|
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
Hazırlayan
Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi corumlu2000@gmail.com |
|
İÇİNDEKİLER
Tıklayarak şiirlere gidebilirsiniz
|
Mahmut Selim GÜRSEL TAKDİM
Hayat Hikayesi
ACI
VAR MI ACI
ACILARA TUTUNMAK
NERESİNDEN BAŞLAMAK GEREK BİLMİYORUM…
İNSANLARI ANLAMAK
TARAF MI, TARAFTAR MI?..
DUYGULARA GEM VURMAK
KOYUNLUK BİZDE KALSIN
YANLIŞ HAYAT, DOĞRU SEZGİ; BEN DE VARIM
KALIPLARA LANET ETSEM
YENİ YIL VE ESKİ DEFTERLER
YENİ YIL VE ESKİ DEFTERLER-2
YENİ YIL ŞARKISI (ÜÇLEMENİN SONU)
TEHLİKE’NİN FARKINDA MISINIZ?
HAYAT BAZEN
GECE TERÖRÜ
AŞK VARSA BEN DE VARIM
ZAMANI DURDURMAK
TEHLİKE’NİN FARKINDA MISINIZ?
|
|
|
Çalışma TELİF ESERİDİR izin almadan
kullanmayınız! |
Hazırlayan Mahmut Selim
GÜRSEL |
corumlu2000@gmail.com
|
Sitemiz ve yazarlarımız;hukuka, yasalara, telif
haklarına ve kişilik haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir. |
|
|
|
|
|
|
01 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
KİTAP ismi Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
TAKDİM
Bir kitabın doğması, o kitabı yazmaya kalkan kişinin amacına ve
bilgi birikimine göre değerlendirilmesi uygun olarak
görülmelidir.
Elinizde bulunan bu çalışmanın sizlere ulaşması için günlerini
veren bu çabası için şükranlarımı sunarken, bu çalışmada da
benim ufacık bir katkımın da bulunması beni bahtiyar etmiştir.
Bu
çalışma ile sizlerde bazı bilgileri edinmiş ve faydalanmış
olarak uzun yılların birikimlerinden aydınlanacağınızı
göreceksiniz.
Bilgi; yazılmadıkça kaybolmaya açık birikimlerdir. Her insan bir
kitaptır; onu okumamız gereklidir.
Tanımadığımız ve anlamadığımız kişiler hakkında nasıl kararlar
veremezsek; bir çalışmayı da incelemeden, okumadan karar
veremeyiz.
Mahmut Selim GÜRSEL
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
02 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
Dr. Murat HACIOĞLU
-
1954 Niğde doğumlu.
-
İlk, Orta ve Liseyi Konya’nın Ereğli
ilçesinde bitirdi. Tahsilini Ankara’ da tamamladı.
-
Hukukçu, Siyaset Bilimci,
İktisatçı-İlâhiyatçı.
-
Sırasıyla; Demokratik Parti Gençlik
Teşkilâtı Genel Başkanlığı, Tüketicileri Koruma Birliği Genel
Başkanlığı, TÜRK-KONUT Kurucu Üyeliği ve Birlik Başkanlığı, EKKON
Genel Başkanlığı, Kuruluş dönemi ANAP’ta (3. Cumhurbaşkanı Merhum
Celâl Bayar’ın ricası ile) Başkan Yardımcılığı, Demokrat Parti’de
‘yeniden açılış dönemi’ Genel Koordinatör Yardımcılığı, 7. ve 9.
dönem Genel Başkan Yardımcılığı, Genel Sekreterlik, İdari ve Mali
İşler Başkanlığı ve nihayet İnsan ve Kültür Ocağı Genel Başkanlığı
görevlerinde bulundu.
- Adalet, Sabah, Akşam, Zafer, Son
Havadis, Bugün, Her Gün, Ortadoğu, Tasvir, Zaman , Meydan, Haber
Gazetelerinde ve Bilim Teknik dahil pek çok Dergide yazarlık yapan
Mustafa Nevruz SINACI 2002 yılında emekli oldu. Halen merkezi
Amerika’da olan “TURKİSH FORUM” (Dünya Türk Kongresi) İcra ve
Danışma Kurulu Üyesi olan yazar. Evli ve üç kız çocuk babasıdır.
Yayınevimizin sanal yayınlanmış dergilerinde yazıları
bulunmaktadır.
|
|
|
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
03 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
ACI VAR MI ACI?
Yaşadığımız hayatı ne kadar iyi
yaşayabiliyoruz? Siz de zaman zaman kendinize sormuşsunuzdur
mutlaka…
Sabah kalkar kalkmaz yaptığınız ilk
şey nedir mesela? Sinirli mi uyanırsınız, yoksa gözlerinizi açmak
bir tonluk bir kayayı kaldırmak kadar zor mu gelir. Ya da kafanızı
yastığın altına gömerek uyumaya devam etmek mi istersiniz? Kimi de
kolunu bilinçsiz bir şekilde sağa sola sallayarak çalar saati
susturmaya çalışır değil mi? Hele ki gece geç vakitlere kadar uyanık
kalındıysa, dünyanın en zor şeyidir sabah erken kalkmak… Çok
sevdiğiniz bir dizi uzamış, geç vakitte bitmiş olabilir, güzel bir
filmi geç saatlerde yayınlamış olabilirler, veya bilgisayarın
başında oyun oynayarak zamanı geçirmişsinizdir de saatin farkına
varmamışsınızdır. Belki de akşama yediğiniz yemekten sonra dişiniz
ağrımaya başlamış ve bütün gece sizi uyutmayacak derecede devam
etmiştir. Dünyaya yeni merhaba diyen bebeğiniz gece boyu mızmızlamış
da olabilir. Ya da gecenin olmadık yerinde eşinizle tartışmış,
tartışmanın da etkisiyle gerilen sinirler uykunuzu paramparça
etmiştir. Kimbilir belki üst kat komşunuz gürültünün dozunu
kaçırmıştır, ya da alt komşunun köpeği gece boyu susmak bilmemiştir.
Tam yatacakken fark ettiğiniz bozuk bir musluğu tamir etmeye
çalışarak uykunuzu satmışsınızdır. Mahallenizdeki sokak ortası
düğünü gecenin geç vakitlerine dek devam etmiş, mahalledeki diğer
yaşayanlardan habersiz ve duyarsız düğüncüler zılgıtlar eşliğinde
halay çekerek gecenize biber olmuşlardır. Yaklaşan ödeme günü
nedeniyle kredi borcunu nasıl ödeyeceğinize kafanız takılmış ve
yatakta ödeme senaryoları yazmakla da meşgul olmuş olabilirsiniz…
Türlü türlü sebepler olabilir. İşte bu ahval ve şerait içinde
sabahleyin de erken kalkmak zorundasınız. Çünkü işe gideceksiniz…
Nasıl kalkacaksınız, nasıl kalktınız, nasıl kalkarsınız…
Homurdana homurdana terliğinizin
tekini ararken kafanıza gelen ilk şey ne olur acaba. Sizi uykusuz
bırakan sebeplerden bir tanesi mi, o sebeplere kızgınlığınız mı, gün
içerisinde yapmanız gerekenler mi? Yavaşça banyonun yolunu tutarken
uyku ile uyanıklık arası süreçte beyninizi zonklatan bir şey olur
mu? Elbette uykusuzluğun getirdiği zonklamayı saymıyoruz. Yüzünüzü
buz gibi suyla yıkarken ayılma hissinin verdiği bir ferahlık var mı,
yoksa dondurucu bir yüz yıkama eylemi mi yaptığınız? Kerhen yapmak
zorunda olduğunuz bir şey midir dişlerinizi fırçalamak, yoksa
dişlerinizin aynasında içinizdeki coşkuyu fark ettiğiniz bir tören
mi?
Kendinize az da olsa geldiniz… Belki
evden çıkmadan bir kahve ya da çay içeceksiniz. Yanında da kiminiz
bir iki bisküvi atıştıracak, kiminiz duman tüttürecek, kimisi de
hazır kahvaltı sofrasına kurulacak… Sıcak çaydan yudumlarken size
hissettirdiği nedir? Ya kahvenin tüten dumanına bakarken içinizden
geçenler? Çatalınızı batırdığınız peynir parçası size sadece beyaz
mı görünür? Bisküvinin kıvrımlarını mı sayarsınız bitirene dek?..
Yoksa gözünüz pencereden sokaklara mı takılır birden. Telaş içinde
yürüyen, bir yerlere yetişmeye çalışan insanlar mıdır gördüğünüz?
Korna sesleriyle irkilir misiniz? Sokak başında okul servis aracı,
bir az ötesinde ona doğru hızlı adımlarla yürüyen okullu çocuklar…
Tam da sırasıydı şimdi, oldu mu
yahu? Belki de bunu dedirtecek bir şey oluverdi o anda. O anda
demediyseniz, ben şimdi demenizi sağlayacağım. İşte soruyorum; “Aşk
Var mı Aşk?” Şimdiye dek tam da sırasıydı yani demediyseniz şimdi
gönül rahatlığıyla diyebilirsiniz. Yazıya “Yaşadığımız hayatı ne
kadar iyi yaşayabiliyoruz?” diye başlayıp yazıyı bu aşamaya getirmek
mantıksız da gelebilir. Deminden beri ne anlatıyorum, şimdi de ne
soruyorum değil mi? Esasında sormak gerekiyor da, bir sabah uyanarak
evden çıkışınız ile ilgili ne olabilir diye de merak etmişsinizdir.
Aslında direk olarak bir bağlantı yok tabi ki. Sormak istediğim
hayatınız da aşkın var olup olmadığıdır.
Aşk var mı aşk? Hayatınız da aşk var
mı? Nelere ve kimlere dair aşk var? İlk aşık olduğunuz anı hatırlar
mısınız? Şimdi gelin bir kurgulamaca oynayalım. İlk aşık olduğunuz
günü düşleyin. Ve bu dün olsun. Dün aşık oldunuz, aşık olduğunuz
anladınız, aşkınıza karşılık buldunuz vs her neyse… Yukarıda
saydığım sebeplerden bir tanesi nedeniyle uykusuz kaldınız.
Sabahleyin de uyanmakta güçlük çektiniz. Sabah uyandığınızda ne
hissedersiniz? Nasıl kalkarsınız yataktan? Yüzünüzü yıkarken, ilk
kahvenizi yudumlarken nasıl bir ruh hali içerisinde olursunuz?.. Her
şey çok farklı olur değil mi? İşte bu yüzden “Yaşadığımız hayatı ne
kadar iyi yaşayabiliyoruz?” diye soruyorum, bu nedenle “Aşk Var mı
Aşk?” sorusunu yöneltiyorum. Aşk varsa her şey daha başka geliyor
insana, öyle değil mi? Hele ki yeni aşk ise. Eskileri de eskitmemek
lazım o zaman. Her daim yenilemeli, yeniden ilk coşkuyu hissetmeye
çalışmalı. Eskimesine izin vermemeli. Yoksa sorumu “Acı var mı acı”
diye değiştirmeniz gerekecek. Aşk ve sevgi dolu yeni yıl
dileklerimle… Sevgiyle kalın…
|
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
04 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
ACILARA TUTUNMAK
Bir şarkı sözü vardı, sanırım oradan
aklıma geldi. Genel anlam itibariyle protest bir yaklaşım tarzı olarak
algılanabilir yazı başlığı. Ancak içeriği kesinlikle protest bakış
açısı içermiyor. Daha ziyade Polyanna Bakış açısı olarak
adlandırabileceğimiz bir yaklaşımı ifade etmek istedim.
Genel anlamda düşünülecek olursa
hayatın dinamikleri arasında tatlı anlar olduğu kadar acı anlar ve
hatıralar olması kaçınılmazdır. Her ne kadar gülmeyi sevsek ve her
zaman gülmek istesek de, hayata adım atar atmaz ağlamaya başladığımızı
lütfen aklınızdan çıkarmayın.
Bebek doğduğu an
ağlarken, belki de hayatın bu acı gerçeğinin farkına varıyordur.
Hayata adım attığımızda ya da hayatın
her hangi bir evresinde ağlamış olmamızın, gözlerimizden akan
gözyaşları ve yüreğimize verdiği ağırlığın haricinde bize bir yük
getirmediğini varsaymalıyız belki de.
Önemli olan yaşarken
ağlamak değil de, ölürken gülebilmektir, kim bilir?
Veyahut bu dünyadan göçüp giderken
arkamızda gülümseyebilen yüzler bırakabilmektir belki de hayatın
erdemi.
Hiçbir yolun düz ve engebesiz
olduğunu hayal etmeyiz. Yürürken mutlaka ayağımızın takılabileceğini
öngörebiliyorsak, hayat denen bu yolda da zaman zaman ayağımızın
takılabileceğini ve hatta düşebileceğimizi unutmamalıyız galiba. Kimi
zaman avuçlarımıza işleyen asfalt sürüntüsüdür bıraktığı izler, kimi
zaman da çatlayan bir kemik.
Toprağın çamura döndüğü bir bağ
yolunda yürüyormuşçasına dikkatli atmak gerek adımları. Paçalarımızın
çamura bulaştığına üzüleceğimize, varmak istediğimiz yere
varabildiğimize şükretmeliyiz belki de. Ulaştığımız yerde
içebildiğimiz bir tas sıcak çorbanın hazzını doyasıya
yaşayabilmeliyiz.
Ve yürürken yalnızca kendimizi
düşünmeyip, arkamızdan gelecek kimselere de yol hakkında bilgiler
bırakabilmeliyiz. Ayağımızın bıraktığı izleri takip edenler daha az
çamurlu paçalarla kurtulabilmeli bu çileli yoldan.
Ve eğer biz bundan mutluluk duyabiliyorsak
hayatın erdemine ulaşabilmeyi hak etmişiz demektir.
Çekilen sıkıntıların bir amacı varsa,
sıkıntı çekmeye değer diyebilmektir erdem.
Yaşamayı sadece yemek ve içmekten ibaret
sayıyorsak zaten nafile bir çabadır anlatmaya çalıştıklarımız.
Tatlıdan zevk
aldığımız kadar acıdan da zevk alabiliyorsak damak tadımız gelişmiş
demektir tıpkı hayattaki acılardan zevk almak gibi.
Kimi zaman gülerken ağlar insan, kimi
zaman da ağlarken gülebilir. Ağlarken gülebilmektir bilgeliğe giden
yol. Çünkü ağlarken gülmeyi becerebilmektir sanat. Tıpkı ölürken
yaşayabilmek gibi…
Acılara da tutunmalıyız, sevinçlere
tutunduğumuz kadar.
Acılardan da zevk
almalıyız (mazoşist olmadan). Siyah olmadan beyazın güzelliğini
bilemeyiz. Ölüm olmadan yaşamanın kıymetini bilemeyeceğimiz gibi…
|
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
05 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
NERESİNDEN BAŞLAMAK GEREK BİLMİYORUM…
Hayallerden mi,
beklentilerden mi, yoksa verilen sözlerden mi…
Farkında varmadan
yaşanan aşkların kırıntılarından mı yoksa lekelenmiş gururlardan akan
pişmanlıklardan mı…
İsteksizce geçirilen
tatil günlerinden mi, yoksa farkına varılmadan geçen günlerden mi…
Puzzle yapar gibi
yaşanılan saatlerle mi dertleşmeyi yoksa, klavyenin eskimiş
tuşlarındaki matlığını mı anlatmalı…
Hüzzam şarkı gibi
uyanılan sabahların mahmurluğundan mı dem vurmalı, an be an geçirilen
nöbetlerin ruhumda yarattığı sarsıntıların kalıntılarından mı…
İçilen sigaranın
dumanıyla yapılan hayal yolculuklarının yüreğimde ateşlediği sevinç
kıvılcımlarının aleve dönüşemeden sönüşünün hüznünü mü paylaşmalı,
yoksa saklambaç oynar gibi aynı mekan içinde birbirini sobelemenin
getirdiği uslanmaz kederli burukluğun işlediği mısraları mı yazmalı
bir kenara…
Aşk denilen yürek
fırtınasının dinginliğinden sonra talan olan damar yollarındaki
ezikliğin meydana getirdiği trafik sıkışıklığının, beyin denilen
karmakarışık iletiler zincirinin, yine karmakarışık döngüler
içerisinde algılamaya çalışan akıl denilen dumura uğramış kısmının
halini mi tasvir etmeli fütursuzca ve vurdumduymaz halimle…
Gecenin ilk
dakikalarında henüz uyumamışken görülmeye başlayan kabusların siyah
siluetlerinin içime düşürdüğü korku meyvelerinden damlayan esrarengiz
elementlerin toplaştığı derin fakat bir o kadar da küçük kabımın
taşmaya başladığı o anlarda, eklemlerimde hissettiğim çatırtılardan
korkan ruhumun saklandığı gözbebeklerimin halsizliğini mi yazsam
satırlara…
Elimdeki kadehin
yüzeyinde yüzen buz parçacıklarının dilime verdiği ferahlığı alıp
götüren hasret ateşinin, aynı zamanda dişlerimde vuku bulan erozyona
katkısını mı hesaplamak gerekir elimde erimiş ömür hesabında…
Elemlerin paylaşıldığı
içki masalarında kederin yanına kondurmak istediğim neşe kırıntılarını
yiyen gamlı baykuşların sortilerinden usanmışlığın getirdiği öfkeyi mi
düşmeli not olarak defterin bir kenarına yoksa baykuşlara meydan
okuyan kekliklerin ötüşlerini mi, çalı çırpı arasındaki daracık
patikalara…
Balkonlara asılan
çarşaflara mı yazmalı, ömrün geçip giden en güzel anlarının acı-tatlı
hatıralarını, yoksa o balkonlarda uluyan finoların huzursuzluklarını
mı dinlemeli gecenin sessiz saatlerinde, elinde bir fincan kahve ile…
Olmayan sabahların
çetelesini tuttuğumuz gecelerin derinliğinde kaybolmuş benliğimizin
hafızasını mı silmeli bir çırpıda, yoksa sabah olacak ümitlerinin
damıttığı şiirlerimizde mi anlatmalı gecenin en bilinmez anlarının
ruhumuzda edindiği karanlık köşeleri….
Ve yanımızda bağdaş
kuran ümitsizliğin beslendiği debdebelerden hangi akıl yoluyla
kurtulacağımızın boğuşmasını mı resmetmeli her bir köşesinden
yırtılmış gönül mahkemelerine…
Nesilleri tükendi
sanılan dinozorların bir anda toplaştığı aklımın daracık
dehlizlerinde, kapana kısılmış fare gibi, avazım çıktığı kadar
bağırabilmeliyim içgüdüsüyle, bir-ki-üç ses kontrol diyemeden,
notaların esrarengiz büyüsünden habersizce bam telime basa basa,
gırtlağımın yırtıldığını hissederek ve frekansların en ucunda
gezinerek söylediğim vuslat türküsünün mısralarında kaybolduğumun
farkına varmaksızın, hala hayatın gayesine iniş yapmaya çalışmanın
zavallılığından mı bahsetmeli son cümlelerde…
Ve nihayet, bardaktaki
son yudum içkiyi mi resmetmeli ellerimizin silinmez hafızasına, yoksa
bedenin isyan çıkarmaya hazır yorgunluğunu mu silmeli gelmiş geçmiş
istihbarat kayıtlarından…
|
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
06 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
İNSANLARI ANLAMAK
Çok zor olduğunu biliyorum. Zaten çok zor olduğu
için tam anlamıyla beceremiyoruz ya. İnsanları anlamaya çalışıyoruz,
ya da anlamak istiyoruz. Bu madalyonun sadece bir yüzü. Bir de diğer
yüzü var elbet. İnsanları anlamaya çalışmamak, anlamak istememek.
Toplumda en çok duyduklarınızdan bir tanesi değil
midir bu soru? “Yahu şu insanları anlamıyorum bir türlü” diyene çok
rastlamışsınızdır eminim. Meselenin hangi tarafında olduğumuz çok
önemli. Anlamak istiyor muyuz, istemiyor muyuz? İnsanları
anlamadığını söyleyen kişi, gerçekte insanları anlamaya çabalamış
mıdır, yoksa hiçbir çaba sarf etmeden ve hatta anlamak istemezcesine
meseleyi savuşturmuştur.
Kimi toplumlarda bazı insani değerler farklılık
gösterebilir. Batı toplumlarında duygusallığa fazla yer yokken,
bizim gibi topluluklarda duygusallık ağır basmaktadır. Dolayısıyla
tepkiler genellikle duygusal mantık yürütülerek verilmektedir.
Zaten sokaktaki herhangi bir insana,
ya da oradaki topluluğa “İnsanları anlamıyorum” gözüyle bakmak
mantıklı bir sonuç değildir. İçerisinde duygusal ögeler taşır. Zira
insanları anlamak ya da anlamamak o kişiye herhangi bir kazanım
oluşturmaz. Kişi kendi işinde gücünde hayatını idame ettirmektedir.
İnsanları anlamak istemek, anlamaya çalışmak duygusallığın getirdiği
bir süreçtir.
Bizim konumuz mantıki usullerle meseleleri
çözümleyen batı toplumlarındaki uygulamalar değil elbet. Çünkü biz
anlamak isteriz. Anlamamız gerekir. Her ne kadar madalyonun arka
tarafında, insanları anlamak istemeyen kesim ve onların düşünce
tarzı varsa da, yine de duygusal bir millet oluşumuzdan mütevellit
insanları anlamaya kafa yormayı tercih ediyoruz.
Peki anlamak isterken izlediğimiz yöntem ve
uyguladığımız metodlar doğru mudur? Esasında yazıya başlarken
meselenin sadece bu kısmına değinecektim. Ama yazarken diğer yönleri
de kısaca belirtmeden geçemeyeceğimi fark ettim.
Kim hangi yöntemi uyguluyor, kimlerin metodu doğru.
İnsanları anlamak isterken hangi gözle bakıyoruz, hangi yönlerden
değerlendiriyoruz. Kısaca empati denilen kavramdaki gibi, kendimizi
karşımızdaki insanın ya da insanların yerine koyabiliyor muyuz?
Empati yaparak bu soruya doğru yanıtı bulabilecek miyiz? Empati
yapmayı biliyor muyuz? Empati yapabiliyorsak, sonuçları doğru
değerlendirebiliyor ve sonuca uygun hareket edebiliyor muyuz?
Gerçek şu ki, tam anlamıyla insanı anlayabilmek,
çözebilmek mümkün değil. Öyle olsa zaten hiçbir problemimiz
kalmazdı. Kimse kimseyle tartışmaz, kavga etmez, gül gibi geçinip
giderdik. Demek ki anlamak o kadar da kolay bir mesele değil.
Peki kendimizi karşıdaki insanın
yerine koyabilmeyi başardığımızda onu anlamış mı oluyoruz. Empati
yapabilmek ile karşıdakini düşünmek arasında da fark var işte. Bir
tanesinde koşullar gereği kendinizi o insan yerinde düşünmek söz
konusu iken, diğerinde her türlü duygusal, fiziksel özellikler ile o
insanın düşündüklerini düşünmeye çalışmak var.
“Acınızı anlıyorum” cümlesi tanıdık
değil mi? Burada yapılmaya çalışılan empati kurabilmektir, ki çok
zordur. İnsanları anlamaya çalışmanın birinci ve vazgeçilmez
kuralıdır bence. Çünkü empati yapmadan, kendinizi her türlü duygusal
ve düşünsel şartlarda karşıdaki insanın yaşadıklarıyla
hissettiklerini hissetmeye çalışarak, aynı duygusal tepkileri
yaşayabilme çabası olmadan onu anlayamazsınız.
|
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
07 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
TARAF MI, TARAFTAR MI?..
Hayatın türlü aşamalarında kimi
fikrilere, kimi inanışlara ve hatta kimi anlamsız ritüellere taraf
olunabilir, zaman içinde yaşanılan çeşitli olaylar ve çıkarılan
sonuçlar neticesinde de bulunulan yer gözden geçirilebilir ve
yeniden bir değerlendirme ile son duruma kavuşulur…
Hayatın bu döngüsü kaçınılmazdır,
dün karşı olduğunuz bir fikre bugün sempati duyabilir ve hatta
taraftar olabilirsiniz… Bu durum utanılacak ve saklanılacak bir
acizlik olmadığı gibi, bir tutarsızlık da değildir… Zira insan
gelişen bir varlıktır… (Değişmeyen tek şey değişimdir demişler).
Hangi kademede olursanız olun ve
hangi imkanlara sahip olursanız olun bu yadsınamaz bir gerçektir,
belki de siz fark etmeden bu döngüyü yaşamaktasınızdır…
Sıradan bireyler bu döngüyü kendi hallerinde yaşayıp giderken,
toplumun gözü önünde bulunan ve bireylerin bir çoğu ile öyle ya da
böyle sürekli temas halinde bulunan şimdiki moda deyimiyle
“medyatik” kişilerde ise bu dönüşüm kimi zaman sancılara neden
olur…
Hele ki bir zamanlar sizin
tarafınızda olduğunu düşündüğünüz hatırı sayılır, söylediği
dinlenir zevatın dönüşümü size kısmen ıstırap bile verebilir…
Veyahut karşı cenahtan addettiğiniz eşhasın gün gelip sizin
taburelerinizde oturuyor olması size doyumsuz bir mutluluk, coşku
sağlayabilir hatta ve hatta çılgınca eğlenmeyi gerektirecek bir
bahane olabilir…
İşte son zamanlarda tartışılan
“Mustafa” filmini ve Can Dündar’ı bu bağlamda da değerlendirmek
gerekir diye düşünüyorum…
Öyle, çünkü yazılı basında
ağırlıklı olmak üzere bilumum medya organlarında tartışıla gelen
bazı hususların temelinde bu huzursuzluk sendromu ya da aşırı
taşkınlık hali yatıyor olabilir… Tamamında demiyorum ama bir
kısmında bu halin etkili olduğunu düşünmekteyim…
Tartışmaların ucuna naçizane kendi
düşüncelerimi de eklemek gayesi ile bu makaleyi kaleme almaya
karar verişimden bu yana günler geçti… Meseleye hangi açıdan
bakmak kararını veremediğimden ancak yazabiliyorum… Amaç kişiyi ya
da olayı kişiselleştirerek polemik yaratmak değil elbet…
Vurgulamak istediğim hususlar kişisel görüşten ziyade yöntemlerin
hassasiyetine binaen olacaktır…
Topluma mal olmuş ve aydın kimliği
ile gerek genç kuşaklara gerek ihtiyacı olan yetişkin topluluğa,
olayların ve gelişmelerin, fikirlerin ve altında yatan sebeplerin,
olayların oluş anındaki koşulları da göz önünde tutarak daha iyi
anlayabilmelerine imkân sağlamak için ışık tutması gerekenler
“kendi penceremden böyle gördüm ve böyle yorumladım” dememelidir…
O vakit biz sıradan vatandaşların
kendi pencerelerinden olaylara bakışından bir farkı kalmayacak
olan bu anlatım biçimi, eğer makul bir şekil ise; sıradan
insanların da tek tek kendi pencerelerinden gördüklerinin
değerlendirilmesi, bu gördüklerini belgeselleştirme konusunda
yardım edilmesi gerekmez mi?... Hatta bu konuda teşvik edilmeleri
bile gerekebilir…
Bir yöneticinin sorumluluğu ile
emrinde çalışan bir hizmetlinin sorumluluğunun aynı olmaması gibi;
aydın addedilen kişiler ile hitap ettikleri kitlelerin
sorumlulukları da aynı değildir…
Var olan statükoyu eleştirmek bir
hak olabilir, ancak eleştirirken olaya her açıdan yaklaşabilmeli,
türlü pencerelerden görünenleri eşit yoğunlukta ve eşit ağırlıkta
sunabilmelidir… Aksi takdirde açıkça itiraf edemeseniz bile iki
taraf arasında olmanız gereken tam orta yerde olmazsınız, bir
tarafa daha yakın durduğunuz aşikar hale geldiği için her iki
cenahtan da hiç ummadığınız tepkileri duymak durumunda
kalabilirsiniz…
Buradan tam orta yerde durmanız gerektiği gibi bir anlam
çıkarılabilir, kastettiğimiz gerçek anlamda orta yerde durmak
değildir… Anlatmak istediğimiz tarihsel olayları zımnen de olsa
tarafsızlık gözlüğü ile gösterebilmenizdir (görebilmeniz değil)…
Zira bulunduğunuz yerin orta
sahaya uzaklığı sadece sizi ilgilendiren pozisyonel bir durum iken
gösterebildikleriniz toplumsal yargı oluşturacak ve geleceğe dair
bazı tohumları ekecek olan; özünde, tamamen olmasa bile kısmen
genel bakışa yön ve şekil verici jölelerdir…
İşte bu noktada yönetici veya
idareci (her ikisi de farklı sonuca ulaşır) olgunluğundaki
makamların takınacağı objektiflik tavrın önemi vurgulanmaktadır…
Yönetici yönetmekle sorumlu iken, idareci her türlü olayı idare
etmekle yükümlüdür… Bahsini ettiğimiz “medyatik” sorumlu kişiler
ise her iki yönetim makamının inceliklerini taşımalı,
sorumluluklarının bilincinde, yön göstermeksizin yön
verebilmelidir…
Çünkü yön vermek ile yön göstermek
arasında dağlar kadar fark vardır…
Sevgi ve sağlıcakla kalın…
14 Kasım 2008
|
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
|
|
|
08 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
DUYGULARA GEM VURMAK
Kimi zaman nereden geldiğini
bilemediğiniz bir duygu yoğunluğu içerisinde hayata dair yönünüzü
ve yörüngenizi kaybettiğiniz hissine kapılırsınız…
Öyle ki bu düşünce yoğunluğu
içerisinde hayatınızı idame ettirmeye yardım ettiğini düşündüğünüz
birçok şahsi ve ailesel değerlerinizin bile farkına
varmayabilirsiniz…
Masanızda duran saatin tik-tak’ları
arasında adeta evveliyatta annenizin ninnisini dinliyormuşçasına
bir ruh hali içerisinde zamana ve mekâna dair gerçekleri fark
edemiyor olabilirsiniz…
Bilmem kaç voltluk lambaların
huzmeleri altında, geleceğinize ait yol gösterici ışık
tünellerinde yolculuğun ve hayal dünyanızda inşa ettiğiniz,
duygusal depremlere dayanıklı olduğunu iddia ettiğiniz
konaklarınızda, huzura giden yolun ipuçlarıyla meşgaleyi seçmiş
olmanın rahatlığı içerisinde bir sonraki sahnenin kurgusunu
yapıyor da olabilirsiniz…
Maratona hazırlanan bir koşucu
misali hayat koşusunda her türlü donanıma sahip olduğunuz fikri de
hâsıl olabilir düşünce kazanlarınızda…
Bütün düşüncelerinizin doğruluğuna inanmış bir ruh hali
içerisinde beyninizdeki ayrık otlarını ayıklıyor da
olabilirsiniz…
İşte bütün bu ahval ve şerait
içinde objektifliğinize halel getirmeyi istemeden, karıncayı dahi
incitmekten imtina eden gönlünüzün rehberliğinde ruhsal âlemde bir
yolculuğa çıkmayı hayal ve ümit etmiş olabilirsiniz…
İnsanoğlunun doyumsuzluğuna
mukabil içinizde büyüttüğünüz sonsuz tevekkül depolarını cümle
âleme duyurmayı bir görev addetmiş de olabilirsiniz…
Hal böyleyken; bulmayı arzu
ettiğiniz hazinelerin yakınından bile geçememeyi fütursuz
gönlünüze kabul ettirebilmenin çarelerini düşünüyor muydunuz?...
Yahut akıp giden zaman nehri
içerisine “yahu bir kerecik de olsa yıkanabilsem” mantığıyla mı
girmeyi hayal ediyordunuz?...
Elemlerle bezenmiş olduğunu
varsaydığınız hayatınızın her köşe başında elinde kocaman bir
balyoz ile sizi gafil avlamak üzere saklanmış tarifsiz ve tanımsız
düşmanlarınıza savunma sporları öğrenerek mi karşı koymayı
düşlediniz?...
Ya da fikirlerinizi saran ve
ardından zehrini damla damla içine akıtmaya başlayan zehirli
sarmaşıklardan kurtulabilmek için nerede üretildiği bile
bilinmeyen gamlı yağmurlar altında kala kala pas tutmuş telkin
makaslarından mı medet umdunuz?...
Uykularınızı bölen çileli
kâbusların denetiminde ve gözetiminde geçirdiğiniz karanlık
gecelerin çetelesini tutamamanın ezikliği ve sorumluluğu altında,
kıymeti kendinden menkul zat-ı şahanelerden parasını son kuruşuna
kadar ödeyerek matematik kursu almayı mı planlamıştınız?..
Savruklaşan ve sığlaşan düşünce
dünyanıza çeki düzen vermek amacıyla elinizin altındaki çareleri
görmeyerek, yol yordam bilmez mürebbiyelerden terbiye almayı
düşünüp, üstüne üstlük bunu gönlünüze kabul ettirebilmenin
çarelerini ararken, çaresizliğin tam orta yerinde çöldeki kaktüs
misali dikenlerinizle baş başa mı kaldınız?..
O vakit elinizin altına
bakacaksınız…
O ana değin hiç farkına
varmadığınız ve sapı yer yer çözülmeye yüz tutmuş çalı
süpürgenizin kirli ve kopuk uçları ile bir çırpıda hasıraltı
ediverdiğiniz gönül güzelliğiniz oracıkta duruyor…
Evet tam da oracıkta, elinizin
altında, avuçlarınızdan tuzlu terleri yiye yiye büzüşmüş bir
vaziyette öylece kurtarılmayı ve size geri dönmeyi bekliyor…
Bekliyor zira onun kurtuluşu sizin
de kurtuluşunuz demek oluyor… O zaten sizin can kurtarıcınız
olmayı dört gözle beklemiş, sizin bunu fark etmenizi bekliyor
sadece…
Elinizin altına bakın…
Sakladığınız duygularınızı oracıktan kurtarın, gözlerinize aks
edecek parıltısının mutluluğunu yaşama fırsatını değerlendirin…
Yoksa, elimize yüklenerek
altındakini tek hamlede ezecek ve duygulara gem vurmaya devam mı
edeceğiz?...
Sevgi ve sağlıcakla kalın…
16 Kasım 2008
|
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
09 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
- KOYUNLUK BİZDE
KALSIN
- Küçükken anneannemden dinlerdik
hikâyeleri, o başka diyarlara göçüp gittikten sonra annemin
anlattıklarıyla büyümüştük… Çok kardeştik ya, kimi zaman
komşuların bizi kıskandığını da hissederdik ama bozuntuya
vermezdik… İşte dinlediğimiz o hikâyelerin hepsinde küçük küçük
dersler vardı… Dersimizi aldık mı, alamadık mı hala çözebilmiş
değildim… Ta ki ‘kurban bayramı’na kadar…
- Her şey ‘kurban bayramı’ gelişiyle
değişti… Anneannemin ve annemin anlattıklarını artık daha iyi
idrak eder oldum… Buna ‘pişmek’ de denebilir aslında… Hoş pişmek
deyince başka başka şeyler de işin içine giriyor ama bu
kastettiğim ‘zihnen pişmek’ durumu…
- İlk çocukluğumu hatırlıyorum da,
ne güzel hayallerle kandırmıştık kendimizi… Masmavi denizler,
göller; etrafını çevreleyen yemyeşil ormanlar, ormanların yanı
başında türlü türlü sebzelerin, meyvelerin yetiştiği bahçeler…
Hoplaya zıplaya oyunlar oynardık kardeşlerimle; bazen otlar
arasında bazen dere kenarında… Annemin bizi çağıran o tatlı sesi
de kulaklarımda çınlar hala…
- Şimdilerde büyümüşüz anlaşılan,
büyümüşüz ki artık ele avuca sığmayan bedenimizle süklüm püklüm
bir vaziyette kaderimizi bekliyoruz pazarlarda…
- Aslında çok üzülmüyorum bayramın
geldiğine…. Nasıl olsa gelecekti… Bu sene olmazsa gelecek sene
mutlaka piyango bize vuracaktı… O da olmadı ‘yaşı geldi bunun’
diyerek malum kaderimize doğru yol alacaktık nasıl olsa…
- Pazarcının nasırlı kalın
parmakları arasında gördüğüm şeyi ilk anneannemden öğrenmiştim…
‘Para’ diyordu insanlar buna… Hayatlarını devam ettirebilmek için
bundan kazanmaları gerekiyormuş… Yiyecek ve bilumum ihtiyaç
malzemelerini bununla temin ediyorlarmış… İnsanların ‘para’
dedikleri bu kağıt parçaları biz koyunlar için bir anlam ifade
etmiyor ama bizim yediğimiz samanları da bununla satın
alıyorlarmış…
- İşte yine bir bayram geldi dedi
kardeşim… O bayramı kendince eğlenecek bir şey sanıyordu hala…
Kardeşime isim de takmıştı bu insanoğlu… ‘Kınalı Kuzu’ diye
çağırıyorlardı… Kardeşim ismini filan bilmiyor esasında, sadece
tanıdık simalar olduğu için ‘ot’ verecekler diye koşup gidiyor… O
benim gibi değil… Aklını kullanmıyor hiç… Zaten kullansa ne olacak
ki, değil mi?... Bak ben kullanıyorum da ne oluyor… Sonumu
erteliyorum sadece… Eninde sonunda beni de götürecekler mezbahaya…
Şimdilik direniyorum… Sadece bu…
- İnsanlar bizi yemek için
besliyorlar ya, bunu ilk öğrendiğimde çok ağlamıştım… Annemin
teselli verici sözleri bile beni teskin etmeye yetmemişti de,
sahibimiz Ahmet Ağa beni doktora götürmüştü… Ben sürekli
hıçkırınca belki hastalığım vardır, diğer koyunlara
bulaştırmayayım diye götürmüş… Doktor diyorum ama, insanlar ona
‘baytar’ diyorlar… Hayvan doktoruymuş… Beni biraz inceledi… Sonra
Ahmet Ağa’ya bir ilaç verdi, o ilacı bir hafta bana içirdiler…
İğrenç bir tadı vardı; yediğim otlara, samanlara hiç benzemeyen
metalik bir tadı vardı o ilacın… İyi olmam için onu içmem
gerekiyormuş, her gün zorla içirdiler… Oysaki onların öksürük
sandığı şey benim ağlama nöbetlerim sırasındaki hıçkırıklarımdı…
- Arife günü dedikleri günde
kardeşimi iri yarı bir adam alıp gitti… Bizimki pek keyifliydi,
sanki güney sahillerine tatile gidiyordu ahmak… Başına gelecekleri
bir bilse, bilmem gitmek için bu kadar hevesli olur muydu?... Ben
yine ağladım o giderken… Ahmet Ağa bana yine o şeyden içirdi…
Annem sessiz sessiz duruyordu, belli ki için için ağlıyordu…
Annemin sütü bol olduğundan onu satmıyordu Ahmet Ağa… Her gün
sütünü sağıyorlardı… İnsanoğlu sütü çocuklarına içiriyormuş…
Kemiklerini geliştiriyor diye…
- Bahçeye çıktık… Ben sahibimizin
evinin içine girebilen yegane koyundum… Hastayım diye bana iyi
davranıyorlardı… O yüzden her yere girip çıkabiliyordum… İşte yine
böyle bir anda evin içine girdim… Ahmet Ağa koltuğuna oturmuş,
adına televizyon dedikleri şeye bakıyordu… Arada sırada kendi
kendine konuşuyordu…
- Yunanistan dedikleri bir yer
varmış… Orada ‘polis’ dedikleri bir görevli bir çocuğu öldürmüş,
bundan dolayı o ülkede yaşayan insanlar isyan etmişler… Her gün
sokaklarda toplanıp hükümet dedikleri şeyi protesto ediyorlarmış…
Ben bunları pek anlamam ama Ahmet Ağa söylenip duruyordu… “Bak
işte elin oğlu koyun değil ki, hemen hakkını arıyor, polise ve
devlete karşı hakkını savunuyor” deyip duruyordu…
- Hemen gidip anneme sordum; “Anne,
koyun olmak kötü bir şey mi, Ahmet Ağa habire ‘elin oğlu koyun
değil ki’ deyip duruyor” dedim… Annem gülümsedi… “Bu insanoğlu pek
ilginç bir yaratıktır evladım, işine geldi mi koyun gibi güdülür,
işine gelmedi mi aslan kesilir” dedi… Ben yine bir şey
anlamamıştım…
- Bir gün yine gizlice evin içine
girdim, Ahmet Ağa yine o televizyon dedikleri kutuya bakıp bakıp
gülüyordu… Kurban bayramında insanların ellerinden kaçırdığı
danalar sokaklarda koşuşturuyordu… Ama sadece danalar kaçmıştı…
Hemen anneme gittim… “Anne neden sadece danalar kaçıyor, koyunlar
hiç kaçmıyor?” dedim…
- Annem derin bir iç çekti… “Boşver
oğlum” dedi…
- “Eninde sonunda yakalanacaksın ve
boğazın keskin bir bıçakla kesilecek… Ne diye kaçıp kendini
yoracaksın… Sen düşünme bunları, boş ver KOYUNLUK BİZDE KALSIN”
dedi…
- Ben yine bir şey anlamamıştım…
|
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
10 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
- YANLIŞ HAYAT, DOĞRU SEZGİ; BEN DE VARIM
- Yıllardır hep kendimden şüphe
etmiş, benliğimden kuşkulanmış, arzularımdan tiksinmiş,
hayallerimden iğrenmiştim…
- Kendime dair bir projeksiyonun
ruhumda meydana getirdiği yansımaların hayatımdaki ‘kara tahta’lar
üzerine çiziktirilen üç beş harf benzeri çizgilerden ibaret
olduğundan zinhar kuşku duymamaya, her nefes alıp verişim ile
bedenime aldığımız sandığım oksijenin giderek kalbimi yakmaya
başladığına kani olmuştum…
- Gözlerimin gördüğü her nesnenin
aslında beynimin bana oynadığı lalettayin bir mizansenin kötü
karakterleri olduğuna inanmış, gözlerimin inanamadığı, retinamın
hayretlere gark olduğu görüntülerin de suyu çekilmiş beyin
kıvrımlarımın rejisörlüğünde kotarılmış kötü birer Fransız kopyası
film olduğuna kanaat ederek koroner damarlarımı serinletmiştim…
- Kulaklarımda uğuldayan nağmelerin
annemin küçükken söylediği ninniler olduğundan hareketle hala
gündemi yakalayamayan, müzik gıdasından zerre kadar haberi olmayan
Gıdasız Ruhumun sefillik içerisinde çırpınışlarını yeni bir beste
sanarak, kendimce katkıda bulunduğum müzik literatüründe listeye
ne zaman girebileceğim ümidiyle yaşadığım zannına kapılmışım…
- “Bir lisan bir insan” dediklerini
duyar gibi olduğumda yalnızca YARIM lisan konuşabiliyor olmanın
getirdiği amansız ve bir o kadar da ağır yükün, zavallı bedenim
tarafından nasıl taşınabileceğini kara kara düşünmeye başlamış,
Karadeniz’de gemileri batan her hangi biri gibi KARA düşünceler
içerisinde ağıma takılan hamsilerin bile farkına varmamışım…
- Bütün bu şartlar altında ve
koşullar üstünde hop hop zıplayarak, aldığım kalorileri yakabilme
pahasına en ağır sporları vücuduma reva gördüğüm kadar benliğime
ağır gelen her türlü iç hesaplaşmasından ‘kan revan’ olmuş düşünce
iklimlerimdeki yangınların sorumluluğundan da kaçmışım, hayret
kaçabilmişim… Üstelik hayat bana bir telefon kadar yakınken…
- İşte zalimlere taş çıkartırcasına,
onlara nispet edercesine icraatını yaptığım, ve icraatım
neticesinde kendime eziyet ve işkence etmedeki başarımı tam da
madalya ile taçlandıracakken iki çift satır ile aniden beynimdeki
şimşekleri dellendirmiş bulunmaktayım…
- Bugün okuduğum Berk Yüksel’e ait
yazının (http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=148265)
düşündürdükleri bunlar… “Bilmiyorum diyebilmek” isimli makalenin
ruhumda yarattığı depremlerdir titreşimini el yordamıyla
betimleyebildiğim…
- “Herhangi bir konuda aniden bir
şey sorarlarsa ne derim?” korkusuyla yaşamış durmuşum, bu korkunun
eseri olan ‘Sosyal Fobi’mi yenebilmek içinse elimi taşın altına
koymadan ‘taşı gediğe koyma’ merakına düçar olmuşum…
- İşte marifet değilmiş bilmek ve
dünyanın sonu değilmiş bilmemek… Bilmediğini bilmek ne kadar erdem
ise, bilmediğini bilmemek o kadar ahmaklık ve üstüne üstlük
bilmediği halde biliyor sandığı konuda atıp tutmak ise ahmaklık
kere ahmaklık…
- Kendime bir barış antlaşması
hazırladım… Şimdiye dek bir şey bilmiyorum diye dövünüp durduğum
her dakikanın anısına bir imza atacağım, ama bilmem ki sayfalar
yetecek mi?...
- Girdiğim her ortamda, hemen her konuda bilgi sahibi olup
saatlerce konuşabilen insanlar arasında duyduğum rahatsızlığın,
hissettiğim yalnızlığın, benliğimi sıkıştıran aşağılık
kompleksinin, “neden daha çok okumadın” diye hayıflanan ve sürekli
beni azarlayan üst benliğimin intikamını alıyorum…
- İntikam vaktidir, çünkü; bilmek
konuşmak değildir… Susmak belki bilmemekten kaynaklanıyor olabilir
ama her zaman bilmemek değildir… Susmak haddini bilmektir…
Susuyorsam haddimi bildiğimdendir… Konuşmuyorsam o konuya dair
söyleyeceklerimin olmadığından değil bildiğim onca şeye rağmen
konuşmaya değer bulmadığımdan ya da konuşarak vakit kaybetmenin
anlamsızlığındandır…
- Konuşamadığım için yazıyorum
zaten… Belki çok bilmişçe, belki küstahça, belki ukalaca
yazıyorum, ama yazıyorum… Belki bilgince, belki alimce, belki
zalimce yazıyorum, ama yazıyorum… Belki salakça, belki ahmakça,
belki delice yazıyorum, ama yazıyorum… Belki gaddarca, belki
şefkatle, belki de gereksizce yazıyorum, ama yazıyorum…
- Yazıyorum çünkü; konuşan binlerce
insan gibi havaya yazı yazmayı sevmiyorum.
- Yazıyorum çünkü; konuşarak
anlatamayacaklarımı anlatabiliyorum… Yazıyorum çünkü; düşünerek
yazıyorum… İşkembe-i kübradan sallanan konuşma metinleri gibi uçup
gitmiyor yazdıklarım… Her satırın bir anısı, her harfin bir hazzı
var yüreğimde… Ve düşüncemin ispatı…
- Yazıyorum, çünkü; konuşamıyorum…
Konuşamıyorum ama düşünüyorum… Öyleyse ben de varım…
- 14 Aralık 2008 Pazar
|
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
11 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
KALIPLARA LANET ETSEM
Birçok kişiden itirazlar gelecektir,
biliyorum. Bismillah daha bir şey okumadık, neye itiraz edeceğiz ki
diyenleriniz de olacaktır. Yazıyı okuyunca, hatta daha bitirmeden
içinizdeki itiraz meşaleleri tutuşacak, buram buram sitem dolu
dumanlar yükselte yükselte yanacaktır. Bildiğimi söylemekten şaşacak
değilim elbette. Bir nevi testi meselesi benim ki. Hani ben testi
kırılmadan önlemimi alayım da, sonra benden bulmayın.
Hayatımızda ne çok kalıp var, dikkat ettiniz mi?
Günlük koşuşturmaca içinde belki dikkat etmeye fırsat bile
bulamamışsınızdır. Öyle ya, sabah erkenden başlayan teknoloji
koşusu, akşamın geç saatlerine dek devam ediyor. Dijital saatin dıt
dıt sesleriyle uyanıyor, elektrikli su ısıtıcınızda ısıttığınız su
ile hazırladığınız hazır kahve ile uyanmaya çalışıyorsunuz. Ardından
cep telefonunuzu açıyorsunuz. Belki kiminiz gece boyunca cep
telefonunuzu açık tutuyor da olabilirsiniz. Kiminiz evden çıkmadan
televizyonu açarak günün önemli olayları hakkında fikir sahibi
olmaya çalıyorsunuz. Kiminiz de benim gibi sevdiğiniz radyoyu açarak
güne başlıyorsunuz. Sonra iş yerine yolculuk, iş yerinde sizi
bekleyen dosyalar, işler, yapılacaklar vesaire. Bir de bakmışsınız
öğle olmuş. Şanslı olanlar öğle yemeğini yedikten sonra işe devam
ediyor, iş temposu hızlı olanlarımız belki yemeğini bile yiyemiyor.
Aynı koşuşturmaca akşama dek devam ediyor…
Ülkenin gündemindeki meseleler, terör olayları,
üzücü ve can sıkıcı trafik keşmekeşliği, tatsız üçüncü sayfa
haberleri ve daha neler neler var ki bunlara değinmiyorum bile.
Akşam huzur içinde yemeğini yiyebilenlere ne mutlu…
Hani demiştim ya, hayatımızda ne çok kalıp var,
dikkat ettiniz mi? diye. Bu hengâmede dikkat edip bir de üstüne
fikir yürüttüyseniz tebrik etmek gerek. Naçizane ben de o tebrik
edilecekler tayfasından olduğumu düşünüyorum. En azından bu saydığım
pür telaş hayat çemberi içerisinde bu meseleye kafa yordum. Yormak
zorunda kaldım. Belki tembellikten, belki cimrilikten, bilemiyorum
Kalıp dedik, orda kaldık hep. Nedir bu kalıp? En
mühim olan bir kalıp bu aralarda herkesi telaşa veren, özel olduğu
kabul edilen bir gün işte. Sevgililer günü. Bilmeyenlere global
söylenişiyle; St.Valentine’s day. Yüzyıllar önce evlenmenin yasak
olduğu dönemde gizlice sevgilileri evlendiren bir papaz varmış. İsmi
Valentine olan bu papaz bir gün yakayı ele verince öldürülmüş. Tam
da 14 şubat gününde. Aradan geçen onca yıldan sonra günümüzde kutsal
sayılan günün hikayesi kısaca bu. İşin ekonomik boyutunun böyle bir
gün yaratılmasında etkisi nedir, onu da size bıraktım.
Rahmetli anneannem hayatta olsaydı ona kesinlikle
sorardım. Cevabını da biliyorum amma, yine de sorardım işte. Nur
içinde yatsın, rahmetli bir zamanlar (bir zamanlar dediysem ta 1980
li yılları kastediyorum) televizyona sırtını dönerdi, “şeytan işi
bu” derdi. İşte şimdi olsa da ona sorsam, yine aynı cevabı alırdım
kesinlikle. Tabi ben o kadar radikal düşünmüyorum, “şeytan işi”
deyip kestirip atacak değilim amma, içimde bir yerlerden yükselen
feryat, kalıplara da lanet olsun diyor işte.
Yanlış anlaşılmasın, sevgililer gününe bir
gıcıklığım söz konusu değil. St.Valentine’ne de hasımlığım yok.
Hatta keşke yılda bir gün değil de 361 gün sevgililer günü olsa.
(kalan 4 gün de kişiye özel kalsın artık) Benim kıllığım kalıplaşmış
şeylere. Kalıplara bayılıyoruz. Kalıplar içerisine saklanıyor ve
gerçekleri göz ardı ediyoruz. Kalıplarla yaşıyor, kalıplarla
düşünüyoruz. Bir yılda sevgiliyi hatırlatacak, ona güzel bir hediye
almayı sağlayacak, baş başa özel bir yemek planlatacak sadece bir
gün mü var Allah aşkına. Alışveriş çılgınlığından başka bir işe
yaramayan böylesi günlere neden her şeyimizle ve her yerimizle
bağlanıp kalıyoruz ki. Yılın 364 günü sevgiline hediye alma, “seni
seviyorum” deme, eee gelsin 14 Şubat, çiçekler böcekler lay lay lom…
Oldum olası özel günlere ısınamadım. Hadi evlilik
yıldönümü, doğum günü filan yine özel şeyler. En azından bizi direk
ilgilendiren bir anlamı var. Doğduğumuz ya da evlendiğimiz günün
özel yanı olabilir. Kişisel anlamda özel bir durumdur. Ya 14 şubat.
Bütün dünya hep birlikte sevgililerimizin gününü kutlayacağız. Diğer
yanda açlıktan ölenler, savaşlarda helak olanlar umurumuzda değil.
Koca dünya madem ortak bir noktada hemfikir olabiliyor da neden
insanlığı ilgilendiren diğer konularda hemfikir olamıyor. Ha bir de
sevgilisi olmayanlar var. Onlar ne yapacak? Belki 15 Şubat’ta bir
sevgilileri olacak ama kutlamayı kaçırmış olacaklar. Yazık değil mi
onlara?
Benim tuzum kuru demeyin. Tamam! Madem adettendir
özel günleri de kutlayın. Ama diğer günleri, kafalarına çuval
geçirip de dipsiz kuyulara atmayın. Sevgi özel günde verilecek bir
değer değildir. Bir güne indirgenen sevgi özel değildir. Özel
olmayan sevgi de sevgi değildir zaten.
Sevgilinizi sadece 14 Şubat’ta hatırlayamayacağınız,
yıl boyunca sevginin ve sevgilinin kıymetini bileceğiniz nice yıllar
diliyorum. Sevgiyle kalın…
|
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
|
|
|
12 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
YENİ YIL VE ESKİ DEFTERLER
Siyah beyaz televizyonlu yıllardan
kalma bir alışkanlık olsa gerek, her yılbaşı akşamında nedense bir
türlü vazgeçemediğim bir ritüelim var… Siz ona batıl inanç da
diyebilirsiniz… Az sonra söyleyeceğim…
“Nerede o eski bayramlar” dedirten
erozyondan nasibini almış bir kuşak temsilcisi olarak (buradan çok
yaşlı olduğum zannına kapılmayın, dipçik gibiyim daha) şimdilerde
bayram hüzünlerini anımsatan “nerede o eski yılbaşı akşamları”
diye hayıflanırken yakaladım kendimi…
Hakikaten de insanın kendini
“suçüstü” yakalaması, suçüstü yakalanmasından daha beter bir
durummuş… İnsan kendini böyle bir durumda yakaladığında ne
yapacağını şaşırıyor vesselam… Atsan atılmaz, satsan satılmaz,
çünkü kendi bedenin, kendi ruhun, kendi fikriyatın, kendi
hislerin…
O zaman en iyisi kendimden kısa
bir süre uzaklaşayım ve karşıdan şöyle bir kendimi süzeyim ve
nihai kararımı vereyim diye niyetlendim… Bir nevi kendi kendimin
“Anayasa Mahkemesi” olacaktım veya “Danıştay”ı yahut her ne
derseniz… Önce kendime dair delillerden işe başlamalıydım ancak o
konuda belirli bir eğitimim olmadığından “delil yetersizliğinden”
berat edeceğim ümidi hasıl oldu…
Ancak “demokrasilerde çare
tükenmez” demişlerdi ya ben de çareyi çabucak buluverdim… Eski
defterleri karıştıracak, eski kayıtlardan delil toplama eylemine
girişecektim… Evet, en iyisi böyle yapmak olmalıydı… Aksi takdirde
daha mahkeme başlamadan bitecek, “suçüstü” yakaladığım kendime
dair bir yaptırım uygulayamayan “kendim” üzüntüden helak olup
gidecekti…
İşte böyle kendimle uğraşan
kendime hangi yöntemi salık vereceğimi düşünedurayım, planlar
yapadurayım, öte yandan yaklaşan yılbaşı akşamı için de bir plan
hazırlamam gerektiği şu kış ortasında buzlanmaya meyilli sular
gibi suratıma suratıma çarpıyordu… “Yahu daha bu sabah yüzümü
yıkamamış mıydım, nedir bu soğuk işkence?”
İşe koyulma vaktidir diyerek,
dolapların karşısına karargâhımı kurdum, yanıma uzunca süre
yetecek kadar kahve, kraker, bonbon, kabak çekirdeği ve su almayı
da ihmal etmedim, ayrıca doğal gazın doğal olmaktan çıkması
nedeniyle bir adet battaniye almayı da asli görev sayarak görevimi
ifa ettim…
Şimdi sıra delil toplama eylemine
başlamaya gelmişti… İlkin okul zamanlarımdan kalan defterlerimi
bulmalıydım, zira oralarda bir yerlerde mutlaka yeni yıl
münasebetiyle yazılmış birkaç satır bulma ümidim saklıydı… Yine
eskiden her seferinde “günlük” yazma hevesiyle aldığım, birkaç
sayfadan sonra yazmayı unuttuğum “ajanda”lar da o dolaplardan
birinde bulunmayı bekliyor olabilirdi… Öyle ki hasretimden
prangayı falan bırakın hapishaneler eskitmiş olma ihtimalleri de
kuvvetliydi hani…
Aslında kısa bir süre düşününce bu
delil toplama eyleminin başarısız olabileceği aklıma düştü, zira
ben eskiden hiç yazmazdım ki… Evet, yazmayı zül addeder,
kompozisyon derslerinden hoşlanmaz, edebiyat derslerinde “Divan
Edebiyatı” şiirlerini tercüme etmekten hiç hazzetmezdim… Ayrıca
öğrencisi olduğum “Fen” şubesinin kalıplarını yumurtanın kabuğunu
kırıp başını çıkartan civciv gibi de kıramazdım… Tamam sanata dair
ilgisiz değildim, şiire ve yazıya da ilgim vardı, lakin o ağır
aksak kağnı misali ilerleyen, konu-konu işlenen ve ders programına
tabi olan o kitapları sevemedim işte… Müfredat haricine
çıkılamayan bir eğitim sistemi içerisinde ormanda yolunu kaybetmiş
“çaylak tilki” misali, kim ne tarafa işaret etse o tarafa yönelen,
kendi sapımızdan tutamayacak kadar kendimize uzak bırakılan bir
kuşaktık ne de olsa… (Şimdilerde bizim kuşağa “darbe kuşağı” da
diyen oluyor)
Hazır konuya girmişken oradan
devam edeyim bari… İşte o “kendi sapından tutamayan” ama herhangi
bir “baltaya sap” olması istenen kuşağın çocuklarından olduğumuz
için olsa gerek düşünce sistematiğimiz de aynı okuma kültürümüz
gibi ağır aksak ilerliyordu nitekim… Zaten dumur halindeki düşünce
sistemimiz (isterseniz “düşüncesiz sistemimiz” de diyebiliriz)
tamamen “fen ve matematik” üzerine yoğunlaştırılmaya çalışılarak
daha beter felç edilmiş, “edebiyat” dersleri olmasa da olur
alışkanlığına maruz bırakılarak değersizleştirilmiş ve öyle
algılanmasına sebep olunmuştu… Matematiği bilen adamın “mantık”
dersiyle ne alakası olabilir ki, “fizik” kitabını yalamış yutmuş
üstüne bir de soda içmiş gencin “felsefe” dersini almasına ne
gerek var ki düşüncesinden olsa gerek, “felsefe ve mantık” dersi
de gereksiz kategorisine alınarak diskalifiye edilmişti…
“Kimya ve biyoloji” dersleri savaş
taktiğinin önemli bir parçası bellenmiş, girilecek üniversite
seçme sınavında bizi kurtaracak can yelekleri olarak nam
salmışlardı ya, o vakit “sosyoloji” gibi ne idüğü belirsiz bir
dersin okutulması da elzem değildi demek… Sosyoloji okuyup da
sosyolog mu olacaktık nasıl olsa… Ahanda bakın işte sosyologlar
bir araştırma yapıyorlar da bir küfür yemedikleri kalıyor…
Resim ve müzik dersleri de “el
emeği göz nuru” hazırlık testleri ile yavanlaştırılmış, “sol
anahtarı” evrim geçirerek “cevap anahtarı” halini almış, masa
üzerine koyulan bir vazonun resmi defalarca çizilmeye çalışılmış
ama her defasında ders bitmişti…
İşte kısaca anlattığım şahsi/öz/hakiki hikayemde de gördüğünüz
üzere geçmişimde yazmaya özendirecek, yazıp bir kenara saklamayı
adet haline getirecek, “yazayım da ilerde lazım olur” düşüncesiyle
arşiv oluşturmayı sağlayacak bir çocukluk/gençlik geçirmemişim… O
halde dolabın karşısındaki karargahımda kabak çekirdeği yiyerek
eski defter arama girişimimin hüsranla sonuçlanacağını siz bile
kestirebildiniz… Ben yine de ümitliydim… Bir süre sonra azık
olarak yanıma aldığım yiyecekler tükenince gerçeğe aydım ve aymaz
olaydım… Ne yazık ki eskiye dair yazılı bir “delil”
bulamayacaktım…
O zaman bu delil toplama olayını
başka türlü halletmek gerekecek… Nasıl olsa dolaplardan eli boş
döneceğim hiç olmazsa yorulmayayım, akılsız başımın cezasını başka
yerlerim çekmesin… Bu arada girişte belirttiğim “ritüel”ime de
geleceğim, lakin bana ayrılan sürenin sonuna geldik… Demek ki bir
sonraki yazıda kaldığım yerden devam edeceğim…
29 Aralık 2008 Pazartesi
|
|
|
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
|
|
|
13 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
YENİ YIL VE ESKİ
DEFTERLER-2 |
Her yılbaşı akşamında musallat
olan ve bir türlü vazgeçemediğim ritüelimden bahis açmış ve konuyu
dallandıra budaklandıra ve belki de ballandıra ballandıra
anlatmaya başlamıştım…
Her zaman olduğu gibi yine araya
ufak tefek de olsa yan konular girmiş, yan konuları derinlemesine
irdeleyemeden ve en mühimi de esas konuya bir türlü giremeden
yazıyı bitirmiştim… İşte kaldığım yerden devam ediyorum… Bu defa
bitirmeye gayret edeceğim, söz…
Aslında mevzu bahis olan ritüel
olsa da, bir nevi şahsi yıl sonu hesaplaşması gibi de
algılayabilirsiniz yazdıklarımı… Çünkü yazdıklarım daha çok o
minvalde yani “kişinin kendiyle hesaplaşması” mahiyetinde vuku
buluyor… Zaten bir çok yazımı da kişisel iç dökümüm gibi görüyor
ve o rahatlıkta yazıyorum… Aksi halde samimiyetsiz ve gerçeğe uzak
yazılar ortaya çıkar…
Bence herkes yılbaşı akşamları
sadece deli danalar gibi oynayarak, yiyerek, içerek vakit
öldüreceğine bir miktar, çok değil, mebzul miktarda iç
hesaplaşmasına gitmeli, bir nevi yıl sonu hesap dökümünü yapmalı
ve bu temel üzerine yeni yılda izleyeceği yolları
değerlendirmelidir… Tamamen şahsi bir düşünce ve öneridir… Yoksa
eğlenmeye karşı olduğum filan yok… Aksine ben de az önce bahsini
ettiğim türde yiyecek ve içeceğim, üstüne bir de deli danalar gibi
oynayacağım… Zira bütün yıl bedenime toplanan negatif enerjiyi bir
şekilde atmam, üçyüzaltmışbeş gün boyunca biriktirdiğim stresli
kurtlarımı kızgın kumlardan serin ve derin sulara dökmem lazım…
İşte bir yıl boyunca bedenimde ve
ruhumda birikmiş, dökülmeyi bekleyen kurtlarımı dökebilmem için ve
hatta eski yıllarda kıyıda köşede tutunmayı başarmış “eski”
kurtları da alaşağı edebilmem için dört başı mamur bir yılbaşı
programı hazırlamalı, buna uygun bir ortam oluşturmalı ve
öngördüklerimi eksiksiz yapabilmeliyim…
Tabi bunu yapabilmek “güven,
özveri ve tecrübe” istediği kadar aynı zamanda “güzel, özel ve
tedarikli” bir plan da istiyor… Her ne kadar hariçten “gazel, öğüt
ve terane” söyleyecekler olsa da dostlar arasında mutlaka
“gayretli, özenli ve teyakkuz halinde” şahsıma yardım eli
uzatacaklar da mevcuttur hamdolsun… İşte bunun rahatlığından olsa
gerek şimdilik hesaplaşmaya devam ediyor ve plan yapmayı bir
müddet daha erteliyorum…
Nerede kalmıştım diye kendime
soruyorum, ama malum kendimle bir hesaplaşmam var ya, kendim
kendime nerede kaldığım konusunda belki yanlış bilgi ve beyanda
bulunur diye sayfanın üst taraflarına ve önceki yazıya göz
atıyorum…
Evet, “suçüstü” yaptığım kendimle ilgili delillerde kalmıştım…
Malum yazılı bir delil arama çalışmaları daha başlamadan bitmek
zorunda kaldı ve maalesef yazılı olmayan delillerden
yararlanacağım…
Şimdi kafamda o eski yıllara bir
yolculuğa çıkıyorum… Zira kendimi “nerede o eski yılbaşı
akşamları” diye hayıflanırken yakalamıştım, bakalım neredelermiş…
Siyah beyaz televizyonumuzda henüz
günün yayını başlamamışken “dıııııt” sesiyle birlikte ekranda
gördüğümüz siyah beyaz enine ve boyuna çubuklu, içinde saat olan,
televizyon görüntü netliğinin ayarlanmasına yardımcı olduğunu
düşündüğüm ve şimdilerde sadece TRT-4 yayını bittiğinde
görebildiğim görüntüyü hatırıma getirdim… Televizyonun yayına
başlamasını kardeşimle birlikte dört gözle beklerken, akşam yemeği
hazırlıkları yapan annemin “daha açılmadan karşısına geçip
oturdunuz, ne anlayacaksınız bundan” şeklindeki homurdanmasına
aldırış etmeden, suratlarımızdaki tarifsiz heyecanın resmini nasıl
anlatayım ki size?…
Hele ki televizyon açıldıktan
sonra, İstiklal Marşı’nın ruhumuzda yarattığı “zafer” depreminin
içimize salınan coşkusunun, kişiliğimizdeki ve benliğimizdeki
devinimlere katkısını nasıl izah edeyim?…
Reklamlar da dahil olmak üzere
televizyonda çıkan her şeyi mutlaka görmeliyiz içgüdüsüyle
donanmış arzu dolu iç sesimiz “bu uğurda gerekirse altınıza da
yapabilirsiniz” telkinlerini kulaklarımıza fısıldayadursun;
sobanın yanında her daim hazır bulunan ve annemin hünerli eline
geçtiğinde popolarımıza kırbaç gibi inecek olan maşanın o soğuk
görüntüsünün korkusuna ne yazık ki söz dinletecek bir “içgüdü”
sesi yoktu… O yüzden birimiz tuvaletteyken televizyonda olup
bitenleri diğerimiz en ince ayrıntısına kadar anlatıyor, böylece
havsalamızda eksik raf kalmıyordu…
İşte bu şerait altında bir de
yılbaşı akşamlarını düşünebiliyor musunuz? Yılbaşı demek;
kesintisiz saatlerce yayın demekti, yılbaşı demek; bir sürü
şarkıcıyı ardı ardına dinleyebilmek demekti, yılbaşı demek;
annemin “haydi yatın artık, geç oldu” diye bize tasallut etmemesi
demekti, yılbaşı demek; ağabeyimin “akşam yatmıyorsunuz, sabah
kalkmıyorsunuz, hadi yatağa!” diye bağırıp çığırmaması demekti
bizim için…
Evet o yılbaşı akşamı “Olacak O Kadar, Güler misin Ağlar
mısın” başta olmak üzere türlü türlü parodileri hem de bir hafta
beklemeden doya doya izlemek serbestti… Bütün bir yıl boyunca bir
arada göremediğimiz her türlü kuruyemişten tıka basa yiyebilmek
demekti… Tabi birde “gelsin koka-kola” sloganını söyleye söyleye,
arada bir geğirerek kola içmekti…
Tombalanın ayrı zevki vardı, Milli Piyango’nun ayrı…
Büyüklerimiz gece 12’yi dört gözle beklerdi belki ama o zamanlar
daha küçük olduğumuzdan “dansöz” zevkinden mahrumduk… “Küçüktüm
ufacıktım/Top oynadım acıktım” şeklinde gayet masumane zevklerimiz
vardı… Zaten en büyük zevkimiz var olanlarla mutlu olabilmekti…
Daha doğrusu öyleymiş… Şimdi daha iyi anlıyorum…
İşte ta o zamanlardan beri bir
ritüelim var ki bir türlü vazgeçemedim… Anlattığım bütün bu
detaylar şimdi değişti; eğlenceler farklılaştı, mutluluk kavramı
nadide pozisyonlara devindi, televizyonlarda zaten her akşam
“yılbaşı” mönüsü verilir oldu, şarkıcı-türkücü desen gırla,
kuruyemiş hakgetire… Ama o ritüel hala bırakmadı beni… Ve korkarım
ki bırakmayacak, zira bana ayrılan süre yine bitti… Zaten ben “Bu
defa bitirmeye gayret edeceğim, söz…” demiştim, yani bitireceğim,
söz dememiştim… Ne demişler, büyük lokma ye, büyük konuşma… Devam
edeceğim…
30 Aralık 2008 Salı
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
|
|
|
14 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
YENİ YIL ŞARKISI (ÜÇLEMENİN SONU)
Bundan önceki iki yazıda anlatmayı
beceremediğim, daha doğrusu araya giren ufak hikâyeler ve detaylar
nedeniyle bir türlü sırasının gelmediği; yılbaşına ait şahsi
“ritüel”imi anlatma çabalarım tam gaz devam ediyor, durmak yok,
yazmaya devam… Ritüele dair üçlemenin son yazısını okuyorsunuz…
Bu kez meramımı ikinci paragrafta
çarçabuk deyivereyim de bu işkence bitsin diye düşündüm… İşkence
dediysem, “bana dair” bir işkenceden söz etmiyorum, size verdiğim
rahatsızlıktan ötürü duyduğum hicaptan ve çektiğiniz işkenceden
bahsediyorum… Hatta öyle ki yazının başlığını “Çevreye verdiğim
rahatsızlıktan ötürü içimdeki ben ve dışarıdan görünen öteki ben
adına özür dilerim” diye değiştirecektim de, bu kadar uzun yazı
başlığı daha çok işkence suçu teşkil eder diye çekindim…
E malum zaten kendimle hesaplaşma
derdindeyim, bir yandan geçmişe dair delil toplayacağım diye
yırtınıyorum, öte yandan meramımı nasıl anlatacağım diye göbeğimi
çatlatıyorum… Üstüne bir de “işkence” mağduru olmayın diye
çalışıyorum işte, kıymeti bilin yani…
Efendim, çocukluğumda nereden
duydumsa, yılbaşı akşamına dair bir batıl inanç geliştirmişim…
Şimdilerde düşününce sanki yengem söylemiş gibi geliyor… Farz
edelim ki o söylemiş; dedi ki: “yeni yıla nasıl girersen, bir yıl
boyunca hep onu yaparsın”… Yani demek istemişti ki; saatler giden
yılın son saniyelerini gösterirken, o anda yapmakta olduğun eylem
her ne ise, gelen yeni yılda da en çok o eylemi yapacaksın…
Çocuk aklı işte… Ben de o zamanlar
bunu gerçek sandım, hatta yalnız ben değil, benden 3 yaş küçük
erkek kardeşim de aynı düşünceye sahipti… İkimiz de o andan
itibaren yılbaşı akşamlarına ayrı bir ihtimam göstermeye başladık…
Öyle ki günler evvelinden yeni yıla “ne yaparken” gireceğimize
dair planlar bile hazırladığımız olmuştu…
Çocukluğumuzda şimdiki gibi her
şeyden bol bol bulunmazdı tabi, mesela çikolata nadiren
alabildiğimiz enfes bir gıdaydı bizim için ya da muz öyle her
mevsim elimizin altında olmayan hatta pazarlarımızda bile arada
bir satılan bir meyveydi… İşte buna benzer “nadide gıda maddeleri”
ile ilgili planlarımız olurdu… Bir seferinde muzlarımızı
hazırladık ve saatler tam 12 ‘yi gösterdiği anda yemeye
başlamıştık, kıt aklımızla yeni yıl boyunca her istediğimizde
“muz” yiyebileceğimizi düşünmüştük işte… Diyelim ki o yıl
beklediğimiz gibi hep muz yiyemedik, asla vazgeçmezdik, ertesi
senelerde başka bir “nadide gıda maddesi” ile deneyimize devam
ederdik… Çikolata, kola, Antep fıstığı gibi az bulunan gıda
maddeleri ile yılmadan yıllarca deneyleri yani bir anlamda
“araştırmacı/didikleyici/şansa bırakmayıcı” kişiliğimizi
sürdürdük… Hiç akıllanmadık… Nitekim balık hafızalı olacağımız o
zamandan belliymiş…
Tabi bu işin “yeme ve içme”
boyutu… Bir de bu ritüel nedeniyle içimizi kaplayan, zaman zaman
kabus olup rüyalarımıza giren kötü olasılıklar da vardı… Bir
defasında 39 derece ateşle yattığımı bilirim, hasta olduğuma değil
de, yeni yıla hasta girdiğime üzülmüş, bütün yıl boyunca hep hasta
olup yatacağım diye korkmuştum… Öyle mi oldu bilmiyorum… Çünkü o
kısımlar hafızamdan silinmiş…
Yine buna benzer olası bir kötü
senaryo da kardeşimin aklına gelmişti… “Ya tam yeni yıla girerken
tuvaletim gelirse” fikrini beyan ederek benim aklıma da korkutucu
ve bir o kadar da ürkütücü o kötü olasılığı sokmuş oldu… Haydı
bakalım, günlerce içim içimi kemirdi, kemirilmekten içim boşaldı,
en nihayet yılbaşı akşamı geldiğinde ben bir müddet hiçbir şey
yemeden ve içmeden beklemeye koyulmuştum…
Ailecek geçirilen o yılbaşı
akşamında sofrada neler neler yoktu ki… Her türlü meze (büyükler
için), her çeşit meyve ve kuruyemiş, gazoz, kola, patlamış mısır
vesaire… Gel de yeme bakalım… En fazla 1 saat direnebildim, “aman
be, gelirse gelir, ben de biraz sıkarım dişimi” diyerek yemeye
koyuldum… Saatin yelkovanı yeni yılın ilk dakikalarına doğru yol
aldıkça beni iyiden iyiye bir anksiyete sardı… Panik atak geçirdim
adeta… Gerçekten de kâbuslar görerek yeni yıla girdim, güya yeni
yıla “iyi bir şey” yaparak gireyim de bütün yıl o “iyi şey” ile
meşgul olayım diye düşünürken, yeni yıla tuvalet korkusu
içerisinde girmiştim… Herkes o yıl bir yıl yaşlanırken sanırım ben
3 yaş birden büyümüştüm…
İşte
ta o yıllardan beri her yılbaşı, çocukluğumdaki kadar olmasa da
yine mebzul miktarda bir dürtü ve içgüdü ile o hissi yaşar oldum…
Tabi büyüdükçe o yıllardaki deneyleri yapmaz oldum ama içten içe
bu ritüelin beni kemirmeye devam ettiğini hissediyordum…
Büyümüş halimle yeni yıla muz yiyerek girecek halim yok ya…
Büyüdükten hele ki delikanlılığa eriştikten sonra yıl boyunca
yapmak isteyeceğiniz şeyin şekli de değişiyor meali de… Örneğin
üniversite yıllarında o saatlerde ders çalışmamaya özen
gösterirdim ki sene boyunca çalışmak zorunda kalmayayım… Ne yani
“yıl boyunca yapmak isteyeceğiniz şeyin şekli de değişiyor”
deyince başka bir “şey” mi yazacağımı düşündünüz, aşk olsun… Haydi
ufacık bir örnekle geçiştireyim bari; o zamanlarda eğer sevgilim
varsa ki çok olmadı, yeni yıla onunla sarmaş dolaş girmeyi istedim
hep… Böylece yıl boyu hep sarmaş dolaş oluruz diye bekledim…
Tabi yaş kemale erme noktasına
yaklaşınca da işler değişiyor… (Başbakanımız gibi “nokta” vurgusu
yaptım, fark ettiniz mi?) Ne çocukluktaki o saflık kalıyor ortada,
ne gençlikteki deli-kanlılık… Ne çocukluğa dair absürd istek ve
beklentiler kaplıyor içinizi ne de gençliğinizdeki sarmaş dolaş,
ye-iç-eğlen doktrini… Yolun yarısını bir çırpıda devirdiğinizi
arkanıza dönüp anladığınızda artık yeni yılları eskisi kadar
istemediğiniz fark ediyorsunuz… Zira yeni yıl demek; bir yıl daha
yaşlanmak demek, yeni yıl demek; ruhunuzda esen deli yellerin
yerini sakin meltemlerin alması demek…
Elbette eş-dost bir araya gelip
yine eğlenebiliyoruz, kimi zaman nezih bir ortamda, kimi zaman da
eğlenceli bir mekanda yeni yılı karşılıyoruz ancak
çocukluğumuzdaki o damak tadını bulabiliyor muyuz, bilmem?... Hani
ne bileyim bu yıl ekran karşısına yerleşip, önüme türlü çerezleri
dizip, TRT kanalını açsam, akşamüstü yemek vakitlerinde çıkan
“Çocuk Korosu”ndan “Yeni Yıl Şarkısı”nı dinlesem, nasıl olur
acaba…
Hatırlarsanız şöyle bir şarkıydı;
Yeni yıl, yeni yıl, yeni yıl, yeni
yıl
Bizlere kutlu olsun
Yeni yıl, yeni yıl, yeni yıl, yeni yıl
Sizlere mutlu olsun
İsteyene linkini de vereyim;
http://www.dersimiz.com/sarkilar/sarki.asp?id=32
Ya bırak bu çocuk işlerini adam gibi bir öneri yap diyenlere
de alternatif bir başka ilişim (link) veriyorum; http://www.yonkis.com/mediaflash/reverse.htm
Bundan iyisi, Şam’da kayısı…
Yeni yılınız kutlu olsun…
31 Aralık 2008 Çarşamba
|
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
15 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
TEHLİKE’NİN
FARKINDA MISINIZ? |
- Kan kusup kızılcık şerbeti içtim
dercesine bir gizlilik içerisindeymişiz gibime geliyor. Veya “Bana
dokunmayan yılan bin yaşasın”cılıkla meşguliyeti seviyor gibiyiz…
- Ve fark etmediğimiz, bizi de
yakından ilgilendiren ve hatta bizzat içerisinde bile
bulunabileceğimiz kaotik bir dönemin figüranlığını yaparak, dönen
çarklara katkıda bulunduğumuzun farkında da değiliz sanki…
- Hızlı yaşa genç öl, cesedine
yakışıklı desinler “çakma atasözü”nden hareketle hızlı yaşamayı ve
hızlı yaşam içerisinde yavaşlıkların farkına varamamayı dert edinmiş
halimiz de yok…
- Zamanı da tıpkı her değerli
varlığımız gibi, hızlıca tüketmekten çekinmiyor; bilakis daha da
hızlı akışına yardım etmeye de gayret ediyor izlenimindeyim…
- Siyasetin gündemine düşen bombaların
yarattığı pür telaş tellallarının dem vurdukları noktalardan
nazarımızı alamayıp, kulaklarımızın dibinde çalan borazanlardan
bihaber yaşamanın hafifliğindeyiz olsa gerek…
- Futbolun artistliklerinden hareketle
kurduğumuz pembe hayal dünyasında gerçeğe gözümüzü kapatarak,
gündelik hayatımızın çalımları arasında kıvrıla kıvrıla belimizin
bükülmekte olduğunu anladığımızda, yana yakıla doktor arayacağımızın
ayırdında da değilmişiz…
- Bel çevremizde biriken yağlarla
birlikte, basenlerimizde zuhur eden selülit dedikleri portakal
kabuğumsulaşmış cildimizin görüntüsüne kafayı taktığımız kadar,
ruhumuzun köşelerinde yağ bağlamış, hantallaşmış fikir çarklarımıza
alaka gösterebilsek…
- Uykularımızı bölen karın
ağrılarından mustarip olduğumuz gecelerin hıncını çıkarttığımız
tatil gece yarılarındaki gibi, eğlencelik halimizin en saf
çocuksuluğundaki tavrımızı, kalbimizin paslanmış damarlarındaki
sevgi tomurcuklarını canlandırmak için de takınabilsek…
- Musikinin icrasında gösterdiğimiz
itinayı, içeriğindeki değerlerde de gösterebilsek ve nağmelerin bizi
götürdüğü yerlerden sevgi adına yanmışlıklarla birlikte geri
dönebilsek…
- Gündemin işgalinden yüreğimi
kurtarabildiğim bir saflık anımda soruyorum; çok hızlı gittiğimizin
farkında mısınız? Farkında mısınız içinde bulunduğumuz acımasız
cenderenin?
- Farkında mısınız; etrafımızda
cereyan eden bir çok olayın, bizi biz eden değerlerimizden, öyle
yavaş yavaş da değil, hızlıca uzaklaştırdığının?…
- Farkında mısınız; teknolojik
yaşamanın duygularımızı körelttiğinin, hassasiyetlerimizi
değiştirdiğinin?...
- Farkında mısınız; insani
değerlerimize gereken önemi vermezken, asla bizim olmayacak
değerlere sahip çıkmaya çalıştığımızın?...
- Ve farkında mısınız; bütün bunların
bizi yavaş yavaş bitirdiğinin…
- Tehlikenin farkında mısınız?
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
16 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
HAYAT BAZEN |
Hayat bazen bitmeyecekmiş gibi
geliyor. Sanki yıllar ucu ucuna eklenmiş ve her bir geçen tekrar
sıraya girerek zincirin kopmasına izin vermiyormuş gibi. Kimi
zaman da bir anda bitiverecekmiş gibi.. Bir nehrin kıvrıla
kıvrıla gidip denize dökülüvermesi gibi... Bir kuşun
kilometrelerce kanat çırpışından sonra inivermesi gibi...
Ve bazen acımasız geliyor hayat.
Gaddar bir babanın evladını doğraması gibi lime lime ediyor
sanki yaşayanları. Bir karabulut gibi semalarda dolanırken
birden öfkesini kusuyor bardaktan boşanırcasına... Fitili
ateşlenmiş bir dinamit gibi patlayıveriyor avuçlarında...
Taşıdığı ağırlıktan yorulmuş bir urgan gibi kopuveriyor...
Kimi zaman bitmez tükenmez sevinç oluveriyor. Rüzgarın ahengine
kendini bırakmış bir uçurtma gibi süzülerek semalarda...
Annesini emmiş bir bebeğin yüzündeki mutluluk gibi coşkun...
Yağmurdan sonra çıkmış bir gökkuşağı gibi rengarenk...
Hayat eşit davranmıyor herkese. Kimine az verirken kimine
vermedeki ölçüsü bozulmuş. Kimine can veriyor, kimine canan,
kimine kan veriyor, kimine gözyaşı, kimine vermede cimri bir
kase aşı... Öyle bir düzen ki kurulan; kimi vuran, kimi
vurulan...
Her şeye rağmen, acısına,
düzensizliğine, sefaletine rağmen, yine de yaşanır işte. Yaşamak
için türlü türlü sebepler var ki, yaşanır olmuş. Dalga dalga
eserken dışarda fırtınalar, sükunet içindeki yüreğin dinginliği
yoksa nereden gelecek. Yoksa nereden tutacak, tutunacak; bütün
dallar yağlanmış, urganlar kertilmiş, tutamaçlar
koparılmışken...
Bir fidan gibidir sevgi, aşk,
sevda.. Bir fidandır evet, ama önce bir tohumdur. İlk bakışma
ile tutuşur meşalesi tohumun. Gönülden gönüle giden bakışlardır
gözlerden geçerek meşalenin ateşini yakan. Su alır topraktan,
hava gelir incecik gözeneklerden. Bir tohumdur henüz ama meşale
tutuşmuştur artık, yavaş yavaş büyüyecektir artık. Gözlerin
gücüyle sulanır, yüreğin sesinden oksijen alır. Toprağı gönüldür
işte. Bereketlisi de olur bereketsizi de. Her tohum her toprakta
yeşermez ya, ondan. Yavaş yavaş gelişmektedir tohumcuk. Filiz
vermiştir. Başını uzatmıştır etrafa. Neredeyim dercesine
bakınır. Sonra gözlerini açar sıcak ve güneşli bir dünyaya...
Şaşkındır önce. Bildiği ama kısa bir süreliğine de olsa unuttuğu
yere gözlerini açmıştır çünkü. Coşkuludur. Belki çok kısa belki
çok uzun kalacağı bir dünyadadır artık. Kısa da olsa uzun da
olsa orada bulunmak güzeldir düşüncesine göre. Hala suyunu
topraktan alacak olsa da artık hava almak için toprak
gözeneklerine muhtaç değildir. Daha hızlı büyüyebilecek, daha
çok oksijen alabilecektir artık. Çünkü oksijen yürektir, yüreğin
sesidir. Ama bir o kadar da korumasızdır şimdi. Topraktaki
güvenlik yoktur şimdi. Etrafını saran, onu koruyan toprağı
aşağıda kalmıştır. Şimdi o yağmurlara, fırtınalara açıktır. Bir
ayak gelip ezebilir, bir koyun gelip koparabilir belki de.
Hâlbuki yeryüzündeki en zararsız hayvandır koyun. Ama onun için
değil. Onun için en zararsızlar en zararlı olabilir. Fakat o
hiçbir şey bilmez, hiçbirini tanımaz. Yaşadıkça öğrenecektir.
Öğrendikçe yaşayacak......ya da......ölecek. Hayat belki çok
kısa olacak ona; bir saniye, hatta daha da kısa, belki de çok
uzun olacaktır bir ömür hatta bir asır. Kim bilir? Kim
bilebilir? Hayat yaşadıkça farkında olunan bir şey değil midir
zaten. O da yaşadıkça fark edecektir sadece. Fark etmediği zaman
zaten hayatta olmayacaktır ... Bir süre dayanabilirse güçlüklere
belki de güçlenecek ve daha da dayanıklı olacaktır. En hassas
zamanıdır şimdi onun. Bir filiz iken önce fidan olacak sonra da
ağaç olacaktır. Ama o zaman kadar kim bilir ne badireler
atlatacaktır... ya da atlatamayacak. Ah bir büyüse. Ah bir
güçlense. İşte o vakit en sert fırtınalara karşı koyabilecek, en
güçlü hayvanlarla baş edebilecek, en acımasız katillere göğüs
gerebilecektir. Hayatını sürdürme şansı daha fazla olacaktır
artık.... Ama işte bütün mesele büyümekte değil mi zaten.
Büyümek ve güçlenmek. Hiç kolay değil ki. O kadar badireleri
atlatıp güçlü bir ağaç olabilmek ve en nihayet bir ömür boyu
varlığını sürdürebilmek. Ve "çınar gibi ayakta öldü" sözüne
uygun veda edebilmek.... Ama belki de çok kolaydır kim bilir?
Kim bilir ki kolayın ya da zorun ne olduğunu? Kime göre kolay
kime göre zor? Neye göre kolay neye göre zor? Kim bilir? Kim
bilebilir? Kimin bildiği doğrudur?
Hayat bazen kolaydır, bazen de
zor. Kime göre kolay, kime göre zor? Neye göre kolay? Neye göre
zor?....
|
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
17 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
GECE TERÖRÜ
Yorgun geçen bir günün
ardından ılık bir duş alıp uzandığınız yatakta gözleriniz
ağırlaştıkça... Parmak uçlarınızdan başlayarak bütün
vücudunuzu adım adım kaplayan yorgunluğun taa kemik iliğinize
kadar işlediğini hissettikçe... Her biri birer ton ağırlığında
gelen gözkapaklarınızı yummadan tavandaki çizgileri saymaya
çalıştığınızda... Üzerinize aldığınız yorganın kenar
işlemelerinde gezen parmaklarınızı hissetmemeye
başladığınızda... Ve uyuşan beyninize hükmedememeye
başladığınızda, zihninizi dolduran aşk damlacıklarının
beyninizin bir bölümünden bir bölümüne uçuşuna tanık oldunuz
mu?
Hayatınızda hiç tanımadığınız
yüzlerle haşır neşir olurken, bedeninizi hissetmeden
istediğiniz her anda ayaklarınızı yerden keserek uçabilirken,
susuzluktan diliniz damağınız kuruduğunda birdenbire önünüzde
nehirler akmaya başlarken, sonra hiç bilmediğiniz bir yerde
kendinizi buluverdiğiniz rüyanızdan kalbinizin çarpıntısıyla
uyandığınızda; alnınızdan akan terleri silmek için peçeteye
uzandığınızda yatağınızın bir yanının boş olduğunu görerek
gerçeğe aydınız mı?
Sırılsıklam terle uyandığınız
da sizi sakinleştirecek bir sevgilinin o anda yanınızda
olmadığını bilmenin dayanılmaz acısını yaşadınız mı?...
Belki sizden çok uzaklarda bir
başına uyuyan sevgilinizi düşlediniz, belki de hiç olmayan
sevgilinin hayalini düşündünüz... Oysaki bir zamanlar elinizi
uzatıverdiğinizde sıcacık bir ele rastlıyor, içinizi dolduran
huzuru ve dinginliği doyasıya yaşayarak yeniden tatlı uykunuza
dalıyordunuz.
Gece terörünün hangi gece
başlayacağınızı bilememek sizin suçunuz değil elbette. Hangi
gün, hangi soğuk gecede sizi bombalayacağını da bilemezsiniz.
Kaç gecenizi parçalayacak, kaç hayalinizi çalacak, kaç
mutluluğunuzu örseleyecek hesap edemezsiniz.
En umulmadık zamanlarda
kapınızı çalacağı aşikardır.
Tan yeri ağarana dek sürecek
bahtsızlığınız, ama bitmeyecek. Belki sizi meşgul eden günlük
yaşantınızın ayrıntılarında unutacaksınız. Ama bir başınıza
kaldığınızda yeniden hortlayacak. Ve en dingin zamanınızda,
gecenizde misafiriniz olacak. Gecenize damgasını vurmakla
kalmayacak, gözlerinizdeki ışıltıyı söndürecek. Sabaha dair
beslediğiniz ümitlerinizin heyecanını azaltacak, hevesinize
limon sıkacak...
O zaman ne yapmalısınız? Ne
yapmalıyız?...
Gece teröründen uzak
yaşantınızda onu size getirecek herşeyden olabildiğince
uzaklaşmak gerekecek. Ya yaşadığınız aşk vurgunlarından uzanıp
küstürdüğünüz sevgi meleklerinizle yeniden barış imzalayacak,
ya da elinizde var olanların kıymetini bileceksiniz.
Yokluk yaşanmadan varlığın
kıymetini anlayamamak galiba en zayıf yanımız. O zaman
kaybetmeden kıymet bilmeyi öğrenmemiz gerekmiyor mu?
Gece terörü
rüyalarımıza,hayallerimize sirayet etmeden güvenlik
önlemlerini arttırmamız gerekmiyor mu?
Gecenin bir vakti o "bomba"
patladığında vakit geçmiş olabilir... Aman dikkat!
|
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
18 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
AŞK VARSA BEN DE VARIM
İnsanoğlu var olduğundan beri
aşk ile iç içedir. Konuşmanın olmadığı ilkçağ dönemlerinde dahi
gözlerdeki ışıltılarla iletişim kurmuş insanoğlu. Tabi o
zamanlarda belki sevgi sözcükleri yoktu. “Seni seviyorum aşkım”
diyemiyordu insanoğlu. Evet belki diliyle bunu belirtemiyordu
ancak bakışlarıyla, homurtularıyla bunu belli etmiyor muydu?
Elbette ki bu evrimci bakış açısından baktığımızda böyle. Diğer
yanda nasıl? En büyük aşk Adem ile Havva arasında değil midir?
Kutsal kitaplarda anlatılana bakacak olursak öyle değil miymiş?
Adem Havva’ya olan aşkından yasak elmayı bile yemiş. Meseleye
hangi taraftan bakarsak bakalım, gerek evrimci bakış açısıyla,
gerek ilahi bakış açısıyla bakalım; sonuçta aşk gerçeği ile
karşılaşıyoruz…
Peki hiç belgesel izliyor
musunuz? Penguenlerle ilgili belgeselleri dikkatle izlemenizi
öneririm. Dişi ve erkek penguenin aşk için yaptığı fedakârlığı
gördüğünüzde ağlamamak için kendinizi zor tutacağınızdan eminim.
Elbette ki ebeveynlik içgüdüsünün de etkisi vardır, ancak
penguenlerin çok sadık hayvanlar oluşu dikkate değer doğrusu.
Dişi penguen yumurtladıktan sonra yumurtayı erkek penguen alır
ve dişisi denizlere açılır. Aylarca denizlerde kalır. Bu sürede
o karda kıyamette erkek penguen yumurtayı ayaklarının üzerinde
vücuduna yakın tutarak korur. Yerinden bile kımıldamaz. Çünkü
kımıldayacak olsa yumurtanın yere düşme ve donma tehlikesi
vardır. Sonra anne geri döner ve nöbeti devralır, baba denizlere
açılır…
Kim bilir daha bilmediğimiz ne
aşk mucizeleri vardır doğada… Zaman zaman televizyonlarımızda
çeşitli belgesellerde bunları izlemekteyiz.
Ya insanoğlu. Aşkı için göze
alanından tutunuz da dağları delenine kadar bir sürü hikaye
dolaşır dillerde. Çöllerde aşkını arayan Mecnun, dağları delen
Ferhat belki abartılı aşk hikayeleridir, ancak bu bile aşka
verilen değeri anlatmaya yeter zaten…
Aşk nedir? diye sorsak, bir sürü
cevap alırız eminim. Ancak temelinde tek bir olgu yatar… O da;
bir insanı kendinden daha çok sevmek, daha çok düşünmek, uğruna
her fedakarlığı yapabilmek, kavuşmak için her şeyi göze almak,
ulaşmak için engelleri aşabilmektir. Düşünmek için saatler,
günler yetersiz kalıyorsa, aklınıza geldiği her anda içinizde
kıpırtılar başlıyorsa, uykusuz gecelerinizde sabahı hayaliyle
getirdiyseniz siz aşıksınız. Yapmakta olduğunuz iş her neyse bir
an önce işi bitirip sevdiğinize kavuşma arzusuyla yanıp
tutuşuyorsanız, boğazınızdan lokmalar geçerken onun elinden
yermişçesine huzurluysanız, ölümden döndüğünüz bir anda
gözünüzün önünden hayali geçtiyse aşk sizin de bacanızı sarmış
demektir. Aldığınız her nefeste, attığınız her adımda onun
ismini sayıklar buluyorsanız kendinizi, onunkilerle
değiştirdiyseniz masalarınızdaki resminizi, onun için her şeyden
mahrum bıraktıysanız nefsinizi işte siz de o büyülü dünyaya ayak
basmışsınızdır…
Aşk varsa ben de varım
diyebiliyorsanız, haydi durmayın, kalkın yerinizden… Aşka dair
yapabileceğiniz her ne varsa erinmeden ve üşenmeden başlayın
yapmaya… Yıllar öncesindeki aşksız hayatınızı düşünün. Ne kadar
mutluydunuz? Ne kadar huzurluydunuz? Şimdi ne kadar mutlu ve
huzurlusunuz? Tartın. Ölçün. Biçin. Ve aşk elinizdeyken
kıymetini bilin. İncitmeyin, kırmayın, üzmeyin, küstürmeyin…
Hayalleri suya düşürmeyin. Bir anlık öfkenize yenik düşürmeyin
onu. Bir anlık dalgınlığınıza kurban vermeyin. Geçici
heveslerinizle idam sehpasına itmeyin. Çünkü hayatta sahip
olabileceğiniz en büyük hazinenizdir. Onu saklayın,koruyun.
Kendinizi koruduğunuz kadar…
|
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
19 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
ZAMANI DURDURMAK
Elimizde sihirli bir değnek olsa
keşke. Sihirli değnekle zamanı durdurabilsek. Durdurabilsek süratli
akan zaman nehrini…
Yaş 35 yolun yarısı diyebilsek, ve
keşke yaş 35 olmadan durdurabilsek…
Akıp giden zamanla birlikte akıp
giden aşklarımızı durdurabilsek…
Sabahın ilk ışıklarını
dondurabilsek, dondurabilsek seher yelinin gönlümüze huzur veren
serinliğini…
Bahar yağmurunun ardından, burnumuzu
kaplayan o toprak kokusunun ferahlığını saklayabilsek… Saklayabilsek
düşen damlaların çatılarda çıkardığı tıkırtıları…
Kış ortasında bembeyaz kar örtüsünün
üzerinde yürürken çıkan seslerin kaydını tutabilsek…
Akşamüstü serinliğini
fotoğraflayabilsek albümlerimizde…
Gecenin bir yarısında sokaktan gelen
köpek seslerini dinlerken aklımıza gelen anıları çizebilsek uçsuz
bucaksız tuvallere…
Durdurabilsek zamanı, zamanı
durdurabilsek…
Geçen her günün tatlı anılarını
paketleyebilsek, en güzel ambalajlarla…
Tatlı bir su sesi eşliğinde, bir
derenin kenarında, sabitleyebilsek ömrümüzün yelkovanını…
Yüzümüzde beliren izlerin varlığını
düşünmeden, gönlümüzü gençleştirebilsek hicaz melodilerin eşliğinde…
Taze tutsak yaşama sevincini,
yüreğimizin erişilmez derinliklerinde ve tutsak kılsak gönlümüzün
neşesini kırılmayan cam fanuslarımızda…
İnleyen nağmelerin anlattıklarını
yaşatabilsek anılarımızda zamanı umursamadan ve zamanı fark etmeden
geçirebilsek dakikaların dakikalarla dansını, ritimlere kaptırıp
kendimizi…
Işıldayan gözlerde yakalayabilsek
yaşama sevincini ve kaybetmesek bir anlık hevesimize kurban ederek…
Sevgilerimize dayanabilsek,
aşklarımıza katlanabilsek, iliğimizi sömüren acılara aldırmaksızın
ve katlanabilsek mantığın kaprislerinden uzaklaşarak hayatın
kabullenilmiş gerçeklerine…
İnançlarımıza yüz çevirmeden
özümseyebilsek tutkuların altında yatan gerçeğimizi ve bir değer
biçmesek yaşanmışlıkların terazisinde duygularımıza…
Zamanı durdurabilsek; en güzel
yerinde hayatımızın, ve durdurabilsek durdurmak istediğimiz bir anda
coşkularımızın sarhoşluğunu…
Zamanı durdurabilsek, olmayacak bir
anda, mucizelerle boy ölçüşecekmiş gibi…
Zamanı durdurabilsek,
sevdiklerimizle geçirilen en güzel saatlerde…
Ve zamanı durdurabilsek; ömrümüzün
en güzel anı dediğimiz bir anda…
Keşke…
Ve Yazının özeti;
Akıp giden zamanı, ah bir durdurabilsem
Döküversem yoluna, topladığım taşları
Azgın nehrin, bent gibi; önünde durabilsem
Sabitlesem takvimde akıp giden yaşları…
|
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
20 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
TEHLİKE’NİN
FARKINDA MISINIZ? |
- Kan kusup kızılcık şerbeti içtim
dercesine bir gizlilik içerisindeymişiz gibime geliyor. Veya “Bana
dokunmayan yılan bin yaşasın”cılıkla meşguliyeti seviyor gibiyiz…
- Ve fark etmediğimiz, bizi de
yakından ilgilendiren ve hatta bizzat içerisinde bile
bulunabileceğimiz kaotik bir dönemin figüranlığını yaparak, dönen
çarklara katkıda bulunduğumuzun farkında da değiliz sanki…
- Hızlı yaşa genç öl, cesedine
yakışıklı desinler “çakma atasözü”nden hareketle hızlı yaşamayı ve
hızlı yaşam içerisinde yavaşlıkların farkına varamamayı dert edinmiş
halimiz de yok…
- Zamanı da tıpkı her değerli
varlığımız gibi, hızlıca tüketmekten çekinmiyor; bilakis daha da
hızlı akışına yardım etmeye de gayret ediyor izlenimindeyim…
- Siyasetin gündemine düşen bombaların
yarattığı pür telaş tellallarının dem vurdukları noktalardan
nazarımızı alamayıp, kulaklarımızın dibinde çalan borazanlardan
bihaber yaşamanın hafifliğindeyiz olsa gerek…
- Futbolun artistliklerinden hareketle
kurduğumuz pembe hayal dünyasında gerçeğe gözümüzü kapatarak,
gündelik hayatımızın çalımları arasında kıvrıla kıvrıla belimizin
bükülmekte olduğunu anladığımızda, yana yakıla doktor arayacağımızın
ayırdında da değilmişiz…
- Bel çevremizde biriken yağlarla
birlikte, basenlerimizde zuhur eden selülit dedikleri portakal
kabuğumsulaşmış cildimizin görüntüsüne kafayı taktığımız kadar,
ruhumuzun köşelerinde yağ bağlamış, hantallaşmış fikir çarklarımıza
alaka gösterebilsek…
- Uykularımızı bölen karın
ağrılarından mustarip olduğumuz gecelerin hıncını çıkarttığımız
tatil gece yarılarındaki gibi, eğlencelik halimizin en saf
çocuksuluğundaki tavrımızı, kalbimizin paslanmış damarlarındaki
sevgi tomurcuklarını canlandırmak için de takınabilsek…
- Musikinin icrasında gösterdiğimiz
itinayı, içeriğindeki değerlerde de gösterebilsek ve nağmelerin bizi
götürdüğü yerlerden sevgi adına yanmışlıklarla birlikte geri
dönebilsek…
- Gündemin işgalinden yüreğimi
kurtarabildiğim bir saflık anımda soruyorum; çok hızlı gittiğimizin
farkında mısınız? Farkında mısınız içinde bulunduğumuz acımasız
cenderenin?
- Farkında mısınız; etrafımızda
cereyan eden bir çok olayın, bizi biz eden değerlerimizden, öyle
yavaş yavaş da değil, hızlıca uzaklaştırdığının?…
- Farkında mısınız; teknolojik
yaşamanın duygularımızı körelttiğinin, hassasiyetlerimizi
değiştirdiğinin?...
- Farkında mısınız; insani
değerlerimize gereken önemi vermezken, asla bizim olmayacak
değerlere sahip çıkmaya çalıştığımızın?...
- Ve farkında mısınız; bütün bunların
bizi yavaş yavaş bitirdiğinin…
- Tehlikenin farkında mısınız?
|
|
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
1 |
|
1 |
BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR! |
Hazırlayan
Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi corumlu2000@gmail.com |
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
|
Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL
adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM |
Hukuka, Yasalara,
Telif ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir. |
|
|
|
|
|
|
|