyarmalarını önermelerini önereceğime VE; (b) (yakınım olan) Büyüklerime, ayrıca: Vergi kaçırmamalarını/rüşvet vermemelerini-almamalarını/imar yasasına aykırı işler yapmamalarını / iş ahlakının korunması için çaba göstermelerini/her şeyi devletten bekleme alışkanlığından vazgeçmelerini, yani KIRMIZIDA DURMALARINI ve geçmeğe kalkışanları “SOSYAL YAPTIRIM” olarak bilinen yöntemle uyarmalarını, uyardıklarına başkalarını aynı yöntemle uyarmalarını önermelerini, önereceğime “SÖZ VERİYORUM”
KIRMIZIDA DURMAK: “İnsan ve insan haklarına saygı”yı ve “her türlü yanlış, iş, davranış ve haksızlıktan kaçınma”yı öngören bir kavramdır.
SOSYAL YAPTIRIM : “Kırmızıda geçeni; anında, yüzüne karşı, utanmaktan başka bir tepki gösteremeyecek şekilde uyarmak”tır. (7) (BİTTİ)
1) www.galipbaran.blogspot.com
2) http://www.mcs.drexel.edu/...archimedes/contents.html
3) www.mustafanevruzsinaci.blogspot.com
4) (Atatürk, Büyük Nutuk 1919-1923) “Türk Milleti’nin davası yüksek ve medeni bir milletin asilâne ideal davasıdır, İsmet İnönü” (Prof. Dr. Melzig, der., İsmet İnönü: Millet ve İnsaniyet – s: 52)
5) MİLLİ SİYASET BELGESİ : Devlet ve Milli Hükümetlerin, ülkenin bütün kurum, kuruluş ve unsurları ile iç ve dış politikayı şamil olarak uygulamak ve uymak zorunda oldukları; Esas, Usul ve Çerçevesini belirleyen ilkeleri teşkil eden belgeye Milli Siyaset Belgesi denir.) (Devletin üzerinde yükseldiği temel ilke, öz değer, kavram ve kurumlar)
6) Galip Baran (Türkiye’nin Kurtuluş Projesi)7) Galip BARAN: Bilinçolog; HABİTAT Mevlana, Bilinç, Sencillik ve Yolsuzlukları Önleme Kozaları Kolaylaştırıcısı, (0252)3823477/0535. 844 84 76 e-Mail: galipbaran@ttmail.com WEB: www.turkcelil.com, www.galipbaran.blogspot.com
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com 

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 17

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

BASİRET

Devlet adamlığı basiret (ileri görüş-öngörü), beka (devamlılık, kararlılık, denge, ilke ve istikrar) adalet ahlâkı, insan sevgisi, samimi dindarlık, merhamet duygusu, hukuka saygı ve; Özellikle Türk harsı itibarıyla “damarlarında akan asil kan” doğrultusunda Milli Devlete, Vatana, Toprağa, Bayrağa, kültürel miras, milli-manevi değerler ve en kutsal değer olan İnsan a (yurttaşa) saygı ve sahiplik ile kaimdir.
            Bunun, en başta gelen sebebi : Türk adının “Kâmil (olgun-fazıl-bilge) İnsan” anlamına gelmesidir. Bu nedenledir ki, Türk milleti bilinen ve belli olan tarih boyunca 101 devlet ve 13 İmparatorluk kurmuş; İnsan hakları, adâlet ahlâkı, yüksek kültür, insani boyut-bilgi toplumu ve medeniyetin banisi-hamisi ve timsali olmuştur.
Türk; Madde ve manânın imtizacıdır.
            Dolayısıyla “Türk Milletini” yönetebilmek; İleri görüşlü olabilmek; Derin bir bilgelik ve yüksek bir erdemi zorunlu kılar. Öyle ki, Namuslu, dürüst, ilkeli, onurlu-erdemli, bilge ve sorumlu olmayan “gişi” den devlet adamı olmaz. (Bak: Siyasetname)
            Ayrıca, önderin “milli tarih ve milli hafıza” bilincine bihakkın vakıf olması gerekir.
            İşte, yolundan ve izinden gitmenin ne kadar önemli, zorunlu ve tartışılmaz olduğu kati karinelerle sabit büyük önder Mustafa Kemâl ATATÜRK’ün hayatından çok önemli; Basiret ve bekayı simgeleyen, hayret ve ibreti mucip “gizemli” bir kesit: 
            “1907 yılında Mustafa Kemâl arkadaşlarıyla birlikte, ülke sorunlarını müzakere ettiği çok özel bir toplantıda, bizzat kendisi tarafından önceden hazırlanan ilginç bir harita ortaya çıkartır ve hazır olanlara gösterir. Olayın şahitlerinin anlattıklarına göre haritanın, Osmanlı Devleti’nin o zamanki sınırları ile uzak-yakın hiçbir ilgisi ve alâkası yoktur. Bu nedenle haritaya pek bir anlam veremezler. Zira, harita sadece Anadolu ve Trakya’yı kapsamaktadır.
            Oysa, toplantı günü hiçbir anlam verilemeyen bu harita, şimdiki TC’nin haritasıdır.
            Haritada, bu günkü sınırlarımıza uymayan çok önemli bir ayrıntı vardır.
            O’ da, Atatürk’ün bizden ayrılmasını asla istemediği ve bir türlü buna razı olamadığı; Musul Vilâyeti (Kerkük ve havalisi) topraklarını da bu haritaya katmış olmasıdır. Mustafa Kemâl haritasına Hatay, 12 adalar, Batı Trakya (Selânik) ve Kıbrıs’ı da katmıştı. (Misak-ı Milli) Daha sonraları İstiklâl Savaşı kazanılınca, İsviçre de yapılan Lozan Antlaşması ile Türkiye bu toprakların bir kısmından vazgeçmek ve Kerkük’ten çıkan petrol haklarını satmak zorunda kaldı. Daha sonra vaki ilhak gayretleri de sonuç vermedi.
            Mustafa Kemâl geleceği bilme gücüne (basirete) sahip olmasaydı bu haritayı taa 1907 yılında çizmesi, dava arkadaşlarına göstermesi ve Misak-ı Milli sınırlarını daha o zamandan belirlemesi mümkün olabilir miydi ? Mezkür haritanın çiziliş tarihi olan 1907 yılında henüz  II. Abdülhamit Osmanlı padişahı idi. O sıra, gittikçe güçsüzleşen Osmanlı İmparatorluğunun topraklarında gözü olan (bu günün AB’si) batılı ülkeler topyekün saldırıya geçmek için uygun zamanı gözlemekte idiler.  
             Nitekim, 1911 yılında İtalyanlar Trablusgarp’a saldırdılar. Osmanlı Devleti onunla ilgilenirken, bir yandan da Ege’de ki 12 Adaları işgal ettiler. Arkasından Balkan savaşı koptu. Osmanlılar’ın eski komşuları (eyaletleri) Sırbistan ve Bulgaristan, Karadağ ve Yunanistan birleşerek saldırıya geçtiler. İki cephede savaşmak zorunda kalan Osmanlı Devleti İtalyanlar ile anlaşma yapmak zorunda kadı ve Trablusgarp’ı bırakmak mecburiyeti hasıl oldu.
            Bu sırada Balkan devletleri Edirne’yi aldı. Daha sonra birbirlerine düşen bu devletlerin zafiyetinden yararlanan Osmanlı Edirne’yi kurtardı. Ancak, 1913 yılında imzalanan “Bükreş Anlaşması” ile tekrar Trakya’ya kadar geri çekilmek zorunda kalındı.
            Atatürk’ün çizmiş olduğu haritanın bir bölümü böylece gerçekleşmiş oldu.
            Daha sonraları çıkan Birinci Dünya Savaşı sırasında birçok topraklar kaybedilmiştir. Arkasından da Anadolu işgal edilince, düşmanın mezalim ve esaretine karşı başlatılmış olan Kurtuluş Savaşı sırasında ilk önce TC’nin bu günkü Doğu sınırları çizilir. Bunu, Güneydoğu illerimizin sınırlarının belirlenmesi izler. En sonunda düşmanın İzmir’den denize dökülmesi ile birlikte, TC’nin 1907’de Mustafa Kemâl tarafından çizilen haritadaki sınırları ortaya çıkar.
            Bütün bu gelişmelerden sonra şunu kesin olarak görmekteyiz ki; Mustafa Kemâl, olacakları önceden tahmin etmekte ve hattâ bilmekte idi.
Yıllar öncesinden çizmiş olduğu harita, bunun en büyük kanıtı değil midir ?”
Bir başka mesele de, Ankara’nın Başkent oluşudur.
ANKARA’NIN BAŞKENT OLUŞU:
Bir gönül dostu, Araştırmacı-Şair ve yazar Selçuk Alpaslan, değerli bir bilim adamı olan Reşit Yılmaz kardeşime nakletmiş. O da bugün (27 Aralık 2007) fakirhanemize şeref vererek bize anlattı.
Ankara’nın Başkent olması ile ilgili olay kısaca şöyledir:
“Selçuk Alpaslan’ın babası Atatürk’ün en sadık adamlarından biri ve özel şoförüdür. Bizzat şahit olur, konuşmaları dinler. (Fuat Bayramoğlu da babasından aynı meseleyi dinlemiş ve vakıayı tasdik etmiştir.) Buna göre; Mustafa Kemâl, ta Amasya’dan itibaren “Paşam burayı Başkent yapınız” türü telkin, tavsiyelere maruz kalmaktadır. Bu telkin, tavsiye ve baskılar Erzurum, Sivas ve nihayet Konya’da adeta bir dayatma haline gelir.
Bunun üzerine Mustafa Kemâl Konya da kurmaylarına şöyle bir açıklamada bulunur:
“Yıllar önce idi. Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri rüyama girdi ve bana (manâmda) dedi ki: “Sen, Yüce Allah’ın  izni inayetiyle muvaffak olacak, müstakbel-müstakim Türk Devletini kuracaksın. Fakat, Resûlullah Efendimizin arzusu ve bizim münasip görmemiz o ki; Devlet kurulunda ENGÜRÜ’ yü (Ankara’yı) Başkent yapmalısın...” dedi.
Bundan sonra hiç kimse Mustafa Kemâl’e Başkent konusunu açmadı.
Zira, Türkiye Cumhuriyetinin başkenti artık belli idi. Belli olan bir şey daha vardı. O da, Mustafa Kemâl’in muazzam bir deha, fevkalâde basiret ve feraset (ileri görüş-öngörü) sahibi olduğu; İlmini, irfanını sadece dünyevi vasıtalar ve kitaplardan değil, bizzat ilâhi kaynaklardan aldığıdır.
Bu konuyu bir de tasavvuf ehlinin dilinden dinlemek gerek.
Hasan Hüseyin Memiş’in “Hükümet Sistemleri / DİKEN” (Akasya Kitap, Ankara: 2007, www.akasyakitap.com, s: 13) isimli kitabında yer alan “Şeyh Efendinin Rüyası” ilgili bölüme bir baksınlar. Burada İstiklâl Harbi’nin nasıl ve kimler tarafından himaye edildiğini çok iyi görecekler.
Dahası var:
Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Merkezinde Araştırmacı-Yazar Behzat Şaşal’a, “Atatürk’ü Tanımak ve Anlamak” isimli kitabından dolayı, “Sen Atatürk’ü adeta bir din Hoca ve Din adamı gibi takdim ediyorsun..” diye çıkışırlar.
Behzat Şaşal, büyük bir tevazu, tevekkül olgunlukla onlara şu cevabı verir:
“Siz, bazı yayınlarınızda Atatürk’e yeşil sarıklı bazı kimselerin (mücessem ve seyyal varlıkların) yardımcı olduğundan bahsedersiniz. Peki, dönemin Padişâhı Allah’ın Halifesi değil miydi. Peki, Yüce Yaratıcı koskoca halifesi varken ve ortalıkta dipdiri dururken, niçin Atatürk’ün ordularına yardım etti dersiniz ?..”
NETİCE: Devlet adamları beka ve basiret sahibi olmak zorundadır. Beka, basiret ve feraset, yüksek bir iman ve onurlu-erdemli yaşam işidir. İleri görüş, basiret-feraset ve deha, samimi dava, inanç adamlarına münhasır bir özelliktir. Bu özelliği taşımayanlar, devleti de taşıyamazlar, halkı da, hükümeti de..

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com 

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

   18

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

BASİRET VE HÜKÜMET

Devlet adamlığı basiret (ileri görüş-öngörü), beka (devamlılık, kararlılık, denge, ilke ve istikrar) adalet ahlâkı, insan sevgisi, samimi dindarlık, merhamet duygusu, hukuka saygı ve; Özellikle Türk harsı itibarıyla “damarlarında akan asil kan” doğrultusunda Milli Devlete, Vatana, Toprağa, Bayrağa, kültürel miras, milli-manevi değerler ve en kutsal değer olan İnsan a (yurttaşa) saygı ve sahiplik ile kaimdir.
Bunun, en başta gelen sebebi : Türk adının “Kâmil (olgun-fazıl-bilge) İnsan” anlamına gelmesidir. Bu nedenledir ki, Türk milleti bilinen ve belli olan tarih boyunca 101 devlet ve 13 İmparatorluk kurmuş; İnsan hakları, adâlet ahlâkı, yüksek kültür, insani boyut-bilgi toplumu ve medeniyetin banisi-hamisi ve timsali olmuştur.  Türk; Madde ve manânın imtizacıdır.
Dolayısıyla “Türk Milletini” yönetebilmek; İleri görüşlü olabilmek; Derin bir bilgelik ve yüksek bir erdemi zorunlu kılar. Öyle ki, Namuslu, dürüst, ilkeli, onurlu-erdemli, bilge ve sorumlu olmayan “gişi” den devlet adamı olmaz.
 Ayrıca, önderin “milli tarih ve milli hafıza” bilincine bihakkın vakıf olması gerekir.
            İşte, yolundan ve izinden gitmenin ne kadar önemli, zorunlu ve tartışılmaz olduğu kati karinelerle sabit büyük önder Mustafa Kemâl ATATÜRK’ün hayatından çok önemli; Basiret ve bekayı simgeleyen, hayret ve ibreti mucip “gizemli” bir kesit: 
“1907 yılında Mustafa Kemâl arkadaşlarıyla birlikte, ülke sorunlarını müzakere ettiği çok özel bir toplantıda, bizzat kendisi tarafından önceden hazırlanan ilginç bir harita ortaya çıkartır ve hazır olanlara gösterir. Olayın şahitlerinin anlattıklarına göre haritanın, Osmanlı Devleti’nin o zamanki sınırları ile uzak-yakın hiçbir ilgisi ve alâkası yoktur. Bu nedenle haritaya pek bir anlam veremezler. Zira, harita sadece Anadolu ve Trakya’yı kapsamaktadır.
Oysa, toplantı günü hiçbir anlam verilemeyen bu harita, şimdiki TC’nin haritasıdır.
Haritada, bu günkü sınırlarımıza uymayan çok önemli bir ayrıntı vardır.
O’ da, Atatürk’ün bizden ayrılmasını asla istemediği ve bir türlü buna razı olamadığı; Musul Vilâyeti (Kerkük ve havalisi) topraklarını da bu haritaya katmış olmasıdır. Mustafa Kemâl haritasına Hatay, 12 adalar, Batı Trakya (Selânik) ve Kıbrıs’ı da katmıştı. (Misak-ı Milli) Daha sonraları İstiklâl Savaşı kazanılınca, İsviçre de yapılan Lozan Antlaşması ile Türkiye bu toprakların bir kısmından vazgeçmek ve Kerkük’ten çıkan petrol haklarını satmak zorunda kaldı. Daha sonra vaki ilhak gayretleri de sonuç vermedi.
 Mustafa Kemâl geleceği bilme gücüne (basirete) sahip olmasaydı bu haritayı taa 1907 yılında çizmesi, dava arkadaşlarına göstermesi ve Misak-ı Milli sınırlarını daha o zamandan belirlemesi mümkün olabilir miydi ? Mezkür haritanın çiziliş tarihi olan 1907 yılında henüz  II. Abdülhamit Osmanlı padişahı idi. O sıra, gittikçe güçsüzleşen Osmanlı İmparatorluğunun topraklarında gözü olan (bu günün AB’si) batılı ülkeler topyekün saldırıya geçmek için uygun zamanı gözlemekte idiler.
Nitekim, 1911 yılında İtalyanlar Trablusgarp’a saldırdılar. Osmanlı Devleti onunla ilgilenirken, bir yandan da Ege’de ki 12 Adaları işgal ettiler. Arkasından Balkan savaşı koptu. Osmanlılar’ın eski komşuları (eyaletleri) Sırbistan ve Bulgaristan, Karadağ ve Yunanistan birleşerek saldırıya geçtiler. İki cephede savaşmak zorunda kalan Osmanlı Devleti İtalyanlar ile anlaşma yapmak zorunda kadı ve Trablusgarp’ı bırakmak mecburiyeti hasıl oldu.
Bu sırada Balkan devletleri Edirne’yi aldı. Daha sonra birbirlerine düşen bu devletlerin zafiyetinden yararlanan Osmanlı Edirne’yi kurtardı. Ancak, 1913 yılında imzalanan “Bükreş Anlaşması” ile tekrar Trakya’ya kadar geri çekilmek zorunda kalındı.
Atatürk’ün çizmiş olduğu haritanın bir bölümü böylece gerçekleşmiş oldu.
Daha sonraları çıkan Birinci Dünya Savaşı sırasında birçok topraklar kaybedilmiştir. Arkasından da Anadolu işgal edilince, düşmanın mezalim ve esaretine karşı başlatılmış olan Kurtuluş Savaşı sırasında ilk önce TC’nin bu günkü Doğu sınırları çizilir. Bunu, Güneydoğu illerimizin sınırlarının belirlenmesi izler. En sonunda düşmanın İzmir’den denize dökülmesi ile birlikte, TC’nin 1907’de Mustafa Kemâl tarafından çizilen haritadaki sınırları ortaya çıkar.
Bütün bu gelişmelerden sonra şunu kesin olarak görmekteyiz ki; Mustafa Kemâl, olacakları önceden tahmin etmekte ve hattâ bilmekte idi.
Yıllar öncesinden çizmiş olduğu harita, bunun en büyük kanıtı değil midir ?”
Bir başka mesele de, Ankara’nın Başkent oluşudur.
ANKARA’NIN BAŞKENT OLUŞU:
Bir gönül dostu, Araştırmacı-Şair ve yazar Selçuk Alpaslan, değerli bir bilim adamı olan Reşit Yılmaz kardeşime nakletmiş. O da bugün (27 Aralık 2007) fakirhanemize şeref vererek bize anlattı.
Ankara’nın Başkent olması ile ilgili olay kısaca şöyledir:
“Selçuk Alpaslan’ın babası Atatürk’ün en sadık adamlarından biri ve özel şoförüdür. Bizzat şahit olur, konuşmaları dinler. (Fuat Bayramoğlu da babasından aynı meseleyi dinlemiş ve vakıayı tasdik etmiştir.) Buna göre; Mustafa Kemâl, ta Amasya’dan itibaren “Paşam burayı Başkent yapınız” türü telkin, tavsiyelere maruz kalmaktadır. Bu telkin, tavsiye ve baskılar Erzurum, Sivas ve nihayet Konya’da adeta bir dayatma haline gelir.
Bunun üzerine Mustafa Kemâl Konya da kurmaylarına şöyle bir açıklamada bulunur:
“Yıllar önce idi. Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri rüyama girdi ve bana (manâmda) dedi ki:
“Sen, Yüce Allah’ın  izni inayetiyle muvaffak olacak, müstakbel-müstakim Türk Devletini kuracaksın. Fakat, Resûlullah Efendimizin arzusu ve bizim münasip görmemiz o ki; Devlet kurulunda ENGÜRÜ’ yü (Ankara’yı) Başkent yapmalısın...” dedi.
Bundan sonra hiç kimse Mustafa Kemâl’e Başkent konusunu açmadı.
Zira, Türkiye Cumhuriyetinin başkenti artık belli idi. Belli olan bir şey daha vardı. O da, Mustafa Kemâl’in muazzam bir deha, fevkalâde basiret ve feraset (ileri görüş-öngörü) sahibi olduğu; İlmini, irfanını sadece dünyevi vasıtalar ve kitaplardan değil, bizzat ilâhi kaynaklardan aldığıdır.
Bu konuyu bir de tasavvuf ehlinin dilinden dinlemek gerek.
Hasan Hüseyin Memiş’in “Hükümet Sistemleri / DİKEN” (Akasya Kitap, Ankara: 2007, www.akasyakitap.com, s: 13) isimli kitabında yer alan “Şeyh Efendinin Rüyası” ilgili bölüme bir baksınlar. Burada İstiklâl Harbi’nin nasıl ve kimler tarafından himaye edildiğini çok iyi görecekler.
Dahası var:
Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Merkezinde Araştırmacı-Yazar Behzat Şaşal’a, “Atatürk’ü Tanımak ve Anlamak” isimli kitabından dolayı, “Sen Atatürk’ü adeta bir din Hoca ve Din adamı gibi takdim ediyorsun..” diye çıkışırlar.
Behzat Şaşal, büyük bir tevazu, tevekkül olgunlukla onlara şu cevabı verir:
“Siz, bazı yayınlarınızda Atatürk’e yeşil sarıklı bazı kimselerin (mücessem ve seyyal varlıkların) yardımcı olduğundan bahsedersiniz. Peki, dönemin Padişâhı Allah’ın Halifesi değil miydi. Peki, Yüce Yaratıcı koskoca halifesi varken ve ortalıkta dipdiri dururken, niçin Atatürk’ün ordularına yardım etti dersiniz ?..”
NETİCE: Devlet adamları beka ve basiret sahibi olmak zorundadır. Beka, basiret ve feraset, yüksek bir iman ve onurlu-erdemli yaşam işidir. İleri görüş, basiret-feraset ve deha, samimi dava, inanç adamlarına münhasır bir özelliktir. Bu özelliği taşımayanlar, devleti de taşıyamazlar, halkı da, hükümeti de!

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com 

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

  19

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

BATI’NIN TÜRK FOBİSİ VE TARİHİ DÖNÜŞÜM PROJESİ

 
Önce “fobi” nedir, onu açıklayalım: Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumunca 1992’de yayınlanan “Türkçe Sözlük” (cilt: 1, sayfa: 510) Fobi sözcüğünü “Belirli nesneler veya durumlar karşısında duyulan olağan dışı güçlü korku, yılgı” olarak açıklıyor.
Eski (DP) Tokat Milletvekili merhum ve müstesna, Cennetmekan Ahmet Gürkan’a ait; R.V.C. BODLEY’ in,  “Rönesans’ı İslamiyet’ e borçluyuz”  biçimindeki dürüst ve samimi itirafı ile başlayan “İslam Kültürünün Garbı Medenileştirmesi” (Nur Yayınları, Ankara, 1989)  adlı kitapta bütün sebep ve sonuçları ile tam bir vukufla işlendiği ve açıklandığı veçhile vahşi batı; Türkler ve Müslümanlar tarafından kısmen medenileştirilebilmiş kompleks (complexe), siyasal, sosyal ve psikolojik bakımlardan halâ erginleşememiş (kemâle ermemiş) ve insani bakımdan henüz olgunlaşmamış eksik bir toplumdur.
Avrupa’dan firar eden-kaçan, kovulan veya kitlesel sürgün (tehcir) nedeniyle 13 Mayıs 1607 tarihinden itibaren yeni kıtaya intikal ederek seri katliam, yerli halka yönelik vahşet ve soykırımlara başlayan Amerikalılar ise, kadim Avrupalılardan çok daha gayri medenidirler.
Aynı zamanda 35 ilâ 40 milyon arası Türk asıllı Kızılderili’yi soykırımla yok eden ve Avustralya yerlileri dahil “insani boyutta ileri” kültürler tarafından “insanlıktan arınmış ve medeniyetten soyutlanmış, mutasyona uğramış varlıklar” olarak nitelenen de bu batılılar ile şimdilerde “demokrasi, insanlık ve barış” adına (hile, desise, yalan, dolan, tefrika ve iftira ile) işgal, gasp, tasallut ve talan girişimlerinde bulunan ABD’dir.
1786-1860 yılları arasında Osmanlı Devleti’ne zorunlu haraç veren ABD’de bu fobi, tarihi bir kompleks ve Pentagon senaryolarında Türkiye’yi “büyük bekraund’un yegâne hedef ve muhatabı” görecek ve bütün hesaplarını ‘Türkiye üzerine yapacak kadar’ ileridir.
Öyle ki, başkan Bush’un doğal lideri konumundaki günümüz evanjelistleri, bu aşağılık kompleksi ve “Türk-İslâm” fobisine dönüşen haset ve kıskançlığın ürünü olarak sahte bir kuran yazdırıp Arap ülkelerinde dağıtmaya başlamıştır.  
Tıpkı Milovan Cilas’ın “Eksik Kalmış Bir Cemiyet” isimli eserinde işlenen temaya tıpa tıp uyan yapı maalesef ve hala, yalnızca Balkanları değil, bütün ABD ve Batıyı şamildir.
Bu durum, “modern bilim” adına ortaya konan, fakat özlü referanslarında Türk olgusu, İslâm Dini, Müslüman ve Kur’an faktörlerini bilerek ve isteyerek yok sayma ve muhtemeldir ki, tarihi bir kin, fobi ve kompleks eseri olarak dikkate almaktan şiddetle kaçınma, bilerek, isteyerek, kasıtla-bilinçle dışlama ısrarında açıkça görülmektedir.
Batılı din adamlarına göre “İslamiyet” diye bir din; Bunların sözde bilim adamlarına göre ise vahiy kaynaklı Kur’an-ı Kerim sanki yoktur. Dayandıkları 4 adet muharref Ahdi Atik (Ahd-i Cedit) yahut aforoz ettikleri Barnaba İncili dahil; Mezkür kitapların beşi de birbiri ile tutarsız ve çelişkilidir. Şu hale nazaran, Yahudilerin Tevrat’ı da dahil olmak üzere Müslüman olanların dışında iman ve amel unsuru başkaca bir “vahiy kaynaklı” sağlam, sağlıklı, sahih ve güvenilir bir kitap yoktur.
Mevcut haliyle bu risalelere biat fanatik ve sapık, bilimdışı bir yaklaşımdır. Her ne kadar nebatat-bitki ve hayvanat yönünden tartışılabilir olsa da; İnsan ve İnsanın yaradılışı bakımından tam bir bilim dışılık, irtica, gericilik ve yobazlık olan “evrim” teorisi de, bu fanatizmin doğal bir sonucudur. Dahası, başta Hıristiyanlık ve Yahudilik olmak üzere İslâm dışı inançlarda “bilim ve din” çatışması, insani boyut ve bilgi toplumu yolunda mesafe alan veya aradığı ‘huzur iklimini’ buralarda bulamayan kişileri başka arayışlara sevk etmiş; Bunun doğal bir sonucu olarak da ateizm ve paganizm çok tehlikeli bir tırmanışa geçmiştir.   
Hıristiyan fundamentalizminin ve buna dayalı sekülârizmin sebebi budur.
Tarihi sekülarizmin temel unsuru ise Hazreti Musa’ya isyan, Museviliği tahrif ve esası İslâm (Müslümanlık) olan bu dinin ilkelerine karşı direnişle masonik ritüele dönüşün tezahür biçimidir. Masonluk ise, bütün ilke ve unsurları ile din karşıtı ve insanlık düşmanıdır.
Dolayısıyla, 500 yılı mücavir ve nihai sınırları itibarıyla 627 yıllık bir dünya devleti, huzur iklimi, “hüküm ve hikmette adalet ahlâkı ve ahkâmını temsil eden” ve son 5700 yıllık tarihin insani, ahlâki ve medeni boyutunu oluşturan “Türk” ve İslâm medeniyeti; Bu gerici ve irticai (gayri medeni) organizasyonların önündeki en büyük engeldir.
Bu nedenle, Osmanlı’ya karşı (yıkılış sürecini başlatan) ilk tehdit Amerika’dan gelmiş ve bunu İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya ile nihayet Yunanistan zincire katılmıştır. Ancak, netice (dönem itibarıyla) taraf ülkeler yönünden tam bir hezimet ve hüsrandır. 
            Bunu, tarihen sabit ve çok enteresan bir olayla örneklemek mümkündür. Şöyle ki;
31 Ağustos 1914 günü Osmanlı Devleti, Almanya'nın yanında Birinci Dünya Savaşına girdiğinde; İngiltere Savaş Bakanı Lord Kitchener hamasi bir açıklama yaparak: "Türkiye'yi yok edinceye ve tarih sahnesinden silinceye kadar savaşacağız.." dedi.
Aradan bir yıl geçmeden Çanakkale'de büyük bir hezimete uğradılar. Atatürk ve Türk milleti yine büyük bir mucize yaratmıştı. İngiltere ve müttefikleri şaşkındı. Köhne ve hasta bir devlet bütün ordularını tarumar etmişti. Beklenen bu değildi. Hayâl-i sükut, uğranılan yenilgi ve hezimetin etkileri derindi...
Bu büyük mağlubiyetten sonra İngiltere parlâmentosu özel gündemle acilen toplanarak 'Çanakkale hezimetini' bütün aşama ve ayrıntıları ile görüştü. (1916) Saatler süren öfkeli, sinirli, gergin ve heyecanlı oturum boyunca milletvekilleri Başbakan David Lloyd George'u  hedef alarak en ağır şekilde eleştirip suçladılar. Korkunç ve acımasız hücumlar yönelttiler.
Başbakan bütün konuşulanları olanca sükunetiyle sonuna kadar dinledi.
Nihayet, elinde bir kitapla kürsüye çıktı.Elindeki kitap Kur'an-ı Kerim di...
Kendisine ve orduya yöneltilen eleştirilere, çok kısa ve öz olarak şöyle cevap verdi:
"Şu elimdeki kitabı görüyor musunuz ? Bu, Türklerin taptığı kitaptır. Kuranı Kerim...
Biz bu milleti tam 300 yıldır bu kitaptan ayırmaya ve dinlerinden uzaklaştırmaya çalışıyoruz. Demek ki başaramamışız. Zira, bu kitap Türk'lerin elinde olduğu ve onlar bu kitaba göre amel ettiği (uyguladığı ve yaşadığı) sürece, bütün dünyanın orduları bir araya gelse, yine de Türkleri yenmeye muktedir olamazlar.
Ne vakit ki, onları bu hayat ve kuvvet kaynaklarından soğutur, uzaklaştırır ve ayırırız, işte o zaman Türkleri yenmek dünyanın en kolay işi olacaktır" dedi.
Bunu lütfen not ediniz ve asla unutmayınız.
Olay, hafızalarda canlı tutulmalı, milli tarih şuuruna kazınmalı ve “Türk demek; Önce insan demektir” bağlamında yükselen her yeni nesle mutlaka anlatılmalı, aktarılmalı ve dünya neden “TÜRK” denilince “MÜSLÜMAN” ı anlamakta ve algılamaktadır sebebi bilinmeli.
Ancak bu durum, sömürüde sınır tanımayan küresel sermayenin tam da istediği bir gelişmedir. Zira, insani boyut’ da ehliyet, liyakat, hürriyet, hak, hukuk ve adalet ahlâkı vardır. Böyle yüksek (ideal-gerçek) bilgilerle donanmış bir toplum “İNSAN ODAKLIDIR”.
Batı kaynaklı bilim oldukça karmaşık, ahlakla çelişik, dinle kavgalı ve bizim “İnsani Boyut ve bilgi toplumu” dediğimiz “evrensel değerlerden” uzaktır. Ayrıca, İslam’ın “hadis-i kutsi” tarzında niteleyip, bilimle barışık, bütünleşik ve doğal kabul edilen bütün sentez, tez ve kavramları batı tarafından inatla ve ısrarla reddedilir.
Meselenin özünde yatan vahşi kapitalizm, emperyalizm ve buna mümasil “modern sömürgecilik” adına icat edilen “küreselleşmedir” Daha da açıkçası: Bütün dünya ve insanlık alemini hedef alan, haksız savaş ve mesnetsiz işgallerle ülkeleri kasıp-kavuran yalan-talan, soygun-vurgun, yolsuzluk, gasp-irtikap ve terör ihtirasıdır.
İşte, ABD ile tarihten bütünleşik AB budur.   
Bu tarihi bir husumet sürecidir. Sinsice sürüp gitmektedir. Ve, maalesef gerçektir.
Örneğin, M.K. ATATÜRK “Türk Tarih Tezi” ni araştırma-geliştirme ve oluşturma aşamasında bütün batı kaynaklarını büyük bir dikkatle incelemiş ve H.G. WELLS dışında bilgi, deha ve doğruluğuna inanabileceği bir tek eser dahi bulamamıştır.
Değerli araştırmacı, şair ve yazar Yavuz Bülent Bakiler 1980 öncesi yayınladığı bir kitapta, dünyada toplam 2228 adet “Türk’ü İmha Planı” nın varlığını açıklamış ve dönem itibarıyla yaşanan dehşet, anarşi, maddi-manevi terör ve dehşetin boyutlarını bu plan ve projeler bağlamında değerlendirmiş idi.
Örneğin: Bu plânın bariz bir parçası olarak nitelenen 1968-12 Eylül 1980 döneminde terör olaylarının bilânçosu: 13.000 civarında ölü, 6000 yaralı, 1600 sakat dolayındadır. ( 1984 – 2005 arası bu rakama 35.000 küsur ölü daha eklenmiştir.) 12 Eylül 1980 müdahalesini müteakip kısa bir süre içerisinde ise: 650.000 kişi gözaltına alınmış, başta anarşi, terör, can ve mal emniyetini suistimal ve sair vatanın birlik, bütünlük, kanunlarını ihlâlden 230.000 kişi yargılanmıştır. Buların arasında parti liderleri de vardır.
Yapılan yargılamalar ve müteakip süreçte vaki itiraf ve yayınlar, bütün bölücü örgütler ile çeteler ve ihanet şebekelerinin arkasında, başta Almanya olmak üzere batı ülkeleri, yabancı istihbarat organizasyonlarının bulunduğunu ortaya koymuştur.
İşte batının öteki ve gerçek yüzü.
Daha önce, Türk ve İslam alemi ile ilgili ve Osmanlı’dan bu yana ısrarla süregelen bir “toplumsal dönüşüm projesi” açıklamıştım. Şimdi tekrar aynı konuya dönme zarureti hasıl oldu. Bu, her hangi bir resmiyeti olmayan, bütünüyle gizli tutulan ve tamamen Türk devletini zaafa uğratıp, dolaylı yollarla ele geçirmek, halkını ve kaynaklarını sömürmek isteyen harici mihraklar tarafından, dahili işbirlikçilerle beraber yürütülen sinsi bir projedir. Projenin aslı, müsebbinin idamı ile sonuçlanan  çok eski bir hikâyedir.
Anlatalım:
Şöyle ki, 1820’lerde Fener Rum Patriği olan Papa V. (Çingene) Gregorius, dönemin Rus Çarı’na, emperyalist batı menfaatleri karşısında büyük bir engele dönüşen Türklerin yola getirilmesi ile ilgili bir mektup yazar. Mektuptan Padişah II. Mahmut haberdar olur. Diğer yıkıcı ve bölücü faaliyetleri nedeniyle zaten patriğin suç dosyası bir hayli kabarıktır. Mektup da deşifre olunca, malum Papa, patrikhanenin kapısında asılarak idam edilir.
Ancak bu olay ta, 19 Haziran 625, “II.İznik Kongresinde” ateşlenen bir fitilin, sabık haçlı ruhunu tekrar diriltip yangına dönüşmesine sebep olur. Koyu dindar (!) ve katı kindar batı bunu bir fırsat ve ganimet telâkki ederek derhal organize şer ittifakını oluşturur. Amerika uzantıları ve Çar bağlantıları ile ittifak tamamlanıp, maddi-manevi bütün güç, imkân ve kaynaklar Osmanlıya karşı seferber edilir. İngiliz Başbakanın dediği gibi amaç yok etmektir.
 İşte, tarihi kin, intikam (Türk fobisi) ve kan ihtirasını tetikleyen o mektup:
Türkleri, maddeten ezmek ve yenmek mümkün değildir. Çünkü Türkler çok sabırlı ve mukavemetli insanlardır. Gayet mağrurdurlar ve izzet-i nefis sahibidirler.
Bu hasletleri de, dinlerine bağlılıklarından, kadere rıza göstermelerinden, an’anelerinin kuvvetinden; Padişâhlarına, kumandanlarına ve büyüklerine olan itaat ve sadakatlerinden ileri gelmektedir.
Türkler zekidirler ve kendilerini müspet yolda sevk ve idare edecek reislere sahip oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gayet kanaatkârdırlar.
Onların bütün meziyetleri, hattâ kahramanlık, cesaret ve secâat (yiğitlik, yüreklilik) duyguları’ da an’anelerine (örf, adet, töre ve geleneklerine) olan bağlılıklarından, ahlâk salâbetinden (sağlamlık ve yüksekliğinden) ileri gelmektedir.
Bu nedenle, Türklerde, evvelâ itaat ve sadakat duygusunu kırmak ve manevi bağlarını yok etmek,dini metanetlerini zaafa (zayıflık-kuvvetsizlik) uğratmak icabeder. Bunun da en kısa yolu, milli ve manevi ananelerine uymayan harici fikirler ve davranışlara onları alıştırmaktır.
Türkler, dış yardımı reddederler; Haysiyet duyguları buna manidir. Velev (hattâ isterlerse) ki, geçici bir süre için zahiri (görünen) kuvvet verse de, Türkleri mutlaka dış yardıma alıştırmalıdır.
Maneviyatları sarsıldığı gün,Türkleri kendilerinden şeklen çok kudretli, kuvvetli, güçlü, kalabalık ve zahiren hakim kudretler önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve maddi vasıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkün olabilecektir.
Bu sebeple, Osmanlı devleti’ni tasfiye için mücerret olarak (yalnızca) harp meydanlarındaki zaferler kâfi (yeterli) değildir, ve hattâ sadece bu yolda yürümek, Türklerin haysiyet ve vakarını (ağırbaşlılığını) tahrik edeceğinden, hakikatlere nüfuz etmelerine de sebep olabilir.
Yapılacak olan, Türklere hiçbir şey hissettirmeden bünyelerindeki bu tahribatı, her ne pahasına olursa olsun tamamlamaktır.
Patrik nam Papa’nın mektubu; İznik Konsüllerinin aynı konuda aldıkları kararlar ile örtüşür ve yol gösterir mahiyettedir. Bu mektup, kendini Bizans’ın hamisi sayan ve SSCB’ne  kadar Bizans bayrağını kullanan Çarlık Rusyasına ‘bahusus projeyi’ ilham eder. Proje, başta yakın akraba Fransa ve İngiltere olmak üzere bütün Batı’ya açılır ve anlatılır. Kısa sürede, Osmanlı Devleti üzerinde hesap ve husumet yüklü; Kin ve intikam ile kıvranan ülkelerce benimsenir ve “tam bir gizlilikle” uygulamaya konulur.
Kurulan sinsi tuzak yönünde ilk dış borç, aradan fazla bir süre geçmeden Fransa’dan alınır. “Borç alan emir de alır” mantığı çerçevesinde sistematik erozyona ilk adım atılır. Sonra, İstanbul ve diğer büyük merkezlere misyoner olarak özel surette eğitilmiş Fransız dilberleri-kızları ‘mürebbiyeler’ gönderilir. Bu mürebbiyeler tarafından özenle yetiştirilen Osmanlı ayân, eşraf ve geleceği parlak delikanlıları eğitim için Paris ve Moskova’ya gönderilir. Burada beyinleri özenle yıkanır.
Döndükleri zamansa tahribat dahili tahribat başlar.
Ancak bu arada plân farklı veçheleri ile de yürürlüktedir. Şöyle ki:
8 Şubat 1846’da İstanbul’da bir Protestan Kilisesi kurulur. Bu kilise, havalide faaliyet gösteren bütün ajan ve misyonerlerin üssü ve irtibat merkezi haline getirilir. Derhal Tevrat ve İncil’in Türkçe’si ve Osmanlıda yaşayan azınlık dillerine çevrim ve dağıtımına başlanır. Amaç: Azınlıkları isyana hazırlamak, dil ve kültür yönünden motive ederek, farklı bir kimlik ve isyana mütemayil kişilik kazandırmaktır.
11 Şubat 1876, İznik Dünya Misyonerlik Merkezi; Türk ve Müslümanların yaşadığı bütün ülke ve Osmanlı coğrafyasındaki halklara ulaşma, onları din, inanç, adet, örf, gelenek, görenek ve kültürlerinden (törelerinden) uzaklaştırma, Hıristiyanlaştırma ve en azından ateist ve paganlaştırma (dinsizleştirme) konusunda “bütün gücü, imkânı ve varlığı ile hareket etme ve faaliyet gösterme” kararı alır.  
9 Şubat 1854, Mısır’da en ehemniyetli-önemli ve en değerli misyonerlik okulları “Kuzey Amerika Misyonerliği Federasyonu” tarafından kurulmaya başlanır. Buna paralel olarak bölgede masonlaştırma (siyonist) faaliyetlere hız verilir. Kahire’nin Orta Doğu Mason ve Misyoner merkezi haline dönüştürülmesi amaçlanır. Kısa bir süre içinde Osmanlı’nın Mısır Valisi de masonluğa intisap eder. Böylece, Osmanlı’nın çürütülmesi ve çökertilmesinde rol alan şer ittifakları da belirginleşmeye başlar.
Plân çok başarılıdır.
Bu arada projenin Rusya (Çarlık) ayağı da boş durmamaktadır.
9 Şubat 1870 tarihinde, “Rusya steplerinde yaşayan Müslüman Türkleri dinlerinden döndürmek, milliyetlerinden soğutmak ve Hıristiyanlaştırmak amacıyla merkezi Moskova’da “Ortodoks Misyonerlik Derneği” kurulur. Bu dernek tarafından 1908’e kadar 700 okul kurulmuş ve toplam 19.000 öğrenci yetiştirilmiştir.
1897 yılına gelindiğinde (27 Ocak / Osmanlı Haftası’nın birinci günü) İsviçre’nin Bâl şehrinde “Birinci Dünya Siyonist Kongresi” toplandı. Sonuç bildirisi ve alınan karar dehşet verici: “Asırlardan beri Müslümanlığın büyük mevkiini işgal eden ve bilhassa Yahudilerin üzerinde emeller ve ihtiraslar besledikleri ve adına arz-ı mev-ut dedikleri mukaddes Filistin topraklarını elinde bulunduran ‘Türk-Osmanlı Devletini parçalamak ve Türk milletinin şeref ve itibarını (Amerikalıların Kuzey Irak’ta yaptığı çuval hadisesi misâl) pâyimal (ayak altında kalmış, mahvolmuş, telef olmuş, ezilmiş, sürünmüş) ederek; Bütün dünyadaki Müslümanların gözünden düşürmek ve böylelikle mukadder olan ‘Dünya Müslüman Birliği’ mefküresinin ne pahasına olursa olsun gerçekleşmesini önlemek.
Türk ve İslâm’a yönelik süreç, içimizdeki nadir hainleri yetiştirmekle ünlü Robert Kolej ile sürer gider. Bu alanda daha binlerce örnek vermek mümkündür. Burada verdiğim örnekler çok ender işlenen ve açıklanan türdendir. Zira, 1938’de vaki “Atatürk ilkeleri ve Türk İnkılâbına (Kemalizm’e) mukabil” KARŞI DEVRİM kapsamında millet hafızasından kazınma  süreci başlatılınca bu bilgilerin büyük bir bölümü yok edilmiş; İnsan hakları, adalet ahlâkı, objektif hukuk ve ATATÜRK’ ün en büyük hedefi olan demokrasiye geçme projesi çerçevesinde yürüyen sürecin devamı gerekirken, tam tersi yapılmış ve koyu bir diktatörlük ikame edilmiştir. Bu tam da batının istediği ve beklediği (teşvik ederek desteklediği) yoldur.
Günümüze intikal süreç açısından bunun bir diğer anlamı da; (projeyi çok iyi bilen ve başarı etkisini bizzat gören) Lord Kingros’un, İnönü’ye açıkladığı vasiyeti gereği Lozan’ın intikamını almak ve ülkeyi Sevr şartlarına dönüştürmektir. Bu çaba, büyük Atatürk’ün vefatı ile (bir üst paragrafta açıklandığı biçimde) bir karşıdevrim olarak başlamış, 1950’ye kadar aralıksız sürmüş ve 10 yıllık bir kesintiden sonra (gaflet, hıyanet ve dalaletle malul bir avuç darbeci sayesinde) 27 Mayıs 1960’dan itibaren yeniden yürürlüğe konulmuştur.
Projenin temelinde kadrocular, bazı 150’likler, sol akımlar, Ermeniler, Rumlar, Yunan asıllılar, dönmeler, devşirmeler, koministler gibi bölücü unsurlar ile Atatürk’ün ülkemizden kovduğu Masonlar ve misyonerler vardır.
Üstüne üstlük bu menfur faaliyet mihrakları zamanla, Türkiye’nin sabetaist bir devlet felsefesini esas aldığını, Yahudi-İbrani ilkeleri üzerine kurulduğunu ve Türk lâisizminin İslâm dışı ve İslâm’ı yok sayan bir sistem olduğunu savunacak kadar da ileri gidebilmişlerdir.
Çabaları, özellikle M.K.Atatürk’ün din karşıtı ve maddeci-materyalist olduğu yönünde yoğunlaşmış ve menfur faaliyetleri bu miğfer etrafında odaklanmıştır. Bunların ülkemiz ve milletimize verdiği zarar çok büyük boyutlardadır. Özellikle, 1961’den itibaren hızlanan din ve vicdan hürriyetini kısıtlama girişimleri bu ve benzer mihrakların işidir. İş bu makalede işlenen ve açıklanan proje kapsamında faaliyet gösteren ve Atatürk’ün ‘dahili bedhahlar” olarak betimlediği çoğunluğu dönme ve devşirme kesim budur.
Karakteristik özellikleri: Hırsız, yolsuz, din istismarcısı ve bölücülük biçimindedir.
Proje, tam anlamıyla ve bütün yönleriyle gericidir. İrticai’dir. Fakat, özünde “Laiklik” kavramı vardır. Maksat: Dinden, imandan uzaklaştırmak ya...
Bütün mensup ve taraftarları son Osmanlı hükümeti gibi zayıf; Küresel emperyalizmin emrinde ve hizmetinde hareket eden “maşalar, aç, açık ve muhtaç, zayıf karakterli, yolsuzluğa meyyal, kimlik ve kişilik fukarası, milli ve manevi değer yoksunu kişilerden müteşekkil yönetimlerin” özlemi içindedir.
Tercih edilen format ise; Misyonerlik, Masonluk, ateist ve pagan içerikli solculuktur.
Bu anlam, format ve bağlamda istenen, arzu edilen ve uğruna çaba harcanan öyle maşa bir hükümet ki; Dış borcu nimetten sayacak, yeniden kapitülasyon devrini açacak, Türkiye’yi borçlandıracak, özelleştirme adı altında milli servetleri yabancıların yararına sunacak, her türlü denetimi kaldıracak, sol-ateist-pagan elit ve imtiyazlı sınıfı emperyalist ve kapitalistlerle ortak edecek, ceplerine iki pasaport koyacak ve çifte vatandaşlığın yolunu açarak “globalleşme ve küreselleşmeyi” yabancıların Türkiye’yi sömürerek semirmesi esasına oturtacak… 
Bunun için geleneksel bürokrasiyi çökertmek, lâiklik kisvesi altında ve ‘Tevhid-i Tedrisat Kanununa” aykırı olarak; Dini, Milli ve İlmi eğitimin bizzat devlet tarafından ve tam bir denge ile uygulanmasını öngören emri yerine, ‘tam bir gericilik, yobazlık ve irtica’ ile insanları din, ilim ve diyanetlerinden uzaklaştırmak, dini eğitim ve öğretimi olabildiğince kısıtlamak, savsaklamak, bu alanda pekala başkaları tarafından istismar ve suistimale müsait  boşluklar yaratmak, milli değer ve manevi mukaddesleri baltalamak, ahlâkı yozlaştırmak, ahlâksızlık, sapıklık, iyilik ve insanlığı yok etmek; Böylece Türk milletini tarihi onur, ilke ve erdemlerinden arındırıp, paraya tapan, aç gözlü, heves, hırs, şehvet düşkünü ve ihtiraslarının zebunu olmuş zavallı, alçak mahluklara dönüştürmek ana hedeftir.
Tıpkı, batılı yöneticiler (yani kendileri) gibi…
Dahası, dokunulmazlıklar ihdas ederek imtiyazlı sınıfı sürekli koruma altına almak. Adalet ahlakı ve hakkaniyete dayalı “hukuk devletini” ortadan kaldırarak, sosyal devleti, kapitalist ve emperyalist devlete dönüştürmek suretiyle halkı “potansiyel müşteri” olarak gören, Atatürk ve Türk inkılâbına aykırı yapılanmayı hayata geçirmek. Halkın yönetme gücü, kuvvet ve kudreti, hükümetleri takip, kontrol ve denetimi anlamına gelen “Kuvayi Milliye” ruhunu çökertmek; Dahası, Mustafa Kemal ATATÜRK ve kurucu unsurun emanet ve vasiyeti olan: “Türk Demek: Türkçe Düşünmek, Türkçe Konuşmak ve Türkçe Yaşamaktır. Ne Mutlu Türk’üm Diyene” vecizesinin üst, ana ve esas bölümlerini sinsice kaldırarak, sadece ve yalnızca “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” bölümünü kurum ve kuruluşlara yazacak kadar kompleks içine düşmek. Türklüğü anlamsız, belirsiz ve muğlak bir kavrama dönüştürmek.          Daha da ileri giderek; “Her insan bir devlettir”, “Devlet insan için vardır”,“İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın” ve “Zulüm abâd etmez insanı, ilim abâd eder” ilkelerini yaşam boyutundan kaldırarak; Devleti Milli hedefler ile varlık nedenlerinin dışına çıkartmak. Doğal olarak sonuçta: Globalizm ve küreselleşmeyi, Türk insanı ile bütün masum ve mazlum (az gelişmiş) ülkelerin müşterek çıkarlarına kullanmak varken, tam tersine bir yol izleyerek; Milli Şair Mehmet Akif Ersoy’un seksen sene önce teşhis ve ilân ettiği “tek dişi kalmış canavar” lara ülkeyi ve insanı peşkeş çekmek..  
Bu psikolojik savaş ve provokatif ajitasyon sonucu geldiğimiz nokta içler acısıdır.
Günümüz genç neslinin olayı daha iyi anlayabilmesi için, döneme ve 1938’ den sonra başlayan kısır döngüye ilişkin şöyle bir örnekle devam etmek istiyorum.
Konu Türkiye.
Yıl : 2005
Konuşan ise; 1957'de genç bir uzman olarak (bu günkü AB’nin temel taşı olan) Roma anlaşmasının raporlarını düzenlemiş, Avrupa üniversitelerinin birinde Jean Monnet enstitüsünü kurup, yüzlerce diplomat, bakan, siyasetçi yetiştirmiş, Türkleri seven, Türk dostu, Türkiye'yi yakından izlemiş hayli yaşlı bir Fransız akademisyen.
            Bakınız, 2006 dönemi Türkiye’si için ne diyor:
            "Her şeyden önce, Türkiye bir "Maskeli Balodadır". (Bu maskeli balo, Cumhuriyet tarihinin en büyük kırılma hareketi olan 27 Mayıs 1960 günü başlamıştır) Evet, maalesef bir maskeli baloda...Bu güne (2006’ya) kadar ünlü bir Türk diplomata rastlamadım. Yunanlıların nüfusu az ama, önemli olan kemiyet değil, keyfiyettir. Yunanlı diplomatlar her kapıda, her kurumda, her an karşınızdadırlar. Türkiye bu nüfusuna rağmen diplomat yetiştirememiştir. Diplomaside yoklar. Zaten, kendi tapusunu okuyamayan hariciyeci, diplomat, uzman olur mu? Yunanlılar Antik Yunan belgeleri dahil hepsini okuyabildikleri gibi, hepsinin  arşivlerini ezbere  biliriler. Eski, Antik Yunanla bugünkü Yunanlıların ne ilgisi olduğu hep tartışılır ama dünyayı böyle inandırmışlar ve kandırmışlardır.
            "Osmanlıca bilmeyen diplomat olur mu? Osmanlıca diyorum, zira, Doğu'dan Batı'ya
bütün devletlerin arşivlerinde Osmanlıca belgeler var. Türklerin Kıbrıs'taki, Balkanlardaki, Yunanistan'daki, her yerdeki  tapuları da Osmanlıca; Türk diplomatlar bunları okuyamıyorlar. Türk diplomatlarında milli tarih şuuru yok. Büyük bir imparatorluğun belgeleri bir zamanlar vaktiyle Bulgaristan dan, Rumeli'den Türkiye'ye göç etmiş ve Osmanlıca bilen berber, emekli öğretmen, sıhhiye memurlarına tercüme ettirildi. Çok önemli arşiv belgelerini bunlar, tercüme ettirdiler...  Halbuki o belgelerde, en azından tapularda farklı bir hukuk terminoloji vardı.”
            "Cumhuriyet kurulalı seksen yılı geçmiş; nüfusu belki yakında seksen milyonu geçecek bir Türkiye'nin bugün için en az 500-600 milyar dolar ihracatı, 600 adet dünyaca tanınmış  diplomatı, üç tarafı denizlerle çevrili bu ülkenin en az 600 adet uluslararası balıkçı şirketi, deniz nakliyat şirketi, petrol arama şirketi,vs.’si olmalıydı... Yunanlılar savaşarak değil, diplomasiyle dünyayı ikna ediyorlar. "Megalo idea" larından, yani milli ideallerinden asla vazgeçmezler. Eski Bizansı almak, İyonyayı, Karadeniz’i geri almak peşindeler. Kıbrıs'ı bir Rum adası, Türkleri azınlık kabul etmekteler ve dünyaya bunu inandırmışlardır. Bunu Mösyö Denktaş iyi biliyordu ve yıllarca Kıbrıs elden gitmesin diye görüşmeleri elinden geldiğince baltalıyordu. Bunu bilerek ve inanarak yapıyordu. Gerçek ve samimi bir Türk olarak direniyordu. Görüşme masalarının arkasından nelerin gelebileceğini çok iyi hesaplıyor ve biliyordu. Ancak, 1999'da Yunanistan'ın çabalarıyla Türkiye Helsinki'de AB ringine çekildi. Hakemler de ayarlanmıştı. Helsinki de AB Türkiye'yi döverek ve hırpalayarak zafer elde etmeyi planlamıştı..." (Muhtemelen değişim ve dönüşüm plânının bilincinde olan Jean Monnet, ya bilerek veya kasıtlı olarak 1960 öncesini atlamaktadır.)
            Oysa, 1950-1960 dönemi Türkiye’si bu makus talihi kırmış ve kendinden önce yaratılan kâbusları aşmıştı. Dış politikada, Lozan Antlaşmasını bile delmeye muktedir ve Kıbrıs konusunda Türkiye aleyhine olan hükümleri rafa kaldıran bir Fatin Rüştü ZORLU; Maliye Bakanlığında milleti çarıktan kurtaran, işsizliği-yoksulluğu yenen, refahı tabana yayan ve ülkeyi bugünlere taşıyan büyük atılım ve yatırımları hayata geçiren Hasan POLATKAN ve Başbakanlıkta “onurlu, sorumlu, yüreği vatan, millet ve insanlık davasına sevdalı, hakkaniyet ve adalete, hukuka, Atatürk’ün ilke ve Türk İnkılâplarına yürekten bağlı, sahip ve saygılı; Gerektiğinde Türk Ulusunun menfaatleri için dünyaya meydan okumaktan kaçınmayan, günde 12 saat millet için çalışan, AET/AT’a tıpkı Mustafa Kemal ATATÜRK gibi ‘ısrarlı davete’ ağırlıklı pazarlılar ve önkoşullar ileri sürerek ilk defa başvuran” bütün dünyanın gıpta ile baktığı, örnek aldığı büyük devlet adamı Adnan MENDERES vardı.
Günün Türkiye vizyonu Jean Monnet’in hayâl bile edemeyeceği boyutlarda idi.  
Eğer, menfur darbe olmasa idi, bugün Allah bilir Türkiye nerelerde olurdu. 
Şimdi gelelim olayın çok farklı ve kritik bir boyutuna. Konu özelleştirme. 1870-1908 arası Osmanlı’nın yıkımına ve 20.500.000 km2’den 775.000 km2’ye düşme/küçülme, başlıca parçalanma nedenine. Bunun güncel adı “özelleştirme”, tarihi ve gerçek anlatım-ifade biçimi ise “kapitülâsyonlar” dır. Kapitülâsyonlar Türk milleti, Türk istiklâli ve Türk istikbalinin kara talihi ve karakura gibi üzerimize çöken kâbusudur.
Tarihi ders ve maliyeti-ağır bedeli kanla, canla ödenen ibrete istinaden burada şunu söylemek gerek: “Özelleştirme iktisadi hayatın ve ekonomi biliminin doğal bir gereğidir. Şu kadar ki; Milletin malı yine millete ve milletin namuslu, dürüst, şerefli ve onurlu tüccarına, esnaf, işletmeci ve sanayicisine satılır. Damarlarında Türk kanı akan hiçbir kişi ve yönetim yabancıya “kalıcı ve tapulu” mülk satmaz. Satamaz. Türk, kapitalist ve emperyalist küresel sermayenin oyununa gelmez. Gelemez. Mutlak mütekabiliyet ve alım gücüne (denge) dayalı ticaret müstesnadır. Bu da milli menfaatler esas ve halkın yaşam (tabana yayılı refah) düzeyi baz alınarak yapılabilir. Hayatı ucuzlatmayan ve namuslu-dürüst rekabet ilkelerine uymayan bir özelleştirme programı ise vatana ihanetle birdir.” Yani: Türk İnkılabı’nın özelleştirme konusunda mutlak emir ve ilkesi olan, “Özelleştirilmesi gereken temel kurumları öncelikle çalışanlarına, sonra Türk müteşebbislerine ve Türk halkına devir ve temlik etme” ilkesinden saparak; Mustafa Kemal ATATÜRK’ ün, “Efendiler, görülüyor ki bu kadar kesin ve yüksek zaferden sonra bile, bizi barışa kavuşturmaktan engelleyen nedenler, doğrudan doğruya ekonomik nedenlerdir. Çünkü bu devlet, bu ulus, ekonomik egemenliğini sağlarsa, o kadar ileri, güçlü bir temel üzerine yerleşmiş ve gelişmeye başlamış olacaktır ki, artık bunu yerinden oynatmak mümkün olamayacaktır. İşte, (dahili ve harici) düşmanlarımızın bir türlü rıza gösteremedikleri, onaylayamadıkları budur.” (M. Kemal Atatürk, 17 Mart 1923) Emir ve ilkesini kaale almayacak kadar onursuz ve şuursuz yöneticiler ile gaflet ve dalâlet içindeki yönetimler, bilerek veya bilmeyerek büyük felaketlerin sebep ve hikmeti olabilmektedirler. Burada, milli iktisat şuuruna ermek gerekir.
3 Mart 1933 tarih ve 2262 Sayılı Sümerbank Kanunu çıkartıldığında ise, özelleştirme konusunda ebedi örnek ve amir bir hüküm olan 11. madde “... hisse senetlerinin kısmen veya tamamen Türk kişi ve kuruluşlarına satılması..” kuralını unutacak kadar gafil; Ve yine: “..artık durumu düzeltmek, hayat bulmak, insan olmak için; Mutlaka Avrupa’ dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine uygun yürütmek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi, bir takım zihniyetler ortaya çıktı. Oysa, ‘Hangi bağımsızlık vardır ki, yabancıların nasihatlarıyla, planlarıyla yükselebilsin !’ Tarih, böyle bir olay kaydetmemiştir.” (M. Kemal ATATÜRK, TBMM, 6 Mart 1922) Emrine uymayacak kadar hain olabilsin !..
Milli devlet ilkesinin temel emir ve hükümlerine mukabil; Soygun-vurgun, sahtecilik, üç kâğıtçılık, yalan-dolan ve talanı kolaylaştırsın. Adalet ahlakı ve tam bir faziletle halka hizmet etmekle memur ve mükellef, görevli kadroları kaçakçı, soyguncu ve hortumculardan anarşist ve teröristler oluştursun. Suçluya karşı müsamahakar, mağdur ve mazluma karşı kayıtsız olabilsin. Bu fiiller AB güdümünde yürüyen yönetimlerin eseridir.
Bunun idrakinde olan bir hükümetin derhal AB ile (katılım süreci bağlamında) bütün ilişkileri kesmesi ve 1959’da imza olunan “ekonomik işbirliği” (AT/AET) sürecine dönmesi artık olmazsa olmaz bir zorunluluk haline gelmiştir.
Devam eden süreç Türkiye’nin ve Türk halkının aleyhine işlemekte ve maalesef tarih tekerrür etmektedir. Akil insanlar ve namuslu yöneticiler tekerrüre müsaade etmezler.
Ekonomik suça, ekonomik ceza, ticari sır, geniş kapsamlı devlet sırrı (!?) gibi çağdışı ve insanlığa aykırı usul, esas ve kavramları yerleştirerek, gasp, irtikap, sahtecilik ve her türlü yolsuzluk ile hortumculuğu teşvik ederek uygun ortamı yaratsın. Böylece, üretim ekonomisini rantiyeciliğe iblâğ etsin. Batının amacı bu. Peki araçlar nedir.
Araçlardan birincisi demokrasiyi yozlaştırmak. İnsan hakları kavramını ayrılıkçı, bölücü ve terörist gruplara nimet olarak sunmak. Diğer taraftan da, gerçek anlamda üreten vatandaşı pahalılık, enflâsyon, deflâsyon, faiz, yüksek (haksız) ve dolaylı vergi, harç (haraç) düşük maaş ve maaşlar arasında eşitsizlik, dengesizlik ve adaletsizlik kıskacına alarak, yokluk, yoksulluk, fakirlik ve cehaleti körüklemek. İnsanları ezmek. Kişiliksizleştirmek. Güven ve kimlik bunalımına sokmak. Yapay olarak yaratılan bunalımları desteklemek ve derinleştirmek için ara da bir kriz yaratmak.
Buna mukabil AB ve ABD biz ve bizim gibi ülkelerden sağladığı rantla kendi halkının refah düzeyini, yaşam kalite ve standardını yükseltmekte; Kendi iç yapısında milliyetçiliği olabildiğince tahkim etmekte (bazı ultra zenginler yaratmanın yanı sıra) kendi halkının refah ve saadetini öncelikle düşünmektedir.
Menfur plân ve küresel sermaye tarafından oluşturulan bu kıskaç içinde vatandaşı “ADALET’ mi, GÜVENLİK’ mi” gibi, aldatıcı, alçaltıcı ve yanıltıcı bir tercihe zorlamak. Açlık ve yoklukla korkutarak AB kapılarında pineklemeye mahkum etmek. Adaleti, sözde güvenlik uğruna (bilerek ve isteyerek) feda etmek. İç politikada; Temsilde Adalet, Siyasette İstikrar aldatmacası ile demokrasiyi dışlamak... “Halka rağmen, halka hizmet” söylemi gibi çok sakat, insanlık, ahlak, demokrasi ve hukuk dışı bir anlayışı inatla, ısrarla dayatmak. Zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapma pahasına çıkar peşinde koşmak...
İşte bunlar, harici bedhahların, dahili bedhahlar yoluyla vaki icraatlarıdır.
Yürüyen ‘dönüşüm projesinin’ tezahür biçimidir. Dahası var... 
Yozlaşmayı sürekli kılmak, milleti (art niyetli veya bilgisiz,beceriksiz,vizyonsuz)  kalitesiz, karizmasız, milli ve manevi değer, ilke ve erdemlerden uzak, siyasi iktidar ve hükümetlere bağımlı hale getirmek içinse; Bir taraftan genel aflar, vergi afları ve disiplin afları çıkartmak, borç silmek, diğer taraftan “nâmerde muhtaç hale getirilen” memur ve emeklilere adalet ve hakkaniyet ilkelerine bütünüyle aykırı zamlar yapmak.
Bütün bunlar projenin çok iyi yürüdüğü ve pek ustaca yürütüldüğünü gösterir. Yürütenler ise, artık kurumlara girmişler, atanmışlar, seçilmişler ve aklın alamayacağı yerlere kadar yükselmişlerdir. Bunlar, devletten en yüksek maaşı alırlar. Hiçbir hukuk devletinde kimseye nasip olmayan ayrıcalık ve imtiyazlardan yararlanır, üstelik, insan hakları, adalet ve hukuka temelden aykırı imtiyaz ve “dokunulmazlıkları” vardır. Emeklilikleri de ayrıcalıklı ve imtiyazlıdır. Kimisi emekli olduktan sonra bile çeşitli vakıf, kurum ve kuruluşlardan ayda 35 milyar TL’ye varan maaşlar edinir. Fiilen çalışanlar arasında maaşı 100 milyar TL’yi aşanları da vardır. Yasa ile kurulu Sendika, Vakıf, Oda, Banka ve Borsalarda ayrı bir saltanat hüküm sürer. Bunların çoğu “sarı” sömürü unsurudur. Bir de bunlara sivil toplum kuruluşu derler. Oysa, halka rağmen kanun gücüyle halkı sömüren hiçbir kurumun STK özelliği yoktur. Şimdi düşünün bir kere; Türkiye, demokratik, lâik, eşitlik ilkesine dayalı bir sosyal adalet ve hukuk devleti değil midir ? Cumhuriyetin temel ilkesi de, Büyük ATATÜRK’ ün tam bir isabetle açıkladığı ve halka “rejimin teminatı” olarak sunduğu “Cumhuriyet Fazilettir” tanımı, nasıl bir manâ, muhteva ve garantiyi şamildir. Elbette ki; Başta Mustafa Kemâl ve kurucu unsur “Demokrasi ile mündemiç, namuslu, ilkeli, onurlu, sorumlu, sosyal ve şeffaf, yani halkçı bir rejim” bağlamında yeni TÜRKİYE’ yi Cumhuriyet ile taçlandırmışlardır. Diğer bir anlamda Cumhuriyet, “dünyada emperyalizme karşı kazanılan ilk ve en büyük zafer olan ‘İSTİKLÂL SAVAŞI’ nın mükâfatıdır.
Yeni devletin ve genç cumhuriyetin hukuku buna göre tertip ve tanzim olunmuştur. Başta 1924 Kanunu Esasisi olmak üzere 1928, 1961 ve 1980 dahil bütün TC anayasaları “mutlak EŞİTLİK ve ADALET” ilkesi üzerine kuruludur. Gerçek anlamı itibarıyla Türk idare sistemi “insan-halk odaklıdır, yani devlet halk için vardır” Halk devlet için değil !..
Bakınız; en son Anayasanın, “değişmez, değiştirilemez ve değiştirilmesi dahi teklif olunamaz”  kaydını havi başlangıç ilkeleri ne demektedir:
“Türk vatanı ve Milleti’nin ebedi varlığını ve Yüce Türk Devleti’nin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu Anayasa, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği ‘MİLLİYETÇİLİK’ (!?) anlayışı ve O’ nun inkılâp ve ilkeleri doğrultusunda;
Dünya milletleri ailesinin EŞİT HAKLARA SAHİP şerefli bir üyesi olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin ebedi varlığı, REFAHI, maddi ve manevi mutluluğu ile çağdaş medeniyet düzeyine ulaşma azmi yönünde;
Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milleti’ne ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı; (Öyle ise, Anayasanın amir hükmüne rağmen AB’ye katılım konusu bu güne kadar neden millete hiç sorulmadı ? Diğer demokratik hukuk devletleri ve medeni milletler gibi REFERANDUMA neden gidilmedi. Bizi yönetenler arasında bu güne kadar hiç mi adalet ve hukuka saygılı, Anayasayı okumuş ve ‘uygulamak zorunda olduğunun bilincini’ taşıyan yönetici olmadı ?) 
Sarahaten belirtilmiş ilkeler ve amir hükümlerdir. Bir’de 10. maddeye bakalım: Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz” Şimdi “ADALELET ve KALKINMA (!?) partisi hükümetine sorarlar:
- NEDEN BU ANAYASA UYGULANMIYOR ?.. ORTADA BİR KASIT’MI VAR ?
Ve neden ? bütün foyası ve art niyeti ortaya çıkan AB sürecinde ısrar ediliyor ?
Bilinen ve yaşanan, apaçık görülen bütün gerçeklere rağmen bu inat niye ?
Ülkenin insanı, canı-kanı, Mehmetçiği, gerçek değeri, değer üreten ve değerleri canı pahasına koruyanları fakrü zaruret içindedir. Evine ekmek götüremez. Çocuğunun cebine okul harçlığı koyamaz. Eşine mahçuptur, akrabasına, dostuna boynu bükük. Evinde en az iki işsiz vardır. Yıl sonunda aldığı artış, otobüs zammına bile yetmez. Çoğu yol parası bile bulamaz. Evinde hapis veya mahalle kaldırımlarında gezmeye mahkumdur. Gâvur dediğimizin emeklisi bile dünya turuna çıkar, dolaşır. Bizimki hastalıkla, yoklukla, yoksullukla, işsizlikle boğuşur. Eziktir. Istıraplıdır. Çilelidir.
On bin yıllık büyük Türk medeniyetinin ve “İnsan Odaklı” cumhuriyetin amacı ve sonucu bu mu ? Seksen yıldır bu netice için mi katlandı koca millet, bunca sıkıntıya !..
Ya, onu bu hale getiren diğerleri !...Neden ? bir türlü Hukuk Devleti olunamaz? Ülkede Adalet ahlakı uygulanamaz. Dengeler kurulamaz ve adaletle korunamaz ? Hukukun olmazsa olmaz üstünlüğü neden evrensel gerçeklerle örtüştürülmez, bütünleştirilmez.
Onlar (devleti soyanlar, büyük ölçekte yolsuzluk ve hırsızlık yapanlar) hem ulusal ve hem de uluslar arası kaynaklardan domuz gibi beslenirler. Yararlanırlar. Yedikleri önlerinde, yemedikleri arkalarındadır. Bunların ‘üretme’ diye bir marifetleri ve kaygıları yoktur. Sadece ‘tüketmeyi’ severler. Bütün işleri kaçak, kayıt ve kapsam dışıdır. Sonunda, bilerek veya bilmeyerek (gaflet ve dalâletle) devleti’ de tüketmeye doğru giderler. 
Çünkü, batının menfur plânı bu menfur programı önlerine koymuştur.
Dönmeler, devşirmeler, dahili bedhahlar ve sabetaistler bu programa göre yürürler. 
İkincisi, memuru rüşvet almaya, halkı da rüşvet vermeye zorlamak, alıştırmak. Geleneksel kamu ahlâkını bozmak. Dengeleri derinden sarsmak. Doğal stabilizatörleri bilerek, alçakça yok etmek. Bilinçli, duyarlı ve sorumlu memur ve vatandaş yerine, ‘emir kulu’ prototipler yaratarak; Türk milletinin asil karakterinde var olan “sadece ve yalnızca Allah’a kul olmak” fikrine dayalı “özgür bireyi” yok etmek. Özgür bireyi yaratma adına insanı ve insanlığı yok etme, kişiyi yalnızlaştırma stratejisini uygulamak. Pervasızca uygulatmak. Tıpkı Amerika’nın ‘demokrasi ve insan hakları adına’ yaptığı gibi; Özgürleşme, demokratikleşme ve modernleşme adına bütün bu inanç ve öz değerleri kaldırmak. Esas olarak da: Türk kimliğini, kişiliğini ve yükselen değerlerini yok etmek.
Aslında bu, Türkiye üzerinde giderek yoğunlaşan ‘psikolojik savaşın ve malum değişim, dönüşüm projesinin muhtelif vetireleri ile güncelleşmiş versiyonlarından başka bir şey değildir. Aldatan put, proje gereği hükmünü icra etmektedir. İçerde bol taraftar bulmuştur. Dönmesi, devşirmesi, haini, zalimi; Türk’ün ekmeğini yiyip düşmanın kılıcını çalmak için adeta kuyruktadır. Bu ve benzeri hainlerin hesabı dahi yapılamamaktadır.
Ancak, AET/AT’ ın “ekonomik, endüstriyel, bilimsel ve teknolojik” bağlamda devlet politikası olarak kabul edildiği 31 Temmuz 1959 gününden 1963 tarihli Ankara Antlaşmasına kadar (27 Mayıs 1960 darbesi nedeniyle) çok şey değişti.
Dönemin “devlet politikası” Başbakan Adnan MENDERES’ in, 1957’de kurulan AET (Avrupa Ekonomik Topluluğu), daha açık bir söylem ve resmi ifade ile “Ortak Pazar”a, yoğun istek, ağırlıklı talep ve ısrarlar sonucu ilk resmi başvuruda bulunduğu gün; “Biz, Büyük Önder ATATÜRK’ ün daha 9 Şubat 1934 de, Avrupa da mutlaka bir birlik tesis olunacağını işaret ederek nadir bir basiret örneği verdiği ‘bu hedefi’ esas ve baz alarak başvurumuzu yapıyoruz” şeklindeki açıklama istikametinde başlar. Yani, devlet politikası asla siyasi, sosyal, medeni ve kültürel kapsamı haiz değildir. Sadece ve yalnızca karşılıklı menfaatler doğrultusunda iktisadi işbirliği, teknolojik değişim ve ticaret söz konusudur. Bunun dışında, iç işlerimize müdahale / karışma anlamına gelecek, istiklâl ve tam bağımsızlığımızı ilzam edecek hiçbir şey kabul ve asla tasvip edilemez.             

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com 

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

  20

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

BEŞİNCİ CUMHURİYETİN AYAK SESLERİ

 
Bir şafaktan, bir şafağa; “Karanlık gecelerin nurlu sabahına doğru..”
Yaklaşık 17 bin yıldır Anayurt Anadolu’yu mesken tutan aziz, kadim ve necip milletimizin tarih boyunca, yan yana yahut da peş peşe kurduğu (bilinen ve belli olan) 101 devlet ve 16 İmparatorluk sürecinde;,  Defalarca, adına “son” denilen ve fakat her biri aslına rûcu, mazarrattan arınma,dâhili bedhahlardan ayıklanma anlamına gelen ileri ufuklara açılım; Yeni başlangıç, büyük oluşum ve nice, birbirinden sancılı kutlu doğumlar yaşanmıştır. Ki bu, insanlığın adalet ve uygarlık tarihini inşa, inkişaf ve inkılâp tarihinin destansı sürecidir.
Kadim hatıratlarda bu vakıalara: “Karanlık gecelerin nurlu sabahı” denilir.
Hattâ 1700’den itibaren “küresel adalet, evrensel barış ve hukuk”un yaşam biçimi olmaktan çıkartılması nedeniyle, sadece duraklama, gerileme ve yıkılış dönemi toplamı 223 yıl süren son “Türk-İslâm İmparatorluğu” Osmanlı Devletine nazaran; Henüz 90 yıllık genç TC bünyesinde; Mâkus talih, dâhili ve harici bedhah iştirakli karanlık ve kâbus biçiminde cereyan eden; Yeniden yapılandırma, değiştirme, dönüştürme kalkışmaları” mevcudu; Hiçbir tarihi, zorunlu ve tabii neden olmaksızın “şark meselesi, güdüm ve menfur emeller gereği” alçakça yıkıp, yeniden ve “sözde Cumhuriyet oluşturma” kalkışmaları defalarca yaşandı.
Kısaca “Milli Devleti ilga, Türk Milleti’ne ihanet ve Cumhuriyeti dış güdümlü sömürgecilikle ikame” kalkışmalarının “karşı devrim” niteliği arz eden ilki: 11 Kasım 1938 ve ikincisi: “ihanete tam teşebbüs” de diyebileceğimiz: 27 Mayıs 1960’dır. Buna mukabil; Milletin “mezalime reddiye, misak-ı milliye uyanış, manevi diriliş ve doğal korunma içgüdüsü” nün doğal sonucu olarak vukua gelip hayat bulan: “Dörtlü Takrir” Manifestosu ve 07 Ocak 1946’da şahlanan, kadim Demokrat Parti halk hareketinin 14 Mayıs 1950 günlü “Beyaz İhtilâl”i ise; Atatürk ilkeleri ve Türk İnkılâbının zaferidir.
 Bu zafer zulme karşı kazanılmıştır. Ata-Türk, Türk Milleti ve İslâm ümmetine ihanet eden hain İsmet İnönü’dür. O ki; Atatürk’ün (katledilerek) vefatı üzerinden bir gün bile geçmeden, Meclisi tanklarla çevirtip kendisini Cumhurbaşkanı ilân ettirerek;  Milli Şef ve sözde “cumhuriyet halk partisi’nin” ebedi başkanı sıfatlarının kullanarak 11 Kasım 1938’de diktatörlük ihtirasını hayata geçirmiş bir halk düşmanıdır. Gerici, solcu, goşist, emperyalist ve yobazlar bu kalkışmaya “karşı devrim” adını yakıştırır!.  
Buna göre: Birinci Cumhuriyet, Milli Mücadele zaferi ile taçlanan 1923 - 1938 dönemi; İkinci Cumhuriyet, 11 Kasım 1938 kalkışması ile başlayan 1938 - 1950 dönemi; Üçüncü Cumhuriyet, 14 Mayıs, “Milli Demokrasi” Bayramı olup;  27 Mayıs 1960 isyanına kadar süren Asr-ı Saadet dönemidir. Şu içinde bulunduğumuz idare Dördüncü Cumhuriyet olmaktadır. 27 Mayıs’la başlayan dördüncü Cumhuriyet; 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve sair “ayarlama ve düzenlemelerle” devleti bu siyasi zaaf, hafıza kaybı, milli, ilmî ve manevi değerler erozyonunun zirve yaptığı uçurumuna kadar sürüklemiştir…  
Kısa bir analiz yapacak olursak:, 11 Kasım ile 27 Mayıs’ın; Ata-Türk ilkeleri,   Türk inkılâbı ve Milli Mücadele ruhuna “karşı devrim” kindarlığı ile tam bir ihanet, hedef ve amaç birliği içinde olduğunu; 14 Mayıs “Beyaz İhtilâl” halk hareketinin ise: Milli Mücadele, Milli Devlet, Türk İnkılâbı ve Kurucu Cumhuriyet’in nezih temelleri üzerinde; Birleştirici, barıştırıcı, tamamlayıcı ve bütünleyici bir siyasi denge unsuru  (stabilizatör) sıfatıyla yükseldiğini iftiharla görürüz...
Sürecin ispatı ve gerçekliği: Büyük oyun’un bekraund’u olan 28 Şubat dava sürecine start verilmesine karşın; Dönemin hırsızlık, yolsuzluk, gasp, irtikap ve talanına ait milyarlarca dolar devlet alacağının peşine düşülmemesi; Çok gerekli ve zorunlu olmasına rağmen, henüz 11 Kasım 1938’in gündeme bile taşınmaması, 27 Mayıs 1960 isyan davalarının başlatılmamış olmasıdır. İşte bu cihetle; İçinde bulunduğumuz evre, adeta, ‘ihtiyar Osmanlı’nın, genç Türk Cumhuriyetinde kastı mahsusla, düşmanca tekrarlanmak istenen, kin ve intikam hezeyanlarını hatırlatmaktadır ki; Bu “nurlu sabahlara doğru” bir yöneliştir..
BİR TESPİT VE TEŞHİSLE..
Özgür Gündem Grubunda bir mesaj yayınlayan değerli ilim, tarih ve düşünce adamı Osman Akgün; “İmralı süreci, bir ABD İsrail şantaj ve tehdit sürecidir. Arkalarında bol miktarda suç dosyaları, suç kanıtları ve kanunsuzluklar bırakarak yükselenler, şimdi bu hatalarını Türk milletine ödetmeye; Sadece kendilerini kurtarmak için koca bir milleti parçalamaya ve tarihten silecek adımlar atmaya kalkıyorlar…
Şundan, kesinlikle eminim ki, bunu yapmaya ömürleri yetmeyecek. “Yeşil kâğıda güvenerek Orta Doğuda at oynatanlar da en kısa sürede, o yeşil dolarların ellerinde patlaması ile perişan olup gidecekler” diyorum ve İran’ın nükleer bombasını yapmasını, Çin'in doları dolaşımdan kaldırmasını sabırsızlıkla bekliyorum. Az kaldı sabredin!..”
TÜRK MİLLETİNE ÇAĞRI
Beşinci Cumhuriyet’in ayak sesleri; Bilumum insan hakları, eşitlik, adalet ve hukuka aykırı açılımlar, yeni (sözde sivil) anayasa ve torbalar dolusu yasa düzenlemeleri ile sistemin objektif ve reel geleneksel yapısını temelden sarmaya matuf teşebbüslerle.; Üç’ü parlamento içinde temsilci sahibi olmak üzere, toplam: 71 partiden oluşan muhalefetin gaflet, dalâlet ve Türk Milleti’ne hıyaneti sayesinde ağır, ağır geliyor. Oysa vatan, toprak ve bayrağın hakiki sahipleri; “Devletin Sakinleri” değil, “Türkiye Cumhuriyeti’nin Gerçek Sahipleri” Aziz ve necip Türk Milleti’nin, bu vesileyle yüksek vicdanına sesleniyor ve ilgilileri uyarıyorum!
            1. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu ve sahibi olan Türk Milleti’nin adı, vatandaşlık tarifinden, Kanunlar ve Anayasa’dan asla çıkartılamaz, çıkartılmamalıdır!..
            2. Devletimizin eşit, onurlu, şerefli, tamamı 1. sınıf üyeleri olan aziz vatandaşlarımız, ırk, din ve mezheplere ayrıştırılamaz. TC’nin asli ve kurucu unsuru Müslümanlar; Tali unsur ve azınlıkları: Müslüman olmayan vatandaşlardır. Ancak; Türk Medeni Kanunu ve Anayasa karşısında bütün vatandaşlar eşittir. ATA-TÜRK döneminde vaki müracaatla tüm azınlıklar bu hususu kabul ve Cemiyet-i Akvam da tescil etmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla, dünyanın en uygar ülkesi Türkiye Cumhuriyetinde azınlık ve ayrıcalıktan söz edilemez…
         3. Türk Milleti’nin Anadolu’da 17 bin yıldır kesintisiz olarak devam eden varlığı ve 7000 yıllık (doğrudan ve dolaylı) egemenliği; Emperyalist güçler dayatıyor ve vahşi batı nam kalleş AB istiyor diye, hile, desise, oyun ve düzenle yok edilemez. Türkiye Cumhuriyeti üniter değil “Milli ve mütesanit” bir devlettir. Bunun böylece sürdürülmesi gerekir.    
             4. Başta Avrupa (AB) ve Amerika olmak üzere, bütün dünya devletlerinin “tek resmi dil” esasına dayalı dil birliğine gider.; Rusya Federasyonunun Özerk Cumhuriyetlerinde “ana dil” resmi dil ve eğitim dili bile olamaz; Esir (azınlık) olmalarına rağmen Çin Uygur bölgesi, Batı Trakya ve Bulgaristan’da Türkçe eğitim yapılamaz, AB’de resmi dil dışında ana dil bile konuşulamazken; Türkiye Cumhuriyeti'nde, Türkçeden başkaca bir dil, "resmi dil ve eğitim dili" olarak, asla ve kesinlikle ikame edilemez ve kullandırılamaz. Bu dünya gerçekleri, bilim, adalet ve evrensel hukuka bütünüyle aykırı; Gericilik, yobazlık, bölücülük ve çağ dışılıktır.
            Bütün Türk’ler, bu aşamada şu iki gerçeği çok iyi bilmelidir:
1. Ayrılıkçı isyan hareketini sürdüren (siyaseten BDP tarafından desteklenen) eşkıya başı Abdullah Öc alan'ın (Artin Agopyan) 1996 da Grek TV ile  yaptığı ibret verici söyleşisini şu linkten: http://www.youtube.com/watch?v=M9knlpssYR0 izleyebilirsiniz. Türkiye'nin geleceğini, Türk Anayasasının nasıl olacağını böyle biriyle pazarlık yapan politik acı’lar Türk Devletinin koruyucusu olabilirler mi?.. Ermeni asıllı olduğu için Kürtçe bilmeyen, bu nedenle kötü bir doğu şivesiyle Türkçe konuşmaya çalışan Öcalan; “Yunanistan'ın Ege ve Akdeniz’de haklarını savunan taraf,  Türkiye’nin ise saldırgan olduğunu”  belirterek, örgütünün Türklere ve Türkiye’ye karşı yürüttüğü savaşın, “Yunan davasına da hizmet edecek büyük bir fırsat” olarak değerlendirilmesi gerektiğini söylüyor ve “Yeni bir Türk-Yunan savaşı olursa, bu sefer Türkler tarihlerinin en ağır, yenilgisini alacaklardır” kehanetinde bulunuyor…
            2. Türk Demek: “Türk’çe Düşünmek, Türk’çe Konuşmak ve Türk’çe Yaşamaktır. Ne Mutlu Türk’üm Diyene!” Gazi Mustafa Kemâl ATA-TÜRK
 
SÖZDE BARIŞ (!) ADINA, VİZYONA KONAN MENFUR SÜREÇ
Şimdi gelelim; Daha dün “değişim ve dönüşüm” denilen ve fakat bu gün: “değiştirme, yeniden yapılandırma ve dönüştürme” kalkışmasının ayrıntılarına. Hafızalarınızı iyi yoklayın ve hatırlamaya çalışın. Bu, ‘değişim-dönüşüm ve yeniden yapılandırma’ söylemlerinin kökeni ta 1938 ve nihayet 1960’lara dayanır. Turgut Özal tarafından piyasaya sürülen transformasyon bu “vatana ihanet örgüsünün” baba lisanı, yani İngilizcesi ya da Amerikancasıdır.
Sanki memlekette savaş varmış gibi; Sözde “barış” adına icat ve ihdas olunan menfur bir süreçte Türkiye Cumhuriyeti devleti, eş başkan (çok utanç verici bir tanım) eşkıyanın silah bırakması ve yurdu terk etmesi başlığında Türk düşmanı bebek katili Apo'nun himmetine çöktürülmüştür. Bu dayatma bir alçaklık, anarşi ve terör ile müzakereye kalkışmak ise tam bir acizlik, millete karşı küstahlık, insanlık düşmanlığı, hukuk katli ve rezilliktir. Mahpus bir eşkıya ile sözde Kürt (gerçekte Rum, Ermeni) kimliğine tanınacak statüyü teminen Atatürk'ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve onun Türk inkılâbı ve ilkeleri yönünde belirlenen “Vatan ve Milletinin ebed-müddet varlığı ile Türk Devletinin bölünmez bütünlüğü” üzerinden hangi kesintilere gidileceği müzakere ve münakaşa ediliyor. Hangi hak, cesaret, yetki ve cüretle? Yuh artık! Hal bu ki, “Müslim ve Gayri Müslim esasına dayalı Milli Devlet” statüsünden en ufak bir kesinti dahi Türkiye Cumhuriyeti’ni uluslararası hukuka bağdaştıran, hali hazır yaşanan huzur ve barışın teminatı olan Lozan’ın ihlali ve ilgasına yol açar. 
Üstüne üstlük, bu kalkışma veya namı diğer açılımda Devleti eşkıyanın önüne düşüren müzakerelerde, Kürt nüfusun var olduğu tüm coğrafyalarda uluslararası hukukun çiğnenmesi sorumluluğu göze alınmakta. Sızdıranlar bulunarak doğruluğu sabit olan “meşhut suç unsuru”  İmralı zabıtlarında Sırrı: “Rojava (Suriye Kürdistan’ı) için bir aktarımınız olacak mı?” diye sorar: “Suriye'de Kürtler iki tarafla da görüşsünler, kim haklarını verirse onunla çalışsınlar. Suriye demokratik kurtuluş cephesi olsun. Türk, Türkmen, Kürt, Arap hepsi, Suudi Selefiler çok tehlikeli, Esat küçük burjuva diktatörü. Suriye Kürtleri Barzani emrine girmez. Onun çizgisi farklı. Kürtler mutlaka bir öz savunma gücü oluşturmalı..” denilmekte..
Şu diyaloga, mücadele yerine yapılan “demokratik” müzakereye bakın!
Kesinliği ve doğruluğu net olarak kanıtlanan ve içeriği Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Halkı, Hükümeti ve Anayasasına karşı “tartışmasız suç teşkil eden” işbu tutanaklar hakkında Cumhuriyet’in Savcıları henüz suskun. Adalet cihazı ilgisiz, siyasi taraf tehditkâr ve baskıcı; Müzakereciler tam bir saklılık, gizlilik ve mahremiyet peşindeler. Adeta millet ve devletten gizli menfur bir pazarlık yapılmakta!
Karanlık gecelerin kâbusu, bu ihanet şebekeleri ve işbirlikçileridir işte… 
Şu anda Türkiye’de, “Türkiye Cumhuriyeti’nin varlık nedeni olan” Anayasa ve hukuk ihlali yönünde, söylem biçimi dahi ihanet içeren, anayasal ve yasal suç teşkil eden teşebbüsler var. Bu bilinçsiz ve güdümlü kalkışmalar Türkiye'yi çok büyük bir risk, ağır sıkıntı ve ufukta belirmiş nice tehlikeli badirelere sokuyor?
Hatırlamaya çalışın:
Temmuz 2012'de Suriye Kürt bölgesinde kendisini Kürdistan ordusu olarak tanıtan YPG; Haseke ve Kamışlı kentleri dışında tüm alanı ele geçirmişti. Kentlerde halk meclisleri ve yargı sistemi oluşturulmuş, dış güvenlikte YPG, iç güvenlikte polis ve yerel zabıta görev başı yapmış, meslek ve kadın örgütleri, eğitim ve halk evleri çalışmaya başlamıştı. Resmi sınırın bu tarafı Ceylanpınar’ın tam karşısında Serakaniye'de YPG güçleri ile Türkiye'den kumandalı Özgür Suriye ordusu arasında rejime karşı işbirliğini geliştirmeye yönelik ateşkes anlaşması Suriye Kürdistan’ında özerkliğin inşasına hız vermişti!
Karşı tarafta bunlar yapılırken, Türkiye Cumhuriyetinde de KCK’nın altyapısını oluşturmaya yönelik delege ve komite seçimleri yapılıyor; Yetkili ve sorumlu bir hükümete rağmen, sistematik olarak Türkçe coğrafi isimler Kürtçe’ye dönüştürülüyordu.   
Şimdi Apo'nun mektubunu Kandil'e götüren, ıkçı, ayrılıkçı ve sahrada teröristlerle kucaklaşacak kadar küstah, bölücü parti heyeti; Irak Kürt Yönetimini ziyaretinde Barzani yönetimi ile temasta. Barzani yönetimi kim? Otuz yıldır Türkiye ile deFAKTO savaş halinde olan aleni ve alçak, hain düşman!.. Dahası farklı ideolojilerde siyasi oluşumlarıyla Kürtlerin demokratikleşme hareketi perspektifinde kurumsal kimlikleri esasında birlik ve dirliklerini teminen ortak dil ile siyasal nicelik ve niteliklerini kazanması anlamında; Terör ve tedhişin hamisi, 27 Mayıs’ın mimarı.; İnsanlık haysiyeti, şeref ve soy yoksunu, alçak Batı tarafından yaratılan sözde Kürt sorununun çözülmesini destekliyor.
PYD'nin de barış sürecine dâhil edilmesi çağrısı yapılıyor!
Bu sıra, Türkiye'deki misafiri Irak'tan idam mahkûmu eski Cumhurbaşkanı Sünni lider Tarık el Haşimi, Sünni milletvekillerinin Şii Maliki hükümetinden çekilmelerini istiyor.          
O sıralarda rejim muhalifi Özgür Suriye Ordusu da Suriye-Irak sınırının kuzeyinde El Anbar / Akaşat'ta pusuya düşürdüğü Suriyeli ve Iraklı askerlere saldırıp ağır kayıplara neden oluyor. Yoksa bu bahaneyle Suriye cephesinin Irak’a genişlemesi mi isteniyor? Çünkü ABD, başta Türkiye ve Arap olmak üzere bütün Ortadoğu, ülkelerini kayıtsız-şartsız kendi sömürge alanı, pazarına katmayı hedeflemiş ve projelendirmiş bulunmaktadır.
BOP, BİP ve Arap Baharı denilen menfur plânların yegâne hedef v amacı budur.
Bunu teminen Amerika askeri gücünü yedekte tutuyor. Ekonomik ve siyasi gücü ile demokrasi, yetki devri, yeniden yapılandırmalar gibi benzeri yöntemlerle ulusal sınırları anlamsızlaştırmayı, Ortadoğu'yu “Yeni Osmanlı” sanal tutkalıyla güya herkese ortak vatan yapmayı hedefliyor. Oysa bu tam bir yalan, hile ve desise
Eş başkanlık yetkisi devrettiği sanılan (!), Ortadoğu'da insanların eşitlikle mi yoksa dikta ile mi bir arada olacakları gerilimini yönetiyor. Bu noktada, emperyalistlerin en büyük korkusu Atatürk'ün "Mazinin kararsız, çürümüş zihniyeti çöktü. Bütün dünya bilmeli ki, Türk milleti hakkını, haysiyetini, şerefini tanıtmaya kadirdir. Türk, vatanının bir karış toprağı için ayağa kalkar. Türk milletinin haysiyetinin bir zerresine, vatanın bir avuç toprağına vuku bulacak tecavüzün bütün mevcudiyetine vurulmuş hain bir darbe olacağını fark etmeyeceğini sanmak hatadır" ifadesi ibretle hatırlanmalıdır.
Ama bakınız, tam bir ihanet, şer ve şeamet skandalı var!
Aleni ihanet ve meşhut suç belgesi “İmralı tutanakları” etrafa saçıldığında Eş başkan  "Bana güvenin. Tek Millet, Tek Bayrak, Tek Vatan" diyor, bir yandan da ihanet şebekesi ile mücadeleyi rölantiye alıp müzakere ediyor. Ne elemli bir çelişki değil mi?
Diğer tarafta: "Tek Millet, Tek Bayrak, Tek Vatan" konseptinde acuze, zavallı İslam Konferansı Örgütü; Osmanlı Devletinin yıkılması ve halifeliğin ilgası ile başsız, etkisiz, güçsüz ve karmakarışık kaldığı düşünülen İslam ülkelerini dini esaslar, dini bir çekirdek etrafında toplanmış ümmet anlayışında devletler konfederasyonu olarak temsil ettiğini sanıyor... Oysa bu iddia bütünüyle yalan. En utan verici hakikat ise; Sözde İslâm devletleri adına “Örgüt temsilcisi” olanların çoğu, bir Yahudi tarikatı olan masonluk illetinin mensubu.
Mason Locasından mülhem ABD-İngiltere ve AB kullarında mürekkep ve çoğu ilmi toplantılarında bile “İngilizce” konuşulan bu deforme yapı, güya ümmetin dayanışması, siyasi - ekonomik-kültürel-bilimsel işbirliği ve Müslüman halkın hukuk ve haklarını savunmayı amaçlıyor. İslam Kalkınma Bankası ise güya İslam şeriatı yönünde ekonomik, mali ve bankacılık faaliyetleriyle ümmetin münferit ya da birlikte ekonomik kalkınmalarına ve sosyal gelişmelerine katkıda bulunuyor gibi görünüyor! Bunların hepsi yalan.
AB uydurması, Amerikan senaryosu ve yeni sömürge girişimlerinin iğrenç maskesidir. İşte bu yüzden, petrol ve maden dâhil olmak üzere, aslında bütün insanlığın ortak malı, doğal hak ve servetlerinin sahibi İslâm, Afrika coğrafyası şimdi yeniden talan ve tarumar edilmek,  yağmalanmak isteniyor. Karanlık kâbus budur. Bu karanlık ve kâbustan nurlu sabaha; Beşinci Cumhuriyetle değil; Ancak ve sadece Milli Devlet, Milli Hükümet ve Milli Şuur ile ulaşılır.  
Aksi takdirde “muktedir olmayı”, “diktatör olmak” biçiminle anlayanlarla değil.

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com 

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 21

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

BİLGİ ÇAĞI’NIN (!) BARONLARI

 
Vatandaş internette “açık mektup” yayımlamak suretiyle yakınıyor.
“Ben politikacı değilim, olmaya da niyetim yok. Ben zaten politik bile davranamam. Hatta o konuda özellikle beceriksizim. Ama anlatmam, açıklamam gerek. Yapılanların kötü olduğunu ve kötülüğün ağırlığını hissettirebilmek için.. Belki görülür, anlaşılır, fark edilir diye. Bana göre tarih bu günleri asla affetmeyecektir. Çünkü: Bu toplumu adına türban denilen bir kılıçla, kese kanata, yarıp ikiye böldü. "Velev ki siyasi simge, suç mu?" sözleriyle fitili ateşledi. Meseleyi özellikle bir kan davası noktasına getirdi. Söz verdiği gibi kendisinden olmayanı da kucaklamak yerine, tokatlamayı tercih etti. Artık kimse birbirini sevmesin, saflar derinleşsin, bıçaklar bilensin istedi. Ettiği her lafla bilerek, isteyerek nefret tohumları ekti.. Öfkeli. Kendinden olmayan herkese yukarıdan bakan tavrı var. Aslında duyduğu korkunç öfkeyi maskelemek için öfkeli. Çünkü sevgisiz. Öfke bir hitabet biçimidir, savunması sadece komiklik. ‘Öfke bir hitabet biçimi olsa da asla bir yönetim biçimi olamaz’ gerçeğinden bihaber. İşte bu yüzden her öfkeyle kalktığında zararla oturmakta! Çünkü hırsının sonu yok.
Her yer ve her şey benim olsun, herkes benden olsun istiyor. Kendisinden olmayana tahammül edemiyor, dayanamıyor, eleştirilere katlanamıyor. Bunca yıl şakşakçılara o kadar alışmış ki, AB müzakerelerine gittiğinde elinde koca bir hiç’le dönmesine rağmen “Avrupa Fatihi” manşeti atanlara öylesine güvenmiş, uçağına binenlerin hep kendisini alkışlayacağına o kadar emin ki, en ufak bir eleştiride çığırından çıkıyor, saldırganlaşabiliyor.
Çünkü o, savaşta her şeyin mübah olduğu bir ekolü temsil ediyor; Dini de, dindarlığı da, bir tek kendinden yana olanlara ait sanıyor. Onun için inanmanın tek şartı baş örtmek.
Çalan da, çırpan da, yiyen de, yediren de; satan da, sattıran da türbandan yanaysa mesele yok. Her biri bilmem kaç yüz dolarlık has ipek örtüler takmış eşleriyle İslam bir tek onlarınmış gibi davranıyorlar. Yerine göre ulema kesilip, büyük kalabalıkları saf, samimi, temiz ve yürekten inanan insanları inancından soğutuyor ve İslam’ı kendilerine mal etmeye çalışıyorlar. Ama gerçek şu ki, çok yanlış yapıyor, yapıyorlar.
Çünkü gerçekleri konuşmak yerine mazlum ve mağdur edebiyatına sığınıyor. işler ters gittiğinde ise, o yanık sesiyle, izan, insaf ve adapla ezilmiş halk kahramanını oynuyor. Eğer ezilen halkın kahramanı olmaksa niyet, kendisi ve şürekâsının gemilerini, villalarını, bitmek bilmeyen dünyalıklarını nasıl açıklıyor? Bu halk bir torba kömüre, iki dize şiire kendisini halk kahramanı yapar diye düşünüyor Çünkü bu halk aç, çaresiz, işsiz ve kimsesiz. Ama ya "Gayri yeter" derse! Bir gün gözü açılır da, o bir torba kömür karşılığı kimlere ne tavizler verildiğini görürse! O bir torba kömür için çekilen peşkeşleri fark ederse. "Neden elektriğe, suya, gaza, yola bu kadar para veriyorum?" diye sorarsa! Benzinin neden çok pahalı diye merak ederse!
Hani olur da bir gün gözü açılır da gerçekleri görürse Hiç mi korkmuyorsunuz?
Dedim ya onu tarih affetmeyecek. O ki, adaletten, hukuktan, kul hakkından korkmaz. Ama tarihten korkmalı Çünkü ellerinde Türkiye'nin kanı var. Ellerinde türbanı kılıç yaparak kanatarak, yara-yara ortasından ikiye böldüğü Türkiye'nin kanı var. İşte bu yüzden, onu tarih hiç affetmeyecek.” Bu, halktan birinin serzenişi... Mektup internette dolaşıyor okunabilir.
TC ‘karşılıklı sevgi, saygı, anlayış ve barış’ üzerine kurulu bir Halk Devleti’dir.
Atatürk’ün, despotizm, sulta ve zorbalık anlamına gelen ‘devrim’ yerine, toplumsal konsensüs’e dayalı ‘İnkılâp’ı tercih nedeni budur. Kanıtı TBMM’de kazılı “Egemenlik kayıtsız, şartsız Milletindir” vecizesi olup;.Devlet idaresinde “sevgi-saygı, adalet, eşitlik ve hukuk esastır "insani boyut ve bilinçli toplum" Türk halkının hakkı, bir Cumhuriyet projesi ve milletin “muasır medeniyet seviyesini aşma” idealidir. Çünkü, darbelerle dayatılan, “Bundan böyle asla, bir Atatürk çıkartamayacak (pasif, palyatif, bilinçsiz ve paralize) toplum yaratma” emeli güden, sözde “bilgi çağının baronları” fiilen bitmiş ve tükenmiş, ülkemiz ve dünyayı da tükenme noktasına getirmişlerdir. Yukarda açıklanan mektup bir örnek... Hakikat: Türk halkı’ nın sinesini parçalayan ıstırap ve çile, diğer tarafta ‘yalan-talanla’ saltanat süren baronlardır.
"İyi, Namuslu, Dürüst ve Demokrat olan kazansın. Bilerek ve 'bilinçle' KÖTÜ'lere oy verenler ve kötüler kahrolsun." AMİN
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com 

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 22

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

BİR MÜŞAVERE VE "İNSAN" HAKKINDA MÜZAKERE

 
30 Haziran 2009 Salı
Çok Sevgili ve Değerli "Gamze Erkök" Hanımefendi Kardeşim;
Tartışma (müzakere ve mütalaa) konumuz İNSAN'dır.
Biz, insan'ın "iyi" olduğunu ve sadece "iyi, namuslu, dürüst, demokrat, adaletli ve faziletli" varlıkların "insan olduklarını" fıtraten (yaradılıştan, doğallıkla) bilenlerden ve "iyi bigiyi", yani İLİM'İ bizzat yaşayan ve yaşatmaya çalışanlardanız.
Bu muhteşem frekans uyumu da açıkça göstermektedir ki, SİZ'de, yüksek bir varlık ve gerçek bir İNSAN'sınız. Kutlarım.
Şiarımız: "Göründüğümüz gibi olmak ve Olduğumuz gibi görünmektir" İçten saygı, kalbi teşekkür ve başarı dileklerimle.
Mustafa Nevruz SINACI
 
EY, ADININ ADAMI "HAMİYET"
(Sahip çıkan, koruyan ve kollayan, insaf, ilim ve merhamet sahibi) HANIM!
Güçlülük asla haklılık nedeni değildir. Kesinlikle olamazda.
Bilakis "güç" adalete dayalı olursa yaratıcı kuvvet; Aksi taktirde, yıkıcı istibdat, yakıcı zulüm ve alt varlıklarca icra olunan sömürü, işkence ve tahrip aracı haline gelir.
Keza, SAYGI evrensel denge (stabilizasyon) unsuru olup, esas itici güç ve yapıcı-yaratıcı faktör SEVGİ'dir.
SEVGİ, gerçek anlamda ilahi kaynaklıdır.
Adalet ve fazilettir.
İşte gerçek güç budur.
Yani, haklılık ve doğruluktan yükselen aksiyon ve irade.
Meşruiyet de (bu) adalet (GERÇEK GÜÇ) ile kaimdir.
Adalet aynı zamanda evrensel işleyiştir.
Diğer bir anlamda nizam-ı alem.
Yani, doğal denge.
Yani, canlı-cansız, insan-hayvan, vahşi-ehli, kendiliğinden mevcut her ne varsa (mevcudat) tamamını içine alan ve istisnasız kapsayan eko-sistem.
SONUÇTA:
Eko sisteme sahip ve saygılı olarak dünya ve evreni imar ve tamir edenler:
Evrensel saygı, sevgi ve adaleti'in kudreti = haklı, doğru ve yerinde olan güç;
Tahrip ve tarümar eden, yalan, talan, hırs ve ihtirasla yakıp-yıkan negativite (afet-felaket); Yasa, hukuk, ahlak ve adalet dışıdır.
O, İnsan, hayvan, canlı-cansız her şeye zarar veren'in derhal konrol altına alınıp, talim ve terbiye edilemediği (insan'a dönüştürülemediği) taktirde derhal imha edilmesi gerekir.
 
KISSADAN HİSSE:
Aramızda suret-i hak'dan görünerek dolaşan;
Ancak, insanlık-ADALET, Sevgi-Saygı, Hürmet ve Muhabbet ve dahi HAYVANLIK dışı olan: Rüşvet-iltimas, ayırma-kayırma, yolsuzluk-suistimal, görevi kötüye kullanma, gasp-irtikap, vergi dahil her türlü kaçakçılık, anarşi-terör, cana-mala ve ırza tasallut ve tecavüz FAİL, SUÇLU ve potansiyel eğilim sahipleri asla insan değidirler.
Bunlara 'hayvan' da denilemez, zira hayvanların her türü onlardan daha şereflidir.
Onlar insanlar ve hayvanlara karşı acımasız, zalim, duyarsız, adaletsiz ve apaçık DÜŞMAN oldukları için; "İNSANLAR VE HAYVANLAR ALEMİNDEN" acilen ve derhal "DIŞLANMALARI" mutlak bir zaruret, meşru bir hak ve insanlık adına vecibedir.

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 23

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

BİRİ YALAN, ÖTEKİ YILAN

 
Yavru Vatan Kıbrıs'ta oyun, düzen, hile ve desise bitmek bilmiyor. Türk, Türkiye ve TSK karşıtı milli dava düşmanı vatan haini, gaflet, dalâlet ve ihanet içindeki gürüh her gün yeni bir  şer ve şeytanlık üretmekte. Maksat KKTC halkının hür ve hükümran bir devlet veya Anavatana katılım arzusunu, inancını ve direncini kırmak. Kişisel hırs, ihtiras, ahlâk ve yasa dışı edinim uğruna sınırları kaldırmak, tıpkı Yunanistan örneğinde olduğu gibi şerefli ve şanlı Türk Ordusunun zaferi ve şehit kanları üzerine bir şeytan imparatorluğu kurmak. 
Gerek Ana vatan ve gerek yavru vatan Kıbrıs'ta Türk milleti için en büyük tehlike, kahir ekseriyeti dönme, devşirme ve nesebi gayrisahih unsurlardan oluşan (muhtemelen Rum, Ermeni ve İbrani kökenli, mason, misyoner, ateist, pagan, sabetay) unsurların dış düşmanlarla iştirak ve işbirliği halinde yürüttükleri projelerdir. 
Bu projelerin tamamı "menfaat odaklı" ve küresel sermayeye hizmet amaçlıdır.
Mezkür çıkar gruplarının dini imanı paradır. Kirli-kara paradan başkaca mukaddesleri yoktur. Annan Plânı oylamaya sunulurken KKTC'de yaptıkları gibi, halkı kandırmak, yasa, insanlık, adâlet ve ahlâk dışı izolasyonlarla bunalttıkları insanları tuzağa düşürmek suretiyle menfur emellerine alet edebilmekten başkaca bir kaygıları da yoktur. Dönem itibarıyla müftü dahil, pek çok din adamını da kirli emellerine alet ettikleri malum olmakla;
Şimdi de yıllardır uyguladıkları hain psikolojik savaşın yeni versiyonlarını yürürlüğe koyma çabası içindeler.
Bakınız, Kıbrıs'tan değerli mücahit, yiğit "Asena" sevgili dost ve Türk kardeşimiz Emete Gözügüzelli (Ayşe Kocatürk) bize gönderdiği mail'de neler anlatıyor:
"Son günlerde KKTC'nin Ulusal Kanalı Bayrak Radyo Televizyon kurumunda 29 Mart 2007 gecesi yayımlanan "Duvarımız" belgeseli ile aşağılanan Türk halkı ve işgalci olarak gösterilmeye çalışılan Türk ordusuna sahip çıkmak isteyen Kıbrıs Türk halkı BRT'de meydana gelen olaylara tepkisini göstermek için BRT önüne siyah çelenk koyarak tavrını koydu. Hatırlanacağı üzere, 1994 yılında Niyazi Kızılyürek ve Panikos Chrysanthou tarafından çekilen "Duvarımız" adlı belgesel anılan tarihten günümüze kadar geçen zamanda hiçbir şekilde KKTC'de yayımlanmasına müsade edilmemişti. Ancak tüm Avrupalı devletler ve Amerika'da belgesel gösterime sunulmuştu.
Güney'de iki toplumlu etkinlikler adı altında Dali Belediyesi girişimleri ile belgeseli ilk kez gösterime sunulur.. Anılan gösterimi izlemek için ise adanın kuzey ve güneyinden siyasetçiler davet edilirler. Filim gösterildikten sonra begesel iki tarafın  politikacılarının tartışmasına açılır. 1997 yılına gelindiğinde Niyazi Kızılyürek ve Panikos Chrysanthou Türkiye'de İstanbul'da Türk-Yunan komitesi tarafından iki senede bir "iki halk arasının daha iyi anlaşılmasını teşvik etmek için" çaba sarf eden siyasetçi, sanatçı, akademisyenlere verilen ödüle layık görülür ve İpekci ödül dağıtımlarında ilk kez iki "Kıbrıslı"nın ödül alması gerçekleşir. 1997 yılında Maria Chrysanthou imzası ile "İki kıbrıslı İpekci ödülü ile mükafatlandırıldı" başlıklı Kıbrıs Haber Ajansında yayımlanan yazıda "İstanbul'da kalış süresinde Chrysanthou ve Kızılyürek Rum Ortodoks Kilise Pariği Bartholomeos ile de görüşmüşlüklerini" yazar [1]. Anlaşılan Bartehelemos her iki "Kıbrıslı" yı kutsayarak yaptıkları belgeselde duydukları başarıdan ötürü kendilerini kutlar.
O dönemde Kıbrıs Haber Ajansına (CNA) konuşan Niyazi Kızılyürek aldıkları ödülden duydukları memnuniyeti dile getirirken "fakat özellikle de bu Türkiye ve Yunanistan içerisinde filimin sunumu için kapılar açılacaktır"derken "eğer birileri Kıbrıs sorununu Türkiye'de bir tabu olarak düşünürse, ödülün verilmesi ile konu hakkında bir tartışmanın açılacağı bir şans verecektir. Kıbrıs sorununda Türkiye'de ilk kez bir Kıbrıs Türk ve Rumu bir araya gelerek 'barış' konusunda savunma yapmışlardır."demiştir. 
Maria Chrysanthou ilgili yazısında Duvarımız filiminin Yunanistan'daki Atina Polytechnic ve Amerika'da New York Üniversitesi ve Harvard gibi birçok yerde izlendiğini ve çok olumlu yorumlar yapıldığını belirtirken, "duvarımız" bir Fransız Alman kanalı olan ARTE ve Alman ZDF kanalında "iki grup arasında anlayış ve dostluğun ilerletilmesi" amacı için sunulduğu iddia etmiştir. Filme  BBC 9 haberleri, Avrupa TV networku Euro-haberleri özel bir oturum ile "Duvarımız"a destek verildiği ifade edilirken  "Bu yılın sonunda sinemalarda Kıbrıs'ta filimin gösterilmesi beklenmektedir." yorumunda da bulunmuştu.
Kızılyürek ve Chrysanthou  hazırlamış oldukları "Duvarımız" belgeselinden sonra Batı dünyası ve özellikle de Türkiye'deki TÜSİAD yetkililerince büyük destek almışlardı. 2005 yılında gelindiğinde TUSİAD "Kıbıs Açmazı: Yeni bir hamle için Umut"  başlığında 2 Kasım, 2005'de Fairmont Hotel, Washington, DC'de bir konferans düzenler. Anılan toplantıda TUSIAD Amerikan temsilcisi Abdullah Akyüz, Amerika'dan Matthew J. Bryza, Gergetown Üniversitesinde Türk Çalışmaları Enstütüsünün İdari Direktörü David Cameron Cuthell Jr., KKTC Parlementosundan CTP'den seçilen ve Meclis Başkanı olan Fatma Ekenoğlu ve Doğu Akdeniz Üniversitesinde öğretim üyesi Gül İnanç katılırlarken Rum tarafındaki üiversiteden Niyazi Kızılyürek  de konuşmacı olarak davet edilmiştir.
Türkiye'deki TUSIAD çalışmaları içerisinde olan ve ayni zamanda Bilgi Üniversitesinde akademisyen olan Soli Özel  de İstanbul'dan toplantıya katılır. Conflict Resolution çalışmalarının KKTC ve Avrupa'da eğitimini veren ve KKTC'de bu alanda birçok seminerler düzenleyen Doğu Akdeniz Üniversitesi öğretim üyelerinden Ahmet Sözen  de DAÜ'deki
Kıbrıs Politik Merkezi direktörü olarak konuşmacılar içerisinde yer alır. [2]
Soros Vakfının uzantıları olan ve vakfın çalışmalarına büyük destek veren TUSIAD, Bilgi Üniversitesi gibi sivil ağların uzantısının gerisinde ortaya çıkan isimlerin çalışmalarına bakıldığı zaman da durum daha açık ve net olarak görülüyor.
2007 yılına gelindiğinde KKTC'nin ulusal yayın kanalı olan Bayrak Radyo Televizyonu' [3]nda 29 Mart gecesi "Duvarımız" adlı belgeselin özellikle de terör örgütü EOKA'nın kuruluş gününden birkaç gün önce yayımlanması tesadüf değildir. 
Daha önce 1997 yılında anılan belgesel BRT'de yayımlanması istenmiş ancak dönemin makamları tarafından kabul görmemişti. Görüldüğü üzere Mayıs 2000'den de anlaşılacağı üzere "Duvarımız" adlı filim o dönemde oraya katılan KKTC'deki bazı siyasilerin belgeseli izleyerek tartışmasına açılmıştı. Sonuçta tarafların anılan belgesel üzerinde uzaklaştıklarının en güzel göstergesi bahse konu filmin  2007 yılında 29 Mart akşamı KKTC'nin ulusal yayın kanalı Bayrak Radyo Televizyonunda gösterime sunulması ile sonuçlanması ile görüldü. Peki anılan belgesel nasıl içeriktedir? Neden daha önceki Türk idarecileri anılan belgesele müsaade etmemişlerdi. Neden Dali'deki iki toplumlu etkilikler programında iki taraftan katılan siyasetcilere 2000 yılında anılan belgesel gösterime sunularak  görüşlerinin alınması ve aralarında uzlaşı yaratılması hedeflenmişti?
Bahse konu Belgeselin içeriği;
Belgeselde adadaki Türkiye ve Türk askeri işgalci, TMT ise vahşet yapan bir kuruluş olarak anlatmaktadır. (Olayın en dehşet verici tarafı ise, bu belgeselin KKTC'nde ve CTP' nin yönetiminde resmi devlet televizyonundan yayınlanmasıdır. Türk halkı buna şiddetle tepki göstermiş, sorumluları kınamış ve fakat hükümetten ses çıkmamıştır. İşin en tuhaf tarafı da budur. RTE hükümetinin Annan Plânı sırasında, bu menfur plânın kabul edilmesi ve iki tarafın birleştirilmesi yönündeki çabaları ile CTP' nin taraf olduğu müteakip seçimler ve bilhassa "Milli Kahraman" Dr. Rauf Denktaş'a karşı sürekli hale gelen dışlayıcı tutum endişe yaratmaktadır. Şu halde, Ana Vatan halkının ezici çoğunluğu "YA İSTİKLÂL YA ÖLÜM" diye haykırır ve  öncelikle "Tam bağımsız, hür-hükümran ve tanınmış" KKTC'ni isterken; Analitik oy bazında % 22.5'un temsilcisi ve meşruiyeti başından beri tartışmalı bir hükümet nasıl olur da, 'birleşme ve bütünleşme' isteyebilir ?
Kaldı ki, bu şartlarda en ideal çözüm: Tarihi ve yasal haklarımızı kullanmak suretiyle ilhak ve KKTC’ni 82. inci vilâyet olarak anavatana katmaktır. İç siyasette daima milliyetçilik, demokratlık ve muhafazakârlıktan dem vuran AKP Kıbrıs konusunda çok daha dürüst, onurlu, tarihe saygılı ve sorumlu olmak zorundadır.
Bu bağlamda, yaşananlara karşı takınılan tavır Türkiye adına utanç vericidir.) 
Dış unsurların KKTC’nin ortadan kaldırılarak Kıbrıs Türklerinin güneydeki “Kıbrıs Cumhuriyeti”ne entegre olmalarını istemelerinin bir parçası da adada yürütülen psikolojik savaşın bir parçasını oluşturuyordu. Nede olsa izlenecek olan belgesel yeni beyinleri kontrol altına almayı umuyordu ve buna kendi ulusal yayın organımız destek verecekti.” Oysa;
           Her şeyden önce, bu gün KKTC’de yaşayan Türkler kadar, barış, huzur, emniyet ve güvenle hayatını sürdüren Rumlar da, bu ortamı TMT ve 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ve Türk Ordusuna borçludurlar.  TMT ve Türk Ordusuna işgalci diyenler kesinlikle Türk, insan ve her hangi bir inanç mensubu olamazlar. Dayandıkları ve cesaret aldıkları güçler de yasa, ahlâk ve insanlık dışıdır. Bunun artık böyle bilinmesi ve gereğinin buna göre yapılması gerekir.
            Şu anda KKTC ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi iştirak ve işbirliği bağlamında olup bitenin en açık ve en doğru biçimde şöyle tanımlanması mümkündür:
            GERÇEKLER SAPTIRILMAKTA VE YALAN SÖYLENMEKTEDİR
            Evet, GKRY ile KKTC yönetimini şimdilik ele geçiren grup, tarihe karşı suç işlemekte ve alenen hadiseleri saptırıp yalan söylemektedirler. Emete Gözügüzelli’nin 1. bölümde yer alan ve devamını daha sonra vereceğim yazısında vurgulandığı gibi; Bunların ağzında yalan ve torbalarında yılan bulunmaktadır. Maksat, her ne pahasına olursa olsun şehitlerimizin kanı ile sulanan kutsal Kıbrıs toprağını MEGALO İDEA’ ya peşkeş çekmektir. 1948’lerden bu güne Yunanistan’ın tek hedef ve yegâne amacı İLHAK’ tır. Atatürk’ün Türk milletine vasiyet ve emanet ettiği yol ise Kıbrıs’ın ilhakıdır. Lâkin zamanla bu “YA TAKSİM YA ÖLÜM” e dönüşmüş; Şu anda dış politikada zaafiyetle malul ve AB’ye medyun yönetim ise bunu dahi telâffuz etmekten aciz hale gelmiştir.  
            Ama, asla tarih yalan söylemez. Burada bir kısım önemli ve bilinmesi gerekli tarihi gerçekleri tekrar değerli dikkatlerinize arz ediyorum. Lütfen bakınız:
 
“MİLLİ DAVA KIBRIS, TARİHİ OLAYLAR VE GERÇEKLER
 
Kıbrıs, Büyük ATATÜRK' ün "Güneş Dil" teorisinde belirtildiği üzere; Evveli Türk-ahiri Türk ve 1878'e kadar 300 sene 8 ay ve 19 gün resmen Türk hakimiyetinde kalan, Anadolu'nun ayrılmaz parçası ve mütemmim cüzü olan bir vatan toprağıdır. Hattâ jeolojik olarak binlerce sene önce İskenderun körfezinden koparak bu günkü yerine kaydığı; Diğer bir efsaneye göre de, bir vakitler Anadolu ve Suriye ile birleşik Atlantis yurdu (kıtası) iken, (gurur ve kibirden ileri gelen) malum felâket sonucu bağlantıların çökerek yere battığı ve 1974 harekatına imkân veren Londra-Zürich ve Garanti antlaşmalarının mimarı ve "Kıbrıs Milli Davasının sahibi" Demokrat Partidir. (Bayar, Menderes, Zorlu) Uluslar arası kabul ve onaya sahip bu anlaşmaların esası, iki toplumlu ve eşit haklara dayalı bir federasyon ve iki kurucu devlet amacı, espri ve yaklaşımına dayalıdır.
Varılan nokta itibarıyla bu anlaşmalar çok büyük bir tarihi başarı olup; Lozan anlaşmasına rağmen Türkiye’ye sürekli bir hak ve hattı hareket imkânı sağlamıştır. Öngörülen amaç ve tam bir kararlılıkla uygulanan strateji gereği, asgariden aynı görüş muhafaza edilerek atide (gelecekte) Yunanistan ve AB yanlısı girişimlerle bu garantörlüğün izalesine kesinlikle izin verilmeyecek ve yürütülen görüşmelerden olumlu sonuç alınamaması halinde "ilhak" politikası devreye sokulabilecekti. Hazırlanan ortam buydu. Aksi takdirde, tarihi hakların hiç birisinden vazgeçilmesi asla ve kesinlikle düşünülmedi. Düşünülemezdi.  Türkiye ile Kıbrıslı Türk kardeşlerimizin lehine olmayan hiçbir anlaşma ve uygulama kabul edilemezdi. Rıza gösterilebilecek nihai çözüm ise; Mevcut topraklardan kesinlikle taviz verilmeksizin "taksim" veya “ilhak” dı. 1960 sonrası hükümetlere tevarüs eden miras budur.
1974 “barış harekâtı” bu ortam ve yasal imkân kullanılarak haklı, doğru ve uluslar arası meşruiyeti varit bir müdahale biçiminde yapıldı. Zamanın ve müteakip dönemlerin aciz ve zavallı hükümetleri yanlış yapmasa idi; Bu gün Kıbrıs’ın tamamı Türkiye’nin olabilir ve yaşanan bunalım ve buhran pekalâ ortadan kalkabilirdi. Fakat, harekâtın yarım bırakılması, istikrarlı ve tutarlı bir politika izlenmemesi, nihayet AB ile yapılan Gümrük Birliği anlaşmasında Kıbrıs konusunda taviz verilmesi “Milli Davayı” baltalamış ve birbirini takip eden ihanetler sayesinde bu günlere kadar gelinmiştir.
Kıbrıs tarihinin efsane isimlerinden Doktor Fazıl Küçük ve Dr. Rauf Denktaş yukarda açıklanan ve Atatürk’ün ortaya koyup Menderes’in hayata geçirdiği politika’ nın sadık ve samimi müdafileridir. Doktor Fazıl Küçük neyse ama, bu süreçte tam bir vefa ve fedakârlık örneği veren Dr. Rauf Denktaş çok rencide edilmiş ve Kıbrıs davasına büyük oranda zarar verilmiştir. Bu çok maksatlı, AB güdümlü, milli duygulardan ari ve şuursuz bir politikadır.
Özellikle, Annan plânının oylamasında üstlenilen risk, gün alma pahasına tekrar  tekrar verilen taviz ve ivazlar, bugün itibarıyla davayı rayından çıkartmış ve içinden çıkılmaz hale getirmiştir. Dahası, Kıbrıs’ın BOP ve BİP projelerinde odak noktası haline getirilmesi, stratejik önemini kat be kat arttırmış ve her ne pahasına olursa Türkiye’ den kopartılması hedeflenmiştir.  Türkiye buna asla göz yummamak ve izin vermemek zorundadır. (4) 
Bu notu verdikten sonra Ayşe KOCATÜRK’ e dönüyoruz. Şöyle devam ediyor:
“Tüm bu hadiseler gerçekleşirken GKRY Dışişleri Bakanı Yorgus Liliakis bir açıklama yapar:
“Kıbrıs Türkleri azınlıktırlar, adada Kıbrıstaki Türk azınlığın siyasi ve  ekonomik ambargo altında olduğunu iddia etmeleri anlamsızdır, çünkü bu ambargo ‘işgal’ sonunda meydana gelmiştir.”
Liliakis tüm bu açıklamaları yaparken güneyle birlikte ortak vatan birleşik Kıbrıs diye mücadele yürüten Sayın Kızılyürek neden Padopulos’a ve Kıbrıs Türklerini azınlık görenlere karşı sessiz kalıp, adadaki Türk askerini işgalci olarak göstermeye çalışıyor?
Bugüne kadar gelinen süreçte KKTC hükümetinin konu ile ilgili açıklama yapmaması oldukça üzücü ve düşündürücüdür. “Çav bella Yurdum İşgal Altında” dinletisi eşliğinde Rumlarla ortak kurultay yapan CTP adada Türk askerine bakışını açık ve net bir şekilde açıklaması gerekmektedir.
Kimler neye hizmet etmeye çalışıyorlar?
KKTC’deki Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri Komutanlığına karşı CTP yönetimi ile başlatılan saldırılara insan hakları, empati, demokrasi gibi kavramların arkasına sığınılarak dış unsurlara hizmet etmektedir.
            Korgeneral Hayri Kıvrıkoğlu komutanımız bu adaya bastığı günden bugüne değin geçen sürede yapılanlara karşı Kıbrıs Türk halkını asla ezdirmeyeceği, her şekilde güvenliklerini tesis edeceklerini ve KKTC Devletini ilelebet yaşatılması için mücadele vereceklerini belirtmiş ve gereğini de yaptıklarını kanıtlamıştır.
            Türk askerine karşı başlatılan gizli ve sinsi saldırılar Lokmacı krizinden öncesine dayanmaktaydı. Bu saldırıya geçenleri en güzel şöyle tanımayarak şunu demekte fayda var;
 
HEYBESİNİN İKİ GÖZÜ VAR. BİRİ YALAN DOLU ÖTEKİ DE YILAN...
 
Evet Kıbrıs’taki idarecileri özetle tanımladık.
Yoksa Anavatan’da da bunlardan var mıydı?...
           ANAVATAN ABLUKA ALTINDA
            Mücahit kardeşimiz Emete’ye, son sözlerine cevaben Anavatan hakkında diyeceğimiz şudur: “Evet, Anavatan da da, orada olduğu gibi gaflet ve dalâlet ve hattâ “KKTC’nin Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile birleşmesini isteyecek ve bunu tahrik ve teşvik edecek kadar hıyanet içinde; Genel kurullarında İstiklâl Marşı yerine Ermeni şarkıları çalacak ve söyleyecek kadar ihanet içinde olanlar maalesef vardır. Üç günde 10 askerimiz şehit edilmiş ve halâ kuzey Irak'a girilmemiştir. 
Fakat, bu tarih boyunca olagelen bir durumdur.Bize göre olağan ve doğaldır.Olacaktır. Esas önemli olan: Aziz ve Necip Türk Milleti’nin “Vatanına, İnsanına, Toprağına, Bayrağına, Hürriyet, Adalet, Cumhuriyet ve İstiklâline ‘hakkıyla ve lâyıkıyla’ sahip çıkması; Türk inancı ve kültürünü tahkim etmesi; “Önce İnsanım, Sonra Türk ve Müslüman” bilinci içinde insanca bir hayat sürmesidir. Zira, Türk milleti ve İslâm alemine düşmanlık besleyenlerin hiç birisi insanlıktan nasip almamış hırsız, yolsuz ve soysuz yaratıklardır.
Türk Milletinin duası, onların da insan olması istikametindedir. Bunun için Büyük Önder ATATÜRK: “Türk Demek: Türkçe düşünmek, Türkçe Konuşmak ve Türkçe yaşamak’ tır. Ne Mutlu Türk’üm Diyene” demiştir. Türkiye; Bütün dünya ve uzay Türklüğünün kalbi, kafası ve beynidir. Bu misyon ayakta kaldıkça ve bu akideyi şuurla yaşayan Türkler durdukça, dahili ve harici bedhahların muvaffak olması düşünülemez.   
Kıbrıs konusunda Türk milleti'nin nihai fikri ise: "YA İLHAK YA ÖLÜM" dür biline...
 
[1] http://www.hri.org/news/cyprus/cna/1997/97-06-02.cna.html
2 http://www.tusiad.us/content/uploaded/cyprus%20forum%20bios-Nov%202-2005.pdf
3 Bilindiği üzere, Bayrak Radyosu, 25 Aralık 1963 tarihinde Rumların ada Türklerini Kıbrıs Cumhuriyeti’ nden dışlaması üzerine, Kıbrıs Türkünün sesini dünyaya duyurmak amacıyla mücahitler tarafından küçük bir garajda akülerle yayına başlamıştır. Barış Harekâtı’nın gerçekleştirildiği 1974 yılı sonrasında yeni bir yapılanma içine giren Bayrak Radyosu, 1976 yılında televizyon yayınını da başlatmıştır. 1983’te KKTC’nin kurulması ile birlikte çıkarılan bir yasa ile, özerk bir kurum statüsüne kavuşarak, “Bayrak Radyo Televizyon Kurumu (BRTK)” adını almıştır. BRTK’nın yatırım projelerine Türkiye tarafından önemli mali destek sağlanmaktadır.
4 Mustafa Nevruz SINACI, BELDE Gazetesi, Ankara
5  Haber, Emete Gözügüzelli, (Ayşe Kocatürk) KKTC, Lefkoşa

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 24

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

BU MECLİS “İÇ SAVAŞ” ÇIKARIR

 
Aslında, her ne kadar adı ve kurumsal anılış biçimi “Türkiye Büyük Millet Meclisi” ise de, bu şanlı ad’ın kadim mana ve tarihi muhtevası ile “parlamenter” namıyla maruf kutsal çatı altında iş görenler, taban tabana aykırı ve inadına zıttır. Özellikle “Kurucu Meclis” vasfı ile efsanevi “Milli Mücadele ”den mütevellit  “Gazi” unvanıyla müseccel ve “İslâm Halifeliği şahsında mündemiç” yüce bir isimle müsemma olma (ad ile örtüşme) yönünden, (mevcut hal ve cari durum itibarıyla) aralarında çok büyük çelişkiler bulunmaktadır.
Çok kısa, özel ve özne cihetiyle tarihe bakalım. Şöyle ki:
“İlk başkanı Mustafa Kemal (AtaTürk) olan TBMM, son “hür ve hükümran” Türk devleti “Türkiye Cumhuriyeti”nin kurucusudur. Kuruluş amacı ile varlık nedeni bakımından “Millet adına tek egemendir.”  Millet Meclisi’nin üzerinde hiç bir güç, hiç bir irade, vesayet veya makam yoktur. Yasama, yürütme ve yargı dâhil,  adı ‘kuvvetler birliği’ veya ‘kuvvetler ayrılığı’ (isim ve biçim her ne olursa olsun) nihayetinde bütün hak, kuvvet ve yetkilerin tek ve yegâne sahibidir. Zira yargı, yasama ve yürütme (icra) gücü: Milli “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” umdesi gereği Türk Milleti’ne aittir. Türk Milleti; Türkiye Cumhuriyeti’ni fiilen kuran ve “Milli Mücadele’yi” yapan millettir. TBMM’nin üstünde bir güç tanınamaz. TBMM Gazi’dir. Milli Kurtuluş Savaşını sevk, idare ve idame etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve TBMM Ebed müddettir, devamlılık arz eder. Şiarı: adalet ahlâkı, kadim gelenekler, hukuk, hakkaniyet, egemenlik ve insan haklarına saygı muvacehesinde tam bağımsızlıktır.
1923-1946 yılları arası meclis iki dereceli sistemle oluşurdu.
Buna göre: “İntihabı evvel” denilen birinci derecede: Önce bizatihi halk tarafından, yörenin en namuslu, dürüst, tahsilli, terbiyeli, seviye ve seciyesi (ahlâk ve karakteri yüksek) vatandaşlar arasından delege seçilir; Bu delegeler de “yöreye isabet eden vekil sayısının iki katı” aday adayı belirlerdi. İkinci derece olan “intihabı sani” aşamasında. Vilâyet delegeleri tarafından ilçelerden gelen adaylar arasından, “İl Vekil Sayısı” kadarı fiilen seçimlere katılır ve Ankara’ya gönderilir; Yani seçilenlerin istisnasız tamamı Millet Vekili olup; İki dereceli sistem gereği doğrudan halk tarafından ve yerinden seçilip Meclise gönderilirlerdi.”
1946’da Halk Partisi tarafından ilk kez “tek dereceli” seçim öngörüldü. Partizan ve Jandarma teminatlı “Açık Oy Gizli Sayım” esaslı bu usul; Yalnız Türkiye’nin değil, belki de dünya tarihinin en iğrenç seçim sahtekârlığı, (tam bir alçaklık, hile ve kalleşlik) olarak siyaset tarihine geçmiştir. Ancak, bundan sonradır ki; O’da, daima itiraz, muvazaa, şikâyet, şaibe ve tartışma konusu olacak biçimde uygulanan “yargı gözetimi” ihdas edilmiştir.”
Şimdilerde kullanılan bilgisayarlı sistem ise: Tam bir sır, gizem ve şaibeden ibarettir.
Halkın vekil seçiminde artık hiçbir dahli yoktur. Resmi delege seçimi, önseçim veya teşkilât yoklaması bile yapılmamaktadır. Evvelinde telâffuz bile edilmeyen (kürsü masuniyeti hariç) dokunulmazlık, ayrıcalık ve imtiyazlar “Millet Vekilliği” kurumunu lekelemiş, şaibeye bulamış, yok etmiş ve kurutmuştur. Halkın kanaatine göre: Şu haliyle parlamentoda “vesayet, sulta, cunta ve dikta” hâkimdir. Devlet idaresinde milletin vekil ve iradesi yoktur.  
 Dolayısıyla bunlar, memlekette ne huzur, ne asayiş, ne milli birlik ve ne de Misak-ı Milli bırakmaz. Bu gidiş ülkeyi adım adım iç savaşa, bölünmeye götürür. Eğer millete vekâlet edenler, etnik fanatizme sarılırsa, yıllarca, silah olarak kullanmak istedikleri etnik kökenlerini fırsat buldukça, Türk düşmanlığına yöneltirlerse, bunun sonucu kesinlikle iç savaştır. Evet, bu emare kıstasları maalesef böyle, öyle yapıyorlarsa (ki, öyle) bu vekiller, devletin zayıfladığını gördükçe, içlerindeki kini kusmaya başladılar Batılı dostlarının menfur himayeleri gölgesinde, bildikleri tüm hainlikleri gerçekleştiriyorlar. Türk milletinin gözünün içine baka, baka lânetli soy, kin ve komplekslerinin intikamını almaya çalışmaktalar. Bunu yaptıkları bir vakıa; Yani millet buna her gün şahit olmakta; Verdikleri demeç veya attıkları kimi nutuklarını izleyerek görmekteyiz ki, parlamentoda sözde Kürt, Rum, Yunan, Ermeni ve Yahudi lobileri mevcut!    
Üstelik asla ‘Milli Devlet’ten yana değil; Milli Devlete karşı!
Olacak şey değil!

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 25

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 “BÜYÜK FIRSAT” MESELESİ

 
Hani Cumhuriyet’in yeddi emini, memurların baş amiri ve halkın emanetçisi Abdullah Gül, Mart ayında İran'a giderken "Kürt sorununda iyi şeyler olacak” demiş, devamla da “Kürt meselesi Türkiye'nin birinci sorunudur. Halledilmesi lazımdır” açıklamasını yapmıştı.
Çek Cumhuriyetinde yapılan Prag zirvesi dönüşünde de, "İster terör, ister Güney Doğu yahut Kürt meselesi deyin. Bu, Türkiye'nin birinci sorunudur. İyi gelişmeler olması lazım ve olabilir. Herkes işin farkında. Önce böyle bir çalışma anlayışının olması lazımdı. Devletin içinde herkes birbiriyle çok daha açık seçik konuşuyor. Herkes derken, asker, sivil, istihbarat, hepsi için söylüyorum. Bu ortamda iyi şeyler olur. O yüzden de iyi şeyler olacak diyorum. Bir fırsat var, bu fırsatın kaçmaması lazım” dedi.
HÜKÜMETİ SARSAN “ŞOK”
Gül’ün ‘beklenmedik’ söz ve açıklamaları hükümette şok etkisi yaparken, başta Rum-Yunan, Ermeni ve Yahudi diasporaları ile Misyonerler camiasında bayram havası yarattı.
Tam bir vukuf, ehliyet-liyakat, basiret ve beka ile “Cumhuriyetin Kanunlarını” adalet, fazilet ve eşitlikle uygulamak, yetimin malını gözetip kul hakkını korumakla memur-mükellef “bakan’ların başı, halk hizmetkârı ‘başbakan’ RTE, açıklamayı önce “genel af” gibi algıladı.
Ancak meselenin (şimdilik) öyle olmadığı anlaşılıp “Kürt açılımı” tepki alınca hemen “güneydoğu meselesi” diye ağız değiştirildi. Sonra “demokrasi ve barış atılımı”, “huzur ve kardeşlik projesi” ve “Toplumsal barış girişimi” ne dönüştü. Sonunda örtülü bir AB söylemi ve dünya modası olan “Demokratik açılım” da karar kılındı!
NEDİR; DEMOKRATİK AÇILIM?
‘Ne men-em bir büyük fırsat’ konulu makalemize göz atarsanız; ‘Yurttaşlıkta Birlik” başlığı altında işlenen bir hukuk ve insanlık mucizesini görürsünüz. Zira 1926 -27 yıllarından beri TC yurttaşları eşitlenmiş, millet arasında hiçbir ayrılık, azınlık ve ayrıcalık kalmamıştır. Şimdi sorulur: “Ne sorunu kardeşim? Sorun varsa, ya her kesin sorunudur, ya da yoktur.”
Öyle ya; 40 yıldır alıştıra-alıştıra gündeme taşınan; Ülkede konuşulan 36 ana dil ve 48 etnik kök’ün varlığı, Anadolu’ya 1071’de gelindiği yalanı., 1071’den önce Anadolu’da Türk olmadığı, sonra geleneyse haçlıların (haşâ) aşılama yaptığı; Egedeyse (kalleş-kancık) Yunan palikaryasının tohum ektiği, akabinde de Wilson prensiplerinden dem vurarak ‘bütün halklara Flebisit (kendi kaderini tayin) hakkı tanıyan karar, metin ve tasarılar hükümetlere dayatıldı.
Diğer taraftan, sözde “Kürt’lerin Ermeni önderi” kundaktaki bebek dâhil 7’den 70’e 35 bini aşkın Kürt kardeşin kalleş katili, eşkıya Artin Agopyan: “Federe devlet kabul etmem, ayrı bir devlet de istemem” sözleri “yol haritaları” ve devlette zaaftan istifade ‘sayın’ taltifleri ile “binlerce şehit, aileleri ve necip Türk Milleti rencide edilerek” gündeme sokuldu.
OYSA!
Malum ve mezkür ihanet furyası elli yıldır sürerken; “FIRSAT” Nabuko’nun “hortum döşeme” açılımından “PKK’nın tasfiyesi” olarak çıktı. ABD’nin BOP işinin bitmesi üzerine AB’nin “ucuz gaz hortumu” gündeme geldi. Hat borularının yegâne tehdit, sabotaj ve şantaj unsuru PKK için “işimiz bitti, mazarratı halledin” vizesi “büyük fırsattır” Diğer taraftan; Yıllardır Kürt kamuflâjıyla rant sağlayan Ermeni-Rum-Yahudi diasporası, vaktiyle Ağar’a ihale ettikleri olağanüstü kârlı “düz ova” siyasetini hayata geçirme peşine düştüler. Sonuçta: “Demokratik açılım” içi boş ve muğlâk bir kavram; Ortada kimlik sorunu falan yok. Zaten Doğu ve Güneydoğu Ana-vatan bölgesi ve öz Türkmen yöresi. Öyleyse!
SÖZ KONUSU OLAN VATAN'DIR; GERİSİ TEFERRUAT!
Ülkemiz elli yıldır siyasi vesayet, dâhili-harici kuşatma ve abluka altındadır. Şimdilik bunu kırmanın tek ve son hukuki ve demokratik yolu sandık olup; Son çare: ‘ya AKP’ye karşı tek parti olarak birleşmek’ veya seçimde hiçbir parti’ye oy vermemek şartıyla 27 Mayıs cunta, dikta, sulta ve statüko partilerini sandığa gömerek Cumhuriyet’i kurtarmaktır.

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

  26

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

CHP, MHP VE HDP KOALİSYONU HÜKÜMET KURMAK VE DEVLET OLMAK ZORUNDADIR

         Sıradan bir seçim, aldatan put ve rejimin anatomisi; Sözde İslâm ülkelerinde ironi, ötelenen bilim ve gerçek:
Hakikatte: “Hak, Hüküm-Hikmet ve Hükümet”
Başta Orta Doğu (güdümlü Arap hükümranlıkları) olmak üzere, İslâm ülkeleri nam ya da Müslümanların yoğunlukta olup idare cihazına hâkim bulundukları memleketlerde, müthiş bir rüşvet-iltimas, yalan-talan, ikiyüzlülük, nitelikli (organize) sahtekârlık hüküm sürmektedir. 
İslâm’ın zorunlu kıldığı hak, adalet, ahlâk, eşitlik ve hukuk ilkelerine tamı tamına ters, bütünüyle aykırı ve bir nevi “emanet, vesayet ve icazet” sistemine dayalı olarak teşekkül eden sultalar, cuntalar!
Ortak akıl ve maşeri vicdanın asla kabul etmeyeceği biçimde kamu gücünü kullanarak gasp, irtikap, hırsızlık, yolsuzluk, suiistimal, hile-desise, ayırma-kayırma, aldatma-kandırma, takiyye ve çifte standart yoluyla vatandaşları alenen soymaktadırlar. Ki bu, mensup olduklarını iddia ettikleri dinle taban tabana zıt, Kuran-ı kerim vahiylerine tümden aykırı, tam bir sapkınlık, mürailik, müşriklik ve bilinçli bir kilise mukallitliği hali arz etmektedir.
Oysa Demokratik hukuk devletleri ve özellikle idarede Müslümanların yer aldığı İslâm referansı ile anılan devletlerde hükümetler eliyle; Seçilmişler tarafından doğrudan veya bazı yüksek dereceli atanmışlar (memurlar) kullanılmak suretiyle haksızlık, yolsuzluk ve suiistimal yapılıyor olması; Dünya milletlerine karşı ve İslâm adına çok büyük bir utançtır.
Uzun bir süredir “paralel devlet” yaftası altında ülkemizde sürdürülen operasyonlar da bu sosyal mutasyon ve toplumsal çürümüşlüğün, en az elli yıldır Türkiye Cumhuriyetinde var olduğunu kanıtlamaktadır. Alınan tedbirler ve yapılan operasyonların ‘namuslu-dürüst, onurlu ve sorumlu hükümet; Mutlak adaletli, demokrat, lâik, şeffaf devlet doğrultusunda gelişmesini ve gerçekleşmesini dilerim. Aksi takdirde, sür’atle yayılan yozlaşma, kokuşma ve çürümenin önlenmesi, devletin “haksız, hırsız, yolsuz” takımından kurtarılması mümkün olmayabilir!
Aslında “dinler arası diyalog” namıyla ileri sürülen ve bazı beyinsiz kitlelere dayatılan ütopyanın sebebi; Bu koyu cehalet hali, iğrenç fanatizm veya (büyük bir ihtimalle de) dönme-devşirme (kripto) orijini olsa gerek! Bir başka şekilde, evrende var olan tek dine eş koşulur ve dinler arası diyalog safsatası nasıl ortaya konulabilir? Müslümanların çok dikkatli olması şart! Zira “el iman minel vatan” emri, “her insan bir devlettir” olgusu, “tam bağımsız, özgür, hâkim ve hükümran” devlet algısı ile “Meclisler, vekiller ve hükümetler halkın emrine ve vatandaşın hizmetine memur unsurlardır” hakikati asla unutulmamalıdır.
            KELİMELERİN KAVGASI VE DİL İSTİSMARI 
            Böyle bir durumda bizim her konuya, “mutabık kalınmış tanımlar” veya “kelime ve kavramların” soy anlamları ile başlamamız gerek. Aksi takdirde, ilim-irfan, emir ve ilmihale dair beyan ve bildirimlere açıkça muhatap oldukları halde, davranış biçimlerini düzeltmeyen, doğrusal yönde değiştirmeyen, yaşama tarzlarını doğrultmadan; Küfür, yanlış, hata, ihmal ve kusurda ısrar edenleri primitif varlıklar, paralize veya mutasyona uğramış mundarlar şeklinde kabul, ilân ve telâkki etmek gerekir. Böyleleri, akil olmadıkları ve rüştlerini ispatlamadıkları cihetle, hiçbir derece ve düzeyde yöneticilik görevlerine seçilemez veya atanamazlar. Velev ki seçilmiş veya atanmış olsalar bile, bu geçersiz bir eylem, gayrimeşru ve yok hükmündedir. Şu kadar ki: Bu durum, malûm eşhası işledikleri suçlardan mütevellit ceza ehliyetini kaldırmaz.
            GELELİM GÜNÜN EN ÖNEMLİ MESELESİNE
            Şöyle ki: 07 Haziran günü, adına seçim (!) denilen bir çeşit “saptama/tespit” prosedürü ifa ve icra edildi. Nihayetinde her an ‘asıl olan millet’ tarafından azli kabil 550 vekil tayin ve tespit olundu. Şimdi! “Sadece halka vekil olduklarını idrak, asla bir Avukattan fazla hak, yetki ve güce sahip olmadıklarının bilinciyle vekiller” hükümet kurma yolunda. Bu aşamada sadece millete karşı sorumlu olduklarını; görev ve yetkilerini doğrudan milletten aldıklarını; kanunlar gereği “sadece koordinasyonla görevli parti başkanına” biat etmemeleri; Türkiye Cumhuriyeti anayasası dışında kimseye itaat ve sadakat göstermemeleri gerektiğini bilmeye mecburdurlar.
            AYRICA: HAK kavramının Allah anlamına geldiğini, haksızlığın Allahsızlık-kâfirlik; Hüküm’ün, Hikmet bağlamında ilim-ahlâk ve fazileti zorunlu kıldığını; Hükümet’in eşitlik, hak (Hakkıdır Hak’a tapan Milletimin İstiklâl), (evrensel) hukuk ve adaleti uygulamaya memur ve her şekilde mecbur olduğunu bilmek ve bu bilinçle hükümet etmek zorundadırlar!
            Evrensel gerçek, İlâhi, ilmî ve insani (fıtrat) hakikat şudur ki: Adil (adaletli, eşitlikçi, namuslu, dürüst, şeffaf ve demokrat) olmayan hükümetler meşru değildir. Milletler arası bazı temas, tedbir ve misillemeler hariç olmak üzere, devlette gizlilik olmaz. Gizlilik melânettir.
BU İDRAK VE HAKİKAT IŞIĞINDA HÜKÜMET ŞUURU
(Sözde) seçimlerin hemen akabinde koalisyon konusunda kırmızıçizgiler çizen Ana Muhalefet partisi (CHP)’nin, MHP ve HDP’ye bazı hatırlatmalarda bulunduğuna şahit olduk. “Hele durun, kaçmak var mı? Seçimlerde, halkın huzuruna çıkıp vaki hükümetin yeteneksiz, yetersiz ve başarısız olduğunu söylediniz. Seçim oldubitti. Yeni hükümet kurmak için icazet aldınız. Şimdi nereye kaçıyorsunuz? Emekliler, çifte ikramiye, asgari ücretliler, yüksek maaş, eşitsizlikler, çiftçiler, ucuz mazot, aç sefil çocuklar, püskevit, dar gelirli aileler, Hilal Kart ne olacak? İşsizler iş, evsizler ev bekliyor. 13 yıldan bu güne sürüp gelen yolsuzluk, yalan-talan, soygun-vurgun, rüşvet ve iltimasla suçladığınız hükümetin hesaba çekilmesi, sorgulanması, yargılanması, yargı önünde; Yüce Divanda hesap vermesi gerekmiyor muydu? Sizler, ey bu günün muhalefete soyunan ve iktidara icazet, lütuf ve inayet arz eden sözde siyaset haneleri!
Seçim döneminde yalan söylemediyseniz gelin, mertçe sözünüzün arkasında durun. 
HESAPLAŞMA YOKSA İBRA’DA YOKTUR
Sözünüzü tutmadan ve adaleti hayata geçirmeden nereye kaçıyorsunuz?
Evvelâ bu hükümete hesap sormak, sonra da haksız, adaletsiz, hukuk ve ahlâka aykırı olarak gerçekleştirilmiş bütün karar, edinim ve icraatların muhakemesini yapmak için sizler (Chp, Mhp, Hdp) hep birlikte koalisyon kurmaya mecbursunuz. Tarafsız ve bağımsız yargı önü ve kamu vicdanı nezdinde hükümet ve AKP aklanırsa; Bu defa sizler yalancı, müfteri ve bozguncu durumuna düşersiniz. İkisinin ortası yoktur. Ya hükümet olup, hesap soracaksınız ya da siyaset ve fazilet sahnesinden çekilip gideceksiniz.  Böyle bir durumda kaçmak veya kaçamak yollara sapmak yiğitlik değil, resmen (hariçle iştirakli) dâhili bedhahlıktır. 
Baştanbaşa Güney Doğu olmak üzere hemen, hemen her sandıkta yolsuzluk, hırsızlık ve hile yapıldığına dair vahim iddialar bütün İnternet medyasında yer alıyor. Buna mukabil yandaş, yoldaş ve sırdaş basın ile akredite medyada tek satır yok. Herkes neticeden memnun ve mutlu görünüyor. Hatta bir takım kaşarlı politik ACI’lar pişkinlikle sırıtarak rol kesiyorlar. Sanki bu sahne, hain oyun ve senaryo demokrasi düşmanları tarafından hazırlandı gibi geliyor insana! Peki, Yüksek (!) Seçim Kurulu kesin sonuçları neden ve niçin bu kadar geç açıkladı?..
Malum, menfur, bakkalcı ve çakkalcı medya bunu neden, niçin sorgulamadı?
SOSYAL MEDYADA YER ALAN İDDİALARDAN
Bütün bu savları yok saymak ve ithamları duymazdan gelmek herkes için zuldür.
Silah tehdidiyle vatandaşın "seçme hakkına" tasallutta bulunulduğu gerçeğine delalet edecek onlarca, yüzlerce örnek varken ve binlerce plâkasız araç sandık sandık dolaşmış iken; Bu şaibeye rağmen sizler, adalete hesap vermeden mi yüce Meclise sığınıp, dokunulmazlık zırhına sarılarak, tüyü bitmemiş yetimin hakkını domuz gibi yiyip zıkkımlanacaksınız? Bu vaziyette “millet bize muhalefet görevi verdi” demek, iğrenç bir yalandır, ayıptır, bühtandır, korkaklık, yalakalık, avantacılık, haramzadelik ve hazımsızlıktır diyen yok mu içinizde?..
Sahi, neden bu seçimde kimse “çöpten oy pusulası çıktığını” ileri sürmüyor?
Haksızlık, yolsuzluk, sahtecilik, organize sahtekârlık, görevi kötüye kullanma, hile ve desise yapıldığına dair “milletvekili çıkaran partilerin” bir iddiaları yok. Gariptir Vatan partisi gibi, “çok ağır bir yenilgi, hayal kırıklığı ve hüsrana uğrayanlar” dâhil bütün partiler neticeden memnun. Yaklaşık iki haftadır ortaya konulan eylem ve söylemlere bakılırsa, sanki mevcut hükümetin yerinde kalarak, hiçbir şey olmamış gibi fiil ve icraatına devam etmesi umuluyor, bekleniyor ve sanki akla-hayale gelmeyecek atraksiyonlarla AKP’ye gizli destek veriliyormuş gibi! Bu ne acayip pişkinlik, vurdumduymazlık ve aymazlık?
Gören de bunları AKP’nin saklı ortakları, siyasi iştirak ve müttefikleri sanacak.
Açıklaması mümkün olmayan çok şaşılacak, garip ve tuhaf bir durum!..
Oysa millet, CHP-MHP ve HDP’ye koalisyon hükümeti kurma görevi verdi.
Evet, elbette! Seçim sonuçları akıl, erdem ve vicdan ışığında okunduğunda açıkça görülür ki; Millet CHP, MHP ve HDP’ye koalisyon hükümeti kurmaları için görev, yetki ve sorumluluk verdi. Zaten, daha dün, bunu çok istiyorlardı. Yandaşları "Yaşasın koalisyon" çığlıkları atıyor; "Koalisyon felakettir" diyenlere karşı kuyruğu dik tutup, "Ne münasebet. Pek âlâ koalisyon hükümetiyle de ülke idare edilebilir. Siz, geçmişin kötü örneklerine bakmayın, piştik elhamdülillah" demiyorlar mıydı?
Şimdi fırsatı değerlendirmek zorundalar. Şekvacı, şikâyetçi ve millete karşı davacı oldukları mevcut hükümete karşı başarılı olabilecek bir koalisyon hükümeti kurmalı ve miting meydanlarında taahhüt ettikleri iddialı vaatlerini mutlaka yerine getirmelidirler. Bu bir namus, akıl, mantık, şeref ve haysiyet borcudur. Millete alenen verdikleri sözleri tutmamaları halinde; Belki de ikinci bir fırsatı asla bulamayabilirler.
KAÇMAK YOK VAATLERİ YERİNE GETİRECEKSİNİZ!
Malum ve mezkür muhalefetin, aynı telden çalıp müştereken yaptıkları en büyük, en önemli vaat ve taahhütlerini şöyle bir gözden geçirelim: Büyük insanlık; Hak, adalet, eşitlik ve barış; Birlik, bütünlük ve beraberlik içinde adaletle kalkınma:, Objektif-Evrensel hukuk ve tarafsız, bağımsız yargı; İşsize iş, herkese aş; Namuslu, dürüst ve saydam yönetim; Bedelsiz eğitim, karşılıksız sağlık ve ücretsi adalet; Makul asgari ücret; Çalışan ve emekli maaşlarında norm ve standart birliği; Seyyanen ücret zammı; Aracı-tefeci ve komisyoncu soygununa son verilerek, üretici ve tüketici arasında dolaşan kene, kan emici vampir ve sülük saltanatına dur denilmesi… Daha neler, neler. Alın sokaklara dağıtılan afiş, pankart ve el ilânlarına bakın.
Şunu kimse unutmasın: Siyasette herkes sözünden vaat ve taahhüdünden sorumludur.
Aslında Yüksek Yargı, TBMM ve Adalet Bakanlığının olması gereken görevi: Yerine getirilmediği sürece: Nitelikli sahtekârlık, organize hırsızlığa teşebbüs, bireyleri ve top yekûn kitleleri kandırmaya, aldatmaya ve bu yolla çıkar sağlamaya hazırlık, TBMM, siyasi partiler ve Milletvekilliği kurumunu istismar, suiistimal ve kötüye kullanma suçlarını takip biçiminde düzenlenmek zorundadır. Zira sıkı bir takip, denetim ve belgeleme olmadan suç önlenemez.
UTANMADAN, ARLANMADAN POLEMİK YAPILIYOR   
Kılıçdaroğlu yan mı çiziyor? Demirtaş "MHP ile asla bir araya gelemeyiz" mi diyor? Bahçeli erken seçim mi istiyor? Bir dakika beyler! Kaçmak var mı? Halkın huzuruna çıkıp bu hükümetin başarısız olduğunu sizler söylediniz ve hükümet kurmak için icazet aldınız. Şimdi nereye kaçıyorsunuz? Emekliler, çifte ikramiye, asgari ücretliler, yüksek maaş, çiftçiler, ucuz mazot, çocuklar püskevit, fakirler hilal kart, işsizler iş, evsizler ev:, Top yekûn millet adalet, hak, hukuk ve eşitlik bekliyor. Açılım-saçılım sahtekârlığı yalan, tiksindirici bir hile, desise... Bu milletin yegâne sorunu: Herkese adalet, eşitlik ve hukuktur. Hani söz namustu, bu vaatleri gerçekleştirmeden nereye kaçıyorsunuz? Bahane üçlü koalisyon kurulamaz. Niye? Görünüşte  nefreti sizi bir araya getirdi. Pek âlâ da ortak çalışabilirsiniz. Neden olmasın…
“MHP'nin olduğu yerde HDP, HDP'nin olduğu yerde MHP olmazmış. Bunlar düşman kardeşler, bir yapı içinde huzurlu olamazlar, sürekli "maraza" çıkarırlar. İkisinin olduğu yerde CHP olmaz. Kurulacak bir "azınlık hükümetine" dışarıdan destek de vermezler. Yapıları, çatı ve ideolojileri buna uygun değil. Dünya yıkılsa bir araya gelemezler” söylemleri doğru değil.
RTE nefretinde bir araya gelebilen, Pekâlâ bir ‘ortak çalışma’ düzeni kuran, kurdukları düzende birbirlerini kırmayan, üzmeyen, suçlamayan, incitmeyen, karşılıklı atışmayan, ağız dalaşına girmeyen ve maraza çıkarmayanlar, hükümeti haydi haydi kurar ve birlikte çalışmayı başarabilirler. Daha dün bunlar birbirlerini vatana ihanet, hırsızlık, yolsuzluk, hele ki devleti satmakla hiç suçlamıyorlardı. Seçim sathında adeta paslaşıyor halkın çok iyi bildiği suçlarını; Görevi ihmal, ihanet ve suiistimallerini, haksızlık-yolsuzlukta ortaklıklarını dile getirmiyorlar; Birlikte atıp-tutuyor, üç aşağı beş yukarı tamamı benzer vaatlerde bulunuyorlardı.
Sıra vaatleri gerçekleştirmeye gelince mi "düşman kardeşler" oldular?

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 27

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

CUMHURİYET, BURSA NUTKU VE GALİP BARAN BİLİNÇ ÜNİVERSİTESİ

 
Devletin çözemediği sorunları çözmeğe girişen “Ey ahali duyduk duymadık demeyin, Galip Dede devletin yapamadığını yapmağa soyundu.” (10.05.1998-Milliyet, M.Hayırlıoğlu) 76 yaşındaki “Halk filozofu, ilim, aksiyon ve eylem adamı, yurttaşlara örnek bilinç üstadı, Milli Kahraman” Türk genci Galip Baran, yıllar önce başlattığı, “trafik terörüne son verme ve demokrasiyi tabana yayma projesi’nin uygulamasında, Trafik Yasası’nı ihlal yoluyla yolsuzluk yapan bazı rütbeli-rütbesiz polisleri, askerleri, avukat ve hâkimleri uyarıyor.
Türk polisi, Galip Baran’ı sözü edilen projeyi uygularken gözaltına alıyor. “Kırmızı Işık Eylemcisi Gözaltında” (22.04.1989, Milliyet) Ancak, Türk inkılâplarının sahipliğine ve cumhuriyetin ilmen, fennen ve bedenen kuvvetli, yüksek seciyeli muhafızlığına (bekçiliğine) soyunan Baran, “bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır” demiyor. Polisin ve jandarmanın henüz cumhuriyetin polisi ve jandarması olamadığını düşünüyor. Ne Cumhurbaşkanı’na, ne Başbakan’a, ne Adalet ve ne de İçişleri Bakanına telgraflar çekip, mektuplar yazarak affı için yalvarmıyor, “ben inanç ve kanaatimin gereğini yapıyorum, eylemimde haklıyım, eğer bana haksızlık yapılmışsa bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir” diyor. Demokrasilerde devletin etkinleştirilmesini sağlama, kurumları disiplin ve toplumsal denetim altına alma çalışmalarını sürdürüyor.
Bu mücadele sürecinde kendisini (Rektör'ü olduğu) Bilinç Üniversitesi Baş amelesi olarak tanımlayan Galip Baran; Atatürk’ün, Bursa Nutku’nda sözünü ettiği, “Cesaretimizi pekiştiren ve sürdüren sizlersiniz. Ey yükselen nesil! İstikbal sizsiniz. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve yaşatacak sizsiniz” diyerek görevlendirdiği Türk Gençleri’nden (büyüklerinden) birisidir… Katıldığı HABİTAT-II zirvesinde, kendisinden, “Tek Kişilik Ordu” olarak da söz ettiren (Milliyet, 13.06.1996) Galip Dede, Türkiye (ve dünyanın) tek “yasa bağımlısı”dır. Yasa kavramıyla bu denli içli-dışlı ve özdeşleşmiş oluşunu dikkate aldığımızda, Galip Dede’yi “Bay Yasa” olarak tanımlamamız; O’nu önemseyip izlememiz, örnek almamız ve “Bilinç Üniversitesi” ne sahip çıkarak, açtığı yoldan yürümemiz gerekir diye düşünüyorum… Önce, Atatürk’ün Bursa Nutku’na ilişkin kısa bir hatırlatma: 1975 yılında ilk kez yazılı bir metin olarak, Cafer Tanrıverdi tarafından açıklanıp dağıtılmasından sonra; Kayseri 2. Ağır Ceza Mahkemesince yapılan duruşmada dönemin Türk Tarik Kurumu Başkanı Enver Ziya Karal ile Öğretim Üyesi Sami N. Özerdem’in katkılarıyla, Atatürk’e ait olduğu kesinleşen nutkun, mahkemece onaylanan orijinal metni aşağıdadır. Ayrıca 1935 yayını bir dergide de vardır. İrticai bir ayaklanma sonrası, Bursa’ya giden Atatürk tarafından söylenen bu nutuk’un bir bölüm de, Celal Bayar tarafından meclis kürsüsünden okunmuştur. Önceleri siyasi iktidarlarda tedirginlik yaratan ve yasak olan Bursa Nutku, mahkeme kararından sonra, serbestçe okunur, söylenir ve dağıtılır hale gelmiştir.
BURSA NUTKU:
“Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine ve doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük, ya da büyük bir kıpırtı veya bir davranış duydu mu, “bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır” demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi eserini koruyacaktır. Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, “Polis henüz inkılâp ve cumhuriyetin polisi değildir” diye düşünecek, ama hiçbir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek; “Demek adliyeyi ıslah etmek, rejime göre düzenlemek lazım.” Diyecek. Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki,” ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir.” İşte benim anladığım Türk Genci ve Türk Gençliği!” (Mustafa Kemal Atatürk)
BİLİNÇ ÜBİLİNÇ ÜNİVERSİTESİ’NİN KURULUŞ AMACI, HEDEFLERİ VE İŞLEVİ
Bursa Nutku’nun yılmaz takipçisi, Atatürk ilkeleri, Türk İnkılâbı, fazilet anlamında Cumhuriyet, yasalara saygı, adalet ahlâkı ve demokrasiye olan sarsılmaz bir inançla Galip Baran; Yirmi yıl aralıksız süren bir mücadele verdi. Esas amaç, manâ ve muhteva bazında “İnsan hakları, adalet, demokrasi ve hukuk” mücadelesinin doruğunda: “Cumhuriyet’in ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek seciyeli muhafızlarını, diğer bir deyişle “yurdu ve milleti özünden çok seven” nesilleri yetiştirmek üzere Muğla ili, Bodrum ilçesi Turgutreis beldesinde Bilinç Üniversitesini kurdu.
Şu an için bu Üniversite, yerel eylem projeleri ile entegre olarak İnternet ortamında hizmet vermekte, dünyanın her tarafında okunmakta ve her gün binlerce insan (okuyucu ve meraklı) tarafından ziyaret edilmektedir. Ayrıca, Üniversite Rektörü Galip Baran, teori üreten gönüllü Öğretim Üyeleri ve Üniversite eylemcilerine yönelik günlük e.Mail trafiği 100 binleri bulmaktadır. Dolayısıyla dijital ortamda faaliyet gösteren sanal bir kurum gibi algılansa da, fiiliyatta Bilinç Üniversitesi, Türkiye ve dünyanın yüzlerce üniversitesinden daha aktif, sıkça ulusal-bölgesel basında yer alacak, süreci etkileyecek ve hatta gündem belirleyecek kadar popüler, geniş katılımlı, belirleyici, etkin, dinamik bir yapıya sahiptir.
Özellikle, “Bilgi Çağı’nın çöküşü” söylemiyle başta Türkiye olmak üzere BM, AB dâhil pek çok uluslar arası kurum-kuruluş, bilim akademisi, evrensel lobi, konjonktürel araştırma teşekkülü nezdinde tez, antitez ve iddiaları ciddiyetle konuşulan Galip Baran ve Bilinç Üniversitesi’ne, oldum olası Türkiye hükümetleri kulak tıkamakta, göz ardı etmekte ve görmezlikten gelmektedir. Bunun olası nedeni GB’ın eylemci ekibi ve Bilinç Üniversitesinin ısrarla takip ettiği yol ve ele aldığı konulardır.
Bu konular kısa ve öz olarak:
Aşırı tüketim, gereksiz masraf, kişisel ve kurumsal israfın önlenmesi;
Vergi adaletinin hakkıyla ve layıkıyla sağlanması, ekonominin kontrol edilmesi, kayıt-takip altına alınması ve kesinlikle vergi kaçırmanın önüne geçilmesi;
Ekolojik denge, çevre, en değerli unsur olan insan ve insana taalluk eden bütün bitki, su, hava ve hayvan varlığının özenle korunması, doğal, siyasal, sosyal ve kültürel kirlenmenin tam bir dikkat ve disiplinle önlenmesi; Milli servete asla zarar verilmemesi;
Trafik kurallarına mutlaka uyulması, uymayanların nezaketle uyarılması, olmazsa yasal yaptırım uygulanması ve sonuçta insan’a içtenlikle saygı duyulması;
İnsanlık dışı varlılara münhasır bir alçaklık olan rüşvetin verilmemesi ve alınmaması;
Bütün insanlığın leh ve yararına imar yasasına uyulması, her ne surette olursa olsun
İmar yasasına aykırı işler yapılmaması, yapanların şiddetle men ve takibi;
İş barışı ve iş ahlakının korunması, çalışanın hakkının mutlaka adaletle verilmesi;
Maaş ve ücrette hakkaniyet ve hukukun hâkim kılınması, eşit işe eşit ücret verilmesi;
Toplumun beden ve ruh sağlığının korunması ve aykırı alışkanlıklar edinilmemesi;
VE;
“Her şeyi devletten bekleme alışkanlığı”nın terk edilmesi.
İşte O’nun toplumdan ve devletten istedikleri bunlar. Aslında aynı şeyler hepimizin istek ve beklentisi, ihtiyaç ve sıkıntısı değil mi? Demek ki bu hepimizin işi!
BAK (Lütfen) : http://www.bilinc-universitesi.blogspot.com
 Bilinç Üniversitesi Rektör Yardımcısı ve Bilinç Akademisi Başkanı
DEVLET, ADALET, HUKUK VE CEMAATLER…
Günümüz toplumunda, (yıkılış dönemleri hariç) binlerce yıllık tarihimizde eşine ender rastlanan vahim bir onursuzluk, sorumsuzluk ve buna paralel salt bencillik, yani, hırs-ihtiras ve çılgınlık derecesinde, kanun-kural tanımaz bir ‘öz çıkar’ yoğunlaşması (sosyal şizofreni) gözlenmektedir. Hatta bu uğurda toplumsal ilkeler, sosyolojik-psikolojik ilmi disiplinler, milli ve manevi değerler hiçe sayılmakta, halkı birbirine kenetleyen temel stabilizatörler, devletin ve demokrasinin çimentosu niteliğindeki asgari müşterekler tahrip ve tahrif edilmektedir.
Örneğin: 29 Mart 2009 tarihinde yapılması yasa ve Anayasa emri olan Yerel seçimler konusunda, önce Yüksek Seçim Kurulu tarafından ilân edilen ‘seçmen sayıları’ ile bir şaibe bulaşmış (Seçmen sayıları: 2002=41.300.000, 2007=42.500.000, 2008=48.300.000., Buna göre: Seçmen sayısı 5 yılda 1.2 milyon artarken, 1 yılda nasıl olup da 6 milyon artmıştır?), sonra yüksek yargı arasında vaki çelişkili karar ve açıklamalar kaygı yaratmış ve nihayet, 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu ile 2839 ve 2972 Sayılı temel Kanunlara fiilen muhalefet anlamına gelen, adayları re’sen belirleme biçimindeki ‘hak, hukuk ve ahlak dışılık’ gölgesi düşmüştür. Açıkçası: Henüz resmi seçim takvimi işlemeye başlamadan, önseçim veya delege yoklaması yapılmadan belediye başkanı, belediye meclisi ve il genel meclisi adaylarının büyük çoğunluğunun belli olması, ilan ve kamuoyuna deklaresi utanç verici bir gelişmedir.
Daha doğru bir anlatımla bu: Anayasa ve yasalar gereği halkı idare etmekle memur ve mükellef kişileri belirlemekle yükümlü, ‘demokrasinin vazgeçilmez unsuru siyaset (politika) kurumlarının’ iyice yozlaştığı, çürüdüğü ve tabana vurduğunun göstergesidir.
Buna rağmen gidişatı ‘aynı istikamette yoğunlaştırmaya ve pekiştirmeye çalışan’ bazı art niyetli kesimler, milli hassasiyetleri izole etmeye yönelik, fakat, aynı şikayet konularını baz alan tahrip ve tahkir amaçlı tartışmalar yapmaktadırlar.
Bunlardan biri ve en belirgin olanı da, başarısız yönetimleri tahrik, kafaları bulandırma ve mesnetsiz, dayanaksız suçlamalarla saman altından su yürütmedir. Esas itibarıyla, genel gidişattan çok memnun olan bu kesimler, yaşanan kaos ve kargaşadan yararlanma peşindedir.
MESELA “DEVLET-CEMAAT” İLİŞKİSİ:
Yukarda değinildiği üzere, Türk toplumunda son zamanlarda yaşanan belirgin değişim ve dönüşüm, bazı art niyetli, dış bağlantılı, gerici, fanatik, yobaz, bağnaz kişi ve kesimlerce “devlet-cemaat ilişkisiyle” açıklanmakta, konuyla ilgili olarak da bazı iddialar, görüş, düşünce ve yorumlar ileri sürülmektedir. Bu nedenle konuyu, umur-u devlet kavramı, medeni siyaset geleneği ve konjonktürel bağlamda incelemek gerekmiştir. Buna göre:
Kendilerini konuyla ilgili gösteren bazı uzmanlar (!) ile; (AB-D yanlısı ve Soros güdümlü) Boğaziçi Üniversitesi ve Açık Toplum Enstitüsü tarafından hazırlanan “Türkiye’de Farklı Olmak” konulu raporda yer alan görüşler (21 Aralık 2008 Cumhuriyet) ve Bahçeşehir Üniversitesi Uluslar arası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof Dr. Hasan Köni tarafından:
“AKP’nin ikinci dönem kalacağını gördüğümüzde, iktidar kültürünün topluma yansıyacağını da tahmin ediyorduk. Bu araştırmanın verileri bilinen gerçeklerdi. Türkiye’de laikler, kadınlar, gençler; kısacası farklı olan herkes üzerinde giderek artan bir baskı var” denilirken; Marmara Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nilüfer Narlı da:
“Anadolu kentlerinde bağnaz muhafazakârlaşma ekseninde bir değişim yaşanıyor. Bu değişimde en önemli noktalardan birincisi kadınların ötekileşmeden daha fazla olumsuz etkilenmesidir. İkincisi, bağnaz bir muhafazakârlığın katı konvansiyonel ahlak ilkelerine sıkı sıkıya bağladığı insanların yalnızca diğer insanları yargılamakla kalmadığı, aynı zamanda onların yaşam tarzına müdahale ettiği de ortaya çıkmıştır. Gülen ve benzer cemaat yapılarının, toplum tarafından sempati görmesinin temel nedeni, devletin özellikle eğitim ve sosyal dayanışma alanında çökmesidir” demekte.
Sosyoloji Derneği Bşk. Prof. Dr. B.Gökçe ise:
“Muhafazakârlaşma yalnız Anadolu’da değil, büyük şehirler dâhil olmak üzere Türkiye’nin her yerinde artarak bir baskı unsuru haline dönüştü. Toplumdaki kişi ve grupların, kendilerini yöneten siyasi erk ile egemen güçlerin farkında olmadan etkisi altına girdi. Bu durum Türkiye’nin sosyal yapısındaki değişimle bağlantılı bir olgudur.”
Yukarda özetlenen devlet ve cemaat ilişkileri ile ilgili görüşler konumuz dışında olmakla birlikte, bahse konu cemaatten kasıt insani ve İslâmi cemaatler değil; Bilakis kendi öz çıkarları uğruna bütün ekonomik, sosyal, bilimsel, kültürel ve dinsel değerleri pervasızca kullanmaktan kaçınmayacak kadar değersiz sapkınlardır.
İNSAN’A ODAKLI OLMAK GEREK!
Dolayısıyla ‘insanlık, adalet ve hukuk dışı gasp, edinim ve tasarruflar’ bilumum fail ve fiilleriyle Cumhuriyet Savcıları, Yargıç ve Mahkemelerin işidir. Yargı, Yasama ve Yürütme bunun için vardır. her şeye rağmen insanlık düşmanlığı, zulüm ve hukuk dışılık sürüyorsa, bunun bedelinin ne kadar ağır olduğu da bilinmeli ve gereken tedbir ivedilikle alınmalıdır.
Biz konuyu “insan” bağlamında ele almak, incelemek, irdelemek ve değerlendirmek durumundayız. Bu noktadan hareketle: Sözde uzmanların görüş açıklarken temas ettikleri, ‘devletle ilgili’ düşüncelerin temeline inmek ve değerlendirmek gerekir diye düşünürüz.
Buna göre: Yönetimin yerini cemaatlerin aldığını söyleyebilmek için; devletin en azından şimdi, veya bir zamanlar haklı, adil-doğru ve dürüstler adına hâkim ve hükümran, demokratik disiplin unsuru, adalet ahlâkı çerçevesinde hukuka, insan haklarına sahip-saygılı, eşitlikten yana “var” olduğunu kabul etmek gerekmez mi? 10 Kasım 1938’den sonra, (1950-60 hariç) devlet var mıydı ki? Eğer devlet adalet ahlâkı ve hukuk hâkimiyeti ise, bu anlamda oldu mu hiç? Olmayan bir şeyin yerini ne alabilir?
BİR AÇILIM VE DEMOKRASİ DERSANESİ
Başta Galip Baran olmak üzere; İnsanı, insani (insanlık dışı, yasa karşıtı) davranışları ve bunların nedenlerini araştırdığımız, 20 yıldır devam eden, demokrasi dershanesi odaklı “okul dışı eğitim” çalışmalarımızda gördük ki, devletin hizmet etmesi beklenen kalabalıkların varlığı ve devlete muhatap bu kalabalıkların davranışları başlı başına bir sorun. Devletin var olabilmesi için kalabalıkların üstlerine düşeni yapmaları vergi vermeleri, yasalara uymaları ve var olan devlet’in de, ne pahasına olursa olsun bunu temin etmesi gerekirken, yönetimlerin yasayı, yönetilenlerinse ana kural ve kaideleri boş vermesi. Buna paralel sosyal gevşeme ve toplumsal yumuşama.. Adalet ve Hukukun yerini, kaynağı adalet ve hukuk olmayan keyfi yasa kavramının alışı ve yığınların bunlara da uymayışı. Kalabalıklar bunu yapmıyorlar ise ki yukarıda sözü edilen çalışmalarda “vatandaşlık görevlerini” yapmadıklarını gördük ve bu sorumluluklarını nasıl yerine getirecekleri konusunda onlara örnek olmak için yıllarca çalıştık. Projeler hazırladık uyguladık. Kalabalıklar anlamadılar. Yönetimler de anlamadı. Durumu olmayan devletin kurumlarına sunduk. Onlar da anlayamadılar. Haklıydılar kalabalıklar (toplum) anlamayınca kalabalıkların seçtikleri nasıl anlayabilirlerdi ki? Anlamamaları bir tarafa, şaka gelecek ama zaman zaman gözaltına da aldılar bizi, o çalışmaları yaparken…
Sonuç olarak demek istediğimiz şu ki: “Kanun, adalet, vergi ve denetim yok’sa, devlet de yok demektir”. Cemaat olsa ne yazar?
Neden uyruk değil de, kalabalık dedik, açık değil mi?
Açık değilse, “toplumsal ve yasal sorumluluk nedir?” bir araştırın ve daha ayrıntılı bilgi için: http://bilinc-universitesi.blogspot.com’u ziyaret edin lütfen!
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

  28

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

CUMHURİYET, BURSA NUTKU VE GALİP BARAN BİLİNÇ ÜNİVERSİTESİ

 
Devletin çözemediği sorunları çözmeğe girişen “Ey ahali duyduk duymadık demeyin, Galip Dede devletin yapamadığını yapmağa soyundu.” (10.05.1998-Milliyet, M.Hayırlıoğlu) 76 yaşındaki “Halk filozofu, ilim, aksiyon ve eylem adamı, yurttaşlara örnek bilinç üstadı, Milli Kahraman” Türk genci Galip Baran, yıllar önce başlattığı, “trafik terörüne son verme ve demokrasiyi tabana yayma projesi’nin uygulamasında, Trafik Yasası’nı ihlal yoluyla yolsuzluk yapan bazı rütbeli-rütbesiz polisleri, askerleri, avukat ve hâkimleri uyarıyor.
Türk polisi, Galip Baran’ı sözü edilen projeyi uygularken gözaltına alıyor. “Kırmızı Işık Eylemcisi Gözaltında” (22.04.1989, Milliyet) Ancak, Türk inkılâplarının sahipliğine ve cumhuriyetin ilmen, fennen ve bedenen kuvvetli, yüksek seciyeli muhafızlığına (bekçiliğine) soyunan Baran, “bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır” demiyor. Polisin ve jandarmanın henüz cumhuriyetin polisi ve jandarması olamadığını düşünüyor. Ne Cumhurbaşkanı’na, ne Başbakan’a, ne Adalet ve ne de İçişleri Bakanına telgraflar çekip, mektuplar yazarak affı için yalvarmıyor, “ben inanç ve kanaatimin gereğini yapıyorum, eylemimde haklıyım, eğer bana haksızlık yapılmışsa bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir” diyor. Demokrasilerde devletin etkinleştirilmesini sağlama, kurumları disiplin ve toplumsal denetim altına alma çalışmalarını sürdürüyor.
Bu mücadele sürecinde kendisini (Rektör'ü olduğu) Bilinç Üniversitesi Baş amelesi olarak tanımlayan Galip Baran; Atatürk’ün, Bursa Nutku’nda sözünü ettiği, “Cesaretimizi pekiştiren ve sürdüren sizlersiniz. Ey yükselen nesil! İstikbal sizsiniz. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve yaşatacak sizsiniz” diyerek görevlendirdiği Türk Gençleri’nden (büyüklerinden) birisidir… Katıldığı HABİTAT-II zirvesinde, kendisinden, “Tek Kişilik Ordu” olarak da söz ettiren (Milliyet, 13.06.1996) Galip Dede, Türkiye (ve dünyanın) tek “yasa bağımlısı”dır. Yasa kavramıyla bu denli içli-dışlı ve özdeşleşmiş oluşunu dikkate aldığımızda, Galip Dede’yi “Bay Yasa” olarak tanımlamamız; O’nu önemseyip izlememiz, örnek almamız ve “Bilinç Üniversitesi” ne sahip çıkarak, açtığı yoldan yürümemiz gerekir diye düşünüyorum… Önce, Atatürk’ün Bursa Nutku’na ilişkin kısa bir hatırlatma: 1975 yılında ilk kez yazılı bir metin olarak, Cafer Tanrıverdi tarafından açıklanıp dağıtılmasından sonra; Kayseri 2. Ağır Ceza Mahkemesince yapılan duruşmada dönemin Türk Tarik Kurumu Başkanı Enver Ziya Karal ile Öğretim Üyesi Sami N. Özerdem’in katkılarıyla, Atatürk’e ait olduğu kesinleşen nutkun, mahkemece onaylanan orijinal metni aşağıdadır. Ayrıca 1935 yayını bir dergide de vardır. İrticai bir ayaklanma sonrası, Bursa’ya giden Atatürk tarafından söylenen bu nutuk’un bir bölüm de, Celal Bayar tarafından meclis kürsüsünden okunmuştur. Önceleri siyasi iktidarlarda tedirginlik yaratan ve yasak olan Bursa Nutku, mahkeme kararından sonra, serbestçe okunur, söylenir ve dağıtılır hale gelmiştir.
BURSA NUTKU:
“Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine ve doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük, ya da büyük bir kıpırtı veya bir davranış duydu mu, “bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır” demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi eserini koruyacaktır. Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, “Polis henüz inkılâp ve cumhuriyetin polisi değildir” diye düşünecek, ama hiçbir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek; “Demek adliyeyi ıslah etmek, rejime göre düzenlemek lazım.” Diyecek. Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki,” ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir.” İşte benim anladığım Türk Genci ve Türk Gençliği!” (Mustafa Kemal Atatürk)
BİLİNÇ ÜBİLİNÇ ÜNİVERSİTESİ’NİN KURULUŞ AMACI, HEDEFLERİ VE İŞLEVİ
Bursa Nutku’nun yılmaz takipçisi, Atatürk ilkeleri, Türk İnkılâbı, fazilet anlamında Cumhuriyet, yasalara saygı, adalet ahlâkı ve demokrasiye olan sarsılmaz bir inançla Galip Baran; Yirmi yıl aralıksız süren bir mücadele verdi. Esas amaç, manâ ve muhteva bazında “İnsan hakları, adalet, demokrasi ve hukuk” mücadelesinin doruğunda: “Cumhuriyet’in ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek seciyeli muhafızlarını, diğer bir deyişle “yurdu ve milleti özünden çok seven” nesilleri yetiştirmek üzere Muğla ili, Bodrum ilçesi Turgutreis beldesinde Bilinç Üniversitesini kurdu.
Şu an için bu Üniversite, yerel eylem projeleri ile entegre olarak İnternet ortamında hizmet vermekte, dünyanın her tarafında okunmakta ve her gün binlerce insan (okuyucu ve meraklı) tarafından ziyaret edilmektedir. Ayrıca, Üniversite Rektörü Galip Baran, teori üreten gönüllü Öğretim Üyeleri ve Üniversite eylemcilerine yönelik günlük e.Mail trafiği 100 binleri bulmaktadır. Dolayısıyla dijital ortamda faaliyet gösteren sanal bir kurum gibi algılansa da, fiiliyatta Bilinç Üniversitesi, Türkiye ve dünyanın yüzlerce üniversitesinden daha aktif, sıkça ulusal-bölgesel basında yer alacak, süreci etkileyecek ve hatta gündem belirleyecek kadar popüler, geniş katılımlı, belirleyici, etkin, dinamik bir yapıya sahiptir.
Özellikle, “Bilgi Çağı’nın çöküşü” söylemiyle başta Türkiye olmak üzere BM, AB dâhil pek çok uluslar arası kurum-kuruluş, bilim akademisi, evrensel lobi, konjonktürel araştırma teşekkülü nezdinde tez, antitez ve iddiaları ciddiyetle konuşulan Galip Baran ve Bilinç Üniversitesi’ne, oldum olası Türkiye hükümetleri kulak tıkamakta, göz ardı etmekte ve görmezlikten gelmektedir. Bunun olası nedeni GB’ın eylemci ekibi ve Bilinç Üniversitesinin ısrarla takip ettiği yol ve ele aldığı konulardır.
Bu konular kısa ve öz olarak:
Aşırı tüketim, gereksiz masraf, kişisel ve kurumsal israfın önlenmesi;
Vergi adaletinin hakkıyla ve layıkıyla sağlanması, ekonominin kontrol edilmesi, kayıt-takip altına alınması ve kesinlikle vergi kaçırmanın önüne geçilmesi;
Ekolojik denge, çevre, en değerli unsur olan insan ve insana taalluk eden bütün bitki, su, hava ve hayvan varlığının özenle korunması, doğal, siyasal, sosyal ve kültürel kirlenmenin tam bir dikkat ve disiplinle önlenmesi; Milli servete asla zarar verilmemesi;
Trafik kurallarına mutlaka uyulması, uymayanların nezaketle uyarılması, olmazsa yasal yaptırım uygulanması ve sonuçta insan’a içtenlikle saygı duyulması;
İnsanlık dışı varlılara münhasır bir alçaklık olan rüşvetin verilmemesi ve alınmaması;
Bütün insanlığın leh ve yararına imar yasasına uyulması, her ne surette olursa olsun
İmar yasasına aykırı işler yapılmaması, yapanların şiddetle men ve takibi;
İş barışı ve iş ahlakının korunması, çalışanın hakkının mutlaka adaletle verilmesi;
Maaş ve ücrette hakkaniyet ve hukukun hâkim kılınması, eşit işe eşit ücret verilmesi;
Toplumun beden ve ruh sağlığının korunması ve aykırı alışkanlıklar edinilmemesi;
VE;
“Her şeyi devletten bekleme alışkanlığı”nın terk edilmesi.
İşte O’nun toplumdan ve devletten istedikleri bunlar. Aslında aynı şeyler hepimizin istek ve beklentisi, ihtiyaç ve sıkıntısı değil mi? Demek ki bu hepimizin işi!
BAK (Lütfen) : http://www.bilinc-universitesi.blogspot.com
 Bilinç Üniversitesi Rektör Yardımcısı ve Bilinç Akademisi Başkanı
DEVLET, ADALET, HUKUK VE CEMAATLER…
Günümüz toplumunda, (yıkılış dönemleri hariç) binlerce yıllık tarihimizde eşine ender rastlanan vahim bir onursuzluk, sorumsuzluk ve buna paralel salt bencillik, yani, hırs-ihtiras ve çılgınlık derecesinde, kanun-kural tanımaz bir ‘öz çıkar’ yoğunlaşması (sosyal şizofreni) gözlenmektedir. Hatta bu uğurda toplumsal ilkeler, sosyolojik-psikolojik ilmi disiplinler, milli ve manevi değerler hiçe sayılmakta, halkı birbirine kenetleyen temel stabilizatörler, devletin ve demokrasinin çimentosu niteliğindeki asgari müşterekler tahrip ve tahrif edilmektedir.
Örneğin: 29 Mart 2009 tarihinde yapılması yasa ve Anayasa emri olan Yerel seçimler konusunda, önce Yüksek Seçim Kurulu tarafından ilân edilen ‘seçmen sayıları’ ile bir şaibe bulaşmış (Seçmen sayıları: 2002=41.300.000, 2007=42.500.000, 2008=48.300.000., Buna göre: Seçmen sayısı 5 yılda 1.2 milyon artarken, 1 yılda nasıl olup da 6 milyon artmıştır?), sonra yüksek yargı arasında vaki çelişkili karar ve açıklamalar kaygı yaratmış ve nihayet, 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu ile 2839 ve 2972 Sayılı temel Kanunlara fiilen muhalefet anlamına gelen, adayları re’sen belirleme biçimindeki ‘hak, hukuk ve ahlak dışılık’ gölgesi düşmüştür. Açıkçası: Henüz resmi seçim takvimi işlemeye başlamadan, önseçim veya delege yoklaması yapılmadan belediye başkanı, belediye meclisi ve il genel meclisi adaylarının büyük çoğunluğunun belli olması, ilan ve kamuoyuna deklaresi utanç verici bir gelişmedir.
Daha doğru bir anlatımla bu: Anayasa ve yasalar gereği halkı idare etmekle memur ve mükellef kişileri belirlemekle yükümlü, ‘demokrasinin vazgeçilmez unsuru siyaset (politika) kurumlarının’ iyice yozlaştığı, çürüdüğü ve tabana vurduğunun göstergesidir.
Buna rağmen gidişatı ‘aynı istikamette yoğunlaştırmaya ve pekiştirmeye çalışan’ bazı art niyetli kesimler, milli hassasiyetleri izole etmeye yönelik, fakat, aynı şikayet konularını baz alan tahrip ve tahkir amaçlı tartışmalar yapmaktadırlar.
Bunlardan biri ve en belirgin olanı da, başarısız yönetimleri tahrik, kafaları bulandırma ve mesnetsiz, dayanaksız suçlamalarla saman altından su yürütmedir. Esas itibarıyla, genel gidişattan çok memnun olan bu kesimler, yaşanan kaos ve kargaşadan yararlanma peşindedir.
MESELA “DEVLET-CEMAAT” İLİŞKİSİ:
Yukarda değinildiği üzere, Türk toplumunda son zamanlarda yaşanan belirgin değişim ve dönüşüm, bazı art niyetli, dış bağlantılı, gerici, fanatik, yobaz, bağnaz kişi ve kesimlerce “devlet-cemaat ilişkisiyle” açıklanmakta, konuyla ilgili olarak da bazı iddialar, görüş, düşünce ve yorumlar ileri sürülmektedir. Bu nedenle konuyu, umur-u devlet kavramı, medeni siyaset geleneği ve konjonktürel bağlamda incelemek gerekmiştir. Buna göre:
Kendilerini konuyla ilgili gösteren bazı uzmanlar (!) ile; (AB-D yanlısı ve Soros güdümlü) Boğaziçi Üniversitesi ve Açık Toplum Enstitüsü tarafından hazırlanan “Türkiye’de Farklı Olmak” konulu raporda yer alan görüşler (21 Aralık 2008 Cumhuriyet) ve Bahçeşehir Üniversitesi Uluslar arası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof Dr. Hasan Köni tarafından:
“AKP’nin ikinci dönem kalacağını gördüğümüzde, iktidar kültürünün topluma yansıyacağını da tahmin ediyorduk. Bu araştırmanın verileri bilinen gerçeklerdi. Türkiye’de laikler, kadınlar, gençler; kısacası farklı olan herkes üzerinde giderek artan bir baskı var” denilirken; Marmara Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nilüfer Narlı da:
“Anadolu kentlerinde bağnaz muhafazakârlaşma ekseninde bir değişim yaşanıyor. Bu değişimde en önemli noktalardan birincisi kadınların ötekileşmeden daha fazla olumsuz etkilenmesidir. İkincisi, bağnaz bir muhafazakârlığın katı konvansiyonel ahlak ilkelerine sıkı sıkıya bağladığı insanların yalnızca diğer insanları yargılamakla kalmadığı, aynı zamanda onların yaşam tarzına müdahale ettiği de ortaya çıkmıştır. Gülen ve benzer cemaat yapılarının, toplum tarafından sempati görmesinin temel nedeni, devletin özellikle eğitim ve sosyal dayanışma alanında çökmesidir” demekte.
Sosyoloji Derneği Bşk. Prof. Dr. B.Gökçe ise:
“Muhafazakârlaşma yalnız Anadolu’da değil, büyük şehirler dâhil olmak üzere Türkiye’nin her yerinde artarak bir baskı unsuru haline dönüştü. Toplumdaki kişi ve grupların, kendilerini yöneten siyasi erk ile egemen güçlerin farkında olmadan etkisi altına girdi. Bu durum Türkiye’nin sosyal yapısındaki değişimle bağlantılı bir olgudur.”
Yukarda özetlenen devlet ve cemaat ilişkileri ile ilgili görüşler konumuz dışında olmakla birlikte, bahse konu cemaatten kasıt insani ve İslâmi cemaatler değil; Bilakis kendi öz çıkarları uğruna bütün ekonomik, sosyal, bilimsel, kültürel ve dinsel değerleri pervasızca kullanmaktan kaçınmayacak kadar değersiz sapkınlardır.
İNSAN’A ODAKLI OLMAK GEREK!
Dolayısıyla ‘insanlık, adalet ve hukuk dışı gasp, edinim ve tasarruflar’ bilumum fail ve fiilleriyle Cumhuriyet Savcıları, Yargıç ve Mahkemelerin işidir. Yargı, Yasama ve Yürütme bunun için vardır. her şeye rağmen insanlık düşmanlığı, zulüm ve hukuk dışılık sürüyorsa, bunun bedelinin ne kadar ağır olduğu da bilinmeli ve gereken tedbir ivedilikle alınmalıdır.
Biz konuyu “insan” bağlamında ele almak, incelemek, irdelemek ve değerlendirmek durumundayız. Bu noktadan hareketle: Sözde uzmanların görüş açıklarken temas ettikleri, ‘devletle ilgili’ düşüncelerin temeline inmek ve değerlendirmek gerekir diye düşünürüz.
Buna göre: Yönetimin yerini cemaatlerin aldığını söyleyebilmek için; devletin en azından şimdi, veya bir zamanlar haklı, adil-doğru ve dürüstler adına hâkim ve hükümran, demokratik disiplin unsuru, adalet ahlâkı çerçevesinde hukuka, insan haklarına sahip-saygılı, eşitlikten yana “var” olduğunu kabul etmek gerekmez mi? 10 Kasım 1938’den sonra, (1950-60 hariç) devlet var mıydı ki? Eğer devlet adalet ahlâkı ve hukuk hâkimiyeti ise, bu anlamda oldu mu hiç? Olmayan bir şeyin yerini ne alabilir?
BİR AÇILIM VE DEMOKRASİ DERSANESİ
Başta Galip Baran olmak üzere; İnsanı, insani (insanlık dışı, yasa karşıtı) davranışları ve bunların nedenlerini araştırdığımız, 20 yıldır devam eden, demokrasi dershanesi odaklı “okul dışı eğitim” çalışmalarımızda gördük ki, devletin hizmet etmesi beklenen kalabalıkların varlığı ve devlete muhatap bu kalabalıkların davranışları başlı başına bir sorun. Devletin var olabilmesi için kalabalıkların üstlerine düşeni yapmaları vergi vermeleri, yasalara uymaları ve var olan devlet’in de, ne pahasına olursa olsun bunu temin etmesi gerekirken, yönetimlerin yasayı, yönetilenlerinse ana kural ve kaideleri boş vermesi. Buna paralel sosyal gevşeme ve toplumsal yumuşama.. Adalet ve Hukukun yerini, kaynağı adalet ve hukuk olmayan keyfi yasa kavramının alışı ve yığınların bunlara da uymayışı. Kalabalıklar bunu yapmıyorlar ise ki yukarıda sözü edilen çalışmalarda “vatandaşlık görevlerini” yapmadıklarını gördük ve bu sorumluluklarını nasıl yerine getirecekleri konusunda onlara örnek olmak için yıllarca çalıştık. Projeler hazırladık uyguladık. Kalabalıklar anlamadılar. Yönetimler de anlamadı. Durumu olmayan devletin kurumlarına sunduk. Onlar da anlayamadılar. Haklıydılar kalabalıklar (toplum) anlamayınca kalabalıkların seçtikleri nasıl anlayabilirlerdi ki? Anlamamaları bir tarafa, şaka gelecek ama zaman zaman gözaltına da aldılar bizi, o çalışmaları yaparken…
Sonuç olarak demek istediğimiz şu ki: “Kanun, adalet, vergi ve denetim yok’sa, devlet de yok demektir”. Cemaat olsa ne yazar?
Neden uyruk değil de, kalabalık dedik, açık değil mi?
Açık değilse, “toplumsal ve yasal sorumluluk nedir?” bir araştırın ve daha ayrıntılı bilgi için: http://bilinc-universitesi.blogspot.com’u ziyaret edin lütfen!
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 29

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

CUMHURİYET’İ FAZİLET’E İBLAĞ

 
Bu biraz “DAVOS’TA SON TANGO!” nun devamı olacak. Zira 48 yıldır uygulanan ‘aykırı’ bir senaryo var ortada. Ne demiştik? Olaylar zincirlemedir, birbirini kovalar ve tamamlar. Süreç AB’ye girme değil, her şeye rağmen apaçık bir ‘bağlanma’ oyunudur. Süreç içinde Davos’u bir halka olarak görmek gerek. Aksi takdirde, zaman tuzağına düşülmez, sürede müsavat (eşitlik) ön görülür, moderatör’e değil; Progrom ve soykırım suçlusu İsrail’e ders verilir, diplomasi askıya alınır, başta M60 tank ihalesi olmak üzere iki ülke arasında vaki bütün projeler büyüteç altına konulur ve 28 Şubat’tan itibaren yoğunlaşan anlaşma ve ilişki trafiği dondurulurdu.
Aradan geçen zamana rağmen hiç birisi oldu mu? Maalesef olmadı!..
En azından, yaşasaydı Atatürk, demokrasi Şehitleri Menderes ve Zorlu olsa böyle yapardı. Çünkü onlar, hayatlarını seçim kazanılması, bir süre daha vekil kalınması gibi bencil ihtiraslara değil, ebed-müddet Türkiye, fazilet anlamında Cumhuriyet, hak-adalet ve hâkim-hükümran bir hukuk idealine adamışlardı. Olması gereken bu idi. Ama öyle olamadı!..
Peki, neden ve niçin? Çünkü son 48 yılda anlayışlar ve kavrayışlar ‘strateji’ değişti.
Türkiye Cumhuriyeti kuruluş amacından saptırıldı. Atatürk ilke ve inkılâpları tarihe gömülerek hafızalardan silindi. Nevi-i şahsına münhasır (kendine özgü) olması gereken TC’ nin yönü (DYP’nin ihtiyar atı gibi) tefessüh etmiş batıya çevrildi!.. Bu bağlamda Cumhuriyet ’in temel ilke ve maddi-manevi değerleri, başta demokrasi olmak üzere adalet ahlâkı ve hukukun mutlak gereği kuvvetler ayrılığı (yargı-yasama-yürütme) özgürlük ve hükümranlık hakkı AB kriterleri ve çifte standart kurbanı edildi. TC Mahkemeleri AİHM’nin altına düştü.
Yani Davos; yıllarca ezilen Türk milleti’nin tükürükle bile boğabileceği Güney Kıbrıs Çetesi, tebaadan Yunanistan, tefessüh etmiş AB ve düne kadar Osmanlı’ya vergi veren ABD tarafından rencidesi, istismarı ve alçakça sömürülmesi nedeniyle kısmi heyecan yaratmıştır. Dolayısıyla bu çıkış Türk Milleti’nin hasret kaldığı bir duruş, meydan okuma, vicdanen dışa vurma ve sinerjik ‘desarj’ biçiminde algılanmış olmakla; İç politikada yararlanılan harika argüman ve yerel seçimlere tahvili planlanan duygusallık.. ‘Acı gerçek’ budur. Aksi takdirde mesele bir seçim arifesinde iç politikada bu denli abartılmazdı!.
Burada önce Başbakan, icra heyeti ve dönem politik-ACI’larının mutlaka bilmesi ve hatırlaması gereken bir hakikat vardır. Cumhuriyet tek başına bir hiçtir. Ancak ve sadece demokrasi ile birleştiği, bütünleştiği takdirde bir anlam ifade eder. Yahut SSCB gibi zalimin adı, soykırım, zulüm, insanlık dışı sulta, saltanat ve despotizmin maske söylemi olarak kalır. Açık bir anlatımla Cumhuriyet; Atatürk’ün tanımladığı “fazilet” bağlamında uygulanıp, adalet ve hukuk’la fiilen yaşam boyutuna geçirilmedikçe büyük bir yalan, sahtecilik ve yolsuzluktan ibarettir. Örneğin siyasi partilerin delege seçimi yapmak yerine ‘aday belirleme’ yöntemi gibi!
Cumhuriyet’in olmazsa olmaz bileşenleri adalet ve hukuk ile taçlanmış demokrasidir.
Derinlemesine inceleyince gördük ki, Atatürk aslında batı tarzı (yozlaşmış ve çıkar kaygısıyla çürümüş) demokrasi ile sağlandığı öne sürülen faydaların, Türk tipi (Türk İnkılâbı) Cumhuriyet ve demokrasi (medeni siyaset) ile çok daha kolay elde edilebileceğini anlatmak istemiş müteakip vecize ve nutuklarıyla bu gerçeği ‘sadıklar için’ açıkça ortaya koymuştur...
“Bizim idare şeklimiz Kitaplarda adı konmuş, tanımı verilmiş yönetimlerden hiç birine benzemez bir idaredir!. Milli hakimiyet ve milli iradeyi gerçekleştiren biricik idare de budur!.. Bu nitelikte bir yönetimdir!. İdare şeklimizi adlandırmamız gerekirse, halk idaresi, veya halk hakimiyeti deriz!.. Demokrasi’ye değil, sosyalizm'e benzemiyormuş!.. Efendiler!.. Biz benzememekle, benzetmemekle gurur duyarız!.. Çünkü biz bize benzeriz, efendiler!..”
“Bizim (sistemimiz) hâkimiyeti kayıtsız şartsız milletin eline veren bir idaredir. . Gerçekten bugün dünya yüzünde Millet hakimiyeti'ni bu kadar kesin sağlayıp, böyle açık belirten başka bir idare yoktur!..Cumhuriyetin en asri, mantıki ve namuskâr tatbikini temin eden hükümet şekli: Demokrasi’dir!.. (Mustafa Kemal ‘Atatürk’ 27.1.1923)
Şimdi Davos’ta yaratılan kahraman’ı; Cumhuriyet’i fazilet’e iblâğa davet ediyoruz.
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 30

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

DAVOS’TA SON TANGO!

  
Ülkemizde 27 Mayıs’tan bu güne ısrarla sürdürülen bir kirli oyun var.
Zaten o büyük kırılma, 11 Kasım 1938 şeametinden sonra gelen ikinci karşıdevrim ve meş’um sapma Türkiye’yi çökertmek içindi.
Bu gün akredite medyanın adını utanmadan, ar, hayâ etmeden, tam bir kast-ı mahsusla ‘Ergenekon’ koyduğu Ümraniye davasına esas cürüm ve caniyane emellerin tahakkuk mebdei ve milâdı da aynı tarihe rastlar. (İşte bu nedenledir ki, bahusus dava ve soruşturmanın 48 yıl geriye kadar uzanmasını ve 27 Mayıs’ı da içine alan tam bir hesaplaşma ve yüzleşme ‘temiz eller operasyonu’ olmasını istemekteyiz.)
Demokrat Parti tarafından (Halk Partisinin şiddetli muhalefetine rağmen) kanlı Kıbrıs olaylarını önlemek ve Milli davayı koordine etmek için kurulan Genelkurmay Özel Harp Dairesi Başkanlığı ile 1960’a kadar bu dairenin iştigal ettiği yegâne kritik konu olan TMT’yi suçlamak, büyük haksızlık, yalan ve iftiradır. Nitekim 27 Mayıs’ın önce kendi Genelkurmay Başkanı’nı yediği ve Türk Ordusunda tarihinin (8.800’leri bulan her derece ve düzeyde) en büyük tasfiyesini gerçekleştirdiği ve TSK’nın Atatürkçü unsurlardan bütünüyle ayıklandığı da asla unutulmamalı.. Dolayısıyla, ‘Encümeni Daniş’ 12 Mart, 12 Eylül ve sürecin bekraund’u 28 Şubat da bu bağlamda büyüteç altına konulmak, araştırılmak-soruşturulmak ve muhakeme edilmek zorundadır. Aksi taktirde sadece ahtapotun bir kolu kesilmiş olacak, menfur beyni ve hain gövdesi hükmünü sürdürmeye devam edecektir!..
Yani, milli birlik komitesi bu örgüt’ün günümüze uzanan ilk temeli, İsmet İnönü’de bir numarası idi. (Araştır: Encümeni Daniş) Sonra bunun yerini A. Atila Sözer tarafından isim ve eylem bazında bütün ayrıntılarıyla açıklanan ‘karayılan’ örgütü (gladyo) aldı. Bu kitap ilk baskısının yapıldığı dönemde yolsuzluklardan sorumlu Devlet Bakanı Orhan Kilercioğlu’na verildi. Akabinde de tebahur etti, piyasadan kayboldu, buharlaştı. (Bak: Karayılan Doktrini-devrimci güçler, A.Atila Sözer, Saycom-kırmızı kurdele, http://www.gittigidiyor.com/)
İsmet İnönü’nün Lozan’dan itibaren üstlenerek yürüttüğü gerçek misyonu da Anayurt Gazetesi yazarı Hasan Hüseyin Memiş’in ‘Diken’ isimli kitabından öğrenebilirsiniz. (Diken, Hükümet Sistemleri, Akasya Kitap, Mayıs-2007, Ankara) Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu’nun AB sürecine ilişkin değerlendirmeleri ve Yılmaz Dikbaş’ın bu süreçte oynanan oyunlara dair kitaplarına bir göz atarsanız sanırım ‘oynanan oyun’ bütün boyutlarıyla ortaya çıkacaktır.MESELA!... 16 Şubat 1999 tarihinde terör ve tedhiş örgütü başı Abdullah Öcalan’ın, Kenya`nın Başkenti Nairobi`de derdest edilerek Türkiye`ye getirilmesini, 56. hükümet’in başı Bülent Ecevit’in ‘kahraman’ ilân edilişini ve akabinde 18 Nisan 1999’da erken Genel Seçime gidilmiş olmasını nasıl yorumlarsınız? Derken, hükümeti kurma görevinin 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından DSP Genel Başkanı ‘milli kahraman’ Bülent Ecevit'e verilmesi!Böylece, Bülent Ecevit, başbakanlıktan istifa ettiği 1979 yılından 20 yıl sonra 5. kez Başbakanlık görevini üstlenmiş oldu. Ecevit, DSP, MHP ve ANAP ile 28 Mayıs 1999 günü (Mesut Yılmaz’ın ‘Milliyetçi Sol’ olarak tanımladığı) üçlü (17.) koalisyon hükümetini kurdu. Bu arada, MHP 21 yıl sonra hükümete girdi. 22 yıl aradan sonra il kez bağımsız adaylar (!?) (millet) vekili seçildi. Bunlar hep bir tesadüften mi ibaret acaba? yoksa sahnelenen oyunun bir parçası mı? Gelelim günün Davos meselesine!..
3.02.2009 günü grup toplantıları ve genel kurulda mesele çözüldü, suçlu moderatör!..
Zaten farklı bir durum olsaydı, Gazze’de soykırım yapan İsrail pilotlarının Konya’da (Bolu da telaffuz edilmekte?) eğitimine son verilir, yılan hikâyesine dönen 2000 yılı ‘M60 tank modernizasyonu’ yolsuzluğunun üstüne gidilir ve milletin kanını emen 37 temel sektör Yahudi şirketinin lisansları askıya alınırdı!. Bunların hiçbirisi olmadı. Üstelik 200 nokta atışı ile İsrail ateşkesi bozarak Hamas’ı suçladı. Ortada doğru dürüst bir ateşkes de kalmadı.
Peki, sırada ne var? Cevap: 29 Mart 2009 Yerel Seçimleri!...
Yani, AKP’nin parlatılması  “milli kahraman” rolü!..
(*) Siyaset Bilimci, Hukukçu, Araştırmacı-Yazar, 7. ve 9. dönem DP Genel Başkan Yardımcısı
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 31

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

DE’FACTO SULTA

 
           Neredeyse yarım asırdır devletin düzeni bozuk.
Milletin üstüne kâbus gibi çöken darbeler; eşitlik, hak, adalet ve hukuk düşmanlığı de’facto (resmen olmasa da fiilen) hükmünü sürdürüyor.
Rejim, haklı, doğru-dürüst, ilkeli, onurlu ve sorumlu yurttaştan yana değil; Zengin, güçlü, paralı, onursuz, hırsız-yolsuz, milli servet ve kaynakları sorumsuzca israf eden, peşkeş çeken saltanat ve sulta unsurlarından yana.
Milli tarih-Milli hafıza, manevi değerler ve doğal stabilizatölere (temel toplumsal ilke ve denge unsurlarına) inadına bir direniş, başkaldırı, güzel adet, örf, ahlâk ve geleneklere karşı red bilinci oluşturulmaya; bunun yanı sıra “sorumluluk bilincinden arınmış, ilkesiz-onursuz ve sorumsuz birey” yani, prototip insan yaratılmaya çalışılıyor.
Bu uğurda yıllardır uygulanan psikolojik savaşla; Vatandaşın beynine, bilinçaltına, onu ümitsizlik, başarısızlık, hayal kırıklığı, kâbus, karamsarlık ve hüsrana sürükleyecek, hak yolunda-millet hizmetinde mücadele gücü ve direncini yıkacak-kıracak olumsuz mesajlar ve yönetimi denetleme iradesini ortadan kaldıracak sistematik telkinler empoze ediliyor.
Öyle ki; Halkın bilinçaltından toplumsal görgüler, örfler, adetler ve yasa kavramının ifade ettiği algılar, yozlaştırılmaya, çürütülmeye, anlamsızlaştırılmaya çalışılıyor. Bilincin bu özelliğinin keşfedilmesi ve teknolojinin de ilerlemesiyle, Subluminal Teknik yani bilinçaltına gizli mesaj gönderme yöntemiyle, samimi dindarlık ve özellikle saf (arı-duru) Müslümanlığa karşı; Dinler arası diyalog ve ılımlı İslâm gibi Watikan’ın menfur yöntemleri kullanılıyor.
Psikolojik savaş sürecinde bu mesajları bilinçaltına gönderme, aktive etme, çeşitli illegal yol ve yöntemlerle yapılmakta. Örneğin müzik, dizi, sıradan program, normal ve çizgi film, açık oturum, münferit hitap-sohbetlerle haber programlarının ses/görüntü altına insan kulağının duyamayacağı ama bilinçaltımızın algılayabileceği düzeyde ‘çok hassas’ dalga boyunda mesajlar yerleştirmek suretiyle insanlar üzerinde tahribat, akıl ve hafızalarda tahrifat yapıyorlar. Bazı siyasi partiler bile 25. kare denilen bu yöntemi zaman zaman kullanmaktan geri kalmıyor. Ekolojik denge, doğal doku ve bedensel tehdide yönelik DNA, RNA bozucu tohum kodlaması, sanayi kirliği, biyolojik savaş ve hormonal baskı da cabası.
Elli yılı mücavir bu süreçte Depresif ve şizofrenik, paralize bir yapı oluştu. İnsanların ruh beden imtizacı, vücut kimyası ve zihinlerini senkronize edecek, dengeleyebilecek sosyal ilâç ve unsurlar bir bir yok edildi. Buna paralel cinnet, cinayet, şiddet eğilimi ve gerilim arttı. İnsanlarımız artık geleceğinden umutsuz, yaşama sevincini yitirmiş, karamsar ve mutsuz.
İşte bu nedenle, Cumhuriyet’in temel (Atatürk) ilkeleri, insan hakları ve hukuka aykırı ayrıcalık, dokunulmazlık ve imtiyazlar ısrarla korunuyor. 27 Mayıs’tan bu güne demokrasi, hak, adalet, eşitlik ve hukuk kavramları muâllakta.. Seçimden siyasete, siyasetten başıboş piyasa (!) ekonomisine kadar şaibe bulaşmadık yer kalmadı. Cumhuriyet’in vazgeçilmezi ve temel ilkesi olan halk’a hizmet, art arda yaşanan hezimetler (kaos, kriz, bunalım ve buhran), eza, cefa, haksızlık, yolsuzluk ve aralarında ‘başbakan, bakan, parlamenter, general, emniyet müdürü, rektörler ile şehir ve büyük şehir belediye başkanları’ da bulunan bit, pire, kene, sülük ve vampirlerce yapılan sömürü, suiistimal ve hortumlarla halk canından bezdirildi.
Kamu vicdanını derinden sarsıldı, rencide edildi, yaralandı.
Türkiye’de yaşamak adeta bir zulüm ve işkence halini aldı.
TBMM’nin Genel Kurul duvarında “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” yazılı. 549 kişi her gün bu temel emir ve ilkeye bakarak el kaldırıyor. Hani ‘Milli İrade’?
Amma bu “EL’LER” ne hikmetse bir türlü, haksızlık, yolsuzluk, yalan-talan, vurgun ve soyguna, saltanat ve sultaya “DUR” demiyor. Ortalıkta dosyalar uçuşuyor, kimse Hâkime, Savcıya gidemiyor. Cumhuriyet’in savcıları ‘hak-adalet adına” durumdan vazife çıkartmıyor.
NEDEN? Çünkü, ülkemizde DE’FACTO saltanat ve SULTA hakim de ondan!...
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

  32

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

DEMİRKIRAT ALFABESİ "BASİDE İCRA"

 
Bu (başlıktaki) lâf, 1960 öncesi tarihi ve kadim Demokrat Parti Çankaya Ocağı delegesi müteveffa Hamdi Ciliv'e ait. Merhumun aynı ad'la bir de kitabı var. Biz onunla, Demokrat Parti'nin, 19 Haziran 1992 tarih ve 3821 Sayılı Kanun gereği yeniden açılması, ruhlanması, hayat bulması ve güncel vizyonunun inşası sürecinde tanıştık, muhterem eşi Sara dâhil, Prof. Dr. Orhan Morgil'in Koordinatörlüğü'nde birlikte çalıştık.
Kuruluşunun 67. yılında (7 Ocak 2013) Hamdi Ciliv'i tazimle anmamın nedeni şu: Merhum, tarihi-kadim DP için derdi ki:
"Demokrat Parti; M. Kemal Atatürk’ün 14 Eylül 1923 tarihinde.; Celâl Bayar, Prof. Dr. Fuat Köprülü, İsmet İnönü, Recep Peker ve Refik Saydam ile birlikte kurduğu Halk Fırkası (chp) nin özü, asli cevheri, kurucu unsuru; Milli Mücadele ve Kuvva-i Milliye hareketinin beyin takımı olan "Kuvva-i İlmiye" koludur.
Bu sıfatla; 7 Ocak 1946'da 'Yeter! Söz Milletindir'  diyerek kuruldu. Samimi bir halk hareketi olan "beyaz ihtilâl"  ile 14 Mayıs 1950'de iktidara geldi. Milleti; Dikta, cunta, ıstırap, esaret, açlık, hastalık, çarık ve şeametten kurtardı; Hak, hukuk, adalet, insaniyet ve demokrasi ile buluşturdu; Cumhuriyeti Demokrasiye kavuşturdu. İşte ve başta, bilhassa bu nedenle; Vatan ve vatandaş daima Demokrat Parti ve Adnan Menderes ile davanın tüm önderlerine minnettar ve müteşekkir olacaktır." Derdi!
Hamdi Ciliv'i tanıyanlar, bunları O'nun söylemiş olmasının ne kadar önemli, anlamlı ve değerli olduğunu da çok iyi bilirler. Benim, kuruluşun 67.ciyılında Hamdi Ciliv'i özellikle ve bilhassa anmamın birinci nedeni, içtenlikle söylenmiş bu sözleridir!
İkinci neden ise; Tıpkı Hüsamettin Cindoruk ve mümasil misyon tacirleri gibi, yıllar boyu merhum Menderes ile birlikte anılarak mirasından yararlanmayı şiar edinen, Av. Burhan Apaydın tarafından TBMM Başkanlığına verilen (güdümlü Yassı ada çadır tiyatrosu, hukukun utancı ve adaletin yüzkarası) 1961 idam (alçakça ve haince katliam) emirlerinin tekrar gözden geçirilmesi, kaldırılması veya yeniden yargılanma yolunun açılması marifetiyle itibarın iadesi, girişimine duyduğum tepkiyi dile getirmek içindir.
Çünkü başta, son Baş Vekil Adnan Menderes olmak üzere, kader ve dava arkadaşları Fatin Rüştü Zorlu ile Hasan Polatkan'ın bu rezalete alet edilmeleri büyük bir ayıp ve utançtır. Küresel adalet ve evrensel barış elçileri, O merhum ve müstesna Demokrasi Şehitlerinin buna asla ihtiyaçları yoktur. O'nlar, aziz ve necip, büyük Türk Milleti tarafından, ilelebet sürecek, derin bir nefretle, şiddetle reddedilen menfur bir isyan ve kalleş ihanetin masum kurbanıdırlar.
Zaten, kamu vicdanında tertemiz; Fakat isyancı, vatan haini güruhlarca illâ lekelenmek istenen berrak isim ve muazzez şanları TBMM tarafından iade-i itibara mazhar olmuştur. Aziz Ruhlarını alenen rencide edecek başka bir istismara gerek yok!. Milli Mücadele mabedi; Milli Ruh ve mübarek Mukaddeslerle mündemiç Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin bu suiistimale "evet" diyerek izin vereceğine inanmak istemiyorum.
Bu vesileyle; Yıllardır fütursuzca sürdürülen "Demokrat Parti ve Adnan Menderes" istismarı, sömürü ve suiistimaline yol açacak bu girişimi asla tasvip ve tasdik etmediğimi ilân ederim. Üstelik vaktiyle Süleyman Demirel, Tansu Çiller, Mesut Yılmaz, Mehmet Ağar ve Erkan Mumcu'nun yaptığı gibi; "Demokrat Partiye rağmen Demokrat Parti istismarı" utanç vericidir. Ayıptır. Tam bir şımarıklık, kendini ve haddini bilmezliktir!
MÜTHİŞ BİR İRONİ
Üstelik kadim Demokrat Parti ile özellikle Şehit Baş Vekil Adnan Menderes sömürüsü yoluyla "siyaset simsarlığı, din tüccarlığı ve misyon tacirliği" yapanlar, genellikle Milli devlet karşıtı, AB+ABD uydusu ve öz'de "Misak-ı Milli ile Milli Mücadele" aleyhinde olanlardır.
Oysa Demokrat Partili olmanın ilk şartı: Misak-ı Milli'ye adanmak; İnsan Hakları, tam demokrasi, özgürlük, Milli bağımsızlık, egemenlik ve tavizsiz hükümranlık bağlamında 'Milli Mücadele'yi kayıtsız şartsız tasdik ve tasvip etmeyi zorunlu kılar. DP'nin şiarı Milli Devlettir.
2001 yılında tarafımdan Mehmet Ağar aleyhine "Demokrat Parti istismarı" hakkında açılan bir davanın, Sincan Ağır Ceza Mahkemesinde vaki duruşmasında: 'Bizim bahis konusu ve kastettiğimiz bu günkü DP değil; 1950-60 arası faaliyet gösteren Demokrat Parti'dir," gibi, çok garip, acayip ve saçma bir ifade vermesi, yıllardır ısrarla sürdürülen istismarın veçhesidir.
OYSA BİLMEK LÂZIM Kİ:
3821 Sayılı Kanun gereği 29 Kasım 1992'de 5. Olağan Büyük Kongresini ifa ve icra ederek (tıpkı AP, CHP ve MHP gibi) yeniden açılan tarihi, klâsik ve kadim Demokrat Parti; İlk kurulduğu 07 Ocak 1946'dan itibaren vaki bütün hak, mal ve hukuku, fiilen ve resmen iktisap ederek orijinal ad ve amblemle, Türk siyaset hayatındaki yeni ve ileri yerini almıştır.
Dolayısıyla; 1992 yılından itibaren ayakta, aktif ve hayattadır.  Hattâ resmen (yeniden) açılarak faaliyete geçtiği tarihten itibaren: Önce, dava, emanet ve vasiyete ihaneti ile maruf Aydın Menderes'in Büyük Değişim Partisi (BDP), DP'ye 1994 yılında iltihak etmiş, iltihakı tasvip etmeyen İstanbul İl Başkanı, Genel Başkan Yardımcısı ve Genel Başkan adayı Besim Tibuk Demokrat Parti'den ayrılarak 1995'de Liberal Demokrat Parti'yi kurmuş.; Bir süre sonra da, Korkut Özal'ın Genel Başkanlığı sırasında (Turgut Özal tarafından 'yeniden aktif siyasete dönmek amacıyla' kuruluşu yapılan) Yusuf Bozkurt Özal'ın Yeni Parti'si (YP), 1997 yılında DP'ye iltihak etmiş ve fakat; her şeye rağmen, 27 Mayıs ürünü "menfur mihraklar tarafından" her daim partinin inkişafına mani olunmuş ve gelişmesi sistemli, plânlı ve güdümlü müdahalelerle engellenmiştir.
2001 atağı ve Ankara Belediye Başkanı İ. Melih Gökçek'in de'facto (resmen değil fiilen) genel başkanlık görenine nasp edilmesinden sonra durum değişir. "Üçlü Çete"nin ağır hezimet ve akamet sürecinde, Demokrat Parti'ye iktidar yolu sonuna kadar açılır. Fakat alelacele tezgâhlanan oyunlar, şark kurnazı dessas düzenler ve (bedhahlarla) ittifak dolarlarının bastırması sonucu açılan yol (her şeye rağmen) kapılır ve kapatılır.
Bunu dâhili darbeler (2004), iç hesaplaşmalar, kirli oyunlar, pazarlama, satış ve peşkeş operasyonları izler. Zaten Yaşar ve Ömer'in parti işgali bu minval üzeredir. Bu arada, hakiki, halis ve samimi, gerçek demokratlar "ya soylu bir diriliş, ya onurlu kapanış" parolası ile Demokrat Parti'yi kurtarmak adına uzunca bir mücadele verseler de eyyamcı takımın elinden partiyi kurtarmaya muvaffak olamazlar. Sonunda olan olur ve Erkan Mumcu (ANAP) ile vaki anlaşma ve pazarlık gereği 08 Mayıs 2005 günlü sembolik kongre sonucu ANAP'a katılım, fiilen ve resmen gerçekleştirilir. DP'niz ANAP'a katılması ve Mehmet Ağar'ın DYP'sinin
Demokrat Parti adını alması tam bir üçkâğıtçılık, hile, desise, organize sahtekârlık ve suç teşkil eden bir faciadır. Bu utanç D(y)P'nin ANAP ile birleşip bütünleşmesine kadar fütursuzca devam eder. Makûs talihin son evresi bu birleşme ve bütünleşmedir. Böylece, artık geç de olsa "Merkez Sağ" teşekkül etmiş ve DP, 33 yılı mücavir iktidar ve beş büyük partinin bileşkesi (sentezi) haline gelmiştir.
NETİCE OLARAK
Hali hazır Demokrat Parti, Gültekin Uysal'ın Genel Başkanlığında ve 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu çerçevesinde siyasi, fiili ve hukuki faaliyeti ile insan hakları, adalet ahlâkı ve DEMOKRASİ mücadelesini "Anayasa ve yasalar" kapsamında nizami bir şekilde sürdürmekte olup; Merkez ve taşra dâhil bütün organları, kurulları ile ayakta ve hayattadır.
Demokrat Parti'nin, canlı, fiili, resmi ve aktif varlığına rağmen, tarihi, değerleri ve liderleri üzerinde müzmin biçimde tesis edilen "inatla sürdürülen ve çıkarlar uğruna ısrarla sergilenen" istismar, siyasi sömürü ve suiistimaller utanç vericidir! Bilmeyenler bilmeli, duymayanlar duymalı ve bu istismar artık son bulmalıdır!
Demokrat Parti'ye gelince:
Dönem itibarıyla tarihi dava, geleneksel misyon ve merkez sağı temsille mükellef bir siyaset kurumu sıfatıyla kendini bilmek; Bizzat kendisi 'tarihi, tabii ve kadim Demokrat Parti' olmak, gelenek ve gerçeği sahiplenmek; İnsan ve ülke bağlamında Merkez Sağ'ı toparlayıp; "Yeter; Söz Milletindir!" diyerek, siyasete vaziyet etmek zorunda ve durumundadır.
Biline.
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 33

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

DEMOKRASİ PRANGALARI VE DERİN DOMUZ BAĞLARI

 
            Eğer işler yolunda gider, her hangi bir mani çıkmazsa, 2015 yılında, sözde millet adına ve illâ millete rağmen “vekil atama ve cebren seçmene onaylatma” tatbikatı yapılacak!. Millet iradesinin, devlet idaresinde temsil edilmediği; Az gelişmiş veya güdümlü azınlığın nitelikli çoğunluğa tahakküm ettiği ülkelerde görülen bu utanç, Cumhuriyet, demokrasi, insan hakları, hukuk ve ahlâkın ilga edildiği 27 Mayıs 1960’dan beri, ne yazık ki bizde de var.
             Şöyle ki:
            Konuya iyimser bir yaklaşımla bakacak olursak; 1963-1980 dönemi “güdümlü delege” hâkimiyeti vardı. 1983’den sonra bu, apaçık lider nam parti sahibi sulta ve cuntasına dönüştü. Şimdi, hepsini mumla aratan bir despotluk/diktatörlük var. Yani Türkiye 55 yıldır Demokrasi; Varlığı buna bağlı ilim, özgür bilim, Adalet ahlâkı, kuvvetler ayrılığı, Hukuk, gerçek anlamda Lâiklik ve özellikle, fazilet bağlamında Cumhuriyet idaresinden mahrumdur.
            Daha da açıkçası ve tam olarak işin aslı; 1980 öncesi nadiren varlığına rastlansa bile, 1983’den sonra “Millet Vekili” anlam ve bağlamında, halis ve hakiki, yani gerçek bir Türkiye Büyük Millet Meclisi Üyesi’nin olmayışıdır. Bu nedenle, demokrasinin olmadığı yıllara ait ve raci olmak üzere Gâzî TBMM’nin adı “Parlamento”; Büyük bir aymazlık, pişkinlik, küstahlık ve utanmazlıkla adına “seçilmiş” denilen atanmışlara da “parlamenter” denilmektedir.
            Kendi ifadelerine göre parlamenterler, Lider’in (parti sahibinin) istek ve buyruklarını yerine getiren; Buna karşın, vatandaşa verilen asgari ücretin devasa katlarını alıp, dahası türlü çeşitli iş takipleri, emsalsiz imtiyaz, ayrıcalık ve dokunulmazlıklar sayesinde çok konforlu bir hayat sürerek bu “kula kulluk etmeye” katlanan kimseler olduklarını söylerler.
            Bu “kul’a kulluk” nedeniyle, elbet memlekette demokrasi olmaz. Çünkü Demokrasi, her şeyden önce hürriyet, hakkaniyet, adalet ve eşitliktir. Bakınız etrafa “demokrasi” var mı acaba? Elbette yok!.. Eğer, parlâmento denilen yer Türkiye Büyük Millet Meclisi vasfını haiz bulunsa ve içinde bir tane dahi “Millet Vekili” olsa idi; Yıllardır, kesintisiz biçimde hükmünü sürdüren seçim ve siyasi partiler mevzuatında Baraj; Seçimlere katılabilmek için asgari örgüt şartı; Üyeyi yok sayan, önseçimi öteleyen, seçmen iradesini dışlayıp hiçe sayan, adına merkez yoklaması denilen resen atama keyfiyeti; “Aidat ve Bağış yükümü ile” millete bağlı ve üye’ye muhtaç olan, kitle partisi kavramı, katılımcılık, uzlaşma, demokrasi kültürü ve paylaşımcılığı ortadan kaldıran, insanlık ve rıza dışı hazine yardımı; Siyasi partilerde sahiplik, başıbozukluk, denetimsizlik, dikta, sulta ve cunta olur mu idi?...    
            Üstüne üstlük, siyasi partiler ve seçim mevzuatı, tam anlamıyla antidemokratik, keyfi yönetim yanlısı, “temsilde adalet & siyasette istikrar” palavrasını kurnazca maskeleyen, geniş halk kitleleri ile “devletin gerçek sahibi halkı” öteleyen, örseleyen, dışlayan, hiçe sayan bu ve benzeri demokrasi düşmanlıkları, yasa boşlukları, sözde usulen ve tefhimen seçilmiş (ve fakat gerçekte atanmış) kimseler için olağanüstü imkânlar, ayrıcalık, dokunulmazlık ve imtiyazlar ihdas etmek mümkün olabilir mi idi?..
            Parlamento da gerçek Millet Vekili bulunmadığı için; Doğal olarak ülkemizde kitle partisi, medeni siyaset boyutunda devletçilik, objektif ve reel anlamda iktisadi, siyasi, sosyal, bilimsel ve kültürel rekabet ortamı yok. Buna göre ülkemizde devlet, öncelikle “Denetleyici, Düzenleyici ve Destekleyici” olamamakta; Sadece ve yalnızca hâkim olan unsurun çıkarlarını gözeten, koruyan ve geliştiren (ele geçirildiğinde, istenildiği biçimde kullanılabilen) bir cihaz mesabesine düşürülmüş bulunmaktadır. Ki, millet iradesinin “demokratik, adil ve ahlâki” bir biçimde, devlette temsil edilmeyişinin doğal ve beklenir sonucu budur. 
            Bu şartlar altında muhalefet yoktur, olamaz; İktidar dışında kalan menfaat şebekeleri ‘muhalefet’ olarak adlandırılır. Dolayısıyla demokrasinin önündeki en güçlü engel, en girift domuz bağı, sahte/sanal ve güdümlü muhalefettir. Bu nedenle ülke 2015’de demokratikleşme, anayasayı iyileştirme, sanal Kürt sorununu ilga, yıllardır aleyhinde kurulan menfur tuzakları imha ve hükümetin dini kullanmaya başlamasıyla baş gösteren, “de Facto Siyasal İslamcılık” sorunu ile hesaplaşarak; Gerçek demokrasi, Adalet ve Hukuku hayata geçirmek zorundadır.
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 34

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

DEMOKRASİ, ADALET VE MEDENİ SİYASET

 
Demokrasi yönünden bilimsel (ilmi) disiplinin mutlak gereği ‘muğlâk değil’ mutlak kuvvetler ayrılığı ilkesidir. Ya, 1924 (1928) anayasasında olduğu gibi TBMM şahsında bütün (mündemiç) kuvvetler birliği veya ‘Yasama, Yürütme ve Yargı’ olmak üzere birbirinden tam bağımsız kuvvetler ayrılığı esastır. Bugün ülkemizde olduğu gibi ‘ikisinin ortası’ yoktur.
Türkiye hariç dünyanın her devletinde ‘savcılar’ vardır. Türkiye’de ise ‘milli devletin doğal bir gereği olarak’ Cumhuriyet (millet) savcıları. Bu çok anlamlı bir uygulama olup; Cumhuriyet savcıları adalet ve hukuku, her hangi bir erk yahut hükümet adına değil, doğrudan ‘halk adına’ yürütmekle memur ve mükelleftir. Bu nedenle hukukta ‘meşhut suç’ denilen ‘kişisel şikâyet ve takibe bağlı haller dışında’ hiçbir istisnası olmadan (Cumhurbaşkanı, başbakan, bakan, her derece ve düzey memur dâhil) icabı halinde her kesin ve her kurumun üstüne gidebilir, re’sen soruşturma açabilir ve dava ikame edebilir. Eğer uygulamada bu yoksa, ortada adalet, hukuk, yargı veya demokrasi de yoktur!..  
Cumhuriyet Savcıları ve Hâkimler ‘millet adına’ iş görür.
Millet adına iş gören Yargı erk’i, ya Yasama-ya (TBMM’ne) bağlıdır veya siyasetten arınmış yüksek mahkeme (örneğin Anayasa Mahkemesi) nezdinde temsil ve ilzam olunur. Her ne şekil ve surette olursa olsun hukuk devletlerinde ‘milletvekillerinin kürsü masuniyeti’ hariç dokunulmazlık, ayrıcalık ve imtiyaz yoktur. Varlığı da asla kabul edilebilir değildir.  
İşte, Türk medeniyetinin binlerce yıllık mazisinden intikal ve Proto Türklerden grek  (eski Yunan’a) ‘demokrasi’ adıyla tahvil eden (dönüşen) ‘Medeni Siyaset’ sisteminin aslı ve esası budur. Medeni siyaset asırlar içinde nizam-ı âlemi oluşturan vahiyle tahkim edilmiştir. Bu nedenle ahlâken yükseklik, bilgelik ve olgunluk rejimidir. Madde ve manâ barışı, olgunluk ve dinginlik (kâmil insan ve şüra) bağlamında, Türk milleti’nin öz yapısında hayat bulan ve gelişen bu sistem insanlık âleminin en büyük eseridir. Eser’in, ‘insanlık idealini’ ortak payda kabul eden atalarımızca değil de; İnsanlık düşmanlığıyla maruf Greklerce sahiplenilmesi sinsi bir kurnazlık, kıskançlık, haset, ‘emperyalist emeller doğrultusunda’ yozlaştırma, çürütme ve dejenere etme amaçlıdır. Rum-Yunan tarihi bunu belgeleyen binlerce vakıa ile doludur.  
Bu eser, hikmet ve mütekâmil medeni siyaset rejimi dolayısıyla olmalıdır ki, İslâm’da ve Kur’anda herhangi bir siyasi sistem vazedilmemiştir. On emirden ibaret Tevrat ve  taklit ve tahrif edili ‘muharref’ İncillerde de özgün bir siyaset öğretisi, tavsiye ve öngörüsü yoktur.(Bu nedenle dini siyaset veya ticatere alet etmek lâikliğe aykırı ve bütünüyle insanlık dışıdır) 
Türkiye Cumhuriyeti olarak kalkınmak, gelişmek, yükselmek ve Atatürk' ün gösterdiği muasır medeniyet seviyesini aşmak, modern bilim ve ileri-yüksek teknolojinin nimetlerine ulaşmak, ancak ve sadece; Evrensel norm, standart ve kriterlerde bütün kurum ve kuruluşları ile teşekkül ve tekemmül etmiş "katılımcı ve çoğulcu demokrasinin” (yukarda açıklanan) medeni siyaset ve gerçek hukuk devletinin yaşam boyutuna geçmesi ile mümkündür.
Zira insani boyut ve bilinç toplumuna ancak ve sadece gerçek bir demokrasi idaresi ile ulaşmak ve bu yolla birinci sınıf bir devlet olmak mümkündür. Kaldı ki, yüksek basiret, deha ve bekasıyla bunu gören, anlayan ve kavrayan, ülkemiz ve insanımızı ilk kez demokrasi ile buluşturan Atatürk'ün en çok istediği, kendini adadığı ve arzuladığı ideali geleneksel medeni siyaset ve demokrasi yoludur. Şimdi ülkemizin Cumhuriyet ve demokrasi (söylem bazında olsa bile) üzere bulunmasının da ana nedeni budur. Bu nedenle demokrasi: 
"İnsanlık ideali, insanca yaşam ve bilinç toplumunun temel kaynağı ve dayanağıdır", "Bireysel sorumluluk ve hukukun üstünlük ve önceliği" noktasından ve "Kanunlar anayasaya, anayasalar da insan’a aykırı olamaz", "Cumhuriyet-Demokrasi ve Lâiklik ayrılmaz, sarsılmaz ve vazgeçilmez bir bütündür" gerçeği, siyaset bilimi ve disiplin ilkesinden hareketle; "bütün medeni toplumların mutabık kaldığı, insan hakları, adalet ve hukuk üstünlüğünün esas alındığı kurallar bütünüdür" ilkesi dahilinde gerekli değişim, dönüşüm ve düzenleme yapısal reformlar süratle hayata geçirilmek zorundadır. Eğer hükümet, sözde değil, öz’de demokrat ise tabii!..
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 35

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

DEMOKRASİYİ ÖZELLEŞTİRMEK

 
Meşruiyet; Hüküm, hikmet ve adalet iledir.
Adalet, doğrudan ve dolaylı (katılımcı ve çoğulcu) demokrasi’nin temel unsuru olup, uygulanması, hayat bulması, halkın refah, huzur-güven ve saadet içinde yaşaması, kaynağını haklılık, doğruluk, onur-erdem ve dürüstlük kavramlarından alan hukuk’un teşkil ettiği yazılı kanunlardır. Yani, ‘adalet’ hükmünü ‘hukuk’la icra eder.
Esas olarak kanunlar anayasaya, anayasa ise kesinlikle ve asla insan haklarına aykırı olamaz. İnsan hakları, evrensel anlamda yaşama, beslenme, barınma, inanma ve “inandığı gibi”, eşit, güvenli ve huzurlu bir hayat sürme hakkından ibarettir.
Hukuk, münhasıran cumhurun (halkın) kendi kendini idare ettiği hallerde, yani millet iradesinin devlet idaresinde hâkim unsur olabildiği ‘demokrasi’ rejiminde varlığını gösterir. Bunun dışında ‘kanun-yasa’ devletlerinde, demokrasi, adalet ve hukuktan bahsetmek mümkün değildir. Bunlar genellikle (günümüz örmeklerinde olduğu gibi) polis, jandarma (1938 -1950 Türkiye) veya çete devletleridir. Özgün olarak Türk siyasetinde buna “halka rağmen halkı yönetme” denilir!.. Ki, bu söylem diktatörlük, tasallut ve despotluk anlamına gelir.
Çok açık ve net bir anlatımla: Demokrasinin iki mütemmim cüzü (tamamlayıcı ve bütünleyici unsuru) vardır. Bunlar adalet (adalet ahlâkı) ve hukuktur. Göstergesi sosyal hukuk devleti olup; Uygulamada (yönetim) kamu harcamalarını olabildiğince kısan, vergileri azami ölçüde azaltan, az kazanandan az, çok kazanandan (lüks kullanım ve israftan) çok vergi alan, aldığı vergileri tasarrufla ve en saydam biçimde kullanan hükümetler icraatı yürütür.
Bir başka özellik de: Adalete sadık, millete karşı samimi dürüst hükümetlerin ‘hüküm sürdüğü’ devletlerde, en basit anlamda bile, her hangi bir yolsuzluk yoktur. Ayrıca demokrasi rejimini ‘gerçekten’ yaşayan ülkelerde ‘özgürlük ve güvenlik’ sorunu da yaşanmaz. Çünkü, ‘medeni siyaset’ ve ‘hakiki demokrasi’ bağlamında yurttaşlar haddini bilir, bilmeyene haddi derhal devlet tarafından bildirilir.
Bunun sebebi hikmeti ise: “Devlet iyi insan ve iyi vatandaştan yana icraat ve faaliyet gösterir.” Seçilmişler millete vekil ve hizmetkâr, memurlarsa itaat ve sadakat üzeredir. Herkes hakkının, hukukunun (görev ve yükümlülüklerinin) idrakinde, bilincindedir.
HAK KAVRAMI   
Doğuştan ve doğalda var olan haklar, sonrasında adalet ahlâkı ve hukuk’la desteklenip tahkim edilmek suretiyle, milli devlet ve yurttaşlık bilinci (toplumsal sözleşmeler) bağlamında genişletilir. Hak ve özgürlükleri kullanma biçimi budur. Ancak hiçbir gerçek kişi (fert) veya kurum (tüzel kişi) bir başka kişi veya kurumun hak ve özgürlüklerini gasp, tahdit, tehdit veya ihlale yetkili değildir. Şu kadar ki, sadece ve yalnızca genel ahlâk, milli güvenlik ve can-mal güvenliğine yönelik tehdit algılaması yahut aleni teşebbüs hallerinde Millet Meclisi kararı (yasa) çerçevesinde insanlar tedip (haddini bildirmek) ve terbiye (ıslah) edilmek zorundadır.
Bu bağlamda özgürlükler kısıtlanabilir, tecrit (hapis) edilebilir. Yahut taammüden cinayet, cinayete azmettirmek, hırsızlık-yolsuzluk, nitelikli dolandırıcılık ve organize çıkar örgütleri yoluyla ölüme sebebiyet ile vatana ihanet gibi hallerde ‘ölüm cezası’ meşrudur.
Şu kadar ki; Yönetimi izleme-denetleme, memurin (devlet memurları) ve vükelayı (milletvekillerini) muaheze (ikaz, tenkit) suç ve suçluları ihbar (bildirme) görevi vatandaşın; Araştırma, koğuşturma, soruşturma, muhakeme ve infaz devletin görevidir. Hiçbir ferdin veya adalet cihazı hariç olmak üzere her hangi bir kurumun muhakeme ve infaz yetkisi yoktur.
Müesses olan nizam (meclis ve hükümetler) hakkaniyet, adalet ve hukuk görevini tam bir eşitlikle ifa ve icra etmediği takdirde ‘meşruiyetleri’ sona erer. Bu durumda görev Atatürk ilkeleri ve Türk İnkılâbı gereği Cumhuriyet Savcılarına aittir.
İşte Başbakan’ın (bilerek veya bilmeyerek) “demokrasiyi özelleştireceğiz” ifadesinde saklı hakikat budur. Oysa söylemden “demokrasinin mabedi biziz, sadece biz demokrasiyi iyi biliriz, bizim yaptığımız her şey demokrasidir” anlamı çıkmaktadır. Yanılgının büyüğü budur!
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 36

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

DEVLET; HÜKÜMET VE HALK

 
Bilgi çağının çöküşü ve “bilinç çağı”na geçişin en önemli nedenlerinden biri de; dünya çapında kelimeler ve kavramlar üzerinde oynanan oyun ve bu bağlamında insan hakları, adalet, hukuk ve demokrasi sözcüklerinin anlamsız kılınması ve içlerinin boşaltılmasıdır.
Örneğin: Türkiye Cumhuriyeti ‘Ermeni soykırım yalanı’ konusunda bu kastın kurbanı;
Afganistan, Pakistan, Irak ve pek çok Müslüman ülke de; İnsan hakları ve demokrasi söyleminin mağdurudur. Bunun başlıca üç ana nedeni vardır:
Birincisi: Yenidünya ‘düzen’i peşinde koşan kene, vampir, sülük ve pire türü kan emici (insani değer ve erdemler yönünden mutasyona uğramış ve vahiy ahlakından arınmış) varlıkların içine düştüğü vahşet, şehvet, şöhret, hırs ve ihtiras; Çok öz ve anlamlı bir tanımla, ilâh, silâh ve ilâç tüccarları;
İkincisi: Bunlara, aynı zaaflar ile malul olmaları nedeniyle yardım ve yataklık eden; Milliyet, mensubiyet, insani değer, medeni mefküre (ilmi dava), hamd, kanaat, şükür, samimi inanç, sevgi-saygı, tolerans, ibadet ve ihlâstan arınmış primitif ve prototip yöneticiler;
Üçüncüsü: Tıpkı kurbağa örneğinde görüldüğü gibi beyni uyuşmuş, içine kapanmış, onursuz ve sorumsuzlaştırılmış, miskin, medeni cesaretten yoksun, bütün insani, milli ve manevi duyguları, asil-aziz ve harsi (kültürel) erdemleri korku, baskı, zulüm, maddi-manevi işkenceler ile bastırılmış pasif-palyatif ‘sürü psikolojisi’ içine sürüklenmiş toplumsal yapı. Bu örnekte halkı idare eden, hâkim ve hükümran, başına buyruk bir çoban, millet ise icabında azgın köpeklerce korkutulan, hizaya sokulan sürü mesabesindedir.
İşte bütün dünyada siyaset sisteminin tıkanması, kaynakların tükenmesi ve ekolojik sistemin temelden sarsılmasının nedeni budur. Sahipsizlik ve sorumsuzluk… Ortak değerler, toplumsal müşterekler ve evrensel dengeler konusunda kafa yormamak, bilinç ve bilhassa inisiyatif geliştirmemek. Kurumsal ve bireysel sorumluluk almamak...
Tıpkı fanatik ve cahil softaların ileri sürdüğü bir sapkınlık olan ‘kaderciliğe’ geleceğini, özgürlüğünü, yaşam hakkı ve güvenliğini şuursuzca teslim etmek; Kötülerin bilinçle yürüttükleri “gasp-irtikap ve haksız edinim” mücadelesine iyi insan ve iyi vatandaş olarak kayıtsız kalmak. Bütünüyle gayrimeşru, şiddet, tehdit, baskı, yalan-talan, hırsızlık-yolsuzluk ve özellikle: İnsan hakları, adalet ahlâkı, eşitlik ve hukuk istismarı ile yönetilmeye karşı “meşru direnme” hakkını kullanmamak!..
BİLİNÇ ÇAĞINA DOĞRU
Oysa, başta insanlık tarihinin tek ve yegâne semavi (vahiy kaynaklı) dini olan İslâm; İslâm’ın son peygamberi Hazreti Muhammed’in, bütün zamanları şamil mukaddes Kitabı Kur’an; İlim yolunun kanaat önderleri, dünyanın ‘kendilerini insanlık ve medeniyet davasına” adamış örnek ve önder şahsiyetleri, namuslu bilim ve siyaset adamları ve nihayet Türk siyaset ve devlet hayatının aynası; Özgür insanlık âlemi ve davasının ışığı-nihai lideri Mustafa Kemal Atatürk; “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” diyerek yol göstermiştir.
Dünyayı yeniden keşfetmeye gerek yoktur. Bilinçli, kendinde ve farkında olmak yeter.
Tekâmül nazariyesinin esası, her defasında sıfırdan başlamak değil, gelinen noktadan itibaren alarak ilmin yolunu ve önderlerin ışığını takip etmektir.
Konuyu bu bağlamda ele alacak ve bir yol haritası çizecek olursak!..
MANA VE MUHTEVA OLARAK DEVLET:
Kelime, kavram ve anlam (manâ ve muhteva) olarak devlet, “Siyasi, idari ve merkezi bir teşkilâta sahip, belirli ve müseccel sınırlarla muhkem ve mukayyet, toprakları üzerinde hâkim, halkıyla hür, müstakil, özgür ve hükümran, (tam bağımsız) ülke;
Üzerindeki insan topluluğunu, mutlak bir adâlet, hukuk, eşitlik ve hakkaniyetle yöneten, refahı tabana yayan, dengeli kalkınan, doğrusal yönde hareket eden, milletin işlerini tam bir dürüstlükle, vukuf, ehliyet ve liyakatle yürüten, insan haklarına sahip ve hukuka saygılı meşru bir hükümetle ‘milli hakimiyet’ tesis etmiş bulunan evrensel bir kurumdur.
Esas olarak devlette kanunlar Anayasa’ ya, Anayasalar ise insana ve insan tabiatına (doğuştan var olan insan haklarına) aykırı olamaz. Devlet insan için vardır. İnsanlar, halk, millet, yani yurttaşlar tarafından “Namuslu, dürüst, katılımcı, saydam-şeffaf, ilkeli, onurlu, sorumlu, hak-hukuk ve bilumum medeni tasarruflarda mutlak eşitlik esasına dayalı”, özellikle demokrasi ve demokrasinin mutlak mütemmimi (ayrılmaz parçası olan) Cumhuriyetle yönetilmek zorunda ve durumundadır.
Bu insana ve İslâm’a uygun bir toplumsal sözleşmedir.
Toplumsal sözleşmeler kuruluşla birlikte ikame olunur.
Zaman içinde değiştirilmez. Geliştirilir ve mükemmelleştirilir.
İNSAN ODAKLI “ORİJİNAL” DEVLET
Bilinen ve belli olan tarihte ilk kez bu ideolojik tanım ve siyaset felsefesi günümüzden 2500 yıl önce Plâton (Eflâtun) tarafından vâzedilmiş; Bu rejim ve siyaset felsefesinin en ileri ve çağdaş-modern versiyonu ise, Atatürk ilke ve inkılâpları bağlamında “İnsan odaklı” doğru, demokratik ‘İnsani Boyut ve Bilgi Toplumunun ideal rejimi’ “Türk İnkılâbı” (Atatürk’ün kendi deyişi ile) “KEMALİZM” olarak biçimlenmiş devlet-rejim budur.
Günümüzde, orijinal ve objektif bir rejim olan bu yönetim biçimini örnek alan veya uygulayan, (dünyada) gerçek devlet sayısı iki elin parmakları kadar azdır. Yakın ve uzak tarihte ise, ağırlıklı olarak Türk ve İslâm devletleri ile 20.500.000 km2’de yaklaşık 600 yılı mücavir süre ile “huzur iklimi” olarak adâletle hüküm süren Osmanlı örneği ile 1923-1938 dönemi Türkiye Cumhuriyeti gösterilir.
Dünya devleri ve devletlerinin pek çoğu bilime kıyasen çete devletidir.
Bunlar tasallutla tasarruf eder, evrensel hukuk ve adalet ilkelerini tanımazlar.
GİZLENEN REJİM KEMALİZM
Şu anda ülkemizde de Kemalizm maalesef ‘gizlenen rejim’ durumunda olup, 1961’ den itibaren terk edilmiştir. Ancak, AB Komisyonunca onaylanan Ortlander raporunda yer aldığı veçhile batı, Türkiye’nin kesinlikle Atatürk’ü unutmasını istemektedir. Zira, kapitalist ve emperyalist küresel sermaye, önünde en büyük tehlike olarak “Kemalizm” i görmektedir.
Bu talep ve yaşanan gerçek yönünde biz yine de konuyu irdelemeyi sürdürelim: Devletler, halk tarafından tesis ve idame ettirilen hükümetler eliyle yönetilir. Hükümetlerin mutlak şartı meşruiyettir. Hüküm ve hikmet meşruiyetle mümkündür.
HÜKÜMET VE MEŞRUİYET:
Gücünü sadece ve yalnızca halktan alan ve halka dayanan, kuvvet, kudret ve hakimiyet-hükümranlık hakkını “halkla birlikte-halk için kullanan”, halkın emrinde ve hizmetinde olan ve bu (hüküm ve hikmet) hakkını; Ulusal ve evrensel hukukun kabul görmüş ilke, norm, standart ve kriterleri muvacehesinde; İlmi değer, manevi mukaddes, milli mefküre, temel inanç, adet, örf, yerleşik töre, birikim ve gelenekleri doğrultusunda kullanan; Halkın gücü, kudreti, irade ve adâlet ahlâkı “doğrudan milletçe onaylanmış” müşterek hak, hukuk ve menfaatleri tavizsiz-ivazsız bir “kamu ahlâkı dairesinde” yönetme erkidir.
Bu, Türk milleti ve TC devleti bağlamında bir “Kuvâ-i Milliye” veya “Çanakkale” rûhu, nizamı; Yani, halk iktidarı anlamına gelir. Halk iktidarı ‘hak iktidarı’ demektir. Diğer bir anlamda, kamu yönetiminde ‘kamu onayı ve kamu vicdanı’ esastır. Türk milletinin kamu vicdanı: Mustafa Kemal ATATÜRK, O’ nun ilkeleri ve Türk İnkılâbıdır. (devamı var)
DEVLET; HÜKÜMET VE HALK (2) Mustafa Nevruz SINACI
CUMHURİYET FAZİLETTİR, ERDEMDİR:
Türk İnkılâbı ‘Cumhuriyet Fazilettir” ilkesine dayalıdır. Mutlak dürüstlüğü esas alır. Yani; Türk devleti (orijinal Fransızca da ‘bon-sens’ denilen) haklıların güçlülüğü, hak, adalet ve hukukun mutlak hakimiyeti; her türlü ayırma, kayırma, farklılık, üstünlük, imtiyaz ve kanunsuz koruma dışında ‘tam eşitliği’ öngörür. Bilimin, milli birikimin ve insani bilincin gereği olan ‘doğrusal yönde temlik ve tasarrufu”, “En hakiki mürşit ilimdir” ilkesini esas alır.
Türk milleti ve TC devleti, vahşi kapitalizm ve küresel emperyalizme karşıdır. Türkiye, hür, müstakil, hakim ve kendi hukuku ile kaim medeni bir dünya devletidir. Türkiye Cumhuriyeti; Binlerce yıllık devlet geleneğinin gereği; Namuslu bir devlettir.
DEVLETİN NAMUSU:
Yukarda açıklanan usul, esas ve münhasıran “Türk İnkılâbı” çerçevesinde ‘Türk Devleti’ “CUMHURİYET FAZİLETTİR” ilkesi bağlamında kuruludur. Cumhuriyet’in ana ilkelerinden biri de: Haklıların güçlülüğü ilkesidir. Güçlülerin haklılığı değil…
“Fazilet” Türk ve dünya lügatlarında;
“Doğruluk, dürüstlük, değer, meziyet, iyilik, ilim, irfan ve iman itibarı ile yüksek, adalet ve ahlâk-edep sahibi, hürmet ve muhabbete lâyık, saygınlık” anlamına gelir. Tek kelime ile fazilet: Kişisel ve kurumsal bazda namuslu, dürüst ve demokrat olmaktır. Gerçek anlamda namuslu, dürüst ve demokrat olmayanın devlette işi yoktur.
Bu tanımları, günümüzde yaşanan ‘derin’ kavram kargaşasını açıklamak için yaptım.
ASIL MESELE NEDİR:
83 yıllık cumhuriyet tarihini “Hakiki devlet ve namuslu hükümetler” bağlamında büyüteç altına koyduğumuzda ortaya çıkan profil şudur: 1923-1938 dönemi: Tam bir yokluk, yoksulluk ve kıtlıktan; Taban ve tavan arasında makul bir denge korunarak, el ve gönül birliği ve “millet olma” bilinci içinde kalkınma ve gelişme yolunda büyük mesafe alınmış; Kurucu önderi, bütün ayni ve nakdi mal varlığını milletine ve milletin kurumlarına bağışlamış, bütün dünyanın saygı duyduğu “kederde ve kıvançta bir” yüksek bir medeniyet bu dönemde yaşanmıştır. Atatürk dönemi, tertemiz ve pırıl pırıl bir dönemdir.
1938-1950: Karşı devrim adına, her şeyin yerle bir, Türk inkılâbınınsa ter-yüz edildiği, ilk yolsuzluk ve suistimallerin uç verdiği, demokrasinin yerini despotluğun aldığı kıtlık ve kâbusların hortladığı karanlık ve kara bir dönem. Kayıp yıllar...
1950-1960 : Türk inkılâbının düştüğü yerden ayağa kalktığı, Atatürk programlarının tekrar, özenle yürürlüğe konduğu, milletçe kalkınma-gelişme, devletçe yükselme ve ‘muasır medeniyet seviyesine ulaşma” seferberliğinin başladığı ve ülkenin karanlıktan aydınlığa çıkarılarak birinci sınıf bir dünya devleti noktasına yükseldiği, taşındığı harika yıllar.
DİKKAT:
14 Mayıs 1950 seçimlerinde ‘beyaz ihtilâl’ olarak tarihe geçen ve büyük bir halk hareketi ve kuvâ-i milliye ruhuyla “demokrasi zaferi” kazanan parti, halk partisi tarafından “devr-i sabık” yaratmama konusunda uyarılmış, aksi taktirde askeri darbe ile tehdit edilmiş olmakla; DP, demokrasiye geçiş evresi nedeniyle bu şartı kabule mecbur kalmıştır.
DARBE:
27 Mayıs 1960’da, başta halk partililer ile Cumhuriyet, Demokrasi, Atatürk, Adalet, ahlâk ve milli değerler düşmanı, hukuk özürlü dahili ve harici bedhahların iştirak ve işbirliği sonucu yapılan darbe, 10 yıldır yaşanan “asr-ı saadet” dönemini sonlandırdı. Bir değil binlerce “DEVR-İ SABIK” yaratma ihtirası uğruna kurulan ‘adalet ve hukukun yüz karası, utancı’ güdümlü mahkemelerde binlerce masum insan, memur, müsdahdem, genel müdür, genel kurmay başkanı, bakan, başbakan ve cumhurbaşkanı alçakça sorgulandı ve yargılandı. Nâhak yere üç masum ve müsemma lider hunharca asıldı. Ancak, örtülü ödenek dahil devletin ve hükümetin bütün hesapları tertemiz çıktı... Devr-i Sabık yaratamadılar. Çünkü devlet bu dönemde Atatürk’ün yolunda ve izinde yürümüştü.
Atatürkçülük, yani ‘Kemalizm’ ile yalan-talan ve yolsuzluk birleşmezdi. Oysa, müsebbipler 1950’de devri sabık yaratılmamasını şart koşmuşlardı.Çünkü 1938-1950 döneminde devleti yönetenler, reddi miras etmişlerdi. Ortam pisti.
NEREDEN NEREYE:
Emekli Jandarma Kurmay Albay ve dönemin Jandarma Genel Komutanlığı Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanı; Namus ve fazilet timsali büyük insan, gerçek bir Türk Askeri, Kuvva-i Milliyeci Aziz ERGEN’ in “Kirli Ellerin İttifakı” isimli kitabı yayınlandığı gün bana geldi. Türünün nadir örneklerinden olan bu kitabı; Yukarda irdelediğim siyaset bilimini (Türk inkılâbını) baz alıp, “1960-2006” döneminde olup bitenleri düşünerek büyük bir dikkat ve itina ile satır satır okudum. Başlangıçta vaki açıklama ve tanımlar doğrultusunda mukayeseli bir şekilde inceledim, değerlendirdim.
Daha sonra Kuvvai Milliye Derneği Genel Başkanı Bekir Öztürk, Talât ŞALK (DGM eski, emekli Cumhuriyet Başsavcısı) ile Aziz ERGEN tarafından; Ankara Sürmeli Otel’ de yapılan ‘tanıtım amaçlı basın toplantısını izledim. Evet, demek artık, ‘yeni bir beyaz sayfa daha’ açmanın değil; ‘iyice kirlenen’ son 40 yılın hesabını sormak zamanı gelmişti
“KİRLİ ELLERİN İTTİFAKI” ADLI KİTAP
Bahusus toplantıda, Aziz Albayın son derece ağır başlı, temkinli ve (emekli de olsa) temsil ettiği camia ve emekli olduğu kurumun onur ve erdemini düşünerek verdiği cevaplar ile Talât ŞALK’ ın açıklamalarını ‘bu amaçla’ not aldım. Akabinde aldığım önemli notlar ve kitabı bir kenara koyarak, ertesi günden itibaren İnternet, radyolar, yazılı-görsel medya ve televizyonlarda yer alan haber ve programları dikkatle izlemeye başladım.
Acaba, Türkiye’yi sarsacak nitelikteki bu açıklamaların yansıması ne olacaktı?
Halkın tutumu, hükümetin tavrı, başta insan hakları örgütleri olmak üzere, sivil toplum kuruluşlarının ve genelde kamuoyunun tepkileri konusunda ciddi beklentilerim vardı.
Sanki bütün medya harekete geçecek, aziz ve necip Türk halkı ayağa kalkacak, STK’ lar (Hrant Dink’in cenazesi ve 301.madde konusunda olduğu gibi) hepten teyakkuz durumuna geçecek, başta Sayın Cumhurbaşkanı, Devlet Denetleme Kurulu, Başbakan, Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu, Bakanlar ve Bakanlık Teftiş Kurulları derhal işe el koyacak; Dönem itibarıyla kayıp, kaçak, gasp, hırsızlık ve yolsuzlukla hortumlanmış, kitapta açıklanan ‘millete ait’ 500 milyar doların peşine düşerek;
‘DEVLETİN NAMUSUNU” kurtaracaklardı…
Zira, dönemin hayali ihracat komisyonu başkanı ve eski Aksaray milletvekili Mahmut ÖZTÜRK, Manisa eski milletvekili Tevfik DİKER (Anayurt), o gün için vizyondaki “Kurtlar Vadisi” dizisinin yapımcıları, konuyla ilgili başkaca kitaplar yazan yazarlar, dönem içinde konuyla ilgili dizileri yayınlayan gazeteler ve gazeteciler sayesinde (Aziz Albay kadar olmasa bile) yine de ‘harekete geçmeye yetecek kadar’ pislik, kirlilik, hırsızlık, yolsuzluk, yozlaşma, erime ve çürüme ortaya çıkmıştı.
Üstüne üstlük bir de, ‘dokunulmazlara’ ait dosyalar vardı. (devamı var)
TÜYÜ BİTMEMİŞ YETİMİN HAKKI
Böylece tüyü bitmemiş yetimin hakkı söke söke geri alınacak, Aziz Türk milletinin alçakça çalınan geleceği kurtarılacak, suçlular yakalanacak, adil mahkemelerde yargılanacak ve kamu vicdanı rahatlatılacaktı. Bu son derece olağan, doğal, masum ve yasal bir beklenti idi. Zira, devlet ve hükümetler bunun için vardı. Hiç olmazsa beyaz enerji dahil, aysbergin dışarıda kalan, görünen bölümü aydınlandı. Kirli eller, kara vicdanlar ve irin dolu yüreklerin sırrı ayândı artık. Devlet varsa (ki, vardır) şimdi harekete geçmeliydi. Zira;
Aziz Ergen’in kitabı, izah ve itirafları bir bakıma rüşvetin, hırsızlığın, hortumculuğun ve devleti kullanarak milleti soymanın aleni belgesi idi. Üstüne üstlük bu güne kadar benzer konularda yayınlanan hatırat, belge, bilgi, kitap ve itirafları da tamamlıyordu. Hazır, Anayasa mahkemesi, yerel mahkemeler ve Cumhuriyet Savcıları da konu üstünde idi.
NELER GÖRDÜK, NELERE ŞAHİT OLDUK
Bir tarafta aleni dolandırıcılıktan yakalanan bakan, diğer tarafta sahtecilik, görevi kötüye kullanma, rüşvet, iltimas, suistimal, nüfuz ticareti gibi yüz kızartıcı suçlarla yargılanan eski bakan ve vekiller; Diğer tarafta, aynı suçlara ilâveten bölücülük, teröre destek, yardım-yataklık ve dahi vatana ihanete kadar varan iddialarla suçlanan, ancak insan onuru, adalet ahlâkı, demokrasi, anayasa’ nın eşitlik ilkesine aykırı bir biçimde dokunulmazlık zırhı ile korunan ‘milletvekilleri’ vardı.
Hattâ, buna rağmen yalan-talan, soygun ve vurgun bütün şiddeti ile devam etmekte idi. Üstüne üstlük, şimdilerde Türkiye’yi soyanlar ve hortumlayanlar kervanına İMF, AB kurumları, Dünya Bankası ve ülkemizin “Milli İktisat”sınırlarını yok eden “Gümrük Birliği” çeteleri bile vardı. Ülkemizde mafyalar cirit atıyor, organize çıkar örgütleri “Medya-Mafya-Politika” şeytan üçgeninde, rahatça hareket ediyor ve diledikleri gibi faaliyet gösteriyordu. Evet, devlet, hükümet ve halk bütün kurum ve kuruluşları ile harekete geçmeliydi. Şimdi tam zamanı idi. Artık, ‘hiçbir şey eskisi gibi olmamak’ zorundaydı.
AMA HAYRET!..
Alenen suçlanan ve marifetleri deşifre edilen kesimlerden çıt yok. En küçük bir ret, tekzip veya itiraz bahis konusu değil. Mütareke medyası popülizm peşinde. Tutturmuş bir ‘Amerikalı albay nasıl soyuldu’ konusu speküle edip duruyor. Milliyetçi, sağcı ve muhafazakâr yayın organları da, sanki söz birliği etmişçesine “Çuvalın intikamını alan albay” teranesine sarılmakta. Ortada tam bir sağırlar ve körler diyalogu ‘pandomima’ var.
Tedbir olarak sadece, devletten ve halktan alenen çalınan 300 milyar dolarlık miktarı mücavir olaylar ve saiklerine ilişkin bölüm nedeniyle, “KURTLAR VADİSİ” dizisi kapatıldı.
SUÇ VE CEZA: (ADALET, ÖZGÜRLÜK VE GÜVENLİK)
Öteden beri ve günümüzde yurttaşlarımız mahalle marketlerinden, ülke bakanlarına kadar ulaşan yolsuzluklardan bıkmış, yılmış ve usanmıştır. Sokaklarda gasp, devlette irtikap ve yolsuzluk vardır. Suç patlamıştır. Suçlu rahattır. Yargı, Hukuk, Adalet ve ceza kurumu dumura uğramıştır. Mâşeri vicdanı ATATÜRK olan millet rahatsızdır. Durum kriz boyutunu aşmış, ümitsizlik, güven bunalımı ve buhrana dönüşmeye başlamıştır.
GELECEK VE GERÇEK!..
Oysa, gelecekle ilgili umut ve inanç yaratmak, her türlü yolsuzluğa karşı toplumsal refleks oluşturmak ve doğal stabilizatörleri tekrar hayata geçirmek gerekir. Bu meyanda, Aziz Albay tarafından açıklanan dehşet verici olaylar; Zati şehadetle taraf olunan, vakıaların kamu tarafından sorgulanması, müsebbiplerin yargılanması ve cezalandırılması şarttır. Bunun yanı sıra, 1960’dan günümüze ‘devlet erki kullanılmak ve kuruluşlar istismar edilmek” suretiyle, siyaset kurumları ve siyasi partiler de alet edilerek yapılan ve boyutları dönem itibarıyla 500 milyar dolarlara varan dehşet verici devasa soygun, vurgun, yalan ve talan anatomisi ‘keyifle ve korkusuzca’ menfur icraatını sürdürememelidir. Bu soyguna “DUR” demek zamanıdır.
Suç ve suçlu ‘cürüm’ cenneti haline getirilen ülkede namuslu insanlar güvende değil. Suçlular küstah ve acımasız. Masumlar ve mazlumlar korumasız. Yeni TCK ve AB sayesinde suçlulara avukat verilmekte, mağdurlar ise daha da mağdur ve perişan. 1923-1938 ilâ 1950-60 dönemi devlet anlayışı unutulmuş, herkes Atatürkçü, fakat, Atatürkçülük, Kemalizm ve Türk inkılâbından eser yok. Bu ne iki yüzlülük, mürailik ve münâfıklıktır ki; Milliyetçiler, sağcılar, solcular, dinciler dahil bütün kesimlerden hırsız, yolsuz ve hortumcu çıkabilmekte.
Adama (vatandaşa) sorarlar!
Hani ilkelere ne oldu. Hani binlerce yıllık tertemiz Türk medeniyeti !
Bize pırıl pırıl, tertemiz ve berrak bir Cumhuriyet emanet eden Atatürk’e ihanet niye ?
Cemiyetin temeli adâlet ahlâkıdır. Ancak, adaleti kaim olan kanun hukukidir.
Türk inkılâbının amacı kanun devleti değil; Hukuk devletidir. Hukuk devletinde suç cezasız kalmaz. Ceza, suça mümasil (denk) olmak zorundadır. Ne eksik, ne fazla.
Evet, İnsan elbette özgür bir varlıktır. Lâkin bu, suç işleme özgürlüğünü kapsamaz. Kanun ve kuralları belirleme hakkı, ‘güçlülerin’ değil, haklı-doğru ve dürüstlerindir.Demokrasilerde hırsız, yolsuz, hortumcu, yıkıcı ve bölücü unsurlara; Cezalarını çekip ıslah olmadan “halk içinde” serbestçe dolaşma hakkı tanınamaz.
Hukuk devletinde ‘suç işlemek’ herkes için yasaktır. Mutlak kaide budur.
DEVRİ SABIK YARATMAK GEREK:
Şimdi tam zamanıdır.
Zira kapımıza tekrar bir ekonomik kriz dayanmıştır.
Bizim yeteri kadar kriz, kaos, bunalım ve buhranımız varken buna dayanamayız.
Millet, meri hükümet, ‘durumdan vazife çıkartarak’ Anayasa Mahkemesi veya yüksek yargı önce cürmün milâdı olan 27 Mayıs’ın hesabını sormalıdır. Bununla birlikte o mâkus günden itibaren bu güne değin yapılan bütün haksızlık, hırsızlık, gasp, irtikap ve yolsuzluğun hesabı muhakeme edilmeli; Ülkemiz, istiklâl ve istikbalimiz aleyhine işleyen AB süreci behemahal durdurulmalı, Gümrük Birliğinden derhal çıkılmalı, devlet “namuslu-dürüst ve demokrat” Atatürk’çü-Kemalist Cumhuriyet konumuna tekrar çekilerek; 46 yıllık kâbusun kara vicdanlı, kirli el’li ve kansızlar (damarlarında asil kan akmayan) hain, dönme, devşirme, ateist, pagan ve Türklüğünü kaybetmiş insanlık düşmanları sorgulanıp, yargılanarak ‘devr-i sabıkları” yaratılmalıdır.
Temiz devlet ve temiz toplum için bu şarttır. Türkiye’nin kendi kendisi ile yüzleşme ve yönetenlerin halkla hesaplaşması zamanı gelmiştir. Yarın çok geç olabilir.
DEVLETİN MALI DENİZ:
Bu söylemin doğrusu, haksızlıktan, rüşvet, hırsızlık ve yolsuzluktan bıkmış-bunalmış, bu alt varlıklara karşı illet ve nefretle muzdarip halkımın, kinayeten söylediği bir söz olup;
DOĞRUSU şöyle: “Devletin malı deniz, hırsızlık, haksızlık ve yolsuzluk yapan domuzdur.”
Bu manâ ve muhtevada “Domuzlar” devr-i sabıklar olsa gerektir.
Devlet gibi devlet, adam gibi adam olmanın yolu da; Ülkemiz ve devletimizi her tür haksızlık, yolsuzluk, adaletsizlik ve hukuksuzluktan arındırmaktan geçer. Bu konuda fert ve millet olarak günün hükümetine güvenmek isteriz.
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
 
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 37

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

DEVR-İ SABIK’LAR!..

 
Eğer durumdan şikâyetçi olanlar Atatürk döneminin kadim Halk Partilisi veya illâ tarihi ve gerçek Demokrat Parti’li iseler mesele yok. Çünkü bu orijinal insanları 1960’dan sonra CHP’de, 12 Mart’tan sonra AP ve DYP’de ve kesinlikle Turgut Özal dönemi dışında ANAP’ta göremez; Türk İnkılâbı, gelenek ve gerçek çizgisine mensup, erbabı faziletten olan yüksek şahsiyetlere; Hakkaniyet, adalet, hukuk ve demokrasi düşmanı; Haksızlık, yolsuzluk, yalan-talan, ayırma ve kayırmanın çöreklendiği siyaset şirketlerinde rastlayamazsınız!
ÖZELEŞTİRİ, VİCDANİ YARGILAMA VE SORGULAMA:
Büyük Türk Milleti ve şanlı Türkiye Cumhuriyetini bu karanlık günlere, kâbuslara, vahamet, kriz, kaos ve şeamete sürükleyenler: Başta İsmet İnönü, Alpaslan Türkeş, Bülent Ecevit, Necmettin Erbakan, Süleyman Demirel, Turgut Özal, Tansu Çiller, Mesut Yılmaz, Devlet Bahçeli, Deniz Baykal ve Doğu Perinçek ile şu an itibarıyla sözde milli merkez (?!) başkanı Cindoruk değil mi?.. Aslına, nesline, dava/misyon ve milletine ihanet ederek, AKP’de yuvalanan eski Demokrat Parti’li, AP, DYP ve özellikle ANAP’lılara ne demeli?!.
Hani siyasi ahlâk, namus-şeref, insanlık onuru, Milli dava, manâ, ilke, ruh ve misyon haysiyeti nerede?.. Her ne kadar siyaset bir din, partiler mezhep değilseler de; İlkeli, onurlu, sorumlu, sahip, saygılı ve omurgalı olmak, inandığı veya sığındığı yerde haysiyetli durmak, insan olmanın olağan, doğal ve zorunlu bir gereğidir.
Özellikle Türk soyundan gelenler; Namuslu, dürüst ve demokrat olanlar ile etnikten kripto olmayanlarda bu karakter, en yüksek, saygın ve saygıdeğer biçimde zuhur ve tezahür eder. Zorunlu haller ve mücbir nedenler dışında şahsiyetli ve haysiyetli insanlar yaşadıkları sürece ilke, onur, yol ve çizgilerini muhafaza etmekle maruftur. Buna mukabil, Ebu Cehil, Ebu Leheb ve Muaviye bin Ebu Süfyan (şeytan) soyundan gelen selefiler bukalemun gibidir. Ne zaman nerede olacakları ve oldukları yerde rahat durup durmayacakları bilinemez.
Millet Vekili mi; Parlamenter mi?
Bırakın Türkiye’yi, dünyanın en dinsiz, (dini anlamda) ahlâksız ve ateist ülkelerinde bile, Millet Parlâmentoları’nda temsil görevi yapan kimseler millete vekâleten ve bizzat millet adına vazife icra ve ifa ederler. Hareket tarzları tıpkı bir “vekil avukat” durum ve derecesinde olup; Asla had ve hudutlarını aşamazlar. Objektif ve orijinali bu; Peki bizimkiler neyin nesi?
Neden ve niçin Türkiye parlâmenterleri, kendi hür iradeleri ile Cumhurbaşkanı adayı önerme, bizzat aday olma veya istediklerini (ya da isteyeni) aday gösterebilme uğruna medeni cesaret ve fazilet gösteremediler?. Dayatmadan şikâyetçi olup; 6271 sayılı yasayı suçlayanlar, mezkür yasa 2011 ve 2012 yıllarında görüşülürken “akıl tutulması ile malul” veya akıl-mantık melekeleri dumura uğramış, idrak, basiret ve becerileri uçup gitmiş miydi acaba?
Sebebi: 1961’den bu yana, Türk Milleti’ne “Vekil” seçtirilmeyişidir.
Aksi takdirde, beka, basiret, ilim ve ferasetten nasipsiz eşhasın oralarda işi ne?
 YÜKSEK YARGI NEDİR?
Diğer taraftan; Ancak ve sadece adalet, hakkaniyet ve hukukta hata yapmayacak kadar ilim, ahlâk, kıdem, ehliyet, ilke, şahsiyet, haysiyet, yüksek karakter; Yani liyakat sahiplerinin görev yapabilecekleri “hak, adalet ve hukuk” hanelere Mahkeme ve Yüksek Mahkeme denilir.
Türk Milleti’nin yüksek hars’ı ve asırlarca dünyayı idare etmiş medeniyetinin gerçeği, değişmez geleneği, düsturu budur. Her ne kadar, bu gelenek ve genetik gerçek doğrultusunda, sadece yüksek ilim/ahlâk ve fazilet sahibi soylular hukukçu (Hâkim, Savcı, Avukat).; Ast ve üst Subay, Polis ve Millet Memuru olabilirken (Osmanlı/Enderun ve İngiltere/Exeter örneği), 1960’dan sonra her önüne gelenin her yere girebildiği, her makama aday olabildiği (vaktiyle orduya silâh çekmiş eşkıyanın Cumhurbaşkanı adayı olması) bir memleket büyük bir hesabın arifesindedir. Çünkü artık bu ülkede, yüksek mahkemeler adalet dağıtamıyor; Hak, hukuk ve huzur üretemiyor. Şimdi söyleyin bakalım:
YSK neden adil değil acaba? Unutmayın!
İnsaniyetin miyarı adalettir. Eğer adalet yoksa dikta, cunta ve mezalim vardır biline.
 
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 38

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

DEVR-İ SABIK YARATMAK

 
DEVLET: Kelime, kavram ve anlam (manâ ve muhteva) olarak devlet, “Siyasi, idari ve merkezi bir teşkilâta sahip, belirli ve müseccel sınırlarla muhkem ve mukayyet, toprakları üzerinde hakim, halkıyla hür, müstakil, özgür ve hükümran, (tam bağımsız) ülke; Üzerindeki insan topluluğunu, mutlak bir adâlet, hukuk, eşitlik ve hakkaniyetle yöneten, doğrusal yönde hareket eden, milletin işlerini tam bir dürüstlükle yürüten, insan haklarına sahip ve hukuka saygılı meşru bir hükümetle ‘milli hakimiyet’ tesis etmiş bulunan ulusal bir kurumdur.
Esas olarak devlette kanunlar Anayasa’ ya, Anayasalar ise insana ve insan tabiatına (doğuştan var olan insan haklarına) aykırı olamaz. Devlet insan için vardır. İnsanlar, halk, millet, yani yurttaşlar tarafından “Namuslu, dürüst, katılımcı, saydam-şeffaf, ilkeli, onurlu, sorumlu, hak-hukuk ve bilumum medeni tasarruflarda mutlak eşitlik esasına dayalı”, özellikle demokrasi ve demokrasinin mutlak mütemmimi (ayrılmaz parçası olan) Cumhuriyetle yönetilmek zorunda ve durumundadır.
Bilinen ve belli olan tarihte ilk kez bu ideolojik tanım ve siyaset felsefesi günümüzden 2500 yıl önce Plâton (Eflâtun) tarafından vâzedilmiş; Bu rejim ve siyaset felsefesinin en ileri ve çağdaş-modern versiyonu ise, Atatürk ilke ve inkılâpları bağlamında “İnsan odaklı” doğru,  demokratik ‘İnsani Boyut ve Bilgi Toplumunun ideal rejimi’ “Türk İnkılâbı” (Atatürk’ün kendi deyişi ile) “KEMALİZM” olarak biçimlenmiş devlet-rejim budur.
Günümüzde, orijinal ve objektif bir rejim olan bu yönetim biçimini örnek alan veya uygulayan, (dünyada) gerçek devlet sayısı iki elin parmakları kadar azdır. Yakın ve uzak tarihte ise, ağırlıklı olarak Türk ve İslâm devletleri ile 20.500.000 km2’de yaklaşık 600 yılı mücavir süre ile “huzur iklimi” olarak adâletle hüküm süren Osmanlı örneği  ile 1923-1938 dönemi Türkiye Cumhuriyeti gösterilir.
Şu anda ülkemizde de Kemalizm maalesef ‘gizlenen rejim’ durumunda olup, 1961’ den itibaren terk edilmiştir. Ancak, AB Komisyonunca onaylanan Ortlander raporunda yer aldığı veçhile batı, Türkiye’nin kesinlikle Atatürk’ü unutmasını istemektedir. Zira, kapitalist ve emperyalist küresel sermaye, önünde en büyük tehlike olarak “Kemalizm” i görmektedir.
Bu talep ve yaşanan gerçek yönünde biz yine de konuyu irdelemeyi sürdürelim:   
Devletler, halk tarafından tesis ve idame ettirilen hükümetler eliyle yönetilir.
Hükümetlerin mutlak şartı meşruiyettir. Hüküm ve hikmet meşruiyetle mümkündür.
Meşru Hükümet : Gücünü sadece ve yalnızca halktan alan ve halka dayanan, kuvvet, kudret ve hakimiyet-hükümranlık hakkını “halkla birlikte-halk için kullanan”, halkın emrinde ve hizmetinde olan ve bu (hüküm ve hikmet) hakkını; Ulusal ve evrensel hukukun kabul görmüş ilke, norm, standart ve kriterleri muvacehesinde; İlmi değer, manevi mukaddes, milli mefküre, temel inanç, adet, örf, yerleşik töre, birikim ve gelenekleri doğrultusunda kullanan;
Halkın gücü, kudreti, irade ve adâlet ahlâkı “doğrudan milletçe onaylanmış” müşterek hak, hukuk ve menfaatleri tavizsiz-ivazsız bir “kamu ahlâkı dairesinde” yönetme erkidir.
Bu, Türk milleti ve TC devleti bağlamında bir “Kuvâ-i Milliye” veya “Çanakkale” rûhu, nizamı; Yani, halk iktidarı anlamına gelir. Halk iktidarı ‘hak iktidarı’ demektir. Diğer bir anlamda, kamu yönetiminde ‘kamu onayı ve kamu vicdanı’ esastır. Türk milletinin kamu vicdanı: Mustafa Kemal ATATÜRK, O’ nun  ilkeleri ve Türk İnkılâbıdır.
Türk İnkılâbı ‘Cumhuriyet Fazilettir” ilkesine dayalıdır. Mutlak dürüstlüğü esas alır.
Yani; Türk devleti (orijinal Fransızca da ‘bon-sens’ denilen) haklıların güçlülüğü, hak, adalet ve hukukun mutlak hakimiyeti; her türlü ayırma, kayırma, farklılık, üstünlük, imtiyaz ve kanunsuz koruma dışında ‘tam eşitliği’ öngörür. Bilimin, milli birikimin ve insani bilincin gereği olan ‘doğrusal yönde temlik ve tasarrufu”, “En hakiki mürşit ilimdir” ilkesini esas alır.   
Türk milleti ve TC devleti, vahşi kapitalizm ve küresel emperyalizme karşıdır.
Türkiye, hür, müstakil, hakim ve kendi hukuku ile kaim medeni bir dünya devletidir.
Türkiye Cumhuriyeti; Binlerce yıllık devlet geleneğinin gereği; Namuslu bir devlettir.
DEVLETİN NAMUSU: Yukarda açıklanan usul, esas ve münhasıran “Türk İnkılâbı” çerçevesinde ‘Türk Devleti’ “CUMHURİYET FAZİLETTİR” ilkesi bağlamında kuruludur. “Fazilet” Türk ve dünya lügatlarında; “Doğruluk, dürüstlük, değer, meziyet, iyilik, ilim, irfan ve iman itibarı ile yüksek, adalet ve ahlâk-edep sahibi, hürmet ve muhabbete lâyık, saygınlık” anlamına gelir. Tek kelime ile fazilet: Kişisel ve kurumsal bazda namuslu, dürüst ve demokrat olmaktır. Gerçek anlamda namuslu, dürüst ve demokrat olmayanın devlette işi yoktur.
Bu tanımları, günümüzde yaşanan ‘derin’ kavram kargaşasını açıklamak için yaptım.
ASIL MESELE NEDİR: 83 yıllık cumhuriyet tarihini “Hakiki devlet ve namuslu hükümetler” bağlamında büyüteç altına koyduğumuzda ortaya çıkan profil şudur: 1923-1938 dönemi: Tam bir yokluk, yoksulluk ve kıtlıktan; Taban ve tavan arasında makul bir denge korunarak, el ve gönül birliği ve “millet olma” bilinci içinde kalkınma ve gelişme yolunda büyük mesafe alınmış; Kurucu önderi, bütün ayni ve nakdi mal varlığını milletine ve milletin kurumlarına bağışlamış, bütün dünyanın saygı duyduğu “kederde ve kıvançta bir” yüksek bir medeniyet bu dönemde yaşanmıştır. Atatürk dönemi, tertemiz ve pırıl pırıl bir dönemdir.
1938-1950: Karşı devrim adına, her şeyin yerle bir, Türk inkılâbınınsa ter-yüz edildiği, ilk yolsuzluk ve suistimallerin uç verdiği, demokrasinin yerini despotluğun aldığı kıtlık ve kâbusların hortladığı karanlık ve kara bir dönem. Kayıp yıllar...
1950-1960 : Türk inkılâbının düştüğü yerden ayağa kalktığı, Atatürk programlarının tekrar, özenle yürürlüğe konduğu, milletçe kalkınma-gelişme, devletçe yükselme ve ‘muasır medeniyet seviyesine ulaşma” seferberliğinin başladığı ve ülkenin karanlıktan aydınlığa çıkarılarak birinci sınıf bir dünya devleti noktasına yükseldiği, taşındığı harika yıllar.
DİKKAT : 14 Mayıs 1950 seçimlerinde ‘beyaz ihtilâl’ olarak tarihe geçen ve büyük bir halk hareketi ve kuvâ-i milliye ruhuyla “demokrasi zaferi” kazanan parti, halk partisi tarafından “devr-i sabık” yaratmama konusunda uyarılmış, aksi taktirde askeri darbe ile tehdit edilmiş olmakla; DP, demokrasiye geçiş evresi nedeniyle bu şartı kabule mecbur kalmıştır.
DARBE : 27 Mayıs 1960’da, başta halk partililer ile Cumhuriyet, Demokrasi, Atatürk, Adalet, ahlâk ve milli değerler düşmanı, hukuk özürlü dahili ve harici bedhahların iştirak ve işbirliği sonucu yapılan darbe, 10 yıldır yaşanan “asr-ı saadet” dönemini sonlandırdı. Bir değil binlerce “DEVR-İ SABIK” yaratma ihtirası uğruna kurulan ‘adalet ve hukukun yüz karası,  utancı’ güdümlü mahkemelerde binlerce masum insan, memur, müsdahdem, genel müdür, genel kurmay başkanı, bakan, başbakan ve cumhurbaşkanı alçakça sorgulandı ve yargılandı. Nâhak yere üç masum ve müsemma lider hunharca asıldı. Ancak, örtülü ödenek dahil devletin ve hükümetin bütün hesapları tertemiz çıktı... Devr-i Sabık yaratamadılar. Çünkü devlet bu dönemde Atatürk’ün yolunda ve izinde yürümüştü.
Atatürkçülük, yani ‘Kemalizm’ ile yalan-talan ve yolsuzluk birleşmezdi.
Oysa, müsebbipler 1950’de devri sabık yaratılmamasını şart koşmuşlardı.
Çünkü 1938-1950 döneminde devleti yönetenler, reddi miras etmişlerdi. Ortam pisti.                   
NEREDEN NEREYE: Emekli Jandarma Kurmay Albay ve dönemin Jandarma Genel Komutanlığı Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanı; Namus ve fazilet timsali büyük insan, gerçek bir Türk Askeri, Kuvva-i Milliyeci Aziz ERGEN’ in “Kirli Ellerin İttifakı” isimli kitabı yayınlandığı gün bana geldi. Türünün nadir örneklerinden olan bu kitabı; Yukarda irdelediğim siyaset bilimini (Türk inkılâbını) baz alıp, “1960-2006” döneminde olup bitenleri düşünerek büyük bir dikkat ve itina ile satır satır okudum. Başlangıçta vaki açıklama ve tanımlar doğrultusunda mukayeseli bir şekilde inceledim, değerlendirdim.
Evet, demek artık, ‘yeni bir beyaz sayfa daha’ açmanın değil; ‘iyice kirlenen’ son 40 yılın hesabını sormak zamanı gelmişti
Bahusus toplantıda, Aziz Albayın son derece ağır başlı, temkinli ve (emekli de olsa) temsil ettiği camia ve emekli olduğu kurumun onur ve erdemini düşünerek verdiği cevaplar ile Talât ŞALK’ ın açıklamalarını ‘bu amaçla’ not aldım. Akabinde aldığım önemli notlar ve kitabı bir kenara koyarak, ertesi günden itibaren Internet, radyolar, yazılı-görsel medya ve televizyonlarda yer alan haber ve programları dikkatle izlemeye başladım.
Acaba, Türkiye’yi sarsacak nitelikteki bu açıklamaların yansıması ne olacaktı ?
Halkın tutumu, hükümetin tavrı, başta insan hakları örgütleri olmak üzere, sivil toplum kuruluşlarının ve genelde kamuoyunun tepkileri konusunda ciddi beklentilerim vardı.
Sanki bütün medya harekete geçecek, aziz ve necip Türk halkı ayağa kalkacak, STK’ lar hepten teyakkuz durumuna geçecek, başta Sayın Cumhurbaşkanı, Devlet Denetleme Kurulu, Başbakan, Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu, Bakanlar ve Bakanlık Teftiş Kurulları derhal işe el koyacak; Dönem itibarıyla kayıp, kaçak, gasp, hırsızlık ve yolsuzlukla hortumlanmış, kitapta açıklanan ‘millete ait’ 500 milyar doların peşine düşerek; ‘DEVLETİN NAMUSUNU” kurtaracaklardı.
Zira, dönemin hayali ihracat komisyonu başkanı ve Aksaray milletvekili, Manisa eski milletvekili; o gün için vizyondaki “Kurtlar Vadisi” dizisinin yapımcıları, konuyla ilgili başkaca kitaplar yazan yazarlar, dönem içinde konuyla ilgili dizileri yayınlayan gazeteler ve gazeteciler sayesinde (Aziz Albay kadar olmasa bile) yine de ‘harekete geçmeye yetecek kadar’ pislik, kirlilik, hırsızlık, yolsuzluk, yozlaşma, erime ve çürüme ortaya çıkmıştı. Üstüne üstlük bir de, ‘dokunulmazlara’ ait dosyalar vardı.
Böylece tüyü bitmemiş yetimin hakkı söke söke geri alınacak, Aziz Türk milletinin alçakça çalınan geleceği kurtarılacak, suçlular yakalanacak, adil mahkemelerde yargılanacak ve kamu vicdanı rahatlatılacaktı. Bu son derece olağan, doğal, masum ve yasal bir beklenti idi. Zira, devlet ve hükümetler bunun için vardı. Hiç olmazsa beyaz enerji dahil, aysbergin dışarıda kalan, görünen bölümü aydınlandı. Kirli eller, kara vicdanlar ve irin dolu yüreklerin sırrı ayândı artık. Devlet varsa (ki, vardır) şimdi harekete geçmeliydi. Zira;
Aziz Ergen’in kitabı, izah ve itirafları bir bakıma rüşvetin, hırsızlığın, hortumculuğun ve devleti kullanarak milleti soymanın aleni belgesi idi. Üstüne üstlük bu güne kadar benzer konularda yayınlanan hatırat, belge, bilgi, kitap ve itirafları da tamamlıyordu. Hazır, Anayasa mahkemesi, yerel mahkemeler ve Cumhuriyet Savcıları da konu üstünde idi. Bir tarafta aleni dolandırıcılıktan yakalanan bakan, diğer tarafta sahtecilik, görevi kötüye kullanma, rüşvet, iltimas, suistimal, nüfuz ticareti gibi yüz kızartıcı suçlarla yargılanan eski bakan ve vekiller; Diğer tarafta, aynı suçlara ilâveten bölücülük, teröre destek, yardım-yataklık ve dahi vatana ihanete kadar varan iddialarla suçlanan, ancak insan onuru, adalet ahlâkı, demokrasi, Anayasa’nın eşitlik ilkesine aykırı bir biçimde dokunulmazlık zırhı ile korunan ‘milletvekilleri’ vardı.       
Hattâ, buna rağmen yalan-talan, soygun ve vurgun bütün şiddeti ile devam etmekte idi.
Üstüne üstlük, şimdilerde Türkiye’yi soyanlar ve hortumlayanlar kervanına İMF, AB kurumları, Dünya Bankası ve ülkemizin “Milli İktisat”sınırlarını yok eden “Gümrük Birliği” çeteleri bile vardı. Ülkemizde mafyalar cirit atıyor, organize çıkar örgütleri “Medya-Mafya-Politika” şeytan üçgeninde, rahatça hareket ediyor ve diledikleri gibi faaliyet gösteriyordu.
Evet, devlet, hükümet ve halk bütün kurum ve kuruluşları ile harekete geçmeliydi.
Şimdi tam zamanı idi. Artık, ‘hiçbir şey eskisi gibi olmamak’ zorundaydı.
AMA HAYRET : Alenen suçlanan ve marifetleri deşifre edilen kesimlerden çıt yok. En küçük bir ret, tekzip veya itiraz bahis konusu değil. Mütareke medyası popülizm peşinde. Tutturmuş bir ‘Amerikalı albay nasıl soyuldu’ konusu speküle edip duruyor. Milliyetçi, sağcı ve muhafazakâr yayın organları da, sanki söz birliği etmişçesine “Çuvalın intikamını alan albay” teranesine sarılmakta. Ortada tam bir sağırlar ve körler diyalogu ‘pandomima’ var.
Tedbir olarak sadece, devletten ve halktan alenen çalınan 300 milyar dolarlık miktarı mücavir olaylar ve saiklerine ilişkin bölüm nedeniyle, “KURTLAR VADİSİ” dizisi kapatıldı. 
SUÇ VE CEZA : Öteden beri ve günümüzde yurttaşlarımız mahalle marketlerinden,  ülke bakanlarına kadar ulaşan yolsuzluklardan bıkmış, yılmış ve usanmıştır. Sokaklarda gasp, devlette irtikap ve yolsuzluk vardır. Suç patlamıştır. Suçlu rahattır. Yargı, Hukuk, Adalet ve ceza kurumu dumura uğramıştır. Mâşeri vicdanı ATATÜRK olan millet rahatsızdır. Durum kriz boyutunu aşmış, ümitsizlik, güven bunalımı ve buhrana dönüşmeye başlamıştır.
Oysa, gelecekle ilgili umut ve inanç yaratmak, her türlü yolsuzluğa karşı toplumsal  refleks oluşturmak ve doğal stabilizatörleri tekrar hayata geçirmek gerekir. Bu meyanda, Aziz Albay tarafından açıklanan dehşet verici olaylar; Zati şehadetle taraf olunan, vakıaların kamu tarafından sorgulanması, müsebbiplerin yargılanması ve cezalandırılması şarttır. Bunun yanı sıra, 1960’dan günümüze ‘devlet erki kullanılmak ve kuruluşlar istismar edilmek” suretiyle,  siyaset kurumları ve siyasi partiler de alet edilerek  yapılan ve boyutları dönem itibarıyla 500 milyar dolarlara varan dehşet verici devasa soygun, vurgun, yalan ve talan anatomisi ‘keyifle ve korkusuzca’ menfur icraatını sürdürememelidir. Bu soyguna “DUR” demek zamanıdır.
Suç ve suçlu ‘cürüm’ cenneti haline getirilen ülkede namuslu insanlar güvende değil. Suçlular küstah ve acımasız. Masumlar ve mazlumlar korumasız. Yeni TCK ve AB sayesinde suçlulara avukat verilmekte, mağdurlar ise daha da mağdur ve perişan. 1923-1938 ilâ 1950-60 dönemi devlet anlayışı unutulmuş, herkes Atatürkçü, fakat, Atatürkçülük, Kemalizm ve Türk inkılâbından eser yok. Bu ne iki yüzlülük, mürailik ve münâfıklıktır ki; Milliyetçiler, sağcılar, solcular, dinciler dahil bütün kesimlerden hırsız, yolsuz ve hortumcu çıkabilmekte.
Adama (vatandaşa) sorarlar !
Hani ilkelere ne oldu. Hani binlerce yıllık tertemiz Türk medeniyeti !
Bize pırıl pırıl, tertemiz ve berrak bir Cumhuriyet emanet eden Atatürk’e ihanet niye ?
Cemiyetin temeli adâlet ahlâkıdır. Ancak, adaleti kaim olan kanun hukukidir.
Türk inkılâbının amacı kanun devleti değil; Hukuk devletidir. Hukuk devletinde suç cezasız kalmaz. Ceza, suça mümasil (denk) olmak zorundadır. Ne eksik, ne fazla.
Evet, İnsan elbette özgür bir varlıktır. Lâkin bu, suç işleme özgürlüğünü kapsamaz.
Kanun ve kuralları belirleme hakkı, ‘güçlülerin’ değil, haklı-doğru ve dürüstlerindir.
Demokrasilerde hırsız, yolsuz, hortumcu, yıkıcı ve bölücü unsurlara; Cezalarını çekip ıslah olmadan “halk içinde” serbestçe dolaşma hakkı tanınamaz.
Hukuk devletinde ‘suç işlemek’ herkes için yasaktır. Mutlak kaide budur. 
DEVRİ SABIK YARATMAK GEREK : Şimdi tam zamanıdır.
Millet, meri hükümet, ‘durumdan vazife çıkartarak’ Anayasa Mahkemesi veya yüksek yargı önce cürmün milâdı olan 27 Mayıs’ın hesabını sormalıdır. Bununla birlikte o mâkus günden itibaren bu güne değin yapılan bütün haksızlık, hırsızlık, gasp, irtikap  ve yolsuzluğun hesabı muhakeme edilmeli; Ülkemiz, istiklâl ve istikbalimiz aleyhine işleyen AB süreci behemahal durdurulmalı, Gümrük Birliğinden derhal çıkılmalı, devlet “namuslu-dürüst ve demokrat” Atatürk’çü-Kemalist Cumhuriyet konumuna tekrar çekilerek; 46 yıllık kâbusun kara vicdanlı, kirli el’li ve kansızlar (damarlarında asil kan akmayan) hain, dönme, devşirme, ateist, pagan ve Türklüğünü kaybetmiş insanlık düşmanları sorgulanıp, yargılanarak ‘devr-i sabıkları” yaratılmalıdır.
Temiz devlet ve temiz toplum için bu şarttır. Türkiye’nin kendi kendisi ile yüzleşme ve yönetenlerin halkla hesaplaşması zamanı gelmiştir. Yarın çok geç olabilir.         
DEVLETİN MALI DENİZ : 
Bu söylemin doğrusu, haksızlıktan, rüşvet, hırsızlık ve yolsuzluktan bıkmış-bunalmış, bu alt varlıklara karşı illet ve nefretle muzdarip halkımın, kinayeten söylediği bir söz olup; DOĞRUSU şöyledir: “Devletin Malı Deniz, Hırsızlık, Haksızlık ve Yolsuzluk Yapan Domuzdur.” Bu manâ ve muhtevada “Domuzlar” devr-i sabıklar olsa gerek.
 
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 39

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

"DİASPORANIN SESİNİ KESMEK"

           
            Koç Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Norman Stone da konuşmasına, "Ermeni diasporası ne oyun oynuyor, neden buradayız? Neden öğrenciler, insanlar bir şekilde milliyetçi akımlara kapılıyor?" diyerek başladı. Ermeni diasporasının gerçeği manipüle ettiğini ifade eden Stone, "Yakında '10 milyon Ermeni öldürüldü' diyecekler. Böylece esas kendilerine zarar veriyorlar. Fransız diasporasının ne yapmak istediğini anlamıyorum" dedi. Türkiye'nin durumunun çok yakın zamana kadar "şu durumu nasıl idare etsek" şeklinde olduğunu ifade eden Stone, Türklerin savlarını yabancılara sunma tarzlarının iyi olmadığını söyledi. Türklerin söylemini dürüst, açık ve kısa makalelerle dile getirmesinin daha doğru olacağını anlatan Stone, Türkiye'nin kendisini savunuyor duruma düşmemesi gerektiğini kaydetti. Stone, "Bu ülkeyi benim gibi gerçekten seven insanlar olarak, Orhan Pamuk ve Hırant Dink'in çektiği sıkıntıları anlatamıyoruz, bunu anlatmakta zorluk çekiyoruz" diye konuştu. Norman Stone konuşmasını, "Biz, ortalığı karıştırmaktan ve anlamsız  bir kasıtla suyu bulandırmaktan başka hiçbir işe yaramayan Ermeni diasporanın sesini kesmesini istiyoruz" diyerek tamamladı.
            "TOPRAK PEŞİNDE KOŞUYORLAR"
            CHP İstanbul Milletvekili Şükrü Elekdağ ise batıdaki bazı ülkelerin sözde Ermeni soykırımı iddialarını benimsediklerini anlattı. Türkiye'ye yönelen küresel bir tehdit bulunduğunu ve bu suçlamaların Türk dış politikası üzerinde baskı yaptığını ifade eden Şükrü Elekdağ, batılı devletlerin Ermeni iddialarını Türkiye'ye karşı koz olarak kullandıklarını söyledi. Bu tür olayların sürekli gündemde olduğu bugünlerde Ermeni tarafının muazzam bir faaliyet içinde bulunduğunu anlatan Elekdağ, savundukları iddialarla ilgili her yıl (yalan-yanlış) binlerce kitap ve makale yazdıklarını, her vesile ile sempozyumlar düzenlediklerini, ses getirecek lobicilik faaliyetlerinde bulunduklarını kaydetti. Bütün Ermeni dünyasının kendisini son bir asırdır Türkiye'ye karşı savaş içinde gördüğünü belirten Elekdağ, şöyle devam etti:
            "Bunun bir amacı var. Amaçları, Ermenistan'ı Anadolu'nun doğusundan toprak
alarak büyütmek. Bunun peşinde koşuyorlar. Bunun için de “4 T” stratejileri var.  bunlar; tanıtım, tanıtma, tazminat ve toprak... Bunu yıllardır kimseye anlatamadık. Bugüne kadar tanıtma ve tanıtımda mesafe aldılar. Son olarak ABD'de soykırıma uğradığını söyleyen bir kesim açtığı tazminat davasını kazandı ve tazminat aldı. Yani 3. üncü aşama da geçti. Tanıtım, tanıtma, tazminatta mesafe aldılar, şimdi sıra toprakta... Biz bu edilgenlikle bu davayı nasıl kazanacağız? Karşımızda bu dava için seferber olan büyük bir kesim var." Devamla, "Tehcir, Cenevre Sözleşmesi'ne uygun, burada Türkiye açısından endişe edecek bir şey yok"  diye konuştu.
            Daha sonra,Tehcirin, Cenevre Sözleşmesi'ne uygun olarak bir "askeri gereklilik" çerçevesinde uygulandığını anlatan Aktan, şöyle devam etti: "Dönemin yönetiminde ve Türk toplumunda Ermenilere karşı yok etme kastı asla mevcut olmamıştır. Çünkü Ermenileri aşağılık gören bir ırkçı nefret yoktur. Ne daha önce, ne de o sırada ortaya çıkmıştır. Böyle bir duygunun ne yazılı, ne sözlü örneği vardır. Tam tersine Ermeniler Osmanlı Türklerini aşağı, gayri medeni, vahşi, hatta barbar görmüşlerdir. Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa'nın tarihi önyargıları ya da ırkçılığının yol açtığı savaşlarda ve bu ırkçılıktan esinlenerek Türkleri aşağı gören Balkan Hıristiyanları ve Ermenilerin isyanlarıyla yıkılmıştır. Osmanlı hakimiyetinden çıkan bölgelerdeki Türk ve Müslüman’ lar ırkçı nefretle katledilerek Anadolu'ya sürülmüşlerdir. Dünya bu trajedilere kayıtsız kalmıştır. Bu açıdan Osmanlı'nın yıkılışı, basit bir askeri-politik kuvvet mücadelesinin çok ötesine ve ilerisine taşınmış ve tarihi gerçeğe aykırı olarak, soykırım niteliği kazanmıştır. Belki de bu nedenle geçmiş travmalarımızı unutmayı yeğliyoruz. Tarih çalışmalarında Ermeni olaylarına fazla değinilmemesinin nedeni de bu olmalı. Yine aynı nedenle Kurtuluş Savaşı'nı kazanan ve Cumhuriyeti kuran kuşaktan sonra, kendimizi batıya karşı küçük görmek, özgüvenle mücadele edememek, sürekli suçlu hissetmek gibi depresif ve yersiz duygular giderek toplumumuza hakim olmaktadır."
            PROF.HALACOGLU\'NUN KONUSMASI
            TÜRK TARİH KURUMU BAŞKANI PROF. DR. HALAÇOĞLU konuşmasında: ''BİZİM TARTIŞMAKTAN UTANACAK NE BİR TARİHİ GEÇMİŞİMİZ, NE DE SOYKIRIM VARDIR'' Türk Tarih Kurumu (TTK) Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, ''bu ülkede yaşamaktan ve bu milletin bir ferdi olmaktan gurur duyduğunu'' belirterek, ''Bizim tartışmaktan utanacak ne bir tarihi geçmişimiz, ne de soykırım vardır'' dedi. İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) ve Sivil Toplum Kuruluşları Birliği Platformu'nun işbirliğiyle İTÜ Maçka Yerleşkesi'nde düzenlenen ''Türk-Ermeni İlişkilerinde Tarihi Gerçekler'' konulu sempozyumun öğleden sonraki bölümünde ''1915 Soykırım İddiaları... Savcılar ve Hakimler'' başlıklı bildiri sunan Prof. Dr. Halaçoğlu, bu konunun bilimsel olmaktan çıkıp siyasal alana dönüştürüldüğünü vurguladı. Dünya Savaşı'nda Ermeniler'in de diğer insanlarla aynı acıyı paylaştıklarına işaret eden Halaçoğlu, bu konuyla ilgili Osmanlı arşivleri gibi diğer devlet arşivlerin de henüz tam anlamıyla incelenemediğini belirttiği konuşmasına öyle devam etti:
            ''Osmanlı arşivleri son 1 yıldır internet ortamındadır. Osmanlı arşivlerinin yüzde 10'u incelenebilmiştir. Buna rağmen soykırıma uğradıklarını söylemektedirler. Bu durumda verilecek yanıt 'hayır' olacaktır. Bu takdirde iddianameyi hazırlayanlar ile kararı verenlerin varmak istedikleri sonuç nedir? Yok eğer 'yeterli bilgilerimiz var' deniyorsa, bu durumda ellerindeki verileri dünya kamuoyuna sunmaları gerekir. Ama görülen o ki ellerinde böyle bir veri yok. Bilgi Üniversitesi'nde yapılan sempozyumda 'belgeyle tarih yazılmaz', 'soykırımın belgesi olmaz' denildi.
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

  40

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

DİNDARLIK, ADALET VE DEVLET

 
Osmanlı İslâm Devleti’nin., evrensel İslâmi değer, adalet ahlâkı, insanî norm, ilke ve standartları terk ederek çöpe atmaya; Yönetim ve yaşam biçimini tefessüh etmiş (yozlaşmış, çürümüş) maddeci Batı kültürüne göre şekillendirme gafletine düştüğü 1700’lerden itibaren, muharref ve mukallit İncil yandaşlarının yıldızı parlamış, buna paralel olarak fanatik Musevi camiasında yükselme devri, Osmanlı’da (1734) gerileme, düşüş ve çöküş başlamıştır.
Bunun ana nedeni: Tabiatın boşluğa tahammül edememesidir
Daha açık bir anlatımla batı, Türk ve İslâm âleminin içini boşaltıp değerlerini çalmış; Yerine kendine ait yozlaşmış, çürümüş, ahlâksızlık, hırsızlık, yolsuzluk, namussuzluk illetini koymuştur. Merhum Milli Şâir Mehmet Akif Ersoy, bir Avrupa gezisi dönüşü bu hali tespit eder ve şöyle açıklar: “Batı İslâm’ın ilmini almış; Bize ancak adı kalmış pâyidar…”     
“EY İNSANLAR VE MÜSLÜMANLAR!...
‘Evrensel hukuk ve İslâm’a göre: Devlet insan içindir. İnsan’ı yaşat ki, devlet yaşasın, düsturu, iktisat ve müttefik içtihat gereği: Hak edilmiş ve helâl olmak şartıyla, ‘kazanç’tan en az bir yıl kullanıldıktan sonra vergi alınır. Gelir Vergisi oranı 1/40, yani: % 2.5 olup; gümrük hariç “peşin vergi” haram ve yasaktır. Başta tekel ürün ve hizmetleri olmak üzere; Akaryakıt, Doğalgaz, Tüpgaz, Elektrik, Su, Telefon, Ekmek zorunlu ihtiyaç ve sürüme dayalı “sürekli ve garantili” kazanç unsuru mal ve hizmetlerde azami kâr oranı, maliyet artı % 5;, Alımı isteğe bağlı, zorunlu ve yaşamsal olmayan mal ve hizmetlerde ise kâr oranı: Maliyet artı en fazla % 20’dir. Üretici, Sanayici ve Tüccar halka hizmetle memur-mükellef kimsedir. Fahiş ve haksız kâr edilemez. Devlet’in varlık sebebi vatandaşlar adına piyasaları geliştirme ve kontrol, huzur, istikrar ve insicamı temin; Halkı, hür teşebbüsü, üretim ve hizmetleri Düzenleme, Destekleme ve özellikle Denetleme ile yetkili, görevli ve sorumludur.’ İYİ BİLİN!..”
Enteresandır; Osmanlı ve İslâm devletlerinin duraklaması Batı’nın ayağa kalkmasına; Gerilemesi ise yükselmesine denk gelir. Bizde duraklama ve gerilemenin nedeni: "nepotizm, gayrimüslimlere yalakalık, ABD, İngiltere, Almanya ve Fransa’ya yardakçılık, hak, adalet ve hukuku siyasete, din’i hem siyaset ve hem de ticarete alet edecek kadar ahlâki düşüklüktür. "
Dönem itibarıyla tüm İslâm âlemini kucaklayan, temsil ve izam eden Osmanlı’nın bu minval üzere zevali, doğal ve evrensel yaşam biçiminden uzaklaşarak; Hızla küfrün kucağına düşmesi, 200 yıl süren “hilâl-i salip” mücadelesi neticesinde sözde Müslümanların ric’ati (pes ederek geri çekilmesi), mağlubiyeti ile sonuçlanmış ve bu illetle yıkılıp gitmişlerdir.
Gelinen nokta: Adalet ve faziletle hükümferma olunan 20 milyon 500 bin km2’lik bir cihan devletinden, 780 bin km2’lik arenadır. Oysa Cumhuriyetin kuruluş ilkesi Türk İnkılâbı ile Osmanlı’nın kuruluş düsturu birdir. İmanlı-şuurlu, onurlu-sorumlu, hak, adalet ve fazilete dayalı namuslu, dürüst, demokrat “antiemperyalist” Türkiye Cumhuriyeti…..    
Dolayısıyla, her iki halde de olması gereken, beklenen ve mayalanan ne idi?
“Ebed Müddet Devlet”; Hak, adalet, huzur, emniyet, eşitlik ve barış iklimi!..
OSMANLI’DA OLMADI!...
Bunun sebebi: İnsan için en doğal, rahat, özgür, şahsiyetli ve haysiyetli yaşam biçimi olan İslâm’dan uzaklaşmak, bid-at ve hurafelere saplanmak; Müslümanlık bir yana, insanlık dışı, alt ve alçak bir yaşam tarzına rıza göstermektir. Aşağıda arz, ifade edeceğim şekilde bu, bütün İslâm âlemi bir yana İnsanlık âlemi için de büyük bir hezimet, ıstırap, sıkıntı ve utanç nedeni olmuştur. 1700 ilâ 1930 yılları arasında aralıksız cereyan eden Müslüman odaklı savaş, tehcir (zorunlu göç), sistemli soykırımlar, suni olarak teşkil ve teşekkül ettirilen sözde ana dil, etnik kök, mezhep ve tarikat sapkınlıkları da hesaba katmak gerek!..
İşte bu feci izmihlâl ve ağır hezimetin faili: Vahşi Batı, Hıristiyan ve Yahudiler;
Suçlu ve sorumlusu: Apaçık gaflet, dalâlet ve hıyanetle malûl, din tacirliğine müptelâ ‘Müslümanların Emir’i vasfını terkle “Kral” kisvesine bürünen, kibir, sefahat, saltanat ve ilmî sefalet zafiyetiyle illetli ümera (amirler, yöneticiler) ve bu zûl-zilletten maişet dilenecek kadar alçalan, ilim, ahlâk ve fazilet fukarası ulema, fukaha ile sözde zamanın aydınlarıdır...  (./..) 
 
DİNDARLIK, BİLİM VE DEVLET
Devletten, sosyal hayat ve kurumlardan dini soyutlamanın, ahlâkı dışlamanın faturası daima çok yüksek olmuş; “insan, ekosistem ve bütünüyle doğal hayata ihanet” anlamına gelen bu menfur teşebbüsler, sonuçta çok büyük ekonomik, sosyal ve kültürel felâketler, travma ve çöküntülere neden olmuştur. (BAK: Dindarlık, Adalet ve Devlet)    
Mağdurları: Sorumluluk duygusu, medeni cesaret, onur, ahlâk, iman ve ilimlerini terk edip; Dinî ticarete, adaleti siyasete, ilmi menfaate alet etmeye kalkışan; rüşvet-iltimas, ayırma, kayırma, haksızlık, yolsuzluk ve suiistimale yönelen, icabında yalan söylemek ve yalan yere yemin etmekten kaçınmayacak kadar insanlık dışına çıkmış öz haini, sözde Müslümanlar… 
Bu yüzdendir ki; (1300–1923) 623 yıllık ömrün 434 yılını insanca ve İslâm’ca hüküm süren; Adalet ve barış iklimi, fazilet güneşi Osmanlı’nın çöküşü 189 yıl sürmüştür. Oysa yeni Türkiye Cumhuriyeti henüz 89 yaşındadır. Bilinen ve belli olan, tarih boyunca kurulmuş Türk devletlerine oranla henüz çok gençtir. Yenidir…
Mayası itibarıyla Osmanlı’ya rücu eder korkusuyla da;
Genç Türkiye Cumhuriyeti, olgunlaşmadan boğulmak istenmektedir.. 
Bu istek ve ihtirasın zebunu ise: Kadim “Şark Meselesi’nden” mütevellit bedhahlardır.
Hakikatte MS 300 yıllarından beri Türk milletine karşı düşmanlığı bilinen ve sürekli bileylenen, tarihin en kanlı soygun, vurgun, katliam ve soykırımlarından biri “Haçlı Seferleri” ile maruf, eli kanlı, kara vicdanlı, haramzade, emperyalist batıdır. Musevi, Hıristiyan âleminin siyasal, sosyal, bilimsel ve kültürel yapısı; Türk ve Müslümanların, bütün devirlerine nazaran, çok ileri, koyu ve derin bir dindarlıkla örülmüştür… 
Hıristiyan Batı ve Kuzey Yıldızı Yahudiliğin referansı din’dir. (Din kullanılarak 19. yy’da İsrail devleti kurulmuştur.) Ancak öncelikle, “arz’ı idare etme” iddiası güden, yaygın söylem ve yayınlara göre bu ideal, iddia veya ütopyasını hayata geçirmek için evrensel bazda yoğun çaba harcayan Yahudi toplumunu ele almak ve analitik olarak incelemek gerek:
 
“EY İNSANLAR VE MÜSLÜMANLAR!...
‘Evrensel hukuk ve İslâm’a göre: Her insan bir devlettir. Devlet insan için vardır. İnsan’ı yaşat ki, devlet yaşasın düsturu, iktisat ve içtihat gereği: Her nevi kazanç sadece ve yalnızca “bir defa” vergilendirilir. Vergilendirilmiş kazançtan; ÖTV, KDV ve sair namlar altında, doğrudan veya dolaylı olarak başkaca vergi alınamaz. Buna teşebbüs ve tevessül insan hakları, adalet ahlâkı ve hukuka aykırıdır. Üretici, Sanayici ve Tüccar halka hizmetle memur ve mükelleftir. Meşru hükümet adaletin teminatı olmakla; hüküm ve hikmet de, adalet iledir. Hükümete rağmen hiç kimse fahiş ve haksız kâr elde edemez.
yolsuzluk domuzluktur. Devlette suiistimal, ihmal ve hırsızlık varsa hükümet yok demektir. Devlet’in varlık sebebi. Millet Adına kontrol, huzur, istikrar ve insicamı temin; Sektörleri tanzim, tertip, üretim, hizmet, serbest rekabet, fiyat ve piyasaları “insan lehine” Düzenleme, Destekleme ve özellikle Denetleme ile yetkili, görevli ve sorumludur.’ İYİ BİLİN!..”        
 
MUKAYESELİ BİR İNCELEME VE DEĞERLENDİRME     
2012’de nüfusu 7 milyara ulaşan Dünyada yalnızca 14 milyon Yahudi / Musevi var.
(Kuzey ve Güney Amerika'da 7, Asya'da 5, Avrupa'da 2 milyon ve Afrika'da yaklaşık 100  bin Musevi yaşamakta) Buna mukabil, aynı dünya’da 1 milyar 600 milyon Müslüman var. (1 milyar 100 milyon Asya'da, 500 milyon Afrika'da, 44 milyon Avrupa’da, 6 milyon Amerika kıtasında.) Yani dünyada 1 Musevi’ye karşın 114 (!) Müslüman var... İyi ama bu Yahudiler Müslümanlardan niçin 100 kat daha güçlü ve daha zengin ve daha eğitimli ve daha mucitler?
            Tarafsızlık ve bilimselliği “Müslümanlar açısından” tartışmalı tespitlere bakalım…
 
NEDEN VE NİÇİN?..
Yakın çağın en etkin bilim adamı Albert Einstein; Psikanalizin (ahlâksızlık, dinsizlik ve insanlık düşmanlığı öğretisinin) babası Sigmund Freud; Sayısı milyonları bulan masum ve suçsuz insanın sefalet, açlık, yokluk, ideolojik kargaşalarda, harplerde telef edilmesine neden olan Karl Marks, Engels, Stalin, Buharin ve Kuzinen Yahudi idi… (./…)
 
DİNDARLIK VE SİMSARLIK
            Umur-u devlette dindarlık, öncelikle ihlâs, mutlak doğruluk, adalet ahlâkı, dürüstlük, engin hoşgörü, derin tevazu ve samimiyeti zorunlu kılar. Bu, aynı zamanda “insani boyut ve bilinçli İslâm toplumunun” devlet adamı profilidir. Kur-an ahlâkı, İslâmi ilimler ve müspet bilim olarak adlandırılan bütün disiplinlere göre “devlet adamları” ile “bilim insanları” birer aktör veya figüran değil; Nevi şahsına münhasır, karakteri özgürlük, mürşidi (rehberi) sadece ilim, adalet ve gerçek olan; “namus borcu, kumar borcu olmayan” yüksek şahsiyetlerdir. 
            İdare sanatı “iyi, namuslu, dürüst (bilge) ve demokrat” Müslümanların işidir.
            İyi’lerin seçilmesi, ileri doğru atılmış bir adım; Kötülerin idareyi ele geçirmesi ise: Gericilik, irtica ve yobazlığa avdet olup; Hazreti Âdem’den bu yana İslâm’ın Cumhuriyet dışında bir yönetim sistemi önermemesinin sebebi budur. Aslında İslâm, aleni bir şekilde Cumhuriyeti de önermez. Sadece halkın kendi kendisini yönetebilmesini ve “devlet idaresinde millet iradesinin” belirleyici olmasını ister. Bu nedenle Yüce Peygamber; Kral, İmparator ve Reislere gönderdiği mektuplarda: “İslâm, sizin idare şeklinizle değil, halkın Müslüman olması ve İslâm’ı yaşaması ile alâkadardır” der. Çünkü insanların İslâm’ı yaşaması; İnsanca yaşaması anlamına gelir. Huzur, güvenlik, eşitlik, adalet ve barış sadece İslâm’dadır. .
“EY, İNSANLAR VE EY, MÜSLÜMANLAR!...
‘Evrensel hukuk ve İslâm’a göre, devlet insan içindir. İnsan’ı yaşat ki, devlet yaşasın, ilkesi, iktisat ve müttefik içtihat gereği: Hak edilmiş ‘kazanç’tan en az bir yıl kullanıldıktan sonra vergi alınır. Gelir vergisi oranı 1/40 yani: % 2.5 olup; gümrük hariç ‘peşin vergi’ haram ve yasaktır. Başta tekel ürün ve hizmetleri olmak üzere akaryakıt, doğalgaz, Lpg, elektrik, su, telefon, ekmek zorunlu ihtiyaç ve sürüme dayalı “sürekli ve garantili”
kazanç unsuru mal ve hizmetlerde azami kâr oranı, maliyet artı % 5; Alımı isteğe bağlı, zorunlu/yaşamsal olmayan mal ve hizmetlerde ise:, Maliyet artı % 20’dir. Üretici ve Tüccar, halka hizmetle mükelleftir.  Fahiş kâr edilemez. Devlet’in varlık sebebi halk adına piyasaları geliştirme ve kontrol, huzur, istikrar ve insicamı temin; Halkı, hür teşebbüsü, üretim ve hizmetleri Düzenleme, Destekleme ve özellikle Denetleme ile yetkili, görevli ve sorumludur.’ İYİ BİLİN!..”          
            DİN’İ YAŞAMA GÖREVİ
            Şu kadar ki; Milletçe seçilmiş yahut “devlet idaresinde, millet iradesini temsil etmek üzere” hükümetlerce atanmış; Bilumum devlet adamları, hükümet görevlileri ile millet memur ve müstahdemleri dini söylemekle değil, ancak ve sadece yaşamakla mükelleftir. Ayrıca, halk adına hükümet eden veya devlet adına iş gören kimseler; Vatandaşlar arasında tam bir eşitlik, adalet ve hakkaniyetle muamele etmeye memur ve mecburdur. Nasıl ki; Rab insanları imtihan maksadıyla yeryüzüne gönderip, sınamasına rağmen, din, inanç, fikir ve vicdani kanaatlerinde hür bırakır; Peygamberlerine dahi “dinde zor yoktur” diye sadece “nasihati” emreder! Şu hale nazaran: Ne diğer insanların ve ne de devlet adına hükümetlerin “din, inanç, mezhep, düşünce ve vicdani kanaatlere (hukuken suç unsuru olmadıkça) karışma hakları yoktur.
            Bu kaide rüştünü ispatlamış, akil ve rey sahipleri için geçerlidir. 18 yaşına kadar olan her çocuğa (Anne ve Babasının dâhil olduğu) dini öğretmek; Velev ki, anne ve babası dinsiz ise, bu defa “fıtrat gereği” çocuğu Müslüman olarak eğitmek ve İslâmi öğretime tabii tutmak devletin görevidir. Dinsiz anne ve babalar, devletin bu tasarrufuna itiraz edemez, dava yoluna gidemezler. Rüşt yaşına gelen çocuk, kendi kararını bizzat kendisi verir.             
            DİN’İ ANLATMA VE AÇIKLAMA GÖREVİ
            Toplum önünde dini temsil, ilzam ve ifade görevi sadece ve yalnızca Halife, Şeyh-ül İslâm yerine kaim Diyanet İşleri Başkanı, Müftü, İmam yahut gayrimüslim cemaatler adına Patrik, Papaz ve Hahamlar ile ilim ve edep dâhilinde olmak kaydı şartıyla bizatihi halka aittir. 
            TC, 11 Kasım 1938 karşı devrimine kadar, bu özelliklerle mütemayiz 1.sınıf devlet adamlarınca yönetilmiş; TSK’da er-erbaş talimi, Eğitimin her aşaması ile Harp Okullarında;, Kur-an, Din ve ahlâk dersleri zorunlu tutulmuş; Harp Okulu ve Kışlalarda Namaz İçtimaları uygulanmıştır. Cihanşümul bir devletin bakiyesi için olağan, doğru ve gerekli olan da budur.   
            Dinsiz devlet olmaz. Lâiklik: “Fert’in, devlet içinde dinini yaşama teminatıdır”  ./..
 
DİNDARLIK VE KİNDARLIK
            Eğer bir hükümet, ordu’yu kendince hizaya sokabiliyor, generalleri çok ağır iddia ve ithamlarla hapse atabiliyor, pamuk eldiven giyili demir yumruğunu bakan, milletvekili, yargıç ve savcıların başına indirebiliyorsa;, Bu hükümet, TC’nin kurulduğu günden itibaren vaki tüm yolsuzluk-haksızlık, hukuksuzluk, faili meçhul, yalan-talan, soygun-vurgun dâhil olmak üzere her suiistimalin üstüne rahatlıkla gidebilir. Özellikle referansı insan hakları/adalet, demokrasi, kalkınma, barış ve dindarlık olmakla; Zaten gitmeye mecbur ve mahkûmdur.
            HESAPLAŞMA VE YÜZLEŞME
            Her ne kadar 27 Mayıs sorgulanıp, yargılanmadıkça 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat hiçbir anlam ifade etmiyorsa; Verilecek hesabı olmayan 1919-38 dönemi ile hesabı yassı-ada cehenneminde verilmiş 1950-60 hariç olmak üzere:, 1938-1950 ilâ 1960-2012 dönemlerinin şaibeli hesabı mutlaka verilmeli, hesaplaşma ve yüzleşmesi mutlaka yapılmalıdır. 
            İşte!.. Halkın ihtiyacı olan, “zorunlu hesaplaşma ve yüzleşme” budur.
Vizyon ve misyonunu “hesaplaşma-yüzleşme, adalet ve barış” üstüne oluşturan cari hükümetin başta gelen görevi: Tüyü bitmemiş yetimin hakkını almak ve devletin namusunu kurtarmaktır. Aksi takdirde: 12 + 52 = 64 yıl boyunca trilyonlarca doları “siyaset + medya + mafya” işbirliği sonucu soyulan bu milletin mâşeri vicdanı huzur bulmayacak, haksızlık ve adaletsizlik üzerine kurulu güncel siyaset ıslah ve iflâh olmayacaktır.
            Dahası, yıllardır apaçık bilinen yabancı etkisi, Ülke üzerinde vaki insanlık dışı baskı, dayatma, dezinformasyon ve yönlendirmeler; Mezkür hesaplaşma - yüzleşme olmadan mâkus talih sona ermeyecek, yıllardır, ülkemiz ve dünyada Türk insanına reva görülen çifte standart, alçaklık, kalleşlik ve zulüm nihayet bulmayacaktır.
            Öyle ki, bir Türk yabancı bir ülkeye gittiği zaman, asli unsur veya ‘yerli halk’ denilen yasal vatandaşların sahip olduğu hakların büyük bölümünü kullanamaz; “Milli değerleme” ve sair namlar altında misillenmiş fiyat politikalarına maruz kalırken;. Türkiye’ye gelen ne idüğü belirsiz, ahlâken tefessüh etmiş, bu topraklara adım atmaya bile lâyık olmayan bir yabancıya akıl almaz kolaylıklar, ucuzluklar, imkânlar ve fırsatlar sunulmaktadır!...   
            Bu da bir yolsuzluktur. Vatana, vatandaşa, eşitlik ilkesi ve insan haklarına ihanettir.
            Katlanarak artan ve sürüp giden bu ve benzer yolsuzlukların acilen durdurulması ve bu hükümetin en başta rüşvet, iltimas, haksızlık, yolsuzluk, kasıtlı işsizlik, pahalılık, adaletsizlik, görevi kötüye kullanma ve suiistimallerle “kendi dönemi dâhil” yüzleşmek ve hesaplaşmaktan başka bir çaresi yoktur. Aksi takdirde olay, sadece ‘darbe, dikta, cunta ve sulta’ meselesinden ibaret kalırsa bunun adı dindarlık değil, kindarlık olur, biline!..     
“EY İNSANLAR VE MÜSLÜMANLAR!...
‘Evrensel hukuk ve İslâm’a göre: Her insan bir devlettir. Devlet insan için vardır. İnsan’ı yaşat ki, devlet yaşasın düsturu, iktisat ve içtihat gereği: Her nevi kazanç sadece ve yalnızca “bir defa” vergilendirilir. Vergilendirilmiş kazançtan; ÖTV, KDV ve sair namlar altında, doğrudan veya dolaylı olarak başkaca vergi alınamaz. Buna teşebbüs ve tevessül insan hakları, adalet ahlâkı ve hukuka aykırıdır. Üretici, Sanayici ve Tüccar halka hizmetle memur ve mükelleftir. Meşru hükümet adaletin teminatı olmakla; hüküm ve hikmet de, adalet iledir. Hükümete rağmen hiç kimse fahiş ve haksız kâr elde edemez. Rüşvet, haksızlık ve yolsuzluk domuzluktur. Devlette suiistimal, ihmal ve hırsızlık varsa hükümet yok demektir.
Devlet’in varlık sebebi. Millet Adına kontrol, huzur, istikrar ve insicamı temin; Sektörleri tanzim, tertip, üretim, hizmet, serbest rekabet, fiyat ve piyasaları “insan lehine” Düzenleme, Destekleme ve özellikle Denetleme ile yetkili, görevli ve sorumludur.’ İYİ BİLİN!..”
Bütün iddia ve kara propaganda (dezinformasyon) biçiminde söylenen yalanların dışında, ötesinde ve arkasında yaşanan gerçek tüyler ürpertici olup:, Ülkemizde uygulanan vergiler insanlık dışı, fiyatlar fahiş, piyasa “rüşvet, iltimas, hırsızlık, yolsuzluk, soygun ve vurgun” üzerine kuruludur. “Eşit işe eşit ücret” ve “serbest rekabet” kuyruklu bir yalandır.
Şu haliyle rejim; Dindarlık değil, adeta simsarlık; Başta Kürtçülük misali ayrımcı furyalar olmak üzere, yurttaşlara eziyet, zulüm, küstahlık ve kindarlık üzerine kuruludur. 
Bütün iddia ve kara propaganda (dezinformasyon) biçiminde söylenen yalanların dışında, ötesinde ve arkasında yaşanan gerçek tüyler ürpertici olup:, Ülkemizde uygulanan vergiler insanlık dışı, fiyatlar fahiş, piyasa “rüşvet, iltimas, hırsızlık, yolsuzluk, soygun ve vurgun” üzerine kuruludur. “Eşit işe eşit ücret” ve “serbest rekabet” kuyruklu bir yalandır.
Şu haliyle rejim; Dindarlık değil, adeta simsarlık; Başta Kürtçülük misali ayrımcı furyalar olmak üzere, yurttaşlara eziyet, zulüm, küstahlık ve kindarlık üzerine kuruludur. 
 
ADALET GÜNEŞİ VE HUZUR İKLİMİ İÇİN…
            Adalet güneşi, huzur ve hukuk iklimi Osmanlı dâhil; Tarihteki (101 devlet ve 16 cihan imparatorluğundan ibaret) kadim Türk devletlerinin en büyük özelliği ‘nevi şahsına münhasır’ ortak karakteridir.
“Medeni Siyaset” bilimi, bu kaynaktan beslenir. Dolayısıyla onurlu, soylu ve medarı iftihar Türk tarihinde ‘nevi şahsına münhasır olmak’ kıskançlıkla korunduğu, hayat bulduğu sürece, Devlet ve millete zeval gelmez. Hüküm ve hikmet sahipleri (hükümetler) asla acizlik, zaaf, atalet ve dumur ile malul olmazlar. Ta ki, iç/dış düşmana borçlanıncaya, sonuçta namertten emir almaya başlanıncaya değin!… Her ne kadar, tüm devletler için, kural aynı olsa da, Türk’ler için bu (Yahudi kurnazlığı iç ve dış borç) tam bir fecaet ve felâket sebebidir.
            Tıpkı şimdi ve 1960’dan itibaren olduğu gibi...
            Borçlanma ve sözde müttefik güdümü altında ezilmenin bedeli çok pahalıdır.
            Bugün Türkiye’nin borçlu olduğu ABD ve AB ülkelerinin tamamı, baş belâsı melânet ve ihanet şebekesinin yardım, yaltakçı, aleni patron ve yatakçısıdır. Üstelik bunların hükümet çevresi, parlamento ve kurumlar içinde sadık hizmetkârları, kartel medyasında sahibinin sesi it, karındaş ve kripto beyinleri vardır. Her hükümet bunu bilir, fakat ses çıkartamaz…
            İç borç erbabı da; Cüz-i bir tasarruf kesimi hariç, haraççı, şantajcı ve rantçıdır..      
            Daha dün “0 Sorun” derken, şimdi (borç yüzünden!..) geldiğimiz yere bakın..
            Amerika bizi cepheye sürmeye kalkışıyor. Suriye ile resmen olmasa da, fiilen savaş halinde sayılırız. Hatta savaş devlet katına sıçradı. İllegal de olsa, Kore’deki gibi Amerika adına ön cephedeyiz. Haberlere göre: Suriye’de 49 istihbaratçımız tutuklu. 49 esir verilmiş. Buna mukabil Türkiye’ye sığınmış bir isyancı subayı takas eden, üst düzey MİT görevlisi özel yetkili savcılarımız tarafından sorguya çekilmiş. Bu yüzden mit, akp, Hükümet ve TBMM’nin başı derde girdi. Yıldırım hızıyla “hale mahsus özel yasa düzenlemesi” yapılarak kriz atlatıldı.
            Sorun bu şekilde aşılmasa ve süreç devam etseydi; mit yöneticilerinin sorgulanması ve yargılanması; Bazı kişi ve kesimlerin ipliğini pazara çıkartır ve sonuçta Recep Usta bu yüzden eş başkanlıktan olabilirdi. Olmalıydı da... Çünkü, hiç olmazsa ondan sonra Amerikan domuzu karşısında dik durulabilir, TC “nevi şahsına münhasır” bir politika rotasına girebilir; İncirlik ve Malatya rezilliği son bulabilir, belki de çuvalın intikamı bile alınabilirdi!.. Olmadı!...
            Sonuçta on yıllık açıklık, şeffaflık, adalet, hukuk ve demokrasi lâfları boş çıktı.
            Bunun yerini deli saçması Oslo dedikoduları ve Abdullah Gül’ün Başbakan iken Colin Powell ile yaptığı iddia edilen ipe sapa gelmez gizli antlaşma söylentileri ve çuval fitnesi aldı, ihanet yürüdü tefrika büyüdü. Oysa cümle âlem bilir ki; Değil Ermeni, Yunan, Rum /Romalı, Yahudi, (İsevi & Musevi) zerre miskal insan olan TC vatandaşı dahi bu tür kir, kin ve ihanet paçavralarına belge diye imza atmaz, ekmeğine hain olmaz, asla kabul etmez, onaylamaz… 
            Anadolu insanı; Adalet güneşinin ışığı ve huzur ikliminin güneşidir.
            Asil’i; Namuslu, dürüst ve demokrat olanıdır. Asıl azmaz, bal kokmaz. 
            YAPILMASI GEREKEN: ONURLULUK VE SOYLULUKTUR!..
            Başta Suriye olmak üzere, dünkü hinterlandımızda yaşanan insani, ilmi, siyasi, sosyal ve kültürel sorunları;. Tıpkı Ceddimiz Osmanlı misal “kutsal bir dava uğruna” hayır, himmet ve adaletle, Türk ve İslâm dünyası ile el ele ve istişare ederek halletmeye çalışmalı;. Özellikle, Suriye cenahında evvelâ Türkmen kardeşlerimiz ve kadim tebaamızın emniyet, ırz-namus can ve mal güvenliği, toprak bütünlüğü ile devlet varlığının korunup, kollanması için tüm imkân ve kaynaklar açıkça, dürüstçe ve mertçe seferber edilmelidir. Gâvurla, domuzla birlikte değil!
            Vahşi Batı (AB) ve kalleş ABD ile iştirak insanlık ve İslâm’a hakarettir.
            Gayrimüslim ile Müslümanların imdadına koşulmaz. Bu alçaklık ve küstahlık olur.
            Zira Türk Milleti ve Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin şiarı adil, namuslu, dürüst ve demokrat olmak, adalete muhtaç olanlara rıza-i ilâhi için koşmak; Adaleti çiğneyen güruh, çete devletleri ve sözde devlet adamlarını cezalandırmak; Türk tarihi, talih-kader ve tabiatının olağan ve doğal gereğidir. Aksi takdirde mukadder olan akıbet ve hakikat: “Adaleti çiğneyen devlet adamlarını cezalandırmayan milletler çökmek zorundadır.” Hz. Muhammed (S.A.V)
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 41

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

DP BÜTÜN SİYASET KURUMLARINA İTHAF OLUNUR

 
Bu günlerde DYP’ye zoraki monte Demokrat Parti’nin Büyük Kongresi yapılacak.
Genel Merkezden yapılan açıklamaya göre Demokrat Partinin 4. (!) Olağanüstü Büyük Kongresinin 6 Ocak 2007 Pazar günü yapılacağı bildirildi. Ancak, daha önce de bu sütunlarda defalarca yazdığım gibi bu ekip Demokrat Parti’den bihaber. Meselâ, IV. Olağanüstü Büyük Kongre demişler ne alâkası var. Önce Parti evraklarını ANAP’tan alsınlar da, aslında kaçıncı Kongre olduğunu bir öğrensinler.
Bahusus Kongrede Genel Başkan seçiminin ardından GİK, Merkez Karar Kurulu ve Yüksek Haysiyet Divanı organlarının yedek ve asil üyelerinin seçimleri gerçekleştirilecek. Burada çok önemli bir ayrıntı vereyim, DP’de Merkez Karar Kuru Yoktur. Bunun yerine kaim Parti Divanı vardır. Parti Divanı, bütün siyaset kurumlarına örnek olacak kadar demokratik, özgün ve parti içi demokrasiyi tedvire muktedir bir kuruldur. GİK Divan tarafından seçilir ve yine Genel Başkanlık Divanı; Parti Divanı’nın onayı ile vücut bulur. Peki hani dünün DYP’ sinin Demokrat Partiye iblâğında bu hüküm. Elbette yok. Çünkü onlar, orijinal DP amblemini de almamakla sadece ve yalnızca “merkez sağın utancı-hicabı” haline düşen DYP’lerine yeni bir yüz arayışına girmişlerdi. Amaçları DP olmak falan değildir. Neyse, uzatmayalım.
Hani, daha önce 17-18 Kasımda yapılması planlanan kongre, Genel Başkan Mehmet Ağar tarafından iptal edilmişti. Ardından GİK, kongrenin 6 Ocak tarihinde yapılmasına karar verdi. Tarafımıza intikal bilgilere göre. Kongrede, DP-dyp Genel Başkan Yardımcısı Çağrı Erhan, eski İstanbul İl Başkanı Süleyman Soylu, eski Sağlık Bakanlığı Müsteşarlarından Aytun Çıray, eski genel sekreterlerden Serhan Yücel, gazeteci Nevval Sevindi, Genel Başkan Mehmet Ağar'ın eski genel merkez danışmanlarından Doç. Dr. Namık Kemal Bingöl, eski Denizli Milletvekili Ümmet Kandoğan ve eski İzmir İl Başkanı Kani Aydoğdu genel başkan adaylıklarını açıkladılar. Ayrıca, Ali Şahin, Hasan Ateş, Eşref Ünal, Dursun Atabek, Hayrettin Özaydın, Cemal Önez, Salih Erkal ve Efkan Erkul isimli şahıslar da genel merkeze adaylık başvurusu yapmışlar. Ne diyelim ? hayırlı olsun. Bekleyecek ve göreceğiz neler olacağını !..
Bizim fikrimiz o ki; Parti sahibi, polis, Mehmet AĞAR’ın katı yönetimi, kaprisleri ve basiretsizliği nedeniyle DYP misyonuna nokta konuldu. Tam kıvamında gerçekleşmesi kabil “birleşme ve bütünleşme” ise maalesef gerçekleştirilmedi ve zoraki nikâh sonunda böyle oldu.
Ancak, bununda memleket hayrına iblâğı mümkün.
Umarım bu makale bulunur, okunur, ibret ve ders alınır.
Dava ve misyonun hakiki varislerinde biri sıfatıyla halisane temennimiz budur.
Tabii değişim ve dönüşümün gerçekleşebilmesi için DP adını alan ve fakat “manâ ve muhtevasının” ayrılmaz bir parçası olan amblemini dışlayan bu yeni (!) oluşumun, yapılacak kongrede aslına rücu etmesi, dava ve misyonunun özünü teşkil eden tarihi amblemi alması, ilke onur ve değerlerini iktisap etmesi zorunludur. Aksi takdirde sonuç yine hayâl-i sükut ve derin bir hüsrandan başka bir şey olmayacaktır.
(DYP) -DP’YE İTHAF
Her ne kadar aşağıdaki bilgilere bütün siyaset kurumlarının “hayati derecede” ihtiyacı olsa da; Ben bu makaleyi özellikle ve bilhassa DYP-DP’ye ithaf ediyorum. Umarım görülür, bilinir, okunur, incelenir ve değerlendirilir. Zira, bu çalışma büyük bir zahmet, meşakkat, bilgi ve birikimin ürünüdür. Her ne kadar “marifet iltifata tabii” ise de, biz kimselerden her hangi bir iltifat beklemiyor; Sadece “bilgi” yi siyasetin ve siyasetçilerin istifadesine sunuyoruz.
İDEAL BİR PARTİ (GELENEĞİN) PROGRAMI
Bu güne göre uzak bir geçmişte; 01 Eylül 1937 tarihinde, "Şark Raporu" ışığında, (Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ATATÜRK' ün emir ve direktifleri üzerine) Celâl BAYAR ve arkadaşları tarafından hazırlanan "TC'nin, Kalkınması-Gelişmesi ve Muasır Medeniyet Seviyesine Ulaşmasına İlişkin Program Tasarısı" bizzat ve şahsen, ATATÜRK tarafından okunmuş, incelenmiş olup, pek çok ek ve değişiklik yapıldıktan sonra BAYAR' a, "İşte, bu program benim programımdır. Türk milleti için düşündüğüm ve icrası hususunda lüzumuna kani olduğum her hususu havi bulunmaktadır. Bütün esas ve unsurları ile bunun mutlaka ve noksansız olarak uygulanmasını istiyorum. Hükümeti kurun ve bu programı uygulayın." dediği ve uygulama emri verdiği metin, önce 25.Eylül.1937 tarihli 1. Mahmut Celal BAYAR
Hükümetinin resmi ve "Atatürk tarafından hazırlanan" onaylı programı oldu.
Ancak bu programın, 25.10.1937-25.01.1939 tarihleri arasında görev yapan 1. ve 2. Bayar hükümetleri tarafından uygulanması mümkün olmadı. Çünkü, Şark Raporu ve çok bariz hale gelen bazı sorun ve sıkıntılar yüzünden Atatürk, İsmet İnönü’yü, parti ve devlet görevlerinden azlederek sürgüne göndermişti. Diğer taraftan kendi hastalığı ilerliyor ve devlet işleri ile meşgul olamıyordu. Bayar Hükümeti ise, bir taraftan aziz Atatürk’ün tedavisi için koşturuyor, diğer taraftan da programın hayata geçmesi ve hükümetin (İnönü den dolayı) başarılı olmasını istemeyen Vekillere karşı yoğun bir mücadele veriyordu. 10.Kasım.1938 günü Ulu Önder hayata gözlerini kapayıncaya kadar bu mücadele, programdan hiçbir sonuç alınamadan ve her hangi bir uygulama yapılamadan böylece sürdü.
Vefatın ertesi günü İsmet İnönü derhal, kendisini Cumhurbaşkanlığına seçtirdi. İlk etapta "Atatürk' ün programı" hayal mahsulü olarak nitelenip yürürlükten kaldırıldı. Bütün Resmi daire ve okullardan Atatürk portreleri indirilerek "milli şef" fotoğrafları asıldı. Tedavüldeki kağıt ve madeni paralar toplanarak "milli şef" resimli paralar basılıp piyasaya çıkartıldı. Buna sabır ve tahammül gösteremeyen ve onay vermeyen Bayar Hükümeti 25.Ocak.1939 da görevinden alındı.
Bu tarihten itibaren ülkemizde karanlık, despot, diktatör ve faşist bir yönetim, baskıcı ve karanlık bir dönem başladı. Halk Partisi ile devlet adeta birleşti, bütünleşti. Celal BAYAR ve arkadaşları; Adnan MENDERES, Refik KORALTAN, Prof. Dr. Fuad KÖPRÜLÜ, Mareşal Fevzi ÇAKMAK, Ali Fethi OKYAR ve Ali Fuad BAŞGİL; Zamanla, azimle ve sabırla genişleyen bir yelpaze içinde, (kendi deyimleri ile) Demokrasi ve fazilet mücadelesine başladılar. Atatürk'ün, yoluna, izine, vasiyet-gelenek ve programına sıkı sıkıya, sadakat ve samimiyetle sahip çıkıp sarıldılar.
İşte; 12.Haziran.1945 tarihli "dörtlü takrir" e, buna mümasil demokrasi, insan hakları, adalet, fazilet ve hukuk mücadelesine esas teşkil eden ve 07.Ocak.1946 da "Demokrat Partinin " kurulması ile hayata geçen bu programdır. Bu program, Türkiye sevdalıları için uygulanması ve uyulması gereken bütün ayrıntıları açıklar. Ülkemiz ve insanımızı onurla yükseltmek, kalkındırmak ve geliştirmek isteyenlere yol gösterir. Çağı gereklerine göre değişim ve dönüşüm özelliğini taşır. “Cumhuriyet, Demokrasi ve Lâiklik” bağlamında öncü bir fonksiyona sahiptir. Kısaca milli misyon olarak da vasıf ve ifade edebileceğimiz "Atatürk' ün Programı” bu programın, esas itibarıyla ‘partiler üstü’ karakteri, özellik, nitelik ve ana hatları (muhtevası) aşağıdaki şekildedir:
Gelenekte siyasetin amacı: Devletin temel unsuru, varlık sebebi olan İnsanı, maddi-manevi, ilmi-bilimsel ve kültürel değer, eser ve zenginliklere kavuşturarak ‘ona’ gerçekten başarılı, onurlu, ilkeli, sorumlu ve mutlu olabileceği ortamları hazırlamak;
“Siyaset ve Devlet’in Yeniden Yapılanması” reformu çerçevesinde:
a-Devleti asli (Adalet, Dış-İç emniyet, güvenlik ve huzur, Sosyal Devlet, fert ve toplumun geliştirilmesi, tabanda refah ve mutluluğun şartlarının oluşturulması) görevlerine “yönlendirici ve denetleyici” boyuta çekmek, bunun dışındaki bütün kurum, kuruluş ve işlemleri ya, yerelleştirerek veya hızla özelleştirerek halka teslim etmek; Namuslu ve dürüst rekabete dayalı ‘serbest piyasa ekonomisi’ ni hayata geçirmek.
Şu an için “güvenlik ve istikrar” kavramları anlamlarını yitirmiş bulunmaktadır. Öyle ki, yoğunlaşan kundaklama teşebbüsleri ile 3 Ocak tarihli Diyarbakır saldırısı, ondan evvelki askerleri kaçma ve/veya kaçırılma kalkışmaları, DTP vukuatları ve nihayet; Ağır bir tehdit ve dayatma niteliği arz eden son AB kararları bunu açıkça göstermektedir.
Şimdi kaldığımız yerden devam edelim:
b-Yerinden Yönetim ve katılımcı Yerel Demokrasiyi gerçekleştirmek.
Bilimin, bilincin ve demokrasinin zorunlu kıldığı bu gerçek; İki yüzlü, dessas, yalancı ve talancı AB’nin de menfur telkin-dayatma ve katkılarıyla günümüzde hedefi ve amacından saptırılmakta ve muhtemel bir bölünmeye zemin hazırlamak niyeti ile istismar edilmektedir.
c-Yasama, Yürütme ve Yargı erkleri arasındaki “kuvvetler ayrılığı, bağımsızlık ve tarafsızlık ilkesini” hayata bütün usul, esas ve unsurları ile uygulamak. Kanunlar önünde tam eşitliği sağlamak. Adalet ve hukukun üstünlüğünü hakim kılmak.
d-Başta Cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından ve milli delege sistemi ile halkın içinden seçilmesi olmak üzere; Milletvekilleri, Belediye Başkanları, İl ve Belediye meclisi üyelerini “namusluca ve dürüstçe” yasalaşmış dar bölge ve iki turlu seçimle seçtirmek; Yerel yönetimlerin siyasi partilerle bütünüyle ilişiğini kesmek.
e-Ülkeye Tam Başkanlık Sistemini kazandırmak.
Demokrasi, uzlaşma kültürü, karşılıklı saygı-sevgi, tolerans ve hoşgörüye dayalı bütün evrensel hak ve hürriyetlerin önündeki engelleri kaldırarak, adalet ve hukuku hakim kılmak suretiyle bunların uygarca ve özgürce kullanılmasını sağlamak. ‘Kanunlar anayasaya, anayasalar da insan’a aykırı olamaz’ ilkesi doğrultusunda Anayasa ve yasaları sadece temel esasları ihtiva edecek şekilde yeniden düzenlemek ve demokratikleştirmek. Yargı Erki’ni bütünleştirip bağımsız ve tarafsız kılmak, Devletin bütün kurum ve işlemlerini yargının ve halkın denetimine bağlamak, tam şeffaflık ve saydamlığı temin etmek, yargının hızlı, etkin, sağlıklı ve ucuz çalışmasını sağlamak. Hak aramanın yolunu açmak. İçinde (Ombudsman) kurumunun da bulunduğu bir adalet dağıtım sistemi ile halkın hak arama, denetim ve izleme hakkını kullanması kurumsallaştırmak.
Devlet okul ve üniversitelerini, merkezi sistemden yerel yönetimlere devretmek, uygun olanları vakıf haline getirip özelleştirmek. Eğitimde etkin bir sigorta ve kredi sistemi kurmak, fakir, yoksul ve güçsüzlerin de en iyi şartlarda okuma imkanlarından yararlanmasını sağlamak, Devletin Sağlık ve Sosyal Güvenlik kurumlarını tek çatı altında birleştirmek, gerekli olanları yerelleştirmek ve özelleştirmek. Bütün vatandaşlar bir Genel Sağlık Sigortası kurmak. Ayırımsız bütün vatandaşlarımıza devlet hastanelerinde ‘ücretsiz bakım, kontrol ve tedavi’ imkânı sağlamak. Fakir, yoksul, güçsüz ayrımı yapmadan bütün vatandaşlara kalıcı, sürekli ve kaliteli sağlık hizmetini devlet olarak vermek.
Devletçe yönetilen mevcut sigorta sistemlerini çağdaş ve sağlıklı bir Milli Sosyal Güvenlik Sistemine (SAGEM) dönüştürmek. Emekliliği çağdaş-güncel, insani ve medeni boyutta norm ve standart birliğine kavuşturmak. Çalışanla emekli arasındaki maaş farkını asgariye indirmek, maaşlar arasındaki ayrıcalık ve uçuruma son vermek, kamu ve özel sektör çalışanları ile bütün emekli maaşlarını “yoksulluk sınırının” üstüne çekerek, insanca bir yaşam sürmelerini sağlamak,
BİLGİ NOT:
Mevcut hükümet tarafından mezkür sahada yapılan çalışma maalesef bu standart, ilke ve normlardan bütünüyle uzaktır. Sosyal Güvenlik Kurumu adı ile oluşturulan ve tıpkı yıllar önde DP tarafından öngörüldüğü veçhile “Sosyal Güvenlikte Tek Çatıyı” amaçlayan bahusus kurum ölü doğmuş ve doğar doğmaz da kadük olmuştur. Bu kurumun oluşumunda ne adalet, ne hukuk ve ne de hakkaniyet ilkelerinden söz etmek mümkün değildir. İnşâllah düzeltilir.
Elbette düzeltilmesi de gerekir. Zira, TC’nin kuruluş amacı bunu muciptir.
İşsizlik Sigortasını genelleştirmek.Zorunlu tahsilini bitiren ve/veya 18 yaşını ikmal ettiği halde, her hangi bir okula devam etmeyen bütün gençlerimize ya iş bulmak veya işsizlik maaşı bağlamak. Emeklilerin, işsizlerin, öğrenim gören gençlerin, ev hanımlarının, özürlülerin, yoksul, kimsesizlerin, gazilerin ve şehit ailelerinin durumlarını iyileştirmek. Ülkemizde fakir, yoksul, aç-açık ve kimsesiz bırakmamak. Devlet adına, kimsesizlerin kimsesi olmak. Türkiye ve dünya Türklüğüne sahip çıkmak.
Memur-işçi ayrımını asgariye indirmek. Kamu çalışanlarının sayısını en az yarıya indirmek. Bilimsel sendikacılığı geliştirmek. Sendika ağalığına son vermek. İşçi ve Memur sendikalarını tek Konfederasyon çatısı altında birleştirerek demokratikleştirmek. İşçi ve memur dahil bütün çalışanların sosyal haklarını demokratik yollarla elde etmeleri için gereken yasal düzenlemeleri yapmak. Asgari ücreti, sigorta kıdemi, tahsil, ehliyet ve liyakatle bağlantılı, en alt göstergesi (asgari geçim indirimi) vergi dışı kalacak biçimde yeni usul ve esaslara bağlamak.
Ekilebilir tarım ve ziraat alanlarını korumak kayıt ve şartıyla, Şehirlerin gelişme alanlarını hızlı ve planlı olarak yerleşime açmak, kira ve konutu rant vasıtası olmaktan çıkartmak, herkesin mutlaka medeni ve insani şartları taşıyan, sağlıklı bir Konut sahibi olmasını özendirip desteklemek.Kaynak kaybını engellemek, gereksiz yatırım ve israfı önlemek ve sağlıklı-yeterli-konforlu bir yaşam düzeyi için ‘yaşam boyu kullanılabilecek” kiralık konut sistemini devreye sokmak.
Devlet olarak, toplumun bilim, kültür ve Sanat değerlerine sahip çıkmak, milli ve manevi değerleri geliştirecek, Türk harsı, kimlik ve kişiliğini yükseltecek, Namuslu, sorumlu, ilkeli, onurlu ve sorumlu vatandaş formunu hakim unsur haline getirecek tedbirler almak, Sanatı ve sanatçının gelişmesini özendirmek.Anarşist, terörist, bölücü, hırsız, yolsuz, rüşvetçi, iltimasçı, gasp ve irtikap eğilimli ve/veya bu fiillere tenezzül ve tevessül eden alt varlıkları eğitmek, terbiye etmek. Islah olmayan araz ve müzminleri toplumdan soyutlayıp, üretim kamplarında enterne etmek.
Aktif ve şahsiyetli bir Dış Politika izlemek.Tarihten ve tabiattan kaynaklanan bütün hak ve hukukumuzu tavizsiz ve ivazsız olarak sonuna kadar kullanmak. Uluslar arası ilişkileri ‘mutlak mütekabiliyet’ ilkesi doğrultusunda yeniden düzenlemek. Ülkemizin tam bağımsız, hür ve hükümran bir devlet olma sıfatını, hayatın ve iktisadın bütün alanlarında temin, tedvir, sevk, idare ve organize etmek, harici misyonumuzu ne idüğü belirsiz dönmeler ve monşerlerden temizleyip, bütünüyle Türkleştirmek. Öz be öz, yani asaleten Türk olmayanları
Dış İşleri, İç İşleri, TSK ve MEB’ na almamak.
İç güvenliğin sağlanması görev, yetki ve sorumluluğunu merkezi idarenin gözetim, takip, denetim ve koordinasyonunda il ve ilçe idarelerine vermek. Jandarmayı kaldırmak. Kaymakam ve Valiler ile Müftü, Başsavcı, il ve ilçe Emniyet Müdürlerinin halk tarafından seçilmesini sağlamak.
“Güneydoğu Sorununu”, hiçbir ayrımcılık, bölücülük, halklar arasında farklılık, imtiyaz ve sair “bütün Türk vatandaşlarının tabi olduğu ve uymak zorunda bulunduğu yasal şart, statü, imkân ve fırsat eşitliği ile Kanunlar önünde mutlak eşitlik” bağlamında ve bütün insanlar, inançlar ve bölgeler arasında tam eşitlik ilkesi dahilinde ve sosyo-ekonomik çerçevede çözmek. Halklar değil, ayırımsız tüm vatandaşlar arasında adalet, eşitlik ve hukuku üstünlüğü ilkesini hakim kılmak. Ülkede var olan, dokunulmazlıklar dahil bütün ayrıcalık, imtiyaz ve istisnalara kesin olarak son vermek.
Yüksek kalite, ucuz ve uygun fiyat” bağlamında “Namuslu ve dürüst Rekabete Dayalı liberal ekonomi Serbest Piyasa Düzeni” içinde “Hür Teşebbüsü” gerçekleştirmek, kapsamlı bir Teşvik sistemiyle ekonomiye dinamizm getirmek. Devlete ekonomide, makro politikalar ile nazım rolünü yüklemek. Vatandaşı ezdirmemek. İktisadın temel esas ve ilkelerini “çıkar-çılgın kâr ve rant” üstüne değil; Helâl kazanç üstüne bina etmek. Her türlü kayıt ve kapsam dışılığa son vererek, devleti kontrol altına almak.
Vergileri adil esaslar çerçevesinde makul seviyelere indirmek, tabana yaymak, kamu maliyesini bütünüyle şeffaf ve saydam kılmak, Türkiye Milli Mastır Projesi kapsamında kayıt ve kapsam dışını ortadan kaldırmak, dolaylı vergileri azaltmak ve doğrudan vergileri evrensel boyuta çekerek; Vergilendirilmiş kazancın üst üste ve tekrarlanan bir döngüyle vergilendirilmesini kesin olarak önlemek,
Esnaf ve sanatkarın Küçük ve Orta Ölçekli İşletmelerini (KOBİ) geliştirmelerini sağlamak, yoğun bir program ve etkin teşvik tedbirleri ile desteklemek suretiyle, en kısa sürede her KOBİ’ yi bir büyük fabrika ve AŞ’ye dönüştürmek,
Ülkenin farklı özellik taşıyan geri kalmış bölge ve yörelerinin kalkınması dinamik ve cazibelerinin birbirlerine eşitleneceği etkinlikte teşvik tedbirleri ile gerçekleştirmek,
Etkin bir ulaşım, haberleşme ve enerji alt yapısı tesis ve idame ettirerek, Ülkenin gıda üretiminde kendine yeterliliği güvence altına almak; İspanya’nın Sevilla bölgesi gibi ekolojik ve organik-doğal tarıma dayalı büyük ölçekli işletme ve alanlar oluşturmak
Dış pazarlarda rekabet gücümüzün artırılması amacı ile ekonomik, mali, monater
politikalarda gereken düzenlemeleri yapmak, komşu ülkelerle serbest piyasa, liberal ekonomi ve dürüst rekabete dayalı ve geniş kapsamlı ekonomik işbirliğini oluşturmak, sınır kapılarını serbest ticarete açmak ve geçişleri serbestleştirmek.
Proje bütününe sadık kalarak bu programı uygulamak, Türkiye’ye gerçek anlamda çağ atlatacak ve ülkemizin “Birinci Sınıf Dünya Devleti” konum ve durumuna yükselmesini kesinlikle sağlayacaktır.
İDEAL BİR PARTİ MİSYONU
Türk milletini içinde bulunduğu ıstırap ve sıkıntılardan kurtaracak; “Kalkınmış - gelişmiş; Muasır medeniyet seviyesine erişmiş ve bu düzeyi aşmış bir Türkiye” ideali ve sevdalılarının “mevcut ve/veya muhtemel yeni Parti Misyonu: Kısaca "gelenek" olarak tanımlanan ve başlangıcı Ulu Önder ATATÜRK ve milli mücadeleye dayanan, Atatürkçü-Kemalist, Milliyetçi, Maneviyatçı bir "kuvva-i milliye" misyonudur. Esas itibarıyla var olan ve fakat sahipsiz kalan bir çizgidir. ATATÜRK' le başlar. BAYAR, MENDERES ve ÖZAL ile günümüze kadar uzanır. Hakiki ve bizatihi / geleneksel sahibi tarihi Demokrat Partidir. Kuvva-i Milliye ve Milli Mücadele ruhunun destansı bir dirilişi olarak tanımlanan 1946' dan dolayı "46 Ruhu" olarak da ifade olunur.
TANIM VE ANLAMI :
Demokratik ve gerçek anlamda Lâik Türkiye Cumhuriyeti’ nin; Atatürk ilke ve inkılâpları ve manevi mirası ile mündemiç; Milli, ilmi, insani ve manevi mukaddeslerle mücehhez; İnsan Hakları, Eşitlik, Adalet ve mutlak Hukukun Üstünlüğüne dayalı, İnsan haklarına sahip ve saygılı, muasır medeniyet seviyesini aşmayı hedefleyen; Ebed-müddet hür, hükümran ve 1. sınıf müstakil bir küresel Devlet olmasını amaçlamak, bu inanç ve ideal uğrunda tam bir fazilet, ahde vefa ve fedakârlıkla, "nefer" olarak çalışmak; Namuslu, dürüst ve demokrat bir insan, onurlu-ilkeli-sorumlu-erdemli bir vatandaş sıfatıyla Devlet, Cumhuriyet ve Demokrasiyi korumak, kollamak, kalkındırmak ve geliştirmektir.
İDEAL BİR PARTİNİN VİZYONU
"İleri, Çağdaş ve Güncel Vizyon" :
Bütün Türk vatandaşları ve Türkiye Cumhuriyeti Devletini, bilgi çağına taşımak;
İnsani boyut ve bilgi toplumunu gerçekleştirmek.
En ileri seviyede kalkınma gelişme, bilim ve yüksek teknoloji düzeyini yakalamak.—
Devletimizi özgür, hakim-hükümran ve güçlü, insanlarımızı zengin ve mutlu kılmak.
Sağlıklı, saydam, adaletli, ilkeli, onurlu, sorumlu, dürüst ve mutlak surette hukukun üstünlüğüne dayalı; Üretici, yaratıcı, çalışkan, hukuka sahip ve saygılı, dinamik ve sinerjik bir
Devlet ve Millet, toplum oluşturmaktır.
"SİYASİ VE SOSYAL" (SOSYOMETRİK) MANİFESTO :
1. Nedene odaklı değil, çözüm ve projeye odaklı olarak çalışmak.
2. Namuslu, dürüst, demokrat; İyi insan ve sorumlu vatandaş olmak.
3. Sorumsuz vatandaşlıktan, sorumlu vatandaşlığa geçişi sağlamak.
4. Lider sultasını kaldırmak; Siyasi rakip değil iyi bir ekip olmak.
5. Ortak aklı esas alarak; Verimli, uyumlu, ilmi ve kaliteli siyaset yapmak.
6. Adres : "Türkiye"
7. Kimlik : "Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı”
8. Kişilik : "İnsani Boyut ve Bilgi"
9. İlke : Onurlu, Saydam, Adaletli, Demokrat ve Dürüst Siyaset,
10. Parola : Vatana, Millete, Devlete, İnsana ‘insanlık alemine’ hizmet.
İNSAN HAKLARI, ADALET, HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ, DEMOKRASİ VE UZLAŞMA KÜLTÜRÜ İLKELERİ
1. Her insan bir devlettir. Devlet insana hizmet için vardır. Devletin bütün hattı hareket ve faaliyetinde ‘kamu yararı’ esastır. Bütün kurum ve kuruluşları ile kamu halkın emrinde ve hizmetinde olmak zorundadır. Hiçbir vekil, asil olan milletten veya milleti oluşturan bir fertten üstün olamaz. Bütün makam ve mevkiiler millete, eşit olarak halka ve doğrudan insana hizmet etmekle memur, mecbur ve mükelleftir. Devlet memuru yoktur. ‘Millet Memuru’ vardır. Cumhurbaşkanı dahil, millet vergisi ve devlet gelirinden maaş alan her kes “millet memurudur” Millet memuru; Namuslu, onurlu, ilkeli ve sorumlu olmaya ve bütün vatandaşlara eşit davranmaya, devlette halkın menfaatlerini canı pahasına korumaya ve kollamaya, hizmetini adalet, fazilet ve tam bir vefa ve dürüstlükle, en temiz, doğru ve verimli olarak yerine getirmeye mutlak surette memur ve mecburdur. Hırsızlık, yolsuzluk, bölücülük, vatandaşlar arasında ayırımcılık ve gasp, rüşvet, irtikap, namussuzluk ve sahtekârlık yapanlar kamuda görev alamazlar.
2. Genel amaç ve felsefe : İnsanı yaşat ki Devlet yaşasın.
3. Partinin varlık sebebi ve ana vizyonu : Adalet ve Demokrasi.
4. Adalet ve Demokraside hedef : Evrensel norm, standart ve kriterleri aşmak.
5. Kanunlar Anayasa ya, anayasada insan haklarına aykırı olamaz. Devlet kutsal değildir. Hiç bir kurum da kutsanamaz. Evrende kutsal olan tek varlık: Namuslu, dürüst, ilkeli, onurlu ve sorumlu "insan" dır. Devlet, özellikle ve bilhassa “iyi insan ve iyi vatandaşın yanındadır. İyi insan ve iyi vatandaş: Birey olarak, namuslu, iffetli, temiz ve dürüst bir hayat süren, çalışan, üreten, hakkıyla ve helâlıyla kazanan, demokrasiye inanan, insan hakları, adalet ve hukuka bilinçle sahip ve saygılı olan, yerine göre bütün kurum ve kuruluşlar, özel sektör ile devleti denetleyen kişidir.
6. Bütün insanlar hakları ile doğar. Devletin görevi, bu hakları korumak, geliştirmek; Bilgi, birikim, tahsil, terbiye, kişisel çaba-çalışma, verim ve üretimine paralel olarak bütün vatandaşları onurlu, güvenli, zengin ve mutlu kılmaktır.
7. Bireyin (kişilik) hakları dokunulmazdır. Bireyler örgütlenerek ve belirli amaçlarla bir araya gelerek; Tüzel hukuk çerçevesinde daha geniş anlamda hak, hukuk ve teşebbüs imkânı ve sahibi olabilirler. Devletin görevi : Düzenleme; Destekleme ve Denetlemedir; Ayrıca;
Gönüllü Kuruluşları teşvik etmek, destek olmak ve iş birliği yapmaktır.
Devlet idaresinde millet iradesi ‘katılımcı gerçek demokrasi’ esastır.
Devlette demokrasiyi bütün kurum ve kuruluşları ile uygulamayan, kesintiye uğratan, ayrıcalık, dokunulmazlık ve imtiyaz yaratan, adalet ve hukukun mutlak üstünlüğü, tarafsız ve bağımsızlığı ile hakimiyetini sağlayamayan hiçbir siyasi parti meşru sayılamaz. Adalet, hakkaniyet ve genel ahlâk esaslarına aykırı hüküm, karar ve tasarrufta bulunan bütün yargıç, savcı ve (resmi-sivil) yöneticiler görevlerinden derhal uzaklaştırılır. Devlette sahtecilik, israf ve suistimalin yeri yoktur.
8. En önemli ve en değerli "İnsan Hakkı" Yaşama, Öğrenme, İnanma, Barınma, İnandığı gibi konuşma-yaşama ve hayatını “İyi insan ve iyi vatandaş” boyutunda sürdürme hakkıdır. Ancak, suç işlemek, yalan söylemek, başkalarının hak ve hukuku’ na halel getirmek; Din tüccarlığı ve siyaset simsarlığı yapmak kesinlikle yasaktır.
9. Siyaset; Devleti Adaletle ve milletle iş birliği halinde, hukukun üstünlüğü ve yasalar önünde mutlak eşitlik ilkesine göre halkla "birlikte" yönetmektir.
10. Cumhuriyet fazilettir. Devlet, Demokrat, Saydam, şeffaf, medeni, muasır ve insani boyutta lâik; “imkân ve fırsat eşitliğine” dürüst rekabete dayalı serbest piyasa, (yerine göre) karma ekonomi ve liberal ekonomiden yana olup; Bütün iktisadi hareket ve faaliyetlerin temel amacı: Bireyin refah, zenginlik, güvenlik ve mutluğudur.
Üretici ve tüketici arasında 1’den fazla aracı ve komisyoncu ihdası yasak; Üreticinin, ürettiğini doğrudan tüketiciye satması esastır.
ÜYELİK ESASLARI VE PARTİ KURALLARI ÜYELİK ESASLARI
a) Bütün Üyeler parti içinde eşit haklara sahip olmak zorundadır.
b) Her Üye "parti aidatı" vermeye mecbur, memur ve mükelleftir. Parti, başta Devlet (hazine) olmak üzere, hiçbir kurum ve kuruluştan bağış-yardım ve sair namlar altında para alamaz. Standart üye aidatı dışında hiçbir vatandaştan para kabul edemez. Parti görevlerini para karşılığı dağıtamaz, peşkeş çekemez. Kıdem, ehliyet ve liyakat dışında (seçme-seçilme ve görev dağıtma, adaylık hallerinde) başkaca bir kriter ileri süremez.
c) Üç ay üst üste aidat vermeyenlerin seçme ve seçilme hakkı; Altı ay süreyle aidat vermeyenlerin "parti üyeliği" kesin olarak sona erer. Adaylığı görevden istifaya bağlı kişilerin ‘fahri üyelik kıdemi’ ve dönem ödemeleri dikkate alınır. Aralıksız en az 6 ay aidat ödeyen fahri ve asli üyeler dışında kimsenin, parti içinde seçme-seçilme ve aday olma hakkı yoktur. Siyasi Partiler ve Seçim Kanunları buna göre düzenlenir.
e) Parti üyesi, halk içinde muteber, ilkeli, sorumlu, duyarlı ve başarılı "örnek ve önder" bir insan olmak ve Partiyi onurla temsil etmek durumunda ve zorundadır. Zamanla siyaseti kirletme ve yozlaştırma eğilimi olanlar partiye üye olamaz. Yüz kızartıcı suç işleyen vatandaşlar partide üye sıfatıyla kalamaz.
SİYASETİN KURALLARI
a) Her parti üyesi, bağlı olduğu (il, ilçe, belde, mahalle, köy) sorunlarını tespit etmek, çözüm önerileri-projeler üretmek ve bunları kendi başkanlığına yazılı olarak iletmek, gereğini takip etmek ve kamu-halk lehine sonuçlandırmakla yetkili, sorumlu ve görevlidir.
b) Üyelerin bir başka görevi de; Kayıt ve icra mercileri olan kademe Yönetim Kurullarını murakabe etmek. Hesap, iş, işlem ve faaliyetleri takip, kontrol ve dahili denetimde bulunmak suretiyle yerel başarıya "sorumlulukla" katkı sağlamaktır. Parti kademesinde, her hangi bir yöneticinin ‘parti içi demokrasi’ kurallarına aykırı hareket etmesi, hak gaspı, hukuk ve tüzük ihlâli halinde her üyenin bir üst merci ile doğrudan Mahkemelere başvurma ve sorunu gidermek için gerekeni yapma hakkı ve görevi vardır. Parti’de, her hangi bir sahip ve antidemokratik sulta oluşması halinde; Üye’ lerden her hangi birinin müracaatı ile mahalli savcı ve hakimler derhal gereğini yapmakla memur, mecbur ve mükelleftir.
c) Ayrıca, her üye geçici veya daimi bir komisyonda görev almak, partiye kişisel ve bilimsel katkı sağlamak ve mahallin nabzını bu kurul ve komisyonlar yoluyla Genel Merkeze ulaştırmak zorundadır.
d) Parti Üyesi için "Anayasal Vatandaşlık" esastır. İnsanlar arasında hiç bir şekil ve surette bir ayrım gözetilemez ve ileri sürülemez. Şu kadar ki; Vatan hainleri, hırsız ve yolsuzlar, namussuz ve sahtekârlar bunun dışındadır.
İDEAL BİR PARTİ’NİN “PARTİ” KURALLARI
a) Aidat borcu olan adaylık ileri süremez.
b) Bütün Kongrelerde "birleşik/tercihli- çarşaf liste" esastır. İyi olan kazanır.
c) Kulis yapmak yasaktır ve ihraç nedenidir. Seçimlerde hür irade esastır.
d) Hiç bir partili, bir başka parti ile "ittifak" isteminde bulunamaz.
e) Partinin bir başka partiye katılması istenemez.
f) Parti Üyeleri :
1. Yürürlükteki Kanunlara, yönetmeliklere ve bazı yöneticilere karşı olabilirler. Bu doğaldır. Fakat karşı mücadele, mukabil öneri ve alternatifler üreterek kanunların çizdiği yol, ilke ve çerçeve içinde verilir. Hak mutlaka yasal yollardan aranır. Birey, zail olması ve/veya gasp edilmesi halinde hak aramak, haklarını korumak, sorumlu bir insan ve dürüst vatandaş sıfatıyla ‘kişilik ve kamusal haklarını’ savunmak zorundadır. Şu kadar ki, hiçbir parti üyesi veya vatandaş “hak arama” gerekçesi ile kamu, özel sektör ve vatandaş mallarını tahrip edemez, kimseye tacizde bulunamaz, ayrıcalık, dokunulmazlık, imtiyaz ve istisna talebinde bulunamaz.
2. Parti üyesi asla iltimas yapmaz. Yalan söylemez. Yüksek karakterli, ilkeli, şahsiyetli ve haysiyetli olmak Parti Üyesinin (ve halkın) yaşam biçimidir. Bundan asla ödün vermez. Mili değerler ve manevi mukaddesleri nefsinde yaşar. Din ticareti ve siyaset simsarlığı yapmaz. Siyaseti, "demokrasi ve fazilet mücadelesi" olarak gönüllü ve fakat "milli bir görev olarak" yürütür. Üye sıfatıyla hizmetleri gönüllü olmak zorundadır. Karşılığında kişisel menfaat ummaz. Karşılık beklemez. Şahsi çıkar ve ikbal peşinde koşmaz.
3. Parti Üyesi, Toplumsal yapı içinde ve özellikle kendi bölgesinde; Rüşvet, iltimas, hırsızlık, yolsuzluk ve her türlü su istimali takip ve başta parti içi merciler olmak üzere, sorumlu merciler nezdinde şikayetle neticeyi takip eder. Medeni cesaret, ilke ve yüksek ahlak sahibidir. Mahalli ve çevresinde kişisel ve kurumsal mücadelesini verir. Şikayet, takip, dava ve şahitlikten kaçınmaz. Halk içinde muteber, örnek-önder ve "fazilet timsali” iyi insan, iyi ve sorumlu vatandaş olmak vazgeçilmez bir görevdir.
Ayrıca, bu özellik ve sıfatla üyeler; Milli ve yerel medyayı izler. Sesli, görüntülü ve yazılı medyada rastladığı İnsan Hakları, Adalet, Hukuk, Demokrasi, Lâiklik, Ulusal Çıkar ve Milli Menfaatlere aykırı yayınları ihbar eder. Sorumluları hakkında şikâyette bulunur ve icabında dava açar. İnsan hakları, demokrasi ve “ebet müddet” Türk Devletinin diğer ülke ve devletlere nazaran “mutlak hakimiyet ve kesin hükümranlık” haklarına halel getirecek ihanet ve tertip peşinde olan yayınlar hakkında gereğini yaptıktan başka, çevresinde alınmasını ve yayılmasını men ve takip eder. Milli, manevi ahlâki ve kültürel değerlerin korunması, şer ve şeytani unsurların ülkemiz üzerindeki menfur emellerinin engellenmesi ve önlenmesi konusunda üye ve vatandaş olarak en etkin tepkiyi gösterir ve kitlesel mücadeleyi sevk, idare ve organize eder. Çevresinde ve çalıştığı kurumda VATAN, MİLLET ve BAYRAK aleyhine hiçbir oluşum ve girişime izin vermez.
Devletin temel ülkülerini ve Atatürk ilke ve inkılâplarını bütün varlığı ile korur ve yaşam boyutunda sürdürülmesini sağlama çabası içinde olur.
4. Parti Üyesi, parti ilkelerini halka anlatmak, program ve projelerini öğrenip açıklamak-anlatmak, sorumlu ve aktif bir partili sıfatıyla sürekli "yeni üyeler kayıt etmek" zorundadır. Ayrıca, her üye yaşadığı çevre, çalıştığı kurum, yaptığı iş ve kendi iştigal alanı ile gözlemlediği yöre hakkında, Toplam Kalite Yönetimi; Şeffaf ve Saydam Devlet, Demokrasi ve lâiklik uygulamaları bağlamında (halka davranış, yaklaşım ve iletişim biçimleri, kamu mallarında doğru-dürüst, ilkeli ve verimli tasarruf, kalkınma-gelişme-koruma ve iyileştirme faaliyetleri konulu) tespit, öneri, proje ve düşüncelerini partiye iletir. Gerekirse, bizzat konuyla ilgili komisyon, çalışma grubu ve ekipler kurar. Konularını takip eder ve sonuçlandırır.
5. Ayrıca, üyeler iştigal konuları, şahsi konum ve durumları itibarıyla yasaklı olmadıkları taktirde, 5253 sayılı kanun hükümlerine uygun olarak, toplumda varlığına ihtiyaç duyulan ve çok önemli boşlukları doldurma imkân ve ihtimali olan “Sivil Toplum Kuruluşları” oluşturur. Genel kalkınma ve kamu menfaatini koruma amaçlı Vakıf, Kooperatif, plâtform ve bunların üst kuruluşları olan Birlik, Federasyon ve Konfederasyonların kurulmasını teşvik eder. Destekler. Vatanın ve milletin kalkınması ve gelişmesi için zorunlu esaslı-özgün projelerin hayata geçirilmesi ve/veya kültür emperyalizmi, misyonerlik baskısı, milli-ulusal ve manevi değerleri yok etme, anarşi, terör ve bölücülük ile iç ve dış politikada “Büyük Atatürk’ün Gençliğe Hitabında” dile getirilen durumlar ve bu durumda “vazife telâkki edilmesi zorunlu hallerde” millet adına, milli mukaddeslerin, yükselen değerlerin ve milli istiklâlin her alanda korunması için mücadele, halkı bilinçlendirme ve müdafaa ortamını hazırlar.
6. Dahası, sorumlu bir insan ve vatandaş sıfatıyla; 4982 Sayılı “Bilgi Edinme Hakkı Kanunu” ile sahip olduğu bütün hakları sonuna kadar kullanır. Devletin tahsil ettiği vergileri nerelere ve nasıl kullandığını araştırır. Gereksiz masraf ve israf olup olmadığını soruşturur. Yetkili ve görevli kurumların milli hassasiyetler ve yönetim kalitesi konusunda sergilediği faaliyet,tutum, yaklaşım ve davranış biçimlerini araştırır. Daha demokrat, namuslu, temiz, üretken ve verimli bir Türkiye için “Yasa yoluyla” insanlık ve vatandaşlık görevini özen ve önemle yerine getirir.
7. İcabında, 3071 Sayılı “Dilekçe Hakkının Kullanılması Hakkında Kanun” gereği doğrudan TBMM Başkanlığına; Soru Önergeleri, Kanun Teklifleri, Soruşturma Talepleri ve Kamu Kurum ve Kuruluşlarının denetlenmesi ile bazı yetkili ve görevlilerin aykırı durum, tutum ve davranışları hakkında ihbarlarda bulunur. Kınanması gerekenleri kınar. Teşvik ve taktir edilmesi gereken Milletvekili ve yöneticilere desteğini bildirir. Uyarma ve aydınlatma, yol gösterme görev ve sorumluluğunu yerine getirir.
8. Başkaca, üyeler; Kongre, toplantı ve etkinliklere katılma, kurul ve komisyon görevleri nedeniyle fiili çalışma, gönüllü olarak parti adına seyahat, propoganda, halkla ilişkiler, tanıtım-anlatım, yazım-yayın ve üye kayıt faaliyetleri gibi görevleri yerine getirmek zorundadırlar. Bu asli görev ve özel siyasi hizmetleri mukabili karşılık gözetemez ve masraf talep edemezler. Partide gönüllülük ilkesi esastır. Zira, Cumhuriyet, gerçek anlamda Lâiklik, hürriyet, adalet, özgürlük, ulusal kişisel, kitlesel bağımsızlık ve Demokrasinin vazgeçilmez unsurları siyasi partilerdir. Her vatandaş mutlaka “namuslu, dürüst ve demokrat bir siyaset kurumuna” üye olmalıdır.
Son olarak: Her üye, partiyi namerde, mafyalara ve çıkarcı, üç kâğıtçı kesimlere muhtaç etmemek amacıyla; Hangi kademede olursa olsun, parti binasına giderken (eğer gücü ve maddi imkânı varsa) sıkıntıları gidermek, hiç olmaz ise genel ihtiyaç, kırtasiye ve ikram cinsinden (çay-kahve-meşrubat-yemek-şeker-gazete-kitap) götürmek adetini benimser, tavsiye ve teşvik eder. Başkaca bir işi, görev ve zorunlu mazereti olmadıkça boş zamanlarını partide geçirir. Yöneticiler ve çalışanlara yardımcı olmayı ve parti işlerine katkı sağlamak suretiyle, katılımı teşvik etmeyi asli bir vazife ve kutsal bir görev olarak kabul ve telakki eder.
9. Her üye; Parti kimlik ve kişiliğini, kendi kimlik ve kişiliği olarak benimser.
NETİCE:
Anayasamız siyasi partileri “demokrasinin vazgeçilmez kurumları” olarak tanımlamış ve açılımında “kitle partisi” vasfını öngörmüştür.
Kitle Partisi ne demektir?
Elbette “kitle partisi” halkın partisi anlamına gelir.
Peki, mevcut partiler bu manâ, muhteva, emir ve hukuka uygun mudur ?
Kesinlikle HAYIR.
NEDEN ?
Çünkü; Mevcut siyasi partiler halkın değil, sulta-hüküm sahiplerinindir. Bunun net bir tezahürü, sebebi hikmeti ve suçlusu olarak: 298 Sayılı “Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun”, 2839 Sayılı “Milletvekili Seçimi Kanunu”, 2972 Sayılı “Mahalli İdareler ile Mahalle Muhtarlıkları ve İhtiyar Heyetleri Seçimi Hakkında Kanun” ve nihayet “BAŞ SUÇLU” olarak da; 2820 Sayılı “Siyasi Partiler Kanunu” gösterilebilir.
Bu kanunlarladır ki; Kurucu unsur ve Ulu Önder Mustafa Kemâl ATATÜRK’ün “Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir” ilkesi rafa kaldırılmış, alay konusu yapılmış, memur-asker ve hizmetlilerin büyük bir bölümü “dokunulmazlık, sorumsuzluk, ayrıcalık ve özel imtiyazlarla” donatılmış; Özellikle-bilhassa “Millet-Vekilliği” kurum ve kavramı bütünüyle yozlaştırılıp-dejenere edilerek; Adeta, “bütün eylem ve işlemleri ile dokunulmaz, erişilmez ve ulaşılmaz” tabular yarattılar.
Oysa, hukukun temel hükmü “vekâlet” olmakla; Vekil asla asil’den (Milletten) daha üstün bir yer durum ve konumda olamaz. Vekil, millet yerine parti sahibinden emir alamaz ve parti sahipleri “vekil adayı” listesi düzenleyemez. Düzenleyip te milletin önüne koyamaz. Bu bir etik zafiyettir. Haksızlık, onursuzluk, sorumsuzluk ve adaletsizliktir.
OLMASI GEREKEN NEDİR ?
Elbette ki, olması gereken şudur;
Ve, bu hususları hayata geçirmek 6 Ocak 2008 günü ifa ve icra edilecek (başta) Demokrat Parti ile halihazır var olan bütün siyasi partilere düşmektedir.
1. Öncelikle Siyasi Partilerin bizzatihi kendi bünyelerinde ve ülkede adaleti, adalet ahlâkını ve hukuku hakim kılmak. Cumhuriyetin Savcıları, Hâkimleri, Yargının bilumum kurum, kuruluş ve mahkemelerini adaletli, hakkaniyetli, objektif ve tarafsız hale getirmek. Başta Cumhurbaşkanı olmak üzere, Başbakan, Genel Kurmay Başkanı, Generaller, asker kişiler, memurlar ve milletvekillerini “ayrıcalık, imtiyaz ve dokunulmazlık” zırhlarından arındırıp; Ülkenin bütün vatandaşlarını eşit kılmak.2. Milletvekillerine sadece ve yalnızca “kürsü dokunulmazlığı” verip; Halktan-Asiden farklı bütün maaş, yan ödeme, ayrıcalık, dokunulmazlık ve imtiyazlarına son vermek; Ayrıca, kamuda hükümferma olabilme hak ve nüfüz ticareti imkânını kaldırıp, onları “ASGARİ ÜCRET” alan sıradan bireyler ve gerçek vekiller haline dönüştürmek suretiyle; Devlette aklın ve bilimin yolunu açmak. Dahası: Bilinen ve duyulan bütün yolsuzluk, görevi ihmal, gasp, rüşvet, irtikap ve suiistimallerin üstüne gitmek. Sorgulamak, yargılatmak ve mutlaka “millet adına” hesap sormak. Zira, bunları yapmayanlar, ne siyaset kurumu ve ne de millet-vekili olarak kaale alınamazlar. Böyle kaldıkları sürece meşru da değildirler.
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
 
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 42

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

DÖNÜŞTÜRMENİN ÖZNESİ “AÇILIM”

 
            Adalet ahlâkının kurumlaştığı hukuk devletleri, Cumhuriyetin kuruluş felsefesi, Türk inkılâbı ve Atatürk ilkeleri’nde “mutlak dürüstlük, namuskârlık ve şeffaflık” hükümettir.
Hatta 1950-60 dönemlerinde bundan daha da fazlası olur. Öyle ki; ülkede gündem belirleyen unsurlar, sıradan vatandaşlar, parti üyeleri ve delegelerdir. Devlet tıpkı Atatürk’ün yaptığı gibi halkla birlikte idare olunur. 
            Düzenli aidat ödeyen, ilkeli, onurlu ve sorumlu parti üyeleri baskıya maruz kalmadan “özgür iradeleriyle” delege seçerler; ülke, halk ve parti sorunlarını alenen dile getirir, gidişatı sorgular, (iktidar iseler) başbakan, bakan ve memurları eleştirir, tavan-taban arasında köprü görevi görürlerdi. Lâkin delege olmak zor işti. Siyasette kıdem, ehliyet, bilgi, birikim, cesaret, yüksek ahlâk, lekesiz sicil, beka ve basiret (ileri görüş) gerektirirdi.
            “O” zamanlar, parti sahipleri, din tüccarları, Misyon tacirleri, siyaset şirketleri, ülkeyi (babalar gibi) pazarlayan (organize suç örgütü) kirli, karanlık sultalar, dikta ve cuntalar yoktu.
            SONRA “DEMOKRASİYE” TUZAK
1946 ‘açık oy, gizli sayım’ utancı, rezalet ve halk düşmanlığı ile demokrasi ve hukuk cinayetinden sanık halk partisi zihniyeti 1950, 54 ve 58’de uğradığı hukuk darbeleri ve sandık vurgunları sonucu milletçe sandığa gömüldü. On yıl süren kin ve kurgu uykusu için inlerine çekilerek 27 Mayıs 1960’a kadar köstebeklik ettiler. Nihayet, insan hakları, demokrasi, adalet ve hukuka karşı beslenen derin nefret, kin; İktidar hırsı, ihtiras ve tahammülsüzlük, tefrika, haset ve kıskançlık o menfur kalkışmayı ‘ihanet, isyan ve başkaldırıyı’ tetikledi.
DIŞGÜDÜMLÜ ATILIM VE AÇILIM
Bu zalim başkaldırı, dış güdümlü, kirli-karanlık, hain tuzak; Türk adalet ve hukukunun ebedi utancı, ihanete meşruiyet fetvası verilen ve ”buraya tıkan irade böyle istiyor” denilen  yassı ada engizisyon mahkemeleri .. Kin, kan, intikam, dayatma senaryolar, idam ve katliam.
11 Kasım 1938, saat 9’u 5 geçe ‘karşıdevrim’ kansız gerçekleşti..
27 Mayıs kin, kıyım, kırılma ve bir çökertmedir. Atatürk anayasası ilga, “Milli devlet” ilkesine son!.. İsmet, gizli Lozan taahhütleri gereği 1944’de başladığı milli devlet ve yükselen değerleri yok etme projesin kaldığı yerden (1950) alıp, tekrar uygulamaya koydu.
            Süreçte partiler yozlaştırıldı. Demokrasi, adalet ve hukuk karşıtı kurumlar oluşturuldu. İlkeler ve yükselen değerler çürütüldü. Koza-kriptolara politik-ACI ve asker olma yolu açıldı. 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve sairi ile cunta-sulta ve dikta’lar birlikte pekiştiler. Tıpkı, ‘Türk demek: Türkçe düşünmek, Türkçe konuşmak ve Türkçe yaşamaktır, ne mutlu Türküm diyene’ vecizesinin öznesi ilga edilerek sadece; (domuzdan dönme ve devşirme güruhunun tahammül edemediği)  “Ne mutlu Türk’üm diyene” bölümü kalabilmiş,  orijinali “Egemenlik kayıtsız ve şartsız Türk Milletinindir” sözünden de “Türk” kelimesi kaldırılarak hükümsüz kılınmıştır..
            NEREDEN, NEREYE
            27 Mayıs’tan buyana bütünüyle yapay, sahte ve sanal olarak tek merkezden sağ-sol, alevi-Sünni, milliyetçi-sosyalist (enternasyonal) dinli-dinsiz gibi ‘parçala, böl, yönet’ yol ve yöntemleri amansız bir düşmanlıkla kurgulandı ve uygulandı. Sonuçta bu art niyet ve kasıt’a dayalı bozulum, psikolojik-sosyokültürel ve biyolojik savaş, dezenformasyon, husumet ve Türk-Türkiye düşmanlığı (anarşi, terör, tedhiş, trafik, deprem, afet, kriz, bunalım, buhran) gibi nedenlerle elli yılda 500 bine yakın insanımız telef edildi.
            Yerli sulta, cunta ve dış müttefikleri’nce (Bak: Ergenekon idd.) oluşturulan cinayet şebekeleri ve terör-tedhiş örgütleri ile mücadele, devlette yaklaşık “1 trilyon” dolara patladı. Medya-mafya-siyaset üçgeninde “Rüşvet-yolsuzluk, dolandırıcılık, kaçakçılık, gasp çeteleri” devlet ve halktan yaklaşık “2 trilyon dolar” hortumladı. Böylece, ihanet açılımlarının devlete maliyeti yaklaşık 3 trilyon doları buldu. (Bak: Hayali İhracat, Susurluk vb. dosyaları)
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 43

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

EKSİLTİLMİŞ BİR CEMİYET

 
            Milovan Cilas’ın “Eksik Kalmış Bir Cemiyet” isimli kitabı, dünün parçalanmış ve kan gölüne dönerek dağılmış Yugoslavya’sından günümüze ışık tutacak kadar önemli ve hikmetli bir büyük eserdir. Yazar Milovan Cilas, Yugoslavya'nın eski Başbakan Yardımcısı ve Mareşal Tito'nun yakın dostu, kader ve silâh arkadaşı olmasına rağmen ‘İmtiyazsız/sınıfsız bir toplum’ iddiasında olan iki yüzlü ve yalancı komünist sistemde bu kez de;, "İmtiyazlı yöneticilerden müteşekkil yeni bir sınıfın" oluştuğunu tespit, ispat ve “Eksik Kalmış Bir Cemiyet” isimli îlmi eserle bütün dünyaya duyurarak, Komünizmin kirli yüzünü açıklaması nedeniyle görevinden atılarak, yıllarca vahşi "Pranga mahkûmiyeti" ile zulme maruz kalan çileli bir yazardır.
            EKSİLTİLMİŞ BİR CEMİYET
            Yugoslavya, kuruluşu itibarıyla “eksik kalmış, yarım kalmış” bir cemiyetti. Vahşi batı (AB) tarafından kolaylıkla bölündü, parçalandı ve güdümlü derebeyliklere dönüştürüldü. Çok açık bir anlatımla Yugoslavya, eksik kalmış, yanlış tercih yapmış, kuruluşu tamamlanamamış olduğu için mukadderatına yenildi. Çok vahşi, alçakça ve ıstırap yüklü bir şekilde ortalığı kan gölüne çevirerek dağıldı. Bu lânetli vampir saldırısının kir-kin, derin acı ve elim sancıları hâlâ sürüyor. Srebrenika domuzluğu, NATO kahpeliği, BM kancıklığının acısı, yarası, kalleşlik ve Boşnak/Türk-Müslüman soykırımı dünya durdukça kapanmayacak. İşte, 200 yılda Osmanlı’yı içten içe çürüterek, tam bir alçaklık ve hileyle yıkan şerefsiz ve soysuz batının son marifeti!..  Fakat Türkiye Cumhuriyeti, “bir dünya devleti, adalet iklimi ve imparatorluk bakiyesi olarak” binlerce yıllık devlet tecrübesi, yüksek bilgi ve muazzam birikim sayesinde eksiksiz, hatasız ve mükemmel bir devlet projesi tarzında kuruldu. Bunu hâlâ Mustafa Kemal Atatürk’ü Yüce Peygamber ile mukayese edecek kadar geri zekâlı, bunak, aptal veya Türk İnkılâbından bağımsız “bir tür Kemalizm” algısıyla tarif ve tavsif etmeye kalkışanlar asla idrak edemezler.            Ders, ibret ve hikmetle düşündüğümüzde Türkiye; Mükemmel kurulmuş, Atatürk İlke ve Türk İnkılâpları sayesinde noksansız inşa edildiği için, çok büyük bir hasımlık, kıskançlık, korku, kaygı ve düşmanlığa maruz kalarak “11 Kasım 1938 ve 27 Mayıs 1960” ile bütünüyle ‘dâhili-harici bedhah, dönme-devşirme, mason-misyoner, AB ve ABD güdümünde vaki’ diğer bazı iç isyan:, Hain kalkışma, darbe, vesayet, çete ve cuntalarla eksiltilmiş bir cemiyettir.
            SÜRECİN SONU; HESAPLAŞMA VE YÜZLEŞME  
            Türkiye üzerinde oynanan kirli, kalleş ve sinsi oyunların ucu Lozan’a kadar uzanır. El etrak minel idrak; Türk iken mankurtlaşmış ya da aslen dönme/devşirme olduğu halde, henüz Türkleşememiş, yozlaşmış, çürümüş ve kokuşmuş unsurların itişiyle günümüze kadar intikal eder gelir. Bu menfurlar1960’a kadar öne çıkamaz, orduya, siyasete giremez ve cemiyette etki yönünden her hangi bir fonksiyon icra edemezken: Yıldızları 27 Mayıs soysuzluğu ile parladı.
            Lozan’dan sonra 1939-1950 arası bir hayli kirlenme, yozlaşma, çürüme, tarihi, milli, ilmî, manevi ve kültürel değerlerden bir hayli eksiltme yapılmış olmakla birlikte:, Düşmanca eksiltilenin, tarihi ve kadim Demokrat Parti tarafından “daha da mükemmel bir surette” ikame ve tahkim edilmesi üzerine Halk Partililerin öfkesi depreşmiş ve bilumum harici, selefi, süfli unsurlar ve dış düşmanlarla ittifak-iştirak ederek cemiyeti tekrar bu hale getirmeyi maalesef başarmışlardır… Tahribat hâlâ da devam etmekte, çürüme ve yozlaşma sürmektedir.
            Türkiye Cumhuriyeti milleti istese de istemese de; En başta bizzat kendisi, aile unsuru,  ikamet mahalli, okul, yerel yönetim, mülki idare, son 54 yılın (milletvekili nam) parlâmenter.; Cumhurbaşkanı, Başbakan, bakan, müsteşar, genel müdür, bilumum parti sahibi, politikacılar, STK ve sendika başkanları ağır bir sorgulama, kamu vicdanı ve toplumsal sorumluluk namına yargılama, yüzleşme ve mukadder bir hesaplaşmanın tam da eşiğine gelmiş durumdadır.
            Bunun başta gelen sebebi kişisel/kurumsal sorumsuzluk ve toplumsal onursuzluktur.
Ankara Emniyet Müdürlüğü binasının ön yüzünü kaplayan bir kitabe var. Üzerinde “Herkesin vicdanı kendi Polisidir,” yazıyor. Yani: Hırsız, yolsuz, rüşvetçi, iltimasçı, yalancı, talancı, kötü ve mücrim eğilimli kimseler vicdanlarının sesini dinlemeyen veya vicdanı kör, kalbi kara vicdansız kimselerdir. Vicdansızlar insan, sosyal veya toplumsal varlık olarak da algılanamaz, kabul edilemez. Dolayısıyla, genellikle insan formundaki bu menfur yaratıkların 24 saat takip edilmesi, sürekli kontrol, denetim ve teftiş altında bulundurulması toplumsal bir görev ve mutlak zorunluluktur. “devlet varlığı ve insani boyut ağırlığının” zaruri gereği olan; daimi resmi denetim, özdenetim, otokontrol, sürekli takip, teftiş ve tescil (fişleme/arşivleme) görevlerinden imtina edilmesi, kaçınılması, boş verilmesi, sonuçta büyük felâketlerin sebebi olur. Bu felâket; En başta sosyal yozlaşma, toplumsal çürüme, iktisadi ve siyasi istikrarsızlık, sonra bencilleşme, içine kapanma, hırçınlaşma, saldırganlaşma ve nihayet sosyal şizofreniye dönüşmüş bir büyük çözülme belâsı biçiminde karşımıza çıkar. 
Sebebi: İç-Dış düşman ve işbirlikçi menfur unsurların başarılı çalışmaları; Buna karşın devletin en tepesinde murakabe>takip, teftiş-kontrol ve denetleme ile görevli Cumhurbaşkanı; Yasama adına TBMM Başkanı ve Millet Vekilleri (parlâmenterler):, Yürütme adına Başbakan ve bakanlar kurulu üyeleri ile tepeden tırnağa bütün Güvenlik teşkilâtı, Ordu, Yargı ve millet adına iş gören Cumhuriyet Savcılarının görevlerini hakkıyla/lâyıkıyla yapmamalarından ileri gelmekte, adalet, yasa ve hukuku ihmalden, suiistimalden kaynaklanmaktadır.  
            OLAĞAN VE DOĞAL BİR ZORUNLULUK
            Konjonktürün gerekli kılmasının yanı sıra; Özellikle 12 Mart 1971-12 Eylül 1980 arası dışlama, pasife etme; 1983-2002 dönemi güdümleme, nihayet 2002-2014 yıllarında resen ya da sistematik bir plân çerçevesinde ilgaya maruz kalma nedeniyle, kamu Denetleme Kurulları ile bilumum teftiş unsurları devre dışı kaldığından Devletin düzeni temelinden sarsılmıştır.  
            Bilindiği üzere Devlet olmazsa olmaz üç ana unsurdan teşekkül eder:
            Düzenleme, Destekleme ve Denetleme..
Buna siyaset bilimi’nde 3D kuralı denir.
Yani devlet olmanın en birinci mecburiyeti ideal norm, adalet karinesi, mutlak eşitlik, kıdem, ehliyet ve liyakat bağlamında düzenleme, plânlama, programlama; (Devlet Plânlama Teşkilâtı, APK ve AR-GE ünitelerinin varlık nedeni budur.) İkincisi: Plân, program ve proje bazında destekleme, icabında finanse veya sübvanse etme; (Devlet Bankaları, Sağlık, Sosyal Güvenlik, Ekonomi ve Çalışma Bakanlıklarının varlık nedeni…) Üçüncüsü ve en hayati olanı ise; Sayıştay, Devlet Denetleme Kurulu, resmi Teftiş ve Denetleme kurulları olup.; Bu kurum, kurul ve kuruluşların “resen denetleme yapma ve daimi teftiş” yetkisi her şeye rağmen orijinal biçimde korunmak ve canlı tutulmak kaydıyla, bilumum kamusal uzantı, STK, sivil alan, özel sektör bağlantılarının sürekli aktif, dinamik ve homojen/görev başında olması şarttır.
Denetim ve teftiş özerk bir erktir, asla bir izin veya görevlendirmeye bağlanamaz.
Tıpkı “Kuvvetler Ayrılığı” ilkesi gibi işler, muhtariyet arz eder, siyaset denetlemeye müessir olamaz. Şu kadar ki: Düzenleme ve Destekleme Yasama ve Yürütme, Denetleme ise münhasıran Adalet Cihazı, Yargı ve Güvenlik ile ilişkilidir.
BU SİSTEM TÜRKİYE’DE FELÇ EDİLMİŞTİR
Modern hukuk, adalet ve demokrasi devletlerinde durum, düzen ve sistem budur.
Aksi takdirde, kayıt, hukuk ve yasa dışı ilişkiler sökün eder. Başta din tüccarlığı, siyaset simsarlığı, duygusal sömürü, yasa, hukuk ve ahlâk dışı tertiplerle bu yalan-talan, yozlaşma ve çürüme faaliyetini sürdürme eğilimi güç kazanır, yaygınlaşır. Yasal ve etik ihlalleri, görev ve yetki suiistimalleri bünyesinde barındıran bu ilişkileri, sorgulama ve kamuoyunu doğru bilgilendirme görevi: Başta denetim unsurları ve teftiş kurulları olmak üzere; Muhalefet Partileri, parlâmenterler, sivil toplum kuruluşları, bilumum basın/medya ile taraf veya haberdar olanların tamamına aittir.    
TEMİZ TOPLUM, DÜRÜST DEVLET, ADİL HÜKÜMET
            Aksi takdirde “Temiz Toplum, Temiz Devlet ve Temiz Hükümet” den bahsedilemez.
            Yukarıda yer alan her hangi bir kamusal unsurda kirlilik vaki olması halinde ve derhal teyakkuza geçilerek acil önlem alınmadığı takdirde pislik, mazarrat ve hastalık bütün bedeni sarar. En tehlikeli kirlilik ise: Yalan, talan, rüşvet, iltimas, haksızlık, yolsuzluk, görevi ihmal ve her nevi suiistimal olup; Bunun arkasından anarşi, terör-tedhiş, devleti bölüşme, kamusal alan, kurum ve kuruluşları kullanmak suretiyle kapitalist-emperyalist domuzlarla, vahşi batı referanslı insanlık düşmanlarına kul, köle, uşak-köpek olma zafiyetidir.    
            Ülkemizde şu anda bu şartların tamamı mevcuttur.
            Şimdi halk’la hükümetlerin hesaplaşma zamanıdır.              
            Bu hesaplaşma, yüzleşme, yargılama ve sorgulama, başta Yüce Divan olmak üzere her derece ve düzey yerel mahkemelerde yapılabilir. Umulan, medeni, insani, adil, dürüst, makul ve sakin bir hesaplaşma olup; Eğer süreçte hukuk rafa kaldırılır, keyfiyet hâkim, anarşi, terör-tedhiş ya da Kuzey Irak, Irak ve Suriye de olduğu gibi düşman kuvvetleri vatanı, alenen işgal ederek hükümranlık tesis ederse bu defa ne olur?..
            İşte, kamuoyunda ihanet paketi, açılım yasası, çözüm (çözülüm) paketi veya eşkıyayı meşrulaştırma girişimi” olarak bilinen yasa tasarısının, 37 red oyuna karşılık, 237 oyla kabul edilerek kanunlaşması; Muhtemel felâketin ayak sesleri, dâhili ve harici bedhahlarınsa, çılgın sevinci, tam 50 yıl süren mücadeleyi kazanmış olmalarından kaynaklanan zafer çığlıklarıdır.
            Zira en başından beri mücadele kalleşçe;
Yürütülen süreç ikiyüzlü ve sinsidir.
            Bakınız: Mezkür yasa tasarısının adı ile anlam ve amacı tamamen farklı. Atatürkçü Cumhurbaşkanı adayı için imza vermiş olan CHP Milletvekili Birgül Ayman Güler açıkladı: “Eğer paket yasalaşırsa PKK terör-tedhiş örgütü olmaktan çıkarak müzakerenin tarafı olarak meşru hale gelecek. Tasarı, Anayasa’nın 3. Maddesindeki “Türkiye Devleti ülkesi ve milleti ile bölünmez bir bütündür” ilkesini ihlal ettiğinden, tasarıya onay vermiyorum.” Bu menfur tuzak ve hain tasarının görüşüldüğü Komisyonda 6 üyesi olan CHP’den 2 üye, tasarıya onay vermedi: Bolu MV Tanju Özcan ile İzmir MV Birgül Ayman Güler.
            Kendilerini içtenlikle kutluyor ve tebrik ediyorum. Çok garip bir tecelli, acayip ironi ve karşıdevrimciliğin itişinden olsa gerek; Diğer 4 CHP parlamenterinin oyu ile Türkiye’nin kurucusu olduğunu iddia eden CHP, AKP’nin bölücü kanun tasarısını destekleme kararı aldı.
            Gazete haberleri ve Ajanslara göre; “Eski PKK avukatı ve CIA kaynaklarında TR705 olarak adı geçen CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu, CHP örgütlerine bir yazı göndererek, CHP’nin çözüm sürecine ve PKK paketine destek verdiğini bildirdi, örgütlere bu konunun çevrelerine anlatılması görevi verdi.” MHP ise sadece bilinen ve beklenen şovları ile iktifa etti. Eşkıyanın siyasi kanadı (AP, DYP, DSP, SP, CHP ve ANAP sayesinde TBMM’ne duhul eden) unsurların verdiği önergeler istikametinde olaya analitik bakılırsa menfur paketin 3 ağır sonucu olacağı görülüyor:
            1-Müzakerelerin tarafları tanımlanmış olacak, 2-İhanet şebekesi ile müzakere yasa dışı olmaktan çıkacak, yasal zemine oturacak, 3-Yabancı kurum, kuruluş ve kişilerden müteşekkil üçüncü (sözde tarafsız, aslında düşman devlet görevlisi) gözlemci heyet(ler) bu müzakerelere katılabilecek. Vahamet ve şeametin, altına imza konulan yasanın felâket derecesine bakın!..
            Yasa uygulamaya girince: 1-PKK yasal taraf haline gelip, terör örgütü kapsamından çıkacak. Bundan sonra yapacağı eylemlere karşı alınacak olan her türlü önlem suç kapsamına girecek. Örneğin: Nasıl CHP’nin miting yapması önlenemezse, PKK’nın da istediği yerlerde miting yapması önlenemeyecek., 2-Örgüt taleplerinin Hükümet tarafından kabul edilmesi suç olmaktan çıkacak., 3-Oslo ve diğer yerlerde AKP ile terör örgütü arasında gizli olarak yapılan yasa dışı müzakerelerde yabancı bir ülkenin gözlemcileri vardı. Şimdi bu gözlemciler yasal hale gelmiş olan müzakerelere açıkça katılabilecekler.
            İLERİ DEMOKRASİ BU MU?..
            6271 Sayılı “Cumhurbaşkanı Seçimi Kanunu” 2011 yılı Kasım-Aralık ve 2012 Ocak aylarında güya müzakere edildi. 26 Ocak 2012 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlanarak, belli süre içinde Anayasa Mahkemesi’ne itiraz olmadığı için kesinleşti ve yürürlüğe girdi. Bahusus “parlamenterler kararının” hukuk tarihinin tam bir ucubesi, insanlık ayıbı ve yüzkarası olduğu ne zaman anlaşıldı?.. 2014 yılı Haziran ayında fiilen ve resmen uygulaması başladığında…   
            Millet baktı ki; Kimsenin münferiden (bağımsız/bireysel) aday olma hakkı yok.
            Egemenliğin kayıtsız şartsız sahibi sıfatıyla halkın aday gösterme hakkı da yok!..
            İşin en kötü, acı ve tuhaf tarafı ise; Birileri tarafından ileri sürülen veya kendini öne çıkaran aday nam şahıslara karşı çıkma, itiraz etme hakkı da yok! Üstelik eşi emsali görülmemiş bir biçimde [Yüksek (!) Seçim Kurulu’nun 30 Mart yerel seçim hileleri, kurgu ve kararları uyarı] seçim yarışında eşitlik, adalet, hak ve hukuk yok. Biri fiilen başbakan, öbürü dünya çapında tehdit unsuru ve 35 bin asker/sivil vatandaşın katili terör-tedhiş örgütünün baş aktörü; Sonuncusu bir bilim adamı, emekli memur!..
            Ama SEN seçmensin?!..
            Çok açık ve net tabiri ile SEN burada sadece “Çankaya Noteri” olarak kullanılıyorsun.
            Aday olma, aday gösterme hakkın ve bir tek imza bile alabilme imkânın yok!...
            İleri demokrasi, adalet ve hukuk palavra…
            Vahamet bütün açıklık ve çıplaklığı ile ortaya çıkıp, millete kurulan tuzak deşifre olunca şikâyetler başlıyor. Hani demokrasi? Adalet, hukuk ve eşitlik nerede? İşi buraya kadar taşıyanların, bir zamanlar “hukuk guguk, yasa masa, tüzük büzük” dedikleri; Devrimci poz ve ilerici söylemleri ile fink atan çapulcuların büyük önderi Ecevit’in “bu düzen değişecek” teraneleri ne çabuk unutuldu? Malum, değişen düzenin yerine SSCB gelecekti!.. 
            İŞTE YOZLAŞMIŞLIK VE ÇÜRÜMŞLÜĞÜN SON NOKTASI
            Eğer durum/vaziyetten şikâyet edenler Atatürk döneminin kadim Halk Partilisi veya illa tarihi ve gerçek Demokrat Parti’li iseler mesele yok. Çünkü bu orijinal insanları 1960’dan sonra CHP’de, 12 Mart’tan sonra AP ve DYP’de ve kesinlikle Turgut Özal dönemi dışında ANAP’ta göremezsiniz. Gelenek ve gerçek çizgisinden, erbabı faziletten olup, demokrasi, hak, adalet ve hukuk düşmanı; Haksızlık, yolsuzluk, yalan-talan, ayırma ve kayırmanın hâkim olduğu siyaset şirketlerinde bunlardan bir tanesini bile göremezsiniz.   
            Şimdi bir özeleştiri, vicdani yargılama ve sorgulama yapalım:
Büyük Türk Milleti ve şanlı Türkiye Cumhuriyetini bu zor günlere, vahamet, kriz, kaos ve şeamete sürükleyenler: Başta İsmet İnönü, Alpaslan Türkeş, Bülent Ecevit, Necmettin Erbakan, Süleyman Demirel, Turgut Özal, Tansu Çiller, Mesut Yılmaz, Devlet Bahçeli, Deniz Baykal ve Doğu Perinçek ile şu an itibarıyla milli merkez başkanı Hüsamettin Cindoruk değil mi? Tarihe, tabiata ve millete ihanet ederek AKP’de yuvalanan eski Demokrat Parti, AP, DYP ve özellikle Anavatan Partililere ne demeli? Hani siyasi ahlâk ilkesi., Yüksek insanlık onuru., Milli dava, namus, şeref ve misyon haysiyeti nerede?..
MİLLET VEKİLİ Mİ?.. parlamenter mi?..
Bırakın Türkiye’yi, dünyanın en dinsiz, (dini anlamda) ahlâksız ve ateist ülkelerinde bile, Millet Parlâmentoları’nda temsil görevi yapan kimseler millete vekâleten ve bizzat millet adına vazife icra ve ifa ederler. Hareket tarzları tıpkı bir “vekil avukat” durum ve derecesinde olup; Asla had ve hudutlarını aşmazlar. Objektif ve orijinali bu; Peki bizimkiler neyin nesi?..  
Neden ve niçin Türkiye Cumhuriyeti parlâmenterleri bir Cumhurbaşkanı adayı ileri sürebilme, bizzat aday olma veya istediklerini (ya da isteyeni) aday gösterebilmek uğruna medeni cesaret ve fazilet gösteremediler?. Durumdan şikâyetçi olup; 6271 sayılı yasayı suç unsuru olarak gösterenler; Mezkür yasa 2011 ve 2012 yıllarında görüşülürken “akıl tutulması ile malul” idiler?, veya akıl ve mantık melekeleri, idrak ve basiret becerileri uçup mu gitmişti?
Beka, basiret, ilim ve ferasetten nasipsiz eşhasın oralarda işi ne?
YÜKSEK YARGI NEDİR?..
Diğer taraftan; Ancak ve sadece adalet, hakkaniyet ve hukukta hata yapmayacak kadar ilim, ahlâk, kıdem, ehliyet, ilke, şahsiyet, haysiyet, yüksek karakter; Yani liyakat sahiplerinin görev yapabilecekleri “hak, adalet ve hukuk” hanelere YÜKSEK MAHKEME denilir. Türk Milleti’nin yüksek hars’ı ve asırlarca dünyayı idare etmiş medeniyetinin gerçeği ve değişmez geleneği, düsturu budur.
Her ne kadar; Bu tarihi gelenek ve genetik gerçek doğrultusunda, sadece yüksek ilim, ahlâk ve fazilet sahipleri Hukukçu (Hâkim, Savcı, Avukat), Ast. Subay, Subay, Polis ve Millet Memuru olabilirken (Osmanlı/Enderun ve İngiltere/Exeter örneği), 1960’dan sonra her önüne gelenin her yere girebildiği her makama aday olabildiği (vaktiyle Türk Ordusuna silâh çekmiş bir eşkıyanın Cumhurbaşkanı adayı olması) bir memleket büyük bir hesabın arifesindedir.      
Çünkü artık bu ülkede yüksek mahkemeler adalet, hakkaniyet ve hukuk üretemiyor.    
Şimdi söyleyin bakalım:
YSK neden adil değil acaba?   
            BİR MESELE VAR!..
“Bizim halkımız vicdan sesini dinlemek istemiyor çünkü çok materyalist (toplumsal şizofreniye yakalanmış, paralize olmuş ve insani değerler yönünden mutasyona uğramış) olmuş durumda. Çok bencil (cahil, aciz ve zavallı) bir milletiz biz.  Bu memleketin; bilim adamından, ekonomistten, iyi siyaset adamından ziyade, vicdanının sesini çekinmeden ortaya koyabilen, gerçekten yürekli, gerçekten sevebilen insanlara ihtiyacı var. Bizim para, bilgi, şöhret, sandalye severlere değil, birtakım menfaatler uğruna “üç maymunları” oynayan insanlara değil, tam tersine vicdan sesini ifade etmeye çalışan, seven, uyum sağlayan, ortak alan kurabilen insanlara ihtiyacımız var. Bizim asıl sıkıntımız buradadır.” (Evrensel İnsan; Ergün Arıkdal-Ruh ve Madde Yayınları, Sayfa: 222)
NETİCE OLARAK:
1. Türkiye Cumhuriyeti öncelikle ve derhal “milli para karşılığı teminat” olarak dolar göstermekten ve Merkez Bankası dolar rezerv etmekten vazgeçmek ve eskiden olduğu gibi “rezerv altın” uygulamasına geçmek zorunda ve durumundadır. Ayrıca, Merkez Bankası’nca belirlendiği açıklanan “politik faiz” reel ekonomi ve iktisat biliminde bulunmayan bir utanç, ayıp ve yüz karasıdır. Bu suiistimalden derhal vazgeçilmelidir.
2. BOP, kesinlikle Türk ve İslâm âleminin aleyhinedir. Türkiye bu menfur projeye taraf olmaktan acilen kurtulmak; Türk medeniyeti ve Türkiye Cumhuriyeti’nin en büyük ve amansız düşmanı olan AB’yi terk etmek, Gümrük Birliği’nden çıkmak zorundadır. 1960’dan günümüze “millet iradesinin devlet idaresinde hükümferma olmaması” nedeniyle siyasette hâsıl olan güdümlülük, siyasi şirketçilik ve din ticareti olgusu büyük tahribatlara yol açmış bulunmaktadır. Bunun çaresi medeni, ilmî ve objektif siyasettir. Vesayet kovulmalıdır.     
3. Şu an dünyayı alçakça sömüren:, Adalet, İnsan Hakları, Demokrasi ve Evrensel Hukuk kurumlarını kendi çıkarına kullanan NATO, BM, AİHM, LAHEY ve sair emperyalist kurumlarla ilişki, bağlılık, mütekabiliyet ve “insanlık davası, küresel adalet ve evrensel barış” yönünden etkinlik ve yarar durumlarını dikkate alarak yeni politikalar ve yeni tercihler ileri sürmelidir… İsrail’in, insanlık dışı saldırı ve alçakça soykırımlarından birini daha bu mel’un teşekküllerin gözü önünde yaşamaktayız. Şerefsiz ve soysuz mütegallibe durumundaki İslâm ülkesi diktatörleri ise lâf-ı güzaftan gayri önemi olmayan şarlatanlık ve şaklabanlıktan başka bir şey yapamıyorlar. Bu bir insanlık utancı ve “BM GÜVENLİK KONSEYİ SUÇUDUR”  Şimdi bu melânet, şer ve şeamet suç örgütlerinde kurtulmanın tam zamanıdır.    
4. Türkiye Cumhuriyeti Devleti; 11 Kasım 1938 ve 27 Mayıs 1960 karşıdevrimlerinin yıkıcı etkisinden, kirlilik ve çöküntülerinden kurtulmak; İş bu makalede bahsettiğimiz şekilde bir hesaplaşma ve yüzleşme ile iade-i itibar ve güven tazeleme cihetine gitmek zorundadır.
5. Bu meyanda: Öncelikle ve evvelâ kuvvetler ayrılığı ilkesi tahkim edilmeli:, Adalet siyasetten kesinlikle ayrılmalı:, Siyasi Partiler ve seçim yasaları çöpe atılıp mevcut rezilliğe son verilerek:, Milletin kendi vekilini seçmesi ve şaibeli siyaset şirketlerinin kapatılarak, halkın “doğru, dürüst, demokrat, saydam” kitle partilerine kavuşması sağlanmak zorundadır.
Türk Vatanı, Güvenlik-Esenlik Yurdu, Demokrasi, Lâiklik, Adalet ve Huzur İkliminin hırsızlık, rüşvet, gasp-irtikap, iltimas, ayırma-kayırma, anarşi, terör-tedhiş, haksızlık, görevi ihmal, suiistimal, sahtecilik, namussuzluk, kanunsuzluklara tahammülü yoktur. Artık mel’un kötülük
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 44

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

ELLİ İKİNCİ (52). YILINDA “DİN LİSANINDA EZAN”

 
Bu toprakların gerçek sahibi kadim Müslüman Türklerin, (1941-1950) 10 yıl hasretini çektiği Ezana yeniden kavuşmasının üzerinden 52 ve/veya 63 yıl geçti.
Büyük hasretin giderilmesine hizmet edenlere Rahmet osun.
Anayasal vatandaşlığın temel hakkı olan “Din ve Vicdan Hürriyetini” kısıtlayıp halka sebepsiz yere manevi huzursuzluk veren, “Ezanın Din Lisanında” okunmasını TCK hükmü ile yasaklayan kanun; 9. Dönem TBMM’nin Anayasa’ya sadakat ve samimiyetle bağlı, vatan ve millet sevdalısı; Vatanperver Milletvekillerinin yasama iradeleriyle kabul ettikleri 5528 Sayılı Kanun hükmü ile.; 16 Haziran 1950’de yürürlükten kaldırıldı.
Türkiye’nin 1946’da gerçekleşen halk hareketi (Beyaz İhtilâl) ile çok partili siyasi hayata adım atmasıyla beraber;, Önceden dayatılmışlar dâhil dayatılan türlü siyasi ve sosyal tasarım  projeleri karşısında eğilmeden, kanun yollarında yürümeye sadakat göstererek sürdürülen destansı demokratik bir mücadele ile açığa çıkan 14 Mayıs 1950 Milletvekili Genel seçimi  iradesinin; ülkede kapılarına  kilit vurulmuş pek çok  yoksunluk için anahtar olduğu ışıltılı bir gerçektir.
            7-12 Haziran 1945’in denetim (milli murakabe)  talebi ve antidemokratik ortam ile mücadele hareketi; 7 Ocak 1946’da  Demokrat Parti adını aldığında, önüne dikilen çok sert, dayatmacı, antidemokratik ve statükocu yapıya teslim olmamak için bir çare bulmayı, önemli ve acil ana dava olarak gördü ve büyük bir isabet ile “Hürriyet Misak-ı” ve “Sine-i Millet” kavramları ile donandı.
Türkiye’nin İstiklâl Savaşından sonra ilk ve tek halk hareketinde; Özne’nin bizatihi Millet olduğu yürüyüşe önderlik edenler ve bu harekete vücut verenler, ülkedeki sessiz ve yük taşıyan kesimin hücrelerine nüfus ettirilen samimi ve saf fikir hareketinin bayrağını taşırken; varlığı insan için temel hak gören bakış açıları ile ülkenin ve milletin yoksunluk envanterini kolayca  belirledi. Sorunlar, “objektif ve orijinal alternatifleri; Namuslu, dürüst ve demokrat çözüm yolları” en açık, net ve dürüst biçimde ortaya konuldu.
Diyanet  İşleri Başkanlığı 18 .VII.1932 tarihinde  yayınladığı  bir tamimle yeryüzünün her yerinde  Müslümanlar için namaza çağrı olan Ezan’ın Din Lisanında okunmasına yeni ve değişik bir usul getirdi ve Ezan yerine bir kurul tarafından belirlenen Türkçe namaz çağrısının okunmasını tavsiye etti. Deneme mahiyetinde bir sosyal tasarım projesi olarak ortaya atılan ve Müslüman halka Türkçe Ezan okunmasını ihtiva eden proje;, Başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere Müslüman halk tarafından benimsenmediği için öneri uygulamaya geçmedi...
1937 yılında Celal Bayar’ın Başbakanlığı döneminde Din Lisanında Ezan okunmasına yönelik eğilimler neredeyse yok oldu ve unutuldu. Ancak, çok arzu edilmesine rağmen Hatay meselesi, Atatürk’ün hastalığı ve TBMM’de yeni bir irade olmaması nedeniyle Ezan hakkında arzu edilen değişikliğe gidebilmek mümkün olamadı ve Türkçe Mealli ezan okuma adet’i yer yer sürdürüldü. 1939’da Celal Bayar’ın Başbakanlıktan ayrılmasını müteakip;, C. Halk Partisi tarafından “sosyal
tasarım projesi” olarak uygulanan Türkçe Ezan okunmasını topluma nüfuz ettirmek için Din Lisanında Ezan okuyanların ceza yaptırımı görüşü hükümeti nezdinde hayli ağırlık kazandı. 1941 senesinde TCK’nın MD -526  TBMM’de değiştirildi ve  Din Lisanında Ezan ve Kamet okuma suç kabul edildi ve  bu suçu işleyenler için hapis ve para cezası kondu. Ülkenin Camilerinin Minareleri için için ağlıyordu…  Merhum Celâl BAYAR der ki:  “1. Dünya savaşından sonra el atılan sadece para - pul olsaydı, hatta sadece İstanbul’da bir hükümranlık peşinde olsalardı, “kader” der İstanbul’un  o zaman ki iradesine boyun eğer, belki de hiç sorgulamazdık. Ama ne zaman mukaddesatımıza, dinimize, namusumuza, toprağımıza el attılar; İşte o zaman, İstiklâl Savaşı (milli mücadeleye) karar verdik. Alçak ve menfur düşmanlar İzmir’e ve Ege’ye göz diktiler. Kur-an’a el attılar, Ezanı susturdular. İşte o zaman silahlı mücadeleye karar verdik’’
HASRET BİTTİ, KUTLU VUSLAT’A VARILDI  
14 Mayıs 1950 günü seçimleri kazanarak, emsalsiz bir halk hareketi ile iktidar olan DP ve Menderes Hükümeti; 9. Dönem TBMM 16 Haziran 1950 günü saat 15’te, TBMM Başkan Vekili, İstanbul Milletvekili Fuad Hulusi Pemirelli, Manisa Milletvekili Muzaffer Kurbanoğlu ve Bursa Milletvekili Raif Aybar kâtipliğinde toplandı. 1. Menderes Hükümetinin TBMM’ye sevk ettiği TCK MD-526 değiştirilmesi hakkında kanun tasarısı ile Kayseri Milletvekili İsmail Berkok ve 13 arkadaşı ve Tokat Milletvekili Ahmet Gürkan’ın önerge ve teklifler hakkındaki Adalet Komisyonu raporu gündemiyle TBMM’nin 9. oturumu açıldı. İçtüzükte Adalet Komisyonu raporunun TBMM’de gündeme alınması için 48 saat geçmesi hükmü gereği ilk olarak İstanbul Milletvekili Başvekil Adnan Menderes söz aldı ve Genel Kurula “Muhterem arkadaşlar; Arapça ezan hakkında Demokrat Parti Meclis Grubunda verilen kararın gazeteler ve radyo ile yayınlanması neticesinde kanuni mâniin kaldırılmış olduğu telâkkisinin hâsıl olması ve bâzı vatandaşların Arapça ezan okuması muhtemel olduğu için bu bap/ta Hükümetçe Meclise sevk etmiş olduğumuz Kanun teklifinin bugünkü gündeme alınmasını ve öncelikle müzakere edilmesini yüksek tasvibinize arz ediyorum” dedi.
    Başvekil Adnan Menderes’in konuşması ardından oturumu yöneten Başkan, teklifin gündeme alınmasını oylamaya sundu ve yasa önerisi gündeme alındı. Ezanın Din Lisanında Okunabilmesi serbestisi getirecek kanun teklifinin müzakerelerinde ilk sözü; Cumhuriyet Halk Partisi Trabzon Milletvekili Cemal Eyüboğlu aldı ve  ‘Hükümetin bugün huzurunuza  getirdiği kanun tasarısı hakkındaki C. H. Partisi Meclis Grubunun görüşünü arz ediyorum: “Bu memlekette Millî Devlet ve Millî şuur politikası, Cumhuriyetle kurulmuş ve C. H. Partisi bu politikayı takip etmiştir. Bu politika icabı olarak ezan meselesi de bir dil meselesi ve Millî şuur meselesi telâkki edilmiştir. Millî Devlet politikası, mümkün olan her yerde Türkçenin kullanılmasını emreder. Türk Vatanında ibadete çağırmanın da Öz dilimizle olmasını daima tercih ettik. Türkçe ezan, Arapça ezan mevzuu üzerinde bir politik münakaşa açmaya taraftar değiliz. Millî şuurun konuyu, kendince halledeceği inancıyla Arapça ezan meselesinin ceza konusu olmaktan çıkarılmasına aleyhtarı olmayacağız” dedi.
            Demokrat Parti Gurubu adına  Seyhan Tekelioğlu: “Sayın arkadaşlar; Atatürk her şeyi Türkçeleştirmek kaidesini ortaya attığı zaman acaba İslâm dinine ait olan kitapların Türkçeye tercümesi mümkün müdür diye bir tecrübeye başvurulmuştu. Bu meyanda ilk olarak ezan’ın Türkçe okunması düşünüldü. Atatürk’ten sonra ise Arapça ezan okuyanı tecziye etmek üzere de bir ceza müeyyidesi olarak, Ceza Kanununa bir hüküm kondu. Arkadaşlar; şayet Atatürk sağ olsaydı hiç şüphe yok ki, o da bu büyük Meclisin düşündüğü gibi düşünecek, elimizdeki Allah Kanununun Türkçe ile tercümesine imkân olmadığını, din ulemalarının vermiş olduğu karara göre, anlayacak ve ezanı din diliyle okutacaktı. 
Arkadaşlar; Atatürk inkılâbı gazetelerin yazdığı gibi umdesi değil, Atatürk memlekette yapmış olduğu inkılâpların millet tarafından hazmedilmesini esas olarak kabul etmişti. Bu bir dil meselesi değil; Allahû Ekber ile Tanrı Ulu­dur kelimeleri ikisi bir manâya gelmez. Biz eski zamanlara ait kitapları okursak, birçok tanrılar olduğunu görürüz, yağmur tanrısı, yer tanrısı, ve saire. Binaenaleyh Tanrı Uludur deyince bunların hangisi uludur? Binaenaleyh İslâm dini, Müslüman dili kaidelerine göre camilerinde ancak din dili ile olur. Ve bunu da memleketin yüzde doksan sekizi, bizi seçenler, bizden istemişlerdir. Kaldı ki, Hıristiyanlar bile bir ölümü ilân için çan çalarlar, onlar çan çalınırken çanın ne demek istediğini anlıyorlar. Müslümanlar bir sala sesi duymuyorlardı. Dışardan Türk dili ile ezan okunurken, içerde yine din dili ile Kuran okumaya müsaade ediliyordu. Binaenaleyh arada birbirine uymayan, zıt esaslar vardı.
Ben Menderes Hükümetine ve  Hükümetin istinat etmiş olduğu milletin reyi ile mutlak reyi ile buraya gelen DP milletvekillerini tebrik ediyorum…”
Sonuçta: TBMM'nin 16 Haziran 1950 tarihli oturumunda görüşülen tasarı alkışlarla yasalaştı ve 17 Haziran 1950'de resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe girdi….

 

 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 45

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

EN KARA GÜN; 16 – 17 EYLÜL

 
“Şehit Başvekil Merhum Adnan Menderes; Polatkan ve Zorlu anısına”
Adnan Menderes 1899’da Aydın’da doğdu. Anne ve babasını küçük yaşta kaybetti. O'nu Anneannesi büyüttü. Tahsiline İzmir İttihat ve Terakki Mektebi’nde başladı; Kızılçulu Amerikan Koleji’nde okurken misyonerlerle başı derde girdiği için, devlete müracaat ederek, Misyonerler hakkında şikâyetlerde bulundu. Makamlardan birinin başında Celal Bayar vardı. Bu vesileyle Celâl Bayar’la tanışmış oldu.
Ankara Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Birinci Dünya Savaşı sırasında yedek subay olarak askerliğini yaptı. Aydın’da Kuvva-i Milliye bağlamında Ayyıldız Çetesi’ni kurdu. Daha sonra Söke’de Piyade Alay Yaveri olarak savaşa katıldı. İstiklal Madalyası aldı. Ali Fethi Okyar’ın 1930’da kurduğu, ancak kısa sürede kapatılan Serbest Fırka’nın Aydın Teşkilatı'nı teşkille İl Başkanı oldu. İl Başkanı iken Mustafa Kemal Atatürk tarafından hususi olarak ziyaret edildi.
Nezaketen ve çok kısa süreli olarak plânlanan ziyaret saatlerce sürdü. Serbest Fırka kapatılınca Halk Partisi’ne girdi. Mustafa Kemâl Atatürk’ün emir ve isteği ile 1931’de Aydın Milletvekili seçildi. 1945’e kadar TBMM’de komisyon Raportörlüğü yaptı.
Saracoğlu Hükümeti’nin getirdiği Toprak Kanunu Tasarısı'nı şiddetle reddederek, komisyondan istifa etti. Yaptıkları muhalefetten dolayı, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü ile birlikte CHP Disiplin kurulunca 12 Haziran 1945’te ihraç edildi. Celal Bayar da hem partiden hem de Mebusluktan istifa etti. Bu hareketler DP’nin 7 Ocak 1946’da kurulmasına sebep oldu. 1946 seçimlerinde Kütahya Mebusu olarak meclise girdi. Celâl Bayar’dan sonra Demokrat Parti içindeki ikinci adam durumu ve konumuna geldi.
            14 Mayıs 1950 seçimlerinde DP oyların 53,5’ini alarak iktidara geldi. 10 senelik iktidarın tek başbakanı olarak döneme damgasını vurdu. İktidarı zamanında 5 hükümet kurdu. Bu zaman içinde Türkiye’nin iç ve dış siyasetinde büyük gelişmeler oldu. Sanayileşme ve şehirleşme hamlesi başladı, köye makine girdi, ulaşım, enerji, eğitim, sağlık, sigorta ve bankacılık yeniden başladı. Türkiye adalet, hukuk ve kalkınma kavramıyla tanıştı.
            27 Mayıs 1960 tarihinde yapılan darbeyle iktidardan indirildi. Yassıada’ya hapsedildi. Milli Birlik Komitesi tarafından kurulan Yüksek Adalet Divanı’nca (!) idama  mahkûm edildi. Yassıada'da tutuklu bulunduğu sırada çok zalimce ve insanlık dışı işkencelere maruz kaldı. Duruşmalarda İzzet-i nefsi ile oynandı. Hapishanede sürekli rencide edildi.
          ATATÜRK'ÜN SÖZÜ VE CHP MACERASI
          Türk demokrasi tarihinin en önemli şahsiyetlerinden olan Adnan Menderes 1930’da katıldığı Serbest Cumhuriyet Fıkrası feshedilince, Celal Bayar'la görüşerek, Cumhuriyet Halk Fırkasına girdi, en sonunda da Mustafa Kemal'in "Bugün konuştuğum genç, elbette burada bizim parti mutemetleri ile çalışamaz. Şayan-ı dikkat bir gençtir. Gün gelecek bu ülkede Demokrasi’yi kurmak şerefi ona nail ve nasip olacaktır" cümlesi ile takdir ve beğenisini kazanmıştı. 1931 yılında Atatürk’ün emir ve direktifi ile CHF Aydın Milletvekili seçildi, 1945 yılına kadar CHF Milletvekilliğini sürdürdü. Adnan Menderes o dönemi şöyle anlatır:
            "Atatürk zamanında ben, Aydın'da Serbest Fırka'nın reisiydim. Fethi Bey bizzat Aydın'a gelerek, Serbest Fırka ile meşgul oldu. Aydın belediye seçimlerini kazandım. Gayet dürüst bir mücadeleye giriştim. Halk Fırkası’nın lider ve ileri gelenleri ile tanışıyordum. Ama CHF'na, onların rica ve ısrarına rağmen girmedim... Fethi Bey'in partisi, malum şartlar altında feshedildi. Memlekete derin bir teessür hâkim oldu. Halk Partisi kendini toparlamak istedi. Vilayetlere heyetler gönderildi. Bu arada İzmir ve Aydın'a da, Celal Bayar riyasetinde bir heyet geldi... Ben bu heyetle bir hafta temas etmedim. Nihayet, Celal Bayar tanıdığım ve hürmet ettiğim bir zattı. Vasıf Çınar İttihat ve Terakki’den hocamdı... Ve temas nihayet temin edildi. Bu muhterem zatların ibram ve ısrarı üzerine, Halk Partisine girerek, fikirlerimizi parti içinde müdafaa etmek muvafık olacaktı. O zamana kadar CHF’na karşı çekingen davranan ve mütereddit tanınan arkadaşlarla, bu partiye girdik.”
27 MAYIS’DAN 17 EYLÜL’E…
            27 Mayıs 1960, sabah saat 04: 36'da Ankara Radyosu'ndan yapılan bir anons, nefesini tutan insanları bir anda heyecanlandırdı. Tek haberleşme aracı olan devlet radyosundan evlere ulaşan menfur bir yalandan ibaret anonsta, ''Bugün, demokrasimizin içine düştüğü buhran ve en son müessif hadiseler dolayısıyla, kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla; TSK, memleketin idaresini eline almıştır'' deniliyordu..
Böylece Türk halkı darbe ilk defa tanışmış oldu.
Reis-i Cumhur Celal Bayar Çankaya Köşkü'nde; Başbakan Adnan Menderes Kütahya'da tevkifle gözetim altına alındı. Bakanlar Kurulu ve Tahkikat Komisyonu üyeleriyle DP milletvekilleri de bulundukları mekânlardan toplanarak Harp Okuluna götürüldüler.
Demokrat Parti iktidarı ile iyi ilişkiler içinde bulunan dönemin Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun başta olmak üzere; Üst rütbeli binlerce asker ve bürokrat derhal cezaevlerine konuldu. Ülkede ilan edilen sıkıyönetim sonucu tüm DP milletvekilleri, üst derecedeki bürokratlar ve polis şefleri tek tek evlerinden alındı.
Demokrat Parti’li siyasiler yargılanmak üzere Yassıada'ya gönderildiler. Darbecilerin emir ve kademe zinciri dâhilinde hareket eden sözde mahkeme haklarında idam hükmü verdi ve 16 Eylül 1961 günü Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve 17 Eylül 1961 günü Adnan Menderes alçakça asılarak idam edildiler.
Rûhları şâd olsun. Nur ve huzur içinde yatsınlar. Allah (CC) Rahmet eylesin.
MENDERES'İN SON DAKİKALARI
            İmralı'ya gelindiğinde, memleket içinde ve dış basında sıhhi durumu hakkında türlü spekülâsyonlara yol açan Menderes, iskeleden konulduğu misafir salonuna kadar çiçek tarhları arasındaki 100 metrelik yolu hiç kimsenin yardımı olmadan rahatça yürüdü. Ayrıca misafir salonu ile darağacı arasındaki 80 metrelik yolu da, gene aynı rahatlıkla kat etti.
İmralı Adasının etrafında ve içinde Örfi İdare Kumandanlığınca sıkı emniyet tedbirleri alınmıştı. İmralı Adası etrafında donanmaya mensup tekneler, içinde de deniz, kara ve hava askerleri görülmekteydi. Menderes'e MBK.'nin tasdik kararı, kendisine tahsis olunan misafir salonunda tefhim edildi. Cumartesiyi Pazar’a bağlıyan gece saat 01.30'da Zorlu ve Polatkan için yapılan formaliteler, Menderes için tekrarlandı. Menderes Egesel'i dinlerken korku ile sarsıldı. Fakat zamanla kendisini toparladı. Oturduğu yerde kamburunu çıkararak oturdu. Son arzusu sorulduğu zaman bir sigara istedi. Verilen Yenice sigarasını içerken şunları söyledi:
“- Dünyadan ayrıldığım şu anda, ailemi ve çocuklarımı şefkatle andığımı kendilerine bildirin. Vatanı ve milleti Allah refah içinde bıraksın.” Menderes, sabaha karşı saat 02.31'de Zorlu'nun ipe çekildiği darağacında asılarak idam edildi. Aynen Zorlu ve Polatkan gibi, idam ve infaz edilmek için darağacına götürülürken, bilekleri arkasına bağlanmıştı.
         “27 Mayıstan bir gün sonra 28 Mayıs günü, ABD Ankara Büyükelçisi Warren, darbe lideri Cemal Gürsel’in yanına Selim Sarper ile aynı arabada gidiyordu. Sarper, C. Gürsel’in yanına ABD Büyükelçisi ile girdi. Bu görüşme meyvesini çabuk verdi. Cunta kölesi kurucu meclis’te hükümetin Dışişleri Bakanı Fahri Korutürk altı saat sonra görevden alındı ve yerine Selim Sarper getirildi. 1961’de CHP’den milletvekili atanan Sarper, İnönü hükümetlerinde de Dışişleri Bakanlığı görevini yürüttü.
Yıllar sonra gizliliği kalkan ABD Diplomatik Belgeleri, Sarper’in Dışişleri Bakanlığı döneminde ABD lehine casusluk yaptığını ve Devlet Başkanı Cemal Gürsel hakkında ağır ifadeler kullandığını gösteriyordu. Dışişleri Bakanı Sarper, kendi Devlet Başkanı için ABD’ye “That Gursel was not a great brain” yazıyordu. İsmet İnönü’nün hep yumuşak elini sırtında hissettiği Sarper, TC’nin Dışişleri Bakanı mıydı?, yoksa ABD’nin Türkiye temsilcisi mi çok tartışılır. Sarper Dışişleri Bakanlığı döneminde SSCB’nden gelen her türlü normalleşme talebini hem derhal ABD’ye bildiriyor, hem de etkisiz kılıyordu.
Sarper en son 1965 ‘de CHP milletvekili seçildi. 1968 yılının Ekim ayında öldü.”
 
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 46

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

EREĞLİ ÇÖL OLMASIN!

 
Konya’nın Ereğli ilçesi 1980’lere kadar hayalleri zorlayacak harikulâde bir güzellikte idi. Yöresel tabirle dere, akar, çay ve arklarla kılcal damarlar gibi örülmüş son derece verimli, işsizlik sorunu olmayan, insanları sağlıklı, neşeli, huzurlu-mutlu, nüktedan, gelecekten umutlu hayat dolu yemyeşil, cennetsi bir efsane şehir vardı. Sonra mı? Okuyunuz lütfen!...
Ülkemiz ve dünyanın en güzel şehirlerinden biri olan (Konya) Ereğli'nin en önemli ACİL ve güncel sorununa değerli ilgi ve dikkatlerinizi çekmek istiyorum…
Bilindiği üzere Ereğli en az 5000 yıllık kadim bir yerleşim merkezidir.1985’ e kadar şehirden geçen akarsu ve Roma İmparatorluğu zamanında açıldığı bilinen “toprak kanallar” (Ereğli ağzında “arklar”) sayesinde İç Anadolu’nun yemyeşil, mümbit, masalsı ve cennetsi bir yöresiydi. Öyle ki, “Yeşil Ereğli” den bereket fışkırır, taşı toprağı değer üretir, insanları sağlık, mutluluk, refah, zenginlik ve barış içinde yaşarlardı.
Zira, ilçeye hayat veren ve insanlara bolluk ve bereket bahşeden ark, akar ve dereleri (can suyu) vardı. Rivayete göre İvriz’den fışkıran bu su, Hazreti Ali (RA) tarafından, asırlar önce, susuzluktan kıvranan bölge halkına mucize kabilinden bir armağandır. Dolayısıyla Ereğli, Selçuklu ve Osmanlı döneminde yaklaşık 500 yıl Mekke’ye vakıflık yapmış olup; kaynaklar ve halk arasında yaygın anlatımlara göre Zemzem suyunun yeryüzündeki ikinci zuhuru Ereğli’dedir ve “Erkili” efsanesine konu pınarın burada olduğu bilinir. Yani Ereğli, aynı zamanda kutsiyet izafe edilen bir yerdir.. Bazı seneler, Bahar ve Sonbahar aylarında gelen seller, bazen de 'mirav' ların su dağıtım rejiminde yarattığı sorunlar nedeniyle; 1970’ lerde İvriz Barajı Ereğlililerin rüyası haline geldi. O dönem politikacıları “baraj” vaat ederek oy isterlerdi. Sonuçta beklenen oldu. 1985’te İvriz Barajı açıldı. Ama inanılmaz (haksız ve hukuka aykırı) cebri bir kararla Ereğli’nin ana dere, akar ve arklarından akan “can suyu” birdenbire kesiliverdi. Önce, binlerce yıllık, Ereğli’ye hayat veren, gençlerin yüzdüğü, tarla, bağ-bahçe, güzelim ağaçlık alan ve çayırların sulandığı, sıcak yaz günlerinde ailelerin piknik yaparak çevresinde dinlendiği, hayat ve bereket kaynağı, binlerce emsalsiz güzellikle birlikte akarlar, ark’lar ve dereler kurudu, hâttâ, zamanla üstleri kapatıldı. Dolduruldu. Asfaltlandı...
Sonrada, “Yeşil Ereğli” kubbe de bir hoş seda veya mazide muhteşem bir hatıra gibi gözler önünden silinmeye, yok olmaya, kuraklığın pençesinde ıstırapla kıvranmaya, için için ölmeye ve çölleşmeye başladı! …2008 de, gelinen durumu özetleyecek olursak::
Türkiye’nin en lezzetli sebze ve meyvelerinin yetiştiği bağ ve bahçeler kurudu. Son 5-6 yılda, Türkiye çapında haber olan toz fırtınaları oluşmaya ve yoğunlaşmaya başladı. Bu fırtınalar esnasında insanlar evlerine sığınmak, bir yerlere saklanmak ve kapanmak, kimi daireler ve hastaneler boşaltılmak zorunda kaldı. Henüz çağla iken meyveler, olgunlaşmadan çeşit çeşit sebzeler 'çok hazin ve içler acısı bir manzara sergileyerek' susuzluktan dallarda kurudu. Yer altı su seviyesi 8-10m de iken 80-100 m ye indi, Ortalama yıllık yağış can suyu kesilmeden önceki 23 yılda 315 mm iken sonraki 23 yılda 287 mm oldu (% 8,9 azaldı); yeşil alanlar kuruduğu, meyvelik, selvilik ve söğütlükler kesildiği, yeşil örtü yok edildiği için yağmur bulutları ‘yağmura” dönüşmeden Ereğli’yi terk etmeye başladı. Ortalama sıcaklık arttı. Eko sistem bozuldu. Mevsimler özellik, tazelik ve güzelliklerini yitirdi. Eski Bahar’lar ve efsanevi (şairane) Sonbahar’lar kalmadı. Kış’lar çok kurak, inadına soğuk ve çekilmez-dayanılmaz, tahammül edilmez hale geldi. Ereğli'nin gülen yüzünün yerini, sert ve haşin, acımasız ve zalim doğa koşulları aldı. Dünyanın sayılı sulak alanları ve kuş cennetlerinden biri olan meşhur Ereğli Sazlıkları (Akgöl)’ün alanı 21500hk dan 3000hk a indi, geçmişte önemli sayıda üreyen özel kuş türlerine artık rastlanmamaktadır. Hayaller, eski fotoğraflar ve hafızalarda yaşayan güzellikler yok oldu. Ereğli resmen ve fiilen çölleşme başladı…
Bu çevre ve doğa katliamının sorumlusu, sanıldığı gibi İvriz Barajı değildir. Yanlış ve bilinçsiz, haksız ve hukuksuz uygulanan su yönetim planıdır. Halen geri dönüş mümkündür. Kayıplar telâfi edilebilir ve şehir tekrar kazanılabilir. Velev ki, kurtarılmak istensin!..
Gerçekte ülkemizin ekolojik denge sorunu çok büyük. Yerine göre çok kritik ve telâfi edilemez boyutlara dayanmış durumda. Eko sistem çekilmekte, çökmekte, iklim değişmekte, onursuz-sorumsuz, cahil ve bencil ‘beton yığınları dikmeyi kalkınma sanan” şehir eşkıyaları ve çıkar odaklı neo-yönetim unsurları yüzünden Türkiye, acil-vahim bir doğa felâketiyle karşı karşıya gelmiş bulunmaktadır..
İşte, Konya’nın Ereğli ilçesi de bu kritik yerleşim ve yaşam alanlarından biri..
Ancak önce genel duruma, AB ve dünya ya ‘mukayeseli bir bakışla’ göz atmak gerek.
Dünya’da ‘başka Türkiye yok’ söylemi ne anlama gelmektedir? Şöyle bakalım bir.:
“Tüm Avrupa’da 12 bin çeşit bitki türü var. Türkiye’de bu rakam 9000., Dünyada her yıl 16 milyon hektar orman alanı yanmakta. (82 Nijerya kadar) Son 30 yılda dünya orman örtüsünün beşte biri yok oldu. Yetişmiş bir ağaç günde 17 kişinin oksijen ihtiyacını karşılıyor ve 22.5 kilogram karbondioksiti absorbe ediyor. Sadece dünya kâğıt tüketiminin yarısı geri kazanılabilse, yılda 8 milyon hektar orman alanı korunabilir. Günümüzde dünya dakikada 21 hektar orman alanı kaybediyor. Böylece fert başına her yıl doğaya 7 ağaç borçlanmaktayız. Çünkü bir yıl içinde kullandığımız kâğıt- kartonlar ve ayrıca yaşamsal ihtiyaçlarımız için 7 adet ağaç tüketmekteyiz. Bir Avrupalı yılda ortalama 300 kg. kâğıt ve kâğıt ürünü tüketmekte. Dünyada her yıl kâğıt tüketiminin yarısı geri kazanılsa Türkiye büyüklüğünde bir ormanlık alan yok olmaktan kurtarılabilecektir. Bunu asırlar öncesinden gören Fatih Sultan Mehmet ne demiş? “Ormanlarımdan bir yaş dal kesenin, başını keserim” Ya İslâm’ın son Peygamberi Hz. Muhammed? “Kıyametin koptuğunu görsen dâhi, mutlaka bir fidan dik!” Ve bir Çin atasözü: “Herkes kendi kapısının önünü temizlerse şehirler tertemiz olur” Sonuçta eko sistemle barışıklık anlamına gelen ‘çevre koruma’ olgusu, bireysel görev ve sorumlulukla başlayıp, tüm ülke ve arz’ı içine alan‘evrensel’ duyarlığı zorunlu kılmaktadır. İnsan’a düşen görev önce ruhsal, sonra bedensel ve buna paralel çevre temizliğidir. Çevrecilik sadece ‘temiz tutma’ anlamına gelmez. Aynı zamanda ekolojik sistem, denge ve değerleri ‘doğal ortamda’ koruma, kollama, iyileştirme ve geliştirme anlamını taşır.
Ki, başta Ereğli olmak üzere, ülkemizde pek çok yörenin sorunu korumasızlık; Yasa dışı edinim, kanunsuz temlik-tasarruf, Soygun-vurgun, rant kaygısı ve imar yolsuzluklarıdır. . Dolayısıyla hemen harekete geçilmez ise Ereğli çok yakında çöl olacaktır.
Unutmayın ki başlayan çölleşme ‘acil önlem alınmadığı takdirde’ hızlanarak artacak ve “acil önlem alınmaması halinde” çok geç olacaktır. Artık bekleyecek vakit mi var? Bu kötü gidişe son verilmez ise, uzun vadede Ereğli’yi bekleyen diğer tehlike, şimdi tahminen 925 m (can suyu kesilmeden önce tahminen 975m) olan yeraltı su seviyesinin, Tuz Gölü seviyesinin (905 m ) altına düşmesi halinde ova köylerinde ilelebet tarım yapılamaması ihtimalidir.
EREĞLİ İÇİN; ACİL ÖNLEM ve ÖNERİLER:
DSİ, Belediye ve Özel İdare işbirliğinde İvriz Barajı’nın su yönetim planı acilen ve derhal değiştirilerek Ereğli’ ye can suyu yeniden verilmelidir. Bu halk için ‘doğal bir hak’, DSİ ve Belediye için asli görev, tarihi vebal ve ivedi sorumluluktur. Akarlar ve binlerce yıllık, “ark”lar tekrar açılmalıdır; (açma, temizleme ve dönüştürme işlemi günümüz teknolojisiyle kolaylıkla mümkündür, çok kısa sürede gerçekleştirilebilir) Ayrıca, 1965'lerde Göztepe'de olduğu gibi; yerel potansiyel, Ordu, Okul-Öğrenci ve TEMA gibi kuruluşların desteği alınarak ve halkla işbirliği yapılarak, bütünüyle Tont ve Toros yamaçları mutlaka ağaçlandırılmalıdır.
Aslında mesele bu kadar basit, kolay ve ucuz olmakla; Yeşil Ereğli’nin çöl olmasını önlemek, eski güzelliklere, yemyeşil ve bereketli topraklara tekrar kavuşmak sadece sahiplik, duyarlık ve sorumluluk gerektirmektedir. Burada duyarlık, bilinçli-sorumlu takipçilik halka; şehir medyasına; 29 Mart adaylarına; Görev ve sorumluluksa, başta Çevre-Orman Bakanı, DSİ Genel Müdürü, Kaymakam ve Belediye Başkanı’na düşmekte. Şimdi “Sosyal sorumluluk ve bilinç” zamanıdır. Yeşil Ereğli’nin çöl olmaması dileğiyle, iyi, sağlıklı ve mutlu günler…
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 47

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

ERMENİ İSYANLARI, SOYKIRIM VE KATLİAMLARI

 
Berlin Antlaşması'nın imzalanmasını izleyen dönemde Ermeni sorunu iki yönde gelişmiştir. Bunlardan ilki, Batılı devletlerin Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki baskı ve müdahaleleri; ikincisi ise, Anadolu, Suriye ve Rumeli'de yaşayan Ermenilerin Anadolu'nun çeşitli yerlerinde, özellikle Doğu Anadolu ve Klikya'da yeraltında örgütlenmeleri ve silahlanmalarıdır. İlk kışkırtmalar Rusya'dan gelmeye başlamış, Rusların bu tutumu İngiliz ve Fransızları Ermenilerle daha çok ilgilenmeye sevk etmiştir. Doğu Anadolu'daki İngiliz Konsoloslukları'nın sayısı hızla artmış, ayrıca bölgeye çok sayıda Protestan misyonerler gönderilmiştir.
Bu kışkırtmalar sonucunda Doğu Anadolu'da 1880'den itibaren çeşitli Ermeni komiteleri kurulmaya başlamıştır. Ancak, yerel düzeyde kalan bu komiteler, Osmanlı yönetiminden şikayeti olmayan, barış ve refah içinde yaşayan Ermeni halkının ilgisini çekmediğinden başarılı olamamıştır.
Osmanlı Ermenilerini içeride kurulan komiteler yoluyla devlete karşı harekete geçirmek mümkün olmayınca, bu kez Rus Ermenilerine Osmanlı toprakları dışında komiteler kurdurulması yoluna gidilmiştir. Böylece 1887'de Cenevre'de sosyalist eğilimli, ılımlı militan Hınçak, 1890'da ise Tiflis'te aşırı, terör, isyan, mücadele ve bağımsızlık yanlısı Taşnak Komiteleri ortaya çıkmıştır. Bu komitelere, "Anadolu topraklarının ve Osmanlı Ermenilerinin kurtarılması" hedef olarak gösterilmiştir.
İstanbul'da örgütlenen ve Avrupa devletlerinin dikkatlerini Ermeni meselesine çekerek Osmanlı Ermenilerini kışkırtmayı hedefleyen Hınçakların başlattığı ayaklanma girişimlerini, aralarında siyasi mücadele başlayan Taşnaklarınki izlemiştir. Bu ayaklanma girişimlerinin ortak özellikleri; Osmanlı ülkesine dışarıdan gelen komitelerce planlanmış ve yönlendirilmiş olmaları ile örgütlenme faaliyetlerinde Anadolu'ya yayılan misyonerlerin büyük katkısının bulunmasıdır. İlk isyan 1890'daki Erzurum'da gerçekleşmiştir.
Bunu, yine aynı yıl meydana gelen Kumkapı gösterisi, 1892-93'te Kayseri, Yozgat, Çorum ve Merzifon olayları, 1894'te Sasun isyanı, Babıali gösterisi ve Zeytun isyanı, 1896'da Van isyanı ve Osmanlı Bankası'nın işgali, 1903'te ikinci Sasun isyanı, 1905'te Sultan Abdülhamid'e suikast girişimi ve nihayet 1909'da gerçekleşen Adana isyanı izlemiştir. 1914'de Zeytun'da 100, 1915 Van olaylarında 3.000 ve 1914-1915 Muş olaylarında 20.000 Türk, Ermeni mezalimi sonucu hayatlarını kaybetmiştir.
İsyanların Osmanlı kuvvetlerince bastırılması, dünya kamuoyuna propaganda maksatlı olarak "Müslümanlar Hıristiyanları katlediyor" mesajıyla yansıtılmış ve Ermeni sorunu giderek uluslararası bir sorun niteliği kazanmıştır. Nitekim, döneme ait İngiliz ve Rus diplomatik temsilciliklerinin raporları, "Ermeni ihtilalcilerin hedefinin karışıklıklar çıkararak Osmanlıların karşılık vermesini ve böylece yabancı ülkelerin duruma müdahalesini sağlamak" olduğunu kaydetmektedir.
Öte yandan sömürgeci devletlerin diplomatik temsilcilikleri Anadolu'ya dağılmış Hıristiyan misyonerler ile birlikte Ermeni propagandasının Batı kamuoyuna iletilmesinde ve benimsetilmesinde büyük rol oynamışlardır. Ermeniler, Türk halkına en büyük zararı, Birinci Dünya Savaşı sırasında giriştikleri katliamlarla vermişlerdir.
Bu dönemde Ermeniler; Ruslar hesabına casusluk yapmış, seferberlik gereği yapılan askere alma çağrısına uymaksızın askerden kaçmış, askere gelip silah altına alınanlar ise silahları ile birlikte Rus ordusu saflarına geçerek, "vatana ihanet" suçunu topluca işlemişlerdir. Daha seferberliğin başlangıcında, Türk birliklerine karşı saldırıya geçen Ermeni çeteleri, büyük katliamlara girişmiş, Türk köylerine baskınlar düzenlemek suretiyle sivil halka büyük zararlar vermişlerdir. Örneğin Van'ın Zeve Köyü'nün bütün halkı, kadın, çocuk ve yaşlı demeden, Ermeniler tarafından öldürülmüştür.
ERMENİLERİN YAPTIĞI KATLİAMLAR
Berlin Antlaşması'nın imzalanmasını izleyen dönemde Ermeni sorunu iki yönde gelişmiştir. Bunlardan ilki, Batılı devletlerin Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki baskı ve müdahaleleri; ikincisi ise, Anadolu, Suriye ve Rumeli'de yaşayan Ermenilerin Anadolu'nun çeşitli yerlerinde, özellikle Doğu Anadolu ve Klikya'da yeraltında örgütlenmeleri ve silahlanmalarıdır. İlk kışkırtmalar Rusya'dan gelmeye başlamış, Rusların bu tutumu İngiliz ve Fransızları Ermenilerle daha çok ilgilenmeye sevk etmiştir.
Doğu Anadolu'daki İngiliz Konsoloslukları'nın sayısı hızla artmış, ayrıca bölgeye çok sayıda Protestan misyonerler gönderilmiştir. Bu kışkırtmalar sonucunda Doğu Anadolu'da 1880'den itibaren çeşitli Ermeni komiteleri kurulmaya başlamıştır. Ancak, yerel düzeyde kalan bu komiteler, Osmanlı yönetiminden şikayeti olmayan, barış ve refah içinde yaşayan Ermeni halkının ilgisini çekmediğinden başarılı olamamıştır. Osmanlı Ermenilerini içeride kurulan komiteler yoluyla devlete karşı harekete geçirmek mümkün olmayınca, bu kez Rus Ermenilerine Osmanlı toprakları dışında komiteler kurdurulması yoluna gidilmiştir. Böylece 1887'de Cenevre'de sosyalist eğilimli, ılımlı militan Hınçak, 1890'da ise Tiflis'te aşırı, terör, isyan, mücadele ve bağımsızlık yanlısı Taşnak Komiteleri ortaya çıkmıştır.
Bu komitelere, "Anadolu topraklarının ve Osmanlı Ermenilerinin kurtarılması" hedef olarak gösterilmiştir. İstanbul'da örgütlenen ve Avrupa devletlerinin dikkatlerini Ermeni meselesine çekerek Osmanlı Ermenilerini kışkırtmayı hedefleyen Hınçakların başlattığı ayaklanma girişimlerini, aralarında siyasi mücadele başlayan Taşnaklarınki izlemiştir. Bu ayaklanma girişimlerinin ortak özellikleri; Osmanlı ülkesine dışarıdan gelen komitelerce planlanmış ve yönlendirilmiş olmaları ile örgütlenme faaliyetlerinde Anadolu'ya yayılan misyonerlerin büyük katkısının bulunmasıdır.
İlk isyan 1890'daki Erzurum'da gerçekleşmiştir. Bunu, yine aynı yıl meydana gelen Kumkapı gösterisi, 1892-93'te Kayseri, Yozgat, Çorum ve Merzifon olayları, 1894'te Sasun isyanı, Babıali gösterisi ve Zeytun isyanı, 1896'da Van isyanı ve Osmanlı Bankası'nın işgali, 1903'te ikinci Sasun isyanı, 1905'te Sultan Abdülhamid'e suikast girişimi ve nihayet 1909'da gerçekleşen Adana isyanı izlemiştir. 1914'de Zeytun'da 100, 1915 Van olaylarında 3.000 ve 1914-1915 Muş olaylarında 20.000 Türk, Ermeni mezalimi sonucu hayatlarını kaybetmiştir. İsyanların Osmanlı kuvvetlerince bastırılması, dünya kamuoyuna propaganda maksatlı olarak "Müslümanlar Hıristiyanları katlediyor" mesajıyla yansıtılmış ve Ermeni sorunu giderek uluslararası bir sorun niteliği kazanmıştır.
Nitekim, döneme ait İngiliz ve Rus diplomatik temsilciliklerinin raporları, "Ermeni ihtilalcilerin hedefinin karışıklıklar çıkararak Osmanlıların karşılık vermesini ve böylece yabancı ülkelerin duruma müdahalesini sağlamak" olduğunu kaydetmektedir. Öte yandan sömürgeci devletlerin diplomatik temsilcilikleri Anadolu'ya dağılmış Hıristiyan misyonerler ile birlikte Ermeni propagandasının Batı kamuoyuna iletilmesinde ve benimsetilmesinde büyük rol oynamışlardır.
Ermeniler, Türk halkına en büyük zararı, Birinci Dünya Savaşı sırasında giriştikleri katliamlarla vermişlerdir. Bu dönemde Ermeniler; Ruslar hesabına casusluk yapmış, seferberlik gereği yapılan askere alma çağrısına uymaksızın askerden kaçmış, askere gelip silah altına alınanlar ise silahları ile birlikte Rus ordusu saflarına geçerek, "vatana ihanet" suçunu topluca işlemişlerdir. Daha seferberliğin başlangıcında, Türk birliklerine karşı saldırıya geçen Ermeni çeteleri, büyük katliamlara girişmiş, Türk köylerine baskınlar düzenlemek suretiyle sivil halka büyük zararlar vermişlerdir. Örneğin Van'ın Zeve Köyü'nün bütün halkı, kadın, çocuk ve yaşlı demeden, Ermeniler tarafından öldürülmüştür.
Şemahi’de yaşayan Müslümanlara Ermeniler tarafından yapılan mezalim Azerbaycan Hükûmeti Fevkalade Soruşturma Kurulu üyesi Novatski’nin, Soruşturma Kurulu Başkanına yazdığı rapor özeti: Şemahi şehrinde oturan Müslümanlar 18 Mart 1918 tarihinde gece Ermeni ve Malakanların silahlı saldırısına uğradılar. Müslümanlar bu saldırıyı beklemiyorlardı.
Çünkü Papaz Bagrat ve Malakan temsilcisi Karabanov İncil üzerine yemin ederek Müslüman halkla iyi geçineceklerine dair söz vermişlerdi. Ancak Ermeniler sözlerini tutmayıp Müslümanlara saldırmaya başlamışlardı. Şehrin zengin ve meşhur isimlerinden olan Şihayev, Gasanov, Cabrailbekov, Müfti Guseyinbekov, Alimirzayev, Efendiyev, Babayev, Böyükbek Guseyinov, Gaci Yagub, Alekperov, Teymur Abutalip, Gaci Fatali, Fattakbekov ve başkalarına ait güzel evleri yaktılar. Tüm değerli eşyaları aldılar.
Ermeniler, yaktıkları evlerin sahiplerini, insanlık dışı işkencelerle öldürüyorlardı. Göğüsleri kesilip, karınları kama ile yarılarak katledilen kadınların cesetleri sokaklarda yatıyordu. Çocukları kazıklarla yere çakmışlardı. İşte Şemahi şehrinde oturan Müslümanlar bu durumda idiler. Sonra Şemahi’ye Müslüman ordusu geldi ve Ermenileri şehirden kovdular. Ermeniler Malakan köylerine kaçtılar.
Ancak Müslüman ordusu 4 gün sonra Şemahi’den ayrılmak zorunda idi. Müslüman ordusu gittikten sonra Ermeniler tekrar Müslümanlara saldırdılar ve daha şiddetli ve ağır işkenceye başladılar. Birinci ve ikinci saldırı sırasında birkaç bin Müslüman katledildi.
Ölen Müslümanlar arasında ünlü insanlar da vardı; Duma üyesi Mamed Tagı Aliyev, Gaci Baba Abbasov, Aşraf Gaciyev, Gaci Abdul-Halik, Gaci Abdul Guseynov, Gaci İsrafil Mamedov, Mir İbrahim Seidov, Gaci İsrafil Salamov, Ağa Ahmed Ahmedov, Gaci Abdul Kasum Kasumov, Eyup Ağa Veysov, Zeynap Hanum Veysova, Ali Abbas-Bek İbrahimbekov, Alekber Kadirbekov, Abdurrahim Ağa Ağalarov ve daha birçokları. Şemahi Müslümanlarının zararları genel olarak 2 milyar Rus Rublesi değerindedir. Şemahi Müslümanlarının temizlenme planı Stepan Lalayev, Gavriyil Karaoğlanov, Gülbandov, Mihail Arzumanov, Karapet Karamanov, Şuşintsa Ağamalova, Sedrak Vlasov, Samuel Daliyev, Petrosyants, İvanov’lar (oğlu ve babası) tarafından hazırlanmış ve saldırıda yerli Ermeniler kullanılmıştır.
Bu olaylarda, şahit ve suçluların ifadeleri ile aşağıda isimleri geçen Ermenilerin suçlu oldukları tespit edilmiştir. Stepan Lalayev Gavriyil Karaoğlanov Gülbandov Mihail Arzumanov Karapet Karamanov Ağamalov (Karabağ Ermenisi) Sedrak Vlasov Samuel Deliyev Petrosyants İvanov’lar Ovanesov Sandrak Agriyev Artyom Ter-Matevosyants Yakup Martirosyants Armenak Yakuboviç Martirosyants Aleksandır Haçaturov Mihail Haçaturov Andrey Arzumanov ve diğerleri. Bu nedenle, yukarıda adı geçen suçlulara karşı soruşturma başlatılmasını arz ederim. Soruşturma Kurulu Üyesi Novatski İMZA
Kars civarında Ermenilerden kaçan Müslümanların yollarda öldürülmesi:
Artan Ermeni zulmü dolayısıyla Kars köylerinden kaçan Müslümanların yollarda katledildikleri; insanların mal ve eşyalarından vazgeçtikleri; Karçukboğazı civarında yirmi sekiz ceset bulunduğu ayrıca Ayıderesi denilen yerde bir mağarada seksen kişiyi katlettiklerini bizzat Ermenilerin ifade ettiklerini ve Avındır'da sekiz hanenin kesilerek Kosor civarında suların insan cesedinden içilemediği hususlarını ihtiva eden Ersinek karyesi imamının mektubu.
Uluhanlı, Karadağlı, Boğanlı ve Çerbeçalı Köyleri Civarında Ermeniler tarafından yapılan baskı ve soykırım: Soykırımın devam ettiği Uluhanlı'ya iki yüz kadar gönüllü Taşnak milislerinin geldiği; Karadağlı İslam köyü halkının Ermenilerce köylerinden zorla uzaklaştırıldıkları, Çebeçalı halkının tamamen süngüden geçirildiği ve Azerbaycan'da Ermenilerle savaşın devam ettiğinin haber alındığı.
Fransız Askerleriyle Birlikte Ermenilerin Ayıntab, Maraş Ve Adana Civarında Müslüman Ahâliye Zulüm :Ermenilerin zulüm ve işkence yaptıkları Ayıntab (Antep) civarındaki Büyükarablar köyüne giren içlerinde Ermenilerin de bulunduğu yüz elli kişilik bir Fransız müfrezesinin evlerin kapısını kırarak mal ve ırza tasallut etmeleri üzerine köylülerin civar köylere ve dağlara kaçtıkları ancak sabahleyin evlerine dönmekteler iken köylülere makinalı tüfekle yaylım ateşi açıldığı; Maraş'ta da Fransızlarla birlikte Ermenilerin halkı katlettiği ve ahâlinin şehirden dışarı çıkamayıp kasabanın top ateşiyle tahrip edildiği ayrıca Maraş'a yardıma gelen ahâlinin de top ve mitralyöz ateşi nedeniyle şehre giremediği; Adana ve havalisinde de durumun tahammül edilemez bir hal aldığı, bazı köylerin yakılıp, Ermeni köylülerinin silahlandırılarak Müslümanlar üzerine saldırtıldığı; Maraş faciasının yurtta büyük bir infiala yol açtığı ve halkın protesto gösterilerinde bulunarak bir an önce bu olayların sona erdirilmesini istedikleri.
Ermeni Taarruzuna Uğrayan Kürtlere Civardaki Müslüman Köylerin Destek Vermesi :
Ermenilerin Sitağan köyünün doğusunda tarlalarında çalışan Kürtlere top ateşi açmaları üzerine civar köylerdeki Müslüman halkın da Kürtlerle beraber Ermenilere mukavemet ettikleri.
Ermenilerin Fransızların Koruması Altında Adana'da Müslüman Halka Tecavüzlerde Bulunmaları :Ahâlinin saadet ve hürriyetini temin etmek iddiasıyla Adana'ya giren Fransızların bunun aksine olarak İslam ahâliye karşı ihanetkarane tavırlarda bulunmaları üzerine Fransızların bu hareketlerinden destek alan Ermenilerin her türlü saldırgan davranışlardan geri durmayarak, Müslümanların mal ve mülklerini Ermenilerin üzerine geçirtmek için düzmece hakimler heyeti kurarak mallarını gasbettikleri; Hıristiyanlara zarar verdiği veya İttihadçı oldukları iddiasıyla Müslümanların hapsedilip aileleriyle bölge dışına sürgün edildikleri; Gavurdağı'nda oluşan ve siyasi bir hüviyeti olmayan bir Müslüman eşkiya çetesinin daha çok Müslüman köylerini yağmaladığı ancak çetenin Ermenilerin meskun olduğu Şeyh Murad köyüne gelmesiyle başlayan olayların, Ermenilerin çarşıda Müslümanlara hücum etmesiyle büyüyerek dört Müslümanın katl ve beş Müslümanın yaralanmasına yol açarak zabıta kuvvetleri ve İngiliz askerlerinin müdahalesi ile Ermenilerin Müslümanları katletme girişimlerinin sonuçsuz kaldığı; bu kargaşalıktan sonra Fransızların Ermenileri eşkıya takibine ve Müslüman köylerini tahrib etmeye gönderdikleri; eşkıya takibine gönderilen bir Ermeni çetesinin İnepli, Kayalı ve Arapköy karyelerini basarak malları yağma edip şiddetli darb ve tarlalarda rastladıkları suçsuz insanları katlettikleri; Fransızların Adana'yı işgallerinden itibaren Ermenilerin her gece birer ikişer Müslümanı öldürdükleri; İslam din adamlarına yönelik hareketlerle Dörtyol kazası müftüsünün tutuklandığı ve diğer müftilerin azil ve tayinlerine karıştıkları; muhtediye ailelerin evlerinden zorla alınarak Ermeni murahhashanesine gönderilerek bunlarla birlikte ana ve babası olmayan Müslüman çocukların da alındığı; Yumurtalık kazasının Kurtkulağı köyünde Ermeni askerlerinin yedi ay önceden beri ezan okumayı yasakladıkları.
Ermeni Zulmünden Kaçarak Hududlara Yığılan Kafkasyalı Müslümanların Durumu :
Ermeni mezâliminden kaçıp kurtulmak amacıyla Osmanlı hududlarına yığılan Kafkasyalı Müslümanların daha fazla sefalet çekmemeleri için şimdiye kadar Osmanlı topraklarına kabul edildikleri fakat önceden beri geldikleri Erzurum'da kıtlık başgöstermiş olup, yerli halkda çok zor durumda bulunduğundan bundan böyle geleceklerin Mamuretülaziz vilâyetine gönderilmelerinin daha uygun olacağı ve Vedi ile civarında Müslümanlara ait köylerin Ermenilerce muhasara edildiği, dört taraftan makinalı tüfek ve toplarla takviye edilmiş müfrezelerin Müslüman halka saldırdıkları, Aras nehri civarında bulunan Şeti, Şa‘ılnak, Karalar, Şirazlı[Şiranlı cadde], Yenice, Kızan, Nabata (?) ve Bürevan'daki halkın köylerini terkederek dağlara kaçtıkları, onları açlığa mahkûm etmek için adı geçen köylerdeki mahsûlat ve diğer eşyaların Ermenilerce gasbedildiği ve yokolacaklarını anlayan Kafkas Müslümanlarının, Osmanlı Devleti'nden, yapılan katliâmın durdurulması konusunda gerekli girişimlerde bulunmasını istedikleri KARS'TA MÜSLÜMAN KÖYLERİNİN BOŞALTILARAK BURALARA ERMENİLERİN YERLEŞTİRİLDİĞİ Kars'tan Erzurum'a gelen Kurban Efendi'nin verdiği bilgilerden; Ermenilerin Berdik, Kalo, Şüregel, Kineli(?), Karakaş ve Benliahmed köylerinde bütün eşya ve erzâka el koydukları; Erkend, Kinegi, Benekki [Benekli], Savacakkolu(?) köylerinin Müslüman halkını Paldırvan, Kürekdere ve Parkit'e naklederek boşalan köylere Ermenileri yerleştirdikleri; ayrıca İngiltere aracılığıyla Kars’tan Kazaklar'a gönderilen mühimmatın artık Azerbaycan ve Gürcü hükûmetlerince geçmesine izin verilmediğinin anlaşıldığı.
Nahcivan, Kağızman Ve Şarol Havalisinde Müslüman Halka Uygulanan Vahşi Soykırım :
Nahcıvan ve Şarol havalisinde 45 İslam köyünün Ermenilerin saldırısına maruz kaldığı; Ermeni kıtalarına yazılan gizli emirlerde görevlerinin tek bir Müslüman kalmamacasına hepsini Aras çayına dökmek olduğunun ifade edildiği; Kağızman eşrâfından Arslan Bey ve eşinin burun ve kulakları kesilerek katledilip Kağızman'da teşhir edilmesiyle halkın korkarak dağlara çekilmesi üzerine tüm mal ve eşyalarının Ermeniler tarafından yağma edildiği; Ermeniler tarafından yapılan zulüm ve vahşet dolayısıyla Erivan, Kars ve Kağızman havalisinden binlerce Müslümanın her şeylerini bırakarak Türkiye tarafına geçmeye çalıştıkları; Kağızmanlı kâdının oğlu Aziz ve yanındaki arkadaşıyla ailesinin Ermenilerce elleri, burun, kulak ve dudakları kesilerek vücutlarına cep açılmak ve göğüslerinde derileri soyulmak suretinde katledildikleri; Ermenilerin Gümrü ve Nahcivan cihetlerinde bazı İslam köylerini basarak 4000 kadar Müslümanı feci bir şekilde katlettikleri.
Ermenilerce Yapılan Katliâmın Amerika İaşe Heyeti'ne Anlatılması :Görevleri, Müslüman ve Ermeni nüfus miktarıyla, geçimlerini sağlayamayanları belirlemek ve Ermeni zulmünü incelemek olan Amerikan İaşe Heyeti'nden iki görevliye Ermeni zulmünün son derece şiddetlendiğinin ve toplu katliâma başlandığının anlatıldığı; ayrıca heyet mensuplarının katliâm sırasında süngülerle yaralanan, kolları kesilen kadın ve çocuklarla görüştürülerek tam bir kanaat sahibi olmalarının sağlandığı; bundan başka Iğdır'da bulunan bin kadar silahlı Ermeni kuvvetinin Nahcıvan ve Şerber'de Müslüman halkın direnişini kırmak üzere harekete geçtiği.
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 48

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

ERMENİ SORUNUNA ANALİTİK BİR YAKLAŞIM

Terör ve tedhiş örgütü kaçırdığı 8 Türk askerini 4 Kasım 2007 günü teslim ederken tam bir şov yaptı ve hemen akabinde, bebek katilinin de serbest bırakılması istemini dile getirdi. Bu cür’et çok calibi dikkattir. Mesele bütün ayrıntıları ve tarihi gelişim süreci içinde incelenmeli ve tam bir dikkatle değerlendirilmelidir. Mezkür örgütün Ermeni orijinli olduğu net bir biçimde ortaya çıktığı için, günümüz ve özellikle yakın tarihin ülkemiz ve bütün dünyadaki hareket, taktik, strateji ve faaliyetleri değerlendirilmelidir.
SEKİZ ASKER MESELESİ
Bu mesele hakkında bir parantez açmakta fayda var. Zira, Dağlıca baskınında kayıp veya kaçırılan 8 askeri hakkında (iadelerini müteakip) çok spekülâsyonlar yapıldı. Adalet bakanı ve Genelkurmay Başkanının sözlerini iyi okumak ve bu askerlerin roj tv’de yayınlanan beyan ve ifadelerini mutlaka incelemek gerek. Netekim, bu askerlerden 6 tanesinin DTP örgüt yönetiminde yer aldıkları ve militarist çetenin sempatizanı oldukları açıklandı. İşin ciddiyet ve vahameti burada. Ordu içinde, hükümet içinde, siyasi partiler ve kurumlar bünyesinde yardım ve yataklık unsurlarından geçilmiyor.
Dünyanın hiçbir devlet veya milleti terörist bir örgütün illegal uzantılarını meclisine sokacak kadar akılsız ve duyarsız değildir. Eğer, demokrasi bu ve benzeri “demokratik” yollardan katledilmek isteniyorsa; Siyaset kurumları muaheze edilerek, devlet inisiyatif almalı, dahili ve harici bedhahlar dahil bütün mücrimler ivedi olarak derdest edilip cezaları acilen ve derhal verilmelidir. Devlette acizlik, dumur, düşmana sempati ve haine tolerans asla kabul edilemez. Anarşi ve terör unsurlarına af, atıfet, siyaset ve düz ovada-sahada serbest hareket imkânı peşinde koşanlar: Yardım ve yataklık unsuru, açık destek kıtaları, dahili bedhahlar ve vatan hainlerinden başka kimseler değillerdir.
Olsa olsa birde “gizli Ermeni” lobi, diyaspora uzantısı ve Türk düşmanı 28 devletten her hangi birinin provokatör veya satılık ajanı olabilirler. Başta MİT olmak üzere bütün istihbarat örgütleri bu kertede vatana, millete borçları ve şu ana kadar “hak etmeden aldıkları maaşa” mukabil “bütün engellere rağmen” vazifelerini, tam bir azim, irade ve kararlılıkla yapmalıdırlar.    
BU BİR SÜREÇTİR, ANCAK !
Elbette, kaçak askerler hakkında soruşturma açılması, mezkür birliğin büyüteç altına alınması, devlet personelinin takibi dahil bu bir süreçtir ve tam bir kararlılık ile derinlemesine sürdürülmelidir. Bu arada yerine getirilmesi gereken zorunluluklar vardır. Birincisi: Irak’ın kuzeyine açılan sınır-hudut kapıları derhal malum kesimin yüzüne  sıkıca kapatılıp, o tarafa verilen elektrik  şalterleri de indirilmek suretiyle, fazla değil üç gün boyunca içerde bataklık kurutma ve lokal temizlikle uğraşılırken, yeni zuhur edecek olan tutum ve muhtemel gelişmelerin sonuçlarına göre daha sonra ne yapılacağına karar verilmelidir...
Bu günlerce sınır ötesi harekatı konuşuyoruz, bu elbette acil bir önlemdir ve gereklidir. Fakat, daha önemli ve öncelikli olan “sınır berisi” harekat uygulamaktır. Evin içini hainden ve ihanet erbabından temizlemek “çok daha acil” bir sorun haline gelmiştir. Zira, bataklık içerde, bizzat ülke sınırları dahilindedir.
MUSTAFA KEMÂL NE YAPMIŞTI ?
Mustafa Kemâl (Atatürk) Kurtuluş Savaşından önce iç isyanları bastırdı, sonra dışarıya döndü! Bu bir metodolojidir. Vazgeçilmez bir stratejidir. Akıllı olmak, dahili bedhahları tek tek bulmak, yardım ve yataklık unsurlarını ayıklayıp, içimizi iyice temizlemek; AB’nin ağzını tıkamak ve ABD’yi susturmak gereklidir. Bu dahili temizlik harekâtı ile eş zamanlı olarak dış operasyonlar da sürdürülmek zorundadır. Aksi taktirde, faile fatura ödetmek yerine “ödemek” zorunda ve durumunda kalınacağı muhakkaktır.
BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİNDE NELER OLMUŞTU ?
            Geçtiğimiz günlerde Boğaziçi Üniversitesi'nde düzenlenen tartışmalı ve tek yönlü Ermeni konferansına bir anlamda cevap niteliği taşıyan ve “Ermenilerin Türkleri katlettiği” belgeler ve fotoğrafların ortaya konulduğu sempozyuma sadece 250 kişi katıldı. Panelde izleyenlerin tüylerini ürperten Ermeni katliam fotoğrafları, toplu mezarlar ve ermenilerin bugüne kadar sözde soykırımı desteklemek için kullandıkları sahte belgeler tek tek gösterildi. Prof. Dr. Türkkaya Ataöv, 30 yıllık araştırmalarının bir kısmını ortaya koyarken "Ben sözde soykırıma karşı yaptığım mücadelede çok tehdit aldım. Avrupa'ya gittiğim zaman ASALA teröründen korunmak için resmen gizlenerek duruşmalara katıldım" dedi.
            Ailesi Ermeni çeteciler tarafından katledilen Kanaltürk TV Yönetim Kurulu Başkanı Tuncay Özkan da "Böyle boş salonlar, böylesine önemli sempozyumlarda insanı utandırıyor" dedi ve devamla; Neden 'Soykırım' iddiasını ortaya atanlar burada iddialarını savunmaya gelmediler. Burada bu gün düzenlenen Türk-Ermeni ilişkilerinde Tarihi Gerçekler sempozyumu' na, “soykırım iddiasını savunanların” gelmemesi çok garip ve enteresan bir durumdur, dedi.
         Toplantıya Amerika Birleşik Devletleri'nden özellikle davet edilen Prof. Dr. Dennis Papazyan, Prof Dr. Richard Hovannisyan, Prof. Levon Maraşlıyan, Prof. Ruben Paul Adalıyan, Prof. Vakakn Dadriyan ile Ermenistan'dan çağırılan Dr. Lavrenti Barsehyan, prof. Babken Harutiunyan ve Doç. Dr. Ruben Safrastyan acaba neden bu toplantıya katılmadı diye sorarak konuşmasını tamamladı.
            Sempozyumda konuşan Prof. Türkkaya Ataöv, yurtdışında Türk tarafının tezleri ile ilgili hiçbir şey yayınlanmadığını belirterek 'Yabancı gazetelerin, gazeteci, yazar ve televizyonların bu kadar taraflı olacaklarını hayal bile etmezdim. İfade yolları genelde ve geleneksel olarak kapalıydı' dedi. Gazeteci Tuncay Özkan da Ermeni Mezalimi'nden kurtulmuş Türklerle yapılan röportajlardan oluşan bir video sunumu gerçeklertirdi.
            Burada bir hususu özellikle belirtmek gerekir; Daha önce yapılan ve Ermeni tez ve görüşlerinin desteklendiği toplantılara bütün dünya televizyonları katılmış, yerli TV kanallarının büyük bir bölümü aralıklı canlı yayınlar yapmış ve sonuçta AB ve Türkiye kamuoyu, hükümet ve bazı bakanlar dahil işin içine katılmıştı. Oysa, bu konferansta, başta Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu olmak üzere, bütün tarih otoriteleri ve küresel üne sahip bilim adamlarının katıldığı; Bir sergi açıldığı; En zengin bilgi, belge ve materyallerin ortaya konulduğu toplantıya, ne hükümet iltifat etmiş ve nede AB adına bir kişi dahi gelmemişti. Konferansta, ITU Rektoru Prof. Dr. Faruk Karadoğan sözde Ermeni soykırımını kabul eden parlamentoların aldığı kararların “uluslar arası hukuk yönünden” geçerliliği bulunmadığını ve psikolojik savaş ve baskıya yönelik olduğunu vurguladı.
            50 ERMENİ BELGESİ SAHTE
            Akademik bir düzey ve seçkin bir  yapılan "Turk Ermeni ilişkilerinde Tarihi Gercekler" sempozyumunda bir Ermeni gercegi (aslında yalanı demek gerek) daha ortaya çıkarıldı. Prof. Dr. Türkkaya Ataöv, "Birçok dış yayında Osmanlı ileri gelenlerine atfedilen belgelerin sahte oldugunu belirledik" dedi ve ayrıntılı açıklamalarda bulundu.
            Prof. Dr. Türkkaya Ataöv, konuşmasında Ermeniler'in Osmanlı ileri gelenlerine atfettigi 50 belgenin sahte oldugunu belirlediklerini ifade etti.
            Platform Baskani Prof. Dr. Aysel Ekşi, ise konuşmasında, bir takım ABD eyaletleri ve bazı AB ulkelerin parlamentolarında “sozde Ermeni soykırımının” kabul edildigini hatırlatarak, “Önumuzdeki 10 yıl içinde de diger ulkelerin kabul etmesi için yoğun çaba gosterileceğini soyledi. ITU Rektoru Prof. Dr. Faruk Karadogan ise sözde Ermeni soykırımını kabul eden parlamentoların aldıgı kararlarin hukuki geçerliliğinin bulunmadıgını ve aslında Türkiye’yi bağlamadığını tekrar vurguladi.
            Prof. Dr. Türkkaya Ataöv, "1915'te Türkler'in Doğu Anadolu'da öldürdükleri iddia edilen Ermeniler'in kuru kafalarının fotografı diye sunulan resimlerin, çok iyi bir sekilde bilinen yağlı boya tablosu olduğunu, 21 yıl once 7 dilde ayrı ayrı yayınladık ve gercegi kanıtlayıp açıkladık. Ermeniler savaşa katılmış, öldürmüş ve öldürülmüşlerdir. Buna 'soykırım' demek dogru değil" diye konustu.
            “YUNAN VE KÜRTLER (!) YARDIMCI”
            Ayrıca, "ABD'deki Ermeni Lobi Faaliyetleri" konulu bir bildiri ile sempozyuma
katılan Mimar Sinan Universitesi Ögretim Üyesi Dr. Abdullah Kehale 1830'lu yıllarda ABD'nin, Osmanlı Devleti ile yaptıgı ticaret anlaşması kapsamında Anadolu'da ticaretle ugrasan Ermenilerle ilişki kurdugunu ve o dönemde 50 bine yakın Ermeni'nin ögrenci olarak ABD'ye gönderildiğini soyledi. Bu ögrencilerin Ermeni lobilerinin cekirdegini olusturduğunu ileri süren Kehale, Ermeniler'in ilk çalısmalarının Lozan'ı ABD'de kabul ettirmemek oldugunu örnekleri ile çok net bir şekilde açıklayarak dile getirdi. Bu girişimlerde Yunan ve Kürt lobilerinin de Ermeniler'e yardım ettiğini söyledi. (Burada iddia olunan Kürt lobileri ifadesi bütünüyle kasıtlı, yalan, iftira ve yanlıştır. Hatırlanacağı üzere bu husus daha yenice “Aldatan Put ve Pusudaki İhanet” başlıklı makalemizde bütün ayrıntılarıyla yer almış ve yayınlanmış bulunmaktadır. BELDE, 4-5 Kasım 2007, Ankara)
            Konuşmacılardan Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halacoglu, Dünya Savaşı'nda Ermeniler'in de diger insanlarla aynı acıyı paylastıklarına isaret ederek, bu konuyla ilgili Osmanli arsivleri gibi diğer ilgili ülke arşivlerin de henüz tam anlamıyla incelenemediğini soyledi. Yusuf Halacoglu, "Ben bu ülkede yaşamaktan ve bu milletin bir ferdi olmaktan gurur duyuyorum. Bizim tartısmaktan kaçacak ve utanacak ne bir tarihi geçmişimiz, ne de soykırım vardır" dedi.
(Sayın Halacoğlu, daha sonra gizli Ermeniler ve örtülü alevi yapılanmaları hakkında çok önemli açıklamalarda bulunmuş ve konu kamuoyu önünde pek çok gazeteci, araştırmacı ve yazar tarafından özgün örneklerle açıklanmış bulunmaktadır.)
            Ayrıca, Turkler'e karşı yargısız infaz yapıldığını vurgulayan Halacoglu, tehcir
sırasında 37 bin 500 Ermeni'nin salgın hastalıktan öldügünü anlatarak, buna karşılık Osmanli ordusunun bu ve benzer nedenlerle vaki kaybının ise 402 bin oldugunu bildirdi. Yusuf Halacoglu, 37 bin 500' ünün, yanı sıra 6 bin 500-8 bin 500 arasında Ermeni'nin eşkiya saldırısı, 230 bin Ermeni'nin de Kafkasya'da hastaliktan, soğuk veya açlıktan öldüğünü ifade ederek, bunda Türklerin hiçbir kabahat, kasıt ve kusuru yoktur dedi.
            Bu arada söz alan Emekli Büyükelçi ve CHP Milletvekili Sukru Elekdag, Ermeniler'in asıl amaçlarının, "Türkiye'nin doğusundan toprak alarak Ermenistan'i büyütmek" oldugunu belirterek, "Bu amacın pesinde koşuyorlar, niyetleri Türkiye’yi bölmek ve parçalamaktır” dedi. Avrasya Stratejik Arastirmalar Merkezi Baskani Gunduz Aktan da Orhan Pamuk 'u eleştirerek, "Kendilerini bir tabuyu ortadan kaldıran kahraman gibi goruyorlar. Ceza alınca da 'mağdur olduk' diyorlar" diye konustu.
            CHP Genel Baskan Yardımcısı Onur Öymen ise, "Ermenistan'daki çağın dramı,
tarihi Azerbaycan toprağı Yukarı Karabag'da yasanan insanlık dramı ve suçudur. Bu konu tartışılacağı yerde, 1915 olayları ortaya cıkarıldı. Cunku unutturulmak istenen ve gözden kaçırılmak istenen olaylar ve suçlar var" dedi.
            Koç Universitesi Ögretim Üyesi Prof. Dr. Norman Stone da "Yeter artık, biz, diasporanın sesini kesmesini istiyoruz" dedi, ve devamla Turkiye'nin, haksız, yersiz ve dayanaksız ithamlarla kendisini savunuyor duruma düsmemesi gerektigini soyledi.
            Ayrıca, Fransız tarihçilerin soykırım yasası ile ilgili girişimlerini açıkladı. Şöyle ki;
            “Evet, Fransız tarihçiler Soykırımı Yasası'nın iptalini istediler. Meclislerin tarih konusunda karar alamayacagına dikkat ceken Fransız tarihçiler Ermeni soykırımı yasasının iptalini istediler. Bu nedenle Fransa'da tarih yazımı ile ilgili tezler tartısmaya acıldı. 4 yıl once Ermeni soykırımı iddialarını parlamentosunda kabul eden Fransa'da, kendi somurge geçmişi tartışılmaya baslanınca, tarihle ilgili parlamento kararlarının iptal edilmesi gerektiği gündeme geldi. Fransa'nın önde gelen 19 tarihçisi 'tarih için ozgurluk' adını verdikleri bir bildiri yayınladılar. Bildiride tarih yazma gorevinin meclise ya da hukuki mercilere ait olmadıgını belirten tarihciler, parlamento kararlarının tarih biliminde arastırma yapmayı ve egitimi zorlastırdığını dile getirdiler” dedi ve devamla;
            “Tarihciler, Fransa'nin somurgecilik tarihinin olumlu yonlerinin anlatılmasını ongoren yasa ile birlikte Ermeni soykırımının tanınmasına iliskin yasanin da yururlukten kaldırılmasını istediler.Hatırlanacağı üzere, Fransiz Parlamentosu 1915 olaylarını 4 yıl once 'Ermeni soykırımı' olarak tanıdıgında, Turkiye, haklı ve doğru olarak bu karara 'tarihi olaylar hakkında karar alma meclislerin işi degildir, tarihçilerin ve bilim adamlarının işidir' diyerek itiraz etmişti. Buna rağmen, Fransiz Parlamentosu kararini degistirmemisti.
            Asil katliama ugrayan Turkler Sempozyumda anılar ve sergiler bölümünde Turkiye'nin Erzincan, Erzurum, Igdir ve Van bolgelerinde Ermeniler'in yaptığı katliama tanık olanların yakınlarının katliam ve Ermeniler tarafından yapılan soykırıma iliskin aktarımları da yer aldı. 1915 yılına ait örneklerin yer aldığı bir belgesel eşliğinde Kanalturk TV Yonetim Kurulu Baskanı gazeteci Tuncay Ozkan, Erzincan Kemaliye'de Ermeniler'in halka yaptıklarını örnekleri ve kendi ailesinden dinledikleriyle aktardı.
Tuncay Özkan, konuşması sırasında kürsüye Alaca Köyü Katliamı olarak bilinen olayın en yakın tanığı olan Dr. Ali Gurcan'ı davet etti.
Ali Gurcan babası Ismail Gurcan'ın tanik oldugu olayları kendi sesinden dinleterek, ailesinden 7 kisinin Ermeniler tarafindan nasıl sungulenerek oldurüldüğünü anlatti. Gazeteci Ozkan da o yillarda yasanan acıları, "Insanlar ağıllara toplanarak hunharca yakılmıstır. Ermeniler,  kursunladıkları insanlari sonra da dipciklemistir. Kursunlanma, Ermeniler'in elinden kurtulmak icin bir luks. Ermeniler, Turkleri kafalarina mıhlari (çivi) cakarak ve hertürlü mezalimi yaparak oldurmuslerdir. Öyle ki, Turkler belli yollardan gecemez olmuslar, geçmeyi canlarıyla odemislerdir" sozleriyle dile getirdi.
            Bundan sonra söz alan CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen: "Tekrar ediyorum, Yukarı Karabağ'da yaşanan insanlık suçudur". Öymen devamla, "Tekrar tekrar ifade etmekte zaruret vardır. Evet, Ermenistan'daki çağın gerçek dramı, Yukarı arabağ'da yaşanan insanlık suçudur. Bu konu tartışılacağı yerde, 1915 olayları ortaya çıkarıldı. Çünkü unutturulmak istenen olaylar var" dedi.
            Onur Öymen, konuşmasının bu bölümünde Dağlık Karabağ vahşeti, Ermeni mezalimi ve Azeri soykırımını örnekleri açıkladı. Dönem itibarıyla o gün için gözlenen diğer dünya ülkelerinin tutum ve tavırlarını, olaya yaklaşım biçimlerini ve Azerbaycan’ ın nasıl yalnızlığa itildiğini açıkladı. Onur Öymen devamla; Ermeni soykırım iddia, yalan ve iftiraları konusunda Türkiye'nin haksız yere itham edildiğini ve köşeye sıkıştırılmak istendiğini somut örnekleri ile ortaya koyarak şunları  söyledi. "Bugün Ermenistan'da neler oluyor?"; "Niçin 1915 olayları tek yanlı olarak bu kadar abartıldı ve hiç gereği yok iken öne çıkartılıyor ? Bunu özellikle ve bir kez daha irdeleyelim. Ermenistan'daki çağın dramı, Yukarı Karabağ'da yaşanan insanlık suçudur. Esas bu konu tartışılacağı yerde, 1915 olayları ortaya çıkarıldı. Çünkü unutturulmak istenen olaylar ve örtülmek istenen vahim insanlık suçları var. Yukarı Karabağ'da yaşananlar insanlık için yüz kızartıcıdır. Ermenilerin saldırısıyla o dönemde 18 bin Azeri öldürüldü, 50 bin Azeri yaralandı, 44 bin Azeri esir düşürüldü ve 1 milyon Azeri göçmen durumunda bırakıldı. İşte çağın dramı budur.
Ama neden ? bir kere de 'Karabağ konusunda konferans düzenleyelim' diyen olmadı.
Neden ? Halen 6 Azeri eyaleti Ermenilerin işgali altında. Uluslararası alanda bunlar kınandı, ama Ermenistan BM kararları gereği işgal ettiği yerleri boşaltması gerektiği halde bir köyden bile çekilmedi. Bunun yerine tam bir kasıt ve maksat ürünü olarak 1915 olayları çıkarıldı. Bu oyunlara gelmeyelim. Dünden önce, bugünü konuşalım." Kıbrıs Rum Kesimi'nde de Türklerin yaşadığı 4 köydeki herkesin öldürüldüğünü, Rumlar tarafından tam bir katliam ve soykırım yapıldığını ancak öldürenlerin yakalanmadığını, hesap sorulmadığını ve Türk hükümetlerinin de olayın üstüne kararlılıkla gitmediğini, dile getiren Öymen, asıl katliam ve soykırımın bu olduğunu vurguladı.
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

49

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

ERMENİ TERÖR VE TEDHİŞ ÖRGÜTÜ ASALA TARAFINDAN ŞEHİT EDİLEN TÜRK DİPLOMATLARI

 
Ermeni asıllı bir gazeteci vatandaşımızın 301. madde (Türk’e hakaret) uğruna alçakça katledildiği ve sözde müttefik ABD Temsilciler Meclisinden ‘Ermeni Soykırımını Tanıma” yasasının kabulüne kalkışıldığı şu günlerde en çok akla gelmesi, düşünülmesi ve hatırlanması gereken konu şüphesiz; Vatan, Bayrak, Millet ve Devlet uğruna maruz kaldıkları hain saldırılar sonucu “insanlık düşmanı, kanlı terör ve tedhiş örgütü” Asala tarafından alçakça, hunharca şehit edilen diplomatlarımızı derin bir saygı ve rahmetle anmak;
1760’dan 1923’lere kadar, gözü dönmüş vahşi, hain, barbar Ermeni ve Rum-Yunan çetelerince alçakça katledilen sayıları bir milyonu aşkın masum, mazlum ve müsemma, (1918 - 1923 arası) birinci Dünya ve İstiklâl Savaşı nedeniyle korumasız vatandaşlarımızı düşünmek ve hatırlamak; Mâşeri vicdanı Atatürk olan milli sinede sorgulamak:
Ve, her biri pek çok soykırım suçlusu taraf ülkelere haddini bildirmek zamanıdır. Dahası, AB ve özellikle Fransa dahil yakın tarihte olup bitenleri bir kez daha ortak akıl, milli mantık, tarih şuuru ve sağduyu süzgecinden geçirmek suretiyle, özellikle ABD’yi muaheze (kınama, değerlendirme, tenkit) etmek ve benzer hain teşebbüs ve sinsi tertiplere yeltenmesi muhtemel diğer dünya ülkelerini uyarmak gerekir.
Bu, hem Türk halkının ve hem de hükümetin zorunlu görevidir.
Amacı: Sırasıyla “Tanınma, Tazminat ve nihayet Toprak” yani, alenen ülkemizi bölmek olan ve maalesef hükümetlerin pasif kalması ve palyatif tedbirlerle yetinmesi; Bu haklı davada atılgan ve cesur olmaması nedeniyle tırmanan gerilim; İki yüzlü ve çifte standart ayıplısı AB’nin katkıları ile yakın bir gelecekte büyük bir buhrana dönüşme eğilimindedir.
Evet. Şimdi tam zamanıdır.
Hrant Dink’in cenazesinde olduğu gibi on binlerce vatandaşın katıldığı ve herkesin “BİZ TÜRKÜZ” diye haykırdığı görkemli bir katılımla, derin bir acıyı milletçe paylaşımla değil; Sade bir devlet töreni ile ve adeta sahipsiz, sessiz-sedasız, sükunetle defnedilen ve ebedi âleme hicran dolu bir mâtemle gönderilen Milli Kahramanlarımızı şimdi anmalı, olanlar ve olaylardan ders ve ibret pâyesi çıkarmalıyız.
Tıpkı Ermenistan’ın küstahça yapmaya çalıştığı, Yunanistan ve Bulgaristan’ın yaptığı gibi hesap sormalı, tazminat talep etmeli ve bu menfur, hain teşebbüslere karşı “mukabele-i bil misil” politikalar uygulamaya başlamalıyız.
Milyonlarca şehit bizden bunu ister ve bunu bekler.
Haksız yere katledilenin kanı yerde kalmamak gerekir.
Türk milletinin şiarı, kaşınanlara haddini bildirmektir.
Öyle ki, aziz milletimizin güncel tarihini ele alıp, milli hafızaya şöyle bir baktığımızda hemen-hemen her güncede muhtelif yıllar itibarıyla vaki “Türk’ü imha, soykırım ve katliam” teşebbüs, tertip ve fiilen yaşanmış korkunç olaylara rastlarız.
Bunlar, ya medeni (!) Batı (Avrupa) tarafından acımasız bir tehcir, ya Rum-Yunanlılar tarafından girişilmiş bir katliam, Sırp yahut Bulgarlarca uygulanan vahşet, veya gözü dönmüş Ermeni çetelerince vaki kalleşçe bir baskın, toplu bir katliam veya soykırımdır.
En yakın tarihte bunları Belene, Kıbrıs, Bosna-Hersek, Karabağ, Batı Trakya, Musul, Kerkük ve Telâfer’de gördük. Daha ne kadar bu zulmü, gasp, irtikap ve insanlık dışı alçakça katliamları hicrân-ı lâ yezâli (sonsuz ayrılık, uzaklaşma, sonu gelmez üzüntü) ile görmeyi ve biçâre bir ruh hali ve sözde teenni ile seyretmek ıstırabına katlanmak zorunda kalacağız?
Kalmadı mı bizde bir “er kişi” ki, çıkıp bu zevale bir “DUR” desin !... 
Misak-ı Milli ile maruf bütün kırmızı çizgilerimizi iğrenç bir istihza, ihanet ve alçakça meydan okumayla paspas gibi çiğneyen ve önümüze bir-bir terör örgütlerini dizen melunlara karşı yapacak hiçbir şey kalmadı mı ? Allah için konuşun, söyleyin, açıklayın ey kirli siyaset simsarları, din tüccarları, oy avcıları; Bu gaflet, korku, çekingenlik niye...
Türk bu değildir ! Haklı davalarda cesaret, azim, irade, adalet ve kararlılıktır. Biliniz. Öyle ki, takvimin her gününde, Türk milletine karşı işlenmiş böyle elim bir suç var.
Ama sonuçta, AB ve ABD tarafından yine Türk’ler ‘nâhak yere’ suçlu bulunmakta ve Türkiye Cumhuriyeti suçlanmaktadır.
Neden  !
Bu kısır bir döngü niye ?
Türkiye Cumhuriyetini yönetenler konuya tam bir ehliyet, vukuf ve dirayetle Türkçe sahip çıkmadıkça da bu hengâme sürüp gidecektir.
Ancak ne zaman ki, kurucu unsurlar adına Büyük ATATÜRK’ ün emanet ve vasiyeti yerine gelir ve ülkemizi; “Türk’çe düşünen, Türk’çe konuşan, Türk’çe yaşayan” ve göğsünü gere-gere, tam bir iftihar, onur, erdem ve gururla “Ne Mutlu Türk’üm” diyen ve damarlarında “ASİL KAN” taşıyan Türk oğlu Türk yöneticiler işbaşına gelirse, işte o zaman bu makus talih son bulacak ve (harici ve dahili bedhahlar dahil) bütün düşman Türk’e saygı duyacaktır.  Ve, Türkiye, bütün Türk alemi ile dünya ve uzay Türklüğü’nün Kâbe’si olacaktır.   
Bu vesileyle bütün şehitlerimize Allah (CC) dan rahmet diliyorum.
Ruhlarınız şad olsun. Ebedi istirahatgâhların da nur ve huzur içinde yatsınlar.
Bir vefa borcu olarak da “KÜRESEL ALMANAK” isimli kitabımda bütün ayrıntıları ile yer alan “Asala tarafından katledilmiş bulunan Şehitlerimizin” listesini açıklıyorum.
Mesele: Nisyan (unutmakla) malul olmasın hafıza-i beşer.
Türk ve Müslüman halkımız ve aziz atalarımıza tarih boyunca yapılanları unutmamak, asla unutturmamak ve daima hatırlamaktır.
Türk’e diri olmak, iri olmak ve daima ‘kendinde olmak-kendini bilmek’ yaraşır.
Bilelim gayrı...
 
Ermeni kökenli vatandaşımız Hrant Dink’in cenazesinde gösterilen hassasiyet, katılım, birlik-beraberlik ruhu ve tablosunu; Keşke katledilen bu diplomatlarımız ve şehitlerimizin cenaze törenlerinde “BİZ TÜRK’ÜZ” biçiminde gösterebilseydik.
 
1973–1984 ARASI, DİASPORA TARAFINDAN ASALA KURULMADAN VE KURULDUKTAN SONRA (BÖLÜCÜ TERÖR ÖRGÜTÜNE DÖNÜŞÜNCEYE KADAR) HAİNCE KATLEDİLMİŞ DİPLOMATLARIMIZA AİT LİSTE ŞÖYLE:
Vatan,Bayrak,Millet ve Devlet uğruna maruz kaldıkları hain saldırılar sonucu “insanlık düşmanı, Ermeni ASALA terör ve tedhiş örgütü” tarafından alçakça şehit edilen diplomatlarımızı en derin saygı ve rahmetle anıyoruz. Allah rahmet eylesin. Ruhlarınız şad olsun. Ebedi istirahatgâhlarında nur ve huzur içinde yatsınlar.
 
Mehmet BAYDAR: 27 Ocak 1973, Los Angeles (ABD) Türkiye'nin Los Angeles Başkonsolosu Mehmet BAYDAR ve Konsolos Bahadır DEMİR, 78 yaşındaki Amerikan uyruklu ermeni Gurgen (Karakin) Yanikiyan tarafından alçakça şehit edildi.
Türk diplomatlarına karşı ilk saldırı olarak nitelenen bu olayla 12 yıl aralıksız olarak sürecek seri cinayetler zinciri başladı. Bu cinayetlere mukabil en sert tedbirlerin alınması ve mutlaka bir şekilde misilleme yapılması gerekirken maalesef yapılmadı.
Yurt dışında bu hain saldırılar başladığında yurt içinde anarşi hüküm sürmekte, terör tırmanmakta, güvensizlik, gerilim, iktisadi, siyasi, sosyal ve kültürel bunalım (erozyon) artma eğilimi göstermekte idi. Başta Fransa olmak üzere bazı Avrupa (AB) devletleri ile ABD eyaletlerinde “sözde Ermeni soykırımını tanıma” çalışmaları başlamıştı.
İçerde, sonradan fail, sebep ve hikmetleri açığa çıkan ve kan emici baronlar tarafından sevk, idare ve organize edilen terör; Dışarıda ise, baskı, boyun eğdirme çabası ve tehdit nedense aynı anda başlamıştı.
Bu bir tesadüf mü idi acaba !...
Şimdilerde 301 dayatılırken bunu da sorgulamak gerekmez mi ?
Mehmet BAYDAR  27 Ocak 1973  Los Angeles / ABD. Türk vatandaşlarına yönelik Ermeni saldırıları, 1973 yılında başladı. Türkiye'nin Los Angeles Başkonsolosu Mehmet BAYDAR ve Konsolos Bahadır DEMİR, 78 yaşındaki Amerikan uyruklu ermeni Gurgen (Karakin) Yanikiyan tarafından şehit edildi.  Türk diplomatlara karşı ilk saldırı olarak nitelenen bu olayla cinayetler zincirini başlattı.
Daniş TUNALIGİL: 22 Ekim 1975, Viyana (Avusturya) Türkiye'nin Viyana Büyükelçisi Daniş TUNALIGİL, Büyükelçiliği basan 3 terörist tarafından şehit edildi. 22 Ekim 1975 tarihinde, otomatik silahlı 3 kişi, Türkiye'nin Viyana Büyükelçiliği'ne girerek kapıdakileri etkisiz hale getirdikten sonra Büyükelçinin makam odasına girdiler. Burada Daniş TUNALIGİL’E Türkçe, "Siz Sefir misiniz?" diye soran ve "Evet" yanıtını alan saldırganlar, TUNALIGİL'İ otomatik silahlarla taradılar. TUNALIGİL, olay yerinde can verdi. 3 terörist, bir otomobille uzaklaştılar.
İsmail EREZ: 24 Ekim 1975,  Paris, (Fransa) Türkiye'nin Paris Büyükelçisi İsmail EREZ ve makam şoförü Talip YENER, büyükelçilik yakınlarında Hakeim Köprüsü'nde pusuya düşürüldü. İsmail EREZ ve makam şoförü Talip YENER, silahlarla taranarak öldürüldü. Saldırıyı "Ermeni Soykırımı Adalet Komandoları" adlı örgüt üstlendi.
Oktar CİRİT: 16 Şubat 1976,  Beyrut (Lübnan) Türkiye'nin Beyrut Büyükelçiliği Başkâtibi Oktar CİRİT, bir salonda otururken, Ermeni terörizminin kurbanı oldu. Saldırıyı ASALA üstlendi bu cinayetle adını ortaya attı.
Taha CARIM: 9 Haziran 1977,   Roma (İtalya) Türkiye'nin Vatikan Büyükelçisi Taha CARIM, büyükelçilik ikametgahının önünde iki teröristin açtığı ateş sonucu öldü. Saldırıyı bu kez "Ermeni Soykırımı Adalet Komandoları" adlı örgüt üstlendi.  
Necla KUNERALP: 2 Haziran 1978, Madrid (İspanya) Türkiye'nin Madrid Büyükelçisi Zeki KUNERALP'İN makam aracına 3 terörist tarafından ateş açıldı. Arabada bulunan büyükelçinin eşi Necla KUNERALP ile emekli büyükelçi Beşir BALCIOĞLU, hayatlarını kaybettiler. Saldırıyı "Ermeni Soykırımı Adalet Komandoları" adlı örgüt üstlendi. Bu olayda, ilk kez bir yabancı da Ermeni teröristlerin Türklere yönelik saldırısı sırasında öldü. Makam Şoförü İspanyol Atonyo TORRES, teröristlerin kurşunlarına hedef oldu.
Ahmet BENLER: 12 Ekim 1979,  Lahey (Hollanda) Hollanda'daki Türkiye Büyükelçisi Özdemir BENLER'İN oğlu Ahmet BENLER, hain bir silahlı saldırı sonucu alçakça öldürüldü. Olayı bu kez hem "Ermeni Soykırımı Adalet Komandoları" hem de ASALA ayrı ayrı üstlendi.
Yılmaz ÇOLPAN: 22 Aralık 1979,  Paris (Fransa) Türkiye'nin Paris Turizm Müşaviri Yılmaz ÇOLPAN, bir Ermeni teröristin saldırısı sonucu katledildi. Bu olay, Ermeni terörizminin Paris'teki ikinci saldırısı oldu. Olaydan sonra haber ajanslarına telefon eden bir kişi, Roma, Madrid ve Paris'teki eylemlerden "Ermeni Soykırımı Adalet Komandoları" adlı örgütün sorumlu olduğunu bildirdi.
Galip ÖZMEN: 31 Temmuz 1980, Atina (Yunanistan) Türkiye'nin Atina Büyükelçiliği İdari Ataşesi Galip ÖZMEN ile 14 yaşındaki kızı Neslihan ÖZMEN, bir teröristin silahlı saldırısı sonucu katledildiler. Galip ÖZMEN’İN  eşi Sevil ÖZMEN ve oğulları Kaan ÖZMEN olaydan yaralı olarak kurtuldular. Saldırıyı bu kez ASALA üstlendi.
Tam bu sıralarda, Türkiye’de faaliyet gösteren bölücü terör örgütleri ile Asala arasında iştirak ve işbirliği toplantıları başladı. Toplantılar Ermenistan, Yunanistan, Fransa, Güney Kıbrıs Rum Kesimi ve Avrupa’nın muhtelif ülkelerinde yapılmakta idi.
Ancak, Asala’nın Taşnak tandanslı kurmay kadrosu Lübnan merkezinde kalmakta ve bütün faaliyetlerini  Beyrut’tan yönetmekte ve yürütmekte idi.
12 Eylül 1980’de Türkiye’de askeri müdahale vuku buldu.
Dahildeki anarşi ve terör bir günde kesildi. Bitti.
Ancak, hariçte saldırılar henüz devam etmekte idi. 
Şarık ARIYAK: 17 Aralık 1980, Sidney (Avustralya) Türkiye'nin Avustralya Başkonsolosu Şarık ARIYAK ile koruma görevlisi Engin SEVER, Ermeni terörizminin kurbanı oldular.
1980 yılında ayrıca;   6 Şubat'ta Türkiye'nin İsviçre Büyükelçisi Doğan Türkmen, Bern'de uğradığı saldırıdan yara almadan kurtuldu. 17 Nisan'da Türkiye'nin Vatikan Büyükelçisi Vecdi TÜREL' İN makam aracına ateş açıldı. Türel ve koruma görevlisi Tahsin Güvenç saldırıdan yaralı olarak kurtuldular. 26 Eylül'de Türkiye'nin Paris Büyükelçiliği Basın Danışmanı Selçuk BAKKALBAŞI, uğradığı silahlı saldırıda yaralandı.
Cavit Demir:1981 yılında ayrıca;   2 Nisan'da Türkiye'nin Kopenhag Çalışma Ataşesi Cavit Demir, oturduğu apartmanın asansöründe uğradığı silahlı saldırıdan yaralı olarak kurtuldu. 25 Ekim'de Türkiye'nin Roma Büyükelçiliği İkinci Katibi Gökberk Ergenekon, yolda yürürken saldırıya uğradı. Ergenekon, olaydan hafif yaralarla kurtuldu.
Cemal ÖZEN:  24 Eylül 1981 Paris (Fransa) Türkiye'nin Paris Başkonsolosluğu ile Kültür Ataşeliği'nin bulunduğu binayı işgal eden 4 ermeni terörist, 56 Türk görevli ve vatandaşı rehin aldı. Teröristler, kendilerine müdahale etmek isteyen güvenlik görevlisi Cemal ÖZEN'i öldürdüler.
Kemal ARIKAN: 28 Ocak 1982  Los Angeles / ABD. Türkiye'nin Los Angeles Başkonsolosu Kemal ARIKAN öldürüldü. Arıkan'ın katili Taşnak militanı Hampig Sasunyan, müebbet hapis cezasına çarptırıldı.
Kani GÜNGÖR :1982 yılında ayrıca;  8 Nisan'da Türkiye'nin Ottowa Büyükelçiliği Ticaret Müşaviri Kani GÜNGÖR, uğradığı silahlı saldırıda yaralandı. 21 Temmuz'da Türkiye'nin Rotterdam Başkonsolosu Kemal DEMİRER‘e konutu önünde silahlı saldırı düzenlendi. DEMİRER, olaydan yara almadan kurtulurken, saldırgan yaralı olarak yakalandı. 7 Ağustos'da ASALA'ya bağlı 2 terörist Ankara Esenboğa Havalimanında düzenlediği silahlı baskında 8 kişi öldü, 72 kişi yaralandı. Bu, Ermeni terörizminin Türkiye'deki ilk eylemi oldu. ESENBOĞA OLAYI
Başkonsolos Kaya İNAL'ı yaraladılar. Ermeni teröristler, Türkiye'de siyasi tutuklu 12 kişinin salınarak Paris'e getirilmesini istediler. İsteklerinin kabul edilmeyeceğini anlayan teröristler 15 saat sonra polise teslim oldular. Türkiye, Fransa'yı bir kez daha uyarırken, Fransa da saldırıyı kınadı. Olayı ASALA üstlendi. Saldırıyı gerçekleştiren 4 ermeni terörist, Vasken Sakosesliyan, Kevork Abraham Gözliyan, Aram Avedis Basmaciyan ve Agop Abraham Turfanyan, 31 Ocak 1984'de Fransa'da 7'şer yıl hapis cezasına çarptırıldılar. Mahkemenin sonucu Türkiye'de büyük tepkiyle karşılandı.
Bunun dışında, başta Ankara, Esenboğa baskını olmak üzere, yurtdışında pek çok sabotaj, işgal, saldırı ve bombalama; Tamamı yalan, iftira ve provokasyondan ibaret, “sözde soykırım” yasa tasarıları nedeniyle kirletilen kamuoyu, Türkiye aleyhine yaratılan husumet de asla unutulmamalıdır. 
Orhan GÜNDÜZ: 5 Mayıs 1982  Boston / ABD. Türkiye'nin Boston Fahri Başkonsolosu Orhan GÜNDÜZ, uğradığı silahlı saldırıda öldü
Erkut AKBAY  7 Haziran 1982  Lizbon / Portekiz. Türkiye'nin Lizbon Büyükelçiliği İdari Ataşesi Erkut AKBAY otomobilinde uğradığı silahlı saldırıda öldü. Otomobilde bulunan eşi Nadide AKBAY, yaralı olarak kaldırıldığı hastanede bir süre sonra yaşamını yitirdi.
Atilla ALKANAT: 27.Ağustos 1982  Ottowa / Kanada. Askeri ateşe Albay. Ermeniler tarafından katledilip şehitlik mertebesine ulaşmıştır.
Bora SÜELKAN:  9 Eylül 1982 Burgaz / Bulgaristan. Türkiye'nin Burgaz Başkonsolosluğu İdari Ataşesi Bora SÜELKAN katledildi.
Galip BALKAR : 9 Mart 1983  Belgrad / Yugoslavya. Türkiye'nin Belgrad Büyükelçisi Galip BALKAR'A 2 terörist tarafından 9 Mart'ta silahlı saldırı düzenlendi. Olayda ağır yaralanan BALKAR, 11 Mart'ta hayatını kaybetti. Olayda, bir Yugoslav öğrenci de öldü. Saldırıyı yapan Kirkor Levonyan ile Raffi Aleksandr, olaydan tam bir yıl sonra 9 Mart 1984'de 20'şer yıl ağır hapis cezasına çarptırıldılar
Dursun AKSOY: 14 Temmuz 1983  Brüksel / Belçika. Türkiye'nin Brüksel Büyükelçiliği İdari Ataşesi Dursun AKSOY, ermeni teröristlerce katledildi.
Cahide MIHÇIOĞLU:  27 Temmuz 1983 Lizbon / Portekiz. Türkiye'nin Lizbon Büyükelçiliği, 5 Ermeni terörist tarafından basıldı ve bina içindekiler rehin alındı. Baskın sırasında büyükelçilik Müsteşarı Yurtsev MIHÇIOĞLU'NUN eşi Cahide MIHÇIOĞLU hayatını kaybetti. Portekiz polisi, düzenlediği operasyonla rehineleri kurtardı, 5 teröristi de öldürdü. Saldırıyı, "Ermeni Devrimci Ordusu" adlı örgüt üstlendi. Örgüt, teröristlerin öldürülmesi nedeniyle Portekiz Başbakanı Mario Soarez'i ölümle tehdit etti.
1983 yılında ayrıca;  16 Haziran'da İstanbul Kapalıçarşı'da bir terörist tarafından halkın üzerine ateş açıldı. Olayda 2 kişi öldü, 21 kişi de yaralandı. Saldırgan, olay yerinde öldürüldü. Olayı bir ermeni teröristin yaptığı anlaşıldı. 15 Temmuz'da THY'nin Paris Orly havalimanındaki bürosu önünde bomba patladı. Olayda, 2'si Türk, 4'ü Fransız, 1'i Amerikalı, 1'i de İsveçli olmak üzere 8 kişi öldü, 28'i Türk, 63 kişi de yaralandı. Tarihe "Orly Katliamı" olarak geçti.
Işık YÖNDER:  28 Nisan 1984 Tahran / İran. Türkiye'nin Tahran Büyükelçiliği Sekreteri Şadiye YÖNDER'İN eşi, İran ile Türkiye arasında ticaret yapan işadamı Işık YÖNDER, bir ASALA militanı tarafından öldürüldü.
Erdoğan ÖZEN : 20 Haziran 1984  Viyana / Avusturya. Türkiye'nin Viyana Büyükelçiliği Çalışma Ataşesi Erdoğan ÖZEN, otomobiline yerleştirilen bombanın patlaması sonucu öldü. Olayı, "Ermeni Devrimci Ordusu" adlı örgüt üstlendi.
Enver ERGUN :  19 Kasım 1984  Viyana / Avusturya. Türkiye'nin BM Temsilciliğinde görevli Enver ERGUN, aracına yerleştirilen bombanın patlaması sonucu öldü. Bu olayı da, "Ermeni Devrimci Ordusu" adlı örgüt üstlendi.
1984 yılında ayrıca;   27 Mart'ta Türkiye'nin Tahran Büyükelçiliği Ticaret Müşavir Yardımcısı Işıl ÜNEL'İN otomobiline bomba yerleştirmeye çalışan bir terörist, bombanın elinde patlaması sonucu öldü. 28 Mart'ta yine Tahran'da Büyükelçilik Başkatibi Hasan Servet ÖKTEM ve Büyükelçilik Ataşe Yardımcısı İsmail PAMUKÇU, evlerinin önünde uğradıkları silahlı saldırıda yaralandılar.
Çetin GÖRGÜ:  07 Ekim 1991  Atina/Yunanistan. Atina Büyükelçiliği Basın Müşavirliği Ataşe Yardımcılığı görevini sürdürürken Atina'da uğradığı menfur saldırı sonucu şehit edilmiştir.
Çağlar YÜCEL:  11 Aralık 1993 Bağdat/Irak. İdari ateşe. Ermeniler tarafından katledilip şehitlik mertebesine ulaşmıştır.
Haluk SİPAHİOĞLU:   04 Temmuz  1994   Atina / Yunanistan. Müsteşar. Ermeniler tarafından katledilip şehitlik mertebesine ulaşmıştır.
 
Kaynaklar:
Tarihte ve Tabiatta Bugün; KÜRESEL ALMANAK
Tanı Yayın, Nisan-2006 – ANKARA, www.taniyayin.com

 

 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 50

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

ERMENİ YASASI DİKKATSİZ BİR ADIM

 
            "Musevilere ilişkin soykırımın tanınmasının yasal temelini Nürnberg Mahkemesi'nin kararlarına dayandığını" belirten Chandernagor, daha sonra kabul edilen Ermeni yasası için Fransa Parlamentosu'nun elinde bu tür yasal dayanak bulunmadığını vurguladı. Fransız yazar, Musevilerle ilgili yasadan sonra Ermenilerle ilgili bir yasa kabul ederek parlamentonun "dikkatsiz bir adım attığını" vurgulayan Chandernagor, "Fransız parlamenterler, burada kendi tarihlerini değil, başka bir ülkenin tarihini yazmaya kalktılar" ifadesini kullandı. Parlamentoların tarihle ilgili yasa yazmanın kötü bir örnek olduğunu belirten yazar, şunları kaydetti: "Bu tür yasaları kaleme almak, tarihi ve mali açıdan parlamentolar için zahmetsiz, ancak bu durumun daha sonra tarihçilere faturası pahalıya mal oluyor. Çünkü tarihçiler, artık bu olaylar konusunda araştırma yapamıyor. Yaptıkları takdirde, kendileri aleyhine açılacak davalarla muhatap olmak zorunda kalıyorlar. Fransa'daki Asya kökenli Fransızları mutlu etmek için de yasalar mı çıkartalım? Bu tür girişimler, lobi ve baskı gruplarının parlamentolar üzerinde baskı ve etkilerini artıyor, tarihle ilgili tartışmaların önünü kesiyor."
            Fransa'nın ünlü 19 tarihçi ve yazarı, önceki gün gazetelere verdikleri ilanda, tarihçilerin karar vermesi gereken konularda daha önce çıkan yasaların kaldırılmasını istemişlerdi. Tarihçilerin, yürürlükten kaldırılmasını istedikleri yasalar arasında, sözde Ermeni soykırımının tanınmasını öngören yasa da bulunuyor. Gazetelerde çıkan ilanda, şöyle denilmişti: "Tarih, dogma kabul etmez. Tarih, din değildir. Tarih, ahlak da değildir. Tarih, yasağı ve tabuyu kabul etmez. Tarih gerçeğe dayanır ve sadece somut gerçekleri baz alır. Tarihçinin asla ve kesinlikle kınama ve/veya yüceltme rolü yoktur. Tarih, güncelin ve siyasetin kulu, kölesi kölesi değildir.Tarihçi dosdoğru, onurlu ve ilkeli olmak ve belgelere dayanmak zorundadır. (devamla) Demokratik ve özgür bir ülkede, ne parlamento ne de adli merciler, gerçek tarihi  kanıtlayabilir. Bu nedenlerle uygarlığa da, demokratik rejime de yakışmayan bu yasaların iptalini istiyoruz." 13 Temmuz 1990 tarihli "ırk ayrımı ve Yahudi karşıtlığı" başlıklı yasa, 21 Mayıs 2001 tarihli "kölelik" kanunu. 29 Ocak 2001 tarihli sözde "Ermeni soykırımı" yasası ve 23 Şubat 2005 tarihli (Fransa’da) "sömürgeciliğin olumlu yanlarının okullarda öğrencilere öğretilmesi" başlıklı yasa, tarihçilerin iptal edilmesini istedikleri yasalar arasında yer almaktadır” dedi ve günümüz koşullarında Fransa örneğinin daha da açılması ve bütün ayrıntıları ile incelenmesi gerektiğine işaret ederek, sözlerini şöyle sürdürdü:
FRANSA'DAKİ TARTIŞMA
            “Fransa'da sömürge yasasına karşı ilk kez yaklaşık altı ay önce tarih öğretmen’ leri yıllık kongrelerinde bir bildiri yayınlayarak sert tepki göstermişti. Sömürgeciliğin olumlu yanlarının kabul edilmesi ve bunun okul müfredatında da yer almasına ilişkin yasa şubat ayında kabul edilmişti.Meclis, geçen ay bu yasanının kaldırılmasına ilişkin muhalefetin verdiği yasa teklifini reddetmişti. Kamuoyundan ve eski sömürgelerden gelen tepkiler üzerine Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, geçen hafta yaptığı açıklamada, "Tarihi yazmak tarihçilerin işidir" derken, Başbakan Dominique de illepin, "Parlamentoların tarihi yazamayacağı" görüşünü dile getirmişti. Bu arada, yasanın kaldırılması için bir internet sitesi tarafından açılan imza kampanyasına, şu ana kadar 18 bin kişinin destek verdiği bildirildi.”
            Böylece, 2005 yılında tırmanan “Ermeni Soykırımı” konusunda en objektif ve tarafsız iki toplantının cereyan tarzı, biçimsel yapısı ve yapılan görüşmeler konusunda bütün ayrıntıları açıklamış olduk. Bu yazıyı Gazetemiz ANAYURT’un objektif habercilik, ilkeli ve tarafsız (Millet, Devlet ve Milli Davalardan Yana) yayıncılık prensibinin somut bir belgesi olarak, arşivleyip saklamak gerekir. Taktir sizin.
            KISSADAN HİSSE :
GERÇEK SOYKIRIMLAR VE PSİKOLOJİK SAVAŞ
            Yukarda yazılan ve bütün taraflara açık bir konferansta özgürce dile getirilen görüşler, belgeler, sergi ve analitik değerlendirmeler göstermektedir ki; Özellikle dış destekli dahili ihanet şebekeleri tarafından gündemde tutulmaya çalışılan ‘’Ermeni  soykırımının’’  aslı, esası ve bilhassa “hukuki  bir  dayanağı  yoktur”
            Hatırlanacağı üzere; Almanya  Hiristiyan Demokratlar Birligi CDU genel başkanı Merkel Nisan ayında federal meclise, Türklerin Ermenilere 1915’ de yaptığı “sözde katliamı anmak için” bir önerge vereceklerini bildirdi. Bu önergenin hukuki temeli olmayıp esas nedeni kamu oyunun Türkiye’nin AB üyeliği ekseninde, süreci yanlış yöne saptırma, Ermeni çıkarlarına hizmet ve oyalama taktiği ile yıllardır süregelen “psikolojik savaşı” tahkimden başka birşey değildir. Netekim öyle de oldu. Ancak,
            Demokrasi ve adalet’in yaşandığı “hukuk devletlerinde” ceza kesilmeden önce;
            Suçun hangi hukuki tanıma göre verildiği hakim tarafından gerekçelendirilir ve okunarak açıklanır. Yerel ve uluslararası hukuk (hukuk-u düvel) bunu emreder.   Örneğın: “suçu” hafifletici ve ağırlaştırıcı nedenler varmı’ dır? Kamu vicdanı ne durumdadır savaş veya barış ortamı varmıdır? Vatana ihanet, nefsi müdaafa söz konusumudur? Ülkeden toprak talebi veya silahlı ayaklanma varmıdır., bu ve benzer bütün unsurlar dikkatle araştırılır, incelenir ve değerlendirilir. Bunların hiç birini veya bir kısmını göz önünde bulundurmadan birisini veya birilerini yargılamaya kalkarsanız kanunsuz ceza vermiş oluırsunuz, ki buda tüm ceza kanunlarının ilk unsuru olan;
            “Hiç kimse kanunsuz cezalandırılamaz, kanunlarda açıkça yazılıp, tanımlanmış olmadıkça hiçbir eylem, söylem veya iddia suç sayılamaz, suçu ispatlanmadıkça ve hüküm tesis olunmadıkça hiç kimse suçlu sayılamaz” İlkesine ters düşer. Yoksa, herkes her önüne gelene, senden şu kadar alacağım var, veya bana şunu yaptın deyıp “iddia” bazında dava açamaz ve ceza kestiremez. Kanunsuz ceza kesen hakim, suç işlemiş sayılır. Kanuna, (tarif edilen suça) uymayan, Orhan Pamuğun yaptıgı gibi ileri sürülen ve iddia edilen suçlama ise iftiradır, ki bu da kovuşturma nedeni olup; Açık bir suçtur. Cezasız bırakılamaz. Vatana ve millete karşı “ihanet” bağlamında “basın yoluyla” işlenmiş bir suçun “fikir özgürlüğü” ile irtibatı kurulamaz.  Hukukun öncelik ve mutlak üstünlüğünü tanıyan herkes bunu böylece kabul etmek mecburiyetidedir. O halde bayan Merkel’ in kast ettiği o zamana dönelim ve duruma bir bakalım.
            Yıl 1912, İtalyanlar, Osmanlı toprağı olan Trablusgarp’ ı işğal etmiş, Güney ve Batı Anadolu Fransızlara; Suriye, Adana, Mersin ingilizlere; Ege bölgesi Yunanlılara; Boğazlar ve Doğu Anadolu Ruslara vaad edilmiş ve ülke şimdiki Irak gibi resmen işgal altındadır. 1915’de İngilizler Çanakkale’ye dayanıp Osmanlı’yı kıskaca almaya kalkışmışlardır. Bu sıra, Ermenilere’de Doğu Anadolu’da kurulacak bir Ermenistan vaad edilmiştir. İşte tam bu vahim süreçte Ermeniler kendilerince, vatandaşı oldukları Osmanlıya karşı “haklı olduklarını sandıkları” bir savaşa girişmişlerdir.
            Milleti sadıka sıfatıyla Ermenililer bu savaşta Osmanlıya karşı isyan ve ihanet ederek, işgalcilerle bir olup, özellikle Ruslarla ve Fransızlarla beraber, Türkleri içerden ve arkadan hançerlemekten asla kaçınmamışlardır. Ermenililer Antep kuşatmasında fransızlara birlikte Türklere karşı nasil savaştıklarını, “bir dizi kahramanlık hikâyeleri biçiminde” yazmış ve yayınlamışlardır.
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 51

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

EZAN/TÜRBAN; AKP VE DP

                 
Resmi kuruluş tarihi olan 14 Ağustos 2001’den kısa bir süre sonra, 03 Kasım 2002’de yapılan ve Parti sahipleri, cunta, sulta, vesayet ve icazet erbabınca hazırlanarak listelenen eşhası (sözde vekil) belirleme (bazılarının “seçim” dediği, Vazifeli noter misali usulen tefhim biçimi halka tasdik ettirme) merasimini müteakip hükümet kuran AKP; Aradan geçen 10 yıl 8 aylık süreye rağmen hâlâ olduğu yerde saymakta ve geldiği yerde durmaktadır.
Oysa henüz mahiyeti, içeriği, anlamı açıklığa kavuşmamış fevkalâde muğlâk, aldatıcı ve sahte bir kavram olan “milli görüş” furyası bağlamında 30 yıllık bilgi, politika deneyimi ve birikime sahip olmalarına rağmen; Bu kadar kararsız, istikrarsız, Milli Davalar karşısında aciz, zavallı, korkak ve istikametsiz kalmaları hayret ve dehşet vericidir.
Zira aradan geçen zamana, alenen vaat, sürekli beyan ve dönem evveli taahhüt etmiş olmalarına rağmen; Başta YÖK’ün ilgası, Baş Örtüsünün serbest bırakılması., Siyasi Partiler ve Seçim Yasalarının “Namuslu, dürüst, adil, eşit, şeffaf ve demokrat” bir sisteme iblâğı; “temsilde adalet / yönetimde istikrar” ilkesinin hayata geçirilmesi; Millet-vekili ayrıcalık, dokunulmazlık ve imtiyazlarının kaldırılması.; Kalkınmanın tam bir adalet, hakkaniyet, hukuk “imkân ve fırsat eşitliği” çerçevesinde, serbest rekabet ilkesi, şeffaflık ve dürüstlükle icrası; “Eğitim, Adalet ve Sağlık” konusunda insan hakları, evrensel hukuk, adalet ahlâkı yönünde ‘kamu yararına objektif, adil, dürüst ve realist’ düzenlemeler yapılması ve nihayet Genel Kurmay Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanına doğrudan bağlanması dâhil olmak üzere; Vaat ve taahhüt ettikleri meselelerden hiç birini akıl, ilim, irfan, hukuk, ahlâk ve demokrasi bağlamında basiret, beka, milli menfaat ve evrensel hukuk düzleminde çözemediler.
Bunun yerine, adeta “gayri milli unsurlar ile uluslar arası, kirli emperyalist sermayeye teslimiyet” anlamına gelen; Piyasa ilkeleri, kamu yararı, insan hakları, vicdani sorumluluk ve halk (milli menfaat) aleyhine özelleştirmeler, adeta peşkeş çekmeler, bedelini zaman içinde en ağır biçimde halkın ödeyeceği “yap-işlet devret” çılgınlıkları; Mümkün mertebe, “dış ticaret dengeli” DENK BÜTÇE yerine, iç-dış borç hovardalığı ile memleketin geleceğini karartan, istikbalini kâbusa çeviren uygulamalar, hiç de doğru, onurlu, sorumlu basiretli, ilmî, objektif, adil ve dürüst değil!.. İcraatın ekseriyeti demokrasi, hak karinesi, hukuk ve ahlâka aykırı vb.
Adı: “Adalet ve Kalkınma” olan bir siyaset hane için, tam bir hayal-i sükut, alenen kendini inkâr, hezimet ve hüsran bu! Özellikle, vukuu şaibeli, sebep ve hikmeti izaha muhtaç, aradan geçen uzu süreye rağmen gizemini koruyan ve esrarı çözülemeyen “gezi parkı isyanı”, her ne kadar sebepleri meçhul kalsa da; Sonuçları itibarıyla memleketi sarsacak bir vahamet ortaya koymuştur. Bu vahamet: Kısa adı BOP/BİP olan, Türkiye ve Ortadoğu ülkelerini “Çete Devleti İsrail” lehine bölerek, “yeniden yapılandırma plânına” ivme kazandırılması ile kod adı “AB” olan emperyalist vampir kulübünün hegemonyasına boyun eğme operasyonudur. 
Buna rağmen, AKP’nin MENDERES istismarı mantıksız, hayret ve dehşet vericidir.
Zira aralarında zerre kadar imtizaç, “eylem ve söylem benzerliği” yoktur.
Yetmedi, kadim Demokrat Parti’nin def-i hacetinden, misyon tacirliği ile sabık, malûl ve muhriç, defolu atıklarından bile medet umulmaktadır. Kaldı ki, bu sanal sevdaya mukabil; Halâ 27 Mayıs sorgulanmamış, yargılanmamış, fevkalâde ehemmiyet ve aciliyetine rağmen henüz dava bile açılmamıştır. Bu nasıl bir mirasçılıktır ki; Varisi verasetten bihaber ve adeta (Aydın Menderes gibi) reddi miras etmiş, hayırsız evlât gibidir.     
OYSA: TARİHİ VE KADİM DEMOKRAT PARTİ! Evet, burada açıkça ifade etmek lâzımdır ki; Özellikle tarihi ve kadim Demokrat Parti, Menderes ve bilumum kadrolarına nazaran: AKP, üst yöneticileri ve cari politikaları cihetiyle, aralarında zerre kadar bir ilgi, alâka ve rabıta yoktur. Yerine göre örnekleyecek olursak:
Meselâ: Demokrat Parti 07 Ocak 1946’da kuruldu. 4 yıl 4.5 ay yıl süren muazzam bir furya, baskı, zulüm ve ıstıraplı hak-hukuk mücadelesinden sonra 14 Mayıs 1950 seçimlerinde “halk hareketi ile” iktidar, akabinde de, her şeye rağmen, millet adına “MUKTEDİR” oldu.
AKP’NİN MENDERES’LE SINAVI: Her ne hikmetse, 27 Mayıs 1960 kalkışmasının 53. sene-i devriyesinde patlak veren “Gezi Parkı” olaylarına baktığımızda, açıkça görürüz ki: Bunlar hâlâ hükümet, iktidar ya da muktedir olamamışlar. Yahut başka bir anlam, düşünce ve izah tarzına göre: Hükümet adına devlet erk’ini elinde bulunduran kesim; Rejimi değiştirip dönüştürmek suretiyle ülke ve halkı yeniden yapılandırıp; BOP-BİP istikametinde bir anayasa, yeni bir rejim ve muhafızlarından oluşan kadrolar teşkil etmek uğruna “olayları kuruyor, kurguluyor ve yönetiyor” gibi!
Amaç ne olabilir? İddialara göre: Tam bir iştirak ve işbirliği içinde hareket ederek, yerine göre legal veya illegal ortaklık içinde faaliyet gösteren iktidar ve bilumum muhalefet:, Her şeye rağmen, mevcut Anayasayı (tıpkı 1960’da olduğu gibi) çöpe atarak; “adına ‘süreç’ denilen menfur ihaneti meşrulaştırıp, hainlere yasal yol ihdası” için, bir yeni yapılanma (ihanet sürecinin öncüsü Turgut Özal’ın transformasyon dediği) dönüşüm anayasası yapmak istemektedirler… İlk etapta masum ve siyasetten müsemma başlayan Gezi Parkı eylemlerinin, aynı günün akşamından itibaren MİT, Jandarma, Polis ve bilumum kamu güvenlik unsurlarına rağmen, eşkıya, sabotajcı, dezinformatör, etki ajanı, yabancı casuslar ile yerli provokatörlerin işgaline maruz kalması tam bir acizlik yahut müsamaha veya gizli iştiraktir!
Zira devletin gücü ve güvenlik kurumları; İyi niyetle, masum yüzler ve temiz gençler tarafından, ‘organize olmaksızın ve kendiliğinden’ başlayan hareketi sızmalardan, sabotajdan, dezinformatör, etki ajanı ve provokatörlerden pek alâ koruyabilir, kontrol altında tutabilir, 28 Mayıs’tan itibaren vaki taşkınlık, saldırı ve tahribatı, çok rahatlıkla önleyebilirlerdi. Aslında “DEVLET OLMAK” budur.
Devlet: Hüküm, hikmet, adalet ahlâkı, evrensel hukuk, meşveret; Suç teşkil eden fiil ve (her kim olurlarsa olsunlar) faillere karşı çelikleşmiş iradenin demir yumruğu” demektir. Akp tarafından örnek alındığı iddia olunan Adnan Menderes ve Demokrat Parti ile hükümet kadroları böyle idi. Ki, bu bir hikmettir. Yüksek fazilettir. Lânetli devrimcilik, zorbalık ve zalimlik değil; Atatürk tarafından düstur olarak uygulanan İnkılâpçılıktır. İnkılâpçılık nedir?.. Milletle anlaşmak, asgari müştereklerde iştirak, demokrasi, medeni siyaset ve uzlaşma kültürü çerçevesinde mutabık kalmaktır.
Adnan Menderes ve Demokrat Parti Ezan-ı bu anlayışla dönüştürmüş; Müslüman’ım demeyi bile yasaklayan yasa müsveddelerinden milleti böylece kurtarmış ve her şeye rağmen hırçınlık için yol arayan, fırsat kollayan muhalefeti; Parayla-pulla ayartmaya, tehdit, taciz ve şantajla yola getirmeye, ya da bölmeye, parçalamaya kalkışmamıştır.
Maalesef güncel siyasette bunların tamamı yaşanmakta, fakat: Siyasetti fazilete iblağ edecek “parti sahibi sultası, genel merkez cuntası, milletvekili ayrıcalıkları, dokunulmazlık ve imtiyazları” gibi insanlık, ahlâk, adalet ve hukuk dışı ilkellikler yürürlükten kaldırılmaktansa, inatla, ısrarla sürdürülmekte ve tahkim edilmektedir. Oysa DP ve Menderes zamanında başta “hazine yardımı domuzluğu” olmak üzere bu ve benzeri millet iradesi, hakkaniyet ve adalet karinesi ile eşitlik ilkesine bütünüyle aykırı “mugayir hiçbir uygulama yoktu!
Devletin tepesinde Demoklesin kılıcı gibi asılı, bölücülük tehdidi; Çok ciddi, hırçın, sert ve saldırgan muhalefete rağmen ihanet şebekeleri ile flört, zaaf, acizlik ve pazarlık gibi derin bir utanç göremezsiniz. Dahası, kimse, ama hiç kimse kadim DP, Menderes ve ekibini “hainlerle görüşme, iştirak ve iş birliği ile” suçlayamaz. Ama günün hükümeti ve iktidar partisi en ağır biçimde şaibe altındadır. İktidarın iltimas, haksızlık, yolsuzluk, hakkaniyet ve hukuk dışı icraatlarına göz yuman, suç, cürüm ve yasa dışılıkları görmezden gelen, bilumum muhalefet de bu iddialar ve iddiacı kesimlerce alenen veya zımnen ihanetle suçlanmaktadır.
Nihayet: DP davasının özü, esas misyonu olan “antiemperyalist ve antisiyonist Türk İnkılâbı geleneğinin” son halkası, varis ve güncel versiyonu olması bu cihetle de asla kabul ve tasvip edilemez. Dahası kadim DP: “Milli Mücadele ve Misak-ı Millici”, tam özgürlükçü, mütekabiliyetçi, Milli Devlet, Milli Hâkimiyet ve Milli hükümranlıktan yanadır.
Ya AKP?!          

 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 52

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

EZELİ DÜŞMANLA RAKS

 
Siz, Drakula kimdir, nedir, bilir misiniz?
Drakula, Ulah (Germen) asıllı prens III. Vlad (Voyvoda)’dır.
Türkleri alçakça-kalleşçe, canlı-canlı kazığa geçirerek veya vücutlarına kazık çakarak katleden; Korumasız bebek, çocuk, ihtiyar ve kadınlara yönelik mezalimi sayesinde adı tarihe “Kazıklı Voyvoda” olarak yazılan, vampirleşen ilk yarasa türüdür. Karanlık Batı ve her batılı ferdin iliklerine kadar sinmiş Türk-İslâm düşmanlığının en iğrenç örneklerinden biri olan III. Vlad Dracula (Tepeş) kara büyü okulu Scholomance'da öğrendiği büyüler sayesinde ölüm'den korunmuş (1431-1476) döneme damgasını vuran terör-tedhiş ve iğrenç suçlarından olsa gerek yaşarken Vampir'e dönüşmüştür. Goethe gibi İblis’e köle olunca dünyayı ele geçirme ve kana bulama sevdasına düşmüş; Fakat, dünyayı bu karanlık, kirli-kanlı el (crna ruka) ve kâbustan Osmanlı kurtarmış ve kafası kesilerek cehennemin dibine havale edilmiştir.
Papa II. Urbanus ve Türk (Müslüman) Kemiklerinden Kilise.
Peki, ya Çek Cumhuriyeti’nde  Sedelik’e giden var mı?
Gittiyseniz “Türk ve Müslüman” kemiklerinden mamul kiliseyi görmüşsünüzdür…
Evet, Çek cumhuriyetinin Sedelik kentinde çok korkunç bir kilise var. Adına Kilise denilen bu şeytan tapınağının inşaat malzemesi ne tahta, ne taş ve beton, ne de demir, Tapınak tepeden-temele Türk (Müslüman) kanı ve kemiklerinden mamul.... 1218'lerin sapık papa’sı II. Urbanus haçlı savaşlarında öldürülen Müslüman naaşlarını gurur ve övünme aracı olarak Sedelik’e getirtmiş ve kemiklerinden kilise inşasını emretmiş. Papa’nın isteği üzerine 40.000 Türk’ün mübarek kemikleri derdest edilerek, bu menfur (kirli-kanlı, vahşi ve insanlık dışı yaratığın) emri yerine getirilmiş. Bu iki örnek, Müslümanlara hayâsızca saldıran ve ‘terörist’ diye iftira eden AB ironisi, iblis damarı, kanı-kimyası bozuk haçlı zihniyetinin gerçek yüzü ve tarihi hakikatini açıklayıp, “bizdeki mukallit, gaflet, hıyanet ve dalalet erbabına” hatırlatmak içindir. Tarihleri kan-kâbus, terör-tedhiş ve lânetle kazınmış sürülere medeni denilemez.
ŞOK RAPOR:
"Ermeniler 2 milyon Osmanlı'yı öldürdü" (ABD, 22 June 2009)
ABD Başkanı Ronald Reagan’ın hukuk danışmanlığını yapan Bruce Fein, sözde Ermeni soykırımı iddialarını değerlendirdi ve Ermenilerin bu iddialarının son derece asılsız olduğunu belirterek: “Reagan’ın başkan olduğu 1981’de bu konu, Beyaz Saray tarafından araştırıldı. Sonuçta Ermenilerin 2 milyon Müslüman Osmanlı’yı katlettiği ortaya çıktı. Ermeni iddialarının asılsız olduğu belgelendi. Bu nedenle Ermeniler, kendi arşivlerini açmıyor, çünkü bu gerçeğin ortaya çıkmasından korkuyorlar…” dedi ve açıklamalarını şöyle sürdürdü:
“Osmanlı İmparatorluğu’nun azınlıklara karşı ‘müthiş’ sayılabilecek bir hoşgörü, özen ve özveri gösterdiği gerçeğini unutmamak gerekir. Azınlıklar, kendi dini özgürlüklerini ve hayatlarını son derece rahat bir şekilde sürdürdü. Ermeni terör çeteleri I. Dünya Savaşı sırasında Fransa ve Rusya ile birlikte Osmanlıları öldürdü. Bu rakamın 2 milyon civarında olduğu bir gerçek olarak belgelendi. Ermeni kayıplarının ise 500 bin civarında olduğu aynı araştırmalarla kanıtlandı. Ancak burada asıl önemli konu, Ermenilerin ihanetidir. Osmanlı da kendisini savundu. Özellikle ABD’de yaşayan Ermeniler, soykırım yalanı ile büyük getiri sağlıyor. ABD yönetimi de büyük paralar döndüğü için Ermenileri karşısına almak istemiyor. Ermeniler ısrarla kendi arşivlerini açmıyor. Çünkü yıllardır soykırım yalanı ile dönen getirimi kaybetmek istemiyorlar. Arşivler açıldığı anda gerçek ortaya çıkacak.”
Mesele şu ki; Hiç kimse, kiminle dans ettiğinin farkında bile değil. Ülkemizde 7 yıldır vahim bir ‘bilinç kaybı ve milli şuur erozyonu’ yaşanıyor. Elli yıldır gaflet, dalâlet ve hıyanet hâkim! Bu nedenle “açılım” namına sahneye konulanların vahşi, alçak, hain ve kalleş batı’nın ‘Türk açılımı’, namı diğer ‘Şark Mesele’sinden’ başka bir şey olmadığı idrak edilemiyor!...
Yani yönetim, gaflet-dalalet ve hıyanet içinde değilse, Yunan Temyiz Mahkemesinin Kıbrıs kararı ile ABD’den mezkür belgeyi alsın ve müzakere masalarına koysun bakalım.
 
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com 

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 53

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

FENA MI? YOKSA! İYİ Mİ OLDU?

 
Şu sıralar kamuoyunda tartışılan pek çok konu var.
Bir bölümü topluma zoraki dayatılan ve illâ gündemde tutulmak istenen Ümraniye soruşturması veya Ergenekon adı ile müsemma kâbus gibi korkunç, muğlâk ve muamma kavramlar ve karanlık iddialarla dolu, sebep ve sonuç ilişkisi kördüğüme dönmüş, gizem yüklü, garip ve enteresan bir süreç... Allah sonunu hayırlara vesile kılar, adalet ve hukuk tecelli eder inşallah.
Ancak, siz kopartılan vaveylaya bakmayın aslında bu halkı fazla ilgilendirmiyor. Gerçek gündemde daha ciddi, ağırlıklı ve önemli konular var.
Açlık, yokluk, yoksulluk, fahiş düzeyde pahalılık, zenginlikle fakirlik, sanal enflâsyonla gerçek enflâsyon arasında derinleşen uçurum, yalan-talan, kayıt-kapsam dışılık, yolsuzluk ve suiistimaller gibi meselâ.
Her ne hikmetse malum ve mel’un akredite medyanın iştigal alanı dışında bunlar.
İnsan hakları derneklerinin ve (maalesef) bunları insanlık suçu olarak kabul ve telakki etmeyen, failleri hakkında işlem yapmayan Cumhuriyet Savcılarının da hiç umurunda değil.Amma! Halk arasında “Milli Kahraman” olarak anılan, dünyanın ilk ve tek “Bilinç Üniversitesi” ni kuran Galip Baran bütün bu konuların sanki tek ve yegâne sahibi.S.Demirel’den A.Gül’e kadar son üç Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar ve vekillere aşağıda özetlenen mealde sürekli mektuplar yazmış. Halkın ıstırap ve şikâyetlerini iletmiş. Alternatif projeler ve çözüm yollarını bildirmiş. Yıllar süren “sarsılmaz irade, inanç, güven ve kararlılıkla verdiği” mücadele sonuç vermeyince bir açıklama gereği duyuyor.
Açıklama şöyle: “Başbakan, Bakanlar ve millet-vekilleri hariç sadece son üç Cumhurbaşkanına “devlete sahip çıkmaları” ve bizim ‘okul dışı eğitim’ çalışmalarımızda öğrenerek halka öğrettiğimiz gibi; Görevlerini tedvir ettikleri (etmekte oldukları) yıllarda karşılaştıkları sorunları yenmeleri, üstesinden gelmeleri ve zorlukları aşabilmeleri için ilim-fikir, öneri ve bilimsel proje içeren; Süleyman Demirel’e 3, Ahmet Necdet Sezer’e 10 ve Abdullah Gül’e 1 olmak üzere toplam: 14 dosya göndermek suretiyle başvurdum.
Ama maalesef “derde deva” bir sonuç alamadım.
Yerimde olsaydınız, siz ne yapardınız? Ben onların yerinde olsaydım, en azından Galip Baran’ı köşke çağırır, yüz yüze konuşurdum. Sanırım, çok da iyi olurdu... Bunu gören, onlarca, belki yüzlerce insan; “Seni, Cumhur-başkanı bile ciddiye almıyor” demez, beni yalnız bırakmaz ve ‘devlete sahip çıkma bilinci çığ gibi büyürdü’. Belki onları görenler de benzer çalışmalar başlatır bana “senin gibilerin sayısı çoğalmalı” diyenler, ne kadar artış kaydedip çoğaldığımızı görürlerdi. Fena mı, yoksa iyi mi oldu?
Yerimde olmadınız, yardımcı da olamadınız. Vekil de seçmediniz!
Sonuçta benim gibilerin sayısı çoğalmadı. Ama ben, “ölünceye kadar” diyerek sevgili halkıma bağımsız Milletvekili adayı iken taahhüt ettiğim: Her kavşağa bir Galip, (Sabah, 16.12.1997) “okul dışı eğitim” çalışmalarımızı tek başıma da olsa sürdürüyorum. Fena mı, yoksa iyi mi oldu?
Şu da var ki, beni ciddiye almamanızın, destek vermemenizin ve yalnız kalışımın yol açtığı motivasyondan olacak, insan davranışlarını araştırdım. Bu sayede “bilinç” konusunda uzmanlaştım. Bilinç bağımlısı oldum. Sonuçta bir “Bilinç Üniversitesi” kurdum. Fena mı, yoksa iyi mi oldu?
“Yönetimi denetleme ve devlete sahip çıkma” yı böylesine önemsememden olacak “yasa bağımlısı” da oldum. Devlete herkesten daha çok sahip çıkmağa başladım. Fena mı oldu, iyi mi oldu?” diyor ve soruyor: Galip BARAN: “Peki, siz, şimdi ne yapıyorsunuz?”
Halinizden, hayatınızdan, hal-vaziyet, durum ve gidişattan memnun musunuz?
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com 

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 54

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

GANDİ’YE KULAK VERMEK

 
            "Şiddet göstermemek, benim inancımın birinci maddesi; aynı zamanda o, itikadımın da son maddesidir." diyen Hintli pasifist siyaset bilimci düşünce adamı Mahatma Ghandhi; (*)  İngiliz sömürgeciliğine karşı Hint milli hareketinin, 1919 -1948 dönemi en önemli lideridir.
İnanç ve ideolojik temellerini, şiddet karşıtlığı, sivil itaatsizlik, pasifizm, uzlaşmacılık, çilecilik, Asya milliyetçiliği, Hinduizm’in dinsel mistik öğeleri, dinlere saygı, insani boyut, bilgelik ve barış düşmanı teknoloji (ilâh, silâh ve ilâç ticareti) karşıtlığı oluşturur.
İNANÇ VE İDEOLOJİSİ’NİN TEMEL İLKELERİ:
Önce önemsemezler, sonra gülerler, sonra kıskanırlar, en sonunda ise yenilirler.. .
Adaletsiz rejimi, adaletle yıkınız. Alkışlar önüne kansız elle çıkınız.
Basit yaşa ki, başkaları da var olabilsin.
Bir insanı, ancak gerçekten uyuyorsa uyandırmak mümkündür. Ama eğer uyumuyor da uyku taklidi yapıyorsa, dünyanın bütün gayretlerini sarf etseniz, nafiledir.
Bizi yok edecekler şunlardır: İlkesiz siyaset; vicdanı sollayan eğlence; çalışmadan zenginlik; bilgili ama karaktersiz insanlar; ahlâktan yoksun bir iş dünyası; insan sevgisini alt plana itmiş bilim; özveriden yoksun bir din anlayışı…
Bu dünyada öylesi aç yaşayan insanlar var ki, Tanrı onlara ancak bir somun ekmek suretinde görünebilir.
Dinler aynı noktada birleşen farklı yollardır.
Aynı amaca ulaşacak olduktan sonra ayrı yollar seçmemizin ne önemi olabilir?
Dünyada görmek istediğiniz değişikliğin kendisi siz olun..
Düşünceye gem vurmak, zihne gem vurmak gibidir. Bu ise rüzgârı zapt etmekten de zordur. Düzenli, temiz ve şerefli olabilmek için paraya ihtiyacımız yoktur.
Göze göz, dişe diş düşüncesi bütün dünyayı kör edecek.
Güç fiziki kapasiteden değil, boyun eğmeyen iradeden gelir. Haksızlığa sapıp bütün insanlar seni takip edeceğine, adaletle hareket edip tek başına kal daha iyi.
Her sabah kalktığım zaman kendi kendime şöyle söz veririm: Dünya üzerinde vicdanımdan başka kimseden korkmayacağım. Kimsenin haksızlığına boyun eğmeyeceğim. Adaletsizliği adaletle yıkacağım ve mukavemet etmekte ısrar ederse onu, bütün mevcudiyetimle karşılayacağım.
Keyif zaferde değil; asıl mücadele, girişim ve çekilen ıstıraptadır.
Özgürlük hiçbir zaman "her istediğini yapma izni" anlamı taşımamıştır.
Sevgi dünyadaki en incelikli güçtür. Sevgi her zaman ıstırap çeker, hiçbir zaman ne gücenir ne de intikam almaya çalışır. Sevgi insanlığın, şiddet hayvanlığın kanunudur. Sevginin olduğu yerde hayat vardır.
Sıkılmış yumruklarla el sıkışamazsınız.
Siz kendi elinizle teslim etmedikçe, kimse kendinize olan saygınızı elinizden alamaz.
Söylediklerinize dikkat edin; düşüncelere dönüşür; düşüncelerinize dikkat edin; duygularınıza dönüşür; duygularınıza dikkat edin, davranışlarınıza dönüşür; davranışlarınıza dikkat edin; alışkanlıklarınıza dönüşür; alışkanlıklarınıza dikkat edin, değerlerinize dönüşür; değerlerinize dikkat edin, karakterinize; karakterinize dikkat edin, kaderinize dönüşür.
Şiddet karşıtlığının ürettiği güç kesinlikle insan yeteneğinin icat ettiği tüm silahlardan gücünden üstündür.
Tanrı dualarımızı bize göre değil, kendi yöntemine göre yanıtlar.
Toplum hayatı için bireysel özgürlük ve bağımsızlık şarttır.
Toprağı kazıp onu işlemeyi unutmak, kendimizi unutmak demektir.
Zayıf insanlar affedemezler. Affetmek güçlülere has bir özelliktir.
(*) 1869 yılında doğdu. 30 Ocak 1948’de radikal milliyetçi bir Hintli tarafından öldürüldü. 

 

 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com 

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 55

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

GERÇEK GÜNDEM

 
Sorumlu vatandaş, yasa bağımlısı Galip Baran’ın yakınmalarını dün bu sütunlarda okudunuz. Orada, gerçek gündemi, insan-birey ve vatandaş bağlamında yaşanan gerçek karşısında yapılması gerekeni her halde anladık, apaçık gördük ve algıladık.
Zira devlet bizim. Türkiye de Türkçe yayınlanan yabancı kaynaklı kartel medyasının aksine; Milli devlet ve milli mücadele banisi, “özgür, adil, hür, hâkim ve hükümran Türkiye” yanlısı yerel basın, bölge basını ve internet gazetelerinin halkın gönül hanesine seslenen, aklına hitap eden sorunsal şu: Milletin kahir ekseriyeti mahvolmuş bir haldedir.
İltimas tek geçer akçe. Rüşvetsiz iş ve ihale alınamıyor. Avantasız iş yapılmıyor.
Yolsuzluk gasp, suiistimal had safhada, ülke baştanbaşa, tam bir sorumsuzluk, basiretsizlik ve aymazlıkla AB sevdası uğruna dipten düze yağmalanıyor.
Osmanlı’nın son yıllarında da durum aynı değil mi idi?
Eğitim amacını yitirdi, yönetim kalitesi tabana vurdu..Koca koca üniversiteler tahsilli hırsız, yolsuz, çete-mafya, anarşist-terörist ve tedhiş elemanları üretiyor. Sanki ülkede alim ve akil adam kalmamış gibi, AB ve ABD’den, Büyük Atatürk’ün şiddetle men ve reddettiği batıdan, kötü batılıdan medet umuluyor. Büyük bir onur kaybı bu.
Oysa ilim evrenseldir. Müminin yitik malıdır. Nerede bulursa almalı, halkı için kendi ülkesinde, öz insanı yararına hayata geçirmelidir. Binlerce yıllık Türk medeniyeti ve “Medeni Siyaset” geleneği bunu gerektirir. ‘Gelin yapın, gelin alın” demeyi değil!
Bu basitliktir. Acizliktir. Basiret ve beka noksanlığından ileri gelir.
Adalet ahlâkı, hukuk ilkeleri, siyaset ve yönetim bilimine aykırıdır.
Şimdi akıllı, imanlı-şuurlu, milliyetçi-memleketçi ve bilinçli olmak zamanıdır.
Bakınız karşımızda yer alan dost, müttefik ve müşterek maskeli haydutlara, ne kadar bencil, çıkarcı, menfaatperest ve emperyalistler. Cumhuriyet bunlara karşı kurulmadı mı?
Devlet halk ile kaim ve millet iradesi ile daim denilmedi mi? Yoksa şu zamanın mesulü vekil ve vükelânın okuma yazması da mı yoktur. Yahut bu, anlama, algılama kabiliyetsizliği mi?
Başta Atatürk olmak üzere, kimse medeni devletlerle ilişki kurmayın ticaret yapmayın, dünya devleti olmayın demedi. Aksine eşitlik-mütekabiliyet kaydı şartıyla bunu teşvik ettiler.
NE AB’Sİ KARDEŞİM !...
Milletin sırtına yük, ağırlık, borç ve sıkıntı getirecek, getirdiğinden çok daha fazlasını götürecek bir sömürü düzeninde bu ülke ve halkın işi ne? Daha şimdiden millet batmış. Esnaf ve zanaatkâr çökmüş. Tarım-toprak, ziraat bitmiş. İşsizlik, açlık, yokluk-yoksulluk almış yürümüş. Yalan-talan, yolsuzluk-suiistimal, nitelikli dolandırıcılık, görev ihmali, anarşi-terör-tedhiş olabildiğince büyümüş. İşte tefessüh etmiş batıdan ithal kültürün eseri bu..
Ümraniye iddianamesi açıklandı. Şapka düştü kel göründü. Darbe faili zanlılarla demokrasi havarileri birbirine karıştı. Dillerde dolaşan isimlerin % 90’ı dışarıda medya sahibi, eski bakan, vekil, büyük iş (!) adamı, hatırlı-nüfuzlu, muteber yurttaş rolünde! Karşımıza bir ördüğüm çıkmış durumda. Allahtan korkmadan, milletten utanmadan Ergenekon adıyla tanımlanan organizasyonda anarşi-terör-tedhiş zanlılarından, kıdemli mason, misyoner, dönme-devşirme, koza ve kriptolara kadar her melânet var. Bu ne iş? Mesele vatan kurtaran Şaban komedisine dönüştü. Olay: Tam teşekküllü “temiz eller” operasyonunu zorunlu kılıyor.
Ey Hükümet, Yargı yahut Yasama! Yapın artık şu “TEMİZ ELLER” Operasyonu’nu daha ne bekliyorsunuz? Sanki başka çare mi var? Elbette yok.
Abdullah Gül, Recep Tayip, bakanları ve partisine sorarlar:
“Yoksa bir korkunuz, çekinceniz, karanlık maziniz ve meş-um bağlantılarınız mı var? Hüküm, hikmet ve adaletle ifa edemediğiniz ‘yürütme’ bu kadar tatlı, kârlı, kazançlı, cazip ve dayanılmaz mı geliyor. Şart mı? Bunca şaibe altında parlamenter kalmanız?
Açın adalet ve hukukun önünü, çözün Cumhuriyet Savcılarının elini.
Beklenen ve istenen: Adaletin tecelli-i ve “Hukuk Devletinin” avdetidir o kadar.
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com 

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

56

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

GEZİ PARKI EYLEMLERİ !

 
Önce; Devletin, hükümetin, bütün kurum ve kuruluşları ile kamunun sahibi ve Türkiye Cumhuriyeti Tapusunun asaleten maliki; Sevgili ve değerli halkımızı aydınlatmak amacıyla bir girizgâh, ön açıklama yapalım:  Nedir bu kıyametin ve şeametin kaynağı gezi parkı?...
Gezi Parkı, İstanbul'un Beyoğlu İlçesi'nde, Taksim Meydanı'nın kuzeydoğusunda ve Cumhuriyet, Asker Ocağı ile Mete caddeleri arasında yer almakta.
Burada 1806 yılında Halil Paşa Topçu Kışlası yapıldı. 31 Mart Olaylarının (1909) odağı oldu. 1922’de Stad’a çevrildi. 
Milli Takımın ilk resmi futbol maçı Romanya ile, bu statta 26 Ekim 1923'de oynandı. Maç 2-2 berabere sonuçlandı. Şehircilik uzmanı Henri Prost tarafından hazırlanan imar planı uyarı mimari ve tarihi açıdan önemine rağmen kışla, 1940’da İstanbul Valisi Lütfi Kırdar’ca istimlâk edilerek yıkıldı ve İstanbul’un Cumhuriyet döneminde yapılan ilk parkı oldu. Günün son derece sınırlı imkânları ile çok güzel tanzim edildi; ağaçlar, yeşillik ve çiçeklerle bezendi. Mermer parmaklıklı merdivenler, Boğaziçi'ne bakan oturma mekânları, sağlam, zarif banklar, bakımlı çim sahaları, Gezi'yi cazibe merkezi haline getirdi. 1944'te dönemin Cumhurbaşkanı İnönü'nün at üzerindeki heykelinin kaidesi inşa edildi. Ancak heykel hiçbir zaman dikilemedi. 1950'de DP iktidara geldikten sonra da, atlı heykel uzun süre bir depoda bekletildi. Sonunda kaide söküldü. Heykel buraya değil, Maçka'daki Taşlık Parkı'na dikildi.
Buna rağmen Gezi Parkı uzun bir süre "İnönü Gezisi" olarak adlandırıldı.
Kışlanın yıkılmasından sonra, çevre otellerine tahsis edilen alanlar; peşkeşler ve yerel düzenlemeler ile park alanı çok küçüldü. Buna rağmen şehir merkezinde önemli bir dinlenme yeri olmasına rağmen müteakip düzenlemelerle değişti. 38.000 m² alan’a sahip Gezi Parkı, 1991 - 92 arasında revize edildi. Dikdörtgen planlı parkın ortasına fıskiyeli büyük bir havuz inşa edildi. Park altı Cumhuriyet Caddesi tarafına, kot farkından yararlanılarak dükkân, kafe ve bir sanat galerisinin bulunduğu kapalı mekânlar inşa edilerek 1967'de bugünkü halini aldı...
İşte, parkın öz geçmişine dair bütün hikâye bundan ibaret... Şimdi günümüze gelelim:
28 Mayıs 2013 günü, Taksim Yayalaştırma Projesi kapsamında Parkın bir duvarının yıkılmaya başlanması ve bazı ağaçların taşınması üzerine; Gezi Parkı’na gelen çevre sakinleri tarafından protesto gösterileri başladı. Buna mukabil Polis eyleme müdahale etti. Ardından bu parkta başlayan eylemler, iktidara karşı ülke çapında protesto gösterilerine dönüştü.
 PEKİ MESELE NEDİR?..
            1. Mesele: Başta, 2011’den bu yana yargı ve eylem bazında süren; Ankara-Çankaya 100. Yıl Birlik Parkını rant alanına dönüştürme girişimi olmak üzere; AOÇ yağması, ilk, orta ve lise bina ve bahçelerinin satışı; 2B yağması; Dünyanın en güzel en temiz sahillerinin, imar ve inşa yasağı hiçe sayılarak adeta peşkeş çekilmesi; 
Çoğunluğu yabancılar tarafından kurulan turistik tesis ve sanayi işletmelerin kimyasal atık, lâğım ve sair pisliklerin denize akıtılmasına göz yumulması; Verimli alanların iskâna açılması, ovalara sanayi siteleri, fabrika kurulması; Konya’nın Ereğli İlçesinin, yeşil bir cennetten, korkunç bir kum cehennemine dönüştürülmesi gibi çok büyük suçların müsebbibidir AKP. Ayrıca, HES ve mümasil rant odaklı spekülâtif projelerle yol açılan çevre felâketleri saymakla bitmez. Bunun bir de; Bastırılan enflâsyon, piyasa anarşisi, gasp-irtikap bankacılığı, fahiş fiyat, kamu zararına keyfi özelleştirmeler ve arada yapılan “torba/paket” düzenlemeleri ile “resmi, insan hakları, eşitlik ve adalete dayalı” hukuk devletinde yaratılan büyük tahribatlar... Muhalefetin yokluğunda tam bir felâket…
            2. Mesele: Haksızlığa uğrayan kişi, kurum ve kitleler için “hak aramak”: Anayasa ve kanunların gösterdiği yolda; Hukukun içinde kalmak ve başka insanlar ile kamusal alana asla zarar vermemek kaydı şartıyla meşru bir hak; Hatayı telâfi, hakkı iade, zararı tazmin ise kamu adına hükümetin zorunlu görevidir. Şu kadar ki: Terör, tedhiş, hasar, zarar ve saldırı suçtur…
            3. Mesele: Hak eylemi, grev, protesto ve gösterilerde emniyet, huzur, disiplin, düzen ve intizamı sağlamak; Muhtemel taşkınlıklara karşı önceden tedbir almak ve provokatörleri izole ederek güvenliği sağlamak hükümetin görevidir. Hükümet bunu da başaramamıştır...

 

 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com 

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 57

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

GLADYO-OLİGARK, BARONLAR ve HÜKÜMET

 
Bilindiği üzere Gladyo, Oligark ve Baronlar uluslar arası mafya kuruluşları, organize çete, yerel mafya ve ülkede faaliyet gösteren bilumum kirli-karanlık, menfur işlerle iştigal suç örgütlerinin tartışmasız sahibi, hamisi ve enternasyonal uzantılarıdırlar. Menşei her ne olursa olsun, ülkemizde yaşanan bütün adaletsizlik, hukuksuzluk, rüşvet-iltimas, hak gaspı, yasa dışı edinim, hırsızlık ve yolsuzluğun yuvalandığı lâğım kanalının karanlık kapısı sonunda bunlara çıkar. Diğer bir anlamda milli devlet düşmanı, siyaset simsarı ve din tüccarı kesimlerin hamisi de bunlardır, anası da, babası da… Anarşi, terör, tedhiş ve menfur tehditlerin de…
Halka ve ülkeye Allah rızası için hizmet sevdası için çırpınan namuslu insanların, fazilet anlamında siyaset, meşru ve yasal hükümetlerin de baş belası bunlardır.
Bilumum kirli, karanlık, insanlık aleyhine, menfur ve meş’um işlerin hamisi de…
Burada çok yakın tarihli bir itiraftan yola çıkarak konuyu derinleştirmek istiyorum:
AKP’nin (!) Ankara Büyük Şehir belediye başkanı Melih Gökçek 19 Şubat 2009 günü konuk olduğu bir programda; “Gladyo ile mücadele ediyoruz. Ne pahasına olursa olsun iki büyük şehirden birini alarak AKP’yi sarsmak ve 29 Mart’tan sonra erken seçime zorlamak istiyorlar” kabilinden bir lâf etti. Melih’in karşısına dikilmiş 8-10 sorgucu, bu çok ciddi ifade veya itirafı önemsemedi, ciddiye alıp üzerinde bile durmadılar..
Aslında benzer sözler AKP kurmayları tarafından 6 yıldır söylenip durmakta.
Meselâ, Adalet Bakanı iken Cemil Çiçek’in “Hükümet olmak yetmiyor. Size, halka söz verip vaat ettiklerinizi yaptırmıyorlar… Çoğu kez eliniz kolunuz bağlanıyor” demişti. Bu ve buna benzer olmak üzere TBMM kürsüsü, özel ortam ve medya önünde ‘tıpkı bir itiraf ve halka şikâyet (acz-sızlanma) gibi’ söylenmiş yüzlerce yakınma var.
Bu minvalde en komik örnek Yıldırım Akbulut zamanında yaşandı.
Gönüllü Kültür Teşekkülleri Birliği’nin Kocatepe Konferans Salonunda yapılan bir toplantısındayız. Küsüde Başbakan Yıldırım Akbulut, ben de İKO Genel Başkanı ve delege sıfatıyla orada bulunuyorum. Devlet ricalinin ekseriyeti ve bakanların yarısından fazlası da orada.. Sayın Akbulut hükümet işlerinden ve önü alınamayan ülke sorunlarından öylesine sızlandı, yakındı, şikâyetlendi ki, dayanamadım ve ayağa kalkarak doğrudan bir soru sordum:
- Sayın konuşmacı, ülke sorunlarını büyük vukufla ve fakat derin bir yakınma ile dile getiriyorsunuz. Bu iyi. Fakat burada bir hususun açıklığa kavuşması gerek!...
- Nedir o?...
- Bu elim safahat sürecinde ‘acaba’ başbakan ne yapmaktadır?
Akbulut hiç tereddüt etmeden derhal cevap verdi:
- BEN BAŞBAKAN’M!....
Bu konuşma, her ne kadar salonda gülüşme, söyleşme, sitemkâr alkışlar ve Akbulut’un fark edilir biçimde şaşkınlık, mahcubiyet ve kızarmasına neden oldu ise de maksadına ulaştı.
Başkaca diyecek söz bulamayan Akbulut, bir yandan notlarını toparlayıp, acele hazır olanları selamlayıp kürsüden indi.
O sırada Manisa (eski) Milletvekili Vehbi SINMAZ; “Şikâyet zayıflıktır” diyordu…
DEMEM O Kİ;
İcranın şikâyet, yakınma ve sızlanmaya hakkı yoktur. Hükümet, hükmetmektir.
Yürütmenin miyarı (ölçüsü) adalet, hakkaniyet ve hukuktur. Hüküm adalet iledir.
Adalet, Atatürk ilkeleri, Türk İnkılâbı, Kurucu Unsur, Anayasa ve Kanun esaslarıdır.
Melih veya bir başkası ‘gladyo baronlarına karşı mücadele veriyoruz” derse, adama sorarlar: “Eğer bu devlette hükümet (yürütme) yasama ve yargı varsa, gladyo ve baronlar niye var?, hükümet adalet, hukuk ve hakkaniyetle hükmediyorsa, ortalık neden zanlı, suçlu ve suç örgütleriyle dolu?, bütün güç, kurum ve kuruluşlarıyla devlet, (hükümet) anarşi, terör, tedhiş, organize çete ve diğer hırsız-yolsuz güruhun üstüne gidemiyorsa; Ya acz içinde zaafla malül veya “tencere dibin kara, seninki benden kara” misal ‘kendinden yana’ çekinceleri var demek değil midir? Üstelik ‘herkese lâzım olan adalet’ niçin? Suçlular üzerinde Demokles’in kılıcı, namuslu, dürüst, onurlu-sorumlu yurttaşlar için himmet ve hamiyet olarak var edilmez? .
Örneğin: Kemal Kılıçdaroğlu'nun ortaya çıkardığı ve AKP genel başkan yardımcısı Şaban Dişli'nin istifasıyla sonuçlanan 'anlaşma', diğeri Vatan Gazetesi'nin ortaya çıkardığı ve CHP Genel Sekreter Yardımcısı Mehmet Sevigen'e ait 'anlaşma' ve Sevigen’in istifası..
Ya sonrası?
Bunlar yargılandı mı? Sorgulandı mı? Vekil sıfatları ellerinden alındı mı?
Hayır, hayır… Peki, neden ve niçin?
Hiç ‘kürsü masuniyetini’ aşan dokunulmazlık olur mu?
Asil’in kullanamadığı bir yetki, nasıl olur da vekil’e verilebilir?
Üstelik, milletvekili istifasının ‘genel kurul onayına’ bağlı olması ne garabet!..
Asil’in istifası tek taraflı bir kurum iken!...
Bu bağlamda tam bir iftira, itiraf, fesat, hesaplaşma kampanyasına dönen seçim sath-ı maili!.. Ya tam da bu ortama denk gelen ve Türkiye’yi teğet geçtiği iddia olunan küresel kriz? Gün be gün bir aile faciası, cinnet, intihar, soygun-vurgun ve yolsuzluk haberleriyle tırmanan gerilim.. Zenginler ve fakirler arasında giderek büyüyen uçurum.. Devasa boyutlara varan yolsuzluk, onursuzluk ve soysuzluk ekonomisi.. Eşitlik, hak, adalet ve tam rekabet ilkelerine aykırı takipsiz, denetimsiz, serbest (!) piyasa ekonomisi… Gelişmelere paralel giderek artan cehalet, yoksulluk, halkı iliklerine kadar sömüren (tam gaz giden) yolsuzluk, fahiş piyasa, hırs ve ihtirasa ne demeli? Ortalık kene, sülük, bit-pire, vampir, domuz ve akrep kaynıyor.
Müthiş bir gelir adaletsizliği, maaş-ücret düşüklüğü, onur kırıcı-insanlık dışı sefalet, fakrü zaruret ve milletin % 95’inin yaşadığı garip guraba hali neden? Devletin tapusu fert, fert bu milletin nüfus kâğıdı değil mi? Yoksa nedir?
İşte bunun sebebi; Yukarda bahse konu baronlar, koza, kripto, oligark ve gladyo…
Peki, Allah aşkına hani ‘hükmeden güç’ yani, hükümet nerede?
Dağda eşkıya kol geziyor, Mehmetçik kalleşçe kurşunlanıyor; Ordu nerede?
Allahın günü evler, iş hanları, dükkânlar ve mağazalar soyuluyor; Şehirlerde anarşi, terör, tedhiş, baskı, zulüm ve işkence kol geziyor, taciz-tecavüz diz boyu; Polis nerede?
Siyaset şirketleri ‘millet iradesinin’ yerine kendilerini koyup aday belirliyor; Köşe başlarını tutan ve Belediyelerde yuvalanan amansız şehir eşkıyaları vatandaşları fahiş fiyat, fahiş kâr, rüşvet-iltimas, ayırma-kayırma, yandaş-yoldaş saltanatı, görevi kötüye kullanma, ihmal ve suiistimalle Ermeni, Yunan veya Rum’un değil, ‘kendi öz milletinin’ milletin anasını ağlatıyor; Anayasanın amir hükmü ve Cumhuriyetin çimentosu adalet ve hukuk ilkelerine rağmen birileri ortaya çıkıp: Kürtçe anadil olarak okutulsun, TBMM ve devlet dairelerinde konuşulsun; Ermenilerden özü dilensin ve soykırım (yalanı-iftirası) tanınsın… diyebiliyor!..
SORUYORUZ: Adalet ve Hukuk nerede?
Memlekette hikmetle/adaletle hükmeden meşru bir hükümet varsa, oligark, gladyo ve baronların (gladyatörlerin) ne işi var? Bence mesele çok vahim ve derindir. Topyekün acil bir temizlik, aklanma, ayıklanma, toplumsal bir yüzleşme ve hesaplaşma zorunlu hale gelmiştir.
Bu vebal ve sorumluluk mevcut partilerin tamamına aittir.
Biline ki, esas suçlu, zorunlu hale gelen bu ayıklanma, arınma ve ulusal temizlikten kaçan ve kıvırtandır. Herkes tez elden evinin önünü süpürmeli, eteklerindeki taşı dökmeli ve hiç olmazsa bu seçim sath-ı mailinde bu yüzleşme ve hesaplaşma gerçekleştirilerek bütün bataklıklar kurutulmalıdır. Yanlış anlaşılmasın. Lâğım üzerine ‘BEYAZ SAYFA’ değil!...
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com 

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

  58

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

GO HOME AMERİKA,HINAUS AB

 
Merak edenler için açıklıyorum: Makale başlığımız “Avrupa (AB) dışarı” ve “Enine Dön Amerika” anlamına gelmektedir.
Peki neden böyle bir başlık ? Açıklayayım.
Türkiye Cumhuriyeti’nin AB ile yakınlaşması üzerinden takriben 60; AB’ye katılma ve ciddi anlamda entegrasyon sürecinin başlamasının üzerinden de (1963-2007) tam 44 sene geçti. Bu zaman zarfında çok hükümetler görüldü. Koalisyonlar geldi geçti.
Sözde kalkınma, gelişme ve “muasır medeniyet seviyesine ulaşma” yolunda mesafeler alındı. Veya alındığı sanıldı. Millet ne anlasın ki. Hükümetler öyle dedi. Bizde öyle sandık !..
Ta ki, 30.08.2006 tarihinde Orgeneral Yaşar Büyükanıt, Genelkurmay Başkanlığı görevini devralana kadar. Genelkurmay Başkanı Büyükanıt bu vesile ile yaptığı açıklama ve değerlendirmede:
“Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en ağır tehditler içeren döneminden geçmektedir” deyinceye kadar.
Aslında bu değerlendirme sadece Genelkurmay Başkanı ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin değil, Türk Milletinin büyük kesimlerinin yerleşik kanaatidir. Devletin varlığı ve milletin bölünmezliğine yönelik mevcut hayati tehdidi tek başına yaratan sadece bu iktidar değildir.
Hayati tehdit büyük bir sürecin sonunda oluşmuştur.
Şu anda sadece süreç hızlanmış bulunmaktadır, o kadar.
2007 yılı sonlarına doğru yayınlanan “AB Raporu” ile dünkü Brüksel bildirisi dikkatle incelendiği vakit görülecektir ki: Mevcut iktidarın izlediği politikalar Mustafa Kemal Atatürk ün “gaflet, delalet ve hatta hıyanet diye nitelendirdiği” yanlış politikalar olup, birçok noktada iktidar önderlerinin kişisel-siyasal ve partisel menfaatlerini, yabancı güçlerin menfaatleri ile birleştirdiği görülmektedir.
Bu anlam ve bağlamda Türkiye, hayati tehdit sürecinin zirvesine gelmiş olmaktadır.
Türkiye’ ye yönelik olarak zirveye ulaşmış tehditleri temel olarak dört başlık altında toplamak mümkündür.
Bunlar sırası ile:
İç politik tehditler,
Dış politik tehditler,
Ekonomik tehditler, (ve)
Toplumsal tehditlerdir.
Bu tehdit ve tehlikelerin başlıca kaynağı ve dayanağı ise: AB ve ABD’dir.
Sürdürülen politikaların Türkiye için oluşturduğu hayati tehdidin değişik boyutlarını şu şekilde açıklayabiliriz:
1. Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasal düzeni ve Türk Milleti menfaatleri açısından oluşan kaos. Milli Devlet yapısına muhalif konum ve Milli Devlet yapısından çok etnikli ve federal devlet yapısına dönüşmeyi hedefleyen bir strateji.
2. Dış politikada Türkiye çok boyutlu bir çöküş dönemine sürüklenmiştir. AB tam üyeliği süreci AKP den Önce 57. hükümetin attığı adımlarla Türkiye’nin menfaatleri aleyhine raylar üzerine oturtulmuştu. 57. hükümet döneminde AB tam üyelik sürecinin hızlanmasının nedeni, tarihin çöplüğüne gittiğini fark eden bir lider ve siyasi parti’ nin Anap’ın oylarını arttırmak için Türk toplumunu AB taraftarları ve karşıtları olarak ikiye bölerek AB taraftarlarının oyları ile meclise girme çabasıdır. Bu yolda çok yanlış yapılmıştır.
3. Ekonomik Tehditler had safhaya ulaşmış bulunmaktadır. Millet perişan haldedir.
4. Sözde, anarşi-terör ve tedhiş örgütünü kınayan ve yasa dışı ilân eden AB, bunların elebaşılarına AB Parlâmentosunda söz hakkı vermiştir. Bu, tam bir iki yüzlülük, kirli oyun ve çifte standarttır. Şimdi, onurlu-erdemli ve basirete kalan tek şey:
“Avrupa Dışarı ve ABD evine dön” demekten başka bir şey değildir.
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com 

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

  59 

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 HÂL VE GİDİŞ; İLİM VE AMEL!..

 
Önce şunu belirtmek ve altını özenle çizmek gerekir ki:
İnsan bizatihi devlettir. Devlet insan için vardır.
Devlet’in; dönemsel (çağdaş) medeni ve modern ihtiyaçlar doğrultusunda var edilen kurumlarının oluş nedeni: Namuslu, dürüst, akılcı, makul, mantıklı bir düzlemde (ilke, onur ve sorumlulukla) hizmet üretmektir.
Üretim: Bilimin ve bilincin sabit normları (ilmi disiplinler) çerçevesinde zorunlu kamu ihtiyacı, yani iç, varsa dış talebi karşılayacak biçimde ‘sürdürülebilir’ iktisadi, ilmi, sosyal, kültürel, sağlık, eğitim ve temel ihtiyaçlar düzeyinde imalat, inşaat ve tedarik faaliyetleri…  
Hizmet: Her vatandaşın doğuştan kazandığı hak ve hukuki iktisap gereği İnsanca hayat sürme, adalet ve kanun kavramlarına mümasil/uygun barınma, beslenme, öğrenme, İnanma ve İnandığı gibi yaşama konusunda “eşit hak ve eşit şansa” sahip kılınmasıdır.
Halk, devlet cihazını bu hak’ların teminatı olmak üzere kurmuştur.
En azından bizim “müspet ve gerçek bilim” olarak nitelememiz gereken, İslâm’ın ilk peygamberi Hazreti âdem Atamız ile din’in tek evrensel Peygamberi Hazreti Muhammet Mustafa (sav) arasını kapsayan ve günümüze kadar uzayan süreç için bu ‘realite’ böyledir.
İslâm’ın evrensel (son) peygamberinden 1000 yıl sonra ancak, Kur’an da apaçık beyan edilen ilmi hakikatleri çözmeye-anlamaya ve kavramaya; akabinde de âlimleri ateşe atmaya ve İslâm’ı tahrife koyulan ikiyüzlü, (atamız Osmanlı tarafından medeniyet öğretilen) hayvan altı, primitif vahşi batının bilim diye ortaya attığı saçmalıklara göre değil!... Sonuçta:
“İlim, ilmek ilmektir. İlim kendin bilmektir. 
Sen kendini bilmezsen, bu nice okumaktır?” (Yunus Emre)
Yani, “kendini bilmek, farkında olmak ve mukayese etmek (karşılaştırmalı bilim) ‘ilmi hâl’dir. Bu, çağın deyimi ile bilimsel yaşam biçiminin adı; namuslu-dürüst, ilkeli-onurlu, saygın ve sorumlu ‘bilinçli’ olma halidir. Bu hal’in dışında yer alan geri ve ilkel yaşam tarzı ileri, çağdaş, medeni ve modern toplumlarca asla kabul, tasvip ve tasdik edilemez.
Örneğin: Devlet cihazının bütün memur ve seçilmişleri “insani boyut ve özgür bilim” açısından millet memuru ve halkın hizmetçisidirler. Diğer telâkkiler aynı zamanda insanlık, İslâm ve ilim dışıdır. Dolayısıyla devlette rüşvet, iltimas, hırsızlık, yolsuzluk, görevi ihmal, suiistimal ve kötüye kullanma, ayırma, kayırma, yanlı davranış, haksız edinim, gasp-irtikap, terör-tedhiş ve sair “mutasyona uğramış hayvan altı yaratık” davranışları ile bilimdışı tasarruf şekilleri (özellikle % 99’u Müslüman olan TC’de) ceza, tedip ve terbiyeyi zorunlu kılar.
Bunun için: Her şeye rağmen toplumsal sorumluluk; Bilinçli takip; Canlı Milli hafıza; Diri kamu vicdanı ve paralel (tamamlayıcı-bütünleyici) sağlıklı-güçlü, bağımsız, objektif ve tarafsız adalet cihazı zarurettir. Yoksa Atatürk’ün ‘Bursa Nutku’ her vatandaş için meşru bir haktır. Memur nisyan ile malul, atanmış ihanete mütemayil ise affedilemez. Dahası, memur, atanmış ve seçilmişlerin “millete karşı suç işlemeye ve suç işleyenleri” affetme hakkı yoktur.
1974 ve müteakip afların tamamı hukuk ve ahlâk dışıdır. Failleri suçludur.
Şu anda da “devlet adına” ve “devlet içinde” çok yoğun biçimde suç işlenmektedir.
MESELA !...
Ülkemizde bir Adalet Bakanı var! Ama adalet, eşitlik ve hukuk yok..
İçişleri Bakanı var! Lâkin sınırlar delik-deşik, dağlar anarşist ve terörist dolu.
Milli Eğitim Bakanı var! Milli eğitim-öğretim ve milli-manevi müfredat yok.
Sağlık Bakanı var! Sağlık, siyaset ve ticaret malzemesi, hasta perişan…
Çevre Bakanı var! Hala dere, göl ve denizlere lâğım akıyor, ekosistem çökük..  
Maliye Bakanı var! Gelirde, giderde, vergide, algıda gasp var adalet yok.
Başbakan ve Cumhurbaşkanı da var! Peki Ergenekon, çete-mafya, susurluk ne? Devlet neden adil olmaz, ilimle amel etmez? Meşruiyetin temeli bu ya!. Adalet ahlâkı, hukuk ve hak tamam değilken, Lozan’a aykırı “Kürt Açılımı” (aslında) hangi domuzdan dayatma acaba ?...  
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com 

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 60

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 HAKİKATİ KONUŞMAKTAN KORKMAYINIZ!..

 
            “Hesaplaşma ve Yüzleşme Zamanı” ad ve konulu makalemiz, gerek yurt içinde ve de gerekse yurtdışında çok büyük yankılara yol açtı. Olumlu katkı, tebrik, teşvik ve teşekkürlerin yanı sıra, bir hayli sitem ve tenkide de muhatap oldu.
            Olumlu katkı, fikri katılım ve kutlamalara teşekkür boynumuzun borcu…
            Lâkin sitemkâr tepki ve tenkit sahiplerinin, özellikle:
            “Mustafa Kemal Atatürk hiç kimseden hesap istemedi ve hesap da sormadı; O’nun bütün kaygı, eylem ve söylemleri Cumhuriyet devrimlerine yönelikti. Mustafa Kemal Atatürk, yaşadığı sürece kimseye hesap sormadı. Her hangi kimselerden günah çıkartmasını, itiraflarda bulunmasını veya birileri ile yüzleşme ve hesaplaşma yapılması isteminde bulunmadı.
            Kısaca: Cumhuriyeti kuran kimsenin böyle bir “hakikati itiraf, sırları ifşâ, hesaplaşma ve yüzleşme gibi istencesi yokken, günümüz aydınları tarafından böyle bir zorunluluk varmış gibi: İlle bir hesaplaşma, sorgulama,yargılama ve yüzleşme gereksinimi şimdi neden ve niçin gündeme taşınıyor?..” denilmekte…
            Önce Atatürk konusunda “yanlış bir yargı” ve “yanılgıyı” düzeltmek isterim.
            Hem de, güncel sorunlarla örtüşen ve çözüm öneren, kendi, vecize kabili lisanından;
Buyurun bakalım: 
            “Milletin varlığını devam ettirmek için fertleri arasında düşündüğü müşterek bağ, asırlardan beri gelen şekil ve mahiyetini değiştirmiş, yani millet dinî ve mezhebî bağlar yerine Türk milliyeti bağı ile (milli devlet bağlamında) fertlerini toplamıştır.
            Asıl olan iç cephedir. Bu cephe bütün memleketin, bütün milletin vücuda getirdiği cephedir.Zahîrî cephe, doğrudan doğruya ordunun düşman karşısındaki silâhlı cephesidir.
Bu cephe sarsılabilir, değişebilir, yenilebilir.
Fakat bu hal hiçbir vakit bir memleketi, bir milleti mahvedemez.
Mühim olan, memleketi temelinden yıkan, milleti esir ettiren iç cephenin düşmesidir. Bu hakikati bizden iyi bilen düşmanlar, bu cephemizi yıkmak için asırlarca çalışmışlar ve çalışmaktadırlar. Bugüne kadar muvaffak da olmuşlardır. Sonsuz bir özgürlük tasavvur olunamaz; hakların en büyüğü olan hayat hakkı bile mutlak değildir.
Fertlerin hürriyetini masun tutmakla mükellef olan insanların, diğer taraftan devletin de irade ve hâkimiyetinin kötürüm bir hale gelmemesine çok dikkat etmeleri lâzımdır. Fertlerin hürriyeti, devletin hâkimiyet ve iradesinin saklı kalışına bağlıdır.
Devlet iradesi kötürüm olursa, fertlerin hürriyetlerini koruyacak hiçbir kuvvet ve vasıta kalmaz.
Bütün dünya bilmelidir ki; Türk Milleti hakkını, haysiyet ve şerefini tanıtmaya kaadirdir. Türk vatanının bir karış toprağı için bütün millet tek vücut olarak ayağa kalkar. Haysiyetinin bir zerresine, vatanının bir avuç toprağına vuku bulacak bir tecavüzün, bütün varlığına vurulmuş darbe olacağını artık Türk milletinin fark etmediğini sanmak hatadır. Saygısızlığın, tecavüzün küçüğü büyüğü yoktur.
Hükümetlerin icraatları menfi olup da millet itiraz etmez ve iktidarı düşürmezse, bütün kusur ve kabahatlere katılmış demektir. Mustafa Kemâl Atatürk”
İşte bizim, mezkür makalede ifade ve ihsas etmeye çalıştığımız husus da budur.
Başta Mustafa Kemal Atatürk, kurucu unsur ve TC’nin tek “sivil anayasası” olan 1924 (1928)’e bu talep mugayir (aykırı) değildir. Zira bir tarafta millet adına faaliyete izinli, memur ve mecbur olan devlet, diğer tarafta, devlet adına “hile ve desise” ile edindiği güç, imkân ve kaynakları millet aleyhine tasarruf eden, kamu menfaatini hiçe sayan organizasyonlar.. Onurlu ve sorumlu vatandaşlar olarak “hesaplaşma ve yüzleşme” istemeyeceksin de ne yapacaksın?!.
Kamu vicdanını tatmin ve meşruiyeti ikame için “hesaplaşma ve yüzleşme” şarttır…  
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com 

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 61

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

HÜKÜMET “YOK” HÜKMÜNDE!

 
Dış (düşman) kaynaklı, İsrail+AB-D destekli Ermeni orijinli çete, terör/tedhiş, suç örgütü; Hakkâri’nin Irak sınırı Şemdinli ilçesindeki askeri birliğe 19 Haziran 2010 gecesi saldırdı. 8 asker şehit oldu, 14 yaralı var. Gün içinde sayı 11’e çıktı. 12 adet çeteci öldürüldü. Menfur saldırı, bölgesine takviye timler sevk edildi, silahlı helikopter ve topçu ateş desteği sağlandı. Kuzey Irak'ta tespit edilen hedefler de savaş uçakları tarafından bombalandı.
Hatırlanacağı üzere: 1 Ekim 1999 tarihinde İran, Irak ve Türkiye sınırında bulunan ve şeytan üçgeni olarak adlandırılan bölgeden giriş yapan çetecilerden Ali Sapan’ın da aralarında bulunduğu 8 kişi, açılım politikaları gereği (güya) teslim olmuştu. Her türlü hukuk, mantık, umur-u devlet ve ahlâk akaidine aykırı olarak oynanan bu oyun ve pervasızca sergilenen sinsi senaryo; hükümetin içine düştüğü gaflet, dalalet, acz ve zaaf’ı açıkça göstermeye yetmişti.
Nitekim o günden bu güne şehit sayısı artarak çoğaldı. Son iki ayda sayı 50’yi buldu.
“Açılım, düz ovada siyaset, demokrasi, kardeşlik ve barış” adına akıl almaz cürümler, menfur emellere matuf ihanetler, kirli oyunlar, yerli kripto, kalleş diyaspora, dönme, devşirme dümenleri ayyuka çıktı. Başta ABD, şeriki İsrail, AB, GKR çete yönetimi ile fink atıp Ermeni yalanları uğruna; Ülkelerine anıtlar dikerek necasete bulaşan kimi sözde İslâmcı ülkeler dâhil, 20 küsur devletin yardım ve yataklıkla “taşeron” olarak kullandığı bu güruh iyice azıttı!
Ayrıca, açılım kapsamında af, atıfet, tolerans ve taviz kapısının aralanması eşkıyayı yüreklendirdi, meclis içinden açıkça ışmar olunması melunlara cesaret verdi, şımarttı. Buna paralel zaafa uğrayan erkler, felç edilen stabilizatörler ve bozulan kuvvetler dengesi ile terör ve tedhişle lâubali ilişkilere girilmesi, iş bu -zıvanadan çıkmanın nedeni oldu!
ŞİMDİ NE YAPMALI? Tıpkı Fuzûli’nin dediği gibi; "Sussam gönül razı değil, söylesem tesiri yok" Ülkenin son 47 yılına kir ve kan damgası vurmuş eli kanlı eşkıyanın, İmralı mahpusu bebek katili; Nasıl oluyor da ülkede gündem belirliyor? Buna hangi hain, bedhah ve küstahlar cevaz vermekte! Başkaca kaç mahkum avukatları ile görüşüyor? "31 Mayıs'tan sonra artık ben yokum, olacakların sorumlusu değilim" Biçimi, açık tehdit içeren mesajı kim açıkladı? Kim yaydı? Hangi yandaş/yoldaş, Candaş medyalar mesajı yayınıp terörü azdırdı?
Eğer hükümet varsa, derlesin-toplasın suçluları, çıkarsın yargı önüne.
Yürütme açılım zaafı ile malul; Yasama çatısında parlâmenterlik mesleği icra edenler içinde hiç mi ‘onurlu, sorumlu, vicdanı hür, irfanı hür’ kula kulluk etmeyen adam gibi adam; İyi insan ve iyi vatandaş yok!.. Cumhuriyet (!) Savcısı, Polisi, Askeri, Jandarması ve Hâkimi ile Yargı ne iş yapar? Dördüncü kuvvet; Hukukun üstünlüğünden sorumlu namuslu/dürüst, onurlu/sorumlu, milli memleket medyası nerede? Ülkede, binlerce sorun, haksızlık, yolsuzluk, hırsızlık, hukuksuzluk ve her türlü ihanet hüküm sürerken; dünya kupası maçları, adi televole, fuhuş, ahlâksızlık furyası, menfur ihanet senaryoları ve çete reklâmları ile müştegil; Türk'e ait değerleri yok sayan diziler ve beyin yıkama metotları ile milleti uyutan, avutan bir medya!
Ve; Beşinci Güç olarak tanımlanan Sivil Toplum!.. Adına STK denilen, açık toplum örgütlerinin ekserisi ihanet şebekesi işleten dâhili ve harici bedhahlara angaje; Açlık, işsizlik, yokluk ve yoksulluktan malul, geçim derdine mağlup, gözü bir lokma ekmekten başka bir şey görmeyen, sorunlar sarmalı içinde boğulmuş, paralize bir millet! Kendi evinde işkence, devlet kapısında zulüm, eziyet ve azap’a maruz, zavallı yurdum insanı! Amma buna mukabil:Dürüst yurttaşların vergileriyle bitleri kanlanan kravatlı hırsızlar, yolsuz ve teröristler, TC’nin her noktasını gezip, devleti tehdit eder, milli-manevi değerlere alçakça saldırırken!
Her tür azınlık ırkçılığı meşru  edilip, Türküm diyenlerin boynuna yaftalar asılırken!
Şehit cenazelerine sahip çıkmak ‘istismar’ çete leşlerinin ‘şehit namırın’ çığlıkları ve melânet örgüt paçavralarıyla kadavra gömmeleri "sağduyu" olarak adlandırılırken; sözüm ona "aydın" geçinen "akademik unvanlı vatan hainleri" ekran gezip, bayrak inmesin diye canlarını sebil eden güvenlik güçlerine ağız dolusu hakaret ederlerken! İsim önüne ‘insan hakları’ gibi ‘yüce evrensel değerler’ koyarak, nitelikli dolandırıcı yüzlerce dernek, vakıf vb, STK alenen teröre hizmet edip, anarşist haklarını savunurken; Ülke yöneticileri, şehit cenazelerindeki tepki ve coşkuyu ‘yaygara’ olarak nitelerken. Politik-ACI’lar, milli birlik ve beraberliğimizi güçlendirecek atılımlar yapmak yerine, TC’nin 36 etnik grup olduğu yalanıyla, et ile tırnak gibi kaynaşmış insanlarımızı ayrıştırmaya yönelik kerameti kendinden menkul, esas işlevi “tefrika” olan “açılımlar” peşinde koşarken; üstelik tüm olup biten, cereyan eden icraatı inceleme/araştırma/sorgulama, yargıya ve savcıya taşıma görevi ile yükümlü ‘demokrasinin vazgeçilmez unsurları” siyasi partiler; Derin uyku, gaflet-dalâlet, demokrasi/adalet ve hukuka ihanet, günlük çıkar rant peşindeler!
Bir yanda bireysel risk ve sorumluluk alan, vatanını canından çok seven, bu uğurda ölümü göze alarak kışlalarına saklanmayıp gece gündüz, kar kış demeden teröristi her nerede ve hangi bataklıkta olursa olsun arayıp bulan ve onu yok eden korkusuz Türk askeri. Diğer tarafta, risk üstlenmekten korkan, sinsi, siyaset peşinde sünepe, dalkavuk, lânetli Yahudi tarikatı mensubu “menfur mason”, kurnazca kışlasına sinmiş, bana dokunmayan yılan bin yaşasın zaafı ile malul! Türk Ordusunu “Peygamber Ocağı” olarak değil, bol paralı, çok avantalı, itibarlı ve garantili bir meslek olarak gören! Lâfla birçok aksaklığın üstünü örtmeye çalışan, ateist-pagan, terörle dans’a açık ve şehit vermeye mahkûm,  paralı/lejyoner portresi.
DAHASI VAR! Terörün bir numaralı hamisi İsrail'e savunmamızı teslim etmek gafleti! Çetenin ağababası, Amerika’dan istihbarat dilenmek gibi iğrenç bir rezalet! Her halde bu nedenlerle olsa gerek, alçakça/kahpece, kalleş saldırılara uğruyoruz? Nerde savunma planı? Kendi istihbaratımıza ne oldu? Hava harekâtları ne işe yarıyor? Alınan termal kamera, gece görüş cihazları, insansız uçaklar ne işe yarıyor? Eşkıya nasıl olup da bu kadar rahatça gelebiliyor? Bu memleketin; Cumhur-başkanı, baş-bakanı, genelkurmay başkanı, içişleri ve dışişleri bakanı ne iş yapar? BİR milyona yakın askerin üç buçuk eşkıyaya nasıl olur da gücü yetmez? Neden? Niçin? Askerin elini tutanlar tutuklanmaz? Sonuçta: Terörün finans kaynakları, lojistik desteği kesilmedikçe, siyasi uzantıları, iç ve dış bağlantıları tutuklanıp yargıya teslim edilmedikçe, bataklığın kurutulması ve eşkıyanın yok edilmesi zordur. Çünkü ABD ve AB stratejik öneme sahip ülkemize karşı, ''terör-tedhiş silahını'' kullanmaktan kaçınmamaktadır. Bu gerçek apaçık ortada iken; ABD istihbaratına bel bağlamaksa büyük bir çelişkidir, saflıktır, gaflet, dalalet ve aptallıktır.
Lütfen hatırlayınız: 8 yıl öncesinde terör sıfır seviyesindeydi. Sonra nice evlatlar şehit düştü. Nice avratlar dul, evlâtlar yetim kaldı. Genelkurmay başkanın ‘acımız büyük, üzüntülüyüz’, Politik ACI’ ların ‘kanları yerde kalmayacak’ ve zavallı muhalefetin ‘Şehitler ölmez, vatan bölünmez’ teraneleri, acıları dindirmiyor. “Babalar gibi paralar” başka yerlere harcanacağına; TSK'ya savunma donanımı alınsın. Başta İsrail olmak üzere, diğer himaye, yardım-yataklık unsurları ile savunma ilişkilerimiz derhal kesilsin ve “ihanet bölgesinde/olağanüstü hal” ilân edilsin. 
DUYUMLARA GÖRE: Sağlıklı istihbarat yok, F16'lar sorunlu, tanklar düzgün çalışmıyor, silâhlar tutukluk yapıyor! Suç teşkil etmesi gereken: “Kürt sorunu, bölücü terör örgütü, örgüt adları, bebek katilinin mesaj ve demeçleri, hayali etnik ve anadil sorunları ve kerameti kendinden menkul “demokratik barış ve kardeşlik” söylemleri! Bunlar AB domuzlarının “Kıbrıs için barış” palavrasını andırıyor. Gerçek şu ki: TC’nin ve Türk halkının bu alanda bir sorunu yok. Var olan sorun sadece “Umur-u devlet yokluğu” adaletsizlik, haksızlık ve hukuk! Hak, güvenlik, hukuk ve huzuru tesisle mükellef olan kimdir? Elbette hükümet!
Çünkü adalet, saadet ve sulhu salâh, hükmün hikmeti ile kabil ve mümkündür.
Peki, niçin ‘hükümet” var da; “Adalet, hakkaniyet, eşitlik, huzur ve hukuk” yok?
Çünkü; bunları tesise muktedir olamayan hükümet de “YOK” hükmündedir!
Allah (CC), bu Millete akıl, iman, izan, basiret ve feraset versin İnşallah. 
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com 

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 62

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

HÜKÜMET VE HARAKİRİ AKAN KANI DURDURMAK!

 
Mesele bir evrensel (uluslar arası) hukuk sorunu ise; İşte cevabı:
ANARŞİ VE TERÖR KONUSU BM ANTLAŞMASI
Madde 51- Bu Antlaşmanın hiçbir hükmü, Birleşmiş Milletler üyelerinden birinin silâhlı bir saldırıya hedef olması halinde, Güvenlik Konseyi uluslararası barış ve güvenliğin korunması için gerekli önlemleri alıncaya dek, bu üyenin doğal olan bireysel ya da ortak meşru savunma hakkına halel getirmez. Üyelerin bu meşru savunma hakkını kullanırken aldıkları önlemler hemen Güvenlik Konseyine bildirilir ve Konsey’in işbu Antlaşma gereğince uluslararası barış ve güvenliğin korunması ya da yeniden kurulması için gerekli göreceği biçimde her an hareket etme yetki ve görevini hiçbir biçimde etkilemez.
11 Eylül (sözde) provokasyonundan bu yana ABD, uluslar arası onay görmüş bu hükme dayanarak dünyanın yarısında terör estirmekte, maddeyi (Antlaşma hükmünü) tepe-tepe kullanmakta ve pervasızca kan akıtmaktadır.
Antlaşma hükmü gereği Türkiye Cumhuriyeti Ordusu’nun da, gerektiğinde sınır ötesi harekât için hukuki-siyasi bir prosedür veya TBMM’nin tezkeresine ihtiyacı yoktur. Var diyen yalan söyler. Şu hale nazaran; 44 yıldır TSK’nın her ihlâlde derhal Irak’a girme ve gerekirse mütecaviz (terör ve tehdit unsurlarını) Bağdat’a kadar izleme ve tümüyle yok etme, kökünü kurutma hakkı vardır.
Ancak, (her ne hikmetse) TSK hukuken sabit uluslar arası yasal hakkını bu güne değin kullanmaktan kaçınmış ve illa hükümetlerden teskere beklemiştir. Bu atalet, kararsızlık ve pasif politikanın bedeli on-binlerce can, mal, ayni ve nakdi değer kaybıdır. Kaldı ki, bu hadisede sınır güvenliğini sağlamakla sorumlu İçişleri Bakanlığı (Polis-Jandarma) ve MİT’in bağlı bulunduğu Başbakanlığın da çok büyük hata, ihmal ve sorumluluğu vardır.
Bu hata, ihmal ve sorumluluk sadece ve yalnızca RTE Hükümeti ile sınırlı değil; Bilakis 1968’den itibaren bütün İçişleri Bakanı ve Başbakanları şamil bulunmaktadır. Yani, ülkemiz ve milletimizi bunca acı, kayıp, ıstırap ve şeamete mahküm eden hadise çok derindir.
Devlet Denetleme Kurullarını çalıştırmayan ve kurumlar arası Anayasal eşgüdüm ve koordinasyonu sağlamaktan imtina eden dönem Cumhurbaşkanları da sorumluluk sahibidir.
Peki, bu hak (iç veya dış fark etmez) ‘hangi ihanet şebekeleri’ yüzünden kullanılmaz?
Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, İçişleri Bakanlığı ve Genelkurmay bu hakkı ve uluslar arası hukukun hükmünü bilir. Yıllardır tehlikenin farkındadır. Kamu vicdanının bu kin, kan ve hain katliam karşısındaki duyarlık ve rahatsızlığının pek ala idrakindedir.
Dahası Türk devleti, ulusu ve ordusu’nun konuyla ilgili düsturu “İstiyorsan eğer devlette sulh-ü salâh, hazır ol cenge her daim” biçiminde olup; Büyük önder Mareşal M. Kemal Atatürk’ün “Yurtta sulh cihanda sulh” vecizesi, güçlü kuvvetli, kudretli, kararlı, hâkim ve güvenlik sorunlarında tek hükümran; İç ve dış düşmana karşı daima hazır-nazır ve müteyakkız bir ordu anlamını taşır. O, halkı daima hükümetlere karşı uyanık ve dikkatli olmaya ve fakat Peygamber Ocağı “Türk Ordusuna” ilelebet inanmaya, dayanmaya, itimat etmeye ve güvenmeye çağırmıştır. Zira Türk milleti zaten topyekün bir ordudur.
TSK’nın Cumhuriyeti koruma ve kollama görevinin sebep ve hikmeti budur.
Evveli kırk yılı bulan ve ahirinde; Başta ABD, AB, İsrail ve Ermenistan’ın yardım ve yataklığı sayesinde ülkemizin parçalanmasını hedefleyen bu menfur anarşi, terör ve tedhiş örgütünün; TBMM çatısı dahil olmak üzere, alenen faaliyet gösterdiği alanlar, kurumlar, kuruluşlar, şahıslar, gizlendiği inler, girip-çıktığı ve kullandığı bütün mekanlar net olarak (mahalle muhtarından, jandarma, emniyet ve MİT tarafından) bilinir ve devletçe takip edilirken!... Niçin? 12 Eylül 1980’de olduğu gibi TOPYEKÜN üzerine gidilmez ve bir kaç günde bataklık kurutulmaz? Acaba milli hukukta uygun bir karine mi yoktur?
Bunu iddia eden varsa kör, cahil, aptal ve dumur, değilse ihanetle maluldur!...
BAKINIZ “Mustafa Kemal ATATÜRK” NE DİYOR:
“Asıl önemli olan ve memleketi temelinden yıkan, halkını esir eden, içerdeki cephenin suskunluğudur. Bu itibarla, kendiniz için değil, bağlı bulunduğunuz ulus için elbirliği ile çalışınız. Çalışmaların en yükseği budur” DEVAMLA: “Kendiniz için değil, bağlı olduğumuz ulus için elbirliğiyle çalışınız, çalışmanın en yükseği budur.Bir adam ki, memleketin ve milletin saadetini düşünmek yerine daha çok kendini düşünür, bu adamın kıymeti ikinci derecededir.En iyi kişi, kendinden çok, bağlı olduğu toplumu düşünen, kendini onun varlığının ve mutluluğunun korunmasına adayan insandır.Hususi menfaat, ekseriya, umumi menfaatle tezat halinde olur.Ulusları yönetenler için ilk ve en zor görev, kişisel bencilliğe kapılmaktan kendilerini korumalarıdır.”der.
Kaldı ki Cumhuriyet Anayasası ve TCK terör ve tedhişe karşı idam ve infaz dâhil her türlü hükümle tahkim edilidir. Sanıldığı gibi ne hükümetin, ne Jandarma, güvenlik teşkilatı ve ne de TSK’nın eli bağlı değildir. Olsa-olsa ‘devletin içine çöreklenmiş’ el bağlayan, yol kesen ve engel olan bir takım harici ve dâhili bedhahlar’ ile terör örgütüne yardım ve yataklık eden ayan-beyan eşkıya vardır. Devlette millet adına hüküm süren, maaş alan ve halkın sırtından geçinen (seçilmiş veya atanmış) istisnasız her kamu görevlisinin görevi “bu menfur unsur ve vatan hainlerini” deşifre etmek, yakalayıp yargı önüne taşımak değil midir? Aksi takdirde kendilerinin “vatan haini” sayılacaklarını; Bidayette halkın pasif direniş, meşru müdafaa ve müdahale hakkının olduğunu bunlar hiç bilmezler mi? Yoksa milleti ahmak mı sanırlar?
YOK ÖYLE ŞEY!...
Üç Ekim günü öğle vakti 15 askerimiz alçakça şehit edilmiş; 4 Ekim günü akredite medya hain körler ve aptal sağırları oynamış; Genelkurmay ciddiyet ve kararlılıkla bastırınca ancak aklını başına devşirebilmiştir. (Bak: 4 ve 5 Ekim tarihli gazeteler)
Şimdi artık kimse çıkıp da “kanları yerde kalmayacak” diye millete yalan söylemesin.
Buna hiç kimsenin hakkı da yok, yüzü de. Üstüne üstlük hala birileri kalkıp ta “Kürt sorunu var” demesin!.. İşte bunlar ihanet şebekelerinin menfur mensupları, politik-ACILARI veya şeytanın avukatlarıdır.
Aciliyetine rağmen teskereyi 1 Ekim’de gündeme koymayanlar da sorgulanmalı!
Dahası halk 40 yıldır ‘kullanılan’ bu dümenin iç yüzünü, 500 milyar doları aşan sarfını ve bu sarfiyatın kendisine olan maliyetini de çok iyi bilmektedir. Ümraniye soruşturması kapsamında ortaya çıkan belgeleri, iddiaları ve bu güne kadar gizlenen gerçekleri de…
Bu kez onurlu ve sorumlu devlet organlarının resen inisiyatif kullanma ve hükümetin konuyla ilgili ihlas ve samimiyetini ortaya koyma zamanı gelmiştir. Her kurum ve kişinin anayasa ve kanunda yazılan görev ve yetkisi bellidir. Ya herkes “DERHAL” görevini yapsın veya onur, şeref ve haysiyet sahibi ise istifa edip gitsin. Aksi takdirde “yönetimi sorgulamak ve yargılamak üzere” Cumhuriyetin Savcı ve Yargıçları derhal harekete geçmek zorundadır.
HÜKÜMETE GELİNCE:
Bu kertede gerekli tedbir ve radikal kararlar alarak derhal uygulamaya koymak en başta hükümetin görevidir. Aksi takdirde aczini itiraf ve istifasını vermek zorundadır. Mevcut ve mer’i siyasi partiler bu neticeyi temine memur ve mecburdur. Aksi takdirde Türkiye de siyasi parti yok demektir. Peki, hükümet her iki formülden birini yapmazsa ne olur? Her halde HARAKİRİ yapmış olur ki, bunun sonu, yalnızca ve sadece kendileri için değil millet için de büyük hayal kırıklığı, bunalım, buhran, muhtemel iç çatışma ve hüsrandır. Bunu ancak vatan hainleri göze alabilir. Aziz vatan, kutsal bayrak ve binlerce yıllık toprağın sahipleri asla!... Görelim mevlâm neyler, neylerse güzel eyler. On sözler:
“Vatan benim için ne yapabilir değil, ben vatanım için ne yapabilirim diye sorun” J. F. Kennedy; “Bencil varlıklar kendileri için çalışırlar, ama onlar ulus için çalıştıklarını sanırlar.” Galip Baran; “Sen görevini yap, gerisini Tanrıya bırak.” Latin Atasözü; “Siz, öncelikle komşularınızı ve mahallenizi içinizden gelerek koruyun. çünkü düşman, komşunun evini talan ederse sıra sendedir.' Nuh Peygamber…
NETİCE: “Niyet hayr, akibet hayr”
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com 

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

  63

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

İHANET FURYASI VE MENFUR ABLUKA

 
Türk-İslam (İslâm’ı yaşayan Müslüman Türk’lerin) düşmanları, insanlık âlemi için kâbusa dönen “bilgi çağı” adlı karanlık sürecin elverdiği bütün imkân ve fırsatları, bu şerefli, soylu ve şefkatli medeniyetin hamisi, insan hakları, adalet ahlâkı ve hukukun çimentosu, hoşgörü-barış timsali milleti sabote etmek uğruna kullanmakta direniyor. Son marifetleri: Küresel krizden yararlanarak Türkiye de tükenmeye yüz tutmuş adalet, barış, özgürlük ve güvenliği tüketmek. Ekonomisi tabana vurmuş, toplumsal ve sosyal sistemi çökmüş, doğal stabilizatörleri dumura uğramış AB’ye ülkeyi illa bağlamak!. Böylece, tefessüh etmiş Batı toplumlarına yeni yaşam alanları oluşturmak, menfur emellerine ulaşabilmek için de, her ne pahasına olursa olsun Anadolu da keteküllâ müesses kardeşliği bozmak, ülkeyi bölmek ve parçalamak suretiyle “tek dişi kalmış canavar” sıfatıyla dünyanın bu “nihai huzur iklimine” de alçakça son vermek. Aslında asırlardır içten içe kurgulanan da uygulanan da bu.
Bu amaçla Brüksel Zirvesi Sonuç Bildirisine hüküm koydular.
Presidency Conclusions, Md: 23: "müktesebat müzakereleri yalnız Türkiye'yle değil, diğer devletlerle de yapılabilecek; müzakere sürecinde Türkiye birkaç devlete bölünürse veya güneydoğu bölgesinde bir Kürt devleti kurulursa yeni bir karara gerek olmaksızın onlarla da müzakere yapılacaktır.” Terör ve tedhiş örgütünün yandaş-yoldaş, yardım ve yatakçılarınca, diğer bir deyişle gerçek patron ve sahiplerinin dayatması, arzusu-amacı ve hedefi bu.
Yıllardır sürdürülen mason-misyoner faaliyetleri, kilise-havra terörünün de kaynağı.
Kahir ekseriyeti soykırım, soygun-vurgun, katliam, gasp ve işgal faili AB, ABD ve OECD ülkelerinde sürüp giden “zoraki yalan, iftira-tefrika, bölücülük ve ayrımcılık furyası”, “Ermeni soykırımı yoktur” diyene eza, cefa ve engizisyon mahkemelerince ceza uygulaması! Bütün insanlığı utanca sürükleyen rezil bir uygulama. Üstelik bu kefere tarafından “özür”, “Kürt (Ermeni) sorunu” kampanyalarına verilen koşulsuz destek. İlhamını karanlıktan alan nesebi gayrisahih ve Şehit Elçi İsmail Erez’i bile listelerine ekleyecek kadar sahtekârlara “aydın” yaftası takmalar. Hala uyuyanlara, AB, ABD, IMF ve Yeni Dünya Düzeni peşinde, onursuz ve şuursuzca koşanlara yazıklar olsun. Vakıa gaflet ve dalalet boyutunu aştı, hıyanet ve ihanet haddine dayandı. Bakınız, en az 3 - 5 yıldan bu yana içte dayatmayla sürdürdükleri sistematik, şu aşamada da dışardan ithal (fırsat olarak algılanan-yapay) ettikleri kaotik kriz çerçevesinde ivme kazanan süreç gereği yoğunlaştırdıkları telkin ve tahkim kampanyasına:
Düşman unsurlarca yayılan söylemler ve bu söylemleri doğrulayan eylemler.
AKP siyasi reformların yapılmaması için orduyla uzlaştı... (Gerçekte % 95’i Türkiye’ den çok mükemmel; % 5’iyse insanlık dışı ve bize göre çok daha antidemokratik, ilkel olan AB siyasi kriterlerinin “ayrıcalık, dokunulmazlık ve imtiyaz karşıtı” olabildiğince şeffaf, adil, namuslu ve dürüst seçim öngören kriterlerini aslında hiçbir kesim istememektedir.)
Para Ege, Kıbrıs ve Kürt sorunu için savunmaya gidiyor... (Bu sorunları yaratan ve kronikleştiren zaten AB-D ve dâhili bedhahlar/işbirlikçileri değil mi? Sorun bizde değil, bizzat telaffuz edenlerde; Bu menfurlara yardım ve yataklık yapanlardadır. Onlara kalırsa Türkiye tükenmeden sorunlarında sonu asla gelmeyecektir.)
AMAÇ: TÜRKİYE’Yİ ÇÜRÜTMEK!
Evet, elbette amaç, içerden terör-tedhiş, dışardan alçakça abluka suretiyle Türkiye'yi çürütmek… Terörle tehdit ediyor, yasalarımızla oynuyor, menfur imza kampanyalarıyla baskı uyguluyor ve Yahudi kurnazlığıyla akıl veriyorlar: “Ekonominin krizden çıkışı Ege, Kıbrıs ve Kürt meselesinin çözümüne bağlı. Orduyu küçültün ve bütçesini azaltın, Anayasayı yenileyin, Siyasi reformları yapın ve ekonomiye para ayırın.”
Aldanmayın, inanmayın, kanmayın. Bu menfur bir tuzak!.Bunlar soykırım yalanının tanınmasını, 3T projesinin yürürlüğe girmesini, Kıbrıs’ın Yunan’a ve Anadolu’nun yarısının Ermenistan’a verilmesini istiyor, İslâm dışı alevi paranoyasını pompalıyor, özür dileme kampanyası yürütüyor ve toplumu gererek yönetimi zaafa düşürmeye çalışıyorlar. Biline…
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com 

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

64

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

2300 YILLIK ORDU, 50 YILLIK GELENEK

 
Gül’ün Köşk’e çıkmasının ardından Genelkurmay, türbandan nasıl uzak durulacağına ilişkin yeni protokol kuralları belirlemiş. (Taraf, 31 07.2009, M.Baransu)
“Ordu’nun başörtüsü’nden kaçış plânı” başlıklı haberin ayrıntıları kısaca şöyle:
“Tüm birliklere gönderilen prokotol kuralında, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün eşi Hayrunnisa Gül ima edilerek, türbanlıların askerî hastane ve tesislere alınmaması isteniyor ve türbanlı eşlerin ve DTP’lilerin davet edileceği belirtilerek, 29 Ekim, 23 Nisan ve 19 Mayıs resepsiyonlarına gidilmemesi de emrediliyor…
Ayrıca, herhangi bir askerî hastane veya Rehabilitasyon merkezine gaziler ile diğer hasta yakınlarının ziyaret talebinde bulunmaları halinde: ‘Çağdaş kıyafetli olmayanların girişine izin verilmemesi, türbanlılara yasağın hatırlatılması, kabulün çok zorunlu olduğu durumlarda en alt seviyedeki protokol görevlisi ile refakat edilmesi’
29 Ekim Cumhuriyet Resepsiyonlarına İl’lerde Garnizon Komutanı dışında hiçbir seviyede katılınmaması, garnizon komutanının eşsiz olarak kısa bir süre için katılıp ayrılması öngörülüyor ve bu hareket tarzının uygun gerekçelerle halka izah edilmesi isteniyor.
Ankara’da sadece Genelkurmay Başkanı, kuvvet komutanları ve orgenerallerin eşli olarak çok kısa bir süre için katılmaları ve tebriği müteakip ayrılmaları.” veya: “Cumhuriyet’e sahip çıkıldığının göstergesi olarak, davetli bütün askerî personelin eşli olarak geniş katılımın sağlanması ve bu personelin kısa süre sonra topluca ayrılması.”  Yukarıdakilerin hepsinde muhtemel el sıkma sıkıntısına karşı “Hiçbir seviyede katılımın olmamasıdır” (K. teklifi)
“Eşsiz davetler” başlıklı bölümde, akşam resepsiyonu veya gündüz Kokteyli’nde, DTP’lileri de göz önüne alarak, Sadece Garnizon Komutanı seviyesinde katılım, Komutan’ın tebriklerini sunup kısa sürede ayrılması. Önerilen: Eşsiz, sınırlı ve kısa süre katılıp ayrılma.”
            TBMM’deki resepsiyona gidilmemesi.
TSK sorumluluğundaki törenler: “Eşi türbanlılara eşsiz davetiye gönderilecek;.Buna rağmen eşli gelenlerin eşleri kesinlikle içeri alınmayacaktır. Sadece yemin törenlerinde başı kapalı ailelerin, başörtülerini çene altından bağlamaları şartıyla katılmalarına izin verilecek; Diğer törenlerde başörtüsüne/türbana hiçbir şekilde izin verilmeyecektir..”
KÖŞK’TE KRİZ
Hatırlanacağı üzere Gül’ün seçilmesinden sonraki ilk 29 Ekim resepsiyonuna askerin katılmaması nedeniyle kriz yaşanmış, Gül de iki ayrı Cumhuriyet resepsiyonu düzenleyerek bir çıkış yolu bulmuştu. İlkine TBMM Başkanı, Başbakan, Genelkurmay Başkanı, yüksek yargı mensupları, siyasi parti liderleri, milletvekilleri, üst düzey bürokratlar “eşsiz” olarak davet edilmiş, 30 Ekim’de verilen ikinci resepsiyona ise, işadamı, sanatçı, gazeteci, STK örgüt temsilcileri davet edilmiş ve davetiyeler “eşli” olarak gönderilmişti.
2300 YILLIK ORDU, 50 YILLIK GELENEK
Konunun yayın tarzı ve sunuşu tam bir provokasyon! Haber başlığında “başörtüsü” kelimesi yer alırken, içerikte “türban” kullanılmakta. Metin içi anlatımlarda çifte standart ve tahrik cabası gözleniyor. Lâkin haberde bahse konu protokol içler acısı. Kadim Türk Ordusu ve Cumhuriyet’i kuran Peygamber Ocağı yönünden utanç verici.. .
Ne demek, Türk Anneleri, başları kapalı olursa ‘hastane ve rehabilitasyon merkezleri dahil’ askeri tesislere alınmayacak!.. Haydi, türban denilen melânet dönme ve devşirmelerce icat olundu. Ama sonuçta oda bir tesettür.. Üstelik saf-cahil, gafil Ana-bacılar din ve misyon ticareti uğruna kandırılarak türbana sokuldular. Asker bunu bilmiyor mu ki, oyuna geliyor?   
Dahası “bin türlü” tedbir öngörülen resmi resepsiyonlar da neyin nesi?
Tefessüh etmiş, emperyalizmin kalesi, sahte İncil ve İsa ticaretinin kirli tapınağı Batı geleneğinin İslâm ikliminde işi ne? Kahir ekseriyeti aç, açık, fakir ve yoksul Türk halkının vergisiyle nasıl şarap ikram olunur? Bu, tam bir irtica, aymazlık, rezillik gericilik ve yobazlık değil midir? Sanki 2300 yıllık ordu ilga da, 49 yıllık kirli gelenek pek muteber!... Çok ayıp!..     
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com 

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 65

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

İLERİ DEMOKRASİ DİKTATÖRLÜĞÜ

 
“Tevil etmeye gerek görmeden ifade ediyoruz; Türkiye’de bir Diktatör var. Türkiye’de Diktatörlük rejiminin nihai dinamikleri hayata geçirilmek isteniliyor. Diktatörlüğün tüm tezahürleri Türkiye’de yaşanıyor. Tarihte yaşanan diktatörlük süreçleri Türkiye’de yaşanıyor. Toplum; inançlar, etnik yapılar, tarihi değerler, Cumhuriyet değerleri, sosyal ve ekonomik gruplar üzerinden ayrıştırılıyor. Nefret söylemi Diktatör eliyle tırmandırılıyor. Yaşadığımız rejimde; Siyasilerin, Muhaliflerin özel hayatları yasa dışı yollarla izleniyor, görüntüleniyor. Bu görüntüler İktidar tarafından şantaj ve tehdit aracı olarak kullanılıyor. Fail ve sorumlular bulunamıyor. Başbakan Yardımcısına suikast iddiasıyla Kozmik Odalara giriliyor. Devletin stratejik sırları deşifre ediliyor. Ancak suikastın sorumluları bir türlü bulunamıyor. Kamuoyu gelişmelerden her nedense bilgilendirilmiyor. Gizli sürdürülen adli soruşturmalar Hükümet’in gayri resmi organı niteliğindeki basın organlarına Kolluk tarafından servis ediliyor, Şüpheliler itibarsızlaştırılıyor, infaz ediliyor; ancak servisi yapan mekanizmalar tespit edilemiyor.
ÖSYM odaklı; KPSS, Yargıçlık Sınavları, TUS, Komiser Yardımcılığı Sınav Soruları servis ediliyor, ancak failler bir türlü ortaya çıkarılamıyor. Yargı da karartma ortamına iştirak ediyor; Konya’da kömür ve gıda yardımlarının dağıtıldığı bilgileri içeren Sosyal Yardımlaşma Vakfı Defteri kayboluyor, failler her nasılsa tespit edilemiyor, Savcılıklar takipsizlik kararı veriyor. Enerji Bakanlığı bağlantılı olarak 1 Milyar Dolar seviyesinde kömür yolsuzluğu yapıldığına dair Hazine Raporları esas alınarak Savcılığa suç duyurusu yapılıyor. Savcılıkta dosya 3 yıldır sumen altı ediliyor faillere ulaşılmıyor. Gece yarısı Torba Kanun uygulamasıyla bu yolsuzluğun araştırılması engelleniyor. İktidara mensup Milletvekillerinin yolsuzluk fezlekeleri kayboluyor, ortadan kaldırılıyor, bu işlemleri yapan Savcı bir türlü bulunamıyor. Basın üzerinde oto sansür kurumsal hale geliyor, oto sansürün yeni yöntemleri gelişiyor, muhalif gazetecilerin karşısına Hükümet Komiseri niteliğinde zaptiyeler yerleştiriliyor. Muhalif olmanın sembolü karikatür sanatı, İktidar sözcülüğünün temsilciliğine dönüşüyor. Karikatür sanatı nitelik değiştiriyor.
Bu rejimde: Uludere faciasının, Suriye’de düşen uçağın, 29 Ekim kutlamalarına ilişkin istihbaratın nereden geldiği bir türlü öğrenilemiyor. Devlet eliyle karartma uygulanıyor. Deniz Yıldırım ismindeki bir Gazeteci hakkında Yargıç ve Savcı dışında birileri “tutukluluğun devamına” şeklinde yazılı not düşüyor, Deniz Yıldırım tahliye edilmiyor. Bu notu düşen, bu kararı veren illegal merci bir türlü ortaya çıkartılamıyor. Bir milletvekili veya bakan hakkında 2004 yılında İsviçre’den valiz dolusu döviz getirdiği iddiaları basında yer alıyor, ancak olay tahkik edilemiyor. Yazıdaki iddialar tekzip dahi edilemiyor.
Bu rejimde; Başbakan hakkında İsviçre’de 8 ayrı banka hesabının olduğu iddiaları dile getiriliyor. Ancak, Başbakan ilgili ülkeden aksine bir belge alma girişiminde bulunmuyor.
Kamuoyu da bunları konuşamıyor, konuşamaz hale geliyor. Suudi Arabistan Kralının, Başbakan ve Cumhurbaşkanına verdiği hediyelerin tutarı ve akıbeti bir türlü öğrenilemiyor.Bu rejimde; Yargı’da Hakkı Manav’lar yaratılıyor. Mahrumiyet bölgelerinde 1 ay görev yapan Savcı’lar, Yargıçlar Adalet Bakanlığı bünyesine alınıyor. Şehit düşen Doğu Beyazıt ve Ovacık Savcı’larına Koruma verilmiyor. Hükümet ile yakın ilişkileri olduğu bilinen Danıştay başkanı, suç örgütü üyeleri ile 3 kez ve ayrıca özel araçta görüntüleniyor. Ancak, hakkında yargı prosedürleri işletilmiyor ve Danıştay kurum olarak zan altında bırakılıyor. Yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın emek ve tasarrufları üzerinden yolsuzluk yapan Deniz Feneri sanıkları Hükümet eliyle korunuyor. Alman Yargı Organlarının tespit ve hükümlerine göre “100 Yılın Soygunu  ve tasarrufları üzerinden yolsuzluk yapan Deniz Feneri sanıkları Hükümet eliyle korunuyor. Alman Yargı Organlarının tespit ve hükümlerine göre “100 Yılın Soygunu Olan” bu yolsuzluğu soruşturan Savcı’lar görevden alınabiliyor. Yolsuzluk yapanları korumak için Hükümet Üyeleri’nin “Köstebeklik” yaptığını gösteren bulgular ortaya çıkıyor. Adalet ve İçişleri Bakanı soruşturmaya müdahale ediyor, delilleri karartıyor.”
Bu rejimde ‘Ağaoğulları’ yaratılıyor. Ağaoğulları kavramını, Kamu yönetimindeki hukuksuzluk ve haksızlıkları ifade anlamında kullanıyoruz. Bu yolla Kamu alanları, orman alanları talan ediliyor. Ancak, unutulmamalıdır ki, Ağaoğulları sonuçta Diktatörlerin elinde patlar, toplum ağır bedeller öder. Diktatör, açlık grevinin 50. Gününde olan insanları taciz ediyor, buna tenezzül; İnsaf ve vicdanla bağdaşmayacak şekilde ölüm sınırındaki insanları rencide ediyor. Diktatör, ülkenin Cumhurbaşkanı’nı hedef alarak , “Benim Valime nasıl talimat verirsin….” diyerek aslında faşizan zihniyetini itiraf ediyor. “Ben Devletim” diyor. Demokrasiden, insan haklarından, Devletin sorumluluğundan nasibini almadığını bir anlamda itiraf ediyor, tescil ettiriyor. Vali’nin, Cumhurbaşkanını ve Devleti temsilen görev yaptığını kabullenemiyor. Devletin Vali’lerini, Parti’nin Vali’leri ve kendisinin çalışanı zannediyor.
İşte bu ülkede faşizan süreç yaşanırken, Siyasi İktidar bir taraftan da, Darbeleri Araştırma Komisyonu adı altında “Sanal bir gösteriyi” sergiliyor. Bu gerçekler daha da çoğaltılabilir. Bir belgenin İngilizce fotokopisini ilişikte sunuyorum. Tercümesini yaptırdık. ABD Ankara Büyükelçiliğinin düzenlemiş olduğu 24 Kasım 2008 tarihli bu belgeye göre; Türkiye Cumhuriyeti Emniyet Genel Müdürlüğü, Silivri ve bağlı davalarla ilgili olarak ABD Elçiliğine raporlama yapıyor, brifingler veriyor. Yaptıkları açıklama ve değerlendirmelerde, soruşturma ve yargılamalar sonucunda, şüphelilerin mahkûmiyetinden emin olduklarını dile getiriyor, ayrıntıları anlatıyorlar. Emniyet birimleri yargılama yapıyor, hüküm kuruyorlar. Mezkûr belgeye göre; Başbakan’ın, Silivri soruşturması ve bağlı dosyalarla ilgili olarak davayı yürütenlerle haftalık toplantılar yaptığı ifade ve tespit ediliyor. Ortaya çıkan tablonun özeti şudur: Başbakan, Silivri ve bağlı olaylarla ilgili soruşturma dosyalarının doğrudan içindedir. Kolluk gücü, Siyasi iktidarın emir ve talimatları doğrultusunda görev yapmakta; Bu çalışmalarda, ABD mercilerinin izni ve icazeti alınmakta, bilgilendirmeler yapılmaktadır. Bu tablo, aslında şaşılacak ya da yadırganacak bir tablo değildir. AKP’nin Türkiye’yi getirdiği dramatik ve kaçınılmaz sonuçtur. Esasen; bir ülkede Diktatörlük varsa, Diktatörlük rejimi kurumsal hale gelmiş ise, Diktatör kaçınılmaz olarak yurt dışı dinamiklerle ilişkiye girer. Bu ilişki türü ve niteliği konjonktüre göre, Okyanus ötesi de, berisi de olabilir. Bir ülke; siyasi ve ekonomik anlamda nasıl sömürgeleştirilir, nasıl ayrıştırılır? Bu tarihi süreçten söz ediyoruz. Bu süreç öyle bir süreçtir ki, sürecin sonunda; Yargı mekanizmaları kritik davalarda delilleri araştıramazlar, delillerden korkar hale gelirler. Zira deliller araştırıldığında Yargı mekanizmasının illegal yapılanma içinde olduğu ortaya çıkar. Türkiye’de Mahkemeler, gerçeklerin ortaya çıkmasından korkmaktadır. Bunun en bariz ve acımasız örneği Balyoz Yargılamasında ortaya çıkmıştır. Böyle bir tabloda, adalet, hukuk ve toplumsal barışın tesisinden söz edilemez. Böyle bir sürecin devamında kaçınılmaz olarak intikam ve husumet tohumları yeşerecektir. Bir toplum işte böyle ayrışır, böyle ayrıştırılır.
Değerli Basın Mensupları!
Diktatör’ler; kişisel ve siyasi hırsları uğruna ve ayrıca Devlet yönetiminde yaratmış oldukları yolsuzlukları ve hukuksuzlukları kamufle etmek amacıyla, İç ve Dış Savaş dahil, Türkiye’yi her maceraya sürüklemekten kaçınmayacaklardır. Bu kaygımızı halkımızın dikkat, takdir ve sorumluluğuna tevdi ediyoruz.
Narsist bir özgüvenin; Kifayetsiz ve muhteris bir yönetim anlayışının; Marazileşen bir kibrin yol açtığı ve açacağı kabirlerden söz ediyoruz. Elbette umudumuzu ve kararlılığımızı kaybetmiyoruz; Halkımız 29 Ekim tarihinde Cumhuriyet’in kurulduğu Ulus Meydanından haykırmış, bu oyuna izin vermeyeceğini, demokratik yollardan hesabını soracağını, dile getirmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Yurttaşları arasında “Ötekiyi” yaratmadan hep birlikte Haramilerin Saltanatına son verecek, yeniden Bağımsız Türkiye’yi inşa edeceğiz…” (Atilla Kart, Konya Milletvekili, 02.11.2012 tarihli Ankara Basın Toplantısı.)
Buyurun “YORUM” Sizin!
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com 

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 66

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

İNSAN HAKLARI GÜNÜ “İNSAN SEVGİSİ” VE İSLÂM

 
Siyaset Bilimci, Hukukçu, Yazar
DP 7. ve 9. Dönem
Genel Başkan Yardımcısı
 
Bu gün “Dünya İnsan Hakları Günü ve İnsan Hakları Haftası” nın başlangıcı. Mesele malum, Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulunca 10 Aralık 1948 tarihinde “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” kabul edilmiş ve Türkiye bu kabule 27 Mayıs 1949’da katılarak onay vermiş; Ve 27 Mayıs 1960 “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin Kabul ve Resmen Onayının” 11. yılında, kanlı bir darbe yaparak “en insanlık dışı” cürümünü işlemiştir.
Bu gün “Dünya İnsan Hakları Günü ve İnsan Hakları Haftası” nın başlangıcı.
Mesele malum, Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulunca 10 Aralık 1948 tarihinde “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” kabul edilmiş ve Türkiye bu kabule 27 Mayıs 1949’da katılarak onay vermiş; Ve 27 Mayıs 1960 “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin Kabul ve Resmen Onayının” 11. yılında, kanlı bir darbe yaparak “en insanlık dışı” cürümünü işlemiştir.
Bu tarih aynı zamanda: Kazak İsyanının önderi Pugaçev’in idam edilişi (1774); Bir zamanların en zararlı tahrip ve taarruz silâhı olan dinamitin mucidi Alfred Nobel’in ölümü (1896); Nedamet içinde kıvranan vahşi batının ilk NOBEL ödülünü, İsviçre’li Henri Dunant’a vermesi (1901); Celâl Bayar tarafından, “Tarihi Şark Raporunun” yayınlanması (1936); AB’ nin, Türkiye’yi sözde “Aday Ülke ilân etmesi” (1999); Siirt seçimlerinin iptal edilmesi ile dokunulmazlığı düşen Fadıl Akgündüz’ün gıyabi tutuklama kararının vicahiye çevrilerek, ceza ve tevkif evine konulması ile; Hukuki engellerinden arındırılmış  Milletvekilliği yolunun açılması (2002); AB zirvesine tam bir hafta kala, Leylâ Zana ve 150 civarında (terör ve tedhiş örgütüne yardım ve yataklık faili) yandaşının Herald Tribune ile Le Monde gazetelerine “Kürtler (Ermeniler) Türkiye’ den Ne İstiyor” başlıklı, bölücü içerikli bir ilân vermeleri büyük tepkilere neden oldu (2004); Aslında daha çok şey var yazılacak...
Mesele burada yatan büyük (vahim) çelişkiyi görebilmek.
İnsanlık alemi, (namuslu-dürüst-onurlu ve akil insanlar tarafından kullanılması halinde olabildiğince yararlı) doğal doku (tabiat) ve başta deniz mahlukatı olmak üzere hayvanlara büyük ölçüde zarar veren, “dinamitin mucidinin” dünyayı terk etme günü; Diğeri de, bu günü, “Yeni Dünya Düzeni Yapılanması” bağlamında ilân eden “İlâh, Silâh ve İlâç” tüccarlarının haç (çarmıh) ile simgeledikleri bir peygamberin “o günün muteber insanları (!) tarafından, el ve ayaklarına çiviler çakılarak infazı...
GÜLDÜRMEYİN BENİ
Medeniyetten nasip almamış “uygar batı” ve mezkür batının hapishane kaçkınlarının evlât, ayâl ve torunlarınca ilân edilen bir “İnsan Hakları Günü” de, “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” de palavra. 1789 Fransız ihtilâli, Magna Carta ve 1948 bildirgesine baz alarak sözde “İnsan Hakları Savunucuları” da hikâye... Tıpkı bizdeki, terör ve tedhiş örgütü nam ve hesabına “AB katkılı yardım ve yataklık yapan” vakıf ve dernekler gibi.
Hani bu, “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” nam belgeyi insan tanımı ve insanlık onuru adına, yukarda dercedilen örneklere ilâveten (Birinci ve İkinci Dünya Harpleri dahil) Bosna-Hersek, Karabağ, Afganistan, Sudan (Darfur), Afganistan, Doğu Türkistan, berdevam olan Irak bağlamında değerlendirmeleri halinde; İnsanlık yönünden hiçbir değeri, insanlık, evrensel barış ve refahın (dünya nimetlerinin adaletle paylaşımı yönünde) her hangi bir yarar ve olumlu katkısının olmadığını göreceklerdir. Yani;
Medeniyetten nasip almamış uygar batının materyalist gözlüğü ile dejenere, atıl ve muattal muharref Hıristiyanlık, Yahudilik ve istikamette oluşup-yerleşen fundamentalizmin paraya tapan perspektifinden “insan haklarını görmeye çalışanlar” tarihi bir yanılgı içindedir. Onlar, insanlık davasına karşı sağır, kör, duyarsızdırlar. Vahşi kapitalizm ve tek yanlı işleyen emperyalizmden başkaca bir şey düşünemezler. Sonuçta bu belge, tam bir paranoya ve bütün insanlık aleminin parçalanıp-un ufak edilerek (tıpkı Atlantis kavminin son zamanlarında olduğu gibi) köleleştirilmesinden başka bir şey amaçlamayan; Hırs ve ihtiraslarının zebunu olmuş dessas insanlık düşmanlarının “hileli” marifetlerinden biridir.
PEKİ: Gerçek “İnsan Hakları, Hukuk ve Adalet” (medeniyet) mebdei nedir ?
EL CEVAP : İnsanı “ins, ünsiyet, meşveret, sevgi-saygı-muhabbet, adâlet ahlâkı ve kadim hukuk” bağlamında birleştiren İslâm da; Medine Muahedesi, Kur’an âyetleri, Resul’ün Hadis-i Şerifleri, Veda Hutbesi, Hazreti Ali ve Ömer’in Valilere mektupları, Siyâsetname ve Milli Şâir Mehmet Âkif’in hitabı ile M.Kemâl ATATÜRK’ün ilkeleri ile Türk İnkılâbıdır.
İŞTE ÖRNEKLER:
Zilhicce l0 H./8 Mart 632 M. Cuma günü Peygamberimiz Efendimiz tarafından, bütün insanlık alemine izafeten irad olunan “VEDA HUTBESİ”
Peygamberimiz Hazreti Muhammet Mustafa (s.a.s.) Vedâ haccında, 9 Zilhicce Cuma günü zevâlden sonra Kasvâ adlı devesi üzerinde, Arafat Vâdisi'nin ortasında orada hazır olan 124 bin Müslümanın şahsında bütün insanlığa şöyle hitabetti:
"Hamd Allah'a mahsustur. O'na hamdeder, O'ndan yardım isteriz. Allah kime hidâyet ederse, artık onu kimse saptıramaz. Sapıklığa düşürdüğünü de kimse hidâyete erdiremez. Şehâdet ederim ki; Allah'dan başka ilâh yoktur. Tektir, eşi ortağı, dengi ve benzeri yoktur. Yine şehâdet ederim ki, Muhammed O'nun kulu ve Rasûlüdür (413/1)
Ey Nâs! Sözümü iyi dinleyiniz. Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedî olarak bir daha berâber olamayacağım.
İnsanlar! Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay, bu şehriniz Mekke nasıl kutsal bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, nâmus ve şerefiniz de öylece mukaddestir; her türlü tecâvüzden masûndur.(413/2)
Ashâbım! Yarın rabbınıza kavuşacaksınız. Bugünkü her hâl ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız.(413/3) Bu vasiyyetimi burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsinler. Olabilir ki, bildirilen kimse, burada bulunup da işitenden daha iyi anlayarak hıfzetmiş olur. (414)
Ashâbım! Kimin yanında bir emânet varsa, onu sâhibine versin . Fâizin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Fakat aldığınız borcun aslını ödemek gerekir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız. Allah'ın emriyle bundan böyle fâizcilik yasaktır. Câhiliyetten kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım fâiz de Abdülmuttalib'in oğlu amcam Abbas'ın fâiz alacağıdır. (415/1)
Ashâbım! Câhiliyet devrinde güdülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası, Abdülmüttalib'in torunu (amcalarımdan Hâris'in oğlu) Rabîanın kan davasıdır(415/2)
Ey Nâs! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu konuda Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah'ın emâneti olarak aldınız. Onların nâmus ve ismetlerini Allah adına söz vererek helâl edindiniz. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerindeki haklarınız, âile nâmusu ve şerefinizi kimseye çiğnetmemeleridir. Eğer onlar sizden izinsiz râzı olmadığnız kimseleri âile yuvanıza alırlarsa, onları hafifçe dövüp korkutabilirsiniz. Kadınların sizin üzerinizdeki hakları ise, örfe göre her türlü (meşru ihtiyaçlarını), yiyecek ve giyeceklerini temin etmenizdir. (416)
Mü'minler! Size iki emânet bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. Bu emânetler, Allah'ın kitabı Kur'ân ve O'nun Peygamberinin sünnetidir. (417)
Ey Nâs! Devâmlı dönmekte olan zaman, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günkü duruma dönmüştür. Bir yıl, l2 aydır. bunlardan 4'ü Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep hürmetli aylardır.(418)
Ashâbım! Bugün şeytan sizin şu topraklarınızda yeniden nüfûz ve saltanatını kurma gücünü ebedî olarak kaybetmiştir. Fakat size yasakladığım bu şeyler dışında, küçük gördüğünüz şeylerde ona uyarsanız, bu da onu sevindirir. ona cesâret verir. Dininizi korumak için bunlardan da uzak kalınız. (419)
Mü'minler! Sözümü iyi dinleyin, iyi belleyin. Rabbınız birdir, babanız birdir. Hepiniz Âdem'densiniz, Âdem de topraktan yaratılmıştır. Hiç kimsenin başkaları üzerinde soy sop üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük, ancak takvâ iledir.(420) Müslüman müslümanın kardeşidir. Böylece bütün müslümanlar kardeştir. Gönül hoşluğu ile kendisi vermedikçe, başkasının hakkına el uzatmak helâl değildir. Ashabım! Nefsinize de zulmetmeyin. Nefsinizin de üzerinizde hakkı vardır. Bu nasihatlarımı burada bulunanlar, bulunmayanlara tebliğ etsinler.(421)
Ey Nâs! Cenâb-ı Hak Kur'an da her hak sahibine hakkını vermiştir. Mirâsçı için ayrıca vasiyyet etmeye gerek yoktur. (422)Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa, ona âittir. Zina eden için ise mahrûmiyet vardır. Babasından başkasına soy (neseb) iddiâsına kalkışan soysuz, yahut efendisinden başkasına intisâba yeltenen nankör, Allah'ın gazabına, meleklerin lânetine ve bütün müslümanların ilencine uğrasın. Cenâb-ı Hak böylesi insanların ne tevbelerini ne de adâlet ve şâhitliklerini kabûl eder.(423)
Ashabım! Alllah'tan korkun, beş vakit namazınızı kılın, Ramazan orucunuzu tutun, malınızın zekatını verin, âmirlerinize itaat edin. Böylece Rabbınızın Cennetine girersiniz.(424)
Ey Nâs! Yarın beni sizden soracaklar, ne dersiniz? Ashâbı kiram:
- Allah'ın dinini teblîg ettin, vazîfeni hakkıyla yaptın, bize nasihat ve vasiyette bulundun, diye şehadet ederiz, dediler. Rasûlüllah (s.a.s.) mübarek şehâdet parmağını göğe doğru kaldırdı, cemâat üzerine çevirip indirdikten sonra üç defa:
- Şâhid ol Yâ Rab! Şâhid ol Yâ Rab! Şâhid ol Yâ Rab! buyurdu". (1)
Gönderen Mustafa Nevruz SINACI zaman: 04:20 Hiç yorum yok: Bu yayına verilen bağlantılar
17 Aralık 2007 Pazartesi
GO HOME AMERİKA,HINAUS AB
Merak edenler için açıklıyorum: Makale başlığımız “Avrupa (AB) dışarı” ve “Enine Dön Amerika” anlamına gelmektedir.
Peki neden böyle bir başlık ? Açıklayayım.
Türkiye Cumhuriyeti’nin AB ile yakınlaşması üzerinden takriben 60; AB’ye katılma ve ciddi anlamda entegrasyon sürecinin başlamasının üzerinden de (1963-2007) tam 44 sene geçti. Bu zaman zarfında çok hükümetler görüldü. Koalisyonlar geldi geçti.
Sözde kalkınma, gelişme ve “muasır medeniyet seviyesine ulaşma” yolunda mesafeler alındı. Veya alındığı sanıldı. Millet ne anlasın ki. Hükümetler öyle dedi. Bizde öyle sandık !..
Ta ki, 30.08.2006 tarihinde Orgeneral Yaşar Büyükanıt, Genelkurmay Başkanlığı görevini devralana kadar. Genelkurmay Başkanı Büyükanıt bu vesile ile yaptığı açıklama ve değerlendirmede:
“Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en ağır tehditler içeren döneminden geçmektedir” diyinceye kadar.
Aslında bu değerlendirme sadece Genelkurmay Başkanı ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin değil, Türk Milletinin büyük kesimlerinin yerleşik kanaatidir. Devletin varlığı ve milletin bölünmezliğine yönelik mevcut hayati tehdidi tek başına yaratan sadece bu iktidar değildir.
Hayati tehdit büyük bir sürecin sonunda oluşmuştur.
Şu anda sadece süreç hızlanmış bulunmaktadır, o kadar...
2007 yılı sonlarına doğru yayınlanan “AB Raporu” ile dünkü Brüksel bildirisi dikkatle incelendiği vakit görülecektir ki: Mevcut iktidarın izlediği politikalar Mustafa Kemal Atatürk ün “gaflet, delalet ve hatta hıyanet diye nitelendirdiği” yanlış politikalar olup, birçok noktada iktidar önderlerinin kişisel-siyasal ve partisel menfaatlerini, yabancı güçlerin menfaatleri ile birleştirdiği görülmektedir.
Bu anlam ve bağlamda Türkiye, hayati tehdit sürecinin zirvesine gelmiş olmaktadır.
Türkiye’ ye yönelik olarak zirveye ulaşmış tehditleri temel olarak dört başlık altında toplamak mümkündür.
Bunlar sırası ile:
İç politik tehditler,
Dış politik tehditler,
Ekonomik tehditler, (ve)
Toplumsal tehditlerdir.
Bu tehdit ve tehlikelerin başlıca kaynağı ve dayanağı ise: AB ve ABD’dir.
Sürdürülen politikaların Türkiye için oluşturduğu hayati tehdidin değişik boyutlarını şu şekilde açıklayabiliriz:
1. Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasal düzeni ve Türk Milleti menfaatleri açısından oluşan kaos. Milli Devlet yapısına muhalif konum ve Milli Devlet yapısından çok etnikli ve federal devlet yapısına dönüşmeyi hedefleyen bir strateji.
2. Dış politikada Türkiye çok boyutlu bir çöküş dönemine sürüklenmiştir. AB tam üyeliği süreci AKP den Önce 57. hükümetin attığı adımlarla Türkiye’nin menfaatleri aleyhine raylar üzerine oturtulmuştu. 57. hükümet döneminde AB tam üyelik sürecinin hızlanmasının nedeni, tarihin çöplüğüne gittiğini fark eden bir lider ve siyasi parti’ nin Anap’ın oylarını arttırmak için Türk toplumunu AB taraftarları ve karşıtları olarak ikiye bölerek AB taraftarlarının oyları ile meclise girme çabasıdır. Bu yolda çok yanlış yapılmıştır.
3. Ekonomik Tehditler had safhaya ulaşmış bulunmaktadır. Millet perişan haldedir.
4. Sözde, anarşi-terör ve tedhiş örgütünü kınayan ve yasa dışı ilân eden AB, bunların elebaşılarına AB Parlâmentosunda söz hakkı vermiştir. Bu, tam bir iki yüzlülük, kirli oyun ve çifte standarttır. Şimdi, onurlu-erdemli ve basirete kalan tek şey:
“Avrupa Dışarı ve ABD evine dön” demekten başka bir şey değildir.
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com 

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 67

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

İNSAN VE MÜSLÜMAN OLMAYA ÇAĞRI

 
Osmanlı’nın sükûtundan (devlet varlığının kaybettirilmesinden; evrensel adalet, hak ve hukuk stabilizatörünün ortadan kaldırılmasında) itibaren insanlar mutsuz, Müslümanlar ve Türk âlemi giderek artan bir ıstırap, sıkıntı, hayâl-i sükut ve hüsran içinde kıvranıyor.
Yeryüzünde Müslümanların imdadına koşacak bir devlet, örgüt veya lider yok!.
Sağır İsmet Jandarması misal: “birleşik mafya örgütü Amerika” dan başka..
O, eli kanlı, 50 milyon Kızılderili ve bilmem ne kadar masum insan katili Amerika ki; Osmanlı ve İslâm medeniyetinin en büyük düşmanıdır. Avrupa’nın itilmiş, kakılmış ve Amerika’nın keşfinden sonra “açık hapishane” sıfatıyla kovularak, lânetle buraya sürgün edilmiş, haramzade, hırsız, yolsuz bir ceddin çocukları şimdi insanlığı soyup soğana çevirmekle meşgul.  Ve “HAÇLI” oyunu oynanmakla, Bütün dinleri ve dünyayı “kendi çıkarları doğrultusunda” dizayn etmeye uğraşmakla, Kendi iç düşmanlarını elektrikli sandalyede kızartıp; Müslüman ülkelerde peyda olan anarşist, terörist, hırsız, yolsuz, dâhili ve harici bedhahları “iş ve suç ortakları” sıfatıyla ülke yönetimlerinin başına tebelleş eden Amerika. 225 yıl zulme direnen, dâhili ve harici düşmanlarına karşı efsanevi bir güçle dayanan, direnen Osmanlı’nın çökertilmesinden sonra, insanlığa lâyık görülen jandarma Güncel örnek verecek olursak; Tıpkı Suriye, Afganistan, Irak ve en son Burma ile Mymar’da olduğu gibi, en masum, müsemma ve zararsız insanların bile dünyada can, mal ve ırz güvenliği yok. Çoğu yerde sözde Müslümanlar birbirini yiyor, rejimler kendi halkını hunharca katlediyor. Buna “DUR” demekle görevli İslâm Konferansı ve Arap Birliği zayıf, aciz, etkisiz ve toplantılarına NATO, BM ve müştemilâtı gibi “apaçık insanlık düşmanı”; Hıristiyan, Yahudi ve ateist, satanist koruma örgütleri katılıyor. Kararlarını etkisizleştiriyor, saptırıyor ve tıpkı AB’nin Türkiye dayatması gibi, Müslümanlarla oyun oynanıyor.
NEREYE KADAR?
Dünya Müslümanları adına bu durum asla kabul edilemez…
Bazı İslami toplantı ve plâtformlarda “istişare ve ifade dilinin” İngilizce, Fransızca, Almanca, Portekizce ve İspanyolca olması ise; Tam nefreti calip bir şahsiyetsizlik, alçaklık, sünepelik ve iğrenç bir dalkavukluktur.        
Hele bir takım din tüccarı, rantiyeci, mukallit ve echelü cühelâ takımının masonluk ve türevlerinden birine aidiyet iktisap etmeleri, ne büyük bir ilimsizlik, karaktersizlik ve rezillik. Kendini Müslüman olarak açıklayan bir çeşit mahlûkatında; Aziz, mübarek, kadim ve kutsal Ramazan ayında;, Hürmeten, saklıda, gizlide, meskün yerde falan değil, açıkça, alçakça halk içinde sigara, su ve meşrubat içmeleri… Her türlü tahrikten geri durmamaları, insanlık, dinler tarihi, evrensel hukuk ve insanlık adına ne kadar utanç verici. Yine bu kutsal sevince, ahlâki yükseklik, insani değerler adına tetkik ve tefekkür ayına rağmen; Yolda, sokakta, parkta-bahçede, metroda, hattâ toplum taşım araçları vapur, tren, tramvay, otobüs ve dolmuşta adeta sevişecek kadar ileri gitmeleri ve hayvanların dahi hayâ etmesine rağmen kucaklaşmaları ve öpüşmeleri; Bunlar nasıl bir tür olabilir? Allah aşkına? Hıristiyan, Yahudi veya başkaca din mensupları gibi “gayrimüslim” olsalar, bunu asla yapmazlar. Nitekim çok iyi tanıdığımız, Ermeni, Rum, Yahudi ve sair milletlerden olanlar, tarih boyunca böyle bir edepsizlik, saygısızlık ve şerefsizlik yapmadılar. Şimdi de, bu kadar alçalan ve insanlık dışına çıkanını görmedik! Müslüman olsa, bu nevi ahlâksızlığı aklından bile geçiremez…
Türk’ler ise; Edeben yüksek, çok şerefli ve soylu bir millettir.
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com 

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 68

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

KADİM "DEMOKRAT PARTİ" VE "AKP" FARKI

 
Demokrat Parti 7. ve 8. dönem Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Arif Demirer, geçen hafta içinde yayınlanan, tarihi değeri haiz, çok önemli ve özgün bir makalesinde, AKP genel başkan yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat’ın televizyonlarda yaptığı bir açıklamaya dikkat çekerek; AKP adına konuşan Fırat’ın “türban ile ilgili yasal düzenlemeyi, tarihi DP’nin ceza kanunundaki ezan ile ilgili yasak maddesinin kaldırılması olayına benzetmesini” eleştirdi.
Önce makaleyi olduğu gibi bilgilerinize sunuyorum. Sonra açıklama ve yorum:
“Sayın Fırat’a göre, (güya) o (tarihi) olayda da Halk Partililer kıyameti koparmışlar; “laiklik elden gidiyor” diye yaygaraya başvurmuşlar.
Sayın Fırat olayı iyi incelememiş.
Zira, 1950–1960 arası TBMM’den sadece iki kez oturuma katılan tüm millet-vekilleri’ nin tam ittifakı ile karar çıkmıştı: 16.Haziran.1950 günü ezanla ilgili (TCK) yasak maddesinin kaldırılması, 18 Şubat 1952 günü Türkiye’nin NATO’ya girişinin onaylanması. Merhum B. Ecevit dahil tüm CHP’liler (Kıbrıs’la ilgili olan) Londra, Zürih ve Garanti Antlaşmalarına KIRMIZI oy kullanmışlardı!
1974 yılında ise Zürih Antlaşması’nın ve Menderes’in sayesinde gitmiştik Kıbrıs’a…
16 Haziran 1950 günü ezan ile ilgili karara, oturuma katılan tüm CHP milletvekilleri beyaz oy kullanmışlardı. Genel Başkan İnönü oturuma katılmamıştı. CHP’li milletvekillerinin ya da basındaki köşe yazarlarının “laiklik elden gidiyor” gibi hiçbir eleştirileri olmamıştı.
Olamazdı. Çünkü DP iktidara gelmeden önce, CHP’nin son başbakanı Şemsettin Ş. Günaltay “İmam Hatip Kurslarını, İlahiyat Fakültesi’ni ve bazı Türbeleri yeniden açmakla” övünmüştü.
TBMM’de. Sayın Fırat’ın siyasi tarih bilgisi “zayıf” !
Menderes – farkına gelince…
Merhum Adnan Menderes’i, içinde babamın da olduğu ve sağ kurtulduğu Londra uçak kazasından (1959 yılında İngiltere’de öğrenci idim) sonra yakinen tanımış bir kişi olarak aklıma hemen gelen iki önemli farkı açıklamak istiyorum:
İletişim olanaklarının bugünle kıyaslanmayacak ölçüde sınırlı olduğu 1954 yılında (sınırlı bir radyo programı ve her yere ulaşamayan gazeteler) Menderes % 58.4 oy almış ve başladığı yatırımlara hızla devam etmişti. Ezan yasağını ise DP iktidara geldikten ve kendisi
Başbakan olduktan 15 gün sonra kaldırıvermişti.
Aradan dört yıl geçtikten sonra değil!
Bu birinci fark. İkinci önemli fark ise, siyasi tecrübe farkı. Menderes başbakan olduğu zaman, tarımı çok iyi bilen 19 yıllık milletvekili idi. Ana Muhalefet Partisi DP’nin de dört yıllık (2) numaralı önderi idi. Gerek Meclisin, gerekse halkın (% 75 kırsal nüfus) nabzını çok iyi ölçmeyi öğrenmişti. Başbakan başarılı bir belediyecilik tecrübesine sahip. Türban konusu için 15 gün değil, tam altı yıl bekledi. İlk açıklamayı yurtdışında iken yaptı. Tepkileri doğru ölçüp değerlendiremediği gibi, konuyu MHP gibi siyasi çizgisi bence tartışılabilen bir parti ile ortak bir zemine oturttu. Devlet Bahçeli’nin MHP’sinin milliyetçiliğini önemli bir örnek olay ile tartışabilirim. Gerisini hep birlikte yaşıyoruz.
Menderes’in ezan yasağını kaldırması olayı 18 Haziran 1950 günü unutulmuştu.
Bir daha da, 27 Mayıs sonrasına kadar, kimsenin aklına dahi gelmedi.
Türban konusunu ise daha çok uzun bir süre, son derece gergin bir ortamda, milletçe tartışacak ve korkarım ki tartışırken birbirimizi kıracak; üzecek; sonradan pişman olacağımız şeyler söyleyeceğiz. Menderes- bu kadar değil! Ama bu kadarı da yeter.” (*)
SONUÇ VE YORUM:
Kadim Demokrat Parti, tıpkı Atatürkçülük-Kemalizm’in ilkeleri ve Türk İnkılâbına karşı 10 Kasım 1938 günü saat 9.05’den itibaren kinle-nefretle tatbik edilen karşıdevrim, hafızalardan silme ve beyinlerden kazıma operasyonuna maruz kaldı.
Aslında 1947 yılından itibaren yürürlüğe konulan ve 2005 yılında tamamlanması öngörülen (Pentagon-2005) BOP ve BİP plân-projelerine karşı tam bir kararlılıkla koyduğu ret ve tepkinin bedelini kanla-canla ödedi. Lâkin 1938’e nazaran çok daha ağır, kin-kan ve nefret dolu “gayri-meşru” bir darbeyle yok edildi. Mensup, Bakan, Milletvekili, taraftar, üye ve sempatizanları son derece ağır itham, iftira ve iğrenç bir yalan furyası ile ezildi. Enterne edildi. Toplumdan dışlandı, son derece insanlık ve ahlâk dışı muameleler maruz bırakıldı.
1960’dan sonra, Atatürk ve Demokrat Parti tarafından tam bir milliyetperverlikle ve “Milli Devlet Şuuru” içinde uygulanan; Akılcılık, (rasyonalizm) bilimsel ve analitik mantık, milli sentez, eşitlik, hak-adalet, özgürlük, millet olarak topyekün kalkınma ve refahı tabana yayma bilinci sona erdi. Bunun yerine; Siyaset simsarlığı, misyon tacirliği, din tüccarlığı ve de özellikle, sulta patentli-dış güdümlü taklitçilik aldı yürüdü. Hürriyet, adalet, refah ve saadet yerine, ülkede dehşet, anarşi, terör, fakirlik-yoksulluk ve yolsuzluk türedi, yürüdü gitti...
Gerçekte bu; Aleni ve cebri gasp- resmi irtikap ve Atatürk’e-geleneğe ihanetin elim bir bedelidir. Diğer bir anlamda: Demokrat Partiye karşı işlenen insanlık ayıbı, hicap ve utanca rağmen, veraset irtikabı, istismar ve suiistimalin yüzsüzce-pişkince boyutudur. Aleni veya gizli, örtülü suiistimal sadece ve yalnızca belirli bir parti ve/veya zümreye ait değil, bilâkis geneldir. Bu neviden Demokrat Parti’nin siyasi malzeme olarak kullanılma süreci “büyük bir yüzsüzlükle” devam ettirildi, ettirilmektedir de...Bu örnek de onlardan sadece biri. Umarım; Yeni Genel Başkan “Süleyman Soylu” ile DP, bu makus talihi aşar ve kadim Demokrat Parti tekrar vücut bulur. Hayatiyet kazanır. Mukallitler aslına rücu eder. 46 ruhu, dava, misyon ve manâsı ruhlanır. Zira, bütün bu kalitesizlik, pişkinlik ve madrabazlığın çaresi (sağı ve solu değil) merkezde “Milli Siyaseti” ayağa kaldırmakla mümkündür.
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com 

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 69

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

KAMU HİZMETİNİN KILCAL DAMARLARI:BELEDİYELER ŞEHREMİNİ VE ‘3Ç’ TEORİSİ HAKKINDADIR

 
İktisadi hayatın can damarı perakendecilik, halka hizmetin ulaşma-başlangıç noktası ise belediyeciliktir. Vücuda hayat veren kılcal damarlar misali bu iki unsur, hayatı yaşanabilir kılan sacayağının ana öğeleridir. Bu üçgeni tamamlayan üçüncü ayak üretimdir.
Tabiat ana da (eko-sistem) üç unsur üzerine kuruludur. Varlığını, eskilerin ‘anasır-ı erbaa’ dedikleri toprak, hava ve su üçleminde sürdürür.
Üretim ve tüketimi destekleyen, örgütleyen ve hayatiyet kazandıran, motive eden en önemli faktör ise belediye teşkilâtlarıdır. Devlet, genellikle yurttaşla belediyeler vasıtasıyla buluşur. Bu nedenle belediyeler, devlet teşkilâtının can damarını teşkil eden hayati önemi haiz kurum ve kuruluşlardır.
Halk genellikle bunun farkında bile değildir.
Ama ‘farkında-bilincinde’ olmak zorundadır.
Zira kundaktan kabire kadar, insan dahi, bütün yaşam formları üzerinde belediyeler etkin bir unsur olarak fonksiyonunu sürdürür. Kısaca realize edecek olursak: Toplumsal yapının her katmanında, her derece ve düzeyinde belediye vardır. Sağlık, mutluluk, ucuzluk-pahalılık, temizlik-güzellik, güvenlik ve güncel hayatın huzurla devamı bile belediyelerle ilgilidir. Bu nedenle belediye çok önemlidir.
Önce belediye başkanı olmak üzere, bu teşkilatta görev alacak bütün kişilerde hakeza.
Nitekim 29 Mart 2009 günü tekrar sandık başına gidilecek ve bu hayati organların ana unsuru yeni yöneticiler seçilecektir. Gerçekte bu milletvekili seçmekten çok daha önemli, onurlu ve sorumlu bir iştir.
Hani eskilerin ‘şehir emini’ diyerek; Yerleşim yerinin en temiz ve mütemayiz insanını seçtikleri alan budur. Zira oraya sadece ve yalnızca namuslu-dürüst, onurlu-sorumlu, adaletli ve hakikatli insanoğulları lâyıktır.
Hayatlarında zerre kadar şaibe, insanlık, hukuk, hakkaniyet ve ahlak dışı temlik ve tasarruf bulunan kimseler, belediye kapılarına (hâşa) köpek kavliyle dahi bağlanamaz. Köy ve mahalle muhtarından, belediye başkanı ve meclis üyelerine kadar o makamlar bütünüyle; Namuslu-dürüst, onurlu-sorumlu, “Vatanı ve milletini öz’ünden çok seven” bencillikle malul olmayan ve kişisel ikbal peşinde koşmayan “adaletli ve faziletli” bilge kişilerin yeridir.
ASLA BİR YANLIŞLIK YAPMAMAK GEREK!...
Aşağıda görüleceği üzere belediye hizmetleri zaten olabildiğince kurumlaşmış, özleşmiş, yerleşmiş ve sadece namuslu-dürüst bir yöneticiyi gerektirir aşamaya varmıştır. Asli görevi ve varlık nedeni itibarıyla halka dürüst, kaliteli ve ucuz hizmet sunmakla yetkili ve görevli bu kuruluşlar; Yerine ve durumuna göre hırsızlık, yolsuzluk, suiistimal ve sahteciliğin de uç noktaları olabilmekte ve çok kötü niyetlerle “halkı soymak-sömürmek için” pekalâ kullanılabilmektedir. Günümüzde yaygın örnekte budur. İşte bu nedenle “seçici” sıfatıyla, hem aday olana ve hem de aday gösterene çok dikkat etmek zorundayız. Belediyelerin teşkilat ve görevlerine dair 03.07.2005 tarih ve 5393 sayılı yasa, belediyeleri idari ve mali özerkliğe sahip kamu tüzel kişiliğe dönüştürmüş ve çok açık bir ifade ile resmen olmasa da fiilen halka mâletmiş bulunmaktadır.
Eğer 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanununu bir yana bırakıp münhasıran, 5393 sayılı Belediye Kanununu esas alırsak, belediyelerin temel görevlerinin; B.şehir Belediye Kanununda özellikle düzenlenmeyen alanlarda 5393 sayılı Kanununda yer alan hükümlerin ilçe ve ilk kademe belediyeleri için de geçerli olduğunu görürüz.
MEVZUAT HAKKINDA:
Bilindiği gibi, 5393 sayılı Kanun, belediyelerin görev, yetki ve sorumlulukları ile belediye idarelerine tanınan imtiyazlar konusunda kapsamlı bir düzenleme getirmiş; Kanunun 14. maddesi "Belediyenin görev ve sorumlulukları" başlığı altında şu hükme yer vermiştir:
"Belediye, mahallî müşterek nitelikte olmak şartıyla;
İmar, su, kanalizasyon, ulaşım gibi kentsel alt yapı, coğrafî ve kent bilgi sistemleri, çevre, çevre sağlığı, temizlik ve katı atık; zabıta, itfaiye, acil yardım, kurtarma ve ambulans, şehir içi trafik; defin ve mezarlıklar; ağaçlandırma, park ve yeşil alanlar; konut, kültür ve sanat, turizm ve tanıtım, gençlik, spor; sosyal hizmet ve yardım, nikâh, meslek ve beceri kazandırma, ekonomi ve ticaretin geliştirilmesi hizmetlerini yapar veya yaptırır.
Nüfusu elli bini geçen belediyeler, kadınlar ve çocuklar için koruma evleri ile okul öncesi eğitim kurumları açabilir. Devlete ait her derecedeki okul binalarının inşaatı ile bakım ve onarımını yapabilir veya yaptırabilir. Her türlü araç-gereç ve malzeme ihtiyaçlarını karşılayabilir. Sağlıkla ilgili her türlü tesisi açabilir ve işletebilir. Kültür ve tabiat varlıkları ile tarihî dokunun ve kent tarihi bakımından önem taşıyan mekân ve işlevlerinin korunmasını sağlayabilir. Bu amaçla bakım ve onarım yapabilir. Korunması mümkün olmayanları aslına uygun olarak yeniden inşa edebilir. Öğrencilere, amatör spor kulüplerine malzeme verir, destek sağlar. Amatör spor karşılaşmaları düzenler. Yurt içi ve yurt dışı müsabakalarda üstün başarı gösteren veya derece alan sporculara meclis kararıyla ödül verebilir. Gıda bankacılığı yapabilir. Belediye, kanunlarla başka bir kamu kurum veya kuruluşa verilmeyen mahallî müşterek nitelikli diğer görev ve hizmetleri de yapar veya yaptırır.
Hizmetlerin yerine getirilmesinde öncelik sırası, belediyenin malî durumu ve hizmetin ivediliği dikkate alınarak belirlenir.
Belediye hizmetleri, vatandaşlara en yakın yerlerde ve en uygun yöntemlerle sunulur.
Hizmet sunumunda özürlü, yaşlı, düşkün ve dar gelirlilerin durumuna uygun usul, esas ve yöntemler uygulanır.
Belediyenin görev, sorumluluk ve yetki alanı belediye sınırlarını kapsar.
Belediye meclisinin kararı ile mücavir alanlara da belediye hizmetleri götürülebilir.”
Düzenlemede görüleceği üzere ‘mahalli ve müşterek nitelik’ Belediye Kanunu ve belediye idaresinin en önemli ayırt edici özelliğidir.
Gerek sahip olunan yetkiler gerekse bu yetkilere istinaden görevlerin ifası bağlamında Türk belediye sistemi, beldeden Büyükşehir’e kadar nüfus ve imkânlar bakımından önemli farklılıklar gösterir. Büyükkşehir dâhilinde olmayan belediyeler temelde 5393 sayılı Kanuna tabi olup; B. şehir belediyeleri ile ilçe ve ilk kademe belediyeleri hem 5216 sayılı Kanun hem de 5393 sayılı Kanunla ilgili diğer kanunlar gereği görev yapar ve sorumluluk taşırlar.
HALK’A HİZMET, HAK’A HİZMET:
Buradaki ortak özellik: Hakkıyla ve lâyıkıyla doğrudan halka hizmettir.
Halka hizmetin adil, eşit ve dürüst olması şarttır.
Aksi takdirde sosyal adalet zedelenir, kamu vicdanı rahatsız olur.
Toplumsal barış temelinden sarsılır ve bozulur. Belediyelerde bozukluk hükümetlerdekine benzemez. Etkisi ani, sonuçları ağır ve pahalıdır. Bu nedenle kamu hizmetinin kılcal damarı olan belediyeler asla dumura uğramayacak sağlamlıkla tahkim edilmek ve yarınki makalemizde açıklık getireceğimiz “Şehir Eminleri” anlayışı-yaklaşımı içinde ikame olunmak zorundadır.
Cumhuriyet döneminin ilk zamanları ve öncesinde belediyelerin adı “şehremaneti” (şehir emaneti), belediye başkanlarının adı da “şehremini” (şehir emini) idi.
Güncel anlamda dünün belediyeleri, şehrin esas sahibi ve yerleşik sakinleri adına kurulu, ahalinin iş hayatı, medeni ilişkileri ve müşterek yaşamının iktisadi, sosyal ve yasal gereklerini ‘hak, adalet, hukuk ve vukufla’ düzenleme görevi yüklenmiş, kişiler için geçici- emanet, doğrusu (yerel halk adına) emanetçi kurumlar idi.
Bunlar, kul hakkı dayanaklı iş, icraat, işlem ve faaliyetler olduğu içindir ki, şehir emaneti, yani belediye’nin başına (belediye başkanlığına) halk içinde muteber, çok emin, namuslu, dürüst, erdemli bir adam getirilir ve bunun adına da şehir emini denilirdi.
Her ne kadar zaman içinde anılış biçimi, isim ve hukuki muhtevası değişmiş olsa bile; Cumhuriyetle birlikte bu usul, esas, anlam ve yüklem asla değişmemiştir. Halk daima her belediye başkanını şehir emini olarak görmek, bilmek, ona inanmak, güvenmek ister.
Zaten temeli dürüstlük, çimentosu eşitlik, adalet ve hakkaniyet olan bu temiz yönetim anlayışın değişmesi beklenemez ve istenemez!.. Belediyelerde şeffaflık, doğruluk ve dürüstlük kavramı, anayasanın ‘değişmez-değiştirilemez ve değiştirilmesi dahi teklif edilemez’ hükümleri gibidir. Nasıl ki, bir devlette baş, hayati önemi haiz ise; Tabanın temayüz mebdei olan belediye başkanı da en az onun kadar ‘yaşamsal’ önemi haizdir. Bu anlamda atalarımızın ‘balık baştan kokar’ darbı meseli, öncelikle mahalli lider, yani halk önderi, milletin öncüsü ve sözcüsü pâyesini paylaşan belediye başkanları için geçerlidir.
Başkanlar meclisleri ile bir bütündür. Başı şaibeli, başarısız ve kötü bir belediyenin meclisi de, adeta kanalizasyon çukuru gibi düşünülür. Böyle belediyelerin birinci derecede temin ve tevziye memur ve mükellef oldukları içme suları dahi temiz, berrak ve içilebilir değildir. Kirlilik, yozlaşma, çürümüşlük ve kokuşmuşluk sokaktan sulara her yere ve her şeye adeta nüfuz etmiştir. Esnafı kurnaz, sahteci, hileci, mürai, üçkâğıtçı ve pahacıdır. Lâ ilâç sadakaya muhtaç, fakr-u zaruret içinde belediyeye seçilenlerin, birkaç yıl sonra besili domuzlar gibi semirdiğini ve şehrin en mutena yerlerini tutarak zenginleştiği görülür. Üstelik halkın deyimiyle bu güruh saman altından su yürüten, sinekten yağ çıkartıp belini incitmeyen, her işini kitabına uyduran ustalık ve kurnazlıktadır. Denetim unsuru bunlar için işlemez, işlese de zerre miskal kusur ve kabahatleri bulunamaz. Bunlar, kirlilik-kibirlilik, bencillik ve insanlık dışılığı yönünde kitlece namussuz, onursuz, sorumsuz bir çeteden neş’et (türeme) bireyler bazında seçilmiş keneler, lâğım fareleri, sülükler, vampirler ve domuzlar gibidirler.
Halka hırsızlık, yolsuzluk, soygun-vurgun ve şehir rantıyla zulmeden ‘şehir eşkıyası’ bir belediyenin başkanı da birdir, onun partisi de, aday gösteren genel başkanı da. Bu nedenle, devlet idaresinde “emin ve ehil insanların” halkın takdir ve tasvibi ile seçilmesini esas alan “demokrasi ve fazilet” geleneğinin yerleşebilmesi için yıllarca umur görmüş valiler belediye başkanlığını da üstlenmiştir. Çünkü!.. Şehir eminleri asla emanete hıyanet etmez, halkı adaletle idare ve hizmetleri faziletle sevk ve ikame ederlerdi. Cumhuriyet’in ilk zamanları ve öncesini (Osmanlı) bilerek, kötüleyip tahrif eden bazı art niyet ve menfur emel sahiplerinin paçavraları dikkate alınmazsa, belediyelerinin gerçekten önem ve anlamına uygun biçimde faaliyet gösterdikleri, insanların huzur, emniyet, adalet, saadet ve itimadına vesile oldukları açıkça görülür. Sonradan ‘belediye’ adını alan bu kurumların temeli adalet, fazilet ve hikmet; Halk’a ve hak’a, tam bir ehliyet, liyakat, sorumluluk ve namuskârlıkla hizmettir.
29 Mart’ın yaklaşmakta olduğu şu günlerde kahir ekseriyetine ‘şehir eşkıyası, Ali baba ve kırk haramiler’ denilen; hırs ve ihtiras zebunu, şirretlik ve şaibe ile maruf, akıl ve ilim fukarası, rüşvet-iltimas, yalan-talan erbabına çok dikkat etmek zamanıdır. Zira temelde bu mazarrat olabildiği sürece, asla temiz, berrak ve dürüst bir yönetim tavanı inşa edilemez.
Aslında doğrusu, belediyelerin siyasi partilerden bağımsız olması değil midir?
BAŞBAKAN RTE’NİN “3Ç” TEORİSİ
Başbakan 12 Aralık 2008 tarihinde yaptığı bir açıklamada AKP belediyeciliğinin 3Ç üzerine kurulu olduğunu belirterek, "Belediyenin asli görevi, çöp, çukur, çamur… Diğerleri bunun üzerine inşa edilecek fantezilerdir, bu işin ambalajıdır, güzellikleridir" dedi.
Antalya, Serik konuşmasında 29 Mart seçimlerini hatırlatan ve “seçimlerine yönelik çalışmaların devam ettiğini söyleyen "Şu anda yoğun bir şekilde teşkilatımız bu çalışmaları sürdürüyor" dedikten sonra tarihi açıklamasını yaptı. Buna göre AK Pati'nin Türk siyasetinde farklı bir konumu olduğunu kaydeden  “AK Parti belediyeciliğinin üzerine kurulu olduğu” 3Ç teorisini şöyle tanımladı:
ÇÖP, ÇUKUR, ÇAMUR !...
"Çöp, çukur, çamur... Bunlar belediyenin asli görevidir. Bir belediye eğer çöpü kaldırmıyor, çukuru, çamuru yok etmiyorsa görevini yapmıyor demektir. Bunun dışındakiler, üzerine bina edeceği fantezidir, bu işin ambalajıdır, güzellikleridir. Bu kardeşiniz, İstanbul Büyükşehir belediye başkanlığından gelmiş bir başbakan. Çöpü, çukuru, çamuru, hava kirliliğini iyi bilir. İstanbul Büyükşehir’i kimden devraldı bunu da İstanbullu bilir. Biz İstanbul'u devraldığımız zaman çöp dağları vardı, susuzluk vardı, hava kirliliği vardı, affedersiniz sokak aralarında çukurlar ve çamurdan geçemezdiniz. 90'lı yılların İstanbullusu iyi bilir. Şimdi İstanbul'da böyle bir şey var mı? Yüzde 90 itibariyle yok oldu. İstanbul farklı bir gelişimin içinde… Yapılmayanlar yapılıyor. Bu belediyeciliği biz hamdolsun Antalya'ya da taşıdık. Serik ilçesi de bu güzelliklere kavuşsun. Antalya nasıl kavuştuysa, Serik'te kavuşsun. Çöpten, çukurdan, çamurdan kendinizi kurtarın. Aşılmayacak hiçbir iş yok. Yeter ki azmedin, çalışın, yolsuzluğa prim vermeyin, bu iş lafla olmuyor. Lafla peynir gemisi yürümüyor. Yaptıkları bir şey varsa, şunu yaptık desinler. Biz de şunu, şunu yaptık diyelim. Hangisi ağır basıyorsa... Terazinin sahibi burada... Demokrasi terazisinin sahibi millet" dedi. Türk siyaset tarihi ve 12 Aralık’ta yerel seçimlere dair başbakan tarafından yapılan bu “belediyecilik” açılımı çok önemlidir. Neticeyi bağladığı “yolsuzluğa prim vermeyin” emri ile yukarda açıklanan “şehremini” tanımı örtüşmektedir. Bu nedenle iyi anlamak,
Kasımpaşalı sıfatıyla ‘sözünün eri’ olmasını istemek ve içtenlikle kutlamak gerek. Zira bu teoride çöp, çukur ve çamur söylemlerinin yalın (açık-net) ifadelerinden ziyade mecâzi anlamlarına bakmak gerek. Özellikle söylem içinde ‘bütüne münhasır biçimde’ yer alan: “Terazinin sahibi burada” ve “demokrasi terazisinin sahibi millet” ifadeleri; Yerel yönetimlerin mutlak millet iradesi, insan hakları, adalet ahlâkı, fazilet anlamında Cumhuriyet, özgün (kadim) hukuk ve demokrasinin kaleleri olduğunu betimlemesidir.
Mezkür konuşmada altı çizilen ve teoremin esasını teşkil eden çöp, çukur ve çamur şifreleri (betimlemeleriyle); Kişisel veya organize-kitlesel, çıkar örgütlerine dayalı insanlık dışı eylem, gasp-irtikap gibi edinimler ve pis işler kastedilmekte; Hitabın gerçek muhatabı: Yasa, hukuk ve ahlâk dışı kirli işlerle iştigal eden menfur kişi, grup ve kesimler olmaktadır.
Yani bu açıklamadan: 29 Mart seçimlerinde RTE ve AKP tarafından mevcutlardan adı kötüye çıkmış, şaibeli, sicili bozuk, ahlâken düşük-çürük başkanların tasfiye edileceği; Halka içilebilir sağlıklı su, yaşanabilir çevre, temiz toplum ve temiz-ucuz belediye hizmeti sunamayan güruh yerine “gerçekten” namuslu, ilkeli, onurlu, sorumlu mert, samimi ve dürüst kişilerin aday gösterileceğini umuyor, anlıyor ve uygulamayı bu istikamette görmek istiyoruz.
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com 

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 70

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

KAN AĞLAYAN KERKÜK VE TÜRK DÜNYASI

 
24 Nisan 1995’de; Eski Osmanlı ve Atatürk dönemi “Musul Vilâyeti” dahilinde kaim Türkmen (Müslüman Türk) nüfusu temsil ve ilzam maksadı ile Kerkük’te kurulan (ITC) Irak Türkmen Cephesi (Partisi) 24 Nisan 2007 tarihinde 12. yaş gününü Ankara’da kutladı. Parti Genel Başkanı ve Başbakanı BOB eş başkanı olarak alenen deklare eden AKP ve hükümetin yeterince ilgi göstermediği ve duyarsız kaldığı kutlama oldukça sade, sessiz ve buruk bir tören biçiminde gerçekleşti.
28 Nisan Cumartesi günü de, Ankara Tandoğan meydanında “Türkmenlere Destek” mitingi yapıldı. Bu güne kadar vaki Kerkük mitinglerine oranla çok daha kalabalık, coşkulu, anlamlı ve heyecanlı geçen mitingde, geçmişte ve bugün yaşanan sorunlar bütün boyutları ile vukufla dile getirildi. Başta Türkiye Cumhuriyeti devleti olmak üzere, Türk milleti ve Türk dünyasının konuya dikkati çekilerek, daha da ilgili, (çare bulma ve çözüm üretme yönünde)  ‘etkili’ ve belirleyici olunması istemi; Haklı bir beklenti, samimi bir arzu ve temenni olarak dile getirildi. (Burada ‘diplomatik bir üslup kullanılması” bizim için çok üzücü, hicap verici ve düşündürücü olmuştur.)
Böylece, tırmanan iç meseleler ve sanal gerilime rağmen nihayet istenen oldu ve “Kerkük” ülkemizin gündemine oturdu. Benim de, “Türkmenler Yok Olmasın” konulu ilk makalemi yayınladığım 6 ay öncesinden bu yana oluşturmaya çalıştığım ortam ve kıvam buydu. Allah’a şükür şimdi oldu. Dolayısıyla bu defa konuyu çok boyutlu ve derinlemesine ele alacak; Mevcut ve muhtemel bütün etkenleri değerlendirecek, Türk dünyasının yakın tarih (21.yüzyıl) önder ve kahramanlarını Kerkük’le ilgili boyutu yönünden gündeme taşıyacağım.
Şimdi meseleyi, yeni ve ‘aciliyet kespeden” güncel gelişmelerle açıyorum:
Elimde gerçekten de çok önemli iki belge var. Bunlardan biri; 24 Mayıs 2003 tarihinde AKP iktidarının ABD ile gizli bir anlaşma imzaladığı hem de bu anlaşmanın Dışişleri’nde gerçekleştirildiği iddiaları tüyler ürpertiyor. Aklıselim hiçbir insanımızın kabullenemeyeceği bu “gizli anlaşma” Türkiye’yi kuşatan tehlikenin boyutlarını da gözler önüne seriyor. Şimdi bu gizli işe açıkça bir göz atalım bakalım. Bir buçuk aydır İnternet ortamında sirküle edilen ve çeşitli yayın organlarında binlerce kez yayınlandığı halde tekzip edilmeyen belge şöyle:
Tarih, 24 Mayıs 2003. Yer, Dışişleri Bakanlığı Balgat/ANKARA (*)
1. Irak’ın kuzeyinde bulunan bütün Türk birlikleri ve Türk Ordusuna bağlı özel kuvvetler, dört ay içinde aşamalı olarak Türkiye sınırları içine çekilecek.
2. Türk Ordusu bundan böyle hangi gerekçeyle olursa olsun, sınır ötesi harekatta bulunmayacak. PKK (KADEK) in Türkiye egemenlik alanı dışında takip ve bastırılması harekatlarına son verilecek.
3. PKK (KADEK) e karşı Türkiye Devletini egemenlik alanı içinde yapılacak askeri harekatlar için, ABD askeri makamlarına haber ve bilgi verilecek, izin alınacak.
4. Eğer Türk Silahlı Kuvvetleri PKK (KADEK) e karşı ABD askeri makamlarına bilgi vermeden ve izin almadan harekat yapacak olursa, ABD Hükümeti Kürt halkına karşı şiddet kullanıldığı ve soykırım uygulandığı çerçevesinde uyarıda bulunma hakkını kullanabilecek. Bu durumda ABD gerekli gördüğü ambargo ve silahlı müdahale gibi siyasal ve askeri yaptırım haklarını saklı tutacak.
5. Türkiye ABD’nin İran’a ve diğer Ortadoğu ülkelerine karşı uygulayacağı sınırlı askeri harekatlara, ABD’nin talep etmesi halinde kayıtsız ve şartsız olarak üs ve taşıma kolaylıkları sağlayacak, askeri birlik verecek. Türk birliklerinin üs komuta yetkisi ABD komutanlığında olacak.
6. Türk Ordusunun asker sayısı ve silahlı kuvveti ABD’nin uygun bulduğu sayı ve kabiliyete indirilecek. Özellikle tank ve ağır silahların miktarı düşürülecek. Savaş uçağı sayısı sınırlanacak. Bütün silah ve cephane bundan sonra ağırlıklı olarak kısa menzilli taktik savunma kavramına göre ayarlanacak. Türkiye’de bulunan ABD ve NATO irtibat subayları’ nın görev alanları ve yetkileri genişletilecek.
7. Irak’ın kuzeyinde kurulmuş olan ve "Kürdistan" adı verilen kukla devlet resmen ilan edildikten sonra Türkiye tarafından resmen tanınacak. Türk Devleti’nin kukla devletin kuruluşunu “savaş nedeni” sayan Milli Güvenlik Siyaset Belgesi ve bu yöndeki politika ve kararları kaldırılacak.
8. Abdullah Öcalan ve diğer dört lideri dışında bütün PKK (KADEK) yönetici ve elemanlarına geniş kapsamlı af çıkarılacak.
9. Etnik grupların yasal siyasete katılmaları önündeki bütün yasal kısıtlamalar ve engeller kaldırılacak. Af yasasıyla bağlantılı olarak PKK (KADEK)e yasal siyaset düzleminde yer alma olanağı sağlanacak. Hapiste veya dağda bulunan yöneticilerin siyasal mücadeleye katılmaları için gerekli hukuki ve siyasi önlemler alınacak ve uygulanacak.
10. Kamu Reformu Yasası ve yeni Yerel Yönetim Yasaları hızla çıkarılacak. Türkiye’deki Kürt nüfusun yoğun olarak yaşadığı şehir ve kasabaların belediyelerinin özelleşmesi süreci kararlı olarak yürütülecek.
11. Türkiye dört yıl içinde uygulanacak bir planla üniter devlet yapısını terk ederek federasyona geçecek.
12. KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş "Arafat modeli" denen uygulamayla devre dışı bırakılarak Kıbrıs’ta Annan planı bazı küçük değişikliklerle hayata geçirilecek.
13. Ege Kıta Sahanlığı konusunda Türkiye, Yunan tezlerine daha esnek davranacak .Türk jetlerinin uçuç alanı daraltılacak. Sık sık ortaya çıkan "İt dalaşı" sorunu Yunanistan rahatsız edilmeden çözülecek.
14. Türkiye’nin Ermenistan ile ilişkileri normalleştirilecek ve iyileştirilecek. Sınır ticaretinde Ermeniler lehine düzenlemeler yapılacak. Ermenilerin Türkiye’ye gezilerindeki bazı kısıtlamalar kaldırılacak.
BİR TÜRK ATASÖZÜ “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz”
BİR GÜZEL SÖZ “Şahsınıza yapılan kötülüğü affedin; Ancak, milletinize yapılanı asla affetmeyin ”Hz.ALİ. Bu önemli ve özgün haberi kullandığı ve duyurmaya katkı sağladığı için “Tevfik Diker” e buradan teşekkür ederim.
Diğer taraftan, Ortadoğu' da "Siyaset Yosması" olarak bilinen Amerikanın kemik yalayıcısı Yahudi dönmesi (veya bir başka rivayete göre Ermeni asıllı) Barzani tahriklerini sürdürmekte, referandumda ısrar etmekte ve “kimse içişlerimize karışmasın” diye küstahça meydan okumaya devam etmektedir. Keza, haddini aşma konusunda Türkiye’de vaki hiçbir olayı da kaçırmamaktadır. Tıpkı Ermenistan, Ermeni diyasporası ve Yunanistan gibi, fırsat bu fırsat deyip yüklenmesi, yukarda ki iddia ve açıklamaları doğrular niteliktedir. 
Bu bağlamda, Malatya’da yaşanan menfur saldırı dünyanın gözünü tekrar Türkiye’ye çevirirken olay pek çok ülkede olduğu gibi Irak’ta da yankı buldu. Ancak Irak Kürt Bölgesel Yönetimi lideri Mesut Barzani’nin internet sitesi olarak bilinen Peyamner’in, söz konusu olayı “Dünya Haberleri” değil “Kürdistan Haberleri” bölümünde yayınlaması dikkat çekti.
Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya kalkışan misyonerlere yönelik tertip (!) ve saldırı; “Kürdistan-Malatya’da Şok Cinayet” gibi çok şaşırtıcı, kışkırtıcı ve düşmanca bir başlıkla duyuruldu. Mezkür internet sitesinin, Türkiye ile ilgili bazı haberleri “Dünya” bazı haberleri de “Kürdistan” bölümünde yayınladığı dikkate alınırsa bunun ne denli hainane bir maksat ve ağır tahrik içerdiği açıkça anlaşılmalı ve altı çizilmelidir.
Küstahlık ve haddini bilmezlik yalnızca Mesut Barzani’ye has bir özellik değil; Uzak geçmişi bir tarafa bırakalım, sadece çok yakın sürede vaki Talabani vukuatları dahi Türkiye için çok ağır tahrik, tehdit ve ithamlar içermektedir. Son olay çok menfur ve manidardır. Buna mukabil Türkiye sadece bir nota verebilmiş, ona da henüz tatminkâr bir cevap alamamıştır.
Bunlar günün ve yapay gündemin olaylarıdır. Senaryo gereğidir. Bir de yıllardır ardı arkası kesilmeyen ve her biri Türk milletini derinden yaralayan, yüreğine oturan insanlık dışı hain saldırılar, katliamlar ve soykırım teşebbüsleri vardır. Şimdilerde Türkmen bölgelerinin demografik (nüfus) yapılarını değiştirmeye yönelik olarak yoğunlaşan gasp, işgal ve tehciri de dikkate alırsanız; Adeta, Musul, Kerkük, Süleymaniye, Erbil ve Telâfer Ermeni işgali altında sanırsınız. Çünkü ancak, benzer olaylar sözde medeni (!) dünyanın alçakça göz yumduğu ve en son Ermeni işgal, gasp ve soykırım bölgesi KARABAĞ’ı andırmaktadır.
Malum ve meş’um saldırıda binlerce Azeri Türk’ün hunharca katledildiği ve yaklaşık 800 bin kişinin yerinden yurdundan sürüldüğü acı bir gerçektir. Halâ ıstırapları vehametle yaşanan acı gerçeğe rağmen soykırım suçlusu Ermenistan, uluslar arası emperyalist unsurlar ve Türk düşmanlarından aldığı destek ve cesaretle Türkiye’ye karşı haksız, yalan ve asılsız iddia ve iftiralarını sürdürebilmektedir. Bu aleni düşmanlığa karşı mukabelede Türkiye, Türk Dışişleri ve Cumhuriyet hükümeti ne yazık ki çok zayıf ve pasiftir. 
Gerçek şu ki, AB-ABD ve şerikleri (ortakları) sözde ‘medeni dünya’ denilen tek dişi kalmış, ahlâken ve insanen tefessüh etmiş, paraya tapan ve kanla beslenen vampirleşmiş kadavralardan Türkiye’ ye ve Türklere hayır yoktur. Bunların kirli el, karanlık emel ve hain işbirliği ile Irakta yaptıkları ortada, herkesçe malum ve ayândır. Ve dahi bilinmeli ki; Başta Somali, Srebrenika, Bosna-Hersek, Kıbrıs/Noel, Bulgaristan/Belena, Batı Trakya, Afganistan ve Türk-İslâm coğrafyasında yıllardır vaki katliam-soykırım, zorunlu tehcir, izolasyon, abluka ve ambargo gibi haksız, adaletsiz, mesnetsiz ve hukuksuz her türlü caniyâne teşebbüs, tehdit, vahşet ve tedhişin sorumlusu bu devletler (!) güruhudur.
Bütün Türk ve İslâm alemi bu insanlık dışı vahşet ve organize dehşetin farkındadır.
Artık, Türkiye de ‘farkında olmak’ zorundadır.
Farkında olmak, tedbir almak ve faillerin haddini bildirmek anlamını taşır.
Düşmanca bir tehdit, tahdit, tahrik ve teşebbüse karşı ‘mukabele-i bilmisil’ Atatürk’ün vasiyetidir. Türk devlet geleneğinin vazgeçilmez icabı ve gereğidir. ‘Yurtta Sulh, Cihanda Sulh’ düşmanca bir teşebbüse misliyle mukabeleyi zorunlu kılar. Türk budur. Türkiye budur.
Türkiye; Dünya ve uzay Türklüğünün Kâbesidir.
Türkiye; Dünyanın neresinde bir Türk varsa, O’nu korumak ve kollamak görevi ile memur ve mükelleftir. Yani, bütün Türk hükümetleri Türkçe düşünmek, Türkçe konuşmak ve Türkçe fiil ve harekâtta bulunmak zorundadır.
Bu zorunluluk, 2200 yıllık geleneği, bilgi, deha ve deneysel birikimi olan ve bu tarihi geleneği Başkomutan Mareşâl Mustafa Kemâl Atatürk’ün ilke, irşâd, emanet, vasiyet ve Türk inkılâbı ile taçlanan ‘Türk Ordusu’ içinde geçerli-zorunlu bir görev olmakla; Sırasıyla, Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin ‘Londra-Zürich ve Garanti Antlaşmaları hilâfına’ AB’ye katılımına göz yummak; Muavenat ve Eşref Bitlis olayının üzerine gerektiği biçimde gitmemek; K. Irak’ ta ilân edilen ‘kırmızı çizgilerin”ABD tarafından paspas gibi çiğnenmesine müdahil olmamak; Türk askerlerinin başına çuval geçirildiği vakit en ağır surette mukabele etmemek; Uluslar arası bir hak olmasına rağmen ‘sınır ötesi’ harekâta girişmemek ve nihayet; Kendi hakimiyet ve hükümranlık alanımız içinde menfur terör örgütünün kökünü kazımamak gibi... Çok büyük suçları ve günahları var. Millet bunu pekalâ görmektedir. Lâkin, suç ve sorumluluk TSK’ nın kurumsal kimliğinde değil; MGK Genel Sekreterliğinde 30 yıl süre ile dış kaynaklı, Türk ve İslâm düşmanı mason tarikatının bir mensubunu barındıracak kadar umursuz ve duyarsız paşa nam kimselerde olduğunu bilmektedir.
Ne hikmetse bu paşalar, devletin soyulup sağana çevrilmesine de karşı değillerdir. Varsa, yoksa bir Cumhuriyet ve lâiklik meselesidir tutturur giderler. Oysa, Atatürk ve Türk Cumhuriyetinin temel ilkesinin “fazilet rejimi” olduğunu bilmezler. İşte, en büyük sorun da budur. Zira, bünyesinde hırsız, yolsuz, soysuz ve namussuz barındıran bir rejim iflâh olamaz.
Oysa, Mareşâl Mustafa Kemâl ATATÜRK’ ün en çok kullandığı kelime “namuslu ve dürüst olmak” tır. Bunu bilmezler. Başta ADD ve ÇYD olmak üzere “Atatürkçülük” maddeci-materyalist bir felsefe; Lâiklik ise, sekülarizm (yani dinsizlik) olarak algılanır, açıklanır ve nihayet birbirinden bütünüyle farklı 41 tür Atatürkçülük tanımlanır, buna ses çıkartmazlar.
Bu, bütünüyle yanlış ve gerçekdışı bir algılama, açıklama ve tanımlamadır. Örneğin:     Atatürk’ün Türk Gençliğine Hitabı, Onuncu Yıl Nutku, Bursa Nutku ve Balıkesir dahil 52 hutbesi ile muhtelif söylev, demeç, emanet, vasiyet-vecizelerinde tam bir ehliyet, liyakat, vukuf, bilgi, basiret (öngörü) ve ferasetle ifade ettikleri gibi; “Memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar, gaflet, dalâlet ve hattâ hıyanet (ihanet) içinde dahi olabilirler...” hitabı, henüz dağıtılmamış bir ORDU’ yu mutlak surette muhatap alır mı ? almaz mı ? elbette alır.
Öyle ise, kıçı kırık Rum-Yunan bunu tam bir şuurla yapar, Ermeni gerektiğinde yalan, dolan, iftira ve riya ile dünyayı ayağa kaldırır, İsrail bir askeri için savaş acar-saldırır, ABD 9 asker için kıtalararası baskın yapar ve İngiltere 15 asker için saldırı tehdidinde bulunur..Başta Fransa olmak üzere, dünyanın çoğu ülkesinde “devleti bütün kurum ve kuruluşları ile” gasp, irtikap, yolsuzluk sahtecilik ve su-i istimallere karşı ordu denetlerken; TSK neden yapmaz. Neden ve niçin Türk aleminin maruz kaldığı tehditlerle yeterince ilgilenmez. Tam yeri ve zamanıdır, sorulur... Genel Kurmay Özel Harp Dairesi şimdi neden yok ?...
OYSA!...
Şimdi K. Irak’ta, Kerkük’te, Telâfer’de, Musul’da, Erbil’de yaşayan 3 milyon öz be öz Türk, TÜRKMEN kardeşimize yönelen alçakça bir soykırım tehdidi ve hazırlığı var. Düne kadar binlerce masum ve müsemma kardeşimiz alçakça-hunharca idam edildi. Evinden, barkından, yerinden, yurdundan sürüldü. Kerkük’e yasa, hukuk ve ahlâk dışı yollarla 400 bin göçmen getirildi. Askerlerimizin başına mel’unlarca çuval geçirildi. Tarihi Türk topraklarında Türkiye’ye karşı terör örgütleri kuruldu, 40 bin dolayında masum, müsemma, günahsız ve korumasız Kürt kardeşimiz ve Mehmetçiğimiz alçakça şehit edildi.
Şimdi işgal altında olan ve kurtuluş savaşı veren dost ve kardeş Irak halkına ihanet eden bu bölücü, ayrılıkçı, şer ve şeytani unsurlar; Hain uzantılar oluşturup, içimizde sinsice örgütlenerek bağrımıza hançer soktular. Anavatan Türkiye ve KKTC’de Genel kurullarında İstiklâl Marşı yerine Ermeni ve Rum şarkıları çalan ihanet şebekeleri aynı bölgeden idare ediliyor, güç ve kuvvet alıyor ve Anavatan Türkiye’yi bölmeye, parçalamaya çalışıyor. Her karışından fitne, fesat, tehdit ve ihanet fışkıran bu Barzani ve Talabani karargâh alanından yayılan hıyanet ve melânete bu kadar müsamaha ve tahammül niye?...
YETTİ ARTIK. “DUR” DEMEK ZAMANIDIR
Onurlu, özgür ve soylu bir yaşam hürriyet ve adâlet ile kabildir.
İstiklâl, Milli Egemenlik, Onur ve Adâlet Türk Milleti’nin karakteridir. Kaldı ki, hiçbir millet veya fert kendi “ırk’ının izmihlâlinden” yana olamaz. Türk Milleti, milletlerin efendisi, evrensel medeniyet ve adaletin hamisidir. Değil, burnumuzun dibinde, gözümüzün önünde; Abdullah GÜL’ün dediği gibi “TAPUSU CEBİMİZDE” olan bir TÜRK DİYARININ izmihlâline, insan hakları ihlâline hiçbir Türk sessiz kalamaz, AB kalsa bile; ORDU sessiz kalamaz, Hükümet kalsa bile; HALK sessiz ve ilgisiz kalamaz; Dahili ve harici bedhahlar ‘bu sesi’ bastırsa bile. Gün Kerkük ve bütün K.Irak Türklüğüne sahip çıkma günüdür. Yarın çok geç olabilir. Bu nedenle:
“AB’mi,ABD’mi demek nafiledir.Haykırılması gereken tek şey: TB (Türk Birliği)’dir.
Tıpkı 1957-58’de “MİLLİ DAVA KIBRIS” ve 14 Nisan’da Cumhuriyet için olduğu gibi; 28 Nisan 2007 Cumartesi günü, bu defa “KERKÜK İÇİN” Tandoğan da “TEK BİR BİLEK ve TEK BİR YÜREK” olmak; Zalime ve zulme ‘DUR’ demek anlamına gelmiştir. 
            Bu bölümden itibaren bazı ibretli olayları, tarihi gerçekleri ve Türk dünyasının yakın dönem kahramanları ile ilgili somut gerçekleri anlatacak ve açıklayacağım. Sırada Kıbrıs’ın “Milli Dava” ya dönüşmesini sağlayan TMT, Aliya İzzetbegoviç, Char Dudayev ve Prof. Dr. Ebulfeyz Elçibey var. Eski KKTC Cumhurbaşkanı Dr. Rauf Denktaş bu bakımdan (maneviyat noksanlığından ve dine değer vermemesi yüzünden) sınıfta kalmış birisidir. Örneklerin amacı Tabii ki, şu an yaşanan Kerkük (Musul Vilâyeti) sorunu ve diğer yoğun bölgesel sorunlara ışık tutmak amacıyla elbette...
            Türk’ün hafızası “Nisyan ile malul olmamak” gerek. 
En fazla bundan 50 yıl öncesine ait çok ciddi ve özgün bir örnekle yazımı sürdürmek istiyorum. Şöyle ki, 1955 yılında Kıbrıs’ta Rumlar tarafından ada sakini Türklere yönelik büyük bir soykırım yapılacağı yolunda yoğun duyumlar alınır. (Günümüzde de aynı ve benzer duyumlar Kerkük Türkmenleri için alınmaktadır. Telâfer’de zaten büyük bir katliam ve soykırım icra edilmiştir) Ciddi dedikodular ve uluslar arası camiada söylentiler dolaşmaya başlar. Dönemin Menderes hükümeti konuyu istihbarat kanallarını kullanarak inceler. Ortaya çıkan tablo oldukça enteresan, durum ciddi ve vahimdir.
Yerinde yapılan araştırma ve incelemeler ada da 10 bin civarında Yunan askerinden oluşan bir “Rum milli muhafız alayının” mevcudiyetini ortaya koymuştur. Buna mukabil Türk cemaati silâhsız, savunmasız ve korumasızdır. Ada da bir tek Türk askeri bile yoktur. O gün için Kıbrıs üzerinde hiçbir hak ve hukuki bağı bulunmayan Türkiye, (Oysa; Musul, Kerkük ve Kuzey Irak’ta ki Türk bölgeleri hakkında uluslar arası kabul görmüş belgeler, antlaşma ve sözleşmeler vardır) derhal uluslar arası kurul, kurum, BM ile NATO nezdinde harekete geçer. Mukabil lobiler teşkil edilir. Yunanistan kıskaca alınır ve sistematik baskıya muhatap kılınır. Diğer taraftan alternatif politikalar geliştirilir ve soykırım önlenir. Ayrıca, ani bir dururum ve emrivakilere karşı ada sakini Türk’ler için gerekli her türlü tedbir alınır.
“MİLLİ DAVA” SÜRECİ, TMT VE KIBRIS   (*)   
Sonuçta bununla da yetinilmez.
“1957 yılının sonu 1958 yılının başlarıdır… Başbakan Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Kıbrıs’ta meydana gelen olaylar dolayısıyla donemin Genelkurmay Karargahına bir soru sorarlar: “Kıbrıs’ta EOKA’ya karşı silahlı ve gizli bir örgüt kurabilir mi”
Genelkurmay ikinci Başkanı Orgeneral Salih Coşkun dönemin Özel Harp Dairesi Başkanı General Daniş Karabelen Paşayı yanına çağırır ve bu işi becerip beceremeyeceklerini sorar. Daniş Karabelen Paşa daire personeli ile görüştükten sonra cevabini verir: “Kurarız!”
Bu cevap hükümete bildirilir ve hükümetten, maddi ve manevi her türlü desteğe hazır olunduğu ve harekete geçilmesi bildirilir. Özel Harp dairesince hazırlanan ve daha sonra Genelkurmay ikinci Başkanı olan Cevdet Sunay ile Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun’un onayladığı “Kıbrıs’ı Istirdat (Geri Alma) Projesi” (KIP) kapsamında harekete geçilir ve Kıbrıs TMT’si (Türk Milli Mücahit Teşkilâtı) kurulur.
Yine DP tarafından kurulmuş bulunan “Özel Harp Dairesi” nde görevli bir grup Türk Subayı, hükümetin direktifi doğrultusunda Kıbrıs’la ilgili bu gizli çalışmayı sürdürürken, bir başka subay grubu, dönemin CHP’sinin “özel” yayın organı durumundaki Ulus gazetesinde “Devrimci Genç!” başlığıyla, Atatürk’e atfedilerek Bursa Nutku (!) doğrultusunda (bu nutuk kaynak ve dayanak göstererek) yayınlanan yazı, haber ve makalelerle milli irade ile iş başına gelmiş hükümeti alaşağı etmek üzere ihtilal komiteleri kurmakla meşguldürler.
Yani, günün Halk Partisi (CHP) halâ ve ısrarla; 19 Mayıs 1944’ de Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından seslendirilen;
“Irkçılar ve Turancılar gizli tertipler ve teşkillere başvurmuşlardır. Niçin ? Kandaşlar arasında gizli, fesat tedbirleri ile fikirleri memlekette yürür mü ? Hele Doğudan, Batıdan ülkeler gizli Turan cemiyeti ile zapt olunur mu ? Bunlar öyle şeylerdir ki, ancak devletin kanunları ve esas teşkilâtı ayak altına alındıktan sonra başlanabilir. Şu halde, yıldızlı fikirler perdesi altında doğrudan doğruya Cumhuriyetin TBMM’nin mevcudiyeti aleyhine teşebbüsler karşısındayız. Tertipçiler, on yaşında çocuklarımızdan bize kadar derece derece, perde perde hepimizi aldatmak iddiasındadırlar.
Dünya olaylarının bugünkü durumunda Türkiye’nin ırkçı ve Turancı olması lâzım geldiğini iddia edenler, hangi millete faydalı, kimlerin maksadına yararlıdırlar? Türk milletine yalnız belâ ve felâket getirecek olan fikirleri yürütmek isteyenlerin Türk milletine hiçbir hizmetleri olmayacağı muhakkaktır. Bu hareketlerden yalnız yabancılar yararlanabilirler. Fesatçılar yabancılara bilerek mi hizmet ediyorlar ? Yabancılar fesatçıları idare edecek kadar yakından münasebette’ midirler? (Cumhuriyet, 02.Mayıs.1944) Zihniyetini korumakta ve her şeye rağmen sürdürmektedir.
Buna rağmen dönem iktidarı tam bir vazife şuuru içinde çalışmalarını sürdürür.
“TMT’yi kurma emri alan kadro, hükümet ile sürekli istişare halinde, “BOZKURT” kod adını taşıyan Albay Rıza Vuruşkan’ı TMT’nin teşkilâtlanmasına yönelik olarak her türlü yetki ve imkan ile adaya göndermenin yollarını ararken; Malum ve müseccel diğer kadro, bütün akıl, ilim ve enerjisini demokrasi, seçim ve milli irade ile iş başına gelmiş meşru (DP) hükümetini nasıl devireceğine teksif etmiş durumdadır.
TMT’yi kurma emri alan kadro, hükümet ile sürekli istişare halinde, siyasi, askeri ve diplomatik risklerle dolu KIP projesini hayata geçirebilmek için sabahlara kadar çalışırken, diğer kadro, CHP’nin ileri gelenleri ile sürekli istişare halinde, milli irade ile iş başına gelmiş hükümeti devirmek için yapacakları ihtilalin gününü ve saatini tespit etmekle meşguldürler.
TMT’yi kurma emrini alan (askeri ve sivil) kadro, hükümet ile sürekli istişare halinde ve İngiliz istihbaratını dahi hayretten hayrete düşürüp şaşırtacak bir maharet, vatanseverlik ve gizlilikle TMT’yi Kıbrıs’ta filizlendirmeye çalışırken, ihtilal kadrosunun sivil uzantıları, (TMT’yi kast ederek) hükümetin halkı doğramak amacıyla gizli örgüt kurduğunu yaymakta ve buna halkı inandırmaya çalışmaktadırlar.
Bu yalan ve iftiralarına halkı inandırmaya inandıramazlar ama; Sürekli CHP’nin ileri gelenleri ile işbirliği yapıp istişare ederek kurguladıkları ihtilali (27 Mayıs 1960’da) yaparak milli irade ile iş başına gelmiş meşru ve yasal bir hükümeti devirmeyi becerirler.
Bununla da kalmazlar. KIP (TMT) gibi çok gizli bir projenin altında imzası olan üç hükümet görevlisini idama, ayni projenin altında imzası bulunan Genel Kurmay Başkanını hapse gönderirken, bu projeyi hayata geçirmeye çalışan subayları emekliye sevk ederler ve başta “BOZKURT” kod adını taşıyan Albay Rıza Vuruşkan olmak üzere Kıbrıs’ta görevli kadroları geri çekmek suretiyle 1963 olaylarına TMT’nin hazırlıksız yakalanmasını sağlarlar.
Dahası, bununla da kalmazlar. Sonradan yazdıkları hatıralarında, Demokrasi Şehidi Başvekil Adnan Menderes ve Fatin Rüstü Zorlu’ya ait bu projeyi de utanmadan sahiplenmeye kalkışırlar. Bunların sivil uzantıları olanla yetinmez, yayınladıkları dergilerde, “Kontrgerilla’ nın Kıbrıs Üssü” başlığı altında Kıbrıs TMT’sini örgütleyen subayları tek tek afişe etmek suretiyle, onları Yunan istihbaratına deşifre edip, alçakça işaretle hedef gösterirler. Bu iki gruptan hangisinin Türk Subayının misyonunu temsil ettiğini tartışmaya dahi gerek yoktur.” (*) Şenol Özbek, Emekli Yarbay-1.05.2007)
Bu bir derstir. Atatürkçü-Kemalist, Milliyetçi, Vatansever Türk siyasetçisi için ibrettir. Demokrasi Şehidi Merhum Başvekil Menderes, Polatkan ve Londra’da Fatin Rüştü Zorlu’nun bir İngiliz diplomata söylediği gibi  “kefeni çantada taşımaktır”. İşte, Türk siyasetçisi budur.
Türk dış politikasının esası mutlak mütekabiliyet, insan hakları, adalet ahlâkı, hukuk ve su-i niyet, haksız gasp, irtikap, işgale kalkışma, insanlık alemi ve özellikle “dünyanın her neresinde yaşarsa yaşasın” Türk ırkını izmihlâle uğratmayı amaçlayan kötü niyetli girişimlere karşı “mukabele-i bil-misil” dir. Yani, misliyle “misilleme” yapmak.
Kıbrıs’ta TMT’yi kurma basiret ve bekasını gösteren vatansever siyasetçilerin yaptığı budur. Onlar, tam bir cesaret ve kararlılıkla hareket ederek, İngilizlere terk den sonra Türkiye ile hiçbir hukuki bağı kalmayan Kıbrıs’ı Lozan Antlaşmasının 17. maddesini ilga ederek  milli davaya dönüştürmüş kahraman bir kadrodur.
Şimdi de, başta Kerkük, Kıbrıs, Batı Trakya, Türk dünyasının acil sorunları ve sözde soykırım yalan ve iftiralarını çözüme kavuşturmak için böyle bir kadroya ihtiyaç vardır. 
YURTTA SULH, CİHANDA SULH 
Günümüz politikACILARI, büyük önder Mâreşal Mustafa Kemâl Atatürk’ün “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” biçimindeki vasiyet, emanet ve gösterdiği “dış politika hedefini” yanlış algılayıp; AB süreci ve ABD ilişkilerinde olduğu gibi taviz ve ivaz verme keyfiyeti gibi gaflet ve dalâlet içine düşmemeli ve günü kurtaracak tarz pasif bir politika izleme, yürütme yoluna gitmemelidirler. Zira, Türk milletini Anadolu’dan atma, ya da tarih ile bağlarını kopartma girişimleri yoğunlaşmış, sözde Ermeni soykırımı yalanından sonra Yunan soykırımı gündeme taşınmaya başlanmış, şimdi de fırsattan istifade tarihte Türkler tarafından Bulgar soykırımı yapıldığı iddiası ile Bulgaristan devreye girmeye yeltenmiş bulunmaktadır.
Mesele daima teyakkuz halinde bulunmak, uyanık olmak ve Atatürk’ün ruhunu şâd edecek “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” hedefinin “muasır medeniyet seviyesini” ilkeli, onurlu, sorumlu, namuslu, dürüst ve demokrat bir kimlik ve kişilikle “adalet ahlâkı” bağlamında yakalamak ve aşmak.. olduğunu bilmektir.
Zira, “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” vecizesinin dayandığı bir başka ana temel, rasyonel mantık ve mantalite şudur: “Eğer istersen yurtta sulh, cihanda sulh; Ordunu sağlam ve emin tut, hazır ol daima cenge” Yani sulh, (barış) daima hazır olan çağdaş ve mükemmel, üstün yeteneklere sahip, iyi donanımlı ordu, yüksek savaş gücü ile sağlanır. Özellikle, çepeçevre ülkemizi kuşatan ihanet çemberi ve düşmanlık zinciri bunu zorunlu kılar. Mesele sadece Kerkük ve Kıbrıs’ tan ibaret değildir.
Hele şu belgeye lütfen dikkatle bir bakınız: (bunu önemine binaen tekrar ediyorum)
“Yıllar boyunca Türkleri barbar, katil ve soykırımcı olarak okutup anlatan Bulgaristan yönetimleri halâ gerçekleri gizleme ve olayları saptırma çalışmalarına devam etmektedirler. Olmadık soykırım ve katliam yalanları ile Osmanlılara karşı savaş açtırıp (1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı) bu savaş esnasında yüz binlerce Türk’ü katliamdan geçirip, öldürerek; (kendileri de, Türk soyundan gelmiş olmalarına rağmen) Müslüman Türk kanı ile sulanmış topraklarda kurulan Bulgaristan kendi yüzkarası davranışlarını görmemezlikten gelmeye devam etmektedir. Söz konusu savaşın en büyük nedenlerinden biri olarak gösterilen Batak Olaylarının büyük bir yalan ve iftira olduğunu batılılar bile artık kabul etmektedirler. Lütfen aşağıdaki haberi okuyunuz.(Yusuf Hüseyin BABEKOĞLU, Ankara)
Bulgar iftirası yalan çıktı (A.A)
Bulgaristan'ın Osmanlı egemenliğinde bulunduğu sıralarda ülkenin Batak köyünde, 131 yıl önce yaşanan ve "Batak Katliamı" olarak adlandırılan olaya Alman bilim adamlarının getirdiği yeni bir yorum ülkeyi karıştırdı. Bulgaristan'ın Osmanlı egemenliğinde bulunduğu sıralarda ülkenin Batak Köyü'nde, bundan 131 yıl önce yaşanan ve "Batak Katliamı" olarak adlandırılan olaya Alman bilim adamlarının getirdiği yeni yorum ülkeyi karıştırdı.
Alman tarihçi bilim adamları, Bulgar tarihçilerin, "Osmanlı yönetimine karşı 21 Nisan 1876'da başlatılan Batak isyanı sırasında, çoğu kadın ve çocuk 5000 kişinin Batak'taki Sveta Nedelya kilisesinde Osmanlılar tarafından kılıçtan geçirildiği" yolundaki iddialarını çürüttü. Öğretim üyesi Bulgar kökenli Martina Baleva ile Doğu Avrupa Enstitüsü üyesi Ulf Brunbauer, "Batak katliamı" olarak bilinen hayali olayın aslında korkunç bir yalan, iftira ve "düzmece" olduğunu açıkladılar. "Bulgaristan'ın ve resmi tarihçilerinin Batak'taki olayları fazlasıyla abartarak, Bulgar halkı arasında Müslümanlara ve özellikle Türklere karşı nefret duyguları uyandırmaya ve halkı tahrik etmeye çalıştıklarını" belirten Brunbauer, "Bu da herkesin bildiği gibi Komünizm döneminde Türklere karşı uygulanmaya çalışan asimilasyon kampanyasına ilham vermiştir" diye konuştu. Alman tarihçi, yaptıkları araştırmalar sonunda, özellikle Komünizm döneminde bazı çevrelerin Bulgar-Türk ilişkilerine zarar vermek için "hayali efsaneler" ürettiklerini ve tarihsel olayları saptırdıklarını belirlediklerini bildirdi.
Baleva ve Brunbauer Batak olayları ile ilgili yaptıkları araştırmalardan elde ettikleri bilgi ve sonuçları 17 Mayıs 2007 tarihinde Sofya'da düzenleyecekleri konferans ve sergi ile kamuoyuna açıklayacaklarını söylediler.
Konferansa, karşı görüşü savunan bilim adamlarının da davet edileceği öğrenildi.
CUMHURBAŞKANI PIRVANOV TEPKİ GÖSTERDİ
Aynı zamanda tarih uzmanı olan Bulgaristan Cumhurbaşkanı Georgi Pırvanov ise iki bilim adamının başını çektiği araştırma ekibinin Batak olayları ile ilgili ortaya attıkları yeni teze tepki gösterdi. Konuyla ilgili özel bir açıklama yapan Pırvanov, bu tezin Bulgaristan'ın milli tarihine ve milli değerlerine karşı düzenlenmiş bir "provokasyon" olduğunu ileri sürdü.
Pırvanov, "tezde yer alan iddiaların tarihsel gerçekleri saptırmaya yönelik olduğunu" belirterek, "Batak halkının canları pahasına başlattığı isyan Dostoyevski, Turgenev, Mendeleev, Gladston ve Garibaldi gibi dönemin en parlak fikir adamları tarafından da kabul edilmiştir" diye konuştu. Bu arada ırkçı ve aşırı milliyetçi görüşleriyle tanınan ATAKA partisinden yapılan açıklamada da "Batak olayının Bulgar halkına karşı bir soykırım olduğu" öne sürülerek, "Batak katliamını reddeden kişilere 1 yıldan 5 yıla kadar hapis ve 5 bin levadan 50 bin levaya (2500-25.000 avro) kadar para cezası verilmesini öngören bir yasa tasarısı hazırlandığı bildirildi. Açıklamada, söz konusu yasa tasarısının parlamentoya sunulduğu ve en kısa zamanda yasalaşması için her türlü girişimin yapılacağı kaydedildi. (*)
YORUM:
Görüldüğü gibi Yunanistan’dan sonra bu defa da Bulgaristan da bir “sözde soykırım” furyası handikabına girmiş ve her ne kadar Cumhurbaşkanı Pırvanov’dan usulen tepki görse bile, fesat bir kerre başlamıştır. AB himayesinde sürer gider. Bulgar hükümeti ise, bir yandan bu tespitleri geçiştirip kamuoyuna unutturarak; Bu tutmadı hayıflanması ile şu anda yeni bir soykırım daha icat etme peşinde, dahası inkâr yasası ile bu teşebbüs ve iddialarını daha da pekiştirmek istemektedir. Hattâ şu anda Bulgaristan da mevcut Türkler üzerinde her ne kadar bir fiziksel şiddet uygulanmıyor olsa bile, AB ülkeleri tarafından “tek çare ve tek politika” olarak benimsenen ve yıllardır ısrarla uygulanan asimilâsyon süreci üstü kapalı bir şekilde devam ettirilmektedir. Türkiye bunu da düşünmek, izlemek ve değerlendirmek zorunda ve durumundadır. (*) (http://www.hurriyet.com.tr/dunya/6401811.asp?gid=180)
Bu da, aynı bağlamda dikkate alınması ve muhtemel gelişmeler karşı uyanık olunması gereken müstakbel bir sorundur.
Böyle bir zamanda ülkemizin, ülkemiz yöneticilerinin ve bütün Türk aleminin, bütün  dikkatini gelişmelere yöneltmesi, çok uyanık-bilinçli (daima kendinde ve olup bitenin farkında) olması,yakın ve uzak tarihten ibret ve ders alarak strateji geliştirmesi gerekmektedir.
Şimdi ABD bir taraftan sözde Ermeni soykırımı tehdidi ile Türkiye’yi kıskaca almaya çalışıyor, Fransa insanlık, ahlâk ve hukuka aykırı önlemler geliştiriyor, İsviçre zaten bu düzeni çoktan kurmuş uygulamakla meşgul. Yunanistan kanun kitap dinlemiyor aklına eseni yapıyor. Bulgaristan pusuda haince fırsat bekliyor. Böylece, yakın ve uzak gelecekte 3T plânı olarak nitelenen (Tanıma, Tazminat ve Toprak) hain senaryo adım adım hükmünü icra ediyor.
Şu aşamada baskı Kerkük, Kıbrıs, Batı Trakya ve Doğu Türkistan’da yoğunlaşmakta. Çemberin ortasında kalan coğrafya Anadolu ve tabii ki Türkiye... İhanet büyüyor. Çember daralıyor. Türkiye, içine maksatlı ve plânlı olarak itildiği (sürüklendiği) iç sorunları aşmak, çevresini görmek, ayıkmak, uyanmak ve bu sorunları çözmek zorundadır. Üstelik olaylardan ve sorunlardan kaçarak, göz ardı ederek, zamana bırakarak değil, üstüne üstüne giderek hal çareleri bulmak, alternatif çözümler üretmek ve kararlılıkla uygulamak durumundadır.
Şimdi gelelim, dizimizin ta başında sözünü ettiğimiz günümüz “milli” kahramanlarına.Bu bölümleri biraz ayrıntılı olarak arz edecek ve sonuçta bu üç büyük kahraman lider’ in izinden gitme, yolunu takip etme konusunda önemli hatırlatmalar yapacağım.
Onlar, (Aliya, Dudayev ve Elçibey) günümüz Türk ve İslâm âleminin özgürlük ışıkları, vatanseverlik, hürriyet-adâlet nurları ve “Türk’ün çağdaş yaşam biçimi konusunda” ilham alınacak büyük önderleridir. Atatürk’ten sonra, O’nun izinden samimiyetle giden, Atatürk ilkeleri ve Türk inkılâbını ideal edinen ve ATA’nın yolunu sadakatle takip edenler;  Onlar, “Hakkıdır ‘Hak’a Tapan’ Milletimin İstiklâl” diyenlerdendiler. Ruhları şâd olsun...
ALİYA İZZETBEGOVİÇ (1925-2003)
1925 yılında Samaç’ta(*) dünyaya gelen Aliya, babasının Saraybosna’ya taşınmasıyla beraber, artık doğduğu şehirden ziyade -kendisinin de deyimiyle “Saraybosnalı’yım”- kimliği ile ön plana çıkmış, örnek ve önder bir liderdir.
Gençlik yıllarından itibaren siyasetle ilgilenmiştir. Henüz 16 yaşındayken, yani II. Dünya Savaşı sırasında “Genç Müslümanlar Örgütü” ne üye oldu. Bundan dolayı da savaştan sonra hapsedildi. 1949 yılında beş yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı. Hapisten çıktıktan sonra, hukuk, sanat ve bilim konularında eğitim gördü. Bu esnada bir inşaat şirketinde işe girdi. “Genç Müslümanlar” teşkilatında aldıkları kararlar doğrultusunda, dinî eğitim almaya başlayan Aliya İzzetbegoviç, Yugoslavya’da yayınlanan birçok dergi ve gazetenin yanısıra, İslam dünyasında da yazılar neşretti.
Bütün dünyada büyük bir yankı uyandıran en önemli eserleri 1970 yılında kaleme aldığı “İslam Bildirisi” (manifestosu) ile 1980 yılında tamamladığı “Doğu ile Batı Arasında İslam” adlı kitaplarıdır.
“İslam Bildirisi” kitabı delil gösterilerek 1983 yılında tutuklanarak 14 yıl hapse çarptırıldı. Önce 12, arkasından 9 yıla indirilen cezası, sonradan, yaptığının hatalı olduğunu söylemesi neticesinde çıkarılacağı ifade edilmesine rağmen bu teklifi şiddetle reddetti. Daha sonra uluslar arası baskının da etkisiyle affedildi. 1989 yılında hapisten çıktı.
Henüz hapisteyken komünist bloğun dağılacağını ifade eden Aliya, yakın arkadaşlarıyla beraber bu durumun kritiğini yaptı. Nitekim çıktıktan bir müddet sonra 1990 yılında bir sanatçı arkadaşının ismini koyduğu “Demokratik Hareket Partisi - Stranka Demokratske Akcije” SDA’yı kurdular. Oybirliği ile ilk başkanı seçilen Aliya, ölünceye dek genel başkan olarak kaldı.
Kitabını hazırlayan Alev Erkilet Hanıma: “Sizi en çok hangi yönü etkiledi?” diye sorulduğunda, o: “Beş yüz sayfanın her satırı... Bu kadar ceza, ayrımcılık ve katliam yaşadığı halde, kalbi asla katılaşmamış bir insandı, beni en çok bu insan yanı etkilemiştir.” diyerek insanî ve İslamî hoşgörüsünü ifade etmekte.
Cemalettin Latiç ise: “Her zaman göğsünü gere gere, İslamcı olarak gördüğünü ve bu yüzden hapiste yattığını söylerken, o, ayağında prangalar taş kırdı, ama bir gün olsun ideallerinden kaygılanmadı.” Aliya, dostlarına şunları söylüyordu: “Bağımsız bir Bosna devleti kuruldu, zalimler devrildi. Çok yaşadım ve yoruldum. Şimdi sevgilime kavuşmak istiyorum.” derken dünyada yapacaklarını yaptığını ifade ediyor.
Fransız aydını Henry Levi’nin deyimiyle: “Avrupa Bosna’da öldü.” Yani Avrupa’yı Bosna’da öldürürken Aliya şöyle diyor: “Ben Avrupa’ya giderken kafam önümde eğik gitmiyorum. Çünkü çocuk, kadın ve ihtiyar öldürmedik. Çünkü hiçbir kutsal yere saldırmadık. Oysa, onlar bunların tamamını yaptılar. Hem de Batı’nın gözü önünde; Batı medeniyeti adına.”
“Hayat kısa değil, ben onu uzun buluyorum.” diyen, İslam dünyası için bir model lider olan Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç, 78 yaşında 19 Ekim Pazar günü Hakk’a yürüdü.
Büyük bir değerini kaybeden Türk ve İslam dünyasının başı sağolsun.
Entellektüel bir liderdi
Cesaret ve kararlılığıyla hemen herkesin dikkatini üzerinde toplayan İzzetbegoviç, fikri ile fizikini hiç bir zaman ayırmadan yaşadı. İnce siyasetiyle bir ulusun imhasını önleyen Aliya, gittiği bütün toplantılarda halkını düşünerek hareket etti. Budapeşte’deki bir toplantıda kadeh kaldırmayan tek lider oydu. Cidde’de yapılan bir toplantı sonunda Kabe’ye giden Aliya, iki rekat namaz kıldıktan sonra şöyle dua eder: “Allah’ım, lütfen kendi merkezlerinden çok uzakta yaşayan halkıma, çektikleri acılarda ve yalnızlıklarında yardım et.”
Evet, o genç yaşta başlattığı mücadelesini, asimile edilmek istenen milletini, İslam kültürüyle ayağa kaldırmaya çalıştı. Riske girmeyi hayatının bir parçası gördü.
Dinî terbiyesini, önce ailesinden, özellikle de annesinden alan Aliya, mahalle camisindeki sabah namazlarını ve hocanın okuduğu Rahman suresini unutamadığını söylemekte. Daha sonra Ali Mütevellic’in yazdığı “İslam Işığında” adlı eseri ile Osman Nuri Haciç’in “Hz. Muhammed ve Kur’an” isimli eserlerin İslam’ı anlamasında çok rolünün olduğunu ifade etmekte.
Bosnalı Müslümanlar olarak çok baskı gördüklerini ifade eden Aliya İzzetbegoviç, bu yüzden yeterli dinî eğitim alamadıklarını söylemekte. “Ben, İslam’ı ve mücadele şuurunu Mevdudi, Seyyid Kutup, Hasan el-Benna ve Fazlurrahman gibi alimlerin kitaplarından öğrendim.” demekte.
Maziyi iyi bilen, geleceğe ümitle bakan, hali iyi değerlendiren kültürlü bir Müslüman lider olan Aliya İzzetbegoviç örnek bir kişiliğe sahipti.
            Aliya’nın kişiliğinden kesitler
Aliya, riya olur veya üzerine gösteri gölgesi düşer korkusuyla cuma namazını hangi camide kılacağını en son ana kadar gizli tutardı. Gideceği camiyi, oğluna ve korumalarına, arabaya bindikten sonra söylerdi.
Burada araya girip; “Neden Aliya İzzetbegoviç, Ebulfeyz Elçibey ve Cahar Dudayev” sorusuna bir açıklama getirmek istiyorum. Şöyle ki: Bu üç lider, Mustafa Kemâl ATATÜRK’ den sonra O’nun yolunda ve izinde istikrarla yürüyen, bütün Türk dünyası ile diğer mazlum milletlere ve küresel emperyalizmin kıskacında ezilen, soyulan, talan edilen ve sömürülen bütün halklara örnek olacak ‘efsanevi mücadelelerin’, nadir kahramanlıkların ve günümüzde insanlık davasının muhtaç olduğu davanın büyük önderleri ve yılmaz savunucularıdır.
Büyük zaferler ancak ve kesinlikle “büyük adamların” önderliği ile kabildir.
Milletler, önderlerinin yolundan ve izinden yürüdükleri sürece hür, hükümran, hakim ve özgür yaşarlar. Kadim Türk ve Osmanlı tarihi bu ve benzer emsalsiz isimlerle doludur. Bu müstesna isimler ve insanlık davasının önderlerini daima hatırlamak, yaşam biçimlerini, ilke, onur ve zaferlerle taçlanmış mücadelelerini incelemek, değerlendirmek ve “milli hafıza” ile “gelenek” bağlamında hatırda-akılda tutmak gerekir. Hani bir söz vardır; “Bir musibet, bin nasihatten evlâdır.” Lâkin, tarih bilen milletler musibette kavidir. Yani başka bir deyişle; Milli tarih şuuru ve bu şuur-bilinç, doğrultusunda tahkim olmuş, inanç, şahsiyet, haysiyet ve onurla muhkem “yüksek” bir yaşam düzeyi (medeniyet) oluşturmuş milletler ebed müddettir. Her türlü felâket ve musibete karşı sağlam bir koruma içgüdüsü oluşturmuş demektir.
Örneğin: Türk milleti 10 Kasım 1938’den itibaren Atatürk’ün yolunu, izini, ilke ve inkılâplarını terk etmese ve Onun milletine emanet ve vasiyet ettiği “KEMALİZME” samimi bir inançla sahip çıkarak, sadakatle uygulasa idi, bugün dünyanın en ileri devletlerinden biri olabilir, tarih boyunca olduğu gibi insanlık alemini aydınlatabilir ve yaşanan pek soruna aklın ve bilimin ışığında çözüm üretebilirdi. Bu konuda sadakat ve samimiyet gösterilmediği ve O’ nun yolu izlenmediği için bugün Türkiye, dünkü eyaletleri ile amansız bir sınavdadır.
Şimdi, cennetmekân Aliya İzzetbegoviç’i anlatmaya devam ediyorum:    
Dini istismardan çok korkardı...
Savaşa rağmen, Cuma namazında Gazi Hüsrev Bey Camii tıklım tıklım doluydu. Hoca efendi hutbedeyken, oğlu ve iki korumasıyla camiye giren Aliya İzzetbegoviç’e yer ayırarak öne geçmesini teklif ettiler, diğer taraftan da hoca hutbeyi durdurdu. Bu durum karşısında Aliya, “Burası Allah’ın evidir. Burada farklılık olmaz. Allah katında en üstün olan, takva sahibi olandır Herkes bulduğu yere oturur. Ben, burada oturacağım. Bilmiyoruz, belki hepimiz çiğnenecek, öleceğiz; amma, İslam’ı inşaallah çiğnetmeyeceğiz... Hocam lütfen hutbeyi tamamlayın.” Demiş ve Aliya’nın bu tavrından dolayı bütün cemaat çok duygulanmıştı. Emeklilik maaşıyla geçinen Aliya, geride kalanlara servet olarak mal-mülkten ziyade, hürriyet bırakan bir lider olarak dünyadan ayrıldı.
O, en zor şartlarda dahi, adalet ve hoşgörüyü elden bırakmadı. Kimseden nefret etmediğini söyleyen Aliya, şöyle diyor: “Bizler özgürlük için mücadele eden, kimseden nefret etmeyen bir halkız. Kısmen cesaretimiz, kısmen de bilgeliğimiz ve iyiliğe yönelmemiz suretiyle amacımıza ulaşmak isteyen insanlarız. İnsanlara karşı nefret hissetmiyorum. İnanın bana, tüm bu acı tecrübelerden sonra dahi, insanlardan nefret etmiyorum. Herşeyin güzel neticeleneceğine ve bu cehennemden bir çıkış olduğuna dair ümit etmemi sağlayan şey budur işte.” Görüldüğü gibi en zor şartlarda dahi, ümidini kaybetmeyen, etrafına pozitif enerji vermeye çalışan bir kişiliğe sahip olduğu gibi, hiçbir zaman da kin tutmamıştır.
Arkadaşlarına“geçmişi unutmayın, ama geçmişte yaşamayın”derken çok çalışmaları gerektiğini ifade etmekte. Ahlakın üstünlüğünü ve tesisini sağlamak için çalışan Aliya, entrikayı sevmediği gibi, açık ve şeffaf olmaya azamî derecede gayret eder ve hesap vermekten hiç çekinmezdi. Makam ve mevkî, onun için inanç ve ideallerini gerçekleştirme yolunda bir amaç değil, bir araçtı. Mütevazı, ama onurlu bir kişiliği vardı. Eleştiriye açıktı. Hayatı boyunca, Allah’a ve İslam’a göre şekillenen şahsiyetiyle, kendine olan güveniyle hep dik durmuştu. Gençlerin önünü açmak için, huzur içinde makamını genç kadrolara bıraktı ve onlara tecrübeleriyle yardımcı olmaya çalıştı. Ne asil, ne erdemli anlayış ve davranış.
            Hayatını özgürlük ve ülkesinin bağımsızlığına adayan Bilge Kral şöyle diyor:
“Ben, her zaman ülkemi sevdim ve severim. Fakat, otorite söz konusu olunca hiçbir otoriteyi, hiçbir zaman sevmem. Otoriteye sadece riayet edebilirim. Çünkü ben, bütün sevgimi özgürlüğe adadım. Evet ilerlemiş yaşıma rağmen, inanıyorum ki, halkımın özgürlüğe ve kurtuluşa ulaştığını görecek kadar yaşayacağım. Ya da daha doğrusu, bunu görecek kadar yaşamayı diliyorum. Çok mu bencilce bir istek bu? Belki de öyle, ancak size hayatım ve ölümüm hakkında hiç de takıntılı olmadığımı söylediğimde bana inanmalısınız. 70 yaşındayım ve daha uzun bir yol var önümüzde. Bireyler ölür, halklar yaşar. Mücadeleler bana bağlı değil. Önemli olan da bu. Sancağı binlerce insan taşıyor. Bunu sürdürecekler.”
Aliye İzzetbegoviç, hayatı boyunca beş vakit namaz kılmış, en ağır koşullar ve çok zor şartlar altında bile namazını terk etmemiş, Oruç dahil, inancının icabı olan bütün amel ve ibadetlerini; En mütevazi, muttaki ve mütedeyyin bir insan, “mazbut-dindar bir Müslüman” olarak yerine getirmiş; Hayatı boyunca alkol almamış ve Yüce İslâm’ın emir, yasak, helâl-haram ve (en yakınlarının samimi ifadelerine göre) akaidinin dışına çıkmamıştır.
O, günümüz Türk ve İslâm aleminin başarısındaki sırrı: “Samimi dindarlık ve İslâm’ a, tıpkı Büyük Önder Atatürk’ün dediği gibi; Olduğu inanmakta ve arı-duru, aslına uygun bir biçimde yaşamakta” görüyordu. Bakınız: 'Türkler' diyor Atatürk, 'İslam oldukları halde, bozulmaya, yoksulluğa, gerilemeye maruz kaldılar; geçmişin batıl alışkanlık ve inançlarıyla İslamiyet'i karıştırdıkları ve bu suretle gerçek İslamiyet'ten uzaklaştıkları için, kendilerini düşmanlarının esiri yaptılar. Gerçek İslam'ın çok yüce, çok kıymetli gerçeklerini olduğu gibi almamakta inatçı bulundular.İşte gerilememizin belli başlı sebeplerini bu nokta teşkil ediyor..(Sadi Borak) Aliya, bunu çok iyi biliyor, inanıyor ve inandığı gibi yaşıyordu. Ayrıca;
“Ey millet ! Allah birdir. Şânı büyüktür. Allah’ın selâmeti, âtıfeti ve hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz efendimiz, Cenâb-ı Hak tarafından insanlara hakâyık-ı diniyyeyi tebliğe memûr ve resûl olmuştur. Kanûn-u esâsîsi, cümlemizce malûmdur ki, Kur’ân-ı azîmü-ş-şân’daki nusustur. İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz, son dindir, ekmel dindir. Çünkü dinimiz akla mantığa ve hakikate tamamen tevafuk ve tetâbuk ediyor. Eğer, akla, mantığa ve hakikate tevâfuk etmemiş olsaydı, bununla diğer kavânîn-i tabiiye-i ilâhiyye beyninde tezat olması îcâbederdi. Çünkü bilcümle kavânin-i kevniyyeyi yapan Cenâb-ı Haktır. (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, I-III, 1989, II,98-99)
Dünyada istediğine ulaşan Boşnaklar’ın “Dede”sine Allah’tan rahmet, geride bıraktığı bağımsız Bosna-Hersek devletine de nihayetsiz ömür diliyorum.
            Bölüm Kaynakları: Aliya İzzetbegoviç, Tarihe Tanıklığım, Klasik Yayınları; Gerçek Hayat, Ekim 2003; Yeni Şafak, 23-27 Ekim 2003; Vakit, Sibel Eraslan,22 Ekim; Zaman, Ali Bulaç, 25 Ekim; Diyanet Dergisi, 154. sayı, Ekim 2003,
(*) Samaç: 1868’de Belgrad’dan ayrılan Müslümanlar için, Suudi Arabistan Kralı Abdülaziz tarafından kurulan şehir. İlk ismi Aziziye iken sonradan bu isimle anılmıştır
            Dikkat edin lütfen ! İyi bakın, doğru okumaya ve anlamaya çalışın.Aliya İzzetbegoviç, sözde medeni (!) AB’nin tam orta yerinde; Müslüman Türklere tehcir uygulama, vahşi kıyım, katliam ve soykırımla Bosna Hersek halkını yok etme teşebbüsü, kin, kan, intikam ve ihtiras bataklığından Allah’ın dini İslâm, samimi iman ve bu imandan kaynaklanan ‘kuvva-i milliye azmi” ve azimden yükselen milli irade ile kurtardı.
            Şimdi bir başka ibret tablosu ve kahramanlık destanına geçiyorum.
            KUTLU BİR DİRENİŞİN KAHRAMAN ÖNCÜSÜ:
CAHAR (CEVHER) DUDAYEV :
            Bu aslında bir destandır. İbretle okunmalı ve mutlaka gerekli dersler alınmalıdır.
            “Her anı acı her anı çile ve kahır dolu bir hayata rağmen yılmadı, zorluklara ve yokluklara karşı direnmesini bildi. Küçük bir orduyla dünyanın süpergücüne sahip kızıl orduya karşı savaşmak elbette kolay değildi. "Haksız gücün karşısında, güçsüz halkımın yani, “hakkın” yanında olmak benim imanımdır" diyerek Şeyh Şamil'in bıraktığı yerden mücadeleyi başlatmış ve Ruslara meydan okumuştu.
CAHAR DUDAYEV
1944 yılı Şubat ayında Çeçenistan’ın Yalho Köyü’nde dünyaya geldi. Doğumunun ardından henüz 15 gün geçmişken 23 Şubat 1944 tarihinde ailesi ile birlikte Sibirya’ya sürgün edildi. Çocukluk ve okul yıllarını Kazakistan’ın Sibirya Bozkırı’nda geçirdi. 1962’de Tambov Askeri Pilot Yüksek Okulu’ndan ve 1966’da Uzak Mesafe Uçakları Pilot ve Mühendis Yetiştirme Yüksek Okulu’ndan mezun oldu. 1974 yılında Gagarin Hava Harp Akademisi’ni bitirerek birinci sınıf pilot ve mühendis unvanını aldı. Kendisine SSCB Hükümeti tarafından 12 madalya verildi ve tümgeneralliğe kadar yükseldi
Dudayev, Sovyet tarihinde Stratejik Hava Kuvvetleri’nde Tümen Komutanı olarak görev yapan ilk Müslüman’dı. Baltık ülkelerinde meydana gelen bağımsızlık hareketlerini kuvvet kullanarak bastırması emredildi. Ancak bu emri yerine getirmedi. Rus Hükümeti bu itaatsizlikten dolayı Dudayev’i askeri birliği ile Grozni’ye sürdü. Cahar Dudayev 1990 yılı Mayıs ayında (tıpkı Mustafa Kemâl gibi) görevinden istifa etti ve halkının saflarında yer aldı.
1990 yılının Kasım ayında gerçekleşen “Çeçen Ulusal Kongresi”ne davet edildi ve icra kurulu başkanı seçildi. 19–21 Ağustos 1991’de Gorbaçov’a karşı yapılan başarısız darbe teşebbüsü sırasında darbecilerin karşısında yer aldı. Darbecilerle işbirliği yapan Çeçen-İnguş Cumhuriyeti Hükümeti’ni düşürmek için başlatılan halk hareketinin başına geçti. 27 Ekim 1991 tarihinde yapılan seçimlerde %85 oy oranıyla bağımsız Çeçenistan Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı seçildi. Çeçenistan’ın bağımsızlığını tanımayan Rusya’nın 1994 yılında başlattığı saldırılar karşısında Çeçen direnişinin liderliğini yürüttü. I. Çeçen-Rus Savaşı’nda önemli başarılara imza atan Dudayev, 21 Nisan 1996 tarihinde düzenlenen alçakça bir suikast sonucu şehit edildi. 21 nisan 1996, Çeçenistan’ın efsanevi lideri Cevher Dudayev’in şehadet tarihidir. Halkının özgür olması için, şan, şöhret, para, kısaca aklınıza gelebilecek bütün maddi değerleri terk eden yiğit adam, onuruyla şehadet şerbetini içti. Göğsünü gere gere hak divanına yürüdü.
HAYAT HİKÂYESİ VE RUS MEZALİMİ
Char Dudayev’in hayat hikâyesini biraz açmak eminim çok yararlı olacaktır.
Dudayev, 1944 yılının ocak ayında dünyaya geldi. Çeçenlerin maruz kaldıkları daimi zulüm, işkence, mezalim, ve baskı altında yaşama savaşı veren ailede on üç kardeşten en küçüğü idi. Kendi doğum gününü tam olarak bilmiyordu. Çeçen sürgünü sırasında kundakta bir bebekti. Buna göre 1943 yılı sonu ya da 1944 yılı başlarında doğmuş olsa gerek. Doğumu ikinci dünya savaşının bitimine rastladı. Gözlerini dünyaya açtığında açlık, yokluk, kıtlık ve sefalete merhaba dedi. Dudayev'in dünyaya gelişi sırasındaki yokluk ve sefalet sürprizine, bir de insanlık düşmanı kominist Sovyet Rusya tarafından uygulanan sürgün sürprizi ekleniyordu.
Zira Sovyet Rusya tarafından, İkinci dünya savaşında Alman işgaline uğrayan Kırım ve Kuzey Kafkasya'nın batısındaki yenilgilere suçlu aranıyordu. Suçlu hemen bulundu. Çeçenler, Kırım Tatarları, Karaçay ve Balkar halkları (Türkleri) idi bu suçlular.
Alman işgali altına girmeyen Çeçenistan ve Çeçen halkının, Almanlarla nasıl işbirliği yaparak Rusya'ya ihanet ettiği sanılıyordu. Sonuçta Çeçen halkı sürgünden kurtulamadı. Rus yönetimi, yüzlerce yıldır derinden kin beslediği Çeçen halkını, fırsat bu fırsattır diyerek tarih ve coğrafya sahnesinden silmeye teşebbüs etti.
21 şubat 1944 tarihinde Çeçen halkı bir milyon Rus askerince kuşatıldı. Top yekun olarak, 24 saat içinde elverişsiz şartlar altında ülkesini terke zorlandı. 850 bin Çeçen zorunlu sürgün ve tehcir tabii tutuldu. Bu alçakça, insanlık dışı ve düşmanca sürgün sırasında Çeçen halkının yarıya yakını hayatını kaybetti. 400 bine yakın insan telef oldu. Dikkat edin yıl 1944. Türkiye, İnönü’nün Cumhurbaşkanlığında. Anavatan da Türkçü kıyımı var. Tam o sıralar...
Cevher Dudayev, kominist yönetim nazarında suçlu olarak dünyaya geldi. Sürgün kararı verildiğinde yaklaşık 40 günlük masum ve müsemma bir bebekti. Annesinin kucağında sürgüne giden, belki de en küçük Çeçendi. Ancak, 7’den 70’e yüz binlerce Çeçen aynı kaderi paylaşıyordu. İşte Rusya bu idi...
Sağlam bünyeli insanların dayanamadığı kış şartlarına, mucizevi bir şekilde direnen küçük Cevher (Dudi) sağ salim Kazakistan'a ulaştı. Hz. Musa'yı en büyük düşmanı firavundan koruyan, hatta onun sarayında büyüten Rabbim, adeta Cevher Dudayev'i de meleklerinin kanatlarını gererek büyük tehlikelerden koruyor ve kolluyordu.
Dudayev Kazakistanın Çimkent şehrinde 13 yıl yaşadı. O, ana vatanından uzak bir halde anne ve babasının anlattığı Çeçenistan'ı hep rüyasında görerek büyüdü. Kanlı diktatör Stalin'in ölümünden sonra Rus yönetimi, Çeçenlerin haksızlığa uğradığını kabul edip, kendi öz vatan ve topraklarına geri dönüşlerine izin verdi.
1957 yılında büyük zorluklar içinde gerçekleşen bu geri dönüş kervanına, Dudayev ve ailesi de katıldı.Dudayev ve ailesi, fırsattan istifade evlerine yerleşen gaspçı ve hırsız Rusları, kazma ve küreklerle kovarak evlerine yeniden sahip olabildiler.
Yaradılıştan çok zeki ve akıllı bir çocuk olan Dudayev, sınavlarını başarıyla verdiği Tambov Hava Harp Okuluna kaydoldu. Okulu üstün bir başarıyla bitiren Cevher Dudayev, Sovyet ordusunda genç bir savaş uçağı pilotu olarak görev aldı.
Sovyet (kominist) ordusunda (kızılorduda) görev yaparken de O,çok iyi bir Müslüman, dindar bir asker ve örnek bir insandı. O’nun bu yüksek özelliğine Ruslar da saygı gösterir ve dinine, inanç ve ibadetine karışmazlardı. O, herkese güven veren, dürüst davranan ve itimat telkin eden “yüksek kişilik ve karakter sahibi” bir insandı. Asla alkol kullanmazdı. 
Mesleğindeki başarısı, ilkeli, onurlu ve dürüst oluşu ona hızla yükselme kapılarını açtı. Dudayev, kendisi gibi havacı bir Rus subayının kızına gönlünü kaptırdı. Daha sonraki çileli yolunda hayat arkadaşı olacak Alla Dudayeva ile evlendi. Alla, Çeçen olarak doğmamıştı ama, Dudayev'in şehadetinden sonra onurlu ve soylu bir duruşla gerçek Çeçen gelinlerini asla  aratmadı. Çeçen davasına bütün varlığı ile sahip çıktı.
1989 yıllarına gelindiğinde, kominizmin iğrenç foyası, zalim ve insanlık düşmanı yüzü iyice ortaya çıktı. Sovyet sistemi çatırdamaya başlamıştı.Gorbaçov'un uyguladığı Glasnost ve Prestroyka (yeniden yapılanma) politikaları Komünizme gün saydırıyordu.
Küfrün hükmü tamamlanmış ve mukadder olan Çöküş başlamıştı.
1991 yılının Aralık ayında beklenen son gerçekleşti. Ve Komünizm çöktü.
Komünizmin sancılı çöküşü öncesinde Dudayev, Tuğgeneral rütbesiyle Estonya'da görev yapmakta idi. Estonya'da görev yaptığı sırada, stadyumdaki bir tören anında Estonyalı gençler, Eston bayrağı açarak bağımsızlık gösterisi yaptılar. Dudayev bu gösteriye sempatiyle baktı. Saygı duydu. Tepki göstermedi. Ardından Estonya'da başlayan bağımsızlık yanlısı gösterilere müdahale etmesi talimatını dinlemeyerek "Asi General" adını aldı.
Bu sırada kendi ülkesi Çeçenistanda da hareketli ve heyecan dolu günler yaşanıyordu. Zelimhan Yandarbiyev önderliğinde kurulan Çeçen Halk Kongresi hareketi Sovyet kalıntısı yönetimi derinden sarsıyordu. Şeyh Şamil’in asil ve mağrur torunları büyük bir özlem aşk ve iştiyakla “Özgürlük” için harekete geçmişti.
Dudayev, Zelimhan Yandarviyev'in Çeçenistan’a davetine hiç düşünmeden evet dedi. Sovyet ordusundan ayrılan Dudayev için yeni bir dönem başlıyordu.Çeçen Halk Kongresi 6 Eylül 1991 yılında Dudayev'in başkanlığında Çeçenistan'ın bağımsızlığını ilan etti. 27 Kasım 1991 yılında yapılan seçimde de halkın yüzde doksanından fazlasının oyunu alan Dudayev Çeçenistan'ın resmi devlet başkanlığına seçildi.
Ancak, o gün için çok yürekli ve cesur bir karar olan, “Rusya Federasyonuna dahil olmadan” kendi yolunu bağımsızlıktan yana çeviren Çeçen halkının özgür iradesine karşı, Rus yönetimi iyi şeyler düşünmüyordu. Nitekim, Çeçenlerin kesin tavrı, sarsılmaz irade ve kararı Rus yönetimini çok rahatsız ve huzursuz etti. Türk düşmanı zalim ve hain Moskof Çeçen halkının bağımsızlık talebine karşı sert çıktı. Çeçenistan’ı en ağır biçimde tehdit ederek kanlı bir müdahele sinyali verdi.
Dudayev, esas itibarıyla Mustafa Kemal Atatürk’ün yolunda ve izinde yürüyen, O’nun istiklâl mücadelesini, ilkelerini ve inkılâplarını çok iyi bilen ve İslâm’ı alenen yaşayan, açıkça uygulayan ve ülkenin milli marşına kadar bütün değerlerini “İslâm’la” taçlandıran nadir bir lider, hakiki ve samimi bir Müslüman, örnek ve önder bir insan idi. Bütün siyasi stratejisini Şeyh Şamil sentezi ve Atatürk metodolojisi üzerine kurmuştu. Bilinen ve beklenenin aksine, önce adalet, hukuk ve barış yolunu kullanmak ve Rus yönetimiyle savaşmak istemiyordu. Zira, savaşın Çeçen halkına vereceği tahribat, muhtemel zarar ve hasarın farkındaydı.
Dudayev, dönemin inanılır ve güvenilir Çerkes (Türk) asıllı Adalet Bakanı Kalmuk Yura'nın arabuluculuğunu kabul ederek onunla görüştü. Bu görüşmede savaş olmadan Rus yönetimiyle anlaşmaya varılabileceğini söyledi. Kalmuk Yura bu öneriyi devrin başbakanı Viktor Çernomirdin'e iletti.Çernomirdin savaşın önlenmesinden dolayı çok mutlu olduğunu ifade ederek Dudayev'le telefonla görüştü. (Yukarıdaki bilgiler hem merhum Kamuk Yura hem de Viktor Çernomirdin tarafındanda teyit edilen bilgilerdir.) Ancak, Dudayev'in barış masasına oturma çağrısına olumlu cevap vermesi, Kremlin tarafından dikkate alınmadı. Viktor Çernomirdin daha sonra yazdığı hatıratında belirttiği gibi; "Rus derin devleti iç politikaya yönelik malzeme olacak, kamuoyunu memnun edecek ve 24 saatte kazanılacak bir zafer istiyordu".
Hazırlanan plân ve uygulamaya konulması düşünülen senaryoya göre Rus yönetimi Çeçenistan'ı vurarak, Slav unsurlarının motivasyonunu yükseltecek, Rus ordusu, kazandığı bu zaferle otoritesini yeniden tesis edecekti. Kısacası savaşı çıkaran taraf ne Dudayev ve ne de Çeçen halkıydı. Gerek Dudayev gerekse Çeçen halkı, ülkelerine saldıran Rus işgalcilerine karşı savunma savaşı vermek zorunda kalmışlardı.
Dudayev'in efsanevi kişiliği etrafında birleşen Çeçen halkı, bütün dünyaya parmak ısırtan bir bağımsızlık mücadelesi örneği sergilediler. Dudayev, emsalsiz kişiliği ve dehasıyla Ruslara ağır kayıplar verdiriyordu. Uluslararası emperyalizm doğal olarak Rusyanın tarafında idi. Özgür Çeçenya ile işgalci Rus (Moskof) savaşının Dudayev'in ortadan kaldırılmasıyla sona ereceğini bekliyor ve düşünüyordu. Dünyayı tapulu arazileri olarak gören karanlık güçler, Dudayev'in kullandığı uydu telefonunun frekansını Rus yönetimine bildirdiler.
Aynı dönemde Başbakan olan Bülent Ecevit, (Bu dizinin yazarı olarak, o gün İnsan ve Kültür Ocağı’nın Genel Başkanı sıfatıyla; Kendisine saatlerce bilgi sunmama,çok mufassal bir dosya vermeme ve Çeçen davasının evrensel hukuka göre haklı ve doğru olduğunu resmi bilgi ve belgelerle, bütün ayrıntıları ile ispat etmiş olmama rağmen) Rusya’ya vaki bir ziyaretinde;
“ÇEÇEN MESELESİ RUSYANIN KENDİ SORUNUDUR”
Biçiminde açıklama yapmak gafletinde bulundu. Sözde medeni (!) dünya Çeçenistan’ ın, bağımsızlığını tanımış olmasına rağmen Rus işgaline karşı çıkmadı. İnsani bir tavır almadı. Hiçbir devlet, özgür Çeçenistan ve efsanevi lideri “Cevher Dudayey” e haklı, hukuki ve kutsal davasında BM’de dahi sahip çıkma cesaretini göstermedi, gösteremedi. Bu, Türkiye dahil günümüzün sözde hür ve hükümran devletleri için utanç vericidir. Ebedi sürecek bir ayıptır.
Rus Duma'sından bazı milletvekilleri ile barış konusunu görüşen Dudayev, kendisine kurulan tuzaktan tamamen habersiz uydu telefonunu çalıştırarak görüşmelerde bulunduğu sırada, uzaktan kumandalı nokta hedefe kilitlenen bir roketle (21.3.1996) alçakça şehit edildi.
Dudayev Çeçen halkının kalbinde derin izler bırakan karizmatik bir liderdi.
Her Çeçen onu örnek almaktadır. Günümüzde özgürlük mücadelesi veren her Türk de, başta Irak Türkmenleri olmak üzere O’nu örnek almalı ve O’nun açtığı yoldan yürümelidir. Bu gün bütün esir Türk diyarları ve özellikle Çeçenistan da Yeni doğan bir bebeğin öğrendiği ilk kelimelerden biri Dudayevdir. Aslında,Dudayev'in şehadeti ile Çeçen bağımsızlık savaşı asla sona ermedi.10 yıla yaklaşan bu mücadelede Dudayev'in ardından Devlet Başkanları Zelimhan Yandarbiyev ve Aslan Mashadov da şehit oldular. Rusların anlayamadığı husus, Çeçen bağımsızlık mücadelesi şahıslara bağlı bir mücadele değildir. Bu mücadele top yekün bir özgürlük savaşıdır.
Bu gün Şehadetinin üzerinden on bir yıl geçmesine rağmen Cevher Dudayev'in küçük Çeçenistan'ı halen savaşıyor. Halen kapitalist ve emperyalist Rusya’ya karşı direniyor. Orada (Çeçen topraklarında) her gün bir efsane yaratılıyor. Emperyalist işgale karşı şanlı bir tarih yazılıyor. Bu emsalsiz direnç, yüksek bilinç ve kutsal direniş; Başta Irak Türkmenleri olmak üzere, Krabağ’ı Ermenilere kaptıran Azerbaycan ve bütün Türk alemine örnek olmalıdır.
(Bölüm Kaynakları: Ajans Kafkas www.kafkas.org.tr )
Dudayev'i öldürmekle savaşı kazanacağını sananlar hala anlayamadılar mı ?
Onlar, yer yüzünün nadir insanları, gerçek liderleri, kanaat önderleri, hürriyet, hak, hukuk, adalet aşıkları ve insanlık davasına benlikleri ile bütün varlıklarını adamış; Davaları ile dünyayı aydınlatan, insanlığa ışık tutan, Türk ırkının “milli sevda” adamlarıdır.
Onların ortak bir inançları ve sarsılmaz imanları vardı. İstiklâl Marşı’nın;
“HAKKIDIR ‘HAK’A TAPAN’ MİLLETİMİN İSTİKLÂL”
Mısra-ı, onlar için müşterek bir düsturdu. Bu inançtan asla geri adım atmadılar.
Onlar, hak yolunda, millet hizmetinde şerefli, şanlı ve çok onurlu, soylu bir mücadele vermişlerdir. Hepsi de hakiki ve samimi birer Müslüman’dırlar. Hürriyet ve adaletin ancak ve sadece İslâm’ı yaşamakla kaim ve daim olabileceğinin farkında olmuşlar ve bunu kendi hayat ve kutsal mücadeleleri sırasında en açık surette görmüşler, müşahade etmişlerdir.
Onların davaları masonlar ve misyonerlerden, milliyetsiz ateist, pagan, dinsiz, yolsuz, soysuz, sahtekâr, din tüccarı ve siyaset simsarı, kişisel çıkar düşkünü muhteris bencillerden münezzehtir. Başta büyük önder Mareşâl Mustafa Kemâl Atatürk olmak üzere tamamı, ABD, AB ve İsrail uşağı, din düşmanı milletlerarası ‘mason tarikatı’ mensuplarını “şeytanı kovar” gibi huzurlarından kovmuşlardır.
Onların hepsi; Örnek ve önder insan, namuslu, dürüst, ilkeli, onurlu, ahlâken yüksek, fiilen ve fikren daima üreten, sorumlu ve soylu vatandaş, özellikle de “İYİ MÜSLÜMAN” dılar.Bundan asla ve kesinlikle taviz vermediler. Başarılarının özünde sağlam inanç, sarsılmaz yüksek bilinç,  iman, azim ve çelik bir irade vardı. Bu nedenle;
ATATÜRK’LER, DUDAYEV'LER, İZZET BEGOVİÇ’LER ve EBULFEYZ ELÇİBEYLER ÖLMEZ!
            Şimdi tekrar yeri geldi. Hatırlamakta ve hatırlatmakta yarar var. Irak’ı, Afganistan’ı ve örtülü olarak dünyanın geniş bir coğrafyasını işgal eden ABD ordusu nedir ? Cevap : ABD ve şeriklerinin silâhlı güçleri =HAÇLI ORDUSU’ dur. Daha dün Osmanlı’yı yıkan, bölen, parça parça eden kimdi ? O’da emperyalist haçlı ordusu. Haçlı orduları nasıl yenilir, dize getirilir, hezimete uğratılır? Asgariden Kıçarslan, Selâhattin Eyyubi ve ATATÜRK gibi olmakla; İşte Onlar böyle kavi-sağlam bir inanç ve yüksek bir iman sahibi idiler. Bakınız Atatürk ne diyor:
“Arkadaşlar !
Cenâb-ı Peygamber mesâîsinde iki dâra, iki hâneye malik bulunuyordu. Biri kendi hânesi, diğeri Allah’ın evi idi. Millet işlerini, Allah’ın evinde yapardı. Hazreti Peygamberin isr-i mübârekelerine iktifâen, bu dakikada milletimize; milletimizin hâl ve istikbâline ait husûsâtı görüşmek maksadıyla bu dâr-ı kutsîde Allah’ın huzurunda bulunuyoruz. Beni buna mazhar eden Balıkesir’in dindâr ve kahraman insanlarıdır. Bundan dolayı çok memnunum. Bu vesîle ile büyük bir sevâba nâil olacağımı ümit ediyorum.”
Yani; Devleti şahsi ikbal, ihtiras ve kirli çıkarları uğruna kullanan ve din tüccarlığı ile maruf kimseler asla ve kesinlikle millete faydalı olamaz ve halk-kamu yararına başarılara imza atamazlar. Hürriyet ve istiklâl mücadelesi veremezler. Ancak ve sadece milletin var olan istiklâl ve istikbâli ile lânetli ve haram bir servet sahibi olabilir, insanlık onurundan imtina edebilir ve küresel emperyalistlere kul, köle olabilirler. Zira, onlar Müslüman da değillerdir.
“Efendiler !
Câmiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Câmiler itâat ve ibâdet ile beraber din ve dünya için neler yapmak lâzım geldiğini düşünmek, yâni meşveret için yapılmıştır. Millet işlerinde her ferdin zihni başlı başına faaliyette bulunmak elzemdir. İşte biz de burada din ve dünya için, istikbâl ve istiklâlimiz için, bilhassa hürriyet ve  hâkimiyetimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım. Ben yalnız kendi düşüncemi söylemek istemiyorum. Hepinizin düşündüklerini anlamak istiyorum. Amâl-i milliye, irâde-i milliye yalnız ve sadece bir şahsın düşünmesinden değil, bilumum efrâd-ı milletin arzularının,emellerinin muhassalasından ibarettir. Binâenaleyh benden ne öğrenmek, ne sormak istiyorsanız serbestçe sormanızı rica ederim (...) Minberler halkın dimağları, vicdanları için bir menba-ı feyz, bir menba-ı nûr olmuştur. Böyle olabilmek için minberlerden aksedecek sözlerin bilinmesi ve anlaşılması ve hakayık-ı fenniyye ve ilmiyyeye mutabık olması lâzımdır. Hutebâ-yı kirâmın ahvâl-i siyâsiyye, ahvâl-i ictimâiyye ve medeniyyeyi hergün takib etmeleri zarûrîdir. Bunlar bilinmediği takdirde halka yanlış telkînât verilmiş olur...”(Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, I-III, 1989, II,98-99)
Bugün için Türk ve İslâm âleminde müessir zevailin sebebi dinsizliktir.Yahut da, diğer bir deyişle, (tıpkı Osmanlının son asrında olduğu gibi) dini siyasete alet etmek, öz ve esasa mugayir fetvalarla maddi hayatı yozlaştırmak, maneviyatı ilga ve çürütmek, milli kültür ve medeniyeti zaafa uğratmak, lâikliği dinsizlik, çağdaşlığı ‘din karşıtlığı’ olarak algılamak, ilmî hayatı terk etmek ve henüz “medeniyet” haline dönüşmemiş vahşi batı ‘uygarlığını’ şuursuzca ve onursuzca taklittir.
Sonunda sözü; Türk dünyasının ilk Müslümanlarının, kelime, manâ ve muhteva olarak “Müslüman Türk” anlamına gelen “TÜRKMEN” lere getirmek üzere tekrar Atatürk’e ve O’ nun “Yüce İslâm Dini” hakkındaki görüşlerine gelelim:
Eğer, Karabağ’da zevale uğrayan Azeriler, sağlam bir iman ve dürüst bir amel sahibi olsalardı asla ve kesinlikle üç buçuk Ermeni tarafından hezimete uğratılamazlardır. Bu tıpkı, 5 vakit namazdan, yüreklerinde iman ve ellerinde imanla ölüme meydan okuyan Çanakkale Şehitleri tarafından yaratılan “İstiklâl Savaşı Rûhu” gibi bir duygudur. Bu duygu, iman, itikat ve amelden yoksun olanlar asla zafer kazanamaz ve kefereye galip gelemezler.
ATATÜRK’ÜN DİNİMİZ HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİ:
“Din vardır ve lâzımdır. Temeli çok sağlam bir dinimiz var. Malzemesi iyi; fakat bina, uzun asırlardır ihmale uğramış. Harçlar döküldükçe yeni harç yapıp binayı takviye etmek lüzumu hissedilmemiş. Aksine olarak birçok yabancı unsur - tefsirler, hurafeler- binayı daha fazla hırpalamış. Bugün bu binaya dokunulamaz, tamir de edilemez. Ancak zamanla çatlaklar derinleşecek ve sağlam temeller üstünde yeni bir bina kurmak lüzumu hasıl olacaktır. (1922)
Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam buna da öyle inanıyorum. Şuura aykırı, ilerlemeye mâni hiçbir şey ihtiva etmiyor. (1923)
Milletimiz din ve dil gibi kuvvetli iki fazilete maliktir. Bu faziletleri hiçbir kuvvet, milletimizin kalb ve vicdanından çekip alamamıştır ve alamaz. (1923)
Tarih, hakikatleri tahrif eden bir sanat değil, belirten bir ilim olmalıdır. Bu küçük harbte bile askerî dehâsı kadar siyasî görüşüyle de yükselen bir insanı cezbeli bir derviş gibi tasvire yeltenen cahil serseriler, bizim tarih çalışmamıza katılamazlar. Hz. Muhammed bu harb sonunda çevresindekilerin direnmelerini yenerek ve kendisinin yaralı olmasına bakmayarak galip düşmanı takibe kalkışmamış olsaydı, bugün yeryüzünde müslümanlık diye bir varlık görülemezdi.(1923)
Bizim dinimiz en mâkul ve en tabiî bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin tabiî olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uyması lâzımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur. (1923)
Büyük dinimiz çalışmayanın insanlıkla alâkası olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler zamanın yeniliklerine uymayı kâfir olmak sanıyorlar. Asıl küfür onların bu zannıdır. Bu yanlış yorumu yapanların amacı, İslâmların kâfirlere esir olmasını istemek değil de nedir? Her sarıklıyı hoca sanmayın, hoca olmak sarıkla değil, beyinledir. (1923)
Bizim dinimiz, milletimize değersiz, miskin ve aşağı olmayı tavsiye etmez. Aksine Allah da, Peygamber de insanların ve milletlerin değer ve şerefini muhafaza etmelerini emrediyor. (1923) 
            Bu davada en güçlü, özgün, önemli ve nadir örneklerden biri de, şüphesiz dost ve kardeş Azerbaycan’ın İstiklâl Savaşını onurlu bir zaferle sonuçlandıran, kat-i bağımsızlığına kavuşturan Prof. Dr. Ebulfeyz Elçibey (1938-2000)’dir. Onun da çok çileli bir hayatı vardır. Buyrun, dizimizin son örnek “dava adamını” da inceleyelim ve sonra alınacak ders ve ibretleri hep birlikte yorumlayıp, yine birlikte mütalâa edelim: 
PROF. DR. EBULFEYZ ELÇİBEY (1938-2000
Azerbaycan eski (2.) Cumhurbaşkanı Ebulfez Elçibey, Nahçıvan'ın Keleki kasabasında doğdu. Asıl adı, Ebulfez Kadir Güloğlu Aliyev olan Elçibey, Azerbaycan Bakü Devlet Üniversitesi Arap Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu.
Elçibey, daha kominizmin çöküşü başlamadan çok önce 1970'li yıllarda, eski SSCB topraklarına dahil olan Azerbaycan'ın hürriyet ve bağımsızlığı için mücadele etmeye başladı. 1976 yılında Sovyetler'e karşı propaganda yaptığı gerekçesiyle tutuklandı ve 1978 yılında şartlı olarak serbest bırakıldı.
Ebulfez Elçibey, 1988-1989 yıllarında Azerbaycan halkına bağımsızlık mücadelesi yolunda öncülük ederek, halkından büyük destek gördü. Elçibey, aktif siyasi hayatına 1989 yılında, Azerbaycan
Halk Cephesi Partisi'nin (AHCP) başına geçerek başladı.
Azerbaycan, SSCB'nin 1990'da dağılmasının ardından 18 Ekim 1991 yılında resmen ve hukuken bağımsızlığını ilan etti. Ayaz Muttalibov'un politika gereği usulen atandığı ve kısa süren cumhurbaşkanlığının ardından, Prof. Dr. Ebulfez Elçibey 7 Haziran 1992'de bağımsız Azerbaycan Cumhuriyeti'nin ikinci Cumhurbaşkanı oldu.
Elçibey, daha önce "Milli Kahramanlık Ödülü" nü verdiği Suret Hüseyinov'un Haziran 1993'de vaki ayaklanmasından sonra Cumhurbaşkanlığı görevini terk ederek doğum yeri olan Keleki' ye döndü. Azerbaycan'ın eski Cumhurbaşkanı, 31 Ekim 1997'de Keleki'den Bakü'ye döndü ve AHCP'nin başında aktif siyasi hayatına devam etti. Elçibey, 1998 yılında yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerine, "demokratik, tarafsız ve adil olmadığı" gerekçesiyle boykot ederek katılmadı. Zaman zaman Haydar Aliyev iktidarına karşı verdiği sert demeçlerle kamuoyunun dikkatlerini üzerine çekti.
Azerbaycan'da 5 Kasım'da yapılacak 2. dönem parlamento seçimlerine katılma kararı alan Elçibey, bağımsız Azerbaycan Cumhuriyeti'nin parlamentosuna girebilmek için ilk defa milletvekilliğine adaylığını koydu. Hayatı boyunca, Türk dünyasının birleşmesi ve kardeşliği için mücadele eden Elçibey, bu yönde "Bütün Azerbaycan Yolunda" isimli bir kitap çıkardı. 62 yaşında ölen Ebulfez Elçibey, iki çocuk babasıydı.
GATA'da bir süre tedavi gören Azerbaycan'ın eski Devlet Başkanı Ebulfez Elçibey 9 Ağustos 2000’ de Ankara (Anavatan Türkiye) da vefat etti.
Elçibey, vefatından önce yaklaşık 2 aydır sağlık nedenleriyle Türkiye'de tedavi altında tutuluyordu Prostat tümörü nedeniyle önce Ankara Hastanesi'nde tedavi altına alınan Elçibey, hastalığının belirli bir evreye ulaşması ve kemik tutulumu nedeniyle radyoterapi gerektiği için 9 Ağustos 2000 Çarşamba günü GATA'ya radyoterapi görmek üzere kaldırılmıştı. Elçibey'in Türkiye'ye "metabolik durumunun çok bozuk ve septik komada, şuuru kapalı olarak" geldiği, Türkiye'de kaldığı sürece durumunun iyiye gittiği, ancak nefes darlığı, akciğer enfeksiyonu, prostat kanseri hastalıklarını birarada taşıdığı belirtilmişti.
ÇİLELİ BİR HAYAT VE ELÇİBEY
1938'de Nahcivan'ın Keleki kasabasında doğan Elçibey, 1962'de Bakü Devlet Üniversitesi Doğu Dilleri Enstitüsü, Arapça bölümünden mezun oldu. 1963-1964'te Mısır'da tercüman olarak çalıştı. 1970'lerde ise ülkesinin bağımsızlığı için çalışmaya başladı. Bu yüzden 1975'de 'milliyetçilik' suçundan bir buçuk yıl hapis yattı. 1976'da Salman Mümtaz El Yazmaları Enstitüsü'nde Türk ve İslam tarihinin ilk yazılı kaynaklarını incelerken, bir yandan da bağımsızlık mücadelesi için çalışmaya başlamıştı.
SOVYETLER SARSILIYOR
1980'lerin sonlarında dünya Sovyetler'i tarihin çöplüğüne atmak için gün sayıyordu. Elçibey ise ülkesinde bağımsızlık mücadelesinin başını çekenlerdendi. O, milliyetler siyasetinde Leninist ilkelerin bozulduğu, Rusçanın emperyalist bir siyaset aracı haline geldiği görüşündeydi. 1988'in ortalarında üç Baltık ülkesi Litvanya, Letonya ve Estonya'da halk cepheleri kurulması ona esin kaynağı oldu. Halk Cephesi 1989'da ilk 'yarı legal' konferansını yaptığında 'Azat Azerbaycan' mücadelesinin başını çekecek lider olarak seçildi. Üç hedefi vardı: Azerbaycan'ın bağımsızlığı, Karabağ'ın Ermenilerden temizlenmesi, İran'daki Güney Azerbaycan'daki 25 milyon Azeri'nin Azerbaycan'la birleşmesi.
Halk Cephesi, Rus istihbaratının engellemelerine rağmen kısa sürede bir halk hareketi haline geldi. Öyle ki, 1989'da hükümet cepheyi resmen tanımak zorunda kaldı. Elçibey'in ilk aktif eylemi ise, binlerce Azeri'nin İran sınırına yaptığı ünlü yürüyüş oldu. Bu seferki esin kaynağı Berlin Duvarı'nın yıkılmasıydı. Nahcivan ve Astra'dan onbinlerce Azeri, 30 Aralık'ta 'Yaşasın Tebriz-Bakü' sloganlarıyla sınıra dayandığında, ne Rus askerleri ne de İran askerleri çatışmayı göze alabilmişti. Dikenli teller 'Birleşmiş Azerbaycan' sloganlarıyla parçalanmıştı.
YÜKSELEN BAYRAK İNMEZ
1990'da dünyaya 'barış ve kardeşlik' mesajları veren SSCB lideri Mihail Gorbaçov, Azerilere başka bir şeyi reva görecekti: Kızıl Ordu. Önce kimse buna inanmadı. Ama 19 Ocak'ı 20 Ocak'a bağlayan gece umulmayan oldu ve Kızıl Ordu tankları tıpkı 70 yıl öncesindeki gibi Bakü'ye giriverdi. 1918'de Mehmet Emin Resulzade öncülüğünde kurulan Demokratik Azerbaycan Cumhuriyeti'nin 27 Nisan 1920'de Kızıl Ordu'nun paletleri altında ezilmesi gibi. Ama bu kez tarihin tekerrür etmesi bu kadarla kalacaktı. Bakü'deki ünlü Azatlık Meydanı'nı dolduran milyonlar kendilerini tankların önüne atıverdi. 130 kişi hayatını yitirdi, 700'ü yaralandı. Ama bu harekâttan sonra siyasetin dengeleri de değişti. Vezirov görevinden alındı ve yerine Moskova'nın 'has adamı' Ayaz Muttalibov getirildi.
Halk Cephesi ve Elçibey'in payına ise yeraltına çekilmek düştü. Hükümet, Halk Cephesi'nin yetkililerini tutuklamıştı. Baharla birlikte ortam yumuşadığında Elçibey yine sahneye çıkacaktı. Bu kez Mayıs 1990'da uzun yıllar çalıştığı El Yazmaları Merkezi'nin önünde, halka, 'Azerbaycan bayrağında orak çekici kullanmayın' çağrısı yapıyordu. Elçibey, bunun yerine 1918'de Resulzade'nin sözlerini tekrarlayacaktı: "Yükselen bayrak bir daha inmez."
Azeri Yüksek Sovyet Meclisi ise Rus askerlerinin Bakü'de olmasından yararlanıp seçim kararı aldı. Halk Cephesi seçime katılırken, Elçibey sadece kurulan seçim bürolarını yöneterek arkadaşlarını destekleyecekti. Uygulanan olanca hileye rağmen Halk Cephesi'nden 30 milletvekili meclise seçilmeyi başardı.
CEPHEDE İLK ÇATLAK
Rusya'da Boris Yeltsin'in devlet başkanı olduğu 1991'de Halk Cephesi'nde de ilk çatlaklar belirdi. Moskova'da hapis yattığı sıralarda Rus yanlısı olduğu söylenen İtibar Memedov ve Rahim Gaziyev, Elçibey karşısında bir grup oluşturdu. Memedov, 'Milli İstiklal Partisi'ni kurdu. Elçibey ise dikkatini bir yandan Rus askerlerinden kurtulmaya diğer yandan da işgal altındaki Karabağ'da verilecek savaşa odaklamıştı. 23 Ağustos'ta Bakü'de düzenlenen mitingde komünist partisinin lağvedilmesini isteyen konuşmasını yaptığında, sivil giyimli KGB ajanları tarafından feci şekilde dövüldü.
Azerbaycan ise artık geri dönülmez bir noktaya gelmişti. Komünist Partisi, 14 Eylül'deki kongrede lağvedilmeyi tartışıldı. Elçibey'in çağrısına uyan 100 binin üzerinde Azeri meclisi kuşatınca beklenen oldu. Bağımsızlık ilan edildi. Elçibey ise 100 binden fazla Azeri'ye, "Hukuki yönden bağımsızlığımızı kazandık. Bundan sonraki mücadelemiz gerçek bağımsızlıktır" dedi. Ve 18 Ekim 1991'de bağımsızlığını ilan eden Azerbaycan, 29 Aralık'ta halkın yüzde 98'inin oyuyla bağımsızlığa evet dedi.
Bu sırada gerçekleşen ve tarihe 'Hocalı katliamı' olarak geçen olay ise Muttalibov'un sonunu getirdi. Rus destekli Ermeni güçlerinin 10 bin nüfuslu Hocalı kentine yaptığı saldırıdan sadece 1000 kişi kaçabildi. Katliamın ardından adres yine meclisti. Üç gün süren bekleyişin ardından Muttalibov istifa etti, yerine Yakup Memedov geçti. Ama artık cumhurbaşkanlığı seçimi kaçınılmazdı. Elçibey'in bu görevde gözü yoktu. Önce adaylığa yanaşmadı, ısrarlar üzerine 'evet' dedi. Seçileceğine kesin gözüyle bakılıyordu. Bundan en çok rahatsız olan ise Moskova ve Tahran'dı. İşte bu sırada Şuşa ve Laçin, Ermenilerin eline geçti. 14 Mayıs'ta mecliste toplanan ve Halk Cephesi milletvekillerini dışlayan bir heyet Hocalı olayından Muttalibov'un sorumlu tutulamayacağı kararını alıp, onu devlet başkanı ilan etti.
Elçibey'e yine meydanlara çıkmak düşmüştü. 200 bine yakın Azeri, meclise yürüdü. Muttalibov ve arkadaşları bir Rus askeri uçağıyla Moskova'ya kaçtı. Ve 7 Haziran 1992'de Elçibey oyların yüzde 59.4'ünü alarak devlet başkanı seçildi. Elçibey ilk iş olarak milli ordu oluşturmak için kolları sıvadı. Ancak Karabağ'da savaşan Azeri birlikleri 'nedense bir birlik' sergileyemiyordu. Azeri güçlerine verilen karşı atak emri, bizzat Savunma Bakanı Gaziyev'in 'geri çekil' emriyle sabote ediliyordu. Ermeniler Kelbecer ve Ağdam'a da girdi. Elçibey'in Türkiye'nin yardımıyla kurduğu milli ordu başarılı olamamıştı. Eylül 1992'de cephe ziyaretlerinden birinde Elçibey'e karşı bu kez suikast düzenlendi. Ama sonuç alınamadı.
        AZERBAYCAN'I İÇ SAVAŞA SÜRÜKLEMEM
1993'e girildiğinde Elçibey yönetimi petrol anlaşmalarını belli bir noktaya getirmişti. 15 Haziran'da Ermenilerle muhtemelen Kelbecer'in geri alınması için masaya oturacaktı. Ülke ekonomik ve siyasi bağımsızlığa adım adım yaklaşıyordu. Ama bu kez devreye girecek olan Suret Hüseyinov, Elçibey'in kaderini değiştirecekti. Azeri lider, Gence'deki birliklerin komutanı olan Hüseyinov'a Karabağ'daki başarıları için kahramanlık unvanı vermişti. Ama onun hesabı başkaydı. Rusya'nın ve İran'ın desteğini aldığı söylenen Hüseyinov'un bir başka ilişkisi de o sıralarda Nahcivan'da bulunan KGB tedrisatından geçmiş Haydar Aliyev'leydi. Aliyev, Bakü'de yavaş yavaş etkinliğini artırmıştı. Söylentilere bakılırsa, Hüseyinov ile Aliyev arasında bağlantıyı Gaziyev sağlıyordu. Bu kez darbe 'geliyorum' diyordu. Elçibey, 3 Haziran'da Gence ve Bakü'deki olağanüstü hal ilanını uzatıp Gence'ye birlik gönderdi. Ama isyan bastırılamadı. Hüseyinov, Bakü'ye doğru harekete geçtiğinde Elçibey'e sürgün yolları görünmüştü.
Kaybettiğini anlayan Elçibey, kan dökülmesini istemiyordu. Aliyev'i kriz yatışana dek başa geçmesi için Bakü'ye çağırmak zorunda kaldı. Uyuşturucu ve silah kaçakçılığıyla uğraştığı söylenen Hüseyinov onu ürkütüyordu. Aliyev ise Azerbaycan için 'sıkıntı' anlamına gelse de hiç olmazsa Azeri devleti korunabilirdi. O sıralarda yakınlarına şöyle diyecekti: Bu ülke için yapılacak bir hizmet daha var. İktidardan el çektirilsek dahi Ermenilerle savaş durumunda olan, bin bir emekle kurduğumuz bu devleti iç savaşa çekmeyeceğiz.
Ve Aliyev, Bakü'ye geldi. Hüseyinov'un sahneye koyduğu Moskova destekli darbe planının birinci aşaması tamamlanmıştı. Elçibey, Hüseyinov aracılığıyla kendisine suikast hazırlandığını öğrenince, 17 Haziran'da Keleki'ye gitti. 24 Haziran'da Aliyev yeni devlet başkanı seçilirken, Hüseyinov da başbakanlığa atanacaktı. 1997'de Bakü'ye dönen Elçibey, bir yıl sonraki devlet başkanlığı seçimini 'demokratik ve adil' olmadığı için boykot etti. Ömrü el verseydi, 5 Kasım'da milletvekili adayı olacaktı.
“TÜRKİYE İLE BİRLEŞMELİYİZ”
Azerbaycan'ın eski Cumhurbaşkanı ve Azerbaycan Halk Cephesi Partisi (AHCP) Genel Başkanı Ebulfez Elçibey verdiği son röportajında, ülkesindeki ve bölgedeki gelişmeleri değerlendirdi. 'Bunları birinin açıkça söylemesi gerek.' diyerek, her zamanki açık üslubunu sürdüren Elçibey, Türkiye ve Azerbaycan'ın sınırları kaldırarak konfederasyona gitmeleri gerktiğini söyledi.
Azerbaycan Halk Cephesi (ACHP) liderliğiniz bir bağımsızlık hareketi olarak başladı. Amacına ulaştı, önce iktidar sonra parti oldu. İçinden birçok parti çıktı; aynı çizgideki bu partiler neden birleşemiyor?
Bu tabii bir süreçtir. Azerbaycan için bir şeyler yapmak isteyen milliyetçi milyonlar bir araya toplanarak bağımsızlık için mücadele etti. Bağımsızlığımızı kazandıktan sonra devlet kurmak için iktidar olmak gerekliydi. Halk Partisi, eğer tek parti olarak kalsaydı buna izin vermezdim. O zaman yine Komünist Parti'nin yerine oturmuş olur, tek hakimiyetlik devam ederdi. Demokrasi, çok partililikten başlar. İnsanlar niye böyle bakıyor? Aynı çizgide birçok partinin çıkması, bunların birbiri arasındaki ihtilafları, tartışmaları gayet normaldir. ABD'de esasen 30'a yakın parti vardır; bunların ikisi öndedir. Rusya'da da 6'dan fazla Komünist parti var; niye birleşmiyorlar? Kim bilir, Azerbaycan'da da zaman gelecek iki parti kalacak. Toplumun tabii akışını kimse engelleyemez, kendisi hareket eder, içinden liderler çıkarır.
İktidarınızın kısa sürmesini nasıl izah ediyorsunuz? Peşinizden koşan milyonlar siz yıkılırken neden arkanızda değildi?
Ben yıkılacağımı biliyordum. Rus askerini Azerbaycan'dan çıkardığım gün arkadaşlarıma dedim ki, benim artık iktidarda kalacağıma inanmayın. Rus KGB'si bizi yıktı. Rus ve İran istihbaratı ortak çalıştı; 100 milyon dolarlık bütçeleri vardı. Azerbaycan'dan Rus askerini kovmaya muvaffak oldum. Evet, kovdum onları, 'çık git' dedim. Tam 75 bin Rus askeri vardı. Kafkasya'da Bakü, Rus askerî üslerinin merkeziydi.
Neredeyse bir buçuk asır boyunca zalim, hain, Türk ve insanlık moskof işgali altında kalmış; Milli, manevi ve kültürel değerleri özellikle yozlaştırılmış, yıllar boyu asimile edilmiş talihsiz  Azerbaycan’ın çilekeş lideri Prof. Dr. Ebufeyz Elçibey’in hayat hikâyesine ilişkin röportajı nakletmeye devam ediyorum. Zira bunlar, (bu belge ve bilgiler)Türk ve İslâm alemine ibret olacak niteliktedir. Türk milletinin “Milli tarih ve milli hafızasının” temel ve nadir bilgilerindendir. Küresel emperyalizm ve vahşi kapitalizmin özellikle Türk ve İslâm âlemini hedef aldığı günümüzde tekrar tekrar okunması ve “mukavim bir şuur, bilinç oluşturulması” için şarttır.
“Gence'de hava komando tugayı vardı ki, bir günde Azerbaycan'ı işgal edebilirdi. Kolay olmadı. Hadi şimdi çıkartın Rus askerini bir yerden de görelim. Çıkmıyorlar. Ne Gürcistan' dan ne Tacikistan'dan. Bunun sistemi var. Rus ordusu karışık milletlerden oluşmuştu. Ordunun yüzde 60'ı Rus'tu, Bunların içinde birbiri ile geçinemeyen Ukraynalılar da vardı. Nahcivan'da sınırı koruyan Rus askerinin asıl görevi Türkiye'de casusluk yapmaktı. Operasyonlar yapıyor, sinsice girdikleri Anadolu'da türlü türlü işler görüyorlardı. Rus askerini göndermekle Türkiye'yi de kurtardık.
Gence isyanını bastırmak yerine neden Keleki'ye, köyünüze gittiniz;
Türkiye neden sizi desteklemedi?
İsyancı Albay Suret Hüseynov Bakü'ye yürüdüğünde kardeş kanı dökülmesini istemediğim için Keleki'ye gittim. Hüseynov, Karabağ'da savaşıyordu, başarılar kazanmıştı, askeri çevrelerin telkiniyle ona kahramanlık ünvanı verdim. Keleki'den iki gün önce Ankara'da ağırlandığım yalandır; bir ay sonra Türkiye'den maslahat almaya gittiğim de doğru değil. Bir halk, mücadelesini kendi yapmalıdır. Türkiye'nin başını niye buraya sokalım ki? Türkiye, diplomatik açıdan bizi desteklesin sağol deriz. Yeterli destek oldu, olmadı tartışması abestir; yeterli ifadesinin sınırı yoktur.Kanla verilen toprak ancak kanla alınabilir. AGİT, yıllardır diplomatik oyunlarla bizi oyalıyor. Kadim toprağımız Karabağ'ın masada satılmasına göz yummayız. Bunun için 239 teşkilatı birleştirerek Milli Mukavamet Hareketi'ni kurduk. Bunun amacı halkımızı psikolojik olarak muhtemel bir savaşa hazırlamaktır, siyasi bir maksadı yoktur. Kafkasya'da ikinci Ermeni devleti kurulmaya çalışılıyor. Ermenistan zaten Rusya'nın oyuncağı, maşası. Dünyada bir milletin yan yana iki devlet kurduğu görülmemiştir. Bu oyun tutmayacak. Ermenilere, Karabağ'da ancak kültürel özerklik verilebilir.
Son dönemlerde İran'daki Azeri Türkleri için çalışmalarınızı hızlandırdınız?
İran, 21. yüzyılda nasıl bir değişim geçirecek?
Dünyanın değişik ülkelerinde yaşayan 40 milyon Azeri Türkü'nün hiçbir yerde kaydı yok. Ne BM'de ne de İKÖ'de. Ortada bir vurdumduymazlık var, bunu ortadan kaldırmaya çalışıyoruz. Türk folklor ve kültürünü korumak benim görevimdir. Asimilasyon politikalarına rağmen İran'daki Türkler, Türklük şuurunu yitirmedi. Tahran rejiminin dışladığı çoğu entelektüel 4 milyon Türk, değişik ülkelere dağıldı. İran'da bir grup kültürel özerklikten yana. Bir kısmı ise bağımsızlık istiyor. Güney Azerbaycan hareketi geçtiğimiz yüzyılda üç defa kanlı biçimde bastırıldı. İran'da da bir çeşit KGB rejimi var. Rus sistemi nasıl çöktüyse insan fıtratı ile uyuşmayan bu baskı rejimi de son bulacaktır. ABD de İran'daki rejimi yıkmak değil yumuşatmak, liberalleştirmek istiyor. İranlılar da artık demokratik (!) dünyanın dışında kalamayacaklarını anlamaya başladılar. Sovyetler Birliği dağılacak dediğimde bana deli gözüyle bakıyorlardı. Şimdi de İran'daki sistem liberalleşecek, Azeri Türkleri demokratik haklarını elde edecekler diyorum. (Zaman-5/08/2000)
Böylece Türk ve İslâm dünyasının günümüz tarihine damgasını vuran üç büyük ‘efsane’ liderini inceledik. Mümkün olduğu kadar hayat bilgileri, mücadele esaslarının ilke, norm ve kriterleri ile verdikleri mücadelenin usul, esas, dayanak, hedef ve stratejilerini apaçık ortaya koyduk. Bu bilgileri bütün Türk aleminin en büyük önderi, Kemalizm’in fikir ve eylem babası Mustafa Kemâl ATATÜRK’ ün söylev, emanet, vasiyet ve demeçleri ile bütünleştirdik. Fikir plânında örnekler yerli yerine oturdu.Güncel mücadelenin hedef, amaç, ilke, usul, esas, metot, önem, anlam ve stratejileri bütün unsurlarıyla ortaya kondu.
Şimdi, konunun finaline geldik. Ancak, esasa geçmeden ve Irak Türkmen kardeşlerimize emanet ve nasihatlerimizi sıralamadan önce; Türk dünyasının sayılı, saygın ve seçkin bilim ve düşün adamlarından Prof. Dr. İsa Kayacan’ın “Türkmenleri Doğru Anlamak” başlıklı özgün bir değerlendirme yazısı ve makalesini aktarmak istiyorum.
Buyrun size nadir bir örnek daha;  
TÜRKMENLERİ DOĞRU ANLAMAK  (Prof. Dr. İSA KAYACAN)
“Kısa adı ITC olan, Irak Türkmen Cephesini ve bu cephenin faaliyetlerini iyi doğru anlamak gerekiyor. Geçtiğimiz günlerden birinde, Ankara’da Irak Türkmen Cephesi Türkiye Temsilciliğinin kuruluşunun 12. yıldönümü kutlandı.
Arkasından, Ankara Tandoğan Meydanında “Büyük miting” gerçekleştirildi.
Yağmura rağmen, Tandoğan meydanını dolduran, Irak Türkmenlerini sevenler arasında bulunan bir kalem sahibi olarak gördüm ki, Irak Türkmen Cephesi giderek güçleniyor, yaygınlaşıyor. Hazırlanıp yayınlananlar, bilgi ve belgelerin getiricileri; Irak’ta İngiliz mandasındaki idareden krallığa, krallıktan cumhuriyete, cumhuriyetten diktatörlüğe, ezilen ve yok edilmek istenen tek milletin, Türkmenler olduğunu görmekteyiz.
Bilindiği gibi, Irak’ta Osmanlı sonrası 1927 yılında Krallık kuruluyor. 1932 yılında bağımsızlık ilan ediliyor. Krallık 1958 yılında devrilerek, cumhuriyete geçiliyor. 1968 yılında Baas Partisi iktidara geliyor. Saddam Hüseyin 1979 yılından itibaren Irak’ın yönetiminde söz sahibi oluyor. Her nedense, Irak yönetimleri tarafından Osmanlı Devleti’nin devamı gibi algılanan Türkmenler, hep potansiyel tehdit olarak gösterilmeye çalışılmıştır. Bütün Irak yönetimleri, Türklük bilincini ortadan kaldırmak için Türkmenleri hep baskı altında tutmuşlar ve siyasi faaliyetlerine izin vermemişlerdir.
Değişik adlarla ve değişik aşamalardan geçen Türk kuruluşları, arkasından “Türkmeneli Partisi” ve “Türkmen Bağımsız Hareketinin” kurulmasıyla genişleyen Türkmen siyasi hareketi, 24 Nisan 1995 tarihinde Irak Türkmen Cephesinin kurulmasıyla yeni bir boyut kazanıyor. Bugün, Irak Türkmen Cephesinin lideri Dr. Sadettin Ergeç’tir. Bu cephenin Türkiye temsilcisiyse Ahmet Muratlı’dır. Irak Türkmen Cephesinin, Türkiye’deki temsilciliğinden başka, Londra, Berlin, Washington, Şam ve Brüksel’de temsilcilikleri bulunmaktadır.
Türkmenler Irak’ta üçüncü asli unsurdur. Irak’ta 1957 yılında en sağlıklı nüfus sayımında Irak nüfusu 6 milyon 298 bin 976, Türkmen nüfusu ise 567 bin olarak tespit edilmiştir. Bu sayım dikkate alındığında, bugün Irak’ta yaklaşık 3 milyon Türkmen’in yaşıyor olması gerekmektedir. Bu 3 milyon nüfusun yaklaşık yüzde 10’unun dış ülkelerde yaşadığı, bunların yüzde 40’ının da muhtemelen Türkiye’de ikamet ettiği tahmin edilmektedir.
Aslında “Türkmen” denilince ilk olarak Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinden Türkmenistan halkı akla gelmektedir. Bunu da bertaraf edebilmek için “Irak Türkmenleri” sözcüğü yaygın olarak kullanılmaya başlanılmıştır.
            Prof. Dr. İsa Kayacan’ın inceleme ve değerlendirmesi ile devam ediyoruz. Bu makale, değerli Hocamızın camia ile yakınlığı ve iç içeliği bakımından özgün bir örnektir. Dolayısıyla bütüne katkısı ve konuya kazandırdığı açılım bakımından dikkatle incelenmeye değerdir. 
ANKARA’DAKİ BÜYÜK MİTİNG
28 Nisan 2007 tarihinde, Ankara Tandoğan Meydanında, Irak Türkmen Cephesi Ankara Temsilciliğince düzenlenen büyük mitinge, ülke genelinden katılanların sayısı beklenilenin üstündeydi. Kerkük türkülerinin seslendirildiği miting meydanı, “iğne atsan yere düşmeyecek” ifadesiyle örtüşüyordu.
Türkmen davasının yılmaz savunucularından, dostum Şemsettin Küzeci’nin sunuculuğunu yaptığı miting katılımcıları, Kerkük-Türkmen şiirlerinden örnekleri Küzeci’nin sesinden dinlerken, heyecanın dorukta olduğunu gözledim. Irak Türkmen Cephesi Türkiye Temsilcisi Ahmet Muratlı’nın uzun ve heyecanlı konuşması, Irak Türkmenlerinin geçmişten günümüze kadar uzanıp gelen sıkıntılarını teker teker ortaya koydu. “Kerkük namusumuzdur / Telafer öz vatanımızdır / Kerkük Türktür, Türk kalacaktır” sloganları anlamlıydı..

GÜNÜN SÖZÜ:

Dünyanın neresinde Türk varsa, ellerimizi uzatmalı ve kucaklaşmalıyız (İsa Kayacan)

ŞİMDİ YAKIN TARİHE DÖNELİM:
27 Şubat 1923 tarihli TBMM gizli oturumunda Heyet-i Vekile Reisi, yani Başbakan Rauf [Orbay] Bey, kürsüde boncuk boncuk terler dökmektedir. Özellikle İzmit mebusu Sırrı, Bursa mebusu Operatör Emin, Bitlis mebusu Yusuf Ziya ve Erzurum mebusu Mustafa Durak beyler Musul’un İngiltere’ye bırakılması ve bir sene içinde İngilizlerle bir hal yolu bulunmaz ise Cemiyet-i Akvam’a, (bugünkü Birleşmiş Milletler’e) havale edilmesini Misak-ı Milli’ye aykırı bularak şiddetle eleştirmektedirler. Rauf Bey, kendisi taraftar olmasa da, bir şekilde İsmet Paşa’nın oldu bittisini meclise karşı savunmak zorunda kalmıştır ve asıl bedbahtlığı da burada yatmaktadır: Fikirlerine aykırı da olsa TBMM Hükümeti’nin kararlarını savunacaktır.
O arada salondan Yusuf Ziya Bey’in hiddetli sesi duyulur: “Bir kelimeyle cevap istiyorum:
Musul Misak-ı Millî dahilinde mi, değil mi?” Hamidiye Kahramanı Rauf Bey’in cevabı tek kelimeliktir: “Dahilindedir.”
            Bu soru işareti, biraz sonra kürsüye çıkacak olan Gazi Mustafa Kemal’in, Misak-ı Milli’de harita ve dolayısıyla sınır olmadığını söylemesiyle tekrar tutuşacaktır. Zira Gazi’ye göre Misak-ı Milli yanlış anlaşılmıştır. O “milletin menfaati” ve Meclis’in “isabet-i nazarı”ndan ibarettir. Dolayısıyla sabit değil, esnek bir kavramdır. Yerine ve zamanına göre yeniden şekillenebilir.
Nitekim kendisi, bu esnek Misak-ı Milli politikasının en çarpıcı örneğini Hatay’da verecek, Hatay, ısrarlı takipleri sonucunda bağımsızlığına kavuşunca insanların aklına, acaba devamı gelecek mi sorusunu düşürecektir. Gerçekten de Atatürk, Misak-ı Milli stratejisinin 1923’de başaramadığını müteakip yıllarda atacağı adımlarla başarmayı planlıyor muydu ve 1932’de Yunus Nadi’nin Cumhuriyet’teki bir yazısında belirttiği gibi, Misak-ı Milli’nin gizli ajandasında Osmanlı’dan ayrılan Müslüman devletlerin bağımsızlıklarına kavuşması yazılı mıydı? Sanırım bu sorular Kuzey Irak’taki gelişmeler gündemimizde kaldıkça durmaksızın sorulacaktır.
Aşağıda yayınlayacağım Mustafa Kemal’in mektubu, Misak-ı Millici bakışın 1925’in sonlarında bile bölgeye ilgisini kaybetmediğini ve kayıpların kalıcı olarak görülmediğini göstermektedir.
İŞTE O MEKTUP :
Aslında Mustafa Kemal’i daha 1 Mayıs 1920’de, yani TBMM’nin açılışının üzerinden henüz bir hafta geçmişken Meclis kürsüsünden milli sınırımızın İskenderun’un güneyinden doğuya doğru uzanarak Musul’u, Süleymaniye’yi ve Kerkük’ü içine aldığını söylerken görürüz. Nitekim Doğudaki aşiretlerle ilişkilerini iyi tutmaya ve İngilizlerin oyunlarını boşa çıkarmaya çalışmak, bu politikasının bir uzantısıydı. 1 Şubat 1922’ye gelindiğinde Milli Savunma Bakanlığı’na “Misak-ı Milli sınırları içinde bulunan Musul vilayetinin kurtarılması için Ravenduz bölgesine bir kısım kuvvet gönderilmesi” talimatını verecek, Bakanlık da Binbaşı Özdemir Paşa’yı görevlendirecekti.
Özdemir Paşa operasyonunun İngilizleri şaşkınlığa düşürdüğünü biliyoruz. Bir Türk-Kürt ortak operasyonu olan bu harekât Musul’a varmış, hatta Irak içlerine sarkmaya bile başlamıştır. Aynı günlerde Anadolu’da Yunan kuvvetlerinin İzmir’den “denize dökülmesi”, ayrı bir moral kaynağı olmuştur Özdemir Paşa ve ekibi için.
7 Eylül 1922’de Mareşal Fevzi Çakmak, “Musul’un silahla alınacağı” yolunda bir telgraf çekiyordu Doğu ve El-Cezire komutanlıklarına. Ancak şartlar, kuvvet ve silahlarımızın Batı Cephesine kaydırılmasını gerektirmiş ve Musul’u alma operasyonu gerçekleşememiş, belki de altın bir fırsat kaçırılmıştır.
Ardından Lozan süreci gelmiş ve İsmet Paşa’nın elimizdeki en kuvvetli kart olan Musul meselesini, Mim Kemal Öke’nin “bilerek ya da bilmeyerek (veya bizim anlam veremediğimiz bir sebepten dolayı)”otel odalarında ve İngiltere’yle ikili olarak görüşmeye açması, asla genel kurula getirmemesi, Musul meselesinde bir kırılma noktası teşkil etmişti. İşte bundan sonra yukarıda bir kısmına değindiğimiz Meclis’in direnişini göreceğiz. Ancak bu direniş işe yaramayacak ve İsmet Paşa, Musul’u İngiltere’ye bırakarak dönecektir Ankara’ya.
30 Ocak 1923 günü Mecliste “Musul vilayeti, Türkiye Devleti’nin milli sınırları dahilindedir” diyen Mustafa Kemal Paşa, bundan 28 gün sonra Musul’u “gayet kolaylıkla alabiliriz” demiştir aynı kürsüden. “Fakat” diye eklemiştir ardından, “Musul’u aldıktan sonra savaşın biteceğinden emin değiliz.” Yani Musul’u almak değil, korumak önemlidir. Alırız almasına ama bedelini ödemeye de hazır olmalıyız.
Zaten İngilizler de karşı harekâta girişmiş ve 8 Nisan’da iki kol halinde sınırlarımıza doğru yürümeye başlamıştır. Bölgede daha fazla kalamayacağını anlayan Özdemir Paşa da arkası kapatıldığı için İran’a geçerek teslim olacak ve Van’dan yeniden Türkiye’ye girecektir. (Bu harekâtın devamına, bu defa 1924 Ağustos’unda İstiklal Savaşı komutanlarından Cafer Tayyar [Eğilmez] Paşa niyetlenecek ancak bu, sadece bir niyet olarak kalacaktır.) Lozan’da İngiltere’yle bir yıl içinde halledeceğimizi belirttiğimiz Musul meselesi sürüncemede kalmaya devam edince Cemiyet-i Akvam’a intikal etmiş, onlar da bir heyet göndererek yerinde incelemeler yaptırmıştır. Bu arada bölgede halk oylaması isteğimiz de insanların “ilkel” olduğu gerekçesiyle Batılılarca reddedilir. (Yani o zamanlar biz plebisit yapmak istiyorduk, İngilizler karşı çıkıyordu. Şimdi ise biz karşı çıkıyoruz, onlar istiyor.)
Ardından Şeyh Said İsyanı (13 Şubat 1925) patlak verecek ve bastırılsa da, sonuçları Musul’un durumunu doğrudan etkileyecektir. Musul’daki en büyük kozumuz olan Kürtlerin Türkiye’ye katılmak istedikleri tezi, içerideki Kürtlere yönelik bastırma harekâtı ve 1924 Anayasası’nda Kürtçenin yasaklanmasıyla zayıflayacak, dolayısıyla isyan, sonuçta İngilizlerin ekmeğine yağ sürecektir.
Nihayet 23 Temmuz 1925’de Türkiye Cemiyet-i Akvam’a başvurarak Musul’da Arapların aleyhimizdeki faaliyetlerine engel olunmasını istemişse de komisyon bu konuda yetkisiz olduğunu ileri sürmüştür. Bu, adeta son hamledir. Musul üzerindeki projemiz bu tarihten itibaren gözle görülür biçimde sönmeye başlamış, nihayet 7 Haziran 1926’da Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın imzasıyla Musul üzerindeki bütün haklarımızdan, 25 yıl boyunca petrol kârlarından yüzde 10 pay ödenmesi karşılığında vazgeçecektik.
İşte Mustafa Kemal’in aşağıdaki mektubu, 23 Temmuz son hamlesinden bir hafta sonraya rastlar. Türkiye’nin Musul’a veda ederkenki hüzünlü ama yine de ümitvar bakışını yansıtan bu mektupta Misak-ı Milli terimi geçmemekle birlikte Musul ahalisinin ülkemizin ayrılmaz bir parçası olduğu, bir gün kurtulacaklarına olan ümidini koruduğu, mücadeleyi bırakmamaları ifade edilmekte ve kurtuluşun yakın olduğu vurgulanmaktadır.
Musul’daki “din kardeşlerimiz”in kurtuluş güneşinin doğuşunu sabırla beklemelerini de hatırlatan bu ilginç mesajlar yüklü mektup, ilk olarak bundan 35 yıl önce Fethi Tevetoğlu tarafından yayınlanmıştır (Hayat Tarih Mecmuası, Sayı: 10, Kasım 1972, s. 6-7.) Hilafet kaldırıldıktan sonra bile Musul halkına “din kardeşlerimiz” diye hitap edilmiş olması bir başka ilginçliğidir mektubun. Şimdi Seyyid Muhammed Cebbârî ve akrabalarına yazılan ve aslının Kerkük’te Cebbarî ailesinde bulunduğu bildirilen bu mektubu beraberce okuyalım: Mücahidin-i muhterem sâdâttan Seyyid Muhammed ve akrabalarına, Memleketin bir cüz’-i lâ-yenfekk’i [ayrılmaz parçası] olan Musul’un ahâlisinin karîben halâs bulacağına [yakında kurtulacaklarına] itikad ve itimad olunarak öteden beri devam eden mücahedâtınızda ber-karar olmanızı selamet ve saadet-i âtiyeniz namına hamiyet-i malumenize terk eylerim.
Türkiye Cumhuriyeti’nin şefkatini ve Musul’un hükümetimize aidiyeti hasebiyle âti-i karîbden [yakın gelecekten] asla kat’-ı ümid etmeyerek [ümit kesmeyerek] zulümlere karşı yüksek bir cidal ile münevver [aydınlık] bir istikbal te’min olunması, din kardeşlerimizin huzur ve saadeti için kıymettardır. Halas günleri karîbdir. Şems-i istihlasın tuluuna [kurtuluş güneşinin doğmasına] sabûrane müterakkib bulunulmasını [sabırla beklenmesini] hatırlatır, Cenâb-ı Vâcibü’l-Vücud’dan cümleye muvaffakiyetler temenni eylerim. 1.08.1341 (1925) Sabırla ve ümitle bekleyin, diyor. Neyi? Haziran 1926’da attığımız ve Musul’u İngilizlere teslim ettiğimiz imzayı mı?
Evet, konuyla ilgili bilinç oluşturma konusunda, yukarda yer alan pek çok hakikat, nasihat, söz, söylem, yüzlerce örnek ve özellikle aşağıda hülâsa olunan “bir nevi talimat” her vesile ile anılması, anlatılması, hatırlanması ve hatırlatılması gereken bir husustur.
“Musul vilayeti, Türkiye Devleti’nin milli sınırları dahilindedir” (Musul vilâyeti: Musul, Kerkük, Süleymaniye, Telâfer dahil olmak üzere, Bağdat üstü paralelden, İran sınırını takiple Türkiye Cumhuriyeti alt sınırlarını birleşik olarak saran ve Suriye’ye kadar ulaşan çok geniş bir alandır. Kuzey Irak bütünüyle bu vilâyet içinde kalmaktadır.) ITC haritalarında yer alan Türk bölgeleri incelendiğinde kapsama alanı çok iyi görülebilir.
Şimdi, birinci bölüm sayılabilecek ön açıklama, aydınlatma ve özgün hatırlatmalar sonucunda, aşağıdaki metni bir kez dada ve “çok dikkatle okumanız için” tekrar veriyorum.   30 Ocak 1923 günü Mecliste:
            “Musul vilayeti, Türkiye Devleti’nin milli sınırları dahilindedir” diyen Mustafa Kemal Paşa, (ATATÜRK) bundan 28 gün sonra “Musul’u gayet kolaylıkla alabiliriz” demiştir aynı kürsüden. “Fakat” diye eklemiştir ardından;
“Musul’u aldıktan sonra savaşın biteceğinden emin değiliz.Yani Musul’u almak değil, korumak önemlidir. Alırız almasına ama, bedelini ödemeye de hazır olmalıyız.”
YIL 2007 – MUSUL VİLÂYETİ FEDERE KÜRT DEVLETİ
Aradan neredeyse 84 yıl geçmiş. Yukarıdaki beyana ilâveten burada önemle açıklanması gereken bir vasiyet daha var: Belgesini son vereceğim. Ama Atatürk 1933 yılında bir Amerikalı generale aynen şöyle diyor: “Allah nasip ve ihsan eyler ve ömür verirse eğer, bundan sonra ilk hedefim Selânik ve Batı Trakya’yı almak, daha sonra 12 adalar, Kıbrıs,
Musul, Kerkük ve havalisini Anavatana katmaktır...”
Bu, mutlak bir ideal, Misak-ı Milli sınırlarını tamamlama, bütünleme ve yakın çevremizi saran Türk kardeşlerimizi istiklâl, huzurlu bir istikbâle kavuşturmanın vazgeçilmez bir şartı ve günümüz siyasetçilerinin olmazsa olmaz görevidir.
PEKİ BUNU KİM YAPABİLİR ?
Ona da büyük önder ATATÜRK’ ün dilinden cevap vereyim: “Türkçe düşünen, Türkçe konuşan ve Türkçe yaşayan” Türkiye Cumhuriyeti yöneticileri. Hani, Mustafa Kemâl’ e sorulur: “Türk Ne Demektir” diye. Cevap aynen şöyledir:
Türk demek: Türkçe düşünmek, Türkçe konuşmak ve Türkçe yaşamaktır.
NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE”
Burada tam bir vukufla hatırlatmak isterim. “Ne Mutlu Türküm Diyene” vecizesinin aslı, esası ve tamamı budur. Bu vecizenin bir bütün olarak yazılması, nakledilmesi ve her ne sebeple olursa olsun tamamının söylenmesi gerekir. Aksi takdirde, bundan böyle söyleyenden kuşku duymalıdır.

 

 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com 

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 71

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

KASIT MI, İHMAL Mİ?

 
Bu konu 26 Eylül 2008 tarihli Anayurt Gazetesi’nin birinci sayfasına atılan “İhmal mi? Kasıt mı?” manşeti ile yakın zamanların kadim ve daim milliyetçisi, 64 yaşındaki usta gazeteci Ramazan Durmuş tarafından, tam bir ehliyet ve liyakatle işlendi.
Olay, günümüzde Resim Heykel Müzesi adı ile tarihi Türk Ocağı yeri ve hatırasına kaim bina giriş sütunlarında yer alan “Türk Ocağı” yazısının son restorasyonda temelli kaldırılmış, imha edilmiş ve silinmiş olması vukuatıdır.
Haberde; Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurucusu Büyük Önder Atatürk tarafından Türk Ocağı’na Genel Merkez olarak inşa edilen binadaki “Türk Ocağı” isminin silinmesinin bir ihmal sonucu mu ortaya çıktığı yoksa kasten mi silindiği henüz bilinmiyor.
Lâkin, dünyanın hiçbir ülkesinde devlete ad veren halkın ismi, mutat anıt, müze veya sair tarihi bir doku-yapı bağlamında kâin öğenin silinmesi asla akla getirilemez.
Silinmesi, kazınması, tahrip ve tahrifle yok edilmesi söz konusu bile olamaz.
Bu menfur tasarruf, hain girişim, kasti ve kinayi teşebbüsler genellikle, Türk milletine karşı tarihi kin, nefret, aşağılık kompleksi, düşmanlık ve kıskançlık gibi insanlık dışı, hayvan altı duygularla depreşik ruh hastası Rum-Yunan: (Batı İyon, Balkan Yarımadası, 12 Adalar, Girit ve Kıbrıs’ta); Sırp, Hırvat, Romen, Ermeni ve Bulgarlar tarafından da ülkelerindeki Türk isim, eser, imaret, türbe ve kabristanlarını silen güruhlarda (hariçte) görülen hallerdendir.
Bu aleni, alçakça ve kahpece düşmanlık AB’nin kronik ve müzmin hastalığıdır.
Oysa Anadolu’da on binlerce yıllın kadim eserleri ayan beyan ortadadır. Hatta zaman içinde bazı ‘nesebi gayrisahih’ primitif (manyak) türler ortaya çıkar, bunlara “Anatolia” gibi isimler bile verirler. Ama başta AB ülkeleri olmak üzere 600 ilâ 1500 -2000 yıl dolayında hüküm sürdüğümüz hiçbir devlette değil bir eser, esame yaşayan geçerli ve kullanımda bir isim bile bulamazsınız. Şu melanet GKR yönetimi bile Lefkoşa’nın kendi tarafına Nikosia der. Durum yalnız batı veya Ermeni-Yunan-Yahudi cihetiyle değil, dünyanın başta gelen din tüccarı (vehhabi) Araplar için de geçerlidir. Şu bizim haritalarda gördüğünüz hiçbir isim Arap deltasında bizim atlaslarda yazdığı gibi değildir. Bir örnek daha: Kaptanı Derya Turgut Reis’ ten yadigâr: Trablusgarp Libyalı Arap ve Berberi’nin şimdi kullandığı isim ne? Cevap: Tripoli
ŞİMDİ İYİ DÜŞÜNMEK GEREK!..
Milli tarih, milli kültür ve milli hafızanın dirildiği, binlerce yıllık efsanenin dile gelip hayat bulduğu; Osmanlı’nın kozmopolit, karmaşık ve ümmet yapısı içinden “Türk İnsanı ve Türk Milleti adına” kutsal bir tepki ve ken­dini bulma akımı olarak şekillenen; Türk ilmi ve Türkçülük fikrinin uygun kıvam ve zengin düşünce atmosferi içinde teşkilatlanması ile ortaya çıkan bir cemiyetin, “Türk Ocağı” nın mabedi alenen tahrif ediliyor.
Kazınıyor.. Sliniyor…. Fiilen kurulduğu 1911 yılından itibaren çok uluslu imparatorluk ya­pısından milli devlete dönüşüm sürecinde kültürel, siyasal, sosyal, fiili ve fikri hayata damga­sını vurmuş; En etkili ve güçlü Türk cemiyetinin adı, tarihi binası, hayat bulduğu, kurulduğu, siyasî ve fikir ortamını, mücadelesini ortaya koyduğu binadan siliniyor..
BUNUN NERESİ İHMAL OLABİLİR?...
Şu hale nazaran: Gaflet, dalalet ve hıyanetin adı ne zamandır ‘ihmal’ oldu?
Yoksa Ertuğrul Günay’ın solculuk damarı mı tuttu? Türk isminin TC devletinde bir müze duvarından silinmesiyle ilgili şimdi gözler onun üzerinde.. Bakanlık, restorasyon yaptıran Altındağ Belediyesi ve Müze yönetimiyse hedef. Kaldı ki, restorasyonda sadece Türk Ocağı isminin silinmesiyle iktifa edilmemiş, mimarının ismi de okunamaz hale getirilmiştir.
Şimdi: Fiil araştırılmalı, fail bulunmalı; Dahası en son 25 Ekim 1975 tarih ve 7/1172 sayılı BK kararıyla ‘Resim ve Heykel Müzesi’ yapılmak üzere Kültür Bakanlığı’na tahsis edilen binanın neden ve niçin gerçek hak ve mal sahibi Türk Ocakları’na iade edilmediği sorgulanmalıdır. Aksi takdirde vakıanın bir ihmal değil “apaçık kasıt olduğu” subut bulacak, Türk Milleti rencide edilecek ve kamu vicdanı derin bir rahatsızlık duyacaktır.
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com 

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 72

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

KEFERENİN “KÜRT DEVLETİ” FURYASI

 
Dünya haçlı ordularının, dünkü papalık yerine kaim komuta kademesi ABD, kirli-kanlı, organize işlerde yandaş, yoldaş ve “pis işler” ortağı AB’ye “bir anket ve kamuoyu oluşturma görevi” ısmarlıyor.
Konu: Kürt kisvesi altında kurulması için bir asırdır çabalanan “örtülü Ermeni-Rum Pontus tampon sömürge bölgesi” oluşturulması. BOB kapsamında tüm Orta Doğu’nun İsrail çıkarlarına tahsis edilmesi plânının bir kısmının hayata geçirilmesi… Örtülü Kürt düşmanlığı ve aleni dönme-devşirme himayedarlığı…
Metodoloji: Başta, 100 yıllık amansız Türk düşmanı, anarşi - terör ve tedhiş örgütü dostu, ikiyüzlü, kalleş Almanya olmak üzere, AB hinterlandında Türkiye aleyhine “kamuoyu araştırma provakasyonu”
Hain anket konusu: "BİR KÜRT DEVLETİ KURULMASINI?"
Anket faaliyetini başlatan: Alman Die Welt gazetesi.
Soru: Sollten die Kurden einen eigenen Staat bekommen
Türkçesi: Kürt devleti kurulmasını ister misiniz?
Alman Die Welt gazetesi tarafından başlatılan bu menfur anket ve Türkiye aleyhine aleni faaliyet ayrıca:
http://www.welt.de/politik/ausland/article4436510/Geheimplan-zur-Loesung-der-kurdischen-Frage.html#vote_3433847Türkei: Adli İnternet sitesinde oylanıyor.
Düpedüz domuzluk bu…
72 Milyon Türk’ün gözünün içine baka, baka pervasızca, alçakça ve haince oynanan bir kirli oyun; Türk milletine apaçık darbe; AB’de yaşayan beş milyonu aşkın Türk’e kin ve nefret duyguları aşılama, aralarına nifak sokma ve düşmanlık girişimi…
AB’de ki “yeniden yapılanan” TC elçi, büyük elçi ve çuvalla para alan misyonu ne yapıyor acaba?
Protesto, kınama var mı?
Ya “durdurma”, men ve takip girişimi?
İlgililer hakkında “dava” ikame girişimi!
Elbette bunları bilmek gerek. Çünkü Dışişleri Bakanlığının varlı sebebi bu. Eğer bir ülkede, açık veya gizli Türkiye aleyhine hareket ve faaliyet varsa; Dışişleri misyonu, MİT ve ilgili “karşı güvenlik unsurları” “faaliyeti mutlaka durdurmak, failleri cezalandırmak ve tekrar edemeyecekleri şekilde karşı tedbir”  almak suretiyle, dumura uğratmak zorundadırlar.
Aksi takdirde, orada TC adına görev yapan TÜRK yok demektir. Dahası dışişleri kullanılarak o ülkede “dönme ve devşirmeler” üs kurmuş demektir.
Tıpkı ABD’de Türk düşmanı lobilere para veren; Hakiki ve samimi Türk lobilerini bu imkândan mahrum bırakan ve fırsat buldukça sabote eden “menşei domuz monşerler” gibi..
LÜTFEN GEREĞİNİ YAPIN BU, "ÖNEMLİ BİR VATANDAŞLIK GÖREVİDİR"
Menfur skandal anket yukarıdaki linkte.
Hem de Amerika çıkışlı.
Bu çalışmaya bir Türk olarak gerekli cevabı vermek üzere öncelikle aşağıdaki linki tıklayarak Ankete katılın.
"Nein/Hayır "  seçeneğini seçip, "ergebnis" yazısının üzerine tıklayın ve Ülkemizin birliğine hizmet edin. Daha sonra bu linki kopyalayarak bütün arkadaşlarınıza gönderin. Bu oyunu bozmak milli bir görevdir. Bakınız “dâhili ve harici bedhahlar” ülkeyi bölmek için harıl - harıl çalışıyor.
Bu kadar istiyorsa kefere, Almanya veya Fransa’da bir Kürt devleti kursa ya!
NOT;  Bu anket daha öncede yapılmış ve HAYIR çıkmıştı.

 

 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com 

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 73

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

KIBRIS TA BÜYÜK OYUN; İHANETTE SON TANGO

 
            İnsanlık, hukuk ve ahlâk dışı bir mason (siyonist, ateist-pagan) komplo teorisi ve teşebbüsünden (ütopik safsatadan) ibaret “yeni dünya düzeni” (Globalleşme–Küreselleşme / bütün dünya devletlerini sömürme, milli rejim ve semavi “vahye dayanan” dinleri yok-imha etme) çılgınlığı bağlamında adaletin dengeleri sarsıldı. Dünya barışı bozuldu. Haksız kazanç, hırsızlık, yolsuzluk, yalan-haram ve gasp üstüne kurulu, menfur emel sahibi genel ve evrensel tehdit unsurları; Gerçek anlamıyla “yeni düzen” haydutlarının ülkemiz ve yavru vatan (Milli Dava) Kıbrıs üzerindeki oyunları, iğrenç tezgâh, komplo ve desiseleri günden güne artma eğilimi göstermeye başladı. Hukuk ve ahlâk dışı meydan okuma aldı yürüdü. Başta KKTC, Kerkük, Batı Trakya ve Balkanlar olmak üzere, mazlum milletler ve masum Türk ve İslâm camiası üzerine kâbus etkisi, varlığını ve ağırlığını iyiden iyiye sürdürmekte hissettirmekte...
            Elbette küresel eşkıyanın kapsama alanı bununla sınırlı değil, bütün İslâm coğrafyası.
Hani bir lâf vardır. “Nisyan (unutmakla) ile malûldur hafıza-i beşer” diye...
Üzülerek görüyorum ki; KKTC'i, (10 yıl düşündükten ve pek çok telefat verdikten sonra nihayet ABD’nin izniyle mümkün olabilen !) 1974 barış harekâtından sonra uygulanan istikrarsız, istikametsiz ve kararsız, plânsız-programsız-hedefsiz politikalar sonucu yaratılan kargaşa ve bilerek-isteyerek bulaşılan AB, ABD kombinasyonunda tuzağa düşürülmüştür. Karşı tarafta yer alan GKRY ve Yunanistan ile menfur işbirlikçileri tarafından çok ciddi, kararlı, nihai amaç ve bütün hedefleri belli politikalara karşın; Türk hükümetlerinin basiret, beka ve vatanseverlikten yoksun, dış politikaları Türk milletini ve KKTC halkını zora sokmuş ve Rum’un eline düşürmüş, insafına terk edilme noktasına getirmiş bulunmaktadır.
Sonuçta; ABD ve AB ile aynı çizgide dans etme gafletine sürüklenen hükümet dahil, KKTC aleyhine oluşan bu şeytan üçgeni arasında “Milli Dava” yok edilmek üzeredir. Bu şeytan üçgeninin tamamlayıcı unsurlarından biri de ne yazık ki; “Milli Kahraman Dr. Rauf DENKTAŞ’ ın tasfiye edilmesi pahasına” Cumhurbaşkanlığı rolü verilen ve muvakkat vazife ile maruf hükümetidir.  
Hani Annan Planına göre adada "Kıbrıs Cumhuriyeti" adı altında iki federe devlet vaat edilmekte idi ! Anladık lâkin, bu devletler arasında şartlar eşit değildir, kademeli olarak belirli bir sürede tüm hak, hukuk, tasarruf imkânı ve göstergeler Rum yönetiminden yana dönecek ve bu zaman zarfında  adadan Türk askeri çekilmiş-çıkmış olacaktır. KKTC, Annan Kardeşliği Planına  evet dedirtmekle, adeta pervasızca Azrail’e teslim edilmiş bulunmaktadır. Bu tarihi yanılgı, bütün ef’al ve şeraiti ile ihanet kokulu “EVET” ile Türkiye "Annan Planı" işlediğinde; Ahlâk ve hukuk dışı yol ve yöntemlerle AB toprağı olan KKTC de işgalci olmak durumu ile karşı karşıya getirilmiştir.
Bu bir kasıttır. Tuzaktır. İhmal değil !...
Biz bu filmi 1960 yılında da görmüştük.
Türkiye de menfur bir ihtilâle neden olacak kadar küresel eşkiyayı korku, endişe ve paniğe sürükleyen; Londra-Zürich ve “GARANTİ” antlaşmaları ile "Kıbrıs Cumhuriyeti" adı altında teşekkül ettirilen benzeri yapıda Türkler katledilmiş, mezalim almış yürümüş, 1961-1974 yılları boyunca adeta bir vahşet ve canice soykırım uygulanmıştı. 1928 Anayasanı ilga eden, Kemalizm’in ipini çeken ve Cumhuriyeti kesintiye uğratan 1960 sonrası hükümetler on yıl süre ile bu vahşet, soykırım ve dalâlete seyirci kaldılar. Neden sonra Türkiye garantörlük hakkını kullanıp adaya çıkarak, 1974 "Barış Harekâtını" gerçekleştirebildi. Şimdi, Gümrük Birliği Antlaşması ile feragat edilen bu anlaşmalarda artık yok hükmündedir. Sonuçta: 32 yıldır barış, adalet, milli hakimiyet hukuk ve huzurun hüküm sürdüğü toprakları tekrardan kana bulamak mi istiyorlar?
Oysa artık Kıbrıs’ta “BARIŞ” diye bir sorun kalmamıştı.
Sadece ve yalnızca, insan hakları, adalet, hukuk ve ahlâka aykırı olarak, hiçbir resmi karar ve dayanağa istinat etmeyen ve keyfi olarak tesis edilen “alçakça bir abluka” ve izolasyonlar vardı... O’ da, ANA-VATAN Türkiye, (en azından Yunanistan kadar) meseleye sahip, samimi ve takipçi olduğu sürece sorun olmaktan uzaktı.
Ancak, bu günlerde “Yeni Dünya Düzeni” bağlamında sergilenen ve start alan BOP (BİP) proje uygulamaları da (başta Afganistan, Irak ve Lübnan olmak üzere) vahşetin ve kötü niyetin, işgal, istibdat, katliam, tecavüz, soygun ve soykırım boyutunda gerçek niyet ve amaçları açıkça ortaya konulmaktadır.
Duruma kısa bir paragraf halinde bakalım:
İsrail devletinin tepeden inme bir teşebbüsle (BM, NATO, ABD) cebren ve hile ile kurulduğu 1948’den itibaren, Ortadoğu'da  kan, zulüm, gasp, işgal ve mezalim durmamış; ABD’nin bu yeni eyaleti bölgeyi kana bulamış ve 2000 yıl önce başlayan lânet, yeniden kan ve kin unsuru olmaya ve şeytani hükmünü sürdürmeye başlamıştır.  Mesele o ki, BM İsrail ve Filistin için federe devlet yapısı öngörmemekte , "Ortadoğu Federe Devletini" kurmak için "Annan Planı" nı burada devreye sokmamakta; Ancak, şeytan üçgeninin ileri karakolu olarak plânlanan Kıbrıs’a ahlâksızca dayatmaktadır. Bir taraftan Irak toprakları üçe bölünmüş, sözde Kürdistan ilanı için geri sayıma başlanmış,  ama bu kombinasyonun en ucunda yer alan KKTC üzerinde oyun-düzen ve spekülâsyonlar bitmemiştir? Üstüne üstlük, bu konuda artık AB vazifelidir. Daha dün bütün güç, irade, siyaset, eylem ve söylemleri ile “AT-AB gâvur işidir. Roma Antlaşmasının 100. maddesi uyarı Müslümanlar aleyhine kurulan menfur-illet-lânet bir tuzaktır, taraf olan kâfirdir.” Diyen, dünün AB karşıtları bugünün adeta bir “AB kara sevdalıları” olarak (kendi inanç, itikat, siyaset, eylem ve söylemlerinin tersine) bir garip-inanılmaz halet içine girmişlerdir. Şu halde bu eşhas ve hatta yedi sülaleleri bu yükün altından kalkamaz.
Her seferinde Türk milleti, aziz ve kahraman Mehmetçiğin asil ve mübarek kanı dökülerek, şanla ve şerefle alınmış, Anadolu’nun  mütemmim cüzü “Yüzlerce yıllık Türk toprağının” muhtemelen 2007 yılında hükümetinin  gayret ve marifeti ile Rum’a teslim edilip, el değiştirdiğini görmek yedi cihana karşı büyük bir hicap, zûl ve utanç olacaktır.  Özellikle, “Atatürk’ den mütevaris olduğu iddiasını ileri sürenlerin yapacak bir şey  kalmadığı anda toptan  istifa etmeleri gerekmektedir.  
Mesele: Her ne pahasına olursa olsun bu büyük oyun ve menfur ihaneti durdurmaktır.
10 Ocak 2007 dahil AB, Kıbrıs konusunda yeni talep ve taviz isteklerini tekrarlamıştır.
Bu kısa hatırlatma da göstermektedir ki bölgede vehamet ve hıyanet had safhadadır.
Uğruna binlerce şehit verilmiş “kutsal” bir toprağın, tek taraflı ve kişisel çıkar ağırlıklı tavizlerle Rum’a peşkeş çekilmesine; Gerek KKTC’ndeki ve gerekse Anayurt-Anadolu’nun vatansever halkı asla izin vermemelidir...
Mücahit Kıbrıs ve Milli Mukavemet Rûhu’nun şahlanma zamanı gelmiştir.
Çünkü !...
Emsali Bizans döneminde dahi görülmemiş şirret oyunlar sergileniyor. Çifte standart, melânet bir gizlilik, tek taraflı yasa dışı tasarruf, gizem ve uyutma-aldatma, atlatma, kandırma politikası kahpelik ve kaypaklıkta “sanal konjonktürel gündem” günümüzde kaygan zemin olarak kullanılıyor. Hainler, ihanetlerine esas teşkil eden taahhütlerini yerine getirmenin telâşı içinde. Zalimler çok aceleci,  düşman sabırsız. Türkiye ve özellikle Kıbrıs cephesinde şeytan imparatorluğunun yârsanist (din tüccarı, dindar görünen ateist ve pagan unsurları) ile Atatürk, Türk ve Türkiye düşmanı ABD-AB kölesi ihanet şebekelerinin dahili ve harici (bedhahları) aktörleri, 1963, (Ankara Antlaşması) 1979 (Washington Antlaşması) ve 1995 utanç belgesi (Gümrük Birliği Antlaşması) ile vaki taviz, ivaz ve taahhütnamelerinin icabını yerine getirme ve hesabını verme telâşı içindeler. Tek taraflı köprü yıkan ve TSK’ ya meydan okuyan da bu gruba dahil olsa gerektir. Ne hikmetse, oldum olası bir Rum sevdası ile malûl... Tıpkı, 1974 yıllarında Türk Ordusu’nu “İŞGALCİ” olarak niteleyen bazı nesebi gayri sahih, soyu şüpheli  dönmeler ve “Yunanlıyı kardeş ilân eden” solcular gibi. 
Bunlar zaten tarihte Yunanistan’ı hile ve desise, oyun ve düzenle kurdurmadı mı ?
            Bu meyanda şimdi;
Kıbrıs’dan Türk Askerlerinin Çekilmesi İçin (işbirlikçi dahili ve harici bedhahlar tarafından)  Büyük Bir Oyun Tezgâhlanıyor. Hainlerin Hedefindeki Oyun:
Lokmacı Köprüsünü Kaldırmak!..
1974’den bu güne süregelen BARIŞ’ ı yıkmak ve yok etmek.
            Kıbrıs Türkleri gözleri önünde “alçakça bir cüretle” sergilenen hain ve menfur oyun ve ihanet plânının farkında. Bu kirli oyunun bozulması için bir avuç vatansever, imanlı-şuurlu, milli dava bilincine sahip, vatan-bayrak ve toprak sevdalısı, aklı selim, ilim-irfan ve sağduyu sahibi uyanık “genç Kıbrıs Türkü” Ana vatan’ a ve Anadolu Türklüğü’ne çağrıda bulunuyor.
Var gücüyle sesleniyor.
            BU OYUNU BOZUN...
            “Kıbrıs Türk Gençliği Çözüm Hareketi” adına, şerefli, soylu, asil ve gerçek bir Türk hanımı can kardeşimiz; Dünya çapında milli davaların yılmaz savunucusu Sayın Emete GÖZÜGÜZELLİ  tercüman oluyor, Kıbrıslı “gerçek” Türk kardeşlerimize ve kutsal direnişe. Yavru Vatandan sesleniyor Anadolu’ya, hakiki-halis Türk’e ve bütün Türk dünyasına. Yaşanan gerçekleri, komploları, tuzakları ve yakın geleceğe yönelik menfur plân, proje ve fiili uygulamaları haykırıyor, uyarıyor.
            Boy gösteren felâketi ve mukadder olan hezimeti haber vererek;
            BU OYUNU BOZUN... Diyor.
            Evet, bu sese ve samimi imandan yükselen bu çağrıya kulak vermek gerek.
            Ancak olmadı. Ne hikmetse TSK’nin zimmetinde, hak ve tasarrufunda olan köprü “TEK TARAFLI” olarak yıkıldı. Üstelik, köprünün karşısındaki “DUVAR” halâ durmakta...
            Şimdi, oyunun bundan sonrasına “DUR” demek gerek.
            HEM’DE; KKTC Meclisinden, namuslu-dürüst-demokrat, ilkeli-onurlu, soyu temiz, damarlarında “asil kan” taşıyan sorumlu Türk “MİLLET-VEKİLLERİ” ne “TÜRKİYE’YE İLTİHAK-KATILMA” kararı aldırarak...
            Bu menfur oyunu bozmanın yolu budur.
            BİLİNE...

 

 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com 

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 74

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

KKTC SEMPOZYUMU HAKKINDA

 
Bizim de bir bildiri ile temsil olunduğumuz “KKTC’ni Koruma Derneği”nce hazırlanıp, düzenlenen “KKTC’nin Statüsü Sempozyumu” 15 Kasım 2009 günü, çok başarılı bir organizasyon, katılım ve yönetim bakımından fevkalâde bir şekilde tamamlandı.
Ben, kısmen de olsa devem eden rahatsızlığım nedeniyle katılamadım.
Bundan dolayı elbette çok üzgünüm ve çok şey kaybettiğimin farkındayım.
Fakat Dernek yetkilileri gönderdiğim “bildiri”mi sunmak nezaketini gösterdiler.
Minnettar ve müteşekkirim.
Başta “Milli Dava Kıbrıs” olmak üzere; “Sivil İnisiyatif” yani, HALK tarafından “KKTC’nin hukuki statüsü ve geleceği” yönünden belirleyici bir irade ve kararlılığın ortaya konduğu bu toplantı, her türlü takdirin üstündedir. Bu aksiyonla büyük bir başarı ve güçlü bir iradeye imza atılmıştır. Böylece, yıllardır süregelen oyunlar bozulmuş ve gerçekten, kanının son damlasına kadar Türk, Kıbrıslı kardeşlerimizin sesi-soluğu, yiğitçe haykırışı duyulmuştur.
Umarım artık, eli kanlı, insanlıktan nasipsiz, mertlikten aciz, kahpe, sinsi ve kurnaz ‘AB, Rum-Yunan’ ikilisi ‘birleşik Kıbrıs’, ‘iki toplum tek devlet, kalıcı barış’ gibi Kazıklı Voyvoda (vampir) tuzakları, iğrenç yalan ve mürai teranelerini seslendirmeye cüret ve cesaret edemeyeceklerdir. Bunun daha bir kalleşçesi var. Sanki ortada bir sorun yaşanıyormuşçasına bu teraneleri üç maymunlar misali ‘hayâsızca’ tekrarlayıp duran dâhili bedhahlar.
CEMİL ÇİÇEK’İN REST’İ:
KKTC’nin 26. kuruluş yıldönümü töreninde Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, “Kıbrıs meselesini Türkiye'nin AB politikasının önüne koyarak, eğer birileri 'Ya (KKTC) Kıbrıs ya AB' diye düşünüyorlarsa Türkiye'nin tercihi, sonsuza kadar Kıbrıs Türk’ünün yanında olacaktır. Bunu herkes iyi anlamalıdır” diye rest çekerek hükümet görüşünü açıklaması, Türkiye açısından yerinde, olumlu ve sevindiricidir.
Bu, TC devleti ve RTE (AKP) hükümeti adına “çok net bir taahhüt” ve “mutlak surette bağlayıcı” bir açıklamadır. İşbu taahhüt aksine, AB, GKRY Rumları veya Yunanistan lehine, ada Türkleri (KKTC) aleyhine bir adım atılması, eylem, söylem vaat veya (açık-gizli) taahhüt eğilimine girilmesi; Cemil Çiçek’in mensup olduğu parti ve hükümetin iki yüzlü, hain ve dış patentli olduğu anlamına gelir.
VELEV Kİ!
Böyle bir emelin şu an için dahi varlığı AKP meşruiyetini ilgaya kâfidir.
Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, ise "Kıbrıs'ta çözüm, bizim insanlığa yapabileceğimiz en büyük katkıdır", "Kıbrıs Türk halkı, bu güzel adayı sizinle paylaşmaya hazırdır. Gelin, çözüm çabalarımıza siz de katkı koyun; güzel adamızın bir dostluk ve işbirliği adası olmasını engellemeyin" tarzında konuşması,.utanç ve hicap verici.
Bu sözler ancak bir işbirlikçiye yakışır. Yazık, çok yazık!..
RUM KÜSTAHLIĞI VE SÜNEPELİK!..
İkiyüzlü, kalleş ve kahpe Yunanlı, bir yandan Akritas plânı ve Megale idea’yı dayatır, diğer taraftan, büyük Yunanistan hayallerini İyonya (Anadolu) üzerine kurar, bunu ders kitaplarına yazar ve (kendince mert ve cesur) küstah bir tavırla açıklarken;
“Kıbrıs Türk’ün Milli davasıdır. Taksim ihanet, ortaklık felâkettir..Kıbrıs’ın tamamı Türk olmak ve Türk kalmak zorundadır. Kıbrıs Türk’ün kan hakkı, can hakkıdır, şüheda emanetidir. Stratejik olarak Anadolu’nun “KİLİTTAŞI” dır.
Büyük ATA; Mustafa Kemal Atatürk, başta Kıbrıs olmak üzere Ege’de 12 Ada’lar ve Selanik dâhil Batı Trakya’nın alınmasını vasiyet etmiştir. Bu vasiyet mutlaka yerine getirilecektir..”
Diyecek kadar mert ve TÜRK bir siyasetçimiz yok mu?
Türk’e Talat gibi konuşmak düşmez, Çiçek’te sözünün eri olmaya mecburdur.
Neyse ki, aşağıda arz edeceğim “Kapanış Bildirisi’ni” okuyunca biraz ferahlayacak, ama yine de, ‘bizi resmen temsil edenler yönünden” bu kaygı, menfi kanaat ve geleceğe dair derin endişeyi paylaşacaksınız. İşte buyurun:
“KKTC’NİN GELECEĞİ VE  STATÜSÜ SEMPOZYUMU”  KAPANIŞ BİLDİRGESİ
Toprak birliğine, egemenliğe, demokratik bir işleyişe ve kurumları oturmuş (yerleşik) bir siyasi yapılaşmaya sahip ve kendi kaderini belirleme hakkı bulunan bir “Halk” oldukları, en son 2004 Annan Planı’nda uluslararası hukuk kurallarına uygun olarak bir kez daha tescil edilen Kıbrıslı Türklerin, 15 Kasım 1983 yılında kurdukları “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti” (BM Anayasası, uluslar arası antlaşmalar ’Londra, Zürich, Garanti’ ve sözleşmeler ile Hukuk-u düvel ‘evrensel hukuk’ gereği, dört başı mamur ve noksanlıktan münezzeh) yasal statüde bir devlettir.
Cumhurbaşkanı Sayın M. A. Talat’ın açılış konuşmasında “Yeminime sadığım, asla teslim olmayacağım” vurgusu ile dile getirdiği “Müzakerelerin hedefi KKTC’yi kurmak değildir. KKTC bir gerçektir” sözleri, tanınma stratejisinin artık seçeneksiz tek gerçek olduğunu göstermektedir.
Bağımsızlıklarını iki kez ilan eden Kosova Arnavutlarının, soğuk savaş sonrasında dünya siyasi konjonktüründe oluşan değişimi kullanarak üçüncü kez ilan ettikleri Cumhuriyetleri, aksi yöndeki bir BM Güvenlik Konseyi kararına rağmen BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyelerinin de dâhil olduğu altmış beş ülke tarafından tanınmıştır.
(KKTC’nin uluslar arası camiada tanınması önünde de hiçbir engel yoktur)
KKTC’yi Koruma Derneği’nin düzenlediği;
“KKTC’nin Statüsü” konulu sempozyumun katılımcıları ve sempozyum organize komitesi, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin varlığını deklare etmenin ikinci aşaması olan tanınma stratejisinin ertelenmeksizin yürürlüğe sokulması gerektiği kararını almıştır.
(Bu vecibe; Ana Vatan Türkiye Cumhuriyeti ve meşru Türk hükümeti ile özgür iradeye sahip bütün Türk-İslâm ülkeleri için kaçınılmaz bir görev ve mutlak bir vazifedir. İçinde bulunduğumuz dönem itibarıyla Türkiye’nin, geçici de olsa “BM Güvenlik Konseyi üyesi” olması tarihi bir fırsattır.
Bu fırsat çok iyi kullanılmak ve değerlendirilmek zorundadır.)
Bu anlamda, Cumhurbaşkanı Talat ve Rum lider Hristofyas tarafından sürdürülen görüşmelerin tamamlanması sonrasında “KUZEY KIBRIS TÜRK CUMHURİYETİ” nin tanıtılması ve Birleşmiş Milletlere üye bağımsız bir ülke statüsünde varlığını devam ettirmesi çalışmalarının başlatılmasını hedefleyen “KUZEY KIBRIS TÜRK CUMHURİYETİ’NİN TANITILMASI” dönemine girilmesi, “KKTC’nin STATÜSÜ” sempozyumu’nun “Kapanış Bildirgesi” olarak kararlaştırılmış ve bu fikir birliğinin;
Dünya, Türkiye ve KIBRIS TÜRK HALKI’NA duyurulması kararı alınmıştır.”  
İşte mesele budur.
Hayırlı olsun.
“EBED-MÜDDET” Başarılar diliyor;
Bildiriye bütün kalbimizle katılıyor,
Ve “KKTC’Nİ KORUMA DERNEĞİ” Sayın Başkan ve üyeleri ile Sempozyuma katılarak “bu istikamette karar ve kanaat beyan eden” değerli kanaat önderlerimizi yürekten kutluyorum.
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 75

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

KKTC'DE SEÇİM VE "Truva Atı" SENDROMU

 
Şurası mutlak ve muhakkaktır ki; Anavatan Türkiye, Türk Dünyası veya KKTC'nin her neresinde yahut hangi kurumunda olursa olsun AB lehine bir tavır, taraf, tutum ve sempati hali ve haleti içinde bulunmak. Medeniyetin banisi (kurucusu), hak, adalet ahlâkı, hürriyet, hukuk ve medeni siyaset'in hamisi (koruyucusu) Türk Milleti adına affedilmez bir cehalet, gaflet; bilinçle fiil ifa ediliyor ise, faili dalâlet ve alenen ihanet içinde demektir!
Şu kadar ki; AB'ye karşı olmak, kendi içine kapanmak ve kapılarımızı asla dünyaya kapatmak değildir. Bilakis Türk medeniyeti cihanşümul, kültürü evrensel ve bireyleri bütün dünya ülke ve insanları ile temas ve teati, alış-veriş, ticaret, mütekabiliyete dayalı siyaset ve daimi barış, meşveret kaidesi üzerine kuruludur.
Kural olarak iş bu ilkeler ve çerçeve dışına çıkmak soy ve medeniyetimize ihanettir.
Mezkur "alenen ihanet" vaziyeti şu aşamada özellikle ve bilhassa KKTC'de varittir.
Üstelik bu yeni de değildir. "Tek birlik ve tek egemenlik" gibi akıl dışı bir kalkışma, ütopya, soy düşmanlığı, hezimet tellâllığı, Rum-yunan ve AB karşısında kompleks, soykırım ve katliam ile malul düşman karşısında zaaf ve hezeyandır. En doğrusu ve açıkçası; düşman adına, Milli Hudutlar dâhilinde örtülü (gizli, ajan provokatör sıfatıyla) siyaset yapmaktır.
TC'de son elli yıldan beri, Kıbrıs'ta ise, bilhassa 1989'dan itibaren illegal (gizlice), 2002 yılından itibaren de menşei AB ülkeleri ve TC olan köstebek, dönme-devşirme, dâhili-harici bedbaht, koza ve kriptolar sayesinde "milli dava" by-pas ve paspas edilerek KKTC, Yunan'a peşkeş çekilmiştir.
Müsebbiplerin tamamı Türk düşmanı, Rum-Yunan tohumu ve "Truva Atı"dır.
“AYİNESİ İŞTİR KİŞİNİN, LAFA BAKILMAZ” Geriye doğru, Talat dönemi son beş yıl ve Dr. Rauf Denktaş'ı tasfiye operasyonlarının yoğunlaştığı (ondan önceki) yıllara şöyle bir bakalım:
Bu süreçte GKR çete yönetimi tarafında Türk izleri, tarihi eser ve isimleri tüm alan ve unsurlarıyla silindi. Vakıf, imaret, cami, türbe, han, hamam, Türk konakları, cadde, sokak, dağ, tepe isimleri kalmadı. Kaldırıldı. Sanki asırlar boyu orada Türkler ve Müslümanlar hiç yaşamamış gibi, insanlık, ahlâk, hak, adalet ve hukuk dışı sinsice, alçakça, haince bir silme, yok etme ve karartma operasyonu yaşandı.
Rum-Yunan bununla da yetinmedi!.. Türk düşmanlığı bütün okul ve aileleri sardı. Kitaplar ve yayınlara ilmik, ilmik işlendi. Körpe beyinlere, genç nesillere ve bütün dünyaya "Türk düşmanlığı" odaklı yalanlar, iftiralar ve uydurma masallar aşılandı, pompalandı. Tüm
kurum, ev, sokak ve caddelere adeta "Türk ve Müslüman düşmanlığı" kazındı, nakışlandı!
Buna mukabil; Talat'ın inisiyatif aldığı günden buyana Türk tarafı, halkı ve toprağı kamu vicdanını derinden yaralayan, aşağılayan, ürküten ve "geleceğe yönelik olarak" kaygı yaratan, korku veren bir taciz, maddi-manevi, yerel, ulusal ve uluslar arası tecavüz ve sürekli düşmanca kampanyalar ile saldırılara maruz kaldı.
Türkçe, cadde, sokak, şehir ve köy isimlerine savaş açıldı.
Güneydeki (Rum tarafında) Türk Camii ve imareti alçakça tahrip ve yok edilirken, Türk tarafındakiler inadına imar, restore ve inşa edilerek AB'ye nispet, dalkavukluk, yataklık ve Yunan'a yağcılık yarışına girildi.
Mütekabiliyet "mutlak bir şart, vatani, insani ve hukuki görev" olmasına rağmen, ısrarla riayet edilmeyerek, adeta Rumlar lehine bir "fedakârlık ve feragat" yarışına girildi. Başta louzidiu olmak üzere; Anadolu insanının parası ve KKTC halkının istikbali "onursuzca,
soysuzca ve şuursuzca" peşkeş çekildi. Türk'ü Rum'a mecbur, mâhkum ve muhtaç etmek kastıyla ekonomi çökertildi. Hiç gereği yokken Lokmacı kapısı açıldı. Türk Ordusu'na karşı kin ve düşmanlık duyguları tahrik edildi. İzolasyonlara karşı ciddi, etkili ve güçlü bir tepki
gösterilmedi. Bazen Maraş ve bazı Türk toprakları alçakça pazarlık konusu yapıldı. Rum'un AB'ye verdirdiği ulufelere rıza gösterilerek, yalan, hayal ve hüsran peşine düşüldü.
Bu tam bir gaflet, dalalet ve hıyanettir.
Eğer seçimde "TRUVA ATLARI" Talat ve yandaşları KKTC'den sökülüp atılmazlar ise; Bu cehalet, gaflet ve dalaletin bedeli "ENDÜLÜS GİBİ" çok ağır ödenecektir. Dahası; Gerçekte büyük bir yalan, sahtekârlık, aldatma ve kandırmaca olan "Annan Planı" ile "iki millet tek devlet" aldatmacası "hain tuzak" uğruna Kıbrıs Türk halkı daha binlerce rezillik, küstahlık ve alçaklık düşmanlığa katlanmak zorunda kalacaktır.
Bunların hepsi bir düşmanlığın, alçaklık ve küstahlığın eseri!
Düşünün bir kere!
Niçin? Kongrelerinde 'İstiklâl Marşı" çalınmayıp, Ermeni şarkıları ve sirtaki söylenen UBP'nin adayı Mehmet Ali Talat'ı AB-D dostları, Rum- Yunan tarafı ve Türk düşmanları destekliyor da!... CTP gibi Milli tandanslı, Türk ruhlu ve "MÜCAHİT" referanslı "namuslu, dürüst, ilkeli, onurlu ve sorumlu Başbakan Derviş EROĞLU" na, düşmanca karşı çıkıyorlar?
Neden ve niçin?
O'na Türk dünyası, Anavatan ve KKTC'nin sağduyu, akıl, ilim-irfan, adalet ve özgürlük yanlıları sahip çıkıyor?
Çünkü: KKTC'nde "özgürlük, güvenlik ve mutluluğun teminatı" Derviş Eroğlu'dur.
RUMLARIN KORKUSU
"Eski Rum lider yaklaşmakta olan mukadder gerçeği açıkladı.
Glafkos Klerides, Kıbrıs sorunun kısa sürede çözülmemesinin, KKTC'nin Milli Devlet varlığının tanınmasını gündeme getireceğini söyledi ve ''Birkaç yıl sonra tanınma da gündeme gelecek. Kıbrıs Rum tarafı bir B planı oluşturmalı. Özellikle de seçimleri Derviş Eroğlu'nun kazanması halinde, gerekli tedbirler mutlaka alınmalıdır'' dedi. İşte Rum'un korkusu budur.
Temennimiz odur ki: KKTC seçmeninin sağduyusu galip gelir, özgürlük, refah ve güvenlik tutkusu Truva Atları'nı tasfiye eder ve Kıbrıs Türk'ü AB sendromundan, izolasyonlardan, esaret, abluka ve sözde "medeniyet" adına uygulanan vahşet, ıstırap ve kuşatmadan ebediyen kurtulur.
Lütfen Unutmayınız!
"Türk demek: Türk'çe düşünmek, Türk'çe konuşmak ve Türk'çe yaşamaktır.
Ne mutlu Türk'üm diyene..." (Gazi Mareşal Mustafa Kemal Atatürk)

 

 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com 

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

76

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

KONFÜÇYÜS’Ü ANLAMAK GEREK!..

 
Yüce İslâm Dini’nin kadim ve Türklüğün her daim yükselen değerlerini göz ardı eden “politikACI’ların”; Bari “dünyanın en çalışkan, üretken ve dürüst ülkelerinin hâkim felsefesi” Konfüçyüs’ün ilkelerini öğrenmeleri ve hayata geçirmeleri beklenir!.
Kurduğu felsefe ekolü ile bugün bile Çin toplumuna yön veren Konfüçyüs, 2 bin 560 yaşında. Filozofun sözleri milyonların yolunu aydınlatıyor. M.Ö 551–479 yılları arasında yaşayan Konfüçyüs, büyük bir karmaşanın hüküm sürdüğü Çin’de topluma bir düzen vermek ve insanlara bireysel hayatlarında mutluluğa ulaştırmak için bir öğreti geliştirdi. Ana teması insancıl düzen olan öğretisine göre iyi insan, ancak dünya bütünüyle uyum içinde yaşayan insandır. Mensupları (izleyicileri) tarafından bugüne taşınan ve milyonlarca insan için rehber olan Konfüçyüs’ün;
SÖZLERİNDEN BAZILARI
Bir yerde küçük insanların büyük gölgeleri varsa, o yerde güneş batıyor demektir.
Derin olan kuyu değil, kısa olan iptir.
Aradığını bilmeyen bulduğunda anlayamaz.
Kendine yapılmasını istemediğini sen de başkasına yapma.
Dal rüzgârı affetmiştir ama kırılmıştır bir kere.
İnsanlar sahip olduklarını küçümser, sahip olamadıklarını önemser.
Konuşmaya layık olanlarla konuşmazsanız, insan kaybedersiniz; Konuşmaya layık olmayanlarla konuşursanız, söz kaybedersiniz. Bilge olan kişi, insan kaybetmez, söz de kaybetmez. Bildiğini bilenin arkasından gidiniz, bildiğini bilmeyeni uyarınız, bilmediğini bilene öğretiniz, bilmediğini bilmeyenden kaçınız.
Karanlığa söveceğine, kalk sende bir mum yak.
Susmak, insanı ele vermeyen sadık bir arkadaştır.
Üstün insan, konuşmadan önce eyleme geçer ve sonra eylemine göre konuşur.
Bilgi özgüveni, özgüven ise gücü yaratır.
Çizik bir elmas, çizik olmayan bir çakıl taşından daha iyidir.
Bilgi insanı şüpheden, iyilik acı çekmekten, kararlı olmak korkudan kurtarır.
Alkışı en sessiz şekilde karşılayan, alkışı hak etmiş demektir.
Bir milleti tutsak etmek isterseniz, onun müziğini çürütün.
Elmas nasıl yontulmadan kusursuz olmaz ise; insan da acı çekmeden olgunlaşmaz.
Faydalı insan odur ki boş durmayı sevmez, kişiliğini faydalı işlerle geliştirir.
Güçlü olan, sayıca kalabalık kitleler değil, eğitimli kitlelerdir.
İyi insanlar, olduğu gibi görünür, göründüğü gibi olur.
Fedakârlıklar, senden başkası bilmiyorsa değer taşır.
Kitleler cezalarla düzene sokulursa yozlaşmış olur, bilgelik ve nezaketle yönetilirse bilinçli ve dürüst olur.
Bir şeyi bildiğin zaman, onu bildiğini göstermeye çalış. Bir şeyi bilmiyorsan, onu bilmediğini kabul et. İşte bu bilgidir.
Eğitimli insanın hedefi daima yüksek olur. Küçük işlerle küçük insanlar uğraşır.
Kendisini eleştirebilen insanlar doğruyu ve güzeli bulma konusunda daha şanslıdırlar.
İrade öyle değerli bir özelliktir ki bir ordu komutansız kalsa da kişi iradesinden yoksun kalamaz. İradeli insan davranışları tutarlı insandır.
İyi yönetici olmanın sırrı dört yanlıştan kaçınmak, beş doğruyu uygulamaktan geçer. Dört yanlış şunlardır:
1-Nasihat etmeden infaz etmek (gaddarlık),
2-Öğretmeden başarıyı ölçmek(kabalık),
3-Yöne-timde gevşek olup sınırlar koymak (art niyet),
4-Özlük haklarının dağıtımında cimri davranmak (bürokrat olmak).
Beş doğru ise şunlardır:
1-Müsrif olmadan eli açık olmak,
2-Gocunmadan çalışmak,
3- Haris olmadan istek duymak,
4- Mağrur olmadan rahat davranmak,
5- Ürkütücü olmadan saygın olmak…
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com 

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 77

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

KUNDAKLANAN CAMİLER

 
"Eceli gelen köpek cami duvarına ilişir" diye bir darbı meselimiz vardır.
Sonunda bunu da yaptılar ve nesebi gayrisahih alt varlıklar camilerimize de iliştiler.
Ankara ve İstanbul'da milli mukaddeslere darp, suikast ve tecavüze yeltendiler.
Menfur maksatları aziz ve kadim Türk-İslâm medeniyeti'nin muazzez mensuplarını taciz, kutsal mekânlara tecavüz, provakasyon ve tefrika. Sözde 'dinler arası diyalog' adına bile olsa Cami, Havra ve Kiliseyi aynı avluda inşa edecek kadar âlicenap, hoşgörü ve tolerans sahibi, hakiki lâiklik, samimi ve saygın dindarlığın hamisi sevgili bir halka zulüm.
Vakıa gaflet, dalalet ve hıyanetten başka bir türlü adlanamaz.
Evveli de olmakla birlikte; Aralık ayının ikinci haftasından itibaren bu bağlamda ülkemiz ve halkımız; milli birlik, huzur, barış, güvenlik ve bütünlüğümüze yönelik yeni saldırılar, tertip-teşebbüs ve bazı menfur prokasyonlara maruz kaldı.
Bunların başında İstanbul ve Anadolu'da art arda sabote edilen, yangın çıkartılan ve alçakça saldırıya uğrayan camiiler geliyor. Şu ana kadar vaki sabotaj, kundaklama sayısı sadece İstanbul'da yedi. Türk milleti'nin maşeri vicdanı, milli kutsallara, manevi mekânlara, Allah'ın mübarek evleri ve mukaddes ibadethanelere karşı çok hassastır. Buraya uzanan kirli eller umarız tez bulunur ve hemen kırılır.
TEMSİL ETTİKLERİ MİSYON
Yoksa Ebu Leheb ile Ebu Cehil şürekası, Abdullah Bin Sebe müntehibi, mezdekçi ve satanist sapkınların (Camilerin sahibi) Rab, çarçabuk belalarını verir ve defterlerini dürer.
Hani ikiz kule tezgâhını organize edip, "Ben Hazreti İsa'dan vahiy (!) aldım. Bana, Haçlı seferlerini düzenle" dedi diyen bedhahtın uğradığı kriz belâsı ve mağlubiyet cezası ibret olmadı mı? Ya Afganistan, Irak, Somali, Bosna-Hersek ve Karabağ'da akan kan. Milyonları bulan taciz, tecavüz, soygun-vurgun!
Bunlar, bütün yardım-yataklık unsurları, ortak ve müttefikleriyle birlikte 'bilgi çağının bile ırzına geçerek' kıyamet senaryoları üzerinde yoğunlaşan insanlık, hak, adalet, ahlâk ve evrensel hukuk düşmanlarıdırlar. Ayrıca hırs ve ihtiraslarının zebunu şeytani bir haletle eko sisteme de düşman kesilmişlerdir. Bu denli cahil, kendi bindikleri dalı kesecek kadar aptal ve evrim teorisini, müesses medeniyet aleyhine kullanacak derecede duyarsız, kanlı-kinli, kirli bir güruhun, Atlantis rahiplerinden farkı ne olabilir?
İşte, dün Pakistan ve Hindistan da, bugünse 'medeniyetin beşiği' Anadolu da Camilere ilişecek, saldıracak, kardeşlik, huzur ve barış içinde yaşayan insanlar arasına kin-nefret, haset, düşmanlık ve husumet tohumları ekecek kadar azgınlaşanlar.
Al birini vur ötekisine, yedisinden yetmişine bunların hepsi bir.
BUNLAR TÜRK MİLLETİ'NE YABANCI DEĞİL
Nerede bir nifak, fesat, tefrika ve bozgunculuk varsa, kesinlikle ucu aynı yere varır.
Buna paralel olduğu şüphe götürmez bir başka furya da "Ermenilerden özür dileme" kampanyasıdır. Bir takım dönme, devşirme, dâhili bedhaht (gizli iç düşman) koza ve kriptolar tarafından yürütülmekte. Dink'in cenazesinde "hepimiz Ermeni'yiz" diye bağıranların ihanet şebekeleri adına yataklık kalkışması, tiksinti veren inlemesi ve diyaspora adına feryadı.
Aslında bu sinsi tehdit ve kirli oyun tertipçisinin, (beyanda imzası bulunan ilk 100 kalkışmacının) kahir ekseriyeti oradaydı. Hani o cenaze fırsatını ganimet bilerek sergiledikleri tehdit-tedhiş ve nümayişte talepleri, katilin yakalanması, adaletin tecelli-i falan değil; 301'in ivedilikle kaldırılması idi. Akabinde AB marifetiyle aba altından sopa gösterttiler.
Menfur cinayet bahane edilerek dayatılan bir talimatname ile iş bitti.
Hrant Dink'i ve Trabzonlu rahip cinayetinin bir tertip olmadığı ne malum?
Aslında orada ismi yazılı olanların 'vatana ihanetten yana' sicilleri hayli bozuk.
İçlerinde, 27 Mayıs kalkışmasına çanak tutan, 68 jenerasyonuna anarşi, terör ve tedhiş kuşağı bağlatan, alevi-Sünni ayrımcılığını körükleyen, papanın dinler arası diyalog projesine aktör, din-iman, ümran ve irfana hain-nankör olan, Kürt sorunu gibi çok sanal bir ütopyayı 'Ermeni diasporası" adına taşeron sıfatıyla üstlenen, Candaşları-kandaşları pamuk'u Nobel'e taşıyan, iğrenç yalan ve iftiralarını sahiplenen gaflet, dalalet ve hıyanet erbabı gani.
Dahası, KKTC'ni 'Kıbrıs sorunu' yaftasıyla ilgaya, mübadeleyi Yunanistan lehine işleyerek Elen iddialarına destek olmak gibi her melanet ve ihanet bu kalkışmacılar, ajan provokatör ve kurnaz dessaslar arasından çıkıyor.
Üstüne üstlük, karanlıktan ilham alan bu nankör kenelere 'aydın' deniliyor!..
DE FACTO AB HÜKÜMRANLIĞI
Bu ve benzeri, ihanetten beslenen dâhili ve harici bedhahlara dünyanın hiçbir yeri ve devletinde rastlamak mümkün değildir. Zira hiçbir 'hukuk devleti' vatan hainine hayat hakkı tanımaz. De'Facto AB iktidarının hüküm sürdüğü ülkemiz hariç! Ama onlar, aslında tarihi ve tabii hoşgörü sayesinde böylesine şımarık ve semirik olabildiklerinin farkında bile değiller. Zaten varlıkların nedeni bu. İstismar ve suiistimal, yalan-talan, soygun-vurgun, anarşi-terör, nümayiş, tedhiş… Bir elleri halkın cebinde, diğeri terör örgütü; Ermenistan-Yunanistan, ABD ve diaspora'nın belinde. İspat mı istiyorsunuz? İşte belgesi:
MENFUR NİYET VE DÜŞMANLIK BELGESİ
Brüksel Zirvesi Sonuç Bildirisi "Türkiye" başlıklı bölüm; (Presidency Conclusions) Madde: 23.."..müzakerelerin yalnız Türkiye'yle değil, diğer devletlerle de yapılabileceğini... Müzakereler sırasında Türkiye birkaç devlete bölünürse veya güneydoğu bölgesinde bir Kürt devleti kurulursa, yeni bir karara gerek olmaksızın onlarla da müzakere yapılacağına" yazıyor.
Şu hale nazaran: Batıkent Camii Derneği Başkanı sevgili Kadir Parlak'ın gazetelerde yer alan ve beni de hususi olarak bilgilendirdiği güncel Camii yangınlarının ucu muhtemelen bu menfur ve müseccel kombinasyona dayanıyor. Eylem apaçık kundaklama, ağır tahrik, insanlık dışı saldırı ve provakasyondur. Önce kalabalık mahal ve mağazalara, korumasız masum ve müsemma insanlara, köşe bucakta park edilmiş araçlara, hâsılı bilumum milli, ilmi ve kültürel servetlere; Şimdi de manevi eser, ibadethane ve mabetlere yönelmiş durumda.
Bunlara alet olanları, art-yan ve yörelerinde yer alanları, yardım ve yataklık yapanları insanlar ve Müslümanlar olarak kınıyor; Yüce Allah (CC)'dan bu cahil ve gafillere akıl-fikir ihsanı ve ıslahlarını diliyoruz. Zira bu efendiler aynı zamanda siyaset ve yönetime taliptirler.
HÜKÜMLE MÜKELLEF OLANA GÖREV
Bu vehamet karşısında, hükümle mükellef yetki sahiplerinden 'özgürlük, demokrasi ve hoşgörü mesajları" geliyor. Belki idare-i maslahat çabası, yahut ikbal kumkuması veyahut da ince politika. Lâkin sebebi her ne olursa olsun: "Özgürlük, sadece gerçeklik, namuskârlık ve dürüstlük, hukuk ve adalet üzerine kurulu bir hak'tır. Hiçbir demokrasi düşmanlarının hamisi olamaz!.. Buna izin verenler, tolerans, himmet ve hoşgörüyle karşılayanlar, tıpkı Fidel Castro ve Che Guevera gibi, gizli halk, hak-adalet ve medeniyet düşmanıdırlar.
İşte onlara hüküm ve hükümete görev: "Ben ülkemde iş başına gelecek insanın soyuna-sopuna bakmam, ancak ihanetlerini gördüğüm vakit damarlarındaki kanına bakar (ve icabını yapar) ım" (Mustafa Kemal Atatürk) Haydi bakalım: Ülkemizdeki demokratik kalite, "özgürlük ve güvenlik" diyenler iş başına. Ey hüküm sahipleri!.. Şimdi hak, adalet ve hukuk zamanı değil mi? Yoksa! ne zaman?...
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 78

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

KUŞATMA VE ÇULLANMA

 
Sevgili ve değerli okuyucularım; Aziz ve kadim gönül dostlarım!
Ülke, İnsan, Bayrak ve Toprağın; Adalet ve Hukuk’un gerçek sahipleri!
Hak yolunda fazilet mücadelesi veren ve/veya vermeye talip kardeşlerim !
Geçirdiğim ağır bir felç nedeniyle “üç ay”dan fazla bir süredir dostlarım hüzün, bilumum vatan hainleri, insanlık, adalet ve hukuk düşmanları sevinç içinde. 7 yıldır çektirdikleri maddi-manevi baskı, aleni tehdit, günde on binleri bulan virüs saldırısı ve trojan (truva atı) zulmü ile organize büro baskınlarına rağmen; Allah’a şükür hâlâ ayakta ve hayattayız.
Borcumuz, derdimiz olmuş, bir el, bir ayak sıkıntı yaratmakta imiş ne gam! İnsan, “Hürriyet, adalet ve bari hakikat (insanca yaşam) uğruna vardır. İşte bu minvalde kaderimiz ve karakterimiz olan süreç devam edecektir. Muhtemel kısa süreli mazeretimiz nedeniyle bazen; bilim insanları ve dava adamlarından nakiller“ yeri geldikçe ve mümkün oldukça da “kendi yazılarımız, yayın ve makalelerimizle“ İnşâllah.
Yeni dönemi TURGEM Genel Başkanı kadim dostum Remzi UYSAL’ın (*) çok önemli ve değerli “BİR YORUM YAZISI“ ile başlatıyorum. Makale 07 Temmuz 2009 tarihli. Konu ve başlık aynı
Remzi UYSAL KUŞATMA VE ÇULLANMA“
“Türkiye Psikiyatri Derneği Üyesi Sayın Prof. Mehmet Kerem DOKSAT´ın posta kutuma düşen ’Türkçe Bülten’in ’Etiketler Bölümü’nde, “Erdenekon ATATÜRK´ün kişiliğine psikolojik saldırı“ başlıkllı yazısını ve de Sayın Gökhan DEMİR´in de bu yazının içeriğine 28.6.2009 günlü yaptığı eleştiriyi okudum.
Sayın Doksat yazısında, Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu durumu, halkımızın nasıl bir psikolojik süreç ve travmalardan geçirilmiş olduğunu, ulusal duygu ve reflekslerinin nasıl yok edildiğinin, ülkemizin yağmalanmasına neden tepkisiz kalınmakta olduğunun, bir bilim adamı olarak analizini yapıyor.
Sayın Demir´in eleştiri yazısından; Ulusal ve laik devlet düzenimiz gerekirse dağılsın da, bu nasıl olursa olsun ve bunu kim yaparsa yapsın, bizim umurumuzda değil diyebilecek bir kesimin, devlet yapımıza ve aydınlarımıza duydukları öfkenin dışa vuruşu anlaşılıyor.
Aslında Sayın Demir´e, kendisi gibi düşünenlerin neler hissettiğini bize çok samimi bir şekilde hissettirdiği, anlatmaya çalıştığı için, teşekkür etmek istiyorum.
Demek oluyor ki; bir kesim Türkiye´de pusuya yatıp, emperyalistlerin Türkiye’nin başına çullanmalarını beklemiş ve bu kesim bunu, inanıyorum ki, dinimizdeki vatan sevgisi ile de bağdaşlaştırabilmiş. Ama şu unutulmamalı ki; bugün ulusal onur ve değerlerimize saldıranların karşısında -birilerine kızdıkları için de olsa- suskun kalan kesim, gelecekte bu topraklarda ibadetlerini bile gönül rahatlığı içinde yapamayacaklar.
Türkiye’nin başına çullanmakta olanlar, Pakistan ve Afganistan´da söz yerinde ise sokaklarda rast gele yakaladıklarına, terörist ve yandaşları diye Guantanamo´da yaptıkları ortada. Irak kapı komşumuz. O insanların yaşam haklarına, kutsal inançlarına ve hatta ibadethanelerde yapılan saldırı ve hakaretleri yıllarca okuyup, dinledik, görüntüleri izledik.
Anlaşılıyor ki, ülkemizde üstelik dindar geçinen bir kesim, kendileri gibi düşünmeyen aydınlarımıza, içlerine sindiremedikleri laik devlet düzenine, nedeni ne olursa olsun duydukları kin ve öfkeden, ülkemiz ekonomisinin can damarı olan bankalarımızın %70´ inin üzerinde yabancılara peşkeş çekilmesine seyirci kalabiliyorlar. Oysa; hiç bir Avrupa Birliği (AB) ülkesinde, banka sektöründe yabancı sermayenin oranı %21´i geçmez. Biz bankalarımızı yabancılara orantısız şekilde yabancılara sunarken, Almanya´da birleşik sağ partilerin ağır bastığı ve başbakanı da sağcı olan koalisyon hükümeti, zarar eden bankalarda yüksek oranda hisse senetleri alıp, banka yönetiminde ve ekonomide devletin gücünü artırıyor. Biz de ise tam tersi oluyor. Bunun izahı nasıl yapılabilir? Sadece bankalar mı, yabancılara altın tepside sunduğumuz.
Bu da yetmezmiş gibi; yabancı banka sermayesi kuşattığı yerli sermayemize, en düşük kredi için bile, en güç şartları öne sürmekteler. Böylece yerli sermayemizin yok olmasına göz yumuluyor.
Bütün bunların kaynağı, ATATÜRK ve Devrimlerine, (Türk İnkılâbına) yurtsever aydınlarımıza duyulan, nefret, kin ve öfke midir?
Bunun vatanseverlikle, sağduyu ile bağdaşır tarafı var mıdır?
Bugün soframıza gelen ekmek bile, tarım politikamız böyle devam ederse, vücudumuzda tıp biliminin bile tanımlamakta aciz kalabileceği hastalıkların nedeni olabilecektir. Genleri ile oynanmış ve köylümüze empoze edilen tohumlar, tarlalarımızın verimini tamamen yitirip, harmandan kaldırdığımız buğdayın da tohum olamayacağına tanık olduğumuzda, hem bazı şeyleri düzeltmek için çok geç olacak, hem de bu zaman içinde çok şeyin ellerimizden kayıp gittiğini görebiliriz.
İşte üç ay içinde oluşan ve %13,8 küçülen ekonomimiz, milli gelirimizden buharlaşıp uçan 57 milyar dolar, kimleri mutlu etmiştir?
Bu mu teğet geçen kriz?
Yoksa; Türkiye´yi kuşatma ve başına çullanmanın bir işareti midir?
Ülke değerlerinin yağmalanmasına, peşkeş çekilmesine göz yummakla mukkadesatcılık nasıl bağdaşabiliyor?
Oysa dinimizin en değerli ve kutsal öğesi, vatan ve toprak sevgisi değil midir?
Bana 27 yıl önce bir ayağı takma genç bir Filistinlinin: “Bizim kıldığımız Cuma namazı kabul değil“ dediği, halen kulaklarımda çınlamaktadır.
Sayın Demir gibi düşünen ve davrananlar, istediklerinin “gönüllerince gelişmediğini” öne sürerek, bugün reddettikleri “eskinin“ de geri dönemeyeceğini, yaşayıp öğrenmek mi istiyorlar, yoksa?
İşte o zaman, bazı şeyleri düzeltmek için zaman da, fırsat ta kaçmış olmayacak mı?
Allah Türkiye´yi, başımıza çullanmak için dışarıdaki pusu siperlerinde yatanlardan değil de, öncelikle içerideki işbirlikçilerden ve siperlerde yatanlardan korusun.
Korkarım ki bu süreci dibe vuruncaya kadar yaşayacağız.
Ama unutulmamalı ki; tarihimiz sabrımızın sınandığı örneklerle doludur.
Ondan sonra mı?
Tarihimizde yaşadığımız 86 yıl öncesinin örneğini kim yok sayabilir?
 
(*) Remzi UYSAL, TÜRGEM Başkanı e.Mail: uysalremzi@yahoo.de
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 79

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 KUTSAL MİRAS; IŞIK VE AŞK

 
Mustafa Kemal Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen anlatıyor: Bir gün Gazi Orman Çiftliğinde dolaşıp hava alırken, oldukça yaşlı bir kadına rastladık. Atatürk attan inerek sessizce bu ihtiyar kadının yanına sokuldu.
-Merhaba Nine,
Kadın Ata'nın yüzüne bakarak hafif, ürkek, mütereddit ve titrek bir sesle;
-Merhaba dedi,
-Nereden gelip nereye gidiyorsun? Kadın şöyle bir duralayıp,
-Neden sordun ki, dedi. Sen buraların sabısı mısın? Yoksa bekçisi mi?
Paşa gülümsedi.
-Ne sahibiyim ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar Türk milletinin malıdır. Buraların sahibi de, bekçisi de Türk milletinin bizatihi kendisidir. Şimdi nereden gelip nereye gittiğini söyleyecek misin?
Kadın başını salladı.
-Tabii söyleyeceğim, ben Sincan'ın köylerindenim bey, otun güç bittiği, atın geç yetiştiği kurak, kavruk köylerinden birindenim. Bizim mıhtar bana bilet aldı trene bindirdi, çıktım doğru Angara'ya geldim.
-Muhtar niçin Ankara'ya gönderdi seni?
-Gazi Paşamızı görmem için. Başını pek ağrıttım da... Benim iki oğlum gâvur harbinde şehit düştü. Memleketi gâvurdan kurtaran kişiyi bir kez görmeden ölmeyeyim diye hep dua ettim durdum. Rüyalarıma girdi Gazi Paşa… Bende gün demeyip mıhtara anlatınca, o da bana bilet alıverip saldı Angara’ya, giceleyin geldimdi. Yolu neyi de bilemediğimden işte ağşamdan belli böyle kendimi oradan oraya vurup duruyom bey.
-Senin Gazi Paşa'dan başka bir isteğin var mı?
Kadının birden yüzü sertleşti.
-Tövbe de bey, tövbe de! Daha ne isteyebilirim ki... O bizim vatanımızı gurtardı. Bizi düşmanın elinden gurtardı. Şehitlerimizin mezarlarını onlara çiğnetmedi daha ne isteyebilirim ondan? O’nun sayesinde şimdi istediğimiz gibi yaşıyoruz. Şunun bunun gâvur dölünün köpeği olmaktan  onun sayesinde kurtulmadık mı? Buralara bir defa yüzünü görmek, O’na sağol paşam! demek için düştüm yollara. O’nu görmeden ölürsem gözlerim açık gidecek. Sen efendi bir adama benziyon, bana bir yardım ediver de Gazi Paşayı bulacağım yeri deyiver.
Atatürk'ün gözleri dolu dolu olmuştu, çok duygulandığı her halinden belliydi. Bana dönerek:
-Görüyorsun ya Gökçen, işte bu bizim insanımızdır... Benim köylüm, benim vefalı Türk anamdır bu…
Attan indim. Yaşlı kadının elini tuttum :
-‘Anacığım’ dedim, sen gökte aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen, seni buralara kadar koşturan Gazi Paşa yani Atatürk işte karşında, yanı başında duruyor.
Köylü kadın bu sözleri duyunca şaşkına döndü. Elindeki değneği yere fırlatıp, Atatürk' ün ellerine sarıldı. Görülecek bir manzaraydı bu. İkisi de ağlıyordu. İki Türk insanı biri kurtarıcı, biri kurtarılan, ana oğul gibi sarmaş dolaş ağlıyorlardı. Yaşlı kadın belki on defa öptü atanın ellerini. Ata da onun ellerini öptü. Sonra heybesinden küçük bir paket çıkarttı. İçinde beze sarılmış bir köy peyniri vardı. Bunu Atatürk'e uzattı:
-Tek ineğimim sütünden kendi ellerimle yaptım Gazi Paşa, bunu sana hediye getirdim. Seversen gene yapıp getiririm. Paşa hemen oracıkta bezi açıp peyniri yedi. Çok beğendiğini söyledi. Sonra birlikte köşke kadar gittik. Oradakilere şu emri verdi; "Bu Anamızı alın burada iki gün konuk edin. Sonra köyüne götürün. Giderken de kendisine üç inek verin, benim armağanım olsun.
KISSA’DAN HİSSE: İşte! Krizler, bunalımlar ve kaotik buhranlar karşısında dimdik duracak, Türk olmanın onur ve erdemiyle, yurdunu ve milletini öz’ünden çok severek çözüm üretecek sır (basiret, beka, deha, kudret ve kuvvet) bu anı’da gizlidir. Gözyaşlarınız dinince, siz de düşünün biraz…
Yüreğiniz, Türk İnkılâbının ışık ve aşk’ına, idrakine açıksa EĞER!...
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 80

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

KÜRTLERİN LOZAN’A GÖNDERDİĞİ MEKTUP

 
Hakikatte bilumum-u Yahudi, Ermeni, Rum, Sırp ve Cermen dönmesi oldukları halde; amansız bir aşk, şevk ve sevda ile “Kürt Meselesi” ne sarılan-soyunan sahtekârlara: “1923’ DE KÜRT   HALK  HEYETİNİN  LOZAN’A GÖNDERDİĞİ  TARİHİ  MEKTUP” ithaf olunur. “Bu günlerde (Lozan Konferansı görüşmeleri sırasında)  İngiltere yetkili kurul başkanı Lord Curzon’un Kürtlere bağımsızlık verilmesi fikrini ortaya atarak, Kürtlerin koruyucusu tavrını takınmasını, hayret ve şaşkınlıkla karşıladık!
Biz Kürtler, Turan neslinden bir kavimiz. Milli hatıralarımız ve özelliklerimizden dolayı Türkler bize, “yiğit ve cesur” anlamına gelen “Kürt” ismini vermişlerdir. Kürt adıyla anılan ve büyük hizmetleri geçen kahramanların isimlerinin yaşaması amacıyla Deminan, Hayderan, Kureyşan ve Lolan gibi isimler kabile ve aşiretlere verilmiştir. Bu aşiretler bugün anavatanın Doğu Türklerini oluşturmaktadır. Kürtlerin 1876 tarihinden önceki ve sonraki durumları araştırılacak olursa, “İranlı misyonerlerin” aşiretler üzerinde yaptıkları çalışmaların sonucunda Kürtler kendi öz dilleri olan Türkçe lehçesini ve öz kültürlerini yavaş, yavaş kaybettiler. Bundan dolayı Erzurum, Van, Bitlis ve Musul taraflarındaki aşiretler, Farsçadan başka bir şey olmayan, Kırmanç adı verilen Farisi lehçeyi konuşmaya başladılar. Bu misyoner faaliyetlerinden az etkilenen, Harput ve Diyarbakır taraflarındaki Kürt aşiretler ise ana dilleri olan Türkçe lehçesi ile karışık Zaza lehçesini konuşmaya başladılar. Bu Öz Türkoğlu Türkleri Yavuz Sultan Selim Han, Kürtlerin hanı Şeyh İdris-i Bitlisi’ye gönderdiği fermanla kendi ülkesine dâhil etti. O günden bu güne kadar, Türk akrabalarının şefkat ve himayelerinde huzurlu ve rahat yaşamakta ve Türk lehçesi ile de konuşmaktadırlar.
Yukarıda yapılan değerlendirmeden sonra, İngiltere yetkili kurul başkanı Lord Curzon’a sorarız ki;  İranlıların dilini biraz konuşmakla, o millete mensup olunduğu kabul edilirse, İngilizlere de dâhil her milletin durumu tartışılır. Doğu ülkelerini istila eden ve genellikle dünyanın kendi toprakları içerisinde olmasını hayal eden İngilizlerin, diğer milletlerin kabullenemediği  “müstemleke” kelimesinin yerine kulağa hoş gelmeyen ve aynı anlamı taşıyan “manda” kelimesinin de aslında aynı şey olduğunu Kürtler anlamıştır.
Dünyadaki zenginlik kaynaklarına sahip olmak isteyen İngilizlerin,  10/12si Türk olan Musul’u ve petrol kaynaklarını biz Müslüman Türk’lere çok görmesini hayretle karşılıyoruz. Lozan Konferansı’nda İngiltere yetkili kurul başkanı Lord Curzon’un,  Dersim (Tunceli) ve Bitlis olaylarından bahsederek tek millet olan Türk-Kürt arasına ayrılık düşünceleri sokma gayretini biz Kürtler anladık. Biz Kürtler, Avrupa ve İngiliz diplomatlarının parlak vaatlerinin altında kendi menfaatlerinin olduğunu biliyoruz. Bundan dolayı kendi direniş kuvvetlerimizi oluşturduk. 1917 yılında İngiltere yetkili kurul başkanı Lord Curzon gibi bağımsızlık vaatlerinde buluna Ruslara biz Kürtler: “Bizi anavatandan hiçbir kuvvet ayıramaz. Bizim rahata kavuşmamız sizin hemen bu topraklardan çekilmenizle olacaktır,” dedik.
İşte bugün bütün Kürtler, Lozan’daki Avrupa ve bilhassa İngiliz diplomatlarına aynı yanıtı veriyoruz. Kürtler bağımsızlıklarını, kendilerini yok edecek yabancılara değil, kendi ailelerinden olan Türk’lere ve Onları temsil eden Büyük  Millet Meclisi Hükümeti’ne emanet etmiştir. Sonuç olarak biz Kürtler, İngiltere yetkili kurul başkanı Lord Curzon’un bizler için fikirler üretmemesini rica eder ve Lozan’daki Temsil Heyetine ve başkanı sevgili hemşerimiz  (Kürt) İsmet Paşa hazretlerine başarılar dileriz.”
İMZALAR: Umum Kürt Amele ve Esnaf Cemiyeti; İstanbul Umum Kürtleri adına Reis Salih Kâhya; Lolan aşiret reisi; Sabık Erzurumlu İsazade Ahmet; Kürt Gençler Cemiyeti;  Düzerzade Dersimli Mehmet Sabri.
Kaynak: 24 Kânun-u Sani  (1339 - 24 Ocak 1923)  Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Başbakanlık Osmanlı Arşivi,  HR.İM, 60/
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 81

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

MADDE VE MANÂDA BÜTÜNLÜK

 
            31 Ağustos 1914 günü Osmanlı Devleti, Almanya’nın yanında Birinci Dünya Savaşına girdiğinde; İngiltere Savaş Bakanı Lord Kitchener bir açıklama yaparak: “Türkiye’yi yok edinceye ve tarih sahnesinden silinceye kadar savaşacağız..”  dedi.
            Aradan bir yıl geçmeden Çanakkale’de büyük bir hezimete uğradılar.
            Atatürk ve Türk milleti yine büyük bir mucize yaratmıştı.
            İngiltere ve müttefikleri şaşkındı.
            Köhne ve hasta bir devlet bütün ordularını tarumar etmişti.
            Beklenen bu değildi. Hayâl-i sükut derindi...
            Bu büyük yenilgiden sonra İngiltere parlâmentosu toplanarak ‘Çanakkale hezimetini’ bütün aşama ve ayrıntıları ile görüştü. (1916) Saatler süren öfkeli, sinirli, gergin ve heyecanlı oturum boyunca milletvekilleri Başbakan David Lloyd George’u (1) hedef alarak en ağır şekilde eleştirip suçladılar. Korkunç ve acımasız hücumlar yönelttiler. Başbakan bütün konuşulanları olanca sükunetiyle sonuna kadar dinledi.
Nihayet, elinde bir kitapla kürsüye çıktı.
            Elindeki kitap Kur’an-ı Kerim di...
            Kendisine ve orduya yöneltilen eleştirilere, çok kısa ve öz olarak şöyle cevap verdi:  
            “Şu elimdeki kitabı görüyor musunuz ? Bu, Türklerin taptığı kitaptır. Kuranı Kerim... Biz bu milleti tam 300 yıldır bu kitaptan ayırmaya ve dinlerinden uzaklaştırmaya çalışıyoruz. Demek ki başaramamışız. Zira, bu kitap Türk’lerin elinde olduğu ve onlar bu kitaba göre amel ettiği (yaşadığı) sürece, bütün dünyanın orduları bir araya gelse, yine de Türkleri yenemezler. Ne vakit ki, onları bu hayat ve kuvvet kaynaklarından soğutur, uzaklaştırır ve ayırırız, işte o zaman Türkleri yenmek dünyanın en kolay işi olacaktır” dedi. (2)
            Bunu lütfen not ediniz ve asla unutmayınız.
            Size başka bir misal daha vereyim. Çok önemli ve özgün. Daima hatırlanması ve asla akıldan-hatırdan çıkartılmaması gerek. Zira, yaşadığımız günlerde bu hakikatler kulağımıza küpe olmalı.
            Hani, 1820’lerde Fener Rum Patriği olan Papa V. Gregorius, dönemin Rus Çarı’na Türklerin yola getirilmesi ile ilgili bir mektup yazmıştı. Mektuptan Padişah II. Mahmut her nasılsa haberdar oldu. Sürüp giden yıkıcı ve bölücü faaliyetleri, cürümleri nedeniyle patriğin suç dosyası zaten çok kabarıktı. Mektup da deşifre olunca, malum Papa, patrikhanenin kapısında asılarak idam edildi. İşte o mektup:
“Türkleri, maddeten ezmek ve yenmek mümkün değildir. Çünkü Türkler çok sabırlı ve mukavemetli (dayanıklı, imanlı-şuurlu) insanlardır. Gayet mağrurdurlar. Onurlu ve izzet-i nefis sahibidirler. Bu hasletleri de, dinlerine bağlılıklarından, kadere rıza göstermelerinden, an’anelerinin kuvvetinden; Atalarına, Padişâhlarına, kumandanlarına ve büyüklerine olan bağlılık itaat, teslimiyet ve sadakatlerinden ileri gelmektedir.
Türkler zekidirler, namuslu ve dürüsttürler ve kendilerini müspet yolda sevk ve idare edecek reislere sahip oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gayet kanaatkârdırlar. Onların bütün meziyetleri, hattâ kahramanlık, cesaret ve secâat (yiğitlik, yüreklilik) duyguları’ da an’anelerine (örf, adet, töre, kültür ve geleneklerine) olan samimi bağlılıklarından, ahlâk salâbetinden (sağlamlık ve yüksekliğinden) ileri gelmektedir.
Bu nedenle, Türklerde, evvelâ ve mutlaka itaat ve sadakat duygusunu kırmak ve manevi bağlarını yok etmek, dini metanetlerini zaafa (zayıflık-kuvvetsizlik) uğratmak icap eder. Bunun da en kısa yolu, milli ve manevi ananelerine (değerlerine) uymayan harici fikirler ve davranışlara onları alıştırmaktır.
Türkler, dış yardımı reddederler; Haysiyet duyguları buna manidir. Velev (hattâ isterlerse) ki, geçici bir süre için dahi zahiri (görünen) kuvvet verse de, Türkleri mutlaka dış yardıma alıştırmalıdır.
Maneviyatlarının sarsıldığı ve Kur’an dan soğutulup İslâm’dan uzaklaştırıldıkları gün, Türkleri kendilerinden şeklen çok kudretli, kuvvetli, güçlü, kalabalık ve zahiren hakim kudretler önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve maddi vasıtaların üstünlüğü ile yıkmak kolaylıkla mümkün olabilecektir.
Bu sebeple, Osmanlı devleti’ni tasfiye için mücerret (soyut) olarak (yalnızca) harp meydanlarındaki zaferler kâfi (yeterli) değildir, ve hattâ sadece bu yolda yürümek, Türklerin haysiyet, onur ve vakarını (ağırbaşlılığını) tahrik edeceğinden, hakikatlere nüfuz etmelerine de sebep olabilir.
Yapılacak olan, Türklere hiçbir şey hissettirmeden bünyelerindeki bu tahribatı, her ne pahasına olursa olsun tamamlamaktır.” Patrik’in mektubu; İznik Konsülleri tarafından aynı konuda alınan kararlar ile örtüşür. Yol gösterir (Türk düşmanlarını kurgular) tarzda ve İngiliz Başbakanı David Lloyd George’u doğrular niteliktedir. Bu mektup, özellikle, kendini Bizans’ın hamisi sayan ve SSCB’ne kadar Bizans bayrağını kullanan Çarlığa ‘bahusus menfur projeyi’ ilham eder. Proje, başta yakın akraba Fransa ve İngiltere olmak üzere bütün Batıya açılır, anlatılır ve paylaşılır. Kısa sürede benimsenir ve uygulamaya konulur. (3)
Bu hususu açıkça teyit ve tasdik ederek,Türk milletine geleceğe matuf ‘yol gösteren’ çok önemli bir vecize ve hattâ, aklı başında “milli vicdan” sağlıklı, ilmi düşünce ve iman sahiplerine vasiyet niteliği arz eden bir belge de Atatürk’ den. (6 Mart 1922-Atatürk)
Belge aynen şöyle:
“Artık durumu düzeltmek, hayat bulmak için, insan olmak için, mutlaka Avrupa’ dan nasihat almak; Bütün işleri Avrupa’nın emellerine uygun yürütmek, bütün dersleri Avrupa’ dan almak gibi birtakım zihniyetler ortaya çıktı.
Oysa; Hangi istiklâl vardır ki, yabancıların nasihatleri ile yabancıların plânları ile yükselebilsin? Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir. Tarihte, böyle bir olay yaratmaya kalkışanlar, zehirli sonuçlarla karşılaşmışlardır.
İşte Türkiye’de, bu yanlış zihniyetle sakat olan bazı yöneticiler yüzünden, her saat, her gün, her yüzyıl, biraz daha çok gerilemiş ve daha çok düşmüştür.
Bu düşüş ve alçalış, yalnız maddi şeylerle olsaydı, hiçbir önemi yoktu.
Ne yazık ki, Türkiye ve Türk halkı, ahlâk bakımından düşüyor.

 

 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 82

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

MEB Hüseyin ÇELİK NE YAPMAYA ÇALIŞIYOR?

 
18 Mart 2008 Şehitler günü MEB’nın uluslar arası mason tarikatı alt kuruluşlarından Lions Kulüpleri ile bir eğitim ve işbirliği anlaşması yapıldığı ve bunun Bakan Doç Dr. Hüseyin Çelik tarafından onaylanarak uygulamaya konulduğuna dair haber ortaya çıktı.
Şimdi de; (23 Eylül 2008) İmam Hatipler'de 'papaz ve haham' dönemi diye bir haber gördük. Buna göre: MEB İmam Hatipler'de Dinler Tarihi dersine rahip ve hahamların davet edilmesini ve öğrencilere ders verdirilmesini istemiş!
Olay şöyle: Bundan böyle MEB İmam Hatip Liseleri'ne yönelik başlattığı yeni uygulamayla, Dinler Arası Diyalog söyleminin hayata geçirilmesi konusunda bir adım daha attı. Böylece Bakanlık, İH'lerde Dinler Tarihi dersine rahip ve hahamların davet edilmesini ve gençlere ders verdirilmesini amaçlıyor. Bakan bu uygulamayla güya dinler arasındaki önyargıların ortadan kalkacağını savunuyor.
AYKIRILIK VE İNKAR
Eğer doğruysa, bu apaçık İslâm’a muhalefet, Kur’an-ı Kerim ve Al-i İmran suresi 19. âyetini tekzip ve inkardır. Zira bu sure, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Ramazan ayı boyunca bütün Camilere astığı “Doğrusu Allah katında din İslâm’dır” ayetine aykırı olup; Bakan veya bakanlığın böyle insanlık, din ve ahlak dışı bir teşebbüs ve tasarrufa asla hakkı ve yetkisi yoktur. Böylece Müslümanlar alenen rencide, Kur-an tahrif ve kutsal gerçek inâr edilmiş olmaktadır. Dolayısıyla vakıa tam bir vukuat, kasıt-art niyet ve din düşmanlığına matuf “fiilen suç teşkil eden” bir skandaldır. Özellikle adının başında “MİLLİ” kelimesi yer alan iki bakanlıktan birinde, uluslar arası mason tarikatının mütemmim cüzü Lionslar ile işbirliği anlaşması yapılması ve şimdi de İmam Hatip Liselerine papaz ve haham sokulması gibi alçakça bir eyleme teşebbüs, büyük Türk Milleti ve Yüce İslâm Dini’ne hakaret, tezyif ve alçakça bir tertiptir.
Bu, en azından “MİLLİ SAVUNMA” bakanlığı ve Peygamber Ocağı Şerefli Türk Ordusuna Mason, Lions, Rotary ve bunların mütemmim cüzü; Dış kökenli ve uluslar arası menfur unsurların memur, Astsubay ve Subay olarak kabulü kadar “laneti mucip” bir hainlik, aslını inkâr, misyonu’nu terk ve Müslümanlar açısından çok ağır bir cürümdür. Ki, neseben gayrisahih ve gayrimüslim dönme ve devşirmelerin (koza ve kriptoların) askere alınmasına benzer. Sorumluları Türk ve Müslüman olarak kabul edilemez. Zira TSK ve MEB’de görev yapan Türk ve İslâm karşıtı unsurlar ancak ve sadece apaçık düşman, ajan, işbirlikçi, koza ve provokatör olarak kabul, tarif ve tavsif edilebilir.
BİR DE OLACAKLARA BAKALIM!
Milletçe kutsiyet izafe edilen iki hayati kurumda bu tür aykırı, insanlık ve İslamlık dışı uygulamalara müsamaha ve teşebbüs tam bir gaflet, dalalet ve hıyanettir.Sonuçta Misyonerlik devlet eliyle okullara girecek ve Ordu, moral ve maneviyat yönünden ağır bir tahribata maruz kalarak zaafa düşecek ve bidayette çökertilecektir.. Bu bir AB oyunudur ve sinsi düşmanlıktır.
Bu plan, gençlere kendi okullarında rahip ve hahamlar aracılığıyla Hıristiyanlık ve Yahudilik propagandasına izin vermek, misyonerliğin de Bakanlık eliyle meşrulaştırılıp kamu kurumlarına kadar sokulması anlamına gelir.
MEB'nın İHL'ne yönelik başlattığı bu menfur girişimin gerçek amacı tam bir yalan, hile ve safsata olan Dinler Arası Diyalog’dur. Bunu motive, destek ve takviye ettiği sürece Medeniyetler İttifakı söylemi de insanlık dışı, ahlaksız ve düşmanca telakki olunmak gerekir.
Kaldı ki bu menfur teşebbüs ve tertiplerin MEB müfredatına girmesi Türk, İslam ve insanlık âleminin en büyük düşmanı Misyonerliğin meşrulaştırılması demektir.
Eğer bu yolda gerçekten zaruri bir hizmet ifa edilmek isteniyorsa;
Niçin BM ve NATO müktesebatı gereği TSK’da rütbeli İmam sınıfı ihya edilmiyor? Ve niçin din-ahlâk derslerine İmamlar girmiyor?
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

  83

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

MENDERES 'VASİYET-EMANET VE DP

 
            Süleyman Soylu Başkanlığında 'Beyaz Yürüyüş' ünü tamamlayan Demokrat Parti, 15- 16 Kasım 2008 Cumartesi-Pazar günü 9. Olağan Büyük Kongresini yapacağını açıkladı.
            Haberi duyunca, 5.05.2007 günü Doğru Yol Partisi (Mehmet Ağar) ile Anavatan Partisi (Erkan Mumcu) arasında yaşanan tatsız-tuzsuz, seviyesiz tartışmalar, basına yansıyan demagoji-polemik ve iğrenç atışmalar geldi aklıma. Doğrusu olayın en önemli aktörlerinden biri de bendim. En azından öyle sanıyordum. Derdim siyasi gelenek, kanun-ahlâk ve hukuk bakımından dört başı mamur bir birleşme ve bütünleşme olsun idi. Fakat sonradan öğrendim ki, mesele ne logo, ne tüzük ve ne de program değil; Sadece ve yalnızca para imiş.
Sonraki hezimet malum, buna 'DP'nin denir. Bilen bilir. Amma lâkin en iyisini Murat Uzman'la Aydın Menderes bilir. Hani şu: "Çarşıya kadar değil, pazara kadar değil, mezara kadar meselesi.." O'da, BDP'yi 'para meselesinden' DP'ye katmıştı. Şık olmadı, iyi gelmedi. Başta Cemal Külâhlı, Rasim Cinisli ve muazzam bir teşkilât olmak üzere, çok değerli bir kadro harcandı gitti!.. Buna hakları yoktu. Amma onlar aşağıdaki gerçekleri bilmiyorlardı.
ÖZETLE: "1950-1960 Dönemi: Bilindiği gibi DP,1950' de oyların %53.3 ünü, 1954'de %56.6'sını ve 1957 'de %47.3' ünü almış, 1960 ta da bir erken seçim sözü verilmiş iken (26 Mayıs 1960, A.Menderes Eskişehir Mitingi) dünya tarihinde eşi-emsali görülmemiş ve doğrudan tek partiye karşı yapılmış antidemokratik ve yasadışı kara bir darbe yapılarak, cebren ve hile ile gerici, çıkarcı, yobaz, çağdışı ve halk düşmanı bir kesimce iktidardan uzaklaştırılmıştır. Bu cihetle DP, hukuken ve fiilen iktidarı devam eden ve bu durumunun resmen kabulü lazım gelen "masum ve mazlum bir misyon" mesabesindedir.
DP 10 yıllık iktidar dönemi; Türk halkının açlık, kıtlık, yokluk, cehalet, sefalet, fakirlik, kriz bunalım ve buhran, yoksulluk, işsizlik ve kıtlığın hüküm sürdüğü ve Cumhuriyet tarihinde "az gelişmişlik ve geri kalmışlığın" en kritik noktaya dayandığı yerden başlar. Aynı dönemde siyaset yozlaşmış, rüşvet, yolsuzluk, ayırma-kayırma ve suiistimal almış yürümüş, çok katı, karanlık ve despot, bir dikta rejimi halkı canından bezdirmiştir.
Türkiye tıpkı bugünkü gibi yaşanamaz ve tahammül edilemez bir haldedir. Dahası milli değerler ve manevi mukaddeslere karşı oluşturulan düşmanca tavır ve politikalar, prototip insan yaratma eğilimi, yok edilen köylü, esnaf ve malını çalmaya zorlanan çiftçi ile "yol vergisi + milli koruma kanunu" adı ardında sürüp giden halk partisi güdümlü jandarma zulmü.. Bunun yanında Halk Partisi saflarında yerleşen, belirginleşen ve giderek devleti bütünüyle ele geçiren, sömürgen bir "mutlu azınlık" buna mukabil ezilen, üzülen ve ıstırap çeken bir "çarıklı çoğunluk". İşte DP bütün bunlara son verdi. İktidar olduğu gün Cumhuriyeti demokrasi ile buluşturdu, halkı devleti ile barıştırdı. Büyük Atatürk' ün en büyük hasret, emel, hayal ve idealini gerçekleştirdi. Millet idaresini, devlet idaresine taşımak suretiyle 1946 dan beri ilk kez "Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir." ilke ve vecizesini hayata geçirdi.14 Mayıs 1950, O güne kadar eşi benzeri görülmeyen bir büyük coşkuyla kutlandı ve "DEMOKRASİ BAYRAMI" ilan edildi. Ayrıca; Atatürk' ün programını bütünüyle uygulamak suretiyle, Cumhuriyet tarihinin en büyük değişim-dönüşüm, kalkınma-gelişme, bütün alan ve sektörleri içine alan (çok yönlü) yeniden yapılanma, çağdaşlaşma ve modernleşme hareketini gerçekleştirdi. İşsizlik kısa sürede sıfırlandı. Bütün ekonomik göstergeler en yüksek düzeye çıkarıldı. Milletimiz yok olan milli, ilmi, maddi-manevi, sosyal, bilimsel ve kültürel değerlerine kavuşturuldu. Halk devletle, devlet halkla barıştı. İnsan Hakları, anlayış, barış, adalet, insan hakları, hukukun üstünlüğü ve demokrasi bütün kurum ve kuralları ile evrensel norm, standart ve kriterleri ile hayata geçirildi. Alevi ve Roman (Çingene) vatandaşlarımıza ilk kez Nüfus hüviyet cüzdanı verilerek kimlik ve kişilik kazandırdı. Tıpkı Atatürk döneminde olduğu gibi, TL'nin kıymeti arttı. Doların değeri değişmedi. NATO normlarına göre 10 yılda 100 yıl karşılığı (dünya tarihinde eşi–emsali görülmemiş) bir kalkınma ve iktisadi-siyasi-manevi-sosyal-bilimsel ve kültürel gelişme ve büyüme hareketini hayata geçirdi. Sosyal devlet, Cumhuriyet ve laiklik ilkesini çağdaş modern ve muasır düzeyde, norm-standart, kriter ve ilkelere kavuşturdu. Toplumsal barış, karşılıklı anlayış huzur, varlık, bolluk zenginlik ve refah ortamı sağladı. Ülkemizi geri, çağdışı, ilkel bir durumdan kurtarıp dönemin birinci sınıf dünya devletleri düzeyine ulaştırdı. Milli, moral ve manevi değerleri geliştirdi. İnsan Hakları, Adalet ve Hukuk hayata geçti.
DP mefküresi; 46 ruh-dava ve misyonu olarak, TC' nin, geleneksel ve evrensel bir devlet olma sürecini tamamladı. İçeride ve dışarıda onurlu, itibarlı ve muteber devlet trendini yakaladı. Dış politikada barış itimat ve istikrar dönemini başlattı Türkiye lehine en kalıcı, geleceğe yönelik anlaşma ve ittifakları oluşturdu. (BM-NATO-AET) Kıbrıs konusunu çözümledi. Lozan'a rağmen tekrar "Milli Dava" düzeyine taşıdı. Fakirlik, yoksulluk, yolsuzluk ve cehaleti yendi. İşsizliği sıfırladı. Sendikacılık, sosyal güvenlik sigorta ve emeklilik, iş güvenliği ve iş barışını getirdi. Endüstriyel, ekonomik ve teknolojik kalkınma ve gelişme yanında iyi insan, onurlu ve sorumlu vatandaşlık bilincini geliştirdi. Eğitim kalitesini yükseltti. ODTÜ dâhil yeni üniversite ve eğitim kuruluşları oluşturdu. Tarım-Ticaret ve Sanayi Odaları ile Meslek birliklerini kurdu. Dış ticareti ve turizmi geliştirdi. Özelleştirme, yabancı kredi, dış finansman gibi sözcükleri ilk defa iktisat ve ticaret hayatına ve devlet literatürüne kattı. Tarımdan enerjiye akıllara durgunluk veren ve 1949 a göre %500' lere varan ve %26' ları bulan bir kalkınma, yatırım üretim ve sanayileşme atılımını hayata geçirdi"
Netice itibarıyla 2007'de DYP'nin adı "Demokrat Parti" olarak değişti. AP'nin ilk logosu (kutsal) kitap'ı tekmeleyip hışımla savuran at, sırtını halka dönüp AB'ye karşı oturdu. Oysa DP'nin başvurduğu Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) idi, sonra AT oldu… Şimdi de AB!.. Ne Atatürk'ün vasiyet ettiği buydu ve ne de Başvekil Menderes'in.
Ama CHP ve MHP'nin bile zerresinden taviz vermediği logo'ya, tüzüğe ve programa DYP samimiyet ve sadakatle sahip çıkamadı. Çıkmadı. AP'ye sahip çıkabildi mi sanki? Olay bu kadar basit değil. Örneğin: DP son 10. Olağan Büyük Kongresini 02 Mayıs 2004'de yaptı. Şu hale nazaran silsile takip edilerek, tarihe, mana ve misyona saygı duyularak bu kongrenin 11. Olağan Büyük Kongre olarak ilânı gerekti. Yine bu kongrede, (halâ umulur ve beklenir ki) büyük bir samimiyet-sadakat, geleneğe saygı, ahde vefa ve tazimle revize edilip YCBS tarafından onaylanan 2002 DP tüzüğü hayata geçsin, kongre no'su 11. olsun, "Yeter !..  Söz Milletindir" anlamına gelen logo onaylansın ve zımmi iktidarı süren DP; Beyaz Yürüyüşten sonra "İktidar Yürüyüşüne" başlasın. Bakınız! Şehit Başvekil, Merhum Adnan Menderes'in apaçık bir 'emanet, vasiyet ve dava sahiplerine işaret' anlamına gelen son sözlerine:
"Size dargın değilim. (Biz) Sizin ve diğer zavallıların iplerinin hangi efendiler tarafından idare edildiğini biliyoruz. Onlara da dargın değilim. Kellemi onlara götürdüğünüzde deyiniz ki: "-Hürriyet uğruna ortaya koyduğu başını on yedi sene evvel alamadığınız için size müteşekkirdir." İdam edilmek için ortada hiçbir sebep yok. Ölüme bu kadar metanetle gittiğimi, silahların gölgesinde yaşayan kahraman efendilerinize acaba söyleyebilecek misiniz? Şunu da söyleyeyim ki; Milletçe, bir gün kazanılacak hürriyet mücadelesinde sizi ve efendilerinizi yine ben, 1950'de olduğu gibi kurtarabilirdim. Dirimden çekinip korkmayacaktınız! Ancak, milletçe el ele vererek ölüm (masumiyetim-eserlerim ve naaşım); Ölünceye kadar sizi takip edecek ve bir gün sizi silip süpürecektir. Buna rağmen, merhametim, yine de sizinle beraberdir." dedikten sonra yüksek sesle şahadet getirerek ruhunu teslim ederek Rahmet-i Rahman'a yürümüştür.(*)
İşte! Ülkeyi içinde bulunduğu kaos, bunalım ve buhrandan kurtaracak; Dikta, despot ve mütegallibeye "Yeter!.. Söz Milletindir" diyecek; 48 yıl sonra tekrar millet iradesini devlet idaresine taşıyacak; Cumhuriyet'i Demokrasiyle buluşturup adalet ahlâkı, hak ve hukuk'u hakim kılacak dava-misyon, gelenek ve gerçek mefküre budur. Şimdi, 'isim değiştirdiği zehabıyla' omuzlarına aldığı yükün ve yükümlülüğün farkında olmayan kadim DYP'li kardeşlerime soruyorum: "Gerçek DP olmaya var mısınız?"
 * Prof. Dr. İsa Kayacan, Mezarlık Kültürümüzden Örnekler, s: 366
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 84

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

MENDERES’İN KATİLİ İNÖNÜ’MÜ?

 
            27 Mayıs kalkışması: Dâhili ve harici bedhahların (gizli ve kinci düşmanların) isyanı; Dönme, devşirme ve kriptoların devleti “cebren, kalleşçe ve hile ile” ele geçirmesi; Alçakça gasp ve irtikap ederek, şanlı ve şerefli Türkiye Cumhuriyeti’nin dizleri üstüne çökertilmesi ve memleket üzerine “mezar toprağı serpilmesi” olayından ibarettir. Yeni Türkiye, açılım/atılım söylemlerinin tavan yaptığı günümüzde 12 Eylül ve 28 Şubat, kısmen de olsa yargılanmasına rağmen; İnsan hakları, Adalet, Hukuk, Demokrasi, İnsanca yaşama, kalkınma ve gelişmenin çökertilme milâdı olan 27 Mayıs’ın hâlâ yargı önüne çıkartılamamasının nedeni budur.
            O gün bu gündür millet vekilini seçememekte; Devlet idaresinde, millet iradesi tecelli edememekte; İktisatta, siyasette, ticarette, maddi-manevi, ahlâki, ilmî ve kültürel hayatımızda sulta, cunta, vesayet, oligarklar ve güdümlü paralel yapılanmalar hüküm sürmektedir!..   
            Bazı menfur unsurlar sayesinde bu gün: Yunan'a adalar, eşkıya’ya Diyarbakır, bir takım paralellere ekonomi, siyaset ve emniyet ve sair devlet ve adalet cihazı terk ve teslim edilmiş haldedir. Kanunsuzluk, ahlâksızlık ve zorbalık had safhadadır. Daha düne kadar katli kabil olan zani, cani, katil ve her nevi hain ortalıkta serbestçe cirit atmaktadır. Tarihin en şanlı ve onurlu ülkesinde “zina” suç olmaktan çıkartılmış; Bebek katili, tecavüz suçluları, suiistimal erbabı, rüşvetçi, hırsız ve yolsuzlar adeta himaye edilir hale gelmiştir.
            Dahası: Halkımızın büyük bölümü AKP narkozu ile uyutuluyor; Dün kapımızı çalan felâket, bu gün içerde kol geziyor; Çalışan ve özellikle emeklilerin kahir ekseriyeti açlık ve yoksulluk sınırı altında maaş almakta iken; 1155 liraya oyunu satacak hâkim/savcı aranıyor; Esasen hak/adalet dağıtma mecburiyeti taşıyan “kesime” adaletsizlik ve haksızlık yapılıyor, adeta iltimasla, HSYK seçimleri öncesinde rüşvet teklif ediliyor!;   
            Adalet ve Dad; Hüküm ve hikmet; Merhamet ve muhabbet yok!..
            İte, bütün bunların nedeni ve sebebi 27 Mayıs’tır.
            27 Mayıs olmasaydı bu gün Türkiye Cumhuriyeti; Milli geliri fert başına/reel olarak 50 bin doları aşmış; En dip toplumsal ve sosyal hücrelerine kadar adalet, ahlâk, refah, huzur, hukuk, demokrasi ve barışı yaşayan; Dünyanın en gelişmiş üç medeni ülkesi içinde yer alan.; Özgürlük ve güvenlik sorununu “hakkaniyet, hukuk, eşitlik ve adalet” düzleminde halletmiş bir memleket olacaktı. Ama olmadı, olamadı!.. Neden? 27 Mayıs ve İnönü yüzünden…
            Lütfen “şu olanları” tam bir dikkat, insani bilinç ve vicdanınıza vurarak inceleyin:
            05 Eylül 1961 günü görülen “Anayasa ihlâli (!) davası” ile duruşmalar sona erdi. En son yapılan “Anayasa İhlâli” duruşması, tarihin en komik, mesnetsiz ve aptalca tiyatrosu idi. Zira 27 Mayıs’ta Mustafa Kemal Atatürk’ün Anayasası ilga edilmiş ve kurduğu Cumhuriyet, en zalimane biçimde, alçakça ve hunharca tarihin çöplüğüne atılmıştı.
            13 Eylül 1961’de, Atatürk ve Menderes düşmanlığı/kindarlığı ile maruf İsmet İnönü, “henüz belli olmamış kararlar ölüm cezası içeriyorsa” tatbik edilmemesi hususunda tavassut istirhamı içeren bir mektubu orgeneral Cemal Gürsel’e yolladı., 15 Eylül 1961’de Yassıada Mahkemeleri cezaları açıkladı., 16 Eylül'de Zorlu ve Polatkan., 17 Eylül'de Menderes idam edildi., 15 Ekim 1961’de genel parlamenter atamaları (namı diğer seçim) yapıldı.
            Tarihlere dikkat! Yassıada süreci yaklaşık bir sene sürdü. Bu süreçte yeni anayasa imal edildi. İdamlardan 1 ay önce oylandı ve % 60’la kerhen kabul edildi. Kurucu meclis CHP'nin güdümünde ve Meclis hükmünde idi. Buna rağmen İnönü idamları meclise götürmeyi kabul etmedi. MBK Başkanı Cemal Gürsel’in, 15 Kasım1961 Hürriyet'te röportajı var. "Seçimlerin altı ay önce yapılmasını teklif ettim. CHP idamların sorumluluğunu üstlenmemek için kabul etmedi." İsmet Paşa idamların takvimini seçimlerin önüne aldı. CHP Menderes'in katilidir unvanını almamak için meclise gelen idam kararını sonuçta onaylamayacaktı.. Cemal Gürsel; "Memleketin bu hale düşmesinde en büyük mesuliyet CHP'ye düşmektedir" dedi.  27 Mayıs'ı yapan adam, seçimlerden bir ay sonra bu lafı söyledi. Bu bir itiraf ve günah çıkartmadır. Neden? Çünkü “bütün sebeplerle” Menderes'in katili İsmet Paşa'dır da ondan.
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 85

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

MEŞRUİYET VE MEŞRUAT  

 
Meşru: Haram ve yasak olmayan; Hak edilmiş, adalet ahlâkı ve hukuka uygun olan..
Meşruiyet: Sosyal bilimler literatüründe, meşruiyete ilişkin tartışmalar genellikle Max Weber'in otorite ve meşruiyete ilişkin çözümlemeleriyle başlar. Weber: "Tecrübelerimiz bize göstermiştir ki, hiçbir otorite sistemi, sadece maddi, duygusal veya ideal motiflere dayanarak sürekliliğini sağlayamaz. Bütün bunlara ek olarak, her otorite sistemi meşruiyetine ilişkin bir inanç oluşturmak ve beslemek gayretindedir" der. Görüşlerinde iki unsur dikkat çekmektedir:
1. Meşruiyeti siyasi rejimlerin yaşaması için en önemli faktör olarak görmekte;
2. Meşruiyet kavramını tanımlarken inanç unsurunu esas almaktadır.
Bu genel tespitler çerçevesinde üç tip hâkimiyet veya otorite tipini ayırt eder.
Geleneksel, karizmatik ve hukuki-rasyonel otorite… Geleneksel otorite, bir toplumda uzun zamandan beri yaşayan geleneklere dayanırken, karizmatik otorite bir liderin olağanüstü özelliklerinden kaynaklanır. Karizmatik otorite tipinde halk liderin sahip olduğu bir takım nitelikler dolayısıyla ona biat ve itaat ederken, geleneksel otorite tipinde halkın yöneticilere itaat etmesinin nedeni, siyasi iktidarın geleneklere uygun olarak iktidara sahip olup kullandığına dair olan inançtır. Hukuki-rasyonel otorite tipinde otorite rasyonel bir hukuk sisteminin sonucudur. Bu otorite tipinde, insanlar geleneksel olarak saygı gören bir şefe veya karizmatik bir lidere değil, bir dizi soyut, genel ve kişilik dışı kurala bağlılık gösterir. Modern dünyada geçerli olan otorite tipi hukuki, adil-rasyonel otoritedir. Weber'in çözümlemesine göre siyasi iktidarlar yönetilenlerin rızasını talep ederken adeta şöyle seslenmektedirler:
Geleneksel şef: Bana itaat et, çünkü halkımız yüzyıllardan beri şeflerine itaat etmiştir.
Karizmatik lider: Bana itaat et, çünkü ben senin hayatını değiştirebilirim. Hukuki-rasyonel yönetici: Bana itaat edin. Çünkü ben sizin, adalet ve hukuka uygun olarak seçerek atadığınız yöneticinizim. Dikkatli incelendiğinde, meşruiyetin hukukilikle aynı şey olmadığı anlaşılır. Hukukilik; hukuk ve kanunlara uymaktır. Yöneticilerin anayasa ve kanunlara uymaları, “o yöneticilerin” yönetilenler gözünde meşru olduğu anlamına gelmez. Bir başka deyişle, yöneticilerin karar alırken, emir verirken pozitif hukuka uygun olarak davranmaları onların meşruiyetini kanıtlamak için yeterli değildir.  
Neticede meşruiyet: Kanunların, (insan-hayvan, bilcümle doğa varlıkları ve çevresel unsurlar dâhil olmak üzere) genel ve nesnel bağlamda evrensel hak, (görev-ilke, sorumluluk) adalet ahlâkı ve hukuka mutlaka uygun olması; Anayasa’ya aykırı olmaması ve Anayasa’nın da “kesinlikle ve asla” temel insan haklarına aykırılık taşımamasıdır.
Meşruh: Şerh olunmuş. Anlatılmış, açıklanmış ve izah olunmuş.
Meşruhât: Meşruat kelime ve kavramının yerine geçmek üzere kullanılır. Bir hüküm, karar veya eylemin meşruiyetine dair izahlar, açıklamalar ve bu meyanda yazılanlar demektir.
MEŞRUAT: (Objektif ve orijinal kelime, kavram) Hak ve meşru olanı beyan ve onay. Haram, yasa dışı ve yasak olmayan. Olaylar, hüküm, kanun, karar ve mütedair eylem; Yasa taslak ve tasarıları dâhil olmak üzere: “adalet, hak ve hukuk’a uygun” olunduğuna dair yazılı veya sözlü beyan. Adalet, hak ve hukuk (kanaat) önderleri tarafından verilen/konulan şerh.
BUNA GÖRE: TC’nin 37 yıl istikrar ve insicamla uygulanan, en uzun ömürlü ve tek sivil; “Kurucu (1924) Anayasası” varken, sözde yeni bir sivil anayasa arayışları nedendir ve bu istemin aslı, esası nedir? Üstelik 608 (613) suç dosyası ve içtüzük hükümleri uygulandığı takdirde % 80’i devamsızlıktan (görevini yapmamaktan) “düşük”, dokunulmazlık zırhları ile ancak korunabilen parlamenter ile… Bu olacak şey değil!.. Diğer konular da hakeza… Üstelik! Doğruların, dürüstlerin, hakkaniyet, adalet ve hukukun itibar görmediği, ilke, onur ve erdemin kabullenilmediği, zekânın ayaklar altına düştüğü, yüceliğin takdir edilmediği ve alkışlanmadığı, doğruyu söyleyenin dokuz köyden kovulduğu; iyi'den, doğru’dan, haklı’dan (bons sens) onurlu ve sorumludan yana olanların değil;  güç ve güçlüden yana olanların savunulduğu bir yer, dönem ve zamanda…
Aslında çarpılan, bozulan, çürüyen, yozlaşan ve dağılan düzeni imar, ıslâh ve tamir mecburiyeti varken!.. Ey!... Parlâmenterler, kendinize gelin...
E.POSTA        : gercek.demokrat@hotmail.com
WEB               : http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com,
POSTA           : PK, 118 [ 06 442 ] Yenişehir/ANKARA
NOT               : Kaynak göstermek şartıyla yazılar yayına izinlidir.

 

 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

  86

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

MİLLİ DAVA (KIBRIS) GERÇEĞİ!

 
Web sitesinde milletten iane (bağış) dilenen kıytırık bir İngiliz milletvekili, şu sıralar Türkiye aleyhine atağa kalktı. TukishForum penceresinden baktığımızda Rum-Yunan ve İbrani lobileri ve Ermeni diyasporası ile çok sıkı-fıkı ilişkiler içinde olduğu görülüyor.
Maznun’un (zanlı, şüpheli, potansiyel sanık) adı: Andrew Dismore. Menfur yayın, iftira ve karalama yazılarını yayınladığı site adresi şöyle: http://www.andrewdismoremp.com,
Bu link Andrew Dismore'in sitesine ait. İngilizce bilenler lütfen açıp ibret için baksınlar.
Mesele şu ki; bu menfur şahıs, dâhili-harici bedhahlarla iştirak ve işbirliği halinde yine Türkiye aleyhine furyalar ve kumpaslara girerek, başta Kıbrıs konusu olmak üzere; Bizdeki menfur özürcülerle, Kıbrıs’ta vaki toplumlararası (!) müzakerelere paralel sözde Ermeni soykırım yalanlarını ısıtıp tetiklemeye başladı.
Kefereye ilk cevap; “Turkish Reconciliation Front-UK, Ingiltere Türkleri Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği”nden geldi.
ANDREW DISMORE'A CEVAP: SIKIYSAN GEL DE AL!..
Satırı satırına son derece önemli ve anlamlı ve üstelik İngiltere de kurulu bir Türk Sivil Toplum Kuruluşu’ndan gelen tokat gibi cevabı aynen naklediyorum: Hiç bir bilimsel dayanağı olmayan sözde Ermeni Soykırımı yalan ve iftiralarına her fırsatta sarılan ve her konuda izlemiş olduğu Türk düşmanı tavır ve söylemlerle yüce Türk milletini inciterek rencide etmeye çalışan İngiliz Milletvekili Andrew Dismore'a Turkish Reconciliation Front–UK ve İngiltere Türkleri Day. ve Yard. Derneğinden cevaptır:
“Türkiye'yi Kıbrıs'ta işgalci olarak tanımlayan ve Türk askerinin adadaki asker sayısını azaltmasını ve Kıbrıs'ı (GKRY) tanımasını isteyen Andrew Dismore adada yasayan binlerce Kıbrıs Türk'ünün varlığını nasıl oluyor da bir kalemde silip atıyor.1571'de Lala Mustafa Paşa'yla yani 417 senedir devam eden Türk varlığını bir çırpıda atmak şu ana kadar hiç bir dış güce nasip olmadıysa bundan böyle de Türk kalacaktır..Ve buna dünyadaki hiç bir güç engel olamayacaktır. Bu yüzdendir ki Kıbrıs üzerinde gizli ve hain emelleri olan her kim, hangi ülke ve hangi gizli güçler topluluğu varsa bu hayallerinizden vazgeçme zamanınız gelmiştir artık. Sizlere politik bir dil kullanmanın hiç bir faydası olmadığını çok iyi biliyoruz. Çünkü kurmuş olduğunuz kurum ve kuruluşlarla ve zayıf karakterli işbirlikçi hainlerle politik arenada kazanmanın sinsi (menfur) hesapları içindesiniz.
Türk insanını her coğrafyada olduğu gibi haince, alçakça ve kalleşçe arkadan vurmaya çalışıyorsunuz. Türk'ün essiz karakterini yozlaştırmaya, vatansever ve milliyetçi duygularını zayıflatarak yiğitçe savaşarak alamayacağınız şeyleri haince ele geçirmeye çalışıyorsunuz.
Kıbrıs Davasına onurunu vermiş isimleri küçük düşürmeye çalışıyor, yüce insan Fazıl Küçük’ün resimlerini Kıbrıs pullarından çıkartıyor, Dr. Rauf Denktaş’a düşmanca duygular besliyor ve büyük kurtarıcı, essiz önder Mustafa Kemal Atatürk'ün adını ders kitaplarından çıkartma cüretini gösteriyorsunuz. Bunları yaparken Andrew Dismore denilen şahısla aynı hizada hareket ettiğinizi görebiliyor musunuz.? Bu yüzdendir ki Andrew Dismore'a ve Kıbrıs’ı pazarlamaya çalışan hain güruhuna buradan bir tek cevap veriyoruz. Sitende insanlara bağış yapmaları için yalvararak zaman kaybedeceğine biraz tarih kitaplarına zaman ayır! Bilesiniz ki! Kıbrıs her zaman Türk'tü Türk kalacaktır! Sıkıysa Gel de Al!
Turkish Reconciliation Front-UK, İngiltere Türkleri Day. ve Yardımlaşma Derneği”
İşte bu menfur tetikçi ve provokatörler sayesinde tıpkı, hiç olmayan bir meseleyi sanal ortamda hayalen üretip “sorun” gibi sunmak, devleti, insanları ve kamuoyunu meşgul etmek suretiyle milletin kimyasını bozmak, lânetli özürcüler listesinde isimleri yazılı ihanet şebekesi ve yer yüzüne dağılmış Andrew Dismore gibi insanlık düşmanları için meşgale haline geldi.
Örneğin etnik köken, anadil, siyasal-sosyal haklar ve Kürt sorunu (!) vb.
Yine bu güruhça dillendirilen ve barış’ı sorun’a dönüştüren Kıbrıs meselesi.  Her ne kadar kalkışmacıya verilen cevap uygun ise de bizim de diyeceklerimiz var.
Gerçek şu ki; Türkiye’nin başına ‘sorun-sorun” diye dert açanların kendileri sorun.
Üstelik durup dururken sorun yaratanların ve bizatihi sorun olanların kahir ekseriyeti etnik kök olarak Ermeni, Rum-Yunan, İbrani, hâsılı dönme-devşirme veya sabetay çıkıyor. Ne gariptir ki, Kürt sorununu dillendirenlerin arasında Kürt, alevi sorunu diyenlerin arasında bir tane dahi Müslüman yok. Milli Dava Kıbrıs konusunda, Türkiye’ye karşı AB tezleri ile karışık Rum-Yunan politikalarını (Akritas Plânını) savunanların da tamamı aynı orijin.
Dahası bunlar çok rahatlıkla yalan söyleyebiliyor, tarihi tahrife yelteniyor, fütursuz iftira ve tefrikalarla ‘demokratik (!) hakları istismar’ devleti suiistimal ve kamu vicdanını taciz ve tarumar ediyorlar. Neden oldukları yanlış yönlendirme, gündem saptırma, derin tahrik ve alenen suça teşviklerin faturası çok ağır. Bu faturaları kendileri yahut akredite oldukları bedhahlar değil bizzat Türk milleti ve Türk devleti ödüyor.
Şimdilerde kendini bilmez biri artistlik olsun diye ‘ben de 10 Rum öldürdüm” deyince kıyametleri kopartan ve soluğu AİHM de alan GKRY Rumları ve Yunanlılara rağmen; Ortada apaçık Mahkeme kararı olmasına rağmen harekete geçmeyen ve bil-mukabil dava açmayan, bu güne değin ödenmiş haksız ve yolsuz tazminatları geri istemeyen hükümete şaşıyorum!..
GÜNEŞ BALÇIKLA SIVANMAZ
Her ne hikmetse, hâlihazır Kıbrıs’ta yaşanan barış; Barış’ı ‘sorun’ olarak algılayan iç ve dış düşmanlar yüzünden AB nezdinde gerçekten de Türkiye'nin kendini anlatamadığı ciddi bir ‘dış sorun’ haline geldi. Sürece bakarsanız, burada da yukarda bahsettiğim dönme ve devşirmelerden müteşekkil oligark, koza ve kriptoların kirli marifetlerini görürsünüz.
Özellikle Avrupa Birliği'ne tam üyelik süreci olarak lanse dilen, gerçekteyse AB’ye bağlanma sürecinden başkaca bir şey olmayan gidişatta konunun gündeme gelmesiyle birlikte, "Kıbrıs'taki işgale son verilmesi" çağrıları da arttı. Öte yandan, Kıbrıs’ta iki toplum arasında sürdürülen görüşmeler tam anlamıyla yüz karası, utanç ve hicap verici.
Görüşmeler uzayıp, Türk toplumu ihanetin boyutunu kavradıkça, Milli Kahraman Dr. Rauf Denktaş’a komplo düzecek ve suikastler düzenleyecek kadar azgınlaşan-çılgınlaşan bazı monşerler, iç odaklar ve paralel dış mihraklar telâş, panik ve acz içinde kıvranarak saldırıya geçtiler. Bir yandan aba altından sopa gösterip, diğer yandan "Eğer, Kıbrıs'taki işgale son vermezseniz AB'ne tam üyeliğe alınmazsınız ha!" türünden tehditlere başvuruyorlar. Dahası, tüm bunlar yetmezmiş gibi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde Titiana Loizidu davasındaki gibi siyasi kararlarla Türkiye’yi sanık sandalyesine oturtmak istemekteler.
Rum-Yunan ikilisinin taleplerine boyun eğen Batı'nın bu çağrıları, kendi tarihinden kopmuş, mazisinden utanan bazı vatandaşlarımızı da maalesef etkilemektedir.
Sağda-solda duymuşsunuzdur; "Hani canım biz de az yapmamışız!", "Yahu madem Kıbrıs da Avrupa Birliği'ne giriyor biz de gireceğiz. O zaman mesele yok. Hele Kıbrıs'tan bir çekilelim gerisi kolay!" Bunların tamamı kirli ve kasıtlı bir dezinformasyon ürünüdür.
Tarihi tarihçilere bırakalım ama yakın tarihin gerçeklerini bile unutacak kadar tarih bilincine sahip olamayan, gaflet ve dalalet içinde sürüleşen toplumların başlarına çok şeyler gelebileceğini hatırlatarak konuya girmek istiyorum. Hem de çok ciddi ve resmi belgelerle.
Kıbrıs'ta gerçek işgalci Yunanistan'dır.
Türkiye Kıbrıs'a Yunan işgali ve EOKA zulmüne son vermek için ‘Barış Harekâtı’ çerçevesinde ve Londra-Zürich (garanti antlaşması mucibi) girmek zorunda kalmıştır. Bu tarihi gerçek Rum-Yunan resmi Kaynakları ve mahkeme kararlarınca da teyit edilmektedir.
Belge 1; Başpiskopos Makarios'un konuşması: 15 Temmuz 1974 Nikos Sampson Darbesi sırasında adadan kaçarak canını zor kurtaran Başpiskopos Makarios'un Güvenlik Konseyi'nde yaptığı konuşmasında; (devamı var) "Kıbrıs'ta geçen Pazartesi sabahından bu yana süregelen olaylar gerçek bir trajedidir. Yunanistan'daki askeri cunta, Kıbrıs'ın bağımsızlığını acımasızca ihlal etmiştir. Yunan Cuntası, Kıbrıs halkının demokratik haklarına, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bağımsızlık ve egemenliğine en ufak bir saygı göstermeden, diktatörlüğünü Kıbrıs'a da uzatmıştır.
Bu darbe, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bağımsızlığını ve hükümranlığını açıkça ihlal eden dış kaynaklı bir işgaldir. Sözde darbe, Milli Muhafız Ordusu'nu yöneten Yunanlı subayların işidir... Atina'nın düzenlediği darbe ile yaratılan bu olağandışı durumu sona erdirmek için Genel Kurul üyelerine ellerinden geleni yapma çağrısında bulunuyorum. Kıbrıs'taki anayasal durumun ve Kıbrıs halkının demokratik haklarının yeniden teşhir edilebilmesi için; Güvenlik Konseyi'ne elindeki tüm imkânları gecikmeden kullanması çağrısında bulunuyorum. Daha önce de ifade ettiğim gibi, Kıbrıs'taki olaylar Kıbrıs Rumlarının bir iç meselesini teşkil etmemektedir. Kıbrıs Türkleri de etkilenmektedir. Yunan cuntasının düzenlediği darbe bir istiladır ve sonuçlarından tüm Kıbrıs halkı, Türkler ve Rumlar acı çekmektedir..." diyor. (The Cyprus Triangle sa;128- Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, "Türk-Yunan İlişkileri" konulu 3. Askeri Tarih Semineri, sa; 367-372, Ankara-1986)
Belge 2; Yunanistan Temyiz Mahkemesi'nin 21.3.1979 tarih ve 2658/79 sayılı "Türk Ordusu'nun Kıbrıs'a müdahalesi yasaldır. Suç Yunan subaylarına aittir" kararına giden yol: 1976 yılı Aralık ayında bir Yunanlı, mahkemeye başvurarak, 22 Temmuz 1974'te Lefkoşe üzerinde uçarken, Güney Kıbrıslı Rumların açtıkları ateş sonucu düşüp parçalanan Yunan Delta Nakliye uçağında ölen oğlu için tazminat talebinde bulundu. Atina Mahkemesi, 1978 yılında aldığı kararda "Davacı davasında haklıdır. Hazineden tazminat alması gerekir” dedi.
Ekonomi Bakanlığı tazminatı ödememek için karara itirazla temyiz mahkemesinin kararı bozması talebinde bulundu. Bakanlığın bu talebi üzerine toplanan Temyiz Mahkemesi 21.3.1979 tarih ve 2658/79 sayılı kararı aldı. Karar şöyle: "Davacı tarafından öne sürülen iddiaların gerçek olduğu, mahkememizce yapılan araştırma sonucu kanıtlandı. Zürich Anlaşmasını imzalayan taraflar, Yunanistan, Türkiye ve İngiltere "garantör" devletler olarak, Kıbrıs'ın herhangi bir devlet ile birleşmesini ya da bölünmesini önlemek için "Kıbrıs Cumhuriyeti"nin güvenliğini garanti altına alıp koruyacaklarına dair taahhütte bulunmuşlardır. 1974 Temmuz ayının ilk haftası içinde Kıbrıs Devlet Başkanı Makarios, adada görev yapan bazı subayların, darbe girişimi hazırlığı içinde bulunduklarını ve kendisini öldürmeyi planladıklarını öğrenmiş ve durumu Atina'ya duyurarak, Yunanistan Devlet Başkanı General Gizikis'ten önlem almasını istemiş olmakla; Atina'daki yönetim, bu talebe resmi bir cevap vereceği ya da önlem alacağı yerde, 15 Temmuz 1974'te, General Yoannidis, Makarios'a karşı, Kıbrıs'taki Yunan Birliğinin Komutanı General Yorgitsis ve General Yanakodimos ile birlikte 102 Yunan subayının da yer aldıkları darbeyi gerçekleştirdi ve Makarios'u öldürmeye teşebbüs etti. Lefkoşe'deki Başkanlık Sarayı ağır silahlarla ateşe tutulmuş, Başkan Makarios bu saldırıdan bir mucize eseri olarak kurtulmuştur. Kıbrıs Anayasası asi Yunan subayları tarafından çiğnendikten sonra, Nikos Sampson başa getirildi. Türkiye ise 20 Temmuz 1974'te yaratılan fiili durum nedeniyle, hukuki haklarını kullanarak Kıbrıs'a müdahalede bulunmuştur." (http://www.inaf.gen.tr), (e-mail: info@inaf.gen.tr )
İşte “Milli davada haklılığın ve hukuka dayalı güçlülüğün belgeleri” Buna göre cari hükümet ‘haklılığa dayalı’ gücünü kullanmalı, ağırlığını koymalı ve komediye son vermelidir! Yunanistan Temyiz Mahkemesinin bu kararının ardından neler olduğu merak edilebilir. Onu da özetleyelim;
Temyiz kararıyla zamanın Savunma Bakanı Evangelos Averof güç duruma düşer. Savunma Bakanlığı'ndan Ekonomi Bakanlığına gönderilen 12.6. 1979 tarih ve F-800/109-B5849 sayılı gizli yazıda, Bakanlığın her ne olursa olsun mahkemeye tekrar başvurmaması ve düşen uçakta ölen askerlerin ailelerine tazminatların sessizce ve problem yaratılmadan ödenerek meselenin kapatılması istenir. Mahkeme kararı, zamanın Yunan hükümeti ile yargı organlarını da birbirine düşürür. Başbakan Konstantin Karamanlis imzasını taşıyan; "Kıbrıs ile ilgili davalar açılmadan önce hükümete bilgi verilecek ve onay alınmadan davaya bakılmayacaktır. Milli nedenler, Türk istilasına yol açan sorumluların, sonsuza kadar yargılanmamalarını gerektiriyor" şeklindeki yazı Adalet Bakanlığı'na gönderilir. Yazı büyük tepkiye neden olur. Adalet Bakanlığı'nın Başbakanlığa gönderdiği 14289/78 sayılı cevabi yazı şöyledir; "Vatandaşların menfaatlerinin korunması, gerçeklerin aydınlığa kavuşmasıyla mümkündür. Hiçbir kuvvet, adaleti, gerçek sorumluları ortaya çıkarmaması konusunda susmaya mecbur edemez." Bu gelişmeler üzerine zamanın Başbakanı Konstantin Karamanlis, "Yunanistan aleyhine kullanılabilir" gerekçesiyle Temyiz mahkemesi kararının kamuoyuna duyurulmasını yasakladı. (Yunanistan Temyiz Mahkemesi kararı ve karara ilişkin gelişmeler, Uluslararası İlişkiler Araştırma Merkezi İnaf'ın Aralık-200 tarihli bülteninden alınmıştır.)
Dr. George Nakratzas. '1960 Anayasasını İhlal Eden Makarios'du'" başlıklı haberi: "Hollanda'da ikamet eden Yunan asıllı Dr. George Nakratzas, Yunanistan Komünist Partisi Yeniden Yapılanma Merkez Komitesi'nin yayın organında yer alan makalesinde, Rum tarafının Enosis hayalini ve Rum barbarlığını gözler önüne serdi. Dr. Nakratzas, Kıbrıslı Türk ve Rum ortak yönetiminden oluşan 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti'nin anayasasını ihlal edenin, Kıbrıs Türk tarafı değil, Başpiskopos Makarios olduğunu vurguladı. Dr. Nakratzas makalesinde, Başpiskopos Makarios'un Enosis hayaliyle 1960 Anayasası'nın 13 maddesinde değişiklik yaparak, Türk tarafını ortaklık cumhuriyetinden dışladığını ve hemen ardından 21 Aralık'ta Kıbrıslı Türkleri katletmek amacıyla saldırı başlattığını yazdı. Makarios'un, Türk tarafının anayasadaki değişikliği reddetmesini dünyaya "Kıbrıs Cumhuriyeti Devleti'ne itaatsizlik" şeklinde duyurduğunu, ancak bunun tamamen gerçek dışı olduğunu vurgulayan Dr. Nakratzas, "Yasal açıdan bakılacak olursa, anayasayı tek yanlı olarak keyfi şekilde ihlal etme girişiminde bulunan Kıbrıslı Türkler değil, Makarios'du dedi. Dr. Nakratzas, Kıbrıslı Türklerin, 1963 ile 1967 yılları arasında, Sampson, Yorgacis ve Lissarides tarafından yönetilen çetelerce öldürüldüğüne işaret ederek, "Bu konuda genç Yunanlıların bir fikri yok" dedi ve bu katliamlarda "Kıbrıs Hükümeti" olarak adlandırdığı Rum yönetiminin büyük sorumluluğu bulunduğunu vurguladı.
Rum tarafının kayıplar konusunu propaganda haline getirdiğini ve gerçek kayıp sayısının açıklanandan çok daha az olduğunu BM belgelerinden alıntılar yaparak makalesinde gözler önüne seren Dr. Nakratzas, 21.12.1963 ile 8.06.1964 tarihleri arasında kayıp olduğu resmen açıklanan Kıbrıslı Türklerin sayısının 232 olduğuna dikkati çekti. Nakratzas, "Bu dönemde sadece 43 Rum'un kayıp olduğu belirlenmiştir. Bu rakamlar BM Genel Sekreteri'nin S/5950 sayılı raporundan alınmıştır" diye konuştu. Nakratzas, kayıplar konusundaki gerçekler bu iken, Rum basınının devamlı şekilde ellerinde sevdiklerinin fotoğraflarını tutan Rum kadınların resimlerini yayınladığını, ancak kayıplar hakkında bilgi edinmeye çalışan Türk kadınların fotoğraflarına bugüne kadar hiç yer vermediğine dikkati çekti.
1963-1967 yılları arasındaki katliamlardan Rum Yönetimi'nin sorumlu olduğunu da vurgulayan Dr. Geroge Nakratzas, Rum Yönetimi'nin Avrupa Birliği'ne giriş müzakereleri sırasında iki soruya yanıt vermesi gerektiğini belirtti ve bu soruları şöyle sıraladı:
"Kıbrıs Hükümeti Kıbrıs Türk Devletini tanımayı reddediyor veya gevşek bir Türk- Rum Konfederasyonunu kabul etmiyorsa, geriye kalan şu iki çözümden hangisini düşünüyor?
A) Kıbrıslı Türklerin 1963 öncesinde yaşadıkları köylere geri dönmelerini mi, yoksa B) Kıbrıslı Türklerin 11 yıl mahsur kaldıkları enklavlara geri dönmelerini mi?
Son Söz: TC hükümeti ve Cumhurbaşkanı Talat bu gerçeği mutlaka dikkate almalı!.

 

 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

  87

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

MİLLİ SİYASETE DÖNÜŞ

 
Kelime ve kavram olarak “milli siyaset” ve “milli devlet” 1924 Anayasası’nın temel umdesi (vazgeçilmez ilkesi) olmasına rağmen, 1960 kalkışması büyük ürküntü duyduğu ve menfur emelleri için sakıncalı gördüğü bu esası lağvetmiş ve Atatürk’ün 36 yıllık kanuni esasisini çöpe atmakta asla tereddüt etmemiştir.
ÜNİTER DEVLET VE MİLLİ DEVLET MUKAYESESİ:
Bunun yerine ikame edilen “üniter devlet” kavramı temelde “unsurlar birliği”ni esas alır. Yani: “Üniter devlet  (Etat unitaire, unitary state)”e, “tek devlet” veya “basit devlet (Etat simple)” de denir. Buna mukabil “Milli Devlet” daha mukavim (sağlam-güçlü) ilkeler ve daimi bir konsensüs’ü içerir. Üniter devlet’in zaafı kurucu unsurların (parçaların varlığını) de’facto olarak kabul etmesidir. Danimarka, Fransa, İngiltere, İrlanda, İspanya, İsrail, İtalya, İzlanda, Hollanda, Japonya, Lüksemburg, Norveç, Portekiz, Yunanistan, Türkiye gibi devletler birer üniter devlettir.
ÜNİTER DEVLET’İN ESİN KAYNAĞI VE GİZLİ GERÇEKLER:
Şu kadar ki, 1961 Anayasası için cuntanın esinlendiği örnek lâik köktencilik ve fanatik evrimciliğin fundamentalist kalesi Fransa’dır. İnsani ve ilmi değerlere karşı ağır bir başkaldırı ve kâfir derecesinde sapkın fundamentalistler, insan formunun ne kadar sadist, bencil (egoist) ve hayvanlaşabileceğinin baz örneklerini teşkil ederler ve onlar emperyalizmin (kan emici vampirlik ve keneliğin) en açık göstergesidirler. Fundamentalizm sadece ve yalnızca İsevi inancına karşı bir direniş ve tepki değildir. Masonik ve kabalist kökten gelişleri nedeniyle yer yüzünde tek dinin İslâm ve Hazreti Adem’den, İslâm’ın son peygamberi Hazreti Muhammed’ e kadar bütün Peygamberlerin Müslüman olduğunu çok iyi bilirler. Onların ana davası insani bilinç, namuslu-dürüst, adaletli ve doğru yaşam ilkelerini yok etmektir. Başkaca herhangi bir ideolojinin de kendi fundamentalistleri (köktencileri) vardır. Bu prototipler vahiy kaynaklı hâkim (orijinal) ahlâk sistemlerini yerle bir etmek için oraya konmuş truva atları gibidirler.
Adalet ahlâkı ve kadim hukuk penceresinden bakıldığında bunlar, şeytanın askerleri, öncü ve sözcüleri gibidirler. Ama onlar da -gerçektir ki- karanlıklar ve kâbusların ürünü olan şer ve şeytani ideolojilerine çok sıkı bir biçimde bağlıdırlar. Hatta, “insan insanın kurdudur” felsefeleri gereği en bağlı olan da onlardır!.. Çünkü sistemlerinin insani ve ahlaki boyutu yoktur. Mutlak edinim, yalan-talan, soygun-vurgun, güçlülerin haklılığı ve çıkar ağırlıklıdır.
GÜÇLÜLERİN HAKLILIĞI
Oysa bon-sens (erdemlilik, haklıların güçlülüğü) zordur. Cahil nefse ağır gelir.
Onlar, laik fundamentalizmi yeryüzünde hakin kılmak için durmadan “izm” üretirler.
Bu nedenle “dünyadaki bütün izmler iğrençtir” Bu laf büyük bilim adamı Cemil Meriç tarafından söylenmeden önce de bu böyleydi, hala da öyle. Hakikat Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet’in kurucu unsurları tarafından çok iyi bilindiği ve kavrandığı içindir ki, Türkiye Cumhuriyeti, bu lanetli izmler temelinde inşa edilmemiş; Emperyalizmin korkulu rüyası olan “insan odaklı” fazilet anlamında ve Cumhuriyet bağlamında kurulmuştur. Zira  milyonlarca insanın katili olan kapitalizm ve emperyalizm insani boyut ve bilinç toplumuna, adalet, hukuk ve evrensel barış ilkelerine aykırıdır.
Ama buna rağmen, başta ABD-AB (vahşi batı) olmak üzere; Zulmün zalim havarileri (paraya, şehvete ve şöhrete tapan) fundamentalistler, aklınıza gelebilecek her yerde ve her konuda, her fikirde, hatta müzik gruplarının hayranları olarak, önce dernekleşerek (stk) sonra da cinsi sapık bir zihniyetle kendileri gibi düşünmeyenlere saldırarak iyiliği inkâr, hak, adalet, hakikat ve hukuku ret, fanatizm ve körlükte sınır tanımayan, saç telinden ayak tırnağına kadar uzanan bir körlük, kötülük ve koyu taassupla yaşamaya ve nefret yaratmaya devam ederler.
Üstelik bu primitif varlılar ve mutasyon mağduru tipolojiler kendilerini aydın sanırlar.
Oysa bunların ilham kaynağı ve dayanağı, sadece muzlim karanlıklar ve zalimlerdir.
Bilgi çağının çökmesi, eko-sistemin bozulumu ve dünyanın iğrenç bir yer olmasında sorumlular listesi yapılsa, bu varlıklar baştan ilk üçe rahatça girerler. Lâkin sahip oldukları izm etiketi nedeniyle ideolojileri o listelerde gözükür. Soykırımın kara kitabı, bilmem neyin katliam politikası diye anlatılır dururlar. İnsanlık âlemi onları (keneleri) çok iyi bilir ve tanır.
ANALİTİK TANIM, ARADAKİ FARK VE İNCE AYAR
Üniter devlet, anayasa hukuku metinlerinde, devletin, ülke, millet ve egemenlik unsurları ve keza yasama, yürütme ve yargı organları bakımından teklik özelliği gösteren devlet şeklidir. O halde, üniter devleti, devletin unsurlarında ve organlarında teklik özelliğiyle tanımlanmakta, ancak, milli devlet’in aksine azınlıklar dışında da “unsurların varlığını” kabul etmektedir. Nitekim ülkemizde 1961 öncesi her hangi bir unsur, başkaca bir halk veya etnik kök dillendirilmez iken, üniter devlet lâfzı ile bu dillendirme önceleri de’facto sonraları ise alenen yapılmaya başlamıştır.
1.Devletin Unsurlarında Teklik
Devlet, ülke, millet ve egemenlik unsurlarından oluştuğuna göre, üniter devlette, tek ülke, tek millet ve tek egemenlik vardır. Diğer bir ifadeyle üniter devlet, tek bir ülke üzerinde, tek bir milletin, tek bir egemenliğe tâbi olduğu devlet şeklidir. Bu nedenle, üniter devlette, devleti oluşturan unsurlar tek ve bölünmez bir bütündür. (DENİLİR!..) Şöyle ki:
a) Üniter devlette, devletin ülkesi tek ve bölünmez bir bütündür. Şüphesiz ki, üniter devletin ülkesi de “il” ve “ilçe” gibi birtakım bölümlere ayrıllır. Ancak bunlar, basit idarî bölümlemelerdir. Bu birimlerin sadece idarî yetkileri vardır. Yasama ve yargı yetkileri yoktur. Bunların hepsi aynı egemenliğe tâbidir. Hepsinde aynı anayasa ve aynı kanunlar, kısacası aynı hukuk düzeni uygulanır. 
b) Diğer yandan üniter devlette, millet unsuru da tek ve bölünmez bir bütündür.
Milleti teşkil eden insanların millet unsurunu oluşturmalarında din, dil, etnik grup vb. bakımlardan ayrım yapılamaz. Üniter devlette “toplum”lar veya “cemaatler” temelinde egemenlik yetkilerinin kullanılmasında farklılık yaratılamaz. (!) Üniter devlet sadece yer bakımından federalizme değil, aşağıda göreceğimiz cemaatler bakımından federalizme yani “korporatif federalizm”e de kapalı ve karşıdır.
c) Nihayet üniter devlette egemenlik de tek ve bölünmez bir bütündür. Tek olan egemenliğin sahası bütün ülkedir. Bu egemenliğe tâbi olan da bütün millettir. Egemenliğin kaynağı bakımından da ayrım yapılamaz.
Dikkat edilirse eğer, a, b, c tanımlamalarında yer alan çok ince bir ayardır. Ki bu 24 anayasasında söz konusu bile değildir. Dolayısıyla, başta AB dayatmaları olmak üzere bölge bazında oluşturulmaya çalışılan “Kalkınma Ajansları”nın bile yasal dayanağı bu tanımlardan kolaylıkla çıkabilmektedir. Aynı bağlamda; “Türkiye’de Kürt v.b. sorunu var” demek de suç olmaktan çıkmıştır. Oysa Türkiye’nin gerçekte her hangi bir etnik sorunu yoktur. 
2.Devletin Organlarında Teklik
Üniter devlette, devletin ülke, millet ve egemenlik unsurlarında teklik olduğu gibi, devletin yasama, yürütme ve yargı organları bakımından da teklik söz konusudur.
a) Üniter devlette tek yasama organı vardır. Ülkenin bütünü için geçerli kanunlar, merkezde bulunan tek bir yasama organı tarafından yapılır. Örneğin Türkiye’de tek yasama organı Ankara’da bulunan TBMM’dir.
b) Üniter devlettin yargı organı da üniter niteliktedir. Şüphesiz yargı organı üniter devletlerde de mahiyeti gereği birçok mahkemeden oluşur. Ancak, ülkenin her yerinde aynı tür mahkemeler vardır ve bunların üst mahkemeleri aynıdır. Bir üniter devlette, birden fazla ceza mahkemesi, birden fazla idare mahkemesi olabilir; ama  iki tane Yargıtay, iki tane Danıştay olmaz.
c) Üniter devlette, yürütme organı bakımından esas itibarıyla bir “bütünlük” vardır. Yürütme organının tepesinde, parlâmenter hükûmet sistemlerinde “bakanlar kurulu”, başkanlık sistemlerinde “başkan” vardır. Bakanlar kurulu veya başkana şimdilik “merkezî idare” diyelim. Üniter devletlerde yürütme yetkisi esas itibarıyla, bu “merkezî idare”de toplanır. Ancak, ülke genelinde bütün yürütme ve idare fonksiyonunun, başkentteki bu “merkezî idare” tarafından yerine getirilmesi mümkün değildir. Yani, üniter devletin yürütme ve idare organlarının mutlak bir şekilde üniter nitelikte olması imkansızdır. İşte bu nedenle, üniter devletlerde de, idare organının tekliği mutlak nitelikte değildir. Bu bakımından üniter devletler, kendi içinde “merkezî üniter devlet” ve “adem-i merkezî üniter devlet” olmak üzere ikiye ayrılabilir.
İkinci bölüm açıklama ve tanımlamalarında görüleceği üzere, sistemde derin çatlaklar ve çelişkiler vardır. Örneğin: (a) şıkkına göre yasama organı tektir. Ama oluşum biçimi milli devlette “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletin” iken, 1961 yapılanması, siyasi partiler ve seçim mevzuatında giderek halktan ayrışma ve laik Fransız fundamentalizmi yönünde örgütlenen seçkinci elitlere idareyi terk ve teslim anlayışı yatmaktadır. İlerleyen süreç içinde bu kaygı gerçekleşmiş ve sonuçta politika oligarşik bir yapılanmanın eline geçerek, millet ve milli irade mefhumları adeta tarihe karışmıştır.
(b) bölümünde tanımlanan mahkeme ve yüksek mahkeme tanımı da aldatmacadır. Zira bugün sivil alt-yerel ve yüksek mahkemelerin tamamı askeri örgütlenme içinde de vardır. Üstelik durum demokrasinin kurumsal yapısı, eşitlik, insan hakları, adalet ve hukuk ilkesine açıkça aykırılık teşkil etmesine rağmen…
Buna mukabil “Milli Devlet” modelinde “kuvvetler birliği” esası geçerli olup; Tek kuvvet ve tek irade millettir. Millet adına bu yetki, bütün kurumları kapsamak üzere TBMM tarafından kullanılır. Üstelik 1924/28 anayasasında geçerli siyasi partiler mevzuatı 1946 -50 şekillenmesi ile “Millet iradesinin devlet idaresinde” çok şeffaf ve dürüst bir şekilde temsiline imkan vermektedir. Mevcut düzende buna imkan ve ihtimal dahi yoktur.
MUKAYESELİ BİLİM VE AÇILIM
Bilindiği üzere ülkemiz, kavga, kargaşa, anarşi, terör-tedhiş, kriz, bunalım ve buhran gibi kavramlarla 1960’dan sonra tanışmıştır. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 müdahalelerinin sebebi hikmeti de 1961 anayasasıdır. 1982 Anayasası ise 61’e göre geriye gidiş, ancak ülke şartlarına göre 1924 anayasasına yöneliştir. Çünkü 1924 (1928) anayasası, Atatürk, Türk ve Türkiye düşmanları tarafından ilga edilmeseydi, şu an için Türkiye istiklal ve istikrarın en tepesinde / zirvesinde olacağı gibi, dünyanın da en zengin ve güçlü devletleri arasında olabilir, çağdaş medeniyet seviyesini aşabilir ve konjonktürel bağlamda bir-kaç belirleyici aktör arasına pek alâ girebilirdi.
11 Kasım 1938 – 13 Mayıs 1950 dönemi hezimetinden sonra, 14 Mayıs 1950’den itibaren kazanılan ivme ve tekrar hayata geçirilen Atatürk ilkeleri ve Türk İnkılâbı bunu başarmaya muktedir olduğunu göstermiş ve ispatlamıştı. Mukayeseli bilim, siyasi tarih, ülke ve dünyanın genel gidişatı bunu açıkça göstermektedir. 1970, 80 ve 90’lı yıllarda üst üste yaşanan ekonomik, sosyal ve siyasal krizler, tarihe karışan hakkı müktesepler ve devlet beş sente muhtaç düşürülürken; Kendileri dünyanın sayılı zenginleri arasına giren politik-ACI, kapitalist ve yerli emperyalistler, adeta savaş zengini gibidirler. Günümüzde yaşanan kriz, 
Bunalım, buhran, gerilim, anarşi-terör ve tedhiş bu Cumhuriyet, hürriyet, adalet, hukuk, ahlak ve demokrasi düşmanlarının eseridir.
            Sistemi tıkayan, ülkeni önünü tutan, yolunu kesen zihniyetin sahibi de onlardır.
            Şimdi “onlar kim” diyeceksiniz!..
            Buyurun inceleyelim:  
ŞİMDİ BU DÖNEMİ YENİ BAŞTAN İNCELEYELİM   
Birinci Cumhuriyetin fiilen sona erdiği gün olan 10 Kasım 1938, Türk milleti için 12 yıl aralıksız sürecek olan ve ancak 14 Mayıs 1950’de, demokratik bir halk hareketi ile “dur” denilebilen mâkus talihin (diktatörlük, despotizm ve dönme-devşirme, ateist-pagan-sabetaist, şaibeli ve şer kadroların bürokrasiye taşındıkları faşizmin) başlangıç tarihidir.
Ertesi gün, asrın devlet adamını kaybetmekten dolayı bir yanda derin bir hüzün, diğer tarafta devletin geleceği ve bekası yönünden ağır basan endişe ve kaygı yaşanmaktadır. Sonuçta, kaygı galip gelmiş ve literatürel anlamda “İkinci (sanal) Cumhuriyet” olarak adlandırabileceğimiz yeni dönemin başlangıcında sağduyu sahipleri (Kemalistler) haklı çıkmışlardır. Zira, artık, Atatürk döneminde temelleri atılan ve sistematik bir düzenle yaşam boyutuna ve devlet hayatına geçirilmeye başlanan “demokrasi”, “insan hakları” (halkçılık), “adalet” ve “hukukun üstünlüğü” ve bu norm (objektif) ilkelere dayalı “lâiklik-lâyiklik” gibi kavramlar artık yoktur. Çok kısa bir sürede, bütün esas ve unsurları ile fiilen ve resmen bir karşı devrim başlatılmış, halkı kucaklayan ‘inkılap’ süreci kapatılmış, adına ‘devrim’ denilen zorbalık dönemi başlamıştır. Akabinde Atatürk usulen ve tefhimen “ebedi şef” ilân edilmiş ve kadrocuların öteden beri özlem duydukları ve ilhamını İtalyan faşizmi ile gayri ahlaki, aykırı lâik Fransız fundamentalizminden aldıkları “milli şef” ile tam bir diktatörlük tesis ve ilân edilmiştir. (Önemli not: Orijinal anlamda lâiklik yani Atatürk’ün deyimi ile lâyıklık esasta bir İslâmi terimdir. Herkesin özgürce din seçebileceği ve inandığı dini, icaplarına uygun olarak yaşayabileceği anlamına gelir. İnanma ve inandığı gibi yaşama hürriyeti.) 
GİZLENEN REJİM: KEMALİZM (Türk İnkılâbı)
Bu süreçte, Türk inkılâbının izleri, Atatürk ilke ve inkılâpları ve Cumhuriyetin 16 yıllık eserleri şuursuzca yok edilmiş; Stalin’in, Lenin’i silme harekâtında bile göze alamadığı madeni para ve banknotlardan kurucu liderin (Atatürk) resmi ve ismi dahi silinip atılmıştı. “Halka rağmen-halka hizmet” ve “halk için devlet” değil “devlet için halk” anlayışı ile yönetimi ele geçirenler “sözde batılılaşma”, büyük Atatürk’ün vefatını fırsat bilen vahşi batılı emperyalistler ise “Sevr’in intikamını almak ve Lozan’ı yok saymak” adına, (dahili bedhahlar ile işbirliği içinde olarak) istiklâl savaşıyla kutsal topraklardan kapı dışarı edilen bütün “kapitalist ve emperyal” emel ve menfur amaç sahiplerine ülkenin kapılarını ardına kadar açmış ve Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesinden saptırılması-arındırılması ve uzaklaştırılması için, milli devletin temellerine dinamit koymak, yükselen değerleri (milliyetçilik, din, dil, Türk kültürü vd) her ne gerekiyorsa (maalesef) hepsi fazlasıyla yapılmış ve yaptırılmıştır.
Atatürk ilkeleri ile bütün esas ve unsurları dahil Türk inkılâbının yok sayıldığı, Kemalizm’in gizlenmek, hafızalardan silinmek ve tarihin karanlıklarına gömülmek istendiği bu dönem; Seksen yılı mücavir Cumhuriyetin kayıp ve karanlık, despotluk ve koyu-kara diktatörlük yıllarıdır. İnönü hem cumhur başkanı ve hem de Halk Partisi genel başkanı, devletin vali, kaymakam ve belediye başkanları ise dikta partisinin il ve ilçe başkanlarıdır. Halktan kopuk, seçkinci, zengin-güçlü, varlıklı ve esas itibarıyla kapitalist ve emperyalist eğilimli; Milli ve manevi değer yoksunu, dini-imanı para, kâbesi vahşi batı olan, halk düşmanı bir kadro devleti ele geçirmiş olmakla;
Büyük Atatürk ve Türk inkılâbının “Avrupa’nın endüstriyel veri, bilim ve salt teknolojisinden yararlanma” esaslı batı politikası bu defa; Tefessüh etmiş bir medeniyetten kültür ithal etme gaflet ve dalâletine dönüştürülmüş ve adına “batılılaşma” denilerek, önce Cumhuriyetin lâiklik anlayışı ret ve inkâr edilip “dahili bedhah, ateist-pagan, din düşmanı ve sabetaist zümrece pek beğenilen Lâtin-Grek ve Anglosakson bozması bir tür din, vicdan ve insanlık düşmanı anlayış ‘lâiklik’ adı altında ithal ve ikameye kalkışılmıştır. Böylece yakın tarihin en büyük Atatürk, Türk ve insanlık düşmanlığı icra ve ifa edilmiş ve batının 1000 yıllık arzu, hedef ve ihtirası hayata geçirilmiştir.
Zira, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyetine karşı, Gümrük Birliğine katılma, zorunlu eğitimi bilim, din-ahlak ve sanat öğrenimini yok etme pahasına sekiz yıla çıkartma gaflet, ihanet ve dalâletinden önceki en büyük hıyanet budur. Bu vakıayı her kesin bilmesi ve her kesimin kabullenmesi, yargılaması ve sorgulaması şarttır.
Ki, bundan böyle; Gerçek anlamda aydınlık, arı-duru, ilkeli-onurlu, sorumlu, namuslu-dürüst, temiz ve berrak, vatan topraklarında hâkim ve “milli devlet” olarak hükümran bir vasıfla bu yolda ve bu uğurda emin adımlarla yürünebilsin...
Mâkus (kötü) talih ve tarihin tekerrür etmemesi (tekrarlanmaması), ibret ve ders alınması bakımından; “TBMM’nin üstünde ve üyeleri seçimle değil atamayla gelecek” faşist bir konseyin dahi kurulmasına kalkışılmış kapkara bir döneme, biraz daha (oralara) gerilere dönüp bakalım.
ÜÇÜNCÜ CUMHURİYET
İkinci (sembolik) Cumhuriyet, Ocak 1946’da, büyük Atatürk’ün en büyük ideal ve özlemi olan “çok partili siyasi hayata geçilmesi ile” derinden sarsılmış, bütün karşı devrim, (inkârcı duruş) ve ısrarlı direnmelere rağmen 4.5 yılda tükenmiş, 14 Mayıs 1950’de ise, Türk milleti tarafından “bir BEYAZ İHTİLÂL ile” ülke fiilen kurtarılarak, karanlık ve kâbus dönemi resmen sona erdirilmiştir. (Gerici, yobaz ve irticai kesimler bu harekete karşıdevrim demek utanmazlığını gösterirler) Olaya tarafsız gözle bakar ve objektif bir değerlendirme yaparsak, başlayan süreci bu defa “Üçüncü (GERÇEK) Cumhuriyet dönemi” olarak adlandırabiliriz. Zaten bunun böyle olması gerekir. Zira, bu dönemler arasında çok derin uçurumlar ve farklılıklar vardır. Başka bir şekilde tanımlamak ve açıklamak da mümkün değildir. Zira, Atatürk’ün ve Türk İnkılâbı’nın “halkçılık” felsefesine uygun biçimde “halkın iktidar olduğu” iki dönem vardır. 1923-1938 ve 1950-1960 arası. Yani, birinci ve üçüncü Cumhuriyet... Zira, Cumhuriyet, demokrasi ile kaim ve daim bir rejimdir. Bütün usul, esas, kurum ve kuruluşları ile demokrasi olmaz ve “CUMHURİYET FAZİLETTİR” ilkesi bütün onur ve erdemi ile fiilen yaşanmazsa cumhuriyetten bahsetmek mümkün değildir.
Tasnife göre, ancak 10 yıl devam edebilen bu “Üçüncü Cumhuriyet dönemi” “Türk İnkılâbına ait” kaybolan (kaybettirilen) bütün değerlerin büyük bir özenle tekrar hayat bulduğu, ülkemiz ve insanımızın baskı, zulüm, işkence, eziyet ve esaretten, despotluk, diktatörlük ve faşizmden kurtularak, özlenen “milli rejim” Kemalizm’ e kavuştuğu, “milli devlette” huzur, güven, insicamın ve istikrarın sağlandığı, halkın devletle, devletin halkla barıştığı, Cumhuriyet ve demokrasinin “millet iradesinin devlette” tecelli-i ile örtüşüp, bütünleştiği ve devletin halk tarafından idare edildiği, demokrasinin “bütün usul, esas, kurum ve kuruluşları ile” temayüz ettiği adeta bir “asrı saadet” dönemidir. Atatürk döneminde ortalama % 23.5 olan kalkınma hızına, Celâl Bayar ve Menderes hükümetlerinde çok yaklaşılmış ve % 20.5’lara kadar varılmıştır. Daha da önemlisi, refah tabana yayılmış, işsizlik, yokluk, yoksulluk, hastalık ve cehalet önlenmiş, muasır medeniyetin imkân ve araçları kullanılmaya başlanmış, 1938-1950 arasında vaki “kapalılık” fobisi aşılmış, Atatürk’ün “devletçilik” ilkesi ve anlayışına uygun “karma ekonomi” sistemine geçilmiş ve medeni dünya ile “karşılıklılık ve eşitlik” kuralına dayalı onurlu bir entegrasyon gerçekleştirilmiştir.
4. CUMHURİYET’İN AYAK SESLERİ
Ancak, 3. Cumhuriyet fazla uzun sürmedi. Daha doğrusu sürdürülmedi. Zira, insanlık aleminin ezel-ebed düşmanları vahşi kapitalist, ateist, Darwinist-pagan, kökten din ve ahlak düşmanı Fransız fundamentalist ve emperyalistlerin önündeki tek ve yegâne engel, yani Atatürk Türkiye’si günden güne gelişmekte, büyümekte ve 12 yıllık mâkus sürede ABD ve AT/AET ülkeleri tarafından başına musallat edilen belâ, musibet, felâket ve dahili bedhahlar yoluyla kasıtla ayaklarına dolanan (ABD ve batı ile bilinçsizce imzalanan) “antlaşma” nam aykırı prangalardan sıyrılma-kurtulma yoluna girmekte idi.
Bu zaman zarfında çok büyük eser ve hizmetlere imza atıldı. Geri kalmışlık, cehalet, içine düşülen maddi-manevi, ilmi-dini-milli ve kültürel sefalet aşıldı. Kalkınma, sanayileşme ve gelişme 1938’de düşürüldüğü yerden maharetle kaldırıldı. Muasır medeniyetler seviyesine gerçekten ve kesinlikle ulaşıldı. Öyle ki, Türkiye tıpkı Mustafa Kemal’in hayal ettiği gibi; İleri, çağdaş ve modern bir dünya devleti oldu. Halk zengin ve mutlu, devlet “BOP ve BİP” gibi emperyalist uşak ve küresel-evrensel çetelerin icadı sömürü projelerine “dur” diyecek kadar güçlü-kuvvetli-muktedir bir hâl aldı. Demokrasi yerleşti. Cumhuriyet gelişti. “Milli Devlet” ilkesi yeniden hayata geçti. Halk kişilik ve kimliğine kavuştu.
KISKANÇLIK, PANİK VE KORKU PSİKOZU
Ama, kıskançlık, panik, korku ve endişeye düşen dahili ve harici bedhahlar (gizli düşmanlar) bunu çekemediler, hazmedemediler. Saat 9’u 5 geçe başlattıkları menfur emellerine artık kavuşamayacakları zehabına kapıldılar. Zira, gelişen Kemalizm, yok olması mukadder kapitalizm ve kan emici emperyalizmin eceli demekti. Gerçek demokrasi Türkiye’ de hayat bulmuş ve kalıcı olma yoluna girmişti.
VAHŞİ BATI’NIN KABUSU:
GÜÇLÜ-KUVVETLİ VE KUDRETLİ TÜRKİYE
Hariçte panik büyüdü. Ya diğer milletler de, “Türkiye gibi uyanırsa” !.. Veya, “uyanan ve Kemalizm’i örnek alıp uygulayan devletlerin sayısı çoğalırsa !..” İşte bu, korku, kâbus ve kaygı yüzünden; İç ve dış düşmanların iştirak, vatana ihanet ve işbirliği ile 3. Cumhuriyeti kesintiye uğratan ve cumhuriyet tarihinin en büyük ‘kırılma’ hareketi olan 1960 darbesi hazırlanarak alçakça uygulandı. İnsan hakları, adalet ve hukukun utancı, siyasi tarih ve ahlâkın yüz karası ve yeniden karanlık günlere, yıllar sürecek kâbusa dönüş böylece başladı. Demokrasi ilga edildi. Muasır ve medeni anlamda gerçek Cumhuriyet son buldu. Kâbus çöktü ve karanlıklar geri geldi.
ÇOK YAMAN BİR ÇELİŞKİ!
Cuntanın handikabı Atatürk adına “Atatürk düşmanlığı” yapmış olmaktır.
Bu çok kötü bir tohum olmuş, sonraları şekillenen ‘türedi zihniyet’ (tanrı uludur, halk İsmet’in kuludur zihniyeti) devrimbazlık, koyu fanatizm, irtica, gericilik, yobazlık, ayrışma, bölünme-çözülme, parçalanma gibi güncel tehdit unsurlarını yeşertmiş ve 1938 karşıdevrimi ile ekilen nifak tohumlarını amansızca diriltmiştir.  
BÜYÜK UTANÇ!..
Sonuç: Kemalizm’in ezeli düşmanları sözde “Atatürkçülük” adına ve kan dökerek, hırs ve intikam hislerini tatmin pahasına ülkenin ve milletin kaderine cebren ve hile ile el koydular. Milli devletin esası ve sarsılmaz mayası olan ve tam 37 yıl kesintisiz uygulanan “Atatürk’ün Anayasası”nı Atatürkçülük adına kaldırdılar, ilga ettiler. Bu ne büyük bir utanç ve yüzkarasıdır bilir misiniz? Ama onlar asla utanmazlar.
Demokratik seçimle gelmiş siyasiler ile samimi Kemalist, namuslu ve dürüst vatanseverlerin tasfiyesi için gerekli finansman dışardan sağlandı. Cumhuriyet ve demokrasiye ara verildi. 14 Mayıs “Demokrasi Bayramı” derhal kaldırarak, utanmadan ve bu günün adına “kinâyeten” (kin ve nefretlerinden dolayı) “hürriyet ve demokrasi bayramı” denildi !.. Oysa, demokrasi bitmiş ve 3. Cumhuriyet de sona ermiş ve tekrar Atatürk, Türk İnkılâbı ve ilkelerini hedef alan “karşı devrim” başlatılmıştır !..
Fazla değil, sadece 9 yıl içinde (1971) hükmünü fiilen yitiren ve 20 yılda ülkeyi tam bir kaos, kriz, kargaşa, anarşi, terör, kardeş kavgası, kargaşa ve felâketin eşiğine getiren 1961 Anayasasına “Milli Devlet” yerine, tam da plân, hedef ve çıkarlarına uygun (ırkçılık ve ayrılıkçılığı çağrıştıran) “milliyetçi” deyimi ile zaten bölünmüşlüğü ifade eden “üniter” (kümenin birleşik biçimi, çokluğu oluşturan varlıkların birliği) kelimesini koyarak, günümüzde yaşanan nifak, fesat ve tefrikanın temellerini attılar.
BÖYLECE:
Çok kısa bir sürede, sadece 45 yıl içinde; Millet iradesi, devlet idaresinden kayıtsız, şartsız soyutlandı, dışlandı. Devam eden süreçte gerçek anlamda millet iradesinin, devlet idaresine yansıması olan Demokrat Parti tarafından 31 Temmuz 1959 tarihinde tam bir eşitlilik, dengeli ve ilkeli ortaklık ve her hususta mutlak mütekabiliyet esaslarına dayalı olarak başlatılan AET ortaklık süreci önce bir süre inkıtaa uğradı.
AET, AB DEĞİLDİR!..
Halihazır dayatma, emir-talimat ve direktifler çerçevesinde sürdürülen AB uyum ve müktesebata entegrasyon sürecinin 31 Temmuz 1959 tarihli başvuru ile uzak-yakın hiçbir ilgisi ve alakası yoktur. O, ekonomik bir entegrasyon ve piyasa olayı idi. Bu tam tersi. 
Daha sonra tamamen karşı tarafın istekleri baz alınarak, AET’e boyun eğilerek ve hattâ teslimiyet yolu açılarak (minnet borcu ödenircesine) 12 Eylül 1963’de Ankara antlaşması imzalandı. İmzalanan antlaşma 1 Aralık 1964’de yürürlüğe sokuldu ve ülkemizin, önce Kıbrıs bunalımından başlamak suretiyle özgürlük, hakimiyet ve hükümranlık haklarından peyderpey taviz verilmeye başlandı.
Milli mevcudiyetin maddi, manevi, ahlâki, siyasi, ilmi, sosyal ve kültürel temelleri sarsıldı; 1 Ocak 1996 tarihinde resmen yürürlüğe giren “Gümrük Birliği” ile hızlanan süreçte milletin en değerli hazinesi olan kutsal vatan topraklarının yer altı-yer üstü değer, eser, işletme ve servetleri (özelleştirme yoluyla peşkeş çekilip) adım-adım kapitalist ve emperyalist düşmana satılmaya başlandı; (Oysa AB ülkeleri özelleştirme konusunda çok temkinli idi. Bu uygulamayı çok asgari ve sınırlı tuttular. Ancak, Cumhuriyetin birikimleri ve milletin öz malını kapış-kapış kapmak için ülkemize koştular. Şimdi iş tersine döndü. Kriz kapıya dayanınca özelleştirme yapanlar zararlı, yapmayanlar kârlı çıktı. Bizdeki gözü dönmüş AB sevdalıları bunu göremediler. Basiret ve beka gösteremediler. Açıkça oyuna geldiler.)
Ülkenin Atatürk ve Türk İnkılâbı ile aydınlanan istiklâli ve istikbali karartıldı; Milleti bu hazineden mahrum ederek “Lozanı” yok sayıp “sevri” getirmek isteyen dahili ve harici bedhahlar her yanı sardı; Atatürk döneminde ret ve ilga edilen Masonluk ve misyonerlik (1974 CHP-MSP iktidarı döneminden itibaren) bütün yurdu kapladı; İstiklâl ve Cumhuriyet tehlikeye düştü; Ekonomik bağımsızlık fiilen sona erdi.
Ülkemizin iktisadi sınırları kaldırılarak; Kapitalist ve emperyalistlerin ezeli-ebet oyunu olan “küreselleşme ve globalleşme” aldatmacası ile memleket bir sömürge ve açık Pazar haline getirildi. Milli İktisat, Milli Savunma ve Milli Eğitim politikalarına çok ağır darbeler vuruldu. Misak-ı Milli sınırları dahilindeki arka bahçemiz Kıbrıs, Musul-Kerkük, 12 adalar, Selânik davası dumura uğradı, kırmızı çizgiler yok sayıldı, “Milli Dava Kıbrıs” Rum’un insafına terk edildi;
BİR AVUÇ ANARŞİST
Bir avuç anarşist, militan ve menfur terörist devletimizi tehdit eder hale geldi; Huzur, emniyet, istikrar ve güvenlik kalmadı; Hükümet, adeta teröre boyun eğdi, Ordumuzun, Jandarmanın ve Polisimizin eli-kolu bağladı; Komutanlarımız katil ve kansız, insanlık düşmanı vicdansız teröristlerle el sıkışmak mecburiyetinde bırakıldı; Ülke-Vatan “demokratikleşme gereğidir” bahanesi ile paylaştırılmaya kalkışıldı; AB emretti diye Türk milleti ve devleti aleyhine yasalar dayatıldı; Avrupa korkusu yüzünden ihanet şebekeleri himaye edilir ve bebek katili beslenir oldu;
SÖZDE DİNDARLARIN DURUMU
Dindarız diyen ve fakat dini-imanı para olan “aç köpek misali” takiyyeci “din tüccarları” ve siyasi şirket sahipleri halkı kandırma, aldatma, yalan-talan, soygun ve vurgunlarını hızlandırdı; Kirli el ve emel sahibi ‘vicdanı ve irfanı satılık’ menşei karanlık politika simsarları kapitalist ve emperyalist ABD ve AB’nin emrine girdi; Ülkenin başbakanı hakkında ABD’ye “atmayın, kullanın” denildi;
Milli Ekonomi IMF’e, milletin kaderi dünkü hasım ve ezeli düşmanın eline teslim edildi; Bankalara, fonlara, kurumlara ve soyguncu-vurguncu mafya ve ülkelere hortum bağlandı; Türk hekim, Mimar ve Mühendisleri, İlim, İrfan ve Fen adamları bir kenara atıldı; Ülkenin Banka Liman, Hava Alanı ve Sanayi işletmeleri yabancılara peşkeş çekildi; Bütün imkân, kuvvet ve kaynakları namüsait hale, acz ve zevale düşürüldü; İç ve dış borç büyüdü, milli ekonomi “bilerek ve istenerek” örtülü bir kapitülâsyon sürecine sokuldu.
Her gün “Al Bayrağa sarılı “ŞEHİT” tabutları gelirken; Milletin bağrından çıkan 58 belediye başkanı, bir kısım etkilisi, yetkilisi, bürokratı terörist olmuşken; Emniyet güçleri, ihanet ve şeamet erbabı anarşist, terörist, hırsız, yolsuz, hortumcu, sahtekâr, kap-kaççı, gaspçı, kaçakçı, ırz düşmanı ve vatan haini karşısında eli kolu bağlı aciz ve çaresiz bırakıldı; Dahili hain ve harici düşmanlar tarafından suni olarak yaratılan terörü yabancı işbirlikçilerin emri ile siyasallaştırma, affetme ve hainleri legallleştirme çabaları sürer, sınırlarımızdan 5000 terörist rahatça içeri girer ve Türk vatanında sanal azınlıklar yaratma niyet ve gayretleri; Mason, misyoner, din ve ahlâk düşmanı ateist ve pagan faaliyetleri olanca azgınlığı, hainliği ve bölücülüğü ile hız kazanırken;
Kurucu ve kurtarıcı Atatürk’ün: “Paramızı, hayatımızı harici düşmanların etki ve saldırısından kurtarmak, bu millet ve memleketin harici düşmanlara esir olmasına müsaade etmemek ne kadar lâzımsa; Aynı zamanda ve onlardan daha fazla bir uyanıklıkla dahili (iç) düşmanlara (milletin kötülüğünü isteyen ve kötülük için çalışan hainlere), dahildeki zararlı adamlara da dikkatle bekçilik yapmak ve onların her hareket ve faaliyetlerini gözden kaçırmamak mecburiyetindeyiz. Biz, ancak bu gayretle, bu intibahla çalışarak muvaffak olacağız. Böylece: Bütün dünya Türkiye’nin saygın varlığına özenecek ve milletimize lâyık ve müstehak olduğu yüksek mevkii ayıracaktır” (*) biçiminde ‘mutlak riayet ve mükellefiyeti mucip’ bir hedef ve vasiyetle ülkeyi emanet etmesine rağmen, menfur AB’nin art niyetli “hain” isteklerine ne yazık ki boyun eğildi.
BEBEK KATİLİ
Otuz bin küsur insanın katili bu süreçte idam sehpasından indirilip, adeta misafir haneye koyuldu. Reva mı? Aziz ve büyük Dinimizin “kasten ve taammüden öldüreni siz de yaşatmayın öldürün” emrine rağmen tefessüh etmiş AB’nin dediğini yapmak!.. Ve bu emri yerine getirecek kadar küçülen, alçalan dönemin muktedir zihniyeti..
Şu geldiğimiz noktada bin türlü ıstırap, meşakkat, mezalim, endişe içinde “her türlü özgürlük ve bağımsızlığın tükendiği, namuslu-dürüst, ilkeli, onurlu ve sorumlu vatandaşlar için ‘açlık, yokluk, yoksulluk, esaret ve sefaletin’ fiilen başladığı, insan hakları, adalet ve hukukun siyasallaştığı, ülkemizin “Gümrük Birliği anlaşması” ile sömürgeleştiği, halkın köleleştiği, siyaset ve çoğu sivil toplum kuruluşlarının AB ve ABD’ye koşulsuz entegre (teslim) olduğu; Ülkemiz, milletimiz ve devletimizi geleceğe taşıyacak ‘genç nesillere’ çok kötü bir mirasın hazırlandığı bu durum ve dönemde:
MİLLİ EGEMENLİK VE MÜŞTERİ MİLLET
“Milli Egemenlik, milli devlet, milli iktisat, milli eğitim, milli savunma, özgür millet, cumhuriyet, demokrasi ve bağımsızlık” (?!.) ülkeyi yönetenlerin “meşruiyeti”, dahil olmak üzere; Adalet ve siyaset kurumları, partiler ve seçim kanunları tartışılır hale gelmiş bulunmaktadır. Dahası, bu vahim süreçte sosyal “halk için” devlet ilkesi unutulmuş, zengini daha zengin; Fakiri daha ziyade fakirlik, açlık, yokluk, yoksulluk, zillet ve zulmün pençesine iten-terk eden “işveren devlet-MÜŞTERİ MİLLET” misal ‘insanlık dışı” sömürü zihniyeti hâkim olmuştur.
Daha da önemlisi 3. Cumhuriyetten itibaren 45 yıl süren aymazlık ve gaflet ile haricen uygulanan psikolojik savaş, ajitasyon ve dezinfornasyon sonucu Türk insanı pasif ve paralize, (tepkisiz) bir topluma dönüştürülmüş, ekseri medya mütareke sermayesinin emrine girerek, dahili ve harici bedhahların eline düşmüş, gerçek Türk vatandaşlarının Demokratik tepki, hak, hukuk ve adalet arama yolları neredeyse kapanmış ve tıkanmış; Başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, Cumhuriyetin kurucu unsurları tarafından öngörülen “insan, yurttaş, ayırımsız bütün halk-vatandaş, yani millet merkezli” eklektizm yerine, epistomolojik ve ontolojik sistemlerin “para ve sermaye odaklı” kapitalist, çıkarcı ve emperyalist, insanlık dışı teorileri baz alınmıştır.
Ayrıca, yargı hakim unsur yönünde siyasallaşmış, Cumhuriyetin denetçi ve Savcıları pasive edilmiş, Siyaset tekelleşmiş-yozlaşmış-çürümüş, topluma cebren ve hile ile dayatılan küreselleşme, modernite, globalleşme yoluyla ideolojik-kültürel saldırılar (psikolojik savaş) yoğunlaşmıştır. Saldırılarda tek hedef “Türk Milleti ve İnsanını” bir tarih öznesi olmaktan çıkarmaktır.
Bu sistematik süreç ve bağlamda insanlarımızın “milli-manevi, ahlâki, siyasal-sosyal ve kültürel” iradi mücadelesinin gereksiz, anlamsız ve boşuna bir çaba olduğu “bilinci” genel, sosyal ve toplumsal davranış kategorisi haline getirmesi amaçlandı. Buna paralel olarak yozlaşma ivme kazandı. Çürüme, deformasyon, mutasyon ve erozyonu hızlandırmak amacıyla: Küresel kapitalizm ve emperyalizmden zarar gören halkın ilmi bilgi ve “milli şuur” yolları kapatıldı. Milli iktisat politikası terk edilerek maliye IMF ye, Milli Eğitim ne olduğu meçhul (ajan provokatör kılıklı) yabancı uzmanlara teslim edildi.
Milli Savunma ise NATO, BM ve AB güdümüne entegre ve emir kulu olmaya zorlanmakta. Dahası 45 yıldır Türk toplumunun dejenerasyonu için özel Sosyoloji, siyaset ve felsefe kitapları yayınlandı. Atatürk’ün, “Türk milletinin milli dini İslâm’dır” demesine rağmen, Türk İnkılâbı ve İslâm’ın temeli olan lâiklik manâ ve muhtevasından saptırılarak menfur amaçlar ve milleti dinsizleştirmek için kullanıldı. Bir yandan “Milli Tarih şuur ve hafızası” yok edilmeye çalışılırken, diğer taraftan kelime ve kavramlar üzerinde oyunlar oynanarak nesiller arasındaki denge bozuldu, aşılması kabil olamayacak uçurumlar yaratıldı. Dildeki bozulum, erozyon ve kavram kargaşası sonucu demokrasi ve uzlaşma kültürü, toplumsal iletişim, dayanışma, yardımlaşma, anlaşma ve ‘tek vücut-yek vücut olma’ kültürü baltalandı. Tevekkeli, temsilde adalet denilerek demokrasi, yönetimde istikrar iddiası ile “yönetim kalitesi” huzur, düzen ve insicam bozuldu.
Aslında bu kapitalist ve emperyalistlerin yolu, menfur strateji ve metodudur. Dünyanın her neresine adalet adına gittilerse, adaleti; Demokrasi adına gittilerse demokrasiyi; İnsan hakları adına gittilerse “hak-hukuk ve adaleti” yok ettiler. Bu bakımdan gerçeğe ve bilime asıl ihtiyacı olanlarda onlardı. İnsan, millet ve fert olarak “gerçekte” onların da Mustafa Kemal Atatürk’ün “Türk İnkılâbının” esas ve ilkelerine ihtiyacı vardı. Bu olmadığı içindir ki, beyinsel faaliyetleri metalaştı. “İnsani boyut ve bilgi toplumu” bağlamında en az bizim insanımız kadar, onlarında akıl ve iradelerinin kurtarılması zorunlu, insani yönden zayıf ve zavallı hale geldi. insanlık ve uygarlık böyle vahim bir döneme girmişken, eleştirel-doğrusal bilgi ve objektif düşünce her zamankinden daha büyük bir gereksinim halini aldı. Bu da, Atatürk ilke ve “Türk inkılâbının” kısaca “Kemalizm” in evrensel boyutta “emsalsiz ve tartışmasız, mutlak bir REJİM ve lider bir DOKTRİN” olduğunu (1950-1960 uygulaması dahil) bütün uluslar (devletler) için gerekliliğini “tarihi süreç içinde” bir kez daha kanıtladı.
İşte bu nedenle: Bütün kurum ve kuruluşları ile Türkiye Cumhuriyeti devleti ve milleti “1.Cumhuriyet” döneminin deneyim ve kazanımları, ATATÜRK ilkeleri ve Türk İnkılâbı, yani “Kemalizm’in” ışığı ve yolunda, yorulmadan, milli değer, ilmi bilinç-şuur ve heyecana sahip “Vatansever duayenler” önderliğinde Türkiye halkının milli birlik ve beraberlikteki samimiyetine inanarak ve güvenerek; Şimdi tekrar “ama hukuki ve demokratik” bir mücadeleye “halk hareketine” başlamak zorunda ve durumundadır. Bu mücadele, kimseyi yüceltme ve karalama derdiyle değil, sadece “milli dava Kemalizm” misyonu ve “Türk İnkılâbı” vizyonu dahilinde olmak ve bu kapsamda kalmak zorundadır. Yani, yeni, bilinçli ve, “1960’dan günümüze doğrudan iktidar olmuş veya dolaylıda olsa bu iktidarlar içinde yer almış, deformasyon, dumur ve dejenerasyona uğramış, yozlaşmış, kapitalist ve emperyalist unsurlarla iç içe girmiş, her zerresine haram, yalan ve talan bulaşmış parti ve parlâmenterler dışında” büyük bir halk hareketi biçiminde oluşmak ve netice almak zorundadır.
Günümüz Türk yurttaşı, ülke'nin kasıtla-bilerek, inatla sürüklendiği bu kritik noktada; Vatansever-Kemalist, “Cumhuriyetçi-Demokrat” onurlu-sorumlu ve özgür insanlar olarak, ülkeyi uçurumdan çekmek, çıkarmak, kurtarmak ve günümüzün Ali Kemalleri ile diğer dâhili ve harici bedhahlara dur demek zorundadır.
Çıkış noktası: Gerçek vatansever, Kemalist ve milliyetperverler olarak; İnsanlığın, bilimin ve bilincin evrensel değerlerinin Türkiye ve Türk halkı ile tekrar bütünleşmesine engel olan her türlü çıkarcı, işbirlikçi, siyasal, sosyal, kültürel hortumcu ve Küresel kapitalizme Ülkeyi peşkeş çekenlere karşı: “Namuslu, dürüst, ilkeli, onurlu ve sorumlu, basiretli ve bilge, çalışkan ve üretken birey, gerçek insan sıfatıyla” cevap ve alternatif olmayı ve ülkemize çöreklenerek halkın kanını-canını iliklerine kadar sömüren ‘vahşi kapitalist ve emperyalistleri’ kovmayı vazgeçilmez bir şart olarak kabul etmektir.
Sevgili Vatansever insanlarım, bu yolda ve bu uğurda; Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü asla unutmayınız. Çanakkale ruhu ile ruhlanan ve istiklâl savaşı gibi bir büyük efsaneyi bu onur ve ruhla yaratan Kuvva-i Milliye, Müdâfaa-i Hukuk Hareketini hatırlayınız. Bu ülkenin Vatanseverleri; Mustafa Kemal Atatürk'ün yoluna baş koyan:
Namuslu, onurlu, ilkeli ve dürüst gerçek anlamda “milli devlet” ve Kemalizm’den yana olan “namus borcu, kumar borcu bulunmayan” alnı ak, yüreği pek, vicdanı hür, irfanı hür, boğazından haram lokma geçmemiş “GERÇEK İNSANLARIN” kendini millete adayan ve vatan-millet, hürriyet, adalet ve hakimiyet-istiklâl yoluna baş koyanların etrafında örgütlenin. Ve gelin hep beraber yeni, demokratik hak, adalet ve hukuka dayalı beyaz ihtilâli oluşturalım, günümüz Ali Kemallerine karşı duralım ve yeniden ATA’ nın emanet ve vasiyeti olan CUMHURİYET’ i kuralım.
Fakat, eğer, her şeye rağmen bu utanç verici hale rıza göstermek niyet, gaflet ve dalâletine düşmüş olanlar varsa ve/veya bir okuyucu olarak siz eğer böyle iseniz biliniz ki, her hangi bir “geleceğiniz” (?) olmayacaktır. Amma, yeniden hür, hakim, özgür, onurlu ve hükümran olmak istiyorsanız: YENİDEN:
“YA İSTİKLÂL, YA ÖLÜM” demelisiniz.
Milli Devlet; Hürriyet ve istiklâlimize, dolayısıyla “Türk’ün insanca yaşamasına” hayır diyen, kendince azimli, kararlı ve sabırlı, onursuz, insanlık dışı, hain ve alçak dahili ve harici düşmanlarca “delikten süpürülmek ve “İkinci Ergenekon” Anadolu’dan kovulmak veya mahvolmak yerine; Bu şuursuz ve çılgınca gidişe gem vurmak, tam bir azim, irade ve kararlılıkla “DUR” demek bir insanlık, onur ve namus borcudur.
Unutmayınız ki, namuslu ve dürüst insanlar da, en az hırsız, arsız, yolsuz, soysuz ve namussuzlar kadar cesur, atılgan, çalışkan ve cesur olmadıkça bu vatan kurtulamaz. Devlet, harici (bedhahlar) ihanet şebekeleri ile dahili (bedhahlar) yerli işbirlikçiler konum ve durumundaki çetelerden kurtulamaz.
Yozlaşmış, çürümüş ve kokuşmuş rejimin “rüşvet, iltimas, yolsuzluk, soysuzluk, gasp, irtikap, suistimal, kap-kaç, kaçakçılık, sahtecilik, hortumculuk, kayıt ve kapsam dışılık, ayrıcalık, imtiyaz ve dokunulmazlık gibi insanlık, ahlâk, cumhuriyet ve demokrasi dışı” alışkanlık, adet ve haram-haksız kazanç yolları tıkanamaz. Nihayet, doğrusal yönde iş gören açık, saf, temiz, dürüst ve şeffaf hükümetler kurulmadıkça; Devlet idaresinde millet iradesi hakim kılınamaz; Süratle yayılan ahlâksızlık, edepsizlik ve şerefsizlik önlenemez.
Şu anda siyasette, medyada, kamu kurum ve kuruluşları ile bazı sektörlerde ve bürokratik oligarşide ‘hakim unsur’ olarak yuvalanan, hayasızca ve sorumsuzca davranarak kendilerini ve ülkemizi kullandırmayı yeğleyenlerin iktidarında, bölücü anarşist ve terörist yandaşı, yatakçı ve destekçilerinin ülkemizi bir baştan bir başa, pervasızca dolaşmasına göz yumulduğu ve fakat teröre karşı şanlı bayrağımızın altında öfke ve tepkimizi dile getirmemizin dahi mümkün olmadığı, millete ait kal-â’ların hile, haksız işgal ve desise ile tek-tek düşürüldüğü böyle vahim bir dönemde “ulusal egemenlik, hürriyet, hak, adalet ve özgürlük” için çok daha görkemli ve bilinçli bir mücadele vermek gerekmektedir.
Aksi taktirde, 27 Mayıs darbesi ile açılan “Lozan’ı ilga ve Sevr’i ihya” yolunda, bütün ‘milli güç, irade ve engelleri” çiğneyerek ilerleyen; Gümrük Birliği anlaşması ile iktisadi sınırlarımızı kaldıran, ülkemizi bir ‘Açık Pazar’ serbest sömürü alanı, manda ve müstemleke haline getirmeyi amaçlayan; Milli dava Kıbrıs’tan vazgeçen, Kerkük’ de kırmızı çizgileri sorumsuzca silen, Ege, Kırım ve Musul üzerindeki haklarımızdan geri adım atan, Türk dünyası ve Balkan politikalarında pasifleşen ve bütün uluslar arası çıkarlarından ABD ve AB lehine feragat eden, gayri Milli ve gayri Müslim “mütegallibe” er veya geç bu menfur yolda muvaffak olacaktır.
Dip dalga ve “gerçek derin devlet” sıfatıyla Milli hâkimiyet ve milli menfaatleri koruma yükümlülüğünü doğal olarak üstlenen ve % 5’e karşı % 95’le kahir ekseriyeti teşkil eden “MİLLET”, milli rejim Kemalizm, (medeni siyaset) Atatürk ilke ve Türk İnkılâbının müktesep hak, hukuk ve esaslarına sahip çıkmak ve yeniden hayata geçirmek zorundadır. “Asıl önemli olan ve memleketi temelinden yıkan, halkını esir eden, içerideki cephenin suskunluğudur” diyor, Mustafa Kemal Atatürk.
Bunu unutmayalım. Türk Milleti için asla esaret ve sömürü bir kader olamaz.
Şimdi ses vermek ve “olanca gücümüzle” haykırmak zamanıdır: ÖZELLİKLE!.. 2008 yılı itibarıyla duçar olduğumuz ekonomik kriz, eğer Milli Siyaset yolunda yürünseydi ülkemizi asla etkilemezdi. Teoride Türk İnkılâbı anlaşılıp, samimiyet ve sadakatle uygulansaydı milletin sayısı 40 milyona varan kahir ekseriyeti fakirlikten ve yoksulluktan kırılmazdı. Ve büyük Önder Atatürk’ün: “Bütün dünyanın Müslümanları, Allah’ın son Peygamberi Hazreti Muhammed’in gösterdiği yolu takip etmeli ve O’nun verdiği talimatlar, tam olarak tatbik edilmeli. Tük İslâmiyet’in hükümleri, olduğu gibi yerine getirilmeli. Zira ancak, bu şekilde insanlık kurtulabilir ve kalkınabilir” (Ankara Gönül Erleri, Sıddık Demir, Ankara-2000) Biçimindeki son emanet ve vasiyetine uyulsaydı, şimdi Türkiye Cumhuriyeti dünyanın en güçlü, zengin ve müreffeh devletleri arasında olurdu.
Şimdi gelin; Yeter artık, “YETER, SÖZ MİLLETİNDİR”diyelim!..
Aziz Milletimizin bu haysiyetsizlikleri daha fazla taşıması mümkün değildir!
Bu kadar zûl, zulüm, hor-hakir görme ve işkence eşyanın tabiatına aykırıdır.
Amma!.. Hiç kuşkunuz, endişeniz, korkunuz olmasın; Elbette bir gün zalimler;
GELDİKLERİ GİBİ GİDECEKLER..
 
YARARLANILAN KAYNAKLAR:
1. Atatürk’ün Söy. ve Demeçleri, Cilt: 1, 1952-Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yay.132-133
2. Gizlenen Rejim Kemalizm, Tanı Yayınları-2005, Tayyip Yelen
3. Globalleşen Dünyada AB Kapısında Türkiye İçin Çağdaş Çözüm, Tanı Yay.-2005, H.Aksu
4. Atatürk’ü Tanımak ve Anlamak, Anayurt Yayınları- 2004, Behzat Şaşal
5. Tek Çare Kemalizm, Tanı Yayınları-2006, Süleyman Akdemir
6. Seni Anlasaydık Bu Hale Gelmezdik, Akasya-2005, İbrahim Candan
7. Küresel Almanak, Tanı Yayınları-2006, Mustafa Nevruz Sınacı
8. Hedefteki Müslüman Halklar ve İslâm, Kül Sanat Yayıncılık-Ankara, 2005 Yusuf Küpeli

 

 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 88

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

MÜZMİN KRİZDEN KURTULUŞ

 
Dünkü makalemi okumuş olmalısınız. Sonucu bağladığım “Gözyaşlarınız dinince, siz de düşünün biraz. Yüreğiniz, Türk İnkılâbının ışık ve aşk’ına, idrakine açıksa EĞER!” sözü ne kadar anlamlı, özgün, önemli ve değerlidir bilir misiniz?
Tıpkı Mustafa Kemal Atatürk’ün; “Hayatta, en hakiki mürşit (yol gösterici) ilimdir” ve “Türk demek: Türkçe düşünmek, Türkçe konuşmak ve Türkçe yaşamaktır. Ne mutlu Türk’üm diyene” tanımlamasını içeren vecize gibi..
Bu kavramlar, vecizeler, emir, tanım, hedef ve talimatların içi boş değil!
Hepsi bir değer. Milli devletin ‘değişmez-değiştirilemez’ umdeleri.
Mürşidin irşadı açık, anlamaya ve yaşamaya çalışmak gerek!..
Hele dünya çapında bir krizin devasa dalgaları üstümüze yönelmiş iken; Daha derin düşünmek, kalıcı ve sürdürülebilir çözümler üretmek ve bunları adaletle, toplumun her kesimini kapsayacak biçimde uygulamak
Lozan Antlaşması ile TC Müslüman bir devlet olarak kurulmuş, esas kurucu halk (günün terminolojisi uyarı) Müslüman, Müslüman olmayanlar ise tali unsur, yani gayrimüslim biçiminde tanımlanmıştır. Millet iradesinin devlet idaresinde, tereddütsüz (mutlak) tecelligâhı “egemenlik kayıtsız ve şartsız milletindir” emrinin muhatabı TBMM’dir. İdare cihazı vekiller, milletin; ‘illimde kadim, ehli vukuf, fazilet ve liyakatte yüksek, seçkin, madden mutmain (maddi hırs, egoizm-bencillik ve ihtiraslarından arınmış) manen Müslüman ve dindar” insanlar (!) arasından seçilmek zorundadır. Bu, Cumhuriyet geleneğinin esasını teşkil eder.
Bahse konu dindar sözcüğü illâ Muhammedi olmak zaruretini mucip değildir. Elbette dininde samimi İseviler ve Museviler de idarede ‘vekil’ sıfatını haiz olarak seçilebilir ve yer alabilirler. Mesele dinsiz güruhun devlete sızmasını önlemektir.
Zira, Türk idare sisteminin öznesi “İNSAN” dır. İnsan, “sadece ve yalnızca iyi, namuslu, dürüst, onurlu-sorumlu ve hukuka saygılı kişiler” olarak tanımlanır. TC, insanlık onuru, adalet ahlakı ve hukuk temeli üzerine inşa edilmiş bir devlettir. Bunu idrak edemeyen gafil, cahil yahut da bedhahtır. Bunlar ‘derhal’ uygulanması lâzım gelen ilkelerdir.
Aksi takdirde enflasyon minimize edilemez. Pahalılık, yoksulluk, yalan-talan, hırsızlık ve yolsuzluk önlenemez. Kronik krizlerin önü alınamaz. Kaotik buhran ve bunalımlara “dur” denilemez. Ta ki, ‘dip dalga’ ayağa kalkar ve yeni bir milli mücadele başlayıncaya kadar.
Bilmeyenlere bildirelim. Öncelikli ve ACİL, krizden kurtulma çareleri şunlardır:
1. Halen müstahsil tarafından üretilen bir mal veya hizmet, tüketiciye fiyatı katlanarak intikal etmekte, aracı-tefeci-komisyon ve spekülatör % 300’den 3 binlere kadar haksız çıkar sağlamakta dolaylı vergiler (kdv-ötv) nihai fiyat üzerinden tahakkuk ve tahsil edilmekte; % 67’lere varan kayıt dışı nedeniyle vatandaş soyulmakta, devlet büyük oranda istismar ve suiistimal edilmektedir. Önce bunun önlenmesi, üretici-tüketici arasında vaki bütün hukuk ve ahlak dışı unsurlar derhal ‘sosyal devlet’ mucibi temizlenerek diskalifiye edilmelidir.
2. Her ne pahasına olursa olsun, milletin kanını-devletin canını emen nüfuz ticareti, yolsuzluk-görevi kötüye kullanma biçimi ‘yandaş-yoldaş’ ekonomisi nizama sokulmak; Başta fahiş fiyatlandırma, sabit ücret, rızaya muhalif mücbir kesinti gibi zoraki gasp ve irtikaplara ‘teşmil kararlarıyla’ son verilmek; Fakir-fukara yardımları, kaynak ve sarf cetvelleri itibarıyla şeffaflaştırılmak; Kişi ve kurum borçları ülkenin her tarafında mutlaka tahsil edilmek; Makam ve memuriyet saltanatına son verilmek; Özelleştirilmeler durdurulmak ve her derece-düzeyde teyakkuz derecesinde tasarruf tedbirleri alınarak adaletle uygulanmak zorundadır.
3. Ayrıca, yukarıdaki ilkeler dâhilinde gelir adaletsizliği önlenmeli.. 3000 YTL üstü maaşlar ile fiyatlar dondurulmalı. Haksız zamlar geri alınmalı. Bütün sektörlere ücret ve kâr haddi sınırı getirilmeli; İşten atmalar durdurulmalı, servete dayalı acil vergi reformu ile haksız edinim ve saadet zincirleri kırılmalı, kamu hastaneleri ücretsiz olmalı ve asgari ücret derhal vergi dışı bırakılarak, yürürlükte olan tüm ayrıcalık, muafiyet ve imtiyazlara son verilmelidir.
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 89

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

NE ME'NEM “BİR BÜYÜK FIRSAT”

 
Mesele aslında, “Şark Meselesi” ve “Batının müstakbel hayat alanı” konusudur.
Yakın geçmişi, ta İngiliz Muhipleri, Kürt Teali Cemiyeti, Ermeni-Yunan Rum çeteleri, Batı (Avrupa) ve ABD Mason mahfilleri ile misyoner terör örgütlerine kadar dayanır.
Süreçte; Mustafa Suphi olayı, 21 Temmuz 1923’de Lord CURZON’un hazırlayıp İsmet İnönü’nün ‘çok gizli kaydıyla’ imzaladığı (1) Lozan belgesi, 150’likler, kadrocular, 10 Kasım 1938 -9.05 karşıdevrimi, aydınlıkçılar, 27 Mayıs gasp’ı, Ermeni, Elen-Rum diasporası, doğu kültür ocakları, dev-genç, asala, pkk, tip, tkp, mnp, msp, 1974 affı, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat sendromları (Sendrom: Birbirleriyle ilişkisiz gibi göründükleri halde, bir arada tek bir hastalık olarak birleşen şikâyet ve bulgular bütünü) yer alır.
Süreçteki ilk teşebbüs “İsmet paşa” damgasını taşır.
Olay şu; Bir gün İnönü geç vakit Atatürk’e giderek: “Paşam şu azınlık meselesini bir Meclise getirsek.” diyince Atatürk: “Bu gün git, akşam oldu, yarın gel konuşalım” der, İnönü gittikten hemen sonra köşk’ün bekçi ve bahçıvanlarını çağırarak: “Lâle hariç, şu ön bahçede bulunan bütün çiçekleri sökün atın” diye emir verir.
Ertesi gün İsmet İnönü geldiğinde bahçenin halini görür, çok şaşırır. Sebebini sorar ve Atatürk’ten şu cevabı alır: “İsmet! Türkiye Cumhuriyeti Türk Milleti tarafından kurulmuştur. Cumhuriyette azınlık yok. Ne mutlu Türk’üm diyen herkes Türk’tür ve eşit haklara sahiptir. Azınlık ve ayrılık iddia edenler böylece sökülüp atıla. Sakın Meclise böyle bir tefrika sokma!”
YURTTAŞLIKTA BİRLİK
Gaflet, dalâlet ve hıyanet ehli bilmiyor ya da unutmuş da olabilirler.
TC azınlıkları Lozan’da kendilerine tanınan ayrıcalıklarından vazgeçip eşit yurttaşlar olmayı 1925’de istemiş; 1926’da yurttaş olmak için azınlık haklarından feragat dilekçeleri vermiş ve Milletler Cemiyetinin onayı ile TC’de azınlık kavramı ilgi edilerek bütün gayri/ Müslimler, Müslümanlarla eşit hak ve hukuka sahip yurttaş statüsüne yükseltilmişlerdir. (2)
Bu olayın dünyada başkaca bir eşi, benzeri, örnek veya emsali yoktur.
“MUSA DAĞI’NDA 40 GÜN” ADLI ROMAN
1933’te bir Musevi’nin yazdığı kitapta Türkler Ermeni soykırımı yapmakla suçlanınca, tüm Musevi, Ermeni ve Rum yurttaşlarımız ayağa kalkarak, romancıya lanetler okumuşlardır.  Ermeni yurttaşlarımız ise "bu roman yalan söylüyor, Türk kardeşlerimiz bize asla soykırım yapmadı. Bu roman bizim aramızı bozmak istiyor," diye haykırmışlar. Dahası, Ermeni ve Rum-Yunan kökenli Türk yurttaşlarımız kilisede toplanıp bütün dünya basınını da çağırarak, onların gözleri önünde bu romanı ve yazarının portresini ateşe vermişlerdir; yani Türkiye’nin asla bir azınlık sorunu olmamıştır, olası teşebbüslerin bütünü mutlak surette dış kaynaklı olur; Milli tarihte buna “bedhah”ların kalkışması denilir.
YILLAR SONRA!
Mesele şu ki, Türkiye’nin 60-70’li yıllara kadar her hangi bir azınlık, Kürt, Ermeni, terör-tedhiş ve soykırım meselesi olmadı. Zaten fiilen ve hukuken de bu mümkün değildi. Her şey, bir çökertme ve kırılma darbesi olan 27 Mayıs vuruşu ile başladı. Burada fazla ayrıntıya girmek gereksiz zira zerre kadar “gerçek tarih” bilgisine sahip herkes konuyu çok iyi bilir.
SÖZ KONUSU OLAN VATAN'DIR; GERİSİ TEFERRUAT !
Ülkemiz elli yıldır siyasi vesayet, dâhili-harici kuşatma ve abluka altındadır.
Şimdilik bunu kırmanın tek ve son hukuki ve demokratik yolu sandık olup; Son çare: ‘ya AKP’ye karşı tek parti olarak birleşmek’ veya seçimde hiçbir parti’ye oy vermemek şartıyla 27 Mayıs cunta, dikta, sulta ve statüko partilerini sandığa gömerek Cumhuriyet’i kurtarmaktır.
1, DİKEN, Hükümet Sistemleri, H. H. Memiş, s:341
2, Bütün bilgiler, dilekçeler ve Cemiyet-i Akvam kararları Adalet Bakanlığı arşivindedir.
WEB: http://www.mustafanevruzsinaci.blogspot.com
mail: gercek.demokrat@hotmail.com
NOT: Bu makale 5846 sayılı telif yasası kapsamı dışında olup; Aynen veya kaynak gösterilerek yayınlanabilir.
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

  90

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

NELER OLUYOR KIBRIS’TA

 
Her ne kadar dönme ve devşirme orijinli mütareke medyası gözlerden kaçırmaya ve özenle gizlemeye çalışıyor olsa da; Milli dava Kıbrıs, çok sinsi ve sistemli bir ajitasyonla avuçlarımızdan kayıp gitmekte. Kısa tanımı “dahili bedhah” olan bir kısım küresel sermaye uzantısı iç mihraklar ile; Türkiye için harici bedhahlardan biri konumundaki Yunanistan ve işbirlikçileri masa başında iyi çalışıyor.
Akıllara durgunluk veren bir gizem, sinsilik ve gizlilikle oynanan ihanet senaryoları, şer ve şeytani plân yeri geldikçe perde-perde uygulanıp, sahnelenmekte... Ve Kıbrıs elimizden kayıp gitmekte. Hani şu Susurluk çetesini ortaya çıkaran kamyon kazası misal bazı tesadüfler de olmasa Türk milletinin hiçbir şeyden haberi olmayacak.
Son olay (kaza) KKTC Başbakanı Soyer ve Kıvrıkoğlu arasında patlak verdi.
Bu vesileyle, kamuoyuna sızan bazı haberlerin üstüne gidilince ortaya korkunç bir manzara ve tüyler ürperten gerçekler çıktı. Burada, olayları ve KKTC’de olup bitenleri “en son durum” olarak büyüteç altına almak ve değerli okuyucularımla paylaşmak istiyorum.
Zaten konuyla ilgili olarak günlerdir mailler, Internet yoluyla mektup ve raporlar gelip duruyor. Sorumlu insanların gündeminden düşmeyen acil ve güncel konulardan başta geleni Kıbrıs, Kerkük, Batı Trakya, Özelleştirmeler, çok büyük rüşvetler karşılığı verilen ihaleler ile yabancılara (açık ve örtülü olarak) yapılan arsa, arazi satışları. Bir de ulusal yüz karası var. Bu günlerde yoğun olarak ABD’ye koşup icazet alabilmek uğruna kapı köpekliği, yağcılık ve dalkavukluk yapan ülkemizin utancı, uşak ruhlu primitif politikACILAR.
Sonuçta Kıbrıs konusu ve KKTC’nin durumu hepsinden daha acil ve önemli.
Bütün gelişmeler dikkatle değerlendirilmeli ve mutlaka olayların üstüne gidilmelidir.
Başta “Ayşe KOCATÜRK” adı ile KKTC ve bütün Türk dünyasında çok iyi tanınan, sevilen-sayılan, Asena olmakla bilinen ve gerçekten bu uğurda inanılmaz bir mücadele veren Emete Gözügelli, Kıbrıs Volkan Gazetesinden değerli araştırmacı-yazar Tanju Müezzinoğlu, Saygıdeğer bilim ve düşün adamı Prof. Dr. Ümit Özdağ ve Kıbrıs Kuvvai Milliye Cemiyeti yoluyla tarafıma gönderilen ve bizzat elde ettiğim en son bilgiler burada birleştirilmeyi ele alınmayı, incelenmeyi ve değerlendirilmeyi bekliyor. Zaten,bana gelen bilgi ve raporların pek çoğu ‘asıl mesele’ öz, ört bas edilerek ve dezinformasyon unsurları öne çıkartılarak mütareke basınında ‘kendilerince değerlendirilmek’ suretiyle ‘hiçbir şey yokmuş gibi’ saptırılarak yer aldı. Hattâ bu nevi bir yayın nedeniyle 25 Mart 2007 tarihinde Hürriyet’ de yayınlanmak zorunda kalınan bir açıklama da var. (Cüneyt Ülsever)
Aslında konu, çok geniş boyutlu ve oldukça derin. Bütün yönleriyle Türkiye ile ilgili ve bağlantılı. Adeta ‘böl-parçala-yut’ stratejisinin bir parçası. Baronları anavatanda mukim şer ve ihanet şebekeleri öyle şeytanca bir örgü içine girmiş ki, çık işin içinden çıkabilirsen...
Ancak, zamanla tekrar KKTC’ne dönmek ve erişebildiğimiz bütün bilgileri paylaşmak temennisi ile şimdilik sadece güncel kesiti ele almakla yetiniyorum. Açıklamalarda bahis konusu edilen ve metinlerde adı geçen muhataplar ile mümkün olduğu kadar temas kurmaya ve bire bir konuşmaya da çalıştım. Sanırım bu değerlendirme alanının en özgün örneklerinden olacak. Buyrun bakalım:
EL SIKIŞMA KRİZİ
Gerçekten (eşi ve çocukları 1963’de Rum EOKA’cılar tarafından katledilen Em. Tbp. Tuğ. General Nihat İlhan Paşa onuruna Lefkoşe Saray Otelde verilen yemekte) CTP Genel Başkanı ve KKTC Başbakanı Ferdi Sabit SOYER ile KTBK Komutanı Hayri KIVRIKOĞLU arasında bir “el sıkışma” krizi yaşandı mı, yaşanmadı mı ? Yaşandıysa sebebi nedir ? Konuyu halen KKTC’de yaşayan ve yeni nesil TMT  mücahidi Ayşe Kocatürk mahyası ile bilinçli bir mücadele yürüten E.Gözügelli’nin tespitleri ile veriyorum. Bana gelen bilgi aynen şöyledir:
“Şimdi perde gerisini aralıyorum. İşte gerçekler: (1)
Kıbrıs’ta “birleşik Kıbrıs” yaratma hayali peşinde koşanların, Kıbrıs anlaşmazlığını 1974 yılında başlamış gibi kabul ederek vatanımızın (KKTC) Türk askeri tarafından “işgal” altında olduğunu göstermeye çalışmalarının tarihçesi yeni değildir. Ancak en somut gösterge Annan planından itibaren bugüne kadar gelen süreçte iktidara getirilen Cumhuriyetçi Türk Partisi’nin ve Ortaklarının gerçekleştirmiş oldukları çalışmalara bakmakta fayda vardır.
Önce, KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat dini ve milli bayramlarda yanında duran Kuvvet Komutanları ve Türk Büyükelçisini istemediğini, dünyaya karşı bunun uygun olmayacağını, “sanki Türk askeri ülkeyi yönetiyor” havasında olduğunu ima ederek Kuvvet komutanlarının Protokolde yanında durmasını istemedi. (Oysa Rum bunu iftiharla yapıyor)
Ardından, 15 Kasım 2006 tarihinde Güvenlik.Kuvvetleri Komutanlığında görevli bir Albayımızın yaptığı konuşmayı “adının listede yer almamasından” ötürü konuşma yaptığı gerekçesi ile krize dönüştürmeye kalktı.
Tabi bu arada, 10 Nisan 2006’da KKTC Öğretmenler Sendikasının onayı ve desteği ile “Askersiz Lefkoşa” talepli bir imza kampanyası başlatmışlardı. 26-27 Aralık 2006’da Kıbrıs’ lılar Bilim, Eğitim, Sağlık ve Dayanışma Derneği (KIBES) ile Londra’daki Kıbrıs Türk Demokrasi Derneği (KTDD) ile birlikte ortaklaşa düzenledikleri “İstanbul Konferansı’ndan (Rum-Yunan Partileri ve Sivil Toplum Kuruluşları ile birlikte) Birleşik Kıbrıs Platformu adı altında bir örgütlenme kararı alınmış ve CTP de buna katılanlardan olmuştur.
CTP Kurultayına İstanbul’daki toplantıdan katılan birçok siyasi parti ve kuruluşlarının bulunduğunu, konuyu daha iyi algılamak açısından bilmekte fayda vardır. Atina’dan OKOE ve OKOE Gençlik, Almanya’dan Kıbrıs Alman Forumu, Avustralya’dan Avustralya Barış İnisiyatifi, Atina’dan Kıbrıs Bilim Adamları Örgütü ve Kıbrıslı Mülteciler Birliği, Londra’dan Kıbrıs Türk Demokrasi Derneği, İstanbul’dan KIBES ve KGP, KKTC’den CTP, YKP, BKP, BDH Güneyden AKEL, İstanbul’dan ÖDP ve Atina’dan PASOK temsilcileri katılmıştır.
Ortak alınan kararlardan biri: “ASKERSİZ BİR KIBRIS, TAM ASKERSİZLEŞME SAĞLANMALI”... (Bu kararlarda bütünüyle Türk Askeri’nin KKTC’ni terk etmesi talebi yer almakta, Rum-Yunan askeri konusunda ise her hangi bir talep veya tavsiye bulunmamaktadır. Oysa mezkür toplantıda pek çok Türk (!) vardır. Bunlardan her hangi birisi neden acaba, Rum Yunan askerinin de adayı terk etmesini önermedi. Yoksa, Türkiye adına katıldığını iddia eden delegasyonun tamamı Rum-Yunan, Ermeni ve Yahudilerden mi ibaret idi ?)
Ardından yeni yıla girerken Ocak ayında tek taraflı bir Lokmacı Krizi yaşandı ve Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın görüşlerini dikkate almadan, “utanç duvarını yıkacağız” kararı ile yeni bir Kriz ortamı yaratılmak istendi. Sonuçta (Türk Genelkurmayının sözünün arkasında durmaması ve kararlı bir tutum izlememesi nedeniyle) Lokmacı köprüsü yıkıldı. Bu ay içinde Rum tarafında kalan utanç duvarı da yıkılarak yerine yeni bir Yunan barikatı kuruldu. Olay günü Güney Kıbrıs hükümeti lâubali bir açıklama yaparak “İşgalci Türk Askeri gücü Kuzey Kıbrıs’tan fiilen çekilmedikçe kurulan kontrol barikatının kaldırılmayacağını” duyurdu.
Talat’ın TC Genelkurmayın görüşlerini “dikkate almamasından” ötürü konu bir anda uluslararası alanda ilgi odağı oldu...Dünya basını ve Rum-Yunan ikilisi adadaki Türk askerini “işgal kuvvetleri” şeklinde işlenmeye başladı...Lokmacı krizi ile, Türk askerinin halk ile karşı karşıya kalması için Türk askeri bir polemiğe sokulmak istendi, ancak Türk ordusu büyüklük göstererek (!) bunun üzerine fazla gitmedi. Daha sonra TSK’nın adadaki varlığını, güvenlik konularını içeren geçici 10. madde tartışmaya açarak, bir avuç genç sokaklara döktürüldü ve geçici 10. madde kaldırılsın denildi..”
Not: Bu olaylar sırasında Yunan hükümeti, Güney Kıbrıs’a EOKA ve ENOSİS esas politikası doğrultusunda güçlü ve büyük bir destek verdi. Fakat, ne yazık ve çok gariptir ki, cari Türk hükümeti GKRC’ indeki Yunan askerlerinin işgalci olduğu ve adayı terk etmesi gerektiği doğrultusunda basit bir açıklama dahi yapamadı. Bu ne utanç ve hicap verici bir durum ve nasıl bir “ANAVATAN” hükümeti !..
Bu sıralarda, (eş zamanlı olarak) Türkiye de, faili malum bir cinayet işlendi ve derhal Türk’e ve Türklüğe karşı haset, nefret ve kin kusan “BİZDE ERMENİYİZ” diye haykıran bir kesimce (ki, bu güruhun Ermeni asıllı olduğuna dair ağırlıklı kuşkular vardır) başlatılan kampanya çerçevesinde TCK 301. maddenin yürürlükten kaldırılması istendi. İnsanlık dışı, ahlâk ve adalet anlayışına aykırı olarak açılan kampanyanın ardında AB, Soros’çular, Karen Fog çocukları (Fransa, Almanya, Yunanistan, Ermeni diyasporası) ve ABD uzantısı bilumum bölücü örgüt artıkları ve legal unsurları yukarda bahse konu İstanbul Yaklaşımı ile “Birleşik Kıbrıs Plâtformu” katılımcılarının büyük bölümü sırıtıyordu.  
Zira, Türkiye üzerinde oynanan oyunlar çok eskilere dayanır. Maalesef bu oyun ve düzenler çok yönlü, çok taraflı ve çok odaklıdır. Düşman her tarafa yayılmış, olabildiğince karar mekanizmalarına nüfuz etmiş ve özellikle AB yanlısı sivil toplum kuruluşlarında iyice yerleşmiş ve kökleşmiştir. Bu nedenle ‘düşman taraf’ entegre bir politika yürütme imkânına sahip bulunmakta ve bu imkânı sonuna kadar kullanmaktadırlar.
Dönelim tekrar Kıbrıs’a ve olayların içyüzünü irdelemeye devam edelim:
Ayşe Kocatürk açıklamalarına devam ediyor.
“Daha sonra, 21 Aralık 1963’te ‘Kumsal Katliamı’ olarak bilinen olayla ilgili (Türk ordusunun değerli komutanlarından Tabip Tuğgeneral Nihat İlhan’ın şehit edilen ailesi için) bir karalama kampanyası başlatıldı. Katledilen şehitlerimizi “Türk askerinin, mücahitlerinin” hatta “İlhan’ın cinnet geçirerek” gerçekleştirdiği iddia edildi. Bunun gerekçesi olarak da “Türkiye’nin adaya müdahalesinin gerçekleşmesi” için yapıldığı öne sürüldü.”
Oysa, Rumlar olay hakkında 2007 yılı Mart ayı başında "Kanlı Noel' bir temizlik operasyonuydu!" biçiminde TV yayınları yaptılar. Kıbrıs'ta tarihe ‘Kanlı Noel" olarak geçen, Rumların 21 Aralık 1963'te başlattığı silahlı saldırılarda, Emekli Tabip Tuğgeneral Nihat İlhan'ın, evinin banyo küvetinde eşi ve üç çocuğunun hunharca katledilmesiyle ilgili olarak ilk görüntüler yayınlandı.
Katliamın tanıklarından Savvas Şelis isimli eski bir Rum asker, "Temizlik operasyonu yaptık" dedi. Rum Politis gazetesi, o dönemde binbaşı rütbesinde olan Nihat İlhan'ın eşi ve üç çocuğunun banyoda katledilmeleriyle ilgili olarak Savvas Şelis isimli emekli Rum askerin itiraflarına yer verdi. Şelis, 24 Aralık 1963 gecesi silahlı Rum ve Yunan gruplarının Lefkoşa'daki Kanlıdere bölgesinde "temizlik operasyonları" yaptığını açıkladı.
“Ancak Anavatan’ın adada yaşayan soydaşları için  bunu yapmasına ihtiyacı olmadığı, bunun hiçbir örneğinin tarihte yer almadığı maalesef cehalet içinde olanlar tarafından görülmek istenmedi. Yaşadığı o büyük acıdan sonra bir daha adaya gelmeyeceğini ifade eden BİNBAŞI KOMUTANIMIZ adaya gelmeye 17 Mart 2007 tarihinde karar verdi. 80 yaşını aşan İlhan bedenini, sağlığını hiç düşünmeden bunu yapmak istedi, çünkü ailesi onuru için çok çirkin iddialar yapılmıştı. Adaya gelen (E) Tuğg. İlhan’ın yaptığı açıklamaları milli hedeflerimizden asla ödün vermeyen gazeteler aracılığı ile duyurmuştuk. “Binbaşı” İlhan öyle bir dönemde gelmişti ki gelişinden bir gün sonra 18 Mart (2007) Çanakkale Şehitlerimizin anma günüydü. Generalin kendisi de bizzat törenlere katıldı. O gece KTBK Komutanlığı adaya gelmesinden ötürü bir Resepsiyon düzenledi. Tabi ayni gün gündüz hükümetin büyük ortağı CTP olağan Kurultayını gerçekleştirdi.
Peki CTP-BG Olağan Kurultayında neler yaşandı ?
CTP-BG Parti Tüzüğü’nün 34’üncü maddesine göre, partinin olağan kurultayları; iki yılda bir eylül, ekim veya kasım aylarında yapılır. Bugüne kadar; Mayıs 2005’te, M.Ali Talat’ın Cumhurbaşkanlığı’na seçilmesi nedeniyle yapılan olağanüstü kurultay hariç olmak üzere, tüm kurultaylar, Tüzük’te belirtilen aylarda yapılmıştır. Ancak nedense bu kurultay tarihi 18 Mart’ta(Çanakkale Şehitlerimizi anma günü) belirtilmiştir!
Peki şunu soruyoruz : CTP’nin kendi tüzüklerinde ifade edilen Eylül, Ekim yada Kasım’da neden kurultay gerçekleşmemiştir ? Ayrıca, CTP Parti Tüzüğünde; kurultayların icrası esnasında İstiklâl Marşı okunması, Bayrakların asılması veya Şehitler için saygı duruşu yapılması ile ilgili herhangi bir hüküm yoktur. Ancak son Kurultayda; bir Rum şarkısı olan Çavbella (Yurdum İşgal Altında) şarkısı çalınmıştır. Rumlara göre; Kıbrıs, Türkiye’nin “işgali” altındadır.  Bu şarkı, iddia konusu “işgal”e ithaf edilen ve anlamı, söz konusu Kurultayı icra edenler tarafından da çok iyi bilinen bir şarkıdır.”
Yine o günlerde, Türkiye de yapılan DTP (sözde Kürt partisi) kurultayında da benzer  şekilde İstiklâl Marşının okunmaması, Ermeni oyun havaları ve şarkılarının çalınmış olması ne kadar manidar (ihanet kokulu) değil mi ? Oysa, bugün T. Cumhuriyeti Parlâmentosunun kahir ekseriyeti Kürt Milletvekillerinden oluşmaktadır. Başbakan Kürt sorununu telâffuz eden ve kabinesinin yarıdan fazlasını Kürtlere veren bir kişidir. Üstüne üstlük, mezkür bölücü örgüt tarafından katledilen insanların % 90’ı Kürt’tür. Ve Türkiye’nin soydan gerçek ve samimi Kürtleri bölücü örgüte, alenen Kürt düşmanı, Yahudi destekli “Ermeni odaklı ve ASALA’nın devamı” nazarıyla bakmaktadırlar.
Nitekim, 1968’den itibaren Türkiye de nevzuhur sözde Kürt kurtuluş veya özgürlük nam teşebbüs ve teşekküllerin arkasında daima koyu bir Atatürk düşmanlığı, Ermeni ve Rum işbirlikçiliği ve Mustafa Suphi hayranlığı gözlenmiştir. İşin en garip, acayip ve CTP ile benzer tarafı da; Bu hareketlerin tamamı “Türk düşmanlığını” esas ve baz alan bir tür solculuk, milli marş ve bayrağı dışlayan (ki, bu dünyanın hiçbir yerinde görülmez) din ve ahlâk düşmanı çok aykırı bir yapının hakim olmasıdır.
Oysa, Türkiye de ki Kürt profili bunun tam tersidir. Bütün Kürtler oldukça dindar, mazbut, müteselsil, mütedeyyin, milli ve manevi değerlerine sahip ve saygılı, namuslu-dürüst, son derece çalışkan, haramdan-yalandan sakınan, vatan-millet-bayrak-toprak sevgisini şiar edinen ve kendilerini Türkiye Cumhuriyetinin asli kurucu unsuru sayan, birinci sınıf saygın bir topluluktur. Hiçbir ayrım gözetmeksizin “Anadolu halkı” birbiri ile et ve kemik gibidir.
Üstelik bu güne kadar Kürt’ler arasından bir hain de çıkmamıştır. Buna dikkat edin.
CTP’ nin eylemi ile DTP’ nin cürmü arasındaki benzerlik bu kuşkuları ve aralarındaki bağlantılar “bu aleni gelişmeler ışığında” incelenmeyi ve ciddi bir değerlendirmeyi zorunlu kılmaktadır. Yani; İstanbul Yaklaşımı, artı kurulan plâtform, plâtformun belirlenen amaçları ile menfur eylem plânı ve her iki tarafta yer alan malum partiler arasında vaki benzerlikler.
Oldukça ilginçleşen gelişmeleri incelemeyi sürdürelim: 
“Peki kurultayda kimler vardı? Güney Kıbrıs’tan birçok “siyasi makamdan” gelen “Rum kardeşler” (!) hani şu Türk ordusunu “işgal kuvvetleri” olarak görenler... Kurultayda, tüm şehitlerimiz yerine, ‘’Demokrasi Şehitleri’’ adı altında bazı tescilli kişilerin anılması ve saygı duruşu. (tıpkı DTP’de olduğu gibi) Hele hele de  18 Mart, (Çanakkale) Şehitleri Anma Gününde (Çanakkale şehitlerinden bahseden bile olmadı) bu kurultayın planlanması oldukça dikkat çekicidir! Bakınız, CTP’nin; “Demokrasi Şehitleri” olarak tanımladığı kişiler şunlardır; Türkiye’de 1976-78 yılları arasında, yüksek öğrenimleri sırasında öldürülen sol görüşlü Özer Elmas, Mehmet Ömer, Muharrem Özdemir, Ercan Turgut, Mustafa Ertan ve Sadık Cemil; İnkılapçı Gazetesi yazarı Fazıl Önder, Türk Eğitim Kulübü kurucusu Ahmet Yahya; 1962’de Lefkoşa’da öldürülen, dönemin Cumhuriyet Gazetesi yazarları Ayhan Hikmet, Ahmet Muzaffer Gürkan, Derviş Ali Kavazoğlu ve 1996 yılında öldürülen Yenidüzen Gazetesi yazarı Kutlu Adalı için 17 Şubat’ta, adı geçen yazarın mezarında, anma günü düzenlemektedir. (buraya dikkat!, meğer CTP gerici-solcu-bölücü bir örgütmüş) Durum bununla kalmamıştır.
Türkiye tarafından tanınan KKTC Devleti’nin, yönetimini üstlenmiş olan bu siyasî partinin kurultayında; duvarlara asılan Kıbrıs haritalarında, KKTC gösterilmemiş; Rum tarafında olduğu gibi, yeşil renkli Kıbrıs (Rum) haritaları asılmıştır. Dikkat çeken husus ise, Kurultaya katılan AKP Genel Başkan Yardımcısı Nihat Ergün ve AKP Sakarya Milletvekili Ayhan Sefer ÜSTÜN; bahse konu uygulamalara, herhangi bir tepki göstermemiş olmasıdır.”
NELER OLUYOR KIBRIS’TA
Bu makaleyi hazırladığım ve tarafıma intikal eden bilgileri düzenlediğim 27 Aralık 2007 günü saat: 17.00’de, bahse konu genel kurul hakkında bilgi almak üzere önce AKP Genel Başkan Yardımcısı Nihat Ergün’u (4205544/45–TBMM ve 4730000/11) numaralı parti telefonlarından aradım. Fakat,  ‘dışarıda’ denildi ulaşamadım. Not bıraktığım halde aramadı. Bunun üzerine Sakarya Millet Vekili A.Sefer Üstün’e 4205644-45 numaralı telefonlarından ulaşarak temas kurdum ve kendisine, bahusus genel kurulda hazır bulunan bir milletvekili sıfatıyla olayla ilgili bilgi, tespit ve görüşlerini sordum.
Aynen şu açıklamayı yaptı:“Genel kurulda İstiklâl Marşının söylenmediği maalesef doğrudur. Ancak, genel kurul sonrası bu hususu dile getirdiğimizde bize, ‘CTP’nin 35 yıllık bir parti olduğunu ve bu güne kadar hiçbir genel kurulunda İstiklâl Marşı söylenmediğini ve tüzüklerinde bu doğrultuda bir hüküm bulunmadığı açıklamasını yaptılar’. Divan masasında Türk, KKTC ve AB bayrağı vardı. Salon duvarında Atatürk portresi ve KKTC tarafının yıldızlarla tarandığı bir Kıbrıs haritası asılı idi. Saygı duruşu ise, herhangi bir ‘belirtme’ yapılmaksızın ‘demokrasi şehitleri’ lâfzı ile ifa ve icra olundu. Rumca müzik ve sair hususata gelince, onlar teferruattandır. Orada misafir durumunda bulunmamız ve fevkalâde bir durum yaşanmaması nedeniyle teferruata müdahil olmayı arkadaşlarla uygun görmedik” dedikten sonra vaki sorularım ve esasa taallük eden konularda ısrarım üzerine:
“Biz, AKP olarak, Kıbrıs’ta yaşanan siyasi bunalım, yaşanan Türklük krizi buhran ve olumsuzlukların suçlusu veya sorumlusu değiliz. Kıbrıs konusu Gümrük Birliği görüşmeleri sürecinde Merhum Bülent Ecevit dahil, Tansu Çiller, Murat Karayalçın ve günün sorumlu politikacıları tarafından verilmiş bir tavizdir. Eğer onlar, bu görüşmeler kapsamında, Londra-Zürich ve Garanti Antlaşmasını dikkate alarak ve önemseyerek Güney Kıbrıs’ın AB’ye katılmasına göz yummasalardı bugün böyle sıkıntılı bir meselemiz de olmayacaktı” demek suretiyle, aslında gerçek suçluların ve geçmişteki vatan hainlerinin kim olduklarına dair ‘tam yerinde’ bir vurgu yaptı.
Evet, söylenenler bütünüyle doğru. AKP’ ye bu sorun tevarüsen intikal etmiştir. Çok kötü ve ihanet kokulu bir mirastır. Ancak, AKP’nin yapması gereken bu ihanet kokulu mirası teslim alıp, kalınan yerden sürdürmek değil, hainlerden hesap sormak, defterlerini dürmek ve milli davaya “adam gibi-insan gibi-Türk gibi” sahip çıkmaktı. Maalesef bu da yapılmadı.
İşte AKP’ nin yapamadığı, hattâ yapmadığı budur. Sorgulamadan, yargılamadan AB’ ye teslim olmaktır. AB’nin nice art niyetli, çıkar odaklı, soygun ve vurgun amaçlı, ayırma, bölme, parçalama ve yutma sevdalısı lânetli bir haramzade, insanlık, hak ve ahlâk düşmanı olduğunu bilmemektir. Bundan daha kötüsü var.
O’ da, ne yaptıysa bilerek ve isteyerek yapmış olmaktır. Taktir sizin.
Şimdi kaldığımız yerden devam edelim: “Kurultayda çav bella (Yunan) şarkıları ile gerek Rum gerekse Türk katılımcıların, konukların ve CTP’nin ortak hedeflerinin “birleşik Kıbrıs” olduğunu özellikle belirten ve planlanan tarihe ilişkin açıklamaları içeren ve var olan projeyi yürütenlerin seçtirdiği bir tarih olduğuna dikkat çeken konuşmaların yapıldığını belirtmekte fayda var.”
Burada açıklanan ve genel kurulda sıkça vurgulandığı ifade olunan “birleşik Kıbrıs” lâfını eden bütün CTP’ lilerin Rum veya Ermeni asıllı Türk ve Türkiye düşmanları ve KKTC itibarıyla “vatan hainleri” olduklarını iddia etmek, asla mesnetsiz ve arkası boş bir söylem olamaz. Bu cüret, ne hain bir kalkışma ve kansızlıktır ki; Henüz Türkiye AB’ye katılmadan ve AB Türkiye ile adeta onursuz bir oyun oynarken böyle iğrenç bir temenni ileri sürülebilsin!
Şu halde, ya Türkiye uyumakta veya şer ve şeytani iğrenç unsurlar tarafından bilerek isteyerek  uyutulmaktadır. Hele aşağıdaki olaylara bakın daha neler göreceksiniz:
“Peki Kurultay’dan sonra Soyer ve Kıvrıkoğlu arasında gerçekten ne yaşandı? El sıkışma krizi gerçekten oldu mu? işte gerçek yaşanılanlar; KKTC Başbakanı Soyer; yemeğe geç katılmış ve masada kendisine ayrılan yere oturduktan sonra, teker teker yemeğe katılanların hatırını sormuştur. KTBK K. Korg. Kıvrıkoğlu’ na yöneldiği zaman; Korg. Kıvrıkoğlu; CTP-BG kurultayında, İstiklal Marşımızın okunmaması, şehitlerimizin anılmaması, Ulu Önder Atatürk ve Dr. Fazıl Küçük’e yer verilmemesinden dolayı, teessüflerini ve duyduğu üzüntüyü belirterek;”KKTC’de; en küçük derneklerin etkinliklerinde bile; faaliyete, İstiklal Marşımız okunarak başlandığını, Şehitleri Anma Gününde icra edilen bir kurultayda; sadece, Demokrasi Şehitlerinin anılmasının manidar olduğunu, CTP Kurultayının; Türkiye’deki bölücü örgüt yanlısı siyasî partilerin kurultaylarından herhangi bir farkının bulunmadığını; geçmişte, söz konusu partilerin kurultaylarında da, İstiklal Marşımızın okunmadığını ve bölücü örgüt teröristlerinin, şehit sıfatıyla anıldığının” ifade etmiştir. Korg. Kıvrıkoğlu, yemekten ayrılırken; İstiklal Marşımızın okunmadığı, şehitlerimizin anılmadığı, Ulu Önder Mustafa Kemâl Atatürk’e ve Dr.Fazıl Küçük’e yer verilmeyen bir kurultayın düzenleyicisi, Başbakan dahi olsa elinin sıkmayacağını, söylemiştir.
Ortada; uzatılan el ve eli havada bırakan bir nezaketsizlik yoktur, olmamıştır. Kendisine Yapılan Sitemi CTP Nasıl İfade Etmeye Başlamıştır? Türk Ordusu İle Halk Hangi Söylemlerle Karşı Karşıya Getirilmeye Çalışılmaktadır?
CTP-BG Kurultayında ve sonrasında yaşanan gelişmeler ile ilgili olarak; yazılı ve görsel basında konunun saptırılmaya ve ‘’Halkın İradesi’’, ‘’Türkiye tarafından tanınmış olan KKTC’nin içişlerine müdahale’’, ‘’Atanmışların, seçilmişlere saygısı’’ ‘’şovenizm’’ ‘’ırkçılık’’ vb. söylemlerle,kamuoyunun dikkatinin başka alanlara yönlendirilmeye çalışıldığı görülmektedir. Bu yaşanılan konu saptırılarak, “biz hancı siz yolcu” şeklinde köşe yazıları ile “bu vatan Kıbrıslılarındır, ortak vatan için mücadeleye devam” denilmektedir.
Hal bununla kalmamıştır. 23 Mart 2007 akşamı yerel televizyonlarımızdan Kanal T’ye konuk olarak çıkan eski CTP milletvekili Fadıl ÇAĞDA, Kuzey Kıbrıs’ın “işgal” altında olduğunu KTBK Komutanı Hayri KIVRIKOĞLU’nun “istenmeyen şahıs” ilan edilerek ülkeden çıkarılması gerektiğini” söyleme cüretinde bulunduğu Kanal T Yönetim Kurulu Başkanı Ersin TATAR tarafından dile getirilerek kınanmıştır.
Bugün, her Devlet muhtelif anlamlar yükleyerek tartıştığımız değerlerine saygılıdır. Şehidine, ulusal marşına, bayrağına sahip çıkmaktadır. Her yıl 18 Mart’ta, binlerce Yeni Zellanda’lının, Çanakkale’ye koşmasının temelinde de şehidine saygı vardır. Ancak CTP-DP iktidarı ile 2004 yılında okullarda okutulan Tarih kitaplarımızın değiştirilerek öz tarihimizin çarptırılması ve “Kıbrıslı milleti” yaratılması amacını güden ayni zamanda Müslümanlığı “meraklısı için” gibi ibareler ile dinimizi tanımlayan bir “tarih” kitabı yazdırtarak Hıristiyanlığı ön plana çıkaran açıklamalara müsaade edilmesi ki buna en güzel örneklerden biride Hz. İsa’nın çarmıhtaki resminin konularak çocuklara “Hıristiyanlığın sembolü nedir?” gibi sorular yöneltilmesi kabul edilecek bir durum değildir.
Şehitleri Anma Günü’nde, KKTC’nin yönetimini üstlenmiş bir siyasî partinin, ‘’Demokrasi Şehitlerini’’ anarken, tüm şehitlerimizi anmamasını; ne 70 milyon Türk’ün yüreğindekileri hissederek ve onların gözü olarak KKTC hudutlarını bekleyen 40 bin Türk Askerine nede bu  vatanda KKTC Devleti uğruna can verecek kadar Devletine sahip çıkmak isteyenlere, şehit ailelerimize ve de Gazilerimize anlatamazsınız...Günlük mesaisini, İstiklâl marşımızla başlatan ve bitiren ve Yavruvatan’ı uğruna gerektiğinde canını vermeye hazır olan 40.000 askere; Yavruvatanı yönetenlerin, ‘’Yurdum İşgal Altında’’ şarkılarını söylemelerini ve kendisini ’işgalci’’ olarak tanımlamalarından neyi kastetmeye çalıştıklarını da anlatamazsınız. Türk Askeri’ne; T.C. Devleti’nin resmen tanıdığı KKTC’ni yönetenlerin, Kıbrıs haritalarında KKTC’yi göstermemelerini ve Rum Yönetimi’nin yaptığı şekilde, Kıbrıs’ı tek bir devletmiş gibi göstermelerinin, bu tür haritaları kurultaylarında asmalarının ve KKTC’yi inkâr etmelerinin açıklamasını da yapamazsınız.
Bu hususların hiç birini, herhangi bir haklı gerekçeye dayanarak Türk Ulusu’na da anlatamazsınız.
NELER OLUYOR KIBRIS’TA
Bu yolu tutanlara şimdi hatırlatmakta fayda vardır:
 “Ne Türkiye, Kıbrıs’ta ‘işgalci’ dir ve ne de Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri “işgal” ordusudur. Türk Ulusu’nun (Çanakkale Şehitleri dahil) tüm şehitlerini anmak, utanç duyulacak bir şey değildir. KKTC’nin varlığını, KKTC’yi yönetenler de tanımalıdır.  KKTC halkı, kendisini yönetmeye çalışanlar gibi düşünmemektedir. Tepki göstermesi gerekenler, bilinçli olmalı ve pasif kalmamalıdır!
Bugün gerek konuyu saptırma ve halkın kafasını karıştırma yoluna gidenler, gerekse Başbakan F. Sabit Soyer; olayı tersine çevirerek; “Şehitleri Anma Günü” nde yapılan kurultayda, sadece Demokrasi Şehitlerini değil, tüm şehitlerimizi ansalardı, “Yurdum İşgal altında” şarkıları söylemeselerdi, duvarlara asılan ve sinevizyondan gösterilen Kıbrıs haritalarında KKTC’yi belirtselerdi ne kaybedeceklerdi?  Sorusu kendilerine sorulmalıdır. Hele hele bu konuyu irdeleyen, haber yapan basın mensupları ve köşelerinde değerlendirme yapan değerli köşe yazarları; Olayın temelinde yatan ayrıntıları iyi değerlendirebilmeli ve doğruları yazma yoluna gitmelidirler.
KKTC Başbakanı F. Sabit Soyer; kurultayda ortaya konulan hatalar zincirini, yeni hatalarla sürdürmemeli ve Türk Ulusu’nun değerlerine sahip çıkmalıdır. Ondan gerek Kıbrıs Türk halkının gerekse vatan bekçiliğini yapan her neferin beklentisi budur.” (1)
24 Mart 2007, Cumartesi günü değerli yazar Tanju Müezzinoğlu, (KKTC) Güneş ve Volkan gazetelerinden “dürüst, yiğit ve mert bir Türk olarak” sesleniyor.  İSTİKLAL MARŞIMIZDAN RAHATSIZ OLANLAR TÜRK OLAMAZ !.. “CTP’nin açıklamaları saçma sapan ve özürleri kabahatlerinden büyük. Bu güne kadar yapılan CTP kongrelerinde “İSTİKLAL MARŞI” okumamışlar. İşte özürleri kabahatinden büyük. Adama sormazlar mı? Siz nasıl Cumhuriyetçi TÜRK Partisisin, TÜRK sözcüğü sizce neyin ifadesidir. Eğer bunu bilmiyorsanız öğrenmenizi öneririm.
Cumhuriyetçi Türk Partisi AKEL’İN kongresine gittikleri zaman Yunan Milli marşı çalınıp söylenirken ayak ayaküstüne oturuyorlar mıydı? Hayır, oturmuyorlar dostları HIRİSTOFYAS ile birlikte hazır vaziyette duruyorlardı. AKEL kongrelerinde Yunan Milli Marşını gururla çalıp söylerken. CTP’ye ve Başkanı sana halkımız soruyor:  Siz CTP kongresinde TÜRK Milli Marşını “İSTİKLAL MARŞINI”  çalıp söylememekle neyin ispatını yapmaya çalışıyorsunuz?  AKEL her platformda solculuk kisvesi altında Rum milliyetçiliği yapmıştır.  CTP ise “Cumhuriyetçi Türk” adı altında Türk'ün aleyhine olan bir çizgiyi temsil etmiştir. Kıbrıs Türk Halkı CTP’nin bu tavır hareketlerini MERCEK altına almıştır. Günü geldiğinde bu yapılanların karşılığı bu partiye sorulacak ve ödetilecektir. Bundan kimsenin şüphesi olmasın. 
Sovyetlerin yıkılmasından sonra bütün dünyada olduğu gibi KKTC'de Moskova çizgisini izleyen CTP’nin ruhunda fırtına kopmuştur. İşte bu aşamada devreye AB ve ABD süreçlerinin girdiği görülür. Moskova'daki efendisini yitiren CTP, Washington ve Brüksel'de yeni efendilerini bulmuştur. Kıbrıs Türk Halkı ve GENÇLER söylenenleri lütfen inceleyin ve gerçeklerle nasıl karşı karşıya geldiğinizi görerek kararınızı verin.
CTP, yeni efendileri tarafından Turuncu Devrim ile iktidara ilk getirilen partidir.
Turuncu devrim ilk kez eski Sovyet coğrafyasında değil, KKTC'de gerçekleşmiştir. CTP, AB, ABD ve AKP' nin büyük desteği ile iktidara gelmiş ve Annan Planına halkın % 65'ine "evet" dedirtilmiştir. Ancak Rumların bu planı doymak bilmez hırslarından dolayı kabul etmemeleri sayesinde Annan Planı uygulamaya konmamış ve Kıbrıs Türk Halkı İDAM sehpasından ALLAHIN izni ile bu etapta kurtulmuştur. Halkıma sesleniyorum, seni uçuruma atan bu partiden CTP’den kurtulmamıza çok az bir zaman kalmıştır.
Kıbrıs Türk Halkı ve GENÇLERİ CTP’nin ne yapmaya çalıştığını biz bu sütunlardan siz halkınıza bildireceğiz. Sizin de vazifeniz söylediğimizi araştırmak ve incelemektir. Eğer bizi takip ederseniz, bir yanlışımız olmadığını da göreceksiniz. CTP ne yapıyor: Adım adım KKTC'nin Türk kimliğini ortadan kaldıran önlemleri almak için çalışıyor.
Ama bunu yapmalarına asla izin vermeyeceğiz. CTP Milli Eğitim Bakanlığını aldığı günden itibaren tarih kitaplarında başlayan tahrifatı büyük bir hızla sürdürmektedir. Tarih kitaplarından "halkların dostluğu-Rumlarla dostluk" adı altında Rumların Kıbrıs Türklüğüne yaptıkları katliamları çıkaran, şehitlerin resimlerini silen anlayış CTP anlayışıdır. 
Parti toplantılarında milli marşımız olan İstiklal Marşı okumayan, şehitlerini anmayan, anlayış da Cumhuriyetçi TÜRK Partisi anlayışıdır. KKTC'nin varlığının askeri güvencesi olan Türk ordusundan rahatsız olan anlayış da CTP anlayışıdır. Toplantılarında Yunan, Kıbrıs Rum ve AB bayrakları koyan anlayış da CTP anlayışıdır. Şimdi Soyer soruyor:
"Bizim Türklüğümüzden şüphe mi duyuyorsunuz?"
“KORKMA SÖNMEZ BU ŞAFAKLARDA YÜZEN AL SANCAK”
İSTİKLAL MARŞIMIZDAN RAHATSIZ OLANLAR TÜRK OLAMAZ.
Türkiye'de ve KKTC'de her Türk'ün görevi Cumhuriyetçi TÜRK Partisi gibi bir parti ile mücadele etmektir.” (2)
Elbette genel kurullarında İstiklâl Marşını göğsünü gere gere söyleyemeyenler Türk olamazlar. Olsa olsa Türk düşmanı olurlar. Bu, Anavatanda olsa da böyledir. Kıbrıs’ta olsa da yine aynıdır. Bu utanmaz, kansız ve soysuzlar görmüyor mu ki, Güney Kıbrıs Çete devletinde bütün Rum partileri gümgür gümbür Yunan milli marşını okurlar ve Yunanistan ile her hususta kader birliği yapar ve ortak hareket ederler. Ve politikaları daima millidir. Maalesef bu utanmazlık, aymazlık ve aleni vatan hainliği sadece Türk milletinin iyi niyetini suistimal eden ve hayasızca sömüren ihanet şebekelerinde rastlanan bir durumdur.
Bir sonraki bölümde CTP hakkında ayrıntılı bilgi vereceğim. Ancak, burada özellikle ve bilhassa belirtmek isterim: 2003 yılından itibaren KKTC’de gerçekten inanılmaz şeyler olmaya başladı. Önce, T. Louzidiu davasının iç hukuk yolları tüketilmeden AİHM’ne usulsüz, haksız ve hukuksuz olarak intikali. Bu tam bir tuzak olmasına rağmen korkak ve ödlek bir politika yüzünden olayın üzerine gidilmemiş kronik bir yolsuzluk, bir başka deyişle ise, Rum’a aleni destek girişimidir. Sorumluların mutlaka sıgaya çekilmesi ve millete hesap vermesi gerekirken, maalesef bu da yapılmamıştır. Olup, bitenler Türk milletinin şeref ve haysiyeti ile bağdaşamayacak kadar ilkesiz, onursuz, ahlâksızca, haksız ve hukuksuzdur.
Failleri ise, zavallı malul ve Türklükten münezzeh kimselerdir ne yazık ki...
Sonra, mezkür siyasi, insanlık, etik ve hukuk dışı AB yanlısı mahkemenin (AİHM) verdiği mesnetsiz kararın Türk hükümeti tarafından itirazsız olarak kabulü. Kararlaştırılan yüklü tazminatın basiret ve bekadan yoksun bir cehaletle tediyesi. Bu hiç kimse tarafından kabulü kabil olmayacak kadar rezil bir durumdur. Acizliktir. Zayıflıktır. Cahilliktir. Aleni yolsuzluk ve suistimaldir. Hattâ millet ve devlet aleyhine cürüm işlemektir. Bir de olayın Türkiye adına savunulması trajedisi var. Rum asıllı bir avukat tarafından... Ne kadar utanç ve hicap verici değil mi ? Tarih boyunca hiçbir Türk devleti bu kadar acizlik ve çaresizlik içinde kalmamıştır. Üstüne üstlük, bütünüyle “Türk’ü imha” üzerine kurulu Annan Plânına “evet” demek ve dedirtmek gibi akıllara ziyan bir cehalet, dalâlet ve ihanet uygulaması da yapıldı. Ne kötü. Aslında bütün bunlar, uluslar arası kabul görmüş “mer-i ve müseccel” Londra, Zürich ve Garanti antlaşmalarını görmezden gelerek, yok addederek ve dahi hiçe sayarak; GKRC’nin AB’ye katılmasına vize vererek alenen “VATANA İHANET” suçu işleyen lânetli siyasilerin cürmüdür. Vakti zamanında Türk Genelkurmayı da bu iğrenç trajediye, gaflet, ihanet ve yıllar sürecek lânete sessiz kalmıştır. Bu gün her ne kadar TSK dik duruyor ve şer, şeytan cephesine direniyor ise de; Daha ciddi, ağırlıklı ve kat’i bir tavır beklemek Türk milletinin hakkıdır.
TSK, KKTC’ni, yani “Milli Davayı” yok etmek isteyenlere “DUR” demek zorundadır.
NELER OLUYOR KIBRIS’TA
Tam da işin burasında Türk Silâhlı Kuvvetlerine; Yani, Türk Milleti’nin öz evlâdı ve dahili bedhahlar ile harici düşmanlara karşı tek ve yegâne güvencesi olan “Türk Ordusuna” bir hatırlatma ve anlamlı bir gönderme yapmak istiyorum. Bakınız, ülkemizin kurtarıcısı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Ulu Önder ATATÜRK; Türk subaylarına nasıl bir emanet ve vasiyet bırakmış. Lütfen metinde geçen İngiltere’ye bir de Yunanistan’ı ekleyerek okuyun.
Dönem siyasetçilerini de, hareket tarzı ve tasarrufları itibarıyla, ‘metni miyar’ kabul ederek hele bir ölçüye vurun. Buna mutlaka Kıbrıs’ın AB’ye peşkeş çekildiği tarihin Genel Kurmay Başkanı ve kuvvet komutanları da dahil edilmelidir.
Zira, bu ihanet tezgâhlanır, Londra-Zürich ve Garanti Antlaşmaları rafa kaldırılır iken Türk Ordusu, komuta kademesi ve Türk Subayları ne yapıyordu. Neden vatan hainlerine mani olmadılar. Müdahale etmediler ? Sessiz, sözsüz kalmalarının sebebi neydi ?
“Vatan Namustur” kavramı ve kalbi inancına dahil bir KKTC için; Atatürk’ün binlerce kez tekrarladığı “ÇOK NAMUSLU OLMAK GEREK” vecizesine rağmen, sivil politikanın aleni ihanet ve Kıbrıs’ı peşkeş çekme girişimlerine “ASKER” neden ? o zaman engel olmadı?
Yoksa aralarında dönemin siyasi mevtalarından menfaat umanlar ve müstakbel vekil adayları mı vardı ? Kıbrıs’ı peşkeş çekmeye göz yummak bu kadar ucuz muydu ? Yoksa, o dönem ATATÜRKÇÜLÜK rafa mı kaldırılmıştı ? İlke ve inkılâplar, vasiyetler hatırlanmadı mı ? Yoksa, gaflet ve dalâlet içinde mi idiler ? Milli davaya hıyanet galip mi geldi nedir ?...
Bunu da sorgulamak ve sorumluları yargılamak gerek.
ATATÜRKÜN SUBAYLARA SESLENİŞİ
“Millet, bağımsızlığının korunmasını ordudan, ordunun ruhunu teşkil eden subaylardan bekler..İşte subayların  yüce olan vazifesi budur..
Milletin bağımsızlığı ihlal edilirse bunun vebali subaylara ait olacaktır..
(GB teşebbüsü ve AB’ye katılım teşebbüsü bağımsızlığı ihlâl değil mi yoksa)
Arkadaşlar !!.. İngilizler ve yardımcıları milletimizin bağımsızlığını imhaya karar vermişlerdir. Milletler bağımsızlıklarını hiç kimsenin lütuf ve atıfetine borçlu değildir..Hiç kimse kimseye, hiçbir millet diğer millete hürriyet ve bağımsızlık veremez..Milletlerden tabiaten ve yaradılıştan mevcut olan bu hak, milletlerce kuvvetle, mücadele ile muhafaza bulundurulur. Kuvveti olmayan, dolayısıyla mücadele edemeyen bir millet, mahkum ve esir  vaziyettedir. Böyle bir milletin bağımsızlığı gasp olunur.. (AB-ABD’nin niyeti budur)
Dünyada hayat için,insanca  yaşamak için bağımsızlık lazımdır..Bağımsızlık sahibi olmak için kuvvet sahibi olmak ve bunun için mevcudiyetini ispat etmek icap eder.
Kuvvet ordudur.Ordunun hayat  ve saadet kaynağı,bağımsızlığı takdir eden milletin, kuvvetin lüzumuna olan vicdani imanıdır...
İngilizler, milletimizi bağımsızlıktan  mahrum etmek için, pek tabii olarak evvela onu ordudan mahrum  etmek çarelerine giriştiler.Mütareke  şartlarının tatbikatı ile silahlarımızı, cephanelerimizi,bütün müdafaa  vasıtalarımızı elimizden almaya çalıştılar.. Sonra kumandanlarımıza ve subaylarımıza tecavüze ve taarruza başladılar.. Askerlik izzetinefsini yok etmeye gayret ettiler. Ordumuzu tamamen lağvederek milleti, bağımsızlığını muhafaza için muhtaç olduğu dayanak noktasından mahrum etmeye teşebbüs ettiler.. Bir taraftan da müdafaasız, ordusuz bıraktıklarını zannettikleri milletinde izzetinefsine, her türlü haklarına ve mukaddesatına  taarruzla milleti alçaklığa,boyun  eğmeye alıştırmak planını takip ettiler ve ediyorlar..
Herhalde ordu,düşmanımızın birinci taarruz hedefi oldu. Orduyu imha etmek için  mutlaka subayı mahvetmek, aşağılamak lazımdır. buna da teşebbüs ettiler. Bundan sonra milleti koyun sürüsü gibi boğazlamakta engeller müşkülat kalmaz...
Bu hakikat karşısında ve içinde bulunduğumuz vaziyete göre subaylar heyetimize düşen vazifenin  mahiyeti,ehemmiyeti ve kıymeti kendiliğinden  meydana çıkar..
Milletimiz hür ve bağımsız yaşamak huzuruna tam bir iman ile kani olmuş ve buna kati azim  ile karar vermiştir.
Zaman zaman şurada burada üzüntü verici  karaktersizliklerin  görülmüş olması hiçbir vakit milletimizin genel kanaatine, hakiki imanına sekte vurmamıştır ve vurmayacaktır..
Dolayısıyla kuvvetin, ordunun vücudu için  lazım olduğunu söylediğim kaynak-ki milletin vicdanı imanıdır-mevcuttur..
Ordu ise, arkadaşlar; ancak  subaylar heyeti sayesinde vücut bulunur...Malum bir  askeri hakikat, felsefesi hakikattir; " ordunun  ruhu subaylardadır" O halde subaylarımız, düşmanlarımız  tarafından yıkılmak istenilen ordumuzu tamir edecek ve canlandıracak ve ordu ve milletimizin bağımsızlığını muhafaza edecektir..
Millet, bağımsızlığının muhafazasından ibaret olan hayatı gayesinin teminini ordudan, ordunun ruhunu teşkil eden subaylardan bekler..İşte subayların yüce olan vazifesi budur...
Allah göstermesin milletin bağımsızlığı ihlal edilirse bunun vebali subaylara ait olacaktır..  Subaylar, izah ettiğim yüce, mukaddes ve bütün açılardan üzerlerine düşen  vazife itibariyle, bütün mevcudiyetleriyle ve bütün  dikkat ve felsefeleriyle, giriştiğimiz bağımsızlık  mücadelesinde birinci derecede faal ve fedakar olmak mecburiyetindedirler..
Şahsi ve hurisi  itibariyle de subaylar, fedakarlar sınıflarının en önünde bulunmak mecburiyetindedirler... Çünkü düşmanlarımız herkesten önce onları öldürürüler. Onları aşağılar ve hor görürler. hayatında bir an  olsa bile subaylık yapmış, subaylık izzetinefsini, şerefini duymuş, ölümü küçümsemiş bir insan, hayatta iken, düşmanın  tasarladığı ve reva gördüğü bu muamelelere katlanamaz..
Onun  yaşamak için bir çaresi vardır;şerefini korumak! halbuki düşmanlarımız da kastettiği, o şerefi ayaklar altına almaktır.. Dolayısıyla subay için " ya istiklal, ya ölüm" vardır.. Fakat arkadaşlar ölmeyeceğiz, bağımsızlığımızı muhafaza ederek yaşatacağız ve milletimizi daima mutlu ve müreffeh yaşatmak için çalışacağız... (3)
Burada emanet ve vasiyet edilen hususta çok dikkat etmek, önemle değerlendirmek ve mutlaka dikkate almak lâzımdır. Türk Ordusu’nun ATATÜRK, Kemalizm, Türk İnkılâbı ve O’ nun ilkelerine ne kadar sadık, sağlam ve samimi olarak bağlı olduğu konusunda milletin asla şüphesi yoktur. (1938 sonrası oluşan bazı şüphelerin giderilmesi gerek) Her ne kadar içinde; Mütareke basını ve din tüccarlarını deşifre eden ve adına “andıç” denilen “önemsiz bir belgeyi” dahi ‘önemli’ sanacak ve ABD’ye gönderecek kadar malul, aptal, milliyetsiz, hain, alçak ve değersiz mahluklar var ise de, Türk Ordusu onları mutlaka bulacak, bilecek ve behemahal temizleyecektir. Muhtemelen içinde var olan Masonluk tarikatı mensupları dahil olmak üzere; En küçüğünden, en üst rütbelisine kadar rüşvet, iltimas, gasp, irtikap, suistimal ve yolsuzluk suçlusu-zanlısı-şaibelisi “kanı bozuklar” mutlaka temizlenmeli, ordu aklanmalı ve mutlaka ayıklanmalıdır. Bu çok önemli ve zorunludur.
Zira, millet inanıyor, (inanmak istiyor) ve biliyor ki:
Türk ordusunun içinde rüşvet, iltimas, devletin malını gasp, irtikap, hile, yolsuzluk, evrakta sahtecilik ve yolsuzluk yapacak kadar aşağılık varlıklar (domuzlarda) yoktur. Türk Ordusu yüksek bir ahlâk ve Türk Medeniyetinin binlerce yıllık birikimi olan fazilete sahiptir. Mutlaka ve behemahal; En küçük rütbeli neferinden Genelkurmay Başkanına kadar namuslu, dürüst, ilkeli, onurlu, vazife şuuruna sahip, şerefli ve sorumludur.
O, Şehit mertebesi ile müjdeli ve Gazilik ödülüne lâyık, yer yüzünün tek askeridir.
O, MEHMETÇİK’tir. Omuzlarında, yüreğinde, bileğinde ve şuurunda Çanakkale’nin, İstiklâl Savaşının ve ebed-müddet Türkiye Cumhuriyetinin şeref ve şânını taşır. Ordu daima kendindedir. Hariçte ve dahilde olup bitenin farkındadır. Farkında olmak ve daima ve gerektiğinde, Kıbrıs, Kerkük, Batı Trakya, yahut dünyanın her neresinde olursa olsun “Türk İstiklâl, İstikbâl, özgürlük, hak, hukuk, bağımsızlık ve cumhuriyetini korumak için görevini mutlaka “en doğru şekilde” ifa ve icra edecektir. Buna inanıyoruz. KKTC konusunda da asla taviz ve ivaz verilmeyeceğine yürekten güveniyoruz.
Bundan maksat: Türk Ordusu 2500 yılı mücavir çok şerefli, onurlu ve şanlı bir tarihi birikimin, insanlık davasından süzülüp gelen ‘orijinal’ bilginin; Savaşı katliam, gasp, işgal ve soykırım vasıtası olarak değil; Yüksek bir fazilet, özgürlük, istiklâl; Onurlu ve güvenli bir istikbâl mücadelesi olarak kabul eden soylu bir ideal ve davanın timsalidir. 
            Bu vasıfla Türk Ordusu’nun “misak-ı milli” sınırları dahilinde tartışmasız tasarruf ve temlik hakkı vardır. En küçük bir tecavüz yeltenmesine dahi en sert tepkiyi gösteremeyen bir asker asla Türk askeri değildir. Taviz ve toprak veren bir politikaya asla itimat olunamaz. Buna kesinlikle fırsat dahi verilemez.
Sivil-Asker bütün Türk milletinin vicdanı ATATÜRK; İrfanı Adalet; Vatanı Namus; Vazgeçilmez Karakteri İstiklâl ve Hürriyettir. İşte, Türk için millet budur, ordu da bu. Zaten, Türk milleti topyekün asker “Kuvva-i Milliye” değil midir.
Evet, belki bu konuya (acil bir durum-gelişme olmadıkça) bir daha dönemeyebiliriz. Bu nedenle Kıbrıs ve KKTC meselesinde mümkün oldukça derinlere inmeye çalışacağız. Hani, bilindiği üzere AKP kendini önce milliyetçi muhafazakâr (2002) sonra da muhafazakâr demokrat olarak tanımlamıştı. 2003 yılında vaki Kemer toplantısında bu açıklamayı yaptıkları vakit kargalar bile güldü. Üstelik DP Genel Başkanlığında çok sıkı bir zılgıt (ihtar) da yediler.
Bu ihtarın üzerine gitselerdi eğer başları çok büyük belâya girecekti. Akıllılık ettiler. Gitmediler. İşte tam o zamanlar bazı gazeteler ve yazarlar “AK PARTİ = HALK PARTİ” tanımlamasını yapmışlardı. Derken günü geldi ve AKP bu defa kendini nihai olarak tanımladı. Neymiş? “Muhafazakâr demokrat” Güncel konjonktür olarak bu ne anlama geliyor ? Cevap: Statükoculuk. Peki, hangi statüko ? Aynen malum yazarların atıf da bulunarak tanımladıkları  “halk partisi zihniyeti” statükosu. Diğer bir anlamda. 10 Kasım 1938, saat: 9.06 karşıdevrimi.
Bunun böyle olduğunu anlamak çok kolay. Birinci neden; AB kulluğu, köleliği ve batı uşaklığı konusunda her ne kadar bütün yollar CHP tarafından açılmış ise de bugün, AKP’ ye nazaran CHP çok milliyetçi, tutucu ve daha müspet manâda muhafazakâr görünüyor. İkinci nedene gelince, bunu fazla açmaya gerek yok. Her şey ortada. Zira, KKTC’deki partnerlerinin CTP olmasından belli. Ha, şimdi bakalım şu AKP partneri nasıl bir şeymiş ?
Ayrıntıları tam ehlinden, ASAM’ın Genel Başkanı Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ’ dan alıyoruz. Şimdi bakınız 22 Mart 2007 tarihli resmi bir “ASAM” raporunda CTP hakkında neler açıklanıyor:
HAYIR, KUŞKU DUYMUYORUZ !
“Cumhuriyetçi Türk Partisi'nin 1985 öncesinde Rum Komünist Partisi AKEL' in ve Moskova'nın beyin iğfaline uğramış Kıbrıs Türklerinin partisidir. Bu partiyi kuran ve yöneten kadrolar çok uzun yıllar AKEL ve Sovyet Komünist Partisi'nin emirleri ile hareket etmişlerdir. AKEL, ne kadar komünizm kisvesi altında Rum milliyetçiliği yapmış ise CTP' de o kadar Cumhuriyetçi Türk adı altında Türk'ün aleyhine olan bir çizgiyi temsil etmiştir.
Sovyetlerin yıkılmasından sonra bütün dünyada olduğu gibi KKTC'de Moskova çizgisini izleyenler bir siyasi-ruhi bunalım içine girmişlerdir. Büyük efendinin ortadan kalkması, küçük efendi AKEL' in yetmemesi ruhlarda fırtına yaratmıştır. İşte bu aşamada devreye AB ve ABD süreçlerinin girdiği görülür.
Moskova'daki efendisini yitiren CTP, Washington ve Brüksel'de yeni efendilerini bulmuştur. CTP, yeni efendileri tarafından Turuncu Devrim ile iktidara getirilen ilk partidir. Turuncu devrim ilk kez eski Sovyet coğrafyasında değil, KKTC'de gerçekleşmiştir. CTP, AB, ABD ve AKP' nin büyük desteği ile iktidara gelmiş, Annan Planına halkın % 65'i "evet" demiş/dedirtilmiştir.
Ancak Rumların bu planı bile kabul etmemeleri sayesinde Annan Planı uygulamaya konulamamıştır. CTP bunun üzerine adım adım KKTC'nin Türk kimliğini ortadan kaldıran önlemleri almaya başlamıştır. Özellikle 1990'ların ortasında kurulan Ulusal Birlik Partisi-CTP koalisyon hükümeti sırasında Milli Eğitim Bakanlığını alan CTP' nin tarih kitaplarında başlayan tahrifatı büyük bir hızla sürmektedir. Tarih kitaplarından "halkların dostluğu/ Rumlarla dostluk" adı altında Rumların Kıbrıs Türklüğüne yaptığı katliamları çıkaran, şehitlerin resimlerini silen anlayış CTP anlayışıdır.
Cumhurbaşkanı Talat'ın ağzından "Rumların Türkleri yok etmek yani Akritas Planı diye bir planları yoktu" diyen de CTP anlayışıdır. Kıbrıs Rum tarafına geçtikleri zaman Rum serseriler tarafından tecavüz edilen geç Türk kızlarını gündeme getirmeyerek olayı gizleyen anlayışta CTP anlayışıdır. Rumlarla işbirliği yaptıkları kanıtlanmış olanları şehitlerimiz diye anan anlayış da CTP anlayışıdır. KKTC'de Türkçe yer isimlerinin "orijinallerini" veriyoruz diyerek Rumcalaştıran anlayış da CTP iktidarının anlayışıdır. Parti toplantısında İstiklal Marşı okumayan, şehitlerini anmayan, anlayış da CTP anlayışıdır. KKTC'nin varlığının askeri güvencesi olan Türk ordusundan rahatsız olan anlayış da CTP anlayışıdır. Toplantılarında Yunan, Kıbrıs Rum ve AB bayrakları koyan anlayış da CTP anlayışıdır. Şimdi Soyer soruyor: "Bizim Türklüğümüzden şüphe mi duyuyorsunuz?" Kendi adıma benim hiç şüphem yok. Bence, siz Türk değilsiniz Bay Soyer. Bence, CTP adı Türk olsa da kendisi bir Türk partisi değil. Türkiye'de ve KKTC'de her Türk'ün görevi CTP gibi bir parti ile mücadele etmektir. (4)
Sonuç: CTP = ATP !...
Şimdi konuyu biraz daha irdeleyelim ve KKTC’de konuyla ilgili olarak yayınlanan bir haberi sizlerle olduğu gibi paylaşalım.
Paşa'dan şamar gibi 3 soru;
Dr. İlhan onuruna verilen yemekte, Kıvrıkoğlu, tokalaşmak isteyen Başbakan Soyer’e elini uzatmadı ve “Niçin kurultayda İstiklâl Marşı okutmadınız, şehitleri anmadınız” diye sordu. 
Emekli Tabip Tuğgeneral Nihat İlhan’ın KKTC’ye gelmesiyle cereyan eden olaylar bitmek bilmedi. İlhan, Ada’ya geldikten bir gün sonra Çanakkale Deniz Zaferi’nin 92. Yıldönümü, Gaziveren ve Çamlıköy direnişlerinin 42. yıldönümü törenleri kutlandı. Aynı gün hükümetin büyük ortağı CTP’nin kurultayı da vardı.
Kurultaydaki “Demokrasi Şehitleri” saygı duruşunda Çanakkale ve diğer şehitlerimizin anılmaması, İstiklâl Marşı dahi okunmaması rahatsızlık uyandırdı.
Konuşmalarda da ortak vatan için ortak mücadele çağrıları yapıldı. Kurultayda Çavbella-Yurdum İşgal Altında müziği sık sık tekrarlandı. Peki Kurultayda kimler konuk olarak vardı? CTP Kurultayı’na Türkiye’den AKP Genel Başkan Yardımcısı Nihat Ergun, ÖDP Genel Başkan Yardımcısı Haydar İlker, Yunanistan’dan PASOK Üyesi Theodoros Tsikas, Alman Sosyal Demorat Milletvekili Ozan Ceyhun, Rum yönetiminden DİSİ Genel Başkanı Nicos Anastasiades, AKEL Merkez Yönetim Kurulu Üyesi Nikos Katsurides, EDİ Başkan Yardımcısı Praksula Kiryaku ve Yeşiller Merkez Yönetim Kurulu Üyesi Gaston Nucleus da söz alarak konuşmalarda bulundular. Konuşmacıların hepsi “Ortak Vatan” mücadelesi çağrısında bulundular. DİSİ Genel Başkanı Anastasiades “Vatanımızın birleşmesi için birlikte mücadele etmenin zamanı geldi de geçti bile, bunun gerçekleşmesi için çalışmanın tam zamanıdır” dedi.
NASIL ORTAK VATAN?
Kurultayda tek aday olan Başbakan Ferdi Sabit Soyer de, Rumların “ortak vatan” mücadelesinde Türklerin önüne hep engeller koyduklarını ifade eden sözler söyledikten sonra “ortak vatanda ortak çözümde ortak egemenliği paylaşmaya karşı çıkıyorlar, biribirimizi tüketerek, çözümsüzlük siyaseti bu güçlerden devam ettiriliyor” diyerek BM görüşmeler sürecinin başlatılması çağrısında bulundu.” (Şimdi KKTC’de bir vatan haini aranıyorsa GKRC ile KKTC’ni birleştirme çabasında olan ve bu birleşmeye ortak vatan diyene bakılsın)
Şimdi tekrar Emete Gözügüzelli’ye (Ayşe Kocatürk’e) dönüyoruz. Devm ediyor:
“Ortak vatan” yani birleşik Kıbrıs yaratma amacında olduklarını vurgulayan konuk konuşmacıların, “yoldaşlar”, “kardeşler” kelimelerini kullanmaya da özen gösterdikleri görüldü. Peki bunlar gerçekleşirken Güney’de Rum Meclis Başkanı ve Akel Genel Sekreteri Dimitris Hristofyas neden “Türk işgaline karşı mücadelemiz devam edecektir” dedi? Edek Başkanı Omiru, “Türk işgalini sonlandırcağız” derken Anastasiades’in “Türk askerini gördüğümde irkiliyorum, işgalden kurtulacağız” sözleri ile nasıl bir ortak vatan mücadelesi öngörülmektedir? Buna destek vererek konuşsalar bu demeçlere cevapları ne olacaktır? Yoksa Ada’dan Türk askerinin gönderilmesi konusunda “yoldaşları” ile gizli bir anlaşma mı yapıldı?
Kurutlay’dan bir gün sonra emekli Tuğgeneral Nihat İlhan’ın açıklamaları ise bu mücadelede olanların Rumların zihniyetini görmezden gelerek birleşik Kıbrıs için şehitlerimize bile saygı duymadan İstiklal Marşımızı bile okumadan başlattıkları kurultay’ larında gösterdikleri mücadeleyi kimin için yaptıkları soru işaretidir.
HATIRALARI KİRLETMEYİN
Basın toplantısında, “Benim şehit eşim ve evlatlarım, Kıbrıs Türkü’nün evlatlarıdır. Onların aziz hatıralarını KKTC halkına emanet ediyorum. Kıbrıs Türkü’nden son dileğim, oların hatıralarının kirletilmesini izin vermemeleridir” diyen İlhan’a tek söz söylenebilir: Emanetin emanetimizdir!
İlhan, KTBK Komutanı Orgeneral Hayri Kıvrıkoğlu’nu da ziyaret etmiştir. Kıvrıkoğlu, “Eşi ve üç evladını EOKA tedhiş örgütünün hunharca katliamı sonucunda şehit veren emekli Tabip Tuğgeneral İlhan’ın KTBK Komutanlığını ziyaret etmesinden onur duyduğunu” ifade ederek, “KKTC halkı ve KTBK Komutanlığı geçimişte olduğu gibi bugün ve gelecekte de şehitlerine sahip çıkacak ve onların hatıralarının kirletilmesine izin vermeyecektir” dedi.
23 NİSAN OYUNU
Peki tüm bunlar gerçekleşirken Neden kurultayda İstiklal Marşı okunmak istenmiyor? Neden bu yıl 23 Nisan kutlamalarının kutlama şekli değiştirilmiş ve artık çocuklarımız 23 Nisan öncesinde oyun gösterileri için hazırlık yapmayarak sadece balo havasında kutlama yapması kararlaştırılmıştır? Yanlış okumadınız, bu yıl 23 Nisan etkinlikleri büyük şehirlerde kortej yürüyüşünde serbest kıyafetlerle gerçekleşecek ancak kırsal kesimlerdeki okullarda sadece balo havasında kutlamalar yapılacaktır. Nedense İskele bölgesi kutlama şekilleri ile ilgili bölümde serbest bırakılmıştır. Hedef nedir? Halkın rahatsızlığını Anavatan neden duyamıyor?
CTP de neden AKEL ile anlaşarak Kıbrıs Türk öğrencilerini Güney’e götürme kararı almıştır? Bugün Kıbrıs Türk öğrencileri Rum gençlerle daha bir “kaynaşması” için kararlar alan CTP iki toplumlu gençlik temasları ile Rum ve Türkleri anılan “kaynaştırmaya” itmesindeki hedef nedir? Tarih kitaplarını değiştirerek öz tarihimizden yoksunlaştırılan gençlerimize Ada’yı işgal altında gören AKEL yöneticilerinin anlatacağı nedir? “Kıbrıslılık” kimliğini öne çıkarma çalışmalarını ne maksatla yapmak istemektedir?
Özellikle de geçen hafta açıklanan Temas Grubu raporunda iki toplum gençlerinin değişimi, iki toplumu etkinliklerin artırılması ile kimler neye hizmet ettiklerini açıkca izah etmek mükellefiyetindedirler. Yine anılan raporda Türkçe’nin AB dili olması istendiği belirtilerek, halkın gözünü boyamaya çalışılmaktadır. Rumlar’ın AB’ye üyelikte resmi dil olarak Rumca ile başvurmamışlardır. İngilizce olarak başvuruda bulunmuşlardır. Zaten Yunanistan sayesinde Rumca AB dilidir. Rumlar kendi lisanlarından AB ülkelerinde istihdam sınavlarına girebiliyorlar ama Türklerin İngilizce bilmesi ön koşuldur.
Ada’daki son gelişmeler “birleşik Kıbrıs” mücadelesi içerisinde “Berlin duvarı” misali birleşik Kıbrıs yaratılması yönünde çalışılmaktadır. Oyun büyüktür. Türk askerine karşı derin projeler masaya yatırılmış ve sivil projelerle bu uygulanması hedeflenmektedir. Nihat İlhan olayında yapılan karalamaların aniden çıkması tesadüf değildir. Hedef, Ada’da Türkler üzerinde yürütülen pskolojik harp. Türkiye’deki halkın “KıbrıslıTürkler bizi sevmiyor” inancının yaygınlaşması yönündeki uğraşlar sıradan konular değildir. Türkün Türke düşürülmek istenmesi ve Anavatan’ın Kıbrıs’dan vazgeçer konuma getirilmek istenmektedir. Kıbrıs’ta kanayan yaraya el uzatılmazsa, kangıren olan bir Kıbrıs Girit yoluna girecektir. Anavatandaki tüm siyasi parti, kurum kuruluşları Ada’da yapılanlara sessiz kalmamaya davet ediyoruz!
LOKMACI İLE BAŞLAYAN GERİLİM TIRMANIYOR
 KUZEY Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde basına kapalı bir resepsiyonda Ada’daki Türk kuvvetlerinin Komutanı Korgeneral Hayri Kıvrıkoğlu, CTP kurultayında İstiklal Marşı okutmayan ve şehitler için saygı duruşu yaptırmayan Başbakan Ferdi Sabit Soyer’e sert tepki gösterdi. Emekli Tuğgeneral Nihat İlhan’ın onuruna verilen davette Başbakan Ferdi Sabit Soyer, Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri Komutanı Korgeneral Kıvrıkoğlu’nun elini sıkmak istedi. Ancak komutan Kıvrıkoğlu, Başbakan Soyer’le tokalaşmayı reddetti ve bu tavrını çok sayıda davetli önünde açıkça dile getirdi. Kıvrıkoğlu, “CTP kurultayında İstiklal Marşı’nı neden okumadınız? Siz, şehitlerin anısına saygı duruşu bile yapmadınız. Bununla da yetinmeyip kurultayı Şehitler Günü’ne denk getirdiniz” sözleriyle Soyer’e çıkıştı. Komutanın sert tepkisi karşısında şaşkınlığa uğrayan Soyer, “Türklüğümüzden kuşkunuz mu var” deyince Kıvrıkoğlu Soyer’e, “Madem öyle kanıtlayın o zaman” dedi. Kıvrıkoğlu ve Başbakan Soyer arasındaki kriz muhalefetin de tepkisine neden oldu. Ulusal Birlik Partisi Genel Başkanı Tahsin Ertuğruloğlu “CTP Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin mi yoksa sözde Kıbrıs Cumhuriyeti’ nin mi partisi” diye sordu ve “Eğer KKTC’nin partisiyseniz neden İstiklâl Marşı okumadığınızı izah etmek zorundasınız” sözleriyle Soyer’i eleştirdi.
Ana muhalefetteki Ulusal Birlik Partisi (UBP) Genel Başkanı Tahsin Ertuğruloğlu, ‘tokalaşma krizi’yle ilgili olarak, “CTP’nin böylesi bir yanlış hareketine komutanın tepkisi gayet doğal” dedi.” (5)
Dikkat edin lütfen ! CTP’ nin, belki de ülkemizde halkımızca hiç bilinmeyen ve dahi tahmin edilmeyen gerçek yüzü bu...Türkiye de mevcut ve mer’i iktidarın KKTC’deki partneri, milli kahraman Dr. Rauf Denktaş’ı harcama, silme ve yok etme bahasına iktidara taşıdığı ve başkanını önce Başbakan, sonra da Cumhurbaşkanı yaptığı sözde siyasi teşekkül bu.
CTP iktidar olduktan sonra KKTC üzerinde GKRC tahakkümü başladı. Hem de ne tahakküm. Köy ve mahalle isimlerinden sokak isimlerine kadar bütün isimler Rumca’ya iblâğ olunmaya (dönüştürülmeye ve değiştirilmeye) başlandı. Diğer tarafta da Rumlar başta anıtlar, türbeler, hanlar, hamamlar ve eski Türk evleri olmak üzere bin yıllık Türk izlerini silmeye başladılar. KKTC’deki Rum malları Louizidiu davasından itibaren tek tek iadeye başlandı. Oysa, diğer tarafta bulunan Türk malları müsadere edildi. Bu taraftaki kiliselerde ayinler yapılır iken, karşı tarafta camiler yıktırıldı. Var olanlarda ezan okunmasına müsaade edilmedi.
 Kuzeyde Rumlar cirit atar ve sözde bazı Türk dernek ve sivil toplum kuruluşları ile müşterek “tek vatan” senaryoları düzerken; Güneye CTP’liler, Karen Fogg çocukları ve Soros köpekleri dışında kimse geçemedi. AİHM Türkler tarafından açılan mülkiyet davalarını askıya aldı. Müruru zamana bıraktı. İngiltere de kazanılan bir dava hariç AB kanallarından sonuç almak mümkün olmadı. İzolasyonlar kalkmadı. Ticaret kanalları açılmadı. CTP’nin elinde KKTC cumhuriyeti çok ilkesiz ve onursuz durumlara düşürüldü. Bu mı tek vatan ?..  
Şimdi soruyorum. Ana vatandaki bölücü DTP’den CTP’nin farkı ne ?
Birinin kongresinde İstiklâl Marşı çalınmıyor, yunan şarkıları çalınıyor. Diğerinde de aynı küstahlık. Dahası, orada yunan şarkıları çalınırken bu tarafta Ermeni şarkıları. Her ikisinde de Türk imajı,vatanseverlik, milli duygu, Türkiye Cumhuriyeti ile iftihar diye bir kaygı yok. Kıbrıs’taki iktidar. Bir de Cumhurbaşkanı var. Buradaki de aynı yolun heves ve ihtirasında. (Allah muhafaza)
Gerçekten okuyan ve diziyi dikkatle takip eden değerli okuyucularıma sesleniyorum.
 Bütün bunlar dahili bedhahlar (içerdeki gizli düşmanlar) tarafından sinsice sergilenen ve büyük bir sabır ve dikkatle tezgâhlanan menfur bir oyun. Konuyla özel ilgisi bakımından burada çok özgün bir örnek daha vermek istiyorum.Bu örnek; Bize (Türkiye’ye ve KKTC’ne) sürekli insan hakları, ana dil, kök değerler ve antropolojik (etnik) ayrım ve koruma öneren AB’nin kendi topraklarında yaşayan Türkler için “aynı hususlarla ilgili olarak” ne düşündüğü ve ne yapmaya çalıştığına ilişkin çok özgün bir örnek. Bakınız. Olay, haber aynen şöyle: 
EN IYI UYUM ASIMILASYON!
Alman Federal İçişleri Komisyonu Üyesi Kristina Kohler, "Asimile olmadan uyum olmaz” dedi.  ANKARA' da Diyanet İşleri Başkanlığı ve Konrad Adenauer Vakfı'nın ortaklaşa yürüttüğü imamların eğitim programı çerçevesinde düzenlenen "Almanya'da İslam ve Uyum" adlı panelde konuşan Hıristiyan Demokrat Birliği CDU Federal Meclis milletvekili ve İçişleri Komisyonu Üyesi Kristina Kohler, tıpkı Federal İçişleri eski Bakanı Otto Schily gibi en iyi uyumun asimilasyon olduğunu söyledi.
Temel hak ve özgürlükler: Konrad Adenauer Vakfı'nda Bülent Arslan'ın yönettiği ve Diyanet İşleri Başkanlığı Görevlisi Hasan Karaca'nın da konuşmacı olarak katıldığı panelde konuşan Kohler, imamların eğitilmesinin önemini vurgularken, imamların uyumda önemli rol oynadıklarını söyledi.
Kohler, "Asimle olmadan uyum gerçekleşmez. Temel hak ve özgürlükler ile kadın erkek eşitliği söz konusu olunca asimilasyon öne çıkar. Bu tür konularda uyumdan değil asimilasyondan söz etmeliyiz. Çünkü anayasada belirlenen temel hak ve özgürlüklerden taviz veremeyiz. Bu konuda uzlaşma olmaz. Fakat insanların Ramazanını kutlamasına ve oruç tutmasına da karışamayız. Önemli olan hangi düzeyde uyum, hangi konularda da asimilasyon olunmalı. Bunu tartışmalıyız" dedi.
Müslümanlara yönelik önyargılar var. Almanya'da göçmen olgusunun geç kabul edildiğini de itiraf eden Kohler, partisinin yıllarca Türklere geri dönecekler gözü ile baktığını da söyledi. Kohler, "Benim mensubu olduğum parti de dahil olmak üzere göçmenler ihmal edildi. Gerekli önlemler alınmadı. Fakat son zamanlarda yapılan çalışmalarla da epey yol alındı. Şunu da söylemem lâzım halâ Almanlar arasında Müslümanlara yönelik önyargılar da var" dedi.
Diyanet görevlisi Hasan Karaca, ise Almanya'nın bireylere yönelik önlemler alacagına çağdaş Ülkeler gibi yapısal değişikliklere gitmesi gerektiğini belirtti. Karaca ayrıca kişilerin topluma girmesini engellemek yerine onların kazanılması ve anlatılması gerektiğini de kaydetti.” (5)
Bu, Türkiye’nin başkenti Ankara da yapılan bir konferans. Yorum size ait. ANCAK;“Batının Türk Fobisi” başlıklı yazımızı okuyanlar mutlaka hatırlayacaklardır. Yukarda “haber” olarak verilen olay, oradaki iddialarımızı bire bir ispatlar niteliktedir. Yani batı, iki yüzlüdür. İhtiras derecesinde bencil, haris ve çıkarcıdır. Menfaatperesttir. Kan emici, vampir ve sömürgendir. Bu tanımın güncel versiyonu “küresel emperyalizm” olup; AB’nin akıl hocalığı ve önderliğinde hareket eden ve faaliyet gösteren bütün unsurlar aynı amaç ve ideali paylaşırlar. İlke, uyum ve metodoloji olarak, hedef ülkelerde uzun soluklu  ve kendine özgü insanlık dışı bir psikolojik savaş biçiminde uygulanır. Plân, proje ve strateji gereği önce Talât gibi sol tandanslı, dinsiz-imansız, haymatlos eğilimli siyaset simsarları, yerine göre “uygun” sadece paraya tapan ‘yârsanist’ din tüccarları bulunur. Bulunan pasif süjeler bu bağlamda aktive edilerek faaliyete geçirilir.
Bu bir dahili (içerden vaki) muhasara (işgal) dir. İşte, anavatan Türkiye ve yavru vatan Kıbrıs (KKTC) şu an bu muhasaraya maruz öz be Türk topraklarıdır. Bu süreçte Türkiye de neler yapıldığı az çok bilinmektedir. Amma, yavru vatan KKTC’de yapılanlar gerçekten çok ağır ve vahimdir. CTP’nin iktidar olduğu tarihten itibaren yapılan tahribat akıllara durgunluk verecek boyutlarda olup, hangi yönden bakarsanız bakın “vatana ihanet” suçunu teşkil eder. Fakat, hain bir kerre iktidar olmuş ve gücü eline geçirmiş bulunmaktadır.
Yukarda dikkatinize arz ettiğim haber, başta Türkiye olmak üzere; Şimdi, hemen bu gün KKTC’nin maruz kaldığı açık tehdit ve tehlikenin boyutlarını ortaya koymaktadır. Kefere ne diyor:
“EN İYİ UYUM ASİMİLÂSYON”
Yani; Kimliksizleştirmek. Kişiliksizleştirmek. Milliyetinden, insaniyetinden, dininden, inancından ve milli kültüründen arındırmak. Önce mankurtlaştırmak, değerlerini, adet, örf ve geleneklerini izole etmek. Milli duygularını önce bastırıp, bir sonraki nesilde bütünüyle yok etmek. Almanlaştırmak. Macarlaştırmak. Fransızlaştırmak. Batı Trakya da Yunanlaştırmak ve nihayet Kıbrıs ta RUMLAŞTIRMAK. Önce CTP’lileştirmek, sonra insanlıktan soyutlamak.
Türkiye’de ise: Türk’ü kültür şoku ve psikolojik savaşla paralize etmek. Onursuz ve duygusuz kılmak. Milli, ilmi, manevi ve kültürel değerlerinden arındırmak. Kimlik, kişilik, din, iman ve ahlâktan yoksun pasif süjelere dönüştürmek. Paraya tapan pi mahluklar haline getirmek ve sonra da pek alışık oldukları ve halen uyguladıkları sömürüyü yoğunlaştırmak.
Bir kısım toplulukları ise; Sırf bu süreci hızlandırmak amacıyla farklı bir millet, ırk ve azınlık olduklarına inandırmak. Başlattıkları bölme ve parçalama sürecinde adeta bir mal gibi kullanmak. Tek dişi kalmış ve tefessüh etmiş AB ve ABD’nin amacı bu. Görmemek için illâ kör olmak gerekmez. Bu filmi daha önce de görmedik mi ? Bakınız size bir facia daha. 
Şimdi çok yeni ve güncel bir örnek vermek istiyorum. Buyrun, inceleyelim :
SEN UYU TÜRKİYE
KKTC’de tarih kitapları AB’nin isteği üzerine değiştirildi. Neden değiştirildi?
Çünkü, eski kitaplar Türkiye’den, Türk’ten ve Türklükten bahsetmekteydi. Kıbrıs’ın yakın tarihinde Rumların uygulamak için harekete geçtiği Türk soykırımından, Kıbrıs barış Harekâtından, Atatürk’ten, Türkiye tarihinden söz etmekteydi, KKTC’de okutulan eski tarih kitapları. Kitapların bütün masraflarını karşılayan AB, yeni baskıların KKTC’deki okullara dağıtımını sağladı.
Yeni tarih kitaplarında Atatürk yok. Kıbrıs Barış Harekâtı yok. Rumların Türklere yaptığı zulüm ve cinayetlerden eser yok. Bu kitapta, Rauf Denktaş ve Dr. Fazıl Küçük’ün verdikleri mücadeleden vazgeçtik, isimleri bile yok…Haritalarından Türkçe isimler silinmiş. Yerlerine Rumca isimler eklenmiş…Mesela, yeni tarih kitaplarındaki Anadolu haritasında Anadolu’nun adı “İyonya” İstanbul’un adı ise “Konstantinopolis’’ olarak yazılı…
KKTC’deki yerleşim alanları papaz resimleri ve bölgede bulunan kilise adlarıyla isimlendirilmiş durumda. KKTC topraklarının adı da Rumca. Tarihin üzerine sünger çeken Yunanistan, üyesi olduğu AB kanalıyla ve kendi istekleri doğrultusunda, Kıbrıs’ın Yunanistan’a ait olduğu tezlerini savunan, öğreten ve aşılayan bir tarih kitabını Kıbrıs Türklerinin çocuklarına okutmaya başladı.
Öyle ki, bu tarih kitabına göre Kıbrıs’ın Türkiye ile hiçbir ilgisi, alâkası ve bağı yok. Kıbrıs’ta Türk de yok….
Var mı acaba?
Varsa neden sesleri çıkmıyor ki…?
Kıbrıs Rum kesimi ada çevresinde petrol araştırmaları yapılması için uluslararası ihaleler düzenlediğinde Türkiye ve AKP iktidarı uyuyor muydu? Neden zamanında gerekeni yapmadılar da ihaleler yapıldıktan ve ada çevresinde Mısır’la Lübnan’a arama izni verildikten sonra tepki vermeye başladılar?
Bu duruma Anadolu diliyle ‘’Yumurta kıça dayandıktan sonra gıdaklama’’ denir.
Tarih kitapları konusunda ise hükümetten şimdilik tık yok. İnsanın aklına ‘’Acaba tarih kitapları AKP iktidarıyla önceden onay alınarak mı, değiştirildi?’’ sorusu takılmakta.
AB, KKTC’ni kültür asimilasyonuna tabi tutmaya başladı. Önce Kıbrıs Türklerinin tarih bilgileri ile genel kültürleri Rumlaştırılıyor.
KKTC’nin gelecek nesli kendilerinin Rum olduklarını öğrenerek yetişecekler. On beş yıl sonrasının Türk çocuklarına sorduğunuzda Türklerin Anadolu’yu haksız yere işgal ettiklerini, çekilip geldikleri yere gitmeleri gerektiğini söyleyecekleri son derece doğal.
Çünkü, verilen eğitim ve öğretim bu hedefe yönelik.
Zaten, halihazırda yapılan yanlışlar, KKTC’ne taşınan enflasyon ve hatalı ekonomik modellerle, ilgisizlik Türkiye aleyhinde bir Kıbrıs Türkü doğurmuştur.
Peki, biz Kıbrıs Barış Harekâtını ne için yapmıştık?
Ne için yaptığımızı hükümet bilmiyor(!) ama halkımız çok iyi bilmekte…!
Ülkemizde Türk üst kimliğini inkâr ederek, Türkiyeli kimliğini savunan…
Kerkük’ün adını anmaktan sakınan.
AB’nin Türkiye büyükelçisi gibi davranan ve tam bir teslimiyet sergileyen.
Avustralya’daki bir radyo kanalına verdiği demeçte bebek katili ve ihanetler lideri Apo’yu ‘’Sayın’’lar listesine ekleyen.
‘’Türkiye’de Kürt sorunu vardır’’ diyerek PKK’yı cesaretlendiren. Başbakanlığı döneminde Leyla Zana ve arkadaşlarının serbest kalmasını sağlayan…
Türk tarihine ve Türklüğe hakareti marifet sayan Orhan Yamuk, pardon Pamuk, Elif şafak, Hrant Dink ve benzerlerinin mahkemelerini AB’ne havale eden.
Ülke içinde bölücülerin çığırtkanlıklarına, dışından Barzani’nin havlamalarına, Doğu ve Güneydoğu’nun Barzani nüfuzuna girmesine, Diyarbakır’da devlete kafa tutan hainlere ceza verilmemesine sesini çıkarmayan…
“Askerlik yan gelip yatma yeri değildir’’ diyen.
Şehitlerimizden ‘’Kelle’’ olarak söz eden bir Başbakanın yönetimindeki hükümetten ne beklenir?
Kerkük ve Kıbrıs’ı savunması mı?
Geç kardeşim geç…” (7)
İşte bu tam bir facia. Kararı kabul edenlerin ve uygulattıranların Allah belâsını versin. Alçaklık ve namussuzluğun bu kadarı olmaz. Rum, (Yunan) dünyanın en yalancı, adi, kahpe, alçak ve kancık, ahlâksız milletidir. Bu kararı alan soysuzlar Rum tarafında ve Yunanistan da okutulan kitaplara bir baktılar mı ki ! İsmi lâzım değil, bir yazarın dediği gibi Yunanistan ve GKRC’de Türkler aleyhine öyle bir iftira, yalan ve furya var ki; “Köpekler dahi Türk tarafına dönerek düşmanca havlarlar”.O iğrenç Yunan ki, Anadolu’dan ‘anavatan iyonya, İstanbul’dan ısrarla konstantinopolis diye bahsetmiyor mu. 1918-1923 arasında yüz binlerce Türk’ü Anadolu da kahpece katleden ve Kıbrıs’ta her türlü vahşet ve jenosit’i uygulayan kim ? 
Vakıa bu. Hissiyat böyle. Böylece, aziz ve sevgili dostumuz Mehmet Nacar’ı da konuk etmiş olduk. Ancak, Yunanistan’ın izinden tam bir sadakatle yürüyen, Yunan milli marşını ilgili, ilgisiz her etkinliğinde mutlaka bağıra-bağıra söyleyen Güney Kıbrıs, tıpkı Yunanistan’ ın kuruluş süreci gibi (kendilerince Türk bedhahların) bize göre ‘ihanet şebekelerinin’ yardımı sâyesinde emin adımlarla ilerlemekte.
Kimin yardımı ile ? Tıpkı Kuzey Irak gibi. Hani şu vakti zamanında para ve pasaport verdiğimiz, kendi ellerimizle (çevik güç) koruyup kolladığımız hainler. Tarih akılsız, bilgisiz ve beceriksiz kişilerin yönetiminde tekerrür eder.
Şimdi son bir paylaşım daha... Bu da ibret için.
Amerika ve İngiltere kendi isteklerini bütün dünya ülkelerine kabul ettirmek için uyguladığı bir sistemde silahlı diplomasidir. Bu  diplomasi türünde operasyon gizli yapılır kapalı pazarlık ile devam eder. Bizdeki Eşref Bitlis Paşanın  ve öne çıkan Atatürkçülerin katledilmesinde olduğu gibi. Veya daha bilinen bir olaydan örnek verirsek; 12 Eylül öncesi Amerika hem sağa hem de sola  silah verdi. (her iki tarafın baronu da birdi ABD) Sonrada Amerika’ya bağlı bizim oğlanlar işi bitirdi. Bu da silahlı diplomasi idi.
Biliyoruz ve İran Internet sitelerinden de okuyoruz ki, uzun zamandan beri İngiliz savaş gemileri İran’ın ticaret ve petrol gemilerini denetim altında tutmaktadır. Yani sizin anlayacağınız, 14. ve 15. yüz yıllarında İspanyol ve Portekizli korsanların Akdeniz’de yaptığı “korsanlığı” şimdilerde emperyalizmin gemileri yapmaktadır. Bunu kimi zaman Birleşmiş Milletler kararı ile  kimi zaman da hiç karar olmaksızın yapmaktadır.
İran Karasularında askeri diplomasi yapan İngiltere bu kez çok sert kayaya çarptı. Yani Ahmedinecat Amerika ve İngiltere’ye “siz buraların efendisi değilsiniz” diyor.
15 İngiliz askeri için Tahran’ın diplomasi  şu ana kadar başarılıdır. Sonunda 15 askeri teslim de edebilir. Bu hiç de önemli değil. Önce kadın askeri vereceğim demesi, arkasından İngiltere’nin beceriksiz  manevraları, İran’ın elini kolaylaştırdı. Dünya kamuoyunu kolayca ikna etmesi v.s. Kadın askerin başındaki örtü de çok anlamlı idi. İki mesaj birden verdi. Birincisi İran’da İran kuralları geçer. İkincisi “ey Amerika’ya biat eden Arap yöneticileri aklınızı başınıza alın.”Yani onları kendi halkları nezdinde küçük düşürdü. Buna bir başkasını ilave edebiliriz. İslam aleminin lideri İran’dır. demek istedi.
Bu bizim liberal laikçiler (gerçek laikler değil) konuyu kadın hakları bakımından yorumlayarak emperyalizme karşı mücadeleyi gölgelemek istediler. Evet İran laik olsa iyi olur ama mesele şimdi o değil ki. Şu anda mesele onların laik olup olamadığı değil. Emperyalizme karşı koyup koymadıkları önemlidir. Buna benzer bir olay 4 Temmuz 2004’de  Türkiye’nin başına geldi. 11 askerimizin başına çuval geçirildi. Bizim hükümetin başı bir nota bile vermedi. Müzik notası falan dedi. Burada Amerika’ya bağımlı bir davranış ile  bağımsız bir davranışı mukayese etmek mümkün. Bizim ki Amerika ile savaşacağına dönmüş kendi ordusu ile savaşıyor. O ordu ki, ülkesinin bütünlüğünü ve laikliğini savunuyor. Büyükanıt “Kuzey Irak yöneticileri ile neyi görüşeceğim” demişti. Beyefendi yemedi içmedi Talabani ile görüştü, öpüştü. Bir masaya oturup Talabani ile Amerikan planlarını konuştu. Yani Türk Ordusu ile savaşa devam etti. Biri İngiliz ordusu ile savaşıyor. Öteki kendi ordusu ile savaşıyor. Benim hesabıma göre bir Ahmedinecat bin Tayyip eder.” (8)
Hani bir ata sözümüz vardır; “Anlayana sivrisinek saz, anlayamayana davul zurna az” ve “Keser döner sap döner, gün gelir hesap döner” diye. Hani, daha önceki yazılarımızda altını çizerek açıklamış ve Atatürk’ün bu güne kadar bilinmeyen, bildirilmeyen ve belki de özellikle halktan gizlenen bir vecizesini ilân etmiştik. Neydi o: “Türk Demek: Türk’çe Düşünmek, Türk’çe Konuşmak ve Türk’çe Yaşamaktır. NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE” Vecizenin aslı, tamamı ve orijinali budur. Ayrıca, kim ne derse desin, “Dünya ve uzay Türklüğünün Kıblesi Kâbe; Kalbi, Beyni ve Hamisi Türkiye” dir. Türk geleneğinde “Devletin Malı Deniz; Hırsızlık ve Yolsuzluk Yapanlar Domuzdur” Türk domuzlarla dans etmez. AB bir domuz ürünüdür. Bizi bozar. AB bize haramdır.
Bu dizide KKTC gerçeği bütün çıplaklığı ile anlatıldı. Örneklerle dile getirildi. Çok değerli yazar ve araştırmacıların görüş ve düşüncelerine, mukayeseli değerlendirmelerine yer verildi. Konuyu daha açık bir şekilde irdelemek isteyenler 25 Mart 2007 Pazar günü Hürriyet gazetesinde yayınlanan Cüneyt Ülsever’in “KKTC’de Yaşanan Türklük Kriziyle İlgili Bilgi Notu” na da bakabilirler. 
 
1. Emete Gözügelli (Ayşe Kocatürk) KKTC, 30.Mart.2007 / 2. Tanju Müezzinoğlu, (KKTC) 29.Mart.2003 Güneş ve Volkan gazeteleri. / 3. Mareşâl Gazi Mustafa Kemâl ATATÜRK / 4. Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ, ASAM-22.03.2007 / 5. Emete GÖZÜGÜZELLİ (Ayşe Kocatürk) 21.03.2007 / 6. (haber, TUKISH FORUM / Mustafa Nevruz SINACI, 29.03.2007) / 7. Mehmet NACAR, Afyonkocatepehaber, Yahoogroups, 02.03.2007 / 8. Bülent ESİNOĞLU, KMH, 30.Mart.2007, bulentesinoglu@gmail.com
 
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 91

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

NİSYAN İLE MALÛL OLMAYINIZ..

 
            Kendisine, dünyada en pahalı akaryakıt, doğalgaz, su, elektrik, internet ve telefonu” bizim kullandığımız hatırlatılan sorumsuz ve umursuz bir bakan: “Doğru değil, bazı Avrupa ülkelerinde benzinle doğalgaz bizden pahalı” demek yüzsüzlüğünü gösteriyor.. (Gazeteler)     
            Oysa AB’ye son katılan bir iki doğu blok’u mağduru hariç, diğer Avrupa ülkelerinin tamamında milli gelir, reel kazanç, çalışan ve emekli maaşları ile asgari ücretler bizden kat be kat yüksek!.. Bunu bilmeyecek kadar cahil ya da bilerek böyle konuşabilecek kadar küstah bir kişinin bakan yapılması ne kadar utanç verici!
İbret için önce şu rakamlara bir bakın; 31 Aralık 2012 tarihi itibarıyla Türkiye’de: 
            9.850.000 Emekli, 3.111.660 Memur, 13.430.000 Sigortalı işçi, 5.000.000 Sigortalı Asgari ücretli bulunuyor. Sigortasız çalışan kayıt ve kapsam dışı işçi sayısı ise: 10.000.000 kişi. Yani toplam: 41.391.660 kişiden ibaret “sabit gelirli” yurttaşımız var. Yüzde 98’i dar ve sabit gelirli 76 milyon civarındaki nüfusumuzun minimum 25 milyonu “Açlık” (985 TL/ay); Bunun en az iki katı da (50 milyon) “Yoksulluk” (3.206.48 TL/ay) sınırının altındadır.     
Öyle ki; 7’den 70’e her yaştan yaklaşık 75 milyon insanın hayatını biçimlendiren ve doğrudan yaşam şartlarını belirleyen maaş/ücret; vergi ve harç artışları, hükümet tarafından saptanan yıllık enflâsyon rakamları esas alınarak yapılır. Normalde adalet, ahlâk, hakkaniyet, eşitlik ve hukuk gereği “seyyanen” yapılması lâzımken; ısrarla insanlık, hak, adalet, eşitlik ve insanlık dışı yüzdeli sistem uygulanarak; Az maaşı olana az, çok maaş alana çok zam yapılır.. 
Fakat “çok tuhaf, garip ve insanlık dışıdır” ki zorunlu temel ihtiyaç, hayati kullanım, toplu taşım, ulaşım, gıda ve zorunlu ihtiyaç maddelerine zam yapılırken; İnsani, zımni hukuk, adalet ahlâkı ile “maaş, vergi, harç ve ücret” artış usulüne paralel bir uygulama zorunlu iken; Her ne hikmetse.; Bütün insani, hukuki ve ahlâki değerler çiğnenerek tam tersi bir uygulama yapılmaktadır. Bu müthiş bir yolsuzluk, insanlık düşmanlığı ve yoksulluk nedenidir.
Şöyle ki: 2012 yılı enflâsyonu:
TÜFE’de: % 6.16., ÜFE’de: % 2.45 olarak tayin ve tespit edilmiştir.
Ayrıca: (Türk-İş) 2012 yılı Aralık sonu itibarıyla:
Açlık Sınırı: 985.00 TL., Yoksulluk Sınırı    3.206.48 TL 
Asgari Ücret: % 5.32 artışla 773.88 TL net…
2012 Yılı “İthalât” ve “İhracat” durumu:
İthalât:  238 Milyar Dolar., İhracat: 152 Milyar Dolar
İhracatın ithalâtı karşılama oranı: % 63.8 (kritik sınır)
Dış ticaret açığı: % 36.2                                 
İŞTE 2012 KÂBUSU VE AKP’NİN ADALETİ!..
Doğalgaz: Yılda 46 Milyar m3 ithal ediliyor. Maliyeti 8 miyar TL. Millete 55 milyar TL’ye satılıyor.(ithalâta ödenen paranın 6 katı vatandaştan kâr olarak alıyor) Devletin sadece DOĞALGAZ yoluyla vatandaşından aldığı kâr  47 milyar TL.
Petrol: Yılda 34 milyon ton ithal ediliyor. Maliyeti 17 milyar TL. Millete 93 milyar liraya satılıyor.(ithalâta ödenen paranın 4.5 katı vatandaştan kâr olarak alıyor) Böylece, 17 milyar liraya mal edilen petrolü vatandaşa 93 milyardan satarak 76 milyar lira kâr ediliyor.
            Elektrik: Yerli malı, üretilen enerji miktarı 200 milyar kw saat/yıl. Maliyeti 17 milyar lira. Halka, maliyetinin 3.5 katı, yani 76 milyar liraya satılıyor. 17 Milyara mal edilen elektrik vatandaşa 76 milyar TL’ye satılarak, halka 59 milyar TL fahiş kâr özel sektörle paylaşılıyor..
            Sadece bu 3 kalemde (d.gaz/petrol/elektrik) hükümet (AKP)’in vatandaştan maliyet dışı kâr olarak aldığı miktar (47+76+59=182 milyar lira) Maliyet: 42., Satış: 182 Milyar..
Buzdağının görünen yüzü bu, altı tam batak, hattâ lânetli dense yeridir.
Dahası: Rakamları istediği kalıba sokan, milletin gözüne baka-baka doğruları çarpıtan, utanmadan-sıkılmadan kul hakkı yiyebilen, üstüne üstlük bunca çarpıtmadan sonra namazını kılıp, Allah’ı da aldattığını sanan böyle organize bir ekibi mumla arasanız yine bulamazsınız.
Kaht-ı ricâl (adam kıtlığı) sorunu
90 yıllık Türkiye Cumhuriyeti tarihinde Atatürk ve Menderes’ten başka lider yok.
ÇÜNKÜ; LİDER DEDİĞİN:
“Sorumluluk almayı bilmeli. Mesuliyet yükü her şeyden, ölümden de ağırdır.” 
            “Ben diktatör değilim. Benim kuvvetim olduğunu söylüyorlar. Evet, bu doğrudur. Benim isteyip de yapamayacağım bir şey yoktur. Çünkü ben zoraki ve insafsızca hareket etmesini bilmem. Ben kalpleri kırarak değil kazanarak hükmetmek isterim.”
“Her kim olursa olsun insanlara değer vermeli ve mütevazı olmalıdır... Millete efendilik yoktur. Ona hizmet etmek vardır. Bu millete hizmet eden onun efendisi olur. Bu ulusu ben değil içimizdeki ruh, damarımızdaki kan kurtarmıştır.”
“Önde yürüyen değil, yol gösteren olmalıdır. Sizler, yani yeni Türkiye'nin genç evlatları! Yorulsanız dahi beni takip edeceksiniz. Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler, asla ve asla yorulmazlar. Türk Gençliği gayeye, bizim yüksek idealimize durmadan, yorulmadan yürüyecektir.”
“Yeri geldi mi sıradan bir asker Yeri geldi mi Başkomutan olmalıdır... Memleketin ellide biri değil, her tarafı tahrip edilse, her tarafı ateşler içinde bırakılsa, biz bu toprakların üstünde bir tepeye çıkacağız ve oradan savunma ile meşgul olacağız.”
“Fedakâr olmalıdır. Ben icap ettiği zaman en büyük hediyem olmak üzere, Türk Milletine canımı vereceğim., Ayrıca, ilkelerine ve sözlerine bağlı olmalıdır. Ben toprak büyütme meraklısı değilim. Barış bozma alışkanlığım yoktur. Ancak sözleşmeye dayanan hakkimizin isteyicisiyim. Onu almazsam edemem. Büyük meclisin kürsüsünden milletime söz verdim. Hatay'ı alacağım. Milletim benim dediğime inanır. Sözümü yerine getirmezsem milletimin huzuruna çıkamam. Yerimde kalamam. Ben şimdiye kadar yenilmedim, yenilmem. Yenilirsem bir dakika dahi yaşayamam.”
“Güvenilir ve samimi olmalıdır. Kalbinde ne varsa dilinden de o dökülmelidir. Ben düşündüklerimi, sevdiklerime olduğu gibi söylerim. Aynı zamanda lüzumlu olmayan bir sözü kalbimde taşımak iktidarında olmayan bir adamım. Çünkü ben bir halk adamıyım. Ben düşündüklerimi daima halkın huzurunda söylemeliyim. Yanlışım varsa, halk beni tekzip eder. Fakat şimdiye kadar bu açık konuşmada halkın beni tekzip ettiğini görmedim.”
“Astlarına ve dostlarına sonuna kadar güvenmeli. Benim için ordumuzun kıymetini ifadede ölçü şudur: Türk ordusunun bir kıtası muadilinin behemehal mağlup eder, iki mislini durdurur ve tespit eder., Hedefleri gibi Zafer zafer benimdir diyebilenin, muvaffakiyet, muvaffak olacağım diye başlayanın ve muvaffak oldum diyebilenindir.”
“Kavgaları gibi yorulmadan beni takip edeceğinizi söylüyorsunuz. Benim sizden istediğim şey, yorulmamak değil, yorulduğunuz zaman da, durmadan yürümek, yorulduğunuz dakikada da dinlenmeden beni takip etmektir., Sevdaları gibi Biz hayat ve istiklal isteyen bir milletiz. Ve yalnız ve ancak bunun için hayatimizi yok etmeyi göze alırız.”
“Büyüklük odur ki! Kimseye iltifat etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın. Memleket için gerçek ülkü ne ise onu görecek ve o hedefe yürüyeceksin. Herkes senin aleyhinde bulunacaktır, seni yoldan çevirmeye çalışacaktır. İşte sen burada direneceksin. Önünde sonsuz engeller yığılacaktır. Kendini büyük değil, küçük, araçsız hiç telakki edecek, kimseden yardım gelmeyeceğine inanarak bu engelleri asacak, ondan sonra sana büyüksün derlerse bunu diyenlere güleceksin.”
“Beni görmek demek; İlle de yüzümü görmek değildir.
Benim düşüncelerimi, benim duygularımı anlıyorsanız bu yeter…”
Lider dediğin:
Gazi Mareşal (Prof. Dr.) "Mustafa Kemal Ata-Türk" gibi;
Oldu mu VATAN;
Öldü mü EFSANE olmalı...
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

  92

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

OBJEKTİF VE REEL ANLAMDA; KUVVETLER VE DENGELER

 
            Demokrasi rejiminin teminatı ve meşruiyetin temel şartı kuvvetler ayrılığıdır.
            Genel politik bilimler ve geleneksel Türk idare sisteminde öne çıkan “medeni siyaset” kuramında kuvvetler: 1. Yasama (meclis/şura), 2. Yürütme (icra/hükümet), 3. Yargı (adalet cihazı, hâkim ve savcılar), 4. Medya (yazılı/görsel/işitsel ve dijital), 5. Sivil Toplum (örgütlü kuruluşlar ve bireysel sorumluluk bağlamında yurttaşlar)  
            Tek başına “izafi bir kavram” olmaktan öte bir anlam ifade etmeyen devlet kavramı, bu uzuvlar vasıtasıyla vücut bulur, kurumlaşır ve şekillenir. Başta İsrail, ABD, çoğu AB ve bazı Arap ülkeleri gibi “çete devletleri” hariç olmak üzere; Vatandaşlar tarafından ‘insan için” kurulan, akil/ehil/erdemli, onurlu ve sorumlu insanlar tarafından yönetilen devletlerin olmazsa olmaz şartı, kesin kes kuvvetler ayrılığıdır.    
            Kuvvetler ayrılığı: Eğer ki, her bir erk/kuvvet kendi işini kendisi yapabilecek güce ve özgürlüğe sahip ise vardır. Aksi takdirde, böyle bir ilkenin varlığından bahsetmek siyasi etik dışı, düpedüz yalancılık, sahtekârlık ve mürailiktir. Olayı Türkiye özeline indirgediğimizde görüleceği üzere: Bu durumda, TBMM üzerinde sıkı bir parti kontrolüne gerek kalmayacağı gibi, “demokrasinin vazgeçilmez unsuru” siyasi partileri âdi birer şirket, sömürü aracı olarak kullanan ‘lider bozuntusu” keneler zuhur etmeyecektir. HSYK’da adalet bakanı ve müsteşarı bulunmadığı halde hükümetler, yargı darbesi yemeyeceklerinden emin olabileceklerdir. Dolayısıyla, halkın “sosyal sözleşmeler” (anayasa, yasa, yönetmelik vs) gereği vücuda getirdiği örgütün ‘hukuk devleti’ olarak varlık, meşruiyet, güç ve ağırlığını sürdürebilmesinin olmazsa olmaz koşulu;, Objektif, eşit-adil hak, nevi-i şahsına münhasır özel hukuk ve orijinal esaslara göre kaim sağlam bir mevzuatın varlığı, yasalar karşısında yekdiğerine nazaran eşit ağırlık ve devamlılığın teminatıdır.
Bu durumda: (kuvvetler ayrılığı ilkesinin hâkim ve hükümferma olması halinde) 
1. Yasama (Meclis/Şura); Namuslu, dürüst, onurlu ve sorumlu; vicdanı hür, irfanı hür yurttaşlardan terekküp ve teşekkül edebilir.
2. Yürütme; Hükmünü hikmetle yürütür, kul hakkını korur, hukukun üstünlüğünü hâkim kılar, ülkeye zenginlik, refah, barış ve mutluluk getirir, adalet ahlâkının banisi olabilir. 
3. Yargı; Kolluk kuvvetlerinden hapishanelere kadar bilcümle sathı vatanda, her türlü hâl ve ahvalde hak/hukuk, adalet ve dürüstlükle kaim huzur, emniyet ve güven iklimi hâkim kılınır. Adalet özgür/tarafsız ve bağımsız biçimde tahakkuk eder, mülk’ün temeli olur.
Cumhurbaşkanı dâhil vekil, başbakan/bakan, genelkurmay başkanı, genel müdür, general ve memurlar “kanun önünde” eşit hale gelir. Vekillerinin ‘kürsü masuniyeti’ ile hâkim ve savcıların “resmi vazife masuniyeti” hariç; Mevcut ve mer-i insanlık, etik ve hukuk dışı, “dokunulmazlık” denilen insanlık düşmanlığı kisvesinden eser kalmaz.   
4. Medya: Bilumum tür, hitap/kapsama alanı, imkân ve kaynaklarıyla özgür, tarafsız ve bağımsız, şahsiyetli ve haysiyetli; Bütün Türk Milleti, bilim ve insanlık adına; halkın yanında yer almak dışında, kimseye “yandaş, yoldaş ve Candaş” olmayan;, Namuslu, dürüst, ilkeli, onurlu ve sorumlu unsurlar “beşinci kuvvet/MEDYA” bunun dışında kalan ve kula kul olan domuzlar ise sadece lânetli uşaklar ve halk düşmanlarıdırlar!...   
5. Sivil toplum/özgür birey ve her biri bir devlet olan vatandaş:  Gerçekte en önemli kuvvet/erk halk; Halk’a rağmen hüküm iddia, ifa ve icra etmeye kalkışmak gayrimeşru olmaktır. Burada meşruiyetin ilk şartı kesinlikle ve asla seçimle gelmek değil; Kuvvetler ayrılığı ilkesi bağlamında ‘hukuki tanım, konum ve duruma’ uygun olmaktır.
İşte Bu: Hiçbir çıkar, kazanç paylaşma ve gönüllülük dışında zorunlu aidat almaksızın faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşları ve bizatihi onurlu/sorumlu bireyin görevidir. Görev: başta yasama/yürütme/yargı/medya olmak üzere; Devleti denetleme, kamu vicdanı ve adalet kurumu yoluyla sorgulama, yargılama ve icabında hasep sormaktır.
Siyasi partiler, sendikalar, meslek odaları ve kooperatifler kesinlikle STK değildir.               
Kuvvetler Ayrılığı İlkesi ve Yargı Meşruiyeti
Yukarda açıklanan ve tanımlanan ilkeler her medeni devlette var olmak zorundadır.
            Aksi taktirde, demokrasi, adalet-hukuk ve kuvvetler ayrılığı bahis konusu olamaz!..
            Devlet içinde kuvvetler, birbirlerini denetlemek, kontrol ve takip etmek, dengelemek; aynı zamanda anayasa ve yasa karşısında eşit hak, yetki ve sorumluluğa sahip olmak zorunda ve durumundadır. Yasama, Yürütme ve Yargı terazide eşit ağırlığa sahip olmaz; Medya da yandaş, yoldaş ve Candaş unsurlardan oluşmak gibi, lânetli bir hale irca olursa; Ne cari sistem meşrudur ve nede, sistemin güncel banileri!..    
            Daha açık bir anlatımla: Demokrasilerde yargı bağımsızlığı, nevi şahsına münhasır özgürlük/özerklik ve tarafsızlığından bahsedebilmek için yargının diğer iki demokratik erkten yani yasama ve yürütmeye eşdeğer meşruiyete sahip bulunması gerekmektedir.
Yoksa bu günün "Anayasa Mahkemesi ana muhalefet mahkemesi olmuştur" biçimi art niyetli ve eleştirel söylemler ile anayasaya açıkça meydan okuma tarzındaki polemiklerinden daha güçlü ardıl yargı sorunları bir anda rejimin kökten sorgulanmasına neden olabilir.
Bu ve benzeri beyanlar, tahrik ve hezeyanlar alenen suç teşkil etmesine, ceza yasası ve anayasaya göre soruşturmayı mucip olmasına rağmen dava konusu yapılmaz, yapılamaz ise yargı büyük bir baskı ve töhmet altında demektir.  
Meşruiyet kaynakları demokrasilerde "halk desteği", millet iradesinin ‘namuslu, dürüst ve demokratik’ seçimlerle devlet idaresine gelme önkoşulu olmakla birlikte, insan hak ve özgürlükleri gibi evrensel temel hukuk kavramları bazen çoğunluğun desteği Olmaksızın da meşruiyetin vazgeçilmezi olmaktadır.
Nitekim Anayasaların ortaya çıkışı ile devletin karşısında bireyin, yerli azınlıkların, dezavantajlı grupların korunmasına yönelik liberal demokrasi akımları ile mümkün olabildiği gerçektir. Yargının meşruiyetinin güçlü olarak desteklenmesi ve bağımsızlaştırılması ilk defa ABD'de jürili mahkemelerin kurulması ve Anayasa Mahkemesinin ortaya çıkışı ile başlamış, bu sistematik kıta Avrupa'sında da giderek yaygınlaşmıştır.
Meşruiyet kaynaklarını kuramsal, pozitif hukuk kapsamı dışında örf, adet, din, gelenek ve görenek kuralları ile tabana yaymak yürütme ve yasamanın görece "halka yakınlık" kozunu elinden alabileceği düşünülür. Ancak demokratik seçenekleri, çoğulculuğu, kişi hak, hukuk ve özgürlüklerini tamamen veya kısmen yok etmeye yönelik kavram ve kurumlaşmaların yasama ve yürütmenin karşısına çıkabilecek daha güçlü meşruiyet kaynakları bulabilmek oldukça zordur. Hatta bazen Irak'ta olduğu gibi istenmeyen gelişmelere veya Cezayir'de yaşandığı gibi tamamen totaliter bir dışa kapanmaya ya da Filistin'de olduğu gibi ortada bırakılmaya neden olabilmektedir. Eskiden Türkiye'de "Adalet Mülkün Temelidir" veciz sözü geçerli idi. Her nedense bugünlerde aynı veciz söz "Adalet Devletin Temelidir" şeklinde değişivermiştir.
Herkese normal gelebilir ama işin aslını/felsefesini bilenlere göre bu faşist bir tuzaktır.
Hem de demokrasinin devletle bireyin sözleşmesine dayandığını savunan liberallere atılmış bir goldür. Çünkü devlet bireyin mülkünün emniyetini sağlamak görevini üslenmiştir. Halbuki adaletin devlet elinde bir silah olması devletin bu ikili anlaşmayı bireylerin mülküne ve bütün kişilik haklarına tecavüzünü mazur gösteren bir yaklaşımdır. Yani; adaletin mülkün temeli olduğu doğru, ama devletin temelinde tecavüz ve zorbalık varsa adalet yoktur.
Anayasal meşruiyetin tahkimi için batılı ülkeler (Almanya, Fransa, İtalya, Macaristan vb) Anayasa Mahkeme üyelerini meclisin nitelikli çoğunluğu (2/3 gibi) ile seçmekte, Çünkü Cumhurbaşkanı, başbakan gibi yüksek makamlarda bulunanları yargılayabilmek için böylesi bir güçlü desteğe ihtiyaç duyulmaktadır. Nitelikli çoğunluk mahkemenin elini güçlendirirken yürütmenin oldubittilere başvurmasını önlemekte ve caydırmaktadır.
Tabii ki, yorum yapacak birçok kanaat önderimiz olmasına rağmen bu hassas konulara pek de girilmemesi çok düşündürücüdür. Demek gerek iktidar, gerek muhalefet, tıpkı yandaş, yoldaş, Candaş medya gibi ‘yandaş yargı’ hesaplarını da bir türlü bırakamamaktadırlar.
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 93

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

ON İKİ ADA MESELESİ KIRK ASIRLIK TÜRK YURDU ANADOLU

 
              10 Şubat 1947 tarihinde “Ege’de bulunan On İki Adalar konusunda İtalya ile sulh görüşmeleri resmen başladı. Toplantıya Çin, Fransa, İngiltere, Somali, İrlanda, Sovyetler Birliği, Avustralya, Belçika, Yeni Zelanda, Brezilya, Habeşistan, Yunanistan, Hindistan, Kanada, Polonya ve Türkiye “TARAF ÜLKE” olarak davet edildi. Fakat Türkiye, hukuken ve tarihi hakları itibarıyla taraf ülke olduğu ve katılma hakkı bulunduğu halde İnönü ve Recep Peker hükümetinin aldığı bir kararla; Görüşmelere ve muahedeye katılmak istemediğinden bütün haklarından feragat etmiş oldu.
Hal böyle olunca, antlaşmanın 14. maddesi uyarınca “flebisit” yapılmasına gerek görülmedi ve bütün adalar (Türkiye’nin taraf olmaması ve talepte bulunmaması nedeniyle) yegâne istekli Yunanistan’a verildi.
Tarihi bir fırsat, bilerek ve isteyerek kaçırıldı.
Peki, bu sıra (aynı gün) İnönü – Peker hükümeti ile TBMM ne iş yapıyordu ?  “ABD ile 06 Aralık 1946 günü (Abraham Lincoln’ün Minnesota’da Kızılderili/Türk katliam ve soykırımı konusunda kesin emir verdiği tarihte) yapılan (Türkiye aleyhine vaki çok vahim, alçaltıcı ve milli menfaatlere en aykırı) ikili anlaşmayı, 5002 Sayılı Kanunla uygun görüp, onaylamak suretiyle “çok ivedi kaydıyla” aynı gün yürürlüğe koymakla meşguldü. Zira bu anlaşma, 12 adalardan vazgeçmenin anlamını en açık biçimde ortaya koymakta ve âtide  ANADOLU’ dan feragatin yollarını resmen açmakta idi. Anlaşma gereği: ABD’nin Türkiye topraklarında ihtiyacı olan ve olacak bütün (askeri üs, alan, depo, antrepo, okul, mesken v.d..) arsa, arazi, alan ve gayri menkullerin edinim, ABD’ye tevzii ve teslimi hususunda bizzat Türk hükümetlerini resen yükümlü kılan, tedarik, temin ve satın almada kural olarak cari “İHALE YASASINI”  ise yok sayan, devre dışı bırakan ve re’sen hareket etme serbestliği tanıyan tam bir müstemleke yasası idi. 
12 Adalardan feragat ve ABD’nin Anadolu’ya yerleşmesini sağlayacak olan ve ric’at ve hicret anlamına gelen bu iki büyük olay hangi tarihi günde yapıldı dersiniz ? “Hicri Yılbaşı” gününde. İşte batı, bu kadar ölçülü, sabırlı ve hesaplı hareket eder ve  Türk Milleti’ni Anadolu’dan hicret ettirmek için böyle sinsi, menfur ve alçakça tuzaklar kurar.  
OYSA: Lozan Antlaşmasından dokuz yıl sonra 1933’de General Mac Arthur’a “Allah nasip eder, ömrüm vefa ederse Musul, Kerkük, Kıbrıs ve 12 Adaları geri alacağım. Selânik’te dahil olmak üzere, Batı Trakya’yı TÜRKİYE hudutları içine katacağım” diyordu, Mustafa Kemal ATATÜRK...
O, Misak-ı Milli sınırlarını tamamlama, bütünleme ve geleceğe sınırlarla ilgili bir sorun bırakmama konusundaki azimli ve kararlı idi. Hatay meselesi olgunlaştıktan sonra 12 Adalar, Kıbrıs ve Batı Trakya ve diğer Türk Yurtları konusunda fırsat kollamağa başlamıştı.
Ömrü vefa etmedi. (Allah rahmet eylesin nur ve huzur içinde yatsın)
Buna rağmen, 12 Adalardan feragat eden, en yakın silâh arkadaşı, CHP Genel Başkanı ve (fiilen gerçekleşen duruma göre) siyasi varisi Cumhurbaşkanı İsmet İnönü idi. Ne kadar acı, üzücü ve ‘hicabı mucip’ bir gerçek değil mi ?  
Musul-Kerkük konusunda da zuhur eden hiçbir fırsat değerlendirilmedi.
Batı Trakya ve Selânik konusunda ‘niyetler bile’ dile getirilmedi.
Lozan Antlaşmasına rağmen Londra, Zürich ve Garanti antlaşmaları ile tekrar ‘Milli Dava’ haline dönen ve anavatana katılma umudu beliren Kıbrıs konusu, 1974’de yarım bırakıldı. Gümrük Birliği Antlaşması ile alenen peşkeş çekildi.
Şimdi, başta Kıbrıs olmak üzere Musul-Kerkük ve Batı Trakya tasallut altında.
Tecrit edilmiş. Abluka altına alınmış. İzole edilmiş...
Zulüm ve işkence sürüp gitmekte.
Buna mukabil, düşmanın gözü ANADOLU’ ya dikilmiş.
1963’de şekil değiştirerek; Ekonomik bir işbirliğinden (AET) siyasal entegrasyon ve emperyalist işgal yoluna giren (AB) sürecinde Anadolu elden gidiyor. Sinsi ve Sistematik bir işgal, bölme-parçalama plânı, asli unsur Türklere karşı ahlâken çökertme, siyaseten yozlaştırma ve tedrici olarak (adım-adım) Anadolu’yu “müstakbel yaşam alanı” olarak işgal edip, sömürme çabaları son evresine doğru yaklaşıyor.
1938’den bu yana, sinsice başlayan ve giderek yükselen bir sesle “Anadolu Türk yurdu değildir !, siz buraya 1071 yılında geldiniz. İşgalcisiniz, yerli değilsiniz” deniliyor. 
 
ACABA ÖYLE Mİ ?  
Klâsik tarih anlayışının alışılmış bir ifadesi olarak Namık Kemal, Hürriyet Kasidesi’ nde: Yeni Türkiye Cumhuriyet için “Cihangirâne bir devlet çıkardık bir aşiretten” diyordu.
Atatürk ise, “bir aşiretten asla cihangirâne bir devlet’in çıkmasının mümkün olmadığını”, böyle bir devleti kurmayı başaran Türk Milletînin tarihîn “büyük-yüksek, medenî vasfı unutulmuş bir büyük milleti” olduğunu düşünüyor ve her vesile ile bu tespit, fikir ve düşüncesini açıkça ‘bütün dünyaya’ ilân ediyordu.
Cumhuriyetle birlikte bu gerçeği milletine ısrarla açıklayan Atatürk, yeni Türk tarih tezi üzerinde tekrar düşünülmesi gerektiğini, Osmanlı’dan sonra ilk defa, kendini asil-soylu milletine, Türk kimlik ve kişiliğine (harsına) adamış, ciddi-ilmi bir birikim, araştırma ve çalışma ile ortaya koymuş ve tarihimizin derinliklerine doğru yaptığı incelemelerle günümüzü aydınlatan ve geleceğe ışık tutan çalışmalar yapmış, yaptırmış ve bu yolda inançla yürünmesi gerektiğini işaret/vasiyet etmiştir.
Bu, çok değerli çalışma ve araştırmalar (emperyalizmin yeniden Türkiye üzerindeki tarihi emellerini hayata geçirdiği bir süreçte) kimi zaman art-kötü niyetli, kimi zaman da yetersiz ve dar bakış açılı, cahil, maksatlı, günümüz (sözde resmi) tarihçiliğinin temellerini sarsmaya başlamıştır.
Özellikle AB sürecinde yoğunlaşan Atatürk (Kemalizm) ve Türk karşıtı cereyanlar ile Ana Yurt Anadolu’dan Türklerin çıkartılması (kovulması veya asimile edilmesi) girişimleri karşısında; Gerçek-samimi Türk münevverleri, Alperenleri ve Kanaat Önderleri tarafından “Türk Tarih Sentezi” tekrar gündeme taşınmış, bu yolda dünyanın dört bir yanından yağan somut bilgi belge ve kanıtlarla “gerçek ANADOLU ve yaklaşık on bin yılları aşan bir Türk tarihi ortaya çıkarılmış, bilenler tarafından sinsice gizlenmeye ve yok edilmeye çalışılan bilmeyenlerce ise ya gaflet ve hıyanet nedeniyle reddedilen veya cehalet nedeniyle bîhaber olunan ve “çok dar bir kesite sığdırılmaya çalışılan” bambaşka bir tarih öznesi ortaya konulmaya kalkışılmıştır. 
Oysa gerçek, bu dahili bedhahların öne sürüm ve iddialarının aksinedir.  Ortada, tıpkı “Gizlenen Rejim Kemalizm” gibi,bir de “Gizlenen Tarih”, daha açık bir ifade ile “Gizli Bir Tarih” vardır.
Bu, Anadolu’nun ve Türk’lerin hakiki tarihidir.
Çok daha açıkçası: Tarihi gerçekler ve Atatürk’ün Türk tarih tezidir.
Özellikle, 16 Mart 1923, 27 Haziran 1933 ve en son 19 Kasım 1937 tarihlerinde Atatürk, Adana’da yaptığı konuşmalarda; Önce, Anadolu’nun 4000 yıllık Türk yurdu olduğunu söylemiş,  ikinci gidişinde 7000 yıldır Türklerin burada meskün olduğunu beyan ederek; Son Adana konuşmasında ise, Fransız işgali altındaki Hatay’ın durumuna atfen, “Kırk asırlık Türk Yurdu asla düşmana terk edilemez” demiştir.
Atatürk tarafından yapılan bu konuşmalar çok derin çalışmalar ve araştırmaların ürünüdür. Asla tesadüfi değildir.
Türk Tarih Kurumu’nun kuruluş nedeni de budur.
Şöyle ki:   
Atatürk’ün tarih araştırmalarına büyük önem vermesi ve Türk Tarih Kurumu’nu kurdurması iki esas-ana gayeye yöneliktir:
1-Türk milletinin başlangıçtan itibaren millî, medenî, bilimsel ve kültürel varlığı araştırılarak, insanlık tarihine katkıları ve evrensel değeri ortaya konacaktır.
Böylece, Osmanlı’nın son 100-150 yıllık döneminde husule gelen milli, manevi ve kültürel kopukluk ve erozyon tamir ve telâfi edilecek; Hem de, Türklerin şerefli tarihi bütün dünya tarafından görülecek, bilinecek, yeni nesil olarak yetişen Türk çocukları atalarının büyüklüğünü öğrenecek, onlarla öğünecek ve sistematik bir biçimde içine sürüklendikleri aşağılık duygusundan kurtulacaklardır.
Diğer taraftan milli tarih şuuru millî bilinci kuvvetlendirecek ve muasır medeniyet seviyesine ulaşmada büyük ilham kaynağı, kuvvet kaynağı olacak; Türk, Türklüğünden asla utanmayacak, aksine bilinçli bir şekilde ataları ve tarihi ile gurur duyacak. İftihar edecek.
Tarih çalışmalarının asıl gayesi, beklenen ve hedeflenen sonucu budur.
2-Türklere daima, az gelişmiş barbarlar gözüyle bakan, her fırsatta karalayan ve yüzyıllar boyu mesnetsiz iddia, itham ve iftiralar atarak (şimdi Papanın yaptığı gibi) ısrarlı gayretlerle (Türkleri) Anadolu’dan atmaya çalışan Avrupalılara cevap vermek.
Zira o sıralarda Haçlı ruhunun bir işareti olan “Türkler Anadolu’ya sonradan gelen bir millettir, geldikleri yere dönmelidirler” fikri (bu gün olduğu gibi) oldukça yaygındı.(01)
Bu nedenle, Türk milletinin eski, büyük, medenî ve güçlü, kuvvetli ve kudretli bir millet (ve devletçilikte en büyük geleneğin sahibi) olduğuna âdeta iman etmiş olan Atatürk, bu inancının sağlam belgelerle ortaya konulmasını istiyordu.
Ancak bu yapılabildiği takdirde ki, “Türklüğün unutulmuş medenî vasfı” ortaya çıkacak, ve Avrupalıların iddiaları kökünden çürütülecekti. Böylece Türklük dünya milletleri arasındaki şerefli (mutlak surette lâyık olduğu) yerini alacak, Türk gençleri, Avrupa’nın üstünlüğü karşısında aşağılık duygusuna kapılmaktan kurtulacaklardı.
Atatürk’ün bu fikirleri şu cümlelerde ifadesini bulmuştur:
“Büyük devletler kuran ecdadımız büyük ve şümullü medeniyetlere de sahip olmuştur. Bunu aramak, tetkik etmek, Türklüğe ve cihana bildirmek bizler için bir borçtur. Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.”
Gerçekten, tarih milletlerin hafızası ve ilham kaynağıdır. Millî şuuru uyandırmanın yolu dil ve tarih şuurunu uyandırmaktır. Çünkü “milletler ancak tarihlerini bilmek suretiyle, millî şuura sahip olurlar. Bir millete mensup olmak onu bilmek demek değildir. Millî şuur adı üstünde “şuur” demektir. Şuur ise, bilmek, farkına varmak manasına gelir. Milletinin tarihini bîlmeyen, kelimenin gerçek manası ile “millî şuur”a sahip olamaz. Mensup oldukları milletlerinin tarihini bilmeyen nesiller, içlerinde milletlerine karşı canlı bir ilgi, saygı ve sorumluluk duygusu da hissetmezler. Böylelerinin yabancı akım ve menfi tesirlere kapılması ve yabancılara köle olması çok kolaydır.(02)
Atatürk, “MİLLİ DEVLET” fikrine sahip, hakiki ve samimi bir Türk milliyetçisi olarak kendisinin sahip olduğu “millî şuur” un bütün millete mal olması için, büyük bir azim, irade ve kararlılıkla çalışıyordu.
O, bütün ömrünü bu ideale adamıştı.
Çünkü ona göre:
“Türk kabiliyet ve kudretinin tarihteki başarıları meydana çıktıkça, bütün Türk çocukları kendileri için lâzım gelen hamle (atılım) kaynağını o tarihte bulabilecektir. Bu tarihten Türk çocukları istiklâl fîkrini kazanacaklar, o büyük başarıları düşünecekler, harikalar yaratan adamları (atalarını) öğrenecekler, kendilerinin aynı kandan olduklarını düşünecekler ve bu kabiliyetle kimseye boyun eğmeyeceklerdir.” (03)
Afet İnan, onun tarih ve tarihçilerden ne beklediğini, neler düşündüğünü ve neler yapmaları gerektiğini şöyle anlatıyor:
“Bilhassa eski çağlara kadar gidebilen yeni tarih ufuklarının bizim kavmimiz için de açılmış olması lâzımdır. Tarihî devirlerde çeşitli coğrafi bölgelerde bir varlık göstermiş olan Türk kavimlerinin daha eski devirlere giden köklerinin olmaması imkânsız görülüyor. Bugün millet mefhumu altında teşekkül etmiş bir Türk varlığının, kavim olarak yaşadığı devirler elbette olmuştur. İşte, Atatürk, bu devirlerdeki Türk kavminin tarihî çağlarda olduğu gibi, ana yurttan yayılma izlerini belgelere dayanarak tarihçilerin incelemesini istedi. (04) Yine Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti (Türk Tarih Kurumu) kurulduğu zaman onun başına getirilen ünlü Türkçülerden Yusuf Akçura da 1. Türk Tarih Kongresi’nde yaptığı konuşmada şunları söylüyor:
“Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin önüne konmuş büyük problem, umumî tarihe Avrupalıların rüyet zaviyelerinden bakmayıp, onu sırf hakikat nokta-i nazarından görmek ve -bu görüş sayesinde Türk kavminin tarihte hakikî mevkiini tayin etmek, yani Türklerin beşer tarihinde oynadıkları ve fakat hasımlarının gizlemeye çalıştıkları büyük rolü meydana çıkarmak ve bu suretle Türk kavimlerine tarihî hakkını vermektir.” (05) Eski (son dönem Osmanlı) tarih anlayışının bir ifadesi olarak Namık Kemal, Hürriyet Kasidesi’nde: “Cihangirine bir devlet çıkardık bir aşiretten” diyordu. Atatürk ise, “bir aşiretten cihangirine bir devlet’in çıkmasının mümkün olmadığını, böyle bir devleti kurmayı başaran Türk Milletinin tarihin derinliklerinden gelen ve muhteşem bir mazisi olan “büyük ve medenî vasfı unutulmuş bir millet” olduğunu düşünüyordu.
Ve, elbette bu tezinde doğru ve haklı idi.
Bu fikrini belgelerle doğrulamayı da tarih ilmine ve tarihçilere bırakıyordu: “Türkler bir aşiret olarak Anadolu’da imparatorluk kuramaz. Bunun başka türlü bir izahı olmak lâzımdır. Tarih ilmî bunu meydana çıkarmalıdır.(06)
Atatürk’ün tarih çalışmalarının esas gaye ve ana hedefinin, Türk tarihinin bütün devirlerinin aydınlatılmasına yönelik olduğunu; İkinci amaç ve hedefin ise: Özellikle, Avrupalıların haksız ve asılsız iddialarına karşı bilimsel veriler ve belgelerle cevap vermek maksadına matuf bulunduğunu (dayandığını) daha önce ifade etmiş ve açıklamıştık.
Ancak, Atatürk, bu ikinci derecedeki gaye için bir tarih tezi geliştirmeyi düşündü. Düşündüğü bu teze göre: “Türk ırkı Anadolu’da ilk devlet kuran bir millettir. Bu ırkın kültür yurdu, ilk zamanlarda iklimi müsait Orta Asya idi. İklimi daha sonra değişti. Yüksek bir ziraat hayatına geçen, madenlerin kullanılmasını bulan bir topluluk göç etmek zorunda kaldı; Orta Asya’dan doğuya, güneye, batıda Hazar Denizinin kuzey ve güneyinde olmak üzere yayıldı; gittikleri yerlere yerleşerek bildiklerini oralara yaydılar ve geliştirdiler; bazı yerlerde yerli halk ile karıştılar. Irak, Anadolu, Mısır ve Ege medeniyetlerinin ilk kurucuları Orta Asyalı brakisefal ırkın temsilcileridir. Biz bugünkü Türkler de onların çocuklarıyız.” (07)
Cumhuriyetin ilk yıllarında yeni geliştirilen bu tezi, Afet İnan da şöyle özetliyor: “Dünyada yüksek kültürün ilk beşiği Orta Asya’daki Türk anayurtlarıdır. O kültürü kuranlar ve bütün dünyaya yayanlar da Türklerdir. (08)
Anadolu, kültür ve medeniyetin bütün dünyaya yayıldığı yerdir. Bütün dünya bu konuda hemfikirdir. Art niyetli batılılar tarafından ısrarla ihtilâf konusu yapılan mesele ise; Bütün medeniyetlere beşiklik, ve hattâ “ANALIK” etmiş olan ve adını bu vasıftan alan, yer yüzünün tek (en değerli) toprak parçası ‘Anadolu’ medeniyetinin; Türklerle değil, başkaca ırk, soy ve milletlerle başladığı iddiasıdır.
Bu iddialar en az ‘bülbül dağı’ masalı kadar yalan ve uydurmadır. (*)
Buraya kadar yapılan izahlardan da anlaşılacağı üzere, Atatürk, Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan Türk tarihini bir bütün olarak düşünmüş, dolaylı olarak da Anadolu’nun eski tarihi ile ilgilendirip irtibatlaşmıştır. Onun tarih çalışmalarının gayesi, Anadolu’nun Türk vatanı oluşundan önceki tarihini araştırmak değil, Türk tarihini bütün veçheleriyle araştırıp ortaya koymak; Buna bağlı olarak da son müstakil Türk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ni üzerinde kurduğu Anadolu’da bulunmamızı haklı gösterecek delilleri bulmaktır.
Başta Sümerler, Hitit-Etiler, Aka ve Akatlar olmak üzere Anadolu’da kurulan eski kültür ve medeniyetlere, yani Avrasya-Anadolu’nun gerçek sahip ve tarihi sakinlerine “Türklere” karşı; Daha erken-yakın dönem batılı göçmen ve işgalcileri Rum-Romalı, Pontus, adalı ve Makedonlara dayanarak, mesnetsiz hak iddia edenlere karşı manevî bir savunma silâhı hazırlaması bunun içindir.
DAHASI: Tekrarlamakta yarar var.Lozan Antlaşmasından dokuz yıl sonra 1933’de General Mac Arthur’a “Allah nasip eder, ömrüm vefa ederse Musul, Kerkük, Kıbrıs ve 12 Adaları geri alacağım. Selânik’te dahil olmak üzere, Batı Trakya’yı TÜRKİYE hudutları içine katacağım” (09) demesi, ‘Misak-ı Milli sınırlarını tamamlama, bütünleme ve geleceğe sınırlarla ilgili bir sorun bırakmama” konusundaki azim, irade ve kararlılığından dolayıdır.
Bu kararlılık, aynı zamanda gelecek nesillere bir vasiyet, ifa ve icrası zorunlu bir kutsal vazife, güvenlik stratejisi, kısa-yakın dönem ideali, Anadolu Türk ülküsü ve “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri..” ve/veya “Muasır medeniyet seviyesini aşmak” gibi, alınması ve varılması zorunlu bir “HEDEF” tir.   
Bazılarının zannettiği ve art niyetle-kasıtla iddia ettiği gibi Atatürk, Orta Asya Türk tarihine (BÜYÜK ATA YURDUNA) göz yumarak, Türklüğün tarihini Anadolu’nun eski kavimlerine (Sümerler, Hititler, Etiler vs. gibi) bilinçsiz ve dayanaksız teorilerle bağlamaya çalışmamıştır. Aksine, objektif ve gerçekçi bir yaklaşımla Anadolu’nun eski medeniyetleri ile Türk tarihini birleştirme esasına dayanan yeni, doğru ve gerçekçi ‘orijinal tarih tezini’ de; Bütün Türk bilim adamları ve kanaat önderlerinin üzerinde mutabık kaldığı “orijinal bir sentez” olarak  Orta Asya Türklüğüne, Ata Yurda bağlamıştır.
Bilindiği gibi onun dil ırkçılarına karşı geliştirdiği “Güneş Dil Teorisi” de Orta Asya kaynağına dayanmakta idi.
Atatürk’ün Dil ve Tarih tezleri, sentezleri hep aynı anlayışın eseridir.
Ancak ve maalesef, 1938 tarihli ‘karşıdevrim’ ve Kemalizm’in ‘gizlenen rejim” haline getirilmesi nedeniyle ikisi de tarihî birer “sakıncalı hâtıra” olarak kalmıştır.
Yani, her şeyin açık seçik, net anlaşılır biçimde ortada, görünür-bilinir olmasına rağmen, aklın, ilmin ve sağ duyunun; “Milli Tarih Şuurunun” hâkim olamadığı Türkiye’de pek çok konu gibi, Atatürk’ ün tarih, dil ve din (lâiklik) kuramları ve anlayışı da gayesinden saptırılmaya çalışılmıştır. Üstelik adı, hayatının muhtelif evreleri, sonradan uydurulmuş sözde hatıraları ve “bir bütünün içinden cımbızla seçilip ayrılan ve özel bir maharetle amaca uydurulan” vecizeleri kullanılmak ve menfur amaçlara alet edilmek sureti ile...
Şöyle ki;
Büyük Ata, Türk İnkılâbının önderi ve Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün aramızdan ayrılarak ebedi istirahatgâhına çekildiği günün hemen ertesinde “karşıdevrim” başlatarak, ezeli Türk düşmanları Lord Kingros ve Lloyd George’un yoluna giren kadrocular, aydınlıkçılar, dahili-harici bedhahlar, sabetay, dönme, devşirme, ateist ve paganlar (batı uşakları, Türk ve İslâm düşmanları) tarafından; 11.Kasım.1938’den itibaren, Türk Milletine şânlı geçmişini unutturmak, milli şuur ve köklü medeniyetinden koparmak; Özellikle ve bilhassa ATATÜRK’ ü ebediyen hafızalardan silmek için uygulanan menfur, sinsi emperyalist psiko-harp planına göre: TÜRK ün Anadolu’ ya gelişi inatla-ısrarla; 26.Ağustos 1071 Malazgirt Zaferine dayandırılmaya çalışılmıştır.
Bu bir Grek (Yunan-Rum), Sanskrit ve Lâtin tezidir. Maksatlı ve yalandır.
Ancak, Gaflet ve dalaletle, ısrarla devam ettirilen AB sürecinde bu ve benzeri beyin yıkama, bölme-parçalama taktikleri sistematik bir bütün olarak devam ettirilmektedir. 
Başta Milli Eğitim Bakanlığı müfredatında yer alan bütün (resmi) ders kitapları olmak üzere, piyasada satılan ve özellikle 1938-1950, 1960-2005 arasında basılan kitapların tamamında bu bilgi böyle verilmekte, yalan söylenmekte, tarih tahrif edilmekte ve körpe beyinler “bilinçle” yıkanmaktadır.
İlgili, yetkili ve sorumlular gaflet ve dalâlet içindedir.
Komşu Yunan Anadolu’ya İyonya derken ve Anadolu halkının kahir ekseriyetinin Türkleştirilmiş ve İslâmlaştırılmış Rum-Yunanlı olduğunu iddia ederken; Bu aymazlık, utanmazlık, ilgisizlik ve kayıtsızlık hicap vericidir. Üstelik, İngiliz, Fransız, Amerikan ve Alman kayıt ve kaynakları da bu saçma sapan, asılsız ve mesnetsiz iddiaları tasdik eder ve doğrular nitelikte olup, bu muharref, sahte, uydurma, hayâl mahsulü belge ve bilgiler pekalâ Yunan-Rum ve Ermeni soykırımı gibi, daha büyük ve alçakça bir yalanın, iftiranın sözde ispatı için kullanılmaya kalkışılmaktadır.
Bütün bu milletlerin ders kitaplarında koyu bir Türk düşmanlığı işlenmektedir.
Buna mukabil, bizim ders kitaplarımızda Ermeni mezalimi, Rum-Yunan, İngiliz, Fransız, Alman ve Amerikan zulmüne ilişkin tek bir satır bile yoktur.
Oysa, bu milletler 312 yılından bu yana Anadolu’da asimilâsyon, soykırım, haçlı seferi, gasp, irtikap, katliam ve soykırım yapmakla; Misyoner okulları açmakla ve Anadolu Türk medeniyetini yok etmeye teşebbüsle malul ve mahkum milletlerdir.
Çoğu tarih kitabı yazarının Ermeni, Rum, dönme ve devşirme orijinli olduğu göz ardı edilerek, onların kitaplarına itibar edilmekte, ilgili ülkelerin ders programlarında yer alan aleni “TÜRK DÜŞMANLIĞI”NA rağmen Türk çocukları adeta “Düşmanlarımıza Dost” bir ruh hali (psikoloji) içinde yetiştirilmeye çalışılmaktadır.
Dünyada eşi benzeri görülmemiş bir şey de, “MİLLİ” vasfını haiz iki bakanlıktan biri ve, kat’i surette yabancıların görev almaması gereken bir yerde ‘Milli Eğitim Bakanlığı’nda yabancı uzmanların çalıştırılması ve hem de söylendiğine göre: Talim Terbiye Kurulu’nda görev yapmalarına müsaade olunmasıdır.
Böyle bir vakıa gerçekse; Türk milletinin yapısında, çatısında, kimlik ve kişiliğinde meydana gelen yozlaşma, çürüme, ahlâki ve milli erozyonun suçlusu ve sorumlusu, bizzat, bu hale rıza göstererek görev yapan Milli Eğitim Bakanlarıdır. Bu bakanları atayan kabineler adına Başbakanlar ve onay mercii olan Cumhurbaşkanlarıdır.
Daha sonra tekrar değinmek üzere, şimdi devam edelim:
Yukarda açıklanan menfur süreçte:
“Anadolu’da kurulmuş bütün eski medeniyetlerde Türklüğün hakkı vardır. Çünkü bütün yüksek kültürler, medeniyetler Orta Asya’dan çıkmıştır. Orta Asya’nın yerli kavmi de Türklerdir” anlayışı, fikir-tez ve gerçeği tersine çevrilerek çok garip, fanatik batıcı ve Türk düşmanlığı ile malul bir mantıkla âdeta:
“Türklerin ataları eski Anadolu kavimleridir; Orta Asya ile bir ilgileri yoktur. Varsa bile Anadolu’ya geldikten sonra, melez (karma-karışık, orijini kaybolmuş) bir millet ortaya çıkmıştır. Biz onların devamıyız” gibi, hiçbir bilimsel yanı ve dayanağı olmayan ve sadece Türk düşmanlarının ekmeğine yağ süren ‘bilim ve gerçek dışı bir iddia” şekline getirilmiştir.
Maalesef itibar edilen de budur.
Bu görüşü ısrarla savunanlardan birisi olan Melih Cevdet Anday, bir yazısında şöyle diyor: “Bugün bilimsel tarihin kaynakları çok daha gerilere götürülmüş ve yorumlar çok değişik biçimler almaya başlamıştır.(...) Bugün bile çocuklarımızın ilkokul kitaplarında Orta Asya’dan -anayurdumuz- diye söz edilmektedir. Buna üzülmek azdır. Çıldırmalıyız. Bizim ana yurdumuz Orta Asya ise, Anadolu nemiz oluyor? Bu soruya karşılık bir Yunanlı çıkıp da “o da bizim ana yurdumuz” derse hoşlanacağımızı pek sanmıyorum. Oysa biz Atatürk’le birlikte bu toprağın uygarlıklarını benimseme yolunu tutmuşuzdur.”(10)
Böyle saçma bir yorum ve anlayışla, Atatürkçülüğü ve onun tarih anlayışı ile tarihi gerçekleri bağdaştırmak mümkün değildir.
Zira Türklüğün anayurdunun Orta Asya olduğu tarihî belgelerle sabittir.
Ayrıca Atatürk devrinde ve onun emirleri ile iki defa yayınlanan “Türk Tarihinin Ana Hatları” adlı kitabın ilk cümlesi “Türklerin ana yurdu Orta Asya’dır” şeklindedir. (10)   
Atatürk, Türklüğü ve Türk tarihini mutlak bir bütün olarak düşünmüş ve haklı olarak öyle değerlendirmiştir. Doğru olan da budur.
Ona göre Türklük ve Türk tarihinin kaynağı Orta Asya’dır.
Bütün Türkler, Orta Asya’dan dünyanın diğer bölgelerine yayılmışlardır.
Bu konudaki fikirlerini şöyle ifade etmiştir:
“Bizim Türk milletimiz eski ve şerefli bir millettir. Zaten Orta Asya’nın Altay yaylasında yetiştiği için kartalın meziyetlerini daha gençliğinde kazanmıştır. Tâ uzakları görüşü ve hızlı bir uçuşu vardır. Ve bu ruhu barındıracak kadar kuvvetli bir beden sahibidir. Zaten maddî olsun, dimağı (akli) olsun hiçbir sıkıcı kudret içinde durmaz. Bu yaratılışta olduğundan yüksek ana yurdunun dünyadan uzak vaziyetine karşı isyan etmiştir. İşte o zaman bu ilk Türkler başlarını alarak, dünyanın hem doğusuna hem batısına yayıldılar.”(12)   
Atatürk’ün Türklüğün kaynağını Orta Asya’ya bağlayan ve bugün ilmî bir gerçek olan Türk tarihi anlayışını bir tarafa bırakıp, Türkiye Türklüğüne başka atalar aramak Türk tarihini saptırmaya çalışmaktır.
Atatürk, bilim ve gerçek dışı bir şekilde, Anadolu Türklüğünün kaynağını eski Anadolu kavimlerine bağlamaya veya onlarla karışarak yeni bir melez millet meydana getirdiği fikrini yaymaya asla çalışmamıştır. Ancak, silâhla müdafaa ettiği Anadolu’yu tarih ve kültür yoluyla da müdafaa etmek için çalışmıştır. Bugün “millî şuur” sahibi olamamış bazı okumuşlarımız, Orta Asya’dan devam edip gelen Türk tarihi anlayışı yerine durmadan “Anadolu Medeniyeti”, “Anadolu Uygarlıkları”, “Anadolu halkları”, “Anadolu insanı” v.s. gibi gariplikler icat etmektedirler. Anadolu’nun, bugünkü insanları da bütün halkı da Türk’tür. Türk milletinin en az 4000 yıllık yurdu ve mutlak bir parçasıdır Anadolu. “Anadolu halkı”nın, “Anadolu insanı”nın kültürü, gelenekleri, medeniyeti diye bir şey yok; Türk milletinin medeniyeti, kültürü, gelenekleri v.s. vardır.
İşte bu nokta-i nazardan hareketle Büyük Önder ATATÜRK, yeni nesillere şöyle bir vasiyet, emanet ve “UYARIDA” bulunmuştur:
ATATÜRK’TEN UYARI (Gazi Mustafa K. ATATÜRK; Yersiz, gereksiz, sebepsiz ve anlamsız değil bir söz, tek bir sözcük bile söylememiştir. Peki, aşağıdaki sözleriyle Atatürk kimlere karşı Türk milletini uyarmak istemiştir? Düşünün ve konuyla ilgisini kurun bakalım!)
“Tarihimizi inceleyiniz. Türk’ün çektiği bütün felaketler, karşılaştığı tehlikeler ve kötülükler hep kendi öz benliğini, milli varlığını ihmal ederek, nereden geldiklerini ve ne oldukları, hangi nesle ait bulundukları belirsiz birtakım kimseleri kendilerine yönetici tanıyarak onların bilinçsiz bir aracı olmak durumuna düşmüş olmasıdır.” Mustafa K. Atatürk
Şimdi söyleyin bakalım:
Atatürk’ün bu uyarısı, günümüz için de geçerli midir?
Fakat, elbette, Türk milleti Anadolu’yu yurt-vatan edinmeden önce burada bazı kavimler, milletler ve medeniyetler bulunmuş olabilir. Fakat bunlarla Türklüğün ve Türk Medeniyetinin aynı topraklar üzerinde bulunmaktan başka bir bağı yoktur.(13)
Bunu kimse iddia edemez.
Anılan topluluklar, olsa olsa, Türk milletinin yüksek medeniyeti, temel bir değer olan insan sevgisi, adaletle himaye ve engin hoşgörüsüne dayanan ‘devlet geleneği’ dahilinde varlıklarını sürdürmüş gruplar biçiminde düşünülebilir.
Anadolu’da yaşamış eski kavimlere ait medeniyet kalıntılarını, devletimizin sınırları içinde kaldığı için insanlık adına korumak, onlardan turizm aracı olarak istifade etmek başka şey; onlarla hissî, millî bağ kurmaya çalışmak başka şeydir. Bu iki ayrı konuyu birbirine karıştırmamak lâzımdır. Kaldı ki “eski Anadolu medeniyetleri, kültür ve inanç bakımından bize çok uzaktır. Sanat eserleri vasıtasıyla bile onlarla hissî bir bağlantı kurabilmek bir hayli güçtür. Bunun sebebi, bizim bin yıldan beri onlardan çok farklı bir kültür iklimi içinde yaşamamızdır.”(14)
Oysa, tarihi eserlere karşı Atatürk ve Türk Milleti’nin gösterdiği himaye, sahiplik, saygı ve koruma, başta Batı medeniyetleri (!) olmak üzere hiçbir devlet ve millet tarafından düşünülmemekte, tam aksine Osmanlı, Türk ve İslâm eserleri tam bir haset, kıskançlık ve amansız bir kindarlık ve nefretle yok edilmektedir. İslâm medeniyetini, özgün eserleri, bilim ve kültüre derin katkıları, yüksek değerleri ve insani yaşam biçimi bakımından başta  Endülüs örneği olmak üzere bütün Avrupa da kazıyan papalık, Portekiz ve İspanyadır. Osmanlı-Müslüman-Türk eserleri yönünden ise Batıda Po ovasından (İtalya) tutun, eski Yugoslavya, Arnavutluk, Yunanistan, Bulgaristan, Macaristan ve Romanya en kötü örnekler durumundadır. Üstelik vahşi batı bu tahribatı örgütlü ve plânlı bir biçimde yapmaktadır.
Bu amaçla Sırp-Çetnik, Schwaba (Alman-Fransız-İtalyan) ağırlıklı olarak (1364) kurulan, Çrna Ruka diye anılan ve Osmanlı’ya çok büyük hasar, maddi-manevi zarar veren ve büyük tahribatların mesulü olan “kara el” çetesi bu devletler tarafından sevk, idare ve organize edilmiş olup;  Kara El’ in birinci vazifesi Türk ve Müslümanları, ikinci vazifesi ise: Türk ve Müslüman eserlerini yok etmek, Türk ve Müslümanların Musevi, İsevi ve diğer dünya halklarına vaki himmet ve hizmetlerini unutturarak tarihten silmek, üçüncü ve son (muhtelif namlar altında güncel) vazifesi de: Türk, Osmanlı ve İslâm kaynaklarını tahrif ederek, günümüz AB stratejilerinin gerçekleşmesine zemin hazırlamaktır.
Hariçte daima ve her fırsatta bu yıkım, tarumar, tahribat, tarihten ve tabiattan silme eylemini sürdüren bu menfur örgüt (CR/daha sonra CFR) vasıtasıyla 16 Eylül 1863’de Amerikalı misyoner Christopher Robert, dönemin en yüksek dereceli mason, misyoner casus ve Yahudilerinden, İstanbul’ da yerleşik, tebaadan bir tüccar Cyrus Hamlin ile papalık ve patrikhane tarafından kurulan Robert Kolej; Osmanlının parçalanması ile Türk’lerin Öz Yurdu Anadolu’nun maddi ve manevi tahribatını üstlenecek ve fiilen yürütecek kadroların oluşturulması görevini üstlenmiş ve yürütmüştür. 
1900’lerden itibaren her derece ve düzeyde devlette yerleşik (kadrolaşmış hale gelen) resmen görev, yetki ve sorumluluk alan Robert Kolej mezunları; Harici bedhahlara büyük destek sağlamış ve dahili bedhahlar sıfatıyla yetiştirildikleri ve kirli amaca uyum sağladıkları için en büyük ihanetlerini Osmanlı’ya karşı tezgâhlayarak, art arda ihanet ve bizzat hazırlanan felâketlerle koskoca devleti bitirmişlerdir. Daha bitmedi...
Bu sistemli ajitasyon, cebri işgal, faşist yönetim, jenosit-soykırım, şer ve şeytani zihniyet tarafından 12 Adalar, Girit ve Rodos’ta tek bir Türk eseri kalmamış; Şimdilerde Güney Kıbrıs çete devleti dahi Türk-İslâm eserlerini mezarlık ve tarihi evler, türbe, han ve hamamlar dahil yer yüzünden silmeye ve yok etmeye koyulmuştur. İşte ‘batı medeniyeti’ dediğimiz kefere bu kadar cahil, cani ve ruh dengesi bozuk bir katiller güruhudur.
Bulgaristan’dan öte, Romanya’dan itibaren Azerbaycan’a kadar olan coğrafyada da aynı eser-tarih katliamını görmek mümkündür. Osmanlı-Türk, İslâm eserlerine karşı en büyük katliamı ise İslâm düşmanı ve din tüccarı Vahhabi Suud ailesi yapmıştır ve halâda yapmaktadır. Aslen Beni Kaynuka soyundan asaleten Yahudi (dönme) olan Suud’lar ve Faysal’lar; Kafadan ABD, gönülden İsrail ve mideden İngiltere ve Fransa’ya bağlı, lâkin dünyanın bir numaralı Atatürk ve Türk düşmanıdırlar. Nihai vukuatları ise, Mekke’de kalan son Osmanlı kalesini de yerle bir etmek ve yıkılan kalenin yerine bir otel yapmak olmuştur. Hatırlayınız. Dahildeki Robert Kolej orijinli yöneticiler ile El Ezher çıkışlı din tüccarları Arap’a çanak tutmuş ve muhtemelen bazı kirli çıkarlar ve esasen taptıkları para uğruna kutsal şehir Mekke-i Mükerreme de kalan son ecdat eserine sahip çıkamamışlardır.
Bu “tek tanrıları PARA olan” fakat yanı sıra İsrail-AB-ABD’ye de tapan Robert Kolej, Şam veya El Ezher orijinli Anadolu düşmanları, dönme, devşirme ve sabetaylar; TC dışında yer alan nadir Türk ve İslâm eserlerinin tahribine (mahsus) seyirci kaldıklarından başka, 1963 yılından itibaren AB destekli projeler ihdas ederek; Sözde “Dinler Arası Diyalog”, “Haç Turizmini Teşvik”, “Anadolu Kültür ve Medeniyetlerini Yaşatma” adı altında “Anadolu Türk (Sümer, Eti/Hitit, Selçuklu, Osmanlı ve diğer) eserlerini yok etme ve tamamı putperestlere ait sapık tapınak, meyhane, Pazar, panayır ve tiyatrolardan ibaret “eski Roma” eserlerini, tarihi dekor, adet, gelenek ve görenekleri dahil ihya etme kalkışmalarına çanak tutmaktadırlar.
Oysa, bütün bu eserler Türk’ün iyi niyetli koruması, sahiplenmesi, engin hoşgörü ve müsamahası sayesinde bu günlere ulaşabilmiş değil midir? Bütün bu kin, nefret, cürüm işlemek için insanları, devlet ve milletleri tahrik, örgütlü güçleri teşvik ve yegâne eğilim, amaç ve varlık sebebi Türk milletini Anadolu’ dan tahliye olan papa (BABA)‘nın son mesajı:
“ÜLKENİZİ (Anadolu’yu) VE DİNİZİ (İslâm’ı) BIRAKIN” değil mi!(*)       
Fazla uzatmayalım.
İşte, bu ve benzer binlerce nedenle, dünyanın en medeni milleti Türklerdir. 
Geri kalmışlık sadece ekonomi ve teknoloji alanındadır.
O’ da “Madde ve Manâda Bütünlük” konulu makalemizde (15) bütün safhalarıyla arz ve izah ettiğimiz şekilde; Gaflet ve dalâlete düşen son Osmanlılar, İttihat ve Terakki partisi mensupları ile bunların himayesinden yararlanarak vatanı tahrip eden dahili ve harici bedhahların ABD ve AB ülkeleriyle müşterek marifetidir.   
Ancak, hangi maksatla olursa olsun, Türkiye tarihini Türk tarihinden kopararak “Anadolu tarihi” ve “Anadolu medeniyetleri” içinde mütalaa etmek isteyenlerin artık gaflet ve dalâlet-ihanet uykusundan uyanmaları gerekir. Çünkü böyle bir anlayış Türklüğü bölmekten, Türkiye Türklüğünü dünya Türklerinden koparmaktan başka bir işe yaramaz.
Bu istikamette faaliyet gösteren gafil ve hainler hakkında Atatürk; “Türk birliği’ ne inanıyorum, çünkü onu görüyorum” diyerek işaret etmiş, Türk Birliğini nihai hedef olarak göstermiş ve kat’i irşâdını bu şekilde bildirmiştir. (16)
Ulu önder Atatürk’ün bu istikametteki kararlılığının bir başka delili de;
“Bugün Sovyetler Birliği dostumuzdur. Komşumuzdur. Müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat, yarın ne olacağını kimse bu günden kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir. Ufalanabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim bir dostumuzun idaresinde; Dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak, yalnızca o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lâzımdır. Millet buna nasıl hazırlanır ? Manevi köprüleri sağlam tutarak.. Dil bir köprüdür. İnanç bir köprüdür. Milletimize inmeli ve olayları böldüğü tarihimiz içinde bütünleşmeliyiz. Onların, (Türkiye dışındaki Türklerin) bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekli.” (17)
Burada verilmek istenen çok açık bir masaj var. O’ da, “Önce ve mutlaka Misak-ı Milli sınırlarını korumak, tahkim etmek ve tamamlamak gerekir. Tamamlamak nedir ? Milli yeminin icabı olan Kıbrıs, 12 Adalar, Selânik dahil Batı Trakya, Musul-Kerkük ve Nahçivan’ı geri alarak ülkemiz sınırlarına katmak, Azerbaycan sınırlarına dayanmak suretiyle Türk Birliği’ne giden yolu açmaktır.” Alınması gereken mesaj ve anlaşılması-yapılması gereken budur. Bu da, önce ANADOLU’ da sağlamlaşmak ve ebedileşmek ile mümkündür.
Önce, Anadolu üzerindeki kara bulutlar dağıtılmak ve Avrasya sağlama alınmak, milli hakimiyet, hürriyet-bağımsızlık ve hükümranlık garanti altına alınmak zorundadır.
Büyük nutkunda Gazi Mustafa Kemal şöyle diyordu: “Dünyanın bize saygı göstermesini istiyorsak, önce bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu saygıyı hissi, fikri ve fiili olarak bütün davranış ve hareketlerimizle gösterelim. Bilelim ki, milli benliğini bulamayan milletler başka milletlerin avı olurlar. Milli varlığımıza düşman olanlarla dost olmayalım. Böylelerine karşı bir Türk şairinin dediği gibi;
“Türküm ve düşmanım sana, kalsam da bir kişi” diyelim.
Düşmanlarımıza bu gerçeği anlattığımız gün, fikrimize, idealimize, geleceğimize yan bakan her kişiyi düşman kabul ettiğimiz gün, milli benliğe uzanacak her eli şiddetle kırdığımız, milletin önüne dikilecek her engeli derhal devirdiğimiz gün, gerçek kurtuluşa ulaşacağız. Ve, sizler gibi aydın, azimli, imanlı gençler sayesinde bu kurtuluşa ulaşacağımıza emin olabilirsiniz..” (18)
Ayrıca; “Türk milleti kurtuluş savaşından beri, hattâ bu savaşa atılırken bile, mahkûm milletlerin hürriyet ve bağımsızlık davalarıyla ilgilenmeyi, o davalara yardım etmeyi benimsemiştir. Böyle olunca, kendi soydaşlarının hürriyet ve bağımsızlıklarına ilgisiz davranılması elbette uygun görülemez. Fakat, milliyet davası şuursuz ve ölçüsüz bir dava şeklinde düşünülmemeli ve savunulmalıdır. Milliyet davası siyasi bir mücadele konusu olmadan önce şuurlu bir ideal meselesidir. Şuurlu bir ideal demek pozitif bilimlere ve bilimsel yöntemlere dayandırılmış bir hedef ve gaye demektir. O halde, propagandalarda denenmiş yöntemlere müracaat etmek şarttır.
Türkiye dışında kalmış olan Türkler, önce kültür meseleleriyle ilgilenmelidirler. Nitekim biz, Türklük davasını böyle uygun bir ölçüde ele almış bulunuyoruz. Büyük Türk tarihine, Türk dilinin kaynaklarına, zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz. Baykal ötesindeki Yakut Türk’lerinin dil ve kültürlerini bile ihmal etmiyoruz.” (19)
Dahası; “Türk eli büyüktür ve yeryüzünde yalnız o büyüktür. Her yeri dolduran Türk’tür ve her yanı aydınlatan Türk’ün yüzüdür. Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı hep bir ırkın evlâtları, hep aynı cevherin damarlarıdır. Bizim yeni işimiz budur. Bu damarlar birbirini tanısın. Bu dediğim şey olduğu zaman, başka bir alem görülecek ve alem dünyaya hayret verecektir. Türk’ün varlığı bu köhne âleme yeni ufuklar açacak güneş ne demek, o zaman görülecek. Bu karmaşık işlerin içinden yükselebilmek için bize dirilik gerekir. Birlik onunla beraber yürür. Diri yalnız Türk milletidir. Birliği ortaya koyan da Türk’tür, dilediğine ne olduğunu anlatan da Türk’tür, çalışalım”(20)
Bu ayrıntıları, bilhassa 1938’den itibaren yürürlüğe konulan içine kapanma, Türk dünyasından uzaklaşma ve Batının tefessüh etmiş kültürüne entegre olma eğilimlerinin, başta Atatürk olmak üzere ‘kurucu unsurun” kahir ekseriyeti tarafından tasvip edilmediğini açıklamak ve ispatlamak maksadı ile konuya eklemiş bulunuyorum.
Şimdi tekrar ayrıntılara daldığımız yere dönelim:
Yine dilimizi “Özleştirme” adı arkasında da aynı oyunların oynandığı düşünülürse, izah etmeye çalıştığımız “Anadolucu tarih ve siyaset anlayışının”, “Anadolu medeniyetleri” sevdalılarının eliyle dünya Türklüğünün merkezi ve öncüsü olmaya çalışan Türkiye Türklüğü üzerinde oynanan. oyunları kolayca anlaşılır.
Hele bunları Atatürkçülük adına yapmak büyük bir Türk milliyetçisi, Türklüğün 20.yüzyıldaki büyük öncüsü Atatürk’e karşı gaflet içinde değil ihanet içinde olmak demektir.
“Tarih yazmak, tarih yapmak kadar önemlidir. Eğer yazan, yapana sadık kalmaz ise, değişmiş olan hakikat şüpheli bir şekil alır ki, beşeriyetin yolunu değiştirir. Biz daima hakikati arayan ve onu buldukça ve bulduğumuza kani oldukça söylemeye cesaret gösteren insanlar olmalıyız. Tarih bir milletin kanını, hakkını, varlığını, hiçbir zaman inkâr etmez, edemez.” (21)
Anadolu (AVRASYA) ile bu coğrafyayı bütünleyip tamamlayan Suriye, Lübnan ve Kudüs interlandı, yıllar önce batının ‘müstakbel yaşam alanı’ olarak seçilmiş ve belirlenmiş, dünyanın en önemli, değerli, iklimi ideal ve zengin topraklarıdır.
Oldum olası batının gözü buradadır.
Bu batı için bir idealdir. Sevdadır.
Bu sevdadan kolay kolayda vazgeçmeleri mümkün değildir.
Bu nedenle, büyük önder Atatürk’ün yukarda açıklanan ve ‘ezel-ebed düşman batının’ menfur emellerine dikkat çeken söz, nasihat ve vasiyetleri, bütün Anadolu, dünya  ve uzay Türklüğü tarafından bilinmeli, çok dikkatli, tedbirli ve akıllı olunmalıdır.     
Aslında bu, 1500 yıldır inatla, ısrarla sürdürülen menfur bir de’zinformasyon ve psikolojik harp’ in ürünüdür. Bu taktikle Selçuklu öncesi Anadolu kana bulanmış, Selçuklu parçalanmış, Anadolu Beyliklerine ihanet ve fesat tohumları saçılmış ve Osmanlı’nın yeni bir Türk Devleti olarak kurulmasını önlemek için her türlü gayret sarf edilmiştir. Osmanlı kurulduktan sonra ise, İsevi din adamları, Yahudiler, Hahamlar, Kilise, PAPA ve Papazlar kullanılarak çok sinsi ve alçakça bir faaliyetle 1923’e kadar bu menfur faaliyetlerini ısrarla sürdürmüşlerdir.
Öyle ki, Osmanlı’yı yıkan ve parçalayan, ırkçılığı körükleyen ve bölücülük yapan bütün din ve devlet adamları (çete başları) milli sınırlar içinde faaliyet gösteren misyoner okulları ve yabancı misyon kolejlerinden mezundur.
Bu hain, menfur plânın ikinci aşama, son evresi olan ve Osmanlı Coğrafyasını taksim etmek, parçalamak ve bölmek amacını matuf Birinci Dünya Savaşı’nın Anadolu’da vaki hareket ve faaliyetlerini şöyle bir gözden geçirelim bakalım:
Tıpkı bugün olduğu gibi o zaman da yabancılar toprak alıyorlardı. Başta Ege, Akdeniz, Hatay, Van ve civarı ile Kars, Rize (Potamya-Güneysu) dolaylarında bu arazi ve emlâk alımları yoğunlaşmıştı. Özellikle, Merzifon'da, Amerikalı misyonerler bazı arazi ve tarlaları satın almışlardı. Merzifon, Pontus faaliyetinin bölgedeki önemli merkezlerinden biri olmuştu. "1884 tarihinde Amerikan misyonerlerinin teşebbüsüyle şehrin kuzeyinde bir kısım arazi ve tarlalar satın alınmıştı. Buralarda inşaata başlanarak kısa zamanda ev, okul, aşhane, kütüphane, marangozhane, eczane, hastane gibi birçok müesseseler meydana getirilmişti. Öksüzler ve dilsizler mektebi de bulunduğu gibi, o zamanlara göre ilk, orta, lise derecesinde tahsil gösterilen her derece ve düzeyde okul ve Kolejlerde lisan olarak İngilizce, Fransızca, Rumca ve Ermenice okutuluyor ve konuşuluyordu. Kısmen Arapça, Farsça, Türkçe dersleri de vardı."
Atatürk bir yandan Milli Mücadeleyi örgütlüyor, bir yandan da yabancıların dört bir yanda yürüttüğü ihanet faaliyetlerini tespit etmeye, izlemeye ve önlemeye çalışıyordu. Zira, bütün Misyoner okulları Kurtuluş Savası'na karsı emperyalist işgalci güç ve ülkelerin savaş aygıtı konumunda ve durumunda idiler. Asi ve işgalci düşmanla, casusluk, tahkim, iaşe, ibade ve insan gücü temin-takviye dahil tam bir işbirliği içinde hareket etmekte ve faaliyet göstermekte idiler. Atatürk ve arkadaşları tarafından yürütülen milli mücadeleye karşı çok hain ve mukavim bir güç durumuna gelmişlerdi. 
Bu yolda Amerikalıların yardımı ve yönetiminde, Merzifon Amerikan Koleji'ne Amerikan malı silahlar getirilmiş, Rum gençleri örgütlenmiş, okulda ayrılıkçı kulüpler kurulmuştu. Büyük Millet Meclisi hükümetinin kararıyla büyük bir soruşturma başlatıldı ve okul kapatıldı. Bunu diğer il ve bölgelerdeki misyoner okullarının kapatılması takip etti. Atatürk'ün masonlar ve misyonerliğe karşı nefreti büyük ve tavrı net idi. Örneğin, ağır işgal koşullarında, Amerikanın Yakındoğu Heyeti'nin yetimhane, çiftlik ve okul açmak için izin istemesine karşı aldığı tutum son derece sertti.              
Atatürk, 3 Ocak 1921'de İçişleri Bakanlığına gönderdiği müstacel (acil ve zaruri) bir yazıda: "Amerikalılar tarafından numune çiftliği ve sair benzeri müesseseler husule getirilip buralarda kendi tebaamızdan olan binlerce çocuğun Türk hükümeti ve milletine karsı dostane ve sadıkane olmayan hissiyatla donanmış olarak yetişmelerine asla müsaade ve müsamaha edemeyiz" denmekte ve hükümetleri vatan topraklarını yabancılara satmaktan men etmektedir. İktisadi, sınai (endüstriyel) amaçlar ile bu amaçların tahakkuku ile mukayyet muvakkat satışa izin veren ve fakat bunun haricindeki satışlara kesinlikle ve asla izin vermeyen “Köy Kanunundaki düzenlemeler” Atatürk tarafından yapılmıştır.
Köy Kanununda yer alan “Yabancılara gayrimenkul satışına ilişkin” yasakları kaldırarak, yasada amir usul ve esasları değiştiren hükümetlerin ne denli Türk, ATATÜRK ve ANADOLU düşmanı olduklarını varın siz taktir edin. Üstelik, mütekabiliyet ilkesinin tabii bir gereği olan “milli değerleme” norm, ilke ve kriterlerinin satış şarlarına dahil edilmemiş olması, mezkür eylemin (1974 yılı itibarıyla yargı ve Anayasa Mahkemesi kararları mucibi) tam bir “vatana ihanet” suçunu oluşturduğu ayan beyan malûmdur.
Oysa, ANADOLU, tefessüh etmiş Avrupa’nın gelecekteki “en ideal yaşam alanı” olarak seçtiği ve asırlardır ele geçirmeyi hayâl ettiği “efsanevi” bir coğrafya, mucizevi bir toprak parçası ve yer yüzünün en mükemmel iklim ve yaşam koşullarına sahip alanıdır. Yer yüzünde ANADOLU kadar değerli başkaca bir toprak parçası yoktur. Merhum, adı  Anadolu ile müsemma ve müstesna büyük ATA bakınız Anadolu’yu nasıl algılıyor, ne kadar veciz, edebi, duygusal ve eşsiz, harikulâde bir lisan ile anlatıyor:   
 
ANADOLU ve VATAN SEVGİSİ
Bu bölüm içinde Atatürk’ün, (muhtemelen) yıllardır gizlenen ve gün ışığına çıkartılmayan “ANADOLU ve VATAN SEVGİSİ” üzerine çok veciz bir söylemini, belki de  ilk defa olmak üzere sizlerle paylaşmak istiyorum:
"Aziz ülke, Büyüklüğün ve iyiliğin ezeli perestijkarı (sevdalısı) olan Anadolu evlatları, Son hayat ve istiklal cenginde, beşeriyetin yaratamayacağı varlıkları imanlı kalplerinden taşan bir kuvvetle vücuda getirirlerken, onun içinde bulunmayanlar, o mukaddes heyecanı yaşamayanlar, kim bilir, o büyük kuvvetin ilhamını milletimizin hangi membadan aldığını tasavvur ve tahayyül ederler; Ve kim bilir bu büyük işi ne yanlış bir muhakeme ile tahlil ve tetkik ederler.
Anadolu'yu dışından ve içinden sezmeyenler, yeşil, sık ormanlarının dallarını yararak, bereketli ve sonsuz ovalarına inmeyenler; tufanların yardığı keskin kayalarıyla semayı delen dağların demir ve bakır sinesinden aşarak büyük ovalar içinden gürültüler, kıyametler koparıp çağlayan ırmakların soğuk sularından içmeyenler; Ve yanık sesleriyle hasret türküsü çağıran memleket kızlarını, dertli kavalına uzun ve eski hatıraları üfleyen engin ruhlu Anadolu çobanlarını karşısına alıp dertleşmeyenler, o kudret ve kuvveti bir türlü anlayamazlar.
Anadolu...
Ey gönülleri hicran ve hasret dolu anaların evlatlarını göğsünde barındıran sevimli ve tarihi yurt!...
Ey büyük kahramanların her bucağında at oynattığı aziz ülke...
Sen o kadar esrarlı ve tılsımlı güzelliklerin, yüksekliklerin içtimagâhısın ki: Fırtınalardan ilham alan şairlerin kalemi ancak senin bir ağacının dalı ve tabiatının güzelliğinden levha yaratan ressamların eseri, senin güzelliğin yanında nihayet bin bir renk ve manzaranın bir parçasıdır. Anadolu'da sönmeye mahkûm aşklar, bülbüllerin candan gelen ve cana tesir eden sesiyle, sönmek üzere bulunan hayatlar taze çam ağaçlarının keskin ve zevk-aver kokularıyla, hasretten eriyen gönüllerde saz şairlerinin ruhtan ruha ateşli bir sel halinde süzülen feryatlarla verilir. Korkunç ölüm, bu diyarın üzerinden korkarak geçer. Ölmeyecek milletin bu ebedi mekanı üzerinde baykuş feryadını bülbül sesi boğar, hasta, alil ihtiyarların son iniltilerini cenk havası içinde bir kasırga gürültüsü koparan genç Anadolu çocukları dindirir.
Burada her dermansız;  kahramanlar karargahına kurþ’un ve gülle taşımak için yerinden kımıldanır ve gökten inen bir ses, bütün ruhlara hayat ve hareketi emrettiği zaman, Anadolu'da boş duran bir tek Türk'e rast gelmiş bir çift göz bulunamaz. İstiklal ve zafer uğrunda dökülen kanlarla sinesini süsleyen Anadolu'da renksiz ve soluk bir manzara yok gibidir. Orada her şey ateşli rengiyle gözleri yakar. Bu diyarda yaşayanlar dünden bugüne ve bugünden yarına kahramanlık, şeref ve fedakarlık taşımaya memur edilmiş, ümit ve iman telkinine gönderilmiş manevi birer heyet gibidir. Her evin içinde dünün şerefini yaşatmak için bugününü feda edenlerin isimleri, her mübarek günde en derin hürmetlerle anılır.
Ekseri çocukların gözlerinde daima iki damla yaş ve göz bebeklerinde titreyen solgun bir hayal görürsünüz. Bu çocuklar meçhul kahramanların yadigarlarıdır. Yurdun her bucağından esip gelen rüzgarları, büyük şehidlerin kahramanlık hislerini küçüklerin kalbine bırakır. Onun içindir ki her evde yaşayan küçük kalplerin içinde büyükler vardır ve her Anadolu evi kimsesizlere kapısını şefkat ve hürmetle açan birer yuvadır. Anadolu'yu gezenler, gördükleri şekle bakarak hükümlerini vermeye kalkarlarsa aldanırlar. Tabaka tabaka onu saran tarihi yaprakları birer birer çevirmedikten tetkik etmedikten sonra, Anadolu için rey vermek doğru olamaz. Anadolu'da saf ruhların bağlı kaldığı ölümsüz hatıralar vardır. Mübarek günlerde ziyaret edilmesi, miras gibi, ecdattan intikal etmiş öyle mezarlar vardır ki, bunlarda çok uzak zamanlara ait gazaların kahramanları yatar.
Anadolu köylüsü bu ziyareti ifada kusur etmeyi en büyük günah bilir ve bu ziyaret her gün; ölen ve yaşayan kahramanların gurur veren destanlarını yad ve tekrar ile eda edilir. Anadolu yavrusunun süzgün ve kayıtsız gibi görünen bakışlarının altındaki vefakar ve asil nurunu görmek ve anlamak için ruhunu bilmek lazımdır. Anadolu evladı, bulutlar içindeki yıldızlara benzer: Küçük bir heyette gizlenmiş koca bir âlem. Yabancılara açılmayan kalbinin ifadesini yalnız gözleri ifşa eder.
Onlar büyük tahammüllerin timsalidirler.
İhtiyar tarih, hiçbir vakit bu kadar sabur (sabırlı) bir millete tesadüf etmemiştir. Anadolu evladı, bugüne kadar gözü kapalı girdiği muharebelerden bin bir zaferle dönmüştür. Bugün ise gözleri açık olarak atıldığı mücadeleden, mutlaka istiklaline sahip bir devlet vücuda getirerek çıkacaktır.
Çünkü Anadolu evladının mukadderi bu!...
Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk Milleti ve özümüzden aldığımız güç ve güvendir." Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK (*)
Şimdi tekrar günümüze dönelim. ABD-Papa destekli AB kisve ve maskesi ardında uygulanan menfur projenin son aşamasına bakalım:
Yukardan itibaren anılan ve açıklanan bu, kapitalist-emperyalist psikolojik harp planına göre 1071 tarihinin (bazı gafil iç unsurlar ve hattâ çok milliyetçi geçinen kesimler dahil olmak üzere) inatla tekrarlanıp durulmasının altında; Özellikle ve bilhassa vahşi, hırsız, yolsuz ve emperyalist batının ezeli ‘şark meselesi’, Vatikan’ın ‘hilâli-salip” çatışması, dinler arası (!) diyalog konsepti;
Büyük Britanya İmparatorluğu’nun (İngiltere’nin) 21 Temmuz 1923’de Lord CURZON önderliğindeki İngiliz delegasyonu ile genç Türkiye Cumhuriyeti’nin Lozan heyeti adına İsmet İNÖNÜ tarafından (Türkiye ile İngiltere arasında) imzalanan “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ÖZERK ancak, sonuç olarak İngiliz Milletler Topluluğu üyesi olduğunu kabul eden anlaşma”;
Ve dahi, 1939 ile 1950 arasında Türkiye ile başta ABD olmak üzere Yunanistan, İngiltere, Almanya ve diğer ülkeler arasında (Türkiye ve Türk-İslâm halkı aleyhine) akitli “GİZLİ ANLAŞMALAR” kullanılarak Anadolu’ya el koyma niyetleri ile bu amaç ve istikamette 1945’li yıllarda ABD’nin planladığı "Yeşil Kuşak projesi” ürünü: ‘günümüz söylem biçimi’ ile bir nevi ‘ılımlı İslâm’ tarzında tanımlanan “tarihi anlam, önem, dini değer ve içeriğinden soyutlanmış, içi boşaltılmış” Türk-İslam sentezi” yatmaktadır.
Yani, emperyalizme karşı verilen efsanevi bir red, direniş ve başkaldırı sonucu Mustafa Kemal ATATÜRK ve arkadaşları tarafından kurulan milli-laik, özgür, hâkim ve hükümran, tam bağımsız ve bağlantısız Türkiye Cumhuriyeti yerine; 1750–1900 “Bir İmparatorluğun Yağması” yıllarını yaşayan “Batıya kul-köle, dinini, diyanetini, milliyetini, milli, ilmi ve kültürel değerlerini unutmuş, AB ve ABD’ye açık Pazar olmuş, yüksek değer ve tarihi devlet geleneğinden arınmış "Ilımlı İslam" veya ‘dejenere bir yeni Osmanlı’ (!) sistemi... Yahut da, evanjelist sahte peygamberlerin insani yönden mutasyona uğramış  din tüccarları için yazıp hazırladıkları “gerçek furkan” ve buna dayalı olarak BOP ve BİP, Hiçbir dini, ilmi ve İslâm’ i hükmü (değer ve gerekliliği) haiz olmayan halifeliğin ihyası v.s.. Bu ne enteresan ve ham bir hayâldir. Lâkin, son Osmanlı halifesi dahil, pek çok Osmanlı din adamı (!) ile vükelâsının mason, misyoner, dönme, devşirme yahut sabetay olmasından cesaret alınarak geliştirilmiş bir ‘menfur’ plân. Yani ütopya...
Aslında Proje, Batılı Hıristiyanlar tarafından, yaklaşık 2000 yıl önce Anadolu’ya gelerek yerleşmiş Türklere karşı bir tedbir olarak ilk kez 19 Haziran 325 tarihli İznik Konsüller toplantısında ele alınmış ve yürürlüğe konulmuştur. 625 yılında tekrarlanan toplantıda; Bu menfur projenin pekiştirilmesi yanında, 2533 İncil arasından 4’ü seçilip, Barnaba İncili aforoz edilmek suretiyle “kapitalizm ve emperyalizm” İncil’le bütünleştirildi.
Engizisyon mahkemelerinin kurulmasına karar verildi.
Hızla ilerleyen ve genellikle Hun, Ak Hun, Avar, Bulgar, Çuvaş ve Peçeneklerin itibar ettikleri Bogomile mezhebine karşı en vahşi önlemlerin alınmasında mutabık kalındı. Mevcut İnciller her türlü İslâm’ i mesaj, ima-imaj, Kur’an la uyuşan ve örtüşen söz, söylem ve son peygamberin adı ile Müslümanların yaşam biçimlerini anımsatan kelime ve kavramlarından ayıklandı. Barnaba İncil’i ise “Muhammet veya Ahmet isminde bir peygamberin ‘son peygamber’ olarak geleceğini ve bütün İsevilerin Muhammed’e intisap etmesi gerektiğini müteakip yerlerinde ‘açık birer ayet olarak’ ihtiva ettiği (Kur’an da yazılı olduğu biçimde haber verdiği) ve çoğu yerinde Müslümanların kitabı ile uyuşup örtüştüğü için dışlandı. Bütün dünyada toplatıldı, Yakıldı ve yok edildi.
Bu kararlar doğrultusunda, 1071 öncesi asırlardı Anadolu’da mukim ve fakat Müslüman Türkleri asimile etmek ve sonrasında ardı arkası kesilmeyen Türk ilerleyişini durdurmak, Kudüs ve Hıristiyanların diğer kutsal saydıkları yerleri geri almak için 1096-1270 yılları arasında toplam sekiz Haçlı Seferi ve bir dizi küçük sefer düzenlendi. Netice alınamadığı görülünce bu defa Papalar, Haçlı Seferleri boyunca ve sonrasında "Anadolu ve Rumeli'yi istila etmekte (kurtarmakta) olan Türklere karsı Avrupa milletlerini ayaklandırmak için bütün teşkilatlarıyla harekete geçtiler" ve buna rağmen Haçlı Seferlerinin sonuç vermediği görülünce 1208 yılında fiilen misyonerliğe (içten bölme hareketine) başladılar. 1312 yılında yeniden İznik Konsüllerini topladılar. Bu defa özellikle Anadolu Türklüğüne karşı 19 Haziran 1312’de çok kapsamlı ve ayrıntılı bazı kararlar aldılar. Bu tarih, Türk-Müslümanlara karşı verilen fiili, fikri (psikolojik) ve sosyal-kültürel savaşta derin bir taktik ve strateji değişikliğini ifade eder. Bu toplantıda:
“Osmanlı Devleti’nin büyümeden, gelişmeden ve her ne pahasına olursa olsun Anadolu’ da tekrar Türk birliği sağlanmadan yıkılıp yok edilerek; Yeni bir Türk devletinin mutlaka ve behemahal önüne geçilmesi. 1299’da başlayan devlet olma ve devlet kurma eğiliminin yok olması ve temelli çökertilmesi için bilumum fiili tedbir ve tedhişe ek olarak; Başta Türk ve Müslümanların aile yapısı olmak üzere, askeri düzen dahil ‘itaat, sadakat ve inanç’ sistemlerinin zamanla bertaraf olmasını (işlemez hale gelmesini) sağlayacak strateji ve metot (de’jenerasyon) psikolojik harp kararları alındı.
Ayrıca, Müslüman Türklerin (Arap, Acem, Suriyeli ve diğer Türk asıllı olmayan halklar üzerinde bu tarih itibarıyla plânlanan bozulum-yozlaşma sağlanmış ve beklenir dejenerasyon tezahür ederek sonuçlarını vermiş idi) genel ve güncel yaşamları ile iktisadi, siyasi, dini, ilmi, sosyal ve kültürel hayatlarının (yaşam boyutundaki) uygulama yönünden zayıf (geri) tarafları tespit edilerek, casus ve misyonerler için bir dizi strateji, propaganda ve çalışma programları hazırlandı.” 
Dahası, Haclı seferleri sırasında Cluny papazı Peter, birçok kaynakta adı Robert Keton olarak geçen "Ketton'lu Robert'ten Kur’an-ı Kerimi Latince'ye çevirmesini istedi. "Ketton'lunun tercümesinde Kur'an-ı Kerim 'Zındıklığın (dinsizliğin) kaynağı, Hıristiyan (İsevi) kilisesinin varlığını tehdit eden yıkıcı hareketlerin sebebi' olarak gösteriliyor, cihat bir saldırı ve vahşet unsuru olarak ile sürülüyor ve 'Eğer Kur'an'ın verdiği zararlar dirayetli bir karşı mücadele ile bertaraf edilmek isteniyorsa, onu mutlaka öğrenmek gerekir'" deniliyordu. 1311'de Papa' nın emriyle "Şark Dilleri Kürsüsü" kuruldu. 1312'de Viyana Konsulü' nde, Avrupa'nın Oksford, Paris, Roma gibi ünlü üniversitelerinde Arapça’nın da okutulması kararlaştırıldı. Bütün papaz okullarında ise Kur’an eğitimine geçildi.
Anadolu'da 1208’den sonra "en teçhizatlı misyonerlerin" faaliyeti esas olarak bu karar, tedbir ve teşebbüslerden itibaren başlar. Önce Katolikler, daha sonra Protestan (Amerikalı, İngiliz, Fransız ve Alman) misyonerler Osmanlı İmparatorluğu'ndaki etnik unsur ve gayrimüslimleri kullanarak, kışkırtarak, milli bilinç çalışmaları yaparak ve bölerek merkezi otoriteye karşı çıkmaya yönelttiler. İsyan edenleri teşvik ve himaye ettiler. Onlara ırk, din, ahlâk, dil ve tarih konusunda ayrılıkçı-bölücü bir misyon ve motivasyon aşıladılar. Okullarla, yurtlarla, yuvalarla, kilise ve havralarla tahkim ve en ileri, modern silâhlarla teçhiz ettiler.
Bu tarihten itibaren Yahudi ırkı (Musevi) ve İsevi millet, mensup (mansıp) ve mezheplerine ait ne kadar Kilise, Havra ve dini kurum görüntüsü altında faaliyet gösteren bina, tesis ve mütemmim cüzü varsa tamamı adeta bir askeri üs, ihanet şebekeleri (hain) eğitim merkezi, silâh-mühimmat sevk, intikal, destek ve tahkim (istihkâm) merkezi olarak faaliyet gösterdi. 
DEVAM EDECEK 
 
01. Doç. Dr. Mehmet SARAY, Atatürk ve Türk Tarihi, Türk Kültürü Dergisi, Sayı: 249,Ocak 1984. Tahsin Ünal,  Cumhuriyetin 50. Yılında Tarih Anlayışımız. Türk Kültürü Araştırmaları, Ankara. 1973 (Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları)
02. Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Türk Milletinin Kültür Değerleri, İstanbul.1977 s.31-32
03.  Atatürkçülük-Atatürk’ün Görüş ve Direktifleri, 1. kitap – Genel Kurmay Başkanlığı Neşriyatı, Ankara-1982
04. Prof. Dr. Afet İnan, Kemal Atatürk’ten Yazdıklarım, 1000 Temel Eser Serisi, s. 110
05. Yusuf Akçora, Birinci Tarih Kongresi Zabıtları, s.595
06. Ord. Prof. Enver Ziya Karal, Atatürk’ten düşünceler, İstanbul-1981, s.89
07. Prof. Dr. Cengiz Orhonlu, Atatürk ve Tarih Görüşü, Türk Kültürü Dergisi, C: 6, Sayı: 61, Yıl: 1967
08. İkinci Tarih Kongresi Zabıtları, 1937, s.85
(*) Hamdi Yılmaz, Anayurt Gazetesi, (Neval Kavcar) 01-02/Eylül/2006 – Ankara
09.Türk Silâhlı Kuvvetleri Dergisi, Temmuz-1992, s.333, Sayfa: 26
10. Melih Cevdet Anday, Urla Yarımadasında Bir Gezinti, Milliyet Gazetesi, 27.7.1972, s.5
11. Türk Tarihinin Ana Hatları, 1930.s.1
12. Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, Türk Tarihinin Sosyolojisi, Birinci Kitap, s.49 Milli Eğitim Kültür Dergisi, C: 2; Sayı: 8, Türk Devleti Meselesi, Tercüman: 11.6.1984
13.Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, Ankara’da ki Anıt ve 16 Türk Devleti Meselesi, Tercüman Gazetesi, 11.6.1984
14.Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Anadolu Medeniyetleri ve Biz Türk Edebiyatı Dergisi, Eylül-1983
(*) Prof. Dr. Özcan YENİÇERİ, Barem-Ekim: 2006, s. 66-67
15.Belde Gazetesi, Sıra Dışı, 9.10,11 ve 12 Eylül 2006 – Ankara
16.Dr. Oğuz DOĞAN, Türk Dünyası Edebiyatı
17.Atatürk, 29.Ekim.1933 – Türk Dünyası, Çağrı Kürşat Yüce, Tutibay Yayınları, Ankara-2001
18.1923-Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: II, 1952, Türk İnkılâp Tarihi Ens. Yay.
19.Türk Kültürü Dergisi, Sayı: 13, Abdülkadir İnan – 1963/332
20.Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurulu-Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Atatürkçü Düşünce, S: 540 – 1992 / 359  Mustafa Kemal ATATÜRK, Nutuk – c: III,
(*)   Devlet yönetiminde en ileri ve etkin, güçlü ve muktedir; Dini, ilmi ve askeri müesseselerde ise; Ayırıcı, bölücü, tefrika yaratan, örgütlü fesat unsurları haline getirip, elçilik, ataşelik ve konsoloslukları marifetiyle (açık-gizli) himaye ettiler.
(*) F.A., 25 Nisan 2005'te Yeşim Seliz ve B.Aslan
(*) Son 4 yılda Anadolu’da 40 bin adet kilise açılmış bulunmaktadır. (basın)

 

 
 
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 94

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

ON İKİ ADA MESELESİ KIRK ASIRLIK TÜRK YURDU ANADOLU2

 
Osmanlı'nın, 1535'te, gücünün ve özgüveninin zirvesinde iken Kanuni Sultan Süleyman Hân zamanında Fransızlara tanıdığı kapitülasyonlar sayesindedir ki, ilk kez bir Hıristiyan kral, Osmanlı Devleti nazarında padişahla ‘eşit taraf’ muamelesi gördü. 1583, Sultan Üçüncü Murad döneminde ise; Fransız elçisi ve Papa' nın temsilcisinin isteği kabul edilerek, egemenlik haklarını ortadan kaldıran bir karar daha alındı: Böylece, kendi halkının bir başka devletin göndereceği öğretmenler tarafından eğitilmesi kabul edilmiş oldu. İşte, bu (dönem itibarıyla son derece masum, makul, iyi niyetli ve insani amaçlarla vaki ilişki ve anlaşmaların yapıldığı) tarihten itibaren Osmanlı coğrafyasında yüzlerce misyoner okulu, kilisesi, yetimhane vb. merkez açıldı. Güçlü ve hakim devlet dönemi için bunlar bir tehlike olarak görülmedi. Verilen haklar bir lütuf, inayet ve iyi niyet göstergesi olarak kabul edilmekte idi. Ama gelecekte nelerin olabileceği (ve muhatap tarafın bu anlaşmaları kötü niyetler, menfur-sinsi amaçlarla kullanabileceği ve olabildiğince istismar ve suistimal edeceği) hiç kimsenin aklına bile gelmedi. Umuru devlet tarafından hesap edilemedi. Sonradan gelenler de maalesef gereken beka ve basireti göstererek tedbir alamadı, veya batının etkisi altında kalarak alınamadı.  
Kapitülâsyonlar ve müteakip anlaşmalar ile devam eden süreci bakın, Ermeni araştırmacı Levon Panos Dabagyan, misyonerlerin verdiği zararı nasıl izah ve ifade ediyor: “Ermenilerin Milli Kilisesi ile birlikte, milli bütünlüğü bölünmüş ve böylece Türkiye Ermenileri, kapitalist-Emperyalist Devletlerin adeta oyuncağı durumuna düşerek çok büyük kayıplara uğramışlardır".
TARİHİ GERÇEK
Gerçekte Türkler, kutsal kitaplar ve başta ‘Dedem Korkut” olmak üzere pek çok efsanede açıklandığı, anlatıldığı ve Kur’an-ı Kerim ile İslâm’ i kaynaklarda kayıtlı olduğu üzere; Hazreti Nuh’un oğlu Yasef (YUSUF)’in soyundan gelmektedirler. Hazreti Nuh zamanında yıllarca ikamet ettikleri yurtları Mezopotamya (Sümerler), doğu ve güneydoğu Anadolu  havalisi (dahil) olduğu halde, tufandan sonraki ilk yerleşim yerleri Ağrı Dağı ve Anadolu’nun doğu ve yine güneydoğu çevresidir. (22) Bu tarihi gerçekten hareketle, batı kaynaklarında Orta Asya dahil Anadolu Trakya hariç bütün bölümleri “TÜRKİYE” olarak adlandırılır ve eski haritalarda böylece gösterilir.
Ancak, Hazreti Nuh belirli bir aradan sonra Yasef/Yusuf ailesi ve ahvadını Orta Asya taraflarına göndermiş, (M.Ö. 4500 yıllarında) gidenler de, bu günkü Tanrı Dağları ile Amuderya ve Siri Derya nehirlerini içine alan iklimi müsait ve çok verimli bir coğrafyada yerleşmişlerdir. Orta Asya’da, Atamız Yusuf’un sülâlesi genişleyip büyüdükçe etrafına sığmaz olmuş, bir bölümü orada kalmaya devam ederken, sülâleden bir kısım Türkler, tekrar Ana Vatan Anadolu taraflarına göç ederek Hazreti Nuh’dan sonra ilk defa M.Ö. 3500 yıllarında, yani bu günden 5500 yıl önce gelip Anadolu’ya yerleşmişlerdir. (23)
Dahası, aynı dönemlerde Hazar Denizi (adını Hazar Türklerinden almıştır) Volga, Dinyeper ve Dinyester’i geçerek bu günkü Romanya steplerini aşan Türklerin büyük bir bölümü Balkanlar ve Anadolu’ya yerleşmişlerdir. İleriki yıllarda oluşan Bogomile (Bojnak) Mezhebi tarihi incelendiğinde bazı gerçekler çok daha açık ve net bir biçimde  ortaya çıkmaktadır. O dönemde Kıt’a Avrupa’sında yaşayan kavimlerin ne kadar zalim, adi, alçak, insanlık düşmanı, hain, ilkel ve vahşi olduklarını anlamak bakımında da bu kesitin incelenmesinde fayda ve zaruret vardır.  
TÜRKLER, İSLÂMİYET VE ŞAMANLIK
Kur-an’ı kerimde açıkça sabit ve inancın (Amentü) temel ilkesi olması nedeniyle kabul etmek gerekir ki; Hazreti Nuh (bütün peygamberler gibi) Müslüman’dı. Dolayısıyla Türklerin atası Yasef/Yusuf’ da sadık, samimi ve muttaki, iyi bir Müslüman idi ve İslâm’ın döneme raci akaidine-ilkelerine sadık kaldığı ve Hazreti Nuh’un şeriatını özenle yaşattığı anlaşılmak gerekir. Oğuz Kağan Destanına göre, Oğuz Han’da Müslüman olarak doğmuş, üç gün süreyle annesinin memesini ağzına almamış, Annesi büyük bir endişe ve üzüntüyle yalvarınca ise üç günlük çocuk “Anne, ben Müslüman’ım, sen değilsin. Eğer Müslüman olmazsan sütünü içemem” demiştir. Hazreti İbrahim’in de baba tarafından Türk olduğu ve Peygamberimiz Efendimizin de bu cihetle Türk soyuna dayandığı söylenir.
Türklerin tarih boyunca sergilediği yüksek medeni vasıf, insan odaklı kültür,  saygı, sevgi, hoşgörü ve yüksek toleransın temelinde ola ki bu manevi gerçek vardır. Bu nedenle, sonraki bin yıllar içinde oldukça değişen ve (zaman zaman, yer yer) Şamanlığa dönüşen inanç ve ibadet biçiminin temelinde İslâm inancı (Müslümanlık) vardır. Diğer bir anlamda, bütün milletler gibi Türkler de, Müslüman olarak hayata başlamış ve fakat, diğer milletlerden (kavimlerden) farklı olarak inançlarının özünü-esasını muhafaza ederek tarih sahnesinde yürümüşlerdir.
Türklerin MS 760 – 800 yıllarından itibaren geniş kitleler halinde İslâm’ı kabul etmelerinin ana sebeplerinde biri: Şamanlık ile İslâmiyet arasında, bin yıllar boyunca değişen çok az unsur hariç büyük bir örtüşme ve benzeşme olmasıdır. Nitekim, bu anlamda Türkler akın akın İslâm’a katıldıktan sonradır ki, daha büyük devletler ve yüksek medeniyetler kurmuşlar ve dönem itibarıyla bilimin, kültürün ve bilincin gelişmesine çok büyük katkılarda bulunmuşlardır. 
Tam yeri gelmişken burada, Büyük İslâm Peygamberi’nin Türkler hakkında ne buyurduğunu bilhassa hatırlatmak isterim. O Yüce Peygamberimiz, bize bahşedilen ‘Türk’ ismi için: “BEN ALLAHI’IN YARATICI AŞKIYLA CİLÂLANMIŞ TERTEMİZ, SAF BİR AYNA’ YIM. BU YÜZDENDİR Kİ; BANA BAKANLAR, BU MÜCELLÂ AYNADA KENDİ YÜZLERİNİ VE YÜREKLERİNİ TEMAŞÂ EDERLER. TÜRK GİBİ GÜZEL VE AYDINLIK OLANLAR, BU NUR’DAN IŞIKTAN OLAN AYNADA, KENDİ GÜZELLİKLERİNİ GÖRÜRLER” buyurmuşlardır. İşte TÜRK budur. Bu, (böyle) olmak durumunda ve zorundadır. (24)
Peki, bu muhteşem, istisnai övgüye ve muazzam mazhariyete sebep ne ? Cevabı bizzat Kur’an-ı Kerim vermektedir. Okuyunuz: "Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, Allah onların yerine öyle bir kavim getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı sever. Onlar müminlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler. Allah yolunda cihad ederler ve dil uzatanların kınamasından da korkmazlar" (Mâide: 54)
Size çok önemli bir Hadisi Şerif daha nakledeyim: "Fitne, fesat çoğaldığında ve kan gövdeyi götürdüğünde Allah bu ümmete mevaliden (Efendiler. Mevleviyyet pâyesine ulaşmış sarıklı alimlerden) bir ordu gönderecektir (TÜRKLER); Onlar ata binmede Araplardan çok daha üstün ve silah kullanmada onlardan daha çok mahirdirler. İşte Allah (c.c.) bu dini onlarla yeniden bir kere daha güçlendirecektir." Hz. Muhammed (s.a.v.)
Aynı Nûr’ un devamı olan gönüller sultanı Hz. Mevlâna’ mız ise; “ŞU SONSUZ DERYÂDA AKIP GİDEN GEMİNİN MANÂSINA-KAPTANINA TÜRK DENİLİR, TÜRK ! ELBETTEKİ SÛRETA YAŞAYANLARA DENİLEMEZ. O, YÜCE MANÂNIN GERÇEĞİNİ İDRAK EDEREK YAŞAYANLARA SADECE TÜRK DENİLİR !” (25) diyerek; Türk’ün gerçek anlamda olgunluğun, kemalâtın ifadesi olduğunu belirtmiştir. Bu kemalât, yüce dağların, göklerin ziynetleri olan yıldızların, ayın, güneşin anlamlarına kadar ululanmıştır.
Son olarak, Yunus Emre Hazretleri de şöyle der:
"BİLMEYEN NE BİLSİN BİZİ, BİLENLERE SELAM OLSUN"
Yer, yer (dünya) olalı hiçbir kavim/millet/halk/topluluk bu kadar övülmemiş ve yüceltilmemiştir. Bütün Türk alemi bu hakikatleri bilmeli ve ona göre motive olmalıdır...
MESELE DİN’SE EĞER...
Ve insanlık adına batı, ABD ve diğerleri; Sözde insan hakları, demokrasi, adalet gibi (samimi olmayan) iddia ve kavramlar ileri sürerek; 11 Eylül (ikiz kuleler) gibi oyun, iftira ve senaryolar düzerek, Türk-İslâm alemini tehdit ve Anadolu’yu tasallut-tarumar edip, aslında ‘yüceltmek-kutsamak, mümin ve muteber kullar olmak için’ tanrıyı (Allah’ı) arıyorlarsa eğer; Önce Türk tarihine bakmalıdırlar. Tanrı (Allah) orada. Gerçek İslam oradadır. Gerçek kültür, medeniyet, saf, temiz, berrak, namuslu, dürüst, ilkeli, onurlu, sevgili, saygılı, hoşgörülü ve değerli “İNSAN”, insanca yaşam biçimi orada. Makro ve mikro bazda kozmik, sosyolojik, sosyometrik, epistomolojik bakımdan “elektik”(gerçek insan formu) ontolojik ve tarihi diyalektik sırlar ile kâinat/evren, Türk aleminin, on bin yıllık “gizlenen tarihinin” ve İslâmiyet sonrası tasavvuf güncesinin tertemiz, pırıl-pırıl sinesinde gizlidir. Okusun okumasını bilenler ve araştırsınlar.
MEDENİYETLER BEŞİĞİ ANADOLU
Hiç düşündünüz mü ? Niçin medeniyetler beşiği Anadolu’dur ? ve 5700 yıllık Yahudi inancına göre “her milenyumda (bin yılda bir) Anadolu’dan büyük bir medeniyet zuhur eder (çıkar) ?  Çünkü, Anadolu barışsever atalarımızın insan sevgisi, barış, anlayış, adaletle yönetim, eşitlikle himaye, tolerans ve hoşgörüsü nedeniyle; Yunanlı İskender, Haçlı taarruzları, Aksak Timur (!) ve yine vahşi batının tahriki sonucu vuku bulan din savaşları ve kardeş kavgaları dışında ciddi bir tahribat ve yıkıma maruz kalmamış, bu sayede, başta Türk kültür ve medeniyeti olmak üzere, çok farklı kültür ve medeniyetler burada gelişme imkânı bulmuşlardır. Dünyanın hiçbir coğrafyasında, ülke veya devletinde bu himaye, sahiplenme ve hoşgörü yoktur. Örneğin IX asıdan XI. asrın sonlarına kadar Sicilya İslâm Devleti’nden günümüze intikal bir eser var mıdır ? Ya, Amerika’da Kristof Kolomb’dan 25 yıl önce Osmanlı himayesinde kurulduğu yenilerde açıklanan ve varlığı ileri sürülen devletten !.. Tekrarlamakta fayda var. Endülüs medeniyetine ne oldu. Ya, Hun, Avar, Türk-Bulgar ve Peçenek eserlerine ne oldu. Tarihi ve kültürel eserler bir yana; Neden Avrupa 1760 yıllarında başlattığı Avrupa’ nın Müslüman ve Türk soykırımları ile Türklerin tam bir vahşetle tahliyesinden (tarihin en büyük tehcirinden) bahsetmez !.. 
Aslında, Türk tarihinin derinliklerinde, gün yüzüne kasıtlı olarak çıkarılmayan, Cumhuriyet hükümetlerinin de yeterince sahip çıkmadığı gerçekler, bu günün sorularının hepsine cevap verecek derecede, kapsam ve nitelikte büyük bilgiler içermektedir. Tıpkı, bütünüyle yalan ve iftiradan ibaret Ermeni soykırım iddiaları gibi, mevcut ve muhtemel pek çok iddia ve iftiranın yolu böylece kesilebilir. Günümüzde tefessüh etmiş sözde Avrupa  medeniyeti geçmişinden korkmakta utanç ve hicap duymaktadır. Bu nedenle tarihi karartmakta kendince haklıdır. Ama bizim korkacak neyimiz var ?
Türkler bilgeliklerini İslam’la kazanmadılar, bilakis İslâm’la ivme kazandılar. Ama ne zaman ki, arı-duru, saf ve gerçek İslâm’ı sulandırmaya kalktılar, işte o zaman kaybettiler. Bu sözüm yanlış anlaşılmasın. İslam’ın içindeki bilgelik ve kemâl derecesi / olgunluk saklı sırlar yine Türklerin bilgeliğiyle insanlık alemine çok farklı ufuklar açmıştır. Daha sonraları hurafelerle yozlaştırılan, din tüccarlığına ve siyaset simsarlığına alet edilen ve başkalaştırılan İslam yüzeysel ve taklidi hale gelince yani, iktidarı yobazlar ele geçirince Türkistan'da doğan bilgelik de şimdilerde yeraltına indi. Hala o yobazların çelişkili ilmihalleriyle insanımız, bu bilgelikten, olgunluktan ve safiyetten mahrum kaldı. Şimdilerde kadınların saçalarıyla, başlarıyla, yazma ve baş örtüleriyle uğrasan bizler o zamanlar evrenin sırlarıyla ilgileniyorduk. Ne oldu da İslam bugün ki haline geldi? Neden bazı adetlerimiz, gelenek ve törelerimiz batıl inanç olarak bir kenara itildi, atıldı ve Şamanizmden gelen derin kültür ve bilgelik birikimimiz İslam’ı doğru yorumlarken birden necis (pis) Arapların; Tıpkı Museviler ve İseviler gibi tahrif ve tahrip ettikleri suni ve sapık (sözde) dine inanmaya başladık ? (sapık din derken asla gerçek İslam’ı kastetmiyorum) İste çözülmesi ve çözümlenmesi, aşılması gereken soru ve sorun bu..
TEKRAR HATIRLATALIM
Orta Asya’dan göç edip gelen Türklerin İlk yerleştikleri yerler Güney Doğu Anadolu’da bu günkü Diyarbakır, Cizre, Mardin, Musul, Kerkük ve Zagoros Dağları’nın batı etekleri olup; Yaklaşık 500 sene buralarda hüküm sürdükten sonra bir bölümü Orta Asya’ya tekrar geri dönmüş, kalanları ise Anadolu içlerine doğru ilerlemiş, buralarda uygarlıklar kurarak, çoğalıp çeşitli kabileler, boy ve soylara bölünerek muhtelif devletler kura gelmişlerdir.
Nuh Tufanı efsanelerinde bu hususta çeşitli bilgilere rastlanmaktadır.
Önemine binaen tekrarlamakta fayda var. İslamiyet gelmeden çok önceleri de TÜRK vardı. Dahası, zaten Türkler evvelinde de Müslüman idi. Yukarda da değindiğimiz üzere, Şamanlık, orijini NUH şeriatı olan; Hazreti Muhammedi (SAV) in vesile olduğu “EKMEL DİN” in belki de sadece bir alt versiyonu idi. Şamanizmi incelediğimizde bunu açıkça anlamak, taktir etmek ve görmek mümkündür. Ahmet Yesevi’den intikal ve Yahudi asıllı bozguncu Abdullah Bin Sebe (sebailik) ile hiçbir ilgi ve alâkası olmayan, bütünüyle ‘nev-i şahsına münhasır’ Şii-Batıni karakterinde uzak, saf İslâm ve ‘ehli Sünnet ve’l Cemaat’ esasını baz alan Hacı Bektaş-ı Veli Aleviliğini incelediğimiz taktirde de aynı izlere ulaşırız. Zira, Şamanizm ile İslâm arasında kayda değer ciddi çelişkiler yumağı yoktur. Bu tarihi süreçte “orijinal İslâm, adeta bir Türk İslâm’ı” biçiminde şekillenmiştir.
Şüphesiz ATATÜRK’ de bunu anlamış ve görmüştür. (26)
Bütün bu tarihi ve tabii-doğal gerçekleri inkâr eder ve yaklaşık 4000 yıldır bu toprakların TÜRK olduğunu görmezden gelirsek, o zamanda düşman/batı derki sana "mademki Anadolu’ya yeni geldiğini kabul ediyorsun, o halde çek git" buradan. Ya terk et Anadolu’yu, ya da benim dayattıklarımı kabul et. 1500 yıldır özellikle Türklere, 1400 yıldır da bütün insanlık ve İslâm alemine Papalıkça oynanan oyun bu değil mi ?
Ak-at Kralı Naram-Şin’in (M.Ö 2200) Anadolu seferlerini anlatan "Şartamhari" beyannamesinin (kil tabletler) 15. maddesinde şöyle yazılıdır. “Türki kralı İlsu-Nail” Yine Ak-at tabletlerinde; Mardin merkez olmak üzere, güney Anadolu ve Musul,Kerkük dolaylarında yerleşik Hurriler de Türk kavmidir. Hurri dilinin filolojik kökeni ve özelliği Türkçe’ dir. Hurriler’in torunları Urartular da Hurri dili özelliği taşıyan dile sahiptir. Hurriler proto-Türk kavimleridir. Tıpkı Sümerler gibi. Anadolu Türk ün ikinci Vatanı değil, Orta Asya ile birlikte en eski Yurtlarından biridir. Anadolu ya (MÖ 700) Kafkaslardan gelen İskitler (Sakalar) Türk kavmidir. Urartular’a devamlı saldıran Asurları tarih sahnesinden silen İskitlerdir. Urartu başkenti Tuşpa (Van) da Şamran suyu diye bilinen su kanalları Urartu mühendisliğinin şaheseridir. Bugün Orta Asya da (Doğu Türkistan, Sincan) Şamran suyundan çok daha ileri teknikte 4500 yıllık (yer üstü ve yer altı) Karız ve Jinhan kanalları vardır. Karız ve Jinhan kanalları, bu gün Çin sınırları dahilinde yer alan üç mimarı harikadan biri olarak kabul edilmektedir.
Büyük göçe neden olan bölgesel kuraklık sırasında Tanrı Dağlarındaki suyu buharlaşmaması için 60 kilometre mesafeye taşıyan Karız kanallarının toplam uzunluğu 5100 kilometreyi bulmaktadır. Uzunlukları 4 ile 60 km. arasında değişen Karızların sayısı 1800 civarındadır.
Bu muazzam kanallar ve su yolları, en az Mısır piramitleri veya Aztek / İnka tapınakları kadar, hattâ onlardan çok daha önemli, gerekli, değerli ve insani amaçlarla inşa edilmiş olup; Aynı dönemde demir ve bakırı işleyen ve modern tarım yöntemlerini büyük bir başarıyla uygulayan (27) Atalarımızın eseridirler. Bu eserler ve benzerleri, bu günkü Tanrı Dağı ve civarından, Mezopotamya ve Anadolu dahil çok geniş bir coğrafyada net bir biçimde görülür.
Dikkat edilirse, atalarımızın tarih boyunca inşa ettiği bütün eserler insanlık yararına,
üretim ve hizmete yöneliktir. Hepsinde “kamu yararı” baz alınmıştır. Çok önemli bir kültürel değer ve eser olan ve Türk tarihine ışık tutan “Orhun Kitabeleri” ise, son derece mütevazi boyutlarda inşa edilmiştir. Bunda ibret alınacak dersler vardır.
Evet, şimdi Nuh Tufanını ve Sümerleri baz alırsak bu topraklar, gerçekten de Atatürk’ün dediği gibi yaklaşık 7000 yıllık; (*) Orta Asya’dan ilk göç dikkate alındığında ise, en azından  kırk asırlık (4000 yıllık) Türk Yurdudur. Doğu Roma tarihi ayrıntılı bir biçimde incelenirse eğer, günümüz için sürpriz sayılacak çok enteresan bilgilere de ulaşmak mümkün görülmektedir. Dış düşmanlar ve iç işbirlikçileri, bunun içindir ki; TÜRK’ e tekrar "yüksek, asil ırkını, nadir harsını-kimliğini, kişiliğini, nadir kültür ve medeniyetini öğreten” ATATÜRK e düşmandırlar.
Burada Atatürk tarafından ortaya atılan “Güneş Dil” teorisini de çok iyi anlamak ve bu bağlamda inceleyip-irdelemek gerekir. Ancak, bu tez-teori Atatürk zamanında her nedense fazla işlenmemiş, bir şekilde göz ardı edilmiş ve 1938’den itibaren tarihi bir sır gibi saklanması cihetine gidilmiştir. 1960’dan sonra ise kamusal ve kurumsal alandan bütünüyle çıkartılmış bir teoridir. Ne yazık ki, hiçbir Üniversite konuyla ilgilenmemektedir !..
Mezkür çarpık zihniyetin fanatik ve dış bağlantılı, işbirlikçi taraftarları işte 1938’ den bu yana, bazen açıkça çoğunlukla da gizlice-sinsice ATATÜRK İlke ve inkılâplarını, yani ‘KEMALİZMİ” menfur bir ‘grek orijinli’ karşıdevrimle yok ederek, planlı bir şekilde rejimi ne olduğu belirsiz (dejenere) ve ABD tarafından tam bir haçlı zihniyeti ile yazılan GERÇEK FURKAN doğrultusunda "ılımlı İslam" modeline çevirmek için var güçleriyle çalıştılar, çalışıyorlar, çalışmaktalar.
Atatürk’ün cumhuriyetin geleceğini emanet ettiği saf ve masum Türk gençleri ve çocuklarına, emperyalist işbirliğiyle hazırlanan Atatürk sonrası Tarih kitaplarına inatla "sen Anadolu’ya 1071 de geldin, medeni değilsin, vahşisin, göçebesin, 1071 öncesinde Anadolu’da sen yoktun” anlamına gelen ifade ve ilhamlarla, hattâ açıkça-alenen yazıp, çizerek, niteliği henüz netleşmemiş ve orijini tanımlanmamış “Türk-İslam sentezi” adı altında, namazsız, niyazsız, imansız, şuursuz, takva dışı uyduruk bir “takiyye” (din, inanç tüccarlığı) aşılamak için ellerinden geleni yaptılar. Yapmaktalar. Bu günde: "Türk sen azınlıksın Anadolu zaten mozaiktir, sen geleli 1000 yıl bile olmadı, senden önce burada halklar vardı" tezini işliyorlar. Alt kimlik, üst kimlik gibi, milli devletle örtüşmeyen saçma sapan görüşler ileri sürüyorlar. Her biri asli-esas kurucu unsurlar konum ve durumunda bulunan ve aralarında insani, medeni ve yasal (vatandaş) hakları bakımından en küçük bir ayrılık-gayrılık olmayan insanlar arasına fitne-fesat ve tefrika tohumları ekmeye çalışıyorlar. Atatürk’ün Anayasası’ndan (1928) bu nedenle ve bu art niyetle, bilinçli olarak “MİLLİ” sözcüğü kaldırılmış (1961) ve parçalardan biri veya ‘bir kümenin elemanı/birim’  anlamına gelen ve bu anlama yol açarak ‘ırkçılığı çağrıştıran, ayrımcılığı teşvik ve tahrik eden’ milliyetçilik deyimleri konulmuştur. Bu nedenle: “Cumhuriyetin en büyük ihanet ve kırılma hareketi” 27 Mayıs 1960 başkaldırısı (ihanet hareketi) dir.
 
22. Kaynak: Pitman, Walter; Ryan, William, "Noah's Flood:The New Scientific   Discoveries About The Event That Changed History," Simon Schuster, 1998, ISBN 0-684-81052-2
23. Direnen Türkler, Müslüm Ulusoy, Tanı Yayın-Ankara, 2006
24. ÖZKAYNAK, 2006-49 – Aylık Dergi, s. 3, Ankara
25. ÖZKAYNAK, 2006-49 – Aylık Dergi, s. 3, Ankara
26. Atatürk’ün Kur’an Kültürü, Yard. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu – İlgi Yayınları, 2006-İstanbul ve Seni Anlasaydık Bu Hale Gelmezdik, İbrahim Candan – Akasya Yayınları, 2005-Ankara.
27. Belde Gazetesi, 12 Eylül 2006 – Ankara
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 95

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

OYUN İÇİNDE OYUN, TERÖR VE SOYKIRIM

                                                                    
            Geçen sene Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) tarafından iki İsrail askeri suçüstü yakalandı ve tutuklandı. Derhal harekete geçen İsrail, sözde kaçırılan (!) askerlerini kurtarmak adına Lübnan’a girdi. Askerlerini kurtardı. Bu nedeni gerekçe göstererek vahşi bir katliam yaptı. Sivil halkı uzun süre tehdit ve bölgeyi tarümar eden misket bombaları attı. Bölgede günler süren insanlık dışı bir terör estirdi.
            Daha önce benzer bir Abba baskını var. Sonra 20 küsur yıl önce vaki ABD’nin İran baskını. Diğer İsrail ve İngiliz baskınları. Demem o ki, her hangi bir devlet içinde veya bu devletin sınırları kullanılarak komşu bir ülkeye vaki taarruz, fiili tehdit ve tecavüzlerde “mukabele-i bilmisil” hakkı, uluslar arası hukukun kati bir hükmüdür.
            Şu hale nazaran bundan iki hafta önce ülkemize karşı, ABD işgali altındaki Irak’ın kuzeyinden gelen 200 anarşist ve teröristin taarruzu ve 8 askerimizi kaçırması tam bu kabilden bir tecavüzdür ve mutlaka misliyle mukabeleyi muciptir. Oysa, Türk hükümeti tarafından uluslar arası bir hukuki hak olan takip ve askerlerin kurtarılması yoluna gidilmedi. Rica, minnet, pazarlık ve kamu vicdanını derinden yaralayan, hukuk sistemine halel getiren ve hükümete olan güveni sarsan bir yol izlendi.
            OYSA...   
            Sızma teşebbüsü, taarruz ve askerlerin gasp girişimine anında ve derhal hiçbir tereddüde mahal olmaksızın hiçbir kademeden izin veya emir beklemeksizin takiple mukabele edilmesi bir zorunluluktu. Bu aleni bir görevi ihmal, suiistimal ve suçtur. Müsebbiplerinin “her kim olurlarsa olsunlar” derhal muhakeme ve muaheze edilmesi şarttır. Aksi taktirde, bundan böyle yaşanacak sorunların vebali bu suçlulara ait ve raci olacaktır. Bu işin oyuna, düzene ve siyasete tahammülü yoktur.
            TÜRKİYE “TÜRKÇE” HAREKET ETMEK ZORUNDADIR.
            Çünkü, başta ABD olmak üzere 28 devletin dahli ile ülkemiz üzerinde anarşi ve terör faaliyetleri yürüten çetelerin basite-hafife alınır ve şakaya gelir bir yanı yok. Bu güne değin eşkıyanın verdiği zarar trilyon dolarları bulmuş ve 40 bine yakın cana malolmuştur. Üstelik bu çeteler dünyanın uyuşturucu, beyaz kadın, silâh ve patlayıcı madde ticareti yapan ve fuhuş sektörünü yöneten uluslar arası bir suç örgütüdür. İlk başta ABD olmak üzere; Teröre karşı tavır koyan bütün devletlerin bu şer ve şeytani harekete karşı mücadele etmesi şart olmakla, iş maalesef böyle yürümemektedir. İşin arkasında açık veya gizli Türk veya Türkiye düşmanı 28 emperyalist ülke vardır.
            PEKİ NEDEN ? 
            Nedeni şu ki; Türkiye Cumhuriyeti Atatürk’ün vefatından itibaren amansız bir tehdit, dahili işgal, tasallut, psikolojik-asimetrik savaş ve harici kuşatmaya muhatap olmakta ve maruz kalmaktadır. Gaflet ve dalâlet içindeki siyaset ise zaman zaman bu haris emellere alet olmakta ve milli devlet adına yapması gerekenleri yapmamaktadır.
            GELİN MESELEYİ ESASTAN ELE ALALIM:
AKP’nin iktidara gelmesi ve AB katılım sürecinin hız kazanması ile birlikte başta Kıbrıs konusu olmak üzere, Ermeni soykırımı, sözde “Kürt Sorunu” (!) ve buna paralel (tamamlayıcı ve bütünleyici bir unsur olarak) hareket edip faaliyet gösteren yasa dışı Ermeni terör ve tedhiş örgütü militanlarına cesaret veren yeni bir af ve atıfet eğilimi gündemleri işgal etmeye başladı. (bu konuda gündem oluşturanların Ermeni asıllı gizli bedhahlar olduğu bilinen bir gerçektir) Hem de, ülkede yaşanan örtülü “deflasyon”, bastırılmış enflâsyon, Milli değer ve objektif Maliyet esaslarına aykırı olarak yapılan şaibeli özelleştirmelere; Dahası halkın içinde yaşadığı (günden güne çoğalan) yokluk, yoksulluk, sistematik yozlaştırma ve genel olarak süren çürümeye rağmen…
            Evet, bütün bu olumsuzluklara rağmen 1968’den itibaren hain-çirkin yüzünü göstermeye başlayan, 1992’lerde tahribat boyutları artan, ama aslında son 84 yıldır kesintisiz
olarak sabırla sürdürülen 1997’de ivme kazanan ve AKP’nin iktidar olması ile birlikte bütünüyle açığa çıkan, ağırlaşan ve yoğunlaşan sorunlar, güncel hayatımızı doğrudan etkilemeye ve kendini iyice hissettirmeye başladı. Bir taraftan anarşi ve terörden mütevellit bilânço kabarırken, diğer taraftan iç ve dış borç baskısı, denk bütçe kavramını tarihe gömen faiz ödemeleri devleti zayıf düşürdü ve milleti perişan ederek AB’nin pençesine sürüklenmemize neden oldu.
            BU SÜREÇ İÇİNDE 
            Türk ve İslâm dünyası üzerinde baskılar arttı. Yeni Türk Cumhuriyetleri Soros, silâh tüccarı Dick Keni ve benzeri küresel siyaset simsarları ile küresel kan emiciler olarak tanımlanan emperyalist vampirlerin kıskacında kıvranıyor. Buna paralel olarak Türkiye Cumhuriyeti AB emperyalistleri tarafından 40 yıldır legal ve illegal biçimde sıkıştırılmakta. Elbette İslâm âlemi de boş bırakılmıyor. Demokrasi maskesi ardına gizlenen büyük bir kültürel deformasyon--misyon saldırısı var. Amerikalı Neo Con’lar sahte Kur’an bile ürettiler. Gerçek Furkan adı ile bütün arap ülkelerinde dağıtıyorlar.
            SİLÂH, İLÂH VE İLÂÇ TÜCCARLARI
Bunun gerisinde ise; Bütün şer, şeytani ve menfur emelleri ile “ahtapot” un kolları mevcut. Avusturya da oturan değerli bir Türk bilim adamının deyimi ile Silâh, İlâh ve İlâç tüccarları dünyayı soyup soğana çevirmekte. Muharref İncil yoluyla hür ve hükümran ülkeler kıskaca alınıyor, sonra silâh satılıyor ve kargaşa çıkartılıyor. Bu arada başta AIDS olmak üzere biyolojijk ve kimyasal virüsler yayılıyor. Sonuçta bir yanda hastalık bir yanda yıkıcı savaş. Bu kertede ilâç sektörü trilyon dolarlar vuruyor.
            Afganistan ve Irak işgal altında. Suriye ve İran takipte. S. Arabistan, Kuveyt ve pek çok körfez ülkesi uydulaştırılmış. Afrika’da ki Müslüman ülkelere gelince, iliklerine kadar sömürüldükten sonra kendi kaderlerine terk edilmiş haldeler. Sudan ateşler içinde. Darfur da yüz binlerce insan katledilmiş durumda. Dünyanın dört bir tarafında alçakça soykırımlar devam ediyor. Kıbrıs ta barış tehdit altında. Hasılı; Basiret, beka, inanç ve bilinç yoksunu Türk ve İslâm alemi hiç de iyi durumda değil.. İslâm alemi ise tümüyle tehdit altında. Pakistan da ki son olaylar da bir büyük provokasyon.
            Üstüne üstlük, bütün bunları (sözde) insan hakları, demokrasi ve barış adına yaptıklarını söylemiyorlar mı ! İşte, yalancılığın, mürailiğin, sahtekârlığın, iki yüzlülük, çifte standart  ve insanlık düşmanlığı’ nın dikalâsı bu. Aslında yaptıkları, güncel haçlı seferlerinden başkaca bir şey değil. Yazıklar olsun, bunlara inanan-kanan ve kapılan gafillere, cahillere ve dalâlete düşmüş olanlara.   
            Gelelim, bütün Türk ve Müslüman ülkelerin “Lider Devlet” (!?) sanarak yıllarca ümit bağladıkları ve sonunda “hayali sükut ve hüsrana uğratıldıkları” Türkiye’ye..
            YURTTA SULH, CİHANDA SULH
            Bizde de vaziyet maalesef pek de iç açıcı değil.Büyük Atatürk’ün “Hür, hakim ve hükümran, özgür ve müstakil Türkiye’si” de kuşatıldı. Yurtta Sulh, Cihanda Sulh vecizesinin hakiki anlamı çarçabuk unutuldu. Hani ne demekti ? “Yurtta Sulh,Cihanda Sulh ?” Cevap: “Hazır daima cenge, eğer istersen yurtta ve dünyada barış” Şimdi siz düşünün bakalım, unutulmuş mu ? unutulmamış mı ? Bilinseydi eğer, Irak’ın kuzeyi ile pazarlık mı yapılırdı ? yoksa operasyon mu ?
İçerden satılmaya, dışardan yıkılmaya ve parçalanmaya çalışılıyor. İhanet hem içerden ve hem de dışardan. Şimdi kurtarılmayı bekliyor. Bu bağlamda yakın ve özgün tarihi şöyle bir gözden geçirelim:
            VEHAMETİN BOYUTLARI
            Yaşanan olaylar, vahim gelişmeler ve bütün bunların ardındaki gerçek nedir ?   
            Evveli malum olmakla, ahirine, en son 16 Aralık 2005 günü akil insanlar ve gerçek bilim adamları tarafından düzenlenen İTÜ Ermeni konferansına kadar olanına bir bakalım. Elbette bu arada ABD Temsilciler Meclisindeki oylama ve içerde Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halacoğlu’nun tespitleri de var. Burada olaylar bitti mi, elbette hayır. Süreç bütün hızıyla devam etmekte. Ama, meselâ olayların çok belirgin bir şekilde başladığı ve giderek yoğunlaştığı 4 Eylül tarihini baz alarak, yakın ve kısa dönemi dikkatle inceleyip, irdeleyelim:
            Zira, hep söylerim: Nisyan (unutmak) ile maluldur hafıza-i beşer.
            Ancak bizde, bir de unutturma ve milli hafızayı silme çabaları var. 
            Hatırlamaya çalışınız 1 Temmuz 2005 günü sabahı Eyüp Beyaz isimli bir DHKP-C örgütü militanı Adalet Bakanlığına “canlı bomba” girişiminde-saldırısında bulundu. Bu girişim büyük bir gözdağı ve doğrudan devlete yönelik vahim bir tehdit’di. Neyse ki, her biri bir devlet timsali kahraman, fedakâr, cefakâr ve vefakâr Türk Polisi tarafından önlendi.
            İşte bu olay, “yakın dönemin” düğmeye basma tarihidir. İyi biline.
            Hemen arkasından sun’i bir gündem yaratıldı.Sözde aydınlar (diğer bir anlamda karanlık güçler) ayağa kalktı. Tez elden, yaklaşmakta olan AB müzakere süreci katılım belgesi arefesinde “kürt halklarının !?” henüz kimseler tarafından tanımlanamayan sorunları gündeme taşındı. Sayın Başbakan bu aydıncıklara acele randevu verdi ve 11 Ağustos günü gerçekleşen görüşmede, ilk kez resmi bir ağızdan “kürt sorunu” lâfzı duyuldu. Akabinde şok etkisi ve şaşkınlık. Ama, belirli kesimler çok memnun.
            Bu kez, 12 Ağustos’da Başbakan bir açılış için Diyarbakır’a gitti ve orada “Evet, kürt sorunu vardır. Ben de kabul ediyorum” dedi. Tabii mütareke basını çok memnun. Manşetler sözde “kürt sorunu” ile doldu taştı. Ama, AB dışında kimseler bu sorunun ne olduğunu açıkça söylemedi. AB’nin telâffuz ettiği ise, o günleri hatırlayanlar bilir, tam bir bölünme ve parçalanma idi. Enteresandır buna parelel olarak sözde “Ermeni soykırımı” meslesi de günün konusu haline getirildi. Diyasfora yanlıları kutsal “fikir özgürlüğü” adına derhal “Ermeni tezi lehine” konferans hazırlıklarına giriştiler.
            Ama ne hikmetse, bu girmeye pek meraklı olduğumuz AB ve Ermenistanda fikir özgürlüğü yoktu. Fikir özgürlüğü oralarda “Kutsal” falan da değildi. “Ermeni soykırımı yoktur” biçiminde doğru bir lâf etti diye koskoca Türk Tarih Kurumu Başkan’ ımız Prof. Dr. Yusuf HALAÇOĞLU’nu tutuklamaya kalktılar. Ermenistan benzer bir konferansa kesinlikle müsaade etmedi. Bilimin ve belgenin konuşulacağı Avusturya toplantılarına da gelmedi. Üstelik, tam bir küstahlıkla “belge falan tanımam” dedi.
            Aynı Türk Tarih Kurumu Başkanı bu defa da, tarihi bir hakikati ortaya koyup, Türkiye de yaşayan “gizli Ermeni” faaliyetlerini açıkladığında hakkında dava açıldı.
            Hani su bulandı ya, bu gibi hallerden yararlanmasını çok iyi bilen Yunanistan, gözümüzün içine baka baka 31 Ağustos 2005 tarihinden itibaren “Pontus Soykırımı ve Helenizm” adlı bir kitabı bütün okullarında okutmaya başladı. Bununla da kalmadı. AB üyesi olmasına rağmen Batı Trakya’da yaşayan Türk kardeşlerimiz üzerindeki baskı ve mezalimi arttırdı. Türk adı ve lâfzının kullanılması hakkındaki yasağı pekiştirdi. Diğer taraftan da, Trabzon ve havalisinde meskün Rumların (Romalı vatandaşların) hakları için bir dizi menfur faaliyetler tezgâhlamaktan ve salt Türk menfaatlerini baltalamak için Kuzey Irak’a çeşitli namlar altında memur ve misyoner yollamaktan geri durmadı.
            Evet, gerçek o ki, düğmeye hakikaten basılmış idi.     
            4 Eylül 2005 günü Kuzey Irak’ta Türkmen nüfusun yoğun olarak yaşadığı bir kent olan Telâfer’e, peşmergelerinde katıldığı (karadan ve havadan) büyük bir saldırı başladı. Bölge kapatıldı. Yardım gönderilemedi. Kızılay kamyonları Telâfer’e giremedi. Sonradan görgü tanıkları ve Kızılay Genel Başkanı’nın açıkladığı üzere, orada yaşanan tam bir vahşet, soykırım ve sistemli bir temizlik harekâtı idi.
            Bu katliam ve soykırımdan bir müddet sonra da Musul, Kerkük ve havalisinde Türkmen tarihinin en büyük saldırı ve katliamları yaşandı. Göz göre göre Türkmenlere ait arsa ve arazilerin gaspı ve demografik yapı ile sözde Kürtler (Ermeni ve Yahudi asıllılar) lehine iskân hareketleri sürdürüldü.
            Yani, Türkiye’ye adamakıllı bir göz dağı ve tehdit.
            Biz ne yaptık, elimiz kolumuz bağlı olayları seyrettik.
            Tıpkı, onur kırıcı ve müsebbipleri lânetli “çuval olayı” gibi...Yönetim, orada asla vazgeçilmez olarak ilân edilen hassasiyetlerden, tarihi haklar, Misak-ı Milli ve Kırmızı çizgilerinden ödün verdi. Bir-kaç ay evvel tapu daireleri ve nüfus idarelerinin basılması yakılması ve yerleşik devlet düzeninin tasfiyesinde olduğu gibi.
            Ama, bir taraftan da AB katılım belgesi hazırlanmakta…
            Hani şu Irak’ın kuzeyinde bir devlet kurulmasını, Türkiye’nin en az 32 etnik parçaya bölünmesini isteyen; Gümrük birliği antlaşması ile ülkemizi amansızca soyup soğana çeviren, siyasetimize, ticaretimize, tarihimize, kültürümüze, sosyolojimize, Din ve inancımıza hayasızca karışan ve ortalığı sürekli karıştıran AB...  
            22 Eylül’de gündeme yeni vukuatlar düştü. AB sürecini fırsat bilerek ayağa kalkan Türkiye’deki Ermeni diyasforası (taraftar ve yandaşlar/pamuk eller cebe’ci) bir grup aydın (!?) Boğaziçi üniversitesinde yapmayı plânladıkları “Ermeni Soykırımı” ile ilgili ilk konferansın şiddetli tepkiler nedeniyle ertelenmesi ve Başbakan’ın girişimi ile 2. konferansın 23 Eylül 2005 günü yapılma teşebbüsü İstanbul Bölge İdare Mahkemesince durdurulunca, derhal AB komiserleri devreye girdi. Karara şiddetle tepki gösterildi. Başbakan ise, “karardan üzüntü duyduğunu ve kararı tasvip etmediğini” söyledi. Oysa, TTK Başkanı Sayın Yusuf HALAÇOĞLU konusunda hiçbir AB’li üzüntü bildirmemiş, tam aksine sevinç çığlıkları atılmıştı. İşte, AB’nin iki yüzlülüğü, çifte standardı, demokrasi, insan hakları, adalet ve hukuk anlayışı. Keşke bunu, koşulsuz katılım peşinde koşan akıl fukaraları da anlasa ve bilse idiler. Aslına bilmediklerinden değil. Şimdilerde Kırım’da olan sevgili Cem YAREN’in defalarca yazdığı gibi; “pazarlamacı” bunlar. “sap’la samanı karıştıran, Türk milleti ve devleti’nin tarihi misyonundan bihaber” gafiller…
PROFESYONEL BÖLÜCÜ VE SOYKIRIMCILAR
            Osmanlıdan bu yana, kronikleşmiş, çaresiz bir “Türk Fobisi” içinde kıvranan, Türk medeniyetine karşı aşağılık kompleksi duyan, tefessüh etmiş uygarlıklarından hicabeden ve 24 saat uyumaksızın ülkemiz üzerinde felâket senaryoları hazırlayan, milletimizin başına “gizlice-sinsice” menfur belâ çorabı ören katil güruh. Tarihi bir araştırın bakalım:
            İnsanlık düşmanı kimmiş ? katil, soykırım ve katliam ehli kimlermiş acaba ?
            Türk İstiklal Harbinde 'Ana karnındaki' bebekleri kılıçtan geçiren, Doğu ve Batı Anadolu’da milyonlarca masum ve müsemma Türk’ün alçakça katliamıyla ünlü, Ermeni ve Rum-Yunan çetelerini silahlandıran KUTSAL Anadolu’yu işgalci (legal ve illegal) 7 DÜVEL kapitalist ve emperyalist
Dünya Devlerinin hezimete uğratılmasından sonra, her karışı ata kanlarıyla alınmış topraklarımızda gözü olan, her fırsatta bizden yenilgilerinin öcünü “öcalan” vasıtasıyla en alçakça metotlarla almaya çalışan: Arenalarda esirleri vahşi hayvanlara parçalattıran, Haçlı seferleriyle, İspanyada İslâm ve Musevi katliamları, Dünya 'Düz değil' diyenleri ateşte yakmayla, Kazıklı Voyvodalarıyla, Güney Amerikalı yerlileri ve Kızılderili temizliği ile meşhur, Cezayir, Kongo, Hindistan Katliamlarıyla tanınmış, 2 Dünya harplerinde Toplu Yahudi Soykırımlarıyla, Japonya da ATOM–Vietnam da Napalm, Lübnan da misket Bombalarıyla 'Kitle imha silahları' kullanmış, Balkanlardaki 'Etnik temizlemeye' sessiz, İşgal edili Irakta Milyonların ölümünden sorumlu;
Karanlık geçmişi gibi bugünde “ELİ KANLI” karalık emeller güden zalim, bize hiçbir zaman örnek olamamış, haysiyet, namus, iffet ve şeref duyguları erozyana uğramış, paraya tapan ve paradan başka hiçbir değer tanımayan, BOP-BİP Büyük Ortadoğu projesinde Irak'ı: Sünni, Şii ve Kuzeyde KÜRT (Ermeni) devleti olarak “MUTLAKA 3 PARÇAYA BÖLME” gayretli içinde olan Amerika Birleşik Devletleri gibi çifte Standartlı, mutasyona uğramış İKİ YÜZLÜ BATI, Masum-müsemma bebek, 70’lik ihtiyar, silâhsız-savunmasız kadın ve yaşlı Kürt kardeşlerimizi katletmiş insanlık düşmanı PKK’ya çanak tutmaya, yardım ve yataklık etmeye devam etmekte kararlı. 
            HAFIZALARI TAZELEME ANISINA
Lütfen ! bu ve bundan önceki bölümler ile daha sonra yayınlanacak bölümleri dikkatle takip ederek; Geçmişi Kanlı, geleceği karartmaya kalkışan, haysiyet yoksunu Batı Budalası Anadolu da 'Doğmamış bebekleri' ana karnından çıkarıp Kılıçlayabilen 'Ermeni-Rum hayranı' kimliksiz Şerefsizler inadına, tanıdığınız herkese okutun ve iletin. 
            Özellikle AB yanlısı olduğunun haykıran ve bu menfur yolda yırtınan-çırpınan gafil, cahil ve dalâlette olanlar bunu bilsin. Nasıl bir oyunla, düzenle karşı karşıya olduğumuzu ve bilhassa şu anda lânet bir terör-tedhiş örgütü görünümünde 28 devlete karşı (dahilde ve hariçte) nasıl bir mücadele verildiği iyi bilinsin. Bu işin en başında hariçte Ermeni ve Rum-Yunan unsurları ile dahilde yine Rum-Yunan ve gizli Ermenilerin bulunduğu açıkça görülsün.
            HANİ BİLİMSEL AMAÇLI MASUM BİR KONFERANSTI !.. 
            Biraz gerilere, 2005 yılı Ermeni konferansına uzanalım:
            Bu Ermenicilerin konferans için seçtiği gün’de enteresandı;
            23 Eylül 1991 Ermenistan’ın Rusya’dan bağımsızlığını kazandığı gün…
            Ama olmadı. Son anda, birinci toplantıya şiddetli tepki gösteren Adalet Bakanı’nın verdiği bir akılla, konferans adres değiştirdi. Yasal yasağa muhatap olan adres (Boğaziçi Üniversitesi) yerine Bilgi üniversitesi seçildi. Ve, 24 Eylül 2005 günü, yani 24 Eylül 1920’de “Doğu cephesinde Bardız ve Kötek katliam ve soykırımlarının ifa ve icra edilerek 22.856 Türk’ün alçakça ve hunharca katledildiği” bizim için çok acılı (onlar için’se bayram olan) bir tarihin yıldönümünde bu konferans yapıldı. 1916’da aynı gün Tokat-Erbaa’da da yolu kesilen 312 Türk Ermeniler tarafından katledilmişdi…
            Çok enteresan bir rastlantı daha var. Konferans için seçilen gün aynı zamanda İsmet İNÖNÜ’nün de (1884-İzmir) doğum günü idi. Hiç olmazsa CHP harekete geçerek; Türkiye aleyhine olan bu konferansın, böyle önemli ve anlamlı bir günde yapılmamasını isteyebilirdi. Fakat, böyle bir talep vaki olmadı. Öteden beri Ermenilerin 3T (tanınma, toprak, tazminat) teorisi bilinmesine rağmen mukabil olarak harekete geçen olmadı. Neden sessiz, pasif ve palyatif kalındı bilinmez. Lâkin araştırmak gerek. Zira, Atatürk’ten beri bu hep böyle. Neden?
            “İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri; Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi” konferansı, bu konuda dünyanın tek ve en tolaranslı ülkesi olan Türkiye’ de “en vahim Ermeni katliam ve soykırımlarından birinin yaşandığı ve Atatürk’den sonra gelen” ikinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün doğum gününde yapıldı. 
            ERMENİ KONFERANSI VE AB NORMLARI   
            Bu konferans, tam bütün yönleriyle AB’cilerin demokrasi, insan hakları, adalet ve hukuk anlayışına uygun bir tarzda cereyan etti. Bütün AB insan hakları kriterlerine uyuldu. Sanki bu şer cephe konferansı İstanbul’da değilde, meselâ Paris’te yapılmakta idi. Gerçeklerin açıklanmasına kesinlikle izin verilmedi. Türk tezini, gerçek bilim ve tarihi savunanlara söz hakkı bile tanınmadı. Hattâ, konunun uzmanı olan bilim adamları “katılma istemlerine rağmen” davet edilmedi, hasbelkader orada bulunanlar “Ermeni soykırımı yoktur, bu iddialar yalan ve iftiradır” demeye yeltenince tartaklandılar. Tertipçiler oturuma derhal ara vererek, efendi ve sahiplerine mahçup olmamak için “bilimi, bilinci ve tarihi” dışarı attılar.
            Olayın abartılması, ısmarlayan ülkelere pay çıkartılması ve Türkiye’nin arkadan vurulması konusunda akredite medya dediğimiz “mütareke basını” elinden geleni hakkıyla ve lâyıkıyla yaptı. Zaten, ihanet, gaflet ve dalâlet ancak bu kadar olabilirdi. Oysa, Türk tezi ve tarihi hakikatlere ilişkin olarak (önce veya sonra yapılan) hiçbir faaliyet bu “hortumcu medyada” bir-kaç satırdan öte yer almadı.
            AİHM’DE BUNLARDAN YANA
            Neden ? Nedeni çok basit. Çünkü, ipi “puştun” elinde olan sürecin gereği bu’da ondan. Türkiye, kendi kriterlerini dayatmadığı sürece’de bu süreç böylece sürer gider. Gider, çünkü Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de bunlardan yana. AB Adalet Divanı bir hak, adalet ve hukuk kurumu değil. Tam aksine siyasi bir örgüt. Türkiye aleyhine alınan kararlardan hangisi adalet ve hukuka uygun. Tabii ki kahir ekseriyeti elbette aykırı, siyasi ve keyfi.  
            Tarihler 2 Ekim’i gösterdiğinde; MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli Tandoğan da miting yapmaya durdu ve “Türkiye ihanet içinde” diye haykırdı. Peki, siz AB’ye karşı’ mısınız sorulduğunda ise; “Hayır, biz AB’ye karşı değiliz. Ancak, ilkeli, onurlu ve doğru bir konumda katılma taraftarıyız !?” diye cevap verdi. Bu ne iş? Nasıl sakat bir anlayış? MHP milliyetçi, ulusalcı (nasyonal) bir parti değil mi !, ya AB, enternasyonal bir örgüt. Anayasa taslakları ortada. Nasıl katılırsan katıl, sonunda ortada Milli Devlet diye bir şey kalmayacak. Peki, MHP ve Devlet Bahçeli bunu bilmiyor mu Allah aşkına !
            Burada ya bir bilinç noksanlığı var, veya süreç tahkim edilmekte !..
            Zira, bu mitingin ertesi günü “tarama süreci” başladı.
            Nasıl ? Bilinen ve belli olan tarafı ile “Milli Dava Kıbrıs” feda edilerek. Ve dahi, pek çok fedakârlık (yani taviz) yolu açılarak, yahut da verilerek… Tandoğan mitingi üzerinde yapılan tartışma ve konuşmalar haftanın gündemini işgal ettiği için, verilen tavizler ne yazık ki gölgede kaldı. Lâkin süreç hız kazandı.
            Hız kazanan süreçte Ermeni diyasforasına pompalanan moral dopinge ilâveten bir de maddi destek sağlamak gerekiyordu. Hem içerden (ihanet şebekeleri) ve hem de dışardan (kıskaç operasyonu) saldırı gerçekleştirmek için… Nitekim beklenen oldu. Bir tarafı TSK gölgesinde neş’et OYAK’ın Fransız ortağı AXA sigorta şirketi aleyhine açılı dava 13 Ekim 2005 günü derhal karara bağlandı. Ermenilere 17 milyon dolar tazminat ödendi, dahası bu “illi/iğrenç-insanlık dışı” davalarında mahrum ve muhtaç olmasınlar diye 3.5 milyon dolar daha “diyasforalara” bağış yapıldı.
            Böylece “süreç” hızlandırıldı. Güçlü, paralı ve kuvvetli kılındı.
            24 Ekim günü MGK, “Milli Siyaset Belgesini” yeniden tanzim ve tahkim etmek üzere toplandı. Tahkimatın “ulusal değerler öne çıkarılacak, her türlü haksızlık, hırsızlık ve yolsuzluk önlenecek, adalet ve hukukun hakimiyeti sağlanacak, hür, hükümran, özgür ve müstakil Türkiye Cumhuriyeti’nin bu vasıfları, eşit ve adil katılımın sağlandığı güne kadar garanti altına alınacak ve her ne pahasına olursa olsun anarşi ve terör kurutulacaktır” biçiminde çok özgün, kesin kararlar ve değişiklikler bekleniyordu. Boşuna beklendi.
            Olmadı. Bunun yerine “bröve” tartışmaları başladı.
            Arkasından Meslis bahçesindeki Muhafız alayı kaldırılsın vaveylâsı…
            Derken bir emekli General; “Artık TSK’ya Mehmetçik denilmesin, Şehit ve Gazi gibi söz ve söylemler orduda kullanılmasın...” demeye durdu. Bu gaflet ! ne dalâlet ! Bu sersem bilmez mi ki, bütün Hıristiyan subaylarının yakasında haç vardır. İncil üzerine yemin ederler, Türk ve İslâm alemine yönelik bütün seferlerini “haçlı” ruhu içinde yaparlar.  
            Bir yanda bu tartışma ve karşılıklı atışmalar sürerken, diğer taraftan 1 Kasım günü Şemdinli olayları patlak verdi. Hem de tam bir isyan provası olarak.. Tıpkı şimdi yaşanan ve 8 erimizin esir alınıp sınır ötesine götürüldüğü trajedi misal. Çuval olayı da tabii ki hafızalarda !     
            İş bununla kalsa iyi. Aslında ortalık toz duman. Buna mukabil teyakkuz halinde olması gereken devlet durmuş ve dumura uğramış vaziyette. Her şey oluruna terk edilmiş. Sorumlu mevki ve makamlarda oturanlar kişisel hırs, ihtiras ve çıkar peşinde. Vatandaş; Savuma ABD’ ye, maliye IMF’ye ve kalanı AB’ye ihale edilmiş durumda. Hükümet ne yapsın. Elinde işi gücü kalmamış ki.. Diye alaylı bir eleştiri içinde. Yalan-talan, rüşvet, iltimas, sahtecilik ve suistimal olanca hızıyla sürüyor. Yozlaşma, gericilik ve yobazlık hükmünü icra ediyor.
            İrtica baş örtüsüne karşı direniyor. Mürtecilerin karar mercii AİHM, bahis konusu İslâm olunca “insan hakları,adalet ve hukuk” rafta ve lâfta kalıyor. Karar nasıl ısmarlanmış ise öyle çıkıyor. İmam-Hatip meselesinde bir adım ileri iki adım geri atılıp YÖK’le çelik-çomak oynanıyor. Van, Bolu, Muğla derken sansasyon, heyecan, gerilim, bunalım ve sanal buhran yaratılarak, gerçek kriz geçiştirilmeye çalışılıyor.
            İÇERDE NE VAR ?
            Peki içerde yaşanan kriz hangi boyutta ?
Buna hiç bakan yok. Hani Hükümet enflâsyonu düşürme azim, irade ve kararlılığında idi ya; Efendiler önce DİE’nün hesap usulünü hile ve desise ile değiştirdi. (CHP konuyu iptal istemi ile Anayasa Mahkemesi’ ne götürmektedir) Sonra, başta petrol ve tekel ürünleri, doğalgaz, sigara, elektrik ve suya yüklendi. Bunlar ki, sanayinin temel girdileri ve enflâsyonun ana belirleyicileridir. Buna rağmen enflâsyon çıldırdığı halde kâğıt üzerinde görülmedi. Sadece fahiş kâr ve Deflâsyon etkisi ile sadece beyaz eşya, tekstil ve “zorunlu gıda dışı” diğer/tali tüketim mallarının fiyatı düştü. Ama hayat pahalandı. Yaşam zorlaştı. Yoksulluk arttı. Maaşlar enflâsyona endeksli tutulduğu için gelir iyice azaldı. Emeklilerin neredeyse tamamı ile çalışanların büyük bölümü açlık, kalanı da yoksulluk sınırının altına düştü. Yaklaşık beş milyon nüfusun geçim aracı “asgari ücret” açlık sınırının neredeyse yarısı miktarında (408 YTL) belirlendi. Bu millete yazık, günah. İşverene yük getiriyor diye milyonlarca insan açlık, yokluk ve sefalete mahkum ediliyor.
            Oysa, asgari ücreti yüksek-gerçekçi tutmanın yolu ve çaresi çok basit.
            Ama bunu yapmak için “adil ve hakim bir hukuk devleti olmak gerek”
            Olamıyorlar. Olmak işlerine gelmiyor. Neden ? Çünkü, yeniden vekil olmak gibi bir ihtiras, hırs ve kompleks bunu engelliyor. Var olanların amacı: Halka ve hak’a hizmet değil. Sadece ve yalnızca kendi nefslerine, çıkarlarına ve efendilerine hizmet. İş böyle oldukça memleket bataktan çıkmıyor. Refah tabana yayılmıyor. Tavanda hakim olan yozlaşma tabana doğru yayılarak hükmünü icra ediyor. Mesele bu… 
KLÂSİK HALK PARTİSİ ZİHNİYETİ
Bu arada, klasik Halk Partisi zihniyeti ile AKP çevresinde özenle yaratılan dar bir “mutlu azınlık” devletin rantını sömürmeye, kayıt ve kapsam dışı kalmaya, vergi kaçırmaya ve fırsat buldukça “yasa dışı yollardan” nemalanmaya çalışıyor. Belirli ürünlere yapılan haksız, adaletsiz ve suni zamlar bu kesimin işine yarıyor. Kaçakçılık, sahtecilik, haram kazanç, uyuşturucu, silâh ve beyaz kadın ticareti şaşırtıcı boyutlara ulaşıyor. Asi, hain ve eşkiyanın cirit attığı bölgeler elektrik, su parası vermiyor. Vergi ödemiyor. Doğu gaddarca batı’yı sömürüyor. Böylece, adeta bir suç ve suçlu cenneti haline getirilen Türkiye’de devlet, küçük esnaf ile dar ve sabit gelirli kesimin vergisine muhtaç ve mahküm hale düşürülüyor, o kesim “mezalim” derecesinde sömürülüyor.
            Neden ?!.. Hangi devlet ve hükümet halkını bu kadar ihmal etmek ister.
            Günümüzün Düyun-u Umumisi IMF böyle istiyor da ondan.       
            Osmanlı’nın çöküşü Fransa’dan aldığı ilk borçla başladı.
            Her türlü fitne-fesat o borç para ile geldi. Osmanlı bitti. Fitne bitmedi.
            Bilâkis, Osmanlı’nın borcunu bitiren DP bitirildi. Masum ve müsemma Başvekil Menderes, Polatkan ve Zorlu asıldı. Türkiye’yi 200 milyar zarara uğratan ve 35 000 kişinin katili olan eşkıya’nın ise kılına bile dokunulamıyor. Evet, devir-devran işte bu kadar değişti. Tabii ki, devri cebren ve hile ile değiştirenler “standart gündem ve sabit süreç sahipleri” boş durmamakta.
            HARİÇTE GÜDÜLEN GÜNDEM
            Dahilde olup biteni saydık. Bir’de hariçten güdülen gündeme bakalım:
            Bir kere “Kürt sorunu” telâffuz edildi ve Başbakan tarafından kabul gördü ya, şimdi de “alt kimlik—üst kimlik” teraneleri aldı yürüdü. Oysa, yaşanan anarşi, terör ve tasallutun Kürt kardeşlerimizle hiçbir ilgi ve alâkalarının bulunmadığı zaten ayân olmuştu. Amma araya tam bir ustalıkla, PKK’ya af ve akabinde seçim barajının düşürülmesi talepleri sıkıştırıldı. Menfur maksat, önce potansiyel suç unsuru kadroları (1974 affında olduğu gibi) dışarı çıkartmak, sonra plânlandığı gibi etnik temelde “bölücü” bir siyasal yapılanmaya zemin hazırlamak. Azınlık üretme işine hız kazandırmak. Etnik ve mezhepsel ayrışmayı tahrik etmek. AB, Mason ve misyoner işbirliği içinde mukadder sona doğru ilkeyi sürüklemek.
            Yanı sıra, ABD tarafından özellikle Patrikhane ve Ekümenik meselesi, Heybeli ada Ruhban Okulu, Avustralya tarafından Çanakkale-Gelibolu anzak mezarlığı, AB ve Türk Solu tarafından Ohannes Pamuk ve Hrant Dink konusu kaşınıyor. TCK’nun 301. maddesi gündeme getiriliyor ve yargıya müdahale talep ediliyor. Oysa, daha önce aynı suçtan mahküm H.Celâl Güzel ve diğerleri için nedense kılları bile kıpırdamamıştı.
            Şimdi hatırlayınız. Bir ay önce “insan hakları” adalet ve hukuk yokluğu, devlet mezalimi, ikinci sınıf vatandaş muamelesi ve sair ekonomik ve sosyal sorunlardan dolayı Paris’te başlayan ayaklanma bütün Avrupa’ya yayıldı. Binlerce araç yakıldı. AB ve Fransa ne yaptı, en insanlık dışı yöntemler, şiddet ve vahşetle olayları bastırdı.
            Tam zamanı gelmiş ve büyük bir fırsat ortaya çıkmıştı. Neden TBMM İnsan Hakları Komisyonu AB gibi bir heyet teşkil ederek olay yerine gitmedi. Fransa neden kınanmadı ? Küresel siyaset bu mudur ? Tam fırsat çıkmış iken bu atalet, zafiyet ve çekingenlik niye. Bizim dışişleri ne yapar. Neden ortam hazırlamaz. Açılım-atılım yapmaz. Olabildiğince pasif, sessiz ve palyatif durur !? Bu yüzden Ermeni ve Rumlar büyük mesafe kat etmedi mi ?
            Devam edelim. Bizim dışişleri bir alem. Sanki monşer sultası halâ sürmekte gibi. Hani derler ya: “Türkiye de İçişleri, Dışişleri, Milli Eğitim ve Maliye Bakanları asla Türk’ten olmaz” diye ! Bunun elbette doğru olması mümkün değildir. Zira, bu bakanlıkları dönme ve devşirmelere verecek kadar Türk ve Türkiye düşmanı bir başbakan düşünmek mümkün değildir. Amma, Allahu alem insanın kafası karışıyor. Lâkin, olup bitene bir bakınız. Louzidiu davası Rum asıllı bir avukata verildi. Dava kaybedildi. Tazminat verildi. Vahim bir yol açıldı. Şimdi de, “KKTC’de emlâk iadeleri, taşınır ve taşınmaz malların tazminat talepleri” gündemde. Kanun kabul edildi. Rumlar Louzidiu emsalini kullanarak muhtemelen Türkiye’yi 40 milyar dolar zarara sokacak. 
            BU’DA RUMLARIN 3T KURALI !
            Evet, Rum ve Yunan da Ermenilerin yolunu izliyor. Aynı stratejiyi uygulamaktalar. Tanınma, Toprak ve Tazminat. Bu gidişle Kıbrıs’ı da aynı akıbet bekliyor. Peki Hükümet, buna misilleme olarak 1960-1974 arası Kıbrıs Türkleri’ne verilen zarar, hasar, soykırım, gasp ve katliamların hesabını neden sormaz ? Niçin tazminat talebinde bulunmaz ? Tam zamanı değil mi !? Dışişlerinin bir görevi de bu alanda “mukabele-i bilmisil” yapmak ve mütekabil alternatif politikalar üretmek. Neden gereği yapılmaz. Niçin daima savunma pozisyonunda kalınırda, kamu vicdanına rağmen taarruza geçilmez.?
            Bu milletin mâşeri vicdanı ATATÜRK’tür.
            Bakınız, Mareşâl Mustafa Kemâl Atatürk’ün devlet yöneticiliği ve yönetmek üzerine veciz düşünceleri: “Yönetmek; özellikle bir sistemi, bir ülkeyi yönetmek; ESTETİK, BİLGİ,
SEVGİ, SAYGI ve YETENEK gerektiren  zor bir sanattır HİÇBİR MAZERET BAŞARININ YERİNİ TUTAMAZ.” (M.Kemal Atatürk)
            Bir de, milletvekilleri dahil olmak üzere demokratik yollarla seçilerek gelinen görevler münasebetiyle yapılan yeminlere bakalım: “Devletin varlığını ve bağımsızlığını, yurdun ve milletin bölünmez bütünlüğünü, halkın kayıtsız şartsız egemenliğini koruyacağıma; adalet ve
hukukun üstünlüğüne, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti ve Atatürk ilkelerine bağlı kalacağıma; halkımın refah ve mutluluğu için çalışacağıma; her yurttaşın insan haklarından ve temel hak ve özgürlüklerden yararlanması ülküsünden ve Anayasaya bağlılıktan asla
ayrılmayacağıma; (bu yemin eden her kim olursa olsun yeminini arkasında durmaz ise onun peşinde olacağıma hiç bir siyasi güdüme girmeden tarafsız olarak bu suçları yayınlayacağıma ve kesinlikle kimseden destek almadan tek halkın düşüncelerini yaşatacağıma kanımın son
damlasına kadar bu milletin hizmetinde olacağıma) namusum ve şerefim üzerine and içerim”
            Fakat,  her ne hikmetse bu yemine genellikle uyulmaz ve yeminler çarçabuk unutulur.
            İŞTE GERÇEKLER
            AB’nin bütün söz, vaad ve taahhütlerine rağmen KKTC halâ ekonomik abluka, ambargo, siyasi, sosyal, iktisadi, ticari ve hukuki izolasyon baskısı altında. Bunca taviz ve ivaza rağmen kalkmadı. Her hangi bir iyileşme olmadı. Mesele “Milli Kahraman” Dr. Rauf Denktaş’ın diskalifiyesi idi. Başardılar. Harcadılar. Özel bir görevle Talât’ı oraya getirdiler. Kıbrıs’ta en güçlü mukavemet unsuru kırıldı. Köprüler yıkıldı. En etkin ve mukavim kale düştü. Kıbrıs palikarya oyunları ve AB yalanlarına kurban edildi. Baştan sona bu sürece katkıda bulunan ve taviz verenlerin hepsi “vatan haini” değil de nedir.
            Avrupa emperyalizminin kirli ve iki yüzlü politikaları, yalan, oyun ve düzenleri bununla bitmiyor. Yukarda kısaca bahsettiğimiz ve aşağıda bütün ayrıntılarına gireceğimiz; 1948 karar, antak ve antlaşmalarına aykırı olarak ıstrarla gündeme taşınan  Ermeni soykırımı meselesine şimdilerde TUSİAD’da alet ediliyor. Bu gidişle TCK yeniden gündeme gelecek ve muhtemelen AB talimatları doğrultusunda 301. madde değiştirilerek, tam “ihanet şebekeleri” AB’nin istediği hale gelecek.
            Ondan sonra görün olacakları.
“Ermeni soykırımı konusu” tıkandığı yerde bir “kriter” haline dönüşecek.
            Ardından Yunanlılar “Yunan-Rum” soykırımı’nı gündeme taşıyacaklar.
            Olmadı. Bu defa “Kürt soykırımı” ileri sürülecek.
            Türkiye, daha 90 yıl önce 20 milyon km2’ye yayılan mal ve mülkleri, vakıfları, imaret ve külliyeleri tapulu arazileri üzerinde bir hak iddia etmezken; Bu topraklarda soykırım, katliam ve tehcire uğramış milyonlarca Türk’ün hakkını aramayıp, tazminat taleplerinde bulunmaz iken, onlar bunları tek tek yapacaklar. Gündeme getirecekler. Sonunda bir şey alamasalar veya yapamasalar bile, ülkenin iyice geri kalmasına, telâfisi çok zor olacak zarar ve tahribata neden olacaklar.
            Zaten, en ümitsiz şartlarda bile istedikleri bu değil mi !
            Bu nedenle, esas konuya geçmeden bölümü şöyle bağlamak istiyorum;
            “Ey Türkiye, Türk Halkı ve Türk Hükümeti kendine gel. Bu kefereye “milli maliyet” hesabı yapmadan mal satma. Yerel ve lokal hesaplara dayalı özelleştürme yapma. Onlar ta, Fatih Sultan Mehmet Han döneminde “fetihle” ellerinden çıkan mülkün hesap ve tazminatını almaya yeltenirken;Sen,Viyana kapılarından Hindistan’a, Venedik’ten Kanarya adalarına, bütün Kuzey Afrika gasp ve katliamlarına kadar her hakkın, kayıp ve soykırımın peşine düş. Onlar hesap sordukça sen de sor. Mukabili- (mütekabiliyet) olmadıkça hiçbir konuya girme. Ve asla kimseye TAVİZ VERİLMESİN”      
            Şimdi gelelim ana konumuza.
            Yukarda yazıp, açıkladığımız ve sayıp döktüğümüz bütün konuların anası.
            Entegre bir konsept; Ermeni soykırımı konusu.
            Bu konuda en “objektif” konferans 16 Aralık 2005’de yapıldı. İşte ayrıntılar:
            Önce ilginç bir ayrıntıyı arz edeyim. Şöyle ki; Konferans düzenlenmeden, daha önce bahsettiğimiz Bilgi Üniversitesi’nde “diyasfora yanlısı ve Türkiye karşıtı” olarak yapılan malum konferansın bütün konuşmacıları ile bilâhare,  açıklanan Ermeni tezi’ni destekler mahiyette demeç veren, yazı yazan ve canlı yayınlara katılan bütün “aydın” lara davetiye göderildi. Başta Ermeni bilim adamları olmak üzere hiç birinden bir tek olumlu cevap dahi alınamadı. Güdümlü plâtformlarda tek başlarına atıp-tutan kişiler “bilimin ilke, norm ve kriterlerine uygun ve tamamen objektif-tarafsız bir yaklaşımla  hazırlanan bu konferansa katılmak istemediler. Daha doğrusu kaçtılar. Bunun üzerine, organizasyon komitesi Türkiye’de bir ilk’e imza atarak aşağıdaki bildiriyi yayınladı:
            “ERMENİ GÖRÜŞÜNÜ ANLATACAK BİLİM ADAMLARI ARANIYOR”
 Önce, Sivil Toplum Kuruluşları Birliği Platformu’nun (STKBP) 15-16 Aralık 2005 tarihlerinde İstanbul’da düzenlenen “Türk-Ermeni İlişkilerinde Tarihi Gerçekler” konulu sempozyumda Ermeni görüşünü yansıtacak bilim adamları arandı. Aslında katılmak ve sunum yapmak isteyen çoktu. Fakat, sunumlarının arkasında durabilecek cesaretleri yoktu.
Sempozyuma davet edilen Ermeniler, inatla soykırım iddialarını tartışmayı reddederek katılmayacaklarını belirtiler. Daha önce yine İstanbul’da benzer bir konferans düzenleyerek katılımcıları bırakın, dinleyicileri bile kendileri seçerek soykırım olduğunu iddia eden demokrat! aydınlar! da sempozyuma katılmaktan imtina etti. Konuya ilişkin olarak Platform adına yazılı bir açıklamada bulunan Prof.Dr. Aysel Ekşi, aralarında Bilgi Üniversitesi'nde gerçekleştirilen konferansa katılanların da bulunduğu bazı kişilerin de daveti geri çevirdiğini veya tekrar tekrar aranmalarına rağmen yanıt vermediklerini ifade etti.
Türkiye ve Türk tezi aleyhine düzenlenen Ermeni konferansının biraz inceleyelim:
Sempozyumda iki tarafın da görüşüne yer verilmesini istediklerini kaydeden Prof. Dr. Ekşi,  “'Ancak Ermeniler sempozyumda soykırım iddialarını tartışmayı reddetti, konferans zoraki tek yanlı olacak'” dedi. Sempozyumda, olayların canlı tanıklarının da konuşacağını belirten Prof. Dr. Aysel Ekşi, ayrıca aynı günlerde 23 derneğin bir araya gelerek oluşturduğu “Asılsız Ermeni İddialarıyla Mücadele Federasyonu” nun düzenlediği ve Ermeni soykırımı yalanlarına karşı gerçek kesimlerden oluşan bir serginin de açılacağını kaydetti.

 “SOYKIRIM YOKTUR” DEMEK “YASAKTIR” UTANCI”

            Elbette bu hukuken ve ahlâken bir utanç vesilesidir. Lâkin AB’nin ar damarı çatlaktır.
Prof. Dr. Ekşi, sempozyuma davet edilen bazı Ermeni bilim adamlarının “Önce soykırımı tanıyın” şartını koştuklarını belirtti. Prof. Dr. Ekşi, Erivan Devlet Üniversitesi Rektörü Prof. Radik Martirosyan’ın, “Davetinizde soykırım yerine ‘savaş trajedisi’ demeniz bir gerçeğin inkarıdır. Bu gerçek birçok parlamento tarafından tanınmıştır. Başta Fransa ile İsveç, Norveç ve İsviçre olmak üzere bazı ülkelerde ‘soykırım yoktur’ demek suçtur’ diyerek daveti kabul etmediğini bildirdi. Michigan Üniversitesi Ermeni Araştırmaları Merkezi öğretim üyesi Prof. Dennis R. Papazian’ın da ''Sempozyuma Ermenistan'dan katılan olursa geleceğini, aksi takdirde sempozyumda yalnız kalmak istemediğini'' belirttiğini vurguladı. 
            Türkiye’ye gelerek gerçeklerle karşılaşıp yüzleşmekten ve tartışmaktan kaçınan Martirosyan' ın sözleri, Ermenilerin soruna ne denli bağnaz ve ön yargılı baktıklarının bir örneğini teşkil etmektedir. Sempozyuma davet edilenlerden bazıların katılmaktan imtina etmeleri, (kaçınmaları) yanıt vermemeleri ya da Ermenistan’dan katılım olursa gelebileceklerini belirtmeleri, Ermeni diasporasının baskı ve sindirme politikasının nasıl etkili olduğunu bariz bir şekilde gözler önüne sermektedir. Güdümlü Ermeni yazarların kendi adlarına tezlerini açıklayabilecekleri bir konferansa katılmaktan ürkmeleri son derece üzücü ve düşündürücüdür. Bunun üzerinde durmak gerek.
            Ermeni diasporasının, sorun ile ilgisi ve bilgisi olmayan yerel meclisler veya milli parlâmentolardan soykırımı tanıma ve inkâr edeni (medeni hukuka aykırı olarak) yargılama kararları çıkartma çabaları ve buna karşın gerçeği bağımsız platformlarda yüz yüze tartışmaktan sürekli kaçınmaları, tarihi sansürleme ve ifade özgürlüğünü kısıtlama girişimlerinin en güzel kanıtıdır.
            Ermeni diasporası tek yanlı konferanslar düzenleyip, aksi görüşü savunanları davet etmemekte, katılmak isteyenleri ise engellemektedir. Davet edildikleri konferanslara da yine tek yanlı bir tavırla katılmaktan imtina etmektedirler. Zira karşılarına Ermeni sorunu konusunda uzmanlaşmış, bu konudaki arşivleri, tarihi belgeleri incelemiş bilim adamlarının çıkacağını, yalanlarının yüzlerine vurulacağını çok iyi bilmektedirler.
            Ermeni diasporası ve Taşnak yanlısı Ermenistan hükümeti, farklı görüşlere tahammül dahi edememekte, yalnızca kendi doğrularını geçerli ve tartışılmaz bulmaktadır. Kendi görüşlerini savunanlarla birlikte düzenledikleri etkinlikler ve “körlerle sağırlar birbirini ağırlar” tarzındaki etkinlik ve art niyetli yaklaşımlar devam ettiği sürece, Ermenistan ve Türkiye arasında sağlıklı sürdürülebilir bir diyalog ve işbirliği kurulması imkânsızdır. 
            Akademik (bilimsel) düzeyi yüksek konferanslarda yüzleşmek yerine, dramatik senaryolarla acındırma edebiyatı yapmak, Ermeni sorunu hakkında bilgisi olmayanları yanıltmak için yeterli olabilir. Ruslar tarafından silahlandırıldıkları için Doğu Anadolu’yu yakıp yıkan Ermenilerin masum sivil halka yaptıkları işkence ve katliamların kanıtları ortadadır. Osmanlı’nın 1915’te, I. Dünya Savaşı yıllarında birçok cephede yenilirken, savaştıkları cepheleri ve ülkenin diğer bölgelerindeki Ermenileri ve tabiî ki başkaca azınlıkları bir kenara bırakıp Doğu Anadolu’dakileri öldürmeye koşmasının manasızlığı ortadadır. İhanet ve suçluluk duygusuyla Batıya kaçan Taşnakların torunlarının dünya kamuoyunun gözü
önünde oynadıkları dram-komedi sona ermek üzeredir. Gerçekte kirli maskeler yıllar önce düşmüştür. Diyaspora ve uzantısı bir takım terör ve tedhiş örgütleri ile suç organizasyonları bu işin ticaretini yapmaya koyulmuşlardır. Muarızlarımız da bu durumdan yararlanmaktalar.  
            Gerçekleri dezinforme etmek, kin ve nefreti körüklemek için ardı arkası gelmeyen asılsız kitaplar yazmak, konferanslar düzenlemek ne tarihi değiştirir, ne de geleceğe yönelik olumlu sonuçlar doğurur. Abraham Lincoln’ün söylediği gibi “İnsanların tümünü bazı kereler kandırabilirsiniz, bir bölümünü de  bazen kandırabilirsiniz, ama insanların tamamını ilelebet kandıramazsınız”. Türkiye burada 40 yıldır kandırılan bir ülke konum ve durumundadır. 
            Kısacası “Ermeni soykırımı” tarihi bir karikatüre dönüşmek üzeredir.
            Soykırım Kurbanlarını Anma Organizasyonu  (SKAO)
            www.geocities.com/soykirkur , soykirkur@yahoo.com
            Bu metin internet üzerinden yüzlerce bilim adamı yanında, binlerce gazeteci, yazar-çizer ve milyonlarca internet adresine gönderildi. Düzenlenen konferansın, bu güne kadar yapılan “en ojektif-tarafsız ve bilimsel” düzeyde gerçekleşmesi için azami dikkat ve gayret, hiçbir fedakârlıktan kaçınılmadan gösterildi. Ayrıca, yerli ve yabancı medyanın katılımı ve konferansı izlemesi için gerekli organizasyon ve hazırlık yapıldı.   
            Tekrar belirtmeliyim ki, konferans plânlanırken ayırımsız olarak, lehte veya aleyhte olan bütün taraflar davet olundu. Bütün kişi ve kesimler çağırıldı. Her türlü hazırlık evrensel norm ve bilimsel kriterlere uygun olarak yapıldı. Biz’de “Türkish Forum Alliance” olarak konferansın başından sonuna kadar orada idik.
            MECBURİYETTEN “TEK YANLI”
            İstanbul Teknik Üniversitesi Rektörü Sayın Prof. Dr. Faruk Karadoğan, açılışı yapılan 'Türk-Ermeni İlişkilerinde Tarihi Gerçekler' adlı sempozyumun, 'soykırım' tezini savunanlar katılmadığı için 'zorunlu olarak tek taraflı bir toplantı' haline geldiğini açıkladıktan sonra; Basın mensuplarına dün konferansa ilişkin beyanlarda bulunan Rektör Karadoğan şunları söyledi: "Ermenistan'dan çağrılanlar, 'Soykırımı tanıyın, sonra toplantıya gelelim' şartını getirmişlerdir. Bunu söyleyenlerin konuya bilimsel yaklaştığını söylemek zordur. Ama bizler toplantı objektif-tarafsız ve bilimsel olsun istedik buna rağmen karşı görüş bildirmek isteyen çıkmadı." Dedi.
            'SOYKIRIM' İDDİASINI SAVUNMAYA GELMEDİLER
            Evet, İstanbul Teknik Üniversitesi'nde düzenlenen “Türk-Ermeni İlişkilerinde Tarihi Gerçekler” Sempozyumu'na, soykırım iddiasını savunanlar gelmedi. Toplantıya Amerika Birleşik Devletleri'nden davet edilen Prof. Dr. Dennis Papazyan, Prof Dr. Richard Hovannisyan, Prof. Levon Maraşlıyan, Prof. Ruben Paul Adalıyan, Prof. Vakakn Dadriyan ile Ermenistan'dan çağırılan Dr. Lavrenti Barsehyan, Prof. Babken Harutiunyan ve Doç. Dr. Ruben Safrastyan katılmadı. İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Mustafa Kemal Anfisi' nde düzenlenen sempozyumda konuşan Prof. Türkkaya Ataöv, yurtdışında Türk tarafının tezleriyle ilgili hiçbir şey yayınlanmadığını belirterek 'Yabancı gazetelerin, televizyonların bu kadar taraflı olacaklarını hayal bile etmezdim. İfade yolları genelde ve geleneksel olarak kapalıydı' dedi. Gazeteci Tuncay Özkan da, diyasporanın yaptığı gibi Ermeni Mezalimi'nden kurtulmuş Türklerle yapılan röportajlardan oluşan bir video sunumu gerçekleştirdi. Bu sunum, ABD ve Fransız Ermenilerinin yaptığı gibi yalan-dolan, iftira ve düzmece değil gerçekti.
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 96

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

ÖNSEÇİM YAPMAYAN PARTİYE OY VERMEK GAFLET VE HIYANETTİR…

 

            Eğer bir hafta önce İçişleri Bakanlığı’na kuruluş bildirimini veren “Partiya Demokrata Kürdistane Turkiya, PDK-T/Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi”ni saymazsanız; Ocak 2014 ayı itibarıyla Türkiye’de kurulu 78 siyasi parti var. Yüksek Seçim Kurulu Başkanlığı, 02 Ocak 2014 günü bunlardan 25 adedinin, 30 Mart 2014 tarihli yerel seçimlere fiilen katılma ve aday gösterme hakkının bulunduğunu, kalan 53 partininse böyle bir haklarının olmadığını açıkladı.
           Şimdi ortada iki mesele var.
Birinci mesele: Başta İçişleri Bakanı, Hükümet ve AKP olmak üzere bilâhare (ycbs) Yargıtay Cumhuriyet Baş Savcılığı, Yüksek Seçim Kurulu Başkanlığı, Anayasa Mahkemesi ile ülkede mevcut bilumum Hâkim / Yargıç, Cumhuriyet Savcısı, Ana muhalefet, top yekun Muhalefet ve memleketin tüm siyaset kurumları ile onurlu ve sorumlu kişilerinin sınavıdır...    
Halihazır T.C. Anayasası, 298, 2820, 2839 ve 2972 Sayılı Kanunlar ve ilgili mevzuata bütünüyle aykırı olarak (siyasi parti namıyla) de’Facto anarşist-terörist, bölücü-ırkçı örgüt ve radikal organizasyonların varlığına rağmen, bir de bu aleni olana izin verilirse; Yukarda sayılı kişi ve kurumların tamamı gayrimeşru, yok hükmünde, hıyanet ve gafletle malûl demektir.
İkinci mesele çok enteresan ve Türkiye’de bir ilk!
Türk siyaset tarihinin kara lekesi, politikACI’ların elemli yüzkarası, tam bir aymazlık, pişkinlik ve halk dalkavukluğu. Apaçık bir hak-adalet, hukuk ve demokrasi gaspı, ikiyüzlülük, çifte standart ve nihayet insanlık ayıbı! TBMM’nin kürsü yüzünde yazılı: “Egemenlik kayıtsız ve şartsız milletindir” emir, ikaz ve hatırlatmasına rağmen, adeta kinayeten insanları: Anayasa ve kanunların verdiği yetkiyi kullanmaktan alıkoyan;. Seçmenin bilgi-katkı, öneri ve iradesine başvurulmadan, “idarenin muhatabı insan, devlet idaresinde millet idaresini tayinle mükellef seçmene rağmen” parti sahipleri tarafından resen hazırlanmış “keyfi bir aday listesini” kerhen tasdik ve adeta bir noter gibi onaylama mecburiyetinde bırakan ilkel, insanlık, hukuk ve ahlâk dışı, antidemokratik ve despotik uygulamalar...
25 Parti ve sadece “BİR ÖNSEÇİM”  
Evet, 30 Mart 2014 Mahalli İdare Seçimlerinde sadece bir yerde; Saadet Partisi Bingöl İli, Merkez İlçe’de; “mahalli teşkilât, partili üyeler ve halkın isteği üzerine” Yargı denetimi ve Seçim Kurulu gözetiminde ÖNSEÇİM yapılıyor. Başka yok!.. Oysa “Önseçim”, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsuru kitle partilerinin vatandaş sıfatıyla insana ve yasaya verdiği değer, partiye kayıtlı üyelerin hak ve hukuklarına riayet, adalet, hukuk ve demokrasiye karşı olan saygı ve sadakatlerinin göstergesidir.
Şu hale nazaran: Her ne kadar 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu ve mütedair mevzuat zorunlu hallerde ve önseçimim imkânsız olduğu durumlarda “başkaca yoklama usullerine izin vermiş ise de” bu istisnai bur durumdur. Asla “bütün seçim bölgelerini kapsayabilir” anlamına gelmez. Bir şekilde “merkez yoklaması” olarak algılanabilecek “temayül yoklaması” ve diğer usul ve esaslar dâhilinde yapılan uygulamalar hukuki, ahlâki, insani ve tümüyle yasal değildir.
ÖNSEÇİM yapmayan partilere oy vermemek gerekir.
Bu nedenle sevgili halkımız ve eğerli seçmenlerin; Bizzat taraf olmadıkları, üye veya delege sıfatıyla şahsen katılarak hür iradeleriyle taraf olmadıkları.; Yargı Denetimi ve Seçim Kurullarının yasal gözetimi altında belirlenmemiş; ÖNSEÇİM yapılmadan tayinle gelmiş ya da “adaylık sıfatını satın almış” cebren dayatma, dallama, sallama adaylara kesinlikle itibar etmemeleri ve asla oy vermemeleri insani ve vicdani bir vazifedir.
Aksi takdirde: Seçimlerin ahlâki ve hukuki nedeni, toplumsal sözleşmenin mutlak gereği olan “Millet iradesinin devlet idaresinde temsili ve egemenlik hakkının halk tarafından kullanılması” imkânı ortadan kalkacak. Ayrıca: 2820 Sayılı Kanunun 93. Maddesinde, millet adına amir “siyasi partilerin, bütün parti içi çalışma, seçim ve faaliyetleri demokrasi esaslarına uygun olmak zorundadır” hükmü askıda kalacaktır. Unutmayınız ki!
Demokrasi olmazsa ilim olmaz, adalet gider, devlet biter, hak batıla iblâğ olur 

 

 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 97

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

ÖTEKİ GAZETECİLİK VE MEDYA TERÖRÜ

 
            Günümüzde sübjektif bir sektör haline gelen gazetecilik, giderek haber tüccarlığına dönüşmüş, objektivitesini yitirmiş, meslek ilkeleri tabana vurmuş, çürüme ve yozlaşma zirve yapmış bulunmaktadır. Daha açık, net, reel ve güncel tabiriyle bu, 'gazetecilik = habercilik / medya alanı' varlık sebebi, kaynak, dayanak ve "asli unsurundan" uzaklaşmış, amaçlarından sapmış, ilkesizlik, onursuzluk ve değersizlik hâkim unsur haline gelmiştir.
            Buna mukabil; 'öteki medya' dediğimiz ilkeli-onurlu ve sorumlu gazetecilik mağdur ve perişan edilmekte; Rüştünü İstiklâl savaşıyla ispat etmiş Anadolu Basını ile bir avuç Milli medya iflasın eşiğine sürüklenmeye, daha açık bir deyimle kendi öz vatanında boğulmaya ve bu şekilde er meydanı, bedhahlarca (iç ve dış düşman) işgale çalışılmaktadır.
Gerçek şu ki: Ticari medya alanı, ekserisi insanlık aleyhine faaliyet gösteren, edinim hırsıyla gözü dönmüş, kanun-kural tanımayan, hırs, inat ve ihtirasla tek belirleyici olmaya ve dünyayı yönetmeye kalkışan 'sorunlu sektör'e, gerçek anlamıyla "medya terörü" ne dönüşmüş bulunmaktadır. Üstelik bu sorumlu sektörün içyapısı da olabildiğince sorunludur. Zira medya patronları ilkeli-onurlu objektif-tarafsız gazeteciliğe tahammülsüz; Etik ve hukuk standartları dâhilinde bile ulusal-milli, insani ve medeni bilinç toplumuna karşıdırlar. 
            Özellikle, Karen Foog ve Soros ürünü Açık Toplum Örgütleri ile bunlara paralel siyasi -ticari medya yoluyla emperyalizmin yeni kölelik adlı küresel sermaye ve yoğun sömürü hareketine öncülük etmekte, aysberg'in su üstünde kalan/görünen yüzüyle bu menfur hareket, yer yüzünde 4. kuvvet olarak dünya barışına hizmet etmek yerine, bütün erklerin önüne geçip 'tek güç-tek kuvvet' olma yolunu seçmiş bulunmaktadırlar. Bu insanlık için çok tehlikelidir. 
            Gerçekte sorun, olağan ve doğal hayatın bütün usul, unsur, uzantı ve kapsamı üzerinde etkilidir. Bilhassa, özgürlük ve güvenlik, hürriyet-hâkimiyet, bağımsızlık, demokrasi, insan hakları, hak, adalet-hukuk kavramları üzerinde erozyon, kronik çürüme, kavga-kargaşa ve yozlaşma nedenidir. Dolayısıyla eski Yugoslavya'nın bölünmesinden, SSCB'nin zevaline, son Gürcistan olayları ve Türkiye'de yıllardır mevcut anarşi, terör-tedhiş örgütüne kadar; Dünya barışını sözde 'adalet-hukuk, barış ve demokrasi' adına tehdit/tarumar eden bir oluşmadır.
            Şimdi hemen bu medya terörünün masaya yatırılarak tüm boyutlarıyla irdelenmesi, değerlendirilmesi ve doğal-yasal sınırlarına çekilmesi gerekir. Zira günümüzde 'gazetecilik' öyle garip, gerçek dışı, sanal ve sahteleşmiştir ki; Varlık nedeni, halkı aydınlatmak, eğitmek, "objektif habercilik ve tarafsız yorumculuk" ilkesi çerçevesinde "yönetimin denetlemesine, siyasetin kontrol ve koordine edilmesine" katkıda bulunmak olan medya, süreçte çok aykırı ve farklı misyon edinerek halkın karşısına dikilip, yönetenler ve sermaye safında yer almıştır.
            Oysa medya, hükümet yanlısı yahut karşıtı değil; Tıpkı STK (enciyo) kavramında olduğu gibi "hükümet dışı" kamu-millet iradesi adına her derece ve düzeyde özgürce halkı temsil, iletişim-bilişim görevini özgürce yerine getirmek zorunda ve durumundadır. Genelde matbuatın tarihi seyri ve tabii görevi budur. Basına Yasama, Yürütme ve Yargı'dan sonra 4. kuvvet denilmesinin nedeni de… Mezkür kuvvetin görevi halkı bilgilendirme, yol gösterme, 'halk adına' yönetimi takip, kontrol-koordine, doğrusal yönde motive ve denetlemedir.
            Konuya özellikle çok tartışılan "Özgürlük ve Güvenlik" bağlamında bakılırsa, soruna çözüm üretme sorumluluğu bakımından bütün alan, kapsam, uzantı ve unsurlarıyla medyanın hayati önemi haiz olduğu görülür. Bu önem, ağırlık, değer ve sosyal sorumluluk, insani ve ahlaki yükümlülük, medyayı bir ticaret alanı olmaktan çıkartır, demokratik hayatın vazgeçilmez bir unsuru haline getirir. Kamusal alanın istikrarı ile yükümlü kılar.
            Çok açık bir ifadeyle; İnsan hakları, adalet ahlakı, hukuk, özgürlük ve güvenliğin teminatı: Bağımsız, tarafsız habercilik ve objektif yorumculuktur. Bu anlamda gazetecilik, veya güncel deyimi ile medya, Siyasi partiler için Anayasa da yapılan tanıma paralel bir fonksiyon icra etmekle memur ve mükelleftir. Yani: Demokrasinin vazgeçilmez unsurları, millet iradesinin olağan ve doğal yansıması basım-yayın organları olan medya'dır.  
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 98

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

ÖZÜR’CÜLERE YARGI YOLU 

 
            Günümüz Türkiye’sinde psikolojik savaş, provokasyon ve dezenformasyon (yanlış, maksatlı, art niyetli bilgilendirme, perdeleme ve menfur amaçlar doğrultusunda yönlendirme) hükmünü tüm şeametiyle sürdürmekte. Başta ‘sanal âlem’, yazılı ve görsel kartel medyası bu işi 50 yıldır aleni bir düşmanlıkla yapıyor. Örnek: ‘özellikle’ gözden kaçırılan özürcüler…
            Hatırlarsanız bu kalkışmaya en ciddi tepki 23.12.2008 tarihinde Hüseyin Türk, Hasan Hüseyin Satır, Sabahat Özgür, M.İnal Kolburan, Hüseyin Erdoğan, Serdar Orhaner ve Kürşat Karacabey’den geldi. Milli tarih şuuruna sahip, onurlu-sorumlu ve mazinin şanlı şehitlerine saygılı bu kardeşlerimiz; Türk Milleti’ni aşağılayan özürcüler hakkında TCK’ nun 301/4 maddesi uyarınca koğuşturma ve kamu davası istemiyle “Büyük Türk Milleti’nin tarihine leke sürüp, izzeti nefsine saldırıda bulunan” zanlıların “halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik ve Türk Milleti’ni aşağılama suçlarından yargılanıp cezalandırılmalarını” istemişlerdi…
            Basın Savcısı Abdulvahap Yaren başvuruyu inceledi ve 08.01.2009 günü: Türk’lerin Ermenilerden resmen özür dilemesi gerektiğini savunan şüphelilerin, “üzerlerine atfedilen iddiaların içeriğine bakıldığında; kamuoyunda tartışılan güncel beyanlardan olduğu ve demokratik toplumlarda ortaya çıkan düşüncelerin ifadesi niteliğinde bulunduğu, subjektif düşüncenin tüm kamuoyu tarafından benimsenmesinin zaten mümkün olmadığı, bu tür aykırı düşüncelere rağmen, zaten karşı düşüncelerin de kamuoyunda ifade edildiği; Düşünce özgürlüğünü benimseyen demokratik toplumlarda genel kamuoyunun düşüncelerine aykırı ifadelerin suç olarak nitelenmesinin hukukun temel ilkeleri ile bağdaşmayacağı..” gerekçesi ile “özürcüler hakkında soruşturmaya gerek olmadığına” karar verdi.
            Akabinde davacı ve şikâyetçiler 29 Ocak 2009 günü Sincan Ağır Ceza Mahkemesi Başkanlığı’na: C. Başsavcılığı’nca verilen kovuşturmaya yer olmadığına dair karar’a itirazla; “İtirazın kabulü ve zanlılar hakkında kamu davası açılması” isteminde bulundular.
             Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi itirazı kabul edip, Ankara C. Başsavcılığı’nca verilen ''Ermenilerden Özür Dileme'' kampanyasıyla ilgili takipsizlik kararını kaldırdı ve TCK (301 madde) gereği ‘izin için’ Adalet Bakanı’na başvuruda bulundu. Adalet Bakanı Şahin 4.3.2009 günü istemi kabul ederek, davalıların (zanlıların) yargılanmalarına resmen izin verdi. Böylece yargılama yolu açıldı. Sayın Adalet Bakanı’nı bu takdir ve tasarrufundan dolayı kutluyorum.   Her ne kadar bu “takdir hakkı” (301 değiştirilirken) AB’den “vize” nedeni ise de, şu an için kullanma biçimi isabetli ve yerinde oldu. Şimdi ‘adil bir yargılama için’ gözler Mahkemede.
            Milletin inandığı-güvendiği kurumların başında ‘bağımsız” Türk Mahkemeleri gelir. Türk Adaleti daima halkın itimadına mazhardır. Oysa: Sözde dost-müttefik ABD eyaletlerinin ekseriyet ile AB’nin tamamında, “Türkler Ermeni soykırımı yapmamıştır” demek resmen yasaktır. TTK eski Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halkacoğlu ile İP Genel Başkanı D. Perinçek ile isimleri muhal çokça TC vatandaşı hakkında kesinleşmiş para ve hapis cezası var. Kaldı ki, mezkür ülkelerde, bu hukuk ve ahlâk dışı müeyyideden dolayı ‘Türkiye ve Türklerden özür dilemeyi’ hiç kimse, değil telâffuz etmek, insanlar akıllarının ucundan bile geçiremez. Üstüne üstlük, katılmak veya bağlanmak için çırpındığımız AB’de..  O, AB ki, 1580’lerden beri fırsat buldukça Türklere soykırım yapmış, tehcir uygulamış ve DRAKULA namıyla maruf Kazıklı Voyvoda’yı insanlığın utancı soykırım tarihine altın harflerle kazımıştır.
            Şimdi Türk kamuoyu ve kamu vicdanı; Adalet Bakanı’nın yargılama izninden ötürü rahat, memnun ve müsterihtir. Artık iş millet-vekil’lerine düşmektedir. Şimdi, damarlarında Türklüğün asil cevherini taşıyan bütün Vekiller bu durumdan cesaret, ders ve ibret alarak, “1876-1923 yılları arası Ermeni, Rum-Yunanlılar tarafından Türk Soykırımı yapıldığına dair” milli mevzuat ve evrensel hukukun temel ilkelerine uygun bir yasa önerisi hazırlayıp: derhal Genel Kurul’a sunmalıdırlar. Elbette, bütün sıcaklığı ve güncel belgeleriyle sabit Srebrenica, B.Hersek, Karabağ ve Irak soykırımları, katliam ve yerel “progrom”ları da hesaba katarak..
            Çünkü: İnsan hakları, siyaset ve adalet; hukuki mütekabiliyet üzerine kaimdir. 
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 99

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

REZİLLİK DİZ BOYU; HÜKÜMET NEREDE?

 
            KPSS sınavında ortaya çıkan yolsuzluk; geçmişin karanlıklarından günümüze uzanan menfur satanist cemaat-siyaset; soygun-vurgun, sahtekârlık, nitelikli dolandırıcılık ilişkisine dayanan ve tesadüfen “namuslu-dürüst bir vatandaşa çarpma sonucu” ortaya çıkan bir kamyon (susurluk) kazasına benzemektedir.
            Gerçekte bunlar bir tesadüf değil, “ilâhi adalet” in tezahürleridirler.
            Zira susurluk türü bilumum kirli iş ve ilişkiler, zaten devletçe malumdur.
            Devlet izafi bir kavram olmakla; Hakikatte “güç” bizatihi hükümettir.
            Bu harama ve yalana dayalı akçeli işler; kirli, haksız, adaletsiz, gasp-irtikap, nitelikli dolandırıcılık, sahtekârlık, rüşvet-iltimas, kaçakçılık, kara para, yasa dışı ticaret, kayıt dışılık, hırsızlık-yolsuzluk, evrak tahrifi ve suiistimal genellikle hükmedenlerin bilgi/himaye, yardım ve yataklığı dâhili ve sâyesinde yapılır. Yöneticiler bunu bilmeseler dahi (ki bu asla mümkün ve imkân dahilinde değildir) emanetçilik ettikleri efendi, sulta, dikta veya cunta bilir!..
            Dahası, mahalle muhtarından MİT muhbirlerine, semt karakolundan, sağlık ocağı ve bilumum yerel-taban ünitelere kadar müthiş ve muazzam bir “yasal örgüt”, hukuki bilgi ağı ve örgün iletişim organizasyonu biçiminde işleyen mekanizma; Kesinlikle ve mutlaka her şeyden haberdardır. Devlet, nerede ne olduğunu ve kimin ne işler karıştırdığını bilir. Zaten de bilmek zorundadır. Bilmezse “devlet olma” temsil, hüküm-hikmet ve meşruiyet vasfını yitirir.
            İşte böyle!...
            Bahusus KPSS sınavının iptali insan hakları, adalet ve hukuka aykırıdır.
            Hükümet önce, bütün unsur, amir, dâhili-harici bağlantı ve uzantıları ile mezkür çeteyi ortaya çıkartmak; Olayda kastı mahsus, cana, mala, ikbal ve istikbale matuf caniyane emeller, haksız edinim, gasp-irtikap, nitelikli dolandırıcılık, soygun esası olduğu için failleri istisnasız tutuklamak, yargılamak, hapisle tazyik ve tecziye etmek; Adalet ve yargının görevidir.
            Buna paralel olarak bütün “kopya çekenler” otomatikman ortaya çıkacaktır.
            Kopya çekmek suçtur. Faillerin sınavları iptal edilir ve fiillerine uyan cezalara çarptırılırlar. Bunlar, mutlaka yargılanmak ve cezaları verilmek zorundadır.
            Kopya çekmeyen, masum, müsemma “doğru-dürüst” olanın sınavı geçerlidir.
            Namuslu ve dürüst insanlar asla cezalandırılamaz.
Devlet; iyi insan, iyi, namuslu, dürüst vatandaştan yana olmak,
Onurlu ve sorumlu vatandaşları korumak, kollamak zorundadır.
Aksine bir karar veya tasarruf halinde “Cumhuriyet Savcıları, Adalet, Yargıçlar ve Barolar” karar mekanizmalarına karşı harekete geçmek; Namuskâr ve dürüst vatanların hak ve hukukuna sahip çıkmak zorundadır.
Aksi taktirde bunlar da, “onursuz ve sorumsuz” aciz ve yok hükmünde sayılır!..
Sonuçta dava sür’atle sonuçlandırılıp, dürüstlerin hakkı hayat bulmalı; Kötüler mutlaka kahredilmeli, yardım-yatakçı, uzantı ve bağlantıları ıslah veya mahvedilmelidir… 
Aksi takdirde kötülük büyür.
            Kötülük olan ülkede, ya hükümet yok, veya aciz, zayıf ve aciz hükmündedir!..    
            Dolayısıyla, başta güncel KPSS yolsuzluğu, anarşi, terör-tedhiş, bilumum haksız edinim, gasp-irtikap, nitelikli dolandırıcılık ve ‘organize işler’ dediğimiz suçlara karşı etkin tedbirler almayan yönetimler ve hükümetler her halikârda suça ortaktır.
Yahut da, bütün faili meçhullerin suçlusu hükümettir!..
            Manâ ve muhteva olarak, alenen; “suç teşkil, suça teşvik, suç ve suçluyu övme, tahrik” gibi insan hakları, adalet, hukuk ve ahlâk dışı unsurlar içermedikçe, “Söz söyleme, düşünce ve kanaat açıklama” hak ve hürriyeti tahdit edilemez.
            Amma lâkin, öldüreni öldürmeyen; Suçluyu mutlaka bulup cezalandırmayan;
            Haklıyı, doğruyu, iyi-namuslu, dürüst, onurlu ve sorumlu vatandaşları korumayan;
            Adaletle hükmetmeyip, rezilliği yok edemeyen hükümet acze düşmüş demektir.
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

100

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

SİVİL DARBE VE ŞİFRELER

 
Bazı asker kişilerin sivil mahkemelerde yargılanmasına ilişkin, iktidar tarafından, sinsi bir gece yarısı baskını, gizli amaçlara matuf ve AB tarzı yapılan operasyon; Gerçekte oyun’un bir parçası olan çevrelerde “sanal” bir şaşkınlık yarattı.
Bunlar, genellikle adalet ve hukuk tanımayan ve “kanunculuk” yapan kesimlerdir.
Sorsanız; Askeri Yargıtay’ın “Adalet Devletin Temelidir” ilkesi ile Sivil Yargıtay’ın “Adalet Mülkün Temelidir” söylemi arasında ne fark var diye! Hangisi ne anlama gelir, mana, medlul (içerik-muhteva) maksat nedir bilmezler. Yahut merhum Mustafa Muğlalı Paşa utancı dâhil (d…) gibi bilirlerde, işlerine gelmediği için söylemez, doğru dürüst bir lâf da etmezler.
Peki, neden ve niçin? Çünkü adalet, hukuk ve hak 27 Mayıs’la birlikte infaz; Ordu’nun kadim subay ve üst subaylarının kahir ekseriyeti kovulmaktan beter bir biçimde terhis edildi. Yetmedi, askeri okullar boşaltıldı. Koskoca TSK subaysız ve generalsiz kaldı. Rivayet değil hakikattir: Cebri terhis yoluyla orduyu terk’e icbar edilenlerin tamamına yakını “Peygamber Ocağı” şuuruna sahip, Mareşal Fevzi ÇAKMAK ekolü’ne dâhil ve beş vakit namaz kılan, imanlı-şuurlu yani aydın, münevver ve mütedeyyin, gerçek Türk ve Müslüman Askerleri idiler. Sonra yapılan yasa düzenlemeleriyle ‘askerlik’ sıradan bir mesleğe dönüştü. 2300 yıllık sağlam ve sarsılmaz gelenek “inanç, kök ve ırk temeline dayalı” akait ilga edildi.
ESAS MESELE ŞU Kİ:
Alçakça yıkılan demokrasinin hazin enkazı üstüne monte edilen güdümlü ve gayri milli örtülü faşizm, oligarşi ve despotizmin, bundan böyle “halka karşı” korunma ve kollanma ihtiyacı hâsıl olduğu içindir ki; Anti-demokratik amaç ve içerikli pek çok kurum ve kuruluş oluşturuldu. Örneğin 6.04.1914 tarih ve 233 sayılı geçici kanunla kurulu Divan-ı Temyiz-i Askeri de, “Askeri Yargıtay”a dönüştürüldü. Önceleri bu sadece bir kuruldu. Adli (sivil) üyeleri dahi vardı. Sonra, bir paçavra kadar dahi hukuki değeri olmayan 61 dayatmasıyla kurumlaştı!... .
İLGİNÇ TARİHÇE:
6.04.1914’de, Divan-ı Temyiz-î Askerî adıyla dar çerçeveyi şamil kurulan dairenin görevi; “Savaş Mahkemeleri (Divan-ı Harp) ve disiplin kurullarınca verilen kararları temyizen incelemekti” 6 Eylül 1916 tarih ve 809 sayılı Kanunla kapsam genişletildi. Tek olan temyiz kurulu ikiye çıkarıldı. Ayrıca, bazı yenilikler de getirildi. TC kurulduktan sonra, 20.05.1922 tarih ve 237 sayılı Kanunla mezkür daire “Askerî Temyiz Mahkemesi” adıyla Ankara da teşkil edildi ve başkanlığına Org. Nihat Anılmış getirildi. 22 Mayıs 1930 tarih ve 1631 sayılı Askerî Muhakeme Usulü Kanununun 284. maddesiyle “Askerî Temyiz Mah.” adı yasallaştı ve 27 Mayıs’a kadar usul ve esasları yürürlükte kaldı.
Bu süreçte “askeri sahada, asker arasında ve münhasıran (sıkıyönetim, olağanüstü hal ve savaş hariç) kapsam içi suçlara ilişkin” geçici Askeri Mahkeme ve disiplin kararlarına temyizen bakılırdı. Diğer bir anlamda ve esas itibarıyla: Yargı usulü tekti ve adli idi Askeri Temyiz sadece özel mahkemeler, disiplin kurulları ve yarısı sivil bir heyetten ibaretti.
Askerî Yargıtay bugünkü adı ve yapısına, 27 Mayıs kalkışmasından sonra, sözde kurucu meclisçe hazırlanan 9.07.1961 kabûl tarihli Anayasa ile kavuştu. 61 Anayasası Askerî Yargıtay’ı yüksek mahkeme olarak düzenledi, 141'inci madde gereği 24.12.1962 tarih ve 127 sayılı Kanunla kaim teşkilât yapısı; 8.7.1972 tarih ve 1600 sayılı Kanunla tekrar düzenlendi. 11.12.1981 tarih ve 2563 sayılı Kanunla MGK bazı değişikliklerle Askeri Yargıtay’ı 1982 Anayasası’nda aynen korundu. Sıkıyönetim mahkemeleri 1991’de kaldırıldı. 27 Mayıs 1993 tarihinde dairelerin üye sayısı altıya; 2001’de, 5 olan Daire sayısı 4’e indirildi. Buna mukabil Dairelerin altı olan üye sayısı yediye yükseltilerek teşkilâtlanma biçimleri tamamlandı.
Gerçek bu..
Yani ikili yargı (çifte standart) sistemi 27 Mayıs ‘dikta rejimi’ damgalı ve halk partisi patentlidir. Kast-ı mahsusla ikame sistem kaht-ı rical’le aslına iblâğ olunamaz!.. Hakikat ve adalet ancak; Umur-u devlet ve siyasette fazilet ile kaim olabilir. Zira TC de, “Egemenlik kayıtsız ve şartsız milletin” olduğu; “milli devlet” ilkesinin hayata geçtiği ve “güç’ü hak’lılar (bizatihi millet) teslim aldığı” takdirde ancak “adalet” hayat bulabilir.
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 101

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

SORUN KİMLİK DEĞİL; KİŞİLİK!

 
            Tartışma “dijital kimlik” haberleri üzerine başladı; Ülke’nin sorunu kimlik mi, yoksa kişilik mi noktasına geldi. Aslında konu kimlik ve kişilik kavramlarından ne anlaşıldığı ve ne kastedildiğine bağlı olmakla; Bu tartışma, ‘kimlik ve kişilik ikileminde’ yıllardır devam eden sürece eklenerek enine boyuna tartışılmaya başlandı. Aslında bir zamanlar ortalıkta böyle bir sorun yoktu. Milli Devlet’i esas alan Kanun-u Esasi (1924 Anayasası)’nin çöpe atılmasıyla tartışma başladı. İleri sürüm, iddia ve istekler önce masum bir maskelemeyle başladı. Sonrası menfur bir süreçle zıvanadan çıktı.
Kimlikler, etniklere, etnikler ana dil, din nesep (soy/boy), mezhep ve hızla sosyolojik bir yozlaşma, çürüme evresine dönüştü. Kalite bitti. Ahlâk iflâs etti. Siyaset fazilet olmaktan çıktı. Tam da hak-adalet, hüküm-hikmet, hukuk kavramlarının içi boş ve anlamsızca telâffuz edildiği, ana dil ve etnik kimlik tartışmalarının yoğunlaştığı bir dönemde konu gündeme geldi.
Oysa sorun, şöyle veya böyle kimlik değil, kişilik zafiyeti idi.   
Kişilik olmadıktan sonra kimlik; Dijital olsa ne yazar, defter olsa ne yazar? 
Güncel resme bakıp, dosdoğru okuyacak olursak eğer;      
En başta, günün konusu ve gündemin utancının ‘şike’ meselesi olduğunu görürüz.
Tam anlamıyla iğrenç, kokuşmuş, nitelikli dolandırıcılık ve kalleşlikle özdeş yalancı-talancı, hırsız bir zihniyetin kirli uzantısı lehine bir kalkışma.. Üstelik mürekkebi kurumamış bir yasal düzenlemenin tashih ve tekzibi mahiyetinde. Olacak şey değil, büyük utanç, tam bir yüzkarası, çok ayıp! Ama oldu işte, hem de adaletsizlik ve kayırmacılıkta işbirliği yapılarak!   
Buna rağmen birileri “dijital kimlik” tasarlamakla meşgul!
Kimin için ve niçin?
Bir yanda 444’lü hatlar soygunu; Kredi kartı aidatları vurgunu;. Elektrik faturalarında ayan beyan, ahlâka mugayir hukuk dışı ‘nitelikli gasp’ kayıp-kaçak, elektrik dağıtım, hizmet,  sayaç okuma ve sistem kullanma bedeli ile enerji fonu, TRT payı ve daha ne olduğu belirsiz hak ve adalet kavramıyla taban tabana zıt, rıza ve izne aykırı, kullanım bedeline endeksli Deli Dumrul soygunu… Cebri soygun, namı diğer ‘yasalara uydurulmuş vurgun’un kullanıcıları çileden çıkartan ve çıldırtan ‘inadına tahrik, ince alay ve derin istihza-küçümseme’ içeren bir küstahlık uygulaması da var. Bilboard, radyo, gazete ve TV reklâmları!
İnanılır gibi değil, ama maalesef güncel gerçek. Sanki halk’a görücüye çıkmış rakipler gibi “elektrik dağıtım şirketleri” reklâm veriyor… Utanç verici, yüz kızartıcı bir tasarruf bu. Elektrik fiyatlarını, hukuk ve ahlâkdışı, haksız pahalandırıp, insanlık ve medeniyet düşmanlığı yapanları şiddetle lânetliyor ve nefretle kınıyorum.
Peki, sabit ve seyyar telefonlar bundan farklı mı?
Ya doğalgaz, akaryakıt, su fiyatları ve faturaları!
            Bu rezaletin faili’nin “kimliği ve kişiliği” ne?
Zira ‘milli kimlik’ evrensel kişiliğin aynasıdır.
Ama sorarlar: Hangi yüz’le?..
Yıllarca sınır geçişlerinde Türk vatandaşı olarak maruz kaldığınız çirkin ve aşağılayıcı muameleyi düşünün;. Sebebi, dönem itibarıyla devletin yönetim kademelerini işgal eden akıl, ilim ve fazilet fukarası, kalite yoksunu sözde devlet adamları değil mi? Onlar ki muhteşem bir medeniyet, adalet ve huzur iklimi bir kültürün bakiyesi, mirasçısı olmalarına rağmen; Milleti, ecdattan utanmadan ve Allah’tan korkmadan hırsız, yolsuz batıya muhtaç edip dururlar.
İşte “iltifata tabi olamayacak kadar ‘insanlık düşmanı’ marifetleri”: 
Bil’umum alım bedelleri, ücret, her nevi tahsilât ve tahakkuklara yüklenen astronomik el koymalar. Memur, işçi ve asgari ücretli kesim, kutsal emeklerinin karşılığı olan maaşlarını alırken kaynaktan vergi kesintisi yapılıyor. Sonra işbu “vergilendirilmiş kazanç” istisnasız her alım, edinim ve ödemede tekrar vergiye tabii tutuluyor. Bu, çifte standart, katlamalı, adaletsiz ve ahlâksız bir vergilendirmedir. Evrensel hukuk, hak kavramı, eşitlik ilkesi, devlet umuru ve insanlık onuruna aykırıdır, hükümet eliyle yolsuzluktur.
Eğer, yönetim unsurları insani boyut, bilgi-bilinç toplumu ve ilim irfan, vicdan sahibi kişiler, edep-hayâ, tahsil ve terbiye görmüş iseler;. Biyolojik, Sosyolojik ve felsefi kişilik ve insani kimlikleri gereği bu haksızlık, rezillik ve hükümet eliyle zulmü mutlaka önlerler; Zira bir kere vergilendirilmiş kazançtan asla bir daha vergi tarh, tahakkuk ve tahsil edilmez!
Amma lâkin!, Kimlik ve kişilik buhranı içine yuvarlanmış bir toplumda;
Beş milyon aile ve yaklaşık 25-30 milyon nüfusun yaşam kaynağı “asgari ücret”, AKP hükümetinin her söylemini, iddia ve ifadesini yalanlayacak, tekzip edecek derecede yetersiz, az, düşük ve ancak ölmeyecek kadar, ama onursuz, başı eğik, boynu bükük ve el-âleme, evlât ve aile fertlerine mahcup bir hayat sürecek kadar vicdansızlık eseri, esir ücreti misal sefil bir miktar’a mahkûm edilmek isteniyor.   
Alçaklık ve küstahlık!
Bir de, insanlık, ilim ve hâya yoksunu tipler “2012’de 19 lira zam yapacağız” diyecek kadar alçalacak, ülkenin en has ve hakiki üretim unsurları, hayat kaynakları ve dayanakları ile alenen alay edecek kadar küçülebiliyorlar ne yazık!
Bu cüret, aymazlık ve alaycı tavır, tıpkı asgari ücretle işçi çalıştıran ve fakat bütün aile fertleri utanmadan ve Allah’tan korkmadan 300 –500 (milyarlık) binlik süper lüks arabalara binen, ahlâken ve dinen tefessüh etmiş, iman fukarası din tüccarlarının istihzasını andırıyor…
Kurum (SGK) tertip ve teşekkül edeli aradan yıllar geçmesine rağmen, hâlâ “çalışanlar ve emekliler arasında” cari maaş ve ücretler itibarıyla ‘norm ve standart’ birliğini sağlamaktan aciz kalmış bir grup sözde sosyal güvenlikçi; Şimdi de, maaş, ücret ve gelirler arasındaki var olan derin uçurum dengesizlik ve gerilimi akıl, mantık, mantalite ve vicdanın dışına itecek bir ayarlama-düzenleme” sözde intibak çalışması yapıyorlar. Bu ‘insanlığa ihanet ve açıkça emek düşmanlığı’ çabasında; En eskisinden, en sonuncusuna kadar tamamı haksızlık, kanunsuzluk ve adaletsizliğe maruz emeklilerin bütünü / tamamı yerine, sadece bir kısmının hak ve hukuku ele alınıyor. Sonrakilerin mağduriyeti ise meçhule öteleniyor.
Adalet mi, atalet mi?
Hali hazır çalışanlara bakış tarzı ve yaklaşım biçimi çok garip!
O’da bambaşka bir ucube..
Öngörülen kriterler objektif ve adil olmaktan uzak, ilâve zamlar arasında rabıta yok.
En düşük hizmetli ve memurla, en yüksek arasındaki fark akıllara ziyan, tam bir ahlâki zaaf, adeta ayırma, bölme ve kayırmanın en alçakçası; Oysa aralarındaki tahsil, kıdem, ehliyet ve liyakat farkı ne ki?.. Bu kadar haksız, insafsız, adaletsiz ve merhametsiz olmak “umur-u devlet, hükümet ve hikmet” olmanın şeref ve şânı ile bağdaşmamakta!
Oysa hal ve hakikat; Hükmün adalet ile olmasını zorunlu kılar.
Peki, Adalet, hüküm, hikmet ve umur-u devlet bu işin neresinde?
Tıpkı 2b, bedelli askerlik, ötv-kdv zulmü, ayarlama tür zam politikası, enflâsyon hesap usulü ve astronomik kârlarla yılı kapatan, kapitalist bankaların milletten, hak-adalet, hukuk ve emsallerine aykırı cebren tarh, tahsil; haksız ücret ve komisyon soygunları gibi!.. Şimdilerde ise; Yabancılara Milli Emlâk satışında mütekabiliyetin kaldırılacağına dair bir “vatana ihanet” organizasyon çalışması yapıldığı duyulmakta! 
Adalet, hüküm ve hikmet yokluğu.
Bu tam bir iktidarsızlığın, yetersizlik ve yeteneksizliğin ispatı harbiyesi.Başka bir şekilde anlatacak ve yorumlayacak olursak: Suça teşvik ve iştirak..  
Bu durumu, Serendip Altındal isimli bir Gazeteci-Yazar; Makalemizin esin kaynağı DİJİTAL KİMLİK adlı makalesinde “Ekonomik, politik, bilimsel (!), sanatsal, sportif, medyatik ve dinsel, özellikle de Amerikalı Vatikan imamı aracılığı ile dinler (!) arası diyalog masalıyla yamultulmuş (!) İslam modelli; Bütün araç ve gereçleriyle taarruza kalkmış ab+abd emperyalisti var bugün karşımızda. Dünkü emperyalist kafa yine aynı kafa, güncel heriflerse aynı haramilerin yeni sürümleri...” diyor!
Kim bu zihniyet ve kişilikle vatandaşa “dijital kimlik” vermeyi kurabilir?
Önce, ‘Milli Kimlik ve kadim kişilik’ sorununu halletmek gerekmez mi?!

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 102

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

STRATEJİK ORTAKLIK ÖNCESİ

  
Neredeyse bir haftadır dost, müttefik ve stratejik ortak Amerika konusunda tarihi bilgiler vermeye ve kamuoyunca pek fazla bilinmeyen gerçekleri açıklamaya çalışıyorum.
Örneğin: Bunlardan biri de, 1780-1800 yıllarına değin Amerika’nın Osmanlı devletine; Gemilerinin başta Akdeniz olmak üzere bazı okyanus ve denizlerde seyrüsefer edebilmek için vergi ödemesidir.
Daha sonra da, ABD ile Osmanlı’nın tarihi seyrini karşılaştırmalı olarak verdim.
Ama, şimdiki olay bambaşka. Mevcut hükümete örnek olacak cinsten. 
Bunun başkaca bir nedeni de “Nisyan (unutmak) ile malul hafızamızı diriltmek, ABD ile ilgili tarihi ve güncel gerçekleri, senaryoları hatırlatmak ve “Milli Hafıza” mızın canlanmasına olabildiğince katkıda bulunmaktır.  Burada esas maksat şudur: Güçlü, onurlu ve sorumlu, adalete saygılı ve istikrarlı-kararlı “hukuk devletleri” için, uluslar arası ilişkilerde geçerli tek kural (tekerrürü önlemek, dikkatli olmak, ders ve ibret almak bakımından) mütekabiliyet; Süiniyet (misilleme) halinde ise, “mukabele-i bilmisil” dir.
Eskilerin Hukuk-u Düvel dedikleri evrensel hukukun temel ilkesi budur. Bu nedenle de, başta siyasetçiler olmak üzere, devlet yönetiminden sorumlu bütün kadrolar mutlaka çok iyi tarih bilmek zorundadır. Şu mutlak bir hakikattir ki, tarihi bilmeyenden ne siyasetçi, ne maliyeci ve ne de (ASLA) hariciyeci/diplomat olmaz. Olamaz. Olursa da, işte şu son 47 yılda görüldüğü gibi olur.
Bu konu üzerinde çalışırken Bursalı Kore Gazisi Ramazan Kemerdere’nin anılarına rastladım. Sonra, Kore Gazisi yakın ve aziz dostum Mehmet Ali Nogay ile bir mülâkat yaptım. Kendisinden çok değerli bilgi ve belgeler içeren CD’ler aldım. Konuyu tam yazıya dökerken de Trabzon’dan Ö. F. Demirkır’ın bir seçimine rastladım. Böylece, ele aldığım olay belgelere bağlanmış ve doğrulanmış oldu.
Şimdi sizlere naklediyorum:
50 yıllık Kore savaşın büyük sırrı, Bursa’lı Kore gazisi Ramazan Kemerdere'nin anıları, Kore Gazisi Mehmet Ali Nogay’ın anlattıkları ve Ömer Faruk Demirkır’ın tespitleri ile 50 yıldır 'gizli' tutulan bir olay ortaya çıktı.
BİR HATIRLATMA
Süleymaniye'de yaşanan alçakça, kin ve nefret ifade eden, açık tehdit niteliğindeki menfur 'çuval' olayı hafızalardaki yerini halen koruyor. Bölgede görevli askerlerimizi hile ve desise ile tutuklayıp başına çuval geçiren ABD askerlerinin bu tutumu üzüntü ve infial yaratmıştı. Daha sonra Jandarma Kurmay Albay Aziz Ergen’in 19 Mayıs 2003 günü, görevde olduğu Şırnak Uludere’de; PKK’lılar ve peşmergelerin başındaki ABD’li Albay Martin Rollinson’a verdiği ders, millet için teselliye vesile oldu ve ordunun şerefini kurtardı.
İLK KEZ AÇIKLANIYOR
Oysa, iki dost kuvvet arasında geçen bu olay bir ilk değildi, muhtemel ki son olay da olmayacaktır. Kuzey Kore ve Çin ordularına karşı Kore'de omuz omuza çarpışan Türk ve ABD askerleri arasında da dramatik olaylar yaşanmıştı. Bu makale ve makalemizin dayandığı nakiller ve hatıralarla bir 'gizli gerçek' daha ortaya çıkıyor.
“Yıl 1952… Kumkale Cephesi'nin doğusunda görevlendirilen Türk birliği Koreliler tarafından çembere alınıyor. Cephe yakınında bulunan Amerikan birliğinden yardım bekleniyor ama onlar yardıma koşmak yerine, geri çekiliyor. 400'e yakın şehit veren Mehmetçik, ağır zayiata rağmen çemberi yarmayı başarıyor.
TANIKLAR ANLATIYOR
"Durumdan ABD'lileri sorumlu tuttuk. Aynı gece biri rütbeli üç Türk askeri ABD bölgesine girdi, subayların bulunduğu çadırı lav silahıyla yaktı. Çıkıp kaçmaya çalışan 3 Amerikalı subay da kurşuna dizildi. Amerikan askeri mahkemesi idam cezası verdi ama uygulayamadı. Bu olay da hep gizli tutuldu."
Anlatılan olaylar çok dramatik, üstelik kamuoyunda hiç bilinmiyor. Çünkü Türk tarafı da, Amerikan tarafı da gizli tutmayı tercih etmiş. Her ne kadar askeri mahkeme kurulup, sorumlular hakkında idam cezası verilmiş olsa da, bu ceza uygulanmış değil.
Aşağıda anlatılacak dramatik olay gerçek, savaş koşullarında yaşanmış ve hakkında resmi işlem yapılmış, belgelere de 'gizli' kaydıyla ve 'savaş gerekliliği içerisinde yapılmış bir hareket' diye not düşülmüş.
Ancak, Kore Savaşı sırasında Türk birliğine yardımdan kaçınan 3 Amerikalı subayın, biri binbaşı rütbesinde diğerleri rütbesiz üç Türk askeri tarafından kurşuna dizildiğini anlatan Gazi Ramazan Kemerdere'nin rütbesiz asker olması nedeniyle, ABD ve Türk genelkurmayları ile askeri birliklerin daha üst kademelerinde gelişen olaylara ilişkin detaylı bilgisi yok.
O DA İLK BİRLİKTEYDİ
            Gazi Ramazan Kemerdere ve Mehmet Ali Nogay’ın anlattıkları aynı:
"1951 yılında acemi eğitimini Susurluk'ta yaparken Kore'ye gönderilecek birliğe seçildim. Kore'deki zor şartlara alışmak için Gelibolu'da 3 ay süreli savaş eğitimi aldıktan sonra İskenderun'dan ABD bandıralı savaş gemisiyle 26 gün süren yolculuğun ardından Seul Limanı'na indik. Bir gece burada kaldıktan sonra ertesi gün yaklaşık 1.500 Türk askerinden oluşan birliğimizi trene bindirip 20 saat süren yolculuğun ardından Kumkale yakınlarındaki Elmalı cephesine götürdüler. Burada 10 gün kadar kullanacağımız silahlar ve bölge hakkında bilgi verildi rehberler eşliğinde. Türk birliği artık cephedeki yerlerini almak için son hazırlarını yaparken Tugay Komutanı Tuğgeneral Tahsin Yazıcı, Albay Nuri Pamir ve Yüzbaşı Nazım Dündar'dan oluşan askeri Türk heyetinin denetlemeye geleceği söylendi. Kore'ye gelen ilk Türk birliği olduğumuzdan, bölgeyi ve araziyi tanımadığımız için bize ABD'li subaylar eşlik ediyordu. İki gün sonra söylendiği gibi heyet, bulunduğumuz Elmalı cephesine geldi."
KOMUTANIMIZ ŞEHİT DÜŞTÜ
"Hepimiz 'hazır ol' da komutanlarımızı selamlamak için bekliyorduk. Bu arada Kızıl Çin ordusunun taarruzu hemen yakınımızda devam ediyordu. İşte tam bu sırada, Çinlilerin attığı bir havan mermisi, hepimizin gözü önünde Albay Nuri Pamir'e isabet etti. Albayımız oracıkta şehit oldu. Bu manzara karşısında pek çok arkadaşımız, sinir krizleri geçirdi. Her şey rüya gibiydi. Daha henüz mevzilerimizdeki yerimizi bile almadan bu durumla karşılaşmamız hepimizi dehşete düşürmüştü. Bir kaç günlük şoktan sonra bölgeye gelen diğer Türk subaylarının talimatları doğrultusunda, taarruza devam ettik. Komutanımızın şehit oluş anı her gün gözümün önüne geliyordu."
'AMERİKALILAR YARDIM ETMEDİ'
"Yaklaşık 3 ay sonra Güney Kore'ye gelen ikinci Türk kafilesiyle Kumkale cephesinin doğusunda buluşarak, 4 bin 500 Türk askeri mevcuduna ulaştık.
ABD'li askeri yetkililerin, bize gösterdiği bölgede savaşı sürdürüyorduk. O gece müthiş bir kar yağmıştı. Mevzide nöbet beklerken, donmamak için birbirimizi sırtımızda kısa mesafeli taşıyıp, ısınmaya, hayatta kalmaya çalışıyorduk. İşte o gece nasıl olduğunu anlayamadan, yaklaşık 10 bin Kuzey Koreli asker, Türk askeri birliğinin bulunduğu bölgeyi çembere alıp üzerimize saldırdı. Bir anda neye uğradığımızı şaşırdık.
Düşman birliklerinin çemberi içinde kalan 4 bin 500 Türk askerinin bu durumunu gören karşı tepedeki ABD birliği, bize yardıma gelecekleri yerde geri çekildi. 10 bin Kuzey Koreli askerin saldırısında 6 saat süren çatışmadan ne yazık ki, 400 şehit, 900 yaralı ve 350 esir vererek ateş çemberini yarmayı başardık."
ÖFKEMİZE YENİK DÜŞTÜK
"Eğer Amerikan askerleri geri çekilmeyip bize yardım etselerdi, muhtemelen bu kadar çok şehit vermeyecektik. Bu nedenle, 400 civarında şehit vermemizden Amerikalıları sorumlu tuttuk. O günün şartlarında, çok kızgındık. Bugünden geriye bakıldığında hiç doğru bir iş değil ama orada, o günlerde işte bu acı olay yaşandı.
Birlikteki herkes kayıplardan Amerikalıları sorumlu tutuyor, ceza vermek konuşuluyordu. Aynı gece üç Türk askeri bizim cephenin yakınındaki ABD'lilerin bulunduğu bölgeye girdi, subayların bulunduğu çadırı lav silahıyla yaktı. İçerideki 3 Amerikalı da alevlerin arasından çıkarak kaçmaya çalıştı. Fakat kaçışa müsaade edilmedi. 3'ü birden kurşuna dizildi.
Çünkü orada bulunan bizler Güney Kore'de Amerikalılarla omuz omuza, canımız pahasına savaşıyorduk ama bu subaylar bizi göz göre göre ölüme terk etme emrini vermişti. 400 askerimiz şehit olmuştu."
ASKERİ MAHKEMEYE İNTİKAL ETTİ
"Bu olaydan hemen sonra ABD'li askeri yetkililer mahkeme oluşturdu. Olaydan sorumlu tutulan, benim de aralarında bulunduğum üç askere 'idam' cezası verdiler.
Türk Tugayı, bizi Amerikalılara teslim etmemekte direndi. Çünkü teslim ederse, çıkacak ceza peşinen belliydi, hemen de uygulanırdı. Durum Türkiye'ye, dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Türk hükümetine bildirildi."
ANKARA'DAN GELEN TARİHİ YAZI
"Tabii bu gelişmeler sırasında bizlere Kore'deki Türk birliğimizin başındaki üst düzey komutanlarımız destek oluyorlardı. Türkiye'den beklediğimiz cevap bir ay sonra geldi. Bize verilen bilgiye göre, Türk ve Amerikan dışişleri bakanlarının da imzasının bulunduğu evrakta;
‘Türk askeri kanunlarına göre cephede savaştan kaçan kişilerin ölüm cezasına çarptırıldığı’ bildiriliyormuş. Amerikalı subayların durumu da bu tanıma uygunmuş. Bu yazı bizim için kurtarıcı rol oynadı. ABD'li askeri yetkililer ölüm cezasını uygulayamadılar. 11 ay kaldığımız Kore'den apar topar Türkiye'ye çağrıldık. Bize köyünüzden dışarı çıkmayın, kimseye bir şey anlatmayın dediler. Özellikle Ramazan Kemerdere hatıratında sonrası için şöyle diyor: “Ana Vatana döndükten sonra ne köyden çıktım, ne iş yapabildim ne de kimseye anlatabildim.. Adresim belli olmasın diye oy bile kullanmadım ilk birkaç seçimde.. Aradan tam 50 yıldan fazla geçmesine rağmen, bu olayı halen unutamıyorum."
KISSADAN HİSE
Dönem itibarıyla hükümet eden Demokrat Partinin kurucu Genel Başkanı ve Atatürk’ ün “Galip Hocası” Celâl Bayar ve Demokrasi Şehidi merhum Adnan Menderes Hükümeti’nin Amerikalılara verdiği cevaba bakın :
“Türk askeri kanunlarına göre cephede savaştan kaçan kişiler ölüm cezasına çarptırılır”
Bu cevaba göre, Türk birliğinin yardımına koşmaktansa, korkup kaçan Amerikan ordusunun bütün er, erbaş ve subaylarının “ölüm cezasına” çarptırılması gereği ifade olunmaktadır.
Bu, Türk milletinin gücünü, dönem hükümetinin basiret, cesaret ve vatanseverliğinin onurlu bir belgesidir.
Tıpkı, Cemiyet-i Akvam’ın (BM’den önceki Milletler Cemiyeti) kuruluş bildirimine mukabil Atatürk verdiği cevap gibi...
“Bu muahede, mazlum milletler aleyhine hükümleri havi bulunmaktadır. Ekte teklif olunduğu tarzda tashihi halinde TC’nin hususan daveti halinde icabet düşünülebilir...”
Türkiye Cumhuriyeti, işte bu akaid üzre kurulmuştur.
Milletin güç ve iradesini yanında hissetmeksizin, millet ve devlet aleyhine zafiyet izhar edenler; Milletin yöneticisi olmaya lâyık değildirler. Bunlar, meşru da olamazlar. Meşru hükümetler; Türk İnkılâbını şiar edinerek, kurucu unsurun mutabakatı ve TC’nin kurucusu Mustafa Kemâl Atatürk’ün dediği gibi: “Türkçe Düşünen, Türkçe Konuşan ve Türkçe Yaşayan” , “Namuslu, Dürüst, İlkeli, Onurlu ve Sorumlu” vatandaşlardan mürekkep olmak zorunda ve durumundadır.
Dahası; Osmanlı bakiyesi TC’nin her yöneticisinin: “Türk Milletinin Kıblesi Kâbe; Kalbi, bütün Cihanı Saran Türk Dünyası ve Türk Sevdası ile dolu olmak zorundadır” İlke budur. İşte size çok özgün bir örnek daha:
ŞİMDİ DAHA KARARLI VE İSTİKRARLI OLMAK GEREK
            “1933 yılı 29 Ekim gecesi, herkes Cumhuriyet'in 10. yılını kutluyor. Atatürk o sırada Türk Ocağı'nda yabancı diplomatlara yemek veriyor, davetliler gecenin ilerleyen saatlerinde birer ikişer dağılırlar, Atatürk yakın arkadaşları Salih Bozok, Kılıç Ali, Nuri Conker'i kast ederek "Bizimkiler nerede ?" diye sorar, Tevfik Rüştü Aras (Atatürk'ün dışişleri bakanı) Ziraat Bankası salonundaki baloda olduklarını söyler.
Hep beraber Ziraat Bankası'nın balo salonuna giderler. İçerisi tıklım tıklımdır, Atatürk gelince herkes alkışlar, "Yaşa Gazi Paşam" şeklinde tezahürat yapar. Atatürk halkıyla sohbet etmeyi çok sevdiği için sandalye ve masa ister ki isteyenler ona sorularına sorabilsinler. Soru sormak için gelen kişilerden biri Zeki isimli 25 yaşlarında bir doktordur. Şunu sorar;
-Gazi paşam! Saltanatı kaldırdık, hilafeti meclisin manevi şahsiyetinin içine aldık; bunlar yapılana kadar bir milletin ideali olabilirler. Fakat yapıldıktan sonra yeni bir düzen kurulur ve işler... Onun iyi işlemesi, kötü işlemesi, ideal değildir, iyi işlemesini sağlamaya mecburuz! Yaptığımız öteki devrimler de yapıldığı an ideal olmaktan çıkar. Artık ideallerimiz, yaşadığımız gerçekler haline dönüşmüştür. iyi ya da kötü sonuç vermesi bizim sorumluluğumuzun sonuçlarını belirler. Ama bir de Milletlerin babadan-oğula sıçrayan uzun vadeli idealleri vardır. Siz bize böyle bir ideal aşılamadınız! Yahut benim bundan haberim yok ! Bunu bize açıklar mısınız Gazi Hazretleri?
Atatürk bu soruya şöyle cevap verir:
-Bunlar vicdanımıza yazılmış gerçeklerdir; konuşulmaz, yaşanır! Elbet bu milletin bir ülküsü olacaktır ama bu ülküler devletler tarafından açıklanmaz; Millet tarafından yaşanır! Nasıl, bakarken gözlerimizi görmüyor, onunla her şeyi görüyorsak, Ülkü de onun gibi, farkında olmadan vicdanlarımızda yaşar ve her şeyi ona göre yaparız... Ben Devlet Başkanıyım! Sorumluluklarım vardır! Bu sorumluluklarım altında konuşamam!  Bu konuda genç arkadaşlarımla ayrıca konuşacağım.
Sonra Atatürk halkın Cumhuriyet bayramını tekrar kutlar ve Dr. Zeki’yi yanına alarak Genel Müdür’ün odasına çıkar. Atatürk’ün arkasında duvarda bir Türkiye haritası vardır. Karşısında oturan Dr. Zeki’ye:
-Benim arkamdaki haritayı görüyor musun?
-Evet Paşam.
-O haritada Türkiye’nin üstüne abanmış bir blok var, Onu da görüyor musun?
-Evet, görüyorum Paşa Hazretleri
-Hah. İşte o ağırlık benim omuzlarım üstündedir. Omuzlarım üstünde olduğu için, Ben Konuşamam! Düşün bir kere.. Osmanlı imparatorluğu ne oldu? Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ne oldu? Daha dün bunlar vardılar.. Dünyaya hükmediyorlardı! Avrupa’yı ürküten Almanya’dan bugün ne kaldı? Demek hiçbir şey sür-git değildir! Bugün ölümsüz gibi görünen nice güçlerden, ileride belki pek az bir şey kalacaktır. Devletler ve Milletler, bu idrakin içine olmalıdırlar.
Bugün Sovyetler Rusya dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir.. Devlet olarak bu dostluğa ihtiyacımız var! Fakat yarın ne olacağını kimse kestiremez. Tıpkı Osmanlı İmparatorluğu gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gibi parçalanabilir! Bugün elinde sımsıkı tuttuğu Milletler, avuçlarından sıyrılabilirler.. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir! İşte o zaman Türkiye, ne yapacağını bilmelidir! Bizim bu dostumuzun yönetiminde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onları arkalamaya hazır olmalıyız!“Hazır olmak” yalnız o günü susup beklemek değildir, “hazırlanmak lazımdır”. Milletler, buna nasıl hazırlanırlar? Manevi köprülerini sağlam tutarak! Dil bir köprüdür, inanç bir köprüdür, tarih bir köprüdür! Bugün biz, bu toplumlardan dil bakımından, gelenek, görenek, tarih bakımından ayrılmış, çok uzağa düşmüşüz! Bizim bulunduğumuz yer mi doğru, onlarınki mi? Bunun hesabını yapmakta fayda yoktur!
Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz; Bizim, onlara yaklaşmamız gerekli...
Tarih bağı kurmamız lazım.. Folklor bağı kurmamız lazım .. Dil bağı kurmamız lazım.. Bunları kim yapacak? Elbette Biz.. Nasıl yapacağız?
İşte görüyorsunuz , “Dil Encümenleri” , “Tarih Encümenleri” kuruluyor.
Dilimizi, onun diline yaklaştırmaya, tarihimizi ortak payda haline getirmeye çalışıyoruz. Böylece, birbirimizi daha kolay anlar hale geleceğiz. Bir sevgi parlayacak aramızda, tıpkı bir vücut gibi, kaderde ve mutlulukta birbirimizi duyacağız ve arayacağız. Ortak bir dil amaçladığımız gibi, ortak bir tarih öğretimiz olması gerekli.. Ortak bir mazimiz var, bu maziyi, bilincimize taşımamız lazım. Bu sebeple okullarda okuttuğumuz tarihi Orta Asya’dan başlattık! Bizim çocuklarımız, orada yaşayanları bilmelidirler. Orada yaşayanlar da bizi bilmeli..
İşte bunu sağlamak için de “Türkiyat Enstitüsü”nü kurduk. Kültürlerimizi, bütünleştirmeye çalışıyoruz! Ama bunlar, açıktan yapılmaz! Adı konarak yapılacak işlerden değildir. Yanlış anlaşılabildiği gibi, savaşlara da sebep olabilir. Bunlar, Devletlerin ve Milletlerin derin düşünceleridir.
İşitiyorum: Benim dil ve tarih ile uğraştığımı gören kısa düşünceli bazı vatandaşlarımız; “Paşanın işi yok! Dil ile Tarih ile uğraşmaya başladı” diyorlarmış. Yağma yok !. Benim işim başımdan aşkın. Ben bugün çağdaş bir Türkiye kurmaya ne kadar çalışıyorsam, yarının Türkiye’sinin temellerini de atmaya o kadar dikkat ediyorum.
Bu yaptıklarımız, hiçbir millete düşmanlık değildir.
Barıştan yanayız, barıştan yana kalacağız!
Ama durmadan değişen dünyada, yarının muhtemel dengeleri için hazır olacağız.
Bunları sana, akıllı bir genç olduğun için söylüyorum. Açıktan söylemiyorum, kulağına söylüyorum.. Sen bil, gerekçesini kimseye söylemeden böyle davran, çevrenin de böyle davranması için gerekeni yap! İdealler konuşulmaz, yaşanır!
İşte senin sorunun karşılığını da böylece vermiş oldum!
Gece ilerlemişti. Atatürk arkadaşları ile birlikte, bulvara çıktığı zaman, taze bir sabah Ankara göklerinde ışımaya başlamıştı. (4)
SONUÇ:
Bu gün, başta stratejik ortak ABD ve Avrupa Konseyi bağlamında doğal müttefik AB Türkiye’nin etrafında adeta bir çevirme harekatı gerçekleştirmeye çalışıyorlar. İçeride ve dışarıda türlü taktiklerle toplumun kafasını karıştırmaya, fikirleri zayıflatmaya, adeta, bizleri, kendi benliğimizden uzaklaştırmaya, Milli hafızamızı silmeye ve  utandırmaya gayret ediyorlar. Özgüvenimizi, inancımızı, değerlerimizi ve dirençimizi kırmaya çalışıyorlar. Tam bir asimetrik savaş Psikolojik taarruz  Taktiği! Vakti zamanında İznik Konsülleri tarafından çalınan bu menfur maya bir tutarsa, o zaman bizi sahada da yenmek kolaydır, askeri olarak ta.
Yeter ki bir kerre bu millete Yenilmişlik ve Teslimiyetçi ruh halini, ezilmişliği, paraya kul ve gâvura köle olmayı  kabul ettirsinler.İŞTE, biz de asla bunu kabul etmeyeceğiz. 
BURADA DUR! DİYECEĞİZ.!.
Dikkat edin, Rumlar hamle üstüne hamle yaparak Türkiye’yi bunaltmaya çalışıyor.
Hemen hatırlanmalı ki yine aynı Yunanistan’ın dış işleri bakanı Melina Merkürü, Kurtarılacak.
Topraklar Haritalarını yayınlayarak Trabzon yöresini Pontus olarak ilan etmiş ve hedef göstermiş durumdadır. Hele bir “Ermeni soykırım yalanı” tutsun, bu defa tarihte en çok Türk soykırımı yapmış olan Yunan, daha vahim iftira ve yalanlarla zuhur edecektir.
Ermeniler atakta: içte, dışta, Amerika da, Avrupa da ve sonra da hiç yüzleri kızarmadan “önşartsız masaya oturmaya” hazırız gibisinden laflar ediyorlar. Sanki, hala Azerbaycan’ın %21’ni işgal eden onlar değilmiş, sanki bizin Doğu Vilayetlerimizi talep eden kendi anayasaları değilmiş gibi. Sanki, Bakü’de, Hocalıda, Erzurum, Kars, Adana, Mersin ve birçok yerlerde kitle katliamı yapan Ermeniler değilmiş gibi. Sanki yıllarca Türk diplomatlarını öldürüp, “Türkiye’yi öldürüyoruz” diye çığlık atan Ermeniler değilmiş gibi.
Amerika ve Avrupada ki Diyasporayı kullanarak Türkiye’ye baskı yapan kendileri değilmiş gibi, sanki Avrupa Parlamentosu kullanan kendileri değilmiş gibi şimdi “ön şartsız görüşmeye hazırız” diyorlar. Ve sanki, anarşi-terör ve tedhiş örgütü kendi icat ve kuklaları değilmiş gibi...Bu kadar oyun ve şov olmaz.  Bizim gerçekleri görüp, bu yaratılan duman dalgasının ardında ki oyunları fark etmemizin zamanı çoktan gelmiş bulunmaktadır.
Irak sınırında yasaklar, Bulgar ve Romanya sınırında kısıtlama ve vizeler, geciktirmeler. Tam o sırada AB de 8 fasıl’ın askıya alınışı, AB’nin “ille de Kıbrıs işini halledin” diye dayatması. Hepsi tesadüf değil mi? Biz bu taktikleri ve tutumları daha önce hiç görmedik değil mi?
Karşımıza tüm benzer oyunlardan sonra Sevr’i dayadıklarını, unuttuk değil mi? Hayır, hiç birini unutmadık. Hiç birine de kanmıyoruz. Tüm taktik ve oyunların farkındayız. Tüm bağlantıları da daha net görmeye başladık. Bir haberim var: hala bunları görmediğini iddia eden varsa, hala AB ve ABD’ye şirin görüneceğim diye çeşitli izahlara yeltenen varsa, onlar sadece kendilerini kandırıyorlar ve sadece kendilerinin geleceğini garantiye almak istiyorlar yoksa milleti ve vatanı falan düşünmüyorlar. İşte ilaveten, bizler bunların da farkındayız. Artık Dik durmanın, Bir Türk gibi güçlü olmanın ve  Berrak düşünmenin zamanı gelmiştir. Ezik ruh halinden ve adeta “azınlık” psikolojisinden kurtulmamız gerekmektedir. Kısacası, artık hepimiz için toparlanma zamanı gelmiş bulunmaktadır. Dosdoğru bir yol ve gerçek bir istikamet için lütfen Atatürk’e kulak veriniz:
            "İskenderun güneyi Antakya, Halep ve katma İstasyonları,  Cerablus, Fırat köprüsünün güneyi, Deyr'i zor, Musul, Kerkük ve Süleymaniye; Vatanımızın Türklerle meskun güney sınırlarıdır. Türk süngüleriyle çizilmiş olup, sınırlarımız içindedir."                                       
“Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk toplumudur. Bu toplumun fertleri ne kadar Türk kültürüyle dolu olursa, o topluma dayanan Cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur.” ( M.Kemal ATATÜRK-1923)
1) Ö. F. Demirkır 27.11.2007, Trabzon
2) Mehmet Ali Nogay, Kore Gazisi, Ankara
3) Ramazan Kemerdere, Kore Gazisi, “Anılar”
4) Olay İhsan Sabri Çağlayangil’den dinlenmiş, Sebati Ataman, Kılıç Ali, Tevfik Rüştü    Aras, Hikmey Bayur tarafından doğrulanmıştır. Kaynak: Atatürk'ün Avrasya Devleti/ İsmet Bozdağ
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 103

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

ŞEYH  EFENDİNİN RÜYASI VE TÜRKİYE

 
Milletin asli ve hakiki hizmet unsurları insanlık, ahlâk, edep ve hukuk dışı dokunulmazlık, ayrıcalık, hususi imtiyaz, avanta, rüşvet ve iltimastan müstağni. Namuslu, dürüst memur, işçi ve emeklileri dâhil; halkın kahir ekseriyetini fakr-ü zaruret, yokluk, yoksulluk ve sefalete mahkûm ederek; siyasi hırs ve iğrenç ihtiraslarını tatmin uğruna millete zulmedenler bilsin ki!
‘İkinci Abdülhamit döneminde Şeyhülislâmlık yapmış, zamanın en büyük gönül sultanları ve din âlimlerinden olan Şeyh Rahmi Baba; 1920’li yıllarda Anadolu’da mukim, vazifeli şeyh ve halife arkadaşlarını gizlice bir kasabaya davet eder. Sebebi hikmeti: “Kahriye” okunacak; Yani, Esma-i Hüsna’dan “Ya kahhar” zikriçekilerek Mustafa Kemal’in ve kurmak istediği rejiminin “kahr-u tedmiri” için müştereken dua ve zikredilecektir. Davet kabul görür ve gizlice toplanılır. 
Tam kahriyenin okunacağı sabah vaktine birkaç saat kala, fecr-i sadık sıraları yakaza
halinde istirahat etmekte olan Şeyh Efendi, bütün niyetlerini altüst edecek bir mânâ (rüya) görür:
Bir dünya haritası; ortasında Türkiye!
Türkiye toprakları dünyanın diğer bölgelerinden bariz bir şekilde ayrılırcasına yem yeşil; fakat etrafı, sınırları simsiyah, hayli kalın, lâkin alçak duvarlarla çevrili. Peygamber Efendimiz haritanın başında. Mahşeri bir kalabalıkta, insanların gözü önünde dünyayı yeniden paylaştırıp, taksim ediyor;         
‘şurayı şuna, burayı buna verin’ diye emirler yağdırıyor… Taraf ve etrafındakiler ise derhal gerekeni yapıyorlar.
Mustafa Kemal, Çanakkale berisi ve İstanbul ötesi Trakya bölgesinde duruyor. Her ne hikmetse yüzü Peygamber Efendimiz e dönük değil! Duruşundan anlaşıldığına göre, bir şeylerden dolayı mahcup ve tedirgin bir ruh hali içinde; Velev ki bu yüzden olsa gerek, Yüce Efendimizin yüzüne bakamıyor. Sıra Türkiye’nin kime verileceğine geldiği zaman, manâyı mükerremdeki Şeyh Efendi gözlerini beş açıyor ve pür dikkat kesiliyor. Peygamber Efendimiz yüzünü çevirmeden yalnız eliyle işaret ederek “burayı da şuna verin” buyuruyorlar.
Burası dediği Türkiye’dir, şu dediği de Mustafa Kemal’dir. Sebebi:  Müstakbel ıslahatlar (Atatürk İlkeleri) ve Türk İnkılâbı’dır.
Tam bu sırada Şeyh Efendi kan ter içinde uyanır. Düşüncelidir. Niyetiyle rüyası arasında bir müddet gider gelir. (Tasavvuf ve tarikat kültüründe; Peygamber Efendimizin zahir oldukları, bizzat tezahür ettikleri, göründükleri manâ [rüyalar], doğrudan sahih, sağlam ve ‘acaba’sız, kat’i bilgi kaynaklarından biridir). Şeyh Rahmi Baba Abdestini alır, vaktin namazını cemaatle kılmak için icabetini bekleyen arkadaşlarının yanına varır. Namaz eda edilir, dua biter, Fatiha okunur.
Herkesin kahriye çekilmeye geçilecek dediği bir anda Şeyh Efendi rüyasını anlatmaya başlar.
Rüyayı şöyle yorumlar:  “Türkiye yemyeşil olduğuna göre, bu hayra, İslâm’a alâmettir ve durumun esas itibariyle iyi olduğunu gösterir. Türkiye’nin etrafını çepeçevre saran duvarın kalın, kasvetli ve siyah oluşu tedirginlik verici; çünkü siyah küfür işaretidir, fakat alçak oluşları mevcut menfi durumun çok uzak olmayan bir zamanda aşılabileceğini gösterir. Gerek Peygamber Efendimizin ona karşı tavrı, gerekse Mustafa Kemal’in duruşu menfi... Fakat Türkiye’yi ona veren Hz. Peygamber olduğuna göre buna karşı çıkamayız... O’na tabii olacak ve maddi, manevi yardım edeceğiz…”
Her şey apaçık ortaya çıkmış ve Anadolu Erenleri kutsal mesajı almıştır. Kahriye okumaktan vazgeçilir. Kanaat Önderi Şeyhler, Halifeler huzur içinde; Vicdanen müsterih, memnun, bahtiyar,hâl ve istikametleri aydınlanmış olarak memleketlerine dönerler...’
KISSA’DAN HİSSE:
Aziz, âlim, mümin ve mücahit, kadim Türk Milleti; 1400 yılı mücavir İslâm’ın, yaklaşık 1000 yılı Muhammed ümmetinin Bayraktarlığını, Sancaktarlığını yapmış; Müslüman âlemini tam bir hamiyet ve himmetle kucaklamış; İnsanlık camiasını adaletle himaye etmiş dualı bir millettir. Ola ki; Mustafa Kemâl’in Peygamber Efendimiz SAV huzurundaki mahcubiyeti: Osmanlı’da gerileme devrinin fiilen başladığı 1734 yılı evvel ve ahirinde (sonrasında); İdare, asker ve temsil makamlarında vaki gasp, yozlaşma, çürüme ve İslâm’dan uzaklaşma, adaleti terk nedeniyle vaki: Haksızlık, yolsuzluk, adaletsizlik, insana, İslâm’a ve kamu ahlâkına aykırı tertip, süfli teşebbüs, sefahat, din istismarı ve dağılma sebebi utanç verici suiistimallerin tevlid ettiği hicaptan olmalı.

 

 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 104

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

ŞİMDİ NE YAPMALI?

 
Dünya, yıllardır Türk milleti’nin yaşadığı felaketlerin boyut ve hacminden habersiz.
Öyle ki, bölücü unsurlar ile ülkemiz üzerinde menfur emel ve çıkar hesapları olanlar ‘Tehcir’ i dahi soykırım olarak niteleme çabası içindeler. Üstelik bu tür haber ve yorumlar bütünüyle yanlı, objektif ve tarafsız değil. Şu an için, ilhamını karanlık güçlerden alan ‘aydın’ bir kesim özürcülerin yargılanmasından son derece kaygılı ve rahatsız.
Ancak bilinmelidir ki bunun, arsızca ve hâyasızca iddia ettikleri fikir özgürlüğüyle bir alakası yok. Soykırımı algılama, milli etik ve etnisite ile alakası var. Bunlar gerçek amaçlarını gizleyerek "fikir özgürlüğü" demagojisi yapıyorlar. Dertleri bu değil!. Türkçe konuştukları ve Ermenilerce Türklere uygulanan “belgelerle sabit” vahşet, ihanet ve soykırımı iyi bildikleri halde sözde soykırıma inanmaya, savunmaya ve lehte propaganda yapmaya çalışmak, ya kör cahillere, ya da soyu belirsiz hainlere mahsustur..
Hani Başbakan sıfatıyla bunlara verdiği bir cevap var ya;
“Her halde soykırımı bunların dedeleri yapmış ki, özür diliyorlar!”
“mükemmel” bir cevap.. Doğruluğunu görmek için lütfen bu makalede isimleri verilen ve mezkür sitelerinde mahfuz kimseleri bir araştırın!. Aralarından nesebi Ermeni, Rum-Yunan ve Sabetaistlere dayanmayan kaç kişi çıkacak acaba?... Konuyu Atatürk’ün ‘etnik köken’lerle ilgili vecizesi ile derinleştirmek istiyorum. “Ben ülkemde iş başına gelecek insanın soyuna, sop’ una bakmam, ancak ihanetlerini gördüğüm vakit damarlarındaki kanına bakarım."
Yanlış anlaşılmasın. TC’de hiç kimsenin etnik kök filan gözettiği yok.
Davos’tan sonra sanal olarak yaratılan Yahudi karşıtlığı da uydurma, yalan.
Dünya da azınlık hukuku’nun asli unsur haklarından ileri olduğu tek ülke Türkiyedir. Bakmayın adları Türk’çe olduğu halde, soydan bozuk Ermeni, Rum-Yunan haymatloslarına; Bunların ar damarları çatlak, kanları kirli. Sürekli Kürt sorunu, soykırım, demokratik hak, özgürlük, güvenlik deyip demagoji yaparlar. Oysa gerçekte bütün değerleri yozlaştıran, ortamı karıştıran, anarşi, terör-tedhişe çanak tutan, yardım ve yataklık eden işte bunlardır. Organize suç örgütlerinin mimar ve müsebbipleri, bilumum soygun-vurgun olaylarının suçluları da!
Gerçek odur ki, tarih boyunca Türk devletlerine asla ‘Türk’ ihanet etmemiştir.
Ülkesi ve milletine ihanet eden de görülmemiştir. Türk “azınlık” olduğu ülkede bile namuslu, dürüst ve merttir. Yaşadığı devletin yasalarına uyar, yasaklarına riayet eder. Ülke insanlarına saygı duyar. Zulme maruz kaldığında anayasa ve hukuk yolundan hakkını arar. Baskı, cebir ve şiddetle karşılık bulursa; Yunanistan, Bulgaristan, eski Yugoslavya, Kıbrıs, Musul Vilâyeti (Kerkük) D. Türkistan ve diğer Türk esaret (azınlık ve tasallut) bölgelerinde olduğu gibi ‘medeni ve insani’ hakları uğruna açıkça, insanca, mertçe mücadele verir.
Netice de Türk budur. Türk böyledir!..  Türk büyüktür… Bunlar kadar alçalmaz!..
Peki; bunların neresi Türk Allah aşkına? Batılı Tarihçi illâ ortaya bir fitne-fesat, iftira katar. Bu sözde tarihçiler, her ne kadar Türk’ten hain göstermeye çabalarlarsa da, bu kesinlikle yalandır. İftiradır. Hele ki yazarın adı Türk’se kansızdır! Bu tahrifçiler şüphesiz dönme, devşirme veya soydan gayrisahihtir. Meselâ, Ermeni asıllı yerli lobilerle müştereken kökü dışarıda ‘diaspora’ca yürütülen sözde Kürt sorunu ve soykırım iftirasına bir bakalım: Baştan söyleyeyim Türkiye’de asla bir Kürt sorunu yok. Var diyenleri bir bir araştırın, soruşturun altından mutlak surette Ermeni, Rum ve Yunan dönmesi çıktığını göreceksiniz.
Dahası; “1915'te Ermeni’lerinin maruz kaldığı büyük felâket'e duyarsız kalınmasını, bunun inkâr edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum” diye, hıyanet kokulu bir metne imza atarak; 16.12.2008’de ‘Türk Milleti adına’ ve TC’de: “Ermeni’lere soykırım yaptık onlardan özür dileyelim” savıyla başı çeken isimleri de analiz edin.
Açıkça ifade ettikleri şekilde, öç alma, hıyanet, haset ve düşmanlıkla kıvranan hain bir kitle ile karşılaşacaksınız. Üstelik bunlar bizden para kazanan kişiler. Menfur siyasi görüşleri bizi ilgilendirmiyor. Kimi bunların yazılarını sever, şarkılarından hoşlanabilir. Güzel gibi görünen fakat en hafif ifadesiyle gülünç bahanelerle aymazlar ve ihanet kalkışmacılarına para kazandırmayı sürdürebilirler. Onlardan biriyle söyleşi yapanlar da çıkabilir.
Bu bir Türklük onuru ve insanlık derecesi sorunudur.
Böyle düşünenler aslında çok yanılıyor ve aldanıyorlar. Doğrusu: bunları, böyle düşünenleri ve bu ‘gibileri’ millet olarak çevremizden atmak hayatımızdan çıkartmak, dışlamak, insanlık adına memur, zorunlu ve sorumlu olduğumuz demokratik tepkimizi göstermek, bedhahları cemiyet, devlet, siyasi, sosyal ve sanat hayatımızdan silmek gerekir.
“Ermeni’lere soykırım yaptık onlardan özür dileyelim” savıyla ‘başı çeken”  isimler ve sürdürülen kampanyalar http://www.ozurdiliyoruz.com adresinden görülebilir.
Lütfen kendinize gelin. Uyumayın!.. Bilinçlenin, farkında olun!
Özgürlük, huzur ve güvenlik alanımızı daraltan, insan hakları, adalet ahlâkı, hukuk ve demokrasiyi dumura uğratan, anarşi-terör ve tedhişe çanak tutan, rüşvet alan-veren, hırsızlık, yolsuzluk, gasp-irtikap, görevi kötüye kullanma, kaçakçılık, kayıt dışılık, aleni istismar ve suiistimallerle malul “takip, denetim, kontrol ve şeffaflıktan” ödü kopan, ulusal veya uluslar arası denetimden şiddetle kaçan güruhun tamamı benzer tandansta düşünen, frekansları pek farklı olmayan, mütemmimleri “Türk, Türkiye, Milli Devlet, Hak-Adalet, Hukuk, İnsanlık ve İslâm düşmanı” organize çıkar (anarşi, terör ve tedhiş) örgüt furyalarından müteşekkildir.  
Başta Türk milleti aleyhine kirli kumpaslara taraf ihanet şebekeleri olmak üzere; yukarıda nitelik ve nicelikleri açıklanan bütün zanlı, fiili ve potansiyel suçlulardan devleti arındırmak, “her kim olursa olsun” hedef kitle bazında zan altındaki bu menfur topluluktan “iyilik, doğruluk, namuskârlık, dürüstlük ve erdemlilik adına” toplumda şüphe, şaibe, korku ve tereddüt uyandıran herkesi ve her kesimi hesaba çekmek, suçluları bulmak, şiddetle men ve cezalandırmak, çevremizden dışlamak zorundayız.
Bu devlet, hükümet ve birey için görevdir. Hedef kitle sadece “özürcüler” değildir. Yanlış anlaşılmasın. Onlar zaten bağımsız yargı ve Türk adaleti önünde hesap verecekler.
MESELE: Bunlar ve benzerlerinden “ADAY OLANLARA” asla oy vermemektir.
            Türk Milleti bir yandan bu “emsal” davaya taraf olmak, sahip çıkmak; Diğer taraftan yukarda evsafı açıklanan ve eylemleri tanımlanan “hırsız-yolsuz-yalan-talan” takımından ülkeyi, siyaseti, STK, parti, iktisadi sektör ve kurumları kurtarmak için elinden geleni her şeyi yapmak zorundadır. Bu bir insanlık ve vatandaşlık görevidir. Sosyal sorumluluktur.
            SONUÇ: Türk, Kürt, aleni Ermeni, Rum, Müslim veya Gayrimüslim; Asli unsur veya azınlık, her kim olursa olsun: Namuslu-dürüst, onurlu-sorumlu, hakkıyla üreten ve helâlinden tüketen herkes bizim kardeşimiz, yurttaşımız, sevgili ve değerli; Birinci sınıf vatandaşımızdır.
            AMA!.. Suç odağı, organize terör ve çıkar örgüt zanlısı, kumar borcu-diyet borcu olan  yalancı-talancı, şüpheli-şaibeli, rüşvetçi-iltimasçı, hortumcu ve suiistimal güruhu asla!. Bunlar Türk milletini alçakça sömüren keneler, sülük ve domuzlar mesabesinde olup; yandaş, yoldaş ve yol arkadaşları dâhil insanlık ve millet düşmanıdırlar.
            ŞİMDİ TAM ZAMANIDIR: 29 Mart’ta bir yerel (genel) seçim var ve bu seçimde yukarda tanımlanan tür’lerin büyük bölümü halkın önüne “ADAY” sıfatıyla çıkacak. Dikkat ediniz lütfen!.. Bu adayların hiç biri “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” umdesine uygun olarak milletçe belirlenmedi. Gayrisini millet düşünmeli,OY’unu tam bir vatandaşlık şuuru ile ‘BİLİNÇLE’ kullanmalı ve siyasi mevtalar ile politik-ACI’ları ebediyen sandığa gömmelidir. Biline…
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 105

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

TABİATIN LANETİ VE GDO TEPKİSİ

 
Kimsenin aklına gelmez ve “hayati önemi haiz olmasına rağmen” kamuoyu ve halkın gündemine girmezken; 2009 yılı Kasım ayı başında Tarım Bakanlığı’nın ilgili yasa’dan önce, yönetmeliğini yayınladığı GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizma) konusu ‘umulmadık bir biçimde” patlama yaptı ve “şok etkisiyle” gündeme oturdu.
Bu, ‘genelde dünya; özelde vatan, insan, toprak, bayrak ve doğa (çevre) sevgisinin ne anlama geldiğini ve ne demek olduğunu?’ bilenler, rasgele değil, ‘bilinçle-inançla’ yaşayan, başka deyişle ‘diğerkâm’ insanlar için çok önemli, sevindirici ve ümit verici bir gelişmedir.
İnşallah bu mücadele sonuç alınıncaya ve halkımıza yönelik kimyasal-biyolojik savaş unsurları def edilinceye kadar, azim, irade, bilim ve kararlılıkla sürer…
Bu ‘bilinçlenme ve kutsal olan yaşamı koruma” savaşının sürmesi zorunludur.. .
ÇÜNKÜ: “Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre; hızla çoğalan, çeşitlenen ve artan hastalıkların % 72’sinin kaynağının besinler ve beslenmeye bağlanmakta olduğu” kritik bir dönemde konu, son derece önemli, dolayısıyla güncel olması çok doğru, yerinde ve isabetli….
TABİATIN LANETİ
Ancak, yıllardır amansız hastalıklara neden olan, insanları zayıf düşüren, dirençlerini (antikor özelliğini) kıran, madden-manen büyük zaaf, bedensel-ruhsal hasar ve tahribata neden olan hormonlar ile; Yahudi tekelinde kronik kanser misali; ‘kimyasal-biyolojik savaş’ unsurları bağlamında ülkemizi saran, insanlarımız, ürünlerimiz, tarım-toprak, su ve ziraatimizi alçakça sabote edip, olumsuz etkileyen tohum konusu ilişkilendirilerek birlikte ele alınmalı ve işlenmeliydi. Maalesef öyle olmadı. Ama buna da şükür.
Lütfen hatırlamaya çalışınız! Aziz Nesin ne demişti?
“Bu ülkede yaşayanların yüzde 60’ı geri zekâlı ve aptal!..”
Aziz Usta bunu söylemeye söyledi, mahkemelik de oldu ama sebebini söylememekle çok büyük bir haksızlık yaptı millete. İşin garibi soran da olmadı. Ama biz, şahsen sormamış olsak da, soranları ve cevabını alanları bulduk, bildik, öğrendik..
Sebebi: 1963 (Amerikan yardımı süt tozu ile bedenen zehirlenme ve sözde barış gönüllüsü ajan provokatörler tarafından beyin yıkama günleri)'den günümüze giderek yoğunlaşan-yaygınlaşan (kimyasal-biyolojik saldırı) hormonlu gıdalar!
İlk izin verenlerin, Atatürk’ün kurduğu (Tohum, fidan, hayvan vd) Islah İstasyonlarını kapatanların ve et, süt, meyve, sebze ‘besin-gıda maddesi” namına ne varsa hepsi dahil içine hormon katanların Allah belasını versin!... Usul ve füruğlarına, dahili bedhah (iç düşmanlar) ve harici patronlarına lânet olsun. Sözde bilim adına bunlara arka çıkanların tamamına da…
GDO VE HORMON TEPKİSİ
Hormonlu gıda ve GDO katkılı ürünler, antikor oluşumunu önlemekte ve hastalıklara karşı vücut direncini sıfırlamaktadır. Bu nedenle, DSÖ verilerinin de açıkça gösterdiği gibi dünyada hastalıklar hızla artmakta, Tıp bu artış karşısında aciz kalmakta, milletlerim milli gelir ve servetlerinin en büyük bölümü ise bu durumda sağlığa gitmektedir. Sağlık ve ilâç sektörü ise, büyük ölçüde virüs üreticilerinin elindedir. Yani GDO, suni tohum ve hormon imalatçılarının; Yani, İlâh, İlâç ve Silâh tüccarı vampirlerin elinde…
BİR KAÇ ÖRNEK:
1. Ülkemizin sağlık (sektör, ilâç, alet-edevat, teknik donanım ve tahkim) harcamaları toplamı 50 milyar Dolar/YIL olup; Sosyal Güvenlik yatırım, prim ve idame harcamaları buna dâhil değildir. Üstelik bu 50 milyar dolar tutarındaki miktar bütünüyle gâvura gitmektedir.
2. Yabancı sigara üretim ve satışından önce ülkemizde “sigaradan ve sigaraya bağlı” hastalıklardan ölenlerin sayısı yılda ortalama 15-20 bin iken; Şimdi bu rakam yılda 120 bin kişiye ulaşmıştır. GDO, programlı tohum ve hormon kaynaklı ölüm ve hastalık sayısında ise akıllara durgunluk veren bir artış vardır. Bunu anlamak için 1963-2009 dönemine ait “nüfus ile mukayeseli” hastane, hasta, yatak ve ex sayılarına bir bakmanızda zaruret vardır.
Aşağıda, başta GDO konusu gelmek üzere, buna mümasil, insan sağlığı, doğal bitki varlığı ve bu alanı etkileyen faktörler hakkında mükemmel bir çalışma ve araştırma var.
Yazarı: Gıda Mühendisi Süleyman Akdemir…
Kendisi, aynı zamanda “Tek Çare Kemalizm” isimli kitabın da yazarıdır. (*)
Asla kafa karışıklığına yol açmayacak, son derece net, objektif ve orijinal bilgi, bulgu, tespit ve tavsiyelerle tahkim edilmiş “bu” değerli çalışmayı; Konjonktür gereği aydınlatma görevimizin bir parçası olarak bilgi ve görüşlerinize sunuyorum.
GENETİĞİ DEĞİŞTİRİLMİŞ ORGANİZMALAR MI?.
Uygarlığın son yıllarda gösterdiği baş döndürücü gelişmeler, önceleri imkânsız görülen amaçların ve hedeflerin belirlenmesini, onların şekillenmesini etkilemiş, günümüz koşullarında farklı yaşam biçimlerinin insan eliyle oluşmalarına yol açmıştır.
Başka bir deyişle, insanoğlu, doğaya bir ölçüde müdahale etmeye başlamıştır. Bilimsel gelişme ve insanın doğaya müdahalesi, belki de bundan sonraki tartışmaların odak noktasını teşkil edecektir. Var olan teknolojiler ve bunların insanlığın geleceğindeki rolleri konusu ise, tüm dünyada temel tartışmaları da beraberinde getirmiştir.
Son günlerde basın ve televizyon kanallarında, daha önce son derece sağlıklı görülen bir katkı maddesinin yasaklanmasına, yada, insan sağlığı adına tedavi amaçlı kullanılan farmasötik (ilaç formunda) bir ürünün sakıncalarının ortaya çıkmasına dair haberlerin ciddi anlamda yoğunlaşması dikkat çekmekte ve ürkütücü boyutları gözler önüne serilmektedir.
Yıllar boyu sağlık için tüketilen onlarca çeşitli (doğal olmayan) maddelerin yarattığı riskler, üreticileri çok da fazla üzmüş veya ticari kaygıların ağırlığı açısından, standart insanların vicdani sorumlulukları kadar bile etkilemiş gibi görünmemektedir.
Bu tavır sürmekte ve insanlar tarafından beslenme yoluyla alınan her türlü ürün için, birbirine zıt iki farklı anlayışı karşı-karşıya getirmektedir. Kabul edilmiş, yıllarca denendiği için risk değerlendirilmelerinde sorun yaşanmamış, yeni gelişmeleri ve mevcut metodolojiyi savunanlarla, belirlenen süreler için gerekli etkileşim analizlerini yaparak çok yeni atılımları öngören modern moleküler biyoteknolojiyi savunanlar, tamamen karşıt görüşler ileri sürmekte ve mücadele etmektedirler.
Mevcut teknolojileri ve doğal yöntemleri benimseyenler için, genetiği değiştirilmiş organizmalar, (GDO) onlarca yıl sonra ortaya önlenmesi, aşılması mümkün olmayan risklere ve sağlık sorunlarına neden olabilir endişesi ile zaten sıcak karşılanmamaktadır. Genetik alanında sağlanan olağanüstü gelişmeler ve bunların günlük gıdalarla sürekli tüketilir olması, bir zamanların korku filmlerine konu olan frankenstein (frankenşıtayn) türü varlıklar veya metabolizmalar oluşturması riski yüzünden genellikle reddedilmektedir.
Sigaranın kanser riski bile onlarca yıl sonra ortaya çıktığına göre, bakış açısı ile ilgili olarak, hak vermemek elde değildir. Modern moleküler biyoteknolojiyi savunanların, çeşitli kültür bitkilerinin genetik şifreleri ile oynayarak ve aslında bitkilere, bitkilerden değil de, çeşitli mikroorganizmaların genlerinden alınan molekülleri monte ederek sağladıkları avantajlar cazip görünmesine rağmen “hayvanlaşmış bitkiler” ortaya çıkmaktadır.
Süreç içinde hangi olumsuzlukların yaşanacağını tahmin etmek bile bazen çok zorlaşacaktır. Kanser tedavisi için kullanılan ilaçların tedavi etmesi gereken kanseri geliştirdiğinin tespit edilmesi, normal ve kabul edilir deneme sürelerine rağmen ortaya bu sonucun çıkması, bitki genlerine bitkisel olmayan moleküller monte edilmesine karşı çıkanların ellerini doğal olarak güçlendirmiştir.
Genetiği değiştirilmiş organizmaların gerekliliğini savunan üreticilerin savları ise, genellikle, daha yüksek verimlilik, zararlılardan etkilenmeyen veya zararlıların etkisine daha az maruz kalmış en düşük hasarlı ürün elde edilmesi, hızla artan dünya nüfusu gibi konulardan bahsedilerek desteklenmektedir.
Çeşitli ürün yelpazelerinde yapılan deneyler sonucu alınan neticeleri savunarak, bu şekilde yapılan üretimin gelecekte tek çıkış yolu olarak gösterilmesi ve bunda ısrar edilmesi gibi, belki de kabul edilebilirliğini iyice zorlaştıran bir yaklaşımla sunulması, bu ürünlerin, şüphe edenleri tatmin etmekten uzak bir görünüme bürünmesini sağlamaktadır.
Dünya Sağlık Örgütü araştırmalarında hastalıkların % 72 kaynağının beslenmeye bağlanması, bu açıdan baktığınız zaman ürkütücüdür. Bilimsel gelişmeye karşı çıkmak ve çeşitli buluşları reddetmek, düşünen üreten insan için asla mümkün değildir. GDO larla ilgili çalışmalar ve onları geliştirip insanlığa sunan modern moleküler biyoteknoloji şaşırtıcı bir hızla mesafe almakta, radikal bazı değişimleri de beraberinde getirip güncelleştirmektedir.
Son derece karmaşık, kontrolü güç, hassas ve titizlik gerektiren bir dizi teknoloji uygulamalarıyla elde edilen bu ürünler esas itibarıyla ‘genlerle oynamayı’ gerektirmektedir.
Tarihe baktığınız zaman mucitlerin yaşamlarını pek zengin olmadan sürdürdüklerini, başka bir deyişle, buluşların kabul edilmesinin öyle kolay bir iş olmadığını biraz da üzülerek izlersiniz. Çünkü teknoloji ve gelişme, sıradan insanlar için, takip edilebilir veya hemen algılanabilir konular değildir. Bir yeniliği takdim edersiniz.
Onlarca yıl geçtikten sonra değeri anlaşılabilir.
Geçen süre insanlık adına kayıp hanesine yazılması gereken ve paranın satın alamadığı tek şey olarak öne sürülen zamandan başka bir şey de değildir.
Son 25 yıl içinde ortaya çıkan genetiği değiştirilmiş ürünlerin de böyle bir süreç yaşaması son derece doğaldır. Bilim adamları ile sıradan vatandaşların aynı konuya çok farklı bakmaları normaldir, mümkündür. Arada ise diğer gelişmelerden farklı bir risk faktörü vardır. Söz konusu olan materyalin etkileyeceği ve belki de geri dönülemez hasarlara yol açacağı varlık, bizzat insanını ta kendisidir.
O halde, konu tamamen insan varlığının geleceği ile ilgilidir. Yanlış beslenmenin, sadece insanların oluşturduğu çevre kirliliğinin, doğal olmayan gıdaların, doğal olup da bilinçsiz yemek hazırlama metotları ile aslında yenmeyecek duruma getirdiğimiz gıdaların ve diğerlerinin insan varlığına yönelttiği tehditler gözden geçirilirse, geleceğimiz adına, her türlü teknolojik gelişmeyi daha çok araştırıp, ince eleyip sık dokumamız gerekmektedir.
Başka bir açıdan baktığımız zaman ise durum gerçekten çok ciddidir.
Aynı konuda, bilim insanlarının bu seviyede farklı düşündükleri ve taban-tabana zıt görüşlere sahip olarak ısrarcı tutum takınmaları olağan bir durumdan çok öte, gerçekte ise acıtıcıdır.
GDO lu ürünlerin Dünya Ticaret Örgütün’ün (DTÖ) baskıları ile bu kadar yaygınlaştırılması, doğal ürünler üzerindeki riskleri, ürünlere karşı çıkanların haklı çıkmaları halinde insanlık için, belki de bir felakete neden olabilecektir.
Savunma mekanizmaları çok güçlü çeşitli hayat formlarının, bu tür ürünlere direnemeyişleri, bu ürünlerin kuşku ile karşılanmasında en büyük etkenlerden biridir. Çünkü, insan organizması, kültür bitki zararlısı diğer canlılarla kıyaslandığı zaman, daha dirençsiz, daha büyük risk altındadır.
Etkilenmesi ise onlarca yıl sonra olabilmektedir. Sürekli yüksek oranda alkol kullanan insanda görülecek olan hasarlar, bazen 40-50 yıl sonra ortaya çıkmaktadır. Acaba yeni geliştirilen genetiği değiştirilmiş organizmaların etkisi kaç yıl sonra ortaya çıkacak veya insan genetiğini de etkileyerek kuşaklar arasında bir deformasyona neden olmayacağı nasıl garanti edilecektir?
Gen teknolojisi en başta, mısır, soya, patates, pamuk, kolza ve domates ürünlerini gündemine almış, yoğun olarak ülkemize girmeye başlamıştır. Son yıllarda yapılan spesifik araştırmalardan kamu oyuna bildirilen bir örneği sizlere sunmak, bir fikir vermesi açısından önemli olabilir.
Pancar şekeri tamamen doğal olan pancar bitkisinden elde edilmektedir.
Doğal yollardan, katkısız, sağlıklı şeker elde etmenin en garantili ve geçerli metodu budur. Ülkemizde kurulan fabrikalardan bazıları ise nişasta bazlı şeker üretmekte ve piyasaya sürmektedirler. Bu üretim biçiminde genellikle GDO lu mısırların yaygın olarak kullanıldığı ise çok yüksek bir ihtimaldir. Önceki yıllarda ortaya çıkan deli dana hastalığının artışı ile, insanlarda rastlanan ve hızla artan Alzheimer hastalığının büyük ölçüde GDOlu ürünlerle ilişkilendirilmesi, durumun zaman içinde yükselen bir tehdit boyutunun da olduğunu gözler önüne sermiştir.
GDOlu ürünler doğal olmayan çevre kirliliği oluşturmakta, diğer bitki formlarını etkilemekte, ekosistemi değiştirmekte ve önemli oranda sosyo-ekonomik sıkıntılar yaratmaktadır. Bir kısım ürünlerde ise baz olarak domuz geni kullanılıyor olması iddiası, işin başka yönüdür. Sağınıza solunuza baktığınız zaman rahatlıkla görebileceğiniz çeşitli allerji vakaları artışı, yine GDOlarla ilişkilendirilmektedir. Alınan toksik (zehirli) maddelerin tasfiyesi ise başlı başına sorun oluşturmakta, ortaya çıkan toksisite (zehirlilik) zor giderilebilmektedir. Antibiyotiklere direnç kazanmış patolojik (hastalık yapan) mikroplar, kanserojenik etkiler, besin değerlerinde görülen bozulmalar ve geliştiği saptanan beri-beri hastalığı da tabloyu genişletmektedir.
En çok dikkat çekmesi gereken konu ise, organik hallerindeyken hayatlarını bu ürünlerle sürdüren doğal bitki zararlıları, aynı bitkinin GDO’lu olanını ASLA YEMEMEKTEDİR.
Doğal ürünlerin öneminin arttığı günümüzde, sahip olduğu coğrafyası ile ve 12600 endemik çeşitliliği ile dünyanın önde gelen bir ülkesi olmamızın farkına varmamızın ve buna göre bir üretim modeli oluşturmamızın zamanı geldi ve geçiyor.
Kontrolsuz, denetimsiz, araştırma laboratuarları eksik ve yetersiz uygulamalarla çağın gerisinde kalarak bu tehditlerin üstesinden gelebilmenin mümkün görülmediği ülkemizde durum gün geçtikce daha vahim bir hal almaktadır.Var olan kaynaklarımızın altın değerinde fırsatlar sunduğu bu coğrafyada, risk oluşturmayan organik gıda üretiminden vazgeçerek, GDO lu ürünleri tercih etmenin, günümüz koşullarında, kendi-kendini tüketmekle eş anlamlı olduğu inancı ile, aziz milletimizin tüm insanlarına, sağlıklı, mutlu ve geleceğinden endişe duymayan bireyler olarak mutlu günler dilerim.
(*) Süleyman AKDEMİR: 1948 yılında Ankara’da doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini Ankara’da tamamladıktan sonra A.Ü. Ziraat Fakültesinden mezun oldu. (1969) Almanya’da Goethe Enstitüsünde dil eğitimi aldı. Uzun yıllar ticaretle uğraşan Akdemir, imalât, ihracat ve gıda maddeleri bayiliği gibi çeşitli iş alanlarında faaliyette bulundu. Yurt içi ve yurt dışı araştırmalarını, mesleği gereği “Beslenme ve Koruyucu Hekimlik, Çevre Sağlığı” gibi alanlarda da sürdüren Akdemir’in; Kemalizm, Din, Sosyo-Ekonomik Sistemler ve Felsefe gibi alanlarda da yoğun araştırmaları vardır. “Tek Çare Kemalizm” Akdemir’in ilk kitabıdır.
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 106

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

TEHLİKENİN FARKINDA OLMAK

 
Farkında olmak; Bilmek ve bilgiyi yaşamaktır. Sıradan insanların çoğu kendinde değildir. Çevresinde olup-bitenin farkına bile varmaz. Atalarımızın, henüz isim almaya hak kazanmamış olanları “gişi/kişi” diye vasıflandırması bu nedenledir. Kişi, kendine gelmedikçe ve önemli bir başarıya imza atmadıkça “ad” alamaz. Adı olan, diridir. Farkında olandır. Bu bir nevi bilinç, yani şuur bilim konusudur. Şuur, vicdan ile doğrudan bağlantılıdır ve doğrusal yönde çalışır. Vicdan ‘ilâhi adalet’ ile tahkim edilmiştir. Dosdoğru görür, gördüklerini aklın ve bilimin süzgecinden geçirir, hükmünü (kararını) hikmet ile verir. İşte, bu karar doğrudur.
Konumuz; Türk milletinin mâşeri vicdanı olan ATATÜRK’ ün gözü ile bakmaktır.
BAKALIM : 
“1919 senesi Mayısının 19 uncu günü Samsuna çıktım. Vaziyet ve manzara-i umumiye:” diye başlıyor Mustafa Kemâl Atatürk, ‘Büyük Nutuk’una. 2007 yılı Mart ayının ortasında ‘maziyi terennüm ederek’ bir de biz bakalım. Acaba Türkiye’de ‘umumi vaziyet’ nedir ve memleketin manzarası’ ne haldedir ?
Ancak önce, aradan geçen 87 yılı mücavir süreç, bilgi, (tekâmül) birikim, deneyim, değişim ve dönüşüme dair bir tespit yapmak gerek. Elbette yakın tarihi baz alarak ve şerefli maziye bakarak.
Zira son Türk cihan devleti Osmanlı da, zafiyet emareleri kuruluştan 400 yıl sonra başlamış, 1700 yıllarında duraklama sürecine girilmiş, 77 yıl sonra başlayan geriletme, parçalama ve aleni bölme girişimleri; Müthiş bir içgüdü, (iman gücü) milli mukavemet ve direnme karşısında 151 yıl (30.Ekim.1918’e kadar) sürmüştür.
Bu, bir bakıma yeni bir Türk devletinin doğum sancısıdır. Arınma ve ayıklanmadır. Öze iblâğ (aslına rücu) hareketidir. Hareket Çanakkale savaşlarında kendi önderini de yaratmış ve ‘Çanakkale rûhu” İstiklâl Savaşının mayası olmuştur. Bu cihetle, (şimdilerde 83. üncü yılını müdrik) Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşu ve kuruluşu başlı başına bir destandır.
Bu destan, Milli Şair (merhum) M. Akif ERSOY’ a “Hakkıdır Hak’a Tapan Milletimin İstiklâl” mısraını havi “İstiklâl Marşını” ilham etmiş; Büyük Önder Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ ün ise, başta Balıkesir iradı olmak üzere, toplam 52 hutbesi, nutukları, tamim-talimatları, ilkeleri ve “Türk İnkılâbı” adı ile şekillenen “Kemalizm” ideali, rejim ve ideolojisi; 83 yıl önce, modern çağın “insanca yönetim biçimi” olarak vücut bulmuştur. Bu vücudun ilk uzuvları “Kuvva-i Milliye” ve “Müdafa-i Hukuk” tur.  Diğer bir anlamda “Hak’ a tapan millet” ... Emperyalizme karşı kutsal bir direniş, ve Türkiye Cumhuriyeti adı, bütün Cihanda İslâm’ı temsil eden “Ay Yıldızlı” bayrağı ile “masum, mazlum, namuslu, dürüst, ilkeli onurlu ve kendini insanlık davasına adamış; Adaletli, sorumlu” özgür milletlere mahsus örnek bir kuruluş.
İşte, bakış açısının ana kriteri bu: “Hakkıdır Hak’a Tapan Milletimin İstiklâl”. Daha da açıkçası; Mâşeri vicdanı ATATÜRK, damarlarında asil kan, milli dava ve manevi mukaddeslerle mündemiç bir necip millet. İşte Kurucu unsur bu. Peki, bu ruh, manâ derinliği, kültür zenginliği ve yüksek medeniyet temeli üzerine kurulu devlet ve millet ‘83 YIL SONRA’ şimdi ne halde?
Bu açıdan ülkeye ve millete baktığımda: Şu iki zuhurat daima dikkati calip olmuştur. Bunlardan birincisi özellikle günümüzde ve dahi öteden beri, ortalıkta ‘Atatürkçüyüm, Kemalist’im’ imajı ile dolaşanlar, bir şekilde konu açıldığında mangalda kül bırakmayanlar acaba ne kadar Atatürkçü ve/veya Kemalist’tirler? Atatürk ilkeleri ve Türk inkılâbını ne kadar incelemişler, analiz etmişler ve değerlendirmişlerdir? (Atatürk zaviyesinden bakınca) Bunlardan kaç tanesi büyük NUTUK’ u okumuş ve hafızasına kazımış ve yaşam boyutuna geçirmiştir acaba?
Bunun cevabını mutlaka araştırmak ve bulmak gerek. Belki de günümüzün en önemli sorusu ve sorunu bu! Çünkü, toplumu rahatsız eden en bariz-önemli antropolojik, psikolojik, ekonomik, felsefi ve sosyolojik arazın başında geliyor bu. Meseleyi tepeden tırnağa analiz edersek enteresan fail, olgu, vurgu, betim, eylem, söylem ve süreğen motivasyon kalkışmalarına rastlıyoruz.
Örneğin: M.Kemâl ATATÜRK, “ÖZGÜRLÜK VE BAĞIMSIZLIK BENİM KARAKTERİMDİR!” demiş; Bu vecize, mâşeri (ortak-milli) vicdanı “Atatürk, Atatürkçülük ve Kemalizm”, belirgin karakteri “özgürlük ve bağımsızlık” olan necip (temiz) Türk milletinin ‘hürriyet, adalet ve demokrasi’ nin vazgeçilmez unsurları” sıfatıyla temsil-ilzam iddiasında bulunan hiçbir siyasi parti tarafından benimsenmediği, paylaşılmadığı ve uygulanmadığı görülür.
Eğer; Benimsense ve uygulansa idi, Türkiye, tam bir kapitülâsyon ve sömürü unsuru olan Gümrük Birliği (GB) antlaşmasına imza atar ve çılgın bir ‘Türk fobisi’ içinde kıvır kıvır kıvranan hazım sistemi muattal AB’ye katılım sürecine start verir miydi ? Üstelik Atatürk’ün kapitalist ve emperyalist (düşman) olarak nitelediği “Batı” ile bütünleşme gibi bölücülüğü öne çıkan hain bir projeye ‘evet’ denilebilir mi idi ?.. Olacak şey mi bu !
Demek ki olabiliyor. Peki neden ? Nedeni çok basit. Şöyle ki:
Bizdeki siyaset kurumları bütünüyle Atatürk, Atatürkçülük ve Kemalizm’den bihaber. Zira, bu, ‘demokrasinin vazgeçilmez kurumlarının (!?)” hiçbirinde hak, adalet ve demokrasi yok. Tahdit var. Baskı, tehdit ve tasallut var. Sulta (saltanat) ve şeflik var. 2820 ve mütedair yasalara göre ‘kitle’ yani halkın partisi olmaları gerektiği halde; Siyasi partilerde halk/millet değil, sadece ‘halk dalkavukları’ var. Evet’çi, efendim’ci, emredersiniz’ci, yağcı, yalakacı, çıkarcı, umarcı.. Bu nedenle de, 1963’den günümüze ‘halka danışmak’ (AB konusunda referandum) yapmak gündeme dahi gelmedi. Getirilmedi. Çünkü ‘özgür irade (Atatürk) özürlüsü’ sözde siyaset kurumları buna mecbur, memur ve mükellef oldukların idrak edemediler.
Dahası var: Mustafa Kemâl Atatürk; "Çalışmadan, yorulmadan öğrenmeden rahat yaşama yollarını alışkanlık haline getirmiş Milletler, evvela Haysiyetlerini ve daha sonra İstiklâllerini kaybetmeye mahkumdurlar." Diyor. Amma lâkin; Sözde Atatürkçülük adına vaki 27 Mayıs darbesinden bu yana yine Atatürk mehaz gösterilerek iki müdahale ve bir darbe daha yapılmasına rağmen; “Rüşvet, iltimas, nüfuz ticareti, gasp, irtikap, tecavüz, yalan-talan, ayırma-kayırma, bölücülük, yolsuzluk, soysuzluk ve hortumcu” erbabının kökü kazınamadı. Millete: Açlık, yokluk, yoksulluk, sefalet ve cehalet; Memlekete: Geri kalmışlık, bağımlılık, Türk düşmanlarına kulluk, kölelik, anarşi, terör, yozlaşma, yosunlaşma, çürüme, kimlik ve kişilik bunalımı, taviz-ivaz, bunalım, buhran ve kriz biçiminde dönen ve karşılığı çok pahalıca ödenen fatura bedelleri bir türlü takip ve tahsil edilemedi.
Ulusal bir gazetenin manşetten verdiği bir habere göre, 19 Mart 2007 tarihi itibarıyla ülkede iç ve dış borç için 833 trilyona varan korkunç bir bedel ödenmiş; Yolsuzluk ve hortumculuk yoluyla çalınan ve gasp edilen paranın miktarı ise 500 milyar dolar dolayında. Toplamı ne ? Kayıp, kaçak + faiz = 1 trilyon dolardan fazla... Bu ne demek ? Geleceği gasp edilmiş, istikbali çalınmış bir ülke ve mağdur edilmiş koca bir millet demek.
YCBS’ ca onaylı (yeni oluşan) bir siyasi partinin kuruluş bildirisinde “... yolsuzluk, vatana ihanettir ve yapanların sonları vatan hainleri ile aynı olacaktır.” Denildikten sonra; Milletvekili dokunulmazlıklarının derhal kaldırılması talep olunuyor. (Anayurt, 20.03.2007, Tevfik Diker)  Aslında bu, yalan-talan, yolsuzluk, sahtecilik ve suistimal nedeniyle geleceği ipotek altına alınan milletin haykırışıdır ve elbette yolsuzluk yapanlar vatan hainidir.
Haksız ve yolsuz edinime ‘ekonomik suça ekonomik ceza’ yaklaşımını getirenler de...
Bu gün ABD’de vergi kaçakçılığına idam cezası verildiği bilinmiyor mu? Dahası var. 
Devlet kirletildi. Hükümetler ahlâksız ve hâyasızca soygunlara alet edildi. Ülke adeta bir suç ve suçlu cenneti haline getirildi. Oysa, ileri ve modern toplumlarda (bizde de olduğu gibi) suç işlemek kesin kaidelerle yasaktır. Ancak bir farkla, ileri, modern ve medeni devlet ve toplumlarda “hiçbir suç cezasız kalmamaktadır.” Cezalar mutlaka suç ile doğru orantılıdır.
Peki bizde neden, insan hakları adına ‘insan haklarına tecavüz eden’ suçluya bedava avukat verilir, korunur, kollanır. İki de bir ‘devletin yetkili olmadığı alanlar dahil’ af çıkartılır. Fakat, mağdur ve mazluma el uzatılmaz. Yardım edilmez. Türk düşmanı AB istediği için mi?
Atatürk ve kurucu unsurun bu ve buna benzer bin türlü emanet, vasiyet ve Cumhuriyet ’in ‘fazilet rejimi” olarak ihdas ve ihyasına rağmen; İlke ve inkılâpları (Türk İnkılâbı, yani; Kemalizm) fazilet mücadelesi (umur-u devlet) bab’ında kabul edilirken, nedense uygulama zemini bulamadı. Veya, “Kemalizm” gizlenen rejim oldu. Hafızalardan silinmek istendi. Kök olarak ta, Lord Kingros’a dayanan nedenlerle zahir, uygulanmadı. Ama, Atatürk büst ve resimleri özenle korundu. Lâkin, Atatürkçülüğün tıpkı 150’likler ve kadrocuların arzu ettiği-önerdiği biçimde içi boşaltılarak...
Şimdi önemle hatırlatırım: 1968’de İstanbul Üniversitesi önündeki Atatürk büstünü dinamitleyip berhava edenler de Atatürkçü-solcu olduklarını iddia eden ve yakalarına ‘kalpaklı Atatürk rozetleri” takan kimseler değil miydi. Sonra bunlar, milli servete karşı sabotaj, hükümetlere şantaj ve tüyü bitmemiş yetimin malına karşı hırsızlık-yolsuzluk, aleni tahribat bile yaptılar.
Darbeciler bunlara, ‘hak ve adalet arayan masum çocuklar’ derken; Malum aile fotoğrafının baş köşesinde boy veren zat ‘yollar yürümekle aşınmaz’ ve ‘demokrasilerde çare tükenmez’ demek suretiyle prim vermemişler mi idi ! O gün siyasetten prim alanlar daha sonra binlerce cana kıydılar. 
Bunların adı önceleri ‘solcu’ idi. Atatürk’ün kurduğu partiyi de yanlarına aldılar. Sonra, ‘milliyetçi’ olduklarını söyleyenler de vardı. Orijinleri dahili ve harici bedhah olan ‘baronlar” tarafından her iki taraf da aynı amaç için alçakça kullanıldılar. Öldüler, öldürüldüler. Kalanların bir kısmı mafya, çete, suç örgütü ve Politik-ACI oldular. Elbette ‘namuslular ve oyunun farkına varanlar’ da mevcuttu. Onlar da, “iyi insan-iyi yurttaş, ilkeli, onurlu, sorumlu, dosdoğru üreten, vergi veren dürüst vatandaşlar” olmaya çalıştılar. İstedikleri gibi olmaya oldular. Ancak, fakir ve yoksul kaldılar.. Sonuçta onur ve erdemi ile yaşayamayacak kadar aç ve muhtaç Bağ-Kur, Memur veya SSK emeklisi oldular. Şimdi, onurlu ve soylu olmanın bedelini böylece ödemekteler.
Tarassuta (bakmaya) devam ediyoruz.
Atatürk, “Medeni olmayan milletler medeni milletlerin ayakları altında ezilmeğe mahkûmdur” dedi, mazisi binlerce yılı mücavir büyük Türk medeniyetini işaret ederek; “ Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” irşâdına dayalı “Güneş Dil Teorisi ile Türk Tarih Tezi’ni ileri sürdü; İstikbale matuf olarak da, “Muasır medeniyet seviyesine ulaşmak, ve dahi onu aşmak” hedefini koydu... Bir başka hedef göstermesi de: (Ordular) İlk hedefiniz Akdeniz’dir ileri..
Şimdi açıklayın da görelim: Bu emanet ve vasiyetlerin sahibi, 1938’de, günün AB devi sayılan pek çok devletinden “çok daha ileri” bir devlet bırakıp, bütün mal varlığını millete ve milletin kurumlarına bağışlamak suretiyle ebedi âleme göçüp gittikten sonra; Bu gün kapısında pineklediğimiz Avrupa İkinci Dünya Savaşı sonucu yerle yeksan olduğu halde, tekrar toparlanıp bizi nasıl geçebildi. Bu sıra, TC’yi olduğu yere çakan kimdi ?
Oysa, O; Büyük bir basiret ve beka örneği vererek bunun da çaresine işaret etmişti: “ULUSU YÖNETENLER İÇİN İLK VE EN ZOR GÖREV: KİŞİSEL ÇIKAR VE BENCİLLİĞE KAPILMAKTAN KENDİLERİNİ KORUMALARIDIR.” Demek ki, en zor görev bu idi. Zira, O’ ndan sonra bir daha bunu başarabilen çıkmadı. Yazıklar olsun. Kaldı ki, çözüm son derece basitti: Bencil ve çıkarcı olmak yerine, sencil-halkçı ve (yine Atatürk’ün deyimi ile) Milliyetperver olmak. Olamadılar. Temel sorun: Bencillik; Tek çare ise (Sevgili Galip BARAN’ ın dediği gibi) Sencillikti. O’ndan sonra gelenler ya çok basiretsiz idiler, ya gafil, ya da cahil. Göremediler. Oysa, görülmesi-bilinmesi gereken her şey apaçık ortada idi.
Amma lâkin, şimdi görmek ve bilmek zamanıdır.
Mukadder olan kesişme, birleşme, bütünleşme veyahut aralıklı olarak 60 yıldır hazırlanan ‘büyük kırılma’ zamanı gelmiştir. Lânetli batı bu kırılmayı heves ve heyecanla beklemektedir. ABD dahil ‘Türk Fobisi’, 1770-1923 dönemi ‘Hilâfet Yönetimi’ ve çöküş sürecini model alan ‘yeni Osmanlı’ (BOP-BİP) muhterisleri ihtirasla beklemektedirler.
İşte burada, merak konusu olan ikinci meseleyi açıklamanın tam zamanıdır.
Hani, “Atatürkçüyüm-Kemalist’im” diyenlerin maskesi düştü ya...
Müslümanlık adına ortaya çıkanların hali (pür melâli) nedir acaba !...
Hele bir bakalım:
Ortada, Çanakkale rûhundan bahseden ve “Emanete Sahip Çıkacağız” afişleri ile şehirleri donatan bir TSK var. İyi, güzel, güven ve heyecan verici. Lâkin, Çanakkale zaferini kazanan; Elinde Kur’an yüreğinde iman ve damarlarında asil kan akan bir ordu idi. Zaferin simgesi topyekün sabah namazı kılan, elinde Kur’an la zafere koşan muhteşem bir ordu. Gaza rûhuyla şahlanmış, âyet ve ilâhilerle coşan Mehmetcikler. Yürekleri Şehadet arzusu ile çarpan veya Gazi olmanın onur, şuur, gurur ve heyecanı ile titreyen ‘Hakka Tapan Millete ve Hak’a adanmış’ kutsal bedenler. Sonra, Şehit olanlar ve gaziler, hep beraber, İstiklâl Harbini kazanmadılar mı ?
Mesele o ki; Çanakkale ve İstiklâl Savaşını kazanan ordularda İmam Sınıfı vardı. 1938’e kadar da (Atatürk yaşadığı sürece) bu sürdü. Nefer-er, ‘Askerin Din Kitabı’nı okur, rütbesiz erinden genelkurmay başkanına kadar her asker beş vakit namaz kılar; Askeri alan içinde alkol içmek hayâl dahi edilemez; Peygamber Ocağı’nda değil hırsızlık-yolsuzluk, en küçük bir suistimal dahi kimsenin aklının ucundan bile geçmezdi. 
Şimdi yolsuzluktan hüküm giymiş generaller var. Artık, TSK’dan Şehitlik ve Gazi unvanları kaldırılsın, ordudan Peygamber Ocağı, askerden de ‘Mehmetçik’ diye söz edilmesin, bahsedilmesin söylemini ileri sürenler de.. Bu ne cür’et, ne kepazelik, bunların Türk ordusunda işi ne? Belirli bir dönemin milli savunma bakanı üçüncü kezdir sahtekârlıktan hüküm giyiyor ! Bütün karargâhlarda, ordugâhlarda, ordu evlerinde, kışlada içki-alkol serbest. Nefere ses eden yok. Camiye giden astsubay ve subaylar derhal kara listeye alınıyor. Bütün NATO ordularında ‘din sınıfı’ var. Bizde yok. Bu ne iş!.
Oysa, 6 Eylül 1937 tarihli bir belgeden (Tercüman, 22 Kasım 2004, Emin Pazarcı) Harp Okullarında ‘İlmi Ahlâk’ kapsamında din dersinin mecburi olarak okutulduğunu ve dönem sonu mezuniyet merasimlerinde Allah (CC) kelâmı ile Kur’an üzerine yemin ettirildiğini görüyoruz. Ya şimdi !.. Neden orduda İlmi Ahlâk ve Kur’an dersleri yok. Askerin Din Kitabı neden okutulmuyor. Ve, resmi Tabu İmamları niçin görev başında değil ? 
Bakınız, 6 Eylül 1937 tarihli “Harbiye Mektebi’nde ikmali tahsil eyleyen zabitana mahsus şahadetname” isimli resmi belgede yer alan, ‘mezuniyet yemini’ metnine.
Aynen şöyle:
“Ben, sulhta ve harpta, karada ve denizde ve havada ve her nerede olursa olsun, milletime ve memleketime daima doğruluk ve sadakatla hizmet ve hükümeti cumhuriyemizin bütün kanun ve nizamlarına ve amirlerimin her türlü emirlerine bütün kalbimle itaat etmekten ayrılmayacağıma ve milletimin namını, mukaddes ve şerefli sancağımın şânını ve askerliğin namus ve şerefini canımdan aziz bilip, bu uğurda seve seve canımı feda etmekten hiçbir zaman çekinmeyeceğime ve her zaman vazifesini, namusunu sever, özü ve sözü doğru ve gayretli bir asker olarak çalışmaktan başka bir şey düşünmeyeceğime Cenab-ı Allah’ın kelâmı olan Kur’an-ı Azimüşşân’a el basarak yemin ediyorum. VALLAH VE BİLLAH”
Yemin metni bu. Yetmedi, bu kadar da değil...
Belge de o dönemde Harbiye Mektebi’nde verilen dersler sıralanıyor. Bunların arasında “İlmi Ahlâk” dersi göze çarpıyor. İlmi Ahlâk’ın içinde “Din Dersi” var.
Her şey çok açık ve net.
Atatürk döneminde Harp Okulu’ndan mezun olan öğrenciler; Kur’an, Bayrak ve silâh üzerine el basarak yemin ediyorlardı. Ayrıca, bu okullarda mecburi olarak Kur’an ve Din Dersleri okutuluyordu.
Atatürk, sağlığında İslâm alimlerinden Elmalılı Hamdi Yazır’a asker için özel olarak ‘din kitabı’ yazdırdı. Bütün silâhlı kuvvetler mensuplarına da bu kitabı okuttururdu.
Hani şimdi ‘Askerin Din Kitabı” nerede ?
Kutsal yeminlere ne oldu ?
Hakiki irtica; Rüşvet, irtikap, iltimas, yolsuzluk ve sahtecilik olduğu ve vatan hainleri dahil bütün ‘insanlık dışı ve insanlık düşmanı’ unsurlar buradan beslendiği halde; NEDEN!.. doğruluğu, dürüstlüğü, namuskârlığı ve kahramanlığı farz kılan ‘tertemiz’ İslâm dışlanıyor ?
Kamuoyunda sahteliği ayân (bilinen) bazı cahil, cühelâ ve bid’at ehlinden müteşekkil, aralarından; “Dâr-ül Harpte haram mubahtır” gibi din dışı, lânetli, sapık, yârsanist ve vahhabi orijinli kirli bir anlayışla bolca yolsuz, ayrım-kayrım, gasp-irtikap, devlet ve halk soyguncusu, çıkan yalancı-talancı, hiç alâkası olmadığı halde takiyyeci ve din tüccarı yetiştiren şer yuvalarına karşı ‘tedbirli ve temkinli’ olunmasını elbette anlayışla ve hattâ taktirle karşılarız.
Fakat, muttaki ve mütedeyyin, namuslu-dürüst, ilkeli, onurlu ve sorumlu, samimi Müslümanlara karşı tavır alınması ve tedbir geliştirilmesi anlayışla karşılanamaz. 
Şu kadar ki; Hakiki, asıl ve derin tehlike ‘masonluk tarikatı’ olup, bu dış kökenli, şer ve şeytani tarikata karşı hiçbir önlem alınmaması hayret ve dehşet vericidir.
Oysa, bütün Atatürkçü, Kemalist, Merkez Sağ, Merkez Sol ve Milliyetçilerin mutlaka ve behemahal ‘Atatürk’ün huzurundan (def edilen şeytan misali) kovulan’ ve tarikatları kapatılan masonlara ve masonluğa karşı durmaları gerekir. 
Ebed-Müddet Milli devlet için; Dış kaynaklı oluşumlara karşı mücadele, başta mason tarikatı olmak üzere milli bir görevdir. 
Sivilde bütün soygunlar, vurgunlar, yalan-talan, gasp, irtikap adeta din maskesi ve kisvesi altında yapılıyor. Bir tarafta siyaset simsarlığı, diğer tarafta din tüccarlığı. Yolsuzluk şampiyonu isim ve adresler yan yana dizildiğinde, ipin ucu mutlaka bir siyaset kurumuna (güncel bir nitelemeye göre ise siyaset şirketine) dayanıyor. Sağcı, solcu, milliyetçi veya muhafazakâr.. İstisnasız hepsine isnat bir şaibe hırsız, yolsuz ve hortumcu gölgesi var. Bir bölümünün halâ bakanları Yüce Divanda...
PEKİ DİN BUNUN NERESİNDE:
Lozan antlaşmasına göre, cumhuriyetin ana kurucu unsuru İslâm, tali unsur (azınlıklar ise) gayrimüslimdir. İslâm’ın bilinen usul, ahkâm ve akaidi itibarıyla Müslüman; Hırsızlık, yolsuzluk, gasp, irtikap ve sahtecilik yapmaz. Görevi kötüye kullanmaz. Rüşvet, iltimas, nüfuz ticareti, ayırma, kayırma ve bölücülükle iştigal etmez. Müslüman ‘İnsan-ı Kâmildir’, ilkeli, onurlu, namuslu, dürüst ve sorumlu vatandaştır. Dâr-ül harp diye bir safsatanın dahi olsa ardına sığınıp kimsenin malına, ırz ve namusuna zarar vermez. Devlet malına halel getirmez. O, iyi insan, iyi vatandaş ve cumhuriyete sadık, samimi, muttaki, mütedeyyin bir yurttaştır. Tarih boyunca Müslüman’dan kimseye bir zarar gelmemiştir. Özellikle Müslüman Türk, Peygamberimizce övülmüş örnek bir insandır.
O halde, nedir bu furya? 
Allah aşkına kim bunlar?
Neden yakalanmazlar, temizlenmezler ve niçin kökleri kurutulmaz ?
Yoksa; “Medya, Mafya, Politik-ACI” söylemi gerçek mi nedir ?
Gerçekse, Cumhurbaşkanlığı, Hükümet, Genel Kurmay ve Güvenlik ne iş yapar ?
Cumhuriyetin FAZİLET olarak ikame edildiği, adalet ve hukuk ile mündemiç, Atatürk ilkeleri ve Türk inkılâbı üzerine kurulu ‘nezih’ bir devlette bu nevi istismarcı ve suistimalci güruhun ne işi var ? Yukarda açıklandığı üzere bunlar asla Atatürkçü-Kemalist, Milliyetçi, Müslüman ya da insan olamaz. Müslüman olmadıklarına göre ‘asli unsur’ da değillerdir. Peki, o halde ülkemizi azınlıklar, dönmeler ve devşirmeler mi idare etmektedir dersiniz !...
Bunun da cevabı bulunmalıdır. Şimdi sonuca gelelim:
Siyasetin kaç parçaya bölündüğü herkesin ve her kesimin malumudur. Aralarında bir uzlaşma ve imtizaç da yok. Memleketin ve milletin içine düştüğü batak, bunalım, buhran ve kaosun suçlusu, sorumlusu bunlar. Üstelik, bu süreçte kahir ekseriyeti “devri sabık” olmaya aday. Merkez sağı oluşturun dersiniz, olmaz. Solda birlik çabaları sonuç vermez. İllâ siyasi mevtalar sultası hüküm sürecek. Sağduyu denen mantık ve mantalite nerede ?
Temiz devlet ve temiz toplum için niçin seferber olmazlar ?
Madem ki siyasi partidirler niçin görevlerini yapmazlar ?
Bu memlekette lider nam parti sahiplerinin gözünün içine bakıla bakıla nasıl yolsuzluk yapılabilir ? Sadece 2007 yılı Mart ayının ilk iki haftasında patlayan yolsuzlukların miktarı milyar doları bulmakta. Ya evveli. Veya, hal vaziyet böyle sürer ve gerekli tedbirler ‘her şeye ve herkese rağmen’ alınamaz ise sonrası. Allah korusun !... 
İşte, bu nedenle artık Türkiye; Kendi kendisiyle yüzleşmek ve mutlaka hesaplaşmak zorundadır. Bu defa, kirli zemin ve iğrenç bataklık üstüne ‘beyaz sayfa açarak’ değil. Kökten ve derinden bir hesaplaşmaya giderek... Sonucu ne olursa olsun. Yeter ki ülke temize çıksın...
TEHLİKE’NİN FARKINDAMISINIZ ???
Bir gazete bar-bar bağırıyor. "16 Mayıs'ta saatler 100 yıl geri alınıyor. Tehlikenin farkında mısınız?" Konuyu açalım ve manzara-i umumiye muvacehesinde olayı irdeleyelim biraz: “16 Mayıs Cumhurbaşkanı seçiminin tarihi. Farkındayız. Bu seçimle, Atatürkçülüğü hiç benimsememiş olanlar hükümete ve devlete tamamıyla hâkim olacaklar. Bundan sonra oluşacak olan 2. Cumhuriyet'in, kendi özledikleri bir Cumhuriyet olacağını sanıyorlarsa çok yanılıyorlar. Ancak  ‘kum saatinin’  böyle işlemesine kendi gafletlerinin yardım ettiğini acaba biliyorlar mı? Sadece mutlak iktidarın değil Türk milletinin ve Atatürk Cumhuriyeti'nin birlik ve bütünlüğünün de tehlikede olduğunun farkındalar mı?
Farkında iseler umursuyorlar mı? Bu Cumhuriyet çöktürülürse bu daha fazla, sözde aydınların ihaneti yüzünden olacaktır. Çünkü onlar gittikçe artan bir tehalükle, bütün milli değerlerimizin ve kurumlarımızın altını oymaktalar. Daha vahimi bu Cumhuriyete sahip çıkması gereken gençlerimizin,  ‘beyinlerini yıkamakta’ ve  kafalarını karıştırmaktalar. Güya bilim ve ifade özgürlüğü adına! Evet, kum saati maalesef onların lehine işlemekte, hem birkaç boyutta birden !” deniliyor... Ve, duyuru bir mülâkatla açılarak şöylece devam ettiriliyor:
“Tehlike sadece irtica, ülkenin yüz yıl geri götürülmesi olayı filân değil” diyen Milliyet Ankara Temsilcisi "Bir süredir yapılan tartışmaların, ortaya atılan iddiaların ve dışarıdan içeriden sahneye konan hain senaryoların akademik, entellektüel münazaralar olmadığını, bunların Türkiye' nin bekasıyla ilişkili" olduğunu yazdığı haber veriliyor.
 
Derken “Vaziyeti umumiye”:
Yukarıdaki haber ve söyleşiye dayalı olarak yapılandırılan mail metinleri şöylece devam ediyor: “Önce, şu sıralarda ülkenin içeriden ve dışarıdan alenen maruz kaldığı tehdit ve tehlikeler yumağı var. ‘umumi durum’  (bu durum ister istemez) benzerlikleriyle Mustafa Kemal'in 1919'da Samsun'a çıktığındaki  ‘umumi vaziyeti’ daha vahim bir halde çağrıştırıyor. Bu zoraki ve edebi bir benzetme değildir. Bunca yıl sonra nasıl olup da, 1919' daki  "vaziyete"  geldiğimizin acı tablosudur. Ve sanki Gazi Mustafa Kemal, 1927'deki NUTUK' unun sonunda olduğu gibi, Türk gençliğini ‘şimdi’ göreve mi çağırıyor.
Gençlik bunun farkında ve bilincindemı?
Şimdi "umumi vaziyet"  şudur: Türkiye'nin hasımları, bugün ülkeyi henüz askeri olarak işgal etmemişlerse de, önemli kalelerini, en gözde ekonomik, sanayi ve endüstri tesislerini, medyayı, bazı ilmi ve akademik kuruluşları ele geçirmişler ve de tümünü ele geçirmek üzeredirler. Türkiye'nin bölünmesi ve Türklerin Anadolu'nun bir köşesine tıkılması (veya Anadolu’dan atılması) için planlar yapılmakta, Milletin bütün yükselen değerleri ve öz çıkarları, savunma mekanizmaları, AB uğruna, AB sürecinde uygulanan kriterlere göre, yok edilmekte, gevşetilmekte. Bu durumda iktidar gaflet içinde ve hasımlarımızla uyuşma peşinde. Ve adeta bu amaçlara hizmet etmekte. Asala uzantısı, Ermeni asıllı PKK eşkıyası ile, gerekirse sınır ötesinde mücadele etmek için ABD'den izin ve icazet beklemektedir.
Hukuk-u Düvel’in mutlak hak olarak vâzettiği sınırlarımızın içinde bile...
Bu, utanç ve hicap verici bir ayıptır. Atalarımızın kemikleri sızlamaktadır.
Washington'un (ABD) kendi uzun vadeli ve özellikle İsrail-Ermenistan endeksli ‘Kürt kartı’ hesaplarının gereği, bu icazeti vermeyeceği belli olduğu halde! Bazı aydınlar da (yani karanlık çevreler) gaflet, dalalet ve hatta ihanetle, bu projeleri desteklemedeler... Ve TC'nin ölümüne öyle alıştırılıyoruz ki Türk Ordusunun ve Türk Devletinin, bir eski başı bile  "Bu realiteleri tanımalı ve alışmalıyız"  diyebiliyor. Belki de  "ülke 8 eyalete bölünmeli"  derken bunun ucunun (hele şu sırada) nerelere varacağının, farkında değil ama  "artık realite"  olarak kabul ettiklerinin çok farkındalar.
Bu derin kâbus ve karanlık  görünümlü "umumi durum" içinde yegâne ışık ve umut: TSK' nın tesis, kışla ve silâhlarının elinden alınmamış ve askerin ‘henüz’ terhis edilmemiş veya (Osmanlının son dönemlerinde olduğu gibi) başka bir kuvvet ve idarenin emrine terk edilmemiş, verilmemiş olmasıdır!
Yani, bu gün için ordularımız henüz terhis edilmemiş ve komutanlarımız ABD-AB’ nin emrine verilmemiştir. Ancak, müktesebatlarında elbette bu da vardır !
Buna da dışarıdan ve içeriden çalışılmakta!
İşte, burada asıl, acil ve yakın tehlikenin gerçek perspektifi ortaya çıkıyor: "Son günlerde yapılan tartışmaların ve gündeme getirilen senaryoların hepsi nihai olarak Türkiye Cumhuriyeti'nin 'varlık biçimine’ dokunuyor. Esas itibarıyla tartışılan Türkiye Cumhuriyeti' nin kuruluş felsefesi ve üzerine oturduğu temel ilkeler ve niteliklerdir."
Yani, Atatürk ilkeleri ve Türk inkılâbı. Yani, KEMALİZM...
Yani, karşıdevrimden (1938) bu güne değin ‘halk partisi zihniyeti’ maskesi ardında gizli, batı medeniyetine entegrasyon çabaları ve ‘Yüksek Türk Medeniyetinden Feragat’ kalkışmaları !...
Bunlara tekrar değinmek gerek. Ama şimdilik şunu söylemeli:
“Tartışın beyler, siz böyle demokrasi, memokrasi" diye, diye başta AB ülkeleri olmak üzere dünyanın hiçbir ülkesinde mevcut olmayan (sözde) insan haklarından dem vura, vura TC'nin de, demokrasinin de canına okur ve sonunu getirirsiniz!
Ama Turgut Özakman'ın kulakları çınlasın; Bu menfur ve uğursuz süreçte Türklerin, Türk gençlerinin  "çıldıracaklarını"  bilin!”
Iternet ortamında günde yüz binlercesi dolaşan mail (mektup) metni böyle.
Bu metni buraya, bazı alıntılar yaparak ‘ibret’ olsun diye aldım.
Aslında burada değinemediğimiz çok mesele var.
Meselâ özelleştirmeler.
Geçmişteki mandacılık merakı ve kapitülâsyon sevdası ile kıvranan ve Milli Deleti tarihe gömmek pahasına özelleştirme yapan, aleni düşmanlara hiçbir mukabili olmadığı halde ‘AB müktesebatı gereği’ mukabili aranmaksızın arsa, arazi, bağ, bahçe, tarla satan sakat bir zihniyet. Kör bir anlayış. Üstelik Yahudi sermayesi ve İsrail’in hamile kadınları Urfa ve civar illere getirip doğurtmalarına ve 20-30 yıl sonrası için sistemli yatırım yapmalarına rağmen.
Üstelik ülke içinde ahlâkı ifsat, namuslu kadınlara tasallut, insanlık düşmanı lânetli fuhşu teşvik ve haksız kazanç çılgınlık mertebesinde tırmanır iken ! Gazeteci Muhsin Akıl yazıyor. Diyarbakır da Kürtçe su isterseniz 25 kuruş, Türkçe isterseniz 1 lira... Buna mukabil bize kriter dayatan AB’de Türkçe yasak. Ezan yasak. Din eğitim ve öğretimi yasak. Üstüne üstlük ikide bir İslâm’a, İslâm’ın Yüce Peygamberine ve büyük önder Atatürk’e hakaret eder, Ortlander raporu ile ‘Avrupa Komisyonu” olarak milli devlet ve Kemalizm’den vazgeçerek Atatürk resimlerinin resmi daire ve kurumlardan indirilmesini isterler.
Bu ne cür’et ! Kimden cesaret alır bu kefere ?
Evet, bir büyük tehlike var. Hem de, dahili bedhahlar sayesinde sinsi ve sivil bir işgal sürecinde. Buna AB süreci diyen gafiller var.  
EVET MESELE ... 
Mesele sadece yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimi değildir.
Onun da hemen arkasında genel milletvekili seçimleri var. Bu nedenle, yukarda çizilen tablonun dehşetini görenler, ülke için endişesi olanlar, vatanını, toprağını, bayrağını, milletini, İstiklâl, hürriyet, hakimiyet ve Cumhuriyeti sevenler haklı olarak yoğun bir çalışma içine girmiş bulunmaktadırlar.
Adaylık sürecinin başlayacağı Nisan ayının ikinci yarısına kalmadan,TEHLİKENİN FARKINA VARANLAR olarak, hepimiz  bir şey yapmalıyız. Ama Ne ?..
Bunun cevabı gayet basit. Vakit müsait. Yapılması gereken ise şudur:
Aslında tekrar olacak. Ama kusura bakmayın. Bunun hafızalara kazınması lâzım. 
Ülkemizin ve son 45 yıldır devleti yönetenlerin bir büyük hesaplaşmaya gitmesi ve Türkiye’ nin kendi kendisi ile yüzleşmesi şarttır. Şimdi bunun tam zamanıdır. Türkiye, içine sürüklendiği vahim durumun zanlı, suçlu ve sorumlularını bulmak, sorgulamak ve yargılamak durumunda ve zorundadır.
Buna, kamusal alanda (mevcut ve geçmiş) Cumhurbaşkanları, Bakanlar, Başbakanlar, Genelkurmay Başkanları, Valiler, Genel Müdürler, Belediye Başkanları, Daire Başkanlar ve şefler dahi dahil edilmeli; Özel sektörde ise, aynı dönemi kapsayan genel bir “Nereden Buldun” sorgusu açılmalıdır.
Başka yolu yok. 
1963’den günümüze uygulanan ve giderek halktan kopuk sultalar haline dönüşen siyasi parti yapılanmalarını, 657 ve mütedair mevzuatla, ‘dokunulmazlık, ayrıcalık, muafiyet, muhakemat ve sair imtiyazlar’ örgüsünü dikkate aldığımızda, burada ‘tasarruf, fiil, teşebbüs ve temlik’ yasa dışı  edinim yönünden halkı suçlamak mümkün değildir. Topyekün idare ve siyasi irade suçludur. Başta mevcut hükümet olmak üzere; Devlet Denetleme Kurulu, Sayıştay, Yüksek Yargı, TSK, Emniyet ve Cumhuriyet Savcıları vaziyet ederek ‘bu süre içinde’ devletin namusunu kurtarmak, milletin şeref ve haysiyeti ile çalınan mal ve mülkünü geri almak zorundadır.
Bu genel temizlikten sonra ancak “aklanan ülke” ile bir seçime gidilebilir.
Artık bunun başkaca bir yolu kalmamıştır.
Türkiye; Namuslu, dürüst, demokrat, onurlu ve sorumlu, bütün uzuvlarıyla saydam ve şeffaf ‘tertemiz’ bir hükümet ve devlete kavuşmak, kavuşturulmak ve artık hiçbir şey “ESKİSİ GİBİ OLMAMAK” zorundadır.
Seçilen yeni hükümetin yapacağı ilk iş: Atatürk ilke ve Türk inkılâbının tarihi icap ve kriterlerine uygun bir ‘sivil anayasa’ hazırlamak; AB sürecini askıya almak, Gümrük Birliğinden derhal çıkmak ve Türkiye’nin ‘AB KRİTERLERİNİ’ ilân ederek; Bu güne kadar vaki bilumum kayıpların temin ve telâfisi için gerekeni yapmaktır.
Bu, Türkiye’nin düştüğü yerden kalkmasıdır.
‘Devlet gibi devlet’  olmanın zamanı gelmiştir. 
‘Devlet için halk’ değil, ‘halk için devlet’ dönemi başlamalı, adalet, eşitlik, hakkaniyet ve hukuk; Türk medeniyetine yakışır bir Cumhuriyet ve demokrasi anlayışı ile hakim kılınmalı ve hükümferma olmalıdır.
ZİRA: “Türk demek: Türkçe düşünmek, Türkçe konuşmak ve Türkçe yaşamaktır; Ne Mutlu Türk’üm” diye haykıran bir medeniyette; Elbette kanun ve kuralları belirleme hakkı, ‘güçlülerin’ değil, haklı-doğru ve dürüstlerindir.
            Demokrasilerde hırsız, yolsuz, hortumcu, yıkıcı ve bölücü unsurlara; Cezalarını çekip ıslah olmadan “halk içinde” serbestçe dolaşma hakkı tanınamaz. 
            Hukuk devletinde ‘suç işlemek’ herkes için yasaktır. Mutlak kaide budur. 
            DEVRİ SABIK YARATMAK GEREK : Şimdi tam zamanıdır.
Millet, meri hükümet, ‘durumdan vazife çıkartarak’ Anayasa Mahkemesi veya yüksek yargı önce cürmün milâdı olan 27 Mayıs’ın hesabını sormalıdır. Bununla birlikte o mâkus günden itibaren bu güne değin yapılan bütün haksızlık, hırsızlık, gasp, irtikap  ve yolsuzluğun hesabı muhakeme edilmeli; Ülkemiz, istiklâl ve istikbalimiz aleyhine işleyen AB süreci behemahal durdurulmalı, Gümrük Birliğinden derhal çıkılmalı, devlet “namuslu-dürüst ve demokrat” Atatürk’çü-Kemalist Cumhuriyet konumuna tekrar çekilerek; 46 yıllık kâbusun kara vicdanlı, kirli el’li ve kansızlar (damarlarında asil kan akmayan) hain, dönme, devşirme, ateist, pagan ve Türklüğünü kaybetmiş insanlık düşmanları sorgulanıp, yargılanarak ‘devr-i sabıkları” yaratılmalıdır.
Temiz devlet ve temiz toplum için bu şarttır. Türkiye’nin kendi kendisi ile yüzleşme ve yönetenlerin halkla hesaplaşması zamanı gelmiştir. Yarın çok geç olabilir.         
            DEVLETİN MALI DENİZ : 
Bu söylemin doğrusu, haksızlıktan, rüşvet, hırsızlık ve yolsuzluktan bıkmış-bunalmış, bu alt varlıklara karşı illet ve nefretle muzdarip halkımın, kinayeten söylediği bir söz olup; DOĞRUSU şöyledir: “Devletin Malı Deniz, Hırsızlık, Haksızlık ve Yolsuzluk Yapan Domuzdur. ”Bu manâ ve muhtevada “Domuzlar” devri sabıklar olsa gerektir.
Farkında mısınız?

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 107

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

TERÖRÜN UNSURU ASLİSİ MASONLUKTUR

 
Aylar önce, (bize göre) çok ilginç ve enteresan bir gerçeği açıklamıştım.
“Çepeçevre terör örgütleri ile sarılı ve adeta abluka altındaki İsrail’in, devlet sınırları içinde asla ve kesinlikle terör, tedhiş, anarşist veya potansiyel bir yıkıcı unsurun esamesi bile yok! Resmi himaye görmeden hiç kimsenin İsrail’de barınması imkânsızdır. Çünkü onlarda, hakiki bir hükümet hükümfermadır. Kara, deniz, hava ve yeraltı dâhil devletin sınırlarından “izinsiz” giren her canlı İsrail’de 3, Bulgaristan ‘da 5, Amerika’da 10, Almanya, İngiltere ve Yunanistan’da 15 dakika içinde belirlenir. İsrail’de 5, diğerlerinde genellikle 10 ilâ 15 dakika içinde ‘mütecaviz’ infaz edilir yahut takibe alınarak “mutlaka” yasal gereği yapılır.
Oysa bu memleket “sınırları içinde” anarşi, terör ve tedhiş cirit atıyor.
Hattâ, çarşı-pazar, mektep, medrese, meclis dâhil hayatın her alanında.
Peki bizde hükümet, asker, polis, hâkim, savcı yok mu?
Varsa eğer, bu suç unsurlarının tabandan tavana (meclis) kadar işi ne?
 
ARTIK İYİCE GÖRÜLDÜ VE BİLİNDİ Kİ!..
Ülkemizin başına belâ olan ve 1963’den günümüze yaklaşık iki trilyon dolar israfa yol açan anarşi, terör ve tedhiş yapay, TC’nin bütünlüğüne yönelik ve güdümlü olup; Hiçbir doğal temel, tarihi emel, haklı neden ve makul amacı yoktur. Bu kiralık katil, kader kurbanı ve cahil terörist hainlerin varlık nedeni: harici düşmanlar adına casusluk, asimetrik savaş, haydutluk ve adına taşeronluk ettikleri hükümetlerle; İllegal ortak sıfatıyla hırsızlık, yolsuzluk ve kaçakçılık yapmaktır. İhanet şebekesinin iştirak, işbirliği, yardım ve yataklık ilişkisi içinde olduğu dâhili bedhah, uzantı ve bağlantıları, genellikle şaibeli hükümetleri kullanarak Kamuda yuvalanmış dönme, devşirme, sabıkalı cani, yasaklı, kısıtlı ve “vatana ihanet yolunda, her türlü kullanıma açık” kriptolardan müteşekkildir. (Bunlar, zahirde “iyi insan, iyi vatandaş” rolünü ustalıkla beceren, cihanşümul Yahudi tarikatı mason biraderlerin oligarklarında müstahdem, muhterem üstatlar ve baronlardan emir alırlar…)  Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin kesinlikle bir etnik sorunu yoktur!
50 yıldır yaşanan anarşi, terör ve tedhişin nedeni de; Etnik veya ideolojik değildir.  Sorun kronikleşmiş rüşvet-iltimas, soygun-vurgun, yalan-talan, nitelikli dolandırıcılık, sahtekârlık, siyaset simsarlığı-din tüccarlığı; Hileyle kamu gücünü kullanarak zimmet, irtikap, gasp, kundakçılık, kalpazanlık, kaçakçılık, kapkaççılık, üçkâğıtçılık, kayıt ve kapsam dışılık, suiistimal, kadın ve uyuşturucu ticareti ile dış düşman (harici bedhah) hesabına (para karşılığı) yıkıcı faaliyetler organize eden suç örgütlerinin varlığıdır. Şu aşamada “dokunulmazlık” tartışmalarının odağına oturtulan da onlar değil mi? Sorumlular: Yukarda açıklanan lâğım çukuru ve bataklığı azimle kurutmak; Milletin can, mal ve Şehitlerin kanından beslenen sülük, sivrisinek, yarasa, yılan, çıyandan mürekkep mazarratla mücadele yerine, müzakereyi tercih eden bedhah işbirlikçilerdir. Bunu çok iyi bilen, fakat kötülerin adeta bir yasal koruma, imtiyaz ve dokunulmazlık zırhı altına alındığını hayret ve dehşetle gören halk; Derin hiddet, vicdani isyan ve tepkisini; Kinayeten “Devletin malı deniz, yemeyen domuz” cümlesi veya şu dizelerle dile getirir:      
 
“Küfür edenler kâfir,
Yalan söyleyen yılan...
 Kesinlikle domuzdur,
 Kamu malını çalan...”
 
Özellikle bizim (İmparatorluk bakiyesi) memleketimizde, dâhili ve harici bedhahların kahir ekseriyeti, apaçık bir Yahudi tarikatı olan masonlar ve uzantıları ile Hıristiyanlık kisvesi altında faaliyet gösteren Papalık etki ajanı misyoner veya dönme-devşirme, yani dış (düşman) kaynaklı olup;
1. Bilumum anarşi, terör tedhiş; İlâh ve silâh ticareti, gasp ve kundakçılık;
2. Rüşvet, iltimas, hırsızlık, yolsuzluk, görevi kötüye kullanma, hortumculuk;
3. Din tüccarlığı, siyaset simsarlığı, suiistimal ve tümüyle istismar olayları;
            4. Adalet cihazı, emniyet ve güvenlik alanında zaaf, rüşvet, iltimas ve suiistimal…
            Kamu ve halka karşı cürüm/suç teşkil eden bu “terör” fiili faillerinin tamamı yukarıda açıklanan uluslar arası organize suç örgütlerinin uzantısı; Yani ülkemizde vaki anarşi, terör ve tedhiş odaklarının unsuru aslisi (bir Yahudi tarikatı olan) mason bağlantılıdır.
            Dünyanın adalet, barış ve huzur iklimi Osmanlı’nın, 220 yıllık tefessüh sürecinde ve şu kısacık (80 yıllık) Antiemperyalist Cumhuriyet tarihinde bunu görmek mümkündür.
            Ortak sebep: Anti Emperyalist; Yani, hırsızlık, yolsuzluk, sömürü, soygun, istismar ve suiistimale karşı olmak, karşı çıkmak ve karşı koymak; İnsan hakları, adalet ahlâkı, evrensel hukuk, hakkaniyet, dürüstlük ve “medeni siyasetten” yana olmaktır..
ÖRNEKLEMEK GEREKİRSE!..
            Başta Güneydoğu olmak üzere ülkemizde arama yapan en büyük iki petrol şirketinden biri Mobil, öbürü Shell’dir..Shell Hollanda-İngiliz ortaklığı etiketi taşır. Royal - Dutek Shell'e bağlı. Sahibi Markus Samuel isimli bir Yahudi. Mobil, bir Yahudi trilyoner olan Rockfeller'e ait. Mobil Türkiye’ye 1956’da geldi.  Uzunca bir dönem Türkiye’nin petrol arama, üretim ve rezervlerini kontrol edenlerin neredeyse tamamı masondur. Bunun bir tesadüf olduğu kesinlikle düşünülemez. 
 
''EN ZENGİN PETROL YATAKLARI TÜRKİYE KÜRDİSTANI'NDA''
 
Türkiye sınırlan içindeki petrole ilişkin oyunların yoğunluğu çoğunlukla kamuoyunda "Türkiye'de petrol var ama ortaya çıkarılmıyor" tartışmalarına yol açmakta. Yıllardan beri bu konuda medya kuruluşlarında birçok haber dönem dönem yer alır. Ne hikmetse bulunan petrol sahalarını hiçbir gazeteci veya medya kurumu yerinde görmez, tespit etmez veya edemez. Bu konuyu ciddiyetle ele alan hiçbir haber programı veya gündem haber bulamazsınız. Teşebbüs eden birçok gazeteci de işinden eder; Yapacağınız çalışmayı hem kursağınıza gömerler, hem de yayınlayacak yer bulamazsınız. Diğer taraftan Türk halkı bu iri gazete ve televizyonlarda yayınlanan magazin programlarına ilgisini günbegün gösterirken, niye kendilerine bu tarz konuların işlendiği programların gösterilmediğini bir türlü sorgulamaz!
Meselâ, 27 Şubat 1992 tarihli Güneş Gazetesi'nin birinci sayfasında yayımlanan hayli ilginç rapora bakalım. "En verimli yatakların 'Türkiye Kürdistanı'nda olduğunu ileri sürdüler. ''Amerikalı Ceyarlar Güneydoğu'da" başlıklı haberde bakın hangi cümleler yer alıyor. GD Anadolu ile Bitlis, Van, Adıyaman, Tunceli illerini "Türkiye Kürdistanı" olarak değerlendiren bir ABD şirketi, ülkemizin yeraltı zenginlikleri konusunda ilginç iddialarda bulundu. Amerikalı petrol şirketi RETOG, Türkiye, Suriye, Irak sınır bölgesinin petrol ve gaz rezervlerinin raporunu yayınladı. Rezerv açısından çok zengin olduğu bildirilen bu bölge, söz konusu raporda Kürdistan (!) olarak nitelendirildi. Adresi "14900 Landmark Blyd. Sütte 370 Dallas, Texas 75240 USA olan Retog şirketi tarafından hazırlanıp satışa sunulan raporda, Türkiye'nin çok şaşırtıcı bir coğrafî konuma sahip olduğu kaydedildi. Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nin, Ortadoğu petrol bölgelerinin kuzey uzantısı olduğu belirtilen raporda, şu anki faal petrol sahalarının az miktarda petrol rezervlerine sahip olduğu vurgulandı.
 Raporda öne sürülen görüşlerin aşırı derece detaylı olması dikkat çekti. Dört ciltten oluşan rapor, bölgedeki 517 petrol kuyusuna ait tüm kayıtları kapsıyor. Ayrıca bölgenin tüm jeokimya, termal özellikleri ve tarımsal etkinliklerini gösteren haritalar da raporda bulunuyor. Rapor yalnızca Ortadoğu'nun Güney bölgelerinin petrol bakımından zengin olduğu görüşünün aksine, içinde Türkiye'nin Güneydoğu bölgesi topraklarının da bulunduğu kuzey bölgelerinin petrol yönünden zengin olduğu belirtildi. Ayrıca bu bölgede daha önce ayrıntılı bir araştırma yapılmadığı kaydedildi. 45 bin dolar fiyatla satışa çıkarılan raporda,
Türkiye Kürdistanı olarak tanımlanan yöredeki, işlenmeyen petrol sahalarının rezervlerinin büyüklüğü övülüyor. Bakir bölge olarak adlandırılan işlenmeyen sahaların Irak ve Türkiye'de işlenen petrol sahalarından daha verimli olduğu iddia ediliyor. “Retog şirketinin petrol araştırma fırsatları, Türkiye Kürdistan” adlı raporunda, 500 bin ölçekli harita, kuyular, büyük petrol ve gaz sahaları, 52 ayrıntılı kuyu jurnali, 517 kuyu bilgi kayıtlan, yerüstü coğrafî bilgiler, Bouger yerçekimi bilgileri, Türkiye-Suriye ve Irak'ın sismik derinlik haritaları ile bu ülkelerde çalışan petrol sahalarının ayrıntılı haritaları bulunuyor. Raporda ayrıca Türkiye'nin siyasî yapısıyla bunun komşu ülkeleriyle mukayeseleri de bütün ayrıntılarıyla açıklanıyor ve anlatılıyor."
Yıl 1992: "Türkiye Kürdistan"ı Dillerde Retog şirketinin vermiş olduğu önemli bilgilerin yanında özellikle bu raporda yer alan Türkiye Kürdistanı cümlesine dikkat çekmek gerek. İsrail Siyonizminin ABD'ye ihale ettiği Irak işgali sonucu menfur niyet her geçen gün gerçekleşmek üzere. Oysa 1990 yılında çıkan Masonluk ve Kapitalizm adlı eserin "özel bölümünde" bu konuya dikkat çekilmiş, "Yukarıda bahse konu zengin petrol yatakları ile dev GAP projesinin yer aldığı topraklarda kurulacak bir Kürt devleti, İsrail için yutulacak lokma değildir. Bu devletin zayıf,    
İsrail için yutulacak lokma değildir. Bu devletin zayıf, askerî güçten yoksun, ekonomik açıdan himayeye muhtaç bir devlet olacağını tahmin etmek hiç de güç değil. Zira İsrail için, bu Kürt devletini kontrol ve himayesine almak gayet kolay olacaktır. Kürdistan'ın bir İsrail eyaleti olmasıyla gelişecek bu aşama, İsrail'in G.D. Anadolu sınırlan içine alıp vaat edilmiş topraklara kavuşmasıyla sona erecektir. Rapor, şöyle devam ediyor; "Olay bu yönden değerlendirilince, Time Dergisi'nde çizilen Kürdistan haritasının G.D. Anadolu'nun uzaydan çekilen petrol haritasıyla üst üste çakışmasının bir tesadüf eseri olmadığı açıkça anlaşılır. Dergide yayınlanan Kürdistan haritasının sınırları Gaziantep'ten başlar. K.Irak'tan Halepçe'ye kadar uzanır. Türkiye'nin zengin petrol yatakları Diyarbakır, Adıyaman, Nusaybin ve Batman arasında tüm G.D. Anadolu Bölgesi'ni içeren bir yayçizer."
Diğer taraftan uzaydan çekilen petrol yataklarının haritası üzerine Kürt sorununu bahane ederek ABD'nin bölgeye yerleşmesi de çok dikkat çekici bir olay. Körfez krizi ve şimdi de Irak savaşı derken bölgede "insanî yardım ve güvenlik kampları" adı altında büyük bir oyun oynanıyor. Şu hale nazaran, Türkiye’nin masonluk tarihini hatırlamakta yarar var:
 
TÜRKİYE’DE MASONLUK TARİHİ:
 
Her ne kadar Türkiye´de Masonluğun ve ilk Masonların 1720´li yıllardan bu yana var olduğu bilinse de, dış obediyanslara bağlı, Osmanlı topraklarındaki yabancıların etkinliğinde sürdürülen bu çalışmalar, 18. yy ortalarından itibaren Türkleri de içine almaya başlamıştır. Bilinen ve kayıtları günümüze ulaşan ilk Türk Masonlar, bu yy’ın ortalarında topluluğa kabul edilmiş olan İbrahim Müteferrika ve Yirmisekiz Çelebizade Sait Çelebi´dir. 1861 yılına kadar, İngiltere, Fransa ve İtalya milli obediyanslarına bağlı localarda çalışmalarını sürdüren Türk Masonluğu, bu yıl içerisinde Mısır asıllı Osmanlı Prensi Abdülhalim Paşa´nın önderliğinde Osmanlı Yüksek Şurası, o zamanki ismi ile Makbul İskoç Riti Şura-ı Ali-i Osmani´yi kurar.
Bu cemiyeti ilk tanıyan dış obediyans ise 1869 yılında ABD Güney Jüridiksiyonu olur. Böylece Milli bir hüviyet kazanmış olan Türk Masonluğu, dış obediyanslarca da tanınmaya başlamış ve ABD´yi diğer bazı obediyanslar takip etmiştir. Osmanlı Yüksek Şurası´nın yanı sıra yabancı obediyanslara bağlı olarak Osmanlı Dünya düzenli Masonluğunu temsil eden, ve bir yerde Hür Masonluğu (Fikri Masonluk, Spekülatif Masonluk) babası sayılan İngiltere Birleşik Büyük Locası´nın Türkiye Büyük Locası´nı kabul etmesi ise ancak 1970 yılında, 1909 yılında Mısır´da kurulmuş bulunan ve Resne Locası´nın düzenli köklerine bağlanarak gerçekleşir. Ondan önce İskoçya Büyük Locası tarafından 1965 yılında, aynı gerekçe ile kabul edilerek konsekre edilen Türkiye Büyük Locası bu yıldan itibaren dünya düzenli Masonluğunca kabul edilerek ritüelleri, kıyafetleri, mabetleri geleneksel Masonluğa göre yeniden tanzim edilerek muntazam bir hal alır ve bu düzenli Büyük Locaya Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası adı verilerek kuruluş tarihi 1909 olarak tasdik edilir. TÜRKİYE´DE MASONLAR
Bugün, İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Adana, Eskişehir, Denizli, Bodrum, Marmaris, Kuşadası, Antalya, Çeşme, Fethiye´de 200´ün üzerinde Locasında çalışan 14.000 üyesi ile Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası, Türk Masonluğunun dünyadaki temsilcisidir. Yıllık %3 üye artışı ile de dünyanın en hızlı büyüme oranına sahip obediyanslarından biridir.  21 yaşını doldurmamış, hür ve erkek olmayanlar aralarına kabul edilmezler. Bu niteliklerden herhangi birisini kaybeden üye, üyelikten çıkartılır.   
Her yıl bir kere yapılan beyaz gecelerde Mason eşleri, kızları, anneleri ve kızkardeşleri Mabetlere alınır ve onlara Masonik hikayeler anlatılır. Türkiye Büyük Locası´nın üyeliğe giriş yaş ortalaması 40 civarındadır. Masonluğa kabul edilen ve düzenli bir Locada usülüne uygun  yapılan düzenli bir tören ile üyeliğe kabul edilen üye Çırak ünvanını kazanır. Kabul töreninin ardından en az 12 ay geçmeden Kalfalığa yükselinmez. Bu 12 ay içerisinde Çırak, kendisine verilen en az üç ayrı Masonik ödevi başarıyla tamamlamalı ve Kalfalığa layık olduğunu, farklı zamanlarda verdiği bu tezler ile ispatlamalıdır. Kalfa olduktan sonra da en az 12 ay geçmeden Üstatlığa yükselinmez. Üstat olabilmek için de Çıraklık dönemindekine benzer Masonik çalışmalar, bu sefer Kalfa gözüyle yapılır ve verilen tezler sonrasında Üstat olunabilir.
 
GÜNEYDOĞU, AKP, PETROL VE BOP PROJESİ
 
            Erzincan’dan başlayan ve Güneydoğu'ya genişleyerek inen üçgende altın ve petrol fışkırıyor. Ama bölgede suni olarak yaratılan kronik terör güvenlik zaafı var. Güya üvenlik sağlanamadığı için doğru dürüst çalışma yapılamıyor. Sebep: Dahili ve harici bedhahların iş ve güç birliği ile hüküm süren lânetli Siyonizm, adam gibi çalışılırsa Türkiye’nin dünyanın en zengin, güçlü, kuvvetli, kudretli ve tarihte olduğu gibi adaletli ülkelerinden biri olma şansına sahip bulunduğunu biliyor ve memleketi bölmeye çalışıyor!  Bilinen bir hakikat bu. Hem de Abdülhamit’den beri. Buna rağmen AKP seyirci, muhalefet gaflet, dalalet ve hıyanet uykusunda. İşini bilen, onursuz ve sorumsuz bürokratlar elinde devlet güvenlik güçleri atıl, hükümet hantal.. Güneydoğu'da en değerli madenlerin toprağın hemen altında bulunduğu artık sır değil. Yani bu terörün altında, başka ülkelerin milyarlarca dolarlık bu servetten pay alma mücadelesi var... O nedenle anarşi, terör ve tedhiş bilerek kazınmıyor. SOMUT GERÇEK VE BİR KESİT.         
Diyarbakır Ergani'de Güney Kırtepe'de 7 petrol kuyusu bulundu. 1405 m. derinlikte.
Diyarbakır Ergani Karacan'da 5 kuyuda petrol bulundu, 1713 metre derinlikte.
Diyarbakır Hani'de Beyazçeşme'de bir kuyuda petrol bulundu, 1800 metrede.
Diyarbakır Taşdan köyünde 1800 metrede petrol bulundu.
Adıyaman Şambayat'ta 3 kuyuda petrol bulundu... 1584 metrede.
Diyarbakır Bismil'de Arpatepe'de 2 kuyuda bulundu petrol 2450 metrede.
Dünya petrol için 6 bin metreye inerken Güneydoğu'da son zamanlarda bulunan petrolün derinliği en fazla 2450 metre.
İşinin ehli bir madencinin söyledikleriyle birleştiğinde tablo ortaya çıkıyor. Hala bazı gerici, yobaz ve mürteci kafalar anlamıyor. Türkiye’nin bir Kürt sorununu yok. Kürt’lerin çok büyük bir bölümü aslında zengin, özgür, huzurlu, güvenli ve mutlu... Diğer bütün Müslüman veya gayrimüslim unsurlar da öyle. Tamamının siyaset, ticaret, üretim ve sanayide belirleyici unsur olma özellikleri var. Halkın içinde asla bir Türk – Kürt ayrımı söz konusu değil. Gerçek o ki; Ülkemizde herkes barış içinde, kardeşçe yaşıyor. Melânetler karışmadığı sürece insanlar hayatından memnun ve mutlu. Bazı gerici, yobaz, irtica, kiralık, aptal ve taşıma sulu kafalar şiddetten uzaklaştığında, insana insan gibi baktığında, terörü bir çözüm görmediğinde hayatın, barışın, huzur, mutluluk yolunun zenginliğe açıldığını gösteriyor.
Hala anlaşılmıyor mu acaba?
Anarşi, terör ve tedhişin güdümlü; Güdenin mason biraderler olduğu!..
NETİCE:
Türkiye Cumhuriyeti’nin başına; Vahşi Batı’nın İznik Kongreleri ve Şark Raporu gibi; Mason ve misyoner locaları tarafından yalan-yanlış iftira ve furyalarla belâ edilen Güneydoğu (sözde Kürt) sorunu gerçekte bir petrol sorunu olup..; Siyonizm ve ABD bu petrol; Su ve sair doğal kaynaklar ile değerli madenlere el koymak için malum ve menfur eşkıyayı (taşeronları) yaşatıyor, besliyor ve OSLO'da “bedhahlarla” pazarlık masasına oturtuyor…
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 108

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

TÜRBAN (Yahut) BAŞÖRTÜSÜ TBMM'DE

 
Türbanın sadece ve yalnızca “üniversitelerde” serbest bırakılmasıyla ilgili anayasa değişikliği görüşmeleri 6.Şubat.2008 Çarşamba günü TBMM’nde, oldukça sıkıntılı, gergin ve huzursuz bir ortamda başladı. Adalet ve Kalkınma Partisi'yle Milliyetçi Hareket Partisi' nin birlikte sundukları teklifin ilk tur görüşmeleri bu hava içinde başladı ve beklendiği gibi sonuçlandı. Görüşmelerde gözlenen tek şey, karşılıklı atışma ve sataşmalara rağmen ortaya ciddi bir çözüm önerisinin konulamaması idi. Yani taraflar havanda su dövdü.
Şu halde Anayasa değişikliği ile ilgili ikinci tur görüşmeler 9 Şubat 2008 Cumartesi günü gerçekleşecek. Anayasa değişikliği teklifinin kabulü, üye tam sayısının beşte üçü-yani 330 milletvekilinin gizli oyu ile mümkün. Değişikliklerin Anayasanın 10'uncu ve 42'inci maddelerinde yapılması isteniyor. Konuyla yerli basın, halk ve kamuoyunun hassasiyetinin yanı sıra yabancı medya da yakından ilgileniyor ve/veya ülkemizde “Türkçe” yayınlanan mütareke (Ali Kemal) tröstü tarafından özellikle bilgilendirilmek suretiyle; İç politika ve kamuoyu etkilenmek, yönlendirilmek-motive edilmek isteniyor.Yani bu konuda, inanılmaz bir ‘dahili ve harici’ işbirliği söz konusu. Örneğin: EL PERIODICO:
“TÜRK (!) REKTÖRLER BAŞÖRTÜSÜNE KARŞI HAYKIRIYORLAR”
İspanya'da yayımlanan 2 Şubat 2008 tarihli El Periodico gazetesinin ana sayfalarında yukarıdaki başlık altında Andres Mourenza imzasıyla yayınlanan İstanbul mahreçli yazı, makalenin Türkçe çevirisi şöyledir: “Kampüste kaos, sokaklarda şiddet ve Cumhuriyetin sonu. (?) Yükseköğretim Kurulu Rektörler Komitesi tarafından yayımlanan bildiriye göre, başörtüsünün kullanımını serbest bırakmanın sonucu bu olacak. Hakimler, askerler ve bürokratlardan oluşan laik kesim, milliyetçi bir partinin desteğiyle hükümetteki Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) hamiliğini üstlendiği reformdan duyduğu hoşnutsuzluğu sürekli dile getiriyor. Üniversiteler Arası Kurul Başkanı Mustafa Akaydın, "Anayasa üzerinde yapılan bu değişiklikler, laikliğe son vermek isteyenlerin mücadelesini güçlendirecek. Bu değişikliklerin sonu, üniversitelerimizi rasyonel ve bilimsel zihniyetten uzaklaştırmaktır; böylece Türkiye Cumhuriyeti önlenemez bir şekilde dini bir devlete dönüşecektir" diye belirtti. Rektörler için başörtüsü takma serbestisi, "başörtüsü takan ve takmayan öğrenciler arasında bölünmeye" sebep olacak. "Cumhuriyetin laiklik ilkesinin yok edilmesi, ekonomik krizle" birleşerek kaosa sürükleyecek. Ayrıca, yasağın kaldırılması sadece üniversitelerle kalmayıp vaatlerin aksine tüm kamu kurumlarına da yayılacak.
Bu yüzden Yüksek Öğretim Kurulu Başkanı Yusuf Ziya Özcan Rektörlere, siyasete karışmamaları ve tartışmalardan uzak durmaları konusunda tavsiye ve telkinlerde bulundu. Özcan, "Üniversitelerimizin en önemli görevlerinden biri, demokratik, laik, sosyal ve hukuk devleti içinde farklı görüşlere saygı duymak ve hoşgörüyle bakmaktır" dedi. Ayrıca, yüzü aşkın akademisyen de, "demokratik" olarak addettikleri reforma destek mahiyetinde bir bildiriye imza attılar. Geçen eylül ayında gerçekleştirilen bir kamuoyu yoklamasına göre, Türklerin yüzde 73,7'si, üniversitede başörtüsü yasağının kaldırılmasını istiyor ve büyük bir çoğunluk da laik kesimin şikayet ettiği şekliyle bunu siyasi bir sembol olarak görmüyor.
Geçtiğimiz ay İspanya'ya gerçekleştirdiği ziyaretinde başbakan  öğrencilerin Türkiye'de üniversitelere başörtüsüyle giremezlerken Avrupa (AB) veya Kuzey Amerika üniversitelerine girebilmelerinin yarattığı ikilemden şikayet etti. Laik muhalefetin lideri Deniz Baykal, (CHP) Mecliste yaptığı konuşmada, hükümetin teklifini sert bir şekilde eleştirdi ve Arap giysisi olması dolayısıyla türbanın yabancı bir üniforma olduğunu vurguladı. Belki de kravatının Türk menşeli olmadığını unutmuştur.”Yüzlerce yabancı gazeteden sadece biri bu. Özgün bir örnek.
ÇÖZÜM BUNUN NERESİNDE ?
Şimdi, büyük bir ihtimalle 9 Şubat Cumartesi günü değişiklik önergesi TBMM’de tekrar kabul edilecek ve tez elden ‘onay için’ Cumhurbaşkanına gönderilecek. Elbette köşk tarafından değişiklik aynı gün veya aynı saatte mutlaka onaylanacak. Muhtemelen ertesi gün de muhalefet Anayasa Mahkemesinde soluğu alacak. Mevcut yapı itibarıyla Anayasa mahkemesi ya istemi reddedecek veya Anayasaya uygunluk kararı verecek. Her iki halde de halka gitmenin yolu kapatılacak ve sonuçta İnsan Hakları, Adalet ve Hukuka vurulacak darbe ile son derece aykırı bir uygulama hayata geçmiş olacak.
Çok açık bir anlatımla: Artık ‘üniversiteler’ dışında İmam Hatip Liseleri dahil olmak üzere bütün eğitim kurumları doğrudan yasak kapsamına girecek. İş bununla da kalsa iyi. Başörtülü kızlarımız rahatça üniversiteyi okuyup Avukat, Mimar, Mühendis veya Doktor çıkacaklar. Lâkin, bütün kamu kurum ve kuruluşları yüzlerine kapanacağı için, bu defa diplomaları ile baş başa kalacaklar. Amma, bir kere Üniversite mezunu olacaklar.
Dahası, bu aleni ve ‘Anayasa emri yasak’ nedeniyle şu anda bazı kurum-kuruluş ve belediyelerde çalışan binlerce kadın-kız zorunlu bir tercihle karşı karşıya kalacak. Onlara; “Ya açıl, ya çık !..” diyecekler. İşte toplumsal felâket ve yıkım önce buradan başlayacak. Sonra mezun olanların çilesi... Bu tasarruf sonucu toplumu bekleyen binlerce sorun var.
Şimdi onlara sorarlar : Çözüm bunun neresinde ?...
Üniversite rektörleri 27 Mayıstan önce de yürümüşlerdi. Hakimler de..Sonra ne oldu?
Cumhuriyet tarihinin en mâkus talihi, zincirleme kâbuslar, ihtilâller, kaos, kriz, bunalım, buhran, anarşi, terör, tedhiş, baskı, zulüm, işkence, enflâsyon, adi ve ahlâksız-fahiş piyasa, rüşvet, iltimas, yalan-talan adeta bir mezar toprağı gibi ümüğümüze çöktü.
Lâkin, bu ilim ve demokrasi düşmanı kesim, yeni durumdan mükemmel bir biçimde nemalandı. Ayrıcalık, dokunulmazlık, istisna ve imtiyazlar birbirini kovaladı.Rantiye türedi. Önlerinde tek bir sorun vardı. Türk halkı ve medeniyetinin yüksek ahlâkı. El iman minel vatan diyen “namuslu, dürüst ve berrak” zihniyet. Şimdi el ele vermişler en büyük darbeyi vuracaklar. Maalesef oynanan oyun ve uygulanan senaryo bu. Yahut da, ‘şimdilik bunu hal yoluna koyalım, sonra da gerisini hallederiz’ zihniyeti.Bu, samimi bir temenni değil, sadece bir art, suiniyetten ibarettir. Yaklaşım toplumda daha derin yaralar açmaktan ve sorunları kronikleştirmekten başka işe yaramaz. Şimdi bakınız; Konunun uzmanı ve Ülkenin tek bilinçolog’u ne diyor ?
GALİP BABA DİYOR Kİ: Uyanın alt-kattakiler!Uyanın üst-kattakiler!Uyanın ey Türban-zedeler!Türbana ‘Evet’ ya da ‘Hayır’ diyerek nereye varacağınızı sanıyorsunuz? Türbana ‘Evet’ ya da ‘Hayır’ demenin, “Yurtta Barış”ı ya da “Dünyada Barış”ı sağlayacağını, sürdüreceğini ya da Küresel Isınma” veya muhtemel “Helâk”i önleyeceğini sanıyorsanız, vay halinize..Tez elden kendinize gelmezseniz, Adem Baba da kurtaramaz, sizi! Çok kalabalıksınız…Hele bir de, “We are in the same boat” demiyor, sonra da tutup, kendi geminizi kurtarmak için çalışmıyor musunuz…PES, DOĞRUSU !...
SONUÇ : Türk halkının türban veya başörtüsü diye bir sorunu yoktur. Varlığını iddia edenler gerici, yobaz, irticai unsur ve mürtecidirler. ÇÖZÜM: Mustafa Kemâl ATATÜRK ve Cumhuriyet Türkiye’sinin İnkılâp kanunlarında yer almayan bir yasak meşru ve insani; Kamu yararına olmaktan uzaktır. Esasen “yasak olmayan” bir fiilin sözde ‘serbest bırakılması’ abesle iştigal etmekten öteye bir önem ve değer ifade etmez. Siz gelin ! enerjinizi, ülkemizin ve halkın iktisadi-sosyal ve sair sorunlarını halletmeye vakfedin. İnsanı istismarı bırakın !...
Galip BARAN (*) Galip BARAN, “NEFS” iyle baş edebilmiş; bahtı-açık bir adem. BARAN : “Bi-baht olanın bağına bir katresi düşmez, baran yerine dürü gevher yağsa da semadan”. Ziya Paşa.
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 109

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

TÜRK ADA’LARI İŞGAL ALTINDA

 
Yunanlıların, Ege’de iki Türk adasını (Bulamaç ve Eşek) alenen işgal ederek 2004 yılından bu yana iskâna açıp, turizm amaçlı olarak kullandıklarını ilk kez D[y]P genel başkanı Namık Kemal Zeybek’ten öğrendik. (08 Mayıs 2011)
Zeybek ne demişti?
            “AKP döneminde Eşek Adası ve Bulamaç Adasını Yunanlılar İşgal Etti. (*)
Bu iki adamız, bu iktidar döneminde 2004 ten başlayarak Yunanlılar tarafından yavaş, yavaş işgal edildi. AKP iktidarının bundan haberi oldu. Ama bırakın Bulamaç’ı, bırakın Eşek Adasını, onlar Kıbrıs’tan bile vazgeçmişlerdi. Adetleri olduğu üzere, Kıbrıs’ı Yunan’a peşkeş çekiyorlardı. Şimdi Didim de, burnumuzun dibinde görünen bu iki Ada, şu anda Yunanlıların işgali altında; Ama Kardak'daki Yunan Bayrağı indirilmişti! Kardak kayalıklarını, Yunanlılar işgal etmeye çalıştıklarında Türkiye'de bir Başbakan vardı. Bir hanımefendi, Çiller. Kardak kayalıkları işgal edildiğinde ne demişti Tansu Çiller? 'O bayrak ya inecek, ya inecek' Hangi bayrak? Bizim kayalıklarımıza, ada değil, toprak değil, kayalıklarımıza Yunanlılar, Yunan Bayrağı çektikleri zaman Başbakan'ın söylediği sözlerdi bunlardı. 'O bayrak ya inecek ya inecek.' Ne oldu? Bayrak indi mi? İndi.
Peki, o günlerdeki milli duyarlığı, vatan toprakları konusundaki hassasiyeti hatırlayın.
Ve gerçeğe bakın. Gerçek şu: Eşek ve Bulamaç Adalarımızı Yunanlılar işgal etti. Didim'in karşısında bize ait olan iki ada var. Biri Eşek Adası, öbürü Bulamaç Adası... Bu adalar bütün uluslararası belgelere göre bizim. İngiltere'nin yaptığı haritaya göre de bizim. Başka uluslararası anlaşmalara; Lozan'a göre de bizim. Bakınız 1947'de İngilizlerin yaptığı bir harita ve çizgi var. Eşek adası ve Bulamaç adası Türkiye Cumhuriyeti'nin.
Bunu herkes biliyor. 
Bu iki adamız, AKP iktidarında 2004'ten başlayarak Yunanlılar tarafından alenen işgal edildi. İktidarının bundan haberi oldu. Ama bırakın Bulamaç'ı, Eşek Adası'nı, onlar Kıbrıs'tan bile vazgeçmişlerdi. Kıbrıs'ı peşkeş çekiyorlardı. Adetleri olduğu üzere... Şimdi ise, Didim'de, burnumuzun dibindeki bu iki Ada, Yunan işgali altında. Yunanlılar, Eşek Adası'na gittiler ve kilise yaptılar. Yunan Bayrağı çektiler. Kimsenin olmadığı daha kimsenin yaşamadığı yere önce kilise yaptılar, sonra yavaş yavaş yoklaya yoklaya baktılar, Türkiye'de acaba DP, DYP’ mi var? Yoksa başka birileri mi? 
Baktılar ki tepki yok, birtakım insanları oraya yerleştirdiler. Şimdi Eşek Adası'na biz gidemiyoruz. Bizi sokmuyorlar. Bulamaç Ada'sı da böyle…
Bakınız bir resim daha gösteriyorum. Adaya girdiler, rıhtım ve turistik bölge yaptılar, turlar düzenlemeye başladılar. Adaları Yunan generalleri de zaman zaman teftiş ediyor, hava sahamızı, su ve topraklarımızı ihlal ederek geliyorlar. AKP iktidarının sesi, soluğu çıkmıyor. Bir taraftan Vatan topraklarını satmaktan bahsediyoruz. Hangi satmak? Bu vatan topraklarını peşkeş çekmektir... Buna izin verecek miyiz? İzmirlilerin vicdanına sesleniyorum.
Hani bir karış toprak için kanımızı veririz derdik. Ne oldu? Bunlar gelince Türkiye'de ne değişti? Şimdi bu sözleri beni dinleyen basın yayın organları yoluyla hem Recep Tayip’e hem de bütün Türkiye'ye ilan ediyorum. "Tek başıma, pasaportsuz o adalar çıkacağım.."
Süre veriyorum. Bu süre daralacak ve sonunda Türkiye'yi yönetmek iddiasında olan TC'nin Başbakanı olduğunu; TC'ni yönettiğini iddia eden, hükümet olduğunu söyleyenler eğer gidip bizim bu adalarımızı işgalden kurtarmak için teşebbüse geçmezlerse ben tek başıma gideceğim ve oraya çıkacağım. 
Hükümete uyarı: İster muhtıra desinler, eğer bütün uluslararası anlaşmalara göre bizim adalarımızı geri almak, işgalden kurtarmak için sorumlu oldukları bu suçtan geri dönmek için teşebbüse geçmezlerse, ben gideceğim ve adalara çıkacağım. Pasaportsuz, vizesiz gideceğim. 'bu ada benim adamdır' diyeceğim. Bulabilirsem kayıkla, bulamazsam yüzerek gideceğim, adaya çıkacağım. Ama biliyorum ki milletim beni yalnız bırakmayacak.”
Aradan uzun süre geçti. Zeybek adalara çıkamadı, ama AKP’den de bir ses çıkmadı.
Namık Kemal Zeybek; 08 Mayıs 2011 günü İzmir’de bir açıklama yaparak; Aydın ili, Didim ilçe sınırları dâhilinde bulunan ve Lozan’a göre, TC’ye ait Eşek Adası (Agathonisi) ile Bulamaç Adası (Farmakonisi)’nın; 2004 yılında Yunanistan tarafından işgal edilip, yerleşim ve turizme açıldığını iddia etti. (1)
İddia, sırasıyla; 13 Mayıs 2011 tarihinde Hürriyet Gazetesi ve İnternet sitesinde, (2)
18 Mayıs 2011 tarihinde, Yaşar Anter’in WEB TV, Gündem programında (3) pek çok ayrıntı verilerek yer aldı. Daha sonra Zeybek 25 Mayıs 2011 tarihinde yapılan D. Parti Didim mitinginde, ağırlıklı olarak konuya değindi. (4) Güvenilir ve üye sayısı yüksek e.Posta grubu “açıkistihbarat”, 01 Haziran günü ayrıntılı bir yayın/dağıtım yaparak; Adaların aidiyet, hukuki statü ve mevcut durumları hakkında ‘tatmin edici’ yayın ve açıklamalarda bulundu. (5) Tam 5 gün sonra, Araştırmacı-Yazar Ferudun Özgümüş: “Yunan toprağımızı işgal etti. Ne devlet ne muhalefet ve ne de Genelkurmaydan ses yok” (6) başlıklı bir makale yayınladı. Makalesinde, ilgili, yetkili ve sorumlu makamları hedef alıp sorguladı. Sonra Yeniçağ Gazetesi de (Ferudun Özgümüş’e atıfla) 06 Haziran 2011 tarihinde konuya değindi.
Dünya Türk Kongresi (TURKISH-FORUM)’nin web sitesinde aynı gün benim bir makalemin altına, açıklamalı bir yorum eklendi. (8) Hal böyle olunca ben, otomatikman konu ile alâkadar olmak durumunda kaldım. Zaten de olay ve iddiaları Mayıs başından itibaren takip etmekte idim. Neticede: 07 Haziran 2011 günü A Kanal’dan (Ereğli-Konya) canlı yayın konuğu olan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na konuyu sordum. Cevap alamadım. (9) 
08 Haziran günü haber tekrar bazı ajanslar tarafından ısrarla duyuruldu. (10) 
09 Haziran 2011 Perşembe günü, 4982 Sayılı Kanun gereği Aydın Valiliği’ne resmi bir başvuruda bulunarak açıklama ve bilgi talebinde bulundum. (Başvuru no. 35141) Bu gün 28 Haziran olmasına rağmen henüz bir cevap alamadım.  Oysa yasal cevap süresi 15 gündür. Bana halâ cevap verilmedi. Umarım daha fazla gecikmeden cevap verilir ve konu aydınlanır.
GARİP VE EMTERESAN OLAN NE?..
            Bu işin en garip, acaip ve muamma tarafı şu ki; İddianın 5 Mayıs 2011 tarihinde ortaya atılmasına, 8 Mayıs’ta kamuoyuna yansımasına, geniş kitlelere duyurulmasına, konu hakkında defalarca yayın yapılmasına, başta Başbakan, İçişleri, Dışişleri Bakanı, Genelkurmay Başkanı dâhil pek çok makam, sorumlu kişi ve mercie soru yöneltilmesine rağmen halâ alınmış açık, net, tatminkâr ve dürüst bir cevabın olmayışı!..
Bu ne iş? Ortada vahim bir iddia var. TSK ve hükümet zımmen vatana ihanetle itham ediliyor. Ortada cevap yok, iddiadan alınan, muhatap alan yok. Bu bir gaflet mi? Dalâlet mi? Yoksa gerçekten gizlenmeye ve gözlerden kaçırılmaya çalışılan menfur bir ihanet mi? Başta N. Kemal Zeybek, Demokrat Parti camiası ve bütün Türk milleti’nin bunu bilmek hakkıdır.    
ÇOK ÖNEMLİ BİR KATKI VE YORUM:
            “1001 çeşit melânet ile aynı anda mücadele etmek zorunda bırakılan aziz milletimizin 1.derecede hassasiyeti olan Vatan Toprağı konusundaki duyarlılığınıza, kararlı girişiminize ve bilgiyi milletimizle paylaşma yönündeki şahsi gayretinize samimi teşekkürlerimi sunuyorum. Zeybekler diyarı Aydın, umarım bir valisini uğurlamak zorunda kalmaz. Ama görünen o ki, böylesine hayati bir konuda şu ana kadar sessiz ve girişimsiz kalmayı yeğleyen Sn. Vali’nin Mülki İdare Amirliği sıfatı kıytırık üç-beş Yunanlı hokkabaz tarafından düşürülmüştür. Yine umuyorum ki, tüm bu iddialar, bilgiler spekülâsyondur ve yanılan, saçmalayan ben olurum.
Yoksa diğer türlü resmi görevinin geçerliliği tartışılır hale gelen makam yalnızca vali’likle sınırlı kalmaz. İçişleri Bakanı’nı da bağlar, Milli Savunma Bakanı’nı da!. Ve pek tabii ki kabinenin başı Başbakan’ı da… G.K.B.’mızı ise dile bile getirmek istemiyorum…Bu durumda sormadan edemeyeceğim, 2004 yılında AKP iktidarında gerçekleştiği iddia edilen bu işgalin pazarlık, vaat, zorlama, tehdit veya taahhüde dayalı bir arka planı var mıdır?
Yine bu noktada dile getirilmesi şart olan bir diğer iddia da, Türkiye’ye karşı yapılan ve milat sayılan en sert operasyonun 2004 yılında gerçekleştirildiği yönünde…. Tüm bunlar olayların ve iddiaların tarafımdan yorumlanan spekülatif boyutu. Operatif tarafı ise elbette ki TÜRK MİLLETİ’NE aittir. Aynen tarihlerde yazılı olduğu  gibi!.… Selam ve sevgi ile, aad”
ŞİMDİ SORUYORUM.
Başta Didim Kaymakamlığı, Aydın Valiliği, Ege Ordu Komutanlığı, İçişleri / Dışişleri Bakanlığı, Genel Kurmay Başkanlığı, Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı; Yani konunun ilgili, etkili, yetkili ve sorumlu muhatapları neden bir açıklamaya yapmaz ve sorulara “tatmin edici” (ÖSYM konusunda olduğu gibi) bir cevap vermezler?
Gerçek nedir?.. Ve gerçekten olayda bir ihmal, ihanet ve hain bir pazarlık var mıdır?

 

(1) Namık Kemal Zeybek, (DP) 08.05.2011 www.haberkritik.com & www.dyp.org.tr
(2) HÜRRİYET, 13 Mayıs 2011, editör & Hürriyet.com.tr
(3) (DHA) Yaşar ANTER, Gündem: 18 Mayıs 2011 + WEB TV
(4) Namık Kemal Zeybek, Didim miting konuşması, 25 Mayıs 2011, www.dyp.org.tr,
(5) E-Posta Grubu: AçikIstihbaratTürkiye www.acikistihbarat.com 01.06.2011
(6) Ferudun Özgümüş <ferudunozgumus@gmail.com> Tarih: 06 Haziran 2011 Konu: Yunan toprağımızı işgal etti. Ne devlet ne muhalefet ve ne de Genelkurmaydan ses yok.
(7) Salim Yavaşoğlu - Yeniçağ Gazetesi, 06 Haziran 2011
 (8) TURKISHFORUM/ABD, 06 Haziran 2011 - wordpress@turkishforum.com.tr
(9) 07 Haziran 2011 günü Dışişleri Bakanı Ahmet Davudoğlu’na soruldu. (Konya-Ereğli, Kanal-a, canlı yayın)  Yunan İşgal Etti; AKP  ve Genelkurmay'dan Hiç Bir Tepki Gelmiyor?
(10) db.ajans.ankara, 08 Haziran 2011, Basın Haber Bülteni
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 110

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

TÜRK MİLLETİ LİDERİNİ ARIYOR!...

 
Vicdanı hür, irfanı hür, düşünce, ifade ve iradesinde özgür;
Şahsiyetli, haysiyetli, yüksek ahlak ve gerçek karakter sahibi;
Her şeyden önce kim olduğunu bilen ve kendine güvenen;
Hak yolunda, millet hizmetinde: “Türk Milleti ve Türkiye Cumhuriyeti adına”, "insan hakları, adalet, hürriyet, hukuk, eşitlik ve demokrasi" mücadelesi verecek;
 
Ayrıca insanlık ideali; Özgür bilim, demokrasi, hak ve adalet ahlâkının hayat bulduğu hakiki bilincin gelişmesi uğrunda sadakat ve samimiyetle çalışacak;
Ülke, Millet ve yaşanan sorunları halletmek için çözüm ve proje üreterek; “fikren, fiilen, ilmen ve fennen” geri kalmışlık, fakirlik, yoksulluk, yolsuzluk, gericilik, yobazlık ve adaletsizlikle “tam bir azim, irade, fazilet ve kararlılıkla” mücadele edecek;
Doğruyu söyleyen, onurlu ve sorumlu, daima dik duran, adalet ve dürüstlükten asla ve kesinlikle şaşmayan, gerektiğinde bu uğurda “hak, milli hükümranlık, evrensel adalet, her derece ve düzey özgürlük, bağımsızlık, eşitlik ve hukuk için” dünyaya kafa tutan;
Türk’ün milli karakteri, manevi, tarihi ve ilmi değerlerine sahip; mukaddesatına içten saygılı; Kendini Türk kültürü, ilim, ahlâk ve medeniyeti ile “binlerce yıllık emel ve milli ideal olan” Türk Birliği’nin gelişip yükselmesine adayacak;
Tepeden tırnağa kadar (madden, manen, bedenen ve ruhen) sağlam;
Akıl, ilim, irfan, fen, iman, vicdan, basiret ve beka ile hareket eden;
Vicdanının sesini dinleyen, bilinci pusulanın ibresi gibi “asla” istikametini şaşmayan;
Yerini bilen ve onu, hakkıyla-lâyıkıyla dolduran; 
İşini bilen ve onu severek, isteyerek, ehliyet, liyakat ve sorumluluk bilinciyle yapan;
Alnının akı, gözünün nuru, aklı, ilmi ve bileğinin gücü ile çalışan, çalışmaktan asla kaçmayan, bıkmayan, yılmayan, yıkılmayan, usanmayan;
Mutlak surette ve kesinlikle helâl kazanan, kazandığı ile yetinen, fakirlikten utanmayan;
Kumar borcu, diyet borcu, namus borcu olmayan;
Hiçbir güçlük, baskı ve dayatma karşısında eğilmeyen, bükülmeyen;
İnsanlık, inanç ve ahlâk dışı bir “hayvan altı, domuzluk huyu olan” rüşvet, iltimas, ayırma, kayırma, hırsızlık, yolsuzluk ve suiistimale asla tevessül etmeyen; Eş’ine, dostuna, akraba, yoldaş ve soydaşına “devlet ve millet” malını, mesul makam, hak ve imkânını peşkeş çekmeyecek kadar iffet, onur, şahsiyet, haysiyet, erdem, feraset ve basiret sahibi;
Kardeşe, yoldaşa, yandaşa değil;
Tam bir eşitlik, sorumluluk, hakkaniyet ve adaletle millin tamamına hizmet eden;
Satılık olmayan; namuslu, dürüst, ilkeli-onurlu, sorumlu, çalışkan, demokrat, laik..,
Cesur olduğunu haykırmadan cesur olan;
Gösteriş, riya ve alâyişten uzak ‘gece-gündüz demeden’ çalışan, üreten; Milletin işçi ve memurlarını “namus, onur ve sorumlulukla çalıştıran”, "cesaret fazilet'tir" diyen;
Her daim halkla istişare eden; Ortak akıl, demokrasi, doğruluk, dürüstlük, hakikat ve adalette uzlaşma kültürünü yaşayan, az konuşmayı, çok çalışmayı ve özellikle dinlemeyi bilen;
Son kuruşuna kadar helal kazanacak, sadece kazandığını yiyecek ve yalnızca parasını ödeyebildiğini yiyip giyecek; İcabında cesaret ve kararlılıkla "hayır" demekten çekinmeyecek ve “ona gücüm yetmez" tarzında, açıkça cevap vermekten utanmayacak;
Milli ilkeler ve Türk inkılâbını tam bir sadakat, namuskârlık; Onur-erdem, sorumluluk ve dürüstlükle uygulayacak;
Daima haklı, iyi-doğru, masum ve mazlumun yanında yer alacak; “AB”yi Türkiye’den kovacak, gerektiğinde; haksızdan, yolsuzdan, hırsızdan ve mücrimlerden hesap soracak,"iyi insan, ilkeli, onurlu, sorumlu, namuslu-dürüst;
Devlet idaresinde millet iradesini hâkim kılacak;
Tam bir medeni (ilmi) cesaret, yüreklilik, inanç ve bilinçle “yeter, söz milletindir!..” diyebilecek formasyon, siyasi-insani, ilmi kalite, demokrasi ahlâkı, uzlaşma kültürü sahibi;
Umur-devletten, adam gibi bir adam varsa eğer, çıksın artık meydana!

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 111

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

TÜRK MİLLETİ’NE BAŞSAĞLIĞI; TERÖR VE TEDHİŞ’E KAHRİYE

Şehit aileleri, yakınları ve aziz Türk Milleti’ne sabır, başsağlığı ve metanet;
Vatanımızın birlik, bütünlük ve bağımsızlığına; milletimizin dirlik, düzenlik, huzur ve güvenliğine; milli devlet, insan hakları, adalet ve hukuka yönelik; Kimliksiz (yeni/sivil) anayasa kalkışmacısı, kişiliksiz ve kararsız dış politika, sözde insan hakları ve demokrasi savunucusu hain, dönme, devşirme, dahili-harici bedhah ve kripto destekli, asala güdümlü soykırım girişimleri ile küstahlık ve kalleşlik eseri menfur saldırıları şiddetle lânetler ve nefretle kınar;
Alçakça şehit edilen güzide evlâtlarımıza rahmet;
Şehit aileleri, yakınları ve aziz Türk Milleti’ne sabır, başsağlığı ve metanet;
Yaralı asker, polis ve yurttaşlarımıza acil şifalar dilerim.
Şu kadar ki:
Vahim olayların yegâne sorumlusu akp unsurları ve hükümetini;
- Bu şer, şeamet ve ihaneti kökünden kazıma, terör ve tedhiş bataklığını kurutma konusunda namuslu, dürüst mert; azimli, kararlı ve cesur olmaya;
- Dış güç yardakçısı, anarşi, terör ve tedhiş yatakçısı; din tüccarı, siyaset simsarı, menfaat ve ikbal düşkünü şerefsiz, soysuz, (emanete hain, ihanete malul) sözde parlâmenter, partizan ve şaibeli hükümet üyelerini derhal tasfiyeye;
- Irak’ın kuzeyindeki terör kamplarını ikame ve idame ettiren ABD’ye dur demeye;
- Terör ve tedhiş unsurlarının iç ve dış finans kaynaklarını derhal kesip, kurutmaya;
Ayrıca:
Başta, istikrar (!?) bozulmasın diye iktidarın “illegal, sinsi ve şaibeli vampirler kulübü üyesi dâhili bedhahlarına” çanak tutan yalancı, talancı ve haramcı sermaye çevreleri ve “kaçakçı, karaborsacı, soykırımcı hain ihanet ve cinayet örgütü ile aynı çanaktan beslenen kartel medyası ve kirli sayfalarının kiralık kalem şürekâsını” kendine gelmeye, “namuslu, dürüst, onurlu, sorumlu insan ve milliyetçi” olmaya;Davet ederim!
Demokrat Parti 7. ve 9. Dönem Genel Başkan Vekili & Siyaset Bilimci-Hukukçu, Araştırmacı-Yazar

 

 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 112

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

TÜRK’ÜM, DOĞRUYUM!

 
Ulu’l-emr (yönetim-hükümet) tarafından “milli birlik ve kardeşlik projesi” biçiminde açıklanıp-tanımlanan ve asıl adı “demokratik açılımlar” olan eylem plânının en başında “Kürt açılımı” yer almaktadır.
Bunu; Irak, Ermeni, Rum-Yunan, Kıbrıs, İsrail, AB gibi evrensel; Dil, din, demokrasi, hukuk, ahlâk, anayasa, Alevilik vs., mahalli-yerel, sözde bilimsel, ekonomik-sosyal kültürel açılımlar izliyor. İş bu açılımlarda gözlenen tek ve yegâne temel nosyon “orijinal be objektif” olmamaları; Her birinde hâkim unsur mürailik, iki yüzlülük, yapaylık, sanallık ve zorlama!..
Üstelik her açılımın kendine özgü takipçi, iddiacı ve sav’cısı belirli lobiler var.
Bunlar arasında en dikkat çekeni; çok sinsi ve kurnazca ‘milli birlik-kardeşlik teranesi’ ardına sığınıp-saklanarak, esasta Kürt kisvesi ile Ermenicilik yaptığı ayan ‘GDO-AB’ damgalı dönme, devşirme, koza ve kriptolar. Her biri elli yıldır kamuoyunda iyi tanınıyor. Tanınma nedeni ise: Mâ-aile ‘Türk milleti ve devletinin başına atılan” her taşın altından çıkmaları. Tüm kirli ellerin, menfur emellerin ve belaların patentli sahibi olmaları…
EYLEMLERİ KARAKTERLERİNE UYANLAR
Bu güruhun lâğım çukurlarının bile kabulden hayâ edeceği iğrenç sicilleri var.
Kimlik ve kişilikleri karakter kavramına ters; Ahlâken tam bir çöküntü içindeler.
Bilumum rüşvet, iltimas (my bradır işleri) ayırma-kayırma (hamili kart, kardeş-yoldaş meselesi), görevi kötüye kullanma, hırsızlık-yolsuzluk, gasp-irtikap, suiistimal, organize çıkar örgütçülüğü (yol arkadaşlığı), anarşi, terör-tedhiş taşeronculuğu (bu kisve altında uyuşturucu, beyaz kadın ve insan-köle tüccarlığı, kiralık katillik, GDO, tohum, hormon, ilâç, ilâh ve silâh lobiciliği) ve ticari particilik (siyaset simsarlığı) ile din tüccarlığı yapanlar hep bu güruhtandır.
Bunlar, benzerleri, yardım ve yatakçıları Türk halk lügatinde “domuz” olarak nitelenir.
Zira bu gelenekte: ‘devletin malı deniz’, ‘hırsızlar ve yolsuzlar domuz’dur”
Bahusus güruhun en nefret ettiği “şey”: DOĞRULUK ve DÜRÜSTLÜK!…
Bu nedenle 2009 yılı başından itibaren “AND’IMIZ” a fena taktılar.
Merhum Dr. Reşit Galip tarafından yazılan ve Mustafa Kemal Atatürk tarafından uygun görülerek, tasdik ve tasvip edilen ve bütün okullarda okunması emredilen milli AND.
*Türk’üm, Doğruyum, Çalışkanım!..
BİR İHANET VE MENFUR TEŞEBBÜS
Dahili bedhah, dönme, devşirme, koza ve kriptolar öncülüğünde;
'Andımız kaldırılsın’ başvurusu:
“Diyarbakır'da mazlum-der ile bazı kimseler, okullarda her sabah okutulan "Andımız" ın kaldırılması için Milli Eğitim Müdürlüğü'ne başvurdu...
Diyarbakır'da insan hakları ve mazlumlar için dayanışma derneği (mazlum-der) ile bazı şahıslar, okullarda her sabah okutulan ‘Andımızın’ kaldırılması için İl Milli Eğitim Müdürlüğü'ne başvurdu. Derneğin bir yönetim kurulu üyesi, 'Türküm' ile başlayan antta yer alan ifadeler Türkiye'nin mozaiğine uymuyor” dedi. (Sabah, 13 Haziran 2009 Cumartesi)
YANDAŞ-YOLDAŞ MUTLULUĞU
Müteakiben hadise, akredite dediğimiz; Türkiye’de yayınlanan ‘yabancı medya’da, buna paralel ‘kartel gazetelerinde’ yer aldı. Nesebi bozuklara “mevzii” olsun diye kasten tahsis edilen köşelerden vaveyla yükselmekte gecikmedi. “Evet, evet, ne demek Türk’üm, doğruyum, çalışkanım… Ardından dağa taşa yazılan, Kürt’ün gözünün içine sokulurcasına “Ne Mutlu Türk’üm diyene” demek de çok yanlış!.. Bir üniter devlette olmaz böyle şey, antidemokratik bunlar, hem de şoven, açılımların özüne, ruhuna, amacına aykırı bunlar!..
Sonra ‘hiç umulmadık ve beklenmedik bir biçimde” MİLLİ eğitim bakanı: “Konu elbette tartışılabilir” dedi. Ne yazık, ne ayıp ve ne büyük bir talihsizlik bu!... Haklı ve doğru tepki gösterenlerin sesi-soluğu boğuldu. Yazılmadı, yazdırılmadı. Ekranlar vatanseverlerin ve milli devlet yanlılarının yüzüne kapandı. İhanet şebekeleriyse aylarca gündemden düşmediler.
NE MUTLU TÜRK’ÜM DİYENE
Bir kere, “Ne mutlu Türk’üm diyene” vecizesi orijinal değil, soyutlama, aslı şöyle:
“TÜRK Demek: Türk’çe düşünmek, Türk’çe konuşmak ve Türk’çe yaşamaktır. Ne Mutlu
Türk’üm Diyene” Sözün özü ve aslı bu. (Bak: Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu / MNS)
Vecizenin aslına ve orijinaline 1960 sonrası hiçbir yayında rastlayamazsınız.
Atatürk’ün 1924 (1928) Anayasası ile eser, hizmet ve inkılâpları da perdelenmiş; DP tarafından, 1938-1950 fetret devrinden sonra tekrar canlandırılan ve hayata geçirilen “Milli Rejim Kemalizm” , gizlenen, hafızalardan, hayattan ve tarihten silinmeye, inat, ısrar ve özenle unutturulmaya çalışılan bir rejim haline gelmiştir. AĞA BABALARINDAN ÖRNEK
İşte size menfaatleri uğruna 'analarını bile satarlar' denilen, de’Facto haymatlos ve fiili primitiflerin hayran olduğu, 72 buçuk milletin yaşadığı, kamusal alanda İngilizceden başka bir dil kullanmanın yasak olduğu ABD’de her sabah “ilk, orta ve liselerde” söylenen AND:...
"I pledge allegiance to the flag of the United States of America, and to the Republic for which it stands: one Nation under God, indivisible, with Liberty and Justice for all"
Yani: “ABD'nin Bayrağına ve o bayrağın simgelediği Cumhuriyete sadakat için AND içiyorum. Herkes için özgürlük ve adaletle, Allah'ın gözetiminde, bölünmez – tek vatan"
ABD kaç yaşında? 233; Osmanlı: 624, ya TC: 86, ayıp, ayıp, utanın biraz!..
NE TÜRK VE NE DE DOĞRU-DÜRÜST
Yukarda verdiğim örnekte açıkça görüleceği üzere; Neseben ve asaleten Türk, bilhassa Müslüman Türk’lerde “insan’a ve insanlığa aykırı” bir eylem, cürüm, teşebbüs ve yüzkarası suç temayülü yoktur. Çünkü, genelde zekâ düzeyi çok düşük primitif varlıklar, kripto-koza, dönme-devşirme, mason-misyoner ile Sırp-Rum-Yunan, Ermeni ve kompleks içinde kıvranan Bulgar halkları gibi kronik Türk-İslâm düşmanlarında çokça ve sıkça görülen bir hastalık bu.
Dolayısıyla “dâhili bedhah” (iç düşman) dediğimiz uzantılarının huyudur kötülük.
Sosyolojik bir vakıa, ama gerçek!...
Örneğin: Genelevlerde hiç (nesepte saf ve asil) Türk kadını yoktur.
Ülkemizi Gümrük Birliği tuzağına atmada acele ve öncülük edenler dönmedir.
NEDEN? ÖNCELİKLE 301 VE CMUK!...
Bunu bir düşünün!..
Neden AB en çok CMUK üzerinde durdu?
Niçin Türkiye, en ağır ve amansız dayatmalara CMUK nedeniyle maruz kaldı.
Hatta bu uğurda ağır cürümler ve cinayetler işlendi?
Ve nihayet: Ölüm cezası niçin kaldırıldı bir düşünün!..
Tabii bu bağlamda “AB yanlısı olmanın” ne anlama geldiğini de…
Türk insanının anlamakta çok güçlük çektiği bir meseleyi daha düşünün lütfen.
Milliyetçi (nasyonal) bir parti (MHP) nasıl AB yanlısı (enternasyonal) olabilir?
Ya millet enayi yerine konulup, fena halde kandırılmakta ya da “amansız” bir oyun oynanmaktadır!....Ne dersiniz? = Türk; Öğün, çalış, güven!
İT ÜRÜR, KERVAN YÜRÜR
Önce “ATA” sözünü iyice araştırdım. Bulgular şöyle:
1. Kökeni Kumuk Türklerine kadar dayanan, orijinali "İt haplar, kervan geçer" olan çok güzel bir Türk atasözüdür. İlk kez 1600’lerin başlarında Muhammed Şeybâni Han'ın Divan adlı eserinde yer almıştır. "ne kadar hır gür çıkarmaya, engel olmaya çalışsalar da cürümleri yetmez, bu isler olacaktır" anlamına gelir. (İnternet: zamane sözlük)
Burada ‘it’; yasa, usul, ahlâk ve kural dışı, gelenek ve düzen karşıtı suç odaklarını; Kervan: Meşru ve hukuki, kurumsal düzeni, yani “devlet” i simgeler.
2. 2007 Eskişehir mitinginde RTE muhalefeti eleştirirken: “Onlar çok konuşuyor ama biz çok iş yapıyoruz, içiniz rahat olsun, kervan yürür, kervan yürür!..” diyerek muhalefete meşru yoldan hakaret etmiş ve kalabalığın bilinçaltına "içinizden biriyim" mesajını vererek seçmenine seçmen katmıştı. (İnternet: İTÜ sözlük)
Örnek analiz edildiğinde; Alın teri, el emeği-göz nuru ve bilek gücüyle çalışarak helâl kazanan, vergisini veren, namuslu-dürüst, ilkeli, onurlu ve sorumlu hayat süren “iyi insan ve iyi vatandaşlar” kervan ehlini; Yalan-talan, soygun-vurgun, polemik ve demagoji takımı ise iti, yani güruhu temsil etmektedir. 2008 -2009 küresel ekonomik krizi çıkaranlar da bunlardır.
Şimdi atasözünü ‘din, iman-itikat, hak ve hakikat’ miyarına (ölçeğine) vuralım.
Ortaya çıkan fotoğraf şu: Ana ve evrensel yasalara özenle uyan, adalet ahlâkı ve hukuk bağlamında meşruiyet kespeden, kul hakkı ve haramdan şiddetle, mutlaka kaçınan “Namuslu, Dürüst ve Demokrat” kesim “hak yolunda yürüyen” kervan; Başta kene, sülük, vampir, bit-pire ve domuz misal (yasa ve ahlâk dışı) mazarrat “it” güruhundandır.
Şimdi bir örnek daha…
3. Gerçek yaşama bakıldığında dünyanın en güzel atasözü. Bakarsınız mahalle, sokak, hatta apartmanınızda bazı tipler vardır. Siz kendi başınıza yaşamak istersiniz, sevdiklerinizle parkta, bahçede gezer oynarsınız.. Derken bunlar türer gelir, onların farkına bile varamazsınız. Size taş atarlar, lâf atarlar. Adam sanıp siz de taş atarsanız, attığınız taşa yazıktır. Atmazsanız durmazlar. Durmadan bulaşırlar yağlı kara gibi. Gene taş atar. it gibi ürür dururlar. Yapılması en doğru hareket kervanı devam ettirip melâneti yok saymaktır. İşte zurnanın zırt dediği yer burasıdır. Bu itleri yok saydın mı bu sefer, it sürüsünü toplar ve dalaşmaya başlarlar.
Bozacının şahidi şıracı hesabı birbirlerinin yalakalığını yaparak, sürü sepet saldırırlar. Ha, akıllı insan ne yapar?.Bunları kaale almaz. Bırakır havlayan havlasın… Eh, itin ağzı torba değil ki büzesin. Eğer illa havlayacaksa susturamazsın. Lâf yetiştirmek adına öğrenmemişsin ki, bu saatten sonra it' çe öğrenecek değilsin! Sen kendi yoluna devam eder gidersin. Doğrusu kervanın selameti için, “İte dalaşmaktansa, çalıyı dolaşmak” evlâdır. (İnternet: Eksi Sözlük)
YA DEVLET BAŞA, YA KUZGUN LEŞE
Yukarda açıklanan ve örneklenen atasözümüzle adeta birebir ötüşen, onu tamamlayan ve bütünleyen bir atasözümüz daha var: “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe”
Anlamına gelince;
1. Büyük bir zafer için her tehlikenin, hatta ölümün göze alındığını belirtir, sonunda büyük bir başarıya ulaşmak için yok olma tehlikesi bile göze alınır. (Viki sözlük)
2. Ya devlet başa, ya kuzgun leşe' demişler. Devlet başa geçmezse leş kargaları ortaya çıkar...devlet milletimizin güvenliğini ülke asayişini sağlamak zorundadır..yaklaşık 5 yıldır asayiş ve güvenlik önemsenmemekte ve kap, kaç-kurtul anlayışı hakim olmuştur..Ayrıca, devletin başına 'Devlet' gelmez ise, ya 'Devlet' başa ya kuzgun leşe.. (antoloji Com)
KERVAN, “ADALET” VE “MEDENİ SİYASET’İ” SİMGELER
Hukuk hikmetle (iyilik, insanlık, hakkaniyet), kervan meşruiyet ve adaletle kaimdir
Başta Türk’ler olmakla, vahiy kaynaklı dindar yahut lâik; hak ve lâyıkıyla “hüküm-hikmet” üzere devlet, millet ve yönetimlerde “medeni siyasette” gelenek ve gerçek budur.
Devlet, adalet ve faziletle (hükmeden yönetim) baştadır, iktidardır;
Kuzgun (soyguncu-vurguncu, bozguncu) it’ler ve kuduz köpekler leş’tedir.
İt (kötüler, harici ve dâhili bedhahlar) ulur, kervan (devlet) onur ve erdemle yürür.
Ürüyenlerin, kervana yürüyenler arasından taraftar, yandaş ve yoldaş bulması büyük bir felâket; kervan Türkiye devlet’tir;.icrayı kullanan hükümet; Her konuda ve mutlaka adaletli, itlere karşı daima tedbirli, temkini-mukavim ve teyakkuz halinde olmaya mecburdur.
EBED-MÜDDET DEVLET:
Amerika da çocuklar her sabah AND içiyorlar. Anaokulundan Lise sona kadar tüm öğrenciler sabahları ders öncesinde, ayağa kalkarak hazır ol’da şu yemini ederler:
“I pledge allegiance to the flag of the United States of America, and to the Republic for which it stands: one Nation under God, indivisible, with Liberty and Justice for all;
Amerika Birleşik Devletleri'nin bayrağına ve o bayrağın simgelediği Cumhuriyete bağlılık ve sadakat için AND içiyorum. Allah’ın gözetiminde herkes için adalet ve özgürlük. Bölünmez, tek vatan Amerika" 233 yıldır bunu yapmaktadır. Anayasalarının nihai hükmü de: “Ya, Amerika’yı seveceksin ya da defolup gideceksin”
Halbuki “TÜRKÜM DOĞRUYUM ÇALIŞKANIM” biçimindeki andımızın yanlış ve aykırı olduğunu tartışacak kadar alçaklaşır, köpekleşir, bir güruh olur, ama “it ulur, kervan yürür”. Devlete ve halka silâha çekmedikçe, polise taş atmadıkça, hırsızlık-yolsuzluk, anarşi, terör-tedhiş yapmadıkça “itin ürüme hakkı” vardır. Bu “hayvan hakları ve demokrasinin” doğal gereğidir. Devlet, hayvan haklarına ilişkin mevzuat ikame ederek bunların da hakkını korur. Ama güruhun “insan hakları” dernekleri oluşturarak ağır istismarları yanlıştır.
Bunu AB veya ABD’nin it’leri yapabiliyor mu? Asla ve kesinlikle hayır!.
Üstelik dünyada ne kadar ırk, din, dil ve inanç unsuru varsa ABD’de hepsi var.
AB ülkelerinde de durum Amerika’dan farklı değil. Sokaklar bin türlü ırkla dolu.
ABD VE AB’DE BAŞKA NE VAR?
Meselâ ABD’de gerçek anlamda demokrasi, hukuk ve bütün kurum ve kuruluşlarıyla (kendi vatandaşları için) adalet vardır. Kimse polise taş atamaz, itiraz edemez, el aldıramaz, ABD Kızılderili, İNKA veya AZTEK katliamı yaptı diyemez. Suç işlemek, vergi kaçırmak, yolsuzluk ve suiistimal ‘devlet hariç’ herkse yasaktır. Devlet ise kendi ülkesinde suç işlemez, ülke dışında bütün Amerikalılara suç işlemek serbesttir. İçerde idam cezası ve adalet vardır.
Polis iyi çalışır. Hukuk işler.
OYSA AB’de ölüm cezası yoktur. Başta Türkler olmak üzere bütün yabancıları yakarak, işkenceyle veya hapiste öldürmek serbesttir. Yabancıların birbirlerini öldürmelerine, sömürmelerine ve işkence etmelerine de karışmazlar. Yeter ki, asli unsura halel gelmesin..
Batıda, ABD’de olduğu gibi demokrasi de yoktur. Türkiye’ye nazaran bir tane bile lâik devlet yoktur. Örneğin bütün Avrupa da “milli dil” dışında, parklar ve bahçeler dâhil asla başka bir dil konuşulamaz. Avrupa’ya gidecekler önce dil kursuna gitmek zorundadırlar.
AMMA LAKİN!... Bize göre Amerika ve AB, aşırı milliyetçi, şoven, dindar ve anti-lâik (gerici, mürteci ve yobaz) olduğundan, dünya nüfusunun üçte ikisini sömürür, milletleri diledikleri gibi böler-ayırır, birleştirir-üleştir, insanlar ve halkların kaderleriyle diledikleri gibi oyun oynarlar. AB konseyi insan hakları komiseri Alman T. Hammarberg “Ne mutlu Türk’ üm diyene” demeyi ayrımcılık olarak niteler. Buna Türkiye’deki it’ler çok sevinirler!. İşte, Kürt sorunu, Alevi sorunu ve dersim isyanını bastırma yerine “katliam” diyenler bunlardandır.
NİÇİN?.. İliklerine kadar sömürdükleri, kaderleriyle oynadıkları, böldükleri ve parça-parça ettikleri devletlerde hak, adalet ve hukuk olmadığı için. Tıpkı Lord Curzon’un Lozan da İsmet’e dediği gibi, şimdi kuduz it’ler ürümekte, kuzgun leşe çullanmakta, kervan acizlik ve şaşkınlık içinde bocalamaktadır. Oysa Türk devlet-millet geleneği: Kul hakkı, adalet ahlâkı, fazilet derecesinde Cumhuriyet ve tam demokrasi; Sorun bunların tebahur etmiş olmasıdır.
Bu gelenek 27 Mayıs isyanıyla çökertilmiş; Yürürlükten kaldırılan Atatürk anayasası ile Milli devlet ve milli siyaset çökertilmiştir. İmar-inşa, “Temiz Eller” ile mümkündür.
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 113

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

TÜRKİYE ANALİZİ

 
Analiz, kimilerine göre ‘Türkiye’nin yakın gelecekteki suluboya resmidir.’ Bu nedenle analizi bilgilerinize sunmak ve sizlerle paylamak istedim.
İşte: LE MONDE Türkiye Muhabiri Guillaume Perrier’den; Türkiye analizi!
“Türkiye, son ve büyük bir hesaplaşmaya doğru gidiyor.
Bu ülke korkulduğu gibi, ırka ya da dine dayalı bir bölünme yaşamadı. Daha korkunç ve daha temel bir bölünmeye gidiyor. Cumhuriyet boyunca süren “kültürel bölünme”.
Bu artık iyice keskinleşti.
Bir yanda; ayakkabılarını sokak kapısı önünde çıkaran, kadınları başı örtülü, erkekleri sokağa pijamayla da çıkabilen, erkek çocukları kahveye giden, kız çocukları tam bir baskı altında yasayan, türkü ile arabesk arası bir müzikten hoşlanan, futbol izleyen, belki de hiç kitap okumamış, hiç dans etmemiş, hiç kari koca birlikte yemeğe gitmemiş, hiç tiyatro seyretmemiş, iyi eğitim alamamış, dini inançları kuvvetli, kalabalık, bir kitle var.
Diğer yanda ise; kız lisesi-Kolej yelpazesinde eğitim görmüş, en azından bir düğün salonunda ya da kolej partisinde dans etmiş, sinemaya giden, çok fazla olmasa da kitap okuyan, müzik zevki pop şarkılarla, klasik müzik arasında dolaşan, evi nispeten daha zevkli döşenmiş, kızlarının flörtüne göz yuman, Kadınları modern görünümlü, şarabın kalitesinden pek anlamasa da, kadın erkek bir arada içki içebilen, gazetelere bakan, magazin haberlerini izleyen, kendisini birinci gruba kıyasla çok gelişmiş hisseden, entelektüel düzeyi çok yüksek olmasa da, batı standartlarına yakın bir grup var.
Bu iki grubun yaşam tarzı birbirinden kopuk.
Onları, Batı’daki sınıflar arasında ortak zevk alanları yaratan, müzik, resim, heykel tiyatro ve sanat gibi, birleştirici kültürel zeminler yok.
Hayatları, zevkleri, inanışları birbirinden çok farklı. Hattâ birbirine düşmanca.
Birinci grup Cumhuriyet boyunca horlanmış, aşağılanmış, itilip kakılmış.
Şimdi bu grup siyasal olarak örgütlendi.
Kalabalıklar ve her seçimi kazanacak siyasi bir güçleri var artık.
İkinci grup ise azınlıkta.
Ve artık bir daha secim kazanma ihtimalleri yok. Bu noktada da tarihi bir paradoks ortaya çıkıyor.
Daha Batılı olan “ikinci grup”, Batı’nın siyasi değerlerini kabul ederse, bir daha asla iktidarı ele geçiremeyeceğini bildiği için, git gide Batı’ya ve Batı’nın demokratik değerlerine düşman oluyor.
Yaşam tarzı olarak Batı’ya düşman olan birinci kesim ise, iktidarı ancak Batı’nın kriterlerini kabul ederek ele geçirebileceğini bildiği için, Batı’yla ilişkileri geliştirmek ve demokrasiyi kabullenmek istiyor.
Bu kültürel parçalanmada “ordu” önemli bir role sahip,
Eğer, birinci grubu desteklerse ve batı’nın demokrasisi burada kabul görürse, ordu da iktidarını kaybedecek.
Aslında birinci grubun çocuklarından oluşan ordu, kendi iktidarını sürdürebilmek için, kendisine benzemeyen ikinci grupla işbirliği yapıyor. Bir anlamda kendi köklerine ihanet ediyor. Bu iki grup, siyasi iktidar için son kez çarpışmak üzere hareketlenmiş gözüküyorlar.
Birinci grup ekonomik olarak da güçlü artık, Anadolu’da üretim yapıyor, malini diş dünyaya satıyor. Para kazanıyor. Siyasi örgütünü destekliyor.
İkinci grup ise parasal olarak da kuvvetli değil artık. Mevcut iktidarın da baskısıyla giderek ekonomik kazançlarını kaybediyor.
Dış dünyayla iş yapan, dışarıdan borçlanan büyük burjuvazi, Türkiye’nin ancak demokrasiyle normalleşebileceğine inanan entelektüel kesim.
Devletin yapısının değişmesi ve dünyayla bütünleşmesi gerektiğini düşünen bir grup bürokrat, birinci grubun destekçileri.
 “Yargı, ordu ve bürokrasinin önemli bir kısmı, ikinci grubun arkasında.
Bu İkinci grup, siyasetle demokrasiyle, iktidarı elinde tutmasının mümkün olmadığını kavradığından, şimdi siyaset ve demokrasi dışında bir çözüm peşinde!
Mevcut Cumhurbaşkanı’nın seçimi; kavganın keskinliğini ve iki tarafın niyetlerini açıkça ortaya koydu.
Ordu destekli ikinci grup artık seçim de istemiyor.
Ve darbe söylentileri gittikçe artıyor. Cuntalardan söz ediliyor.
Peki, darbe olursa ne olur ?
Yaşam tarzı Batı’ya daha yakın olan ikinci grup, orduyla birlikte iktidara gelir. Fakat, Batı’nın desteğini kaybeder. Avrupa buna kesinlikle karşı çıkar. Amerika her zamanki pragmatizmiyle, Kuzey Irak ve Ortadoğu politikalarını, desteklemesi karşılığında darbeyi kabullenebilir aslında.
Ama Amerika’nın önünde de ciddi engel var.
“Demokrasi getireceğim” diye Irak’ı işgal eden bir ülke, dünyaya ve kendi kamuoyuna Türkiye’deki “darbeyi” niye desteklediğini açıklayamaz. Ve Irak faciasından sonra ikinci bir “zorlamayı” gerçekleştirecek gücü yok. İstese de istemese de darbeye karşı çıkacak. Silahını ve parasını Batı’dan alan bir ordu ve ülke, Batı’dan koptuğunda ne yapacak? Sanırım uzun zamandır bunu düşünüyorlar ve korkarım bunun cevabını buldular.
Türkiye’de darbe olursa! Dünya, tarihte bugüne kadar hiç gerçekleşmemiş, yeni bir oluşumla karşılaşacak. Türkiye, olası bir darbeden sonra, Rusya ve Iranla ortaklık kurmak isteyecek. Silahı, enerjiyi ve parayı bu iki ülkeden alacak. Rusya’yla Iran‘ın elindeki doğal gaz, petrol ve nükleer güç, Türkiye’yi ayakta tutmaya yeter.
Ama Rusya-Türkiye- Iran bloku. Dünyanın bütün dengelerini değiştirir.
Ortadoğu’nun kontrolünü tümüyle ele geçirir. Avrupa’yı küçük kıtasına hapseder.
Kafkasları, Afganistan’ı, Pakistan’ı kendi gücüne katar. Müslüman dünyayla yakın bir ilişki kurar. Petrol kaynaklarına egemen olur. Çin’le işbirliği yapabilir.
Bu gelişme, Avrupa, Amerika ve biraz da Japonya’dan oluşan “Batı” nın, dünyadaki etkinliğini inanılmaz bir bicimde azaltır.
Yeni blok asker, enerji ve para acısından çok güçlenir.
Böylece, Türkiye’deki çatlama dünyada büyük bir çatlamaya yol açar.
Eğer Üçüncü Dünya Savaşı çıkacaksa, sanırım, bu çatlamadan çıkar.
“Asla böyle bir şey olmaz” diyebilirsiniz.
Niye olmayacağına dair elinizde çok kuvvetli veriler varsa, söyleyin.
Ama, ya olursa... ki.... bana çok mümkün geliyor.
O zaman ne yapacaksınız ?
Bugün Türkiye’de kamplaşan ve bölünen insanların da...
Türkiye’yi Avrupa dışına itmeye çalışan, Eski bir imparatorluk olmanın bir yanıyla; çok görkemli, bir yanıyla; çok zayıf mirasına sahip olan bir ülkeye küstahça davranan,  işbirliği yerine “başöğretmenlik” yapmaya kalkan Avrupa’nın da... Türkiye politikasında “ikili” oynayıp, kurnazlık ettiğini sanan Amerika’nın da... Bu senaryoyu bir düşünmesini isterim doğrusu.
Türkiye’de yaklaştığı görülen kanlı bir çatışmanın,  bütün dünyayı yakması sandığınız kadar uzak bir ihtimal değil.
04 Ekim 2010 Pazartesi
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

 
 
 

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 114

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

ULUS (MİLLET) BİLMEK İSTİYOR

 
Almanya ve Fransa’nın aleyhimizde gelişen aleni tavrı, Hollanda, Yunanistan ve diğer bazı ortakların düşmanca kalkışmalarına rağmen hükümet AB sürecini hızlandırmakta ısrarlı.
ABD’de öteden beri Yahudi, Ermeni ve Rum-Yunan lobi ve diyasporaları tarafından ısrarla sürdürülen zincire şimdi Kanada da katıldı. Üstelik, hem “sözde soykırımın” kabul edilmesi ve hem de “Alevilerin İslâm dışı bir topluluk ve azınlık” olması dayatılıyor. Bunun yanı sıra; Yaklaşık bir asırdır devam eden bir Kürt (aslında Ermeni) devleti furyası var.
Ülkemiz aleyhine sistematik periyotlarla sıkça düzenlenen, ısrarla, inatla ve düşmanca sürdürülen bu ve benzeri sözde sivil inisiyatif, kampanya ve komplolar karşısında hükümetin çok daha duyarlı davranması, hassasiyet göstermesi ve (Kerkük’te olduğu gibi değil) “doğal kırmızı çizgilerin” her ne pahasına olursa olsun korunması beklenirdi. En azından, hukuk-u düvelin mütekabiliyet hükümlerinin işletilmesi bir haktır? Olmadı, mukabele-i bilmisil... Türkiye Cumhuriyeti olmak budur. Şu halde izlenen yol hatadır, tarihi yanılgıdır, gaflet ve dalâlet içinde olmakla birdir. Kaldı ki, 1963 Ankara antlaşmasından günümüze; AB’nin asla bir medeniyet projesi olmadığı; Emperyalist partnerlerin bir araya gelerek birliği küresel sömürünün iğrenç bir aracı olarak kullandığı; İnsan hakları, adalet, hak, hukuk, demokrasi ve barış söylemlerinin yalan ve sanal olduğu; Türkiye’nin asla tam üye sıfatıyla bu kulübe alınmayacağı ve sadece “kayıtsız-şartsız” müstemleke (sömürülen ülke-manda) misal bir statü çerçevesinde düşünüldüğü; Bunu kolaylaştırmak için ABD’nin BOP ve BİP projeleri muvacehesinde bölünmek ve parçalanmak istendiği, iyice anlaşılmış ve ortaya çıkmıştır.
Allah korusun! dahili ve harici işbirlikçi (hain ve delâillerin kişisel çıkarları uğruna gaflet dalâlet ve hıyanet uykusu içinde olanların) bedhahların çabaları sonuçlansa bile; Batı uygarlığı ile (medeniyetinin değil; zira Avrupa kesinlikle bir medeniyet değildir) ortaklığın yegâne avantajı olan serbest dolaşım, serbest yerleşim, karşılıklı işbirliği, tam mütekabiliyet, entegrasyon ve ekonomik yardım gibi hayati unsurların gerçekleşmeyeceği bizzat kendileri tarafından da açıkça söylenmekte ve ilân edilmektedir.
Bunun yanı sıra: Türk Ordusunun (TSK) rehabilitasyonu (milli-manevi Kemalist ve Türkçü unsurlardan arındırılarak Avrupa’nın bekçisi durum ve konumuna indirgenmesi), ekonominin ise, kökü dışarıda mason-misyoner (ilâh-silâh ve ilâç tüccarlarına), kabalist-ateist-pagan paraya tapan, spekülâtif-sansasyonel, vurguncu-soyguncu-pahacı kesime teslimi; Türk milletinin, Jean Jack Rousseau’nun dediği gibi “kulluğa ve köleliğe alıştırılarak esaretin sevdirilmesi” madde ve manâ imtizacından soyutlanarak materyalist süjeler haline getirilmesi (buna bireyselleşme ve modernite demekteler); Hasılı, Atatürk ilkeleri, Türk İnkılâbı, Milli Mücadele Ruhu ve Milli kimliğin yok edilerek, “dünyanın en büyük ve tek medeniyeti” insanlık davası, eşitlik, adalet, hak, hukuk ve fazilet timsali olan şanlı tarihimizin beyinlerden kazınması ve milli hafızanın tümüyle silinmesi amaçlanmaktadır.
Bunu görmeyen kör, anlamayan cahil; Her şeye rağmen “AB” diye dayatan ve inatla diretenler ise, her halde provokatif unsurlar ve ajanlar olsa gerektir.
En vahimi ise; TCK 301. maddenin değiştirilerek Türk insanı ve milletine hakaretin serbest bırakılması. Bunu AB niye ister ? Elbette, ülkelerinde ve gümrük kapılarında yaptığı aşağılama, horlama, insanlık dışı muamele, hakaret ve tezyif yetmezmiş gibi, bir de yüzümüze karşı küfretmek için; Bir takım dönme, devşirme ve sabetayları bu istikamette kullanmak için. Başka ne olabilir ? Olsa olsa bir de, Türk tarihi, kimliği ve inancı ile alay etmek içindir.
Tıpkı zinanın suç olmaktan çıkartılması; İdamın kaldırılması; Hırsızlığa-yolsuzluğa, ekonomik suça ekonomik ceza; Suçluların-maznunların, failin korunup, haksız fiil, tecavüz ve tasalluta muhatap masum, mazlum ve mağdurların kendi kaderlerine terk edilmesi (CMUK) düzenlemesi; Tekelleşme ve tröstleşmesin önünün açılması; Haksız rekabet, fahiş fiyat, stok ekonomisi ve spekülâtörlük patlaması; Denetimin daraltılması; Kayıt ve kapsam dışılığın teşvik edilmesi; Vergide çifte ve çoklu standarda gidilmesi; Özelleştirmelerde peşkeş gibi. Aslında dahası var. Fakat, olay sadece bundan ibaret değil. Bakınız emarelere:
Türk milleti ve gençliğini bölmeye matuf sinsi cereyanlar hızla geliştiriliyor.
1980 öncesi baronlarınca tezgâhlandığı gibi Sağcılık-Solculuk, Alevilik-Sünnilik, Etnik-Dinsel ve dil ayrımcılığı, AB karşıtlığı-yandaşlığı, ABD karşıtlığı-yoldaşlığı, kapitalist-emperyalist, nasyonal-enternasyonal, dindar-dinsiz ve nihayet yumuşak Müslümanlık (!), sonra da gündeme taşınan Ortodoks İslâm tahrik ve teşvik ediliyor... Tam bir kepazelik.
Yani, Milli Devleti ortadan kaldırmak üzere Jeopolitik–stratejik–istihbari-psikolojik, asimetrik savaş, örtülü işgal ve kültür emperyalizmi yıkıcı faaliyetlerle desteklenerek; AB ve ABD tarafından tahkim ve ikame edilmek suretiyle sürüp gidiyor. Ermeni kaynaklı anarşi, terör ve tedhiş örgütünün ABD taşeronu olduğu en net biçimde ortaya çıkmadı mı ? Millete sorarlar: Farkında mısınız? Değilseniz, gaflet ve dalâlet içindesiniz demektir.
YASA ÇOK BİLİNÇ YOK: Hükümet, bütün bunlara rağmen yasa ve anayasa peşinde koşmakta. Oysa, ülkemizin dört bir yanında anarşi-terör ve tedhiş kol geziyor. İstanbul, Ulus ve Diyarbakır sabotajlarında görüldüğü ve TSK tarafından katillerin inlerinde bulunduğu gibi; Memlekete bir orduyu donatacak kadar tonlarca (her türden, çoğu asker ve Poliste bile bulunmayan kalitede) ateşli silâh, TNT kalıbı, C4 patlayıcı, mühimmat, mayın ve bombalar sokulmuş durumda. AB’den ! yayın yapan Rojtv yöneticileri lüks villa malikleri olarak Anadolu’da yakalanıyor. Emniyet felç, genel güvenlik dumura uğramış vaziyette. Vatandaşların araçları yakılıyor, canları ve malları tehdit altında. Kalabalık yerlerde şüpheli paketlerden geçilmiyor. Ve, tabii ki ulus/millet/vatandaş soruyor: Devlet yok mu ?.. Eğer varsa, bunca tehdit, tehlike ve tecavüz neden ? İçişleri Bakanlığı sınırlara, Maliye Bakanlığı gümrüklere, sahil koruma denize, polis ve jandarma görev alanına hakim-sahip değil mi nedir ? Köy ve Mahalle Muhtarından başlayıp MİT’e kadar giden bilgi toplama-derleme-değerlendirme ve devleti uyarma kurumları ne iş yapar? İşini yapamayanlar niçin defedilmez?
Yasal boşluk desen yok. Lâkin Hükümet yasalarla meşgul. Çünkü AB öyle istiyor.
Oysa, sadece “bilimin yokluğunda” yasa, “bilincin yokluğunda” ise anayasa gereklidir.
Bilinçsiz toplumlarda Anayasalar da, çok kapsamlı, ciddi ve önemli bir sorundur.
Üstüne üstlük Türkiye, bir taraftan da bu sorunu yaşamaktadır.
Oysa bilim evrenseldir. Namuslu-dürüst, ilkeli-onurlu ve sorumlu “milli” bir hükümet, AB’de sahip olunan “uygarlık değerlerini” (endüstri, teknoloji, bilim, fen) milletimize teşmil etmek için illâ AB’ye katılmak ve ABD’ye stratejik ortak olmak zorunda mıdır?
Elbette hayır.
Sözün özü yine Gazi Mustafa Kemâl ATATÜRK tarafından söylenmiş. Bakın:
“Bir devletin istinat ettiği/dayandığı esaslar ‘istiklâl ve kayıtsız şartsız milli hakimiyet’ den ibarettir. İstiklali tam (bağımsız) denildiği zaman, bittabi ‘siyasi-mali-iktisadi-adli-askeri-harsi (kültürel) ve ilâahir, her hususta istiklâli tam ve serbesti tam demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde istiklâlden mahrumiyet, millet ve memleketin manâyı hakikisiyle bütün istiklâlinden mahrumiyet demektir. Siyasi-askeri muzafferiyetler (zaferler) ne kadar büyük olurlarsa olsunlar, iktisadi muzafferiyetler (zaferler) ile tezvic (tamamlama-bütünleme-tahkim) edilmezlerse, (taçlandırılmazlarsa) kazanılan zaferler asla payidar olamaz.
SONUÇ: Yasa çok. Yenisine ihtiyaç yok. Amma bilinç yok. Sürekli bilinç kaybı var.
ULUS BİLMEK İSTER: Devlet varsa, (ki, var) öyleyse bunca sorun neden ? Bütün organ, kişi, kurum ve kuruluşları ile “milli devlet” ve hükümetlerin asli görevi: Yeni sorunlar yaratmak yerine, mevcut sorunları çözümlemek-halletmek, İnsan’a insanca bir yaşam ortamı sağlamak değil midir ? Hani ne demiş atalarımız: İnsanı “insanca” yaşat ki, devlet yaşasın.
UNUTMAYINIZ ! Devlet ve Millet adına yönetim sorumluluğunu üstlenen hükümet ve emrindeki bürokrasi; Adaletle hükmetmek, refahı tabana yaymak, sorunları ‘hakkaniyet ve hukuk” çerçevesinde çözmek, eşitlik ilkesine mutlaka riayet etmek, mal ve can güvenliğini en ileri düzeyde sağlamak; Devletin istiklâl, hakimiyet-özgürlük, birlik ve bütünlüğünü ilke, onur ve erdemle korumak ve ülkede mütecanis (uyumlu-barış ve huzur içinde) bir yaşamı mümkün kılmak zorundadır. Eğer, ülkede bunlar yoksa; Hükümet “niçin” vardır?
Bilmek gerek!
YAŞAM ÇOK DEĞERLİDİR VE YÜREĞİN İKİ VURUŞU ARASINDAKİ SÜREDİR.
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 115

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

VATİKAN'IN KÜRTLERİ

 
Ülkemizde Türk vatandaşı olarak yaşamını sürdüren ve fakat kendini “Kürt”, özellikle de “Alevi Kürt” olarak tanımlayan sayıları on binlere varan kişinin, aslında Ermeni ve Rum dönmesi olduğu artık bilinmektedir. Bu kesimin karakteristik özelliği bilhassa manevi değer ve “Milli Devlet” fikrine karşı olmaları ve PKK'ya kol-kanat germeleri, akla gelen her türlü nam altında yardım ve yataklık faaliyetinde bulunmalarıdır.
Mustafa Kemâl Atatürk tarafından “dahili bedhah” (gizli düşman) olarak tanımlanan iç mihraklar işte bunlardır. Bunların bir dış bağlantıları ve “Vatikan” dahil bütün Hıristiyan ülke ve devletlerinde iştirakçi, destekçi, finansör ve işbirlikçileri vardır. Şimdilerde AB’nin her köşe bucağından fışkıran bu kesim de “harici bedhahlar” dır. Şimdi bazı örneklere bakalım:
VATİKAN'IN KÜRTLERİ !
Aslında Vatikan’da Kürt falan yoktur. Tıpkı içerde olduğu gibi kendilerini bu lâfz ile açıklayan ve tanımlayan sinsi düşmanlar, dönmeler ve bunların uzantıları-piyonları vardır. İşte onlardan biri; Vatikan Kürtleri (!) PKK'ya kol-kanat gerdiler. Nasıl mı ? Buyurun bakalım:
Terörist başı, bebek katili Apdullah Öcalan 1996'da Papa 2. Jean Paul'a çok özel bir mektup göndererek, "Ben Hıristiyanlığa Müslümanlıktan daha yakınım. Türkler Anadolu'daki Hıristiyanlığı yıkmış kişilerdir" diyerek yardım istedi.
Papa ise, "Kürt halkının trajedisini asla sessizlik içinde geçiştiremeyiz" cevabını verdi.
Vatikan'ın Adalet Bakanı konumundaki görevlisi Kardinal Renato Raffaele Martino, ise, Ekim 2007 tarihinde Türkiye ile Irak arasındaki sorunun çözümüne ilişkin önerilerini dile getirdiği bir açıklamasında, Kürtler için ayrı bir devlet imasında bulunmakta idi. Martino’nun "Vatikan, Irak-Türkiye arasındaki sorunun, kısa sürede barışçıl biçimde çözümlenmesinden yanadır. Çözümde Kürt halkının (!) ihtiyaçları da dikkate alınmalıdır. Zira Kürtlerin durumu dünyada eşi benzeri olmayan bir nitelik taşımaktadır: Ortada bir halk var, (?) ama bu halka tekabül eden bir devlet yok" şeklindeki sözleri, Vatikan'ın öteden beri Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne karşı terör örgütü PKK'yı destekler nitelikteki politikalarının bir yansımasıydı kuşkusuz. Zira, “Ortada bir halk var, (?) ama bu halka tekabül eden bir devlet yok” biçiminde ki sözler; Alenen TC Devletinin iç işlerine suiniyetle müdahale, tahrik ve düşman unsurları teşvik niteliği arz etmektedir.
BU BEYANIN TÜRK DIŞİŞLERİ TARAFIN
Türkiye'nin baskıları sonunda Suriye'den çıkmak zorunda kalan terörist başı Öcalan, İtalya'ya gittiğinde Vatikan, hem terör örgütüne hem de terör örgütünün başı bebek katiline sahip çıkarak bu desteğinin en somut örneğini sergiliyordu. Hürriyet Gazetesi'nin, 22 Kasım 1998 tarihli "Vatikan'dan teröre destek" başlıklı haberinde şu ifadelere yer veriliyordu:
"Katolik dünyasının ruhani merkezi olan Vatikan, Apo'ya sığınma hakkı verilmesine taraftar olduğunu bildirdi. (Sözde) Kürt (!) sorununun yalnızca Türkiye ve İtalya arasında bir mesele olarak görülmemesi gerektiğine dikkat çeken Kardinal, bu sorunun bütün Avrupa'yı ilgilendiren uluslararası bir konu olduğunu vurguladı. Vatikan (Papalık) bunun da ötesinde, Kürtçü ayrılıkçılığı kışkırtacak bir tavır sergiliyor. Doğu Kiliseleri Topluluğu sorumlusu Kardinal Achille Silvestrini, Kilisenin Kürt toplumunun ulusal kimlik kazanmasına sempatiyle baktığını hatırlattı."
Şimdi sormak gerekir: Bölücü, tarafgir ve tedhiş örgütü yanlısı tavrı ile dünya barışına darbe vuran bu papalık (katı-fanatik din devleti) nasıl muhatap alınır, neden kınanmaz ve halâ niçin Türkiye Temsilciliği açık tutulur. Dahası “dinler arası diyalog” konusunda niçin Papalık (babalık) ile işbirliği yapılır?
DİRENİŞ HAKKI !..
Vatikan'ın terör örgütüne ve onun katil başına verdiği desteğin, "dini" referansı sözde “Kurtuluş Teolojisi”dir. Misyoner çevrelere yıkıcı, bölücü ve ayrılıkçı akımlara destek vermek konusunda meşruiyet tanıyan bu teolojiyi, Papa VI. Paul'un sözleriyle anlatmak gerekiyor: Papa şöyle diyor: "Bir halk barışçı direnişin hiçbir yarar sağlamadığı şekilde baskı altındaysa ve başka hiçbir barışçı direniş olanağı kalmamışsa, o zaman en son ihtimal olarak şiddetin kullanılabileceği direniş hakkı vardır."
PAPA'YA MEKTUP:
Roma'da bulunduğu zaman içerisinde kiliseler tarafından sahip çıkılan terörist başı Öcalan'ın Papa' ya yazdığı iki ayrı mektup var. Papa 2. Jean Paul' ün papalığı döneminde yazılan mektupta terörist başı, "Ben Hıristiyanlığa Müslümanlıktan daha yakınım. Türkler Anadolu' da ki Hıristiyanlığı yıkmış kişilerdir. Bize yardımcı olun" diyerek yardım istemiş, Vatikan da bunun üzerine bazı girişimlerde bulunmuştu.
Bu ifade aynı zamanda bir itiraf mıdır, değil midir?
Şimdi, lütfen hatırlayınız: Başta Vatikan'daki yazılı ve görsel medya olmak üzere AB ülkelerindeki tüm yayın organları, mektubun yazıldığı 1996 tarihinden itibaren Türkiye' de TSK'ya karşı saldırgan bir tutum izlemeye başladı mı, başlamadı mı?  Bilhassa Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK) yapısı ile “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi” konusunda baskı ve dayatmalar oldu mu, olmadı mı?  İşin en ilginç ve enteresan tarafı da Türkiye'ye karşı başlatılan karalama kampanyasını yürüten ise bizzat bugünkü Papa idi. Papa 2. Jean Paul Ocak 1998'de diplomatik bir dille şu göndermeyi yapıyordu:
ETNİK AYRIŞTIRMA:
"İçinde bulunduğumuz günlerde herkesin dikkatini çeken ‘Kürt halkının trajedisini’ sessizlik içinde seyirci kalarak geçiştiremeyiz. Olağanüstü durumlarda mültecilere yönelik acil merhamet arzusu; Onların (sözde Kürtlerin) güvenli ve kabul edilebilir hayat şartları isteyen milyonlarca kardeşinin arayışını unutmamıza neden olmamalıdır."
Şimdi sorulur: Müslüman sıfatıyla Türkiye Cumhuriyetinin asli-esas kurucu unsuru olan; Soyda ve boyda bir Kürt kardeşlerimize “merhamet duyguları içinde” karşı kin, nefret ve düşmanlık hisleri (tefrika) aşılama çabası içinde olan bu papa ve Vatikan; Acaba onların bütün Türk halkı ile aynı hakları, en rahat ve özgür biçimde kullandığından; Türkiye da kain Ermeni, Rum ve Yahudi (gayrimüslim) azınlıklar dahil; Batı Trakya ve emsalleri ile kıyaslandığında en ileri düzeyde hak, hukuk, güvenlik ve huzura sahip bulunduklarından haberdar mıdır acaba.
Dahası, bu papalar Srebrenica soykırımı sırasında ne iş görürlerdi ?
Ondan öncesi, Kıbrıs katliam ve soykırımlarına neden müdahil olmadılar ?
Ermenistan’ın Karabağ da sergilediği vahşet ve soykırımı neden görmezler ?
Çeçenistan da tam 480 yıldır süregelen insanlık dışı kin-kan katliam ve soykırımı niçin durdurmaya çalışmazlar? Düpedüz yalan-dolanla işgal edilen Irakta kadın erkek demeden her kese tecavüz eden, yaklaşık bir milyon kişinin kanına giren, canına kast eden ABD’ye niçin karşı çıkmazlar da haçlı ruhu ile jenosit yapan evanjelistlere arka çıkarlar?
Prof. Dr. Nadim Macit'e göre, "arayış" tan bahseden Papa, her nedense bu coğrafyayı etnik ayrışma üzerinden parçalayan, çatışma hatları ve kanlı sınırlar oluşturan emperyalist Batılı devletlerden hiç bahsetmiyordu.
PROF. DR. ERKAL, CARİTAS'A DİKKAT ÇEKTİ:
Konu hakkında Aydınlar Ocağı Genel Başkanı Prof. Dr. Mustafa Erkal "Misyonerlik, zannedildiğinden farklı olarak siyasi hedefler gütmektedir" diyor. Misyonerliğin Anadolu'da Türk kimliğini ve milli devleti hedef aldığını söyleyen Erkal'a göre, siyasi ve dini boyutlu misyonerlik hareketleri yeni bir "Haçlı Saldırısı" olarak tanımlanmalı.
Yeni Dünya Düzeni aldatmacası ile bütün insanlık alemini tehdit eden; Başta İlâh (din tüccarlığı) Silâh ve İlâç tacirlerinin emperyalist emellerine niçin engel olmayı düşünmezler. Bu konuda açıklamalarını sürdüren ve; Misyonerlerin, her tür insani duyguları istismar ederek ve kullanarak Hıristiyanlık propagandası yaptığını belirten Erkal, misyonerlerin asıl amacının "Mutlak Hıristiyanlaştırma" olmadığına da özellikle dikkat çekiyor. Erkal, "Önemli olan, insanları toplumuna ve kültürüne yabancılaştırma, milli-ilmi ve manevi değerlerini aşağılama, yozlaştırma, vatandaşlık ve milli kimliği aşındırma ve maddi yönden tatmin etmektir.”
MİSYONERLİK :
Genellikle misyonerler şahitlik kelimesini kullanmaktadırlar.
Sözde kardeşlik adı altında ve dikkat çekmemek için 'İsa Müslümanları' yaratılmak istenmektedir" görüşünü dile getiriyor ve Vatikan bağlantılı Caritas isimli örgüte özellikle ve bilhassa dikkat çekiyor. “Caritas'ın adı ilk kez 17 Ağustos 1999 yılında yaşanan büyük Marmara felaketinden sonra duyuldu. İnsani yardım adı altında İncil dağıttıkları öğrenilen bazı grupların, deprem nedeniyle kimsesiz kalan çocuklara da "sahip çıktıklarını" hatta yurt dışına götürdükleri iddia edildi. Afet bölgesine gönüllüleriyle gelen sivil toplum örgütleri ve yardım kuruluşlarının belki de en önemlilerinden biri Caritas'tı.”
1897 yılında Almanya'nın Freiburg kentinde Katolik bir insani yardım örgütü ! olarak kurulan Caritas, pek çok ülkede aynı adla bağımsız yardım kuruluşları açmaya başladı. 1951 yılında papalığın öncülüğünde bir araya gelen 154 Katolik kuruluşu Caritas İnternationalis adıyla bir konfederasyon şekline dönüştü ve örgüt bütünüyle papanın emrine girdi.
Merkezi Vatikan'da Papalık sarayının içinde olan Caritas'ın başkanı, 1999 tarihinde bu göreve seçilen ve daha önce de Caritas Ortadoğu ve Caritas Lübnan'ın başkanlığını yürüten Yohana Fuad El Haci. Bu gün yüz binlerce misyoneriyle 198 ülkede faaliyet gösteren Caritas' ın Türkiye'deki Vatikan Büyükelçiliği nezdinde Caritas Üniteleri Müdürlüğü'nü yürüten kişi ise geçtiğimiz günlerde İzmir'de bıçaklı saldırıya uğrayan Rahip Adriano Franchini idi.
MİSYONERLER ÖCALAN İLE AYNI DİLİ KULLANIYOR :
Türkiye'de Hıristiyan misyoner örgütlerin temsilcileri özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu'ya ziyaretlerde bulunarak oradaki halkla iletişim kurmaya çalışmaktadırlar. Yakın dönemde Milli Güvenlik Kurulu'na sunulan bir raporda, Güneydoğu Anadolu Bölgesi'ne son bir yılda gelen ziyaretçilerin sayısının son 15 yıldaki ziyaretçiler kadar olduğu ve Türkiye'ye yönelik bu hareketlerin hepsinin belli bir merkezden (Papalık ve AB’den) yönlendirildiğinin anlaşıldığı belirtiliyordu.
Bu zaman zarfında tırmanan anarşi, terör ve tedhiş hareketleri de, yoğunlaşan bu ilgi ve alânın doğal sonucu olsa gerektir. Bu arada, Karen Fog’un mektupları, mesajları ve menfur faaliyetlerini de bu bağlamda hatırlamak gerekir. Tabii ki, İnsan hakları, demokratikleşme ve açık toplum adına “küresel emperyalizm ve vahşi kapitalizme” ortam hazırlama gayretlerini sürdüren Soros’u da unutmamak gerek.
Analize devam edelim: Terörist başının mektuplardaki sözleriyle, Türkiye'de misyonerlik faaliyetini sürdüren kişilerin sözlerinin birebir örtüştüğüne dikkat çeken Prof. Dr. Nadim Macit, şunları söylüyor:
"Ülkemizde misyonerlik yapan kişiler şöyle derler:
‘Türkiye Devleti, Kürtler üzerinde baskı yapmaktadır.
Geçmişte Ermeniler, Süryaniler, Rumlar üzerinde soykırımı faaliyeti yaptılar.
Bunun benzerini şimdi Kürtlere yapmaktadırlar.
Türkiye Devleti, soykırımını sürdürmektedir.
Birçok masum Kürt kimliğini ve hakkını istemesinden dolayı öldürülmektedir.'
İki metin arasındaki benzerlik, bize, terör örgütünün gerçek yüzünü ve ilâh ticareti bağlamında vizyona konulan kutsal sürümünü yeterince tanımlamaktadır.
Acaba, hiç düşündünüz mü?
Batılı devletler (AB) ve kiliseler niçin PKK'yi destekliyorlar?
Bu sorunun açık ve net cevabı İtalyan Evanjelist Kiliseler Federasyonu Başkanı Domenico Maselli'nin şu sözünde gizlidir.
Maselli, der ki: “Varlıklarını kabul etmeyen beş devlet arasında bölünmüş saygın (!) (burada kendini Kürt olarak tanımlayan ve fakat aslında Ermeni, Rum ve Yahudi dönmelerinden müteşekkil potansiyel hain kitleler hedef kitle durumunda ve konumundadır) Kürt halkının yazgısına kayıtsız kalamayız.”
Gerçekten kalamazlar. Çünkü iki kutuplu dünya sisteminin çöküşünden sonra ortaya çıkan fiili durum, dünya dengelerini bozacak niteliktedir. Öyleyse Türkiye ile Türk dünyası arasında duvar örmek gerekir. İkisinin arasını tam anlamıyla kesmek için Ermenistan yetmez, bir de Kürdistan gerekiyor. Bütün mesele budur."
BUSH'LA 2003'TE ANTLAŞMA İMZALANDI :
Araştırmacı-Yazar Aytunç Altındal: "Teröristbaşının mektubundan sonra Papalığın Doğu Kiliseler Birliği Komisyonu'nun başı Achille Silvestrini bir açıklama yaparak Vatikan'ın PKK'yi ve onun başını desteklediğini belirtti. Rusya'da ise; Ortodoks Kilisesi'nin en hararetli taraftar ve savunucularından biri olan bir milletvekili bölücü başını Rusya'ya getirmek ve ona sığınma hakkı tanıtmak için var gücüyle çalıştı.
Bu milletvekili aynı zamanda gizli bir tarikatın üyesi idi.
Tarikatın adı, 'İstanbul Haçı'nın Egemen Askeri ve Hanedansal Tarikatı'idi.
Tarikatın başında yasal Bizans İmparatoru olduğu başta Rusya, ABD, İtalya, İngiltere ve Fransa mahkemeleri tarafından tevsik edilmiş olan Prens Henry Paleolog vardı.
İşte bu tarikatın başı Almanya'da PKK örgütüne destek veriyordu.
El altından dağıtılan bildirilerinde aynen şöyle yazıyordu: “Türkiye'de boyunduruk (esaret) altında yaşayan siz Kürtleri çok yakında bu barbar boyunduruğundan kurtaracağız."
PAPA'NIN MİSYONU :
Mektup ile birlikte Ortodoks Papa'nın, Evangelist Bush ile bir anlaşma yaptığını ve bu anlaşma çerçevesinde, başta Irak'ın kuzeyindeki Kürtler olmak üzere, tüm coğrafyada etnik ırkçılık yapan Kürt nüfusunu koruma misyonunu üstlendiğini ifade eden Altındal, şu noktalara da vurgu yapıyor:
"Papa ben 'Bush'u destekliyorum' diyor. Oysa ki Bush evangelist yani Protestan. Bush ile 2003 yılında yapılmış bir anlaşması var. Bu anlaşma, Irak'ta bir Katolik kilisesi kurulmasını öngörmektedir. Amaç, Irak'ın kuzeyindeki Kürtleri korumak ve Türkiye'deki Kürtlere yapılan baskıları yerinde tespit etmekti. Bu kilise kuruldu, 2003 yılından itibaren faaliyete geçti ve Kürtleri koruma görevi Papalığa verildi. Şimdi de BOP çerçevesinde Rusya'ya ve Çin'e karşı ABD'nin yollarını açmaya çalışıyor, açıkları bu yönde. Papa'nın misyonu bu."
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 116

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

VESAYETİ İLGA VE DİP DALGA

 
Bu güne kadar hiçbir düzen partisi ve sulta hükümeti “27 Mayıs’ın” üstüne gitmedi.
            Her gelen öncekini akladı. Lâğımlar beyaz sayfalarla örtüldü. Hortumcular ihya edildi.
            Cinayetler ‘faili meçhul’, gasp-batak ve hotumlar “kamu zararı” hanesine yazıldı.
Ta ki, Ergenekon’a kadar meclis ve yüce divan müthiş bir aklayıcı-paklayıcı oldu.        
            YASSIADA –ERGENEKON !...
            27 Mayıs cuntası “Yassı-ada duruşmalarını devlet radyosundan canlı olarak ve naklen yayınlandığı halde; mevcut ‘demokratik’ RTE sultası “NEDEN” Ergenekon duruşmalarını canlı, naklen ve kesintisiz olarak yayınlamıyor?
            O zamanlar hukuk yoktu. Şimdi hukukun tastamam, üstüne üstlük tarafsız ve bağımsız olduğu yazılıp söyleniyor. Peki, bu adalet ve hukuk nerede, naklen yayın niye yok ve Anayasa hükümlerine rağmen; Her veçhesi suçtan müteşekkil bu “AÇILIM” da neyin nesi?       SENARYO GEREĞİ !...       
Kurgulanmış senaryo gereği milletin hali, kimyası ve iradesi; esnek, muğlâk ve kurnaz tuzaklarla donatılmış yasalarla itile-kakıla, ötelene-dışlana buralara geldi. Şimdi artık hiçbir şey halka sorulmuyor. Millet seçmiyor, seçilmiyor. Düzen’lenmiş yasalara uygun olarak sulta ve cuntanın önüne koyduğu listeleri oyluyor, oylamazsa cezalandırılmakla korkutuluyor.
Zaten, sosyolojik olarak millet büyük bir travma geçirmekte.
Her hususta insanları ürküten ağır bir korku, baskı ve tedirginlik hâkim vaziyette. .             
Kurumlar birbirinden, alt makam üst makamdan, memur amirden, amir memurdan,  vekil parti sahibinden, koca karı-karı kocasından, çocuk babasından, hâsılı herkes bir korku, panik ve stres içinde. İntiharlar korkutuyor, günde 15 kişi trafik kazalarına kurban gidiyor, suç türü ve oranları süratle artıyor. Zaten gergin olan toplum, bir de yeni açılımlarla geriliyor.     
VAHŞİ BATI SENDROMU
12 + 50 = 60 yılı mücavir erozyon, yozlaşma, sindirme, çürütme ve Türk Milleti ile ulu önder Mustafa Kemal ATATÜRK’ün şiddetle karşı çıktığı, illet ve nefret ettiği, menfur düşman, ezel-ebet hain, tefessüh etmiş “batı”ya, bataklığa yönelme sürecinin Lozan’dan beri “Türk ve İslâm düşmanlarınca” planlanan beklenir sonucu bu.
Şimdi, menfur AB ve ABD (Ermeni yalanlarından ötürü) Atatürk’ü katil ilân etmeye hazırlanıyor. Zaten, Ümraniye soruşturmasında kanıtlanan; Anarşi, terör-tedhiş, hırsızlık-yolsuzluk, yalan-talan, uyuşturucu ve insan ticareti, vergi dâhil her türlü kaçakçılık, alçaklık, ayırma-kayırma, sağ-sol, alevi-Sünni gibi bilumum kötülük-bölücülük hep bu güruhun toplum mühendisleri, Mason ve Siyonist mahfillerce hazırlanıp bilinçle uygulanan senaryolarıdır.
            Üstelik diz boyu yalan, iftira ve tefrikaya bulanmış kara, kirli alçak bir süreçle!... .
            ATATÜRK VE BATI
            AB köpekleri her söze ‘Büyük Atatürk’ün hedef gösterdiği muasır medeniyete ulaşma, aşma ve batılılaşma yolunda..” diye başlarlar. Bu külli yalan, uydurma ve iftiradır. Çünkü M. Kemal ATATÜRK, “insanlık düşmanı, kalleş, hırsız ve emperyalist” Batı’dan nefret eder. İşte O’nun s özde ‘Atatürkçü-Kemalist’ AB'cilere tekzip ve tokat gibi cevabı;
“Efendiler! Avrupa’nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve medenileşmesine karşılık Osmanlı tam tersine gerilemiş, düşüş vadisine yuvarlanadurmuştur. İşte o dönemde; vaziyeti düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yapmak, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi bir takım zihniyetler belirdi. Halbuki, hangi istiklâl vardır ki ecnebilerin nasihatleriyle, ecnebilerin planlarıyla yükselebilsin? Tarih, böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir! M. K. Atatürk  (TBMM, 6 Mart 1922)
NETİCEDE: Ülkemiz 27 Mayıs’tan bu yana vesayet, siyasi-fiili kuşatma ve abluka altındadır. Şimdilik bunu kırmanın tek ve son hukuki ve demokratik yolu sandıktır!...
Son çare: “ya AKP’ye karşı 'TEK PARTİ' olarak birleşmek” veya seçimde hiçbir parti’ ye oy vermemek şartıyla” bütün partileri sandığa gömerek Cumhuriyet’i kurtarmaktır.
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 117

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

YA HAKKINI VERİN, YA DA, O DİPLOMALARI YAKIN

 
Kendisini 'yasa bağımlısı' olarak tanımlayan Sayın Rektörüm ve on yıllık dava arkadaşım Galip Baran sordu: “Üniversite diploması, Türkiye’nin veya dünyanın en ünlü üniversitelerinin birinden alınmış olsa bile ne işe yarar?
Örneğin, senin gazetecilik, hukuk ve siyaset bilimi diplomaların ne işe yarıyor söyler misin?
Devam etti: O diplomalara rağmen çevreyi kirletiliyorsan, aşırı tüketiyorsan, trafik kurallarını çiğniyorsan, toplum sağlığına aykırı alışkanlıklar ediniyorsan, vergi kaçırıyorsan, rüşvet veriyorsan/alıyorsan, iş ahlakının korunması için çaba göstermiyorsan, milli servete zarar veriyorsan, imar yasasına aykırı işler yapıyorsan, her şeyi devletten bekliyorsan, yani kısaca, 'KIRMIZIDA GEÇİYORSAN' bir başka deyişle, YOLSUZLUK YAPIYORSAN?...
Benimkisi “Teknikerlik” diploması. Ama ben, KIRMZIDA GEÇMİYORUM, YOLSUZLUK YAPMIYORUM, üstelik KIRMIZIDA GEÇENİ, YOLSUZLUK YAPANI, “kırmızıda geçeni, anında , yüzüne karşı, utanmaktan başka bir tepki gösteremeyecek şekilde uyarma”yı öngören, SOSYAL YAPTIRIM olarak bilinen bir yöntemle uyarıyorum (uyardıklarımın arasında, her rütbeden polisler, her rütbeden askerler, avukatlar, hakimler ve savcılar var) uyardıklarına kendilerinin de başkalarını aynı yöntemle uyarmalarını öneriyorum, bana DELİ diyenler de var. Oysa ben sıradan bir YASA BAĞIMLISIYIM.
Sözünü şöyle bağladı: "Haydi gel şu bir işe yaramayan, YOLSUZLUK YAPMANI önleyemeyen DİPLOMALARNI Kızılay Meydanı’nda yak…"
Elbette (kendimi tenzih ederek) Üstat Galip Baran'a hak verdim. İtiraz edemedim.
Zira, (ben) her ne kadar 'kendimi bildim bileli' kırmızıda geçmiyor, mümkün olduğu kadar geçenleri uyarıyor, 'Kırmızıda Geçmek' in gerçekte ne anlama geldiğini yıllardır yazılarım, söylev, konferans ve demeçlerimle halka açıklıyor, anlatıyor ve "iyi insan-iyi, ilkeli-onurlu ve sorumlu vatandaş" konusunda her derece ve düzeyde büyük bir mücadele veriyorsam da;
Adına kinayeten 'BİLGİ ÇAĞI' denilen bu zamanda, ülkemin, insanımın ve dünyanın (sözde) en saygın üniversitelerinden diplomalı bilim (ilim değil!), politika (siyaset değil!.) Sivil Toplum Kuruluşu (gönüllü kuruluş değil; güdümlü kuruluş), memurin, hükümet ve devlet eşhasının;
"Edindiği diplomadan dolayı hicap duymadan, insanlıktan utanmadan, adalet ahlakı ve hukuka saygılı olmadan ve (bana göre) Allah'tan korkmadan, bizzat kendi ve kamu vicdanına karşı hiçbir onurluluk ve sorumluluk hissetmeden..."
Nitelikli dolandırıcılık, gasp, irtikap, ayırma-kayırma, rüşvet-suiistimal, görevi kötüye kullanma ve yolsuzluk yaptığını; Vergi kaçırdığını; İmar mevzuatını ihlal ettiğini; Çevreyi kirlettiğini; Halka yalan söylediğini; Sözünde durmadığını; Emanete hıyanet ettiğini; Küresel barışı tehdit, ozon tabakasını tahrip, dünyada savaş ve milletler arasında fesat çıkartma, vahşi kapitalizm ve insanlık düşmanı küresel emperyalizme alet olduklarını; KISACA: 'her fırsatta insanlığın KIRMIZI ÇİZGİLERİNİ ihlal ettiklerini gördükçe kahroluyor ve 'BİLGİ ÇAĞI'nın bilim ve insanlık düşmanı biçiminde tezahür eden uygarlığından utanç duyuyor!.., Dünyayı yaşanmaz hale getiren 'sorun' un "BENCİLLİK", kalıcı çözümünse "SENCİLLİK" olduğunu çok iyi biliyor; İnsanlığın bir an önce "BİLİÇ ÇAĞI" na geçiş yapabilmesini yürekten diliyorum.
Ama, kitlesel bir katılım ve anonim BİLİNÇ olmadan diplomama da kıyamıyorum!..
Bu yazıyı okuyan hukukçulara, mühendislere, akademisyenlere, devlet ve hükümet 'gişi'lerine soruyorum: Ne dersiniz? Siz de hak veriyor musunuz?
Veriyorsanız diplomanıza kıymaya hazır mısınız?
Yoksa, onun gibi "YASA BAĞIMLISI" olup DİPLOMACIKLARI kurtaralım mı?
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 118

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

YENİ BİR SİYASİ HAREKET Mİ!

ANAP’la D(y)P’nin birleşme ve bütünleşme çalışmalarının start alması nedeniyle 23 Temmuz 2009 Perşembe günü bir toplantı düzenlendi. Taraflar karşılıklı açıklamalar yaptılar. Böylece, siyaset tarihine ‘kara bir cehalet, Demokrat Parti’ye hakaret, nisyan ve garabet’ ten mürekkep bir belge daha düştü. Duyuru/davet anonsunda ‘kinayeten’ şu ifadeler yer almakta.
“ANAP ve DP 26 YILLIK AYRILIĞA SON VERİYOR”
D(y)P Başkanı Cindoruk: “Türkiye’nin uzun yıllar beklediği bir siyasi olayı gerçekleştiriyoruz” ve “yeni bir siyasi hareket ortaya çikariyoruz” dedi.
ANAP Başkanı Uzun’sa: “belirlenen tarihten önce bütünleşme süreci tamamlanacak”, “Türkiye’nin önüne yepyeni bir parti olarak çikacağiz”, “DP bütünleşmenin ismi olacak ve bütünleşilecek yapi haline dönüştürülecek” biçiminde konuştu. Sürece nazaran ilginç!..
ACAİP VE GARİP BİR DURUM!..
Gerçekte; Yargıtay Cumhuriyet Baş Savcılığı’na ANAP Genel Başkanlığı’nca teslim edilen 28 Mart 2006 tarih ve GES.005.04/1530 Sayılı resmi yazı, bildirim ve ekleri uyarıca:
1.Demokrat Parti’nin 08 Mart 2005 tarihli Olağanüstü Büyük Kongresinde, 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 109., 110 ve ilgili diğer maddeleri ile Tüzüğün 25. maddesi gereği “Aanavatan Partisi (ANAP) ile birleşmek üzere kapanma kararı verdiği,
2. Anavatan Partisi’nin 04.Haziran.2005 tarihli Olağanüstü Büyük Kongresinde ise; “Demokrat Parti’nin Anavatan Partisi’ne katılması ile ilgili olarak bilumum iş ve işlemlerin ifası hususunda M.K.Y.K.’nun tam yetkili ve görevli kılındığı,
3. 28 Aralık 2005 günü Erkan MUMCU Başkanlığında toplanan MKYK’nun 10 sayılı kararı ile bu hususun deruhte ve ikmal edilerek, DP-ANAP birleşme ve bütünleşmesinin fiilen, hukuken ve resmen tamamlandığı,
28 Mart 2006 günü Yargıtay Cumhuriyet Baş Savcılığı, İçişleri Bakanlığı ve Anayasa Mahkemesine verilen mezkür resmi yazı ve bildirimle “kesinlik” kazandığı ve durum DP dosyası, resmi evrak, kongre tutanakları, taraf beyanları ve basın bültenleri ile sabit olup fiilen gerçekleştiği (olup-bittiği, yaşandığı) halde!....
4. Bütün bu “ikmal edilmiş/tamamlanmış, tekemmül etmiş” hukuk ve ahlaka uygun usul ve prosedüre rağmen; Sırf bir hile-desise, düzen ve seçmeni aldatma, yanıltma ve 2007 seçimlerinde kullanma amacıyla Mehmet Ağar ile Erkan Mümcu arasında vaki 05-14 Mayıs 2007 tarihli: DYP’nin kanunsuz olarak DP adını edinmesi ile sonuçlanan sanal “birleşme bütünleşme” eyleminin mezkür partiler için hayali sükut ve hazimet nedeni olduğu; Dahası süreçte DP’nin tertemiz adı’nın kirli pazarlıklara alet edildiği, bilinen gerçeklerdendir.
Hani vaktiyle Aydın MENDERES, DP’ye ihanet ederken “Çarşıya kadar değil, pazara kadar değil, mezara kadar RP’liyim” demiş ve akabinde vahim bir kaza (felaket) ile malul ve tekerlekli sandalyaye mahkum olmuştu ya!.. İşte, ANAP ve D(y)P’de bu samimiyetsizlikleri, yahut art niyetli sahipleri yüzünden 7 yıldır mâkus bir tarih ve talihsizliği paylaşmaktadırlar..
Oysa, DYP., DP’den aldığı 30.12.2002 tarih ve 02.08/009 sayılı resmi çağrı ve ihtarnameyi ne çabuk unutmuş? DP’nin adını edindiği halde “Yeter!... Söz Milletindir” anlamına gelen amblemini niçin reddetmiş? Ve, Tüzük ve Programı’nı niçin “Kadim DP’nin dava, manâ ve misyonunu üstlenmemiştir?..
Bizden hatırlatması: Demokrat Parti, adalet ve hukuk gereği TC’nin De’Facto iktidarı, tek ‘hukuki ve meşru’ siyaset kurumu; Fiili durumdan dolayı 27 Mayıs mağduru ve mazlumu; hain bir isyan ve ihanetin maluldur. Vaki iade-i itibar, henüz hain ve kaatiller sorgulanmamış ve yargılanmamış olduğundan memnu ve muteber addolunamaz.
Neticede: DEMOKRAT PARTİ, Atatürk’ün vasiyeti, Demokrasi Şehitleri’nin emaneti “siyasette fazilet mücadelesinin” adı ve mabedidir. O’nunla oyun olmaz biline!..
Kaldı ki Demokrat Parti hukuken ANAP’ın yeddi, sorumluluk ve vesayeti altındadır.
Bu süreçte: 1993 “hırs, husumet, kapris ve taassup” tuzağına asla düşülmemelidir!...
Unutmayın !... "zülfiyare dokunmamak çok büyük dikkat, bilgi ve beka ister"
Dahası: Demokrat Parti'nin yolu: "tam dürüstlük, namuskarlık, adalet, hukuk ve demokrasi" yoludur. Bu yolda hırsıza, yolsuza, soysuza, anarşim ve terörizme yer yoktur"
(*) Mustafa Nevruz SINACI : Siyaset Bilimci-Hukukçu, 7. ve 9. dönem DP Genel Başkan Yardımcısı, Araştırmacı-Yazar,
BAK: http://www.mustafanevruzsinaci.blogspot.com/,

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 119

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 YİRMİ BİRİNCİ (21). YÜZYIL TÜRKİYE’Sİ VE KIBRIS

 
Tarih Temmuz 2006, masamda üç tip gazete var. Biri bizim gazeteler, milletin hür iradesini yansıtan, halka hakkıyla ve lâyıkıyla tercüman olan “ulusal ve yerel basın”. Manşetlerinde  “elveda Kıbrıs, elveda Kerkük” yazıları yer alıyor. Diğeri mevcut yönetimin sesi, hükümetin kuklası, “Rumlar köşeye sıkıştı”  diyor. Öbürü ise, mütareke basını nam medyadan çok renkli bir parça, daha doğrusu paçavra. “KIBRIS İŞİ TAMAM” diye (utanmadan) görkemli bir manşet atmış. Sayfadan adeta sevinç çığlıkları fışkırıyor. Sanki Türkiye’de yayınlanan To Vima...
 Çok garip bir tecelli. Tarih tekerrür ediyor. Yönetim uyuyor. 2000’lerin Türkiye’ si, 1900’lerin Osmanlı’sından farksız! Sanki birileri zaman tünelinden Osmanlı’nın Bab-ı Ali’sini alıp, günümüz Türkiye’sinin Başkent’ ine ışınlamış gibi !.. 2006’nın Başkent Ankara’sında, devleti yönetme sorumluluğunu üstlenen bir kısım sivil-asker, politik-acı, siyasetçi, bürokrat zevatın, bir “resmi”, bir de gayr-ı resmi görüşü var.
 Medyasında ise, Ali Kemaller ve isimsiz kahramanlar, vatan hainleri (dahili bedhahlar) ile Türkiye sevdalıları göğüs göğüse, kana kan, dişe diş mücadele veriyor. Bir taraf yalanla-talanla, deveyi hamuduyla yutup koşmakta, diğer taraf fazilet timsali.
Resmi görüş, bir kısım işbirlikçi, gafil ve ‘enternasyonallerin’ üstün çabaları ile 1963’de Ankara antlaşmasıyla başlayan, İhsan Sabri tarafından mamul “Annan Plânı” ile ivme kazanan ve gümrük birliği anlaşması kapsamında taviz üstüne taviz verilen bir sürecin devamı niteliğinde. Milletin sesini dinlemeyen, sözünü tutmayan, vaadini yerine getirmeyen, büyük Atatürk’ün vasiyetini görmeyen, görmezden gelen ve milli menfaatleri hiçe sayan “statüko”  bizim gazete’nin dediği gibi milli dava Kıbrıs ve tapulu mülkümüz Kerkük’ten (ABD ve AB istiyor diye) vazgeçmek eğiliminde.
Tıpkı “Abdülhamid Düşerken” filminde bütün çıplaklığı ile açıkça yansıtıldığı ve gözler önüne serildiği gibi!.. Devleti yönetenlerin ağzı başka konuşuyor... Kafalarının içindeyse bambaşka tilkiler dolaşıyor. İlişkiler, bağlantılar, millet den gizli verilen sözler ise bambaşka. Bazı ‘danışmanların’ hesabı ise çok daha farklı. Aslında kimsenin kimseye güveni kalmamış. Bu arada koltuğunu korumak isteyenler de, yabancı bir ülkenin başkentinden medet umuyor. 1900’lü yılların başında, Osmanlı hanedanı, tahtından düşürülüyordu. 2000’li yıllarda ise Atatürk, gönüllerdeki tahtan düşürülmek isteniyor. AB “fotoğraflarını da resmi dairelerden indirin”, “şu ulusalcılar da çok oldu, toparlayın atın içeri kerataları” diye talimat veriyor.
Yönetim angaje olmuş bir kere... Atatürk ilkeleri ve Türk İnkılâbı yolunda çizilen istikrarlı politikalardan ödün üzerine ödün veriliyor. Milletin sesini dinleyen yok. Hasılı, buna ‘resmi görüş’ demek de pek mümkün değil zaten. Ama, resmi makamları işgal edenlere göre; KKTC’yi ABD’ye ve Yunan’a –Rum’a teslim ediyoruz ve Başbakanımız ile Dışişleri Bakanımız bu konuda taviz yarışına giriyorlar.
Millete söylenen ise başka: Kıbrıs işi tamam. İzolasyonlar kalkacak, problem bitecek. 
Rumlara limanlar ve hava alanları açılacakmış ama izolasyonlar da kalkmalıymış!
Başımızda Kıbrıs’ın önemini, stratejik değerini, tarihi hak, evrensel hukuk ve Türk milleti’ne mutlak aidiyeti ile milli davanın ‘vazgeçilmezliğini’ kavrayamamış bir yönetim var. Dahası, adanın stratejik önem ve değerinin de farkında değiller.
Bu çerçevede milletin görüşü şudur: Kıbrıs bir milli davadır. Türkiye devleti ve milleti  için vaz geçilmez bir önem ve değeri haizdir. Devletin ve hükümetlerin görevi bu davayı diri tutmak ve her ne pahasına olursa olsun; Londra-Zürich ve Garanti anlaşmaları ile elde edilen kazanımları tekrar ve mutlaka Türkiye ile KKTC lehine tesis, ikame ve idame ettirmektir. Bu antlaşmalardan dönen ve taviz verenler sorgulanmalı,yargılanmalı ve “Kıbrıs sorunu” yine bu antlaşmaların amir hükümleri doğrultusunda çözümlenmelidir. Türkiye’nin hukuken böyle bir hakkı vardır ve bu hak uluslar arası kabul görmüş antlaşmalardan kaynaklanmaktadır. Bu kadar sağlam karineler karşısında hiçbir kuvvet ve hükümet geri atamaz.
Asla geri adım atmamalıdır da...
Bu güne kadar geri adım atanlar, kamu vicdanında “vatana ihanet” damgasını yemiştir. Toplum tarafından lânetlenmiş ve dışlanmışlardır. Böyle giderse, bunlarında akıbeti aynı olacaktır. Bunun başkaca bir yolu yoktur. Aynı güruh Kuzey Irak’ı da kendi elleriyle oluşturmuş ve şimdilerde milletin başına belâ etmişlerdir.
Milletin “siyasi mevtalara” tahammülü kalmamıştır.
Milletin ve milli reflekslerin tezahür, telkin ve tebarüz ettirdiği görüş budur.
 Dahası, Maraş dahil “her karışı vatan toprağı olan” KKTC’den, Rum’a, Yunan’a, AB veya ABD’ye bir karış toprak veren; yahut’ da Kıbrıs’tan asker çekmeye yeltenen, “Türk milleti ve Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır” fikri, halkta hakim bulunmaktadır.
Kıbrıs konusunda alçakça taviz verenleri millet affetmeyecektir.
Sağ duyulu, samimi ve dürüst insanlarımız Kuzey Irak (Musul-Kerkük ve Telâfer ile Batı Trakya dahil diğer Türk yurtları) konusunda da aynı duygu ve düşünceleri içtenlikle paylaşmakta ve seslendirmektedir.
Ancak, bir askerinin kaçırılması mukabili bütün orta doğuyu kana bulayan İsrail’in gösterdiği cesaret, azim, irade, cüret ve kanlı kararlılığa rağmen, Türkiye’yi yönetenler kendi topraklarımız içinde yuvalanmış üç beş eşkıyayı temizlemekten aciz ve zavallı bir duruma düşmüş ve vatan toprağını koruma konusunda dumura uğramış bulunmaktadırlar.
Çok ayıp ve çok yazık değil mi bize!
Bütün dünyaya rezil oluyoruz...
Oysa dünya ve uzay Türklüğü’nün Kâbesi olan Türkiye, dış Türkler ve Türklerin yaşadığı ülkeler konusunda, en azından Yunanistan kadar duyarlı olmaya mecburdur. Aksi taktirde Atatürk’ün hitabına muhatap olunamaz. Sebep olunan vebalin altından kalkılamaz.
Hani ne demişti Atatürk: “Efendiler !... Kıbrıs düşman elinde bulunduğu sürece bu bölgenin (Akdeniz Bölgesi’nin) ikmal yolları tıkanmıştır. Kıbrıs’a dikkat ediniz. Bu ada bizim için çok önemlidir..” Lâkin, AB’nin, adının dahi anılmasını istemediği, resimlerinin indirilmesini ve bütün emareleri ile tarihten silinmesini istediği Atatürk kimin umurunda. Zaten bunlar Atatürk’ü bilmekten ve O’ nun yolunu izlemekten korkan ve kaçanlar değil mi?
Şimdi önerilen plânı biraz daha inceleyip, irdeleyelim. Kıbrıs’ta ne yapılmak isteniyor? Çok büyük ihtimalle; BOB ve BİB’in sigortası olmak üzere bir ABD deniz üssü’ mü ? “Bir yandan Abdullah Gül, diğer yandan  söz verdikleri Kıbrıs bombasının ellerinde patlamaması için harekete geçtiler. 2005’in son günlerinde Talat hükümetine uyguladıkları abluka ile Rumlara tek taraflı olarak (burada mütekabiliyet aranmaması büyük bir gaflet ve dalâlettir. Uluslar arası bir hakkın kullanılmasından ısrarla kaçınılması anlaşılır gibi değildir) mallarını iade ve dolayısıyla 74’ü işgale dönüştüren yasayı çıkarttıran hükümet, şimdi de altın vuruşa hazırlanıyor.
O açıdan bakmayın siz, Başbakanın (akp) grupta yaptığı “Kıbrıs milli davamızdır” sözlerine. Bunun en ufak bir kıymeti harbiyes, emaresi bile yok. Öyle olsaydı eğer bugün Denktaş Kıbrıs’ta Cumhurbaşkanı olurdu. Esasen Başbakanın ağzından hiç de duymaya alışkın olmadığımız “milli dava” filan gibi sözler de belli ve de aşikar ki, setretmeye yönelik. Hani Sabetayların kamuoyuna malolmuş hülleleri ile konuşmak gerekirse Yahudilerin camiye gitmeleri gibi bir şey bu!
Tıpkı AB ve ABD ile oynanan oyu gibi...
O tarafa başka, millete başka. Bu da, Türk (!) takiyyesi işte...
Dahası eğer Başbakan bu kavramı kullanıyorsa durum acil ve SOS sinyalleri çok güçlü geliyor olarak okuyabilirsiniz. Deniz üssü veriliyormuş. Lefkoşe’de yayımlanan Kıbrıslı Gazetesi hafta içinde önemli bir haber yayımladı. Fotoğrafları da yayımlanan habere göre Amerikalı’ lara deniz üssü veriliyormuş! Gelin isterseniz haberin devamını Kıbrıslı gazetesinden takip edelim:”(1) “Amerikanlar Gemikonağında deniz üssü inşa ediyorlar. Deniz üssü Gemikonağında, halk arasında “Mangli’nin Limanı” olarak bilinen bölgede inşa edilecek.  Moty Industries adlı bir şirket tarafından tersane adı altında kurulacak ve Akdeniz’de dolaşan Amerikan savaş gemilerinin bakım ve onarımı için kullanılacak.
Silopi’de de, sözde “Kuzey Irak’ta yol güvenliğini sağlamak” bahanesi ile Amerikan üssü ? Üstüne üstlük, düne kadar “milli” lâfzı taşıyan kurumlarda üst görev ve rütbelerde görev yapmış bir takım Türk (!) vatandaşları da mezkür şirkette üst düzey görevlisi.
Gelelim haberin devamına: Haberin devamında da hayli ilginç başka detaylar da var: “Maliye Bakanlığı ile yapılan anlaşmaya göre Moty İndustries tesislerin inşası için ilk etapta 30 milyon dolar civarında bir yatırım yapılacak. Güvenilir kaynaklardan edindiğimiz sağlam bilgilere göre, bu yatırımların 5 yıl içinde 150 milyon dolara çıkması bekleniyor.
İnternetten elde edilen bilgilere göre de, Moty İndustries ile anlaşma 2002 yılında imzalanmış 2005 yılında ise yatırımlara başlanmadığı gerekçesiyle Maliye Bakanlığı tarafından iptal edilmişti. Kısa bir süre önce ise ABD Dışişleri Bakanlığının devreye girmesiyle malum anlaşma maalesef tekrar yenilenmiştir”. (2)
 Haber de yer alan bir başka ayrıntı da şu: “Amerikan Dışişleri Bakanlığı’ndan gayrı resmi olarak elde edilen bazı bilgilere göre ise Amerikan 6. Filosunun  Malta liman ve tersanelerini kullandığını ancak buradaki doluluğun Amerikan savaş germileri için de bir ihtiyaç doğurduğu ifade ediliyor. Diğer bir kaynak ise yaz aylarında ülkemizi ziyaret eden Amerikan Senatörler grubunun bu şirketle organik bir bağının bulunduğunu ve KKTC ziyaretinin büyük ölçüde bu amaç için gerçekleştirildiğini belirtiyor.”
Şimdi biraz gerilere gidelim. Milletimizin hep bir ağızdan, haklı olarak “Milli Kahraman” diye nitelediği ve yurdun her bir yanında coşkuyla bağrına bastığı (eski) Cumhurbaşkanı Sayın ve sevgili Dr. Rauf Denktaş anlatıyor.
İbret ve bilgi tazeleme için kulak verelim: "Görevden ayrıldığımda, mukavemetçi, halkımız arasında beliren endişelere cevaben merak etmemelerini, KKTC'ni ebediyen yaşatmak andını içmiş olan halkımızı yeni, partiler üstü bir oluşumda (belki bir kongrede) birleştirerek KKTC' ni ortadan kaldırarak anlaşma yapma meraklıları karşısında faaliyetimizi sürdüreceğimizi söylemiştim. Ancak bu adımı atmadan önce yeni hükümete ve KKTC'ni yaşatma andını içerek Cumhurbaşkanlığına gelmiş olan Sayın Talat'a fırsat vermekte yarar gördüm. Çünkü bu günlere cepheleşmekten gelmiştik. Tek ağızdan konuşmamız gereken günlerde muhalefet olsun diye aksi sesler çıkmaktaydı. Benim attığım her adım, yaptığım her beyanat, Türkiye ile gönül ve iş birliğim devamlı surette ve feci şekilde eleştiri konusu oluyordu. Bizimkiler diyeceğim mukavemetçiler kanadı da muhalefetin Rum partileri ile işbirliğini, yaptıkları (verdikleri) beyanatları acı şekilde eleştiriyorlardı. Muhalefet günlerinde söylenenler bizi ve Anavatanı derinden yaralayacak mahiyetteydi. Halbuki memleketin ve davanın birliğe ihtiyacı vardı. İçimizdeki bu ikilikten Rum tarafı istifade ediyordu.
Bu yeni dönemde cepheleşmeye devam etmiş olsaydık bu durumdan yine Rum yararlanacaktı. Birleştirici olmalıydık. Bu nedenle beklemeyi yeğledim ve beni ziyarete gelenlere de sabırlı olmalarını "KKTC'' ni savunmakla, egemenliğimizi korumakla yükümlü ve yeminli Cumhurbaşkanımızı, yeminine sadık olduğu sürece, desteklememiz gerektiğini" açıkça söyledim ve hala söylemeye devam etmekteyim.
Bu görüşümde haklı çıktım. İktidara gelen "derhal, şimdi uzlaşma, Denktaş giderse üç ayda barış" ekibi kısa zaman içinde Rum liderliğinin bizimle ellerinden gelse oksijeni bile, yani teneffüs ettiğimiz havayı bile paylaşma niyetinde olmadığını görebildi. Bu nedenle de Rum tarafından ağır eleştiriye maruz kaldılar. Rum basınında "Bunların yanında Denktaş melek kalıyor" şeklinde yazılar çıktı. Bu Cumhurbaşkanına gerektikçe destek olmayı yeğledim, saygıda kusur etmedim. Yaptığım konumlarda ve yazdığım yazılarda davamızın selameti için düşündüklerimi duyurmaya çalıştım, tecrübelerimden yararlanarak tarihin aynen devam etmesini önlemek için önerilerde bulundum.
Bu arada Sayın Talat, fırsat buldukça, geçmişteki hatalarım yüzünden "kaybedilmiş bir davayı devraldığını, bu kayıptan ne kurtarabilirse kârdır" anlamına gelen sözler sarf etti. Gerektikçe cevap verdim. Geçmişin hataları ne olursa olsun kendisine 22 yaşında ter temiz bir devlet devredildiğini ve bu devleti koruyacağı yemini ile göreve geldiğini hatırlatmakla yetindim. Yüz yüze geldiğimizde de gayet samimi bir hava içinde bunları gündeme getirebildim. O da benimle temasta kusur etmiş değildir. Akıllı ve kültürlü kişiliğini devamlı surette okumakla takviye etmektedir. Yenilik peşindedir ve uzlaşıcı siyaseti nedeniyle kazandığı takdiri kaybetmemeye çalışmaktadır. Bu ilişkileri daha da geliştirerek devam ettirmemiz ve yeni ekibi KKTC''ni savunur platformda tutmamız, bu platformda kalmalarına yardımcı olmamız davamız açısından en doğru harekettir görüşündeyim. Herhalde Sayın Talat da anlamıştır ki esas olan uluslararası takdirin ötesinde halkımızın geleceğine yeniden bir kağıt anlaşması ile pamuk ipliğine bağlamamaktır.
Bunlara değindikten sonra bu yazıyı yazma nedenine gelelim: Ankara dönüşü bir arkadaş önüme Afrika gazetesinde Özcanhan'ın "Yeni Bir Şey Söylemedi" başlıklı yazısını getirdi. Sayın Talat'ın basın konferansında bir gazeteci kendisine "Geçen yıl yine buradaydık. Sayın Denktaş'ın o zaman söylediklerini şimdi siz tekrarlıyorsunuz; Demek ki durumda değişen her hangi bir şey yok" mealinde bir soru sormuş. Sayın Talat'ın cevabı: "Ben Denktaş''la aynı olamam... Bir... O barış istemezdi... Ben barış ve çözüm isterim... İki... O, AB''yi istemezdi, ben AB''yi isterim... Bunlar aynı olmadığımızı göstermeye yetmez mi?"
Başka bir gazeteciye de "Besmelelerimiz bile aynı değildir" dediğini de bir başka yazıda okudum.  Ben bütün çabama ve Türkiye'den aldığım bütün desteğe rağmen Rum tarafı ile bir anlaşma yapamadım. Sebebi gayet açıktı: Rum tarafı "meşru hükümet" olarak ve Kıbrıs’ın tamamını içine alma yolunda devam etmeyi yeğlemektedir. Bizimle yeni bir ortaklık kurması için bir zoru, bir motivasyonu, herhangi bir ihtiyacı yoktur. Ancak taktik icabı görüşmeye katılmaktadırlar. Bunlar Makarios'un mirasını çiğneyemezler. Türk tarafını uzlaşmaz göstermek taktiğinde başarılı olduklarını Simitis de hatıratında yazabilmiştir. Ve işte 20 aydır "Denktaş gitse 3 ayda uzlaşacaklarını" söyleyenler de Rum''un bizimle hiç bir şey paylaşmak niyetinde olmadıklarını anlayabilmişlerdir. Bir uzlaşma olabilmesı için egemenlikten, KKTC'de, Türk garantisinden vazgeçmemizi istiyorlar. Diğer isteklerine dokunmuyorum. Ben bu konularda boyun eğmediğim, sağlam durduğum için uzlaşmaz ünvanını kazandım. Bu ünvanı kazanmamda o günlerin muhalefetinin de katkısı büyük olmuştur. Şimdi at da kılınç da ellerindedir. Uzlaşma için bu halkın egemenliğinden ve KKTC''den Türkiye'nin garantisinden, Kıbrıs üzerindeki Türk-Yunan dengesinden vazgeçecekler mi acaba? Sayın Talat bu sorunun cevabını vermek mecburiyetindedir. Çünkü bu soruya "evet, vazgeçeceğim" demek hakkı olmadığını kendisi de bilmektedir. O halde uzlaşmaz ünvanına layık olacaktır; bana benzese de benzemese de, benim gibi esas ilkelerin savunucusu olacaktır.
Ben uzlaşma için doğru olan her şeyi yaptım, devletten, egemenlikten, Türk Garantisinden vazgeçmedim. Denktaş uzlaşma istemedi diyenlerin karşısında daima anlım ak olarak duracağım. Uzlaşma uğruna benim koruduğum ilkelerden vazgeçenler bu halkın sonunu getirmiş olacaklardır. Onlar bu halkın ve tarihin önünde alınları ak olarak duramayacaklardır. Tarih onları lanetleyecektir. Sayın Talat''ın bu riski göze alması için hiç bir neden yoktur. Rum liderleri Kıbrıs''ın tümüne sahip çıkmak istiyor. KKTC devlet vasfı buna aşılmaz engeldir. Bu engeli Rum'un önünden hangi babayiğit kaldıracaktır? Hangi kuvvetle kaldıracaktır? Bende bu konuda ne böyle bir niyet, ne de böyle bir kuvvet oluşmamıştır.”
Burada Türk halkı ve yerli kamuoyunun bilmediği (farkında olmadığı) pek çok mesele açıkça anlatılmakta, safiyet ve samimiyetle dile getirilmektedir.
Yazıyı dikkatle inceleyenler açıkça göreceklerdir ki; Uzlaşmaz taraf daima Rum-Yunan yönetimi olmuştur. Bu inadına uzlaşmaz tutumun arkasında ise, başta Yunanistan’ın Akritas Plânı, (adayı Yunanistan la koşulsuz birleştirme) ENOSİS, EOKA ve Megalo-İdea olmak üzere menfur ve meş’um plânları yatmaktadır. Yunanistan’ın arkasında da, salt kendi çıkarları ile BİP ve BOB plânlarının tahakkuku ve Yahudi çıkarlarının korunması için ABD ile “kayıtsız-şartsız Yunanistan destekçiliği” politikası gereği AB vardır. Gerçek budur. Üstelik bu talep ve niyetlerini ulusal ve uluslararası bütün forum ve plâtformlarda alenen (korkusuz ve çekincesiz) dillendirmektedirler.
Buna mukabil, bizdeki yöneticiler, hiç olmazsa ve en azından % 35 için (KKTC) 81. vilâyetimiz lâfzını edemeyecek kadar pasif, palyatif, güdümlü ve korkaktır. Oysa, demokrasi Şehidi MENDERES ve ZORLU nihai çare olarak: “Ya taksim ya ölüm” diye haykırabilecek kadar yürekli ve milliyetperver idi.
Günümüz Türk hükümetleri ise, bu yoğun baskı ve karşı tarafa verilen destek nedeniyle ‘bu iş nasıl olsa bitti, eninde sonunda Kıbrıs’ı Türkiye’nin elinden almaya kararlılar’ gibi bir karamsarlık ve ümitsizlik haleti içinde hareket etmekte ve bir türlü tarihe dayanan ve uluslar arası anlaşmalardan kaynaklanan hukuki haklarını kullanmaya hevesli ve istekli görünmemektedir. Bu nedenle ve özellikle AB ile görüşmelerin “entegrasyon” sürecine girdiği bu dönemde “kararsızlık-istikrarsızlık” çifter standart ve iki yüzlülük, milleti aldatma-kandırma, oyalama hakim unsur haline gelmiş bulunmaktadır. Oysa, Yunanistan, AB ve ABD haklı olmadıkları bir davada çok kararlı ve saldırgan bir pozisyondadırlar. Şu halde hükümetin, halkından güç alarak daha ciddi, ilmi, kalıcı ve sürekli; Ama, Kıbrıs’ın korunmasına ve elde tutulmasına yönelik net politikalar geliştirme mecburiyeti vardır.
Buna mecburdur. AB karşısında taviz veren ve geri adım atan hainler gibi, daha ağır ve vahim bir ihanetle malul olmamak zorundadır. Bu taktirde, millet hesabını soracaktır. Üstelik, hainleri sandığa gömmekle kalmayacak, Yüce Divanlarda yargılayacak, sorgulayacak ve ihanetin bedelini en ağır şekilde mutlaka ödetecektir. Bundan kaçış yoktur. Büyük Atatürk’ün dış politika konusunda emanet ve vasiyeti “mutlak mütekabiliyet” hasımlık ve misilleme halinde ise “mukabele-i bil-misil” dir. Kaldı ki, Londra, Zürich ve Garanti antlaşmaları ile buna müstenit 1974 harekâtının haklılığına rağmen; Milli Dava Kıbrıs’ tan geri adım atan, taviz-ivaz veren ve/veya mukabelesiz hareket edenler, asla ve kesinlikle Türk kanı taşıyor olamazlar.
Nitekim bu güne kadar bu yolda ve uğurda taviz verenlerin Türk olmadıkları açıkça ortaya çıkmış ve milletçe anlaşılmış bulunmaktadır. Bunlar, kamu vicdanında ağır suçlular ve vatan hainleri olarak tescil edilmiş ve başta sabetaistler olmak üzere, dönme-devşirme, ateist ve paganların ülke idaresinde yer almasının ne büyük riskler taşıdığı ortaya çıkmıştır. Zira, tarih boyunca devlete ve millete ihanetle malul zevatın, eninde-sonunda Türk olmadığı ortaya çıkmıştır. Mesele “asil kan” meselesidir. Biline. Neyse, Sayın Denktaş’ın beyanlarını okumaya devam edelim: "Denktaş AB'yi istemezdi" suçlamasına gelince. Bu konuda çok açıklamalarda bulundum. Ben AB karşıtı değilim. Ancak, Rum''un AB müracaatının yasal olmadığını savunmak benim görevimdir. Gayri meşru bir Rum idaresi, 1960 antlaşmalarını ve anayasayı çiğneyerek, silahla elde edemediklerini elde etmek için AB''ne müracaat ediyor. Dr. Küçük ve sonra da ben bu müracaatın geçerli olmadığını, anlaşmalara ve anayasa ters, siyasi bir müracaat olduğunu savunduk. AB Yunanistan''ın şantajına yenik düşerek bu müracaatı onayladı, yürüttü ve en sonunda Rumların referandumda red oylarına rağmen Rum tarafını "Kıbrıs" adına üye yaptı.
Bu yasa ve insanlık dışı süreçte AB''yi doğru yola davet etmek, AB''ye halkımıza yaptığı haksızlığı ve adaletsizliği anlatmaya çalışmak, Rum''un Yunan''ın oyununu izah etmek ve dengeler oluşmadıkça Kıbrıs bir bütün olarak AB üyesi olamaz, aksi takdirde Türklerin haklarını gasp edenlerle suç ortağı olacaksınız demek AB istememek mi? Sayın Talat biliyor mu ki Fikirler Dizisine "önce anlaşma sonra AB" koşulunu koyduran benim? Şimdi Sayın Talat Rum''un meşru hükümet olarak yaptığı müracaata bağlı mıdır? Referandumda bize evet dedirtmek için her şeyi vadeden AB üyelerinin 20 aydır yaptıklarına ve önümüze koydukları mazeretlere rağmen Sayın Talat AB'nin bugünkü durumundan hangi beklenti içinde olabilir?
Sayın Talat KKTC''ne egemenliğe, Türk Garantisine sonuna kadar sahip çıkacaksa ben ona benzemekten gocunmam. Ben bunlara ölesiye sahip çıktığım için uzlaşmaz addedildim fakat umursamadım. dolayısı ile bu konularda kim kime benzemiş önemli değildir. Önemli olan devletimizi "benzetmeyelim", tarih önünde, devleti satan kişi olarak damgalanmayalım ve halkın yüzüne bakamayacak durumlara gelmeyelim.
Bilgi için: Benim besmelem çocukluğumdan bu yana her Müslüman’ın tekrarladığı besmeledir. Bundan başka bir besmele olduğunu ve Sayın Talat'ın o başka besmeleyi kullandığını kendinden öğrendim. Besmeleden başka Sayın Talat'ın bildiği yeni bir besmeleyi bilen biri varsa lütfen bize de bilgi versin !.. (3)
Ada resmen el değiştiriyor. Olup bitenlere bakılırsa durum bu. Buyurun size haber!
”Ada resmen el değiştiriyor.” Gidişata bakılırsa ve bu gidişat önlenemez ise, KKTC’yi ABD’ye teslim ediyoruz ve Başbakanımız, Dışişleri Bakanımız taviz yarışına giriyorlar. Yok Rumlara liman açılacakmış ama izolasyonlar kalkmalıymış! Falan filan...
Altın vuruşun içini doldurmaya, ateşini tutuşturmaya çalışıyorlar! Bunu böyle yapmaya mahkumlar elbette! Çünkü Brüksel’e verilen sözler ve çıkılmak istenen bir cumhurbaşkanlığı makamı var! O nedenle her şey mubah ve helal. Ama gelin görün ki adada 74 dipçiğini yaşamış Rumlar var. Ne yaparsak yapalım Türklerden korkuyorlar. Hadım olduk, hadım ettiler diyoruz yine de ya olmadıysa diyor! Emin olun tüm mesele bundan ibaret. Rumlar Ankara’nın hiçbir milli siyasetinin kalmadığını, bunun taktik falan olmadığına bir inansalar mesele kalmayacak. Bugünlerde Kıbrıs’ta direnen tek şey bu milletin geçmişi! O geçmişin gölgesiyle ayakta durmaya çalışıyoruz. Hepsi bundan ibaret!
GİDİŞAT “TAKSİM” E Mİ?.
Son günlerde Kıbrıs sorunundaki gelişmelerde ben kendi kendime soruyorum: Gidişat Türk politikasının üzerinde yıllardan  beri üzerinde durduğu taksim’ e mi?. Nereden bu kanıya vardığımı soracak olursanız,önce Akel Genel Sekreteri Hristofyas’ın 1960 anlaşmalarına dönmenin mümkün olmadığını söylemesi, ardımdan TC Dişişleri Bakanı Abdullah Gül’ün Kıbrıs’a yönelik TC önerilerini açıklamasıdır. Bunların üzerinde biraz kafa yorsak yeridir.
İkincisinden, yani TC önerilerinden başlayacak olursak, bunun 1974 sonrasında Kıbrıs’ın kuzeyinde yaratılan sistemin kalıcı olarak tanınmasına yönelik olduğunu görebiliriz. Biz bunun olmayacağı, olamayacağı, daha da ötesi olmaması üzerinde düşünceler taşıyoruz. Neden denirse bir kere güney Kıbrıs’ın, Uluslar arası tanımıyla Kıbrıs Cumhuriyeti’nin buna ihtiyacı yok. Zorda olan TC’dir. Artık bir AB üyesi olan Kıbrıs Cumhuriyetine liman ve uçak alanlarını açmak zorundadır. Bundan daha fazla uzun zaman kaçınamaz. Ne kadar daha TC yetkilileri olaya kabul etme yönünde yaklaşmasa da, Kıbrıs’ın kuzeyinde kurulan “devleti” tanıyacak TC dahil bir devlet yoktur. Açıkçası 1974 sonrası burada yaratılan oldu bittiler kabul göremez, görmeyecektir.. Olayda anlaşmalara ters yapılanlar ve hukuk çiğnenmesi vardır. Bunun teferruatına inmek istemiyorum, onlar zaten ortadadır.
Peki, TC bunu bile bile neden  yeni öneriler yaptı diyebilirsiniz. Canım bunlar yeni öneriler değildir ki, öyle üzerinde uzun-uzun kafa yorulsun.. Bu öneriler çok önceden vardı, şimdi toplu olarak allanıp pullanıp ortaya çıkarıldı.. Esasen, Türk siyasetinin Kıbrıs konusundaki politikası 1974 sonrasında yaratılan sistemin devam etmesidir. Bunun biraz kayıplarla olsa da tanınması, uluslararası toplumda kabul görmesidir.
Biz bunun adına, kısaca ve öz olarak ‘varılan nokta itibarıyla’ taksim diyebiliriz.
Şimdi birde olaya Kıbrıs Cumhuriyeti olarak kabul edilen (Yunanistan’ın uydusu, kara para aklayıcısı, pkk destekçisi ve apo yanlısı) Güney Kıbrıs açısından bakalım.
Kıbrıs Cumhuriyetinin nam çete devletinin amacı ve çabası, özellikle 1974 sonrası Kıbrıs’ın kuzeyinde yaratılan sistemin ortadan kaldırılması üzerine kurulmuştu. Bunun adı, (bu gün) bize göre olduğu gibi onlara göre de işgaldi. Gerçi dünya bunu açıkça seslendirmiyordu ama, hukuki anlamında yaklaşımı öyleydi. Hala da öyledir. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin (haksız, hukuksuz ve dayanaksız olarak) AB’ne girmesi, TC’nin de bu yolda oluşuyla olay daha bir netlik kazanmış,TC üzerinde baskılar daha  bir artmıştır. Açıkça TC Kıbrıs’ın kuzeyinde sınırları açmak, Loizudu  olayında olduğu gibi kararları kabul etmek zorunda kaldıysa, halâ daha da buna açık durması da onun  en büyük zorluklarıdır. Dolayısıyla TC bunu aşmak ve Londra ve Zürich antlaşmalarına geri dönmek ve asla Kıbrıs’ı AB ile ilişkilendirmemek zorundadır.
Mevcut hükümetin aslında yapması gereken de bu idi Beceremedi.
Ama TC sınırları içinde yıllardan beri Kıbrıs konusunda yaratılan hamasete dayalı kültür nedeniyle bunu öyle hukuk kurallarına uygun olarak yapacak güçte hükümet yoktur, kolayına da olamaz. Yapılabilecek olan mevcudu korumaya çalışarak bir yerlere varmaya çalışmak, olmadı zaman kazanmaktır. Türk hükümetinin önerilerle yapmağa çalıştığı da maalesef budur.
Bu gerçekler ışığında Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tavrı bize göre bunun tam aksi olmalı, bunun dışına çıkılmamalıdır.. Bu, bırakın güney Kıbrıs halkını, Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşayan Kıbrıslı olarak beni de ilgilendirir. Ve açık yazayım, CTP’ nin TC politikasına teslim olmasından sonra bu tavır benim için daha bir önem kazanmıştır. Beklentim de TC tekliflerinin hemen reddedilmesidir.. Aksi halde bunun üzerinde pazarlık bile kabul etmek, yaratılan işgal rejiminin şımarmasını, ona istediği zamanı kazandırma ortamını yaratacaktır.. Annan planını kabul etmeyen Güney Kıbrıs’ın buna yanaşmasını kendi adıma düşünmek bile istemiyorum.
Biliyoruz, doğru olan da odur: Bir halkın kurtuluşu kendi vereceği mücadeleden geçer. Ama acı gerçek 1974 sonrası uygulanan politika ve dayatmalar sonucu, Kıbrıslı Türk bu oluşumdan yoksun bırakılmıştır. Taşınan  TC vatandaşlarıyla nüfus oranı ve demografik yapının bozulması, CTP ile “devlet” kadrolarına gelen Cumhurbaşkanı Başbakan vs. gibilerin  Türkiye politikasına adapte olması, ülkede bu yönde mücadele alanını en azından şimdilik imkansızlaştırdı.. Bel bağlanan Kıbrıs  Cumhuriyeti adına sürdürülen politikadadır. Ama görüyoruz ki bu politika da Kıbrıs’ın güneyine ve tek halka dayalı politikayı sürdürmede beklenileni vermeden uzak duruyor.
Evet.TC politikası ile Kıbrıs’ın kuzeyinde “hıh” deyicileri,1974 sonrası burada oluşan sistemi kalıcı yapmaya uğraşıyorlar.. Son Türkiye önerileri de buna yöneliktir.
Bakıyoruz, güney Kıbrıs’ta da buna karşı çıkma ancak sınırlı ve zamana oynamanın  ötesine geçemiyor. Haliyle Kıbrıslı Türk olarak olanlar bize oluyor, gün geçtikçe tükeniyoruz.. Ve olmayacak şey diyoruz ya, gelişmeler karşısında o olmasını istemediğimiz şey, aklımızda olanıyla kokuyla bize o soruyu sordurtuyor: Gidişat taksime mi?!
Türkiye yeni bir Kıbrıs planı açıkladı. ABD Dışişleri Sözcüsü Kıbrıs konusunda AB ile temas içerisinde olduklarına ve Condoleezza Rice'in da MGK Genel Sekreteri Alpogan ile bir araya geldiğine dikkat çekerek Annan Planı'na desteğini yineledi. İngiltere Dışişleri Bakanı KKTC'ye gidiyor. AB-Türkiye Karma Parlamento Komisyonu eş başkanı Lagendijk, "AB ve Rumlar Türkiye'nin önerisini olumlu değerlendirsin" dedi. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Kıbrıs raportörü "Rumların baskı yaptığını" iddia ederek görevinden istifa etti.
Dünkü gazetelerden derlenen bu haberlerin üstüne "AKP'nin DYP politika başarıları" hakkında masallar bina edilecek. O masallar bir yana, kendimizi bildik bileli tekrarlanan "herkes bize karşı" nakaratının -üstelik Kıbrıs konusunda- tersine dönmesi ve bütün emperyalistlerin Türkiye'ye koltuk çıkması gerçekten ilgi çekicidir. Bir şeylerin değiştiği kesindir ve buna ilişkin ipucunu ana muhalefet partisi (!) CHP'den gelen bir açıklama açık etmiştir. CHP'ye göre Kıbrıs konusunda "şimdi ABD ve AB'ye çok iş düşmektedir." CHP bunu olumlu bir durum saptaması olarak dile getirmiştir!
Aslında daha fazlası da söylenebilir: İngiliz sömürgeliğinden birkaç on yy önce kurtulan Kıbrıs'ın anahtarı milliyetçi didişmelerle dolu bir sürecin ardından tepsi içinde emperyalistlere teslim edilmektedir. Türkiye'nin Kıbrıs konusunda daha önce söylenmemiş önemli bir unsur içermeyen önerilerinin gücü, arkasına emperyalistleri almasında yatıyor. Türkiye bugünlerde taraftar buluyorsa, bu teslim törenine hazır olduğu konusunda birilerine güven verdiği içindir. 1970'lerde Kıbrıs'ın sola kaymasını durdurmayı birinci görev sayan emperyalizm, kışkırtmalar ve darbe denemelerinin sonunda fiili bir bölünmenin ortaya çıkmasına göz yumarak muradına ermişti. Aradan yıllar geçti ve bir süredir ABD, yüzü Ortadoğu'ya dönük bir uçak gemisine benzeyen stratejik önemi haiz Kıbrıs fırsatını yeterince değerlendiremediğini düşünmeye başladı.
Kıbrıs konusunda Annan planı dahil bütün yaklaşımların ortak paydası küresel emperyalizmin adayı çıkarları uğruna kullanma olanaklarının arttırılmasıdır. İngiliz üslerinin (dikelya ve agratur) sorgulanması bir yana, yabancı askeri güçlere adada daha fazla rol tanınması öngörülmektedir. (Yunanistan’ın da adada 50.000 askeri vardır. Ancak, bunu kimse dillendirmeye ve çekilsin demeye cesaret edememektedir) Bu konuda ABD ve AB'ye çok iş düşmenin ötesinde emperyalizm bölgemizde çok işler çeviriyor. Türkiye'nin emperyalistlere güven veriyor olmasının arkasında ise büyük bir paket var. Paketin içinde ülkemizin bütün sanayi kuruluşlarının, limanlarının, dev rantlar anlamına gelen kent merkezlerinin satışı var. Ayrıca, ülkemizin Ortadoğu'ya dönük bütün karanlık planlarda uslu bir asistan olarak tekmil vermesi var. Türk Silahlı Kuvvetlerini emperyalizmin kullanımına tamamen açması var… Şu hale nazaran Kıbrıs' ta Türkiye'nin inisiyatifi ele aldığı ise kuyruklu bir yalandır. Ülkemizin, halkımızın ve bütün bölge halklarının yararına bir inisiyatifin varlık koşulu vahşi kapitalizm ve emperyalizme karşı müştereken tavır almaktır. (4)
Şimdi bir de, Kıbrıs’la ilgili olaylarda en çok sözü edilen, sıkça adı geçen ve cadı kazanını kaynatan adamın durum ve haline, cemaziye-i evveline bir bakalım. Bu Kofi Annan… Hatırlarsanız bir zamanlar da aynı makamda Butros Gali oturuyordu. Aslen Mısır kökenli ve bir Osmanlı vatandaşı’nın oğlu. Soydan Türk düşmanı. Namı diğer ‘Çingene Butros’ Bosna-Hersek katliamları ile insanlık dışı Srebrenica vahşet ve soykırımının mimarı. Birleşmiş Milletler ve NATO’yu tartışılır hale getiren adam… İşte bu da onun bir eşi. Bakalım, bu Kofi Annan neyin nesi? 
KOFİ ANNAN ve ARKASINDA Kİ GİZLİ GÜÇ
 Kıbrıs’ın ve Türkiye’nin geleceğini belirleyecek olan “Annan Planı” hakkında bugüne kadar sıklıkla yazılıp çizildi. Fakat, kimse bu planı yazdığı “söylenen” Kofi Annan’ın kim olduğunu araştırmak zahmetinde bulunmadı. İnsanlar çocuğunu emanet edecekleri bakıcıyı bile özenle araştırırken koskoca bir ülkenin geleceği belirlenecek antlaşmanın emanet edileceği şahsında kim olduğunun bilinmesi gerekli değil midir?”
Burada hemen bir gerçeği vurgulamak gerek. Aslında “Annan Plânı” ne Annan ve de bir başkası tarafından değil, bizzat Türkiye Cumhuriyeti’nin dönemin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil tarafından oluşturulmuş bir plândır. Bu husus, 2005 yılı sonlarında açılan İngiliz arşivlerinden çıkan belgelerinde görülmüş bir gerçektir.
Şimdi açıklamalara devam edelim: “Küresel Kapitalizm için çok önemli planların gerçekleşmesi beklenen kritik yılların Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği koltuğuna Kofi Annan adında daha önceden adı sanı duyulmamış karizmatik, kibar görünümlü, Ganalı bir zencinin oturtulması öteden beri ilgimi çekmiştir. Kofi Annan’ın resmi biyografisine baktığımızda bu kadar hızlı yükselmesinin sebebini anlamak mümkün değil çünkü Annan’ın kariyeri, bırakın büyük diplomatik başarılara atılmış imzaları, baştanbaşa eline yüzüne bulaştırdığı başarısız görevlerle dolu. Zenci olduğu için genelde Afrika ile ilgili görevlere verilen Annan Somali’deki görevinde tam bir başarısızlığa imza atmış ve Raunda Katliamında ise göz göre göre gelen felaketi önlemeyi becerememiştir.
Bu boyuttaki iki başarısızlığa yol açan bir diplomat Birleşmiş Milletler başına geçmek bir yana işinden bile atılması beklenirken sonuçlar başka oldu.
            Peki Annan gibi başarısız bir diplomatı dünyanın en prestijli işine getiren güç neydi? Bunun cevabı için Kofi Annan’ın geçmişine bakmak lazım. Evet Annan bir Gana vatandaşı ama sıradan bilinen  türden bir Gana’lı değil. Gana’yı esas olarak iki kabile yönetir. Fanteler ve Ashanteler. Bu iki kabile İngilizlerin bölgeyi sömürgeleştirmesinden önce yüzlerce yıl boyunca zor kullanarak bu toprakların hakimi olmuştu. Annan anne tarafından Fante baba tarafından ise yarı Ashante yani Gana’nın seçkinlerinden biri olarak doğmuş ve ayrıca Babasının bir kabile şefi  olması dolayısı ile  bir zenci aristokratıydı. İngiliz sömürge yönetiminin sonlarına doğru bu kabileler yeni yönetime oldukça iyi uyum sağlamış durumdaydılar.
         Annan’ın kabile şefi babasına bölgenin kaynaklarını sömüren Yahudi Lever kardeşler şirketi yüksek maaşlı bir müdürlük pozisyonu vermişlerdi (evet bu Lever þu an dünyanın en büyük kimyasal-temizlik ürün şirketlerinden olarak bildiğimiz Lever).
Kofi Annan’ın babasının bir özelliği de Gana’nın en önde gelen masonlarından olması. Kofi Annan ülkesindeki bu “seçkin” durumunun da etkisiyle Ford Bursuyla Amerika’ya gönderildi ve mezuniyetinin ardından Birleşmiş Milletlere girdi.
            Kendi gibi Ganalı aristokrat olan güzel bir zenci hanımla evlenen Annan’ın kariyerinin ilk dönemleri son derece sönük ve genelde Birleşmiş Milletler Hesabına bozuk yemek ve kullanım tarihleri çoktan geçmiş ilaçları insani yardım adı altında soydaşlarına dağıtmakla geçti. Kolay değil, Mason Locası aksi takdirde ona hak etmediği halde verdikleri koltuğu ayağının altından çekiverirlerdi.
            Kofi Annan bir süre sonra çabuk bıktığı karısından boşandı ve son derece “özel” bir kadınla ikinci evliliğini yaptı. Her başarılı erkeğin ardında bir kadın vardır lafını haklı çıkarırcasına Annan ikinci evliliğinden sonra bugün oturduğu koltuğa doğru müthiş bir hızla yükselmeye başladı. Bir zamanların “önemsiz işler adamı” Annan bir anda Birleşmiş Milletlerin en popüler ve gözde diplomatı haline geldi. Peki bu “özel” kadının sırrı neydi? Ne tür bir sihirbazlık oyunu dönüyordu?
            Annan’ın ikinci eşi ilk karısının tersine son derece güzel, sarışın bir İsveçli olan Nane Lagergren’dir. Bir ressam  ve avukat olan güzel bayan Lagergren’in amcası ise son derece ünlü birisi. Yahudiler tarafından kahraman ilan edilen ve Spielberg tarafından çekilen filme konu olan şindler gibi bayan Lagergren’in amcası da Yahudiler gözünde bir kahraman haline gelmiş olan Raoul Wallenberg.
             Bugün Kudüs’te “Yahudi Soykırımında” ölenlerin anısına 1953 yılında inşa edilen Yad Vashem anıtının bulunduğu bölgede “Doğruların Caddesi” adında bir sokak vardır. Bu sokağın her iki yanında Yahudilerin soykırımdan kurtulmasına yardım eden 600 kişinin anısına dikilmiş ve her birinin üzerine adları yazılı 600 ağaç sıralanmaktadır. Bu ağaçların birisi ise Kofi Annan’ın karısının amcasının ismini taşır. Söylenenlere göre Raoul Wallenberg Macaristan’da 30 bin kadar Yahudi’yi toplama kamplarına gitmekten kurtarıp sağladığı İsveç pasaportlarıyla İsrail’e göndermiştir.
            Bir mimar olan Raoul Wallenberg 1936’da yeni bir devlet kurma çabası içindeki Yahudilerin giderek çoğalan göçlerle yerleştikleri Hayfa’ da bir bankada çalışıyordu.  Burada çeşitli Yahudi gruplarla temasa geçen Raoul Yahudilerin davasına gönül vermiş ve İkinci Dünya Savaşı sırasında İsveç Hükümetinin de desteğiyle bir çok Yahudi’yi kurtarmış olduğu söylenmekte. Savaşın sonunda Sovyetler tarafından ajan olduğu gerekçesi ile tutuklanan Wallenberg’ den bugüne kadar haber alınamadı. Sovyetler onun savaşta öldüğünü söylerken İsveçliler ise hala hayatta olabileceğine inanmak istemekteler.   
            Raoul Wallenberg adına kurulan dev bir insani yardım vakfı özellikle Brezilyalı Yahudiler tarafından finanse edilmekte ve başta Kofi Annan’ın karısı olmak üzere pek çok kişi bu vakfın üye listesinde. Bu listede Yahudi kurtarıcılarından biri olarak ödüllendirilen (kendisi de Sabatayist Yahudi kökenli olan) ve geçenlerde ölen 1944 yılındaki Rodos konsolosu Selahattin Ülkümen ve bugün Birleşmiş Milletler Protokol Dairesinde çalışan Mehmet Ülkümen gözümüze çarpan Türklerden. Diğer tanıdık isimlerden ise eski Kıbrıs Rum Kesimi Cumhurbaşkanlarından Tassos ve Papadopulos ve Glafkos Klerides. 
            Herhalde bu isimlerin Annan’ın karısının “Yahudi Kahramanı” amcasının anısına kurulmuş vakfa üye olmaları tamamen tesadüftür (!!!!!)???.
            Listenin tamamına bakıp şaşırmak isteyenler (www.raoul-wallenberg.org.ar)
adresine bakabilirler.
            Bu Raoul Wallenberg adına kurulmuş bir de İnsan Hakları Derneği bulunmakta. Bu dernek 2001 yılından beri İstanbul Bilgi Üniversitesinde açtıkları merkezde Türk Hakim, Savcı ve Polislerine insan hakları dersleri veriyor. Biz “Barbar” Türklere “insanlık” öğretmek için canını dişine takan bu dernek ayni zamanda  “Homoseksüellerin maruz kaldığı ayrımcılık” konulu bir seminere de Türkiye’de ilk defa imza atmıştı. Bu seminerde biz “Barbar Türkler” “medeni” olmamakla ve bazı “masumların” birbiriyle sapık ilişki kurma haklarını engellemekle suçlandık. 
            Bakın görüyorsunuz Yahudi ve İsveçli dostlarımız ülkemizde ne kadar yararlı (!!?) işlerle uğraşmakta.
            Buraya kadar yazdıklarımıza “ ne var bütün bunlarda “ diye tepki verenler çıkabilir ve haklıdırlar çünkü Kofi Annan’ın hikayesindeki esas heyecanlı kısımlar bundan sonra başlıyor.    Kofi Annan’ın  karısının da bir üyesi olduğu Wallenberg ailesi pek de sıradan bir aile sayılmaz.
            Yahudi kökenli bir aile olan Wallenberg’ler Avrupa’nın en zengin ve güçlü ailelerinden. Son derece köklü ve eski zenginler olan Wallenberg’ler İsveç ekonomisinin neredeyse yüzde 50’sini kontrol altında tutmaktadırlar.
            Investor AB  adındaki dev holdingleri aracılığıyla 9 milyar dolarlık bir fonu kontrol ediyorlar.
            Astra Zeneca, ABB, Atlas-Copco, Electrolux, Ericsson, Gambro, OM, Saab AB, Scania, SEB ve VM-Data gibi bir çok şirkette açık hisseleri ve dünyanın pek çok yerinde gizli yatırımları bulunmakta. Kofi Annan’ın karısının da bu milyarlarca dolarlık servetin ortaklarından birisi olduğunu söylersem Annan’ın ne kadar şanslı bir adam olduğunu da çıkarabilirsiniz.
            Wallenberg’ler Koç Holding ve Sürenlerle de son derece sıkı dostlar. Peter Wallenberg Rahmi Koç Milletlerarası Ticaret Odasının Başkanlığında halef selef. Kapsamlı ticaret ve “biraderlik” ilişkileri bulunmakta. Süren ailesine de zenginliklerinin kaynağı Transtürk’ü neredeyse hediye edenlerde Wallenbergler.
            Bu ailenin en önemli özelliklerinden  biri de kaybetmeyi hiç sevmediklerinden her zaman çift taraflı oynamaları.
            Mesela İkinci Dünya Savaşında ailenin kahraman evladı Raoul Wallenberg Macaristan’daki Yahudileri kurtarmaya çalışırken Wallenberglerin bankası Enskilda Almanya’ya savaşı finanse etmesi için büyük çapta borçlar veriyor ve kendi fabrikalarında imal ettikleri “SKF” top mermilerini Almanlara veriyordu. Alman ordusunun top mermilerinin büyük çoğunluğunu Wallenbergler üretmiştir.
            Günümüzde de  uluslar arası pek çok ortamda Wallenbergler oldukça etkindir. (Damatları sağ olsun) Mesela Ocak 2003’te Davos’ta  sağ kolları şeyh Sait’in torunu Cüneyt Zapsu (*) pek çok kapitalist patrona Seehof Otelinde büyük bir yemek vermişlerdi ve Markus Wallenberg de oradaydı. (Bu toplantı sonrası gecenin ilerleyen saatlerde Victoria Otelinde  ile Uluslararası dolandırıcı ve spekülatör George Soros gizlice görüşmüşlerdir).
            Konuyu toparlayacak olursak Yahudi >Lobisi ve Küresel kapitalizmin desteğini karısı kanalıyla elde eden ve Mason bir Afrikalı kabile şefinin oğlu olan başarısız ama karizmatik diplomat Kofi Annan kendisine yazdırılan plan üstüne yapılacak Kıbrıs görüşmelerinde tarafların anlaşamadığı yerlerin üzerini kendisi dolduracakmış. Siz olsanız Kıbrıs’ın ve Türkiye’nin geleceğini böyle bir şaibeli adamın kalemine emanet eder miydiniz?
            Bir de sürekli olarak merak ettiğim konu da, Doğu Timor’un babağımsızlığıdır. (Kofi Annan’ın tebrik için gittiği, öve öve bitirmediği Doğu Timor).
            (*) Bahse konu Cüneyt Zapsu, Sevgili Cem Yaren’in ‘Kırım Mektupları’ nda açıkladığı veçhile Korkut Özal’ın Demokrat Parti Genel Başkanlığı sırasında, önce İstanbul İl Başkanlığı ve Genel Başkan Yardımcılığı (+Genel İdare Kurulu Üyeliği) ve daha sonra Genel Başkan Vekilliği görevlerinde bulunmuş ve Demokrat Parti’nin “ümmetçi ve Kürt’çü” bir partiye iblâğı (dönüştürülmesi) konusunda olağanüstü çabalar sarf etmiş; Bunda muvaffak olamayınca da, DP’nin AKP’ ye yamanması esas hedefleri arasında yer almış bir kişidir.             Endonezya’nın doğusunda üzerinde sadece Timorların yaşadığı adada, petrol ve doğalgaz emareleri bulunduktan sonra (petrol adanın Hıristiyanların yaşadıkları doğusunda bulundu), adada iç savaş çıkartılmış (Hıristiyan-Müslüman savaşı) Hıristiyan örgütlerin sürekli kamuoyu yaratması, maddi destek sağlaması (tesadüf Kıbrıs için de, Türkiye ve Kıbrıs’ta da bu örgütler oldukça yüksek oranda paralar harcadılar) ve Kofi Annan’ın canhıraş çabaları sonucu Timor adası; Doğu ve Batı Timor adı altında iki ayrı devlet haline getirildi. Timor adasında aynı ırktan geldikleri, aynı dili konuştukları halde sadece dinleri farklı olduğu için ve Hıristiyanların sahip olduğu petrol ve doğal gazın Müslümanlarla paylaşılmaması için adayı ikiye bölen BM neden dilleri, dinleri, ırkları farklı olan iki ayrı milleti tek devlet haline getirmek için çabalamaktadır? Acaba Timor adasını bölen zihniyetin Kıbrıs’ı birleştirmek istemesinin sebebi gene petrol-doğalgaz veya bakır olabilir mi? (Madenler Hıristiyanların tarafında ise adalar bölünmeli, Müslümanların tarafında ise adalar birleştirilmeli midir?)
Ülkemizi bazı hayaller ve kişisel menfaatler uğruna satmaya kalkışanlara karşı neler yapmamız gerektiğini ortaya koyup harekete geçmekte zaman kaybedersek, yarın hayallerin ötesinde bile olamayabiliriz.”
Burada vurgulanan ağırlıklı çifte standardı 23 Ocak 2006 günü açıklanan bir gerçekle pekiştirmek istiyorum. Şöyle ki, anılan tarihten itibaren Almanya ve Hollanda’ da “ana dil” ile konuşmak okul bahçeleri, sokaklar, parklar, marketler ve kafe’ ler dahil “özel konutlar” hariç olmak üzere her yerde yasaklandı.
Aynı AB 1983’den bu yana bize ana dilde yayın dayatıyor. Oysa, Almanya ve Hollanda’da dahil olmak üzere bütün AB ülkelerinde özellikle de Yunanistan’da 2005 yılında her türlü Türkçe yayın ve Türk sözcüğü bütünüyle yasaklandı. Yunanistan daha da ileri giderek Haziran 2005’den itibaren İyonya (Anadolu) nın işgal altında olduğu ve kurtarılmasına dair bir kitap yazdırarak bütün okullarında tedrisata koydu. Bizim Milli Eğitim Bakanlığımız Yunanlılar aleyhine olan bütün yayın ve yazıları okul kitaplarından kaldırır iken, Yunanistan’da bu “Türkiye aleyhine” yayınlar bütün şiddet ve ağırlığı ile devam etmektedir. İşte muhataplarımız budur. İyi tanıyalım.
Yine bir parantezle hatırlatmak gerekir ki; AB tarafından Türkiye’ye dayatılan kriterlerin hiç birisi kendi iç yapısında yer bulmayan ve uygulanmayan niteliktedir. Bunların başında ana diller konusu yer alır. Lütfen hatırlayınız, Yosi Bros Tito’nun ölümünden sonra AB’ Yugoslavya’yı parçalama ve paylaşmayı hedeflemiş ve ilk olarak: “Yakında Yugoslavya yeniden yapılanabilir ve bu yeni yapılanmanın esası etnisite olabilir. Bu nedenle bütün Yugoslav vatandaşları etnik kimliklerini nüfus kütüklerine yazdırmalıdır” telkininde bulunmuştur.
Daha sonra AB komisyonu marifetiyle bu amacını gerçekleştirmiş, Yugoslavya’ yı bölmüş, parçalamış ve dönem itibarıyla yakın tarihin en büyük Türk ve Müslüman katliamı ve soykırımına neden olmuştur.
            Kıbrıs konusunda da işleyen süreç aynıdır.
            1974 ‘Kıbrıs Barış Harekâtı’ hukuk-u düvele (uluslar arası hukuka) göre meşru bir müdahaledir. Londra-Zürich ve Garanti antlaşmaları gereği yapılmıştır. Kaldı ki, bu müdahale öncesinde, müdahaleyi zorunlu kılan kitle katliamları, gasp, haksız işgal ve soykırımlar vardır. EOKA, ENOSİS’i gerçekleştirme gayesi ile adayı ‘Türksüzleştirme’ politikası uygulamış ve 1961-1974 arasında Kıbrıs’lı soydaşlarımız dönemin en büyük, en hain ve acımasız mezalimine maruz kalmışlardır. Bu tarihi bir vakıadır. Vahşet bütün dünyanın gözü önünde cereyan etmiştir. Ortada unutulması mümkün olmayan izler ve çok acı hatıralar vardır.
            Öyle ki, bazı zekâ düzeyi düşük, akılsız,nisyan ile malul veya dış kaynaklı vatan hainleri güye Kıbrıs’ta bir “BARIŞ” çabası içinde görünür gibidirler. Oysa, “BARIŞ” 1961 ilâ 1974 arasını kapsayan yılların sorunu idi. O yıllarda Kıbrıs’ta barış değil, savaş, soykırım ve dehşet vardı. Avrupa Birliği de buna, tıpkı BM gibi seyirci kalmıştı.
            Bu iki yüzlülük ve çifte standart yüzünden, Kıbrıs’a barış, her iki toplum için huzur ve istikrar getiren Türk ordusu; Daha savaş sürerken ülkemiz solcuları, gerici, yoz ve yobazları, daha sonrada AB tarafından ‘işgalci’ olarak nitelenmiştir. Oysa, Türk ordusu orada yalnız Türk toplumu için değil, Rum toplumu için de barış, istikrar ve huzurun garantisidir. 
            Gelelim bu günkü plâna.
            Hükümet tarafından çok yeni ve iyi bir şeymiş gibi ileri sürülen paket, zaten ilk aşamada Rum yönetimi tarafından olumsuz karşılanmış ve red sinyali verilmiştir. AB’ nin ve ABD’nin sıcak bakıyor görünmesi ise tamamen bir hile zaman kazanma taktiği ve desisedir. Ortada samimiyet yoktur. Apaçık bir aldatmacadır. Bu plân ile Türk hükümeti’ de hem halkını ve hem de kendini aldatmaktadır.
            AB ve Yunanistan tarafından oynanan oyun Yugoslavya benzeridir. Ek protokol’ ün TBMM’de onaylanması ile her şey sona erecek ve Kıbrıs’ta yine eskiye (yani 1974 öncesine) dönülecektir. Kör olmayan herkes bunu bilir. Bu girişim, Kıbrıs’ta savaş, kan, katliam, soykırım, intikam ve gözyaşına davetiye çıkartmaktır. Gaflet ve dalâlet ancak bu kadar olabilir.  
            Peki sonra ne olabilir ? Söyleyelim: 
            KKTC ortadan kalkar. Türkiye’nin, Atatürk’ün vasiyeti olan Milli Davası sona erer. Barış dönemi biter. Türk Ordusu geri çekilir ve orada önce bir sindirme harekâtı, daha sonra da katliam başlar. Daha, 1974 öncesi mezalim, kan ve katliamlarının hesabı sorulmadan bir yenisi başlar. Hem de bu defa, kendi ellerimizle ve bir takım çifte uyruklu vatan hainleri vasıtasıyla AB üyesi yaptığımız “Güney Kıbrıs Rum Çete Devleti” tarafından.    Türkçe konuşmayı, okumayı ve Türk adının kullanılmasını yasaklayan ebedi ve sinsi düşman Yunanistan tarafından. Ki, bu Yunanistan’ın Batı Trakya mezalimi, AB üyesi olmasına rağmen bütün şiddetiyle sürmektedir.
            Konuyu bütün yönleri ile anlayabilmek ve kavrayabilmek için biraz daha irdelemekte ve incelemekte yarar var. Dünkü ‘Milli Dava Kıbrıs’ neredeydi, şimdi, bu gün nerelere geldi. Tarihi olaylar ve gerçekler nedir. Hele bir bakalım:
            “Kıbrıs, Büyük ATATÜRK' ün "Güneş Dil" teorisinde belirtildiği üzere; Evveli Türk-ahiri Türk ve 1878'e kadar 300 sene 8 ay ve 19 gün resmen Türk hakimiyetinde kalan, Anadolu'nun ayrılmaz parçası ve mütemmim cüzü olan bir vatan toprağıdır. Hattâ jeolojik olarak binlerce sene önce İskenderun körfezinden koparak bu günkü yerine kaydığı; Diğer bir efsaneye göre de, bir vakitler Anadolu ve Suriye ile birleşik Atlantis yurdu (kıtası) iken, (gurur ve kibirden ileri gelen) malum felâket sonucu bağlantıların çökerek yere battığı ve Kıbrıs’ın doğal bir uzantı biçiminde yerinde kaldığı söylenir. Yani, Kıbrıs’ın her hal-û kârda ana karası Anadolu’dur.
Ada, 1878'de II. Abdülhamit Han tarafından İngilizlere üs olarak kiralanmış (Agratur ve Dikelya) ve bu hak 1923 Lozan anlaşmasına kadar sürmüş, bu tarihten itibaren İngiltere ye şartlı olarak terk edilmiştir.Şart, İngiltere hakimiyetinde kalması, aksi taktirde yerel halka terk edilmesinden ibarettir. 
            Tarihi süreç yönünden Yunanistan'ın Kıbrıs üzerinde hiç bir hakkı ve hukuku yoktur. Ancak, Türkiye'nin 1923 - 1950 yılları arasında (gündeminde) aktif bir Kıbrıs politikasının olmayışından kaynaklanan ve Rumların "megalo-idea" ve "akritas planı" çerçevesinde önceleri sinsice, sonraları açıkça yürüttükleri işgal, ilhak ve genişleme (emperyalist) eylemlerine ve uluslar arası hukuka aykırı tutum ve davranışlarının bu boşluğu doldurmasına dayanan fiili bir durum vardır. Bu durum 1950’ye kadar böyle devam etmiş ve terörist Yunan örgütleri adada perçinlenmiştir.
            1950 yılında Türk hükümeti Kıbrıs’ı gündemine almış, bir-kaç yıl içinde TMT’ yi örgütlemiş, adadaki soydaşlarımızın korunması ve belirli bir statüye kavuşturulması için başta İngiltere ve Yunanistan olmak üzere, BM ve NATO dahil sorunu uluslar arası forum ve plâtformlara taşımıştır. Bu diplomatik atak ve mücadele aralıksız olarak 1959’a kadar sürmüş ve nihayet 19.Şubat.1959 tarihinde Kıbrıs konusunda, Londra müzakereleri anlaşma ile sonuçlanmış; Hattâ, Başvekil Menderes antlaşmayı London Clinic adlı hastanede imzalamıştır.
Böylece, (Londra, Zürich ve Garanti Anlaşması ile) Türkiye Garantör Devlet sıfatını kazandı. Menderes hastaneye gelen Papaz Makarios’u kabul etmedi. Londra Antlaşması ile İnönü’nün imzacı olduğu Lozan Anlaşması’nın 16. maddesi ortadan kaldırılarak, “Türkiye’nin üzerinde hak iddia etmekten vazgeçtiği Kıbrıs’a, Ankara tekrar ortak ve taraf oldu” ve Kıbrıs tekrar “Milli Dava” haline geldi.
Dönem Hükümeti’nin Kıbrıs konusunda iki önemli dayanağı vardır. Bunlardan birincisi; ATATÜRK’ ün:  “Efendiler, Kıbrıs düşman elinde bulunduğu sürece ikmal yollarımız tıkanır. Kıbrıs’a dikkat ediniz. Bu ada, bizim için çok önemlidir.” (Ahmet Tolgay, Cumhuriyet Meclisi Üyesi ve Kalem Müdürü – Lefkoşe) Tarzındaki vasiyet ve buyruğu, diğeri ise; Ada’ da yüzyıllardır yaşayan Türk kardeşlerimiz ve onlarla birlikte Kıbrıs’ın taşıdığı jeo stratejik önem ve değerdir. Başvekil Menderes, bu konuda tam bir beka ve basiret sahibidir. Bu sıfatla; (MENDERES): “Biz milli menfaatlerimizi Kıbrıs’ta müdafaa edemeyecek olursak anavatanın, hacet hininde (gerektiği zaman) müdafaasında tekasül (gevşeklik) göstermek gibi bir vaziyete düşeriz. Misak-ı milli dışında dahi Türk vatanı ve menfaatleri müdafaa edilmektedir. Kıbrıs’ın büyük manâsı budur.” Demek suretiyle; Bu gün göz ardı edilen gerçeği bütün çıplaklığı ile gözler önüne sermiştir.
1974 harekatına imkân veren Londra-Zürich ve Garanti antlaşmalarının mimarı ve "Kıbrıs Milli Davasının sahibi" Demokrat Partidir. (Bayar, Menderes, Zorlu) Uluslar arası kabul ve onaya sahip bu anlaşmaların esası, iki toplumlu ve eşit haklara dayalı bir federasyon ve iki kurucu devlet amacı, espri ve yaklaşımına dayalıdır.
Varılan nokta itibarıyla bu anlaşmalar çok büyük bir tarihi başarı olup; Lozan anlaşmasına rağmen Türkiye’ye sürekli bir hak ve hattı hareket imkânı sağlamıştır. Öngörülen amaç ve tam bir kararlılıkla uygulanan strateji gereği, asgariden aynı görüş muhafaza edilerek atide (gelecekte) Yunanistan ve AB yanlısı girişimlerle bu garantörlüğün izalesine kesinlikle izin verilmeyecek ve yürütülen görüşmelerden olumlu sonuç alınamaması halinde "ilhak" politikası devreye sokulabilecekti. Hazırlanan ortam buydu. Aksi takdirde, tarihi hakların hiç birisinden vazgeçilmesi düşünülmedi. Düşünülemezdi.  Türkiye ile Kıbrıslı Türk kardeşlerimizin lehine olmayan hiçbir anlaşma ve uygulama kabul edilemezdi. Rıza gösterilebilecek nihai çözüm ise; Mevcut topraklardan kesinlikle taviz verilmeksizin "taksim" veya “ilhak” dı.
1974 “barış harekâtı” bu ortam ve yasal imkân kullanılarak haklı, doğru ve uluslar arası meşruiyeti varit bir müdahale biçiminde yapıldı. Zamanın ve müteakip dönemlerin aciz ve zavallı hükümetleri yanlış yapmasa idi; Bu gün Kıbrıs’ın tamamı Türkiye’nin olabilir ve yaşanan bunalım ve buhran pekalâ ortadan kalkabilirdi. Fakat, harekâtın yarım bırakılması, istikrarlı ve tutarlı bir politika izlenmemesi, nihayet AB ile yapılan Gümrük Birliği anlaşmasında Kıbrıs konusunda taviz verilmesi “Milli Davayı” baltalamış ve birbirini takip eden ihanetler sayesinde bu günlere kadar gelinmiştir.
Kıbrıs tarihinin efsane isimlerinden Doktor Fazıl Küçük ve Dr. Rauf Denktaş yukarda açıklanan ve Atatürk’ün ortaya koyup Menderes’in hayata geçirdiği politika’ nın sadık ve samimi müdafileridir. Doktor Fazıl Küçük neyse ama, bu süreçte tam bir vefa ve fedakârlık örneği veren Rauf Denktaş çok rencide edilmiş ve Kıbrıs davasına büyük oranda zarar verilmiştir.
Özellikle, Annan plânının oylamasında üstlenilen risk, gün alma pahasına tekrar  tekrar verilen taviz ve ivazlar, bugün itibarıyla davayı rayından çıkartmış ve içinden çıkılmaz hale getirmiştir. Dahası, Kıbrıs’ın BOP ve BİP projelerinde odak noktası haline getirilmesi, stratejik önemini kat be kat arttırmış ve her ne pahasına olursa Türkiye’ den kopartılması hedeflenmiştir.
Bu arada  yaşanan bir de “T. Loizidou' ya tazminat SKANDALI” vardır. Hükümet burada tam bir zaaf ve gaflete düşerek çok büyük bir yanılgı ile malûl olmuş şiddetli bir baskı, kişisel zafiyet veya menfur taahhütlerden dolayı boyun eğme, icbara icabet döneminin en büyük hatasını yapmasına neden olmuştur. Gerçekte, Türkiye ve KKTC halkına ihanetin başka bir boyutu da budur. Dayatılan antidemokratik, ahlâksız, adaletsiz ve hukuksuz sürece kati teslimiyetin “utanç ve hicap belgesi” budur. Bu konuda gösterilen zafiyet, Türkiye Cumhuriyetini hacir altına sokmuş ve adeta geleceğini ipotek altına almıştır. Bedel, maalesef bu kadar büyüktür. 
Mevcut hükümetin yürütmek zorunda ve hattâ mecburiyetinde kaldığı Kıbrıs politikası adeta bunun eseridir.Aslında bu dava düzmecedir. Mizansendir. Uyduruktur. Hiçbir hukuki değeri ve dayanağı yoktur. Aynı zamanda AB’nin iki yüzlülüğü, insanlık dışı çifte standart uygulaması, art niyeti ve Türkiye’ye karşı açık kin, derin husumet ve açık düşmanlığının bir belgesidir. Keza AİHM (?) nin, bir mahkeme değil, siyasal bir tiyatro olduğunun da apaçık göstergesidir. Hukukla ilişkilendirildiği taktirde ise, hukukun ve adaletin utancıdır.
Lâkin kabahat onlarda değil, ne yazık ki gaflet ve dalâlet içinde olan bizim siyasilerimizdedir.  
            T. Louzidio davası ve meselesi ana hatları ile şöyledir:   “Dönemin Türk Hükümetleri tarafından 1963’den bu yana uygulanan Kıbrıs politikalarında  istikrarlı, azimli, ilkeli, onurlu ve kararlı bir politika izlenmemesi sonucu bazı olumsuzluklar yaşanmış ve dava derinden yara almıştır. Örneğin, ülkemizin yakın gelecekte karşı karşıya kalabileceği” Ermeni Soykırım İddiaları” ile Rum taleplerine mesnet teşkil edebilecek “lozidu” davasıdır. Bu davanın,(Güney Kıbrıslı Rum T. Loizidou) özellikle hatırlanması, incelenmesi ve sürekli gündemde tutulması gerekir. İşte olayın ayrıntıları: Halen (sayemizde) AB üyesi Güney Kıbrıs Rum tarafı (Bebek katiline kol kanat geren ve pasaport veren) vatandaşı olup: 1974 barış harekatı nedeniyle taşınmazları KKTC sınırları içinde kalan (davacı) Titiana Loizidou' nun  AİHM' ne açtığı dava hukuk usulüne aykırı atıl ve “mesnetsizliği ve zorunlu iç hukuk yollarının tüketilmemiş olması nedeniyle” esastan muattaldır. Mahkemenin davayı kabulü kabil olmadığı halde; Türkiye de mevcut dönem Hükümetleri 'nin zafiyetle malul, baskıya boyun eğen ve kişisel bazda devleti temsil kabiliyet ve kudretinden yoksun olması ile AB' nin Rum-Yunan yanlısı çifte standartlı iki yüzlü-dönek politikaları nedeniyle bu dava, ne yazık ki AİHM’ de görülmüş ve doğal olarak ülkemiz aleyhine sonuçlanmıştır. Şekil ve safahat olarak çok standartlı AB' nin yüz karasıdır.
Hükmedilen tazminat iyi hesaplanmış, böylece Türkiye'nin ekonomik olarak çökertilip KKTC'nin yok edilmesi amaçlanmıştır. Oysa, fiilin vukua geldiği tarih ile 1987 yılında kabul edilip, 1989 yılında yürürlüğe giren AİHM ile "Ekonomik ve Sosyal Haklar Sözleşmesi" arasında geçen süre yönünden (diğer karineler dahil) davanın "kabulü kabil olmaması" nedeniyle talebin reddi gerekirdi. Zorunlu şartlar bazında, iç hukuk yollarının bütünüyle tüketilmediği cihetle dava, muhataplık yönünden dayanaktan yoksun, mesnetsiz ve yok hükmündedir. Ne usulen görülme olayı ve ne de sonucu, Türkiye'yi bağlamamaktadır. Dahası, zorunlu bir yasal kural olan "iç hukuk yollarının tüketilmesi" hususunda KKTC nezdinde hiç bir başvuru yapılmamış, esasa uyulmamış, uygulanmaya tevessül edilmemiş ve dava açmanın gerekli kıldığı şartlara kesinlikle riayet edilmemiştir. Teşebbüsün hukuki ve siyasi yönden karar, emsal ve karine değeri yoktur. Bu vahim, küstah ve düşmanca tavır ve nihayet ortaya çıkan tablo; Tam bir vatana ihanet belgesi olan GB anlaşması ile başlatılan süreçte çok sinsi, meşum ve hain bir pazarlığın sonucudur. Annan Planı da böyledir. Nitekim, bahusus dava da Türkiye yi, esas adı Athena Diamandis (Deniz Akçay, emekli bir generalin oğlu T. Akçay' ın eşi) olan bir rum asıllı Avukatın temsil ettiği hayret ve dehşet verici bir gerçektir. Kaldı ki, Dışişleri Bakanlığı bundan üç yıldan bu yana haberdardır.
Burada en önemli unsur; Londra-Zürich ve garanti anlaşmalarının çiğnenmiş ve yok sayılmış olmasıdır. Bu affedilmez bir ihanet, suç, gaflet ve dalalettir. Özellikle, Uluslar arası Ceza Mahkemesinin kuruluş sürecinin ivme kazandığı bir aşamada, geçmişten intikal böyle bir tuzağa düşmemek ve Avrupa Komisyonu marifetiyle tehir-temlik ve/veya bütün sonuçları ile ret yolu seçilebilir ve Lahey Yüksek Adalet Divanına gidilebilirdi. Ancak, Dışişlerinin başta Fransa olmak üzere bazı karşıt güçlere boyun eğerek, her ne pahasına olursa olsun AB yolunu tıkamamak pahasına buna evet dediği anlaşılmaktadır. Böyle bir anlayış ve yaklaşım çok yanlıştır. Özellikle bu kertede ve 14 Aralık seçimleri arifesinde Sayın DENKTAŞ ve Milli Kıbrıs davasını sabote etmek anlamını taşır. Maalesef maksat hasıl olmuştur. Kararın emsal teşkil etmeyeceğine dair AB komisyonu ile yapılan sözde tehir ve temlik mutabakatının hiçbir hukuki ve fiili değeri yoktur. Aldatmacadır. Çok tehlikeli bir tuzaktır.    
            Hasılı, Loizidou'nun AİHM' ne başvurusu atıl, muattal ve yok hükmündedir. Bu menfur, sinsi, şaibeli ve meş'um bir oyun,  hain bir tuzak ve düzenden ibarettir. Hiç bir hukuki dayanağı ve ahlaki yanı yoktur. AB-rum-yunan üçlüsü tarafından Türkiye bir tuzağa düşürülmüş ve oyuna getirilmiş, Dışişleri Bakanlığının görevi ihmal,  bürokratlarının da gaflet, cehalet ve basiretsizliğinin kurbanı olmuştur.
            Bu tarihi yanılgı, takipsizlik ve sorumsuzluk nedeniyle; Türk milleti ve KKTC halkı vesayet ve taahhüt altına sokulmuş, meşru ve yasal KKTC'nin geleceği ipotek altına alınmış, onurumuz kırılmış, yasa dışı ve gayri meşru güney Kıbrıs çete devleti adeta tanınmış, Ordumuz işgalci konumuna düşmüş ve AİHM' nin haksız, hukuksuz, dayanaksız ve mesnetsiz kararı kabul edilmek ve para cezası "hukuka aykırı olarak" ödenmek suretiyle emsal yaratılmış ve "TC Devleti" ile KKTC Devletinin hükümranlık hakları ile saygınlık ve bağımsızlığına halel getirilerek, gelecekleri ipotek altına sokulmuştur.
            Bahse konu tasarruf ulusal, yasal ve anayasal bir suçtur. TCK' na göre vatana ihanetle eş değerdedir. Emsal bir suç da Gümrük Birliği anlaşmasının akılsız ve sorumsuzca imzalanarak, Türkiye nin yüzlerce milyar dolar zarara uğratılmasıdır. Yetkili ve sorumlu milli taraflar buna kayıtsız kalmakla, aynı ihanet suçunu paylaşmış olmaktadır. Bu gün çekilen cereme ve sıkıntı ile 1995 den günümüze yaşanan krizler bahis konusu sorumlu görünen sorumsuzlar yüzündendir. Şimdilerde yaşanan da, tıpkı "gümrük birliği anlaşmasının imzası gibi" yavru vatan Kıbrıs ve milli Kıbrıs davamızı riske eden/baltalayan sorumsuz ve "şahsi bir" davranış biçimidir. Sorumluluk Hükümete, Milli davaları özen ve önemle takip etmeyen ilgili Bakana ve Aziz Türk Milletine içten içe husumet besleyen dönmelerle bunların eş ve yandaşlarına (dahili bedhahlara) aittir. Bu atalet, su-i niyet kaynaklı korkaklık, zafiyet ve  skandal asla ve asla devlete maledilemez. Bu nedenle: Başta C. Başkanımız, Yüksek Yargı Başkanları, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, Türk Tarih Kurumu ve diğer yetkili, ilgili ve sorumlular ile Atatürk Cumhuriyetinin Baş Savcılarının bu işin peşini bırakmaması gerekir. Ayrıca, Sırbistanlı Rumların Belgrat Barosuna vaki başvurusu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine intikal ettiği ve bu süreçte Dışişleri Bakanlığı davanın men ve belânın def’i hususunda tedbir almadığı taktirde bu defa ilgili bakan “Abdullah Gül” mutlaka ve derhal istifa etmelidir” denilmiş idi. Fakat, bir şey olmadı.
            Süreç, Türkiye aleyhine gelişen seyrini sürdürdü.
            Oysa, dış politikada mütekabiliyet aramamak, vatana ihanettir. 
Yine o dönemde “KIBRIS Konusunda Çözüm Önerileri” adı altında bir takım öneriler açıklanmış ve yönetimin dikkati çekilmeye çalışılmış idi. Fakat, mevcut ve mer’i yönetim, “Bunlar aralarında karar  verdiler, ne pahasına olursa olsun eninde sonunda Kıbrıs’ı alacaklar” saplantısında olduğu için bu önerileri kaale almadı ve kendisinden başka kimseyi dinlemedi. İşte, o dönem itibarıyla dile getirilen öneriler:
“Konuyla ilgili olarak ilk iki makalede (8 ve 9) açıklanan tarihi gelişim süreci ve müteakip dönemde, müktesep haklara rağmen yapılan hatalar ile buna paralel olarak gelişen olaylar nedeniyle muhatap olunan sıkıntılar had safhaya ulaşmış ve şu an için çok kritik bir noktaya gelinmiştir. Diğer bir anlamda, zamanın DP Hükümeti tarafından Lozan anlaşmasının 16. maddesine rağmen elde edilen büyük başarı ve 35 yıllık bir aradan sonra yeniden Kıbrıs’ın “milli dava” noktasına taşınması (büyük bir kazanım) olayı, bir çırpıda yok edilmiş, kaybedilmiş ve adeta umutsuz çırpınışa dönmüştür.
Şimdilerde ise adım-adım Sevr’e dönüş çabaları gözlenmektedir.
            Zira, 1958-59 yıllarında Dikelya ve Agratur üslerini tutmaktan ve korumaktan başkaca bir şey düşünmeyen sömürge imparatorluğu İngiltere “ada” nın zamanla kazanacağı önem ve değerin farkında idi. Derken beklenen oldu. Bu gün için Kıbrıs BOP ve BİP’ in çıkış noktası ve “olmazsa olmaz” müstenidadı, jeostratejik (dayanağı) sıçrama tahtası, şer ve şeytani güçlerin nokta-i istinadı haline gelmiştir. Bu uğurda ve adanın güneyde kurulu yeni AB üyesi çete/mafya devletini, kirli emel ve insanlık dışı çıkarları için rahat kullanabilmek amacıyla; Türkiye’nin himayesinde görünen-bilinen ve tam olmasa bile hasbelkader “hukuk devleti” sayılan KKTC’ni yok etme çabası ağırlık kazanmıştır.
Yani, mevcut AKP hükümetinin de âli gayretleri ile bu “Milli Dava” alenen kaybedilmek üzeredir.
            Başta İsmet İnönü (1948-1950,1963) olmak üzere,dahilde; Süleyman Demirel, Mesut Yılmaz, Tansu Çiller, Murat Karayalçın ve Deniz Baykal, hariçte Baba-oğul Bush’lar, Butros Gali, (BM) Kofi Annan ve Klodya Roth’un (AB) çocukları bu davayı AB, ABD, İngiltere ve Yunanistan’ a peşkeş çekerek, milli kahraman Rauf Denktaş’a rağmen bitme noktasına getirmeye muvaffak olmuşlardır.
Üstüne üstlük 2004 yılında oylanan Annan plânı, esas itibarıyla Yunanlı Rumlar tarafından hazırlanmış; Akritas plânı, megalo idea, Enosis ve eoka idealleri ile örülmüş-dokunmuş, önsözü de Kofi Annan’a yazdırılmış bir “Yunan’ a ilhak” ve apaçık Türk’e ihanet projesidir. Projenin arkasında ABD ve AB desteği vardır. Buna rağmen referanduma sunulmuş her iki tarafça oylanmış ve güneyin reddine rağmen Türk tarafınca “evet” verilmiştir. Ne için ve ne karşılığında ? Sözde, ambargoya son verileceği, izolasyonların, siyasi ve iktisadi ablukanın kaldırılacağı, ekonomik, ticari ve siyasi tedbirlere “yeter artık” denileceği, KKTC’nin önünün açılacağı, dahası AB’den yardım ve destek yağacağı vaatleri (yalanları) ile... Peki sonuçta ne oldu ? Tabii ki hepsi boşta kaldı. Aradan geçen uzunca bir süreye rağmen hiçbir müspet gelişme olmadı. Lâkin, Türkiye’nin köşeye sıkıştırılmasına devam olundu. AB’nin niyeti açıkça anlaşıldı. Yunanistan’ın sinsi plânları ortaya kondu. Hem de Ege’den tutun, Batı Trakya’ya, Türkiye’ye AB tarafından verilecek bir takım kredi, destek ve hibelerin engellenmesine kadar pek çok baskı ve tehditle birlikte.
            Bu zafiyetle başlayan süreçte bakınız neler-neler oldu?
Güney Kıbrıs’taki Türk mirası, Türkiye’nin ve KKTC yönetiminin gözleri önünde neredeyse bütünüyle tahrip ve yok edildi. Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin (GKRY), topraklarındaki Türk ve Osmanlı kültürel mirası 16 cami, 1 hamam, 2 çeşme ve 1 tekke-türbeyi yok ettiği belirlendi. Cumhurbaşkanlığı Siyasal ve Kültürel Araştırmalar Danışmanı Ahmet Okan, Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Hasan Erçakıca ile (Temmuz-2006’da) düzenlediği basın toplantısında, KKTC Cumhurbaşkanlığının Güney Kıbrıs'taki Osmanlı ve Türk kültür varlıklarının durumuna ilişkin araştırması hakkında bilgi verdi.
Okan, mezarlıkların büyük bölümünün tarım arazisi olarak kullanıldığını, eski eser kapsamına giren hamamların ise ya tamamen yok edildiğini veya da çok kötü durumda bulunduğunu bildirdi.
KKTC Cumhurbaşkanlığının Güney Kıbrıs'taki 140 yerleşim biriminde yaptığı araştırmaya göre, ziyaret edilen toplam 102 caminin 16'sı artık yok. Camilerin 14'ü kötü durumda, 47'si ise bakımsızlıktan dökülüyor. Durumu iyi bulunan camilerin sayısı sadece 25. Evet, bu gün dahi Güney Kıbrıs’taki Türk kültür varlıkları “tam bir art niyet, kasıt ve hıyanetle” yok edilmekte, Türk-İslâm ve Osmanlı izleri haince silinmektedir.
Tespit edilen 148 mezarlığın sadece 3'ü iyi durumda bulunurken, mezarlıkların 43'ünün yok edildiği, 93'ünün çok kötü durumda olduğu belirtilmektedir.Türk evlerinin durumu ise daha da feci durumdadır. Lefkoşa'da 5, Baf'ta 20 ve Larnaka'da sadece 1 evin durumu iyi olarak tespit edilmiştir. İyi durumda Türk evi bulunmayan Limasol' daki 28 evin 5'i yok edildi, 23'ü bakımsız.
Okan, bu araştırmanın, Rum yönetiminin kültürel miras üzerinden siyasal bir fayda temin etmeye çalışmasından ‘duyulan rahatsızlık ve derin endişeden dolayı’ yapıldığını ve amacın gerçekleri ortaya koymak olduğunu kaydetti.
Buna mukabil, Rumların çeşitli şekillerde Kuzey Kıbrıs'taki kültürel mirasın yok edildiğine dair uydurma yayınlar yaptığına işaret eden Okan, iyi durumda olan ve Rumların ibadetine açılan St. Mamas Kilisesinin eski görüntülerini yayınlayarak yalana dayalı propaganda yapıldığını kaydetti. (12)
Oysa, bir yandan AB, diğer yandan Yunanistan baskısı altında ne yapacağını bilemeyen KKTC hükümeti; 1974’den sonra hukuki ve doğal bir hak olarak değiştirilen Yunanca köy, mahalle ve sokak isimlerini tekrar hayata geçirmek gibi, çok vahim bir hatayı icra etme gafletine düşmüş bulunmaktadır. Bu durum utanç ve hicap vericidir.
Peki, bütünü ortaya çıkan ve hiçbir saklısı gizlisi kalmayan bu hedef ve hainane amaçlara karşın Türkiye ne yapmalıdır?
Öncelikle, Londra-Zürich ve Garanti anlaşmalarına bir kez daha halel getirilme’ mesi çok önemli ve zorunludur. Yeterince ve gereksiz yere pek çok taviz verilmiştir. Artık yeter. Bundan sonra taviz ve ivaz vermek vatana ihanetin daniskası olur.
Hazırlanmakta olan Annan plânının yeni versiyonu rum tarafına daha çok hak ve imkân sağlamaya ve KKTC’ni bütünüyle tarihten silmeye yöneliktir. Artı, daha önceki plân Türk tarafınca uygun görülmüş ve onaylanmış olmakla; KKTC için bu süreç sona ermiştir. Artık böyle bir tuzağa düşmek enayiliktir. Aklı başında hiçbir Türk bu tuzağa düşmez.Ancak, Kapitalist ve emperyalist AB ve ABD’ nin uşakları ve Türkiye düşmanları bundan müstesnadır.
Velev ki, bundan sonra her hangi bir müzakere yapılacaksa bile:
1. KKTC’nin bütün dünya ve İslâm alemi tarafından tanınması ve müstakilen AB’ye alınması, (1959-60 anlaşmaları gereği) aksi taktirde GKRC’ nin, bir kasıt ve ihanet sonucu uluslar arası hukuka aykırı olarak iktisap ettiği AB üyeliğinin fesih ve iptali için, Lahey Yüksek Adalet Divanı’na başvurmak dahil her yola başvurulması,
2. Türk tarafının toprak bütünlüğüne, hukuki varlığı, hükümranlık hakkı ve devlet varlığına asla dokunulmaması, aslen vakıf arazisi olan Maraş dahil olmak üzere bir karış dahi toprak verilmemesi, teşebbüs edenlerin ‘vatana ihanetle suçlanarak” muaheze edilmesi, yargılanması, sorgulanması ve mutlaka cezalandırılması, sahip olunan ve 1974’den bu yana fiilen ve resmen kullanılan haklara halel getirilmemesi.
3. Kuzeyde Alsancak tarafında yer alan, stratejik önem ve değeri haiz Türk toprağının KKTC ile birleştirilmesi konusunda gereken her türlü teşebbüsün yapılması,
4. T. Louzidiu’ya gereksiz ve lüzumsuz yere, hukuka aykırı olarak verilen tazminatın gerekirse Lahey Yüksek Adalet Divanına gidilerek iptal ve iadesinin istenmesi. İadenin kabil olamaması halinde, davaya bakan rum asıllı avukatların dava edilmesi ve değilse diğer sorumlulardan tahsil ve tazmini cihetine gidilmesi,
5. Böyle kalıcı ve garantili bir sonuca varılması halinde KKTC’nin siyaseten rehabilite ve restore edilmesi; Milli ve manevi değerler cihetiyle imarı, 1974-2006 sürecinde yaşanan iki yüzlülük, yardım-yataklık ve kargaşa sebebi odakların tasfiyesi. Ciddi, iyi, dürüst ve demokrat bir hukuk devleti şeklinde yeniden biçimlendirilmesi.
6. Güney Kıbrıs sınırları içinde kalmış bütün Türk mallarının ‘mutlak adalet norm ve kriterleri dahilinde, ancak yapay değerler baz alınmaksızın “mütekabiliyet ilkeleri ve  yüzölçümleri esas alınıp’ hesap, mahsup ve takas yoluna gidilerek; Devam eden arsa, arazi ve sair emlâk sorunlarının kalıcı olarak çözümlenmesi,
7. Asla ve hiçbir konuda taviz ve ivaz verilmeksizin (zira bu topraklan uluslar arası kabul görmüş anlaşmalar gereği kan dökülerek ve milis-asker şehit verilerek alınmıştır) bir sonuca varılamaması halinde; İngilizlere ait Dikelya ve Agratur üslerinden de hak talep ve iddia etmek kayıt ve şartıyla Türk tarafına ait toprak bütünlüğünün tahkim edilmesi. Tam koruma altına alınması. Bu güne kadar verilmiş bütün taviz, söz ve antlaşmaların iptal edilerek re’sen, kellem yekün yok sayılması,
8. Hür, hakim, hükümran ve müstakil bir KKTC garantiye alındıktan sonra yeniden yapılanma restorasyon ve rehabilitasyon konusunda sağlıklı bir sonuca varılamaması halinde ilhak’ ın gündeme getirilmesi ve son (şaibesiz) Cumhurbaşkanı Dr. Rauf DENKTAŞ Vali olarak tayin edilmek suretiyle Anavatan’ a katılımın ifa, icra ve ikmal edilerek meselenin kapatılması.
9. Mevcut hükümetin, devlet ve millet hakkı için tek ve yegâne görevi budur. Hatalar derhal tamir, bozulan politikalar imar ve yıllardır bilinçsizce, hattâ gaflet,  ihanet ve dalâletle verilen tavizler mutlaka ve behemahal (acilen ve derhal) geri alınmalıdır. Şimdi akıllı, alim ve cesur olmak zamanıdır. Daha fazla vakit kaybı, karşımızda yer alan ihanet erbabı Türk, İnsan ve İslâmiyet düşmanı güruhun kazanması anlamına gelecek ve bundan sonra da Türkiye’nin Kıbrıs’la ilgili bir “milli davası” kalmayacaktır.
Tek ve en son çaredir. Aksi taktirde zayıf, aciz ve çıkarcı insanların elinde “Kıbrıs Davası” oyuncak olacak ve ileride Anavatan, Türkiye’nin başı çok büyük dertlere duçar olabilecektir. Meselenin bu şekilde istikrarlı ve kararlı bir azim, akıl ve irade ile tamamlanıp kapatılmaması ve bu meyanda gerekli kararlılık, basiret, cesaret ve bekanın gösterilememesi halinde; Türkiye çok büyük bir darbe daha yemiş olur. Sorun bir daha da çözülemez. (7)
Bunlar maalesef kimseler tarafından dinlenmedi ve dikkate alınmadı      Bütün bu öneriler açıkça ileri sürülüp, uluslar arası forumlar ve Davos dahil bir takım plâtformlarda söylendikçe Sayın Denktas’ın kulakları çınlıyor olmalı. Dahası, KIBRIS' la ilgili gelişmeler konusunda KKTC’nin mevcut Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın (iş başa düşünce) geçmişteki tutumuyla çelişen değerlendirmesi çok ilginç:
"Rumlar hiçbir şeye yanaşmıyorlar. Çünkü Kıbrıs Türk'üne hiçbir hak vermek istemiyorlar. Dünya artık Rumların bu tutumunu görmeli. Kıbrıs' la ilgili uluslararası kuruluşlar ve devletler de Rumlara 'artık yeter' demeli. Rumlar çözümden kaçıyorlar."
Yine geçmiştekilerle çelişen bazı yorumlar hem düşündürücü, hem de hayret verici:
Rumlar çözüm istemiyor.
ABD ve Avrupa Birliği'ni kalkan yaparak, kullanarak Türkiye'yi sıkıştırıp ödünler almayı amaçlıyorlar. Oysa, "Papadopulos gibi Eokacı  bir tedhişçi, cani ve soykırımcı faşistle Kıbrıs'ta çözüme asla ulaşılamaz. Onun anlayışı Kıbrıs'taki Türk varlığını yok saymak ve onları (tıpkı Yunanistan’ın Batı Trakya’da yapmaya çalıştığı gibi) kolayca sindirebileceği küçük ve korumasız bir azınlık haline getirmek.
Dünya artık çözümü (!?) isteyen tarafın Türkler, istemeyen tarafın da Rumlar olduğunu anlamalı ve soruna müdahale etmeli."
Aslında, ortada çözülecek bir şey de yok.
Zira, Kuzey Kıbrıs 1974’den bu yana zaten barışı yaşıyor.
Önemli ve gerekli olan tek şey, uluslar arası kabul görmüş anlaşmaları hayata geçirerek bu barış ortamını sürdürülebilir hale getirmektir. Ama gel de anlat. Gerçekte kendileri “sorunlu olan” kimseler illâ da bir sorun üretmek ve yaratmakla meşgul. Yani, bir anlamda sorun: Olaya taraf olanların satılmışlığından, sabetaistliğinden veya dönme yahut devşirme olmalarından ileri gelmekte.
Olaya, tıpkı 1963-1974 ve 1989’dan sonra bakıldığı gibi AB ve ABD kafası ile bakılmakta ve fakat Milliyetçi-Atatürkçü (Kemalist) bir perspektiften bakılmamaktadır. Bu, Türkiye’nin ayıbıdır. İlerleyen bölümlerde açıklayacağımız gibi daha ne ayıplar, art niyetler ve ihanetler vardır. Göreceğiz.
Bu değerlendirmelerden sonra akla şu soru geliyor: "Denktaş da yıllardan beri aynı şeyleri söylemiyor muydu?”
"Rumlar adanın tümünü istiyor. Türklerin egemenliğini tanımıyor. Adadaki Türk varlığını ortadan kaldırmayı, 50.000 kişilik Yunan askerini değil Türk Askeri varlığını yok etmeyi (adadan çıkartmayı) amaçlıyor. Onların derdi çözüm değil, adanın tek sahibi ve mutlak hakimi olmak" demiyor muydu? İşte o zaman Rauf Denktaş’ı çözümsüzlüğün mimarı olarak niteleyenler. Kıbrıs sorununu her şeye rağmen sürüncemede bırakıp Türkiye'nin başını belaya sokmakla suçlayanlar. Türkiye'nin önünü tıkayarak ‘ülkeye ihanet edildiğini’ iddia edecek kadar ölçüyü kaçıranlar. Onu (Rauf Denktaş’ı) saf dışı bırakmak için Avrupalılarla (Karen Fogg) çocukları ve Rumlarla ortak kampanyalar düzenleyenler. Çeşitli vaatlerle Kıbrıs Türk halkını ona karsı yönlendirenler.
Referanduma evet denmesi durumunda bütün izolasyonun kaldırılacağı, her türlü parasal yardımın Kuzey'e doğrudan yapılacağı  konusunda sözler verip halkı aldatıp, kandıran yalan söyleyen Avrupalılar. Hepsinin bugün gelinen noktada vicdanları sızlıyor mu acaba?
Onun ötesinde Denktaş'a yapılan haksızlığın, insafsızlığın ezikliğini bilmem duyuyorlar mi? (8)
Bu hükümetin yapması gereken ilk şey, kim ve hangi yönetim tarafından olursa olsun Kıbrıs konusunda bu güne kadar verilmiş bütün taviz ve ivazları yok sayarak reddetmek, tanımamak; Londra-Zürch ve Garanti antlaşmalarının bütün kapsam ve unsurları ile geçerli olduğunu ilân ederek, Güney Kıbrıs sürecini derhal durdurmak ve “KIBRIS” ı AB kriteri olmaktan derhal çıkartmaktır.
Milleti temsil ve hükümeti ilzam iddiasında olan iktidarların başkaca bir çıkış yolu ve çaresi yoktur.
Bunun dışında yol düşünenler; Gaflet, ihanet ve dalâlet içinde olanlardır.
Milleti temsil edemezler. Harici bedhahlara angaje ve akredite olanların dışında herkes ve her kesim ve her hükümet “milli” düşünmek ve “milli” hareket etmek zorunda ve durumundadır. Bunun yanı sıra 1974 öncesi EOKA, AKRİTAS PLÂNI ve ENOSİS’ çi Rumlar tarafından yapılan bütün katliam, gasp ve soykırımlar gündeme taşınıp, hesabı mutlaka sorulmalı, maddi ve manevi kayıplar konusunda tazminat talep edilmeli ve gerekirse yeni bir harekât düzenleme pahasına bunların telâfii yoluna gidilmelidir.
Tekrar Sayın Rauf DENKTAŞ’A dönelim. Şöyle anlatıyor Sayın Denktaş: Rum liderler Kıbrıs meselesini yabancılara anlatırken geçmişten bahsetmezler. Onlar için geçmiş 1974' de başlamıştır. Türk askeri geldi ve kardeş gibi yaşayan iki tarafı zorla ayırdı; Türk azınlık bundan çok zarar gördü. Uzlaşmaya hazırdırlar ancak işlevliği olan bir anlaşma gerekmektedir. 1960 Antlaşması gibi işlevliği olmayan, azınlığa devletin çalışmasını bloke edecek haklar veren bir anlaşma yaşayamaz. Demokrasi uygulanmalıdır. Kıbrıs Halkı %80 Rum’dan, %20 de Türk'ten oluşan tek bir halktır. Bu halk Kıbrıslıdır. Seçimlerde toplumlar üzerine ayrılık, hele ayrı oylama olmamalıdır. Kıbrıslıların işine dıştan kimse karışmamalıdır. (Londra, Zürich ve Garanti Antlaşmaları bütün sonuçları ile ortadan kaldırılarak keellem yekün yok sayılmalı)Türkiye'nin Kıbrıs üzerinde hiçbir şekil ve surette söz hakkı olmamalıdır. Bütün kötülüğün kaynağı Türkiye'dir. Bağımsız Kıbrıs'ın garantilere ihtiyacı yoktur.
Yani, Yunan hükümetleri ve başta ABD olmak üzere dünyanın dört bir tarafına yayılmış etkin Rum diyasforası, resmi misyon, resmi bütçe ve her türlü yerel imkân ve ulusal kaynaklardan yararlanıp-beslenerek bütün dünyaya yalan söylemektedirler. Buna mukabil, tıpkı Ermeni meselesinde olduğu gibi (monşerlerden müteşekkil) Türk hariciyesi son derece pasif, ilgisiz, bilgisiz, duyarsız, takipsiz-tepkisiz ve palyatiftir.
Dahası, ulusal basın görüntüsü altında ülkemizde yayın yapmakta olan ‘yabancı sermaye” destekli besleme güruh, günün Ali Kemal’leri ve akredite ihanet şebekeleri ise; Ta yazımızın 1. bölümünde açıkladığımız gibi millete yalan söylemektedirler. "Kıbrıs''a" Akredite yabancı diplomatlar da buraya "meşru Kıbrıs Hükümeti" ile kendi hükümetleri arasında iyi ilişkiler kurmakla yükümlü olarak gelirler. Görevleri budur. Rum tarafında yaşarlar. Gece gündüz zengin Rumların ve makam sahiplerinin davetlerinde "Kıbrıs meselesinin 1974'de nasıl başladığını, "meselenin Türkiye'nin genişleme politikasından kaynaklandığını" Rumlardan dinlerde. Geçmişten bir şeyler bilseler bile görevleri akredite oldukları hükümetle iyi geçinmektir, arayı bozmamaktır. Bu nedenledir ki 1963 - 65 yıllarında bile bu diplomatlar, Türkler gettolarda yaşarlarken, tavşan gibi avlanırlarken adadan ayrılacaklarında, "bu güzel adada geçirdikleri hoş günlerden" bahsetmişler ve akredite oldukları "hükümete" teşekkürlerini sunmayı da görev bilmişlerdir. Son temennileri "tarafların anlaşmasıdır." Kuşkusuz bu durumdan "meşru hükümet" ünvanını sırtlamış olan eli kanlı, faşist ve terörist idare yararlanmıştır.
Gerçekleri anlatmak Türk tarafına kalmaktadır.
Gerçeği, yani geçmişi, Akritas Planı'nı, 1960 Antlaşmalarının neden sui generis (kendine özgü) antlaşmalar olduğunu anlatmaya başladığınızda karşınızdaki diplomat sizi durdurur ve "Geçmişte yaşamayınız, geleceğe bakınız" der. Anayasal haklarınızdan, Uluslararası Antlaşmaların nedeninden bahsetmenizi de “uzlaşma istememenize" bağlarlar.
Bu şartlanmış beyinlere vizyonunuzu açamazsınız; yeni bir anlaşmanın kalıcı olabilmesi için 1960 (Londra-Zürich ve Garanti) Antlaşmalarının ötesinde sağlam bir zemine ihtiyaç olduğunu, bunun da KKTC'nin zemini olduğunu kesinlikle duymak bile istemezler. Onlara göre akredite oldukları "Kıbrıs Cumhuriyeti", hükümeti ile ayaktadır, bu devleti bölmek kabul edilemez. "Bölen taraf biz değiliz" demenizi de pek iyi de karşılamazlar. "Geçmişi unutunuz" tavsiyesini tekrarlarlar.
Rum tarafının EOKA'cı lideri Tasos Papadopullos'un Yılbaşı mesajını incelerken Rumların siyasetlerinde ve oynadıkları kanlı - kansız oyunun kurallarında 43 yıldır herhangi bir değişiklik olmadığını yeniden tespit etmiş oldum.
Papadopulos "kalıcı ve fonksiyonel (işlevsel) bir çözüm” bulunmasını arzu ettiğini söylerken (karanlık, vahşet, gasp, soygun ve katliamı simgeleyen) "geçmişe değinmeyeceğim" diyor ve illâ "geleceğe bakacağını" vurguluyor. Çünkü, geçmişe değinse üç sorumludan biri olduğu kayıtlara geçmiş olan Akritas Planı' ndan ve bu plan altında 11 yıl Türklere yaptıklarından bahsetmesi gerekecek.
Bunu yapmak için "insanlık ve barış severlik" açısından "erkek adam" olması gerekir. Hayvanlıktan sıyrılıp “insan” olması gerekir. Medeni bir insan olabilmesi halinde; Adalet ve objektif hukuk ilkelerine uygun bir formatta politika yapması gerekir. Hasılı “mert” olması ve “kahpelik ve kancıklıktan” sıyrılması gerekir. Buna mukabil bizimkilerin de: “TÜRK” gibi onurlu, erdemli, mert ve dürüstçe, dosdoğru bir politika uygulaması gerekir. Değil mİ?
Halbuki onun eğitimi arkadan vurmak, pusuya yatmak, işlediği suçu başkasına atmak, her ne pahasına olursa olsun, gerektiğinde diplomatları kandırarak Kıbrıs'a sahip çıkmak, bu nedenle de Türkleri azınlık statüsüne mahkum etmektir. Türklere "azınlık statüsünün ötesinde kıl kadar hak veren planlara şiddetle karşı çıkmak ve bunu "devleti savunma" kılıfına sarıp takdim etmek de bu oyunun bir parçasıdır.
Bu yüzü kızarmaz adam Türk tarafına da sesleniyor ve "refahınız” bölücü eğilimlerde ve siyasi etkinliklerde değildir, "refahınız” ortak “ vatanımızın yeniden birleşmesi için işbirliğindedir ayırım duvarının yıkılması için işbirliğine davet ediyorum" diyor ve konuyu derhal “işgal kuvvetlerine" getiriyor. "Ortak vatan" Papadopullos'a göre: "tek kişi, tek oy" misali önerilen demokratik idarede mümkündür. "Eşit hak - ortaklık" işlevsel değildir. AB normları bütün bunları halledecektir. Bu nedenle şimdiden Rum tarafında yaşayan Türkleri Rum seçmen listesine alarak "ayrı eşit toplum" statüsünü haritadan silmek oyununa başlamıştır. Akritas Planı'nın bu eli kanlı uygulayıcısı Türklere yapmış olduğu kötülükleri unutarak, hiç sıkılmadan "Türkleri Rum tarafının haklı endişelerini anlamaya ve tanımaya davet ediyorum" diyor.
Pes doğrusu. Rum halkına ise "birlik ve beraberlik" çağrısı yapan Papadopullos "en kötülere (1974''e) dayandık daha iyilerini ümit ediyoruz" dedikten sonra istediği uzlaşmanın temelini açıklıyor. BM kararları ve AB normları! Papadopullos Türk tarafının bu BM kararlarının çoğunu (anlaşmalardan ötürü) "Kıbrıs Hükümetinden" bahsettiği için kabul etmediğini ve AB normlarının KKTC ile AB arasında görüşülerek bunlardan bir kısmının, Türk halkının var olabilmesi ve güvenliği için, kalıcı derogasyonlara bağlanması gerektiğini unutuyor.
Daha da ileri gidip, ahlâksızlaşarak, âdileşerek, küstahlaşarak, ve dahi sözde muhataplarına meydan okumak suretiyle; "Biz Türkleri bedavaya AB üyesi yaptık, daha ne istiyorlar ?" diyor. AB üyeliğinden istifade için gasp edilmiş "Kıbrıs Pasaportu" almış olanları da kendisine tabi azınlık vatandaşı addediyor.  Türkiye, KKTC ve apaçık gerçeklere rağmen, Rumlar, bütün dünyayı kandırma oyununa devam ediyor. Hala "birleşelim, bütünleşelim" edebiyatı mı yapacağız, yoksa KKTC'ne dört elle sarılmak suretiyle bu insafsızların, yalancı ve düzenbazların yolunu kesmeye devam mı edeceğiz ? Sayın Cumhurbaşkanı Talat'ın liderimiz merhum Dr. Fazıl Küçük'ü anma töreninde yaptığı konuşma "akıntıya kürek çekmekten vazgeçileceği" konusunda söyledikleri hepimizi ümitlendirmiştir. (9)
KIBRIS GİTTİ GİDİYOR, "AKP HÜKÜMETİ" NEREYE GİTTİ ! DİYOR.. 
8 Temmuz 2006  Kıbrıs; BM Genel Sekreteri'nin Siyasi İşlerden Sorumlu Yardımcısı İbrahim Gambari, Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ve Rum Yönetimi Lideri Tassos Papadopulos ile biraraya geldiler.... Hedef belli., Adanın birleştirilmesi için yeni bir süreç başlatmak... anılan görüşme sonunda 5 maddelik bir açıklamada bulunan Gambari, tarafların iki kesimli, iki toplumlu ve siyasi eşitliğe dayalı bir federasyonla Kıbrıs'ın birleştirilmesi ve bunun Güvenlik Konseyi kararları doğrultusunda olması taahhüdünde  bulunduğunu  söyledi!
Ayni zamanda İki liderin Temmuz sonuna kadar çalışmalara başlayacak olan Teknik Komitelerin çalışmalarını gözden geçirmek ve iki toplumlu çalışma gruplarına gerekli talimatları vermek üzere zaman zaman bir araya gelme kararı aldığını açıklayan Gambari, liderlerin kapsamlı bir çözümün hem gerekli hem de mümkün olduğu ve daha fazla ertelenmemesi gerektiği  yönünde mutabakata vardığını da söyledi.
Gambari iki liderle de mutabakata vararak, adada çözüm bulunması için çalışacakları mesajını verirken bu bir “tarihi olaydır” diyor. Prensipler Dizisi olarak 5 maddelik listede neler yok neler. Şimdi geliniz söz konusu mutabakat maddelerini inceleyelim;
-Temmuz ayı sonuna kadar insanların günlük hayatını etkileyen konularda, Teknik Komiteler çalışmalarına başlayacak ve aynı zamanda iki lider arasında özlü konular ile ilgili listeler karşılıklı olarak değiştirilecek ve bunların içerikleri iki toplumlu uzman çalışma grupları tarafından incelenecek ve liderler tarafından sonuçlandırılacak.
-Her iki lider, iki toplumlu uzman çalışma gruplarına yön vermek ve Teknik Komitelerin çalışmalarını gözden geçirmek için uygun görüldüğü zamanlarda yeniden görüşecek."
İlkeler Dizisi'nin tam metni de şöyle:
1.İlgili Güvenlik Konseyi kararlarında belirtilmiş olduğu üzere, Kıbrıs'ta iki toplumlu, iki bölgeli bir federasyona ve siyasi eşitliğe dayalı bir çözüme bağlılık.
2.Statükonun kabul edilemez olduğunun ve devamının, Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rumlar için olumsuz sonuçlar doğuracağının kabulü.
3.Kapsamlı bir çözümün hem arzu edilir hem de mümkün olduğu ve daha fazla gecikmemesi gerektiği önerilerine bağlılık.
4.İnsanların günlük yaşamlarını etkileyen olaylar hakkında iki toplumlu görüşmelerin hemen başlatılması, aynı anda özlü konuların da görüşülmesi. Bunlar, kapsamlı çözüme katkıda bulunacaktır.
5.Bu sürecin başarılı olması için "doğru ortamın" devam etmesini sağlamaya bağlılık. Bu bağlamda, hem ortamın iyileştirilmesi, hem de tüm Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı  Rumlar'ın hayatlarının daha iyi olması için güven artırıcı önlemler elzemdir. Yine bu bağlamda, taraflar birbirini suçlamaya son vermelidir.
Şöyle bir düşünelim, Gambari-Talat-Papadopulos görüşmesinde sorunun BM çerçevesinde çözümlenmesi kararı üzerinde mutabakata varan taraflar bu mesajı verirlerken, diğer taraftan, Kıbrıs meselesinin AB içerisine çekildiği,  Rumlar ve AB’nin Türkiye’ye baskı uyguladığı dikkate alındığında ortada bir tezatlık olduğunu görüyoruz. Bakınız taraflar iki kesimli iki bölgeli federal çözüm diyorlar. Buna işaret ediyorlar etmesine de, şu iki kesimli iki bölgeli çözüm hikayesi artık çok zor. Çünkü Türk hükümeti, KKTC hükümeti ve AB talepleri doğrulusunda KKTC’de kurulan Tazmin Komisyonu iki bölgeliliği ortadan kaldıracak kararlar alıyorlar. Diyelim ki Gambarı Talat-Papadopulos arasında yapılacak görüşmeler sonunda bir yeni plan taraflara sunacak. Adı belki annan planı değil de annan planı içeriğinde farklı bir isimde yeni bir plan olacak. Daha önce basına yansıyan “Cyprus plan” da olabilir. Bu planda Kıbrıs Türklerine verilecek hakların Annan planından çok daha da geri olacağı aşikardır. Bu güne değğin verilen tavizlerden kimse ödün vermeye yanaşmayacak, muhtemelen Türk tarafı da böyle bir talepte bulunmayacaktır.
Annan planı sonrasında   BM ve AB Ne demişlerdi? Kıbrıs Türklerini kutluyoruz. Tecrit kaldırılmalı. Peki ne oldu? Sadece laf! Lafla peynir gemisi yürümez! Peki olan ne ? Annan planı sürecinde ‘Milli Kahraman’ davanın hakiki sahibi, namuslu ve dürüst bekçisi, umur görmüş devlet adamı Denktaş elendi. Seçimlerde Talat desteklendi. Anavatan, BM, ABD, AB bunu istedi. Olan oldu. Talat geldi. Şimdi muhtemelen böyle bir süreçte Talat’la bir görüşmeler süreci başlayacak. Sonuçta birileri ile getirilen kişiler o yerlerin görüşleri ile hareket etme mecburiyetinde olurlar. Bu nedenle Talat “her ne olursa olsun çözüme (!) ulaşma pahasına” adada yeni bir anlaşmaya gidileceği ortada. Olacak bu. Yeni bir birleşik Kıbrıs yaratacaklar. Bu, tam da Rumların isteği gibi olacak...İşte o zaman Türk Ordusu’nun ‘koşulsuz olarak’ adadan çekilmesi istenecek. 50.000 kişilik Yunan ordusu konuşlandığı yerde kalacak. Türk askeri yavaş yavaş çekilmeye başladığı an...gökyüzü kararacak...ağlayacak...çünkü Kıbrıs elimizden kayıp gidecek...
            Milli Dava bitecek... Maalesef süreç bu, nihai gaye bu...
Şimdi Gambari’ nin gerçekleştirdiği görüşme öncesinde güneyde neler oluyor bir bakalım.  
Geçtiğimiz haftalarda "Bizler, Kıbrıslı Türklerle birlikte yaşamaya hazırız" propagandasını sürdüren DİSİ Partisinin gençlik örgütü  NEDİSİ'ye mensup Rum gençleri, Kiracıköy (Athienu) duvarlarını Türk düşmanlığı içeren sloganlarla doldurdular. NEDİSİ'ye mensup Rum gençleri gece vakti Kiracıköy'e giderek, köydeki evlerin duvarlarına "En İyi Türk Ölü Türk'tür", "Yaşasın Ulusumuz" ve "Yunan Doğdum Yunan Öleceğim" sloganlarını yazarak gerçek niyetlerini ortaya koydular.
Diğer taraftan da, güneyde ne kadar Türk, İslam ve Osmanlı eseri varsa, bütün dünyanın gözü önünde tam bir haset, kin ve intikam hırsı ile yok etmeye ve Türk izlerini haince silmeye başladılar. (İsrail dahi bu kadarını yapmamıştır)
            Bu olayın gerçekleşmesinden birkaç gün sonra Rum Savunma Bakanı Fivos Klokkaris, "Öğrenciliğin  askerlikle hiçbir alakası yok ama öğrencilerimizi birer savaşçı haline getireceğiz. Askeri eğitimin ana  konusu budur" diyerek ne hedefinde olduklarını yüreklice ortaya koyuyorlar!
Kısa bir süre önce ise 27 Haziran tarihinde Güney Kıbrıs'a geçerken arabasında yapılan aramada Karşıyaka'da mimarlığını yaptığı inşaatların proje dosyası bulunduğu gerekçesiyle  Rum polisi tarafından tutuklanan mimar Osman Sarper halen Güney’de   Rum hapishanesinde kötü koşullarda hayat mücadelesi veriyor. Sarper tansiyon hastalığı da var ve acı içinde... Ama sahipsiz...
            Peki neden ?  
Sarper tutuklanıyor, çünkü arabasında bulunan  planlarda kuzeyde eski Rum malları üzerine inşaat yaptığı için Rumlar kendisini tutukluyorlar.... Sarper gibi bugün eski Rum arazileri üzerine inşaat yapan her Türk Rumlar tarafından kara listeye alındı ve mutlaka yargılanması istenecek....
            Peki bizim  Petomyalı "RTE"  hükümeti  ne yaptı? Sadece olayı kınamakla yetindi. Not aldılar !?...
Bir israil’in bile, sırf bir askeri Filistinlilerce kaçırıldı diye Gazzeyi yerle bir etmesi... Lübnan’a saldırması ve 3. dünya savasını tetikleyerek “çıkarsa çıksın” demesinden bir anlam  çıkarmadınız mı.Dostlarım Bizim  haklı olduğumuz durumda  dahi  yaptığımız  hiçbir şey yok... Rumlara kendi toprağımızı veriyoruz. Dilim varmıyor fakat  Vermek için adeta çırpınıyoruz.... İnsan hayatımı yoksa Toprak mı önde gelir dersek tabi ki Toprak ama bu hükümet kendi toprağını kendi   eliyle Rum’a  veriyorsa  tabi ki Sarper olayında bir şey yapamayacak ve başaramayacaklar...Ne de olsa onlar da bu düzenin adamı...Rumların kucağına bizi itenler, sanıyorlar ki ilelebet yüksekte kalacaklar...
Bunu hep birlikte göreceğiz....
Güney’ de kötü koşullarda suçsuz olduğu halde tutuklu olan Osman Sarper için gerekli çalışma yapılmalıdır....Sayın Sarper bir Kıbrıs Türküdür.  O da bir vatan evladıdır.Hedef açıkça Gambari-Papadopulos-Talat görüşmesinde ortaya konmuştur.. KTC Devleti yok edilecektir.
Bunun gerçekleşmesi yıl sonuna  kadar  hedeftir....
            Hedef Rum tezi yani Birleşik Kıbrıs’tır! Hedef Rum göçmenlerin geri dönmesidir! Hedef Rum  hükümranlığının Kuzey’de hakim olmasıdır....
Abraporlarında da “Kıbrıs  Cumhuriyeti” yani Rum hükümranlığı kuzeyde uygulanmadığı ama kuzeyin de Rumlara ait olduğu  vurgulanılırken  bizim taraftakiler  nerden  bahsediyorlar? Siz Türkiye  hükümeti   olarak utanmadan salak  numarasına yatın ...Fakat, Türk milleti salak değildir. Yemezler...
            Şimdi tekrar başa dönelim. Yazdık ama hatırlatmakta yarar var. Gazi Mustafa Kemal Atatürk ne diyor ? “Efendiler ! Kıbrıs düşman elinde bulunduğu sürece bu bölgenin (Akdeniz Bölgesi’nin) ikmal yolları tıkanmıştır. Kıbrıs’a dikkat ediniz. Bu ada bizim için çok önemlidir..”
 
            Bu bölümde olayı büyüteç altına alarak “daha derin” bir yaklaşımla ele almak istiyorum. Şöyle ki:Yukarıdaki başlık bunu ifade ve anlam bütünlüğünü sağlamak için konulmuştur.
            Evet, ben Kıbrıs’ı çok önemsiyorum. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Kıbrıs ile ilgili yukarıdaki sözlerine sadık kalmamız gerektiğine inanıyorum. Ayrıca Kıbrıs’ın Türkiye’nin ve Türk dünyasının güvenliği açısından mutlaka Türkiye’nin kontrol ve denetimi altında kalmasını coğrafyanın bize dikte ettirdiği kaçınılmaz bir gerçek olarak görüyorum. Yöneticilerin her zaman hata yapabileceği gerçeğinden hareketle devletimizin sahibi olan milletimizin konuyu sahiplenmesi için bilgilenmesi gerektiğini biliyorum. Avrupa Birliği yolunda giderken tamamiyle gözden çıkardığımız ve Rum-Yunan Megalo İdeasına kansız bir şekilde hibe ettiğimiz Kıbrıs hakkında ne kadar hassas olsak ve ne kadar tartışsak azdır. Çünkü dünyanın merkezindeki bu küçük ada en az bizim kadar küresel güçler için de çok önemlidir. Bizim kadar onların da gündemini işgal etmektedir. Bu coğrafya ilminin gerçeğidir. Bu önem ve değeri çok önemli bir hatıra ile sürdürelim. Çok değerli bir araştırmacı ve yazar Sayın Yılmaz DİKBAŞ anlatıyor:  “Kıbrıs ile ilk tanışmam lise sıralarında YA TAKSİM-YA ÖLÜM sloganları ile meydanları dolduran yüz binlerin heyecanını duyarak başladı. Bilahare Kıbrıs Barış harekâtına katılan birliklerdeki ilk değiştirme personeli olarak 28 nci Tümen Topçu Alayı 2 nci Top. Taburu 1 inci Batarya Komutanlığına atandım. 1975 yılına çok soğuk bir havada ve çok dalgalı bir denizde Mersin’den kalkan Erkin çıkarma gemisinde ve Kıbrıs yolunda girdim. 1 Ocak 1975 sabahı yağmurlu bir havada Magosa limanında askeri merasimle karşılandım. Magosa’dan birliğimin bulunduğu Timbu (Kırklar) köyüne gelene kadar geçen sürede savaşın acımasız yüzünü beynime kazıdım. Savaş gerçekten her iki taraf için de çok kötüydü. Bu karışık düşünceler arasında “ iyi ki galip gelmişiz” dediğimi hatırlıyorum. Bu ilk zorunlu Kıbrıs ziyaretim kısa sürdü. Çünkü Harp Akademisi sınavlarını kazanarak 23 Şubat 1975’te Akademi öncesi kurslara katılmak üzere adadan ayrıldım.
            1983 yılında Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliğinde Başbakanlık Altıncı katında görev yaparken bizim üstümüzdeki katta da Kıbrıs Müsteşarlığı vardı. 13 Kasım 1983 günü Kıbrıs Müsteşarının toplantı halinde bulunduğumuz bir sırada odaya dalarak bize ‘KKTC’ nin kurulduğu haberini sevinçle verdiğini hatırlıyorum.
            Bundan sonra Kıbrıs’la ilgili bütün bağlarım kesildi. Kıbrıs ilgi sahamın dışında idi. Ancak 22 Nisan 2002 tarihli STAR Gazetesinde Saygı Öztürk’ün “Heykeli Dikilen Türk Subayı” başlıklı yazısı beni yeniden Kıbrıs sorununun içine çekti. Saygı Öztürk,  Gazimağusa Kalesi Müdafii değerli kardeşim, dava arkadaşım, can dostum Oğuz Kalelioğlu’nun hayatını anlatıyor ve Kıbrıs’ta “Kıbrıs Adalet Partisi” isminde bir parti kurarak seçimlere hazırlandığını bildiriyordu. Bu benim için çok önemli bir haberdi. Demek ki Kıbrıs’ta doğru gitmeyen işler vardı. Oğuz Kalelioğlu Kıbrıs’ta parti kurmuş ve başarılı askeri mücadelesini bu defa siyasi alanda devam ettirme gereğini duymuş ise bu küçük vatan parçasında durum gerçekten vahim olmalıydı.
            Bu tarihten itibaren basını yakından takip ederek ANNAN Planı adı altında Kıbrıs’ta oynanmak istenen oyunları anlamaya çalıştım. Sonunda 4 Ekim 2003 tarihinde ÖNCE VATAN Gazetesi yazarı olarak doğrudan gözlemlerde bulunmak üzere KKTC’ye gittim. Bir ayı aşkın bir süre Kıbrıs’ta toplumun her kesiminden insanlarla görüşme fırsatı buldum.
Sadrazam köyden Dipkarpaz’a kadar her tarafı dolaştım. Gözlemlerimi Önce Vatan Gazetesi vasıtasıyla halkımızla paylaştım. Gördüklerimin ve duyduklarımın tamamını yazmamı milli hislerim engelliyordu. Fakat satır aralarında da olsa halkıma mesajlar vermeye çalıştım.
            Kıbrıs’ta Oğuz Kaleloğlu liderliğinde bir araya gelen bir avuç vatanseverin yedi düvele karşı yaptıkları müthiş mücadeleyi gördüm. Bu küçücük adada döndürülen küresel oyunları görerek dehşete düştüm. Dünyanın merkezindeki bu cennet adaya sahip olmak üzere bütün küresel güçlerin burada mevzilendiğini görerek korkuya kapıldım. Türkiye’nin otuz yılda bu adayı nasıl bu hale getirdiğini görerek kahroldum. Sosyal ve kültürel alanda bu derece ihmal edilmişlik, inanılmaz boyutlardaki vurdumduymazlık sonunda KKTC’de Türkiye’nin adeta bir işgalci ve sömürgeci olarak görüldüğüne bizzat şahit oldum. Türkiye’nin ve Türk askerinin gözü önünde Türk milletine, Türk Devletine ve canlarını koruyan askerlerimize karşı düşmanlığı görerek şaşırdım. Evet, biz 30 yılda bu küçük adayı iyi yönetememiştik.
            Kıbrıs’a 14 Aralık 2003 Milletvekili seçimleri için yeniden gittiğimde sadece gazeteci değildim. Artık siyasetçi kimliğim vardı. Annan Planına EVET- HAYIR kavgası içine girerek halkı unutan iktidar ve muhalefetin dışında ülkeye vizyon getiren ve hizmet vaat eden Kıbrıs Adalet Partisinin bir üyesi olarak görev yaptım. Kimlerle mücadele ettiğimizi, gerçek rakiplerimizin buradaki birkaç parti ve onların yöneticilerinin değil bütün küresel güçlerin yapılandırma mühendisleri olduğunu yaşayarak gördüm. Bu küçücük adaya sahiplenmek için yedi düvelin ayak oyunlarına ve döktüğü paralarla halkın oylarını nasıl satın aldıklarına şahit oldum.
            Bütün bu gördüklerimi, duyduklarımı ve yaşadıklarımı, beklentilerim ve benim doğrularım ışığında irdeleyerek 24 Nisan 2004 Annan Planı Referandumundan önce yazdığım “Kıbrıs’ta Sona Doğru” kitabım ile halkımıza anlattım.  Kıbrıs konusu ile ilgili olarak referandumdan sonra günümüze kadar devam eden olayları dikkatle takip ettim. Görüşlerimi yine gazete ve dergilerde ifade ettim. Konferans ve panellerde fikirlerimi halkımızla paylaştım. Yeni sürecin Kıbrıs’ın Denktaş’tan sonraki lideri Mehmet Ali Talat yönetiminde giderek Türk toplumu aleyhinde geliştiğini müşahede ettim.
            Ve şimdi 20 Temmuz Barış Harekatı’ nın 32 inci şeref yılında “Küresel Güçlerin Çekim Merkezindeki Küçük Adada Büyük Oyunlar” isimli bu kitap ile halkımın karşısındayım. Kitapta, küçük adada büyük oyunlar oynayan küresel güçler ile Kıbrıs’taki maşalarının adadaki Türk varlığı ile olan mücadelelerini güncel olaylara dayanarak açıklamaya çalıştım.
            Biz biliyoruz ki, Küresel güçler Kıbrıs’ı kontrol ederek; Dünyayı dünyanın geometrik merkezinden yönetmeyi, Dünya petrollerini kontrol altına almayı, Doğu-Batı ticaret yollarını daima açık bulundurmayı, Enerji ulaşım yollarını denetim altında bulundurmayı, Doğu-Batı-Kuzey-Güney istikametindeki askeri saldırılar için merkezi yığınak bölgesi sağlamayı ve İsrail’i batıdan korumayı, Hedef alırlar ve bu kazanımları birbirlerine kaptırmamak için bu küçük ada üzerinde kıyasıya bir güç mücadelesi verirler.
            Küresel güçler de biliyorlar ki, Türkiye Kıbrıs’ı kontrol ederek; Türk dünyasının güneybatı ucundaki uç beyliğini elde tutarak Türk coğrafyasının batıya karşı güvenliğini sağlamayı, Anadolu’nun güney kıyılarını askeri güç bulundurmadan denizden ve havadan emniyet altına alarak bütçe tasarrufu sağlamayı, Akdeniz’i doğudan kontrol ederek Ortadoğu ülkelerini kendine bağımlı kılmayı, Bakü-Ceyhan petrol boru hattının Ceyhan ayağını ve Kıbrıs Boğazı’ndaki deniz ulaşımını güvence altına almayı, Adanın küresel güçler tarafından kolaylıkla kullanılmasını önlemeyi ve küresel güçlerin muhtemel kazanımlarına ortak olmayı, 1699’ yılında durdurulan Türk ilerleyişinin 275 yıl sonraki ilk kazanımı olan 400 yıllık Türk topraklarını elde tutarak Türk toplumunun psikolojik direncini güçlendirmeyi, Hedef alır, bunu devletin milli politikası olarak kabul eder ve uygular.
            Şimdi bu küçük adada verilen mücadele, bu zıt güçlerin birbiri ile çatışan hedeflerinin elde edilmesi üzerinde sürdürülmektedir. Mücadele henüz bitmemiştir. Yeryüzünde tek Türk kalana kadar bu kutsal mücadele devam....”
            Şimdi yine sayın Dikbaş’ın katkılarıyla irdelemeyi sürdürelim:
KIBRIS’I RUMLARA KİMLER VERDİ?
Avrupa Birliği (AB)’nin resmi belgelerinde Kıbrıs’la ilgili,‘Kıbrıs Türk Kesimi’ ya da ‘Kıbrıs Rum Bölgesi’ gibi deyimler yer almamaktadır. AB’nin hiçbir belgesinde, ‘Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ diye bir tanımlama geçememektedir.
AB’nin tüm belgelerinde Kıbrıs’tan sadece şöyle söz edilmektedir: “The Republic of Cyprus”. Yani, “Kıbrıs Cumhuriyeti”. Ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yönetimi Rumlardadır.
AKP Hükümeti Kıbrıs’ı, 2004 yılında Rumlara vermiştir. Ancak bu gerçeği Türk halkına açıkça söyleyememiştir. 2004–2005 sürecinde AB ile imzalanan Kıbrıs’la ilgili koşulları yerine getirmekte zorlanınca da, AB’nin yeni koşullar öne sürdüğü yalanını ısrarla dillendirerek Türk halkını aldatma, yanıltma, kandırma ve oyalama yolunu seçmiştir.
 
KIBRIS’I RUMLARA KİMLER VERDİ?
 
Avrupa Birliği (AB)’nin resmi belgelerinde Kıbrıs’la ilgili,‘Kıbrıs Türk Kesimi’ ya da ‘Kıbrıs Rum Bölgesi’ gibi deyimler yer almamaktadır. AB’nin hiçbir belgesinde, ‘Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ diye bir tanımlama geçememektedir.
AB’nin tüm belgelerinde Kıbrıs’tan sadece şöyle söz edilmektedir: “The Republic of Cyprus”. Yani, “Kıbrıs Cumhuriyeti”. Ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yönetimi Rumlardadır.
AKP Hükümeti Kıbrıs’ı, 2004 yılında Rumlara vermiştir. Ancak bu gerçeği Türk halkına açıkça söyleyememiştir. 2004–2005 sürecinde AB ile imzalanan Kıbrıs’la ilgili koşulları yerine getirmekte zorlanınca da, AB’nin yeni koşullar öne sürdüğü yalanını ısrarla dillendirerek Türk halkını aldatma, yanıltma, kandırma ve oyalama yolunu seçmiştir.
İşte, belgelerle Kıbrıs’ın Rumlara tesliminin öyküsü.
AB, 6 Ekim 2004 tarihinde Türkiye ile ilgili üç belge yayınladı. Bunlardan ‘İlerleme Raporu’nda şöyle denilmekteydi:“Cypriot vessels or vessels having landed in Cyprus are stil not allowed in Turkish ports. Transposition of the acquis should take place in parallel with adherence to international agreements”                      
Türkçesi: “Kıbrıs bandıralı gemilerin ya da Kıbrıs limanlarına girmiş gemilerin hala Türk limanlarına girmesine izin verilmemektedir. Avrupa Birliği Müktesebatı, uluslararası anlaşmalar çerçevesinde uygulamaya konulmalıdır.” Bu demektir ki, AKP Hükümeti daha Ekim 2004’de, Türk limanlarını Kıbrıs Rumlarının gemilerine açmak zorunda olduğunu biliyordu. Bu, AB’ye girme uğruna verdiği ödünlerden sadece biriydi. Peki, böylesi ağır bir ödünden, AKP Hükümetinden başka bir makamın haberi yok muydu? Var idiyse, tutumları neydi?                                                                           
8 Ekim 2004 tarihinde, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer şunları söylüyordu:
“Biz mutlaka AB üyesi olma hedefinden vazgeçmiyoruz. Bu hedeften geri dönmeyeceğiz. Sanıyorum ki bir gün bu hedefe ulaşacağız.”
Bu sözleriyle Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, AB üyesi olma hedefi uğruna, çok ağır bir ödün vermeye, Kıbrıs’ı Rumlara teslim etmeye karşı çıkmadığını dolaylı olarak ifade etmiş oluyordu. 
Mart 2004’de AB, Türk Genelkurmayı’nı Kıbrıs konusunda ikna etmek için Ankara’ya bir heyet gönderiyordu. AB’nin dönemsel başkanlık divanı, Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök’ten, Kıbrıs’ta çözüm için esnek davranmasını istiyordu.
Peki, Org. Hilmi Özkök, böylesi önemli bir konuda esnek davrandı mı? Bu sorunun cevabını, Org. Hilmi Özkök’ün 31 Aralık 2004 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetleri’ne verdiği Yeni Yıl Mesajında görüyoruz: “…Avrupa Birliği Üyeliğini, Ulu Önder Atatürk’ün bizlere vermiş olduğu ‘Türkiye’yi çağdaş uygarlığın ilerisine taşıma hedefi’ için önemli bir araç olarak görmekteyiz.” 
Ağır Kıbrıs ödününe rağmen Org. Hilmi Özkök, AB üyeliği hedefine sımsıkı sarılıyordu. Hem de Atatürk’ün adını çok yanlış ve çok haksız olarak kullanmaktan sakınmayarak! 
3.12.2004 tarihinde Avrupa Parlamentosu, Türkiye’ye verdiği raporda şöyle diyordu:
“Clause 38: The epublic of Cyprus is one of those member States. The opening of negatiations obviously implies the recogniton of Cyprus by Turkey.”
Türkçesi:  “Madde 38: Kıbrıs Cumhuriyeti, AB Üye Devletlerinden biridir. Türkiye ile müzakerelere başlamak, doğal olarak Kıbrıs’ın Türkiye tarafından tanınması anlamına gelecektir.”
 İşte bu raporu, AKP hükümetinin Başbakanı  17 Aralık 2004 tarihinde Brüksel’de kabul etmiş, koltuğunun altına alıp Türkiye’ye gelmiş ve Ankara Kızılay Meydanı’nda bir zafer bayramı havası içinde halaylar çekilerek, davul zurnayla karşılanmıştı! Oysa bunu Türk halkına bir zafer olarak gösteren Başbakan, Brüksel’de çok zorlanmış, Kıbrıs’ı Rumlara teslim edişini Türk halkına nasıl açıklayacağının, bu ağır ödünün savunmasını nasıl yapacağının sıkıntısını çekmişti. İşte onun o sıkıntılı saatlerinde imdadına İngiltere Başbakanı Tony Blair yetişmiş ve;“Sen halkına, imzaladığın anlaşmanın sadece bir ticari anlaşma olduğunu ısrarla söyle!”  taktiğini vermişti!
 Türk Milletinin hışmından kurtulmak için Başbakan , Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ne diyordu?
13 Kasım 2004 tarihinde, Ramazan Bayramı mesajında Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer şunları söylüyordu:
“AB içinde bugün var olan çeşitliliğe, kültürel zenginliğimiz kuşkusuz yeni boyutlar kazandıracaktır. İnanıyorum ki, 17 Aralık 2004 tarihinde düzenlenecek AB Konseyi’nde ülkemizle üyelik görüşmelerinin başlatılması yönünde alınmasını beklediğimiz karar Batı ile İslam Dünyası’nın demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü ve hoşgörü gibi evrensel değerler temel alınarak kucaklaşılabileceğini açıklıkla ortaya koyacaktır.”
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in beklentisi gerçekleşiyor, 17 Aralık 2004’de Türkiye ile AB arasında görüşmelerin 3 Ekim 2005 tarihinde başlamasına karar veriliyordu. Ama aynı anda, Kıbrıs’ın da Rumlara teslim edilmesine Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’den hiçbir tepki gelmiyordu! Demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü, hoşgörü ve evrensel değerler derken, Kıbrıs’ın elden gidişine sessiz kalıyordu!
Gözler, Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök’e çevriliyor, Kıbrıs’ın elden gidişine karşı sert tepki vermesi bekleniyor, fakat o, 25.08.2005 tarihinde Zafer Haftası mesajında, AB üyeliği ile ilgili bildik şu sözleri tekrarlıyor, Kıbrıs’ın elden gitmiş olmasına değinmiyordu bile:
“AB üyeliğini, Ulu Önder Atatürk’ün bizlere vermiş olduğu ‘Türkiye’yi çağdaş uygarlığın ilerisine taşıma hedefi için önemli araç olarak görüyoruz.”
AKP hükümetinin bayram yaparak bağrına bastığı Avrupa Parlamentosu’nun raporunda şöyle bir madde yer almaktaydı:
“Clause 40: Turkish authorities to abolish all existing restrictions applying to ships flying the Cypriot flag and involved in trade concerning a member state of the European Union.”
Türkçesi: 
“Madde 40: Türk yetkililer, Kıbrıs bandıralı gemilere hâlihazırda uygulanmakta olan tüm kısıtlamaları ve AB’nin bir Üye devletiyle yapılacak ticaretteki tüm engelleri ortadan kaldıracaktır.”
Başbakan, bu koşulu 17 Aralık 2004 tarihinde Brüksel’de kabul etmişti. Peki, Türkiye’nin diğer yetkilileri ne söylemiş, ne yapmıştı?
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in bu koşullara itirazını duyan olmadı!
Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök’ün de bir itirazı yoktu!
AB’nin Ekim 2004’de Türkiye’ye verdiği ‘İlerleme Raporu’nda şöyle denilmekteydi: 
“In May 2004, Turkey published a Decree extending the benefits of EC-Turkey Customs Union Agreement to all member States except Cyprus. On October 2004, Turkey published a new decree adding Cyprus to the list of countries to which the Customs Union provisions apply.”
Türkçesi: 
“Mayıs 2004’de, Türkiye yayınladığı bir Kararnameyle, AB ile Türkiye arasında imzalanmış olan Gümrük Birliği Anlaşması ile sağlanan yararlardan, Kıbrıs hariç tüm AB üyelerinin faydalanacağını bildirmişti. Ekim 2004’de, Türkiye yeni bir kararname imzalayarak, Gümrük Birliği koşullarından yararlanacaklar listesine Kıbrıs’ı da dâhil ettiğini duyurdu.”
Çok açık ve net: Türkiye hükümeti, daha Ekim 2004’de tüm limanlarını ve hava alanlarını Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’ne açmayı kabul etmiştir.
29 Ekim 2004 tarihinde Roma’da, Avrupa Anayasasının imza törenine giden AKP hükümetinin başı, aralarında Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Rum Cumhurbaşkanı da bulunan AB’nin 25 üye devlet başkanlarıyla ‘aile fotoğrafı’ çektirirken de artık Kıbrıs’ı Rumlara teslim ettiğini bir kez daha kabul ediyordu.
Peki, yukarıda sözü edilen Kararname imzalanırken Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in bir karşı koyuşu oldu mu?
Türk sanayisini ve ekonomisini yıkan Gümrük Birliği Anlaşması’nın koşullarından Rum Kıbrıs’ın da yararlandırılması kararnamesine karşı Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’den bir tepki gelmediği gibi, Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök’den de bir ses çıkmıyordu!
Avrupa Birliği, Ekim 2005’de Türkiye ile ilgili ‘İlerleme Raporu’nu yayınladı. İşte bu raporun can alıcı maddelerinden birisi:
“Cyprus:
The Turkish government has stated on several occasions that it remains committed to a comprehensive settlement inline with the plan presented by the UN Secretary General. On 29 July 2005, Turkey signed the Additional Protocol adapting the EC Turkey Association Agreement to the accession of 10 new countries on 1 May 2004. At the same time, Turkey issued a declaration stating that signature of the Additional Protocol did not amount to recognition of the Republic of Cyprus. On 21 September 2005, the EU adopted a counter-declaration indicating that Turkey’s declaration was unilateral, did not form part of the Protocol and had no legal effect on Turkey’s obligations under Protocol. The EU declaration stressed that recognition of all Member States was a necessary component of the accession process.”
Türkçesi:
“Kıbrıs:  Türk hükümeti, Kıbrıs’la ilgili kapsamlı bir anlaşma sağlanması yolunda, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin planına uygun davranma ilkesine bağlı olduğunu birçok kez bildirmiştir.
29 Temmuz 2005’de Türkiye bir Ek Protokol imzalayarak,  AB-Türkiye arasındaki Gümrük Birliği Anlaşması’nın 1 Mayıs 2004’de AB’ye katılan 10 yeni üye devlete de uygulanacağını bildirdi. Aynı zamanda Türkiye, bir de deklarasyon yayınlayarak, imzalanmış olan Ek Protokol’un, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımak anlamına gelmeyeceğini bildirdi. Avrupa Birliği de 21 Eylül 2005’de, bir karşı-deklarasyon yayınladı. Bu karşı-deklarasyonda, Türk deklarasyonunun tek-taraflı olduğu, Protokol’un bir parçası olarak sayılamayacağı ve Türkiye’nin Protokol’da belirlenen sorumluluklarını yasal olarak etkileyemeyeceği bildirildi. AB’nin karşı-deklarasyonunda, tüm Üye Devletlerin tanınması konusunun, Türkiye’nin AB’ye katılım sürecinin gerekli bir parçası olduğu vurgulandı.”                                                                      
Yukarıdaki madde, AKP hükümetinin kendi emellerine ulaşabilmesi yolunda, gerekirse Türk halkının onuruyla oynamaktan da kaçınmayacağının ibret verici bir belgesidir! Ta Ekim 2004’de Kıbrıs’ı Rumlara veriyor, bunu 17 Aralık 2004’de Brüksel’de bir kez daha doğruluyor, yetmiyor, 29 Temmuz 2005’de imzaladığı bir Ek Protokol’la Gümrük Birliği Anlaşması’nın Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’ni de kapsayacağını kabul ediyor! Ama birden aklına Türk Milletinin göstereceği büyük tepki geliyor ve hiç sıkılmadan ve Ek Protokol’daki imzası kurumadan, tek taraflı bir bildirgeyle, ‘Ben Ek Protokol’ü imzaladım, ama bu Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımak anlamına gelmez’ diyebiliyor!
Peki, AKP hükümeti hem Kıbrıs’ı Rumlara teslim edip hem de Türk Milletinin hışmından kurtulma amacıyla Türk Milletinin onurunu ayaklar altına alan bir döneklik sergilerken, Devletin diğer yüce makamları neler diyor, neler yapıyor?                                  
12.04.2006’da Harp Akademileri Konferansı’nda yaptığı konuşmada, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer şunları söylüyordu:
“AB’ye üyelik sürecimizde sağlıklı koşullarda ilerlemek bizim için öncelikli konudur. 3 Ekim 2005’de üyelik görüşmeleri resmen açılmış ve Avrupa Birliği’yle ilişkilerimizde önemli bir aşama geride bırakılmıştır. Türkiye bu yolu tamamlamak için çalışmalarını kararlılıkla sürdürmektedir.”
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Kıbrıs’ın Rumlara teslimini, Türkiye’nin limanlarının ve hava alanlarının Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’nin kullanımına açılmasını ‘sağlıklı koşullarda ilerleme’ olarak görüyor ve ‘önemli bir aşamanın geride kalmış’ olduğunu duyuruyordu! Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Kıbrıs’ın Rumlara verilmiş olmasıyla AB’ye üyelik yolunun henüz tamamlanmamış olduğunu da bilmektedir. AB’ye üye olma yolunda İstanbul Fener Kilisesi Baş Papazı’na ‘Ekümenik’ unvan verilerek Konstantinapol (İstanbul)’da bir Ortodoks Din Devleti’nin kurulması, Dicle ve Fırat nehirleri üzerindeki barajlar başta olmak üzere, Türkiye’nin tüm su kaynaklarının ve su dağıtım şebekelerinin yönetim ve denetiminin AB’ye devredilmesi ve Güneydoğu Anadolu’da federe bir Kürt devletinin kurulmasına göz yumulması da bulunmaktadır. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, işte bu yolun tamamlanması için çalışmaların ‘kararlılıkla sürdürülmekte’  olduğunu duyurmaktadır!
Kıbrıs’ın Rumlara teslim edilmesine sesini çıkarmayan Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök, Mayıs 2005’de, Kara Harp Okulu’nun ‘Çizgi Ötesi’ dergisine verdiği söyleşide, 17 Aralık 2004 zirvesinde AB’den tarih alınmasını başarı olarak değerlendirmekte ve Türk Ordusu’nun;“AB süreci ile birlikte hızlı bir değişime uğrayacağını” söylemektedir. Bu değişime ‘hızla ayak uydurmayı’ Türk Ordusu’nun önündeki görev olarak belirtmektedir.
Oysa Türk Ordusu’nun bir tek görevi vardır: Milli Egemenliği savunmak. Egemenlik, ‘en üstün otorite’ olarak tanımlanır.
AB’ye girmek demek, Milli Egemenliği Brüksel’e teslime hazır olmak demektir!
Peki, nasıl oluyor da Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök, Milli Egemenliğin AB’ye teslimini Türk Ordusu’nun önündeki görev olarak görüp, göstermeye çalışıyor?
Çevresindekilere Nutuk’u okumalarını öneren Org. Hilmi Özkök, Söylev’deki Atatürk’ün şu sözlerini okumamış olabilir mi?  “Temel ilke, Türk Ulusu’nun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu, ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir.”
AB’ye üye olmakla tam bağımsızlığımızın elden gideceğini, dolayısıyla Türk Ulusu’nun artık onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşayamayacağını Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök bilmiyor olabilir mi?
Türk Genelkurmayı, istenilen her tür ödünü vermeye hazır olduğunu bildirerek AB’ye teslim mi olmuştur? Bu çok ağır ve çok acı sorunun yanıtını, dünyayı yöneten gizli örgütlerden CFR’nin dünyaca ünlü dergisi Foreign Affairs’in Şubat 2006 tarihli sayısını okuyarak öğreniyoruz. “Türk Genel Kurmayı, onlarca yılda oluşturduğu ve titizlikle koruduğu gücünü kaybetme pahasına, AB’nin taleplerinin büyük bir bölümünü kabullenmek zorunda kalmıştır. Bu özverinin iki açıklaması bulunmaktadır: AB üyeliğini, yüzyıla yakındır destekledikleri modernizasyon sürecinin son aşaması olarak görmektedirler.
AB’ye üyelik sürecinin, uzun süredir çözmek için çabaladıkları İslamcılık ve Kürt ayrılıkçılığı gibi temel iç sorunların çözümü için en iyi yol olduğuna inanmaktadırlar.
AB’nin Ankara ile Ekim 2005’de müzakerelere başlamasıyla, reform istekleri daha da yoğunlaşacaktır. Özellikle, Kürt ayrılıkçılığı ve Kıbrıs’ın statüsü konularında askerlerin politikaları üzerinde yoğunlaşacaktır. Ve işte o zaman, Türk ordusu liderlerinin daha ne kadar geri çekilmeyi kabulleneceğini bekleyip görmek gerekmektedir.”
Bu çok sarsıcı yazının kısa özeti şudur: Türk Genelkurmayı, onlarca yılda kazandığı gücünü kaybetmiştir. AB’nin dayattığı taleplerin büyük bölümünü kabul etmiştir. Kendi iç sorunları olan laiklik karşıtı hareketleri ve Kürt ayrılıkçılığını kendisi çözemediği için, kurtuluş yolu olarak AB’ye teslim olmuştur. AB’nin Türkiye’den istekleri henüz bitmemiştir. Kıbrıs ve Kürt ayrılıkçılığı konularında daha ağır talepler gelmek üzeredir. İşte bu aşamada Türk ordusunun komutanlarının daha ne kadar geri çekilmeyi (‘how much further the Turkish military leadership will be willing to retreat’) kabullenecekleri merakla beklenmektedir.
Bu çok ağır ve Türk Milletini çok derinden yaralayacak yazıya bugüne kadar Genelkurmay Başkanlığı’ndan hiçbir tepki gelmemiştir! Yukarıdaki yazıyla ilgili çok çarpıcı bir bilgi daha verelim:  Bu yazının yazarlarından Doç.Dr. Ersin Aydınlı, Bilkent Üniversitesi öğretim üyelerinden olup, George Washington Üniversitesi’nde ziyaretçi hocalık yapmaktadır. Nihat Ali Özcan, Türk ordusundan emekli bir binbaşıdır. Doğan Akyaz ise hala Türk Silahlı Kuvvetleri’nde binbaşı olarak görev yapmaktadır. Buraya kadar sergilemiş olduğumuz bilgilerden ortaya çıkan acı gerçek şudur: Türkiye’yi AB’nin buyruğuna sokan ve AB’nin tüm taleplerini yerine getirerek Kıbrıs’ı Rumlara teslim eden, yalnız AKP hükümeti değildir! AKP hükümetinin AB ile ilgili tüm eylemlerine ve istenilen her tür ödünü vermelerine Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer de katılmıştır ve bu tutumunu sürdürmektedir!
Türk Milletine ihanet sayılacak bu eylemlere katılmış olan Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök, Büyük Devrimci Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 31 Temmuz 1920’de subaylara hitaben yaptığı şu konuşmadan nasıl olmuş da hiç ders almamıştır:
“Efendiler!
Dünyada hayat için, insanca yaşamak için bağımsızlık lazımdır. Bağımsızlık sahibi olmak için kuvvet sahibi olmak ve bunun için mevcudiyetini ispat etmek icap eder.
Kuvvet ordudur. Ordunun hayat ve saadet kaynağı, bağımsızlığı takdir eden milletin, kuvvetin lüzumuna olan vicdani imanıdır.
Ordu ise, arkadaşlar, ancak subaylar heyeti sayesinde vücut bulur. Malum bir askeri hakikat, felsefi hakikattir: “Ordunun ruhu subaylardır”. O halde subaylarımız, düşmanlarımız tarafından yıkılmak istenilen ordumuzu tamir edecek ve canlandıracak ve ordu ve milletimizin bağımsızlığını muhafaza edecektir.
Millet, bağımsızlığının muhafazasından ibaret olan hayati gayesinin teminini ordudan, ordunun ruhunu teşkil eden subaylardan bekler. İşte subayların yüce olan vazifesi budur.
Allah göstermesin milletin bağımsızlığı ihlal edilirse, bunun vebali subaylara ait olacaktır.”
AB’nin güdümüne giren Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök, Türk Milletinin bağımsızlığını ihlal etmektedir. Bunun vebali onun boynundadır!
Ancak bizim bilmek istediğimiz ve haklı olarak öğrenmek istediğimiz şudur: Kemalin Askerlerinden oluşan, göz bebeğimiz, Şanlı Türk Ordusu’nun tüm subayları da Org. Hilmi Özkök gibi mi düşünmektedirler!
Bunun böyle olacağına asla inanmıyoruz! (11)
 (1) Kıbrıs Gazeteleri,
(2) Ahmet Erimhan,
(3) Rauf Denktaş
(4) Yurtsever Cephe, 25.Ocak.2006
(5) www.raoul-wallenberg.org.ar
(6) Tahran Taykut, 26.Ocak.2006
(7) M.N.SINACI, Türk İnkılâbı Işığında Sorunlar ve Çözüm Önerileri,
(8) Tufan TÜRENÇ, 27.01.2006
(9) Rauf DENKTAŞ, 09.Şubat.2006 tarihli makalesi
(10) Dr. Hayrettin Ertekin, Enthernet Grup Strateji Grup Başkanı
(11) Yılmaz Dikbaş, Araştırmacı-Yazar,
(12) BELDE Gazetesi, 19.07.2006-Ankara

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 120

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

YİRMİ DOKUZ (29) MART SENDROMU

Toplumsal veya bireysel boyutta araz-hastalığı belirleyen, bir arada görülen ve tanıyı kolaylaştıran bulguların tümüne sendrom; birim belirti ise semptom olarak tanımlanır. Şu kadar ki, terminolojide kullanıldığı alan bireysel hastalık veya toplumsal bozulumu kapsar.
Meselâ şimdi bir mahalli seçime (?!) hazırlanıyoruz.
Parti sahipleri bazında semptom (demagoji, popülizm, fikri mutasyon, inatlaşma, zıtlaşma, ilmi yetersizlik); Bütünleşik yapıda (genel kombinasyonda ise) tam bir sendrom (bitmişlik, tükenmişlik, ilkesizlik, onursuzluk, projesizlik, çözümsüzlük) gözlenmektedir.
Bir yanda başarısızlık, yetersizlik ve yeteneksizlikten kaynaklanan hayıf ve hırçınlık; diğer tarafta “dedikodu, çamur atma, karalama, iddia, iftira” gibi boş lâflardan ibaret, hırs ve ihtiras furyası.. Lokal ve küresel bağlamda yoğunlaşan ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal krize karşı kimsenin bir projesi, alternatifi yok!..  Partiler ve adaylar birbirlerini hırsızlık, yolsuzluk, yalan-talan, vurgun ve soygunla itham edip suçlamakta, dosyalar havada, karanlık kapılar ardında pazarlıklar, tehdit, şantaj ve ahlâksız tekliflerde cabası.
Politik-ACI gündeminde hak-adalet, ilke-onur, üretim, sorumluluk ve halk yok.
Elli yıldır bir ‘kısır döngü’ sürüp gidiyor. Adaylar millet iradesiyle belirlenmedi. Seçimlerle yaklaşık 105.000 kişi belediye organlarına seçilecek. Aday sayısı 550 -600 bin. Tamamı sultalarca belirlenerek atandı. Doğrusu ‘partiye kayıtlı üye veya delegelerce’ hiçbir telkin, ahlâk ve hukuk dışı baskı altında kalmadan, oyun-düzen, pazarlık olmadan seçilmesi; buna da merkezlerin saygı göstermesiydi. Hak-hukuk, adalet ve demokrasi buydu. Açıkçası “demokrasinin vazgeçilmez unsuru (!) siyasi partiler yine sınıfta kaldı!
İşte, bütün ülkeyi sarsan kirlilik ve krizin esas nedeni.. Yozlaşma ve çürüme sisteme nüfuz etmiş, statüko kirlenmiş durumda. “Tencere dibin kara, benimki senden kara”.  Basında yer alan iddialar insanı dehşete düşürmeye yeter. Peki “Temiz Eller” operasyonu ne oldu?
Sonuçta, bu seçimde milletin adayı yok!..  Halka biçilen vazife yine Noterlik!
Bir de seçmen boyutu var.  2002'den bu yana kütüklerde tam bir komedi yaşanıyor. 2002'de seçmen sayısı 41 milyon 300 bin. İki yıl sonra, 2004'te 43 milyon 500 bine çıkıyor. İki yılda 2 milyon artış…2007'de, (22 Tem.) sayı 42 milyon 500 bine düşüyor. Bu defa 2 yılda 2 milyon artan seçmen sayısı, üç yılda bir milyon geriliyor. 2008'e gelindiğine sayı 48 milyon 300 bin. Bu kez bir yıl içinde seçmen sayısı altı milyon birden artıyor!
Konu, kamu vicdanını tatmin edecek biçimde çözümlendi mi? Maalesef hayır.
Bu ağır ihmal, yolsuzluk ve sorumsuzluktur. Neticede seçmen, parti farkı gözetmeden; Şaibesiz, dürüst bir aday’a veya “bağımsıza” oy vermelidir. Aksine verilecek her oy, suça iştirak ve potansiyel suçluyu teşvik anlamına gelir. Ki, sorunun temeli yolsuzlukların, hızla tespiti, suçluların adalete teslimi, alacakların tahsili ve faillerin cezalandırılması aciliyet kesbetmektedir. Zira biriken yolsuzluk dosyaları ürkütücü boyutlardadır. Üstelik ortada bir ‘medya-mafya-politik-ACI” üçgeni, yandaş-yoldaş dayanışması ve yetkisizlik sorunu vardır.
Oysa uluslararası yolsuzlukla mücadele hukuku, BM-AB kararları, ilgili sözleşme ve anlaşmalar; (çoğu imzalanmış ve TBMM’de kabul edilmiş olsalar bile) uygulama yasalarının çıkmaması nedeniyle hükümsüz kalmaktadır. Ayrıca, onaylanan sözleşmeler gereği siyaset ve siyasi iktidardan bağımsız "Yolsuzlukla Mücadele Birimi" derhal kurulmak, mutlak etki ve tam yetki ile faaliyete geçirilmek; milletvekili dokunulmazlıkları “kürsü masuniyeti” ile sınırlı kalmak koşuluyla kaldırılmak zorundadır. 17.04.2003’te TBMM’de 4852 sayılı kanunla kabul edilen GRECO yolsuzluğa karşı özel hukuk sözleşmesinin, 18.05.2006 (TBMM) kabul tarih ve 5506 sayılı “BM yolsuzlukla mücadele sözleşme” hükümlerinin tam uygulanabilmesi için, gerekli yasa ve hukuk kurallarının ivedilikle hazırlanarak TBMM’den çıkarılıp, uygulanması derinleşen sorunu çözecek ve sendrom sona erecektir. Aksi takdirde sorun; İlk Millet-vekili seçiminde “bütün statüko ve sendrom partilerinin” sandığa gömülmesiyle çözülebilir.

 

 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 121

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

YÜZ (100) MİLYAR EURO PİŞKİNLİĞİ

 
Yukarıda yazılı miktar, dünya devletlerinden neredeyse yarısının resmi ve yasal yıllık bütçelerinden çok daha fazla! Öyle ki, kamu/millet yararı için namuslu/dürüst, demokrat, iffetli ve şerefli kadrolar tarafından harcansa eğer; Ülkemiz iki kat daha zengin, % 75 daha ucuz; Bu paralelde, daha mutlu, daha müreffeh, özgür, bağımsız, huzurlu ve güçlü kılınabilir…
Yazılı/sesli/görsel/sosyal medyada, 17 Aralık resmi operasyonu sonucu; Sanıklar tarafından alınan rüşvet, komisyon, yolsuzluk, hırsızlık bedeli olarak telâffuz edilen rakam bu. Henüz dünyada benzeri görülmemiş, akıllara ziyan muazzam bir miktar!. İğrenç haram, Yüce Dinimizin kutsal ifadesiyle ‘ölmüş kardeşlerin çiğ eti’ mesabesinde kirli ve muhtemelen kanlı, lâğım çukurundan intikal, cerahat kokulu dolarlar, eurolar, liralar acaba “ne karşılığı” edinildi?
Hükümet üyesi üç bakan oğlunun, kendisine devletin, milletin namusu ile tüyü bitmemiş yetimin hakkı emanet edilen bir banka genel müdürü, sözde iş adamı kisvesinde nevzuhur kişilerin “yolsuzluk iddiasıyla” tutuklanmaları; Bazı saf ve sabit kafalı (iğfal edilmiş) beyinlerce, AKP ile Cemaat arasındaki amansız savaş, rekabet ve yarışın ürünü sanılmakta!..
Bu çok yanlış, asılsız, anlamsız ve mesnetsiz bir tasavvur tarzıdır.
Üstelik böylesine geçersiz, dayanaksız ve kabili imkânsız saçma-sapan iddiaya, kimi ünlü yazarların da katıldığını, katılmakla kalmayıp şuursuzca inandığını hayret, üzüntü, dehşetle ve taaccüple gör­mekteyiz. Olayın genel anlatımı, kamuoyuna sunum ve yorumunda da, aynı yanlış tema’nın ağırlıkla işlenmesi, dillendirilmesi ve “rüşvet, yolsuzluk, gasp-irtikap ve suiistimal” vakıasının; Hükümete karşı düzenlenmiş bir komplo gibi deklere edilmesi tam bir facia ve cehalet; Bilerek ve isteyerek pisliğe bulaşmış, üstelik de suçüstü yakalanmış kimseler için hükümete leke sürmek hıyanet, gaflet ve dâlalettir.
Kaldı ki fiili ve hukuki kuvvetler ayrılığı, devletin devamlılığı, adalet ahlâkı ve umur-u devlet sorumluluğu/yükümlülüğü dairesinde tüm Cumhuriyet Savcıları ile Adalet cihazının bilumum teşkilâtı: Sadece ve yalnızca Anayasa, kanunlar ve “faziletle mündemiç vicdanları ile kaim” tarafsız ve bağımsız bir erktir. Buna yasama ve yürütme erkleri mukabildir. Kuvvetlerin hiç birisi, bir diğerini şamil olmayıp; Polis, sadece adalet ve faziletin emrindedir.
Dolayısıyla: Devlette devamlılık, sağlamlık, insan hakları, eşitlik, hak, adalet, evrensel hukuk dâhilinde sürdürülebilirlik bu şekilde kabil ve mümkün olabilir. Ayrıca, milli gelenekler, ilmi gerekler, adet, örf, din, inanç ve kültür formasyonunun gerekli kıldığı ahlâk tüzesi de siyaset, hükümet ve kurumlarca korunmak, mutlaka uygulanmak zorunda ve durumunda olunan değerlerdir.
Şu hale nazaran: 
RTE ve hükümeti ile Cemaat arasında mevcudiyeti iddia olunan ihtilâf, malum ve güncel medyadan görüp öğrendiğimiz binlerce belge, ihbar, görsel materyal ve suçüstü tutanakları ile sabit.; Türk Milletinin alçakça ve kalleşçe maruz kaldığı soygun-vurgun, menfur yalan-talan furyasının iğrenç suçluları ile suç örgütünün mazur görülme, örtbas edilme, yok sayılma nedeni olamaz.
Eğer babaları bakan, koltukları kalın olmasaydı bu eşhas devasa soygun ve uluslar arası bir vurgun aktörü olamazlardı. Bu nedenle: Başta aile babası,  diğer yardım-yataklık unsurları, uzantı ve bağlantıları, herkim olursa olsunlar derdest edilmek, tutuklanmak, sorgulanmak ve yargılanmak zorundadır.
Bu rezilliğe devlet sırrının deşifresi, hükümete komplo, açılıma çengel, iftira ve tefrika damgası vurmaya kalkmak adalet, hukuk ve gerçeğe ihanettir. 
 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 122

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

ZİNCİRLERİ KIRMAK, YÜZLEŞMEK VE HESAPLAŞMAK

 
Türk tarihinin belki en karanlık, kasvetli, hain ve menfur; 91 yıllık genç Cumhuriyetin ise en şiddetli, yakıcı-yıkıcı, tahrip edici depremi; İnsaf, iz’an, merhamet, adalet ve hukuk dışı bir “güdümlü kalkışma” olarak tam 54 yıl önce vuku buldu.
            Cumhuriyet tarihinin, İstiklâl Harbi’nden sonra ilk ve tek halk hareketi, ‘Beyaz İhtilâl’ nitelemesi ile taçlanmış; 14 Mayıs 1950’de, katılma oranı’nın yüzde 89.3 olan seçimde 52.7; 1954 seçimlerinde % 57.6 ve 1957 seçimlerinde 47.9 (DP’nin 17 il teşkilâtı, Genel Merkez ile vaki olan, malum il başkanlarının kapris ve ihtiraslarına dayalı ihtilâfları yüzünden bu seçime katılmadıkları için oran düşmüş görünmektedir!) , gibi rekor oy oranları ile milletin itimadına mazhar olmuş demokratik, adil ve yasal bir iktidar.; Şerefli ve şanlı Türk Orduna ‘KUMPAS’ kurularak, kalleşçe bir oyula tezgâha getirilip, kalleşçe yıkılmış ve Türkiye çökertilmiştir.
            Akabinde kurulan yassı ada nam çadır tiyatrosu, Türkiye Cumhuriyeti hukuk tarihinin derin utancı ve dönem hâkimleri, savcıları, avukatları ve akademisyen kisveli sözde aydınların ebedi yüz karasıdır. Bu keferenin umumu Türkiye Cumhuriyetinin alçakça, haince ve kalleşçe çökertilmesinden sorumlu; Artçı etkileri günümüze kadar uzanan felâketin pay sahipleridir.
            Bu umursuz, onursuz ve sorumsuz mason, dönme devşirme, ateist ve AB’ci sabetaylar sayesinde; 27 Mayıs gününden itibaren ard arda gerçekleştirilen açılım ve atılımlarla.; Başta Atatürk İlkeleri ve Türk İnkılâbı, Atatürk’ün Anayasası, fazilet anlamında Cumhuriyet, adalet,  Demokrasi, Hak karinesi, İnsan Hakları ve Hukuk olmak üzere bütün değer, eser ve birikimler yok edilmeye çalışıldı…
            Meşru millet iktidarınca 10 yılda var edilmiş 100 yıla bedel kalkınma çökertildi.  
            Binlerce yıllık tarihinin bilgi, birikim ve fiili deneyiminin zirvesine ulaşmış ve İstiklâl Savaşı Zaferi ile muzaffer Türk Ordusu; Özellikle General ve Üst Subaylar olmak üzere “20” bine yakın profesyonel asker terhis veya başka kurumlara nakille tasfiye edildi.
            Aslında 27 Mayıs darbesinde pek çok acılar yaşandı. Başbakan ve bakanlar haksız ve hukuksuz yere idam edildi. Yassıada’da büyük eziyetler, zulümler, dramlar yaşandı. Ama bu alçaklıkların bir var ki, hâlâ acısı, yıkıcı etkisi ve tahribatı artarak sürüp gider. 27 Mayıs baş kaldırma ve kalkışmasından dört gün sonra Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan toplanan 485 Kürt ağası, aşiret önderi ve Demokrat Parti orijinli mahalli liderler Sivas Kabakyazı’da 5. Er Eğitim Tugayı’nda askeri garnizon içindeki kampta dokuz ay süren bir “zorunlu misafirliğe” eziyet, işkence/zulüm ve asimetrik psikolojik harekâta tabi tutuldular.. 
Dokuz ay süren bu zorunlu misafirlik içerisinde Sivas’a getirilenlerin yaşları 14 ile 70 arasında değişmekte idi. “27 Mayıs’ın öteki yüzü: Sivas Kampı” adlı kitapta Celal Bayar’ın “Siyasal Kürtçülüğün merkezi” ve Hüsamettin Cindoruk’un “Apo hareketinin imalât alanı ve kaynağı”, olduğunu iddia ettiği ajitasyon, provokasyon ve bu güne kadar akan kan’ın nefret tohumlarının ekildiği anarşi, terör ve tedhişin kaynakları oluşturuldu.
Buna paralel olarak “güden gücün” isteği doğrultusunda binlerce (sözde)  “Amerikan Barış Gönüllüsü” Doğu, Güney Doğu ve İç Anadolu’yu sardı. Bunların tamamı CIA casusu idi.. Bir taraftan da, o günlerde çokça söylenen “nesli kesici, kısırlık yapıcı ve genetik yapıyı bozan”, Amerikan yardımı Süt Tozu ve özel imal sandviç yıllarca okullarda yedirildi..
Demokrat Parti Milletvekillerinin maaş ve özlük hakları gasp ve irtikap edilerek; 11. dönem Millet Vekillerinin 18 aylık maaş ve diğer özlük hakları ödenmedi. Üstüne üstlük, bir de 27 Mayıs kinayeten “Özgürlük ve Anayasa Bayramı” ilân edildi. Cumhuriyet tarihinin ilk meşru ve silsile-i meratip ile emir-kademe zincirine uygun müdahalesi olmasa bu utanç ve yüz karası, belki de hâlâ devam ediyor olacaktı!
Şimdi: yeni bir Anayasa yapmanın, yeni vesayetler yaratmanın ve devletin beş bin yıllık çivilerini sökmeye çalışmanın sırası değil!
Evvelâ 27 Mayıs’la yüzleşmenin; Zincirleri kırmanın ve haksızlıkla, hırsızlıkla geçen elli yıllık yolsuzluğun hesabını sormak zamanıdır.

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

Bir sonraki sayfaya gitmek için tıklayınız

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 123

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

 

 ZORUNLU EĞİTİM (!) SORUNLU TASARI

11 Mart 2012 Pazar günü TBMM Milli Eğitim Komisyonu, yasama tarihinin en kötü utancı, yüzkarası, demokrasi ayıbı, hukuk ve ahlâk skandalına sahne oldu. Eğer doğru okunur, objektif algılanır ve dürüst yorumlanırsa bu; Öncelikle Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin hür irade yükümünü yitirdiğini; Bir grup zorba, müstebit ve despot tarafından doğal yetkileri gasp edilerek ipotek altına alındığını ve hukuki meşruiyetini kaybettiğini düşündürür!
Olay, Mart ayı başında Milli eğitim komisyonunda görüşülmesine başlanan; 5.01.1961 tarih ve 222 sayılı “İlköğretim ve Eğitim Kanunu ile bazı (222, 1739, 3308, 4306, 2547, 2809, 5018, 6260 ve 4734) Kanunlarda değişiklik yapılmasına dair kanun teklifi”nin;, Başta öğrenci velisi ana-baba’lar, kanaat önderleri, münevverler arasında ve kamuoyunda ciddi tepkilere yol açması ile halk içinde endişe yaratması nedeniyle iktidar tarafından yangından mal kaçırır gibi bir oldubittiye getirilmek istenmesi teşebbüsünden ibarettir.
Bu süreçte gaflet, dalâlet ve acizlikle malûl muhalefetin masum, müsemma, demokrasi ve hukuk havarisi olduğu söylenemez. Sonuçta teşebbüs amacına ulaştı. Bir haftada, iç tüzüğe uygun olarak sadece 4 maddesi görüşülerek kabul edilebilen tasarının, bu defa 20 dakikada 23 maddesi ‘hiç görüşülmeden ve müzakere bile edilmeden’ onaylanarak, kanunlaştırılmak üzere eşi, emsali görülmedik bir usul, biçim ve pişkinlikle, genel kurul yoluna sevk edilmiştir.
Müessif olaydan önce kamuoyunda yer alan genel kanı: Teklif tasarısının 28 Şubat’a tepki, misilleme ve öç alma maksadıyla komisyona sunulduğu; Ancak, insan hakları, eğitim bilimi, psikiyatri, eğitim sosyolojisi, ‘milli-manevi, moral ve yükselen değerler stratejisi’ ile psikoloji, temel pedagoji ilkelerine aykırı; Çağdaş norm, kriter ve standart bilimsel disiplinler yönünden ciddi sakıncalar; Yakın tehlike, tehdit ve vahim sorunlar içerdiği şeklinde idi..
Vakıa, komisyon baskını bütün bu endişe ve kaygıları haklı ve doğru çıkardı.
Yürürlükteki 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu uyarı “temel eğitim”, her Türk vatandaşının yasal hakkıdır. Devlet eliyle parasız verilir. Kanunun 4 -9. ve 12. maddelerinde tanımlanan genellik, güncellik, bireysel ve toplumsal ihtiyaçlar, yönlendirme, eğitim hakkı, imkân ve fırsat eşitliği, laiklik ve “istikrarlı süreklilik” ilkelerine uygun olmak zorundadır.
Bu düzlemde eğitim; Tıpkı Denetim, Adalet ve Sağlık gibi zorunlu kamu görevidir.   
Yukarıda açıklanan amaçların gerçekleşmesi, tasarı gerekçesinde yer alan temenni ve evrensel mukayesenin hayat bulması için: Ülkemizde asgari 11 veya (metinde değil) sunumda ifade olunduğu biçimde 12 yıllık bir eğitimin zorunluluğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Şu kadar ki bu eğitimin kademeli olması; Bilimsel, evrensel ve emsal normlar ile pedagojik, sosyolojik disiplinler dikkate alındığında 5 + 3 + 3 (klâsik, mesleki, teknik veya Eğitim Enstitüsü yerine kaim öğretmen okulu) = 11 yıl süreli zorunlu ve kademeli olması şarttır. Dünyanın pek çok ülkesi, dünkü eyalet kötü Bulgaristan dâhil kırk yıldır “zorunlu eğitim süresi” 11 senedir.
Dahası, ülkede eğitim kalitesi düşmüş, öğretmenlik mesleği tabana vurmuş olmakla;
Başta rüşvet, iltimas, hırsızlık, yolsuzluk, görevi kötüye kullanma, anarşi, terör, tedhiş, gasp, irtikap, nitelikli dolandırıcılık, sahtecilik gibi insanlık dışı; alçakça kalleşlik ve kahpelik eseri suçların diplomalı kesimde tavan yaptığı kaotik ortamda ‘temel eğitim-öğretim’ ile ilgili bir düzenleme hayati önem taşır; Yüksek ahlâk, basiret, beka, ilim-irfan gerektirir. Eğitim ve öğretim ile ilgili düzenlemeyi aceleye getirmek; Öz’e inmeden, müfredatı rehabilite etmeden, emrivakilerle hareket, bir cehalet veya kast-ı mahsus eseridir. Teşebbüsün daha açık bir izahı da, kötü niyet olabilir. Aksi takdirde, bu kadar hata üst üste ve bir arada yapılamazdı!..  
BÖLÜM / SORUN İRDELEMESİ:
1. Tasarıda 4+4+4 = 12 yıllık kesintili ve zorunlu eğitime dair bir hüküm yoktur.
2. Teklifin 1, 2, 7 ve 13. maddelerine göre ilk sekiz yıllık kademeli eğitim zorunludur.
Fakat Son 4 yılın zorunluluğuna ilişkin bir hüküm veya müeyyide bulunmamaktadır.
3. Tasarı, ilkokul ve ortaokulu tekrar oluşturup; 28 Şubat öncesi uygulamaya dönüş dışında başkaca hiçbir yenilik, özellik veya orijinal bir boyut içermemektedir!,
(Ek: 1, “Bilgi için” Mezkür Kanun Tasarısı, tam metin)
 
 
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ
MİLLÎ EĞİTİM, KÜLTÜR, GENÇLİK VE SPOR KOMİSYONUNUN
KABUL ETTİĞİ METİN
 
 
İLKÖĞRETİM VE EĞİTİM KANUNU İLE BAZI KANUNLARDA DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA DAİR KANUN TEKLİFİ
 
Madde: 1- 5/1/1961 tarihli ve 222 sayılı İlköğretim ve Eğitim Kanununun 3 üncü maddesi aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.
            “MADDE: 3- Mecburî ilköğretim çağı 6-13 yaş grubundaki çocukları kapsar. Bu çağ çocuğun 5 yaşını bitirdiği yılın eylül ayı sonunda başlar, 13 yaşını bitirip 14 yaşına girdiği yılın öğretim yılı sonunda biter.”
Madde: 2- (1) 222 sayılı Kanununun 7 nci maddesi aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.
            “MADDE: 7- İlköğretim; 1 inci maddede belirtilen amacı gerçekleştirmek için kurulmuş dört yıl süreli ve zorunlu ilkokul ile dört yıl süreli ve zorunlu ortaokuldan oluşan bir Milli Eğitim ve Öğretim Kurumudur.”
            Madde: 3-  222 sayılı Kanunun 9 uncu maddesinin birinci fıkrası aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.
            “İlköğretim kurumlarının ilkokul ve ortaokul olarak bağımsız okullar hâlinde kurulması esastır. Ancak imkân ve şartlara göre ortaokullar, ilkokullarla veya liselerle birlikte de kurulabilir.”
            Madde: 4- 222 sayılı Kanunun 14 üncü maddesinin birinci fıkrasında yer alan “büyüklüğüne” ibaresi “ilkokullar ve ortaokullar birlikte veya ayrı oluşlarına, büyüklüğüne” şeklinde değiştirilmiştir.
            Madde: 5- 222 sayılı Kanuna aşağıdaki Ek Madde 4 eklenmiştir.
            “EK MADDE: 4- Bu Kanunun 76 ncı maddesinin birinci fıkrasının (b) bendine göre elde edilen gelirler, il özel idarelerince, ortaöğretim kurumlarının arsa temini, binalarının yapım, bakım ve onarımı ile diğer ihtiyaçlarının karşılanması için de kullanılır.”
            Madde: 6- 222 sayılı Kanuna aşağıdaki Geçici Madde 11 eklenmiştir.
            “GEÇİCİ MADDE: 11- Bu maddenin yayımı tarihinde ilköğretim kurumlarının 5, 6, 7 ve 8 inci sınıflarında eğitim görenler eğitimlerini bu kurumlarda tamamlar.
            Bu maddenin uygulanmasıyla ilgili usul ve esaslar Milli Eğitim Bakanlığınca belirlenir; Bakanlık bu maddenin uygulanmasıyla ilgili düzenlemeleri il, ilçe ve okul bazında yapmaya yetkilidir.”
            Madde: 7-  14/6/1973 tarihli ve 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanununun 22 nci maddesi aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.
            “MADDE: 22- Mecburi ilköğretim çağı 6-13 yaş grubundaki çocukları kapsar. Bu çağ çocuğun 5 yaşını bitirdiği yılın eylül ayı sonunda başlar, 13 yaşını bitirip 14 yaşına girdiği yılın öğretim yılı sonunda biter.”
            Madde: 8- 1739 sayılı Kanunun 24 üncü maddesi aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.
            “MADDE: 24-“İlköğretim kurumlarının ilkokul ve ortaokul olarak bağımsız okullar hâlinde kurulması esastır. Ancak imkân ve şartlara göre ortaokullar, ilkokullarla veya liselerle birlikte de kurulabilir.”
            Madde: 9- 1739 sayılı Kanunun 25 inci maddesinin mülga birinci fıkrası aşağıdaki şekilde yeniden düzenlenmiştir.
            “İlköğretim kurumları; dört yıl süreli ve zorunlu ilkokullar ile dört yıl süreli, zorunlu ve farklı programlar arasında tercihe imkân veren ortaokullardan oluşur. Ortaokullarda lise eğitimini destekleyecek şekilde öğrencilerin yetenek, gelişim ve tercihlerine göre seçimlik dersler oluşturulur. Ortaokullarda oluşturulacak program seçenekleri bakanlıkça belirlenir.”       
Madde: 10- 1739 sayılı Kanunun 26 ncı maddesi aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.
            “MADDE: 26- Ortaöğretim, ilköğretime dayalı, dört yıllık zorunlu, örgün veya yaygın öğrenim veren genel, meslekî ve teknik öğretim kurumlarının tümünü kapsar. Bu okulları bitirenlere ortaöğretim diploması verilir.”
            Madde: 11- 1739 sayılı Kanuna aşağıdaki Geçici Madde 3 eklenmiştir.
            “GEÇİCİ MADDE: 3- Zorunlu ortaöğretim 2012-2013 eğitim-öğretim yılından itibaren uygulanmaya başlanır. Bakanlar Kurulu uygulamayı bir eğitim-öğretim yılı ertelemeye yetkilidir.”
Madde: 12- 5/6/1986 tarihli ve 3308 sayılı Mesleki Eğitim Kanununun 18 inci maddesinin birinci fıkrasında yer alan "yüzde onundan fazla" ibaresi madde metninden çıkarılmıştır.
Madde: 13- 16/8/1997 tarihli ve 4306 sayılı Kanunun geçici 1 inci maddesinin (A) fıkrasının 2 numaralı bendinin (c) alt bendinde yer alan “sekiz yıllık kesintisiz ilköğretim” ibaresi “ilköğretim ve ortaöğretim” şeklinde değiştirilmiş ve maddede yer alan “sekiz yıllık kesintisiz” ibareleri madde metninden çıkarılmıştır.
Madde: 14- 4/11/1981 tarihli ve 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununun 45 inci maddesi başlığı ile birlikte aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.
            “Yükseköğretime giriş ve yerleştirme
MADDE: 45- Yükseköğretime giriş ve yerleştirme aşağıdaki şekilde yapılır.
a. Yükseköğretim kurumlarına giriş ve yerleştirme işlemleri imkan ve fırsat eşitliğini sağlayacak tedbirleri almak kaydıyla, Yükseköğretim Kurulu tarafından belirlenen usul ve esaslara göre yapılır.
b. Yükseköğretim kurumlarına esasları Yükseköğretim Kurulu tarafından belirlenen merkezi sınavlarla girilir. Yerleştirme puanlarının hesaplanmasında adayların ortaöğretim başarıları dikkate alınır. Ortaöğretim bitirme başarı notları en küçüğü ikiyüzelli, en büyüğü beş yüz olmak üzere ortaöğretim başarı puanına dönüştürülür. Ortaöğretim başarı puanının yüzde on ikisi yerleştirme puanı hesaplanırken merkezi sınavdan alınan puana eklenir.
c. Ortaöğretim kurumlarını birincilik ile bitiren adaylar için mevcut kontenjanların yanı sıra Yükseköğretim Kurulu kararı ile ayrı kontenjanlar belirlenebilir.
d. Bir mesleğe yönelik program uygulayan ortaöğretim kurumlarının mezunlarının Yükseköğretim Kurulu tarafından belirlenen aynı meslek dalında yer alan yükseköğretim programlarına yerleşmelerinde, (b) bendindeki puana ek olarak, ortaöğretim başarı puanının yüzde dördü yerleştirme puanına eklenir.
e. Mesleki ve teknik orta öğretim kurumlarından mezun olan öğrenciler, istedikleri takdirde bitirdikleri programın devamı niteliğinde veya bunlara en yakın olan mesleki ve teknik önlisans yükseköğretim programlarına sınavsız olarak yerleştirilebilir. Bu öğrencilerin yerleştirilmesine ilişkin usul ve esaslar Milli Eğitim Bakanlığının görüşü üzerine Yükseköğretim Kurulu tarafından çıkarılacak yönetmelikle belirlenir.
f. Önlisans mezunları için, ilişkili lisans programlarında belirlenmiş kontenjanın yüzde onunu geçmeyecek şekilde Yükseköğretim Kurulu kararı ile her yıl dikey geçiş kontenjanı ayrılabilir.
g. Yabancı uyruklu öğrenciler ile ortaöğretimin tamamını yurtdışında tamamlayan öğrencilerin yükseköğretim kurumlarına kabul usul ve esasları Yükseköğretim Kurulu tarafından belirlenir. Uluslararası andlaşmalar gereği Türkiye’deki yükseköğretim kurumlarında burslu olarak öğrenim görecek yabancı uyruklu öğrencilerin yerleştirme işlemleri Yükseköğretim Kurulu tarafından yapılır.
h. Yükseköğretim Kurulunca belirlenecek usul ve esaslara göre, belli sanat ve spor dallarında üstün kabiliyetli olduğu tespit edilen öğrenciler ile Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumunca tespit edilen uluslararası bilimsel yarışmalarda ödül kazanan öğrenciler, ilgili dallarda eğitim yapmak kaydıyla yükseköğretim kurumlarına yerleştirilebilir.”
Madde: 15- 2547 sayılı Kanunun 56 ncı maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinin ikinci paragrafı aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.
“Gelir veya kurumlar vergisi mükellefleri tarafından üniversitelere, yüksek teknoloji enstitüleri ile gelirlerinin en az dörtte üçünü münhasıran devlet üniversitelerinin faaliyetlerinin devam ettirilmesi ve desteklenmesini amaç edinmek üzere kurulan ve fiilen bu çerçevede faaliyette bulunan vakıflardan Bakanlar Kurulunca vergi muafiyeti tanınanlara makbuz karşılığında yapılan bağışlar, Gelir ve Kurumlar Vergisi Kanunları hükümlerine göre yıllık beyanname ile bildirilecek gelirden ve kurum kazancından indirilebilir. Bu hükmün uygulanmasına ilişkin usul ve esasları belirlemeye Maliye Bakanlığı yetkilidir.”
Madde: 16- 2547 sayılı Kanuna aşağıdaki Geçici Madde 61 eklenmiştir.
            “GEÇİCİ MADDE: 61- Bu maddenin yayımı tarihinden sonraki ilk yükseköğretime giriş ve yerleştirme işlemlerine mahsus olmak üzere bu Kanunun 45 inci maddesinin birinci fıkrasının (b), (d) ve (f) bentleri uyarınca adayların merkezi sınavlardan almış olduğu puanlara ilave edilecek ortaöğretim başarı puanları Yükseköğretim Kurulunca belirlenen usul ve esaslara göre hesaplanır.       
Madde: 17- 2547 sayılı Kanunun ek 21 inci maddesi yürürlükten kaldırılmıştır.
Madde: 18-  28/3/1983 tarihli ve 2809 sayılı Yükseköğretim Kurumları Teşkilatı Kanununun ek 9 uncu maddesinin başlığı ile birinci fıkrasında yer alan “Zonguldak Karaelmas Üniversitesi” ibareleri “ Bülent Ecevit Üniversitesi” şeklinde değiştirilmiştir.
Madde: 19- 2809 sayılı Kanunun ek 61 inci maddesinin başlığı ile birinci fıkrasında yer alan “Rize Üniversitesi” ibareleri şeklinde değiştirilmiştir.
Madde: 20-  2809 sayılı Kanunun ek 129 uncu maddesinin başlığı ile birinci fıkrasında yer alan “Konya Üniversitesi” ibareleri “Necmettin Erbakan Üniversitesi” şeklinde değiştirilmiştir.
Madde: 21- 2809 sayılı Kanunun ek 130 uncu maddesinin başlığı ile birinci fıkrasında yer alan “Kayseri Abdullah Gül Üniversitesi” ibareleri “Abdullah Gül Üniversitesi” şeklinde değiştirilmiştir.
Madde: 22- 10/12/2003 tarihli ve 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanununun eki (II) sayılı cetvelin “Yükseköğretim Kurulu, Üniversiteler ve Yüksek Teknoloji Enstitüleri” bölümünün 53, 61, 102 ve 103 üncü sıraları aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir:
“53)     Bülent Ecevit Üniversitesi
61)       Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi
102)     Necmettin Erbakan Üniversitesi
103)     Abdullah Gül Üniversitesi”
Madde: 23- 21/12/2011 tarihli ve 6260 sayılı 2012 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu, 2/9/1983 tarihli ve 78 sayılı Yükseköğretim Kurumları Öğretim Elemanlarının Kadroları Hakkında Kanun Hükmünde Kararname, 13/12/1983 tarihli ve 190 sayılı Genel Kadro ve Usulü Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamede; Zonguldak Karaelmas, Rize, Konya ve Kayseri Abdullah Gül Üniversitelerine yapılmış olan atıflar Bülent Ecevit, Recep Tayyip Erdoğan, Necmettin Erbakan ve Abdullah Gül Üniversitelerine yapılmış sayılır.
Madde: 24- 4/1/2002 tarihli ve 4734 sayılı Kamu İhale Kanununa aşağıdaki Geçici Madde 13 eklenmiştir.
“GEÇİCİ MADDE: 13- Yurtiçi üretimin ve katma değerin artırılması, teknoloji kazanımının sağlanması, daha önce yurt içinde üretimi bulunmayan ürünlerin üretilebilmesi, yeni teknoloji ve ürünlere yönelik araştırma-geliştirme faaliyetlerinin sürdürülmesi ve bilgi toplumuna geçiş hedefleriyle, Millî Eğitim Bakanlığına bağlı okulöncesi, ilköğretim ve ortaöğretim kademelerindeki okulların dersliklerine bilişim teknolojisi donanımı, yazılımı, ağ altyapısı ve internet erişim imkânının sağlanması, dersler için çevrim içi ve çevrim dışı ortamlarda e-içerik temin edilmesi ve e-içerik altyapısının oluşturulması, Millî Eğitim Bakanlığına bağlı okullarda görev yapan öğretmenlere ve örgün eğitim gören öğrencilere e-kitap, tablet bilgisayar ve benzeri ihtiyaçların sağlanması amaçlarıyla Eğitimde Fırsatları Artırma ve Teknolojiyi İyileştirme Hareketi (FATİH) Projesi kapsamında, Millî Eğitim Bakanlığı ve Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı tarafından 2015 yılı sonuna kadar yapılacak mal ve hizmet alımları ile yapım işleri, ceza ve ihalelerden yasaklama hükümleri hariç, bu Kanun hükümlerine tabi değildir. Bu madde uyarınca yapılacak alımlara ilişkin usul ve esaslar Maliye Bakanlığı ve Kamu İhale Kurumunun görüşü alınarak Millî Eğitim Bakanlığı ve Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı tarafından müştereken hazırlanacak yönetmelikle düzenlenir.”
Madde: 25- 5018 sayılı Kanuna aşağıdaki Geçici Madde 20 eklenmiştir.
“GEÇİCİ MADDE: 20- Eğitimde Fırsatları Artırma ve Teknolojiyi İyileştirme Hareketi (FATİH) Projesi kapsamında Millî Eğitim Bakanlığına bağlı okullara internet erişim hizmetleri ve ağ altyapısının sağlanması için Millî Eğitim Bakanlığı ve Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığınca 2015 yılı sonuna kadar yapılacak mal ve hizmet alımları ile yapım işlerinde üst yöneticinin onayıyla 15 yıla kadar gelecek yıllara yaygın yüklenmelere girişilebilir.”
Madde: 26- Bu Kanun yayımı tarihinde yürürlüğe girer.
Madde: 27- Bu Kanun hükümlerini Bakanlar Kurulu yürütür.

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR YAZARIMIZIN VARİSLERİNDEN  VE BENDEN İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ  corumlu2000@gmail.com

Önceki Sayfaya gitmek için tıklayınız

 

Kitap içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

1

 
 
 
 
 
 
 
 

BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR!

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR
 
Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM
 Hukuka, Yasalara, Telif  ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir.