YIL 13     SAYI 151    25 Eylül 2011

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

DİKKAT ; BU BİLGİLER TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMDEN  İZİN ALINMADAN KULLANMAYINIZ!

YAZARLARIMIZIN HAYAT HİKAYELERİNE GİTMEK İÇİN TIKLAYARAK GİDİNİZ!

Aşağıdaki dizinler ile tıklayarak üye olmadan sayfalara girebilir ve inceleyebilirsiniz!1

1
 

BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR!

 
Mahmut Selim GÜRSEL NE VAR NE YOK
Murat HACIOĞLU GECE TERÖRÜ
Mesut ARTAR GELECEK NESİLLERE BIRAKACAĞIMIZ MİRAS NE OLACAK?
İsa KAYACAN TASAVVUF EDEBİYATIMIZIN İLK BÜYÜK ŞAİRİ YUNUS EMRE
Mustafa Nevruz SINACI BÜYÜK FIRSAT MESELESİ
Özkan KARACA TARİHE SELAM
Selma GÜRSEL ÇATALAŞI
Erhan TIĞLI DOST GÜNAYDINLAR
Rıza KANDAMİR DENDİMİ DAHA NASIL
Emine GENÇ YOLCULUK
 
   
 
 
 
 01

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mahmut Selim GÜRSEL
Mahmut Selim GÜRSEL Hayat Hikayesi
NE VAR NE YOK?
            Bu soruyu bilerek veya bilmeyerek sorarız. Ne haber?
            Haberler postada. Bir şeyler yaptık, iyiyiz, sağlığımız yerinde, koşuşturuyoruz gibi pek çok cevap vererek karşımızdakinin sorduğu cevaplamaya çalışırız.
1945 yılında Pennsylvania Üniversitesi’nden J.P. Erkert ilk işlevsel bilgisayar olan 30 ton ağırlığındaki ve saniyede 5 bin işlem yapabilen ENIAC ‘Elektronik Sayısal Doğrulayıcı ve Bilgisayar” geliştirdi. ENIAC, 30 ton ağırlığında, 167 m2 büyüklüğünde bir bilgisayardı. 1959-1964 yılları arasında üretilen bilgisayarlarda transistorlar kullanılmaya başlandı.”
Bu bilgiler meraklılarının ve bilim çevrelerinin dergi ve radyolardan öğrendiği yüzeysel verilerle bizlerin merakını tatmin ediyordu.
Bu verileri neden yazdığımı yazımızın başlığı olan “Ne var, ne yok”
1960’larda Türkiye’de pek popüler olan bir fıkrayı hatırladığım kadar anlatmaya çalışayım diye yazdım.
Amerika bilgisayarı çalıştırınca Birleşmiş Milletler temsilcilerine tanıtmak için bulunduğu binaya götürmüşler. Mihmandan (dolaştıran) kişi üyelere dönerek istediğiniz soruyu kendi dilinizle yazın cevabını yazılı olarak karlarla verecektir diye bilgi vermişler.
Bilirsiniz ülke alfabetik sıra üzerine delegeler akıllarına gelen soruları sormuşlar. Kimi ülkesinin kaç metre kare olduğunu, kimi hangi kıtada olduğunu, kimi nüfusunu, kimi başbakanının ismi sormuş ve hepsine de birkaç saniye içinde doğru cevaplar almış ve takdirle bilgisayarın önemini birbirlerine anlatmaya başlamışlar.
Sıra bizi Türk Delegesine gelmiş:
- Ne var, ne yok? Demiş. Birkaç saniye sonra cevap gelecek diye beklerken bilgisayarıdan ses seda çıkmamış. Manika çalışıyor fakat sorunun cevabını bir türlü bulamıyormuş. Aradan dakikalar geçmiş sonunda bir kart gelmiş.
CEVAP YOK hemen mühendisler koşmuşlar Türk Delegesine sormuşlar?
Ne sordunuz da cevaplayamadı? Delege gülmüş.
Hani bu makine her şeyi biliyordu?
Hepimiz her şeyi bilmeyiz. Bilemeyiz de. Ben her şeyi biliyorum diyenlere cevabını sizin vereceğini biliyorum.
Hoşça Kalınız!

 

 
 
 
 02

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Murat HACIOĞLU
Murat HACIOĞLU Hayat Hikayesi
GECE TERÖRÜ
Yorgun geçen bir günün ardından ılık bir duş alıp uzandığınız yatakta gözleriniz ağırlaştıkça... Parmak uçlarınızdan başlayarak bütün vücudunuzu adım adım kaplayan yorgunluğun taa kemik iliğinize kadar işlediğini hissettikçe... Her biri birer ton ağırlığında gelen gözkapaklarınızı yummadan tavandaki çizgileri saymaya çalıştığınızda... Üzerinize aldığınız yorganın kenar işlemelerinde gezen parmaklarınızı hissetmemeye başladığınızda... Ve uyuşan beyninize hükmedememeye başladığınızda, zihninizi dolduran aşk damlacıklarının beyninizin bir bölümünden bir bölümüne uçuşuna tanık oldunuz mu?
Hayatınızda hiç tanımadığınız yüzlerle haşır neşir olurken, bedeninizi hissetmeden istediğiniz her anda ayaklarınızı yerden keserek uçabilirken, susuzluktan diliniz damağınız kuruduğunda birdenbire önünüzde nehirler akmaya başlarken, sonra hiç bilmediğiniz bir yerde kendinizi buluverdiğiniz rüyanızdan kalbinizin çarpıntısıyla uyandığınızda; alnınızdan akan terleri silmek için peçeteye uzandığınızda yatağınızın bir yanının boş olduğunu görerek gerçeğe aydınız mı?
Sırılsıklam terle uyandığınız da sizi sakinleştirecek bir sevgilinin o anda yanınızda olmadığını bilmenin dayanılmaz acısını yaşadınız mı?...
Belki sizden çok uzaklarda bir başına uyuyan sevgilinizi düşlediniz, belki de hiç olmayan sevgilinin hayalini düşündünüz... Oysaki bir zamanlar elinizi uzatıverdiğinizde sıcacık bir ele rastlıyor, içinizi dolduran huzuru ve dinginliği doyasıya yaşayarak yeniden tatlı uykunuza dalıyordunuz.
Gece terörünün hangi gece başlayacağınızı bilememek sizin suçunuz değil elbette. Hangi gün, hangi soğuk gecede sizi bombalayacağını da bilemezsiniz. Kaç gecenizi parçalayacak, kaç hayalinizi çalacak, kaç mutluluğunuzu örseleyecek hesap edemezsiniz.
En umulmadık zamanlarda kapınızı çalacağı aşikardır.
Tan yeri ağarana dek sürecek bahtsızlığınız, ama bitmeyecek. Belki sizi meşgul eden günlük yaşantınızın ayrıntılarında unutacaksınız. Ama bir başınıza kaldığınızda yeniden hortlayacak. Ve en dingin zamanınızda, gecenizde misafiriniz olacak. Gecenize damgasını vurmakla kalmayacak, gözlerinizdeki ışıltıyı söndürecek. Sabaha dair beslediğiniz ümitlerinizin heyecanını azaltacak, hevesinize limon sıkacak...
O zaman ne yapmalısınız? Ne yapmalıyız?...
Gece teröründen uzak yaşantınızda onu size getirecek herşeyden olabildiğince uzaklaşmak gerekecek. Ya yaşadığınız aşk vurgunlarından uzanıp küstürdüğünüz sevgi meleklerinizle yeniden barış imzalayacak, ya da elinizde var olanların kıymetini bileceksiniz.
Yokluk yaşanmadan varlığın kıymetini anlayamamak galiba en zayıf yanımız. O zaman kaybetmeden kıymet bilmeyi öğrenmemiz gerekmiyor mu?
Gece terörü rüyalarımıza,hayallerimize sirayet etmeden güvenlik önlemlerini arttırmamız gerekmiyor mu?
Gecenin bir vakti o "bomba" patladığında vakit geçmiş olabilir... Aman dikkat!
 
 

 03

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mesut ARTAR
Mesut ARTAR Hayat Hikayesi
GELECEK NESİLLERE BIRAKACAĞIMIZ MİRAS NE OLACAK?
Yıkık bir dünya, tükenen doğal kaynaklar, yüzyıllardır gelişme göstermeyen bir sosyal yapı falan? Geçmişin mirasını koruma ve geleceğe aktarma paniği? Acaba bize geçmişten kalan birikim nedir ki biz bu mirası geleceğe eksiksiz devretmeyi istiyoruz? Geçmişte neler yitirildiğini biliyor muyuz? Görülmeyen veya gözden kaçan fırsatlar var mıydı? Bunları hiçbir zaman tam olarak bilemeyiz. Elimizdekileri sağlıklı bir şekilde gelecek nesillere devretmek amacında olduğumuz söylenebilir. Ama bu amacın amacı nedir? İnsan uygarlığının sonsuza dek devamı mı veya evrene ve zamana hâkim olma düşü mü? Yoksa ölümsüzlük mü? İnsanlar iz bırakmaya, gelecek nesillere kendilerini tanıtmaya çalışır. Üretmeye çalışır. Bu doğrultuda ortaya fikirler atılır, eserler sunulur, çalışmalar yapılır. Üretme tatmininin tükenmeye başladığı noktada üreme fikri akla gelir ve üreme gerçekleşir. İnsanlar hatırlanmaya, hiç değilse öldükleri zaman geride yaşayan bir şey bırakmaya çalışırlar. Üretmek ve üremek düşüncesinin altında ölüm korkusunu bulmak hiç de şaşırtıcı olmaz. Yok olmak, hatırlanmamak nedense insanlara korkunç gelir. Çoğu zaman bellek hatırlanmak için hatırlar. Her hatırlayışta kendinden bir şeyler katıp hatırlanmak isteği vardır. Elindekilere kendinden bir şeyler katıp yeni bir şey yaratmak?
Yaratıcılık! Benzer noktalarda bazı kişiler ellerindekileri değerlendirip başarılı olmuş ve üst düzey eserlerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu eserler tarihe mal olmuştur. Tarih bir çeşit ortak bellek olmuş ve onu herkes kendine göre yorumlamıştır. Bu eserler, artık yaratanlarına ait değildir ve yaratıcılarını kaçınılmaz sondan kurtaramamışlardır. Toplum ise bu eserlere sahip olduğunu zanneder. Bu eserlerin algılanması ve yargılanması, zaman ve bakış açılarıyla farklılıklar gösterir. Toplumun tek bir belleği veya algılama şekli olamaz Her şey evrensel bir belleğe ait olacaktır. Ancak bence bu bellek tanrısal bir kusursuzluğa sahip değildir. Bu bellek belki toplumun, belki de dilin olacaktır. Yaşamın değişken dengesi içinde oluşmaktadır ve asla adaletli değildir ve de olmayacaktır. Amaca göre değişken olaylar ve eserler yer alacaktır bu bellekte. Kopuk kopuk ve anlamsız, sadece yüzeysel bir bellek kalacaktır ileriye? Unutuş ve unutuluş günden güne daha çok kemirecektir. Üretmek veya ilerleyen bir insanlık fikri bana her zaman şaibeli gelmiştir. Öyle ya da böyle kendi egolarını tatmin etmeye çalışan insanların ortadaki birtakım kombinasyonları deneyerek bunlardan bazı mantık düzeneklerine göre sonuçlar çıkarıp bu sonuçları, yaratıcılık ya da üretim olarak adlandırmaları ve bunlardan tatmin olmaları acıklıdır. Gelecek nesiller bizim ne kaybettiğimizle ilgilenecek mi yoksa gene bizimkine benzer bir düzenek içinde elindekilerle mi yetinecek? Belki onlar da geçmişten kalanı düşünmek yerine ileriye sağlıklı bir miras bırakmayı düşünürler. İnsanlar bu güne kadar birçok denge içinde yaşamayı öğrendiler. Bundan sonra ağaçlar yok olsa da insanlık ağaçsız yaşamayı öğrenecektir. Öğrenemeyen yok olur. Biz doğayı egemenliğimiz altına alamadık. Doğanın değişimine bakıp onu öldürdüğümüzü sanıyoruz ve doğa bizi de kapsayarak yoluna devam ediyor. Ağaçsız belki de insansız yeni dengelere doğru.
Geleceği düşünmek ve ona sahip olmak, onu yönlendirebilmek. Var olmak, yaşamak, insanlık, uygarlık ve sahip olduğumuzu sandığımız her şey. Kavramlarımız, tanımlarımız ve de geleceğimiz. İlerleme diye adlandırdığımız değişim. Biz eninde sonunda bir dinozor soyuyuz ve sonumuz, amaçlarımızın, hayallerimizin, ümitlerimizin çok dışında komik ve trajik olacak. Bundan eminim.
 
 
 
 
 04

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

İsa KAYACAN
İsa KAYACAN Hayat Hikayesi
 TASAVVUF EDEBİYATIMIZIN İLK BÜYÜK ŞAİRİ YUNUS EMRE
Yunus Emre’nin şiirleriyle karşılaşmayanımız yok gibidir. O, Tasavvuf edebiyatımızın ilk büyük şairidir. Hayatı hakkında kesin bilgilere sahip olmadığımızı biliyoruz. Yunus Emre’yle ilgili bildiklerimiz, din ve tasavvuf büyüklerinin rivayetlerinden oluşan menkıbelere dayanmaktadır.
Risaletü’n-Nushiye adlı mesnevisini 1307–1308 yıllarında yazmış olmasından yola çıkarak yaptığımız değerlendirmelere göre; XIV. Yüzyılın başlarına kadar yaşadığı kabul edilmektedir.
Son araştırmalara bakarsak; Yunus Emre’nin 1240–1241 yıllarında, muhtemelen Eskişehir’de doğduğu, seksen iki yıl yaşayarak 1320–1321 yıllarında vefat ettiği tahmin edilmektedir.
Yunus Emre’nin iki defa evlendiği, bu evliliklerinden iki çocuğunun olduğu, Konya, Şam ve Azerbaycan’ı dolaştığı bilinmektedir. Aşık Çelebi, Rıza Tevfik, Bursalı Mehmet Tahir, Hüseyin Vassaf gibi araştırmacılar, şairin okuma-yazma bilmediğini, medrese eğitiminden geçmediğini; İsmail Hakkı Bursevi, Abdulbaki Gölpınarlı, Faruk Kadri Timurtaş gibi araştırmacılar ise, medrese eğitimi almış olduğunu ileri sürmüşlerdir. Yunus’un ümmiliğini Hz. Peygamber’den kinaye bir ümmilik kabul edenler de vardır. Aslında Yunus, ümmi olmadığını düşündürecek kadar ilim sahibidir.
O’nun ilmi, ilahi aşk ve güzel ahlakla elde edilmiş ledünni (ilham yoluyla elde edilmiş) bir ilimdir. Menkıbeleri ve şiirlerinden anlaşıldığına göre; Yunus Emre, tasavvuf yoluna girmeden önce, güçlü bir medrese öğrenimi görerek yetişmiştir. Yunus Emre’nin menkbevi hayatı daha çok Hacı Bektaş-ı Veli “Velâyetname”sine dayanmaktadır.
Rivayetlerden birine göre; Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli’nin huzuruna çıkar ve, “Ben bir fakir kişiyim. Bu yıl ekinimden nasip alamadım. Ümittir ki bu yemişi alıp buğday verirsiniz” der. Birkaç gün bekledikten sonra ayrılacağı Hacı Bektaş’a haber verilir.
Hacı Bektaş; “sorun bakalım, buğday mı ister, nefes mi?”der. Yunus’un “buğday” cevabı bildirilince, Hacı Bektaş-ı Veli; “Varın söyleyin, alıcın her tanesi için bir (iki) nefes verelim” buyurur.
Cevaben Yunus Emre; “Ehlim var, nefes karın doyurmaz. Lütuf ederse buğday versinler. Kifaf edelim” der. Hacı Bektaş-ı Veli bu defa; “Alıcın çekirdeğine on nefes verelim” dese de o kabul etmez. Kendisine istediği kadar buğday verilir. Yunus Emre yolda buğdayıyla giderken, “Vilayet eri bana nasip sundu, alıcın her çekirdeğine karşı on nefes verdi. Ne olmayacak iş ettim. Buğday sayılı günde tükenir, nefes bir ömür yeter. Ola ki himmet eder, nasibi verir” diye düşünür.
Yunus Emre Dergâha varıp halini arzeder. Hacı Bektaş’a istediği haber verilince, “O şimdiden sonra olmaz, biz onun kilidini Tapduk Emre’ye verdik”der. Yunus Emre bunun üzerine Tapduk Emre’ye gider. Tapduk Emre, “hoş geldin” halin bize arzolundu. Hizmet et, emek yetir, nasibini al” buyurur. Bunun üzerine Yunus emre, Tapduk dergâhına kırk yıl odun taşır. Bu kırk yıl boyunca Yunus Emre’deki istidat, tasavvufi eğitim yoluyla işlenir. Teslimiyeti, samimi hizmetleri sonucu olgunluk mertebesine erer. Daha sonra şiirleriyle halkı irşat etmek üzere yeniden gurbete çıkar.
Yunus Emre, Konya, Şam ve Azerbaycan dahil geniş sayılabilecek bir coğrafyayı dolaşmıştır. Çağdaşı büyük mutasavvıf Mevlâna Celâleddin’le görüşerek, yolculuğunu doğduğu yer olan Porsuk çayının Sakarya’ya döküldüğü Sarıköy’e dönerek tamamlamıştır. Eskişehir’in Mihalıççık ilçesine bağlı Sarıköy’de gömüldüğü yere, 1970 yılında yeni bir mezar yapılmıştır. Anadolu’nun birçok bölgesinde, Ona ait mezarın bulunması şaire duyulan büyük sevginin göstergesi olarak kabul edilmektedir.
Kendisinden sonra gelen binlerce düşünce ve sanat adamını derinden etkileyen, şiirleri bugün de en az aydınlar kadar halk arasında dillerden düşmeyen Yunus Emre’nin, Türkçe edebiyatın en büyük şairi olduğunu söylemek yanlış sayılmaz.  Yunus emre, şiirlerinde kullandığı süsten, gösterişten uzak temiz bir Türkçe ile şiirimizin en temiz ve berrak kaynaklarından birini oluşturmuştur. Allah ve insan sevgisini, dostluğu, kardeşliği, merhamet ve yardımlaşmayı esas alan, öğütleyen İslâm tasavvufundan kaynaklanan ve güçlü bir lirizmle beslediği şiirlerinin yüzyılları aşıp gelmesi tesadüfi değildir.
Bazı şiirlerinde aruzu, büyük çoğunlukla hece ölçüsünü kullanan Yunus Emre’nin Divan’da üçyüz altmış kadar ilâhi ve nefes topladığı görülmektedir. Şiirinin temel birimi beyit, biçmi ilâhidir. Müstezat ilâhiyi sever. Aruzla yazar, Türkçe hece ölçüsüne uygun olan “hezec” ve “recez” bahrlarını kullanır genellikle. Kusursuz bir kafiye yapısına sahip Yunus Emre, Türk tasavvuf edebiyatının ilk büyük şairi olarak kabul edilmektedir. Yunus Emre, bir ozan, yahut bir saz şairi değil, dini-tasavvufi Türk edebiyatı alanında kendine özgü bir tarzın temsilcisidir.
Kur’an ve sünnet esaslarından hareketle, bütün insanlığı Allah’ı zikre ve kardeşliğe davet eden Yunus Emre, şiirlerinde, ölüm, fanilik, gurbet ve dervişlik konularını işlemiştir. Yine de onun şiirlerinde en çok işlediği konu ilahi aşktır. O’na göre “aşk makamı” yüce bir makamdır.
Yunus Emre, ne dünya, nede ahiret hesabındadır. O, hasret ile doludur. İlâhi aşktan sonra, Yunus Emre’nin düşüncesinde, en köklü yere sahip olan fikir, ölüm fikridir. Şaire göre ölüm “sevgiliyle buluşmaktan” başka bir şey değildir.
Beylikler döneminin karışık Anadolu’sunda yaşamış olan Yunus Emre, dünya ile tümüyle bağlarını koparmamıştır. Bu nedenle de gündelik olaylar şu dörtlüğünde olduğu gibi karşımıza çıkar:
 
Bu dünyada bir nesneye,
Yanar içim, göynür özüm,
Yiğit iken ölenlere,
Gök ekini biçmiş gibi..
 
Yunus Emre’nin dili, ortak İslâm medeniyeti içinde öteden beri gelişmeye başlamış ve ortak medeniyet dillerinden Türkçeleştirilmiş kelimelerle zengin bir İslâmi Türk dilidir.
Orta Asya’da Ahmet Yesevi ile başlayan tasavvuf şiirinin doruk noktasına Yunus Emre ile çıktığı, Anadolu erenlerinin en büyüğünün Yunus Emre olduğu kabul gören gerçeklerin başında gelmektedir.
Yunus Emre’nin üçbin şiir söylediği, fakat bu şiirlerin Molla Kasım adlı bir zahid tarafından şeraite aykırı bulunduğu için tahrip edildiği, yılların gerisinden gönümüze akıp gelen değerlendirmelerdendir. Molla Kasım, Yunus’un şiirlerini ele geçirip, bir su kenarına oturur. Bin tanesini yakar, bin tanesini de suya verir. Üçüncü bindeki şiirleri okumaya başlayınca, şu dizelerle karşılaşır:
 
Derviş  Yunus bu söze eğri büğrü söyleme,
Seni sığaya çeken bir Molla Kasım gelir..
 
Bu beyti okuyan Molla Kasım şaşırır, tövbeye gelir ve Yunus Emre’nin ermiş bir kişi olduğuna inanır. Ne var ki iş işten geçmiştir. Elde sadece bin tane şiir kalmıştır.
 
ESERLERİ:
Yunus Emre’nin iki eseri vardır. Bunlardan Risaletü’n Nushiyye olarak bilineni 1307 yılında mesnevi şeklinde yazılmış, tasavvufi bir nasihatnamedir. Yunus Emre’nin bu eserinde ahenk ve âşıkanelik olmamakla birlikte sembolizmi mükemmeldir. Eserde kavramlar soyut olup teşhis sanatıyla işlenmiştir. Didaktik bir eser olan bu risale, insanın kâmil olma yolunda yaşadığı manevi yolculuğu anlatır.
Yunus’un öteki asıl eseri ise, düşünce dünyasını da ortaya koyduğu Divan’dır. “Yunus olduysa adım pes ne aceb/Okuyalar defter-ü divanımı “beyitinden anlaşıldığı kadarıyla, Yunus Emre hayattayken Divan-ı bulunuyordu, şeklinde yorum yapmak, bunu gerçek olarak kabul etmiş yanlış olmaz.
Yunus Emre’yi ilim ve edebiyat dünyasına ciddi anlamda tanıtan ilk kişi, isim ve imza Fuat Köprülü’dür. “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar (1918)” adlı eserinde Ahmed Yesevi ve Yunus Emre etrafında gelişen Türk tasavvuf edebiyatı tarihi, geniş şekilde incelenmiştir.
Cumhuriyet döneminde Yunus Emre üzerine ilk ciddi araştırmayı ise Burhan Toprak yapmış ve Yunus’un şiirlerini “Yunus Emre Divanı-(1933–34)” adıyla yayımlamıştır.
 
HAKKINDA YAZILANLARDAN
1- Yunus Emre bir bakıma Mâvlana ile adeta aynı inancı ve aynı dünya ve hayat görüşünü paylaşmıştır. Mevlâna’nın Farsca terennüm ettiklerini, çok uzun ve geniş bir ufukta, bize aydınlığı gösterdiklerini Yunus Emre çok daha kısa tesirli bir Türkçe ile şakımıştır. (Abdülkadir Karahan)
2- Yunus Emre’nin sanatı tamamiyle “Milli” yani “Türk” bir sanattır ki, bunu tahlil edecek olursak, başlıca iki unsura tesadüf ederiz: Evvela ona ahlaki-süfiyane esaslarını veren “İslami-Nev-Eflâtuni” unsur. İkinci olarak; lisanın edasını, şeklini, veznini veren milli unsur. Birisi  “Esas”ı, diğeri “Şekl”i teşkil eden bu iki unsur.  (Fuad Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, 1986)
3- Bu dünya, insanın bakıp bakıp doyamadığı kızıl, yeşil donanmış pırıl pırıl bir gelindir. Ölümü en sakin ve soyut çizgilerle anlatan Yunus, ölüme geçiş acılarını en dehşetli imajlarla, hayatı da bir çocuğun dünyaya bakışı kadar taze, renkli ve parlak, canlı kelimelerle anlatıyor (Sezai Karakoç, Yunus Emre, 1989).
4- Şiirimizin ustalarından, rahmetli Halil Soyuer’in sekiz dörtlükten meydana gelen “Gizlidir” başlıklı şiirinin bir dörtlüğü: Halil diye doğmuş biri/Yunus olmuş onun pir’i/Belki de bunca şiiri/Yazanda, Yunus gizlidir..
 
ŞİİRLERİNDEN 
Yunus Emre’nin şiirlerinden:
Aşkın aldı benden beni
Bana seni gerek seni
Ben yanarım dün-ü günü
Bana seni gerek seni (Kül’den)
 
Bir garip ölmüş deyeler
Üç günden sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin (Soğuk su’dan)
 
Gökyüzünde İsa ile
Tur dağında Musa ile
Elimdeki âsâ ile
Çağırayım Mevlâm seni (Dağlar ile, Taşlar ile’den)
 
Ne dilersen Haktan dile
Kılavuzla gir doğru yola
Bülbül âşık olmuş güle
Öter “Allah” deyu deyu
(Şol cennetin ırmakları’ndan)

Gönlüm düştü bu sevdaya
Gel gör beni aşk neyledi
Başımı verdim kavgaya
Gel,gör beni aşk neyledi (Baştan ayağa yâreyim’den)
 
Bir hastaya vardın ise
Bir içim su verdin ise
Yarın anda karşı gele
Hak şarabın içmiş gibi (Gök Ekini’nden)
 
KAYNAK: Işık, İhsan: (Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi, cilt 9 Ankara 2007)
 
 
 

 

 05

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI Hayat Hikayesi
 “BÜYÜK FIRSAT” MESELESİ
Hani Cumhuriyet’in yeddi emini, memurların baş amiri ve halkın emanetçisi Abdullah Gül, Mart ayında İran'a giderken "Kürt sorununda iyi şeyler olacak” demiş, devamla da “Kürt meselesi Türkiye'nin birinci sorunudur. Halledilmesi lazımdır” açıklamasını yapmıştı.
Çek Cumhuriyetinde yapılan Prag zirvesi dönüşünde de, "İster terör, ister Güney Doğu yahut Kürt meselesi deyin. Bu, Türkiye'nin birinci sorunudur. İyi gelişmeler olması lazım ve olabilir. Herkes işin farkında. Önce böyle bir çalışma anlayışının olması lazımdı. Devletin içinde herkes birbiriyle çok daha açık seçik konuşuyor. Herkes derken, asker, sivil, istihbarat, hepsi için söylüyorum. Bu ortamda iyi şeyler olur. O yüzden de iyi şeyler olacak diyorum. Bir fırsat var, bu fırsatın kaçmaması lazım” dedi.
HÜKÜMETİ SARSAN “ŞOK”
Gül’ün ‘beklenmedik’ söz ve açıklamaları hükümette şok etkisi yaparken, başta Rum-Yunan, Ermeni ve Yahudi diasporaları ile Misyonerler camiasında bayram havası yarattı.
Tam bir vukuf, ehliyet-liyakat, basiret ve beka ile “Cumhuriyetin Kanunlarını” adalet, fazilet ve eşitlikle uygulamak, yetimin malını gözetip kul hakkını korumakla memur-mükellef “bakan’ların başı, halk hizmetkârı ‘başbakan’ RTE, açıklamayı önce “genel af” gibi algıladı.
Ancak meselenin (şimdilik) öyle olmadığı anlaşılıp “Kürt açılımı” tepki alınca hemen “güneydoğu meselesi” diye ağız değiştirildi. Sonra “demokrasi ve barış atılımı”, “huzur ve kardeşlik projesi” ve “Toplumsal barış girişimi” ne dönüştü. Sonunda örtülü bir AB söylemi ve dünya modası olan “Demokratik açılım” da karar kılındı!
NEDİR; DEMOKRATİK AÇILIM?
‘Ne men-em bir büyük fırsat’ konulu makalemize göz atarsanız; ‘Yurttaşlıkta Birlik” başlığı altında işlenen bir hukuk ve insanlık mucizesini görürsünüz. Zira 1926 -27 yıllarından beri TC yurttaşları eşitlenmiş, millet arasında hiçbir ayrılık, azınlık ve ayrıcalık kalmamıştır. Şimdi sorulur: “Ne sorunu kardeşim? Sorun varsa, ya her kesin sorunudur, ya da yoktur.”
Öyle ya; 40 yıldır alıştıra-alıştıra gündeme taşınan; Ülkede konuşulan 36 ana dil ve 48 etnik kök’ün varlığı, Anadolu’ya 1071’de gelindiği yalanı., 1071’den önce Anadolu’da Türk olmadığı, sonra geleneyse haçlıların (haşâ) aşılama yaptığı; Egedeyse (kalleş-kancık) Yunan palikaryasının tohum ektiği, akabinde de Wilson prensiplerinden dem vurarak ‘bütün halklara Flebisit (kendi kaderini tayin) hakkı tanıyan karar, metin ve tasarılar hükümetlere dayatıldı.
Diğer taraftan, sözde “Kürt’lerin Ermeni önderi” kundaktaki bebek dâhil 7’den 70’e 35 bini aşkın Kürt kardeşin kalleş katili, eşkıya Artin Agopyan: “Federe devlet kabul etmem, ayrı bir devlet de istemem” sözleri “yol haritaları” ve devlette zaaftan istifade ‘sayın’ taltifleri ile “binlerce şehit, aileleri ve necip Türk Milleti rencide edilerek” gündeme sokuldu.
OYSA!
Malum ve mezkür ihanet furyası elli yıldır sürerken; “FIRSAT” Nabuko’nun “hortum döşeme” açılımından “PKK’nın tasfiyesi” olarak çıktı. ABD’nin BOP işinin bitmesi üzerine AB’nin “ucuz gaz hortumu” gündeme geldi. Hat borularının yegâne tehdit, sabotaj ve şantaj unsuru PKK için “işimiz bitti, mazarratı halledin” vizesi “büyük fırsattır” Diğer taraftan; Yıllardır Kürt kamuflâjıyla rant sağlayan Ermeni-Rum-Yahudi diasporası, vaktiyle Ağar’a ihale ettikleri olağanüstü kârlı “düz ova” siyasetini hayata geçirme peşine düştüler. Sonuçta: “Demokratik açılım” içi boş ve muğlâk bir kavram; Ortada kimlik sorunu falan yok. Zaten Doğu ve Güneydoğu Ana-vatan bölgesi ve öz Türkmen yöresi. Öyleyse!
SÖZ KONUSU OLAN VATAN'DIR; GERİSİ TEFERRUAT!
Ülkemiz elli yıldır siyasi vesayet, dâhili-harici kuşatma ve abluka altındadır. Şimdilik bunu kırmanın tek ve son hukuki ve demokratik yolu sandık olup; Son çare: ‘ya AKP’ye karşı tek parti olarak birleşmek’ veya seçimde hiçbir parti’ye oy vermemek şartıyla 27 Mayıs cunta, dikta, sulta ve statüko partilerini sandığa gömerek Cumhuriyet’i kurtarmaktır.
 
 

 

 
 06

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Özkan KARACA
Özkan KARACA Hayat Hikayesi
TARİHE SELAM
Selam Sana! Bin bir çile ve zahmetlerle yoğrulmuş, al kana bulanmış, gözyaşı ile sulanmış, toprağının her bir karışı- bin tarağı şehitlerin kemikleri ve sulbünden geldiğimiz atalarımızın ten(r) i ile süslenmiş eşsiz güzellikte, zarif özellikte ülke: Türkiye’m
Anadolu’nun kapısını Malazgirt’te (Ağustos 1071) ’ de yıldırım yumruğuyla aralayarak giren: Veli duruşlu muzaffer komutan Alparslan ve akıncıları… Hilal etli bedenlerini, çelik bileklerini, azim dolu başlarını feda ederek on beş yıl içinde Anadolu’nun tapusu bütünü ile kıyamete kadar; çağların mirasında, dağların mevkisinde, bağların meyvesinde, şehirlerin menzilinde ikamet eden nesillerine geçti.
Bozkır kültüründen, İslam medeniyeti dairesine giren atalarımız yerleşik mekânlarda toplanarak, şehirler kurup geliştirerek; kültür, sanat ve sosyal müessesler tesis ederek bulundukları yerleri izanların derinliğinde; bileklerini yorarak, dileklerini geleceğe sorarak imar seferberliğinde geliştirmeye başladılar. Böylece çağların alnında parlayan, zamanların yelkovanını güzelliklerle yakalayan, gönüllerin duvarını paklayan ve günümüze de ışık tutan: Kıymetli mimari eserleri ile Anadolu’yu ve fethettikleri üç kıtanın; yer in bakırını, gök’ün bakışını! İnci gerdanla, yakut endamla, altın cevherle süslediler. Bilek terinde, beyin zerinde, kalbin yerinde hayırla yâd edilen ecdadımızın pak ruhlarına, hak sürurlarına selam…
Osmanlı Ordusu önce insanların; dil, din, ırk ne olursa olsun kucaklarını açarak, toprak fethinden önce kalpleri fethederek topraklarını: Avrupa’nın Viyana kapısına, Orta Doğu’nun ve Orta Asya’nın yapısına ve Afrika’nın çöl ortasına kadar geliştirdiler.
Edirne başkenttir. Devasa Osmanlı Devletinin bağrında duran fitne ocağı, fesat kucağı Bizans Devletine son verilmelidir. Altın asrın kutlu peygamberimizce Muhammet Mustafa (S.A.V) ’in mutlu sahabelerine dile getirdiği “Kostantiniyye (İstanbul) , elbette fetih olunacaktır. O’nu fetheden komutan ne güzel komutan, O’nun askeri ne güzel askerdir.” Müjdeye mazhar olabilmek toplandılar. Tarih boyunca yıkılmaz ve aşılmaz denilen İstanbul surlarına nemli gözlerini sürdüler. Şanlı Komutan 2. Mehmet ve neferleri, Bizanslıların; Rum ateşine, ok adedine, kılıç aletine karşılık… Canları yere yıkılarak, kanları sur’lar da yıkanarak: Ulubatlı Hasan’ın burçların üzerine çıkardığı ve göklerin işaretinde al kanlı bayrağımız kıyamete kadar dalgalanmak üzere göndere çekilmiştir. Bu büyük gelişmeyle de Avrupa oldukça sarsılarak reform hareketi başlattılar. Zaferle (Mayıs 1454) Bizans Devleti bir daha dirilmemek üzere tarihin kaçınılmaz boşluğuna yuvarlanmıştır. O zamana kadar Osmanlı ‘Devlet ‘ olarak isimlendiriliyordu. İstanbul’un Fethi ile Osmanlı ‘ İmparator ‘ olarak Cihan hâkimiyetini pekiştirerek anılmaya başlayacaktır. Bir çağı kapatıp, yeni bir çağ açan Fatih in fatih yürekli torunları olan sizler… Selam.
Fatih Sultan Mehmet’ten birkaç yıl sonra tahta oturacak olan, Yavuz Sultan Selimle gelen Mısır’ın fethi bereketi ile Abbasi devletinden hilafeti alarak, bundan sonra da Osmanlı padişahları İslam Halifesi olarak tarihin sayfalarına kayıt düşülecektir. Yavuz Selimin hemen ardından: Kanun yapan, adaleti gözeten olarak ta zikredilen oğlu Kanuni Sultan Süleyman’ la; sosyal, siyasal, kültürel seferberlikle iman ve izan inşası seferberliği hızlanacaktır. Kanuni ile Osmanlı İmparatorluğu zirveye oturacaktır. Osmanlı ordusu öncü kuvvette kalplerin fethini kazanarak, dünyanın nizamını hak- hukuk sesinde açarak: Arş, arş üç kıtaya kadar ayak ritmini açarak gelişleşmişti. Ne var ki tarih tekerrürü aynalardan yansıyarak; çağların ağlayan beyin kürekli, bilek yürekli banileri zamanın bulutlarını yürek yangınlarına emerek güzden güne Osmanlının devasa toprağının eridiğini gösterecektir.
Osmanlının kaynakları ve dayanakları tarumar edilerek beli bükük, yorgun düşmüştü. Öyle yorgun ki Avrupa’nın ellerini ovuşturarak, dilleri coşturarak adlandırdığı “ Can çekişen hasta adam.” Ve hasta adamın! Göz kamaştıran zenginliğini harita üzerinde, mücrim ellerle paylaşılan pasta. Bir millet mozaiği; Türk, Kürt, Laz, Çerkez ve daha sayamayacağımız irili ufaklı ırktan mensuplarla, var oluş istikbali kaybetmemek için istiklal mücadelesine girmiştir. Acı savaşın mücadelesinin sonucu olarak; düşmanın sırıtkan süngüsü, gürültülü topu ve hedefli namlusuna karşı iman dolu göğüslerini siper ederek: Dini sağlam örgüsü, geleceğin beyaz örtüsü ve neslin özgürlüğü için şehit yada gazi olan nice isimsiz kahramanların evlatları olan sizler. Selam…
 
 
 

 

 07

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Selma GÜRSEL
Selma GÜRSEL Hayat Hikayesi
ÇATAL AŞI     
MALZEMESİ: 5-6 porsiyon için.
6 su bardağı su.
1 su bardağı yeşil mercimek,
1 su bardağı yarma.
2 kaşık tereyağı,
1 çay bardağı kavrulmuş kıyma veya kakırdak,
1 baş kuru soğan,bir tatlı kaşığı nane,isteğe göre kırmızı pul biber.
Yeşil mercimek önceden ayıklanır ve yıkanır. Yarma ayıklanmış geldiği için sadece yıkanır.
Yeşil mercimek önceden 6 su bardağı su ile haşlanır. Haşlanan mercimeğin üzerine bir bardak yarma katılarak biraz tuz konulur. Yarmalar pişene kadar kaynatılır. Sonra tavaya iki kaşık katı yağ konarak eritilir.
Pembeleşene kadar soğanlar kızartılır Kızaran soğanın üzerine çiğ veya kavrulmuş kıyma konularak kıyma kavrulur. (İstenilirse kakırdak konulur.)
Kavrulan kıymanın üzerine nane ve istenilirse kırmızı biber dökülür.Çorba servisi yapılırken kaşıkla tabaklara bu sos konulur. İstenilirse kızartılan bu sos tencereye dökülebilir.
İsteğe bağlı olarak çorba tabaklara konunca; bu çorbanın üzerine çökelek de yenilebilir.Yanında kuru soğanla gayet güzel Yenilir.  

 

 
 
 
  08

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Erhan TIĞLI
Erhan TIĞLI Hayat Hikayesi
 DOST GÜNAYDINLAR
Ne zaman günaydın dese dostlarım
Güneş doğar içime
Cıvıldaşmaya başlar kuşlarım
Bal arıları konar çiçeklerime
Dağılır kara bulutlarım
Sevginin şiiriyle
Bezenir bahçem
Özlemim umudumla öpüşür
Güzelliklere açılır pencerem
Mutluluğum türküleşir
Fırından yeni çıkmış sıcacık
Bir ekmeğe dönüşür
Duygum düşüncem
 
 
 09

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!
 
Rıza KANDEMİR
Rıza KANDEMİR Hayat Hikayesi
DENDİMİ DAHA NASIL
Ben derdimi daha nasıl söylemiş
Mısır’da yazıla var insanoğlu
Dur ki sana ip ucu da vereyim
Okuyup içinden bul insanoğlu

Beş nus var kazancımız yetmedi
Kış geldi bacadan duman tütmedi
Aç yattı yavrular uyku tutmadı
Birde ulu hasta var insanoğlu

Koyun sattık veresiye gelmedi
Usta oldum patron para vermedi
Halam vampir bacım kanım emdi
Bizde hayat böyle zor insanoğlu

Oruç bitti herkes bayram edecek
Tatil bitti öğrenci var gidecek
Yoksullar bayramda nasıl edecek
Bayramda işimiz zor insanoğlu.

Mesaj yazdım geç kalmadan alırsan
KUL RIZA’YI bir tenhada bulursan
Ben ölmeden gadir gıymet bilirsen
Bize de uzansın el insanoğlu
20 Ekim 2007 01,30

YAZARLARIMIZIN HAYAT HİKAYELERİNE GİTMEK İÇİN TIKLAYARAK GİDİNİZ!

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

DİKKAT ; BU BİLGİLER TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMDEN  İZİN ALINMADAN KULLANMAYINIZ!
YAPTIKLARIM YAPACAKLARIMIN GARANTİSİ ALTINDADIR!

1

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

 Hukuka, Yasalara, Telif  ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir.

1

Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM

BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR!

152 SAYI 25 Ekim 2011 SAYIYA Gitmek İçin Tıklayınız!