 |
YIL
12 SAYI 142 25 Aralık 2010
|
 |
|
DİKKAT ; BU BİLGİLER TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMDEN
İZİN ALINMADAN KULLANMAYINIZ! |
YAZARLARIMIZIN HAYAT HİKAYELERİNE GİTMEK
İÇİN TIKLAYARAK GİDİNİZ! |
Aşağıdaki dizinler ile tıklayarak üye
olmadan sayfalara girebilir ve inceleyebilirsiniz!1 |
|
|
|
BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR! |
|
-
Mahmut Selim GÜRSEL SULAR AKAR TÜRKLER BAKAR
Mustafa Nevruz SINACI OYUN İÇİNDE OYUN, TERÖR VE SOYKIRIM
-
Mesut ARTARBİR OYUNUN BİTİŞİ, BAŞKA BİR OYUNUN BAŞLANGICI DEĞİL
Mİ?
İsa KAYACAN DÖRT KADIN ŞAİRDEN
Mustafa Nevruz SINACI GANDİ’YE KULAK VERMEK
Ahmet CANBABA BİR GÖÇ HİKAYESİ
Murat HACIOĞLU TARAF MI TARAFTAR MI?
-
Selma GÜRSEL ÇORUM BAKLAVASI SIKMA BAKLAVA
Emine Sevinç ÖKSÜZOĞLU ÖLÜMÜN SOĞUK YÜZÜ
-
Ayşe PASLANMAZ BURAYA KADAR
Rıza KANDAMİR GELDİ
|
|
|
|
|
|
01 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
 |
Mahmut Selim GÜRSEL |
Mahmut Selim GÜRSEL Hayat Hikayesi |
-
SULAR AKAR TÜRKLER BAKAR
-
Dağlar ve ovaları insanlarımız faydalanması için ve bizden
sonraki kuşaklara emanet olarak kullandığımızı hiçbir zaman
unutmamalıyız. Bu dünyanın en güzel ve gözde köşelerine her ne
hikmetse bizler birkaç seçimi olan yerlere değil de tarım
arazilerine, güzel koylarımıza, biraz daha karlı olsun diye
sahillerimize sanayi işletmelerini kurmaktan çekinmiyoruz. Haydi
yapanlar yapıyor rantlarını düşük tutmak için ve masraflarını
daha aza indirmek için uğraşıyorlar da buralarda yaşayan bizler
ufacık faydalar için seslerimizi çıkartmıyoruz.
-
Yine
güzel bir köşemize nükleer enerji santrali kurulma girişimlerini
en yoğun olduğu bir zaman dilimindeyiz. Neden nükleer enerji
istasyonu yapmak ve çevreyi kirletmek istiyoruz? Acaba
birilerinin ceplerine birazcık dünyalık mı girecek? Yoksa başka
bir sebeplerden mi bu işlemlere hız verilmesi düşünülmekte?
Yoksa birilerine verimleş sözler için mi bu gibi faydadan çok
zararı olan girişimler bu gündemleri dolduruyor?
-
Bizler her işimizi biraz veya çok gelirler getirmek için
yaparız. Biraz olanı değil çok gelirler getiren kısımları
satarız. Bizden sonra ne olursa olsun diyerek bu dünyayı
kirletmek, yok etmek için geride kalacak atıkları ve onların
insan, canlılar ve tabiat üzerindeki etkilerini neden
düşünmeyiz?
-
Bizlerin sahip olduğu ve tabiatın bizlere sunduğu güzelliklerden
başka yaşadığımız yarların bizler için kıymetini bilmememiz ne
acı verici bir insanlık ayıbı olarak karşımıza gelirken neden
birileri, bilerler veya önlemeye muktedir olanlar bu işlere ses
çıkartmamakta direnmeleri beni inanın yıpratıyor.
-
Bir
güzel yer nükleer santrali yapımı için eda ediliyor. Bir
yabancının değdi gibi “Sular akar Türkler bakar” ne yazık ki
bizde suların akışına bakıyoruz. Ondaki kuvveti kullanarak
enerji haline getirmiyor, terk edilmiş teknolojileri ülkemize
kirlilik abideleri olarak dikiyoruz!
|
|
|
|
|
02 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
 |
Mustafa Nevruz SINACI |
Mustafa Nevruz SINACI Hayat Hikayesi
|
- OYUN İÇİNDE OYUN, TERÖR VE SOYKIRIM
- Geçen sene Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) tarafından iki
İsrail askeri suçüstü yakalandı ve tutuklandı. Derhal harekete geçen İsrail,
sözde kaçırılan (!) askerlerini kurtarmak adına Lübnan’a girdi. Askerlerini
kurtardı. Bu nedeni gerekçe göstererek vahşi bir katliam yaptı. Sivil halkı
uzun süre tehdit ve bölgeyi tarümar eden misket bombaları attı. Bölgede günler
süren insanlık dışı bir terör estirdi.
- Daha önce benzer bir Abba baskını var. Sonra 20 küsur yıl önce
vaki ABD’nin İran baskını. Diğer İsrail ve İngiliz baskınları. Demem o ki, her
hangi bir devlet içinde veya bu devletin sınırları kullanılarak komşu bir
ülkeye vaki taarruz, fiili tehdit ve tecavüzlerde “mukabele-i bilmisil” hakkı,
uluslar arası hukukun kati bir hükmüdür.
- Şu hale nazaran bundan iki hafta önce ülkemize karşı, ABD
işgali altındaki Irak’ın kuzeyinden gelen 200 anarşist ve teröristin taarruzu
ve 8 askerimizi kaçırması tam bu kabilden bir tecavüzdür ve mutlaka misliyle
mukabeleyi muciptir. Oysa, Türk hükümeti tarafından uluslar arası bir hukuki
hak olan takip ve askerlerin kurtarılması yoluna gidilmedi. Rica, minnet,
pazarlık ve kamu vicdanını derinden yaralayan, hukuk sistemine halel getiren
ve hükümete olan güveni sarsan bir yol izlendi.
- OYSA...
- Sızma teşebbüsü, taarruz ve askerlerin gasp girişimine anında
ve derhal hiçbir tereddüde mahal olmaksızın hiçbir kademeden izin veya emir
beklemeksizin takiple mukabele edilmesi bir zorunluluktu. Bu aleni bir görevi
ihmal, suiistimal ve suçtur. Müsebbiplerinin “her kim olurlarsa olsunlar”
derhal muhakeme ve muaheze edilmesi şarttır. Aksi taktirde, bundan böyle
yaşanacak sorunların vebali bu suçlulara ait ve raci olacaktır. Bu işin oyuna,
düzene ve siyasete tahammülü yoktur.
- TÜRKİYE “TÜRKÇE” HAREKET ETMEK ZORUNDADIR.
- Çünkü, başta ABD olmak üzere 28 devletin dahli ile ülkemiz
üzerinde anarşi ve terör faaliyetleri yürüten çetelerin basite-hafife alınır
ve şakaya gelir bir yanı yok. Bu güne değin eşkıyanın verdiği zarar trilyon
dolarları bulmuş ve 40 bine yakın cana malolmuştur. Üstelik bu çeteler
dünyanın uyuşturucu, beyaz kadın, silâh ve patlayıcı madde ticareti yapan ve
fuhuş sektörünü yöneten uluslar arası bir suç örgütüdür. İlk başta ABD olmak
üzere; Teröre karşı tavır koyan bütün devletlerin bu şer ve şeytani harekete
karşı mücadele etmesi şart olmakla, iş maalesef böyle yürümemektedir. İşin
arkasında açık veya gizli Türk veya Türkiye düşmanı 28 emperyalist ülke
vardır.
- PEKİ NEDEN ?
- Nedeni şu ki; Türkiye Cumhuriyeti Atatürk’ün vefatından
itibaren amansız bir tehdit, dahili işgal, tasallut, psikolojik-asimetrik
savaş ve harici kuşatmaya muhatap olmakta ve maruz kalmaktadır. Gaflet ve
dalâlet içindeki siyaset ise zaman zaman bu haris emellere alet olmakta ve
milli devlet adına yapması gerekenleri yapmamaktadır.
- GELİN MESELEYİ ESASTAN ELE ALALIM:
- AKP’nin iktidara gelmesi ve AB katılım sürecinin hız kazanması ile
birlikte başta Kıbrıs konusu olmak üzere, Ermeni soykırımı, sözde “Kürt
Sorunu” (!) ve buna paralel (tamamlayıcı ve bütünleyici bir unsur olarak)
hareket edip faaliyet gösteren yasa dışı Ermeni terör ve tedhiş örgütü
militanlarına cesaret veren yeni bir af ve atıfet eğilimi gündemleri işgal
etmeye başladı. (bu konuda gündem oluşturanların Ermeni asıllı gizli bedhahlar
olduğu bilinen bir gerçektir) Hem de, ülkede yaşanan örtülü “deflasyon”,
bastırılmış enflâsyon, Milli değer ve objektif Maliyet esaslarına aykırı
olarak yapılan şaibeli özelleştirmelere; Dahası halkın içinde yaşadığı (günden
güne çoğalan) yokluk, yoksulluk, sistematik yozlaştırma ve genel olarak süren
çürümeye rağmen…
- Evet, bütün bu olumsuzluklara rağmen 1968’den itibaren
hain-çirkin yüzünü göstermeye başlayan, 1992’lerde tahribat boyutları artan,
ama aslında son 84 yıldır kesintisiz
- olarak sabırla sürdürülen 1997’de ivme kazanan ve AKP’nin iktidar olması
ile birlikte bütünüyle açığa çıkan, ağırlaşan ve yoğunlaşan sorunlar, güncel
hayatımızı doğrudan etkilemeye ve kendini iyice hissettirmeye başladı. Bir
taraftan anarşi ve terörden mütevellit bilânço kabarırken, diğer taraftan iç
ve dış borç baskısı, denk bütçe kavramını tarihe gömen faiz ödemeleri devleti
zayıf düşürdü ve milleti perişan ederek AB’nin pençesine sürüklenmemize neden
oldu.
- BU SÜREÇ İÇİNDE
- Türk ve İslâm dünyası üzerinde baskılar arttı. Yeni Türk
Cumhuriyetleri Soros, silâh tüccarı Dick Keni ve benzeri küresel siyaset
simsarları ile küresel kan emiciler olarak tanımlanan emperyalist vampirlerin
kıskacında kıvranıyor. Buna paralel olarak Türkiye Cumhuriyeti AB
emperyalistleri tarafından 40 yıldır legal ve illegal biçimde sıkıştırılmakta.
Elbette İslâm âlemi de boş bırakılmıyor. Demokrasi maskesi ardına gizlenen
büyük bir kültürel deformasyon--misyon saldırısı var. Amerikalı Neo Con’lar
sahte Kur’an bile ürettiler. Gerçek Furkan adı ile bütün arap ülkelerinde
dağıtıyorlar.
- SİLÂH, İLÂH VE İLÂÇ TÜCCARLARI
- Bunun gerisinde ise; Bütün şer, şeytani ve menfur emelleri ile “ahtapot”
un kolları mevcut. Avusturya da oturan değerli bir Türk bilim adamının deyimi
ile Silâh, İlâh ve İlâç tüccarları dünyayı soyup soğana çevirmekte. Muharref
İncil yoluyla hür ve hükümran ülkeler kıskaca alınıyor, sonra silâh satılıyor
ve kargaşa çıkartılıyor. Bu arada başta AIDS olmak üzere biyolojijk ve
kimyasal virüsler yayılıyor. Sonuçta bir yanda hastalık bir yanda yıkıcı
savaş. Bu kertede ilâç sektörü trilyon dolarlar vuruyor.
- Afganistan ve Irak işgal altında. Suriye ve İran takipte. S.
Arabistan, Kuveyt ve pek çok körfez ülkesi uydulaştırılmış. Afrika’da ki
Müslüman ülkelere gelince, iliklerine kadar sömürüldükten sonra kendi
kaderlerine terk edilmiş haldeler. Sudan ateşler içinde. Darfur da yüz
binlerce insan katledilmiş durumda. Dünyanın dört bir tarafında alçakça
soykırımlar devam ediyor. Kıbrıs ta barış tehdit altında. Hasılı; Basiret,
beka, inanç ve bilinç yoksunu Türk ve İslâm alemi hiç de iyi durumda değil..
İslâm alemi ise tümüyle tehdit altında. Pakistan da ki son olaylar da bir
büyük provokasyon.
- Üstüne üstlük, bütün bunları (sözde) insan hakları, demokrasi
ve barış adına yaptıklarını söylemiyorlar mı ! İşte, yalancılığın, mürailiğin,
sahtekârlığın, iki yüzlülük, çifte standart ve insanlık düşmanlığı’ nın
dikalâsı bu. Aslında yaptıkları, güncel haçlı seferlerinden başkaca bir şey
değil. Yazıklar olsun, bunlara inanan-kanan ve kapılan gafillere, cahillere ve
dalâlete düşmüş olanlara.
- Gelelim, bütün Türk ve Müslüman ülkelerin “Lider Devlet” (!?)
sanarak yıllarca ümit bağladıkları ve sonunda “hayali sükut ve hüsrana
uğratıldıkları” Türkiye’ye..
- YURTTA SULH, CİHANDA SULH
- Bizde de vaziyet maalesef pek de iç açıcı değil.Büyük
Atatürk’ün “Hür, hakim ve hükümran, özgür ve müstakil Türkiye’si” de
kuşatıldı. Yurtta Sulh, Cihanda Sulh vecizesinin hakiki anlamı çarçabuk
unutuldu. Hani ne demekti ? “Yurtta Sulh,Cihanda Sulh ?” Cevap: “Hazır daima
cenge, eğer istersen yurtta ve dünyada barış” Şimdi siz düşünün bakalım,
unutulmuş mu ? unutulmamış mı ? Bilinseydi eğer, Irak’ın kuzeyi ile pazarlık
mı yapılırdı ? yoksa operasyon mu ?
- İçerden satılmaya, dışardan yıkılmaya ve parçalanmaya çalışılıyor. İhanet
hem içerden ve hem de dışardan. Şimdi kurtarılmayı bekliyor. Bu bağlamda yakın
ve özgün tarihi şöyle bir gözden geçirelim:
- VEHAMETİN BOYUTLARI
- Yaşanan olaylar, vahim gelişmeler ve bütün bunların ardındaki
gerçek nedir ?
- Evveli malum olmakla, ahirine, en son 16 Aralık 2005 günü akil
insanlar ve gerçek bilim adamları tarafından düzenlenen İTÜ Ermeni
konferansına kadar olanına bir bakalım. Elbette bu arada ABD Temsilciler
Meclisindeki oylama ve içerde Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf
Halacoğlu’nun tespitleri de var. Burada olaylar bitti mi, elbette hayır. Süreç
bütün hızıyla devam etmekte. Ama, meselâ olayların çok belirgin bir şekilde
başladığı ve giderek yoğunlaştığı 4 Eylül tarihini baz alarak, yakın ve kısa
dönemi dikkatle inceleyip, irdeleyelim:
- Zira, hep söylerim: Nisyan (unutmak) ile maluldur hafıza-i
beşer.
- Ancak bizde, bir de unutturma ve milli hafızayı silme çabaları
var.
- Hatırlamaya çalışınız 1 Temmuz 2005 günü sabahı Eyüp Beyaz
isimli bir DHKP-C örgütü militanı Adalet Bakanlığına “canlı bomba”
girişiminde-saldırısında bulundu. Bu girişim büyük bir gözdağı ve doğrudan
devlete yönelik vahim bir tehdit’di. Neyse ki, her biri bir devlet timsali
kahraman, fedakâr, cefakâr ve vefakâr Türk Polisi tarafından önlendi.
- İşte bu olay, “yakın dönemin” düğmeye basma tarihidir. İyi
biline.
- Hemen arkasından sun’i bir gündem yaratıldı.Sözde aydınlar
(diğer bir anlamda karanlık güçler) ayağa kalktı. Tez elden, yaklaşmakta olan
AB müzakere süreci katılım belgesi arefesinde “kürt halklarının !?” henüz
kimseler tarafından tanımlanamayan sorunları gündeme taşındı. Sayın Başbakan
bu aydıncıklara acele randevu verdi ve 11 Ağustos günü gerçekleşen görüşmede,
ilk kez resmi bir ağızdan “kürt sorunu” lâfzı duyuldu. Akabinde şok etkisi ve
şaşkınlık. Ama, belirli kesimler çok memnun.
- Bu kez, 12 Ağustos’da Başbakan bir açılış için Diyarbakır’a
gitti ve orada “Evet, kürt sorunu vardır. Ben de kabul ediyorum” dedi. Tabii
mütareke basını çok memnun. Manşetler sözde “kürt sorunu” ile doldu taştı.
Ama, AB dışında kimseler bu sorunun ne olduğunu açıkça söylemedi. AB’nin
telâffuz ettiği ise, o günleri hatırlayanlar bilir, tam bir bölünme ve
parçalanma idi. Enteresandır buna parelel olarak sözde “Ermeni soykırımı”
meslesi de günün konusu haline getirildi. Diyasfora yanlıları kutsal “fikir
özgürlüğü” adına derhal “Ermeni tezi lehine” konferans hazırlıklarına
giriştiler.
- Ama ne hikmetse, bu girmeye pek meraklı olduğumuz AB ve
Ermenistanda fikir özgürlüğü yoktu. Fikir özgürlüğü oralarda “Kutsal” falan da
değildi. “Ermeni soykırımı yoktur” biçiminde doğru bir lâf etti diye koskoca
Türk Tarih Kurumu Başkan’ ımız Prof. Dr. Yusuf HALAÇOĞLU’nu tutuklamaya
kalktılar. Ermenistan benzer bir konferansa kesinlikle müsaade etmedi. Bilimin
ve belgenin konuşulacağı Avusturya toplantılarına da gelmedi. Üstelik, tam bir
küstahlıkla “belge falan tanımam” dedi.
- Aynı Türk Tarih Kurumu Başkanı bu defa da, tarihi bir hakikati
ortaya koyup, Türkiye de yaşayan “gizli Ermeni” faaliyetlerini açıkladığında
hakkında dava açıldı.
- Hani su bulandı ya, bu gibi hallerden yararlanmasını çok iyi
bilen Yunanistan, gözümüzün içine baka baka 31 Ağustos 2005 tarihinden
itibaren “Pontus Soykırımı ve Helenizm” adlı bir kitabı bütün okullarında
okutmaya başladı. Bununla da kalmadı. AB üyesi olmasına rağmen Batı Trakya’da
yaşayan Türk kardeşlerimiz üzerindeki baskı ve mezalimi arttırdı. Türk adı ve
lâfzının kullanılması hakkındaki yasağı pekiştirdi. Diğer taraftan da, Trabzon
ve havalisinde meskün Rumların (Romalı vatandaşların) hakları için bir dizi
menfur faaliyetler tezgâhlamaktan ve salt Türk menfaatlerini baltalamak için
Kuzey Irak’a çeşitli namlar altında memur ve misyoner yollamaktan geri
durmadı.
- Evet, gerçek o ki, düğmeye hakikaten basılmış idi.
- 4 Eylül 2005 günü Kuzey Irak’ta Türkmen nüfusun yoğun olarak
yaşadığı bir kent olan Telâfer’e, peşmergelerinde katıldığı (karadan ve
havadan) büyük bir saldırı başladı. Bölge kapatıldı. Yardım gönderilemedi.
Kızılay kamyonları Telâfer’e giremedi. Sonradan görgü tanıkları ve Kızılay
Genel Başkanı’nın açıkladığı üzere, orada yaşanan tam bir vahşet, soykırım ve
sistemli bir temizlik harekâtı idi.
- Bu katliam ve soykırımdan bir müddet sonra da Musul, Kerkük ve
havalisinde Türkmen tarihinin en büyük saldırı ve katliamları yaşandı. Göz
göre göre Türkmenlere ait arsa ve arazilerin gaspı ve demografik yapı ile
sözde Kürtler (Ermeni ve Yahudi asıllılar) lehine iskân hareketleri
sürdürüldü.
- Yani, Türkiye’ye adamakıllı bir göz dağı ve tehdit.
- Biz ne yaptık, elimiz kolumuz bağlı olayları seyrettik.
- Tıpkı, onur kırıcı ve müsebbipleri lânetli “çuval olayı”
gibi...Yönetim, orada asla vazgeçilmez olarak ilân edilen hassasiyetlerden,
tarihi haklar, Misak-ı Milli ve Kırmızı çizgilerinden ödün verdi. Bir-kaç ay
evvel tapu daireleri ve nüfus idarelerinin basılması yakılması ve yerleşik
devlet düzeninin tasfiyesinde olduğu gibi.
- Ama, bir taraftan da AB katılım belgesi hazırlanmakta…
- Hani şu Irak’ın kuzeyinde bir devlet kurulmasını, Türkiye’nin
en az 32 etnik parçaya bölünmesini isteyen; Gümrük birliği antlaşması ile
ülkemizi amansızca soyup soğana çeviren, siyasetimize, ticaretimize,
tarihimize, kültürümüze, sosyolojimize, Din ve inancımıza hayasızca karışan ve
ortalığı sürekli karıştıran AB...
- 22 Eylül’de gündeme yeni vukuatlar düştü. AB sürecini fırsat
bilerek ayağa kalkan Türkiye’deki Ermeni diyasforası (taraftar ve
yandaşlar/pamuk eller cebe’ci) bir grup aydın (!?) Boğaziçi üniversitesinde
yapmayı plânladıkları “Ermeni Soykırımı” ile ilgili ilk konferansın şiddetli
tepkiler nedeniyle ertelenmesi ve Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın girişimi ile
2. konferansın 23 Eylül 2005 günü yapılma teşebbüsü İstanbul Bölge İdare
Mahkemesince durdurulunca, derhal AB komiserleri devreye girdi. Karara
şiddetle tepki gösterildi. Başbakan ise, “karardan üzüntü duyduğunu ve kararı
tasvip etmediğini” söyledi. Oysa, TTK Başkanı Sayın Yusuf HALAÇOĞLU konusunda
hiçbir AB’li üzüntü bildirmemiş, tam aksine sevinç çığlıkları atılmıştı.
- İşte, AB’nin iki yüzlülüğü, çifte standardı, demokrasi, insan hakları,
adalet ve hukuk anlayışı. Keşke bunu, koşulsuz katılım peşinde koşan akıl
fukaraları da anlasa ve bilse idiler. Aslına bilmediklerinden değil.
Şimdilerde Kırım’da olan sevgili Cem YAREN’in defalarca yazdığı gibi;
“pazarlamacı” bunlar. “sap’la samanı karıştıran, Türk milleti ve devleti’nin
tarihi misyonundan bihaber” gafiller…
- PROFESYONEL BÖLÜCÜ VE SOYKIRIMCILAR
- Osmanlıdan bu yana, kronikleşmiş, çaresiz bir “Türk Fobisi”
içinde kıvranan, Türk medeniyetine karşı aşağılık kompleksi duyan, tefessüh
etmiş uygarlıklarından hicabeden ve 24 saat uyumaksızın ülkemiz üzerinde
felâket senaryoları hazırlayan, milletimizin başına “gizlice-sinsice” menfur
belâ çorabı ören katil güruh. Tarihi bir araştırın bakalım:
- İnsanlık düşmanı kimmiş ? katil, soykırım ve katliam ehli
kimlermiş acaba ?
- Türk İstiklal Harbinde 'Ana karnındaki' bebekleri kılıçtan
geçiren, Doğu ve Batı Anadolu’da milyonlarca masum ve müsemma Türk’ün alçakça
katliamıyla ünlü, Ermeni ve Rum-Yunan çetelerini silahlandıran KUTSAL
Anadolu’yu işgalci (legal ve illegal) 7 DÜVEL kapitalist ve emperyalist Dünya
Devlerinin hezimete uğratılmasından sonra, her karışı ata kanlarıyla alınmış
topraklarımızda gözü olan, her fırsatta bizden yenilgilerinin öcünü “öcalan”
vasıtasıyla en alçakça metotlarla almaya çalışan:
- Arenalarda esirleri vahşi hayvanlara parçalattıran, Haçlı seferleriyle,
İspanyada İslâm ve Musevi katliamları, Dünya 'Düz değil' diyenleri ateşte
yakmayla, Kazıklı Voyvodalarıyla, Güney Amerikalı yerlileri ve Kızılderili
temizliği ile meşhur, Cezayir, Kongo, Hindistan Katliamlarıyla tanınmış, 2
Dünya harplerinde Toplu Yahudi Soykırımlarıyla, Japonya da ATOM–Vietnam da
Napalm, Lübnan da misket Bombalarıyla 'Kitle imha silahları' kullanmış,
Balkanlardaki 'Etnik temizlemeye' sessiz, İşgal edili Irakta Milyonların
ölümünden sorumlu;
- Karanlık geçmişi gibi bugünde “ELİ KANLI” karalık emeller güden zalim,
bize hiçbir zaman örnek olamamış, haysiyet, namus, iffet ve şeref duyguları
erozyana uğramış, paraya tapan ve paradan başka hiçbir değer tanımayan, BOP-BİP
Büyük Ortadoğu projesinde Irak'ı: Sünni, Şii ve Kuzeyde KÜRT (Ermeni) devleti
olarak “MUTLAKA 3 PARÇAYA BÖLME” gayretli içinde olan Amerika Birleşik
Devletleri gibi çifte Standartlı, mutasyona uğramış İKİ YÜZLÜ BATI,
Masum-müsemma bebek, 70’lik ihtiyar, silâhsız-savunmasız kadın ve yaşlı Kürt
kardeşlerimizi katletmiş insanlık düşmanı PKK’ya çanak tutmaya, yardım ve
yataklık etmeye devam etmekte kararlı.
- HAFIZALARI TAZELEME ANISINA
- Lütfen ! bu ve bundan önceki bölümler ile daha sonra yayınlanacak
bölümleri dikkatle takip ederek; Geçmişi Kanlı, geleceği karartmaya kalkışan,
haysiyet yoksunu Batı Budalası Anadolu da 'Doğmamış bebekleri' ana karnından
çıkarıp Kılıçlayabilen 'Ermeni-Rum hayranı' kimliksiz Şerefsizler inadına,
tanıdığınız herkese okutun ve iletin.
- Özellikle AB yanlısı olduğunun haykıran ve bu menfur yolda
yırtınan-çırpınan gafil, cahil ve dalâlette olanlar bunu bilsin. Nasıl bir
oyunla, düzenle karşı karşıya olduğumuzu ve bilhassa şu anda lânet bir
terör-tedhiş örgütü görünümünde 28 devlete karşı (dahilde ve hariçte) nasıl
bir mücadele verildiği iyi bilinsin. Bu işin en başında hariçte Ermeni ve
Rum-Yunan unsurları ile dahilde yine Rum-Yunan ve gizli Ermenilerin bulunduğu
açıkça görülsün.
- HANİ BİLİMSEL AMAÇLI MASUM BİR KONFERANSTI !..
- Biraz gerilere, 2005 yılı Ermeni konferansına uzanalım:
- Bu Ermenicilerin konferans için seçtiği gün’de enteresandı;
- 23 Eylül 1991 Ermenistan’ın Rusya’dan bağımsızlığını kazandığı
gün…
- Ama olmadı. Son anda, birinci toplantıya şiddetli tepki
gösteren Adalet Bakanı’nın verdiği bir akılla, konferans adres değiştirdi.
Yasal yasağa muhatap olan adres (Boğaziçi Üniversitesi) yerine Bilgi
üniversitesi seçildi. Ve, 24 Eylül 2005 günü, yani 24 Eylül 1920’de “Doğu
cephesinde Bardız ve Kötek katliam ve soykırımlarının ifa ve icra edilerek
22.856 Türk’ün alçakça ve hunharca katledildiği” bizim için çok acılı (onlar
için’se bayram olan) bir tarihin yıldönümünde bu konferans yapıldı. 1916’da
aynı gün Tokat-Erbaa’da da yolu kesilen 312 Türk Ermeniler tarafından
katledilmişdi…
- Çok enteresan bir rastlantı daha var. Konferans için seçilen
gün aynı zamanda İsmet İNÖNÜ’nün de (1884-İzmir) doğum günü idi. Hiç olmazsa
CHP harekete geçerek; Türkiye aleyhine olan bu konferansın, böyle önemli ve
anlamlı bir günde yapılmamasını isteyebilirdi. Fakat, böyle bir talep vaki
olmadı. Öteden beri Ermenilerin 3T (tanınma, toprak, tazminat) teorisi
bilinmesine rağmen mukabil olarak harekete geçen olmadı. Neden sessiz, pasif
ve palyatif kalındı bilinmez. Lâkin araştırmak gerek. Zira, Atatürk’ten beri
bu hep böyle. Neden?
- “İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri; Bilimsel
Sorumluluk ve Demokrasi” konferansı, bu konuda dünyanın tek ve en tolaranslı
ülkesi olan Türkiye’ de “en vahim Ermeni katliam ve soykırımlarından birinin
yaşandığı ve Atatürk’den sonra gelen” ikinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün
doğum gününde yapıldı.
- ERMENİ KONFERANSI VE AB NORMLARI
- Bu konferans, tam bütün yönleriyle AB’cilerin demokrasi, insan
hakları, adalet ve hukuk anlayışına uygun bir tarzda cereyan etti. Bütün AB
insan hakları kriterlerine uyuldu. Sanki bu şer cephe konferansı İstanbul’da
değilde, meselâ Paris’te yapılmakta idi. Gerçeklerin açıklanmasına kesinlikle
izin verilmedi. Türk tezini, gerçek bilim ve tarihi savunanlara söz hakkı bile
tanınmadı. Hattâ, konunun uzmanı olan bilim adamları “katılma istemlerine
rağmen” davet edilmedi, hasbelkader orada bulunanlar “Ermeni soykırımı yoktur,
bu iddialar yalan ve iftiradır” demeye yeltenince tartaklandılar. Tertipçiler
oturuma derhal ara vererek, efendi ve sahiplerine mahçup olmamak için “bilimi,
bilinci ve tarihi” dışarı attılar.
- Olayın abartılması, ısmarlayan ülkelere pay çıkartılması ve
Türkiye’nin arkadan vurulması konusunda akredite medya dediğimiz “mütareke
basını” elinden geleni hakkıyla ve lâyıkıyla yaptı. Zaten, ihanet, gaflet ve
dalâlet ancak bu kadar olabilirdi. Oysa, Türk tezi ve tarihi hakikatlere
ilişkin olarak (önce veya sonra yapılan) hiçbir faaliyet bu “hortumcu medyada”
bir-kaç satırdan öte yer almadı.
- AİHM’DE BUNLARDAN YANA
- Neden ? Nedeni çok basit. Çünkü, ipi “puştun” elinde olan
sürecin gereği bu’da ondan. Türkiye, kendi kriterlerini dayatmadığı sürece’de
bu süreç böylece sürer gider. Gider, çünkü Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de
bunlardan yana. AB Adalet Divanı bir hak, adalet ve hukuk kurumu değil. Tam
aksine siyasi bir örgüt. Türkiye aleyhine alınan kararlardan hangisi adalet ve
hukuka uygun. Tabii ki kahir ekseriyeti elbette aykırı, siyasi ve keyfi.
- Tarihler 2 Ekim’i gösterdiğinde; MHP Genel Başkanı Devlet
Bahçeli Tandoğan da miting yapmaya durdu ve “Türkiye ihanet içinde” diye
haykırdı. Peki, siz AB’ye karşı’ mısınız sorulduğunda ise; “Hayır, biz AB’ye
karşı değiliz. Ancak, ilkeli, onurlu ve doğru bir konumda katılma taraftarıyız
!?” diye cevap verdi. Bu ne iş? Nasıl sakat bir anlayış? MHP milliyetçi,
ulusalcı (nasyonal) bir parti değil mi !, ya AB, enternasyonal bir örgüt.
Anayasa taslakları ortada. Nasıl katılırsan katıl, sonunda ortada Milli Devlet
diye bir şey kalmayacak. Peki, MHP ve Devlet Bahçeli bunu bilmiyor mu Allah
aşkına !
- Burada ya bir bilinç noksanlığı var, veya süreç tahkim
edilmekte !..
- Zira, bu mitingin ertesi günü “tarama süreci” başladı.
- Nasıl ? Bilinen ve belli olan tarafı ile “Milli Dava Kıbrıs”
feda edilerek. Ve dahi, pek çok fedakârlık (yani taviz) yolu açılarak, yahut
da verilerek… Tandoğan mitingi üzerinde yapılan tartışma ve konuşmalar
haftanın gündemini işgal ettiği için, verilen tavizler ne yazık ki gölgede
kaldı. Lâkin süreç hız kazandı.
- Hız kazanan süreçte Ermeni diyasforasına pompalanan moral
dopinge ilâveten bir de maddi destek sağlamak gerekiyordu. Hem içerden (ihanet
şebekeleri) ve hem de dışardan (kıskaç operasyonu) saldırı gerçekleştirmek
için… Nitekim beklenen oldu. Bir tarafı TSK gölgesinde neş’et OYAK’ın Fransız
ortağı AXA sigorta şirketi aleyhine açılı dava 13 Ekim 2005 günü derhal karara
bağlandı. Ermenilere 17 milyon dolar tazminat ödendi, dahası bu
“illi/iğrenç-insanlık dışı” davalarında mahrum ve muhtaç olmasınlar diye 3.5
milyon dolar daha “diyasforalara” bağış yapıldı.
- Böylece “süreç” hızlandırıldı. Güçlü, paralı ve kuvvetli
kılındı.
- 24 Ekim günü MGK, “Milli Siyaset Belgesini” yeniden tanzim ve
tahkim etmek üzere toplandı. Tahkimatın “ulusal değerler öne çıkarılacak, her
türlü haksızlık, hırsızlık ve yolsuzluk önlenecek, adalet ve hukukun
hakimiyeti sağlanacak, hür, hükümran, özgür ve müstakil Türkiye
Cumhuriyeti’nin bu vasıfları, eşit ve adil katılımın sağlandığı güne kadar
garanti altına alınacak ve her ne pahasına olursa olsun anarşi ve terör
kurutulacaktır” biçiminde çok özgün, kesin kararlar ve değişiklikler
bekleniyordu. Boşuna beklendi.
- Olmadı. Bunun yerine “bröve” tartışmaları başladı.
- Arkasından Meslis bahçesindeki Muhafız alayı kaldırılsın
vaveylâsı…
- Derken bir emekli General; “Artık TSK’ya Mehmetçik denilmesin,
Şehit ve Gazi gibi söz ve söylemler orduda kullanılmasın...” demeye durdu. Bu
gaflet ! ne dalâlet ! Bu sersem bilmez mi ki, bütün Hıristiyan subaylarının
yakasında haç vardır. İncil üzerine yemin ederler, Türk ve İslâm alemine
yönelik bütün seferlerini “haçlı” ruhu içinde yaparlar.
- Bir yanda bu tartışma ve karşılıklı atışmalar sürerken, diğer
taraftan 1 Kasım günü Şemdinli olayları patlak verdi. Hem de tam bir isyan
provası olarak.. Tıpkı şimdi yaşanan ve 8 erimizin esir alınıp sınır ötesine
götürüldüğü trajedi misal. Çuval olayı da tabii ki hafızalarda !
- İş bununla kalsa iyi. Aslında ortalık toz duman. Buna mukabil
teyakkuz halinde olması gereken devlet durmuş ve dumura uğramış vaziyette. Her
şey oluruna terk edilmiş. Sorumlu mevki ve makamlarda oturanlar kişisel hırs,
ihtiras ve çıkar peşinde. Vatandaş; Savuma ABD’ ye, maliye IMF’ye ve kalanı
AB’ye ihale edilmiş durumda. Hükümet ne yapsın. Elinde işi gücü kalmamış ki..
Diye alaylı bir eleştiri içinde. Yalan-talan, rüşvet, iltimas, sahtecilik ve
suistimal olanca hızıyla sürüyor. Yozlaşma, gericilik ve yobazlık hükmünü icra
ediyor.
- İrtica baş örtüsüne karşı direniyor. Mürtecilerin karar mercii
AİHM, bahis konusu İslâm olunca “insan hakları,adalet ve hukuk” rafta ve lâfta
kalıyor. Karar nasıl ısmarlanmış ise öyle çıkıyor. İmam-Hatip meselesinde bir
adım ileri iki adım geri atılıp YÖK’le çelik-çomak oynanıyor. Van, Bolu, Muğla
derken sansasyon, heyecan, gerilim, bunalım ve sanal buhran yaratılarak,
gerçek kriz geçiştirilmeye çalışılıyor.
- İÇERDE NE VAR ?
- Peki içerde yaşanan kriz hangi boyutta ?
- Buna hiç bakan yok. Hani Hükümet enflâsyonu düşürme azim, irade ve
kararlılığında idi ya; Efendiler önce DİE’nün hesap usulünü hile ve desise ile
değiştirdi. (CHP konuyu iptal istemi ile Anayasa Mahkemesi’ ne götürmektedir)
Sonra, başta petrol ve tekel ürünleri, doğalgaz, sigara, elektrik ve suya
yüklendi. Bunlar ki, sanayinin temel girdileri ve enflâsyonun ana
belirleyicileridir. Buna rağmen enflâsyon çıldırdığı halde kâğıt üzerinde
görülmedi. Sadece fahiş kâr ve Deflâsyon etkisi ile sadece beyaz eşya, tekstil
ve “zorunlu gıda dışı” diğer/tali tüketim mallarının fiyatı düştü. Ama hayat
pahalandı. Yaşam zorlaştı. Yoksulluk arttı. Maaşlar enflâsyona endeksli
tutulduğu için gelir iyice azaldı. Emeklilerin neredeyse tamamı ile
çalışanların büyük bölümü açlık, kalanı da yoksulluk sınırının altına düştü.
Yaklaşık beş milyon nüfusun geçim aracı “asgari ücret” açlık sınırının
neredeyse yarısı miktarında (408 YTL) belirlendi. Bu millete yazık, günah.
İşverene yük getiriyor diye milyonlarca insan açlık, yokluk ve sefalete mahkum
ediliyor.
- Oysa, asgari ücreti yüksek-gerçekçi tutmanın yolu ve çaresi
çok basit.
- Ama bunu yapmak için “adil ve hakim bir hukuk devleti olmak
gerek”
- Olamıyorlar. Olmak işlerine gelmiyor. Neden ? Çünkü, yeniden
vekil olmak gibi bir ihtiras, hırs ve kompleks bunu engelliyor. Var olanların
amacı: Halka ve hak’a hizmet değil. Sadece ve yalnızca kendi nefslerine,
çıkarlarına ve efendilerine hizmet. İş böyle oldukça memleket bataktan
çıkmıyor. Refah tabana yayılmıyor. Tavanda hakim olan yozlaşma tabana doğru
yayılarak hükmünü icra ediyor. Mesele bu…
- KLÂSİK HALK PARTİSİ ZİHNİYETİ
- Bu arada, klasik Halk Partisi zihniyeti ile AKP çevresinde özenle
yaratılan dar bir “mutlu azınlık” devletin rantını sömürmeye, kayıt ve kapsam
dışı kalmaya, vergi kaçırmaya ve fırsat buldukça “yasa dışı yollardan”
nemalanmaya çalışıyor. Belirli ürünlere yapılan haksız, adaletsiz ve suni
zamlar bu kesimin işine yarıyor. Kaçakçılık, sahtecilik, haram kazanç,
uyuşturucu, silâh ve beyaz kadın ticareti şaşırtıcı boyutlara ulaşıyor. Asi,
hain ve eşkiyanın cirit attığı bölgeler elektrik, su parası vermiyor. Vergi
ödemiyor. Doğu gaddarca batı’yı sömürüyor. Böylece, adeta bir suç ve suçlu
cenneti haline getirilen Türkiye’de devlet, küçük esnaf ile dar ve sabit
gelirli kesimin vergisine muhtaç ve mahküm hale düşürülüyor, o kesim “mezalim”
derecesinde sömürülüyor.
- Neden ?!.. Hangi devlet ve hükümet halkını bu kadar ihmal
etmek ister.
- Günümüzün Düyun-u Umumisi IMF böyle istiyor da ondan.
- Osmanlı’nın çöküşü Fransa’dan aldığı ilk borçla başladı.
- Her türlü fitne-fesat o borç para ile geldi. Osmanlı bitti.
Fitne bitmedi.
- Bilâkis, Osmanlı’nın borcunu bitiren DP bitirildi. Masum ve
müsemma Başvekil Menderes, Polatkan ve Zorlu asıldı. Türkiye’yi 200 milyar
zarara uğratan ve 35 000 kişinin katili olan eşkıya’nın ise kılına bile
dokunulamıyor. Evet, devir-devran işte bu kadar değişti. Tabii ki, devri
cebren ve hile ile değiştirenler “standart gündem ve sabit süreç sahipleri”
boş durmamakta.
- HARİÇTE GÜDÜLEN GÜNDEM
- Dahilde olup biteni saydık. Bir’de hariçten güdülen gündeme
bakalım:
- Bir kere “Kürt sorunu” telâffuz edildi ve Başbakan tarafından
kabul gördü ya, şimdi de “alt kimlik—üst kimlik” teraneleri aldı yürüdü. Oysa,
yaşanan anarşi, terör ve tasallutun Kürt kardeşlerimizle hiçbir ilgi ve
alâkalarının bulunmadığı zaten ayân olmuştu. Amma araya tam bir ustalıkla,
PKK’ya af ve akabinde seçim barajının düşürülmesi talepleri sıkıştırıldı.
Menfur maksat, önce potansiyel suç unsuru kadroları (1974 affında olduğu gibi)
dışarı çıkartmak, sonra plânlandığı gibi etnik temelde “bölücü” bir siyasal
yapılanmaya zemin hazırlamak. Azınlık üretme işine hız kazandırmak. Etnik ve
mezhepsel ayrışmayı tahrik etmek. AB, Mason ve misyoner işbirliği içinde
mukadder sona doğru ilkeyi sürüklemek.
- Yanı sıra, ABD tarafından özellikle Patrikhane ve Ekümenik
meselesi, Heybeli ada Ruhban Okulu, Avustralya tarafından Çanakkale-Gelibolu
anzak mezarlığı, AB ve Türk Solu tarafından Ohannes Pamuk ve Hrant Dink konusu
kaşınıyor. TCK’nun 301. maddesi gündeme getiriliyor ve yargıya müdahale talep
ediliyor. Oysa, daha önce aynı suçtan mahküm H.Celâl Güzel ve diğerleri için
nedense kılları bile kıpırdamamıştı.
- Şimdi hatırlayınız. Bir ay önce “insan hakları” adalet ve
hukuk yokluğu, devlet mezalimi, ikinci sınıf vatandaş muamelesi ve sair
ekonomik ve sosyal sorunlardan dolayı Paris’te başlayan ayaklanma bütün
Avrupa’ya yayıldı. Binlerce araç yakıldı. AB ve Fransa ne yaptı, en insanlık
dışı yöntemler, şiddet ve vahşetle olayları bastırdı.
- Tam zamanı gelmiş ve büyük bir fırsat ortaya çıkmıştı. Neden
TBMM İnsan Hakları Komisyonu AB gibi bir heyet teşkil ederek olay yerine
gitmedi. Fransa neden kınanmadı ? Küresel siyaset bu mudur ? Tam fırsat çıkmış
iken bu atalet, zafiyet ve çekingenlik niye. Bizim dışişleri ne yapar. Neden
ortam hazırlamaz. Açılım-atılım yapmaz. Olabildiğince pasif, sessiz ve
palyatif durur !? Bu yüzden Ermeni ve Rumlar büyük mesafe kat etmedi mi ?
- Devam edelim. Bizim dışişleri bir alem. Sanki monşer sultası
halâ sürmekte gibi. Hani derler ya: “Türkiye de İçişleri, Dışişleri, Milli
Eğitim ve Maliye Bakanları asla Türk’ten olmaz” diye ! Bunun elbette doğru
olması mümkün değildir. Zira, bu bakanlıkları dönme ve devşirmelere verecek
kadar Türk ve Türkiye düşmanı bir başbakan düşünmek mümkün değildir. Amma,
Allahu alem insanın kafası karışıyor. Lâkin, olup bitene bir bakınız. Louzidiu
davası Rum asıllı bir avukata verildi. Dava kaybedildi. Tazminat verildi.
Vahim bir yol açıldı. Şimdi de, “KKTC’de emlâk iadeleri, taşınır ve taşınmaz
malların tazminat talepleri” gündemde. Kanun kabul edildi. Rumlar Louzidiu
emsalini kullanarak muhtemelen Türkiye’yi 40 milyar dolar zarara sokacak.
- BU’DA RUMLARIN 3T KURALI !
- Evet, Rum ve Yunan da Ermenilerin yolunu izliyor. Aynı
stratejiyi uygulamaktalar. Tanınma, Toprak ve Tazminat. Bu gidişle Kıbrıs’ı da
aynı akıbet bekliyor. Peki Hükümet, buna misilleme olarak 1960-1974 arası
Kıbrıs Türkleri’ne verilen zarar, hasar, soykırım, gasp ve katliamların
hesabını neden sormaz ? Niçin tazminat talebinde bulunmaz ? Tam zamanı değil
mi !? Dışişlerinin bir görevi de bu alanda “mukabele-i bilmisil” yapmak ve
mütekabil alternatif politikalar üretmek. Neden gereği yapılmaz. Niçin daima
savunma pozisyonunda kalınırda, kamu vicdanına rağmen taarruza geçilmez.?
- Bu milletin mâşeri vicdanı ATATÜRK’tür.
- Bakınız, Mareşâl Mustafa Kemâl Atatürk’ün devlet yöneticiliği
ve yönetmek üzerine veciz düşünceleri: “Yönetmek; özellikle bir sistemi, bir
ülkeyi yönetmek; ESTETİK, BİLGİ,
SEVGİ, SAYGI ve YETENEK gerektiren zor bir sanattır HİÇBİR MAZERET BAŞARININ
YERİNİ TUTAMAZ.” (M.Kemal Atatürk)
- Bir de, milletvekilleri dahil olmak üzere demokratik yollarla
seçilerek gelinen görevler münasebetiyle yapılan yeminlere bakalım: “Devletin
varlığını ve bağımsızlığını, yurdun ve milletin bölünmez bütünlüğünü, halkın
kayıtsız şartsız egemenliğini koruyacağıma; adalet ve
hukukun üstünlüğüne, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti ve Atatürk
ilkelerine bağlı kalacağıma; halkımın refah ve mutluluğu için çalışacağıma;
her yurttaşın insan haklarından ve temel hak ve özgürlüklerden yararlanması
ülküsünden ve Anayasaya bağlılıktan asla
ayrılmayacağıma; (bu yemin eden her kim olursa olsun yeminini arkasında durmaz
ise onun peşinde olacağıma hiç bir siyasi güdüme girmeden tarafsız olarak bu
suçları yayınlayacağıma ve kesinlikle kimseden destek almadan tek halkın
düşüncelerini yaşatacağıma kanımın son
damlasına kadar bu milletin hizmetinde olacağıma) namusum ve şerefim üzerine
and içerim”
Fakat, her ne hikmetse bu yemine genellikle uyulmaz ve yeminler
çarçabuk unutulur.
- İŞTE GERÇEKLER
- AB’nin bütün söz, vaad ve taahhütlerine rağmen KKTC halâ
ekonomik abluka, ambargo, siyasi, sosyal, iktisadi, ticari ve hukuki izolasyon
baskısı altında. Bunca taviz ve ivaza rağmen kalkmadı. Her hangi bir iyileşme
olmadı. Mesele “Milli Kahraman” Dr. Rauf Denktaş’ın diskalifiyesi idi.
Başardılar. Harcadılar. Özel bir görevle Talât’ı oraya getirdiler. Kıbrıs’ta
en güçlü mukavemet unsuru kırıldı. Köprüler yıkıldı. En etkin ve mukavim kale
düştü. Kıbrıs palikarya oyunları ve AB yalanlarına kurban edildi. Baştan sona
bu sürece katkıda bulunan ve taviz verenlerin hepsi “vatan haini” değil de
nedir.
- Avrupa emperyalizminin kirli ve iki yüzlü politikaları, yalan,
oyun ve düzenleri bununla bitmiyor. Yukarda kısaca bahsettiğimiz ve aşağıda
bütün ayrıntılarına gireceğimiz; 1948 karar, antak ve antlaşmalarına aykırı
olarak ıstrarla gündeme taşınan Ermeni soykırımı meselesine şimdilerde
TUSİAD’da alet ediliyor. Bu gidişle TCK yeniden gündeme gelecek ve muhtemelen
AB talimatları doğrultusunda 301. madde değiştirilerek, tam “ihanet
şebekeleri” AB’nin istediği hale gelecek.
- Ondan sonra görün olacakları.
- “Ermeni soykırımı konusu” tıkandığı yerde bir “kriter” haline dönüşecek.
- Ardından Yunanlılar “Yunan-Rum” soykırımı’nı gündeme
taşıyacaklar.
- Olmadı. Bu defa “Kürt soykırımı” ileri sürülecek.
- Türkiye, daha 90 yıl önce 20 milyon km2’ye yayılan mal ve
mülkleri, vakıfları, imaret ve külliyeleri tapulu arazileri üzerinde bir hak
iddia etmezken; Bu topraklarda soykırım, katliam ve tehcire uğramış
milyonlarca Türk’ün hakkını aramayıp, tazminat taleplerinde bulunmaz iken,
onlar bunları tek tek yapacaklar. Gündeme getirecekler. Sonunda bir şey
alamasalar veya yapamasalar bile, ülkenin iyice geri kalmasına, telâfisi çok
zor olacak zarar ve tahribata neden olacaklar.
- Zaten, en ümitsiz şartlarda bile istedikleri bu değil mi !
- Bu nedenle, esas konuya geçmeden bölümü şöyle bağlamak
istiyorum;
- “Ey Türkiye, Türk Halkı ve Türk Hükümeti kendine gel. Bu
kefereye “milli maliyet” hesabı yapmadan mal satma. Yerel ve lokal hesaplara
dayalı özelleştürme yapma. Onlar ta, Fatih Sultan Mehmet Han döneminde
“fetihle” ellerinden çıkan mülkün hesap ve tazminatını almaya
yeltenirken;Sen,Viyana kapılarından Hindistan’a, Venedik’ten Kanarya
adalarına, bütün Kuzey Afrika gasp ve katliamlarına kadar her hakkın, kayıp ve
soykırımın peşine düş. Onlar hesap sordukça sen de sor. Mukabili-
(mütekabiliyet) olmadıkça hiçbir konuya girme. Ve asla kimseye TAVİZ
VERİLMESİN”
- Şimdi gelelim ana konumuza.
- Yukarda yazıp, açıkladığımız ve sayıp döktüğümüz bütün
konuların anası.
- Entegre bir konsept; Ermeni soykırımı konusu.
- Bu konuda en “objektif” konferans 16 Aralık 2005’de yapıldı.
İşte ayrıntılar:
- Önce ilginç bir ayrıntıyı arz edeyim. Şöyle ki; Konferans
düzenlenmeden, daha önce bahsettiğimiz Bilgi Üniversitesi’nde “diyasfora
yanlısı ve Türkiye karşıtı” olarak yapılan malum konferansın bütün
konuşmacıları ile bilâhare, açıklanan Ermeni tezi’ni destekler mahiyette
demeç veren, yazı yazan ve canlı yayınlara katılan bütün “aydın” lara davetiye
göderildi. Başta Ermeni bilim adamları olmak üzere hiç birinden bir tek olumlu
cevap dahi alınamadı. Güdümlü plâtformlarda tek başlarına atıp-tutan kişiler
“bilimin ilke, norm ve kriterlerine uygun ve tamamen objektif-tarafsız bir
yaklaşımla hazırlanan bu konferansa katılmak istemediler. Daha doğrusu
kaçtılar. Bunun üzerine, organizasyon komitesi Türkiye’de bir ilk’e imza
atarak aşağıdaki bildiriyi yayınladı:
- “ERMENİ GÖRÜŞÜNÜ ANLATACAK BİLİM ADAMLARI ARANIYOR”
- Önce, Sivil Toplum Kuruluşları Birliği Platformu’nun (STKBP)
15-16 Aralık 2005 tarihlerinde İstanbul’da düzenlenen “Türk-Ermeni
İlişkilerinde Tarihi Gerçekler” konulu sempozyumda Ermeni görüşünü yansıtacak
bilim adamları arandı. Aslında katılmak ve sunum yapmak isteyen çoktu. Fakat,
sunumlarının arkasında durabilecek cesaretleri yoktu.
- Sempozyuma davet edilen Ermeniler, inatla soykırım iddialarını
tartışmayı reddederek katılmayacaklarını belirtiler. Daha önce yine
İstanbul’da benzer bir konferans düzenleyerek katılımcıları bırakın,
dinleyicileri bile kendileri seçerek soykırım olduğunu iddia eden demokrat!
aydınlar! da sempozyuma katılmaktan imtina etti. Konuya ilişkin olarak
Platform adına yazılı bir açıklamada bulunan Prof.Dr. Aysel Ekşi, aralarında
Bilgi Üniversitesi'nde gerçekleştirilen konferansa katılanların da bulunduğu
bazı kişilerin de daveti geri çevirdiğini veya tekrar tekrar aranmalarına
rağmen yanıt vermediklerini ifade etti.
- Türkiye ve Türk tezi aleyhine düzenlenen Ermeni konferansının biraz
inceleyelim:
- Sempozyumda iki tarafın da görüşüne yer verilmesini istediklerini kaydeden
Prof. Dr. Ekşi, “'Ancak Ermeniler sempozyumda soykırım iddialarını tartışmayı
reddetti, konferans zoraki tek yanlı olacak'” dedi. Sempozyumda, olayların
canlı tanıklarının da konuşacağını belirten Prof. Dr. Aysel Ekşi, ayrıca aynı
günlerde 23 derneğin bir araya gelerek oluşturduğu “Asılsız Ermeni
İddialarıyla Mücadele Federasyonu” nun düzenlediği ve Ermeni soykırımı
yalanlarına karşı gerçek kesimlerden oluşan bir serginin de açılacağını
kaydetti.
- “SOYKIRIM YOKTUR” DEMEK “YASAKTIR” UTANCI”
- Elbette bu hukuken ve ahlâken bir utanç vesilesidir. Lâkin
AB’nin ar damarı çatlaktır.
- Prof. Dr. Ekşi, sempozyuma davet edilen bazı Ermeni bilim adamlarının
“Önce soykırımı tanıyın” şartını koştuklarını belirtti. Prof. Dr. Ekşi, Erivan
Devlet Üniversitesi Rektörü Prof. Radik Martirosyan’ın, “Davetinizde soykırım
yerine ‘savaş trajedisi’ demeniz bir gerçeğin inkarıdır. Bu gerçek birçok
parlamento tarafından tanınmıştır. Başta Fransa ile İsveç, Norveç ve İsviçre
olmak üzere bazı ülkelerde ‘soykırım yoktur’ demek suçtur’ diyerek daveti
kabul etmediğini bildirdi. Michigan Üniversitesi Ermeni Araştırmaları Merkezi
öğretim üyesi Prof. Dennis R. Papazian’ın da ''Sempozyuma Ermenistan'dan
katılan olursa geleceğini, aksi takdirde sempozyumda yalnız kalmak
istemediğini'' belirttiğini vurguladı.
- Türkiye’ye gelerek gerçeklerle karşılaşıp yüzleşmekten ve
tartışmaktan kaçınan Martirosyan' ın sözleri, Ermenilerin soruna ne denli
bağnaz ve ön yargılı baktıklarının bir örneğini teşkil etmektedir. Sempozyuma
davet edilenlerden bazıların katılmaktan imtina etmeleri, (kaçınmaları) yanıt
vermemeleri ya da Ermenistan’dan katılım olursa gelebileceklerini
belirtmeleri, Ermeni diasporasının baskı ve sindirme politikasının nasıl
etkili olduğunu bariz bir şekilde gözler önüne sermektedir. Güdümlü Ermeni
yazarların kendi adlarına tezlerini açıklayabilecekleri bir konferansa
katılmaktan ürkmeleri son derece üzücü ve düşündürücüdür. Bunun üzerinde
durmak gerek.
- Ermeni diasporasının, sorun ile ilgisi ve bilgisi olmayan
yerel meclisler veya milli parlâmentolardan soykırımı tanıma ve inkâr edeni
(medeni hukuka aykırı olarak) yargılama kararları çıkartma çabaları ve buna
karşın gerçeği bağımsız platformlarda yüz yüze tartışmaktan sürekli
kaçınmaları, tarihi sansürleme ve ifade özgürlüğünü kısıtlama girişimlerinin
en güzel kanıtıdır.
- Ermeni diasporası tek yanlı konferanslar düzenleyip, aksi
görüşü savunanları davet etmemekte, katılmak isteyenleri ise engellemektedir.
Davet edildikleri konferanslara da yine tek yanlı bir tavırla katılmaktan
imtina etmektedirler. Zira karşılarına Ermeni sorunu konusunda uzmanlaşmış, bu
konudaki arşivleri, tarihi belgeleri incelemiş bilim adamlarının çıkacağını,
yalanlarının yüzlerine vurulacağını çok iyi bilmektedirler.
- Ermeni diasporası ve Taşnak yanlısı Ermenistan hükümeti,
farklı görüşlere tahammül dahi edememekte, yalnızca kendi doğrularını geçerli
ve tartışılmaz bulmaktadır. Kendi görüşlerini savunanlarla birlikte
düzenledikleri etkinlikler ve “körlerle sağırlar birbirini ağırlar” tarzındaki
etkinlik ve art niyetli yaklaşımlar devam ettiği sürece, Ermenistan ve Türkiye
arasında sağlıklı sürdürülebilir bir diyalog ve işbirliği kurulması
imkânsızdır.
- Akademik (bilimsel) düzeyi yüksek konferanslarda yüzleşmek
yerine, dramatik senaryolarla acındırma edebiyatı yapmak, Ermeni sorunu
hakkında bilgisi olmayanları yanıltmak için yeterli olabilir. Ruslar
tarafından silahlandırıldıkları için Doğu Anadolu’yu yakıp yıkan Ermenilerin
masum sivil halka yaptıkları işkence ve katliamların kanıtları ortadadır.
Osmanlı’nın 1915’te, I. Dünya Savaşı yıllarında birçok cephede yenilirken,
savaştıkları cepheleri ve ülkenin diğer bölgelerindeki Ermenileri ve tabiî ki
başkaca azınlıkları bir kenara bırakıp Doğu Anadolu’dakileri öldürmeye
koşmasının manasızlığı ortadadır. İhanet ve suçluluk duygusuyla Batıya kaçan
Taşnakların torunlarının dünya kamuoyunun gözü
- önünde oynadıkları dram-komedi sona ermek üzeredir. Gerçekte kirli
maskeler yıllar önce düşmüştür. Diyaspora ve uzantısı bir takım terör ve
tedhiş örgütleri ile suç organizasyonları bu işin ticaretini yapmaya
koyulmuşlardır. Muarızlarımız da bu durumdan yararlanmaktalar.
- Gerçekleri dezinforme etmek, kin ve nefreti körüklemek için
ardı arkası gelmeyen asılsız kitaplar yazmak, konferanslar düzenlemek ne
tarihi değiştirir, ne de geleceğe yönelik olumlu sonuçlar doğurur. Abraham
Lincoln’ün söylediği gibi “İnsanların tümünü bazı kereler kandırabilirsiniz,
bir bölümünü de bazen kandırabilirsiniz, ama insanların tamamını ilelebet
kandıramazsınız”. Türkiye burada 40 yıldır kandırılan bir ülke konum ve
durumundadır.
- Kısacası “Ermeni soykırımı” tarihi bir karikatüre dönüşmek
üzeredir.
- Soykırım Kurbanlarını Anma Organizasyonu (SKAO)
-
www.geocities.com/soykirkur ,
soykirkur@yahoo.com
- Bu metin internet üzerinden yüzlerce bilim adamı yanında,
binlerce gazeteci, yazar-çizer ve milyonlarca internet adresine gönderildi.
Düzenlenen konferansın, bu güne kadar yapılan “en ojektif-tarafsız ve
bilimsel” düzeyde gerçekleşmesi için azami dikkat ve gayret, hiçbir
fedakârlıktan kaçınılmadan gösterildi. Ayrıca, yerli ve yabancı medyanın
katılımı ve konferansı izlemesi için gerekli organizasyon ve hazırlık
yapıldı.
- Tekrar belirtmeliyim ki, konferans plânlanırken ayırımsız
olarak, lehte veya aleyhte olan bütün taraflar davet olundu. Bütün kişi ve
kesimler çağırıldı. Her türlü hazırlık evrensel norm ve bilimsel kriterlere
uygun olarak yapıldı. Biz’de “Türkish Forum Alliance” olarak konferansın
başından sonuna kadar orada idik.
- MECBURİYETTEN “TEK YANLI”
- İstanbul Teknik Üniversitesi Rektörü Sayın Prof. Dr. Faruk
Karadoğan, açılışı yapılan 'Türk-Ermeni İlişkilerinde Tarihi Gerçekler' adlı
sempozyumun, 'soykırım' tezini savunanlar katılmadığı için 'zorunlu olarak tek
taraflı bir toplantı' haline geldiğini açıkladıktan sonra; Basın mensuplarına
dün konferansa ilişkin beyanlarda bulunan Rektör Karadoğan şunları söyledi:
"Ermenistan'dan çağrılanlar, 'Soykırımı tanıyın, sonra toplantıya gelelim'
şartını getirmişlerdir. Bunu söyleyenlerin konuya bilimsel yaklaştığını
söylemek zordur. Ama bizler toplantı objektif-tarafsız ve bilimsel olsun
istedik buna rağmen karşı görüş bildirmek isteyen çıkmadı." Dedi.
- 'SOYKIRIM' İDDİASINI SAVUNMAYA GELMEDİLER
- Evet, İstanbul Teknik Üniversitesi'nde düzenlenen “Türk-Ermeni
İlişkilerinde Tarihi Gerçekler” Sempozyumu'na, soykırım iddiasını savunanlar
gelmedi. Toplantıya Amerika Birleşik Devletleri'nden davet edilen Prof. Dr.
Dennis Papazyan, Prof Dr. Richard Hovannisyan, Prof. Levon Maraşlıyan, Prof.
Ruben Paul Adalıyan, Prof. Vakakn Dadriyan ile Ermenistan'dan çağırılan Dr.
Lavrenti Barsehyan, Prof. Babken Harutiunyan ve Doç. Dr. Ruben Safrastyan
katılmadı. İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Mustafa Kemal Anfisi' nde
düzenlenen sempozyumda konuşan Prof. Türkkaya Ataöv, yurtdışında Türk
tarafının tezleriyle ilgili hiçbir şey yayınlanmadığını belirterek 'Yabancı
gazetelerin, televizyonların bu kadar taraflı olacaklarını hayal bile
etmezdim. İfade yolları genelde ve geleneksel olarak kapalıydı' dedi. Gazeteci
Tuncay Özkan da, diyasporanın yaptığı gibi Ermeni Mezalimi'nden kurtulmuş
Türklerle yapılan röportajlardan oluşan bir video sunumu gerçekleştirdi. Bu
sunum, ABD ve Fransız Ermenilerinin yaptığı gibi yalan-dolan, iftira ve
düzmece değil gerçekti.
|
|
|
|
|
|
03 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki
Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
 |
Mesut ARTAR |
Mesut ARTAR Hayat Hikayesi
|
-
OYUNUN BİTİŞİ, BAŞKA BİR OYUNUN BAŞLANGICI DEĞİL Mİ?
-
Hayalleri
var insanların. Kimisi ne istediğini bilen, kimisi bilmeyen. Kimisi
sevdiği için kurar hayalleri; kimisi hayal kurar, yıkmak için
hayalleri.
-
Sevgileri
var insanların. Kimisi ne sevdiğini bilen, kimisi bilmeyen. Kimisi
sever birilerini, sevgi nedir bildiği için; kimisi birilerine
sevdiğini söyler, yıkmak için sevgileri.
-
Hayaller
ve sevgiler? Bazen biri birinden ayrılmayan ikili, bazen biri
birinin panzehiri. Sevgililer hayal kurmayı sever aslında masumca.
Çoğu zaman olmadık hayaller yıkar sevgileri acımasızca. Bazıları
bilir hayaller gerçek değildir. Bazıları farkında değildir; hayal
nedir, gerçek nedir?
-
Büyük
adam olma hayali ile kalkıp, Gurbet'e giden aşk çocukları var.
Memleketinden onun için gözlerinden aşk damlacıkları yuvarlayan bir
yüreği unutup başka bir ufka, başka bir kalbe yelken açan aşk(cık)
çocukları var. Sevmeyi oyun zanneden ve her seferinde kaybeden aşk
garibesi insanlar. Hiç sevmeyi öğrenemeyecek garip kalplere çobanlık
yapan insanlar?
-
22 Temmuz
günü yapılacak milletvekilliği seçimleriyle ilgili olarak aday
listeleri açıklandı.
-
Bu
listeler henüz kesin değil tabi.Yerlerini beğenmeyip istifa edenler
olabilecek belki.ama öyle veya böyle Seçim takvimi işliyor sizin
anlayacağınız.?Kırılan kalpler, yıkılan umutlar?
-
Bir
oyunun bitişi, başka bir oyunun başlangıcı değil mi yani?? Felsefesi
bu ve buna yakın insanlar tanıdım. Bazısı ne yaptığının farkında
değil; bazısının, yıkılan sevgiler umurunda değil.
-
Bir dünya
istiyorum?..içinde şunlar şunlar olsun?? diye cümleler kurmayacağım
bu satırlarda. Nasıl olsa yalan limitini dolduracak bir aşk çocuğu
her asırda olacak. Nasıl olsa gurbet'e adam olmaya giden birinin
ardından, her şehirde bir ayrılık türküsü yakan bulunacak.
-
Birileri
ağlayacak, birileri aldatacak. Birileri bu satırlarda okuduğu bu
mektubu, yazıyı algılayacak. Ve bu mektubun sahipleri bir anlığına
olsun donup kalacak. Birileri gurbet'te aşk başkadır? Şarkıları
mırıldanacak. Kimi öfkesini yutacak, kimi pişmanlık duyacak. Ve bu
cümlelerin sonuna, sonu olmadığı için bir nokta hiçbir zaman
konmayacak. O yüzden Memleketimizin ve insanlığımızın kıymetini
bilelim.
-
Birileri
kurallar uydurup insanların önüne sunuyorlar. Hayat ve yaşamak
nedir acaba? Sadece doğmak ve nefes almak mı? Hiç düşünmeden
gelmişiz gideceğiz deyip tüm nimetleri düşünmeden ayrımsız
kabullenmek mi? Hani derler ya "üzümünü ye bağını sorma" misali
sadece üzüme mi aldanıyoruz.
-
Her
başlangıcın bir sonu mutlaka vardır. Bunu herkes bilir. Demek ki
aldandığımız ve Ahir etimizi feda ettiğimiz dünyanın da bir sonu
mutlaka olur. Ama insana yarınlar hiç bitmiyor gibi geliyor.
Kendisini Çınar ağacı falan mı sanıyor ki?
-
Ama çınar
ağacıda asırlar geçse de bir gün kuruyacak. Demek ki her şeyin bir
sonu var.
-
Her son
bir başlangıç derler. Bunun başlangıcı neresi. Çocuğun doğması mı?
Ya da vadesi gelince canlının hayata veda etmesi mi? Kıyısından,
köşesinden tutunmaya çalıştığımız bu hayatta herkes birilerinin
özgürlüğünü,vatandaşlık haklarını kısıtlamak için uğraş veriyor.
Özgürlüğü o veya bu şekilde kısıtlanmış herhangi biri, başka birinin
özgürlüğünü,haklarını; o başka biri, bir başkasının özgürlüğünü; o
başkası, bir başkasının özgürlüğünü kısıtlamaya çalışıyor. Bu zincir
günden güne kendisine yeni halkalar ekleyerek büyüyüp gidiyor.
-
Birileri
kurallar uydurup insanların önüne sunuyorlar hayat, diye. Hak, Hukuk
, vatandaşlık hakkı, Özgürlük, diye bağıranlar bir bakmışsınız ki
bir takım çizgiler edinmişler kendilerince ve o çizgilerin dışına
çıkanları lanetli kılmışlar. Duyar gibiyim şu an hop hop! tamam da
nereye kadar özgürlük, nereye kadar kuralsızlık,nereye kadar
vatandaşlık haklarınız. Diyenleri. Anlatmaya çabaladığım kuralsızlık
değil. Evet, kurallarımız olmalı; lâkin bu kurallar insanların bozup
pisleterek önümüze sundukları kurallar olmamalı. Asıl olan kurallar,
kendimizi tâbî hissetmemiz gereken kurallar, Tanrı’nın kuralları
olmalı öncelikle. Ama insanların pis elleriyle hükmetmeye kalkışıp
kurallarını değiştirdiği hayat öyle bir yere gelmiş ki; nedense
Tanrının kurallarından çok insanların uydurduğu kurallara uymak
mükellefiyetinde hissediyoruz kendimizi. Öyle benimsemişiz ki bu
uydurmaca kuralları, yerine getirmediğimizde kötü hissediyoruz
kendimizi, bunalıma giriyoruz. Kurallar, sınırlar, hürriyet denilen
kısıtlamalar, şırıngayla damarımıza verilen eroin gibi. Hoş bir zevk
veriyor, damarımıza girerken. Farkında değiliz ki kendi ellerimizle
tertemiz kanımızı boşaltıp, damarlarımızı zehirle doldurduğumuzun.
-
Memleketimde nedense isyan denildiğinde bir panik havası oluyor
hemen. Bir yerde, bir toplulukta isyan kelimesi söylenmeyiversin,
hemen yüzler birbirine bakınıyor, korkuya kapılıyor. insanların
büyütüp beslediği, ruhsatsız iş yeri çalıştıranlara göz yumanlara,
pasajlarda demir doğrama işi için ruhsat verenlere, yapılmayan
yollara, dökülen kaldırımlara, işçiye, memura, emekliye çay
kaşığıyla verip, kepçeyle alanlara, seçim yatırımı için göz boyama
için yapılan hizmetlere kötü kuralları gör artık, bu düzensiz
düzenin çarkı içinde döndüğün sürece hiçbir şeyi
değiştiremeyeceğini. Şimdilik kurallara boyun eğiyorum; ileride iyi
bir yere geldiğimde bu kurallara hükmedip değiştireceğim deme ey
arkadaşım. O zaman, zehir damarlarını çoktan doldurmuş olacak ve
istesen de boşaltamayacaksın o zehri damarlarından, hükmedip
değiştiremeyeceksin o kuralları. Hatta, o zehir, içine işleyip, sen
kendinden geçtiğinde hoşuna gidecek, o kuralları sözünün geçtiği
insanlara uygulatmak, insanların haklarını, özgürlüğünü kısıtlamak.
-
Bu
serzenişlerimi duyun istiyorum. Arabayla o eşikten kaç bu eşikten
kaç, bakımsız, boyasız parklara, dökülen yaya kaldırımlarına, Arap
saçına dönmüş şehir trafiğine, sözde engelliler için yapılmış yaya
geçitlerine, bir türlü bitmeyen üst geçide,üstüne ölü toprağı
serpilmiş çorum sivil toplum kuruluşlarına,bunların sizin temel
haklarınız olduğunu duyurun istiyorum.
-
Gelin,
başımız önümüzde yürümeyelim artık. Haydi, haykıralım kardeşlerim.
Kızıyla, erkeğiyle, rockçısıyla, popçusuyla, converselisiyle,
iskarpinlisiyle, başörtülüsüyle, dekoltelisiyle köylüsüyle,
şehirlisiyle, işçisiyle, memuruyla, emeklisiyle,esnafıyla
-
Dik
tutalım başımızı, göğe doğru bakalım artık. Gökyüzünden, özgür
maviliklerden özgür kurallar devşirelim artık.
|
|
|
|
|
04 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
 |
İsa KAYACAN |
İsa KAYACAN Hayat Hikayesi
|
- DÖRT KADIN ŞAİRDEN
-
Şairlerimiz, şairelerimiz.Kadın şairlerimizden
dördünün şiirlerinden mısra ve bölüm örnekleri efendim.Sırayla:
-
- NURTEN EMRE
-
Bursa ilimiz merkezinden sesleniyor Nurten
Emre.Yazdıkları, yayınladıkları, bize gönderdikleri var
şiirlerinden.Bunlardan, “Sensiz Hayat” adlı, başlıklı şiirinden:
- -Baharda güller açar
- Bülbüller neşe saçar
- Sen olmazsan yanımda
- Mutluluk benden kaçar..
- Mutluluk tek kişiyle yaratılmıyor, şekillendirilemiyor..Mutlaka iki
kişinin olması ve anlaşılabilmeleri gerekiyor değil mi?
-
- MELAHAT ECEVİT
-
Isparta ilimiz merkezinden sesleniyor Melahat
Ecevit.Beş dörtlükten meydana gelen “Öyle Git” başlıklı şiiri var elimizde. Bu
şiirin bir dörtlüğü:
- Nerde aşka körük çeken sözlerin?
- Hani canevimi yakan gözlerin?
- Ben sana hastayım, ciğer közlerim
- Tenimi çarmıha gerde öyle git...
- Gidebilmek için, istenilen, beklenilenlerin yerine getirilmesi öyle kolay
olmuyor.Gitmelerde öyle kolay olmuyor.
-
- FATMA UÇARLAR
-
Isparta ilimiz merkezinden seslenen
şairelerimizden, şairlerimizden biri Fatma Uçarlar.”Bitmedi Yasın” başlıklı
şiiri üç dörtlükten meydana geliyor.Bu şiirin bir dörtlüğü şöyle efendim:
- -Sen yanımda olunca ağlamaz gözüm
- Ellerimi tutunca, hep güler yüzüm
- Bir de gözüme baksan, savrulur hüzün
- Acılarla yoğruldum, bitmedi yasın...
-
- ZEYNEP AYLA SÜTÇÜ
-
Konya ilimiz merkezinden seslenen
şairelerimizden, şairlerimizden biri.”Gel gönül gül olalım seninle” başlıklı
şiiri var beş dörtlükten meydana gelen.Anılan şiir efendim:
- -Gel gönül gel, gül olalım seninle/İster dost koklasın,isterse
düşman/Diken gibi batmayalım eline/İster dost toplasın, isterse düşman.
-
- Tomurcuk kalma, açıl cihana
- Doyur gönülleri sen kana kana
- Mum gibi eri hep yana yana
- İster dost ışısın, isterse düşman
-
- Ekmek ol da, açlar doysun seninle
- Su ol da gönüller kansın seninle
- Yol olursan, kullar varır menzile
- İster dost yürüsün, isterse düşman
-
- Torpak ol da kuruyan sende dirilsin
- Gönüller hakka sende vurulsun
- Bereketli sofralar sende kurulsun
- İster dost yesin, isterse düşman
-
- Can evimi aç da hakkı görsünler
- Niçin dünyaya geldik bilsinler
- Çağır cümle alemi duysunlar
- İster dost yesin, isterse düşman
|
|
|
|
|
05 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
 |
Mustafa Nevruz SINACI |
Mustafa Nevruz SINACI Hayat Hikayesi
|
- GANDİ’YE KULAK VERMEK
- "Şiddet göstermemek, benim inancımın birinci
maddesi; aynı zamanda o, itikadımın da son maddesidir." diyen Hintli pasifist
siyaset bilimci düşünce adamı Mahatma Ghandhi; (*) İngiliz sömürgeciliğine
karşı Hint milli hareketinin, 1919 -1948 dönemi en önemli lideridir.
-
İnanç ve ideolojik temellerini, şiddet
karşıtlığı, sivil itaatsizlik, pasifizm, uzlaşmacılık, çilecilik, Asya
milliyetçiliği, Hinduizm’in dinsel mistik öğeleri, dinlere saygı, insani
boyut, bilgelik ve barış düşmanı teknoloji (ilâh, silâh ve ilâç ticareti)
karşıtlığı oluşturur.
-
İNANÇ VE İDEOLOJİSİ’NİN TEMEL İLKELERİ:
-
Önce önemsemezler, sonra gülerler, sonra
kıskanırlar, en sonunda ise yenilirler.. .
-
Adaletsiz rejimi, adaletle yıkınız.
Alkışlar önüne kansız elle çıkınız.
-
Basit yaşa ki, başkaları da var olabilsin.
-
Bir insanı, ancak gerçekten
uyuyorsa
uyandırmak mümkündür. Ama eğer uyumuyor da uyku taklidi yapıyorsa, dünyanın
bütün gayretlerini sarf etseniz, nafiledir.
-
Bizi yok edecekler şunlardır: İlkesiz
siyaset; vicdanı sollayan eğlence; çalışmadan zenginlik; bilgili ama
karaktersiz
insanlar;
ahlâktan yoksun bir iş dünyası; insan sevgisini alt plana itmiş bilim;
özveriden yoksun bir din anlayışı…
-
Bu dünyada öylesi aç yaşayan insanlar var ki,
Tanrı onlara ancak bir somun ekmek suretinde görünebilir.
-
Dinler aynı noktada birleşen farklı yollardır.
-
Aynı amaca ulaşacak olduktan sonra ayrı yollar
seçmemizin ne önemi olabilir?
-
Dünyada görmek istediğiniz değişikliğin
kendisi siz olun..
-
Düşünceye gem vurmak, zihne gem vurmak
gibidir. Bu ise rüzgârı zapt etmekten de zordur. Düzenli, temiz ve şerefli olabilmek için paraya ihtiyacımız
yoktur.
-
Göze göz, dişe diş düşüncesi bütün dünyayı kör
edecek.
-
Güç fiziki kapasiteden değil, boyun
eğmeyen iradeden gelir. Haksızlığa sapıp bütün insanlar seni takip edeceğine,
adaletle hareket edip tek başına kal daha iyi.
-
Her sabah kalktığım zaman kendi kendime şöyle
söz veririm: Dünya üzerinde
vicdanımdan başka kimseden korkmayacağım. Kimsenin haksızlığına boyun
eğmeyeceğim. Adaletsizliği adaletle yıkacağım ve mukavemet etmekte ısrar
ederse onu, bütün mevcudiyetimle karşılayacağım.
-
Keyif zaferde değil; asıl mücadele, girişim ve
çekilen ıstıraptadır.
-
Özgürlük hiçbir zaman "her istediğini
yapma izni" anlamı taşımamıştır.
-
Sevgi dünyadaki en incelikli güçtür. Sevgi her zaman ıstırap çeker, hiçbir zaman ne gücenir ne de intikam
almaya çalışır. Sevgi insanlığın, şiddet
hayvanlığın kanunudur. Sevginin olduğu yerde hayat vardır.
-
Sıkılmış yumruklarla el sıkışamazsınız.
-
Siz kendi elinizle teslim etmedikçe,
kimse kendinize olan saygınızı elinizden alamaz.
-
Söylediklerinize dikkat edin; düşüncelere
dönüşür; düşüncelerinize dikkat edin; duygularınıza dönüşür; duygularınıza
dikkat edin, davranışlarınıza dönüşür; davranışlarınıza dikkat edin;
alışkanlıklarınıza dönüşür; alışkanlıklarınıza dikkat edin, değerlerinize
dönüşür; değerlerinize dikkat edin, karakterinize; karakterinize dikkat edin,
kaderinize dönüşür.
-
Şiddet karşıtlığının ürettiği güç kesinlikle
insan yeteneğinin icat ettiği tüm silahlardan gücünden üstündür.
-
Tanrı dualarımızı bize göre değil, kendi
yöntemine göre yanıtlar.
-
Toplum hayatı için bireysel özgürlük ve
bağımsızlık şarttır.
-
Toprağı kazıp onu işlemeyi unutmak, kendimizi
unutmak demektir.
-
Zayıf insanlar affedemezler.
Affetmek
güçlülere has bir özelliktir.
- (*)
1869
yılında doğdu. 30 Ocak 1948’de radikal milliyetçi bir Hintli tarafından
öldürüldü.
|
|
|
|
|
06 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
 |
Ahmet CANBABA |
Ahmet CANBABA Hayat Hikayesi |
- BİR GÖÇ HİKAYESİ
-
Babam henüz yeni ölmüştü. Bitişik bahçe
komşumuz Saramet sanıyorum bu ölüm olayına sevinmişti. Bir evin
erkeğinin ölmesi ne demek biliyor musunuz. O evin mutsuzluğu demek.
Evde erkek bir güçtü. O güce bir ailenin ihtiyacı vardı. Çünkü bu
ölümden geriye sahipsiz bir aile kalmıştı. Aileye sahip çıkacak tek
kişi vardı oda bu ailenin yanında değildi. Yani öksüz kalan
çocukların dayısı. Dayı Ankara’da hem okuyor, hem de çalışıyordu.
- Saramedin korkusundan büyük annemin (anneannemin) gözüne
uyku girmiyordu geceleri. Birazdan kapı çalacak Saramet canımıza
malımıza zarar verecek kuşkusu içindeydi.
-
Çocukluk yıllarımda bunun bilincinde
değildim. yedi yaşında bir çocuktum. Annem çok genç yaşta dul
kalmıştı.Bilhassa Anneannem, annem bizlere kol kanat geriyordu. Yanı
başımızdaki bahçe komşumuzun annem ve bizler hakkındaki düşüncelerini
ve olacakları en iyi ve sağlıklı bir şekilde düşünen büyük
annemdi. Geceleri gözüne uyku girmeyişinin taşıdığı endişesini
bahçe evleri bizden çok uzak olsa da oturmaya gittiğimiz ‘Topal Ali
abi’ ismindeki akrabamıza da söylemişti. Ali abi:
-
“sen telaşlanma Raife hala ben her
gün size uğrarım” dediğinde annesi de oğlunun bizi yalnız
bırakmayacağını, oğlum unutsa bile ben “git Rafya halana bir bak da
gel” derim dediğini hayal meyal hatırlıyorum.
- Bilhassa bu sahiplenmeyle büyük annemin yüreğine su
serpilmişti. Bizler böyle bir korkunun ve endişenin içindeyken,
birileri yani Saramet bize gelmenin hesaplarını yapıyordu. Bilse ki
‘Ali abi’ bizi koruyup, kollayacak onu bir dağ başında öldürür,
ölüsü kim vurdu ya giderdi.
-
Bilhassa bizimle iyi iletişim içinde
olanlara sırf söylenenler bize iletilsin diye güya yardım etmek ve
sahiplenmek açısından
-
“o dört çocuğa babasızlık çektirir miyim
ben. Anasını ben alırım, iki kızı da yetişince ve zamanı gelince
benim oğlanlar alır. İki erkek çocuğu da malımıza sahip çıkarlar,
çobanlarımız olur, mallarımızın bekçiliğini, mahsullerimizin ırgatlığını
yaparlar” demişti. işte bu sözler kulaktan kulağa söylenip büyük
aneminde kulağına gelmiş olmalı ki annem bahçe komşumuz Ali ağabeye bu
yüzden bir defa daha gidip konuşma gereği duymuştu. Ayrıca Ankara
ya göç etme fikrini de ilk defa Ali ağabeye anlatıp bir danışacak
bakalım akrabamız ne diyecekti. Korku içinde geçirdiğimiz birkaç geceden
sonra gene bir gün bir akşam Ali ağabeylere gittik durumu büyük
annem anlattı Ali abide “Dur bahak şu anda Saramedin bir rahatsızlık
verdiği yok. Hala Ankara’ya gitmenizi, o zaman bi daha konuşuruz” dedi
ve gece geç yarısı bizi evimize kadar getirip, o tekrar evine
dönmüştü.
-
Ali ağabeylere gidişimizden birkaç gün
sonra bir gün akşam üzeri geç vakitlerde dış kapımız hızlı hızlı
çalınmıştı. Bu hayırlı bir çalış değildi. Topal Ali abi olsa aşağıdan
seslenirdi “hala benim Ali” derdi. Hızlı ve olanca kuvvetiyle kapı
rezlesi vuruluyordu.
-
Hacamatın aklında söylemek istedikleri bir
şeyler vardı. Gece geç vakit gelmeliydi ki çoluk çocuk uyumuş olsun,
demek istediklerini Rayıfa kadına anlatsın ve hatta razılığı varsa
bir ikide Sıdıkayı sıkıştırsındı.
-
Sık sık ve kuvvetli kapı
çalınmasından büyük annemin kalbi küt küt atmaya başlamıştı.
-
“Boyu devrilisice Saramet bu” diye
aklından geçirdi. “Gecenin bu sahatinde birilerinin evine gitmenin
yakışık almadığını bilmez mi bu adam neye çalar bu sahatte kapıyı”
diye söylenerek açtığında korktuğu başına gelmişti. Korktuğunu ve
çekindiğini belli etmeden
-
“oooo saramet senmiydin bende yabancı
birisi sandım da aha bu kalası vuracaktım kafasına” deyip elindeki
bir tahta paçasını yere koydu. Girişteki koca avluda bir iki büyük
baş hayvanla birlikte davar olduğundan hayvan dışgısı kokularının
arasından bir üst kata çıktılar. İki yere asılmış lamba ışığının titrek
yansımaları arasında Saramedin başının gölgesi duvara aksedip
dalgalanıyordu.
-
Raife annem aşağıya inerken götürdüğü
feneri gene evde aydınlık yapsın diye duvara çakılmış bir çiviye
astı. Kapının o sarsıcı tak takları vururken büyük annem, annemi bir
odaya kapatmış, üzerinden de kilitlemişti. Sorsa “biraz rahatsızda
erkenden yattı” diye söyleyecekti. Ama kendisinin yanında kendisine
güç kuvvet olacak birinin olması gerekmez miydi. Bunu düşünerek
ablamı uyandırmış
-
“sen benim gücümsün kuvvetim sin” demişti.
“İşte yüce Rabbim bu torunumdan medet umuyorum sen torunlarımı ve
kızımı bu adamın şerrinden koru” demiş ve ilk defa birkaç gün
evvel gittiği ve hiçbir zaman kendilerini yalnız bırakmayacak
akrabaları Topal Ali gelmişti aklına. Oysa Ali abide o gün
kendilerini yoklamaya gelmiş “Rayıf hala bi isteğin varmı” demişti.
Rayıfa kadında “yok Allah seni başımızdan eksik etmesin” diye de
duada bulunmuş ve Ali abi biraz oturduktan sonra gitmişti. Aynı günün
geç vaktinde tekrar bir daha yoklamaya gelmesi bir mucizeydi. Saramed
büyük annesinin yanından ayrılmayan torunu Emine nin uyumamasına kızarak
Rayıfa gadına:
-
“bu kız bu saata gadar durumu canım
uyut get sabiyi. Hadi Sıdıkayı da uyandır da gel bir iki laflarız”
dedi. Büyük annem onun rahatsızlanıp erkenden yattığını söyledi. “Neyi
varmış de bahak bizim bi yardımımız dokunursa söle be Rafya gadın
size sahap çıkmayacazda kime sahap çıkacaz. Aha bu çocuklar Memet
ağadan bize emanet. Ben onları gözümün içi gibi baharım. De git
uyandır hele Sıddıkayı onun yanında gonuşak bahak ne diyo” diye
üsteledikçe büyük annem duymamazlıktan geliyordu.
-
Saramet Kaleciğin haracını yiyen onun
bunun malında gözü olan, döşünde çifte fişeklik sırtına asılmış
tüfeğiyle dağ bayır dolaşan, kimi yerde kendisine karşı çıkanları
öldüren ve ölenlerin kim vurdu ya gittiği bir ortamda dolaşan bir
eşkıya. Halkı canından bezdirmiş kendisinden korkan kişilere yalancı
şahitlik yaptırarak haksız yere birçok kişilerin mallarını elinden
almış bir kişi. Yani geçim kaynağı buydu. Millet askerliğini vatan
için yaparken o aynı zamanda asker kaçağı idi.
-
Büyük annem Saramede “karnın açmı?” diye
sordu. O da “tokum” dedi. Büyük annem çay yaptı ikram etti.
Sırf Sıdıkayı aklına getirmemesi içinde Saramet’i lafa tutarak
dağdan, bayırdan ona bir şeyler anlattırmanın peşindeydi. Belki saat
geç olmuş derde kalkardı. Ama ne mümkün hala
-
“sizin bir erkeğe ihtiyacınız var.
Gecenin bu saatinde galaçayına gidip bahçanızın arkına suyu çevirebilir
misin? Rafya gadın hep bunları rahmatlı Memet yapardı. Bunlar erkek işi.
Aha davarı güdecek yaşta mı çocuklar. Bizim çocuklar ne güne duruyor.
Sana baharık Sıdıkaya’da sahap çıkarık ben kararımı verdim hele sabaha
kadar bi oturak bi düşünekte sizi bizim eve taşırız.”
-
Raife anam sıkımı olmaz diyecek Sarıamada.
İçinden
-
“Allhım sen bana bir kurtuluş ver.
Allahım sen her şeye kadirsin” diyor, çaktırmıyordu ama gözünün yaşı
içine akıyordu. İkide bir medet umduğu torununun uyumaması için
arasıra çimdikliyordu onu. Gecenin belki üçüydü. Hele bu günü bir
atlatsın durmayacaktı buralarda. Oğluna haber salıp Ankara’ya
göçeceklerdi. “Çevremdeki ırz düşmanlarının elinden kızımı torunlarımı
kurtar yarabbim” diye içinden sürekli, dualar ediyordu.
-
Saramet ara sıra köstekli saatini
cebinden çıkararak saate baksa da gitmeye hiç niyeti yoktu. Nasıl
olsa sabah olunca Sıdıka da uyanırdı. Hep beraber kendi evlerine
giderlerdi.
-
Samiye oğlu Topal Aliye Raife halayı
sormuş Alide “gayet iyiler sana selamı var sağlığımıza duacılar”
demişti. Ama Samiye gece bir rüya görmüş destur çekerek uyanmış
oğlu Aliyi uyandırmıştı.
-
“Ali doğru Rayfe halana git onları şu anda
sıkıntıda gördüm rüyamda” demiş. Alide: “Ana daha bugün gittim ya.
Sana selamını getirdim gecenin bu saatinde ne gelecek başlarına
canım” dese de Anasının ısrarıyla Ali giyinir Rayfe halasının evlerinin
yolunu tutar. Ali çok ileriden Rayfe halasının evinin ışığını yanık
görünce “bu saate kadar yatmamışlar demek ki” diye içinden geçirir.
Geldiğini haber vermek içinde sesli bir türkü tutturur.
-
İşte bu çaresizlikte derinden derine
bir türkü sesi duyulmaya başlandı. Git gide yükselen ve yakınlaşan
ses sanki Rayıfa halanın evine doğru geliyordu. Ve ses kesilip te
alttaki avlunun kapısı vurulmaya başladığında büyük annem rahat bir
nefes almıştı. Bu Topal Aliydi. Tanrıya yakarışları duyulmuştu sanki.
Saramet huzursuzlaşmıştı “kimmiş canım gecenin bu sahatinde kapıyı
çalan” dedi. Rayfe gadın
-
“Topal Alidir bizi gecenin bu saatlerinde
bile gontrole gelir” dedi. İçindende “Çok şükür Yarabbim” dedi. Büyük annemin elinde fener gelen
misafir Topal Aliyle yukarı çıktığında Sarameti görüp
-
“ooooo ağamda
buradaymış. Senin burada olduğunu bilseydim ağam ben uğramazdım nede
olsa Rayıfhalaya sahap çıkmamız gerek” dedi Saramet “gecenin geç
saatinde nereden böööle” diye sordu Alide: “bahçalara çaydan su
çevirdim ne yapah ağam meyveler çağlada. Oturup yer minderine biraz
Sarametle konuştular. Sonrada Ali Rayife halasına:
-
“hala sabaha az bi zaman kaldı, anam çok özlemiş seni ille Raife
halanı getir diyo ne dersin” dediğinde Büyük annem:
-
“olur sabah çorbasını içelim de öyle gidelim” dedi.
-
Saramat baktı ki işler beklediği gibi değil kendi içinden bu işi
başka zaman hallederiz diye düşünmüş olacak ki
-
“hadi bana eyvallah vakitte epey olmuş” diyerek kalktı. Ali
ağabeyle Büyük annem Saramatı yolculadılar. Büyük annem ve bizler
artık Ali abi gilin evinde misafirdik. Büyük annemin isteğiyle Ankara’
da ki oğlu Hakkı’ya kendilerini Ankara’ya en kısa zamanda götürmesi için
Bir kamyon tutarak gel diye Ali ağabeye mektup yazdırdı. Dayım
Ankara’dan gelene kadar Ali ağabeyler sağ olsunlar bizi misafir ettiler.
Aradan Bir aya yakın bir zaman geçti bir gün sabah dayım 15
tonluk bir kamyonla çıkageldi. Tüm eşyalar yüklendi. Mahsuller ekili
tarlalarında, sebzeler bahçede kimi yaprağa, kimi çiçeğe durmuş.
Ağaçların meyveleri çağlaya dönmüş, öylece bırakıp, bir daha geri
dönmemecesine Ankara’ya göç etmiştik.
-
Kiraya tutulmuş bir gecekonduda dayımın himayesinde yeni bir
hayata başladık.
- 24-12-2006
|
|
|
|
|
07 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
 |
Murat HACIOĞLU |
Murat HACIOĞLU Hayat Hikayesi |
- TARAF MI, TARAFTAR MI?
-
Hayatın türlü aşamalarında kimi fikrilere,
kimi inanışlara ve hatta kimi anlamsız ritüellere taraf olunabilir, zaman
içinde yaşanılan çeşitli olaylar ve çıkarılan sonuçlar neticesinde de
bulunulan yer gözden geçirilebilir ve yeniden bir değerlendirme ile son duruma
kavuşulur…
-
Hayatın bu döngüsü kaçınılmazdır, dün karşı
olduğunuz bir fikre bugün sempati duyabilir ve hatta taraftar olabilirsiniz…
Bu durum utanılacak ve saklanılacak bir acizlik olmadığı gibi, bir tutarsızlık
da değildir… Zira insan gelişen bir varlıktır… (Değişmeyen tek şey değişimdir
demişler).
-
Hangi kademede olursanız olun ve hangi
imkanlara sahip olursanız olun bu yadsınamaz bir gerçektir, belki de siz fark
etmeden bu döngüyü yaşamaktasınızdır…
- Sıradan bireyler bu döngüyü kendi hallerinde yaşayıp giderken, toplumun
gözü önünde bulunan ve bireylerin bir çoğu ile öyle ya da böyle sürekli temas
halinde bulunan şimdiki moda deyimiyle “medyatik” kişilerde ise bu dönüşüm
kimi zaman sancılara neden olur…
-
Hele ki bir zamanlar sizin tarafınızda
olduğunu düşündüğünüz hatırı sayılır, söylediği dinlenir zevatın dönüşümü size
kısmen ıstırap bile verebilir… Veyahut karşı cenahtan addettiğiniz eşhasın gün
gelip sizin taburelerinizde oturuyor olması size doyumsuz bir mutluluk, coşku
sağlayabilir hatta ve hatta çılgınca eğlenmeyi gerektirecek bir bahane
olabilir…
-
İşte son zamanlarda tartışılan “Mustafa”
filmini ve Can Dündar’ı bu bağlamda da değerlendirmek gerekir diye
düşünüyorum…
-
Öyle, çünkü yazılı basında ağırlıklı olmak
üzere bilumum medya organlarında tartışıla gelen bazı hususların temelinde bu
huzursuzluk sendromu ya da aşırı taşkınlık hali yatıyor olabilir… Tamamında
demiyorum ama bir kısmında bu halin etkili olduğunu düşünmekteyim…
-
Tartışmaların ucuna naçizane kendi
düşüncelerimi de eklemek gayesi ile bu makaleyi kaleme almaya karar verişimden
bu yana günler geçti… Meseleye hangi açıdan bakmak kararını veremediğimden
ancak yazabiliyorum… Amaç kişiyi ya da olayı kişiselleştirerek polemik
yaratmak değil elbet… Vurgulamak istediğim hususlar kişisel görüşten ziyade
yöntemlerin hassasiyetine binaen olacaktır…
-
Topluma mal olmuş ve aydın kimliği ile gerek
genç kuşaklara gerek ihtiyacı olan yetişkin topluluğa, olayların ve
gelişmelerin, fikirlerin ve altında yatan sebeplerin, olayların oluş anındaki
koşulları da göz önünde tutarak daha iyi anlayabilmelerine imkân sağlamak için
ışık tutması gerekenler “kendi penceremden böyle gördüm ve böyle yorumladım”
dememelidir…
-
O vakit biz sıradan vatandaşların kendi
pencerelerinden olaylara bakışından bir farkı kalmayacak olan bu anlatım
biçimi, eğer makul bir şekil ise; sıradan insanların da tek tek kendi
pencerelerinden gördüklerinin değerlendirilmesi, bu gördüklerini
belgeselleştirme konusunda yardım edilmesi gerekmez mi?... Hatta bu konuda
teşvik edilmeleri bile gerekebilir…
-
Bir yöneticinin sorumluluğu ile emrinde
çalışan bir hizmetlinin sorumluluğunun aynı olmaması gibi; aydın addedilen
kişiler ile hitap ettikleri kitlelerin sorumlulukları da aynı değildir…
-
Var olan statükoyu eleştirmek bir hak
olabilir, ancak eleştirirken olaya her açıdan yaklaşabilmeli, türlü
pencerelerden görünenleri eşit yoğunlukta ve eşit ağırlıkta sunabilmelidir…
Aksi takdirde açıkça itiraf edemeseniz bile iki taraf arasında olmanız gereken
tam orta yerde olmazsınız, bir tarafa daha yakın durduğunuz aşikar hale
geldiği için her iki cenahtan da hiç ummadığınız tepkileri duymak durumunda
kalabilirsiniz…
- Buradan tam orta yerde durmanız gerektiği gibi bir anlam çıkarılabilir,
kastettiğimiz gerçek anlamda orta yerde durmak değildir… Anlatmak istediğimiz
tarihsel olayları zımnen de olsa tarafsızlık gözlüğü ile gösterebilmenizdir
(görebilmeniz değil)…
-
Zira bulunduğunuz yerin orta sahaya uzaklığı
sadece sizi ilgilendiren pozisyonel bir durum iken gösterebildikleriniz
toplumsal yargı oluşturacak ve geleceğe dair bazı tohumları ekecek olan;
özünde, tamamen olmasa bile kısmen genel bakışa yön ve şekil verici
jölelerdir…
-
İşte bu noktada yönetici veya idareci (her
ikisi de farklı sonuca ulaşır) olgunluğundaki makamların takınacağı
objektiflik tavrın önemi vurgulanmaktadır… Yönetici yönetmekle sorumlu iken,
idareci her türlü olayı idare etmekle yükümlüdür… Bahsini ettiğimiz “medyatik”
sorumlu kişiler ise her iki yönetim makamının inceliklerini taşımalı,
sorumluluklarının bilincinde, yön göstermeksizin yön verebilmelidir…
-
Çünkü yön vermek ile yön göstermek arasında
dağlar kadar fark vardır…
-
Sevgi ve
sağlıcakla kalın…
|
|
|
|
|
08 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
 |
Selma GÜRSEL |
Selma GÜRSEL Hayat Hikayesi |
-
ÇORUM BAKLAVASI SIKMA BAKLAVA
- MALZEMESİ: 1 kilogram has un,4 yumurta,1 yemek kaşığı sirke,üç
yemek kaşığı yoğurt,bir tutam tuz,1 kilogram su,1 kilogram buğday nişasta,1 kilogram toz şeker,leblebi
kadar limontuzu
-
Normal bir tepsi baklava için bir kilo
birinci sınıf un konulur.
-
Bir miktar su,beş adet çiğ yumurta,bir
yemek kaşığı sirke,üç kaşığı yoğurt,bir miktar tuz konularak kulak
memesi kalınlığında hamur yoğrulur. Sirke konulmasının sebebi,hamurların
çok ince açılmasına kolaylık versin diyedir.
-
Baklava hamurunun bir miktar
dinlendirilmesi iyi olur. Dinlenen hamur yumurta büyüklüğünde yumak
tutularak nemli bir bezin altına yazılana kadar konulur. Yufkaların ince
olmasına dikkat edilerek hamurlar yazılır.
-
Hamur yazılırken ok’a yapışmaması için
ev nişastası serpilir.
-
Açılan yufkalar temiz bir sergi veya
bezin üzerinde kurutulmaya bırakılırlar.
-
Bir miktar nemi çekilen yufkalar
tahtanın üzerine alınarak yayılır ve yufkanın baş kısmının üzerine
bolca kıyılmış
ceviz serpilerek kalın ok’a yufka bolca sarılır. Sarılan yufka
iki başlarında eller yardımı ile on beş santim kadar sıkıştırılırlar.
-
Ok ortasından çıkartılarak baklava iki
parçaya bölünerek yağlanmış tepsiye kenarından başlanarak
sıralanırlar. Tepsi dolunca baklavanın üzerine eritilmiş tereyağı
ekilerek fırında kızartılır. Fırından çıkmış baklavanın üzerine soğuk
kestirilmiş şeker şerbet ekilir. Eğer fırından çıktıktan sonra baklava
soğuduysa,ekilecek şeker şerbetin sıcak olması gerekir.





 |
|
|
|
|
|
09 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
 |
Emine Sevinç ÖKSÜZOĞLU |
Emine Sevinç ÖKSÜZOĞLU Hayat Hikayesi |
- ÖLÜMÜN SOĞUK YÜZÜ
- (Sevgili Anneannem Emine Doğan’a)
- Hayatın bir başı bir sonu olduğu gibi
- Her şeyin ve herkesin bir sonu vardır
- İşte gün kararmak üzere
- Günün de sonuna geldik anneanne
- Gün geceye gebe kaldıkça
- Soğuk bir gölge düşüyor yüzüne
- Işık yansımıyor artık düşlerine
- Başka başka boyutlara yol alıyor ruhun
- Gecenin karanlığıyla ruhun gidiyor bilinmez uzaklara
- Ve o bilinmezlikte buluşacaksın annen ve babanla
- Karanlıktasın ama kararsız değilsin
- Ses bekliyor çığlıkların sessiz bir gemide
- Her taraf boşluk hız alıyorsun dibe doğru
- Tutunamıyor adımların gidiyorsun durmadan
- Yaşamın boyunca hiç mutlu olamadın belki
- Belki de içten bir gülümseyişe sancı çektin senelerce
- O güzel gözlerin kör karanlık gecelere mahkûm kaldı
- Sen güzel gülüyordun ama
- Gözlerin karanlığa mahkûm etmişti seni bir kere
- Yirmi yılın geçti karanlık puslu bakışlarda
- Sen de bir gün görmedin
- Sen de mutlu olamadın be anneanne
- Hatırlıyorum da
- Gözlerin aydınlık günler kadar güzel bakardı
- Karanlık senden korkar ışık sana kucak açardı
- Gençtin yiğittin dağlarla güreşirdin
- Biz de çocuktuk o zamanlar
- Koyunları otlamaya götürürdük birlikte
- Biz ablamla papatya toplardık
- Sen de o papatyalardan taç yapardın saçımıza
- Son bir kez göremedim
- Bir yaz güneşinden ödünç aldığın yüzünü
- Öpüp koklayamadım bana taç yapan pamuk ellerini
- Şimdi mahcup ay ışığı örtüyor o yorgun bedenini
- Gözlerim kapanır kapanmaz gözlerin yaklaşıyor gözlerime
- Gözlerin ne de güzel bakıyor anneanne
- Sen yaşarken farkına varamadığım güzelliğimsin
- Bakışında huzur bulduğum Atam
- Canımın canı, anamın anasısın
- Bizleri bırakıp gitmek istiyor yorgun bedenin
- Buza dönmüş o gül yüzün pamuk ellerin
- Sevgi dolu bir bakışla son nefesini verdin
- Ve “ölümün soğuk yüzü” gelmiş yüzüne anneanne
- 13. 06. 2007 / ANKARA
|
|
|
|
|
10 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
 |
Ayşe PASLANMAZ |
Ayşe PASLANMAZ Hayat Hikayesi |
- BURAYA KADAR
- Ölene dek dedim, o dost sen miydin?
- Demek dostluğumuz, buraya kadar,
- Dilimde bitmeyen, o tat sen miydin?
- Demek dostluğumuz, buraya kadar...
- En acı günümde, benimle oldun,
- Yanımda ne büyük bir huzur buldun,
- Bazen keder bazen, mutluluk doldun,
- Demek dostluğumuz, buraya kadar...
- Dost bilerek seni, yaptım bir hata,
- Unutmam o anı, dün gibi hâlâ,
- Nasıl yadırgadım, verdin bir ceza,
- Demek dostluğumuz, buraya kadar...
- Affetmek sevenin, gelmez mi özden,
- Demek çıkarmışsın, sen beni gözden,
- Bahane bulmuşsun, işte bu yüzden,
- Demek dostluğumuz, buraya kadar...
- Hiç ummazdım bunu, şaşırdım kaldım,
- Dediğin sözlerden, acıya daldım,
- Dilinde bir dua, dudakta baldım,
- Demek dostluğumuz, buraya kadar...
- Gücendim, incindim, gayrı kırıldım,
- Bir kelam etmeden, senden ayrıldım,
- Bilesin ki ben de, sana darıldım,
- Demek dostluğumuz, buraya kadar...
- Bundan sonra asla ne ara ne sor,
- Artık bir araya gelmemiz çok zor,
- Davranışlarına bakıp kafa yor,
- Demek dostluğumuz, buraya kadar...
|
|
|
|
|
|
11 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
|
 |
Rıza KANDEMİR |
Rıza KANDEMİR Hayat Hikayesi
|
GELDİ
Bir nur gördü geceleyin düşünde
Uyandı Haceri’i buldu başında
Gurban etti İsmail’i düşünde
Ağardı saçları başa gış geldi
Hak emretti ol Musa’ya bilindi
Gurd donunda melekleri indirdi
Ol sürünün sahibine gönderdi
Mor koyun meledi goynu boş geldi
Hacer’den İsmail dünyaya geldi
Ona yedi yıllık süre verdi
Hüda Cebrail’den nida gönderdi
Terlere belendi gözden yaş geldi
İbrahim Hacer’in yüzüne baktı
Şevkatla gınayı eline yaktı
Cebrail gözüne sürmeyi çekti
Arafat’a duman durdu gış geldi
İsmail ataya elini verdi
Taşlayıp şeytanı gözünden vurdu
Gurban olacağını ona duyurdu
Vardı Hacer’den de eli boş geldi
Ol melekler fizan edip ağladı
Hem gözünü ellerini bağladı
Aşkından bıçağını gerdana salladı
Kesmez bıçak gazaba taş geldi
O günün şahidi Cebrail Celil
Bileyip bıçağı kükredi Halil
O günden bu yana yanar bu delil
Semada beslenen kuzu aç geldi
Musa koyun ile ciğer dağladı
KUL RIZA’DA o günlere ağladı
İlcil, Tevrat, Zebur Kur’an bağladı
İsmail’e gurban kuzu koç geldi
|
YAZARLARIMIZIN HAYAT HİKAYELERİNE GİTMEK
İÇİN TIKLAYARAK GİDİNİZ! |
Bu
sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
|
|
|
|
DİKKAT ; BU BİLGİLER TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMDEN
İZİN ALINMADAN KULLANMAYINIZ! |
YAPTIKLARIM YAPACAKLARIMIN GARANTİSİ ALTINDADIR! |
Hazırlayan
Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi corumlu2000@gmail.com |
|
Hukuka, Yasalara,
Telif ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir. |
Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL
adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM |
BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR! |
143 SAYI 25 Ocak 2011 SAYIYA Gitmek İçin Tıklayınız! |