|
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
Hazırlayan
Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi corumlu2000@gmail.com |
|
|
Mahmut Selim GÜRSEL TAKDİM
Hayat Hikayesi
AYDIN OLMAK HER ZAMAN ZORDUR
ÇORUMLU 2000 İÇİN NE DEDİLER
EL YAZMASI KİTAPLAR
HOROFİRA
ARKADAŞLIK
DİL(imiz) DİLİM DİLİM...
BAYRAK
19 MAYIS 1919
77
YAŞINDAKİ GENÇ “CUMHURİYET”
FUAR
VE FESTİVAL
TURİZM DE TURİZM
HERKES
ZENGİN OLSAYDI
HIDIRELLEZ
NEVRUZ
ÖMER HAYYAM
ÂŞIK VEYSEL ŞATIROĞLU
|
|
|
Çalışma TELİF ESERİDİR izin almadan
kullanmayınız! |
Hazırlayan Mahmut Selim
GÜRSEL |
corumlu2000@gmail.com
|
Sitemiz ve yazarlarımız;hukuka, yasalara, telif
haklarına ve kişilik haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir. |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
01 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
KİTAP ismi Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
TAKDİM
Bir kitabın doğması, o kitabı yazmaya kalkan kişinin amacına ve
bilgi birikimine göre değerlendirilmesi uygun olarak
görülmelidir.
Elinizde bulunan bu çalışmanın sizlere ulaşması için günlerini
veren bu çabası için şükranlarımı sunarken, bu çalışmada da
benim ufacık bir katkımın da bulunması beni bahtiyar etmiştir.
Bu
çalışma ile sizlerde bazı bilgileri edinmiş ve faydalanmış
olarak uzun yılların birikimlerinden aydınlanacağınızı
göreceksiniz.
Bilgi; yazılmadıkça kaybolmaya açık birikimlerdir. Her insan bir
kitaptır; onu okumamız gereklidir.
Tanımadığımız ve anlamadığımız kişiler hakkında nasıl kararlar
veremezsek; bir çalışmayı da incelemeden, okumadan karar
veremeyiz.
Mahmut Selim GÜRSEL
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
02 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
|
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
Hacı CELEBCİ |
Çorum'un 35 kilometre
güneydoğusunda yer alan ve şimdi Çorum merkeze bağlı olan “Ahmetoğlan
Köy”nde 23 Mayıs 1951 tarihinde Perşembe günü saat 11.00 sularında
gözlerimi dünyaya açmışım.
Şanslılığım şu
ki;köyümüze ilkokul 1939 yılında açılmış. İlk zamanlar üç yıllık bir
öğretim-eğitim uygulanmış,daha sonraları beş yıllık uygulamaya geçilmiş.
1958 yılı ilkokula giriş,1963 yılı da ilkokulu bitiriş yılımdır. İlkokulda
enikonu çalışkan bir öğrenciydim. Ailemdeki okumaya,eğitime dönük olumlu
bakış ve caba beni de okumaya yönlendirdi. Ortaokulu Çorum'da,ilk yılı
Atatürk Lisesinde olmak üzere 1965,daha sonra yeni açılan Eti Ortaokulunda
tamamladım. Okul Müdürümüz Rahmetli Seydi HANÇER'le Tıkı Necmi ile Takoz
Zehra ile,yine Rahmetli Ferit KÜRKÇÜ ile Fehmi HANGÜN'le müzikçi Hasan SAĞLAM'la
ilgili çok renkli anılarımız var belleklerde kalan. Çorum İlköğretmen
Okulunda 1968-1969 öğretim yılında bizim devre ile başladı
eğitim,öğretime. Müdürümüz Rahmetli Tayyar KERMAN dı.
Öğretmen olarak neyi
öğrenmek gerekiyorsa o bilgileri,o becerileri,o ruhu ve idealizmi bize
vermeye çalıştılar bütün öğretmenlerimiz. Özellikle anmak istediğim
öğretmen adları sorulursa:Mustafa IŞIKER, Rasim BAKIRCIOĞLU,Yusuf GÜNEŞ,
Tevfik AKIN,Günaydın ÇETİNER,Seyhan ERALP,Süheyla YILDIRIM özellikle anmak
isteyeceğim isimler. yaşayanlara uzun ömür,vefat edenlere Rahmet dilemek
ödevimdir. 1970-1971 öğrenim yılında Haziran dönemi mezun oldum. Ver
elini Konya Kayadibi köyü. Orada üç yıl su gibi aktı geçti. Peşinden Çorum
İskilip Çavuşoğlu köyü. 1975'li yıllar. Köyde katır,at sırtında incecik
patikaların her kıvrımını,her mavi taşın yerini iyice denilen bölgede
İğdeli-Dereköy köylerinde de çalıştım. Mesleğimin yirmi ikinci yılına
değin. Bir kez olsun Milli Eğitim Müdürlüğüne gelip de tavassut yollu
özel bir istekte bulunmadım. Çorum merkez Hürriyet İlkokulundan 1996 Ekim
ayında emekliliği istedim. Öğretmenliğime ara vermedim. Hep öğretmen
kalmaya,öyle davranmaya özen gösterdim.
Özel bir inşaat
işinin yanı sıra;Dost Haber,Çorum Gündem,Merhaba gazetelerinde köşe yazısı
yazmaya çalıştım. Halen Merhaba Gazetesinde yazıyorum. Çorumlu 2000
Dergisi de benim evim.
Öğretmen örgütlerinde
geçmiş yıllarda aldığım görevleri hiç anmadım. Gereği de yoktu. Ancak
bugün için söylemeden geçemeyeceğim. Çorum Atatükçü Düşünce Derneği
yönetim kurulunda yazmanlık görevini yürütüyorum. Atatürk'e, Atatürkçü
Düşünceye;O'nun Türk Ulusunun önüne koyduğu hedeflere yürümede bugün için
ciddi gereksinmemiz var olduğunu biliyorum.Kim ne söylerse söylesin;bugün
ulaştığımız rahatlık O'nun eseridir. Yine bugün yaşadığımız sorun ve
huzursuzluklar O'nun koyduğu amaçlara olan ihanetimizdendir. Atatürçü, sıradan
bir köy öğretmeninin dağarcığı ne denli zengin olabilir ki ? İşte o kadar
!
Çorumlu 2000'nin tüm
okurlarına sağlıklı gelecekler diliyorum. Bu dergi yaşatılabilsin
istiyorum.
Yazarımız; 2019 Şubat ayında İzmir'de vefat
etmiştir.
Yayınevimizin basılmış ve sanal yayınlanmış dergilerinde yazıları
bulunmaktadır.
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
03 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
- AYDIN OLMAK HER ZAMAN ZORDUR
- Karanlığın karşıtı
aydınlık, eğer karanlık diye bir olgu olmasaydı; bilir miydik
aydınlığın değerini?
- Zifiri karanlık
tanımlaması, karanlıktan öte bir anlam taşır. Anlıyoruz ki; karanlık
deyimi de görecelik taşıyor.
- Değerli okurlar!
- Toplumsal değişim ve
gelişmeler devir devir, dönem dönem;inişli,çıkışlı süregelmiştir,
insanlık tarihi boyunca.
- Toplumu oluşturan tek tek
bireylerin tek yaşam kaynağı ve oluşturulan yaşam felsefesi içinde
bulunduğu toplumun yapısı ile koşut gider.
- Toplumu geniş bir yelpaze
olarak düşünürsek; bu geniş yelpaze içinde yer alan farklı genişlikte
çerçeveler, dar alanlar söz konusudur.
- “Toplumun temeli ailedir”
noktasından hareket ederek, dışa açılımı, bu ulus olma kavramına değin
görürüz.
- Bu ayrımı şunun için dile
getiriyorum: Konumuz “Aydın Olmak” üstüne olduğuna göre; her farklı
birim ve birlikteliğin önderleri söz konusudur. Bir ailenin önderi
olmak, görevi asla küçümsenemeyecek önem taşır. Elbette başka
örgütlenmelerin de. Öyleyse; toplumun oluşumunu sağlayan kalıp aile
kavramıdır. Doğaldır ki; ailenin tek tek bireyleri de toplumun birer
örgü taşı konumundadır.
- Sözü uzatmadan şuraya
gelmek istiyorum: Bir toplumun yaşam olanaklarını geliştirmek,
genişletmek, güzelleştirmek, bireylerin tümünü huzurlu kılmak zor
iştir. Salt bu amaç uğruna insanoğlu büyük bedeller ödeye gelmiştir.
Zindanlar, kıyımlar, sürgünler ve hatta savaşlar öylesine söylenip
geçilecek bedeller midir?
- Her toplum kendi aydınını
mutlaka çıkarır. Her toplumum karakteri farklılıklar gösterir. Farklı
doku ve yapıya paralel toplum önderleri yetişir. Amaçlarında nüans
farkları bulunsa da; her toplumun aydınları bir ortak amaç çemberinde
buluşurlar.
- Nedir o?
- İçinde bulundukları ve
sorumluluk bağları ile bağlı oldukları kendi insanlarına yararlı
olmak. Yerelden, evrensele giden bir amaç çizgisidir bu aslında.
Ailenin aydını, mahallenin aydını, şehrin aydını, ülkenin aydını ya da
aydınları!
- Aydın olmak kolay mıdır?
- Kimse söyleyemez kolay
olduğunu. Aydın olmak için önceden karar verilmez. Çok okumuş, çok
bilgili,kültürlü,iyi giyinen vb. özellikleri taşıyan her insan aydın
kalıbına uyar mı ? Aydını nasıl tanımlamak gerekir?
- Zor soru, ama yanıtsız
değil.
- Aydın: Yaşadığı toplumuna
karşı mutlak sorumluluk duyandır. Aydın insan, çevresine ışık,bilgi
saçar. Aydın insan, yaşadığı topluma enjekte edilen aldatmacaları gün
ışığına herkesten önce çıkarandır. Aldatmacalara ve yanlış yönetimlere
herkesten önce karşı duandır.
- Aydın insanlar: Yaşadıkları
toplumun var olan sorunlarını anlaşılır dilde ortaya koyanlardır.
Toplumun seviyesine inmeyi o şekil bütünleşmeyi değil; toplumun yaşam
seviyesini, düşünce ve yorumlama seviyesini kendi çizgisi seviyesine
çıkarmak için uğraşır. Aynı anda “hem Musa'ya, hem İsa'ya” yaranmak
gailesi gütmek, bilgeliğin yolunda ödünsüz yürümek iradesini koyanlar
aydındır.
- Aydın; asla kavgalı hali
değil, ama mutlak barışı savunandır. Aydın olmak kolay değil.
- Bize dönersek eğer; biz
altını severiz, aydını sevmeyiz. Biz aydınlarımızı dinlemeyiz, onların
eserlerini okumayız. Okumak erdeminden uzaklaştırılmış, ha bire
yozlaşmaya yelken açmış toplum olmak; bizi yoksun kılar aydınların
ışığından. Bilgi biri kimini, enerjisini doğru anlamda kullanmaya
çalışan tüm aydınlara selam olsun!
- Ülkemizin önderleri;
aydınların katkı ve desteğini her gün ajandalarına not etmedikçe,
onların danışmanlığını önemsemedikçe çağı yakalamak ve nimetlerini
doya doya yaşamak bir hayaldir, hayal.
- Ülkemizin aydınlarına hem
çok şey borçluyuz, hem de onlardan çok alacaklıyız dostlar.
- Nerede mi onlar?
- Onlar her yerde vardır.
Görmek, anlamak; farkı yakalamak gerekir.
- Aydın olmak hep zor
olagelmiştir. Bundan sonra da öyle olacaktır.
- Aydınlar sustukça, dana çok
batmıyor muyuz?
-
-
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
04 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
- ÇORUMLU 2000 İÇİN NE DEDİLER
- Kucak
dolusu "Merhaba" gazetesini alıp; işyerini ve tek tek evleri dolaşıp
"alın size" ücretsiz olarak bu gazeteyi bırakıyorum denilse;
sanıyorum hiç kimse geri çevirmez; alır, bir kenara koyar gazeteyi.
Yerel bir gazete okumanın gerekliliğine inanmamış bir kimse için
gazetenin (elinin altında) bulunup bulunmaması fark etmez.
- Yerel
anlamda, neler olup bittiğini, ilimizin sorunlarını, sorunlara
sunulan çözümleri öğrenmek, dışımızdaki yaşamı merak etmek duyarlı
olmayı gerektirir.
-
Her şeyin bir bedeli var yaşadığımız ortamda. Elbet bir yerel
gazete okuyor olmanın da bedeli var. Bin bir emekle
ortaya çıkarılan gazetenin ömrü günlüktür. Gazete fiyatlarını fazla
bulan insanlarımızın sayısı azımsanamaz. Haklıdırlar da. Gazete
fiyatının rakamını nelerle kıyasladığımıza bağlıdır, fazla ya
da az olması.
- Gazete
çıkartmak bir gönül işi, bir hobi olduğu gibi; tamamen ticari amaçlı
olması da söz konusu olabilir. Her iki durumda da önemli olan şudur.
Özlemle, gazetesini bekleyen okuyucuya; temiz baskılı,"ödenen paraya"
değecek içerikte bir gazete ulaştırabilmektir.
Mükemmel denilebilecek kaliteyi tutturmak ne yazık ki;
parasal olanakların yerinde olması gerekmektedir. Dar olanaklarla, ama
en güzelini vermeye çalışanları da tebrik etmek,
onları cesaretlendirmek gerekir diye düşünüyorum.
-
Herkesin dağlar gibi sorun ve sıkıntı ile didiştiği bir ortamda; yerel
gazete çıkaranların sorunları da o oranda katmerlidir. Abone
sıkıntısı, mevcut abonelerden, para ödemeyenler,
reklam ücretini vermekte imtina edenler, kâğıt temini,
çalışanların sorunları vb. hangisini saymalı?
-
Kazanamamaktan, yoksulluktan vb. Yakınır dururuz.
- Herkes
bilir ki, pek çok alanda gereksiz sayılabilecek birçok paralar
harcayabilmekteyiz. Fuzuli’ye giden paralar üst üste konulduğunda;
tahmin ediyorum ki, o paranın onda biri kadar bir rakamı gözden
çıkarmış olsak, en az bir yerel günlük gazeteyi elimize alıp okuma
şansımız olur.
-
GELELİM 2000 'e. Değerli okurlar!
-
Şimdilik, yerel günlük gazetelerimiz yayın yaşamına devam ede
bilmekteler. Umutlar o ki, sıkıntılar bir gün aşılabilir.
- Ama
Çorum'da öyle bir pırlanta yayın ürün var ki, S.O.S işareti veriyor.
"ÇORUMLU 2000" Bu dergi inanarak söylüyorum ki, Çorum'da bir boşluk
doldurmaktadır. Aylık çıkan bu dergi "Kültür, Tarih, Sanat ve
Edebiyat" alanında yine Çorum'a özgü değerli yazıları, değerli
yazarlarının kalemlerinden sunulmaktadır. Derginin sahibi "değerli
insan" Mahmut Selim Gürsel "bir idealin peşinden" eline bir yufka
ekmek dürümü alıp koşarak geldi bu günlere. Emekli bir Çorumlu! Yeri
geldikçe, emekli maşını bile hasretti idealinin yoluna. Ancak
"Çorumlu 2000" Dergisinin 11. Sayısında M. S. Gürsel bakın ne
diyor? "Ticari düşünmemenin sıkıntısını şimdi yaşıyorum!". Bu dergi
için iane toplamıyorum! 11 sayı Çorumlu 2000'i BEN omuzladım. Artık
biraz da Çorumlular Çorumlu olurlarsa bu karık başa varacak. Bu sayı
sondan bir olmasın.
-
Büyük bir sitem ve kırgınlık var. Derginin ederi 500 bin Tl. Ayda
bir, güzel bir dergiyi, hem de Çorum kokan, Çorum'u anlatan,
her şeyi ile Çorumlu olan "Çorumlu 2000" Dergisini
gelin öldürmeyelim. Yaşatalım O' nu. İlgisizlerin ilgisini çekmek,
ilgilileri de daha çok destek olmaya çağırıyorum.
-
Derginin yazarı, Osman ÜNSAL Beyefendinin yine 11. Sayıda yer alan
yazısından şu paragrafı iletmek istiyorum siz değerli "Merhaba"
okurlarına:
-
"Çorumlu 2000 Dergisini almak, okumak, okutmak, eşimize, dostumuza
tavsiye ve hediye etmek, reklam vererek destek olmak. İşte
yapmamız gereken küçücük şeyler bu kadar basit" Osman Hocaya aynen
katılıyorum.
- Evine
ekmek parası götürmekte zorlanan insanlarımıza dergi al, gazete al
şeklinde ki tavsiyeler haksızlıktır. Her gün ama zevkine;
milyonların harcanmasında beis görmeyenler;
duyarlı Çorumlu hemşerilerimizi de; özellikle göreve çağırıp; sisli,
puslu havalarda bir yıldız yaşatılması konusunda duyarlı olmaya
çağırıyorum.
- Son
söz! "Midemizi" doyurmak için bir takım besinler gereklidir, buluruz
da; ancak beynimizin açlığını gidermek için, zahmet edip,
zaman ayırıp, bedel verip okumak gerekir" (?)
- Hadi;
"Çorumlu 2000" Dergisinin 20'den çok yazarı, ne duruyorsunuz önce
siz! Bu yazıyı okuyup ta herhangi bir tepkide bulunmak isteyenlere;
-
-
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
05 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
- EL YAZMASI KİTAPLAR
- Adı üstünde elle (el yazısı
ile) yazılmış ve yaşları yüzyıllarla ölçülen kitaplar.
- Peki ne yazıyor o
kitaplarda?
- Değerli dost Mahmut Selim
GÜRSEL’İN dediğine göre: Sosyal yaşamın konularını içeren (o dönemlere
ait) tarihi birtakım olayları içeren ve hemen her alanda, o
dönemlerin birer fotoğrafı olan eski kitaplar. İçlerinde elbette
Kuranı Kerimler de var.
- Hasan Paşa Kütüphanesinde
korunmakta olan bu kitapların şu aralarda başı belada! Kültür
Bakanlığı ne akla hizmetse bu kitapların (sayısı 4000 civarında) belli
miktarını Konya’ya nakletmek arzusunda imiş.
- Sayın Mahmut Selim GÜRSEL;
yıllarca kütüphanede çalışmış bir kültür emekçisidir. Eski eserler
konusunda neyin ne olduğunu ya da olmadığını en iyi bilenlerdendir.
- Çorum’un öz malı, öz
kültürel mirası olan bu birbirlerinden değerli, ederi milyarlarla
ölçülebilecek eski el yazması kitapların yerlerinde kalması gerekir.
- DUYARLI TÜM ÇORUM İNSANI BU
KONUDA TEPKİ KOYMAK, SESLERİNİ YÜKSELTMEK ZORUNDADIRLAR.
- Tarih okuyan Çorumlu
öğrenciler, yanı başlarında duran bu eşsiz hazineden araştırma yapmak
durumunda kalırlar ise; neden başka illere gitsinler? Üstelik bu
kitapları incelemek, araştırmak, ilgili tez çalışmalarını yapmak için
başka illerden Çorum’a gelmek durumunda olanları bir düşünün.
Dışarıdan gelip, ilimizde bir süre konaklayan insanların bu şehre bir
takım ekonomik katkıları olur mu, olmaz mı ? Kitapların başka yerlere
taşınması bu açıdan Çorum’un, Çorumlunun bir kaybı değil midir?
- Adı geçen kitapları her
ilgilenen açıp okuma şansı elbette yoktur, Arapça, Farsça, eski
metinleri okuyup anlamak bir bilgi ve uzmanlık ister. Ancak
içeriklerinin o döneme ışık tuttuğu bir gerçektir.
- Bakanlık istiyor.
Vatandaşlar olarak yanlış karara itirazımız olmalı, karşı tepki
koymalıyız. Yoksa Çorum’a ait kıymetli tarihi eserler, başka illerin
kütüphanelerini, müzelerini süsleyecektir.
- Mahmut Selim GÜRSEL’İN
kendi çıkarttığı Çorumlu 2000 Dergisi’nin Ağustos 2000 sayısında
konuya çok geniş yer vermiş, vatandaşlarımızın ilgilerini çekmeye
çalışmıştır. Bu duyarlılığından dolayı kendisine bir Çorumlu olarak,
emekli bir öğretmen olarak teşekkür ediyorum.
- Mahmut Selim GÜRSEL’İN
konuyla ilgili şu bilgi ve önerilerini kısaca iletmek isterim. Der ki:
- “Kitaplar Çorum Hasan Paşa
Kütüphanesinde gereği gibi korunmadığı savı tamamen uydurma ve gerçek
dışıdır.”
- Kitaplar kendi doğal
ortamlarında yüz yıllardır durmakta, bu iklim koşullarına kendilerini
adapte etmektedirler. Onların yerlerinden alınıp başka merkezlere
taşınması, o eserlerin erken ölümü demektir.
- Kitapları aharlı kâğıtlara
yazılmış sayfalarla, ceylan ve diğer derilerle ciltlenmiştir. Ciltli
olanları, ciltsiz olanları vardır. Kitaplar rast gele ele alınıp
onarılmaya kalkışılması kesinlikle doğru değildir. Konu tamamen bir
uzman ekip işidir.
- “Aharlı kâğıt nedir ” diye
soruyorum? Yanıtlıyor:
-
-Üzerine belli kalınlıkta yumurta akı sürülmüş ve mühre denilen özel
taşlarla düzeltilmiş kâğıtlar. Kitaplar o dönemin özel mürekkepleri
ile yazılmış. Tamamına yakını Çorumlu Hattatlara ait yazma eserler.
Eğer bir sayfa yazılırken, bir yanlışlık yapılırsa mürekkep kurumadan,
o yanlış kelimeyi veya cümleyi kitabın yazarı diliyle kolayca yalayıp
silebiliyordu. Başka bir teknikle yanlışı silmek mümkün değildi.
Demiyorlar mı ki:
- - “Hiç mi mürekkep
yalamadın ?”,Bu adam çok mürekkep” vb. Yani “Mürekkep yalamak
“deyimi bir ayrıcalığın, bilgeliğin altını çizen bir deyimdir. Bu gün
bile hâlâ kullanılmaktadır.
- Ve Mahmut Bey ekliyor:
- “Kütüphane iyi korunmalı,
dijital kameralarla özetilmeli, en az iki karakola alarm sistemi
bağlantısı kurulmalıdır. Eğer istenilirse bunlar zor şeyler değildir.
Bunlar bir anlayış, sorumluluk ve gönül işidir.”
- “Kültür Bakanlığı bu
kitapları çok merak edip akıbetlerini çok düşünüyorsa; mutlaka
kataloglarını hazırlatmalı, bilgisayarlara yükletmelidir. Ayrıca her
kitabın bilgisayara kopyalanması sağlanmalıdır. Ah “ Bu eşsiz
hazineler elin ecnebilerinin elinde olacak ki; göreceksin yapılan
işlemleri.”
- Yaptığımız söyleşide, şunu
da ekliyor son olarak: “Bırakın kitapları, bazı kitapların MİKLEPLERİ
bile altın değerindedir.” Nedir Mıklep? Mıklep: Kitabın ciltleme
biçimi ile ilgili bir detaydır. Ciltli kitabın kapak kenarı ile
sınırlı bırakılmayıp, okunan sayfaların arasına geçecek biçimde cilt
ile bütünleşen uzantıdır mıklep.
- Bu bilgide yine değerli
dost Mahmut Selim GÜRSEL’DEN.
- Sevgili okurlar! Günümüzde
kitap sevgisi olan insan sayısı parmakla gösterilecek kadar azdır.
Çoğalması için ne devlette, ne millette en küçük bir istek, arzu, çaba
görülmemektedir. Hatta kimi zaman kitaba açık açık düşmanlık
dönemlerini de yaşayıp geldik.
- Okumayan bir toplum, kitabı
neylesin ?
- Kelli-felli mesleklerinin
sahibi pek çok aydın insanımız bile kitap okumayı zaman israfı olarak
görmektedirler. Bırakın kitaba para vermeyi, okumayı, günlük
gazeteleri bile kupon için aldıkları gerçeği vardır ortada.
- Oysa; bireyleri kitap
okumayan ulusların gelişmesi, kalkınması, çağdaş toplum olabilmesi bir
hayaldir.
- Belçika da bir itfaiye
erinin evinde bile en az bir kitaplık bir kütüphane olduğunu duyunca
şaşırmayalım.
- Evinizde televizyon var mı,
buzdolabı var mı,okey takımı var mı,muhabbet kuşu var mı,köpek var
mı,kristal avize var mı,gümüş yemek takımı var mı vb. sorular sorarız
da;evinizde bir itabınız,kitaplığınız var mı .diye neden sormayız ? Ey
azizler bir düşünelim.
- Sovyetler Birliğinde bir
işçinin yılda ortalama 30 bin sayfa kitap okuduğunu sanırım çoğunuz
duymadınız. Ülkemiz sahillerine gelen turistlerin kumsalda
güneşlenirken ellerinde kitap okuduğunu ya da kitapla dolaştığını
biliyoruz. Çocuğumuza oyuncak vb. birtakım nesneleri alıp da verirken;
kendiliğimizden bir kitap alıp da vermeyi hiç akıl ediyor muyuz?
- Geçenlerde yine yazmıştım.
Çinli filozof Konfüçyüs Tanrıya şöyle yakarmış “Tanrım bana kitap
dolusu bir oda ve çiçek dolusu bir bahçe ver” Peki biz ne diliyor
ve istiyoruz Tanrıdan?
- Değerli okurlar! Hasan Paşa
Kütüphanesinde bulunan, korunan el yazması eski kitaplar “BİZİM
NEYİMİZE” dememeliyiz. Kültür ve tarihi mirasımızı bizden sonra
gelecek nesillere de ulaştırmakla yükümlüyüz. Her şeyi devlete ve
yönetenlere havale etmek bir aymazlıktır. Toplum olarak ortak
değerleriniz hepimizindir. Ayşegül TECİMER’ anımsayın. kadın;
yurtdışına kaçırdığı eski eserlerin, özellikle el yazması Kur’an-ı
Kerim kitaplarının sağladığı servetin üstünde oturmuyor mu?
KİTAPLARIMIZIN NE BAŞKA İLE TAŞINMASINA, NE DE SAHİPSİZ KALMASINA RAZI
DEĞİLİZ.
- Çorumlu hattatların
(dönemin yazarları) bize bıraktığı paha biçilmez kitaplarımızı kimse
oynatmasın yerinden. Benim torunum yarın o kitapları inceleyecek,
tarihimizi araştıracaktır.
-
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
06 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
- HOROFİRA
- Not: Bu yazıya konu olarak
almış olduğum olay, sıradan tarih bilgimize ters gelebilir.
- Tarihçi yazar Ali Kemal
Meram'ın;100 ayrı tarihi belgeyi inceleyerek yazmış olduğu, ilk
baskısı 1979 yılında 2000 adet, son basımı 1997 yılında 1600 adet
olmak üzere toplam 4 ayrı baskıda 7100 adet basılan “Padişah Anaları
ve 600 Yıl Bize Yöneten Devşirmeler” adlı kitap Osmanlı Tarihine ayrı
bir yaklaşımla bakmaktadır.
- Kitap iki önemli temel
konuyu işlemektedir: İlki; padişah anaları Türk değildir. Hemen hemen
hepsi tüm padişahların kendilerine eş olarak Türk soyundan bir kızı
seçmediklerini, Hıristiyanlık dinine mensup farklı milletlerden
kızları eş olarak aldıkları çok açık ayrıntıları ile kitap dile
getirmiştir. İkincisi: Yazar kitabında Osmanoğulları'nın önceleri
“Beylik” ve daha sonraları da “Devlet” olarak Türk Beylikleri ile asla
barışık yaşamadıklarını, onları hep kendilerine düşman bildiklerini
nitekim zaman içinde birbirlerini savaşarak ortadan kaldırdıklarını
gözler önüne seriyor.
- Bu iki önemli açıklamadan
sonra “Horofira” Nilifer Hatun olayını kitaptan özet olarak sunmak
istiyorum:
- “1300'lü yılların
başlarında Söğüt kasabasına bir uç beyi olarak yerleşmiş olan Osmanlı
Beyliği; Bilecek ve Yarhisar kalelerini Bizanslılardan alıp kendi
topraklarına katmıştı.
- Osman Bey ayrıca Yarhisar
Tekfurunun kızı Rum güzeli Horofira Bilecek Tekfuruna verilecekken
Çakırpınarda yapılan düğünü basılmış Horofira'yı gelinlik giysileri
ile kaçırıp getirmişti.
- Osman Beyin karısı Bala
Hatun bu olaya karşı çıkmış, ağlamış ve acı konuşmuştu. Ama aşiret
reisi Osman Bey oğlu Orhan'a Horofira'yı vazgeçmemişti.
- Büyük şenlik ve şölenler
yapıldı, ama Bala hatun küskün olup bu şenliklere katılmamıştı.
- Bir Bizanslı kadar Rumca'yı
güzel konuşan Orhan; Horafira ile anlaşmakta güçlük çekmemişti.
Horofira Orhan'ın kendisine bir aşk sözcüğü olarak '...gülüm, mis
kokulu çiçeğim, nilüferim benim !' sözlerini işitmesiyle Horofira:
'Bana bundan sonra böyle Nilüfer demelisin' der. Orhan'da
'Nilüfer'imsin artık' der. Horofira Orhan'a: 'Neden kendi soyundan
Müslüman bir kızla evlenmediğini sorar' Orhan da:'Babam böyle istedi.
Bizanslılarla akrabalık kurup iyi geçinmek istiyor' der.
- Horofira zaman içinde
Orhan'a bir erkek çocuk doğurur. Çocuğa Osman Beyin buyruğu ile
Süleyman adını koyarlar. Ancak Rum güzeli Horofira (Nilüfer Hatun) bu
gönlünden karşı çıkar. Kocası Orhan, çocuklarının isminin ne olmasını
isterdin diye sorunca 'Ben göbek adını koydum bile, Aleksi Kozes '
der. Orhan ' Şu sülaleni bir türlü unutamadın' diyince Nilüfer Hatun
'Soy, sülale unutulur mu hiç sevgili kocacığım ?' Der. Kurnaz Rum
dilberi, Orhan'ı avucunun içinde tutmayı çok iyi biliyordu. Süleyman,
Osmanoğlu ailesinin kanına giren ilk Rum melezi çocuktu.”
- Şimdi biraz geriye dönüp
Osman Beyin karısı Bala Hatun'un Rum geline karşı çıkışı ile ilgili
kocasına söylediklerine bakalım:
- “ 'Kızma Beyim! Geleceği
görür gibi gerçeği söylerim sana. Böyle bu...bu yolun sonu bu! Adına
devlet kurulmuş olsa bile ne ola? Bir adla iş biter mi? Adını
omuzlayıp götürenler senin soyundan olmayacaklar ki artık. Bize uç
beyliği veren Selçuklu Sultanlığına bak. Soluğu tükendi. Türk Töresine
sırtını dönüp Acem töresini kucakladıkları için, dünyanın öte ucundan
gelen Moğolların önünde baş eğmediler mi?'
- Bala Hatunun dokunaklı
konuşmalarından sıkılan Osman Bey 'Sus bre hatun diye haykırır. Senin
aklın ermez böyle işlere ' Der. Bala Hatun susmayıp sitemine devam
eder. Cengiz Hanın uruğuna söylediği şu vasiyetini hatırlatır:'Cengiz
Han demiştir ki: Şayet Türkler Çinli kadınlarla,Moğol Kadınlarla,
Tunguz ve Mançu soylu kadınlarla ve daha sonrada Acem, Arap ve Rum
kadınlarla evlenip çoluk peydahlanmasalardı, şu koca dünyada Türkleri
kimse yenemez,kurdukları devletleri ortadan kaldırmaya hiçbir milletin
gücü yetmezdi. Türklere ben bile bir şey yapamazdım. Türkler yabancı
kadınlarla kendi kanlarını bozdular, dirlik ve düzenleri bozuldu.
Devletleri yıkıldı. Tüm Türkler çığıl çığıl dağılıp yurtlarından
oldular. Böyle der işte yüce Moğol Başbuğu Cengiz Han ' Der sızlanır.
- Osman Bey hiçbir karşılık
vermedin çadırından çıkıp gider. “
- Osman Bey ölünce yerine
geçen oğlu Orhan Bey daha sonraları (1321-1360 yılları arasında) yine
birer Bizanslı Rum dilberleri olan Asporçe ve Teodora ile de
evlenmiştir. Bu evliliklerden dört çocuk sahibi olmuştur.
- Evet değerli okurlar. Bir
kitaptan bir küçük pencere aralamaya çalıştım. Meraklısı adı geçen
kitabı bulup okuyabilir.
-
-
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
07 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
- ARKADAŞLIK
- Yaşamakta olan her insanın
arkadaş olduğu birileri mutlaka vardır. Arkadaşsız bir yaşamı
neredeyse düşünemeyiz.
- Arkadaşlık ilişkisinin
içeriği kişilere göre değişir. Arkadaşlık ilişkisi farklı şekillerde
kurulabilir. İnsanları bırakıp, hayvanlarla arkadaş olanlarımız bile
vardır toplumda.
- Pek çoğumuz için arkadaşlık
ilişkisinin ne anlama geldiği yeterince bilinmemektedir diye
düşünüyorum. Arkadaşlıktan beklentilerimizi daha iyi seçebilmek için,
hepimizin hiç
- Tanımadığımız insanlara karşı
duruşumuzu gözden geçirmemiz bize arkadaşlıkla ilgili ip uçları
verebilir.
- Akıp giden zaman içinde;
kimlere "merhaba" diyoruz? Kimlere özel yardımlarda bulunuyoruz, ya da
istiyoruz? Zamanımızı kimlerle niçin birlikte geçiriyoruz? Bunlara
benzer soruları çoğaltabiliriz. Gerçekte, bizi biz yapan ortamda;
fiziki ve psikolojik (duygusal) alış - veriş içinde oluruz. Bu
ilişkiler arasında bir "arkadaşlık" ilişkisi somutlaşır.
- Arkadaşlı ilişkilerimizi
sınıflamak mümkün müdür? Evet. Yaşama aynı gözle, aynı pencereden
bakan, aynı şeylere ilgi duyan arkadaşlar. Bu çeşit arkadaşlık
ilişkisinde gizli bir kıskançlık söz konusu olabilir. Aynı şeylere
ilgi duyan taraflar zamanla birbirlerine rakip de olurlar. Böyle
arkadaşlıklar zaman içinde birisinin zararına sonuçlanıp, bitebilir.
- İnsanın kendisinden üstün
gördüğü arkadaşları vardır. Ona benzemek, yarar elde etmek duygusuyla
kurulan bir arkadaşlıktır. Yaşam içinde, bir iki tane böyle arkadaşın
olması yararlı olurken; çok sayıda kendinden üstün görünen kişilerin
arasında, insanın zamanla aşağılık kompleksi başlayabilir.
- İnsanın kendisinden aşağı
gördüğü kişilerle arkadaşlık kurması da mümkündür. Bu takdirde kişi
ilgi ve itibar görür. Her yaptığının ve konuşmasının önemsendiğini
görmek, o kişiye zevk verir. Kendisinde var olan yanlışlık ve
olumsuzlukları unutturur. İnsanlarımızın birçoğu için böyle
arkadaşlıklar bir istek ve arzudur.
- Huyları, davranışları
nedeniyle birbirlerinin tersi olabilen iki kişinin de, pekâlâ
arkadaşlık ilişkisi kurulduğu bir gerçektir. Birinin "ak" dediğine
diğerinin neredeyse "kara" dediği bir arkadaşlıkta aslında birbirine
karşı ilgi vardır. Üstünlük elde etme çabası vardır. Kısa süren,
sağlıksız bir ilişkidir.
- Kimi insanlar vardır ki;
aralarında oluşan arkadaşlık, bir dünya görüşü, bir ortak inanca
bağlıdır, "Aynı yolun yolcuları" Her konuda aynı davranmak, aynı
düşünmek insanı "olduğu noktada bırakmaz" mı? İlerlemeyi, gelişmeyi
engellemez mi? Oysa farklılıklarımızın olması, değişik bakış
açılarına sahip olmamız, arkadaşlık ilişkilerini daha canlı ve zengin
kılar. Yaşamda ileri adımlar atmamızı sağlar. Arkadaşlıktan zevk
almak, yarar sağlamak için farklı düşüncelerin arkadaşlığı daha
olumludur.
- Çeşitli nedenlerle,
öylesine kurular arkadaşlıklar vardır. Yeni işe başlamışsınızdır, aynı
mekânda çalışıyor olmak bizi "içi boş" arkadaşlıklara zorlar. Daire
aldığımız apartman sakinleri ile yine bir zorunluluk sonucu yüzeysel
arkadaşlarımız olur. Askere gideriz, aynı grupta yer alan insanlarla
arkadaşlığımız olur. Vb.
- Değerli okuyucular! Türlü,
çeşitli arkadaşlık ilişkileri söz konusudur. Arkadaşlık yapmanın,
arkadaş olmanın biçimi, özü tamamen kişilerin yaşamdan, yaşamaktan ne
anladıklarına bağlıdır. Arkadaşlığın özü sevgi, saygı ve özveri
duyguları oluşturursa; o arkadaşlığın yaşam boyu sürmesi mümkün olur.
- Özel bir arkadaşlığımız
"eşimizle" olan arkadaşlığımızdır. Adına "hayat arkadaşlığı" de
denilen evlilik kurumu; karşı cinsten iki insanın arkadaşlığıdır.
Belki kolayca kurabildiğimiz bu özel ve anlamlı arkadaşlık ilişkisini,
aynı kolaylık ve rahatlık içinde sonluyamayız, bitiremeyiz. Oysa diğer
arkadaşlıklar geriye dönüşü olan, vazgeçilebilir ilişkilerdir.
- Hangi yaşta olursak olalım,
arkadaşa ihtiyacımız vardır. Hele çocuklarımızın pek çok nedenle
arkadaş ilişkisine ihtiyaç vardır. Okul çağı çocuklarımızın
arkadaşlarına ve kurdukları ilişkilerin ne olup, ne olmadığına ana -
babalar olarak duyarlı olmak durumundayız. Unutmayalım ki; her
toplumda, her çevrede hem iyiler, hem kötüler yan yana
yaşamaktadırlar. Kötü arkadaşlar çocuğu kötülüklerin kucağına atar.
Kötü arkadaşlıklar insanı maldan ve candan yoksun bırakabilir.
- Bu durumu özellikle
belirtmek gerekir ki; her arkadaş "dost" değildir, pek çok
arkadaşlarımız olabilir. Ama her arkadaş dost olmaz. Dostlarımız
arkadaşlarımızdır.
- Yetişkinlerimizi geçiyorum
ama gençlerimize önerim şu ki; "çevrelerine iyi baksınlar, kimler
niçin arkadaş olduklarını gözden geçirsinler. Hangi arkadaşlığın,
kendilerini nerelere götürebileceğini iyi düşünsünler.”
- Güzel olanın yaşatılması,
güzelliklerin çoğaltılması dileği ile.
- Mutlu günler efendim!
-
-
-
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
08 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
- DİL(imiz) DİLİM
DİLİM...
- Değerli okurlar!
- "Dil" denilince ilk
aklımıza gelen,"tat alma" duyu organımızdır diyebiliriz. Oysa "dil";
ağzımızdaki nesnel bir organın ötesinde çok daha önemli anlam
içermektedir. Dil; insanlar arasında iletişimi sağlayan en
önemli araçtır. Bugün dünya üzerinde yaşamakta olan insan
topluluklarının kullana geldiği (irili-ufaklı) üç yüz çeşit dil olduğu
söylenmektedir.
- Yine sayıca azlık - çokluk
önemsenmeksizin, her çeşit insan topluluğunun kendi öz malı olan "ana
dili" o topluluk ya da ulus için kutsaldır, değerlidir. Afrika
ormanlarının derinliğinde yaşayan 40 kişilik bir ilkel kabilenin bile
anlaşabildikleri bir dilleri vardır. Diğer topluluk ya da uluslara
düşen görev, o azınlığın diline de saygılı davranmaktadır.
- Bir dilin başka dillerden
etkilenmesi "saf-arî" kalması olasımıdır? Elbette değildir. Bir
topluluğun yada ulusun başka topluluk ya da uluslarla, ekonomik
-siyasi- kültürel ilişkiler içinde olması doğaldır ki; dillerinde
birbiri ile tanışmasını beraberinde getirmektedir.
- Ancak burada önemli bir
durumun altını çizmek gerekir. İlişki içinde olan farklı diller
konuşulan uluslar ana dillerine sahip çıkmak, onu korumak, geliştirmek
durumundadırlar.
- Ancak burada önemli bir
durumun altını çizmek gerekir. İlişkisi içinde olan ve farklı dilleri
konuşan uluslar ana dillerine sahip çıkmak, onu korumak, geliştirmek
durumundadır.
- Burada Türkiye
Cumhuriyeti'nin kurucusu, büyük insan Mustafa Kemal ATATÜRK'ÜN şu ünlü
sözünü anımsatmak isterim: "Ülkesini yüksek bağımsızlığını korumasını
bilen Türk ulusu, dilini de yabancı diller boyunduruğundan
kurtaracaktır.
- "Bir
ulusu yok etmenin, etkisiz kılmanın en önemli silahı, o ulusun ana
dilini kuşatma altına almaktır. Konuyu Türkiye Cumhuriyeti sınırları
içinde almak, Türk Ulusu olarak kendi dilimizi "Türkçemiz" nasıl
kullanılıp, dilimize ne denli saygı gösterdiğimizi irdeleme isterim.
Birey; yada ulus genelinde olsun, bizi biz yapan, benliğimizi
oluşturan, bize kişilik kazandıran en önemli unsur ve ortak değerimiz
dilimizdir. Türkçemizdir.
- Ulus olarak; umutlarımız,
düşlerimiz, tüm düşünce ve duygu dünyamız, kısaca söylersek bizim Ulus
olarak kendi evrenimiz, anadilimizin kuşatma altındadır.
- İnsanlar ancak kendi
anadillerinde açık-seçik düşünülebilirler. Anadil sevgisinden yoksun
insanlardan, düşünceye, gerçeğe ve diğer değerlere saygı beklemek
boşunadır.
- Bugün 2000'lere ulaştığımız
bu zaman dilimi içinde, neredeyse tüm Dünyanın tek bir ülke olmaya
yöneldiği bu zamanda, uluslar arası ilişkiler çok yoğunlaştı,
çeşitlilik içi ne girdi. Hele Anadolu'muzdan on yıllar önce, iş - aş
bulma umuduyla Avrupa ülkelerine sürdüğümüz insanlarımız ve onlarla
birlikte yetişen yeni nesil, diyebilir miyiz ki, sayıları milyonları
bulan gurbetçilerimiz bulundukları ülkelerin dilini konuşmasınlar. O
dil ile yaşamaya ve dünyayı algılamaya çalışmasınlar. Dil ile birlikte
öz kültürlerinde de aşınmalar oldu. Ne kadar direnseler de özlerine
"benliklerine" yabancılaştılar.
- Hz. Ali'nin (R.A.):
"Dilinizi daima iyi kullanınız. O sizi mutluluğa götürdüğü gibi,
felakete de götürebilir" sözünde bir anlam yok mudur?
- Hadi, dış ülkelerdeki
gurbetçilerimiz ve onlardan türeyen yeni kuşakları kendi yazgıları ile
baş başa bırakalım da dönelim ülkemizin sınırları içine.
- ATATÜRK; 12 Temmuz 1932'de
Türk Dil Kurumu'nu kurdu. Bu kurumun amacı; anadilimizi, yabancı
dillerin sarmalından, boyunduruğundan kurtarmaktı. Osmanlı Devleti
döneminde (İmp. Sınırları içinde)diyebiliriz ki; yetmiş iki dil
konuşulur idi. Azınlık dilleri bir yanda, sade Türk insanlarının
kullandığı öz dilleri bir yanda, saray erbabının kullandığı dil bir
yanda.
- Bu dil karmaşası ve
koptuğunu, Ahmet Haşim şöyle dile getirmiştir:
- "Halk tabakalarını, düşünür
tabakasından ayrı tutan özellikle anlaşma aracı olan dilin
eksikliğidir."
- Halkın dilinin eksikliği
olarak mı algılanmalı? Yoksa seçkin tabakanın bilerek farklı konuşmaya
özenmesi olarak düşünmek doğru olur? Tartışılır.
- Türkiye Cumhuriyeti'nin
kurulması ile başlayan uluslaşma süreci içinde, bizi birbirimize
bağlayacak ve bağımsızlığımızı pekiştirecek önemli öğenin "dil
birliği" olduğu, Türkçe okuyup -yazmanın, öz Türkçe konuşmanın
gerekliliği ATATÜRK 'ün başlıca kaygısı idi. Onun içindir ki; TDK
kurdu. Bu kurum önemli görevler üstlendi. Dilimizden pek çok yabancı
(özellikle; Arapça -Farsça) sözcük atıldı. Yerine konulan Türkçe
sözcükler zaman içinde Ulusumuz tarafından kabul gördü.
- Dilimiz doğru kullanma,
sevdirme ve en önemlisi yeni nesillere doğru öğrenme görevi öncelikle
öğretmenlerimizin hele Türkçe Öğretmenlerimizin görevidir.
- Öz Türkçeye yönelmek,
Türkçemizin söz değerlerini yeğlemek, öğretmen olmanın doğasından
gelen bir zorunluluktur.
- Düşüncelerimizin,
bilgilerimizin ana taşıyıcısı ve yayıcısı, kullanmaktan
vazgeçemeyeceğimiz Öz Türkçemizdir.
- Atatürkçülüğün dil ilkesi
oldukça açıktır. " Türkçemizi Ulusal gücü içinde geliştirmek, öz
güzelliğini ortaya çıkarmak" bu ülküye hizmet etmeyen birine
"Atatürkçü" diyemeyiz.
- Anadilini sevmek, sevdirmek
bir suç değildir. Aksine soylu, yüce bir davranıştır. Dilimizin kendi
özgürlüğüne kavuşması özlemimizi ve çabamızı bu konudaki
duyarlılığımız ne kadar gerçek ve doğru ise; bir başka gerçeği de
belirtmek, altını çizmek gerekir. O da: Anadilimiz Türkçenin önemini
ve güzelliğini göz ardı edercesine bir özenti ve yanlışlık aldı başını
gidiyor. Özellikle; batı illerimizde ve Çorum'da açılar çoğu iş
yerlerimizin "tabela" adlarına bakınız. Yabancı sözcüklerle dolu
olduğunu göreceksiniz. (RovigoJeans), Hotel..., Collection,Escort-Land,...Shop,
Passta-land,Rex Rotary,...Cafe,...Patisseri. Vb.,vb.
- Hadi, satılan mal adını öne
çıkmasını anlamak olası. Ancak; Türkçe karşılığı olan kelimeleri
kullanmak neyin nesi? Özenti değil mi?
- Yok mu? Bu adlar yerine
konulabilecek güzel Türkçe adlar?
- Bir başka dil yarası da, şu yabancı
sözcüklerden bir türlü sıyrılamayışımızdır. Kabul etmek gerekir ki;
dilimizde tümüyle yerleşmiş, söküp atması neredeyse olanaksız olan
sözcükleri kullanıp gideceğiz Ulus olarak. Örneğin: "mevcut, mezarlık,
evlat, devir" vb. nice Arapça kökenli olmalarına karşın artık
kültürümle bütünleşmiş oldukları için karşı çıkmaksızın kullanacağız.
- Yine
Fransızcadan dilimize yerleşen "metro, etüt, gabari" vb. sözcükleri de
kullanmak durumundayız.
- Yine Yunancadan dilimize
geçmiş olan "hipotez, metot" vb. sözcükler vardır.
- Dilimizi doğru kullanmak,
yabancı sözcükler boyunduruğundan kurtarmak isteğinde, özleminde olan
duyarlı insanlarımız biraz çaba gösterdiklerinde göreceklerdir ki;
Arapça, Farsça, Yunanca yada başka dillerden geçmiş olsun,
karşılıkları olan Türkçe sözcükleri rahatça bulabileceklerdir.
- Örneğin:
- Arapça: "mesela" yerine;
"örneğin" sözcüğünü,
- Arapça: "mesele"
yerine;"sorun" sözcüğünü,
- Arapça: "mesken"
yerine;"konut" sözcüğünü,
- Arapça: "mesuliyet"
yerine; "sorumluluk" sözcüğünü,
- Yunanca: "hipotez"
yerine;"varsayım" sözcüğünü,
- Yunanca: "metot" yerine;
"yöntem" sözcüğünü,
- Farsça: "horanta" yerine;
"aile bireyleri" sözcüklerini
- Arapça: "hikâye" yerine;
"öykü" sözcüğünü ve daha nice sözcüklerin Türkçe karşılıklarını
kullanabilmemiz çok mu zor?
-
"Devrim" sözcüğünden korkup, "inkılâp" demenin, "günaydın"
sözcüğüne inat "hello" demenin bize Türk Ulusu olarak ne
kazandırdığını anlamak olası değil. Ne kaybettirdiğine gelince; bilmem
söylemeye gerek var mı? Dilimiz, anadilimiz, güzel Türkçemiz yara
alıyor. Ulusal onurum zedeleniyor.
-
-
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
09 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
- BAYRAK
- Hangi
şairimizdi;
-
"Bayrakları bayrak yapan; üstündeki kandır.
- Toprak
eğer, uğrunda ölen varsa vatandır"
- Dizelerini yazan?
- Şu
anlam kolaylıkla çıkartılabilir: Bayrak, bir vatan üzerinde yaşayan
ulusun simgesidir. Ulusu oluşturan bireylerin ortak değeridir.
- Dünya
üzerinde yaşayan, ulus olma hüviyetine ulaşmış her ülkenin bir bayrağı
vardır. Bayrak kutsal değerlerden biridir. Kadrini, kıymetini adam
gibi bilenler için.
- Türk
Ulusu olarak "Bayrağımız" başımızın tacıdır. Ona bir bez parçası
olarak bakmak yanılgıdır. Ona yüklenen anlam, onun ifade ettiği
bağımsız yaşama ateşi bir karasevdadır adeta.
-
Bayrağın hangi çileli mücadeleler sonucu ülke semalarında
dalgalandırıldığı, çok iyi bilinmeli, yeni nesillere mutlaka
öğretilmelidir.
- Bayrak
çiğnemek; o bayrağın ulusuna bir edepsiz hakarettir.
- Tarihi
vakadır:
-
Atatürk; Yunan askerlerini İzmir'de denize döktükten sonra Venizelos'u
bir düşman komutanı olarak gayet muhabbetle ve onurluca kabul etmişti.
- İşgüzar
ve bilinçsiz bazı askerlerin, Yunan Bayrağını kalınan binanın
merdivenlerine serip, komutanların ayaklarının altına atma sevdaları
Atatürk'ün sert uyarısı ile kursaklarında kalmıştır.
-
Söyledikleri yaklaşık şudur: "Taraflardan birisi savaşı kaybetmiş,
yenilmiştir. Yenilen askerin komutanı bizim konuğumuzdur. Hele
askerleri savaşı kaybetmiş ülkenin bayrağı, o ülkenin onurudur. Bir
ülkenin onurunu çiğnemek haksızlıktır “
-
Günümüzde "Türk Bayrağını Koruma" adı altında bir yasa vardır. Demek
ki; o yasayı çıkaranlar, bayrağımıza her an saygısızlık
yapılabileceğini var saymışlar veya kötü örnekleri
yaşamışlardır. Oysa; bayrak ve içeriği anlam tereddütsüz her
yurttaşımızın gönlünde yer etmeli, taht kurmalıdır. Uluslar arası spor
yarışmalarında Bayrağımız Ulusal Marşımızla göndere çekilmesi ve o
başarıyı yakalayan sporcumuzun mağrur duruşu hangimizi
heyecanlandırmıyor, söyler misiniz?
- Ama
okullarımızdaki "Bayrak Töreni" sıkıcı bir curcunaya dönüştürülüyor
çoğu kere. "Bayrak Merasimi" diye öğrendiğimiz okullu yıllarımızda bir
başka özen ve ruh vardı bizim gençlik yıllarında. O ruhun ve saygının
erozyona uğradığı şeklinde bir kaygım var.
-
Biçimsel bayrak inancı ve sevgisi o coşkuyu vermiyor inanın. ABD
politikası ve idealizmi bayrağın her platformda sergiliyor. Her
görüntünün arkasında bir fon oluşturuyor ABD bayrağı. Yerlerde
bayrakların deseni ve şekli, bayan giysilerinde bayrak motiflerinin
kullanılması? Üstün ülke idealinin her fırsatta beyinlere işlenmesi
politikası, doğru mu? Kendilerince evet.
- Ya
bizde?
- Yırtık,
pörsük, kusurlu bayrakların bile göndere çekildiği ve hatta kimi
yerlerde saygısızca çiğnendiği soytarılıklara pek çok yurttaşımız
tanıklık ediyorlar, üzülerek.
- Neyi,
nasıl, niçin yapacağımızı bilmeyen bir toplum muyuz?
- Resmi
bayramlarda, resmi törenlerde bayrağımız neredeyse tek materyaldir.
Baş tacı ederiz. İyi güzel!
-
Yurttaşımızın özel yaşam alanında o günlerde ya hiç girmez bayrağımız,
ya da eh işte! Asıverelim canım! Bugün bayramdır, cama bir bayrak
asmak lazımdır.
- Böyle
düşünen insanlarımızın yanında, eline hiç Türk Bayrağı almayan, onu
olması gereken yerde bulundurmayan, onun gölgesinde bağımsız
yaşadığımız bilincine ulaşamayan ilgisiz, bilgisizlerimizde çoktur.
- Oysa
kesintisiz her yurttaşın, gerektiğinde bayrağımızı baş tacı edeceği
anlar, günler mutlaka olmalıdır. Bu durum bir disiplin, vatandaşlık
disiplini olmalıdır.
- Kuru
kuruya bayrak edebiyatı neye yarar?
- Bayrak
sevgisi, Vatan Sevgisi ile eşdeğerdir, ayrılmaz bir bütündür.
- Hepimiz
vatanımızı çok seviyoruz değil mi?
- Öyle
ise; gereğini yapmayanlar, kendi kulaklarını çeksinler.
-
-
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
10 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
- 19 MAYIS 1919
- Dokuzuncu Ordu Müfettişi
Mustafa Kemal Paşa, artık karargâhını kurma yolundadır. İkinci Reisle
konuştuğu sırada yanına alacaklarını kendi seçeceğini söylemiştir.
Bunların işlemleri yapılırken, bir yandan da yol hazırlığı yapmakta,
özel ve resmi ziyaretlerde bulunmakta idi. Harbiye nazırı, 9.uncu Ordu
Müfettişi sıfatıyla kendisini Sadrazam Paşa'ya bizzat takdim etmek
istedi.
- Damat Ferit Paşa bana çok
iltifat etti. Benden çok şeyler beklediğini söyledi. Tatmin edici
cevaplar verdim. Veda ederken:
- - Her arzunuzu doğrudan
doğruya bana yazabilirsiniz, derhal yapılacağından emin olunuz.
Diyordu.
- 9'uncu Ordu
Müfettişliği'nin hareketini geciktirmek için artık bir sebep
kalmamıştı. Bütün muameleler bitmiş, hazırlıklar tamamlanmıştı.
Müfettişlik Karargâhı'nı Samsun'a nakledecek vapur 16 Mayıs günü
Galata Rıhtımı'nda sabahtan akşamla kadar hareket emri bekleyecekti.
M. Kemal veda etmek Üzere Erkanıharbiyei Umumiye Reisliğine gitti.
- Başka ziyaretlerde de
bulunmak lazımdı. Harbiye Nazırını, Sadrazamı, Dâhiliye Nazırını
aradım. Hiç biri makamında yoktu. Toplantı halinde imişler. En
kestirmesi Babıâli'ye gidip kendilerine haber vermekti. Beni sadaret
bekleme salonuna aldılar. Geldiğimi duyan bazı nazırların heyecanlı,
heyecanlı salona geldiklerini görerek şaşırdım. Mehmet Ali Bey beni
meraktan kurtardı:
- - Allah, Allah! Ne
küstahlık... İşittiniz mi Efendim, Yunanlılar İzmir'e çıkıyor...
- - Ya... Dedim. Bu da mı
oldu?
- - Evet.
- Ben memleketin başına neler
geleceğini tahmin etmemiş değildim. Fakat kimseye anlatamamıştım.
- - Ne yapmayı
düşünüyorsunuz? Diye sordum.
- - Protesto edeceğiz!
Cevabını verdiler.
- - Protesto ile
İngilizlerin onları geri çekeceklerine ihtimal veriyor musunuz? Dedim.
Yüzüme baktılar.
- - Fakat başka ne
yapabiliriz?
- - Daha kati tedbirler
düşünülebilir...
- - Bizi Anadolu'ya
götürecek vapur hazırdır değil mi ? Diye Avni Paşaya sordum.
- - Çoktan tertip etmiştim.
Bandırma vapuru emrinizdedir.
- - Doğrudan doğruya vapur
kaptanına emir verebilir miyim ?
- - Hay hay... Dedi.
Yaverime seslendim:
- Paşa Hazretlerinin bir
emirleri var, not ediniz. Yaverim kurşun kalemi ile Bandırma Kaptanına
bir emir yazdı, imza edilmek üzere Paşa'ya uzattı.
- Damat Ferit Kabinesini bu
perişanlık içinde bırakarak Zat-ı Şahene'yi ziyaret etmek üzere
Babıâli'den ayrıldım.
- Yıldız Sarayı'nın ufak bir
salonunda Vahdettin'le adeta diz dize denecek kadar yakın oturduk.
sağında dirseğini dayamış olduğu bir masa ve üstünde bir kitap var.
Salonun Boğaza doğru açılan penceresinden gördüğümüz manzara şu:
Birbirine paralel hatlar üzerinde düşman zırhlıları! Bordalarındaki
toplar sanki Yıldız Sarayı'na doğulmuş! Manzarayı görmek için
oturduğumuz yerlerden başlarımızı sağa sola çevirmek kâfi idi.
Vahdettin hiç unutmayacağım şu sözlerle konuşmaya başladı:
- - Paşa, Paşa! Şimdiye kadar
devlete çok hizmet ettin. Bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir
(elini demin bahsettiğim kitabın üstüne bastı ve ilave etti), tarihe
geçmiştir. (O zaman bunun bir tarih kitabı olduğunu anladım. Dikkatle
ve sessizce diniyordum.) Bunarı unutun, dedi; asıl şimdi yapacağın
hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa, Paşa, devleti
kurtarabilirsin!
- 27 yıllık ihtiyar kaptan,
demir aldırmaya başladı. Ben kaptan yerindeydim. Subay ve askerler
dışarı çıktılar. Hareket ettik. Karadeniz Boğazdan çıkarken kaptana
tehlikeli ihtimalleri anlattım. Cevap verdi:
- - Ne aksi, dedi. Bu denizi
pekiyi tanımam, pusulamız da bozuk...
- Evet, Mustafa Kemal
Paşa'nın İstanbul'da bir yığın sorunu, sıkıntıyı, gerilimi,
umutsuzluğu geride bırakarak Anadolu'ya (Samsun'a) gidişinin kendi
ağzından kısacık alıntılarla öyküsünü aktarmaya çalıştım.
-
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
11 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
- 77 YAŞINDAKİ GENÇ “CUMHURİYET”
- Kimi analar, babalar
çocuklarının doğum günlerini her yıl kutlar. Pastalar, mumlar vb. “İyi
ki doğdun...” diyerek sevinçlerini, kıvançlarını haykırırlar. Tamamen
insani ve iyi dileklerle yapılan “yaş günü” kutlaması giderek de
yaygınlaşmaktadır. Öyle ki, kırk yaşından sonra yaş günü kutlamaya
kalkanlarımız vardır aramızda, çoğu zamanda; çocukların bir sürprizi,
jesti gelişir yaş günü sevinci.
- Sevinçlerin, coşkuların
toplumsallaşmış şekline BAYRAM demiyor muyuz? Bayramlar, içeriği ne
olursa olsun kaynaştırıcı, bütünleştirici özellik içerirler.
- Bilindiği üzere, ülkemizde
iki tür bayram coşkusu yaşanır. Dini Bayramlar, Milli Bayramlar.
- Dini bayramlar tarihçesi,
yapılmasına neden olan olay ve gelişmelerin kökeni tarihi derinliklere
uzanır.
- Milli bayramların
kutlanmasına gerekçe olan olaylar ise, daha yakın geçmişe dayanır.
- Türkiye Cumhuriyeti
Devleti’nin kuruluş süreci ve felsefesi tüm detayları ile yurttaşların
belleğinde tekrar harmanlanabilsin diye kutlanır.
- Cumhuriyet Bayramı,
Cumhuriyet Dönemine, hangi zorlukları aşarak, ulusça hangi zorluklara
katlanarak ulaşabildiğimiz, belleklerde yer etsin diye kutlanır
Cumhuriyet Bayramı.
- Birinci Dünya Savaşı’nın
bitimini izleyen yıllarda Cihan Devleti olan Osmanlı İmparatorluğu’nun
hangi içler acısı durumlara niçin ve nasıl düştüğünün, düşürüldüğünün
romanını tekrar tekrar okumamız için kutlanmaktadır Cumhuriyet
Bayramı.
- Birinci Dünya savaşını
izleyen yıllarda, yurdumuza dört yandan saldıran işgalci, emperyalist
güçlerin; şehitlerimiz ve gazilerimizin canı-kanı pahasına nasıl geri
püskürtüldüğünün onurlu destanının tekrar tekrar okutmak için
kutlanır Cumhuriyet Bayramı.
- Bir ana-baba çocuklarına
verdikleri önemi ve değeri, çocuklarından istikbaldeki beklentilerini
O’nun yaş gününü kutlayarak dile getirirler.
- Biz Türkiye Cumhuriyeti
Devleti sınırları içinde yaşamını sürdüren ve yurttaşlık kimliği
taşıyarak ödev ve sorumluluklar yüklenmiş bizler. Bu günleri
(eğrisi-doğrusu ile) yaşayabilme hak ve şansını tanıyan, bu uğurda can
ve kan veren, bağımsızlık savaşçılarına layık birer yurttaş olabiliyor
muyuz?
- Çağdaş Cumhuriyetten yana,
Atatürkçü bir anlayışı ve çizgiyi benimseyen birer yurttaş olabildik
mi?
- Cumhuriyetimiz 77 yaşına
girdi. Görkemli mi odu, olmadı mı bilmiyorum ama sonuçta “Cumhuriyet
Bayram”ını kutladık. Şiirler konuşmalar yaptık. Trompetler, bayraklar
sıra sıra dizilmiş çocuklar, halkı selamlayan mülki amirler...
Kimilerin buruk, kimilerin gözleri buğulu, yüreği heyecan dolu;
kimilerinin yasak savmacı tutum içinde olduğunu nereden bileceğiz ki?
- Çünkü Cumhuriyeti “İLELEBET
PAYİDAR” kılmaya özen gösterenlerle, Cumhuriyeti yıkmak, yok etmek
isteyen insanların aynı şehri, aynı caddeleri paylaştığı süreçten
geçiyoruz.
- Cumhuriyet Yönetiminin
bilinçli, uyanık taraftarlarının ve koruyucularının olduğunu bilmek,
hem de umulandan daha çok sayıda olduğunu bilmek rahatlatıyor
yüreklerimizi. (Uykularımız çoğu geceler kaçsa da)
-
Cumhuriyet bayramımızın 77 kez tekrarlanıyor olması ne mutlu. 77
YAŞINDAKİ İNSANLARIMIZ 29 Ekim günü dimdik ayakta olacak. Ya 20-30-40
yaşındakiler?
-
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
12 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
- FUAR VE FESTİVAL
- Tüm
dünyada olduğu gibi ülkemizde de insanlarımız bu iki sözcükle "Fuar
ve festival" tanışıktırlar.
- "Fuar
"sözcüğü; Fransızca kökenli bir sözcüktür. İçerdiği anlam şudur:
Ticaret mallarının tanıtılması ve pazarlaması amacıyla,
belli zaman ve belli yerlerde kurulan satış merkezleri. (Büyük Pazar)
Üretici firmalar ya da mal sahipleri yılda bir kez, aynı tarihte bir
hafta veya birkaç hafta süreyle, amaca uygun yapılmış binalarda
mallarından örnekler sergileyerek, siparişler alırlar. Bu durum,
birden çok ülke üreticilerinin bir araya gelmesi ile
gerçekleştiği gibi, bir ülkenin "kendi iç" ekonomik dinamiklerinin
bir araya gelmesiyle de gerçekleşebilir.
-
Fuarlardan beklenen amaçlar; mal siparişleri almak, başka firmaları
tanımak, kendi üretim durumunu başkaları ile kıyaslamak,
tüketicilerin üreticilerle daha kolay iletişim kurmalarını sağlamak
gibi tümüyle ekonomik temaslı etkileşimler gerçekleştirmektedir.
-
Dünyanın pek çok şehirlerinde o şehrin adı ile anılan uluslar arası
fuarlar kurulmaktadır. Ülkemizde ilk uluslar arası (Enternasyonal)
fuar İzmir'de 1936 yılında kurulmuş olup, her yıl tekrarlanmaktadır.
- 1960
yılından başlayarak pek çok ilimizde fuarlar açılmıştır. Örneğin;
1963 Samsun Fuarı,1964'de Bursa Milli Fuarı, Gaziantep Fuarı,
Erzurum Fuarı, Konya Fuarı ve 1981'de ilimiz Çorum'da Hitit Fuarı ve
Festivali açılmıştır. Anılan ve anamadığımız bir çok fuar her yılın
belirli tarihlerinde açılarak tekrarlanmaktadır.
-
Pek çok malın bir arada gösterime sunulduğu büyük fuarlar olduğu gibi,
yalnızca bir ürün üzerine açılan fuarlarda söz konusudur. Örneğin:
Tekstil, Otomotiv, Ecza, Elektronik, Mobilya, Kitap vb. Türden
ürünlerin tüketicilerin beğenisine sunulduğu fuarlar da açılmaktadır.
- Değerli
okurlar!
-
Fuarlarda birlikte anıla gelen bir başka etkinlikte "Festival" dır.
Festival; Latince bir kelime olup; yapıldığı zamanı, yeri belli olan,
katılanların sayısı ve niteliği bir programla önceden duyurulan:
Sanatsal, Belli bir sanatla veya sanatçıya ait gösteriler, Bir
bölgenin ünlenmiş bir ürünü için yapılan gösteriler olarak
gerçekleştirilir. Kaynaklar; adının festival olarak söylendiği ilk
gösterilerin 1870'li yıllarda yapıldığını yazmaktadır. Yapılan ilk
festivaller dans ve müzik dalları üzerine gerçekleştirilmiştir.
Örneğin: 1877 yılında Salzburg Luzern Festivali senfonik müzik
üzerine; 1933'de Amerika' da Jakobs-Pillow dans gösterisi, 1950
yılında Kopenhag'da Avrupa Dans Festivali gerçekleştirilmiştir.
- Anılan
yıllardan sonra çeşitli yıllarda başlayan ve çeşitli dallarda
gösterilerin sunulduğu festivaller yapıla gelmiştir.
- Bugünün
"ilgi duyulan ve katılma olanağı bulunan" insanları, Venedik, Tokyo,
Paris, Moskova, İstanbul gibi merkezlerde gerçekleşen uluslar arası
festivallere tanıklık etmektedirler.
- Gerek
fuar ve gerekse festivallerde öne çıkan özellik ve niteliğin uluslar
arası olması talebidir. Yerel anlamda gerçekleşebilen festivaller de
söz konusudur. Örneğin: Üzüm, Karpuz, Kiraz, İncir gibi ürünlerin
sergilendiği ve bu ürünlerle birlikte çeşitli etkinliklerin
gerçekleştirildiği festivaller ülkemizin birçok yerinde yapıla
gelmektedir.
- Değerli
okurlarım!
-
Bu kadar sözden sonra, artık gelelim şu ÇORUM İline:
İlimiz 1981 yılında ilk kez olmak üzere "ÇORUM HİTİT FUARI VE
FESTİVALİ" yapıla gelmektedir.
-
Milattan önce yaşamış olan Hitit Uygarlığının merkezlerinden biriside
Çorum'dur. İlimizde yaklaşık yirmi yıldır yapılan gösteri, sergi,
şenlik şölenin ve diğer pek çok etkinliğin adının "ÇORUM HİTİT FUARI
VE FESTİVALİ" olması doğaldır.
-
Her birimizin ayrı ayrı canlı tanığı olduğumuz ilimizdeki; fuar ve
festival etkinlikleri ne yazık ki; istenilen içerik ve boyutlara
taşınamamıştır.
-
Valilik ve Belediye Başkanlığı başta olmak üzere, on bir ayrı birim
ve kuruluştan oluşan festival komitesi her yıl bir program
hazırlamaktadırlar. Çeşitli ülkeler davet edilmektedirler. Ayrıca;
Ülkemiz genelinden çeşitli illerden folklor ekipleri davet
edilmektedirler. Ülkemizin tanınan bilim ve kültür adamları, tiyatro
grupları, müzikle ilgili sanatçıları davet edilmektedirler. Özel
ticari kuruluşların katılımı yönünden çağrılar yapılmaktadır.
-
Bütün çabalar ve iyi niyetli girişimlere karşın beklenen ilgi ve
katılım yoğunluğu ger çekleşmemektedir neden?
- Hemen
hepsi Haziran ile Eylül ayları arasında ve değişik tarihlere
başlatılarak gerçekleştirilen "ÇORUM HİTİT FUARI VE
FESTİVALİ" artık belirli bir tarihe oturmalıdır.
- "ÇORUM
HİTİT FUARI VE FESTİVALİ" ilimizdeki; resmi kuruluşların tekeli ve
sorumluluğundaki ve mutlaka onların organize etmeleri gereken bir
etkinlik olmaktan çıkartılmalıdır. Evet! Şu an görev üstlenmiş komite
olmalı ancak, halkımızın ve ilimizde yaşayan ticari kuruluşların da
aktif olarak katılımı sağlanmalıdır.
-
Daha canlı, daha görkemli bir festival için, güçlü olan herkesin elini
taşın altına koyması gerekir. Görüntü o ki; festivali Çorum
Belediyesi organize eder. İyi bir festival yaşanırsa Çorum Belediyesi
"puan" alır; fiyasko ile bitirilen bir festival yapılmışsa yine
Çorum Belediyesi "tu-kaka" edilir. Bu yaklaşım haklı ve doğru
değildir.
-
Çorum'un tüm ilçeleri de "İl düzeyinde anılan" bu Fuar ve Festival
etkinliğine omuz vermelidirler.
-
Katılımcı birey ve gruplara konuk severliğin en üst seviyede hizmet
sunulmalıdır. Fuar alanı daha güzel ve çok amaçlı
olarak düzenlenmelidir. Sadece mısır satıcılarının göz doldurduğu ve
bir iki incik - boncuğun sergilendiği yer olmaktan çıkarılmalıdır.
Her şeye karşın halkımızın özellikle akşam saatlerinde yoğun ilgi
gösterdiği fuar alanında tek salıncakla, tek çarpışan oto standı
ile 250 bin nüfuslu şehre hizmet verebilir mi?
-
Aydınlatmadan tutunuz, tuvalet ihtiyacının rahatça giderilmesine değin
pek çok önemli durum dikkate alınmalıdır.
- O alan;
siyasi düşüncelerin, ideolojilerin hoyratça seslendirildiği,
itici görüntülerin yer aldığı bir alan olmamalıdır.
-
İlimizin adı ile anılan "Fuar ve Festival" Etkinlikleri dostluğun,
barışın hatta mutluluğun meyvelerinin toplandığı güzelliklerle
doldurulmalıdır.
- Evet;
leblebimiz, bakır sanatımız ve kısmen sanayi ürünlerimiz var. Bu
ürünlerimiz tanıtılsın. Ticaretine emek verenler daha çok reklam ve
teşhir gösteri olanağı bulsunlar. Hepsi doğru ve gerekli! Ancak
kültürel anlamda, bilgi alış verişi ve eğlence anlamında ilimiz
insanlarına ve konuklara katkıda bulunacak etkinlikler göz ardı
edilmemelidir. Şehir içinde cadde ve alanlarında sunulacak
gösteriler hem çeşitlendirilmeli, hem de; yaygınlaştırılmalıdır.
- Bir iki
cadde yapılacak göstermelik izlenceler festivaller gerçek amaçlarına
hizmet edebilir mi bilemiyorum?
-
Örneğin: Bu yıl ki "taslak" programda yapılacak etkinlik
tekrarlanmamak üzere, Çiftlik Çayırı, Cumartesi Pazarında
aynı saatlerde iki ayrı gösteri var. Her ikisini islemek isteyen bir
Çorumlunun bu şansı yok. Ne yer olarak, ne zaman olarak.
-
Bu sene 20.si gerçekleşecek olan "ÇORUM HİTİT FUARI VE FESTİVALİ"NİN
geçen yıllardan daha dolu, daha görkemli, daha yararlı geçmesini ve
görevlilerine başarılar dilemekten öte bir şey gelmez elimizden.
-
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
13 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
- TURİZM DE TURİZM
- Ne
demek turizm?
- Nasıl
söylemeli, ne yazsak acaba turizmle ilgili?
- Yani iç
turizm, dış turizm diye konuyu ikiye ayırsak; yanlış mı olur?
- Neden
yanlış olsun ki!
- Bir
kere; iç turizm olgusu her ülkede mutlaka vardır. Her ülkenin
insanları bir şekilde kendi ülkelerini gezerler; doğdukları yer
dışında başka yöreleri de gezerler, tanırlar.
- Bizim
ülkemizde durum ne diri tartışırsak konu çok uzar. Kısa ve net şunu
söyleyebiliriz. Türkiye'nin nüfusu 65 milyon. Ülke içinde
turizm amaçlı gezinen insan sayısı ise; 2 milyonu bulmaz.
- Nereden
mi biliyorum?
- Çok
basit bir saptamayı kendi doğal çevremde yapma olanağım var.
-
Duymadım. Görmedim. Çevremden bir Allah'ın kulu çıkıp da; “Ben yarın
ailemle, Trabzon'a Sümela Manastırını veya Uzun Gölü görmeye
gidiyorum” ve ya, ”Biz on kişi bir ekip kurduk, Nevşehir Göreme ye
gezmeye gidiyoruz” şeklinde bir duyumumuz yok. Niye böyle bir olaya
tanıklık edemiyoruz?
- Neden:
-
1-Kültürel bir sorun
-
2-Ekonomik yetersizlik.
- Olanağı
olmayanın zaten aklından geçmez, gezi yapmak.
- Olanağı
olup da; gezi yapmayı, yeni yerleri görmeyi, bilgi, görgüsünü
artırmaya ihtiyaç hissetmez yüzlerce, binlerce insanımız var.
- Sonuç:
Bu gün; Türk yurttaşı olan bireylerin, iç turizme yönelik istek ve
cabası yoktur. Olanlar ise dikkate alınacak sayıda değildir.
- Kötü;
yürekler acısı bir durum bu. Keşke tam tersi olabilseydi.
- Adam 60
yaşına gelmiş. Çorum merkezde yaşıyor ama hâlâ bir Alacahöyük'ün
farkında değil. Gitmemiş, orayı görmeyi ihtiyaç bellememiş.
- Türkiye
içinde seyreden insan sirkülâsyonunun ağırlıklı noktası ne yazık ki
turizm amaçlı değildir. Çok başka, değişik amaçlar için insanlar kara,
hava, denizyolları ile hareket halindedirler. (Yaşam kavgası)
- Peki;
T.C Vatandaşı olup da, başka ülkelere çeşitli amaçlar ve de
(özellikle) turizm amaçlı giden insan sayımız küçümsenebilir mi? Hayır
küçümsenemez. Ülkemizin öyle katmerli zenginleri vardır ki, Miami' ye,
Antil Adalarına, Hon Kong'a, Washington'a günü birlik seferler
yapabilirler. Hatta oradan mülk bile edinir ler. Orada kral hayatı
yaşayabilirler.
- Kime
ne? (mi ?)
- Ülke
içinde DÖVİZ gelsin mi?
- Tabi,
tabi!
- Ülkeden
DÖVİZ çıksın mı?
- Ona da
Tabi, tabi!
- Şu
turizm denilen sektöre de akıl sır ermiyor doğrusu. Biz ilkokulda
iken; bir turizm tanımı bilirdik. Turizmi bir şekilde bellemiştik.
Gerçi hiç TURİST göremiyorduk köyümüzde, yöremizde ama yine de
masumane bir turizm bilgisi, turist olgusu vardı Kafamızda. Neydi o?
“Bir yerin tarihi, coğrafi, doğal ve sosyal-kültürel özelliklerini
görmek, incelemek, bilgi tazelemek amacıyla yapılan gezilere TURİZM
denir. Bu amaçla gezinen insanlara da TURİST denir.” Ne laf, ne düz
tanımlama.
- Oysa
bugün turizm kavramının da içi sulandırıldı. Anlamı
çetrefilleştirildi. Bakın hele: Tarih Turizmi, Dağ Turizmi, Av
Turizmi, Seks Turizmi, Deriz Turizmi, Yat Turizmi, Kış Turizmi, Yaz
Turizmi, Sanayi Turizmi, Safari, Mafari Vb. vb. Kişi ne amaçla
geziniyorsa uzaklarda “adını” turist kavramı ile renklendiriveriyor.
- Turizm
konusunda binlerce kalem yazı yazdı, binlerce otorite konuştu bu
zamana kadar. Benim naçizane yazdıklarımın ne önemi var?
- Yine de
elim durmadı, yüreğim bir şeyleri söylemeye zorunlu kıldı beni.
- Bugün
dünya ülkeleri arasında gizli gibi gözüken ama açıktan uygulanan bir
yarış var. Turizm artık modern dünya insanının temel gereksinimi ve
aile bütçesinin girdisidir.
Bu yıl itibarıyla gelmesi beklenen her amaçtan turist sayısı ancak 15
milyondur. Oysa; yine bu yıl salt PARİS şehrinin Belediye Başkanı 80
milyon turist beklemektedir. Ülke bazında ise, İspanya 70 milyon,
İtalya 65 milyon, Yunanistan 28 milyon turist bekliyor 2001 yazında.
- El
cevap: TURİST DEMEK=Yeşil yeşil dolarlar ve marklar demektir. Çok
turist, çok döviz! Neresi kötü? Kötü olan şu: “TÜRK MİLLETİ
KONUKSEVERDİR” ilkesinin altını dolduramıyoruz. Demek ki, biz hanemize
AŞŞ! Diye gelene lütfen bir tas AŞ vererek işi geçiştirmişiz ve
kendimize PAYE vermişiz. Yok öyle bir şey artık. Ülkece aklımızı
başımıza almamız gerek. Kafamızı kumdan çıkarmamız gerek.
- Dilini
bilmediğimiz her milletten, her yaştan, her meslekten milyonlarca
yabancıya göstereceğimiz, onlara tanıtacağımız, onları ülkemize hayran
bırakacağımız o kadar DEĞERLİ HAZİNELERİMİZ var ki; saymakla bitmez.
- Birçok
ülke milli gelirinin en az üçte birini TURİZM sektörünün canlı-kanlı
tutarak sağlarken, Türkiye'nin turizm geliri genel gelirinin ancak bir
bölü yirmi dördü kadardır. GURUR mu duymalıyız?
- Gelen
turiste sataşmak, onu soymak (yani isteği dışında soymak) hatta
öldürmek, onu günlük insani gereksinmelerini sağlayacak olanaklarından
yoksun bırakmak, turiste güzel diyaloglar kuracak rehber sayılarını
artırmamak aklın karımıdır? Say, say bitmez.
- Sonuç
olarak şunu söylersek yanlış mı olur acaba? Turist denilen yabancı
yasar-yanılır bir kez gelir. Bizim görevimiz onu ikinci, üçüncü kez
hem de yanında başkaları ile gönüllü getirebilmektir.
- İlke:
TEMİZ TUVALET, GÜLER YÜZ, KAZIKSIZ FİYAT, YABANCI DİL BİLEN ELEMAN
BOLLUĞU, YARIŞTIĞIMIZ ÜLKELERDEN DAHA FARKLI CAZİBE YARATABİLMEK,
TURİSTİ GERÇEKTEH ÖNEMSEMEK, TURİZM GELİRİNİ YİNE KENDİ ALANLARINDA
HARCAMAK OLMAKTIR.
-
-
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
14 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
- HERKES ZENGİN OLSAYDI
- Nedir
zenginlik?
-
Mal-mülk zenginliği mi?
- Gönül
zenginliği mi?
-
Sağlık-sıhhat zenginliği mi?
- Geniş
ufuk-bilgi zenginliği mi?
-
İnanç-iman-vicdan zenginliği mi?
- Bunarın
ve benzeri değerlere fazlaca sahip olmak mıdır zenginlik?
- Bana
kalırsa; parasal imkâna dayalı varlıklar sahibi olmanın adıdır
zenginlik. Diğer dallardaki zenginlikler, maddesel zenginliğin
şemsiyesi altında kalmaktadır. Ne yazık ki yaşadığımız süreçte duru
böyledir. Adına “dünya malı” da dediğimiz ve yaşamımızı rahat
sürdürmek için gerekli olan maddi imkânlardan yoksun kalınca, diğer
zenginlikler de kendiliğinden sönüp gidiyor.
- Eskiden
bir lokma, bir hırkaya şükredip yaşayan Anadolu insanı şimdilerde,
bilinçsizce bir tüketim ekonomisinin peşinden koşup gitmekte; bir
türlü de yetişememektedirler.
-
Mutluluk olması gereken yerlerden, başka alanlara kaydırıldı. Kişiler,
nelere sahip olunca mutlu olunmayacağının hesabını yapmaz durumuna
düşürüldüler. Öz benlik, öz kültür ha bire deforme olmaktadır.
-
Benjamin Fraklin: ”Mutlu olmanın iki yolu vardır; ya isteklerimizi
azaltacağız, ya da imkânlarımızı çoğaltacağız” diyor. Haksız değildir
düşünür. İmkânlarımızı elbet çoğaltmaya çalışacağız amma, imkânlarımız
ölçüsünde davranıp kendimize sınırlar koymayı da bileceğiz.
- Bugün
pek çok ailenin içinde kıvrandığı mutsuz yaşamın temelinde ve özünde
“ayağı yorganına göre uzatmanın” hesapsızlığı yatar. Halk
deyimidir,”Tavuk, kaza bakmış; ben de yumurtlayacağım öylesini” demiş.
Demiş de sonuç çok olumsuz olmuş tavuk için.
-
İnsanoğlu temel yaşam ihtiyaçlarını kazanabildikten sonra fazlasını
niye hep ister durur acaba?
-
Yurttaşlarını sosyal güvenceler altında yaşatabilmeyi başarmış olan
Batı Ülkelerinde, bizimkine benzer bir mal mülk edinme hırsı söz
konusu mudur acaba?
- Olaya
ülkemizdeki mevcut durumlar açısından bakıldığında; insanlarımızın bir
yaşam “gelecek” kaygusu, korkusu vardır. İnsanlarımız sağlık
açısından, temel ihtiyaçlarını karşılamak açısından kendilerini
güvencede hissedemiyorlar.
- Durum
böyle olunca, diğer pek çok yaşam konuları da bu merkezde
şekilleniyor. Tabiri caiz ise “gemisini kurtaran kaptan” oluyor,
kurtaramayan “Aptal” oluyor.
-
Hık diyenler, hak diyenleri susturup öne Geçiyor, hak etmedikleri
yaşam olanaklarına (hatta servete) kavuşuyorlar. Bu çarpıklık
insanlarımızın adalet duygularını, hak duygularını incitiyor. Yoksul
çokluğun önüne talih oyunları konuyor. Umutları sömürülüyor
insanlarımızın.
- Adına
“köşe dönme” denilen kolay yoldan para kazanma modası hala sürüp
gitmektedir. Çalışmak, emek ve akıl ürünü olan üretim mekanizmaları
değerli kılınıp kabul görmedikçe; sosyal dengeler de birer birer
bozulmakta, emeği ile geçimi seçenler hüsrana uğramaktadırlar.
- Nedir
çare? Çare vardır ama görmek gerekir.
-
Müsriflik, lüzumsuz tüketim kültürü terk edilmektedir.
- Yaşamın
sürmesi için asgari çizgiler ve azami sınırlar belirlenmelidir. Bu
yalan dünyada zenginler hep olacaktır. Önemli olan neyi neye göre
kıyas ettiğimizdir.
- Tarihin
geçmiş zamanlarda yaşamış nice önemli şahsiyetlerin yaşam öyküleri
incelenir okunursa açıkça görülür. Hemen hiçbirisi şaşaalı bir yaşamın
peşinden koşmamışlardır. Hacı Bektaş-ı Veliler, Yunuslar, Mevlanalar
yoksul muydular? Çok zengindiler hem de çok. Onlar çevrelerine ışık ve
bilgi saçıyorlardı. (şimdinin birtakım zenginleri gibi dolar
saçmıyorlardı) onlar birer gönül zenginiydiler.
- Herkes
zengin olamaz. Herkes zengin olsaydı belki daha iyi olurdu ama
olmuyor. Kişisel kazanımlarımız bizleri çevremizdeki insanlardan
farklılaşmaya götürülürse, o kazanım ve değerlerin hazzını
yaşamalıyız.
-
Paylaşmayı, birlikte paylaşmayı ulusça başlamak zorundayız. Zenginimiz
çok zengin, yoksulumuz da aşırı yoksul olunca; dirlik düzen de
kalmıyor sosyal yaşantımızda.
-
Yoksulluğun ızdırabı çok acıdır. Allah kimseyi yoksullukla terbiye
etmesin, yolunu yolsuza düşürmesin.
-
Fakirlik ayıp değildir, sürekli fakir kalmak ayıptır. “Talep edene
çalap verilir” derler. Boş geçirecek zamanımız mı var a dostlar!
-
Kendimiz için, başkaları için bir şeyler, yararlı bir şeyler de mi
yapamayız? Hep of! Çekerek kahretmek neye yarıyor ki; bizi, beynimizi
çürütmekten başka.
-
Gönlünce, güzel bir yaşam olsun. Yeni yüzyıl hepimize zenginlik
getirsin. Gerçek olan bir durum var ki, değişmez.
- “Mal da
yalan, mülk de yalan; var birazda sen oyalan” demiş ozan.
-
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
15 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
- HIDIRELLEZ
- Değerli
"Çorumlu 2000" okurları. Dünya üzerinde boy boy, soy soy insan
toplulukları var.
- Tarihin
çok eski dönemlerinden "karanlık devirler" günümüze değin, insanlık
çok değişik yaşam evrelerinden geçerek geldi. İlkel insanın,
sırf yaşamda kalmaya dönük ama canlı kalmasını sağlayan bilgi ve
becerilerinin neler olduğunu iyiden iyiye biliyoruz. Beslenme, korunma
ve üremeye dayalı birkaç çeşit davranış kültürünün yerini,
yüzyıllar geçtikçe zenginleşmiş bir yaşam kültürü ve biçimi aldı.
İnsanın toprakla direkt ilişkisi ve haşır neşir olması yaşamına
akıl almaz zenginlikler ekledi.
-
Tekerlek, ateş, bitki tohumu, hayvanın insan emrine girmesi,
hareketli kabile biçiminden, yerleşik düzene geçilmesi, insanın
düşünme, icat etme yeteneğinin de önünü açtı. İnsanoğlu, ilkin doğa
koşullarına karşı uyum gösterme, doğanın kendisinden gelen
tehlikeleri sezme ve önleme konusunda akıl almaz mücadelelere ve
uzun zaman süreçlerine göğüs gerdi. Kendi yararına dönük kazanım ve
başarıların tadını aldıkça yaşamaya olan heves ve umudu arttı. Ne
zamanki, zararlı çıktığı, yenildiği olayları yaşadı; bu kez de yas
tuttu.
- Güneş
ışığı ve ısısı ile sınırlanmış yaşam biçiminin ne olduğunu, ne
olabileceğini bu günün insanları olan bizler nereden bileceğiz ki?
Elektriğimiz var, ısınma sistemlerimiz var, ulaşım olanağımız var.
Teknoloji adını verdiğimiz akıl almaz gelişmelerle donanmış bir
yaşam biçimi ve rahatlığı var. Niye kafamızı yoralım ki, bin yıllar
öncesinde kalmış yaşam biçimlerine (?) Biz "bugünüz", yarınlarda da
başkaları olacaktır. İnsan, düşünce fakiri olursa şöyle bakabilir
konuya; Tarih marih hikâye; bütün zamanlardan bana (bize) ne? Her şey
benim anladığımla sınırlıdır. (?) Ben yoksam, hiçbir şey yoktur. Bu
bakış açısı, bu cümlelerle ifade edilmiyor olsa da, günümüz
insanlarından pek çoğunun anladığı, algıladığı, yaşamaya özgü
davranışları bu şekilde değil mi?
-
Bir tarihçi şöyle der: "Binlerce yıl, tek bir gün gibidir. " Yine bir
başka düşünür (Oscar Wilde), "tarih bir dedikodudur" der. Bu bakış ve
saptamalar çok geniş bir perspektiftir. Asırlara sığan olayları bir
demet cümle ile açıklamak, anlaşılır kılmak ne mümkün? İnsanlık
tarihini anlatan yazılı kaynakların ya da başka belgelerin çokluğu,
ağırlığı, hacmi "abartılı olmasın ama" dünyanın kendisi kadar vardır.
Woltaire, "tarihin iki yüzlü olmaz, ancak tanıklığı olur" demiş.
Woltaire ne anlatmak istedi acaba?
- Gerek
toplumların, gerekse kişilerin geçmişi "tarih"tir, gelecekten
beklentileri de umududur. Umudu olmayan ne kişiler, ne de toplumlar
varlıklarını sürdüremezler.
-
Yazımızın giriş kısmında değindiğim; boy boy, soy soy insan toplumları
dün de vardı, bugün de var. Her toplumun kendine özgü bir kültürel
geçmişi ve yaşam biçimi vardır.
-
Afrika'da yaşayan yerli kabilelerin glu glu ve tam tam dansları
o insan toplumunun, anlamı olan bir yaşam kültürüdür. İspanyolların
azgın boğa ile güreşi, Hintlilerin ineği kutsal bellemesi aynı gezegen
üzerinde; farklı iklim coğrafyalarının insanlarına özgü farklı yaşam
ve sosyal içerikli kültürleridir. Yine farklı toplumların ve birim
birim toplumların oluşturduğu bir çatı altında yaşayan ulusların ortak
paydaları olan, özel gelenek, görenekleri vardır.
- Yıl
dediğimiz belirli zaman aralıklarının kimi günleri ulusların sosyal
yaşamlarında önemli yer tutarlar. Sosyal içerikli özel günlerde
tekrarlana gelen gelenek ve görenekler dinsel inançlarla da ete
kemiğe büründürülmüşlerdir.
-
Bugün üzerinde yaşadığımız topraklarda "Anadolu'da" derinliği
milattan önceki dönemlere kadar uzanan ama günümüze değin süzüle
süzüle gelmiş çok anlamlı kültürel geleneklerimiz vardır. Başlangıç
tarihini şu rakamlarla, şuradan başlıyor diye ifade etmek
değildir önemli olan. Önemli olan, yüz yıllardan beridir tekrarlanan
kültürel geleneğin sosyal içeriği ve onu yaşayan insanlara ne
kazandırdığıdır.
- İşte,
Anadolu insanının tarihsel özgeçmişi içinde birer "altın kolye" gibi,
birer "yıldız" gibi parlayan pek çok özel gün ve bu
günlerde tekrarlanan adetler vardır. Kurban Bayramı, Şeker Bayramı,
Nevruz Bayramı, Hıdrellez Bayramı, Aşure Günü vb. nice özel
günler, insanlarımızın zevkle, gönül hoşluğu ve muhabbeti ile ama
dostluğu, barışı, kardeşliği pekiştirmenin bir aracı olarak kutlaya
geldiği günlerdir.
- Değerli
okurlar! Dergimiz günlük bir yayın olmadığı için kimi özel günleri
daha gelmeden, kimilerini ise kutlanıp geçtikten sonra, konu edip siz
değerli okurlarla paylaşmak durumundayız. Sizlere, çeşitli kaynakları
tarayıp derlediğim bir bilgi demetini sunmak isterim.
-
Mayıs ayının ilk haftasındaki anlamlı bir gün; HIDIRELLEZ. Her yılın
6 Mayıs günü kutlana gelen
-
Hıdrellez e yüklenen anlam özetle şudur; Bugün de, Hızır ve İlyas
Peygamberlerin buluştuklarına inanılmıştır. 6 Mayıs günü,
halk takviminde yazın başlangıcı sayılır. Günle ilgili efsaneye
göre; Hıdır ve İlyas Peygamberler; ölümsüzlük suyundan içmiş iki
kardeş ya da dostturlar. Her yıl 5 Mayısı, 6 Mayısa bağlayan gece
buluşup, doğaya can vermek üzere sözleşmişlerdir. Yapılan tanımlamaya
göre, Hızır; Aksakallı, kırmızı ayakkabılı ve üzeri güllerle kaplı
bir cüppe içindedir. Hızır, baharın müjdecisidir. Bitkilere can verir,
darda olanların yardımına yetişir. İlyas ise; Uzun boylu, nur
yüzlüdür. Keçi derisinden yapılmış bir gömleği, elinde uzun bir
değneği vardır. İlyas suların ve hayvanların koruyucusudur. Gezindiği
yerlerdeki hayvansal ürünlerin bereketi çoğalır. Anadolu muzun pek
çok yöresinde; Hıdrellez Gecesi özel bir gecedir. Bu gece;
Dileklerin kabul olacağı, hastaların iyileşeceği, uğursuzlukların
kaybolacağı, başı darda olanların ferahlayacağı, sorunlara çözüm
bulunacağı, kısmetlerin açılacağı, bereketin artacağı inanışı
vardır.
- Örneğin
5 Mayısı 6 Mayısa bağlayan gece, kırmızı bir bez içine madeni para
koyup, gül dalına asmak, sabah erkenden o parayı alıp cüzdana koymak,
bereketin artacağı şeklindeki inanışın bir yansımasıdır. Kısmet arayan
kızlar, gelin maketi yapıp aynı yöntemle akşam gül ağacının dalına
asar, sabah erkenden alırlar. Evsiz insanlar, bir kibrit kutusunu yine
bir gül dibine akşamdan koyup, sabah erkenden alarak ev sahibi
olabilme umudunu sürdürürler. Yine bir başka adet; Evlenmekte
gecikmiş kızlar bu gece de, başlarının üzerinde kapalı bir kilidi
açtırırlar. Hıdrellez gününe özgü o kadar çok çeşitli ve renkli
davranış biçimleri vardır ki, şaşmamak elde değildir.
- Örneğin
Akşamdan kapının önüne içi süt dolu bir tas koymak, birbirine
soru sormamak, şayet süt yoğurt haline gelirse, evde bereketin
artacağına, bolluk alacağına; evde yaşayanların şansının açılacağına
inanış da vardır. Bir başka inanış da; akşamdan iki eşit boyda ve
dikili olan yeşil soğanların birisine siyah iplikle, diğerine beyaz
iplikle düğüm atılır. Sabahleyin; şayet siyah iplikli soğan uzamışsa,
o yıl cefalı geçecek, beyaz iplik bağlı soğan uzamışsa, o yıl uğurlu
ve sefalı geçecek biçiminde algılanmıştır. Yine
Anadolu muzun pek çok yöresinde yapıla gelen bir adet de; 5 Mayıs
akşamı su dolu bir çömlek içine altın yüzük, kolye, küpe atılıp,
gül dalının altına konulmasıdır. Ertesi günü evin kadını, maniler
okuyarak, suyun içine atılan takıları çıkarır.
-
Anadolu'da Hıdırelleze verilen bir başka anlam da şöyledir; Kasım
ayından, Mayısa kadar olan süre içinde, bir hesaplaşma yapılır.
Hayvanlar sayılır, çobanların hesabı kesilir, yaz dönemi için aynı
çobanlarla ya da başka çobanlarla yeni anlaşmalar yapılır.
- Değerli
okurlar, Hıdrellez gününe ilişkin değişik kaynaklar, değişik öyküler
sunabilirler.
-
Sonuçta ortak bir yan vardır ki, yadsınamaz. Geçimini topraktan
ve hayvanlarından sağlayan Anadolu insanı acısını, sorununu,
sıkıntısını ve sevincini sosyal yaşamının içinde bir yerlere
oturtmuş ve anlamlı kılmıştır.
-
Nesilden nesile aktarılan davranışlar aslında, tecrübelerin biçim ve
boyut değiştirmesidir. Bugün evlenecek kızlar aynı yöntemi deniyorlar
mı? Bolluk ve bereketin arayışı aynı mantık ve davranışlarla sınırlı
mıdır? Hepsi tartışılır. Gereksizdir, deyip geçilecek basitlikte
pek çok anlayış ve adet gerçek de bizim birer kültürel
zenginliğimizdir.
-
Yukarıda anılan hareket ve davranışların pek çoğu hâlâ tekrarlanıyor
mu bilinmez Kala kala bir Hıdrellez âdeti kalmıştır ki, onu da
yoksul, zengin pek çok insanımız inatla yaşatmayı sürdürmektedirler.
- Kırlara
çıkmak, parklarda, mesire yerlerinde eğlenceler düzenlemek, akşamdan
hazırlanan çeşit çeşit yiyeceklerle sofralar kurup yemek, içmek
süregelen bir şenliktir.
-
Hıdrellez bir halk şenliği ve günüdür. Yasal tatil ve bayram niteliği
olmamakla birlikte Anadolu insanının ruhuna sinmiş bir anlamlı özel
gündür.
- Nice
Hıdrellez günlerinin sevincini coşkusunu yaşamak, o coşku ve
sevinci yaşayanlara tanık olabilmek umuduyla, esen kalınız.
-
|
-
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
16 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
- NEVRUZ
- Farsça
"Nev" ve "rüz" kelimelerinin birleşmesi ile ortaya çıkan bir
kelimedir.
- Anlamı;
"yenibahar", Yeni yıl şeklindedir. Doğayı
bembeyaz bir örtü ile kaplayan kar ve soğuklar, tüm
canlıların yaşantısında bir duraksama, dinlenme dönemi başlatır. Adına
kış dediğimiz dönem (mevsim) yine bir başka
dönemin habercisidir. Uykuya dalan, doğadaki bin bir çeşit küçük,
büyük canlı hayvan ve bitkinin Nevruz'la birlikte yeni bir
canlılık dönemine girdiğini biliyoruz.
-
Adını bir karçiçeğine de vermiş olan Nevruz zamanı 21 Martta
başlar. Beyaz karların altında "ben ölmedim, buradayım!" dercesine,
doğaya tekrar "merhaba" diyen Nevruz çiçeği, ilkbaharın
ilk müjdecisidir.
-
Rahmetli Âşık Veysel de, Nevruz zamanının coşkusunu, bir dörtlüğünde
şöyle dile getirmiştir:
- “Nevruz
der ki; ben nazlıyım,
- Sarp
kayalarda gizliyim,”
- Türk
Halk Edebiyatı'nda, baharın başlamasına dönük sevinç ve coşkular "Nevruziye"
diye adlandırılan şiirlere konu olmuştur (Örneğin Aşık Veysel'in
yukarıdaki dörtlüğü gibi)
-
Kimi yörelerdeki inanışa göre; Adem Peygamber Nevruz günü doğmuştur.
Nuh'un Gemisi bu günde karayı bulmuştur. Bir başka inanış da; Nevruz
Gecesi bütün canlı yaratıklar Tanrı'ya secde ederler, dilekleri bu
gece yerine getirilir.
-
Ülkemizde yaşayan Kürt kökenli yurttaşlarımız ise Nevruz Gününü;
geçmişi çok eskiye dayanan bir efsaneye dayandırarak "barış ve
özgürlük" günü olarak kutlarlar.
- Efsane
kısaca şöyledir;
- “Mavi
donlu gök gözlüyüm,
- Benden
âlâ çiçek var mı?”
- Nevruz,
insanlığın kutladığı, bilinen en büyük bayramdır. Tarihi (M.Ö.)
3000'lere kadar gider. Özellikle Anadolu ve kimi Ortadoğu halklarının
sahip çıktığı bu şenlik salt bir bayram değildir. Anadolu'da, İran'da,
Irak'ta hatta Mısır'da bir bayram olarak kutlanan Nevruz'a başka
anlamlar da yüklenmiştir.
- Şöyle
ki; Selçuklu Hükümdarı Melikşah, 1079'da düzenletmiş olduğu "Celâli
Takvimi"nde yılın ilk gününü 15 Mart olarak saymış ve bugüne Nevruz
adını vermiştir. Anadolu'da tarım bölgelerinde Nevruz, bir bolluk,
bereket dileği ile kutlana gelmiştir, yeni yılın başlaması olarak
görülmüştür.
- "
Ülkenin kralı Dehak, acımasız kanlı biridir. Halkına zulmeder. Halk
bitkin ve çaresizken demircilikle uğraşan Kava, Dehak'a karşı gelir.
Yanına aldığı arkadaşları ile Dehak'ın Sarayı'nın yolunu tutar.
Kendini yalnız bırakmak istemeyen halk da peşinden yürür.
Ancak Kava, halkını bir yerde durdurur ve şöyle der; "Siz artık
gelmeyin. Biz gidip Dehak'ın işini bitireceğiz. Bizi gözleyin,
başarılı olursak, büyük bir ateş yakarız, dumanı yükselecektir. Şayet
yarına kadar gökyüzüne bir duman yükselmezse, dağılın gidin
evlerinize.” Efsaneye göre, söyledikleri zamanda (21Mart günü
) dumanlar yükselir. "Halk, Dehak'tan kurtulmanın
sevincini ve coşkusunu yaşar."
- Kars
ilimizin bazı köylerindeki inanışa göre: Bu günde Hz. Hüseyin'in
ölümüne yas tutmak için ağıtlar yakılır. Ülkemizde yaşayan Aleviler
açısından Nevruz; Hz. Ali'nin Doğum günüdür. Bugünde çocuklara soğan
kabuğu ile suda kaynatılmış yumurtalar yedirilir. Mezar ziyaretleri
yapılır. Önceden pişirilen çörekler eşe dosta dağıtılır. Oruçlar
tutulur. Kırlara çıkılıp toplu eğlenceler düzenlenir. Manisa'da
Mesir Bayramı Nevruz günü yapılır. Trakya'daki bir âdete göre,
kaynamış yumurtaya tuz, karabiber dökülerek yenilir.
- Bazı
araştırmacılar, Nevruz'un İran kültürü ile oluşmuş bir kutlama
günü olduğunu dile getirirler. Bu görüş ve düşüncenin yanlış olduğunu
vurgulayan pek çok araştırmacı da vardır.
- Değerli
okurlar, kutlanış farklılıkları ve yüklenen anlamlar ne olursa olsun;
Nevruz bir halk şenliğidir. Kış mevsiminin
durgunluğunun yerini ilkbaharın coşku ve uyanışına bırakması, toprağın
tekrar canlanması, ekim, üretme ürün alma döneminin tekrar başlaması
bir sevinç kaynağıdır halkımız için. Adı Nevruz'dur.
- Kutlu
olsun herkese.
-
-
|
-
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
17 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
- ÖMER HAYYAM
- İranlı
bilgin ve şair! Günümüzden tam 900 yıl önce yaşamış. İran'ın
Selçuklular yönetiminde bulunduğu yıllarda yetişmiş büyük bir şairdir.
Mantık, felsefe, matematik ve astronomi dallarında eğitim alan şairin,
"Hayyam" soyadını atalarından aldığını yazmaktadır kaynaklar.
- Zamanın
Selçuklu Hükümdarı Melikşah'tan büyük destek gören bilgin ve şair,
ünlü devlet adamı Nizamülmülk'ün okul arkadaşıdır.
- Ünlü
tıp bilgini İbni Sina'nın büyük hayranı olan Ömer Hayyam, o'nun Temcid
adlı eserinin çevirisini yapmıştır. Ömer Hayyam yaşadığı dönemin iyi
bir gözlemcisidir.
-
Yaşadığı ve izlediği olayları, gerçekçi bir anlatımla akıcı bir dille
yazmıştır. Yazdığı dörtlükleri "Rubaiyat" günümüze değin ulaşmıştır.
- Şaire
göre, gerçek olan yaşanandır. Dünyanın ötesinde ikinci bir dünya
yoktur. İnsan yaşadığı sürece gerçektir. En şaşmaz ölçü insanın aklı
ve sağduyusudur. Bütün gerçeklere ancak akıl yoluyla ulaşabilir. Ömer
Hayyam, yaşadığı zamanın haksızlık ve madrabazlıklarını alaycı,
iğneleyici bir dille yermiştir.
-
Dörtlüklerinde insan yaşamı ile ilgili gerçek eylemleri, sevinçleri,
dünyanın tadını çıkarmaya dönük davranışları konu etmiştir. Sınırsız
bir insan sevgisi, gösterişten uzak bir yaşam anlayışını ilke edinen
Ömer Hayyam'ın Rubaiyat dışında başka eserleri de vardır.
- Yunus
Emre, Yahya Kemal, Shakespeare, Goethe, Ömer Hayyam'dan çok etkilenen
şair ve yazarlardır.
-
Sebahattin Eyüboğlu'nun dilimize çevirmiş olduğu dörtlüklerinden
bazıları şunlardır:
-
Yaşamanın sırlarını bileydin,
- Ölümün
sırlarını da çözerdin;
- Bugün
aklın var, bir şey bildiğin yok;
- Yarın,
akılsız, neyi bileceksin?
-
- Felek
ne cömert aşağılık insanlara!
- Han,
hamam, dolap, değirmen hep onlara!
- Kendini
satmayan adama ekmek yok;
- Sen gel
de yuf çekme böyle dünyaya!
- Şu
dünyada üç beş günlük ömrün var,
-
- Nedir
bu dükkânlar, bu konaklar?
- Ev mi
dayanır bu sel yatağına?
- Bu
rüzgârlı yerde mum mu yanar?
- Biz
gerçekten bir kukla sahnesindeyiz!
-
- Kuklacı
Felek Usta, kuklalar da biz.
- Oyuna
çıkıyoruz birer ikişer;
- Bitti
mi oyun, sandıktayız hepimiz.
-
Niceleri geldi, neler istediler;
-
- Sonunda
dünyayı bırakıp gittiler;
- Sen hiç
gitmeyecek gibisin değil mi?
- O
gidenler de hep senin gibiydiler.
-
Günümüzde Ömer Hayyam'lar var mı?
-
- Belki
vardır diyor, onlara kolaylıklar diliyorum.
- Kaynak: Çağdaş Kültür Ans.
-
-
-
-
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
18 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
- ÂŞIK VEYSEL ŞATIROĞLU
- Sivas
İli, Şarkışla İlçesinin Sivrialan Köyünde, 1894 yılı yaz mevsiminde
dünyaya gelmiş.
- Anası
Gülizar Kadın, köyün Ayıpınar Yaylasında koyun sağmaya giderken yol
üstünde doğurmuş Veysel'ini, göbeğini de kendi eliyle kesmiş.
- Babası
Ahmet Emmi, oğlunun adını Veysel koymuş. Veysel, yedi yaşına kadar
köyde diğer çocuklarla birlikte yürüyüp koşmuş. O yıl köyde baş
gösteren Çiçek Hastalığı salgını Veysel'in sol gözünü yok etmiş. Sağ
gözüne de bir perde inmiş. Işığı zar zor seçebilen sağ gözü de daha
sonra bir değnek ucunun kaza ile batması sonucu çıkmış. Her iki gözünü
de kaybeden Veysel'in dünyası kararmış ama ne çare?
- Annesi,
babası, Ali abisi, Elif ablası çok üzülmüşler.
Babası Ahmet Emmi meraklı bir adammış. Oğluna ünlü halk ozanlarının
şiirlerini okuyup, ezberletmeye Veysel'i avutmaya çalışırmış.
- Sivaslı
saz şairleri zaman zaman Ahmet Emminin evine uğrar konuk olurlarmış.
Veysel söylenen şiirleri ilgi ile dinlermiş. Baba Ahmet Emmi, oğlunun
ilgisini sezer sezmez O'na bir saz almış. Veysel, ilk saz dersini
Çamşıh'lı ali Ağadan almış. Artan bir merakla git gide daha ustaca
çalmağa, söylemeğe başlamış. Veysel, ilk zamanlar ünlü ozanlardan
şiirler çalıp söylerken; en çok Yunus Emre, Karacaoğlan ve Dertli'nin
etkisinde kalmış.
- Babası
Veysel'i 25 yaşında iken Esma adlı bir kızla evlendirmiş bir iki yıl
sonra ise kısa aralıkla anne ve babası göçüp gitmiş dünyadan. Ana baba
yokluğu kor gibi yakarken Veysel'in yüreğini bir başka acı darbe de
karısı Esma'dan gelmiş. Esma gelin evin yanaşması ile kaçıp Veysel'i
terk etmiş. Kızı ile yalnız kalmış Veysel. İki yıl kucağında
gezdirdiği kızı da bir hastalığa yakalanıp vefat edince yapayalnız
kalmış. Yakınları Veysel’i ikinci kez evermişler. Yeni hanımı 7 çocuk
vermiş Veysel'e. Birisi ölmüş; iki oğlan, dört kız evladı ise
yaşamışlar.
- Çala,
söyleye Âşık’lık unvanına ulaşan Veysel 1933 yılına kadar başkalarına
ait eserleri okurken; kendi deyişlerini pek söylemekten sıkılır ve
utanırmış. O yıllarda tanınmış şairlerimizden Ahmet Kutsi Tacer'le
karşılaşmış. Ahmet Kutsi Tacer, Âşık Veysel'e büyük katkılar ve yol
göstericilikte bulunmuş.
- Tacer,
Âşık Veysel'in şiirlerini gün ışığına çıkarmış. Tacer'den güç alan
Âşık Veysel Anadolu'yu dolaşmaya başlamış. İl, il, kasaba, kasaba,
köy, köy Anadolu insanı ile buluşmak, tanışmak Veysel'in görmeyen
gözlerine rağmen ufkunun, düşüncelerinin gelişip, genişlemesine neden
olmuş. Yine Ahmet Kutsi Tacer'in yardımları ile,bir süre Köy
Enstitülerinde saz hocalığı yapmış Veysel.
- 1933
yılından sonra tümüyle kendi eserlerini üreten ve dinleyenlerine sunan
Âşık Veysel'in şiirlerinde; insan, doğa, kardeşlik, barış gibi
değerler konu edilmiştir. Akıcı bir dille söylediği şiirlerinin tadı
bambaşkadır. Örneğin:
- “Veysel
der; çıkayım bir yüce dağa
- Ağaçlar
bezenmiş yeşil yaprağa
- Zaman
gelir tenim düşer toprağa
- Karışıp
toprağa toz olur gider.”
- Diyor koca Ozan bir dörtlüğünde.
- TBMM
1965 yılında Âşık Veysel'e “Anadilimize ve Milli Birliğimize Yaptığı
Hizmetler den” dolayı özel bir konumda maaş bağlamıştır.
- Âşık
Veysel köyünde gören insanların bile yapamadığı bir ilki de
gerçekleştirecek kadar geniş düşünen, tabiatı seven bir insandı. Nedir
yaptığı? İçinde her çeşit meyve ve çiçeklerin yer aldığı bir bahçeyi
kurmuştur Veysel. Köyde bir dikili ağacın bulunmadığını ve köylülerin
şaşkınlığını göz önüne alırsak; yapılan işin önemi büyüktür. “Asıl kör
bizmişiz!” Bahçenin yeşillenmiş halini gören köylülerin söylediği söz
budur. Yazımızın tam bu noktasında, Âşık Veysel'in “Kara Toprak”
şiirinden iki dörtlüğü iletmek isterim:
- “Koyun
verdi, kuzu verdi, süt verdi.
- Yemek
verdi, ekmek verdi, et verdi.
- Kazma
ile dövmeyince kıt verdi,
- Benim
sadık yârim kara topraktır.
-
- Karnın
yardım kaymayınan, belinen.
- Yüzün
yırttım tırnağınan, elinen.
- Yine
beni karşıladı gül ilen,
- Benim
sadık yarim kara topraktır.”
-
- Haktan,
halka, iyiden, güzelden yana; sanatına bir derin sevgi ve sevda ile
bağlı, işine bir ömrünü vermiş olan Âşık Veysel; köyünün dar
sınırlarından dünyaya açılabilecek kadar ileri düşünen bir ozandır.
- Kini,
kavgayı asla düşünmeyen ama dostluğu, birliği her fırsatta dile
getiren Ozan der ki bir şiirinde:
- “Allah
Birdir. Peygamberler hak.
- Rabbül
Âlemindir mutlak
- Senlik,
benlik nedir bırak
-
Söyleyim sırası geldi.
-
- Kur'ana
bak,İncil'e bak
- Dört
kitabın dördü de hak
- Hakir
görüp ırk ayırmak
-
Hakikatte yüz karası
-
- Şu
âlemi yaratan Bir.
- O'dur
Külli şeye Kadir
- Alevi
Sünnilik nedir?
-
Menfaattir var varası”
- Ne
diyelim? İçiten, yürekten inanarak söylenmiştir Veysel'in şiirleri.
Birçoğunu okurken bile büyülenir insan.
- Şimdiki
zamanda, topçuluğun, popçuluğun acayip prim yaptığı şimdiki zamanda ne
kadar çok ihtiyacımız vardır Âşık Veysel'lere.
- 21 Mart
1973 tarihinde 79 yaşında iken yanımızdan ayrılan Âşık Veysel'in anısı
önünde saygıyla eğilmek bir yurttaşlık görevidir. O'nu, O'nun;
yaşamının son demlerinde söylediği “Sazıma” adlı şiirin bir dörtlüğü
ile anarak bitiriyorum yazımı.
- Allah
Rahmet Eylesin!
- Ben
gidersem sazım sen kal dünyada gizli sırlarımı aşikâr etme
- Lâl
olsun dillerin söyleme yâda Garip bülbül gibi ah-ü zâr etme”
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
1 |
BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR! |
Hazırlayan
Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi corumlu2000@gmail.com |
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
|
Hukuka, Yasalara,
Telif ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir. |
Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL
adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM |
|
|
|
|
|
|
|