YIL 12     SAYI 142    25 Aralık 2010   

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

DİKKAT ; BU BİLGİLER TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMDEN  İZİN ALINMADAN KULLANMAYINIZ!

YAZARLARIMIZIN HAYAT HİKAYELERİNE GİTMEK İÇİN TIKLAYARAK GİDİNİZ!

Aşağıdaki dizinler ile tıklayarak üye olmadan sayfalara girebilir ve inceleyebilirsiniz!1

 

BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR!

 
Mahmut Selim GÜRSEL SULAR AKAR TÜRKLER BAKAR
Mustafa Nevruz SINACI OYUN İÇİNDE OYUN, TERÖR VE SOYKIRIM  
Mesut ARTARBİR OYUNUN BİTİŞİ, BAŞKA BİR OYUNUN BAŞLANGICI DEĞİL Mİ?
İsa KAYACAN  DÖRT KADIN ŞAİRDEN
Mustafa Nevruz SINACI GANDİ’YE KULAK VERMEK
Ahmet CANBABA BİR GÖÇ HİKAYESİ
Murat HACIOĞLU TARAF MI TARAFTAR MI?
Selma GÜRSEL ÇORUM BAKLAVASI SIKMA BAKLAVA
Emine Sevinç ÖKSÜZOĞLU ÖLÜMÜN SOĞUK YÜZÜ
Ayşe PASLANMAZ BURAYA KADAR
Rıza KANDAMİR GELDİ
 
   
 
 
 
 01

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mahmut Selim GÜRSEL
Mahmut Selim GÜRSEL Hayat Hikayesi
SULAR AKAR TÜRKLER BAKAR
Dağlar ve ovaları insanlarımız faydalanması için ve bizden sonraki kuşaklara emanet olarak kullandığımızı hiçbir zaman unutmamalıyız. Bu dünyanın en güzel ve gözde köşelerine her ne hikmetse bizler birkaç seçimi olan yerlere değil de tarım arazilerine, güzel koylarımıza, biraz daha karlı olsun diye sahillerimize sanayi işletmelerini kurmaktan çekinmiyoruz. Haydi yapanlar yapıyor rantlarını düşük tutmak için ve masraflarını daha aza indirmek için uğraşıyorlar da buralarda yaşayan bizler ufacık faydalar için seslerimizi çıkartmıyoruz.
Yine güzel bir köşemize nükleer enerji santrali kurulma girişimlerini en yoğun olduğu bir zaman dilimindeyiz. Neden nükleer enerji istasyonu yapmak ve çevreyi kirletmek istiyoruz? Acaba birilerinin ceplerine birazcık dünyalık mı girecek? Yoksa başka bir sebeplerden mi bu işlemlere hız verilmesi düşünülmekte? Yoksa birilerine verimleş sözler için mi bu gibi faydadan çok zararı olan girişimler bu gündemleri dolduruyor?
 Bizler her işimizi biraz veya çok gelirler getirmek için yaparız. Biraz olanı değil çok gelirler getiren kısımları satarız. Bizden sonra ne olursa olsun diyerek bu dünyayı kirletmek, yok etmek için geride kalacak atıkları ve onların insan, canlılar ve tabiat üzerindeki etkilerini neden düşünmeyiz?
Bizlerin sahip olduğu ve tabiatın bizlere sunduğu güzelliklerden başka yaşadığımız yarların bizler için kıymetini bilmememiz ne acı verici bir insanlık ayıbı olarak karşımıza gelirken neden birileri, bilerler veya önlemeye muktedir olanlar bu işlere ses çıkartmamakta direnmeleri beni inanın yıpratıyor.
Bir güzel yer nükleer santrali yapımı için eda ediliyor. Bir yabancının değdi gibi “Sular akar Türkler bakar” ne yazık ki bizde suların akışına bakıyoruz. Ondaki kuvveti kullanarak enerji haline getirmiyor, terk edilmiş teknolojileri ülkemize kirlilik abideleri olarak dikiyoruz!
 

 

 

 

 02

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI Hayat Hikayesi
OYUN İÇİNDE OYUN, TERÖR VE SOYKIRIM                                                                     
            Geçen sene Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) tarafından iki İsrail askeri suçüstü yakalandı ve tutuklandı. Derhal harekete geçen İsrail, sözde kaçırılan (!) askerlerini kurtarmak adına Lübnan’a girdi. Askerlerini kurtardı. Bu nedeni gerekçe göstererek vahşi bir katliam yaptı. Sivil halkı uzun süre tehdit ve bölgeyi tarümar eden misket bombaları attı. Bölgede günler süren insanlık dışı bir terör estirdi.
            Daha önce benzer bir Abba baskını var. Sonra 20 küsur yıl önce vaki ABD’nin İran baskını. Diğer İsrail ve İngiliz baskınları. Demem o ki, her hangi bir devlet içinde veya bu devletin sınırları kullanılarak komşu bir ülkeye vaki taarruz, fiili tehdit ve tecavüzlerde “mukabele-i bilmisil” hakkı, uluslar arası hukukun kati bir hükmüdür.
            Şu hale nazaran bundan iki hafta önce ülkemize karşı, ABD işgali altındaki Irak’ın kuzeyinden gelen 200 anarşist ve teröristin taarruzu ve 8 askerimizi kaçırması tam bu kabilden bir tecavüzdür ve mutlaka misliyle mukabeleyi muciptir. Oysa, Türk hükümeti tarafından uluslar arası bir hukuki hak olan takip ve askerlerin kurtarılması yoluna gidilmedi. Rica, minnet, pazarlık ve kamu vicdanını derinden yaralayan, hukuk sistemine halel getiren ve hükümete olan güveni sarsan bir yol izlendi.
            OYSA...   
            Sızma teşebbüsü, taarruz ve askerlerin gasp girişimine anında ve derhal hiçbir tereddüde mahal olmaksızın hiçbir kademeden izin veya emir beklemeksizin takiple mukabele edilmesi bir zorunluluktu. Bu aleni bir görevi ihmal, suiistimal ve suçtur. Müsebbiplerinin “her kim olurlarsa olsunlar” derhal muhakeme ve muaheze edilmesi şarttır. Aksi taktirde, bundan böyle yaşanacak sorunların vebali bu suçlulara ait ve raci olacaktır. Bu işin oyuna, düzene ve siyasete tahammülü yoktur.
            TÜRKİYE “TÜRKÇE” HAREKET ETMEK ZORUNDADIR.
            Çünkü, başta ABD olmak üzere 28 devletin dahli ile ülkemiz üzerinde anarşi ve terör faaliyetleri yürüten çetelerin basite-hafife alınır ve şakaya gelir bir yanı yok. Bu güne değin eşkıyanın verdiği zarar trilyon dolarları bulmuş ve 40 bine yakın cana malolmuştur. Üstelik bu çeteler dünyanın uyuşturucu, beyaz kadın, silâh ve patlayıcı madde ticareti yapan ve fuhuş sektörünü yöneten uluslar arası bir suç örgütüdür. İlk başta ABD olmak üzere; Teröre karşı tavır koyan bütün devletlerin bu şer ve şeytani harekete karşı mücadele etmesi şart olmakla, iş maalesef böyle yürümemektedir. İşin arkasında açık veya gizli Türk veya Türkiye düşmanı 28 emperyalist ülke vardır.
            PEKİ NEDEN ? 
            Nedeni şu ki; Türkiye Cumhuriyeti Atatürk’ün vefatından itibaren amansız bir tehdit, dahili işgal, tasallut, psikolojik-asimetrik savaş ve harici kuşatmaya muhatap olmakta ve maruz kalmaktadır. Gaflet ve dalâlet içindeki siyaset ise zaman zaman bu haris emellere alet olmakta ve milli devlet adına yapması gerekenleri yapmamaktadır.
            GELİN MESELEYİ ESASTAN ELE ALALIM:
AKP’nin iktidara gelmesi ve AB katılım sürecinin hız kazanması ile birlikte başta Kıbrıs konusu olmak üzere, Ermeni soykırımı, sözde “Kürt Sorunu” (!) ve buna paralel (tamamlayıcı ve bütünleyici bir unsur olarak) hareket edip faaliyet gösteren yasa dışı Ermeni terör ve tedhiş örgütü militanlarına cesaret veren yeni bir af ve atıfet eğilimi gündemleri işgal etmeye başladı. (bu konuda gündem oluşturanların Ermeni asıllı gizli bedhahlar olduğu bilinen bir gerçektir) Hem de, ülkede yaşanan örtülü “deflasyon”, bastırılmış enflâsyon, Milli değer ve objektif Maliyet esaslarına aykırı olarak yapılan şaibeli özelleştirmelere; Dahası halkın içinde yaşadığı (günden güne çoğalan) yokluk, yoksulluk, sistematik yozlaştırma ve genel olarak süren çürümeye rağmen…
            Evet, bütün bu olumsuzluklara rağmen 1968’den itibaren hain-çirkin yüzünü göstermeye başlayan, 1992’lerde tahribat boyutları artan, ama aslında son 84 yıldır kesintisiz
olarak sabırla sürdürülen 1997’de ivme kazanan ve AKP’nin iktidar olması ile birlikte bütünüyle açığa çıkan, ağırlaşan ve yoğunlaşan sorunlar, güncel hayatımızı doğrudan etkilemeye ve kendini iyice hissettirmeye başladı. Bir taraftan anarşi ve terörden mütevellit bilânço kabarırken, diğer taraftan iç ve dış borç baskısı, denk bütçe kavramını tarihe gömen faiz ödemeleri devleti zayıf düşürdü ve milleti perişan ederek AB’nin pençesine sürüklenmemize neden oldu.
            BU SÜREÇ İÇİNDE 
            Türk ve İslâm dünyası üzerinde baskılar arttı. Yeni Türk Cumhuriyetleri Soros, silâh tüccarı Dick Keni ve benzeri küresel siyaset simsarları ile küresel kan emiciler olarak tanımlanan emperyalist vampirlerin kıskacında kıvranıyor. Buna paralel olarak Türkiye Cumhuriyeti AB emperyalistleri tarafından 40 yıldır legal ve illegal biçimde sıkıştırılmakta. Elbette İslâm âlemi de boş bırakılmıyor. Demokrasi maskesi ardına gizlenen büyük bir kültürel deformasyon--misyon saldırısı var. Amerikalı Neo Con’lar sahte Kur’an bile ürettiler. Gerçek Furkan adı ile bütün arap ülkelerinde dağıtıyorlar.
            SİLÂH, İLÂH VE İLÂÇ TÜCCARLARI
Bunun gerisinde ise; Bütün şer, şeytani ve menfur emelleri ile “ahtapot” un kolları mevcut. Avusturya da oturan değerli bir Türk bilim adamının deyimi ile Silâh, İlâh ve İlâç tüccarları dünyayı soyup soğana çevirmekte. Muharref İncil yoluyla hür ve hükümran ülkeler kıskaca alınıyor, sonra silâh satılıyor ve kargaşa çıkartılıyor. Bu arada başta AIDS olmak üzere biyolojijk ve kimyasal virüsler yayılıyor. Sonuçta bir yanda hastalık bir yanda yıkıcı savaş. Bu kertede ilâç sektörü trilyon dolarlar vuruyor.
            Afganistan ve Irak işgal altında. Suriye ve İran takipte. S. Arabistan, Kuveyt ve pek çok körfez ülkesi uydulaştırılmış. Afrika’da ki Müslüman ülkelere gelince, iliklerine kadar sömürüldükten sonra kendi kaderlerine terk edilmiş haldeler. Sudan ateşler içinde. Darfur da yüz binlerce insan katledilmiş durumda. Dünyanın dört bir tarafında alçakça soykırımlar devam ediyor. Kıbrıs ta barış tehdit altında. Hasılı; Basiret, beka, inanç ve bilinç yoksunu Türk ve İslâm alemi hiç de iyi durumda değil.. İslâm alemi ise tümüyle tehdit altında. Pakistan da ki son olaylar da bir büyük provokasyon.
            Üstüne üstlük, bütün bunları (sözde) insan hakları, demokrasi ve barış adına yaptıklarını söylemiyorlar mı ! İşte, yalancılığın, mürailiğin, sahtekârlığın, iki yüzlülük, çifte standart  ve insanlık düşmanlığı’ nın dikalâsı bu. Aslında yaptıkları, güncel haçlı seferlerinden başkaca bir şey değil. Yazıklar olsun, bunlara inanan-kanan ve kapılan gafillere, cahillere ve dalâlete düşmüş olanlara.   
            Gelelim, bütün Türk ve Müslüman ülkelerin “Lider Devlet” (!?) sanarak yıllarca ümit bağladıkları ve sonunda “hayali sükut ve hüsrana uğratıldıkları” Türkiye’ye..
            YURTTA SULH, CİHANDA SULH
            Bizde de vaziyet maalesef pek de iç açıcı değil.Büyük Atatürk’ün “Hür, hakim ve hükümran, özgür ve müstakil Türkiye’si” de kuşatıldı. Yurtta Sulh, Cihanda Sulh vecizesinin hakiki anlamı çarçabuk unutuldu. Hani ne demekti ? “Yurtta Sulh,Cihanda Sulh ?” Cevap: “Hazır daima cenge, eğer istersen yurtta ve dünyada barış” Şimdi siz düşünün bakalım, unutulmuş mu ? unutulmamış mı ? Bilinseydi eğer, Irak’ın kuzeyi ile pazarlık mı yapılırdı ? yoksa operasyon mu ?
İçerden satılmaya, dışardan yıkılmaya ve parçalanmaya çalışılıyor. İhanet hem içerden ve hem de dışardan. Şimdi kurtarılmayı bekliyor. Bu bağlamda yakın ve özgün tarihi şöyle bir gözden geçirelim:
            VEHAMETİN BOYUTLARI
            Yaşanan olaylar, vahim gelişmeler ve bütün bunların ardındaki gerçek nedir ?   
            Evveli malum olmakla, ahirine, en son 16 Aralık 2005 günü akil insanlar ve gerçek bilim adamları tarafından düzenlenen İTÜ Ermeni konferansına kadar olanına bir bakalım. Elbette bu arada ABD Temsilciler Meclisindeki oylama ve içerde Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halacoğlu’nun tespitleri de var. Burada olaylar bitti mi, elbette hayır. Süreç bütün hızıyla devam etmekte. Ama, meselâ olayların çok belirgin bir şekilde başladığı ve giderek yoğunlaştığı 4 Eylül tarihini baz alarak, yakın ve kısa dönemi dikkatle inceleyip, irdeleyelim:
            Zira, hep söylerim: Nisyan (unutmak) ile maluldur hafıza-i beşer.
            Ancak bizde, bir de unutturma ve milli hafızayı silme çabaları var. 
            Hatırlamaya çalışınız 1 Temmuz 2005 günü sabahı Eyüp Beyaz isimli bir DHKP-C örgütü militanı Adalet Bakanlığına “canlı bomba” girişiminde-saldırısında bulundu. Bu girişim büyük bir gözdağı ve doğrudan devlete yönelik vahim bir tehdit’di. Neyse ki, her biri bir devlet timsali kahraman, fedakâr, cefakâr ve vefakâr Türk Polisi tarafından önlendi.
            İşte bu olay, “yakın dönemin” düğmeye basma tarihidir. İyi biline.
            Hemen arkasından sun’i bir gündem yaratıldı.Sözde aydınlar (diğer bir anlamda karanlık güçler) ayağa kalktı. Tez elden, yaklaşmakta olan AB müzakere süreci katılım belgesi arefesinde “kürt halklarının !?” henüz kimseler tarafından tanımlanamayan sorunları gündeme taşındı. Sayın Başbakan bu aydıncıklara acele randevu verdi ve 11 Ağustos günü gerçekleşen görüşmede, ilk kez resmi bir ağızdan “kürt sorunu” lâfzı duyuldu. Akabinde şok etkisi ve şaşkınlık. Ama, belirli kesimler çok memnun.
            Bu kez, 12 Ağustos’da Başbakan bir açılış için Diyarbakır’a gitti ve orada “Evet, kürt sorunu vardır. Ben de kabul ediyorum” dedi. Tabii mütareke basını çok memnun. Manşetler sözde “kürt sorunu” ile doldu taştı. Ama, AB dışında kimseler bu sorunun ne olduğunu açıkça söylemedi. AB’nin telâffuz ettiği ise, o günleri hatırlayanlar bilir, tam bir bölünme ve parçalanma idi. Enteresandır buna parelel olarak sözde “Ermeni soykırımı” meslesi de günün konusu haline getirildi. Diyasfora yanlıları kutsal “fikir özgürlüğü” adına derhal “Ermeni tezi lehine” konferans hazırlıklarına giriştiler.
            Ama ne hikmetse, bu girmeye pek meraklı olduğumuz AB ve Ermenistanda fikir özgürlüğü yoktu. Fikir özgürlüğü oralarda “Kutsal” falan da değildi. “Ermeni soykırımı yoktur” biçiminde doğru bir lâf etti diye koskoca Türk Tarih Kurumu Başkan’ ımız Prof. Dr. Yusuf HALAÇOĞLU’nu tutuklamaya kalktılar. Ermenistan benzer bir konferansa kesinlikle müsaade etmedi. Bilimin ve belgenin konuşulacağı Avusturya toplantılarına da gelmedi. Üstelik, tam bir küstahlıkla “belge falan tanımam” dedi.
            Aynı Türk Tarih Kurumu Başkanı bu defa da, tarihi bir hakikati ortaya koyup, Türkiye de yaşayan “gizli Ermeni” faaliyetlerini açıkladığında hakkında dava açıldı.
            Hani su bulandı ya, bu gibi hallerden yararlanmasını çok iyi bilen Yunanistan, gözümüzün içine baka baka 31 Ağustos 2005 tarihinden itibaren “Pontus Soykırımı ve Helenizm” adlı bir kitabı bütün okullarında okutmaya başladı. Bununla da kalmadı. AB üyesi olmasına rağmen Batı Trakya’da yaşayan Türk kardeşlerimiz üzerindeki baskı ve mezalimi arttırdı. Türk adı ve lâfzının kullanılması hakkındaki yasağı pekiştirdi. Diğer taraftan da, Trabzon ve havalisinde meskün Rumların (Romalı vatandaşların) hakları için bir dizi menfur faaliyetler tezgâhlamaktan ve salt Türk menfaatlerini baltalamak için Kuzey Irak’a çeşitli namlar altında memur ve misyoner yollamaktan geri durmadı.
            Evet, gerçek o ki, düğmeye hakikaten basılmış idi.     
            4 Eylül 2005 günü Kuzey Irak’ta Türkmen nüfusun yoğun olarak yaşadığı bir kent olan Telâfer’e, peşmergelerinde katıldığı (karadan ve havadan) büyük bir saldırı başladı. Bölge kapatıldı. Yardım gönderilemedi. Kızılay kamyonları Telâfer’e giremedi. Sonradan görgü tanıkları ve Kızılay Genel Başkanı’nın açıkladığı üzere, orada yaşanan tam bir vahşet, soykırım ve sistemli bir temizlik harekâtı idi.
            Bu katliam ve soykırımdan bir müddet sonra da Musul, Kerkük ve havalisinde Türkmen tarihinin en büyük saldırı ve katliamları yaşandı. Göz göre göre Türkmenlere ait arsa ve arazilerin gaspı ve demografik yapı ile sözde Kürtler (Ermeni ve Yahudi asıllılar) lehine iskân hareketleri sürdürüldü.
            Yani, Türkiye’ye adamakıllı bir göz dağı ve tehdit.
            Biz ne yaptık, elimiz kolumuz bağlı olayları seyrettik.
            Tıpkı, onur kırıcı ve müsebbipleri lânetli “çuval olayı” gibi...Yönetim, orada asla vazgeçilmez olarak ilân edilen hassasiyetlerden, tarihi haklar, Misak-ı Milli ve Kırmızı çizgilerinden ödün verdi. Bir-kaç ay evvel tapu daireleri ve nüfus idarelerinin basılması yakılması ve yerleşik devlet düzeninin tasfiyesinde olduğu gibi.
            Ama, bir taraftan da AB katılım belgesi hazırlanmakta…
            Hani şu Irak’ın kuzeyinde bir devlet kurulmasını, Türkiye’nin en az 32 etnik parçaya bölünmesini isteyen; Gümrük birliği antlaşması ile ülkemizi amansızca soyup soğana çeviren, siyasetimize, ticaretimize, tarihimize, kültürümüze, sosyolojimize, Din ve inancımıza hayasızca karışan ve ortalığı sürekli karıştıran AB...  
            22 Eylül’de gündeme yeni vukuatlar düştü. AB sürecini fırsat bilerek ayağa kalkan Türkiye’deki Ermeni diyasforası (taraftar ve yandaşlar/pamuk eller cebe’ci) bir grup aydın (!?) Boğaziçi üniversitesinde yapmayı plânladıkları “Ermeni Soykırımı” ile ilgili ilk konferansın şiddetli tepkiler nedeniyle ertelenmesi ve Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın girişimi ile 2. konferansın 23 Eylül 2005 günü yapılma teşebbüsü İstanbul Bölge İdare Mahkemesince durdurulunca, derhal AB komiserleri devreye girdi. Karara şiddetle tepki gösterildi. Başbakan ise, “karardan üzüntü duyduğunu ve kararı tasvip etmediğini” söyledi. Oysa, TTK Başkanı Sayın Yusuf HALAÇOĞLU konusunda hiçbir AB’li üzüntü bildirmemiş, tam aksine sevinç çığlıkları atılmıştı.
İşte, AB’nin iki yüzlülüğü, çifte standardı, demokrasi, insan hakları, adalet ve hukuk anlayışı. Keşke bunu, koşulsuz katılım peşinde koşan akıl fukaraları da anlasa ve bilse idiler. Aslına bilmediklerinden değil. Şimdilerde Kırım’da olan sevgili Cem YAREN’in defalarca yazdığı gibi; “pazarlamacı” bunlar. “sap’la samanı karıştıran, Türk milleti ve devleti’nin tarihi misyonundan bihaber” gafiller…
PROFESYONEL BÖLÜCÜ VE SOYKIRIMCILAR
            Osmanlıdan bu yana, kronikleşmiş, çaresiz bir “Türk Fobisi” içinde kıvranan, Türk medeniyetine karşı aşağılık kompleksi duyan, tefessüh etmiş uygarlıklarından hicabeden ve 24 saat uyumaksızın ülkemiz üzerinde felâket senaryoları hazırlayan, milletimizin başına “gizlice-sinsice” menfur belâ çorabı ören katil güruh. Tarihi bir araştırın bakalım:
            İnsanlık düşmanı kimmiş ? katil, soykırım ve katliam ehli kimlermiş acaba ?
            Türk İstiklal Harbinde 'Ana karnındaki' bebekleri kılıçtan geçiren, Doğu ve Batı Anadolu’da milyonlarca masum ve müsemma Türk’ün alçakça katliamıyla ünlü, Ermeni ve Rum-Yunan çetelerini silahlandıran KUTSAL Anadolu’yu işgalci (legal ve illegal) 7 DÜVEL kapitalist ve emperyalist Dünya Devlerinin hezimete uğratılmasından sonra, her karışı ata kanlarıyla alınmış topraklarımızda gözü olan, her fırsatta bizden yenilgilerinin öcünü “öcalan” vasıtasıyla en alçakça metotlarla almaya çalışan:
Arenalarda esirleri vahşi hayvanlara parçalattıran, Haçlı seferleriyle, İspanyada İslâm ve Musevi katliamları, Dünya 'Düz değil' diyenleri ateşte yakmayla, Kazıklı Voyvodalarıyla, Güney Amerikalı yerlileri ve Kızılderili temizliği ile meşhur, Cezayir, Kongo, Hindistan Katliamlarıyla tanınmış, 2 Dünya harplerinde Toplu Yahudi Soykırımlarıyla, Japonya da ATOM–Vietnam da Napalm, Lübnan da misket Bombalarıyla 'Kitle imha silahları' kullanmış, Balkanlardaki 'Etnik temizlemeye' sessiz, İşgal edili Irakta Milyonların ölümünden sorumlu;
Karanlık geçmişi gibi bugünde “ELİ KANLI” karalık emeller güden zalim, bize hiçbir zaman örnek olamamış, haysiyet, namus, iffet ve şeref duyguları erozyana uğramış, paraya tapan ve paradan başka hiçbir değer tanımayan, BOP-BİP Büyük Ortadoğu projesinde Irak'ı: Sünni, Şii ve Kuzeyde KÜRT (Ermeni) devleti olarak “MUTLAKA 3 PARÇAYA BÖLME” gayretli içinde olan Amerika Birleşik Devletleri gibi çifte Standartlı, mutasyona uğramış İKİ YÜZLÜ BATI, Masum-müsemma bebek, 70’lik ihtiyar, silâhsız-savunmasız kadın ve yaşlı Kürt kardeşlerimizi katletmiş insanlık düşmanı PKK’ya çanak tutmaya, yardım ve yataklık etmeye devam etmekte kararlı. 
            HAFIZALARI TAZELEME ANISINA
Lütfen ! bu ve bundan önceki bölümler ile daha sonra yayınlanacak bölümleri dikkatle takip ederek; Geçmişi Kanlı, geleceği karartmaya kalkışan, haysiyet yoksunu Batı Budalası Anadolu da 'Doğmamış bebekleri' ana karnından çıkarıp Kılıçlayabilen 'Ermeni-Rum hayranı' kimliksiz Şerefsizler inadına, tanıdığınız herkese okutun ve iletin. 
            Özellikle AB yanlısı olduğunun haykıran ve bu menfur yolda yırtınan-çırpınan gafil, cahil ve dalâlette olanlar bunu bilsin. Nasıl bir oyunla, düzenle karşı karşıya olduğumuzu ve bilhassa şu anda lânet bir terör-tedhiş örgütü görünümünde 28 devlete karşı (dahilde ve hariçte) nasıl bir mücadele verildiği iyi bilinsin. Bu işin en başında hariçte Ermeni ve Rum-Yunan unsurları ile dahilde yine Rum-Yunan ve gizli Ermenilerin bulunduğu açıkça görülsün.
            HANİ BİLİMSEL AMAÇLI MASUM BİR KONFERANSTI !.. 
            Biraz gerilere, 2005 yılı Ermeni konferansına uzanalım:
            Bu Ermenicilerin konferans için seçtiği gün’de enteresandı;
            23 Eylül 1991 Ermenistan’ın Rusya’dan bağımsızlığını kazandığı gün…
            Ama olmadı. Son anda, birinci toplantıya şiddetli tepki gösteren Adalet Bakanı’nın verdiği bir akılla, konferans adres değiştirdi. Yasal yasağa muhatap olan adres (Boğaziçi Üniversitesi) yerine Bilgi üniversitesi seçildi. Ve, 24 Eylül 2005 günü, yani 24 Eylül 1920’de “Doğu cephesinde Bardız ve Kötek katliam ve soykırımlarının ifa ve icra edilerek 22.856 Türk’ün alçakça ve hunharca katledildiği” bizim için çok acılı (onlar için’se bayram olan) bir tarihin yıldönümünde bu konferans yapıldı. 1916’da aynı gün Tokat-Erbaa’da da yolu kesilen 312 Türk Ermeniler tarafından katledilmişdi…
            Çok enteresan bir rastlantı daha var. Konferans için seçilen gün aynı zamanda İsmet İNÖNÜ’nün de (1884-İzmir) doğum günü idi. Hiç olmazsa CHP harekete geçerek; Türkiye aleyhine olan bu konferansın, böyle önemli ve anlamlı bir günde yapılmamasını isteyebilirdi. Fakat, böyle bir talep vaki olmadı. Öteden beri Ermenilerin 3T (tanınma, toprak, tazminat) teorisi bilinmesine rağmen mukabil olarak harekete geçen olmadı. Neden sessiz, pasif ve palyatif kalındı bilinmez. Lâkin araştırmak gerek. Zira, Atatürk’ten beri bu hep böyle. Neden?
            “İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri; Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi” konferansı, bu konuda dünyanın tek ve en tolaranslı ülkesi olan Türkiye’ de “en vahim Ermeni katliam ve soykırımlarından birinin yaşandığı ve Atatürk’den sonra gelen” ikinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün doğum gününde yapıldı. 
            ERMENİ KONFERANSI VE AB NORMLARI   
            Bu konferans, tam bütün yönleriyle AB’cilerin demokrasi, insan hakları, adalet ve hukuk anlayışına uygun bir tarzda cereyan etti. Bütün AB insan hakları kriterlerine uyuldu. Sanki bu şer cephe konferansı İstanbul’da değilde, meselâ Paris’te yapılmakta idi. Gerçeklerin açıklanmasına kesinlikle izin verilmedi. Türk tezini, gerçek bilim ve tarihi savunanlara söz hakkı bile tanınmadı. Hattâ, konunun uzmanı olan bilim adamları “katılma istemlerine rağmen” davet edilmedi, hasbelkader orada bulunanlar “Ermeni soykırımı yoktur, bu iddialar yalan ve iftiradır” demeye yeltenince tartaklandılar. Tertipçiler oturuma derhal ara vererek, efendi ve sahiplerine mahçup olmamak için “bilimi, bilinci ve tarihi” dışarı attılar.
            Olayın abartılması, ısmarlayan ülkelere pay çıkartılması ve Türkiye’nin arkadan vurulması konusunda akredite medya dediğimiz “mütareke basını” elinden geleni hakkıyla ve lâyıkıyla yaptı. Zaten, ihanet, gaflet ve dalâlet ancak bu kadar olabilirdi. Oysa, Türk tezi ve tarihi hakikatlere ilişkin olarak (önce veya sonra yapılan) hiçbir faaliyet bu “hortumcu medyada” bir-kaç satırdan öte yer almadı.
            AİHM’DE BUNLARDAN YANA
            Neden ? Nedeni çok basit. Çünkü, ipi “puştun” elinde olan sürecin gereği bu’da ondan. Türkiye, kendi kriterlerini dayatmadığı sürece’de bu süreç böylece sürer gider. Gider, çünkü Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de bunlardan yana. AB Adalet Divanı bir hak, adalet ve hukuk kurumu değil. Tam aksine siyasi bir örgüt. Türkiye aleyhine alınan kararlardan hangisi adalet ve hukuka uygun. Tabii ki kahir ekseriyeti elbette aykırı, siyasi ve keyfi.  
            Tarihler 2 Ekim’i gösterdiğinde; MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli Tandoğan da miting yapmaya durdu ve “Türkiye ihanet içinde” diye haykırdı. Peki, siz AB’ye karşı’ mısınız sorulduğunda ise; “Hayır, biz AB’ye karşı değiliz. Ancak, ilkeli, onurlu ve doğru bir konumda katılma taraftarıyız !?” diye cevap verdi. Bu ne iş? Nasıl sakat bir anlayış? MHP milliyetçi, ulusalcı (nasyonal) bir parti değil mi !, ya AB, enternasyonal bir örgüt. Anayasa taslakları ortada. Nasıl katılırsan katıl, sonunda ortada Milli Devlet diye bir şey kalmayacak. Peki, MHP ve Devlet Bahçeli bunu bilmiyor mu Allah aşkına !
            Burada ya bir bilinç noksanlığı var, veya süreç tahkim edilmekte !..
            Zira, bu mitingin ertesi günü “tarama süreci” başladı.
            Nasıl ? Bilinen ve belli olan tarafı ile “Milli Dava Kıbrıs” feda edilerek. Ve dahi, pek çok fedakârlık (yani taviz) yolu açılarak, yahut da verilerek… Tandoğan mitingi üzerinde yapılan tartışma ve konuşmalar haftanın gündemini işgal ettiği için, verilen tavizler ne yazık ki gölgede kaldı. Lâkin süreç hız kazandı.
            Hız kazanan süreçte Ermeni diyasforasına pompalanan moral dopinge ilâveten bir de maddi destek sağlamak gerekiyordu. Hem içerden (ihanet şebekeleri) ve hem de dışardan (kıskaç operasyonu) saldırı gerçekleştirmek için… Nitekim beklenen oldu. Bir tarafı TSK gölgesinde neş’et OYAK’ın Fransız ortağı AXA sigorta şirketi aleyhine açılı dava 13 Ekim 2005 günü derhal karara bağlandı. Ermenilere 17 milyon dolar tazminat ödendi, dahası bu “illi/iğrenç-insanlık dışı” davalarında mahrum ve muhtaç olmasınlar diye 3.5 milyon dolar daha “diyasforalara” bağış yapıldı.
            Böylece “süreç” hızlandırıldı. Güçlü, paralı ve kuvvetli kılındı.
            24 Ekim günü MGK, “Milli Siyaset Belgesini” yeniden tanzim ve tahkim etmek üzere toplandı. Tahkimatın “ulusal değerler öne çıkarılacak, her türlü haksızlık, hırsızlık ve yolsuzluk önlenecek, adalet ve hukukun hakimiyeti sağlanacak, hür, hükümran, özgür ve müstakil Türkiye Cumhuriyeti’nin bu vasıfları, eşit ve adil katılımın sağlandığı güne kadar garanti altına alınacak ve her ne pahasına olursa olsun anarşi ve terör kurutulacaktır” biçiminde çok özgün, kesin kararlar ve değişiklikler bekleniyordu. Boşuna beklendi.
            Olmadı. Bunun yerine “bröve” tartışmaları başladı.
            Arkasından Meslis bahçesindeki Muhafız alayı kaldırılsın vaveylâsı…
            Derken bir emekli General; “Artık TSK’ya Mehmetçik denilmesin, Şehit ve Gazi gibi söz ve söylemler orduda kullanılmasın...” demeye durdu. Bu gaflet ! ne dalâlet ! Bu sersem bilmez mi ki, bütün Hıristiyan subaylarının yakasında haç vardır. İncil üzerine yemin ederler, Türk ve İslâm alemine yönelik bütün seferlerini “haçlı” ruhu içinde yaparlar.  
            Bir yanda bu tartışma ve karşılıklı atışmalar sürerken, diğer taraftan 1 Kasım günü Şemdinli olayları patlak verdi. Hem de tam bir isyan provası olarak.. Tıpkı şimdi yaşanan ve 8 erimizin esir alınıp sınır ötesine götürüldüğü trajedi misal. Çuval olayı da tabii ki hafızalarda !     
            İş bununla kalsa iyi. Aslında ortalık toz duman. Buna mukabil teyakkuz halinde olması gereken devlet durmuş ve dumura uğramış vaziyette. Her şey oluruna terk edilmiş. Sorumlu mevki ve makamlarda oturanlar kişisel hırs, ihtiras ve çıkar peşinde. Vatandaş; Savuma ABD’ ye, maliye IMF’ye ve kalanı AB’ye ihale edilmiş durumda. Hükümet ne yapsın. Elinde işi gücü kalmamış ki.. Diye alaylı bir eleştiri içinde. Yalan-talan, rüşvet, iltimas, sahtecilik ve suistimal olanca hızıyla sürüyor. Yozlaşma, gericilik ve yobazlık hükmünü icra ediyor.
            İrtica baş örtüsüne karşı direniyor. Mürtecilerin karar mercii AİHM, bahis konusu İslâm olunca “insan hakları,adalet ve hukuk” rafta ve lâfta kalıyor. Karar nasıl ısmarlanmış ise öyle çıkıyor. İmam-Hatip meselesinde bir adım ileri iki adım geri atılıp YÖK’le çelik-çomak oynanıyor. Van, Bolu, Muğla derken sansasyon, heyecan, gerilim, bunalım ve sanal buhran yaratılarak, gerçek kriz geçiştirilmeye çalışılıyor.
            İÇERDE NE VAR ?
            Peki içerde yaşanan kriz hangi boyutta ?
Buna hiç bakan yok. Hani Hükümet enflâsyonu düşürme azim, irade ve kararlılığında idi ya; Efendiler önce DİE’nün hesap usulünü hile ve desise ile değiştirdi. (CHP konuyu iptal istemi ile Anayasa Mahkemesi’ ne götürmektedir) Sonra, başta petrol ve tekel ürünleri, doğalgaz, sigara, elektrik ve suya yüklendi. Bunlar ki, sanayinin temel girdileri ve enflâsyonun ana belirleyicileridir. Buna rağmen enflâsyon çıldırdığı halde kâğıt üzerinde görülmedi. Sadece fahiş kâr ve Deflâsyon etkisi ile sadece beyaz eşya, tekstil ve “zorunlu gıda dışı” diğer/tali tüketim mallarının fiyatı düştü. Ama hayat pahalandı. Yaşam zorlaştı. Yoksulluk arttı. Maaşlar enflâsyona endeksli tutulduğu için gelir iyice azaldı. Emeklilerin neredeyse tamamı ile çalışanların büyük bölümü açlık, kalanı da yoksulluk sınırının altına düştü. Yaklaşık beş milyon nüfusun geçim aracı “asgari ücret” açlık sınırının neredeyse yarısı miktarında (408 YTL) belirlendi. Bu millete yazık, günah. İşverene yük getiriyor diye milyonlarca insan açlık, yokluk ve sefalete mahkum ediliyor.
            Oysa, asgari ücreti yüksek-gerçekçi tutmanın yolu ve çaresi çok basit.
            Ama bunu yapmak için “adil ve hakim bir hukuk devleti olmak gerek”
            Olamıyorlar. Olmak işlerine gelmiyor. Neden ? Çünkü, yeniden vekil olmak gibi bir ihtiras, hırs ve kompleks bunu engelliyor. Var olanların amacı: Halka ve hak’a hizmet değil. Sadece ve yalnızca kendi nefslerine, çıkarlarına ve efendilerine hizmet. İş böyle oldukça memleket bataktan çıkmıyor. Refah tabana yayılmıyor. Tavanda hakim olan yozlaşma tabana doğru yayılarak hükmünü icra ediyor. Mesele bu…   
KLÂSİK HALK PARTİSİ ZİHNİYETİ
Bu arada, klasik Halk Partisi zihniyeti ile AKP çevresinde özenle yaratılan dar bir “mutlu azınlık” devletin rantını sömürmeye, kayıt ve kapsam dışı kalmaya, vergi kaçırmaya ve fırsat buldukça “yasa dışı yollardan” nemalanmaya çalışıyor. Belirli ürünlere yapılan haksız, adaletsiz ve suni zamlar bu kesimin işine yarıyor. Kaçakçılık, sahtecilik, haram kazanç, uyuşturucu, silâh ve beyaz kadın ticareti şaşırtıcı boyutlara ulaşıyor. Asi, hain ve eşkiyanın cirit attığı bölgeler elektrik, su parası vermiyor. Vergi ödemiyor. Doğu gaddarca batı’yı sömürüyor. Böylece, adeta bir suç ve suçlu cenneti haline getirilen Türkiye’de devlet, küçük esnaf ile dar ve sabit gelirli kesimin vergisine muhtaç ve mahküm hale düşürülüyor, o kesim “mezalim” derecesinde sömürülüyor.
            Neden ?!.. Hangi devlet ve hükümet halkını bu kadar ihmal etmek ister.
            Günümüzün Düyun-u Umumisi IMF böyle istiyor da ondan.       
            Osmanlı’nın çöküşü Fransa’dan aldığı ilk borçla başladı.
            Her türlü fitne-fesat o borç para ile geldi. Osmanlı bitti. Fitne bitmedi.
            Bilâkis, Osmanlı’nın borcunu bitiren DP bitirildi. Masum ve müsemma Başvekil Menderes, Polatkan ve Zorlu asıldı. Türkiye’yi 200 milyar zarara uğratan ve 35 000 kişinin katili olan eşkıya’nın ise kılına bile dokunulamıyor. Evet, devir-devran işte bu kadar değişti. Tabii ki, devri cebren ve hile ile değiştirenler “standart gündem ve sabit süreç sahipleri” boş durmamakta.
            HARİÇTE GÜDÜLEN GÜNDEM
            Dahilde olup biteni saydık. Bir’de hariçten güdülen gündeme bakalım:
            Bir kere “Kürt sorunu” telâffuz edildi ve Başbakan tarafından kabul gördü ya, şimdi de “alt kimlik—üst kimlik” teraneleri aldı yürüdü. Oysa, yaşanan anarşi, terör ve tasallutun Kürt kardeşlerimizle hiçbir ilgi ve alâkalarının bulunmadığı zaten ayân olmuştu. Amma araya tam bir ustalıkla, PKK’ya af ve akabinde seçim barajının düşürülmesi talepleri sıkıştırıldı. Menfur maksat, önce potansiyel suç unsuru kadroları (1974 affında olduğu gibi) dışarı çıkartmak, sonra plânlandığı gibi etnik temelde “bölücü” bir siyasal yapılanmaya zemin hazırlamak. Azınlık üretme işine hız kazandırmak. Etnik ve mezhepsel ayrışmayı tahrik etmek. AB, Mason ve misyoner işbirliği içinde mukadder sona doğru ilkeyi sürüklemek.
            Yanı sıra, ABD tarafından özellikle Patrikhane ve Ekümenik meselesi, Heybeli ada Ruhban Okulu, Avustralya tarafından Çanakkale-Gelibolu anzak mezarlığı, AB ve Türk Solu tarafından Ohannes Pamuk ve Hrant Dink konusu kaşınıyor. TCK’nun 301. maddesi gündeme getiriliyor ve yargıya müdahale talep ediliyor. Oysa, daha önce aynı suçtan mahküm H.Celâl Güzel ve diğerleri için nedense kılları bile kıpırdamamıştı.
            Şimdi hatırlayınız. Bir ay önce “insan hakları” adalet ve hukuk yokluğu, devlet mezalimi, ikinci sınıf vatandaş muamelesi ve sair ekonomik ve sosyal sorunlardan dolayı Paris’te başlayan ayaklanma bütün Avrupa’ya yayıldı. Binlerce araç yakıldı. AB ve Fransa ne yaptı, en insanlık dışı yöntemler, şiddet ve vahşetle olayları bastırdı.
            Tam zamanı gelmiş ve büyük bir fırsat ortaya çıkmıştı. Neden TBMM İnsan Hakları Komisyonu AB gibi bir heyet teşkil ederek olay yerine gitmedi. Fransa neden kınanmadı ? Küresel siyaset bu mudur ? Tam fırsat çıkmış iken bu atalet, zafiyet ve çekingenlik niye. Bizim dışişleri ne yapar. Neden ortam hazırlamaz. Açılım-atılım yapmaz. Olabildiğince pasif, sessiz ve palyatif durur !? Bu yüzden Ermeni ve Rumlar büyük mesafe kat etmedi mi ?
            Devam edelim. Bizim dışişleri bir alem. Sanki monşer sultası halâ sürmekte gibi. Hani derler ya: “Türkiye de İçişleri, Dışişleri, Milli Eğitim ve Maliye Bakanları asla Türk’ten olmaz” diye ! Bunun elbette doğru olması mümkün değildir. Zira, bu bakanlıkları dönme ve devşirmelere verecek kadar Türk ve Türkiye düşmanı bir başbakan düşünmek mümkün değildir. Amma, Allahu alem insanın kafası karışıyor. Lâkin, olup bitene bir bakınız. Louzidiu davası Rum asıllı bir avukata verildi. Dava kaybedildi. Tazminat verildi. Vahim bir yol açıldı. Şimdi de, “KKTC’de emlâk iadeleri, taşınır ve taşınmaz malların tazminat talepleri” gündemde. Kanun kabul edildi. Rumlar Louzidiu emsalini kullanarak muhtemelen Türkiye’yi 40 milyar dolar zarara sokacak. 
            BU’DA RUMLARIN 3T KURALI !
            Evet, Rum ve Yunan da Ermenilerin yolunu izliyor. Aynı stratejiyi uygulamaktalar. Tanınma, Toprak ve Tazminat. Bu gidişle Kıbrıs’ı da aynı akıbet bekliyor. Peki Hükümet, buna misilleme olarak 1960-1974 arası Kıbrıs Türkleri’ne verilen zarar, hasar, soykırım, gasp ve katliamların hesabını neden sormaz ? Niçin tazminat talebinde bulunmaz ? Tam zamanı değil mi !? Dışişlerinin bir görevi de bu alanda “mukabele-i bilmisil” yapmak ve mütekabil alternatif politikalar üretmek. Neden gereği yapılmaz. Niçin daima savunma pozisyonunda kalınırda, kamu vicdanına rağmen taarruza geçilmez.?
            Bu milletin mâşeri vicdanı ATATÜRK’tür.
            Bakınız, Mareşâl Mustafa Kemâl Atatürk’ün devlet yöneticiliği ve yönetmek üzerine veciz düşünceleri: “Yönetmek; özellikle bir sistemi, bir ülkeyi yönetmek; ESTETİK, BİLGİ,
SEVGİ, SAYGI ve YETENEK gerektiren  zor bir sanattır HİÇBİR MAZERET BAŞARININ YERİNİ TUTAMAZ.” (M.Kemal Atatürk)
            Bir de, milletvekilleri dahil olmak üzere demokratik yollarla seçilerek gelinen görevler münasebetiyle yapılan yeminlere bakalım: “Devletin varlığını ve bağımsızlığını, yurdun ve milletin bölünmez bütünlüğünü, halkın kayıtsız şartsız egemenliğini koruyacağıma; adalet ve
hukukun üstünlüğüne, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti ve Atatürk ilkelerine bağlı kalacağıma; halkımın refah ve mutluluğu için çalışacağıma; her yurttaşın insan haklarından ve temel hak ve özgürlüklerden yararlanması ülküsünden ve Anayasaya bağlılıktan asla
ayrılmayacağıma; (bu yemin eden her kim olursa olsun yeminini arkasında durmaz ise onun peşinde olacağıma hiç bir siyasi güdüme girmeden tarafsız olarak bu suçları yayınlayacağıma ve kesinlikle kimseden destek almadan tek halkın düşüncelerini yaşatacağıma kanımın son
damlasına kadar bu milletin hizmetinde olacağıma) namusum ve şerefim üzerine and içerim”
            Fakat,  her ne hikmetse bu yemine genellikle uyulmaz ve yeminler çarçabuk unutulur.
            İŞTE GERÇEKLER
            AB’nin bütün söz, vaad ve taahhütlerine rağmen KKTC halâ ekonomik abluka, ambargo, siyasi, sosyal, iktisadi, ticari ve hukuki izolasyon baskısı altında. Bunca taviz ve ivaza rağmen kalkmadı. Her hangi bir iyileşme olmadı. Mesele “Milli Kahraman” Dr. Rauf Denktaş’ın diskalifiyesi idi. Başardılar. Harcadılar. Özel bir görevle Talât’ı oraya getirdiler. Kıbrıs’ta en güçlü mukavemet unsuru kırıldı. Köprüler yıkıldı. En etkin ve mukavim kale düştü. Kıbrıs palikarya oyunları ve AB yalanlarına kurban edildi. Baştan sona bu sürece katkıda bulunan ve taviz verenlerin hepsi “vatan haini” değil de nedir.
            Avrupa emperyalizminin kirli ve iki yüzlü politikaları, yalan, oyun ve düzenleri bununla bitmiyor. Yukarda kısaca bahsettiğimiz ve aşağıda bütün ayrıntılarına gireceğimiz; 1948 karar, antak ve antlaşmalarına aykırı olarak ıstrarla gündeme taşınan  Ermeni soykırımı meselesine şimdilerde TUSİAD’da alet ediliyor. Bu gidişle TCK yeniden gündeme gelecek ve muhtemelen AB talimatları doğrultusunda 301. madde değiştirilerek, tam “ihanet şebekeleri” AB’nin istediği hale gelecek.
            Ondan sonra görün olacakları.
“Ermeni soykırımı konusu” tıkandığı yerde bir “kriter” haline dönüşecek.
            Ardından Yunanlılar “Yunan-Rum” soykırımı’nı gündeme taşıyacaklar.
            Olmadı. Bu defa “Kürt soykırımı” ileri sürülecek.
            Türkiye, daha 90 yıl önce 20 milyon km2’ye yayılan mal ve mülkleri, vakıfları, imaret ve külliyeleri tapulu arazileri üzerinde bir hak iddia etmezken; Bu topraklarda soykırım, katliam ve tehcire uğramış milyonlarca Türk’ün hakkını aramayıp, tazminat taleplerinde bulunmaz iken, onlar bunları tek tek yapacaklar. Gündeme getirecekler. Sonunda bir şey alamasalar veya yapamasalar bile, ülkenin iyice geri kalmasına, telâfisi çok zor olacak zarar ve tahribata neden olacaklar.
            Zaten, en ümitsiz şartlarda bile istedikleri bu değil mi !
            Bu nedenle, esas konuya geçmeden bölümü şöyle bağlamak istiyorum;
            “Ey Türkiye, Türk Halkı ve Türk Hükümeti kendine gel. Bu kefereye “milli maliyet” hesabı yapmadan mal satma. Yerel ve lokal hesaplara dayalı özelleştürme yapma. Onlar ta, Fatih Sultan Mehmet Han döneminde “fetihle” ellerinden çıkan mülkün hesap ve tazminatını almaya yeltenirken;Sen,Viyana kapılarından Hindistan’a, Venedik’ten Kanarya adalarına, bütün Kuzey Afrika gasp ve katliamlarına kadar her hakkın, kayıp ve soykırımın peşine düş. Onlar hesap sordukça sen de sor. Mukabili- (mütekabiliyet) olmadıkça hiçbir konuya girme. Ve asla kimseye TAVİZ VERİLMESİN”      
            Şimdi gelelim ana konumuza.
            Yukarda yazıp, açıkladığımız ve sayıp döktüğümüz bütün konuların anası.
            Entegre bir konsept; Ermeni soykırımı konusu.
            Bu konuda en “objektif” konferans 16 Aralık 2005’de yapıldı. İşte ayrıntılar:
            Önce ilginç bir ayrıntıyı arz edeyim. Şöyle ki; Konferans düzenlenmeden, daha önce bahsettiğimiz Bilgi Üniversitesi’nde “diyasfora yanlısı ve Türkiye karşıtı” olarak yapılan malum konferansın bütün konuşmacıları ile bilâhare,  açıklanan Ermeni tezi’ni destekler mahiyette demeç veren, yazı yazan ve canlı yayınlara katılan bütün “aydın” lara davetiye göderildi. Başta Ermeni bilim adamları olmak üzere hiç birinden bir tek olumlu cevap dahi alınamadı. Güdümlü plâtformlarda tek başlarına atıp-tutan kişiler “bilimin ilke, norm ve kriterlerine uygun ve tamamen objektif-tarafsız bir yaklaşımla  hazırlanan bu konferansa katılmak istemediler. Daha doğrusu kaçtılar. Bunun üzerine, organizasyon komitesi Türkiye’de bir ilk’e imza atarak aşağıdaki bildiriyi yayınladı:
            “ERMENİ GÖRÜŞÜNÜ ANLATACAK BİLİM ADAMLARI ARANIYOR”
            Önce, Sivil Toplum Kuruluşları Birliği Platformu’nun (STKBP) 15-16 Aralık 2005 tarihlerinde İstanbul’da düzenlenen “Türk-Ermeni İlişkilerinde Tarihi Gerçekler” konulu sempozyumda Ermeni görüşünü yansıtacak bilim adamları arandı. Aslında katılmak ve sunum yapmak isteyen çoktu. Fakat, sunumlarının arkasında durabilecek cesaretleri yoktu.
            Sempozyuma davet edilen Ermeniler, inatla soykırım iddialarını tartışmayı reddederek katılmayacaklarını belirtiler. Daha önce yine İstanbul’da benzer bir konferans düzenleyerek katılımcıları bırakın, dinleyicileri bile kendileri seçerek soykırım olduğunu iddia eden demokrat! aydınlar! da sempozyuma katılmaktan imtina etti. Konuya ilişkin olarak Platform adına yazılı bir açıklamada bulunan Prof.Dr. Aysel Ekşi, aralarında Bilgi Üniversitesi'nde gerçekleştirilen konferansa katılanların da bulunduğu bazı kişilerin de daveti geri çevirdiğini veya tekrar tekrar aranmalarına rağmen yanıt vermediklerini ifade etti.
Türkiye ve Türk tezi aleyhine düzenlenen Ermeni konferansının biraz inceleyelim:
Sempozyumda iki tarafın da görüşüne yer verilmesini istediklerini kaydeden Prof. Dr. Ekşi,  “'Ancak Ermeniler sempozyumda soykırım iddialarını tartışmayı reddetti, konferans zoraki tek yanlı olacak'” dedi. Sempozyumda, olayların canlı tanıklarının da konuşacağını belirten Prof. Dr. Aysel Ekşi, ayrıca aynı günlerde 23 derneğin bir araya gelerek oluşturduğu “Asılsız Ermeni İddialarıyla Mücadele Federasyonu” nun düzenlediği ve Ermeni soykırımı yalanlarına karşı gerçek kesimlerden oluşan bir serginin de açılacağını kaydetti.
“SOYKIRIM YOKTUR” DEMEK “YASAKTIR” UTANCI”
            Elbette bu hukuken ve ahlâken bir utanç vesilesidir. Lâkin AB’nin ar damarı çatlaktır.
Prof. Dr. Ekşi, sempozyuma davet edilen bazı Ermeni bilim adamlarının “Önce soykırımı tanıyın” şartını koştuklarını belirtti. Prof. Dr. Ekşi, Erivan Devlet Üniversitesi Rektörü Prof. Radik Martirosyan’ın, “Davetinizde soykırım yerine ‘savaş trajedisi’ demeniz bir gerçeğin inkarıdır. Bu gerçek birçok parlamento tarafından tanınmıştır. Başta Fransa ile İsveç, Norveç ve İsviçre olmak üzere bazı ülkelerde ‘soykırım yoktur’ demek suçtur’ diyerek daveti kabul etmediğini bildirdi. Michigan Üniversitesi Ermeni Araştırmaları Merkezi öğretim üyesi Prof. Dennis R. Papazian’ın da ''Sempozyuma Ermenistan'dan katılan olursa geleceğini, aksi takdirde sempozyumda yalnız kalmak istemediğini'' belirttiğini vurguladı. 
            Türkiye’ye gelerek gerçeklerle karşılaşıp yüzleşmekten ve tartışmaktan kaçınan Martirosyan' ın sözleri, Ermenilerin soruna ne denli bağnaz ve ön yargılı baktıklarının bir örneğini teşkil etmektedir. Sempozyuma davet edilenlerden bazıların katılmaktan imtina etmeleri, (kaçınmaları) yanıt vermemeleri ya da Ermenistan’dan katılım olursa gelebileceklerini belirtmeleri, Ermeni diasporasının baskı ve sindirme politikasının nasıl etkili olduğunu bariz bir şekilde gözler önüne sermektedir. Güdümlü Ermeni yazarların kendi adlarına tezlerini açıklayabilecekleri bir konferansa katılmaktan ürkmeleri son derece üzücü ve düşündürücüdür. Bunun üzerinde durmak gerek.
            Ermeni diasporasının, sorun ile ilgisi ve bilgisi olmayan yerel meclisler veya milli parlâmentolardan soykırımı tanıma ve inkâr edeni (medeni hukuka aykırı olarak) yargılama kararları çıkartma çabaları ve buna karşın gerçeği bağımsız platformlarda yüz yüze tartışmaktan sürekli kaçınmaları, tarihi sansürleme ve ifade özgürlüğünü kısıtlama girişimlerinin en güzel kanıtıdır.
            Ermeni diasporası tek yanlı konferanslar düzenleyip, aksi görüşü savunanları davet etmemekte, katılmak isteyenleri ise engellemektedir. Davet edildikleri konferanslara da yine tek yanlı bir tavırla katılmaktan imtina etmektedirler. Zira karşılarına Ermeni sorunu konusunda uzmanlaşmış, bu konudaki arşivleri, tarihi belgeleri incelemiş bilim adamlarının çıkacağını, yalanlarının yüzlerine vurulacağını çok iyi bilmektedirler.
            Ermeni diasporası ve Taşnak yanlısı Ermenistan hükümeti, farklı görüşlere tahammül dahi edememekte, yalnızca kendi doğrularını geçerli ve tartışılmaz bulmaktadır. Kendi görüşlerini savunanlarla birlikte düzenledikleri etkinlikler ve “körlerle sağırlar birbirini ağırlar” tarzındaki etkinlik ve art niyetli yaklaşımlar devam ettiği sürece, Ermenistan ve Türkiye arasında sağlıklı sürdürülebilir bir diyalog ve işbirliği kurulması imkânsızdır. 
            Akademik (bilimsel) düzeyi yüksek konferanslarda yüzleşmek yerine, dramatik senaryolarla acındırma edebiyatı yapmak, Ermeni sorunu hakkında bilgisi olmayanları yanıltmak için yeterli olabilir. Ruslar tarafından silahlandırıldıkları için Doğu Anadolu’yu yakıp yıkan Ermenilerin masum sivil halka yaptıkları işkence ve katliamların kanıtları ortadadır. Osmanlı’nın 1915’te, I. Dünya Savaşı yıllarında birçok cephede yenilirken, savaştıkları cepheleri ve ülkenin diğer bölgelerindeki Ermenileri ve tabiî ki başkaca azınlıkları bir kenara bırakıp Doğu Anadolu’dakileri öldürmeye koşmasının manasızlığı ortadadır. İhanet ve suçluluk duygusuyla Batıya kaçan Taşnakların torunlarının dünya kamuoyunun gözü
önünde oynadıkları dram-komedi sona ermek üzeredir. Gerçekte kirli maskeler yıllar önce düşmüştür. Diyaspora ve uzantısı bir takım terör ve tedhiş örgütleri ile suç organizasyonları bu işin ticaretini yapmaya koyulmuşlardır. Muarızlarımız da bu durumdan yararlanmaktalar.  
            Gerçekleri dezinforme etmek, kin ve nefreti körüklemek için ardı arkası gelmeyen asılsız kitaplar yazmak, konferanslar düzenlemek ne tarihi değiştirir, ne de geleceğe yönelik olumlu sonuçlar doğurur. Abraham Lincoln’ün söylediği gibi “İnsanların tümünü bazı kereler kandırabilirsiniz, bir bölümünü de  bazen kandırabilirsiniz, ama insanların tamamını ilelebet kandıramazsınız”. Türkiye burada 40 yıldır kandırılan bir ülke konum ve durumundadır. 
            Kısacası “Ermeni soykırımı” tarihi bir karikatüre dönüşmek üzeredir.
            Soykırım Kurbanlarını Anma Organizasyonu  (SKAO)
            www.geocities.com/soykirkur , soykirkur@yahoo.com
            Bu metin internet üzerinden yüzlerce bilim adamı yanında, binlerce gazeteci, yazar-çizer ve milyonlarca internet adresine gönderildi. Düzenlenen konferansın, bu güne kadar yapılan “en ojektif-tarafsız ve bilimsel” düzeyde gerçekleşmesi için azami dikkat ve gayret, hiçbir fedakârlıktan kaçınılmadan gösterildi. Ayrıca, yerli ve yabancı medyanın katılımı ve konferansı izlemesi için gerekli organizasyon ve hazırlık yapıldı.   
            Tekrar belirtmeliyim ki, konferans plânlanırken ayırımsız olarak, lehte veya aleyhte olan bütün taraflar davet olundu. Bütün kişi ve kesimler çağırıldı. Her türlü hazırlık evrensel norm ve bilimsel kriterlere uygun olarak yapıldı. Biz’de “Türkish Forum Alliance” olarak konferansın başından sonuna kadar orada idik.
            MECBURİYETTEN “TEK YANLI”
            İstanbul Teknik Üniversitesi Rektörü Sayın Prof. Dr. Faruk Karadoğan, açılışı yapılan 'Türk-Ermeni İlişkilerinde Tarihi Gerçekler' adlı sempozyumun, 'soykırım' tezini savunanlar katılmadığı için 'zorunlu olarak tek taraflı bir toplantı' haline geldiğini açıkladıktan sonra; Basın mensuplarına dün konferansa ilişkin beyanlarda bulunan Rektör Karadoğan şunları söyledi: "Ermenistan'dan çağrılanlar, 'Soykırımı tanıyın, sonra toplantıya gelelim' şartını getirmişlerdir. Bunu söyleyenlerin konuya bilimsel yaklaştığını söylemek zordur. Ama bizler toplantı objektif-tarafsız ve bilimsel olsun istedik buna rağmen karşı görüş bildirmek isteyen çıkmadı." Dedi.
            'SOYKIRIM' İDDİASINI SAVUNMAYA GELMEDİLER
            Evet, İstanbul Teknik Üniversitesi'nde düzenlenen “Türk-Ermeni İlişkilerinde Tarihi Gerçekler” Sempozyumu'na, soykırım iddiasını savunanlar gelmedi. Toplantıya Amerika Birleşik Devletleri'nden davet edilen Prof. Dr. Dennis Papazyan, Prof Dr. Richard Hovannisyan, Prof. Levon Maraşlıyan, Prof. Ruben Paul Adalıyan, Prof. Vakakn Dadriyan ile Ermenistan'dan çağırılan Dr. Lavrenti Barsehyan, Prof. Babken Harutiunyan ve Doç. Dr. Ruben Safrastyan katılmadı. İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Mustafa Kemal Anfisi' nde düzenlenen sempozyumda konuşan Prof. Türkkaya Ataöv, yurtdışında Türk tarafının tezleriyle ilgili hiçbir şey yayınlanmadığını belirterek 'Yabancı gazetelerin, televizyonların bu kadar taraflı olacaklarını hayal bile etmezdim. İfade yolları genelde ve geleneksel olarak kapalıydı' dedi. Gazeteci Tuncay Özkan da, diyasporanın yaptığı gibi Ermeni Mezalimi'nden kurtulmuş Türklerle yapılan röportajlardan oluşan bir video sunumu gerçekleştirdi. Bu sunum, ABD ve Fransız Ermenilerinin yaptığı gibi yalan-dolan, iftira ve düzmece değil gerçekti.
 
 

 03

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mesut ARTAR
Mesut ARTAR Hayat Hikayesi
OYUNUN BİTİŞİ, BAŞKA BİR OYUNUN BAŞLANGICI DEĞİL Mİ?
Hayalleri var insanların. Kimisi ne istediğini bilen, kimisi bilmeyen. Kimisi sevdiği için kurar hayalleri; kimisi hayal kurar, yıkmak için hayalleri.
Sevgileri var insanların. Kimisi ne sevdiğini bilen, kimisi bilmeyen. Kimisi sever birilerini, sevgi nedir bildiği için; kimisi birilerine sevdiğini söyler, yıkmak için sevgileri.
Hayaller ve sevgiler? Bazen biri birinden ayrılmayan ikili, bazen biri birinin panzehiri. Sevgililer hayal kurmayı sever aslında masumca. Çoğu zaman olmadık hayaller yıkar sevgileri acımasızca. Bazıları bilir hayaller gerçek değildir. Bazıları farkında değildir; hayal nedir, gerçek nedir?
Büyük adam olma hayali ile kalkıp, Gurbet'e giden aşk çocukları var. Memleketinden onun için gözlerinden aşk damlacıkları yuvarlayan bir yüreği unutup başka bir ufka, başka bir kalbe yelken açan aşk(cık) çocukları var. Sevmeyi oyun zanneden ve her seferinde kaybeden aşk garibesi insanlar. Hiç sevmeyi öğrenemeyecek garip kalplere çobanlık yapan insanlar?
22 Temmuz günü yapılacak milletvekilliği seçimleriyle ilgili olarak aday listeleri açıklandı.
Bu listeler henüz kesin değil tabi.Yerlerini beğenmeyip istifa edenler olabilecek belki.ama öyle veya böyle Seçim takvimi işliyor sizin anlayacağınız.?Kırılan kalpler, yıkılan umutlar?
Bir oyunun bitişi, başka bir oyunun başlangıcı değil mi yani?? Felsefesi bu ve buna yakın insanlar tanıdım. Bazısı ne yaptığının farkında değil; bazısının, yıkılan sevgiler umurunda değil.
Bir dünya istiyorum?..içinde şunlar şunlar olsun?? diye cümleler kurmayacağım bu satırlarda. Nasıl olsa yalan limitini dolduracak bir aşk çocuğu her asırda olacak. Nasıl olsa gurbet'e adam olmaya giden birinin ardından, her şehirde bir ayrılık türküsü yakan bulunacak.
Birileri ağlayacak, birileri aldatacak. Birileri bu satırlarda okuduğu bu mektubu, yazıyı algılayacak. Ve bu mektubun sahipleri bir anlığına olsun donup kalacak. Birileri gurbet'te aşk başkadır? Şarkıları mırıldanacak. Kimi öfkesini yutacak, kimi pişmanlık duyacak. Ve bu cümlelerin sonuna, sonu olmadığı için bir nokta hiçbir zaman konmayacak. O yüzden Memleketimizin ve insanlığımızın kıymetini bilelim.
Birileri kurallar uydurup insanların önüne sunuyorlar.  Hayat ve yaşamak nedir acaba? Sadece doğmak ve nefes almak mı? Hiç düşünmeden gelmişiz gideceğiz deyip tüm nimetleri düşünmeden ayrımsız kabullenmek mi? Hani derler ya "üzümünü ye bağını sorma" misali sadece üzüme mi aldanıyoruz.
Her başlangıcın bir sonu mutlaka vardır. Bunu herkes bilir. Demek ki aldandığımız ve Ahir etimizi feda ettiğimiz dünyanın da bir sonu mutlaka olur. Ama insana yarınlar hiç bitmiyor gibi geliyor. Kendisini Çınar ağacı falan mı sanıyor ki?
Ama çınar ağacıda asırlar geçse de bir gün kuruyacak. Demek ki her şeyin bir sonu var.
Her son bir başlangıç derler. Bunun başlangıcı neresi. Çocuğun doğması mı? Ya da vadesi gelince canlının hayata veda etmesi mi? Kıyısından, köşesinden tutunmaya çalıştığımız bu hayatta herkes birilerinin özgürlüğünü,vatandaşlık haklarını kısıtlamak için uğraş veriyor. Özgürlüğü o veya bu şekilde kısıtlanmış herhangi biri, başka birinin özgürlüğünü,haklarını; o başka biri, bir başkasının özgürlüğünü; o başkası, bir başkasının özgürlüğünü kısıtlamaya çalışıyor. Bu zincir günden güne kendisine yeni halkalar ekleyerek büyüyüp gidiyor.
Birileri kurallar uydurup insanların önüne sunuyorlar hayat, diye. Hak, Hukuk , vatandaşlık hakkı, Özgürlük, diye bağıranlar bir bakmışsınız ki bir takım çizgiler edinmişler kendilerince ve o çizgilerin dışına çıkanları lanetli kılmışlar. Duyar gibiyim şu an hop hop! tamam da nereye kadar özgürlük, nereye kadar kuralsızlık,nereye kadar vatandaşlık haklarınız. Diyenleri. Anlatmaya çabaladığım kuralsızlık değil. Evet, kurallarımız olmalı; lâkin bu kurallar insanların bozup pisleterek önümüze sundukları kurallar olmamalı. Asıl olan kurallar, kendimizi tâbî hissetmemiz gereken kurallar, Tanrı’nın kuralları olmalı öncelikle. Ama insanların pis elleriyle hükmetmeye kalkışıp kurallarını değiştirdiği hayat öyle bir yere gelmiş ki; nedense Tanrının kurallarından çok insanların uydurduğu kurallara uymak mükellefiyetinde hissediyoruz kendimizi. Öyle benimsemişiz ki bu uydurmaca kuralları, yerine getirmediğimizde kötü hissediyoruz kendimizi, bunalıma giriyoruz. Kurallar, sınırlar, hürriyet denilen kısıtlamalar, şırıngayla damarımıza verilen eroin gibi. Hoş bir zevk veriyor, damarımıza girerken. Farkında değiliz ki kendi ellerimizle tertemiz kanımızı boşaltıp, damarlarımızı zehirle doldurduğumuzun.
Memleketimde nedense isyan denildiğinde bir panik havası oluyor hemen. Bir yerde, bir toplulukta isyan kelimesi söylenmeyiversin, hemen yüzler birbirine bakınıyor, korkuya kapılıyor. insanların büyütüp beslediği, ruhsatsız iş yeri çalıştıranlara göz yumanlara, pasajlarda demir doğrama işi için ruhsat verenlere, yapılmayan yollara, dökülen kaldırımlara, işçiye, memura, emekliye çay kaşığıyla verip, kepçeyle alanlara, seçim yatırımı için göz boyama için yapılan hizmetlere kötü kuralları gör artık, bu düzensiz düzenin çarkı içinde döndüğün sürece hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini. Şimdilik kurallara boyun eğiyorum; ileride iyi bir yere geldiğimde bu kurallara hükmedip değiştireceğim deme ey arkadaşım. O zaman, zehir damarlarını çoktan doldurmuş olacak ve istesen de boşaltamayacaksın o zehri damarlarından, hükmedip değiştiremeyeceksin o kuralları. Hatta, o zehir, içine işleyip, sen kendinden geçtiğinde hoşuna gidecek, o kuralları sözünün geçtiği insanlara uygulatmak, insanların haklarını, özgürlüğünü kısıtlamak.
Bu serzenişlerimi duyun istiyorum. Arabayla o eşikten kaç bu eşikten kaç, bakımsız, boyasız parklara, dökülen yaya kaldırımlarına, Arap saçına dönmüş şehir trafiğine, sözde engelliler için yapılmış yaya geçitlerine, bir türlü bitmeyen üst geçide,üstüne ölü toprağı serpilmiş çorum sivil toplum kuruluşlarına,bunların sizin temel haklarınız olduğunu duyurun istiyorum.
Gelin, başımız önümüzde yürümeyelim artık. Haydi, haykıralım kardeşlerim. Kızıyla, erkeğiyle, rockçısıyla, popçusuyla, converselisiyle, iskarpinlisiyle, başörtülüsüyle, dekoltelisiyle köylüsüyle, şehirlisiyle, işçisiyle, memuruyla, emeklisiyle,esnafıyla
Dik tutalım başımızı, göğe doğru bakalım artık. Gökyüzünden, özgür maviliklerden özgür kurallar devşirelim artık. 
 
 
 

 04

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

İsa KAYACAN
İsa KAYACAN Hayat Hikayesi
 DÖRT KADIN ŞAİRDEN
Şairlerimiz, şairelerimiz.Kadın şairlerimizden dördünün şiirlerinden mısra ve bölüm örnekleri efendim.Sırayla:
 
NURTEN EMRE
Bursa ilimiz merkezinden sesleniyor Nurten Emre.Yazdıkları, yayınladıkları, bize gönderdikleri var şiirlerinden.Bunlardan, “Sensiz Hayat” adlı, başlıklı şiirinden:
-Baharda güller açar
Bülbüller neşe saçar
Sen olmazsan yanımda
Mutluluk benden kaçar..
Mutluluk tek kişiyle yaratılmıyor, şekillendirilemiyor..Mutlaka iki kişinin olması ve anlaşılabilmeleri gerekiyor değil mi?
 
MELAHAT ECEVİT
Isparta ilimiz merkezinden sesleniyor Melahat Ecevit.Beş dörtlükten meydana gelen “Öyle Git” başlıklı şiiri var elimizde. Bu şiirin bir dörtlüğü:
Nerde aşka körük çeken sözlerin?
Hani canevimi yakan gözlerin?
Ben sana hastayım, ciğer közlerim
Tenimi çarmıha gerde öyle git...
Gidebilmek için, istenilen, beklenilenlerin yerine getirilmesi öyle kolay olmuyor.Gitmelerde öyle kolay olmuyor.
 
FATMA UÇARLAR
Isparta ilimiz merkezinden seslenen şairelerimizden, şairlerimizden biri Fatma Uçarlar.”Bitmedi Yasın” başlıklı şiiri üç dörtlükten meydana geliyor.Bu şiirin bir dörtlüğü şöyle efendim:
-Sen yanımda olunca ağlamaz gözüm
Ellerimi tutunca, hep güler yüzüm
Bir de gözüme baksan, savrulur hüzün
Acılarla yoğruldum, bitmedi yasın...
 
ZEYNEP AYLA SÜTÇÜ
Konya ilimiz merkezinden seslenen şairelerimizden, şairlerimizden biri.”Gel gönül gül olalım seninle” başlıklı şiiri var beş dörtlükten meydana gelen.Anılan şiir efendim:
-Gel gönül gel, gül olalım seninle/İster dost koklasın,isterse düşman/Diken gibi batmayalım eline/İster dost toplasın, isterse düşman.
 
Tomurcuk kalma, açıl cihana
Doyur gönülleri sen kana kana
Mum gibi eri hep yana yana
İster dost ışısın, isterse düşman
 
Ekmek ol da, açlar doysun seninle
Su ol da gönüller kansın seninle
Yol olursan, kullar varır menzile
İster dost yürüsün, isterse düşman
 
Torpak ol da kuruyan sende dirilsin
Gönüller hakka sende vurulsun
Bereketli sofralar sende kurulsun
İster dost yesin, isterse düşman
 
Can evimi aç da hakkı görsünler
Niçin dünyaya geldik bilsinler
Çağır cümle alemi duysunlar
İster dost yesin, isterse düşman
 

 

 
 
 05

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI Hayat Hikayesi
GANDİ’YE KULAK VERMEK
            "Şiddet göstermemek, benim inancımın birinci maddesi; aynı zamanda o, itikadımın da son maddesidir." diyen Hintli pasifist siyaset bilimci düşünce adamı Mahatma Ghandhi; (*)  İngiliz sömürgeciliğine karşı Hint milli hareketinin, 1919 -1948 dönemi en önemli lideridir.
İnanç ve ideolojik temellerini, şiddet karşıtlığı, sivil itaatsizlik, pasifizm, uzlaşmacılık, çilecilik, Asya milliyetçiliği, Hinduizm’in dinsel mistik öğeleri, dinlere saygı, insani boyut, bilgelik ve barış düşmanı teknoloji (ilâh, silâh ve ilâç ticareti) karşıtlığı oluşturur.
İNANÇ VE İDEOLOJİSİ’NİN TEMEL İLKELERİ:
Önce önemsemezler, sonra gülerler, sonra kıskanırlar, en sonunda ise yenilirler.. .
Adaletsiz rejimi, adaletle yıkınız. Alkışlar önüne kansız elle çıkınız.
Basit yaşa ki, başkaları da var olabilsin.
Bir insanı, ancak gerçekten uyuyorsa uyandırmak mümkündür. Ama eğer uyumuyor da uyku taklidi yapıyorsa, dünyanın bütün gayretlerini sarf etseniz, nafiledir.
Bizi yok edecekler şunlardır: İlkesiz siyaset; vicdanı sollayan eğlence; çalışmadan zenginlik; bilgili ama karaktersiz insanlar; ahlâktan yoksun bir iş dünyası; insan sevgisini alt plana itmiş bilim; özveriden yoksun bir din anlayışı…
Bu dünyada öylesi aç yaşayan insanlar var ki, Tanrı onlara ancak bir somun ekmek suretinde görünebilir.
Dinler aynı noktada birleşen farklı yollardır.
Aynı amaca ulaşacak olduktan sonra ayrı yollar seçmemizin ne önemi olabilir?
Dünyada görmek istediğiniz değişikliğin kendisi siz olun..
Düşünceye gem vurmak, zihne gem vurmak gibidir. Bu ise rüzgârı zapt etmekten de zordur. Düzenli, temiz ve şerefli olabilmek için paraya ihtiyacımız yoktur.
Göze göz, dişe diş düşüncesi bütün dünyayı kör edecek.
Güç fiziki kapasiteden değil, boyun eğmeyen iradeden gelir. Haksızlığa sapıp bütün insanlar seni takip edeceğine, adaletle hareket edip tek başına kal daha iyi.
Her sabah kalktığım zaman kendi kendime şöyle söz veririm: Dünya üzerinde vicdanımdan başka kimseden korkmayacağım. Kimsenin haksızlığına boyun eğmeyeceğim. Adaletsizliği adaletle yıkacağım ve mukavemet etmekte ısrar ederse onu, bütün mevcudiyetimle karşılayacağım.
Keyif zaferde değil; asıl mücadele, girişim ve çekilen ıstıraptadır.
Özgürlük hiçbir zaman "her istediğini yapma izni" anlamı taşımamıştır.
Sevgi dünyadaki en incelikli güçtür. Sevgi her zaman ıstırap çeker, hiçbir zaman ne gücenir ne de intikam almaya çalışır. Sevgi insanlığın, şiddet hayvanlığın kanunudur. Sevginin olduğu yerde hayat vardır.
Sıkılmış yumruklarla el sıkışamazsınız.
Siz kendi elinizle teslim etmedikçe, kimse kendinize olan saygınızı elinizden alamaz.
Söylediklerinize dikkat edin; düşüncelere dönüşür; düşüncelerinize dikkat edin; duygularınıza dönüşür; duygularınıza dikkat edin, davranışlarınıza dönüşür; davranışlarınıza dikkat edin; alışkanlıklarınıza dönüşür; alışkanlıklarınıza dikkat edin, değerlerinize dönüşür; değerlerinize dikkat edin, karakterinize; karakterinize dikkat edin, kaderinize dönüşür.
Şiddet karşıtlığının ürettiği güç kesinlikle insan yeteneğinin icat ettiği tüm silahlardan gücünden üstündür.
Tanrı dualarımızı bize göre değil, kendi yöntemine göre yanıtlar.
Toplum hayatı için bireysel özgürlük ve bağımsızlık şarttır.
Toprağı kazıp onu işlemeyi unutmak, kendimizi unutmak demektir.
Zayıf insanlar affedemezler. Affetmek güçlülere has bir özelliktir.
(*) 1869 yılında doğdu. 30 Ocak 1948’de radikal milliyetçi bir Hintli tarafından öldürüldü. 

 

 

 

 
 
 06

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Ahmet CANBABA
Ahmet CANBABA Hayat Hikayesi
BİR  GÖÇ HİKAYESİ  
Babam  henüz  yeni  ölmüştü. Bitişik  bahçe  komşumuz  Saramet sanıyorum  bu ölüm  olayına  sevinmişti. Bir  evin  erkeğinin  ölmesi  ne  demek  biliyor musunuz. O evin mutsuzluğu  demek.  Evde  erkek  bir  güçtü.  O  güce  bir  ailenin  ihtiyacı  vardı. Çünkü  bu  ölümden  geriye  sahipsiz  bir  aile  kalmıştı.  Aileye  sahip  çıkacak  tek kişi  vardı  oda  bu  ailenin yanında  değildi.  Yani  öksüz  kalan  çocukların  dayısı. Dayı  Ankara’da  hem okuyor,  hem de  çalışıyordu.
         Saramedin  korkusundan  büyük  annemin (anneannemin) gözüne  uyku  girmiyordu  geceleri. Birazdan  kapı  çalacak Saramet   canımıza  malımıza  zarar verecek kuşkusu  içindeydi.  
Çocukluk  yıllarımda    bunun  bilincinde  değildim.   yedi  yaşında  bir  çocuktum. Annem  çok  genç yaşta  dul kalmıştı.Bilhassa Anneannem,   annem bizlere kol kanat  geriyordu.   Yanı başımızdaki  bahçe  komşumuzun  annem  ve  bizler hakkındaki  düşüncelerini  ve  olacakları  en iyi  ve  sağlıklı  bir  şekilde  düşünen  büyük  annemdi.    Geceleri  gözüne  uyku   girmeyişinin  taşıdığı  endişesini   bahçe  evleri  bizden  çok  uzak  olsa da  oturmaya  gittiğimiz  ‘Topal Ali abi’  ismindeki  akrabamıza da  söylemişti.   Ali abi:
   “sen  telaşlanma  Raife hala  ben  her gün   size  uğrarım”  dediğinde   annesi de  oğlunun  bizi  yalnız  bırakmayacağını,  oğlum unutsa  bile  ben  “git  Rafya halana  bir  bak da  gel”  derim dediğini hayal meyal hatırlıyorum.
         Bilhassa  bu  sahiplenmeyle büyük  annemin  yüreğine  su  serpilmişti.  Bizler  böyle  bir korkunun  ve  endişenin  içindeyken,   birileri  yani  Saramet  bize  gelmenin  hesaplarını  yapıyordu. Bilse ki ‘Ali  abi’   bizi koruyup,  kollayacak  onu  bir  dağ başında  öldürür,  ölüsü  kim  vurdu ya  giderdi.
Bilhassa  bizimle  iyi iletişim  içinde  olanlara  sırf söylenenler  bize  iletilsin  diye  güya  yardım  etmek  ve  sahiplenmek  açısından
 “o  dört  çocuğa  babasızlık  çektirir miyim  ben.  Anasını ben  alırım,  iki  kızı da  yetişince  ve  zamanı  gelince  benim  oğlanlar  alır.  İki  erkek  çocuğu da  malımıza  sahip  çıkarlar,  çobanlarımız  olur,  mallarımızın  bekçiliğini,  mahsullerimizin ırgatlığını  yaparlar”  demişti.  işte  bu  sözler  kulaktan  kulağa söylenip  büyük  aneminde  kulağına  gelmiş olmalı ki  annem bahçe komşumuz   Ali ağabeye bu  yüzden bir  defa  daha   gidip    konuşma  gereği  duymuştu.   Ayrıca   Ankara ya  göç  etme  fikrini de  ilk  defa    Ali ağabeye  anlatıp bir  danışacak bakalım  akrabamız  ne  diyecekti.  Korku içinde geçirdiğimiz birkaç  geceden  sonra  gene  bir  gün   bir akşam Ali  ağabeylere  gittik  durumu  büyük  annem  anlattı  Ali  abide “Dur  bahak  şu  anda  Saramedin  bir  rahatsızlık  verdiği yok. Hala  Ankara’ya  gitmenizi, o  zaman  bi daha  konuşuruz” dedi ve  gece  geç yarısı   bizi  evimize  kadar  getirip, o tekrar  evine dönmüştü.
Ali  ağabeylere gidişimizden   birkaç gün  sonra  bir  gün  akşam üzeri   geç vakitlerde  dış kapımız hızlı  hızlı  çalınmıştı.  Bu  hayırlı  bir çalış  değildi. Topal  Ali  abi olsa  aşağıdan  seslenirdi  “hala  benim  Ali”  derdi. Hızlı   ve  olanca  kuvvetiyle kapı  rezlesi  vuruluyordu.
Hacamatın  aklında  söylemek  istedikleri  bir şeyler  vardı.  Gece  geç  vakit gelmeliydi ki    çoluk  çocuk uyumuş  olsun,  demek  istediklerini  Rayıfa kadına  anlatsın  ve  hatta  razılığı  varsa  bir  ikide  Sıdıkayı   sıkıştırsındı.
Sık sık  ve  kuvvetli    kapı çalınmasından     büyük annemin  kalbi  küt  küt  atmaya  başlamıştı. 
“Boyu  devrilisice  Saramet  bu”  diye  aklından  geçirdi.  “Gecenin  bu  sahatinde  birilerinin  evine  gitmenin  yakışık  almadığını  bilmez mi  bu  adam  neye  çalar  bu  sahatte  kapıyı” diye söylenerek     açtığında  korktuğu  başına  gelmişti. Korktuğunu  ve  çekindiğini  belli  etmeden 
“oooo  saramet  senmiydin  bende  yabancı  birisi  sandım da  aha  bu  kalası  vuracaktım  kafasına” deyip  elindeki  bir  tahta  paçasını  yere  koydu. Girişteki  koca  avluda  bir iki  büyük  baş  hayvanla birlikte  davar olduğundan  hayvan  dışgısı  kokularının  arasından  bir üst kata  çıktılar. İki  yere  asılmış  lamba ışığının  titrek  yansımaları  arasında  Saramedin  başının  gölgesi  duvara aksedip  dalgalanıyordu.
Raife  annem  aşağıya  inerken  götürdüğü  feneri  gene evde  aydınlık  yapsın  diye  duvara  çakılmış  bir  çiviye  astı. Kapının o  sarsıcı  tak takları  vururken  büyük  annem,  annemi  bir  odaya  kapatmış, üzerinden de  kilitlemişti. Sorsa  “biraz  rahatsızda  erkenden  yattı”  diye  söyleyecekti.  Ama  kendisinin  yanında kendisine  güç  kuvvet  olacak  birinin  olması  gerekmez miydi. Bunu düşünerek   ablamı    uyandırmış 
“sen  benim  gücümsün  kuvvetim sin” demişti. “İşte  yüce  Rabbim  bu  torunumdan  medet  umuyorum  sen  torunlarımı  ve  kızımı  bu  adamın  şerrinden  koru”   demiş  ve  ilk  defa  birkaç gün  evvel  gittiği  ve  hiçbir  zaman kendilerini  yalnız  bırakmayacak  akrabaları Topal  Ali gelmişti   aklına.  Oysa Ali  abide  o gün   kendilerini   yoklamaya gelmiş “Rayıf hala  bi  isteğin  varmı”  demişti.  Rayıfa  kadında  “yok  Allah  seni  başımızdan  eksik  etmesin”  diye de  duada  bulunmuş ve  Ali  abi   biraz  oturduktan sonra gitmişti. Aynı  günün  geç  vaktinde tekrar  bir daha  yoklamaya  gelmesi  bir  mucizeydi.  Saramed  büyük  annesinin  yanından  ayrılmayan  torunu  Emine nin uyumamasına  kızarak Rayıfa gadına:
 “bu  kız  bu  saata  gadar  durumu  canım  uyut  get  sabiyi.  Hadi  Sıdıkayı da  uyandır da gel    bir  iki  laflarız” dedi.   Büyük  annem onun  rahatsızlanıp  erkenden  yattığını  söyledi. “Neyi  varmış  de bahak  bizim  bi yardımımız  dokunursa  söle  be  Rafya gadın  size  sahap  çıkmayacazda  kime  sahap  çıkacaz. Aha  bu  çocuklar  Memet  ağadan  bize  emanet. Ben onları  gözümün içi  gibi  baharım. De  git  uyandır  hele  Sıddıkayı  onun  yanında  gonuşak bahak  ne  diyo”  diye üsteledikçe büyük  annem  duymamazlıktan  geliyordu.
Saramet  Kaleciğin  haracını  yiyen  onun  bunun  malında  gözü olan,  döşünde  çifte  fişeklik sırtına  asılmış  tüfeğiyle  dağ  bayır  dolaşan,  kimi  yerde kendisine karşı  çıkanları  öldüren  ve  ölenlerin  kim vurdu ya  gittiği  bir  ortamda  dolaşan  bir  eşkıya.  Halkı  canından  bezdirmiş  kendisinden korkan  kişilere  yalancı  şahitlik  yaptırarak  haksız  yere  birçok  kişilerin  mallarını  elinden  almış  bir  kişi. Yani  geçim   kaynağı  buydu. Millet askerliğini  vatan için  yaparken o  aynı  zamanda  asker  kaçağı idi.
Büyük  annem  Saramede  “karnın  açmı?”  diye  sordu.   O da  “tokum”  dedi.    Büyük  annem    çay  yaptı  ikram  etti. Sırf   Sıdıkayı   aklına  getirmemesi  içinde   Saramet’i   lafa  tutarak  dağdan,  bayırdan  ona  bir şeyler  anlattırmanın  peşindeydi.  Belki  saat  geç olmuş  derde  kalkardı. Ama  ne mümkün  hala 
“sizin  bir  erkeğe  ihtiyacınız  var. Gecenin  bu  saatinde  galaçayına  gidip bahçanızın  arkına  suyu  çevirebilir misin? Rafya gadın  hep bunları  rahmatlı  Memet  yapardı.  Bunlar  erkek işi. Aha  davarı  güdecek  yaşta mı  çocuklar.  Bizim çocuklar  ne  güne  duruyor. Sana  baharık  Sıdıkaya’da  sahap  çıkarık ben kararımı  verdim  hele  sabaha  kadar  bi  oturak  bi  düşünekte sizi  bizim eve  taşırız.”
Raife  anam sıkımı  olmaz  diyecek  Sarıamada. İçinden 
“Allhım  sen bana    bir  kurtuluş  ver.   Allahım sen  her şeye  kadirsin” diyor, çaktırmıyordu  ama  gözünün  yaşı  içine  akıyordu.  İkide  bir  medet  umduğu  torununun  uyumaması için  arasıra  çimdikliyordu  onu. Gecenin  belki  üçüydü. Hele  bu günü  bir  atlatsın  durmayacaktı  buralarda. Oğluna  haber  salıp  Ankara’ya  göçeceklerdi. “Çevremdeki  ırz düşmanlarının  elinden  kızımı  torunlarımı  kurtar  yarabbim”  diye  içinden  sürekli,  dualar  ediyordu.
Saramet  ara  sıra  köstekli  saatini  cebinden  çıkararak  saate  baksa da  gitmeye  hiç  niyeti  yoktu.  Nasıl  olsa  sabah  olunca  Sıdıka da  uyanırdı. Hep  beraber  kendi  evlerine  giderlerdi.
Samiye  oğlu Topal Aliye   Raife  halayı  sormuş  Alide   “gayet iyiler  sana  selamı  var  sağlığımıza  duacılar”  demişti.   Ama  Samiye    gece  bir  rüya  görmüş  destur  çekerek  uyanmış   oğlu  Aliyi  uyandırmıştı. 
“Ali  doğru Rayfe halana git  onları şu  anda  sıkıntıda  gördüm rüyamda”  demiş. Alide:   “Ana  daha  bugün  gittim ya. Sana  selamını  getirdim  gecenin  bu  saatinde  ne  gelecek  başlarına  canım” dese de   Anasının ısrarıyla  Ali  giyinir  Rayfe  halasının  evlerinin yolunu  tutar. Ali çok ileriden  Rayfe  halasının  evinin  ışığını  yanık  görünce  “bu  saate  kadar  yatmamışlar  demek ki”  diye  içinden  geçirir.  Geldiğini  haber  vermek  içinde  sesli  bir  türkü  tutturur.
İşte   bu  çaresizlikte  derinden  derine  bir  türkü  sesi  duyulmaya  başlandı.  Git  gide  yükselen  ve yakınlaşan  ses  sanki  Rayıfa  halanın  evine  doğru  geliyordu.  Ve  ses  kesilip te  alttaki  avlunun  kapısı  vurulmaya  başladığında  büyük  annem  rahat  bir  nefes  almıştı. Bu  Topal  Aliydi. Tanrıya  yakarışları  duyulmuştu  sanki. Saramet  huzursuzlaşmıştı “kimmiş  canım  gecenin  bu  sahatinde  kapıyı  çalan”  dedi. Rayfe  gadın
 “Topal  Alidir   bizi gecenin  bu  saatlerinde  bile  gontrole  gelir”  dedi. İçindende “Çok  şükür  Yarabbim”  dedi.   Büyük  annemin  elinde  fener  gelen misafir Topal  Aliyle  yukarı  çıktığında  Sarameti  görüp 
“ooooo  ağamda  buradaymış.  Senin  burada  olduğunu  bilseydim  ağam  ben uğramazdım  nede  olsa  Rayıfhalaya  sahap  çıkmamız  gerek” dedi  Saramet  “gecenin     geç  saatinde  nereden  böööle” diye  sordu Alide: “bahçalara  çaydan  su  çevirdim   ne  yapah  ağam  meyveler  çağlada.  Oturup  yer  minderine biraz  Sarametle  konuştular.  Sonrada Ali  Rayife  halasına:
 “hala sabaha  az bi  zaman kaldı,  anam çok özlemiş seni ille  Raife  halanı  getir  diyo  ne  dersin”  dediğinde  Büyük  annem:
“olur  sabah  çorbasını  içelim de  öyle  gidelim”  dedi.
 Saramat  baktı ki  işler  beklediği  gibi  değil  kendi içinden  bu işi  başka  zaman  hallederiz  diye  düşünmüş  olacak ki
 “hadi  bana  eyvallah  vakitte  epey olmuş”  diyerek  kalktı. Ali ağabeyle Büyük  annem     Saramatı  yolculadılar. Büyük  annem  ve bizler artık Ali abi gilin  evinde  misafirdik.  Büyük  annemin  isteğiyle  Ankara’ da ki  oğlu  Hakkı’ya  kendilerini  Ankara’ya  en kısa  zamanda götürmesi için Bir  kamyon  tutarak  gel diye Ali  ağabeye   mektup  yazdırdı. Dayım  Ankara’dan  gelene kadar Ali  ağabeyler  sağ olsunlar  bizi misafir  ettiler. Aradan Bir  aya  yakın  bir  zaman  geçti  bir  gün  sabah   dayım  15  tonluk  bir  kamyonla   çıkageldi.  Tüm  eşyalar  yüklendi. Mahsuller  ekili  tarlalarında,  sebzeler  bahçede kimi yaprağa,  kimi çiçeğe  durmuş.  Ağaçların  meyveleri  çağlaya  dönmüş,  öylece  bırakıp,  bir  daha  geri  dönmemecesine  Ankara’ya  göç  etmiştik. 
Kiraya  tutulmuş  bir  gecekonduda  dayımın  himayesinde yeni  bir  hayata  başladık.  
24-12-2006
 
 
 
 
 07

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Murat HACIOĞLU
Murat HACIOĞLU Hayat Hikayesi
TARAF MI, TARAFTAR MI? 
Hayatın türlü aşamalarında kimi fikrilere, kimi inanışlara ve hatta kimi anlamsız ritüellere taraf olunabilir, zaman içinde yaşanılan çeşitli olaylar ve çıkarılan sonuçlar neticesinde de bulunulan yer gözden geçirilebilir ve yeniden bir değerlendirme ile son duruma kavuşulur… 
Hayatın bu döngüsü kaçınılmazdır, dün karşı olduğunuz bir fikre bugün sempati duyabilir ve hatta taraftar olabilirsiniz… Bu durum utanılacak ve saklanılacak bir acizlik olmadığı gibi, bir tutarsızlık da değildir… Zira insan gelişen bir varlıktır… (Değişmeyen tek şey değişimdir demişler). 
Hangi kademede olursanız olun ve hangi imkanlara sahip olursanız olun bu yadsınamaz bir gerçektir, belki de siz fark etmeden bu döngüyü yaşamaktasınızdır… 
Sıradan bireyler bu döngüyü kendi hallerinde yaşayıp giderken, toplumun gözü önünde bulunan ve bireylerin bir çoğu ile öyle ya da böyle sürekli temas halinde bulunan şimdiki moda deyimiyle “medyatik” kişilerde ise bu dönüşüm kimi zaman sancılara neden olur… 
Hele ki bir zamanlar sizin tarafınızda olduğunu düşündüğünüz hatırı sayılır, söylediği dinlenir zevatın dönüşümü size kısmen ıstırap bile verebilir… Veyahut karşı cenahtan addettiğiniz eşhasın gün gelip sizin taburelerinizde oturuyor olması size doyumsuz bir mutluluk, coşku sağlayabilir hatta ve hatta çılgınca eğlenmeyi gerektirecek bir bahane olabilir…  
İşte son zamanlarda tartışılan “Mustafa” filmini ve Can Dündar’ı bu bağlamda da değerlendirmek gerekir diye düşünüyorum… 
Öyle, çünkü yazılı basında ağırlıklı olmak üzere bilumum medya organlarında tartışıla gelen bazı hususların temelinde bu huzursuzluk sendromu ya da aşırı taşkınlık hali yatıyor olabilir… Tamamında demiyorum ama bir kısmında bu halin etkili olduğunu düşünmekteyim… 
Tartışmaların ucuna naçizane kendi düşüncelerimi de eklemek gayesi ile bu makaleyi kaleme almaya karar verişimden bu yana günler geçti… Meseleye hangi açıdan bakmak kararını veremediğimden ancak yazabiliyorum… Amaç kişiyi ya da olayı kişiselleştirerek polemik yaratmak değil elbet… Vurgulamak istediğim hususlar kişisel görüşten ziyade yöntemlerin hassasiyetine binaen olacaktır… 
Topluma mal olmuş ve aydın kimliği ile gerek genç kuşaklara gerek ihtiyacı olan yetişkin topluluğa, olayların ve gelişmelerin, fikirlerin ve altında yatan sebeplerin, olayların oluş anındaki koşulları da göz önünde tutarak daha iyi anlayabilmelerine imkân sağlamak için ışık tutması gerekenler “kendi penceremden böyle gördüm ve böyle yorumladım” dememelidir… 
O vakit biz sıradan vatandaşların kendi pencerelerinden olaylara bakışından bir farkı kalmayacak olan bu anlatım biçimi, eğer makul bir şekil ise; sıradan insanların da tek tek kendi pencerelerinden gördüklerinin değerlendirilmesi, bu gördüklerini belgeselleştirme konusunda yardım edilmesi gerekmez mi?... Hatta bu konuda teşvik edilmeleri bile gerekebilir… 
Bir yöneticinin sorumluluğu ile emrinde çalışan bir hizmetlinin sorumluluğunun aynı olmaması gibi; aydın addedilen kişiler ile hitap ettikleri kitlelerin sorumlulukları da aynı değildir… 
Var olan statükoyu eleştirmek bir hak olabilir, ancak eleştirirken olaya her açıdan yaklaşabilmeli, türlü pencerelerden görünenleri eşit yoğunlukta ve eşit ağırlıkta sunabilmelidir… Aksi takdirde açıkça itiraf edemeseniz bile iki taraf arasında olmanız gereken tam orta yerde olmazsınız, bir tarafa daha yakın durduğunuz aşikar hale geldiği için her iki cenahtan da hiç ummadığınız tepkileri duymak durumunda kalabilirsiniz… 
Buradan tam orta yerde durmanız gerektiği gibi bir anlam çıkarılabilir, kastettiğimiz gerçek anlamda orta yerde durmak değildir… Anlatmak istediğimiz tarihsel olayları zımnen de olsa tarafsızlık gözlüğü ile gösterebilmenizdir (görebilmeniz değil)… 
Zira bulunduğunuz yerin orta sahaya uzaklığı sadece sizi ilgilendiren pozisyonel bir durum iken gösterebildikleriniz toplumsal yargı oluşturacak ve geleceğe dair bazı tohumları ekecek olan; özünde, tamamen olmasa bile kısmen genel bakışa yön ve şekil verici jölelerdir… 
İşte bu noktada yönetici veya idareci (her ikisi de farklı sonuca ulaşır) olgunluğundaki makamların takınacağı objektiflik tavrın önemi vurgulanmaktadır… Yönetici yönetmekle sorumlu iken, idareci her türlü olayı idare etmekle yükümlüdür… Bahsini ettiğimiz “medyatik” sorumlu kişiler ise her iki yönetim makamının inceliklerini taşımalı, sorumluluklarının bilincinde, yön göstermeksizin yön verebilmelidir… 
Çünkü yön vermek ile yön göstermek arasında dağlar kadar fark vardır…
Sevgi ve sağlıcakla kalın…

 

 
 
 
 
  08

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Selma GÜRSEL
Selma GÜRSEL Hayat Hikayesi
ÇORUM BAKLAVASI SIKMA BAKLAVA
MALZEMESİ: 1 kilogram has un,4 yumurta,1 yemek kaşığı sirke,üç yemek kaşığı yoğurt,bir tutam tuz,1 kilogram su,1 kilogram buğday nişasta,1 kilogram toz şeker,leblebi kadar limontuzu
Normal bir tepsi baklava için bir kilo birinci sınıf un konulur.
Bir miktar su,beş adet çiğ yumurta,bir yemek kaşığı sirke,üç kaşığı yoğurt,bir miktar tuz konularak kulak memesi kalınlığında hamur yoğrulur. Sirke konulmasının sebebi,hamurların çok ince açılmasına kolaylık versin diyedir.
Baklava hamurunun bir miktar dinlendirilmesi iyi olur. Dinlenen hamur yumurta büyüklüğünde yumak tutularak nemli bir bezin altına yazılana kadar konulur. Yufkaların ince olmasına dikkat edilerek hamurlar yazılır.
Hamur yazılırken ok’a yapışmaması için ev nişastası serpilir.
Açılan yufkalar temiz bir sergi veya bezin üzerinde kurutulmaya bırakılırlar.
Bir miktar nemi çekilen yufkalar tahtanın üzerine alınarak yayılır ve yufkanın baş kısmının  üzerine bolca kıyılmış ceviz serpilerek kalın ok’a yufka bolca sarılır. Sarılan yufka iki başlarında eller yardımı ile on beş santim kadar sıkıştırılırlar.
Ok ortasından çıkartılarak baklava iki parçaya bölünerek yağlanmış tepsiye kenarından başlanarak sıralanırlar. Tepsi dolunca baklavanın üzerine eritilmiş tereyağı ekilerek fırında kızartılır. Fırından çıkmış baklavanın üzerine soğuk kestirilmiş şeker şerbet ekilir. Eğer fırından çıktıktan sonra baklava soğuduysa,ekilecek şeker şerbetin sıcak olması gerekir.

 
 
 
 
 
 09

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Emine Sevinç ÖKSÜZOĞLU
Emine Sevinç ÖKSÜZOĞLU Hayat Hikayesi
ÖLÜMÜN SOĞUK YÜZÜ
(Sevgili Anneannem Emine Doğan’a)
Hayatın bir başı bir sonu olduğu gibi
Her şeyin ve herkesin bir sonu vardır
İşte gün kararmak üzere
Günün de sonuna geldik anneanne
Gün geceye gebe kaldıkça
Soğuk bir gölge düşüyor yüzüne
Işık yansımıyor artık düşlerine
Başka başka boyutlara yol alıyor ruhun
Gecenin karanlığıyla ruhun gidiyor bilinmez uzaklara
Ve o bilinmezlikte buluşacaksın annen ve babanla
Karanlıktasın ama kararsız değilsin
Ses bekliyor çığlıkların sessiz bir gemide
Her taraf boşluk hız alıyorsun dibe doğru
Tutunamıyor adımların gidiyorsun durmadan
Yaşamın boyunca hiç mutlu olamadın belki
Belki de içten bir gülümseyişe sancı çektin senelerce
O güzel gözlerin kör karanlık gecelere mahkûm kaldı
Sen güzel gülüyordun ama
Gözlerin karanlığa mahkûm etmişti seni bir kere
Yirmi yılın geçti karanlık puslu bakışlarda
Sen de bir gün görmedin
Sen de mutlu olamadın be anneanne
Hatırlıyorum da
Gözlerin aydınlık günler kadar güzel bakardı
Karanlık senden korkar ışık sana kucak açardı
Gençtin yiğittin dağlarla güreşirdin
Biz de çocuktuk o zamanlar
Koyunları otlamaya götürürdük birlikte
Biz ablamla papatya toplardık
Sen de o papatyalardan taç yapardın saçımıza
Son bir kez göremedim
Bir yaz güneşinden ödünç aldığın yüzünü
Öpüp koklayamadım bana taç yapan pamuk ellerini
Şimdi mahcup ay ışığı örtüyor o yorgun bedenini
Gözlerim kapanır kapanmaz gözlerin yaklaşıyor gözlerime
Gözlerin ne de güzel bakıyor anneanne
Sen yaşarken farkına varamadığım güzelliğimsin
Bakışında huzur bulduğum Atam
Canımın canı, anamın anasısın
Bizleri bırakıp gitmek istiyor yorgun bedenin
Buza dönmüş o gül yüzün pamuk ellerin
Sevgi dolu bir bakışla son nefesini verdin
Ve “ölümün soğuk yüzü” gelmiş yüzüne anneanne
13. 06. 2007 / ANKARA

 

 
 
 
 
 10

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Ayşe PASLANMAZ
Ayşe PASLANMAZ Hayat Hikayesi
BURAYA KADAR
Ölene dek dedim, o dost sen miydin?
Demek dostluğumuz, buraya kadar,
Dilimde bitmeyen, o tat sen miydin?
Demek dostluğumuz, buraya kadar...
En acı günümde, benimle oldun,
Yanımda ne büyük bir huzur buldun,
Bazen keder bazen, mutluluk doldun,
Demek dostluğumuz, buraya kadar...
Dost bilerek seni, yaptım bir hata,
Unutmam o anı, dün gibi hâlâ,
Nasıl yadırgadım, verdin bir ceza,
Demek dostluğumuz, buraya kadar...
Affetmek sevenin, gelmez mi özden,
Demek çıkarmışsın, sen beni gözden,
Bahane bulmuşsun, işte bu yüzden,
Demek dostluğumuz, buraya kadar...
Hiç ummazdım bunu, şaşırdım kaldım,
Dediğin sözlerden, acıya daldım,
Dilinde bir dua, dudakta baldım,
Demek dostluğumuz, buraya kadar...
Gücendim, incindim, gayrı kırıldım,
Bir kelam etmeden, senden ayrıldım,
Bilesin ki ben de, sana darıldım,
Demek dostluğumuz, buraya kadar...
Bundan sonra asla ne ara ne sor,
Artık bir araya gelmemiz çok zor,
Davranışlarına bakıp kafa yor,
Demek dostluğumuz, buraya kadar...
 

 

 
 
 
 11

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

 
Rıza KANDEMİR
Rıza KANDEMİR Hayat Hikayesi
 GELDİ
Bir nur gördü geceleyin düşünde
Uyandı Haceri’i buldu başında
Gurban etti İsmail’i düşünde
Ağardı saçları başa gış geldi

Hak emretti ol Musa’ya bilindi
Gurd donunda melekleri indirdi
Ol sürünün sahibine gönderdi
Mor koyun meledi goynu boş geldi

Hacer’den İsmail dünyaya geldi
Ona yedi yıllık süre verdi
Hüda Cebrail’den nida gönderdi
Terlere belendi gözden yaş geldi

İbrahim Hacer’in yüzüne baktı
Şevkatla gınayı eline yaktı
Cebrail gözüne sürmeyi çekti
Arafat’a duman durdu gış geldi

İsmail ataya elini verdi
Taşlayıp şeytanı gözünden vurdu
Gurban olacağını ona duyurdu
Vardı Hacer’den de eli boş geldi

Ol melekler fizan edip ağladı
Hem gözünü ellerini bağladı
Aşkından bıçağını gerdana salladı
Kesmez bıçak gazaba taş geldi

O günün şahidi Cebrail Celil
Bileyip bıçağı kükredi Halil
O günden bu yana yanar bu delil
Semada beslenen kuzu aç geldi

Musa koyun ile ciğer dağladı
KUL RIZA’DA o günlere ağladı
İlcil, Tevrat, Zebur Kur’an bağladı
İsmail’e gurban kuzu koç geldi
 

YAZARLARIMIZIN HAYAT HİKAYELERİNE GİTMEK İÇİN TIKLAYARAK GİDİNİZ!

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

DİKKAT ; BU BİLGİLER TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMDEN  İZİN ALINMADAN KULLANMAYINIZ!
YAPTIKLARIM YAPACAKLARIMIN GARANTİSİ ALTINDADIR!

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

 Hukuka, Yasalara, Telif  ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir.
Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM

BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR!

143 SAYI 25 Ocak 2011 SAYIYA Gitmek İçin Tıklayınız!