-
MİLLİ SİYASETE DÖNÜŞ
- Kelime ve kavram
olarak “milli siyaset” ve “milli devlet” 1924 Anayasası’nın temel umdesi
(vazgeçilmez ilkesi) olmasına rağmen, 1960 kalkışması büyük ürküntü
duyduğu ve menfur emelleri için sakıncalı gördüğü bu esası lağvetmiş ve
Atatürk’ün 36 yıllık kanuni esasisini çöpe atmakta asla tereddüt
etmemiştir.
- ÜNİTER DEVLET VE
MİLLİ DEVLET MUKAYESESİ:
- Bunun yerine ikame
edilen “üniter devlet” kavramı temelde “unsurlar birliği”ni esas alır.
Yani: “Üniter devlet (Etat unitaire, unitary state)”e, “tek devlet”
veya “basit devlet (Etat simple)” de denir. Buna mukabil “Milli Devlet”
daha mukavim (sağlam-güçlü) ilkeler ve daimi bir
konsensüs’ü içerir. Üniter devlet’in zaafı kurucu unsurların
(parçaların varlığını) de’facto olarak kabul etmesidir. Danimarka, Fransa,
İngiltere, İrlanda, İspanya, İsrail, İtalya, İzlanda, Hollanda, Japonya,
Lüksemburg, Norveç, Portekiz, Yunanistan, Türkiye gibi devletler birer
üniter devlettir.
- ÜNİTER DEVLET’İN
ESİN KAYNAĞI VE GİZLİ GERÇEKLER:
- Şu kadar ki, 1961
Anayasası için cuntanın esinlendiği örnek lâik köktencilik ve fanatik
evrimciliğin fundamentalist kalesi Fransa’dır. İnsani ve ilmi değerlere
karşı ağır bir başkaldırı ve kâfir derecesinde sapkın fundamentalistler,
insan formunun ne kadar sadist, bencil (egoist) ve hayvanlaşabileceğinin
baz örneklerini teşkil ederler ve onlar emperyalizmin (kan emici
vampirlik ve keneliğin) en açık göstergesidirler. Fundamentalizm sadece ve
yalnızca İsevi inancına karşı bir direniş ve tepki değildir. Masonik ve
kabalist kökten gelişleri nedeniyle yer yüzünde tek dinin İslâm ve Hazreti Adem’den, İslâm’ın son peygamberi Hazreti Muhammed’ e
kadar bütün Peygamberlerin Müslüman olduğunu çok iyi bilirler. Onların ana
davası insani bilinç, namuslu-dürüst, adaletli ve doğru yaşam ilkelerini
yok etmektir. Başkaca herhangi bir ideolojinin de kendi fundamentalistleri
(köktencileri) vardır. Bu prototipler vahiy
kaynaklı hâkim (orijinal) ahlâk sistemlerini yerle bir etmek için oraya
konmuş truva atları gibidirler.
-
Adalet ahlâkı ve kadim hukuk
penceresinden bakıldığında bunlar, şeytanın askerleri, öncü ve sözcüleri
gibidirler. Ama onlar da -gerçektir ki- karanlıklar ve kâbusların ürünü
olan şer ve şeytani ideolojilerine çok sıkı bir biçimde bağlıdırlar.
Hatta, “insan insanın kurdudur” felsefeleri gereği en bağlı olan da
onlardır!.. Çünkü sistemlerinin insani ve ahlaki
boyutu yoktur. Mutlak edinim, yalan-talan, soygun-vurgun, güçlülerin
haklılığı ve çıkar ağırlıklıdır.
- GÜÇLÜLERİN
HAKLILIĞI
- Oysa bon-sens
(erdemlilik, haklıların güçlülüğü) zordur. Cahil nefse ağır gelir.
-
Onlar, laik fundamentalizmi yeryüzünde
hakin kılmak için durmadan “izm” üretirler.
-
Bu nedenle “dünyadaki bütün izmler
iğrençtir” Bu laf büyük bilim adamı Cemil Meriç tarafından söylenmeden
önce de bu böyleydi, hala da öyle. Hakikat Mustafa Kemal Atatürk ve
Cumhuriyet’in kurucu unsurları tarafından çok iyi bilindiği ve kavrandığı
içindir ki, Türkiye Cumhuriyeti, bu lanetli izmler temelinde inşa
edilmemiş; Emperyalizmin korkulu rüyası olan “insan odaklı” fazilet
anlamında ve Cumhuriyet bağlamında kurulmuştur. Zira milyonlarca
insanın katili olan kapitalizm ve emperyalizm insani boyut ve bilinç
toplumuna, adalet, hukuk ve evrensel barış ilkelerine aykırıdır.
-
Ama buna rağmen, başta
ABD-AB (vahşi batı) olmak üzere; Zulmün zalim havarileri (paraya, şehvete
ve şöhrete tapan) fundamentalistler, aklınıza gelebilecek her yerde ve her
konuda, her fikirde, hatta müzik gruplarının hayranları olarak, önce
dernekleşerek (stk) sonra da cinsi sapık bir zihniyetle kendileri gibi
düşünmeyenlere saldırarak iyiliği inkâr, hak, adalet, hakikat ve hukuku
ret, fanatizm ve körlükte sınır tanımayan, saç telinden ayak tırnağına
kadar uzanan bir körlük, kötülük ve koyu taassupla yaşamaya ve nefret
yaratmaya devam ederler.
-
Üstelik bu primitif varlılar ve
mutasyon mağduru tipolojiler kendilerini aydın sanırlar.
-
Oysa bunların ilham kaynağı ve
dayanağı, sadece muzlim karanlıklar ve zalimlerdir.
-
Bilgi çağının çökmesi, eko-sistemin
bozulumu ve dünyanın iğrenç bir yer olmasında sorumlular listesi yapılsa,
bu varlıklar baştan ilk üçe rahatça girerler. Lâkin sahip oldukları izm
etiketi nedeniyle ideolojileri o listelerde gözükür. Soykırımın kara
kitabı, bilmem neyin katliam politikası diye anlatılır dururlar. İnsanlık
âlemi onları (keneleri) çok iyi bilir ve tanır.
- ANALİTİK TANIM,
ARADAKİ FARK VE İNCE AYAR
- Üniter devlet,
anayasa hukuku metinlerinde, devletin, ülke, millet ve egemenlik unsurları
ve keza yasama, yürütme ve yargı organları bakımından teklik özelliği
gösteren devlet şeklidir. O halde, üniter devleti, devletin unsurlarında
ve organlarında teklik özelliğiyle tanımlanmakta, ancak, milli devlet’in
aksine azınlıklar dışında da “unsurların varlığını” kabul etmektedir.
Nitekim ülkemizde 1961 öncesi her hangi bir unsur, başkaca bir halk veya
etnik kök dillendirilmez iken, üniter devlet lâfzı ile bu dillendirme
önceleri de’facto sonraları ise alenen yapılmaya başlamıştır.
- 1.Devletin
Unsurlarında Teklik
- Devlet, ülke,
millet ve egemenlik unsurlarından oluştuğuna göre, üniter devlette, tek
ülke, tek millet ve tek egemenlik vardır. Diğer bir ifadeyle üniter
devlet, tek bir ülke üzerinde, tek bir milletin, tek bir egemenliğe tâbi
olduğu devlet şeklidir. Bu nedenle, üniter devlette, devleti oluşturan
unsurlar tek ve bölünmez bir bütündür. (DENİLİR!..)
Şöyle ki:
- a) Üniter devlette,
devletin ülkesi tek ve bölünmez bir bütündür. Şüphesiz ki, üniter devletin
ülkesi de “il” ve “ilçe” gibi birtakım bölümlere ayrıllır. Ancak bunlar,
basit idarî bölümlemelerdir. Bu birimlerin sadece idarî yetkileri vardır.
Yasama ve yargı yetkileri yoktur. Bunların hepsi aynı egemenliğe tâbidir.
Hepsinde aynı anayasa ve aynı kanunlar, kısacası aynı hukuk düzeni
uygulanır.
- b) Diğer yandan
üniter devlette, millet unsuru da tek ve bölünmez bir bütündür.
-
Milleti teşkil eden insanların millet
unsurunu oluşturmalarında din, dil, etnik grup vb. bakımlardan ayrım
yapılamaz. Üniter devlette “toplum”lar veya “cemaatler” temelinde
egemenlik yetkilerinin kullanılmasında farklılık yaratılamaz. (!) Üniter
devlet sadece yer bakımından federalizme değil, aşağıda göreceğimiz
cemaatler bakımından federalizme yani “korporatif federalizm”e de kapalı
ve karşıdır.
- c) Nihayet üniter
devlette egemenlik de tek ve bölünmez bir bütündür. Tek olan egemenliğin
sahası bütün ülkedir. Bu egemenliğe tâbi olan da bütün millettir.
Egemenliğin kaynağı bakımından da ayrım yapılamaz.
- Dikkat edilirse
eğer, a, b, c tanımlamalarında yer alan çok ince bir ayardır. Ki bu 24
anayasasında söz konusu bile değildir. Dolayısıyla, başta AB dayatmaları
olmak üzere bölge bazında oluşturulmaya çalışılan “Kalkınma Ajansları”nın
bile yasal dayanağı bu tanımlardan kolaylıkla çıkabilmektedir. Aynı
bağlamda; “Türkiye’de Kürt v.b. sorunu var” demek de suç olmaktan
çıkmıştır. Oysa Türkiye’nin gerçekte her hangi bir etnik sorunu yoktur.
- 2.Devletin
Organlarında Teklik
-
Üniter devlette, devletin ülke, millet
ve egemenlik unsurlarında teklik olduğu gibi, devletin yasama, yürütme ve
yargı organları bakımından da teklik söz konusudur.
- a) Üniter devlette
tek yasama organı vardır. Ülkenin bütünü için geçerli kanunlar, merkezde
bulunan tek bir yasama organı tarafından yapılır. Örneğin Türkiye’de tek
yasama organı Ankara’da bulunan TBMM’dir.
- b) Üniter devlettin
yargı organı da üniter niteliktedir. Şüphesiz yargı organı üniter
devletlerde de mahiyeti gereği birçok mahkemeden oluşur. Ancak, ülkenin
her yerinde aynı tür mahkemeler vardır ve bunların üst mahkemeleri
aynıdır. Bir üniter devlette, birden fazla ceza mahkemesi, birden fazla
idare mahkemesi olabilir; ama iki tane Yargıtay, iki tane Danıştay
olmaz.
- c) Üniter devlette,
yürütme organı bakımından esas itibarıyla bir “bütünlük” vardır. Yürütme
organının tepesinde, parlâmenter hükûmet sistemlerinde “bakanlar kurulu”,
başkanlık sistemlerinde “başkan” vardır. Bakanlar kurulu veya başkana
şimdilik “merkezî idare” diyelim. Üniter devletlerde yürütme yetkisi esas
itibarıyla, bu “merkezî idare”de toplanır. Ancak, ülke genelinde bütün
yürütme ve idare fonksiyonunun, başkentteki bu “merkezî idare” tarafından
yerine getirilmesi mümkün değildir. Yani, üniter devletin yürütme ve idare
organlarının mutlak bir şekilde üniter nitelikte olması
imkansızdır. İşte bu nedenle, üniter devletlerde de, idare
organının tekliği mutlak nitelikte değildir. Bu bakımından üniter
devletler, kendi içinde “merkezî üniter devlet” ve “adem-i
merkezî üniter devlet” olmak üzere ikiye ayrılabilir.
- İkinci bölüm
açıklama ve tanımlamalarında görüleceği üzere, sistemde derin çatlaklar ve
çelişkiler vardır. Örneğin: (a) şıkkına göre yasama organı tektir. Ama
oluşum biçimi milli devlette “Hakimiyet kayıtsız
şartsız milletin” iken, 1961 yapılanması, siyasi partiler ve seçim
mevzuatında giderek halktan ayrışma ve laik Fransız fundamentalizmi
yönünde örgütlenen seçkinci elitlere idareyi terk ve teslim anlayışı
yatmaktadır. İlerleyen süreç içinde bu kaygı gerçekleşmiş ve sonuçta
politika oligarşik bir yapılanmanın eline geçerek, millet ve milli irade
mefhumları adeta tarihe karışmıştır.
- (b) bölümünde
tanımlanan mahkeme ve yüksek mahkeme tanımı da aldatmacadır. Zira bugün
sivil alt-yerel ve yüksek mahkemelerin tamamı askeri örgütlenme içinde de
vardır. Üstelik durum demokrasinin kurumsal yapısı, eşitlik, insan
hakları, adalet ve hukuk ilkesine açıkça aykırılık teşkil etmesine rağmen…
-
Buna mukabil “Milli Devlet” modelinde
“kuvvetler birliği” esası geçerli olup; Tek kuvvet ve tek irade millettir.
Millet adına bu yetki, bütün kurumları kapsamak üzere TBMM tarafından
kullanılır. Üstelik 1924/28 anayasasında geçerli siyasi partiler mevzuatı
1946 -50 şekillenmesi ile “Millet iradesinin devlet idaresinde” çok şeffaf
ve dürüst bir şekilde temsiline imkan vermektedir. Mevcut düzende buna imkan ve ihtimal dahi yoktur.
- MUKAYESELİ BİLİM VE
AÇILIM
-
Bilindiği üzere ülkemiz, kavga,
kargaşa, anarşi, terör-tedhiş, kriz, bunalım ve buhran gibi kavramlarla
1960’dan sonra tanışmıştır. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 müdahalelerinin
sebebi hikmeti de 1961 anayasasıdır. 1982 Anayasası ise 61’e göre geriye
gidiş, ancak ülke şartlarına göre 1924 anayasasına yöneliştir. Çünkü 1924
(1928) anayasası, Atatürk, Türk ve Türkiye düşmanları tarafından ilga
edilmeseydi, şu an için Türkiye istiklal ve istikrarın en tepesinde /
zirvesinde olacağı gibi, dünyanın da en zengin ve güçlü devletleri
arasında olabilir, çağdaş medeniyet seviyesini aşabilir ve konjonktürel
bağlamda bir-kaç belirleyici aktör arasına pek alâ girebilirdi.
- 11 Kasım 1938 – 13
Mayıs 1950 dönemi hezimetinden sonra, 14 Mayıs 1950’den itibaren kazanılan
ivme ve tekrar hayata geçirilen Atatürk ilkeleri ve Türk İnkılâbı bunu
başarmaya muktedir olduğunu göstermiş ve ispatlamıştı. Mukayeseli bilim,
siyasi tarih, ülke ve dünyanın genel gidişatı bunu açıkça göstermektedir.
1970, 80 ve 90’lı yıllarda üst üste yaşanan ekonomik, sosyal ve siyasal
krizler, tarihe karışan hakkı müktesepler ve devlet beş sente muhtaç
düşürülürken; Kendileri dünyanın sayılı zenginleri arasına giren
politik-ACI, kapitalist ve yerli emperyalistler, adeta savaş zengini
gibidirler. Günümüzde yaşanan kriz,
-
Bunalım, buhran, gerilim, anarşi-terör
ve tedhiş bu Cumhuriyet, hürriyet, adalet, hukuk, ahlak ve demokrasi
düşmanlarının eseridir.
-
Sistemi tıkayan, ülkeni önünü tutan, yolunu kesen zihniyetin sahibi de
onlardır.
-
Şimdi “onlar kim” diyeceksiniz!..
-
Buyurun inceleyelim:
- ŞİMDİ BU DÖNEMİ
YENİ BAŞTAN İNCELEYELİM
- Birinci
Cumhuriyetin fiilen sona erdiği gün olan 10 Kasım 1938, Türk milleti için
12 yıl aralıksız sürecek olan ve ancak 14 Mayıs 1950’de, demokratik bir
halk hareketi ile “dur” denilebilen mâkus talihin (diktatörlük, despotizm
ve dönme-devşirme, ateist-pagan-sabetaist, şaibeli ve şer kadroların
bürokrasiye taşındıkları faşizmin) başlangıç tarihidir.
-
Ertesi gün, asrın devlet adamını
kaybetmekten dolayı bir yanda derin bir hüzün, diğer tarafta devletin
geleceği ve bekası yönünden ağır basan endişe ve kaygı yaşanmaktadır.
Sonuçta, kaygı galip gelmiş ve literatürel anlamda “İkinci (sanal)
Cumhuriyet” olarak adlandırabileceğimiz yeni dönemin başlangıcında sağduyu
sahipleri (Kemalistler) haklı çıkmışlardır. Zira, artık, Atatürk döneminde temelleri atılan ve
sistematik bir düzenle yaşam boyutuna ve devlet hayatına geçirilmeye
başlanan “demokrasi”, “insan hakları” (halkçılık), “adalet” ve “hukukun
üstünlüğü” ve bu norm (objektif) ilkelere dayalı “lâiklik-lâyiklik” gibi
kavramlar artık yoktur. Çok kısa bir sürede, bütün esas ve unsurları ile
fiilen ve resmen bir karşı devrim başlatılmış, halkı kucaklayan ‘inkılap’
süreci kapatılmış, adına ‘devrim’ denilen zorbalık dönemi başlamıştır.
Akabinde Atatürk usulen ve tefhimen “ebedi şef” ilân edilmiş ve
kadrocuların öteden beri özlem duydukları ve ilhamını İtalyan faşizmi ile
gayri ahlaki, aykırı lâik Fransız fundamentalizminden aldıkları “milli
şef” ile tam bir diktatörlük tesis ve ilân edilmiştir. (Önemli
not: Orijinal anlamda lâiklik yani Atatürk’ün deyimi ile lâyıklık esasta
bir İslâmi terimdir. Herkesin özgürce din seçebileceği ve inandığı dini,
icaplarına uygun olarak yaşayabileceği anlamına gelir. İnanma ve inandığı
gibi yaşama hürriyeti.)
- GİZLENEN REJİM:
KEMALİZM (Türk İnkılâbı)
-
Bu süreçte, Türk inkılâbının izleri,
Atatürk ilke ve inkılâpları ve Cumhuriyetin 16 yıllık eserleri şuursuzca
yok edilmiş; Stalin’in, Lenin’i silme harekâtında bile göze alamadığı
madeni para ve banknotlardan kurucu liderin (Atatürk) resmi ve ismi dahi
silinip atılmıştı. “Halka rağmen-halka hizmet” ve “halk için devlet” değil
“devlet için halk” anlayışı ile yönetimi ele geçirenler “sözde
batılılaşma”, büyük Atatürk’ün vefatını fırsat bilen vahşi batılı
emperyalistler ise “Sevr’in intikamını almak ve Lozan’ı yok saymak” adına,
(dahili bedhahlar ile işbirliği içinde olarak)
istiklâl savaşıyla kutsal topraklardan kapı dışarı edilen bütün
“kapitalist ve emperyal” emel ve menfur amaç sahiplerine ülkenin
kapılarını ardına kadar açmış ve Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş
felsefesinden saptırılması-arındırılması ve uzaklaştırılması için, milli
devletin temellerine dinamit koymak, yükselen değerleri (milliyetçilik,
din, dil, Türk kültürü vd) her ne gerekiyorsa (maalesef) hepsi fazlasıyla
yapılmış ve yaptırılmıştır.
- Atatürk ilkeleri
ile bütün esas ve unsurları dahil Türk inkılâbının yok sayıldığı, Kemalizm’in
gizlenmek, hafızalardan silinmek ve tarihin karanlıklarına gömülmek
istendiği bu dönem; Seksen yılı mücavir Cumhuriyetin kayıp ve karanlık,
despotluk ve koyu-kara diktatörlük yıllarıdır. İnönü hem
cumhur başkanı ve hem de Halk Partisi genel başkanı, devletin vali,
kaymakam ve belediye başkanları ise dikta partisinin il ve ilçe
başkanlarıdır. Halktan kopuk, seçkinci, zengin-güçlü, varlıklı ve esas
itibarıyla kapitalist ve emperyalist eğilimli; Milli ve manevi değer
yoksunu, dini-imanı para, kâbesi vahşi batı olan, halk düşmanı bir kadro
devleti ele geçirmiş olmakla;
- Büyük Atatürk ve
Türk inkılâbının “Avrupa’nın endüstriyel veri, bilim ve salt
teknolojisinden yararlanma” esaslı batı politikası bu defa; Tefessüh etmiş
bir medeniyetten kültür ithal etme gaflet ve dalâletine dönüştürülmüş ve
adına “batılılaşma” denilerek, önce Cumhuriyetin lâiklik anlayışı ret ve
inkâr edilip “dahili bedhah, ateist-pagan, din
düşmanı ve sabetaist zümrece pek beğenilen Lâtin-Grek ve Anglosakson
bozması bir tür din, vicdan ve insanlık düşmanı anlayış ‘lâiklik’ adı
altında ithal ve ikameye kalkışılmıştır. Böylece yakın tarihin en büyük
Atatürk, Türk ve insanlık düşmanlığı icra ve ifa edilmiş ve batının 1000
yıllık arzu, hedef ve ihtirası hayata geçirilmiştir.
-
Zira,
Atatürk ve Türkiye Cumhuriyetine karşı, Gümrük Birliğine katılma, zorunlu
eğitimi bilim, din-ahlak ve sanat öğrenimini yok etme pahasına sekiz yıla
çıkartma gaflet, ihanet ve dalâletinden önceki en büyük hıyanet budur. Bu
vakıayı her kesin bilmesi ve her kesimin kabullenmesi, yargılaması ve
sorgulaması şarttır.
- Ki, bundan böyle;
Gerçek anlamda aydınlık, arı-duru, ilkeli-onurlu, sorumlu, namuslu-dürüst,
temiz ve berrak, vatan topraklarında hâkim ve “milli devlet” olarak
hükümran bir vasıfla bu yolda ve bu uğurda emin adımlarla yürünebilsin...
- Mâkus (kötü) talih
ve tarihin tekerrür etmemesi (tekrarlanmaması), ibret ve ders alınması
bakımından; “TBMM’nin üstünde ve üyeleri seçimle değil atamayla gelecek”
faşist bir konseyin dahi kurulmasına kalkışılmış kapkara bir döneme, biraz
daha (oralara) gerilere dönüp bakalım.
- ÜÇÜNCÜ CUMHURİYET
- İkinci (sembolik)
Cumhuriyet, Ocak 1946’da, büyük Atatürk’ün en büyük ideal ve özlemi olan
“çok partili siyasi hayata geçilmesi ile” derinden sarsılmış, bütün karşı
devrim, (inkârcı duruş) ve ısrarlı direnmelere rağmen
4.5 yılda tükenmiş, 14 Mayıs 1950’de ise, Türk milleti tarafından
“bir BEYAZ İHTİLÂL ile” ülke fiilen kurtarılarak, karanlık ve kâbus dönemi
resmen sona erdirilmiştir. (Gerici, yobaz ve irticai kesimler bu harekete
karşıdevrim demek utanmazlığını gösterirler) Olaya tarafsız gözle bakar ve
objektif bir değerlendirme yaparsak, başlayan süreci bu defa “Üçüncü
(GERÇEK) Cumhuriyet dönemi” olarak adlandırabiliriz. Zaten bunun böyle
olması gerekir. Zira, bu dönemler arasında çok derin uçurumlar ve
farklılıklar vardır. Başka bir şekilde tanımlamak ve açıklamak da mümkün
değildir. Zira, Atatürk’ün ve Türk İnkılâbı’nın
“halkçılık” felsefesine uygun biçimde “halkın iktidar olduğu” iki dönem
vardır. 1923-1938 ve 1950-1960 arası. Yani, birinci ve üçüncü
Cumhuriyet...
Zira, Cumhuriyet, demokrasi ile kaim ve daim bir
rejimdir. Bütün usul, esas, kurum ve kuruluşları ile demokrasi olmaz ve
“CUMHURİYET FAZİLETTİR” ilkesi bütün onur ve erdemi ile fiilen yaşanmazsa
cumhuriyetten bahsetmek mümkün değildir.
-
Tasnife göre, ancak 10 yıl devam
edebilen bu “Üçüncü Cumhuriyet dönemi” “Türk İnkılâbına ait” kaybolan
(kaybettirilen) bütün değerlerin büyük bir özenle tekrar hayat bulduğu,
ülkemiz ve insanımızın baskı, zulüm, işkence, eziyet ve esaretten,
despotluk, diktatörlük ve faşizmden kurtularak, özlenen “milli rejim”
Kemalizm’ e kavuştuğu, “milli devlette” huzur, güven, insicamın ve
istikrarın sağlandığı, halkın devletle, devletin halkla barıştığı,
Cumhuriyet ve demokrasinin “millet iradesinin devlette” tecelli-i ile
örtüşüp, bütünleştiği ve devletin halk tarafından idare edildiği,
demokrasinin “bütün usul, esas, kurum ve kuruluşları ile” temayüz ettiği
adeta bir “asrı saadet” dönemidir. Atatürk
döneminde ortalama % 23.5 olan kalkınma hızına,
Celâl Bayar ve Menderes hükümetlerinde çok yaklaşılmış ve % 20.5’lara
kadar varılmıştır. Daha da önemlisi, refah tabana yayılmış, işsizlik,
yokluk, yoksulluk, hastalık ve cehalet önlenmiş, muasır medeniyetin imkân
ve araçları kullanılmaya başlanmış, 1938-1950 arasında vaki “kapalılık”
fobisi aşılmış, Atatürk’ün “devletçilik” ilkesi ve anlayışına uygun “karma
ekonomi” sistemine geçilmiş ve medeni dünya ile “karşılıklılık ve eşitlik”
kuralına dayalı onurlu bir entegrasyon
gerçekleştirilmiştir.
- 4. CUMHURİYET’İN
AYAK SESLERİ
- Ancak, 3.
Cumhuriyet fazla uzun sürmedi. Daha doğrusu sürdürülmedi. Zira, insanlık
aleminin ezel-ebed düşmanları vahşi kapitalist, ateist, Darwinist-pagan,
kökten din ve ahlak düşmanı Fransız fundamentalist ve emperyalistlerin
önündeki tek ve yegâne engel, yani Atatürk Türkiye’si günden güne
gelişmekte, büyümekte ve 12 yıllık mâkus sürede ABD ve AT/AET ülkeleri
tarafından başına musallat edilen belâ, musibet, felâket ve dahili
bedhahlar yoluyla kasıtla ayaklarına dolanan (ABD ve batı ile bilinçsizce
imzalanan) “antlaşma” nam aykırı prangalardan sıyrılma-kurtulma yoluna
girmekte idi.
- Bu zaman zarfında
çok büyük eser ve hizmetlere imza atıldı. Geri kalmışlık, cehalet, içine
düşülen maddi-manevi, ilmi-dini-milli ve kültürel sefalet aşıldı.
Kalkınma, sanayileşme ve gelişme 1938’de düşürüldüğü yerden maharetle
kaldırıldı. Muasır medeniyetler seviyesine gerçekten ve kesinlikle
ulaşıldı. Öyle ki, Türkiye tıpkı Mustafa Kemal’in hayal ettiği gibi;
İleri, çağdaş ve modern bir dünya devleti oldu. Halk zengin ve mutlu,
devlet “BOP ve BİP” gibi emperyalist uşak ve küresel-evrensel çetelerin
icadı sömürü projelerine “dur” diyecek kadar güçlü-kuvvetli-muktedir bir
hâl aldı. Demokrasi yerleşti. Cumhuriyet gelişti. “Milli Devlet” ilkesi
yeniden hayata geçti. Halk kişilik ve kimliğine kavuştu.
- KISKANÇLIK, PANİK
VE KORKU PSİKOZU
- Ama, kıskançlık,
panik, korku ve endişeye düşen dahili ve harici bedhahlar (gizli düşmanlar) bunu
çekemediler, hazmedemediler. Saat 9’u 5 geçe başlattıkları menfur
emellerine artık kavuşamayacakları zehabına kapıldılar.
Zira, gelişen Kemalizm, yok olması mukadder kapitalizm ve kan emici
emperyalizmin eceli demekti. Gerçek demokrasi Türkiye’ de hayat bulmuş ve
kalıcı olma yoluna girmişti.
- VAHŞİ BATI’NIN
KABUSU:
- GÜÇLÜ-KUVVETLİ VE
KUDRETLİ TÜRKİYE
-
Hariçte panik büyüdü. Ya diğer
milletler de, “Türkiye gibi uyanırsa” !.. Veya, “uyanan ve Kemalizm’i örnek alıp uygulayan
devletlerin sayısı çoğalırsa !..” İşte bu, korku,
kâbus ve kaygı yüzünden; İç ve dış düşmanların iştirak, vatana ihanet ve
işbirliği ile 3. Cumhuriyeti kesintiye uğratan ve cumhuriyet tarihinin en
büyük ‘kırılma’ hareketi olan 1960 darbesi hazırlanarak alçakça uygulandı.
İnsan hakları, adalet ve hukukun utancı, siyasi tarih ve ahlâkın yüz
karası ve yeniden karanlık günlere, yıllar sürecek kâbusa dönüş böylece
başladı. Demokrasi ilga edildi. Muasır ve medeni anlamda gerçek Cumhuriyet
son buldu. Kâbus çöktü ve karanlıklar geri geldi.
- ÇOK YAMAN BİR
ÇELİŞKİ!
- Cuntanın
handikabı Atatürk adına “Atatürk düşmanlığı” yapmış olmaktır.
- Bu çok kötü bir
tohum olmuş, sonraları şekillenen ‘türedi zihniyet’ (tanrı uludur, halk
İsmet’in kuludur zihniyeti) devrimbazlık, koyu fanatizm, irtica,
gericilik, yobazlık, ayrışma, bölünme-çözülme, parçalanma gibi güncel
tehdit unsurlarını yeşertmiş ve 1938 karşıdevrimi ile ekilen nifak
tohumlarını amansızca diriltmiştir.
- BÜYÜK UTANÇ!..
- Sonuç: Kemalizm’in
ezeli düşmanları sözde “Atatürkçülük” adına ve kan dökerek, hırs ve
intikam hislerini tatmin pahasına ülkenin ve milletin kaderine cebren ve
hile ile el koydular. Milli devletin esası ve sarsılmaz mayası olan ve tam
37 yıl kesintisiz uygulanan “Atatürk’ün Anayasası”nı Atatürkçülük adına
kaldırdılar, ilga ettiler. Bu ne büyük bir utanç ve yüzkarasıdır bilir
misiniz? Ama onlar asla utanmazlar.
- Demokratik seçimle
gelmiş siyasiler ile samimi Kemalist, namuslu ve dürüst vatanseverlerin
tasfiyesi için gerekli finansman dışardan sağlandı. Cumhuriyet ve
demokrasiye ara verildi. 14 Mayıs “Demokrasi Bayramı” derhal kaldırarak,
utanmadan ve bu günün adına “kinâyeten” (kin ve nefretlerinden dolayı)
“hürriyet ve demokrasi bayramı” denildi !.. Oysa, demokrasi bitmiş ve 3. Cumhuriyet de sona ermiş
ve tekrar Atatürk, Türk İnkılâbı ve ilkelerini hedef alan “karşı devrim”
başlatılmıştır !..
- Fazla değil, sadece
9 yıl içinde (1971) hükmünü fiilen yitiren ve 20 yılda ülkeyi tam bir
kaos, kriz, kargaşa, anarşi, terör, kardeş kavgası, kargaşa ve
felâketin eşiğine getiren 1961 Anayasasına “Milli Devlet” yerine, tam da
plân, hedef ve çıkarlarına uygun (ırkçılık ve ayrılıkçılığı çağrıştıran)
“milliyetçi” deyimi ile zaten bölünmüşlüğü ifade eden “üniter” (kümenin
birleşik biçimi, çokluğu oluşturan varlıkların birliği) kelimesini
koyarak, günümüzde yaşanan nifak, fesat ve tefrikanın temellerini attılar.
- BÖYLECE:
- Çok kısa bir
sürede, sadece 45 yıl içinde; Millet iradesi, devlet idaresinden kayıtsız,
şartsız soyutlandı, dışlandı. Devam eden süreçte gerçek anlamda millet
iradesinin, devlet idaresine yansıması olan Demokrat Parti tarafından 31
Temmuz 1959 tarihinde tam bir eşitlilik, dengeli ve ilkeli ortaklık ve her
hususta mutlak mütekabiliyet esaslarına dayalı olarak başlatılan AET
ortaklık süreci önce bir süre inkıtaa uğradı.
- AET, AB DEĞİLDİR!..
- Halihazır dayatma,
emir-talimat ve direktifler çerçevesinde sürdürülen AB uyum ve müktesebata
entegrasyon sürecinin 31 Temmuz 1959 tarihli başvuru ile uzak-yakın
hiçbir ilgisi ve alakası yoktur. O, ekonomik bir
entegrasyon ve piyasa olayı idi. Bu tam tersi.
- Daha sonra tamamen
karşı tarafın istekleri baz alınarak, AET’e boyun eğilerek ve hattâ teslimiyet
yolu açılarak (minnet borcu ödenircesine) 12 Eylül 1963’de Ankara
antlaşması imzalandı. İmzalanan antlaşma 1 Aralık 1964’de yürürlüğe
sokuldu ve ülkemizin, önce Kıbrıs bunalımından başlamak suretiyle
özgürlük, hakimiyet ve hükümranlık haklarından peyderpey taviz
verilmeye başlandı.
- Milli mevcudiyetin
maddi, manevi, ahlâki, siyasi, ilmi, sosyal ve kültürel temelleri
sarsıldı; 1 Ocak 1996 tarihinde resmen yürürlüğe giren “Gümrük Birliği”
ile hızlanan süreçte milletin en değerli hazinesi olan kutsal vatan
topraklarının yer altı-yer üstü değer, eser, işletme ve servetleri
(özelleştirme yoluyla peşkeş çekilip) adım-adım kapitalist ve emperyalist
düşmana satılmaya başlandı; (Oysa AB ülkeleri
özelleştirme konusunda çok temkinli idi. Bu uygulamayı çok asgari ve
sınırlı tuttular. Ancak, Cumhuriyetin birikimleri ve milletin öz malını
kapış-kapış kapmak için ülkemize koştular. Şimdi iş tersine döndü. Kriz
kapıya dayanınca özelleştirme yapanlar zararlı, yapmayanlar kârlı çıktı.
Bizdeki gözü dönmüş AB sevdalıları bunu göremediler. Basiret ve beka
gösteremediler. Açıkça oyuna geldiler.)
-
Ülkenin Atatürk ve Türk İnkılâbı ile
aydınlanan istiklâli ve istikbali karartıldı; Milleti bu hazineden mahrum
ederek “Lozanı” yok sayıp “sevri” getirmek isteyen
dahili ve harici bedhahlar her yanı sardı; Atatürk döneminde ret ve
ilga edilen Masonluk ve misyonerlik (1974 CHP-MSP iktidarı döneminden
itibaren) bütün yurdu kapladı; İstiklâl ve Cumhuriyet tehlikeye düştü;
Ekonomik bağımsızlık fiilen sona erdi.
- Ülkemizin iktisadi
sınırları kaldırılarak; Kapitalist ve emperyalistlerin ezeli-ebet oyunu
olan “küreselleşme ve globalleşme” aldatmacası
ile memleket bir sömürge ve açık Pazar haline getirildi. Milli İktisat,
Milli Savunma ve Milli Eğitim politikalarına çok ağır darbeler vuruldu.
Misak-ı Milli sınırları dahilindeki arka bahçemiz
Kıbrıs, Musul-Kerkük, 12 adalar, Selânik davası dumura uğradı, kırmızı
çizgiler yok sayıldı, “Milli Dava Kıbrıs” Rum’un insafına terk edildi;
- BİR AVUÇ ANARŞİST
-
Bir avuç anarşist, militan
ve menfur terörist devletimizi tehdit eder hale geldi; Huzur, emniyet,
istikrar ve güvenlik kalmadı; Hükümet, adeta teröre boyun eğdi, Ordumuzun,
Jandarmanın ve Polisimizin eli-kolu bağladı; Komutanlarımız katil ve
kansız, insanlık düşmanı vicdansız teröristlerle el sıkışmak
mecburiyetinde bırakıldı; Ülke-Vatan “demokratikleşme gereğidir” bahanesi
ile paylaştırılmaya kalkışıldı; AB emretti diye Türk milleti ve devleti
aleyhine yasalar dayatıldı; Avrupa korkusu yüzünden ihanet şebekeleri
himaye edilir ve bebek katili beslenir oldu;
- SÖZDE DİNDARLARIN
DURUMU
-
Dindarız diyen ve fakat
dini-imanı para olan “aç köpek misali” takiyyeci “din tüccarları” ve
siyasi şirket sahipleri halkı kandırma, aldatma, yalan-talan, soygun ve
vurgunlarını hızlandırdı; Kirli el ve emel sahibi ‘vicdanı ve irfanı
satılık’ menşei karanlık politika simsarları kapitalist ve emperyalist ABD
ve AB’nin emrine girdi; Ülkenin başbakanı hakkında ABD’ye “atmayın,
kullanın” denildi;
- Milli Ekonomi IMF’e, milletin kaderi dünkü hasım ve ezeli
düşmanın eline teslim edildi; Bankalara, fonlara, kurumlara ve
soyguncu-vurguncu mafya ve ülkelere hortum bağlandı; Türk hekim, Mimar ve
Mühendisleri, İlim, İrfan ve Fen adamları bir kenara atıldı; Ülkenin Banka
Liman, Hava Alanı ve Sanayi işletmeleri yabancılara peşkeş çekildi; Bütün
imkân, kuvvet ve kaynakları namüsait hale, acz ve zevale düşürüldü; İç ve
dış borç büyüdü, milli ekonomi “bilerek ve istenerek” örtülü bir
kapitülâsyon sürecine sokuldu.
-
Her gün “Al Bayrağa sarılı “ŞEHİT”
tabutları gelirken; Milletin bağrından çıkan 58 belediye başkanı, bir
kısım etkilisi, yetkilisi, bürokratı terörist olmuşken; Emniyet güçleri,
ihanet ve şeamet erbabı anarşist, terörist, hırsız, yolsuz, hortumcu,
sahtekâr, kap-kaççı, gaspçı, kaçakçı, ırz düşmanı ve vatan haini
karşısında eli kolu bağlı aciz ve çaresiz bırakıldı; Dahili hain ve harici düşmanlar tarafından suni olarak
yaratılan terörü yabancı işbirlikçilerin emri ile siyasallaştırma, affetme
ve hainleri legallleştirme çabaları sürer, sınırlarımızdan 5000 terörist
rahatça içeri girer ve Türk vatanında sanal azınlıklar yaratma niyet ve
gayretleri; Mason, misyoner, din ve ahlâk düşmanı ateist ve pagan
faaliyetleri olanca azgınlığı, hainliği ve bölücülüğü ile hız kazanırken;
- Kurucu ve kurtarıcı
Atatürk’ün: “Paramızı, hayatımızı harici düşmanların etki ve saldırısından
kurtarmak, bu millet ve memleketin harici düşmanlara esir olmasına müsaade
etmemek ne kadar lâzımsa; Aynı zamanda ve onlardan daha fazla bir
uyanıklıkla dahili (iç) düşmanlara (milletin
kötülüğünü isteyen ve kötülük için çalışan hainlere), dahildeki zararlı
adamlara da dikkatle bekçilik yapmak ve onların her hareket ve
faaliyetlerini gözden kaçırmamak mecburiyetindeyiz. Biz, ancak bu
gayretle, bu intibahla çalışarak muvaffak olacağız. Böylece: Bütün dünya
Türkiye’nin saygın varlığına özenecek ve milletimize lâyık ve müstehak
olduğu yüksek mevkii ayıracaktır” (*) biçiminde ‘mutlak riayet ve
mükellefiyeti mucip’ bir hedef ve vasiyetle ülkeyi emanet etmesine rağmen,
menfur AB’nin art niyetli “hain” isteklerine ne yazık ki boyun eğildi.
- BEBEK KATİLİ
- Otuz bin küsur
insanın katili bu süreçte idam sehpasından indirilip, adeta misafir haneye
koyuldu. Reva mı? Aziz ve büyük Dinimizin “kasten ve taammüden öldüreni
siz de yaşatmayın öldürün” emrine rağmen tefessüh etmiş AB’nin dediğini
yapmak!.. Ve bu emri yerine getirecek kadar
küçülen, alçalan dönemin muktedir zihniyeti..
-
Şu geldiğimiz noktada bin türlü
ıstırap, meşakkat, mezalim, endişe içinde “her türlü özgürlük ve
bağımsızlığın tükendiği, namuslu-dürüst, ilkeli, onurlu ve sorumlu
vatandaşlar için ‘açlık, yokluk, yoksulluk, esaret ve sefaletin’ fiilen
başladığı, insan hakları, adalet ve hukukun siyasallaştığı, ülkemizin
“Gümrük Birliği anlaşması” ile sömürgeleştiği, halkın köleleştiği, siyaset
ve çoğu sivil toplum kuruluşlarının AB ve ABD’ye koşulsuz
entegre (teslim) olduğu; Ülkemiz, milletimiz ve devletimizi
geleceğe taşıyacak ‘genç nesillere’ çok kötü bir mirasın hazırlandığı bu
durum ve dönemde:
- MİLLİ EGEMENLİK VE
MÜŞTERİ MİLLET
- “Milli Egemenlik,
milli devlet, milli iktisat, milli eğitim, milli savunma, özgür millet,
cumhuriyet, demokrasi ve bağımsızlık” (?!.)
ülkeyi yönetenlerin “meşruiyeti”, dahil olmak üzere; Adalet ve siyaset
kurumları, partiler ve seçim kanunları tartışılır hale gelmiş
bulunmaktadır. Dahası, bu vahim süreçte sosyal “halk için” devlet ilkesi
unutulmuş, zengini daha zengin; Fakiri daha ziyade fakirlik, açlık,
yokluk, yoksulluk, zillet ve zulmün pençesine iten-terk eden “işveren
devlet-MÜŞTERİ MİLLET” misal ‘insanlık dışı” sömürü zihniyeti hâkim
olmuştur.
- Daha da önemlisi 3.
Cumhuriyetten itibaren 45 yıl süren aymazlık ve gaflet ile haricen
uygulanan psikolojik savaş, ajitasyon ve dezinfornasyon sonucu Türk insanı pasif ve
paralize, (tepkisiz) bir topluma dönüştürülmüş, ekseri medya mütareke
sermayesinin emrine girerek, dahili ve harici bedhahların eline düşmüş,
gerçek Türk vatandaşlarının Demokratik tepki, hak, hukuk ve adalet arama
yolları neredeyse kapanmış ve tıkanmış; Başta Mustafa Kemal Atatürk olmak
üzere, Cumhuriyetin kurucu unsurları tarafından öngörülen “insan, yurttaş,
ayırımsız bütün halk-vatandaş, yani millet merkezli” eklektizm yerine,
epistomolojik ve ontolojik sistemlerin “para ve sermaye odaklı”
kapitalist, çıkarcı ve emperyalist, insanlık dışı teorileri baz
alınmıştır.
- Ayrıca, yargı
hakim unsur yönünde siyasallaşmış, Cumhuriyetin denetçi ve
Savcıları pasive edilmiş, Siyaset tekelleşmiş-yozlaşmış-çürümüş, topluma
cebren ve hile ile dayatılan küreselleşme, modernite, globalleşme yoluyla
ideolojik-kültürel saldırılar (psikolojik savaş) yoğunlaşmıştır.
Saldırılarda tek hedef “Türk Milleti ve İnsanını” bir tarih öznesi
olmaktan çıkarmaktır.
- Bu sistematik süreç
ve bağlamda insanlarımızın “milli-manevi, ahlâki, siyasal-sosyal ve
kültürel” iradi mücadelesinin gereksiz, anlamsız ve boşuna bir çaba olduğu
“bilinci” genel, sosyal ve toplumsal davranış kategorisi haline getirmesi
amaçlandı. Buna paralel olarak yozlaşma ivme kazandı. Çürüme, deformasyon,
mutasyon ve erozyonu hızlandırmak amacıyla: Küresel kapitalizm ve
emperyalizmden zarar gören halkın ilmi bilgi ve “milli şuur” yolları
kapatıldı. Milli iktisat politikası terk edilerek maliye IMF ye, Milli
Eğitim ne olduğu meçhul (ajan
provokatör kılıklı) yabancı uzmanlara teslim
edildi.
- Milli Savunma ise
NATO, BM ve AB güdümüne entegre ve emir kulu olmaya zorlanmakta. Dahası 45 yıldır
Türk toplumunun dejenerasyonu için özel
Sosyoloji, siyaset ve felsefe kitapları yayınlandı. Atatürk’ün, “Türk
milletinin milli dini İslâm’dır” demesine rağmen, Türk İnkılâbı ve
İslâm’ın temeli olan lâiklik manâ ve muhtevasından saptırılarak menfur
amaçlar ve milleti dinsizleştirmek için kullanıldı. Bir yandan “Milli
Tarih şuur ve hafızası” yok edilmeye çalışılırken, diğer taraftan kelime
ve kavramlar üzerinde oyunlar oynanarak nesiller arasındaki denge bozuldu,
aşılması kabil olamayacak uçurumlar yaratıldı. Dildeki bozulum, erozyon ve
kavram kargaşası sonucu demokrasi ve uzlaşma kültürü, toplumsal iletişim,
dayanışma, yardımlaşma, anlaşma ve ‘tek vücut-yek vücut
olma’ kültürü baltalandı. Tevekkeli, temsilde adalet denilerek demokrasi,
yönetimde istikrar iddiası ile “yönetim kalitesi” huzur, düzen ve insicam
bozuldu.
- Aslında bu
kapitalist ve emperyalistlerin yolu, menfur strateji ve metodudur.
Dünyanın her neresine adalet adına gittilerse, adaleti; Demokrasi adına
gittilerse demokrasiyi; İnsan hakları adına gittilerse “hak-hukuk ve
adaleti” yok ettiler. Bu bakımdan gerçeğe ve bilime asıl ihtiyacı
olanlarda onlardı. İnsan, millet ve fert olarak “gerçekte” onların da
Mustafa Kemal Atatürk’ün “Türk İnkılâbının” esas ve ilkelerine ihtiyacı
vardı. Bu olmadığı içindir ki, beyinsel faaliyetleri metalaştı. “İnsani
boyut ve bilgi toplumu” bağlamında en az bizim insanımız kadar, onlarında
akıl ve iradelerinin kurtarılması zorunlu, insani yönden zayıf ve zavallı
hale geldi. insanlık ve uygarlık böyle vahim bir
döneme girmişken, eleştirel-doğrusal bilgi ve objektif düşünce her
zamankinden daha büyük bir gereksinim halini aldı. Bu da, Atatürk ilke ve
“Türk inkılâbının” kısaca “Kemalizm” in evrensel boyutta “emsalsiz ve
tartışmasız, mutlak bir REJİM ve lider bir DOKTRİN” olduğunu (1950-1960
uygulaması dahil) bütün uluslar (devletler) için
gerekliliğini “tarihi süreç içinde” bir kez daha kanıtladı.
-
İşte bu nedenle: Bütün kurum ve
kuruluşları ile Türkiye Cumhuriyeti devleti ve milleti “1.Cumhuriyet”
döneminin deneyim ve kazanımları, ATATÜRK ilkeleri ve Türk İnkılâbı, yani
“Kemalizm’in” ışığı ve yolunda, yorulmadan, milli değer, ilmi bilinç-şuur
ve heyecana sahip “Vatansever duayenler”
önderliğinde Türkiye halkının milli birlik ve beraberlikteki samimiyetine
inanarak ve güvenerek; Şimdi tekrar “ama hukuki ve demokratik” bir
mücadeleye “halk hareketine” başlamak zorunda ve durumundadır. Bu
mücadele, kimseyi yüceltme ve karalama derdiyle değil, sadece “milli dava
Kemalizm” misyonu ve “Türk İnkılâbı” vizyonu dahilinde
olmak ve bu kapsamda kalmak zorundadır. Yani, yeni, bilinçli
ve, “1960’dan günümüze doğrudan iktidar olmuş veya dolaylıda olsa
bu iktidarlar içinde yer almış, deformasyon, dumur ve dejenerasyona
uğramış, yozlaşmış, kapitalist ve emperyalist unsurlarla iç içe girmiş,
her zerresine haram, yalan ve talan bulaşmış parti ve parlâmenterler
dışında” büyük bir halk hareketi biçiminde oluşmak ve netice almak
zorundadır.
- Günümüz Türk
yurttaşı, ülke'nin kasıtla-bilerek, inatla sürüklendiği bu kritik noktada;
Vatansever-Kemalist, “Cumhuriyetçi-Demokrat” onurlu-sorumlu ve özgür
insanlar olarak, ülkeyi uçurumdan çekmek, çıkarmak, kurtarmak ve günümüzün
Ali Kemalleri ile diğer dâhili ve harici bedhahlara dur demek zorundadır.
-
Çıkış noktası: Gerçek
vatansever, Kemalist ve milliyetperverler olarak; İnsanlığın, bilimin ve
bilincin evrensel değerlerinin Türkiye ve Türk halkı ile tekrar
bütünleşmesine engel olan her türlü çıkarcı, işbirlikçi, siyasal, sosyal,
kültürel hortumcu ve Küresel kapitalizme Ülkeyi peşkeş çekenlere karşı:
“Namuslu, dürüst, ilkeli, onurlu ve sorumlu, basiretli ve bilge, çalışkan
ve üretken birey, gerçek insan sıfatıyla” cevap ve alternatif olmayı ve
ülkemize çöreklenerek halkın kanını-canını iliklerine kadar sömüren ‘vahşi
kapitalist ve emperyalistleri’ kovmayı vazgeçilmez bir şart olarak kabul
etmektir.
- Sevgili Vatansever
insanlarım, bu yolda ve bu uğurda; Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü asla
unutmayınız. Çanakkale ruhu ile ruhlanan ve istiklâl savaşı gibi bir büyük
efsaneyi bu onur ve ruhla yaratan Kuvva-i Milliye, Müdâfaa-i Hukuk
Hareketini hatırlayınız. Bu ülkenin Vatanseverleri; Mustafa Kemal
Atatürk'ün yoluna baş koyan:
- Namuslu, onurlu,
ilkeli ve dürüst gerçek anlamda “milli devlet” ve Kemalizm’den yana olan
“namus borcu, kumar borcu bulunmayan” alnı ak, yüreği pek, vicdanı hür,
irfanı hür, boğazından haram lokma geçmemiş “GERÇEK İNSANLARIN” kendini
millete adayan ve vatan-millet, hürriyet, adalet ve
hakimiyet-istiklâl yoluna baş koyanların etrafında örgütlenin. Ve
gelin hep beraber yeni, demokratik hak, adalet ve hukuka dayalı beyaz
ihtilâli oluşturalım, günümüz Ali Kemallerine karşı duralım ve yeniden
ATA’ nın emanet ve vasiyeti olan CUMHURİYET’ i kuralım.
-
Fakat,
eğer, her şeye rağmen bu utanç verici hale rıza göstermek niyet, gaflet ve
dalâletine düşmüş olanlar varsa ve/veya bir okuyucu olarak siz eğer böyle
iseniz biliniz ki, her hangi bir “geleceğiniz” (?) olmayacaktır. Amma,
yeniden hür, hakim, özgür, onurlu ve hükümran olmak istiyorsanız:
YENİDEN:
- “YA İSTİKLÂL, YA
ÖLÜM” demelisiniz.
-
Milli Devlet; Hürriyet ve
istiklâlimize, dolayısıyla “Türk’ün insanca yaşamasına” hayır diyen,
kendince azimli, kararlı ve sabırlı, onursuz, insanlık dışı, hain ve alçak
dahili ve harici düşmanlarca “delikten süpürülmek ve “İkinci
Ergenekon” Anadolu’dan kovulmak veya mahvolmak yerine; Bu şuursuz ve
çılgınca gidişe gem vurmak, tam bir azim, irade ve kararlılıkla “DUR”
demek bir insanlık, onur ve namus borcudur.
- Unutmayınız ki,
namuslu ve dürüst insanlar da, en az hırsız, arsız, yolsuz, soysuz ve
namussuzlar kadar cesur, atılgan, çalışkan ve cesur olmadıkça bu vatan
kurtulamaz. Devlet, harici (bedhahlar) ihanet şebekeleri ile
dahili (bedhahlar) yerli işbirlikçiler konum ve durumundaki
çetelerden kurtulamaz.
- Yozlaşmış, çürümüş
ve kokuşmuş rejimin “rüşvet, iltimas, yolsuzluk, soysuzluk, gasp,
irtikap, suistimal, kap-kaç, kaçakçılık, sahtecilik, hortumculuk,
kayıt ve kapsam dışılık, ayrıcalık, imtiyaz ve dokunulmazlık gibi
insanlık, ahlâk, cumhuriyet ve demokrasi dışı” alışkanlık, adet ve
haram-haksız kazanç yolları tıkanamaz. Nihayet, doğrusal yönde iş gören
açık, saf, temiz, dürüst ve şeffaf hükümetler kurulmadıkça; Devlet
idaresinde millet iradesi hakim kılınamaz;
Süratle yayılan ahlâksızlık, edepsizlik ve şerefsizlik önlenemez.
-
Şu anda siyasette, medyada, kamu kurum
ve kuruluşları ile bazı sektörlerde ve bürokratik oligarşide ‘hakim
unsur’ olarak yuvalanan, hayasızca ve sorumsuzca davranarak kendilerini ve
ülkemizi kullandırmayı yeğleyenlerin iktidarında, bölücü anarşist ve
terörist yandaşı, yatakçı ve destekçilerinin ülkemizi bir baştan bir başa,
pervasızca dolaşmasına göz yumulduğu ve fakat teröre karşı şanlı
bayrağımızın altında öfke ve tepkimizi dile getirmemizin dahi mümkün
olmadığı, millete ait kal-â’ların hile, haksız işgal ve desise ile tek-tek
düşürüldüğü böyle vahim bir dönemde “ulusal egemenlik, hürriyet, hak,
adalet ve özgürlük” için çok daha görkemli ve bilinçli bir mücadele vermek
gerekmektedir.
- Aksi
taktirde, 27 Mayıs darbesi ile açılan “Lozan’ı ilga ve Sevr’i ihya”
yolunda, bütün ‘milli güç, irade ve engelleri” çiğneyerek ilerleyen;
Gümrük Birliği anlaşması ile iktisadi sınırlarımızı kaldıran, ülkemizi bir
‘Açık Pazar’ serbest sömürü alanı, manda ve müstemleke haline getirmeyi
amaçlayan; Milli dava Kıbrıs’tan vazgeçen, Kerkük’ de kırmızı çizgileri
sorumsuzca silen, Ege, Kırım ve Musul üzerindeki haklarımızdan geri adım
atan, Türk dünyası ve Balkan politikalarında pasifleşen ve bütün uluslar
arası çıkarlarından ABD ve AB lehine feragat eden, gayri Milli ve gayri
Müslim “mütegallibe” er veya geç bu menfur yolda muvaffak olacaktır.
- Dip dalga ve
“gerçek derin devlet” sıfatıyla Milli hâkimiyet ve milli menfaatleri
koruma yükümlülüğünü doğal olarak üstlenen ve % 5’e karşı % 95’le kahir
ekseriyeti teşkil eden “MİLLET”, milli rejim Kemalizm, (medeni siyaset)
Atatürk ilke ve Türk İnkılâbının müktesep hak, hukuk ve esaslarına sahip
çıkmak ve yeniden hayata geçirmek zorundadır. “Asıl önemli olan ve
memleketi temelinden yıkan, halkını esir eden, içerideki cephenin
suskunluğudur” diyor, Mustafa Kemal Atatürk.
- Bunu unutmayalım.
Türk Milleti için asla esaret ve sömürü bir kader olamaz.
-
Şimdi ses vermek ve “olanca gücümüzle”
haykırmak zamanıdır: ÖZELLİKLE!.. 2008 yılı itibarıyla duçar olduğumuz ekonomik kriz,
eğer Milli Siyaset yolunda yürünseydi ülkemizi asla etkilemezdi. Teoride
Türk İnkılâbı anlaşılıp, samimiyet ve sadakatle uygulansaydı milletin
sayısı 40 milyona varan kahir ekseriyeti fakirlikten ve yoksulluktan
kırılmazdı. Ve büyük Önder Atatürk’ün: “Bütün dünyanın Müslümanları,
Allah’ın son Peygamberi Hazreti Muhammed’in gösterdiği yolu takip etmeli
ve O’nun verdiği talimatlar, tam olarak tatbik edilmeli. Tük İslâmiyet’in
hükümleri, olduğu gibi yerine getirilmeli. Zira ancak, bu şekilde insanlık
kurtulabilir ve kalkınabilir” (Ankara Gönül Erleri, Sıddık Demir,
Ankara-2000) Biçimindeki son emanet ve vasiyetine uyulsaydı, şimdi Türkiye
Cumhuriyeti dünyanın en güçlü, zengin ve müreffeh devletleri arasında
olurdu.
- Şimdi gelin; Yeter
artık, “YETER, SÖZ MİLLETİNDİR”diyelim!..
- Aziz Milletimizin
bu haysiyetsizlikleri daha fazla taşıması mümkün değildir!
- Bu kadar zûl,
zulüm, hor-hakir görme ve işkence eşyanın tabiatına aykırıdır.
- Amma!..
Hiç kuşkunuz, endişeniz, korkunuz olmasın; Elbette bir gün zalimler;
- GELDİKLERİ GİBİ
GİDECEKLER..
-
-
YARARLANILAN KAYNAKLAR:
-
1. Atatürk’ün Söy.
ve Demeçleri, Cilt: 1, 1952-Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü
Yay.132-133
-
2. Gizlenen Rejim Kemalizm, Tanı
Yayınları-2005, Tayyip Yelen
-
3. Globalleşen Dünyada AB Kapısında
Türkiye İçin Çağdaş Çözüm, Tanı Yay.-2005, H.Aksu
-
4. Atatürk’ü Tanımak ve Anlamak,
Anayurt Yayınları- 2004, Behzat Şaşal
-
5. Tek Çare Kemalizm, Tanı
Yayınları-2006, Süleyman Akdemir
-
6. Seni Anlasaydık Bu Hale Gelmezdik,
Akasya-2005, İbrahim Candan
-
7. Küresel Almanak, Tanı
Yayınları-2006, Mustafa Nevruz Sınacı
-
8. Hedefteki Müslüman Halklar ve
İslâm, Kül Sanat Yayıncılık-Ankara, 2005 Yusuf Küpeli
|