|
 |
DİKKAT !
BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN
KULLANILMAMALIDIR |
Hazırlayan
Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi corumlu2000@gmail.com |
|
|
İÇİNDEKİLER
|
Ahmet CANBABA TAKLİTÇİLİK (ŞİİR HIRSIZLIĞI)
Ahmet CANBABA HATİCEM
Ahmet CANBABA KUŞ GRİBİ VE KURBAN BAYRAMI
Ahmet CANBABA MENDERES ÇIKMAZI
Ahmet CANBABA OYYY DEME OY İSTEME
Atilla ALPAY TAVLA
Atilla ALPAY ERTUĞRUL FİRKATEYNİ
Emine SEVİNÇ ÖKSÜZOĞLU ERTELENMİŞ DÜŞLERİN ŞAİRİ ŞEVKİ DİNÇAL
Emine SEVİNÇ ÖKSÜZOĞLU Emine SEVİNÇ ÖKSÜZOĞLU 2009 YILI KÜLTÜR
SANAT VE BAŞARI ÖDÜLLERİ SAHİPLERİNİ BULACAK
Galip BARAN ÇÖZÜM
Hüseyin Hüsnü GÜREL Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma
Kurumu Başkanlığı’na ANKARA İlgili
İsa
KAYACAN TÜRKÇE YAZ, TÜRKÇE OKU
İsa
KAYACAN TÜRK OCAĞI” YAZISI YERİNİ ALDI
İsa
KAYACAN BİR ANLATIM ZENGİNLİĞİ
İsa
KAYACAN SEVİNÇ DOĞANCAN GÜVEN’DEN İSMET İNÖNÜ’YE
İsa
KAYACAN KÜTÜPHANE; HEM TEFENNİ’DE, HEM ECE’DE OLMALI
İsa
KAYACAN ÇAĞDAŞ AZERBAYCAN ŞİİRİ
İsa KAYACAN YILIN SÖZLERİNDEN SONRA
İsa
KAYACAN ŞEHİRLER, ŞEHİRLERİMİZ
İsa
KAYACAN ABDURRAHİM KARAKOÇ
İsa
KAYACAN NAZLI’NIN BUZ PATENİ ŞAMPİYONLUĞU
İsa
KAYACAN BULGARİSTAN’DAN TUNA BOYU DERGİSİ
İsa
KAYACAN AMATÖRDEN PROFESYONELE
İsa
KAYACAN DR. FARUK FAİK KÖPRÜLÜ’NÜN “CANIM KERKÜK”Ü
İsa
KAYACAN OSMAN APAYDIN’I UNUTMAMAK
İsa
KAYACAN SORUMLULUK
İsa
KAYACAN RAMİZ MEHDİYEV’DEN DEMOKRASİYE GİDEN YOL
İsa
KAYACAN İSTİKLAL MARŞIMIZIN YAZILDIĞI EV VE ÇEVRESİ
GÜZELLEŞTİRİLDİ
İsa
KAYACAN BELEDİYE BAŞKANLARIMIZDAN
İsa
KAYACAN YENİGÜN VE SES-15’E YENİDEN MERHABA
İsa
KAYACAN BURDUR’DA 1. ULUSLARARASI MEHMET AKİF SEMPOZYUMU
İsa
KAYACAN AZERBEYCAN'IN MİLLİ ŞAİRİ AHMET CEVAT
İsa
KAYACAN REŞAT NURİ GÜNTEKİN’İN EŞİNE İMZALADIĞI “MİSKİNLER
TEKKESİ” MİRASCISINA VERİLECEK
Mahmut Selim GÜRSEL KİMİMİZ
Mahmut Selim GÜRSEL KURBAN VE BİZ
Mahmut Selim GÜRSEL SEN
Mahmut Selim GÜRSEL SEN Kİ!
Mahmut Selim GÜRSEL NE VAR NE YOK
Mahmut Selim GÜRSEL BENİM DE GÖNLÜM VAR MIYDI?
Murat HACIOĞLU AŞK VARSA BEN DE VARIM
Murat HACIOĞLU GECE TERÖRÜ
Murat HACIOĞLU HAYAT BAZEN
Muhsin AKTAŞ HAYALLERİN
Muhsin AKTAŞ BİR BAKIŞTAN SIZANLAR
Mustafa Nevruz SINACI KUNDAKLANAN CAMİLER
Mustafa Nevruz SINACI ŞEHREMİNİ VE ‘3Ç’ TEORİSİ HAKKINDADIR
Mustafa Nevruz SINACI KAMU HİZMETİNİN KILCAL DAMARLARI BELEDİYELER
Mustafa Nevruz SINACI BİLİNÇLİ MİLLİ SİYASETE DÖNÜŞ
Mustafa Nevruz SINACI DEVLET HÜKÜMET VE HALK
Mustafa Nevruz SINACI DÖRDÜNCÜ GÜC SORUNU VE MEDYA TERÖRÜ
Mustafa Nevruz SINACI KÜRESEL UYGANLIK KRİZİ
Mustafa Nevruz SINACI MİLLİ SİYASET
Mustafa Nevruz SINACI SABİT ÜCRET REZALETİ
Mustafa Nevruz SINACI TERÖR ÖRGÜDÜNE 10 MİLYON EURO
Mustafa Nevruz SINACI TÜRKİYE İÇİN BAŞKANLIK SİSTEMİ
Rıza HARDAL BİR GÜN
Rıza HARDAL YİNE YERİMDE SAYARIM
Özkan KARACA HÜZÜN YAĞMURU
Selma GÜRSEL KURU MANTI
Serkan ÖKÇE DÖNÜŞ YOK
Yaşar KILIÇ MEMLEKETİM
Yaşar KILIÇ AHRET KAPISI
|
Çalışma TELİF ESERİDİR izin almadan
kullanmayınız! |
Hazırlayan Mahmut Selim
GÜRSEL |
corumlu2000@gmail.com
|
Sitemiz ve yazarlarımız;hukuka, yasalara, telif
haklarına ve kişilik haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir. |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
01 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
KİTAP ismi Sayfaya
dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
Ahmet CANBABA |
Ahmet CANBABA HAYAT HİKAYESİ |
TAKLİTÇİLİK (ŞİİR
HIRSIZLIĞI)
Modayı ve
markayı takip eden bayanlar ne giyerlerse giysinler kendi
üzerlerindeki giysileri bir başkasının üzerinde görmekten
hoşlanmazlar. “Şimdi benden görür aynısını diktirir veya
keşke satın aldığım yeri söylemeseydim” diye çoğu zaman
kendini suçlar. Tabiî ki komşusu, ‘oda alır’ aynısını.
Komşusunun üzerinde gördüğü kendi bluzunun aynısını değil
mi, kanı beynine yürür ve ‘ben yeni bir şey giyemeyecek
miyim’ diye feryat eder.
Türk moda
endüstrisinin tasarım odaklı markalaşma stratejisi piyasaya
yeni ürünlerini sürer. Kimi zaman mutluluk şık görünmektir.
Tabiî ki bir emek verilerek üretilen sitiller modayı
üzerlerinde taşıyanların estetiği düşünülerek dizayn edildiği
için her işletme sahibi ürünlerini tescil ettirirler. Bu
bütün ürünlerde böyledir. Mobilya da İmalat haneye modelleri
çalınacak diye yabancıları sokmazlar. Teknoloji ve sanayi
hırsızlığı da aynı yöntemlerle yapılır. Ama günümüzde artık
bu tür çalma çırpmalarla işletmeler başa çıkamaz oldu. Açılan
tekstil ürünleri, , yapı teknikleri, bilgisayar ürünleri,
gibi otomobilinden, uçağa tankından, füzesine kadar her
şey sergilenerek satışa sunuluyor. İşte gerek mini
fotoğraf makineleri ve gerekse cep telefonları sergilenen
ne varsa hepsini görüntüleyebiliyor.
Tabiî ki buda taklitçiliği
hortlatıyor. Düşünün müzik sektörü taklit kaset ve CD’ lerle
başa çıkabiliyor mu?
Çinliler gamma
knife cihazından bir tane satın almışlar tabiî ki kullanmak
için değil. Cihazı söküp parçalamışlar benzerini yaparak
satmaya başlamışlar.
Hani bir işe
yeni başlasanız özentiden ustanızı taklit edebilirsiniz, ya
sonra sonrası. Siz ustanıza benzedikçe onun yapıtlarını
zirveye taşırsınız. Oysa kendinize özgü bir şeyler yaratarak
kendiniz olsanız, sanırım bir zaman gelir zirveye oturan
siz olursunuz.
Siyasette de taklit yok mu dur? Yıllarca
Erbakan Hocamız iktidarlara batı taklitçiliği yaparak bir
yere varamazsınız demiyor muydu? Batılı taklit ederek bir
yere varamayacağımızı söyleyenler iyiyi, doğruyu taklit
edin diyor. Yani imam ne yaparsa sizde imamın yaptığını
yapın. Onların taklitten anladığı ahlak kavramıdır. Biz
onların ahlakını taklit ederek toplumumuzu bozuyoruz,
toplumu ahlaksız yapıyoruz. Yani batının temizlik kavramıyla
kendisini Müslüman görenlerin temizlik kavramları arasındaki
farkı görmelerini isterdim doğrusu. Örnek alınmakla
taklitçiliği de karıştırmamak gerekir diye düşünmeliyiz. Eğer
yaptığınız taklit bir başkasını zarara sokmuyorsa ama o
taklit ettiğiniz şey toplumun menfaatineyse o şeyi taklit
etmekte de yarar vardır. Tabiî ki biz buna örnek alınma
demeliyiz.
Şimdi düşünelim
Müslümanlığın bütün kurallarını taklit ederek yükselmiş,
zengin olmuş bir devlet var mıdır? Ama kendilerini Müslüman
görüp, para toplayarak birisi zengin olmuşsa, aynen onu taklit
ederek bir başkası da halkın dini duygularını istismar etmiş,
para toplayarak zengin olmuşlardır. Şimdi o zengin olanlar
başımızda, çevremizde bizi idare ediyorlar. Bankalarıyla,
ibadethaneleriyle, okullarıyla bizleri kuşatmışlar. Taklitçilikle
kazandıkları milyarlar halkı fakirleştirmiş, bir zamanlar
parası pulu olup ta onlara muhtaç olmayanlar şimdi onların
verdikleri yardımlarla yaşar duruma gelmişlerdir.
İnsanlar
beğendikleri her şeyin taklidini, sahtesini, hırsızlığını
yapmaya çalışıyorlar. Yalnız şiir mi dersin? İlacından giydiği
ayakkabıya, elbiseye, bilgisayarından, telefonuna kadar her şey
taklit. Aşkta, acıda, kederde sahtecilik yok mu sanırsın.
Cinayeti işleyen kişilerin öldürdüğü kişinin ailesinin
yanında sahte gözyaşları döktüğü, dostlukların sahte olduğu
insan hayatında her zaman vardır.
Üretmek mi?
Üretmek akıl ister. Fikir taklidi, hele aynısını yazarsan
adına hırsızlık denir. Herkesin beğendiği yapıtın sahibi
alkış alır sen kıskanırsın ve herkesten büyük olma krizine
girersin, ne yapacaksın o zaman. Taklit edeceksin. Çünkü
taklitte zahmet yoktur. Zahmet olmadığı zamanda karşımıza
korsan plaklar, korsan kitaplar gibi bir korsan sektörü
çıkar ki emeği, üretimi ayaklar altına alır.
Topluma zararı
dokunan taklitçilerle elbirliğiyle mücadele etmemiz gerekir.
Her yazar, her şair kendi arkadaşlarının yapıtlarının
takipçisi olmalı hatta tanımadığımız büyüklerimizin bile
yapıtlarına bir başkası benim diye sahip çıkabilir.Ve böyle
bir kültür hırsızlığını yakalıyorsak şayet onlarında
haklarını korumak bizlerin görevi olmalı.
Her yazarın
kendine özgü bir yazı yazma sanatı vardır. Birbirlerini
tanıyan yazarlar, şairler kendi üsluplarına göre cümlelerini
kurar, belleklerindeki kelimeleri ona göre seçerler. Ancak
tabiî ki okuyup kendi güncelinde yenilikler yaratma, beyninin
laboratuarında yeni denek kelimelerle harmanlanmış yeni
akımlar getirmekte olasıdır.
Edebiyatta biraz
isim yaptınız mı onun rantı da peşinden gelir. Ancak rant
sağlayacağım diye de kaliteyi düşürmek olmaz. Siz kendi
doğrunuzda devam ederken bir başkasının gözü kulağı sizin
üzerinizdedir. En kısa zamanda bir bakmışsınız bir yerden
taklidiniz sürgün verivermiş. Tabiî ki sizin tiryakileriniz
yani okurlarınız boş duracak değiller ya, bir yerlerde okunan
bir şiir sizin tiryakinize tanıdık gelip o okunan şiire
kulak kabartabilir. Bizde de öyle oldu.
Şiirler bizim şiirlerimiz olmayabilir gene
de böyle şiir taklitçiliğine göz yummayarak eser sahipleri
arkadaşlarımızın, dergi ve gazete sahibi dostlarımızın
taklitçilik ve hırsızlık olaylarından haberdar edilmeleri
gerektiğini düşünüyorum. Bu gibi kişilerin ispatlanmış
çalıntı eselerlerle yayınlanmış kendi eserlerinin birlikte
görüleceği bir liste yapılarak tüm şairlerin kendi
arşivlerinde bulundurması zaruret haline gelmiştir
|
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
02 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
|
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
Ahmet CANBABA |
Ahmet CANBABA HAYAT HİKAYESİ |
- HATİCEM
-
- Eş için ağaca bez asma sakın
- Arama boşuna yatır Haticem
- Ne çıkarsa şansa bahtıma deyip
- Aşkı bu kadarla yetir Haticem
-
- Bu sade sevginin bakma çapına
- Kaç kişiyiz şurda topu topuna
- Arsız yapma beni gönül kapına
- Kırgınlığı burda bitir Haticem
-
- İçten bakışınla yaramı sarsan
- Geleceğin hüzün bensiz yaşarsan
- Hayatın tadına hele bir varsan
- Yerim seni çıtır çıtır Haticem
-
- Ruhun, aşkta gıda çoğunluğunu
- Yaşa tüket sevgi öğünlüğünü
- İçindeki duygu yoğunluğunu
- Kağıda dök iki satır Haticem
-
- Herkese yaşamdan olmalı dersin
- Senin gibi herkes murada ersin
- Açık kapı bırak içeri girsin
- Mutluluğu geri getir Haticem
-
- Arzu ettiğinde çalınsın zilin
- Aşkı çok yaşasan tükenmez pilin
- Yılanı dost eder bir tatlı dilin
- Kırmayasın gönül hatır Haticem
-
- Ekmişim bir tohum içimde bitir
- Gelecek kar gibi zaman eritir
- Solmasın sulayım bir demet getir
- Sevda bahçesinden ıtır Haticem
-
- Kötülük bulma sen şerre gelme sen
- Mutluluk kapında hüzün bilme sen
- Benim yüreğimde bensiz kalma sen
- Geç gönül köşküme otur Haticem
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
03 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
Ahmet CANBABA |
Ahmet CANBABA HAYAT HİKAYESİ |
KUŞ GRİBİ ve KURBAN BAYRAMI
Her sene
Bir hayvan katliamı bayramı yaşanır.
Çifte sürülen öküz
Ağzı süt kokan kuzular
Koçluğunu yaşayamamış koçlar
Buzağı veren inek
Biriniz hastalanınca şaptan
Hepiniz öldürülürsünüz.
Kurunuz yaşa karışır
Ölüm yanlarınız ağır basar.
Kuyrukta kurbanlıklar kesilmeye durur.
Kaçanlar kurtulamaz
Katliamlar kuyrukta.
Ne koyunlar gitti,
Ne danalar, ne develer.
Hayvanlar öldü
Biz bayram yaptık.
Bir tomurcuk gül gibi
Bir öpücük düşmüştü gagasına civcivin
Civcivi seven bir çocuktan.
Sen kesilmeye büyürsün civciv
Tavuk olup.
Kazanç kapısısın insanların.
Kimi zaman yaşamın kundaklanır
Sarmışsa yurdumu
Kasıp kavurmuşsa hele grip.
Canlı canlı gömülür toprağa,
Diri diri yakılır gözyaşları.
Ne tavuklar gider
Ne horozlar hindiler sayısız.
Her yerde can pazarı.
Ölümler karışır birbirine
Ölümler çeşit çeşit.
Yalnız bizde ilkellik.
Yalnız bizde her taraf
Canhıraş mahşer yeri.
Yalnız bizde ölümün kaderi
Biraz daha vahşi
Biraz daha acımasız
Biraz daha beterin beteri.
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
04 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
Ahmet CANBABA |
Ahmet CANBABA HAYAT HİKAYESİ |
- MENDERES ÇIKMAZI
-
- Sevda türküleri söylerken
- Sevgililer fısıltılarla
- Aldandım.
-
- Ölüm düştü
- Ölümler düştü
- Parçalanmış bedenlere
- Kahbe bir bombada
- Haber soludum.
-
- Görgü tanıkları
- Olay yeri
- Feryat figan.
- Muammer, güler
- Gözlerim boşaldı
- Hain ve acımasız teröristlere
- Lanet okudum.
-
- Korku cam kırıklarında
- Darmadağın.
- Hırsından kilitlenmiş dil
- Ve hırsından kilitlenmiş yumruk
- Ve gözyaşından ıslanmış mendil.
- Ağıtlar çökmüş gözlere
-
- Acılara sağır ten
- 27 Temmuz gecesi.
- Dağılmış sokaklara korkulu gözler
- Kangölüne düşmüş suretler
- Damarlarda çürümüş kan
- Ölüm sebil.
-
- Can çıkmazına döndü sokak
- Teselliye kaçmış üzüntüler
- Hain tuzaklara yem.
- Zavallılar sürüsü
- Bu gün
- Utanç duvarına çarpmış.
-
- Amerikan uşağı pkk
- Dönekler ordusu yaratmış
- Bir habis ur gibi memleketimde.
- Burjuvazi
- Yaşamda bir devinim
- İleri, geri sağ, sol
- Orta yol
- Oltada yem.
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
05 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
Ahmet CANBABA |
Ahmet CANBABA HAYAT HİKAYESİ |
- OYYY DEME OY
İSTEME
-
- Deme niçin?
- Anlıyorsunuz
- Bilinçsiz bir ölüm için
- Tekrar dön işsizliğine.
-
- Sana arka çıkanlar
- Elinden tutarlar belki.
- Süzülüp imbiğinden geçerken
-
- Hayatın,
- Her gülüşüne
- Bir kıvılcım tütsülenir.
-
- Yaşamı borç bil.
- Acısını yaşayıp
- Gözlerinin içine sokulurcasına
-
- Köle pazarının hazırlıklarında
- Saldırgan yüzleri
- Vampir çığlıklarının.
-
- Sen hayatını koyarsan
- Koy
- Bir hırka
- Bir lokma ya.
-
- Un
- Sabun
- Pirinç yağ
- Peşinden
-
- Oyyy
- Oy.
-
- Herkesin bir duruşu var
- Hayat denen oyunda.
-
- Tedirginlik hörgücü
- Bir dağ gibi durur
- Önünde.
-
- Ne bentler kurulur
- Rüyalarının önüne,
- Ne seğirtmelerle yetişilebilir
- İnsan
- Düş e.
-
- Düşe düşe
- Döllendikçe dert,
- Yağlı bir urgana
- Asılı kalır ömür,
- Ya da kömür
- Ya da erzak
- Oy olmuş
- Oyyy
- Oy.
-
- Küflü bir kaçışın ardından
- Işıkla ıslandılar
- Bilimin sırrıyla beslenip
- Sığ sularda.
-
- Mevsimler suskun.
- Yağmurlar uyur
- Yağmur duasına inat.
-
- Birşeyler fısıldıyor
- Bir günlük yaşamım.
-
- Irgatlığım günlük.
- Günlük satılmalarım
- Ya borç aramakla geçer
- Ya iş.
-
- Güneş aldatır beni
- Gök kara bulutlarla kapanmış
- Yağmur aldatır.
-
- Yada
- Kendimizi eskitmek
- Kalır yanımıza kar
- Yasaklı dudaklarım
- Ve isyanlarımızla birde
- Hışmını üstüne çekti mi
- Para babalarının
- İş öksüzüyüz
- Aş yetimi
- İhanet şimdi
- Bol kepçe
- Böyle yaşamda
- Kimseye mihnet edilmez
- İlle kelepçeli yaşamak mı
- Mahkumiyet dediğin
- İş yok
- Aş yok
- Son
- Muson
- Yağmurlarından
- İçimdeki sel
- Canım yanıyor
- Oyyy
- Oy
-
- Üryandık
- Lal dudaklarda
- Suskunluk payına baş eğmeler
- Nasıl tedirgin
- Doğduğumuz topraklar
- Bir lokmacık aş veremiyorsa
- Yangın söner yüreğimde
- Hiç kimsenin nesine
- Ben yanarım
- Sen farkında değilsin
- Hiç kimse
- Aldırış etmiyor
- Hiç kimsenin sesine
- Bende doğmayı unutmuş
- Onda batmayı bir güneş
- Sabır aşı
- Sarı tütün
- Bir rüzgarki eylül lodosu
- Gün yanığı yüzlerde
- Dikilmek ayrık otuna
- Yokluğa uyanmak
- En acısı
- Nasır tutsun dertler bende
- Tiryakisi olmalıyım diyorum
- Tiryakisi
- Acının
- İstemediğiniz her şey
- Bende kalsın
- Yüksünmem
- Oyyy oy deme
- Oy
- İsteme
- Oy oy
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
06 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
Atilla ALPAY |
Atilla ALPAY HAYAT HİKAYESİ |
TAVLA
Ortalığı kavuran güneş batmak
üzereydi. Ecabad'a giden karayolunun kenarındaki şirin bir köyün
asmalı kahvesinde ahali oturmuş dinleniyordu. Kimi yoldan geçen
araçları izliyor, kimisi tv seyrediyor, kimisi nargile
tokurdatıyor, kimisi de çay içiyordu. Ortadaki alçak mermer
havuzun etrafına serpiştirilmiş masalarda oturanlar yine yorgun
ve sıcak bir günün sonunda akşam serinliğini bekliyorlardı.
Bir yolcu otobüsü geçti.
Peşinden bir başka özel vasıta. Derken başka bir araç göründü,
sinyallerini yaktı, yavaşladı, yaklaştı ve kahvenin önünde
durdu. Bir müddet dışarı çıkmamak için duraklayan yolcular
nihayet pencerelerden başlarını uzatıp, çevreyi incelediler.
Direksiyondaki; aracın kaputunu açan çubuğu çekti ve aşağı
indi, bunu diğeri takip etti. İki orta yaşlı turistti gelenler.
Kahveci birkaç adım öne çıktı. Yüksek bir sesle bağırdı.
-Welkam,velkam..Kola var,pepsi
var,ayran var.
Nargile içenler,tavla
oynayanlar,velhasıl herkes o tarafa dönmüş gelenlere bakıyordu.
-Bunlar turist galiba !
-Tabii turist baksana.
-Yoksa ne işleri var burada.
-Ne olacak dedelerinin
mezarlarını ziyarete geldiler. Başka neden gelsinler ki
-Bunlar İngiliz, çocuklar,
-Nereden anladın Gazi dede.
-Birde soruyorsun,Gazi Deden
elli yıl önce kimlerle çarpıştı, burada..
-Elbette tanır,insan dostunu da
tanır düşmanını da.
-Öyle değil mi Gazi dede.
-Öyledir İnşallah,Allahualem..
Turistler ilerlediler,kadın
olanı etrafa bakınırken kahveci koca bir maşrapa su ile yanında
belirdi.. Araç su kaynatmıştı. Radyatör kapağından buhar
çıkıyordu. Durum anlaşılmıştı.
-Ben var şok teşekür etmek.
-Birşey değil , buyrun,velkam,
cold cola,soğuk ayran,türkiş kafi..
Kahvenin önündeki çeşmede
yüzlerini yıkadılar, birkaç köylü ayağa kalktı, içeri buyur
etti. Bir tanesi ellerini sıktı. Herkes kendince bir şeyler
söyledi. Ortadaki havuzun kenarına, kahvenin en serin yerine
oturttular misafirleri.
Herkes merakla bakıyordu
gelenlere. Hâlbuki turistlere alışkındılar. Hemen her sene
binlercesi gelir, harp sahalarını ve abideleri ziyaret
eder,köyden alışveriş yapar,burada oturur dinlenir,sonra da
giderlerdi.
-Biğğ kola and biğ türkiş kafi,please.
-Okey, mr. Allright kafi sade mi
olsun,normal ?
-Sağde,sağde,su da,cold water,
Kalabalığın ilgisi
misafirlerden yavaş yavaş çekildi. Onlarda rahat rahat
serinlemeli ve misafirperverlikte bir kusur edilmemeliydi.
-Where are you came from, Mr.?
Birden bütün başlar havuzun
öbür başında tavla oynayan Gazi Dede' ye döndü.
Turist birden silkindi,şaşkındı.
-Ooo,Yeaa.Good, We came from
İstanbul.!
-Why?
-Visiting , For memory ,For my
dads grave..
Kimse şaşkınlığını üzerinden
atamamıştı
-Vay Gazi Dedem ingilizce de
biliyormuş.
-Biliyormuş da bizim haberimiz
yokmuş.
-Ne dedi bu gavur Gazi Dede.
-Büyükbabasının mezarını
ziyarete gelmiş.
-Sen nereden biliyorsun
İngilizceyi dede, Ya,
-I.cihan harbinde bizi Glasgowa,
bunların memleketine gemi almaya gönderdilerdi. O zamanki
harbiye-i umumi reisi Enver paşaydı. Orada üç ay kaldık ve kurs
gördük. Bende çarkçıbaşıydım.
İstanbul da idadiyi
bitirmiştim.Harp çıkınca askere çağrıldım. Sonra muharebe
başlayınca vermeye yanaşmadılar,halbuki parasını
ödemiştik,,bizde kalkıp gelip harbe katıldık. Hepsi bu.
-Vay amma hikaye ha, roman gibi.
-Bu konuya film çevrilir be Gazi
Dede..
-Susun bakayım, edepsizlik
etmeyin. Şurada misafirlerimiz de var.
-Bırak çocukları, sevdiklerinden
böyle yapıyorlar. Benim bir şikâyetim yok.
-Tabii, biz bu günleri onlara
borçluyuz.Benden bir çay Gazi Dede'me..
-Allah uzun ömürler sıhhat ve
afiyetler versin.
-Seni başımızdan ve köyümüzden
eksik etmesin.
-Amiin.!
Turistlerin biraz dinlendikleri
her hallerinden belliydi. Dede onlara da İngilizce olarak durumu
anlattı. Sonra karşısındaki ile tavlaya kaldığı yerden devam
etmeye koyuldu. Turistlerin şaşkınlıkları ve hayranlıkları daha
da artmıştı. Nihayet kahveci kola ve kahveyi getirdi..
Bir ara erkek İngiliz’in tavlaya
aşina olduğu anlaşıldı. Çünkü oturduğu sandalyeyi biraz
çekerek dedenin masasına yaklaştırmış,, hem kahvesinden bir
yudum alıyor; hem de dedeyi izliyordu
Köyün en yaşlı insanı ve bir
Çanakkale gazisiydi. Yaşı yetmişi geçeli çok olmuştu. Sempatik
cana yakın bir ihtiyardı. Bastonuna dayanarak hemen her gün bu
kahveye gelir, önüne gelenle tavla oynar, herkesi yener,çayını
içer ve akşam namazında tam ezan okunurken de giderdi.Öyle ki
birkaç gün kahveye gelmese hemen merak eder ve evine yollanır
halini sorarlardı
Nihayet tavla bitti. Oynadığı
köylü yenilmişti. Saf saf dedeye bakıyordu.
-Benden bir çay dedeme..Vallahi
pes.Bu yaşta bu zeka..Maşaallah...
-Eyvallah, sende dikkatli
oynasaydın.
Kahveci çayı getirdi.
Turistler merak içindeydi.
İngilizce konuşan ihtiyar bir tavla ustasıydı.
-Sen var benle oynamak, bekgamın.
-okey,mr,sitdown,wait a minute,
I,m drinking tea, my tea time,now.
-allright ,I 'm waitin here
Ortalık derin bir sessizliğe
bürünmüştü. Gazi Dede keyifle çayını yudumluyordu.
Rakibi de kalktı, aracına doğru
ilerledi otomobilinin suyunu koydu,radyatörün kapağını kapattı.
Hanımı da aracın içini yerleştirmeye koyulmuştu.
-Yes Sir, I,m Okey. Lets play
the backgammon.
-Okey, I am ready,
Güneş iyice köyün arkasındaki
dağlara gömülüyor, hafif hafif esen bir meltem asmalı kahvenin
çardağına hoş bir serinlik getiriyordu.
Nihayet oyun başladı. Bütün
köylü halka olmuş, sandalyelerini dizmiş oyunu seyrediyorlardı.
-Şeş!
-Five!
-Düşeş
-Gate,
-okey
-Yek,
Asrın maçıydı sanki.Nefesler
tutulmuş, gözler bu iki oyuncuya kilitlenmiş, dikkatler
yoğunlaşmış, kaşlar çatılmıştı..
Epey bir zaman geçti. Oyun öyle
güzel gidiyordu ki İngiliz' in de yaman olduğu anlaşıldı.
Nihayet bir gürültü koptu. Gazi
Dede son pulu hızla tavlaya indirdi . ve "tuuş" diyerek oyunun
bittiğini ve zaferini ilan etti.
İngiliz şaşkındı, nasıl bu kadar
çabuk ve güzel yenilmişti. Hala şoktaydı, adeta dili tutulmuştu.
-Dede kazandı.Yendi İngiliz’i.
-Evet, İngiliz mağlup,
-Hayret, Bravo Dede ,Ya.
-Maaşallah Dede,Maaşalah..
Gazi Dede havuzun kenarına
astığı bastonunu aldı ve ayağa kalktı. Bir eliyle bastonuna
dayanırken bir eliyle de tavlayı kapattı.
-Give me your hand !
İngiliz elini uzattı ve
sıkacak zannetti. Dede tavlayı koltuğunun altına sokarak.
-Take your backgamın(tavlanı
al),geçmiş olsun.its okey.dedi..
Herkes şaşkınlık içindeydi.
Kalabalıktan ve İngiliz’den çıt çıkmıyordu. Dede yeleğinin
cebinden köstekli saatini çıkardı ve baktı. İlerde köyde
minareden ezan sesi yükseliyordu. Sonra kalabalığa döndü. Yaşlı
Çanakkale gazisinin ağzından dökülen cümleler kahvenin ortasında
bir top gibi patladı.
-Biz bunlara burada yenilmedik,
tavlada mı yenileceğiz?
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
07 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
 |
Atilla ALPAY |
Atilla ALPAY HAYAT HİKAYESİ |
ERTUĞRUL FİRKATEYNİ
2.Abdülhamit Han’ın emriyle japonya ile Devlet-i Ali' i Osmani
arasındaki dostluk ilişkilerini pekiştirmek amacıyla bir gemi
hazırlanır.
İçinde
kalabalık bir seçkin insanlar heyeti ve hediyelerle Japonya’ya
gidilecek ve imparatora Ulu hakanın selamları ve dostluk
mesajları sunulacaktır.
Zamanın en
büyük gemilerinden yelkenli ve üç direkli Ertuğrul firkateyni bu
sefer için günlerce hazırlandı.
Japon
imparatoruna nadide mücevherler, doru atlar, gümüş eyer ve koşum
takımları, atlas çadırlar,hanedan üyelerine ipekler ,tüller,
halis dokumalar, ibrişim,incili ve simli kaftanlar, sedef
kabzalı kılıçlar, tombak miğferler ve kalkanlar, gergedan
boynuzu yaylar, çakmaklı altın kaplama kundaklı tüfekler;
ülkedeki meyva ,sebze ve yemişlerden hazırlanan kumanyalar ve
buna benzer değişik armağanlar itina ile hazırlanmış ve nihayet
yola çıkılmıştı.
Bir buçuk
ay süren yolculuk neticesi Japonya’ya varıldı. İmparatorun
huzuruna çıkıldı. Ziyaret de, oradaki geziler de , karşılamalar
da her şey muhteşemdi. Osmanlı uleması, fen adamları ve
sanatkârlar için bu ülke adeta bambaşka bir yer ve bir masal
ülkesiydi.
-Ama
efendim..Bu kadar kısa zamanda bu hazırlığı yapamayız. Tamam
heyeti karşılarız ,devlet konukevine yeleştiririz. Fakat..Baş
üstüne Efendim..anlaşıldı efendim..
Heyet çok
kalabalık efendim. Konukevine sığmadılar... oteline
yerleştirdik. Heyette bir çok da budist rahibi var.
-Bu heyet
ne gerekçeyle gelmiş, gelmeden önce konsolosluğumuza
bildirmişler mi ?
-Evet
efendim,
-Peki
konsolos bize bildirmiş mi?
-Evet
Efendim.
-Peki
bizim niye haberimiz yok.
-Bu kadar
ciddiye alacaklarını sanmıyorduk efendim.
-Neyi
-Ertuğrul
gemisinin batışının ..yılını anmak üzere ülkemize gelerek dini
bir tören yapmak isteyeceklerini..
-Hoppala,
ne yapacağız. Bunları, Ayasofya’ya mı götürsek,ya biz laik bir
ülkeyiz. Ne dini töreni. Hemen dışişlerini ve başbakanlığı
arayın.
-Haber
geldi mi.
-Evet
,gereğini yapınız diyor.
-İyi bizde
protokole haber verelim bari..Ama herkesin işi gücü var .
-Nereyi
ayarladınız..
-Dolmabahçe
sarayı, muayede salonunu.
-Ala ,
haydi kolay gelsin..
O gün çok
ekren saatlerde kalabalık Japon heyeti için Dolmabahçe sarayı
açıldı. Sabah gün doğmadan boğazın sularına karşı Dolmabahçe
rıhtımında Budist rahipler tarafından yapılan Ertuğrul
şehitlerini anma duası ve töreni ile boğaza bırakılan çelenk
görülmeye değerdi. Ülkemizde bu kadar çok sayıda Budist rahibi
ve onların gerçekleştirdiği bir dini tören ilk defa oluyordu.
Bir daha da olacağı yoktu. Sonra salona geçtiler. Tütsüler
yakıldı. Güneş yavaş yavaş doğuyordu. Garip enstrümanlardan
çıkan ince ve titrek sesler eşliğinde yine dualar edildi. Daha
sonra herkes derin bir sessizliğe gömüldü. Saatler süren
bekleyiş sona erdi. İstanbul protokolü nihayet korumalar ve
eskortlarla tantanalı bir şekilde saraya geldi. Kapılar açıldı,
telsizler çalışıyor, korumalar birbiri ile yarışıyor, bir
hareketliliktir gidiyordu.
Türk
heyeti Muayede salonunun kapısında frak ve smokinleri ile
göründüğünde içerden güzel tütsü kokuları yayılıyor ve garip
enstrümanlardan ince ve ahenkli duygusal sesler çıkıyordu.
Kimono ve ulusal giysileri, nahif makyajları içinde bayanlar bir
kenarda oturuyor, saz heyeti bir başka kenarda iken Budist
rahipleri de ellerini kavuşturmuş dua ediyor; erkekler de
samuray kılıçları ve topuz yapımı saçlarıyla,ince sarkık
bıyıkları ve sert bakışlarıyla bağdaş kurmuş birer buda heykeli
gibi oturuyorlardı.
Heyet
birden durmak zorunda kaldı. Çünkü kendilerini ayakta
karşılayan frak,smokin veya koyu renk elbiseli güler yüzlü
adamlar yoktu. Sanki bir tarihi film dekorundan çıkmışçasına
yüzü aşkın Japon Dolmabahçe Sarayının o tarihi dekorunda ince
minderler üzerinde yere oturmuş dua ediyorlardı.
Kısa bir
sessizlik oldu. Kimse yerinden kıpırdamıyordu. Sonra bir Budist
rahip yüksek ve davudi bir sesle dua etmeye başladı. Diğerleri
de tasdik eder bir hece ile mırıldanıyorlardı.
Bu arada
görevliler bir yerlerden sessizce sandalye taşıyor, heyet
üyeleri için Japon’ların tam karşılarına bir yer
hazırlıyorlardı.
Törenin
sonuna gelindiği anlaşılıyordu. Bir kenardan kısa boylu zayıf
bir Japon görevli zuhur etti ve heyetin en önündeki resmi
görevlinin kulağına eğilerek heyet adına bir konuşma
yapılacağını bildirdi.
En öndeki
samuray kılıçlı ve heybetli ,saçları topuzlu mahalli kıyafetli
Japon ,sert ve kısa hecelerden oluşan bir konuşma yaptı. Anında
tercüme edildi. Türk heyetinden bir başka yetkili de Japon
heyetine duyarlılığından ötürü teşekkür etti. Bir genç Japon
kızının verdiği çiçeği ve küçük bir kutu içindeki armağanı aldı.
Sonra resmi görevli Japon sordu. Ve sorusu heyet başkanına
tercüme edildi.
-Bizim
duamız ve törenimiz bitti. Sizin din adamlarınız nerede, onlarda
kutsal kitabınızı okuyup dua etmeyecekler mi ? Veya yapacağınız
bir şey yok mu ?
Hazırlıksız
yakalanılmıştı. Bir yetkili hemen yakınlardaki Beyoğlu Cihangir
Camii imamını getirtmeyi düşündüyse de sonra vazgeçildi.
Japonlar da durumu anlamışlardı ve hiç itiraz etmeden sırayla
kalkarak sandalyelerinde oturan heyeti eğilerek selamladılar ve
birer birer saraydan dışarı çıktılar.
Son olarak
yine zayıf Japon görevli ortaya çıktı ve heyetin şimdi de o
dönemin imparatoru 2.Abdülhamit Hanın türbesine gitmek
istediğini bildirdi.
Yine
telsizler çalıştı. Eskortlar, makam arabaları, korumalar
koşuşturdu. Smokinli insanlar sarayın merdivenlerinden hızla
indi. Japonlar birkaç turist otobüsünde büyük bir disiplin
içinde yerlerini almışlardı. Makam arabaları, trafik ekipleri ve
konvoy hızla Cağaloğlu’na oradan da Divanyolu’na yöneldiler.
Nihayet
büyük türbenin önünde duran otobüslerden Japonlar indi ve
sırayla türbenin dışında yan yana ilkokul çocukları gibi
dizildiler. Halk durmuş ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.
Kalabalık gittikçe arttı. Nihayet kapılar açıldı. Japon heyeti
küçük guruplar halinde türbenin içine girerek dua etmeye ve daha
sonrada geri geri giderek ve arada bir eğilerek türbeden dışarı
çıkmaya başladı.
En son bir
yetkili türbenin bir kenarına bir buket çiçek yerleştirdi.Yine
bir kutu bıraktı.
Toplantı ve
ziyaret kısaca her şey bitmişti. Japonlar da, Türk heyeti de
yavaş yavaş dağıldılar.
Ertesi
günün gazetelerindeki başlıklar ilginçti.
Ertuğrul
firkateyninin Japonya’da batışının ..yıldönümünde bir
parlamenter ve protokol heyeti,kırk Japon samurayı,on bayan
görevli,bir musiki heyeti ve yirmi Budist rahibi İstanbul’a
gelerek Dolmabahçe sarayında büyük bir anma töreni
gerçekleştirdiler.
Sabah gün
doğmadan Dolmabahçe rıhtımında duaya başlayan Japonlar boğazın
sularına çelenk bıraktı. Hiçbir gazetecinin ve televizyonun
bulunmadığı bu töreni gören balıkçılar böyle muhteşem bir
hadise görmediklerini ve Japonların birer çocuk gibi gözyaşı
döktüklerini söylediler.
Öğlene
doğru saraya gelen Türk heyetinde din adamı olmaması ve Japonya
topraklarında şehit olan 165 denizci, ilim ve Din adamlarından
oluşan Osmanlı heyeti için de törende rol alınmaması
protestolara yol açtı.
Daha sonra
Abdülhamit Han türbesini ziyaret etmek isteyen heyet için
“bakanlar kurulu izni” gereken türbe önceden giden görevliler
tarafından kapısı kırılarak açıldı ve başka bir mahcubiyetten de
böylece kurculundu.
Japon
heyetinin türbede dua ettikleri ve eğilerek geri geri dışarı
çıktıkları gözlenirken Türk heyetinden kimsenin türbenin içine
girmediği de gözlerden kaçmadı.
Kimono ve
Samurai kılıçlarıyla Dolmabahçe de ince minderlerde saatlerce
oturarak dua eden japonlara mukabil ;Türk heyetinin
sandalyelerde oturarak hiç dua etmedikleri de toplanının hoş
olmayan ayrıntılarındandı.
Japon Meiji
Hanedanından İmparatorun kardeşi ile saray erkanından bir çok
hanedan üyesinin de Samuray kıyafetiyle katıldığı törende
resmi bir Türk Din görevlisinin bulunmaması büyük bir skandal
olarak nitelendiriliyor.
Heyet
İstanbul Vali Muavinine bir buket ve kutu takdim etti. Bunların
bir eşi ise Abdülhamit Han türbesine bırakıldı. Kutuda;
Japonya’daki Ertuğrul Şehitlerinin kabirlerinden alınan toprak
olduğu ve buketin ise Türk denizcilerin mezarlarında yetişen
kiraz çiçeklerinden hazırlanıldığı öğrenildi.
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
08 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
Emine Sevinç ÖKSÜZOĞLU |
Emine Sevinç ÖKSÜZOĞLU HAYAT HİKAYESİ |
ERTELENMİŞ DÜŞLER'İN ŞAİRİ ŞEVKİ DİNÇAL
Senden başka yar bilmem ömür boyu gözüme
Bak de yeter bakarım başım gözüm üstüne
İster aşk denizine ister hicran gölüne
Ak de yeter akarım başım gözüm üstüne
Türk şiirinde bir usta isim
Şevki Dinçal. O şiirlerine yüreğini akıtmış, şiirlerini sevgisi
ile damıtmış bir şair. Şiirleri ile olduğu kadar, son derece
enteresan yaşamı ile de dikkatleri üzerine çekmektedir.
1952 Sivas / Sarkışla doğumlu
olan şairimizin, çocukluk yaşamı sokaklarda geçmiş. Bir sokak
çocuğu olarak büyüyen ve hayatına kendi elleri ile yön veren,
yaşamı herkese ibret olacak bir usta isim. Polis Akademisi'nden
1973 yılında mezun olarak İzmir Emniyet Müdürlüğü' nde komiser
yardımcısı olarak göreve başlamış. İzmir-Şanlıurfa-Ankara ve
Bursa illerinde Emniyetin çeşitli kademelerinde görev yapmış.
1997-1999 yılları arasında 2 yıl Bilecik İl Emniyet Müdürü
olarak çalışmış. Yurt dışında mesleği ile ilgili olarak çeşitli
kurs ve seminerlere katılıp, ülkesi için özveri ile çalışıp
büyük başarılar göstermiş. Halen Emniyet Genel Müdürlüğü emrinde
üst düzey görevini Emniyet Müdürü olarak sürdürmekte, evli ve 1
erkek çocuk babasıdır.
“Ertelenmiş Düşler” şairin en
çok ses getiren kitaplarından biridir. O büyük bir ustalıkla
kaleme aldığı şiirlerini sevgi ile yoğuruyor, aşk ile dokuyor.
Kısacası Şevki Dinçal şiiri iyi biliyor.
“Ertelenmiş Düşler” isimli kitabından, sayfa 60
“Mutluluk” isimli şiirinden.
Tenine kaç çiçek esansı sinmiş
kokladıkça sarhoşluğum ondandır
kaç mehtap sevgiyle aşk ile inmiş
mutluluk yüzüne baktığım andır.
Türk şiirinin beyefendi ismi
Şevki Dinçal, yaşamında elde ettiği başarılar kadar, şiirde de
son derece başarılı bir isimdir. Yalın dizeleri sevgi, dostluk,
barış, özgürlük, doğa izleklerini oluşturuyor. Öznel, güncel
olaylar içtenlikle işlenmiş şiirlerinde. Duygular geniş bir
yelpazede, bir bir gün ışığına çıkıyor. O şiiri iyi biliyor,
güzel nakşediyor kalemiyle. Yer yer karamsar, yer yer iyimser,
boyun eğen, kimi kez başkaldıran şiirlerde her şey sevgi için.
Beklenti, düş kırıklığı, özlemlerin dile getirilişinde;
anılarında, özdeyişlerinde çok şeyin yalan, yalnızca sevginin
gerçek olduğunu düşünerek, kapılarınızı karamsarlığa kapatıp
sevgiye açıyorsunuz.
“Ben Seni Sevdim Ya” diyen
şairimizin bir diğer kitabının adı. Şiirin evreninde dolaşmak ve
şiirin içinde yer almak, birbirine çok yakın anlamlar taşıyan
iki cümle. Şevki Dinçal için söylenebilecek sözcüklerin en
güzelleridir. Çünkü şiirin evrenine ulaşmak için şiirin içinde
olmak gerekir. Şairimiz tam isabetli bir noktadadır. Şiirin
teması ağırlıklı olarak sevgi, aşk, insan ve doğadır. Sevgi
deyince şairde, her türlü sevgi yüreğinde saklıdır ve sevgiyle
doludur. Onun aşkı Yunus aşkı gibi yüksek ve derindendir. Suya,
yağmura, insana, sanata, doğaya, arkadaşa. Çiçekten böceğe her
türlü aşk vardır şiirlerinde.Yani aşk yelpazesi çok geniştir.
“Ben Seni Sevdim Ya” isimli kitabından, sayfa 7
“Ben Seni Sevdim Ya” isimli şiirinden.
Ben seni sevdim ya ötesi yalan
Bilmesen ne olur bilsen ne olur
Alıştı gözlerim akan yaşlara
Silmesen ne olur silsen ne olur
Şiirlerinde yalın Türkçenin mis
gibi kokuları tütmekte. Arı saf bir şiir dili var. Anlaşılır
sözcükler ile şiirler daha da bir güzelleşmiş durumda. O’nun
şiirlerini okuyan herkes kendisinden bir parça bulur. O
şiirleriyle, anlaşmazlıkla şiirin şiir olacağını savunanlara da
yanıt vermiş oluyor. Doğanın kanunu olan aşkı, insanı giz
tutarak sözcüklerde nasıl anlatabilir. Şair o az dille bilinen
sözcüklerle ancak anlatılır. O Türk şiirine mührünü basmış usta
bir kalem, usta bir şair...
“Ben Seni İki Kişilik Sevdim”
şairimizin bir diğer kitabı. Adeta kelimelerle vals yapan,
sözcükler arasında ustalıkla köprü oluşturan ve şiirlerine bir
mimar edasıyla hükmeden bir şairle karşı karşıyayız. O ne büyük
ustalıktır ki; yer yer şiirlerinde sevgiyi sunarken
okuyucularına, yer yer bir an da köpürüp kızan bir sevgili
olabiliyor. Bu ne büyük bir şiir aşkıdır ki; sevdiklerini
şiirlerine konu edebiliyor. Öyle ki oğlu için yazmış olduğu
“Sorma Bana Oğlum” isimli şiir bunun için en büyük örnektir.
“Ben Seni İki Kişilik Sevdim” isimli kitabından, sayfa
154,155,156
“Ben Seni İki Kişilik Sevdim” isimli şiirinden.
Ben seni hep iki kişilik sevdim
Düşlerimiz ayrı olsa da gecelerimiz birdi
Gök kubbenin yıldızları altında
Aynı havayı soluyor aynı sulardan içiyorduk
Aynı zaman içinden birlikte geçiyorduk
Hayalinle yatıyor seninle uyuyordum
Aşkımın ötesinden sesini duyuyordum
O ses ki sen uzakta olsan bile yüreğime yakın kaldı
Mutluluğun yolunda
Ben seni hep iki kişilik sevdim
"Söz uçar yazı kalır" demiş
atalarımız. Kitap, yazılı bir kaynaktır. Sözle söyledikleriniz
unutulabilir, belki hatırlanmaz bile. Ancak, yazılanlar
kalıcıdır. Kitap gelecek kuşaklara bırakılabilecek en büyük
mirastır bir yazar için. Bundan bin yıl sonra bile bir kitap
şairinin adını yaşatır. Çünkü şairler yaşadıkları çağın en büyük
tanığıdırlar. Şevki Dinçal'da çağının en büyük tanığı olarak,
geleceğe çok nadide eserler bırakacak bir usta isimdir.
“Aşk Ve Ötesi” Şairimizin bir
diğer yapıtının adıdır. Daha önce yukarıda da belirttiğim gibi,
aşkı şiirlerine ilmek ilmek dokumuş bir isim Şevki Dinçal. Satır
aralarına gizlediği yaşamı onun şiirlerine ışık tutmuş, yol
gösterici bir rehberi olmuş. Onca yaşadıklarına rağmen hayata
sıkı sıkıya bağlanmış. Her daim hayatta yaşadıklarını kaleme
alarak, büyük incelik ve ustalıkla şiire aktarmış.
“Aşk Ve Ötesi” isimli kitabından, sayfa 100
“Ömrü Yoksa Bu Aşkın” isimli şiirinden.
Gece gündüz demeden seni düşünüyorum
Öyle çaresizim ki gönül şaşkın göz şaşkın
Ya gel bitsin hasretim ya da bırak ne olur
Koparılmış gül kadar ömrü yoksa bu aşkın
Hatta ülkemizde okuyan
insanımızdan çok yazan insanımızın var olduğunu biliyoruz. Hatta
öyle bir toplum olduk ki, okumadan yazar çoğunluğu sağlayan bir
toplumda yaşıyoruz. Ancak bu çoğunluk içinde şair ve yazar
olarak adını duyurabilmek, gelecek kuşaklara kalıcı eserler
bırakabilmek çok zor bir durum. Ne var ki, Şevki Dinçal
beyefendi bu zoru çoktan aşmış ve adını Türk Şiirine kabul
ettirmiş, kitapları ile gelecek nesillere güzel şiirler
bırakabilecek bir şairimizdir.
“Sessiz Sesim” Şevki Dinçal
beyefendinin, şiirde ben de varım dediği kitaplarından birinin
adıdır. Bu kitabı okurken şiirin ruhani derinliklerinde
kaybolmamak mümkün mü?Gönül çağlayanından akıp gelen aşk, sevgi
ve her temadaki şiirleri o kadar sıcak ve gizemli ki…O’nu
okurken duygu dolu, esrarlı içli aleminin deruni ufuklarında
seyrana dalıyor insan. Şair adeta tüm ruhunu şiirlerine dökmüş,
yüreğindeki haykırışları okuyucularına sunmuş. Bu kitapta
topladığı şiirlerinde dikkatimi çeken bir diğer unsur da, hece
ölçüsü ve serbest vezinle yazılmış şiirlerini aynı kitapta
toplamış olması idi. Şiirsel yolculukta farklı boyutlara
ulaştırıyor okuyucularını. İnanıyorum ki dizelerin
sıralanışındaki ahenk ve akış, sizi gözlerinizi kırpmadan devama
zorlayacaktır...
“Sessiz Sesim” isimli kitabından, sayfa 125
“Yağmurlar Dursun Sözünde” isimli şiirinden.
Yağmurlar son defa dursun sözünde
Sevgi toprağında çatlasın tohum
Benim için bir kez yansın özünde
Açılan güllerden dem alsın ruhum
Şevki Dinçal beyefendi, yaşadıklarının gölgesinde kalmayıp,
kendisi nereye giderse gölgeyi o tarafa yönlendirmiş bir
isimdir. Belki de şiirde bu kadar başarılı olmasının sırrı da bu
olsa gerek. Çünkü o yaşıyor, yaşadıklarını ilmek ilmek dokuyup
şiirle buluşturuyor, sonra da okuyucularına sunuyor. Her şeyden
önce büyük bir yürek taşıyor ve o yürek şairimize bu güzel
dizeleri yazdırıyor.
“Arayış” diyen şairimiz, bir solukta okunan şiirleri ile
başarılı bir yapıt sergiliyor okuyucularına.. Şiirlerinde sevgi
ne kadar ağır basarsa, o kadar da duygu çiçekleri gönül
bahçesinde açar. Günleri şiire gebe… Şevki Dinçal, şiiri bir
arayış içinde olan ve şiirle iletişim kurmak, yaklaşmak, bir
şefkat yüreğiyle sığınmak, ısınmak istiyor. Ne kadar
güzel…Şiirlerinde bir beklentiyi, sevgiyi, barışı, nefretten
uzak kalmayı yeğliyor, daha doğrusu sevgi görüşünün ürünlerini
buluyoruz bu kitabında. Bu görüş çok net çıkıyor karşımıza. Hiç
zorlanmadan dizeleri yerli yerinde oturtuyor. Hiç sınır
tanımadan özgürce dolaşıyor şiir. Yalın, süs-müs yok, duygu dolu
dizeler...
“Arayış” isimli kitabından, sayfa 11
“Arayış” isimli şiirinden.
Duydum beni çağıran mutluluğun sesini
Yol yürüdüm iz sürdüm hissettim nefesini
Sevgi şölenlerinde nice aşkla tanıştım
Sabrım o sonsuzluğun kaldırdı peçesini
Sevgili Dinçal; şiiri iyi
biliyor. Kendine özgü ve hayat yaşamı içinde sevgi taşıyıcısı
oluyor. Yer yer şiirlerinde duygusallığından umutsuzluğa
kapılıyor, karamsarlığıyla karşı karşıya kalıyor. Ölü bir beden
ya da bir iskelet oluyor. Ama yine de ümidini kaybetmiyor.
Genelde sevgiyle nakşediyor şiirlerini. Belli bir başarı
çizgisine ulaşmış olması, bize bundan sonra ki çalışmalarının
daha da farklı olacağı hakkında umut veriyor...
“Hüzün Sokağında Aşk” sevgili
kalem arkadaşım Şevki Dinçal beyefendinin en farklı, göze çarpan
yapıtlarından biridir diyebilirim. Bu kitabında her kıta arasına
bir motif döşemesi yapılmış, okuyucunun ruha olduğu kadar, göz
zevkine de hitap edilmiş...
Bilirsiniz ki; bir şairin bütün şiirleri aynı düzeyde
olamaz. Bir kitabı bazı şiirler kurtarır; çünkü şair sanatçılık
damgasını asıl o şiirlere vurmuştur. Şevki Dinçal beyefendi de;
duygulu, içten bir insan ve şair arkadaşımızdır. Onu yakinen
tanıyor olmam bana bu satırları yazarken hiç zorlamaya düşmeden
yazmama vesile oluyor. Şiirleri umut veriyor ve her an yeni,
özgün ürünler doğuracağına inanıyorum...
“Hüzün Sokağında Aşk” isimli kitabından, sayfa 37
Ey hayaller ötesi ey zamanlar öncesi
Senin adınla dolu artık gönül güncesi
Kim bilir sen de bir gün sevmeyi öğrenirsin
Senin de yüreğinden duyulur aşkın sesi
Şiir dostum, sevgili arkadaşım
Şevki Dinçal beyefendinin kaleme aldığı şiirlerinde, arı, duru
ve yoğun duygular içinde kaleme alınmış olması, her insanın iç
dünyasında tezahür edebilen acılar, özlemler, arayışlar,
haykırışlar, baş kaldırılar göze çarpmakta. Şiirlerinde estetik
ve mesaj önemli yer tutmakta. Her insanın yaşayabileceği,
hayallerin ve yaşadığı hayat kesitlerinden pasajlar bulmak
mümkün. Zaten şiirin kalitesi halkımızın anlayacağı nitelikte
olanıdır. Şairimiz de bu dili şiirde ustaca kullanmış. Bu
çalışmalarının devamı daha da kalitede eserler çıkartacağının
bir işaretidir...
“Mevlanaca” şairin tasavvuf
aleminde gezinti yaptıran, son derece güzel şiirlerinin
toplandığı kitabının adıdır. Güzel gören, güzel düşünür, güzel
yazarmış. Şevki Dinçal da güzellikleri görüp, düşünmüş ve ustaca
kaleme almış bir şairimizdir...
Bazı insanlar vardır; uzun yaşamak için değil, doğru yaşamak
için çalışıp çabalarlar.
Bazı insanlar vardır; başkaları ile ilgilenir, çok kısa
zamanda dost bulur, dost kazanır.
Bazıları da; başkalarının kendisi ile ilgilenmesini bekler
ve hayatı boyunca dost bulamaz.
Bunları yazmakla nereye varmak istediğimi, ne demek
istediğimi, Şevki Dinçal beyefendiyi benden daha iyi tanıyanlar
gayet basit anlamışlardır diye düşünüyorum. İyilik, doğruluk,
dost kazanmak, mertlik, kadir bilirlilik ve alçak gönüllülük
meziyetlerine şiir kitapları ile doğru yaşamak için çalışıp
çabaladığını da bizlere göstermiştir. “Mevlanaca” isimli kitabı
ile; sevgi ekmiş, sevgi biçmiş adeta...
“Mevlanaca” isimli kitabından, sayfa 45
“Mevlanaca” isimli şiirinden.
Şu hayatın gözlerine
Bak bakalım Mevlana'ca
Bin ırmağın suyu ol da
Ak bakalım Mevlana'ca
Bu gönül dostunu, mana da ve
madde de ayrı ayrı tanımak lazımdır. Mana da tanımak için;
şiirlerini okumak, zaten onun ruh alemi içine girmek demek
olduğundan pek de zor değildir.
Madde de tanımak için ise; bu
kadar da zahmete gerek yok. Ne kadar faal, ne kadar hareketli,
ne kadar atılgan olduğunu, bu meziyetleri kadar da insan sevgisi
ile dolu olduğunu ve dost olduğunu bilmeyen yoktur herhalde.
Hele ki Mevlana üzerine yazılmış bu kadar şiirlerinden sonra ne
denilebilir ki!...
“Yokluğa Adanmış Aşk” şairin
Eylül 2008 de gün yüzü görmüş bir diğer kitabı. Şiir; insan ve
onun içinde yer aldığı toplumun sürekli beslediği, geliştirdiği,
birikimlerini kuşaktan kuşağa aktardığı bir sevgi dağarcığı, bir
sevgi seli, bir iletişim aracıdır. İnsanlar arasında sevgiyi en
güzel anlatan; söz olursa şiir, nağme olursa şarkıdır. Gerçeğin
ta kendisi ve evrenseldir. Güzelliği, sevgiyi simgeleyen en
etkili iletişim aracıdır şiir. Bu aracı en güzel şekilde
kullanan Şevki Dinçal beyefendi ise; aşk' a dair neler adamamış
ki şiirlerinde?...
Kendini şiir dünyasına kabul ettirmiş bu usta isim;
şiirlerinde neyi konu ediyorsa, okuyucusunun o konunun
derinliklerinde adeta kayboluşuna zemin hazırlıyor olması da
dikkat çekici bir diğer unsurdur. Şiirin tadını okuyucusuna öyle
tattırıyor ki, okuyucu şiirlerinden vazgeçemiyor. Şiir tadını
zedelemeyen, serbest ve hece vezniyle harmanladığı şiir
kitabında kendi mesajını veriyor okuyucuya sevgili Dinçal. Zaten
şiir mesaj demektir... İyi veya kötü mesaj...
“Yokluğa Adanmış Aşk” isimli kitabından, sayfa 122,123
“Yokluğa Adanmış Aşk ” isimli şiirinden.
Ah benim dalgın gönlüm
Dağınık duygularda arama yarını
Rengi ıslak bakışlarla
taşımaz kendini uzağa gözler
Hep aynı düşmez
güne zamanın gölgesinde
Suskunluğu giyinse de
dilde eğlenmez sözler
Şevki Dinçal... Aşk şairi.
Şevki Dinçal... Mevlana şairi.
Şevki Dinçal... Arayışların şairi.
Şevki Dinçal... Ertelenmiş düşlerin şairi.
Şevki Dinçal... Sessiz seslerin şairi.
Daha başka ne söylenebilir ki
onun için.... Onu tanımaktan son derece gurur duyduğum sevgili
kalem arkadaşımın bu güne kadar yayımlanmış yapıtları ise
şunlardır:
Şiir Kitapları
Sır Defteri
Sır Değil Artık
Damladan Deryaya
Rubailer
Ertelenmiş Düşler
Arayış
Aşk ve Ötesi
Sessiz Sesim
Hüzün Sokağında Aşk
Melekler Aşk Acısı Çeker mi
Ben Seni Sevdim Ya
Ben Seni İki Kişilik Sevdim
Mevlanaca
Güncel Anı
İçimizdeki Yarın
Emine SEVİNÇ ÖKSÜZOĞLU
Edebiyat Araştırmacısı
Şair Yazar
YAZARIN DİĞER ÇALIŞMALARINI GÖRMEK İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNKE
TIKLAYINIZ
"Düşünce Okyanusu Mevlana" Celal Oymak-Nevin Balta / Emine
SEVİNÇ ÖKSÜZOĞLU
"Düşler Köpüğünde" ve "Sevil Mısırlıoğlu" / Emine SEVİNÇ
ÖKSÜZOĞLU
"Gönlümden Gönlüne” - Dursun Yeşil / Emine SEVİNÇ ÖKSÜZOĞLU
“Türk Dünyasından Bir Usta Kalem” - Prof. Dr. Elçin
İskenderzade / Emine SEVİNÇ ÖKSÜZOĞLU
“Sırça Yürekte”te Bir “Yalgın” Şair - Münevver Düver / Emine
SEVİNÇ ÖKSÜZOĞLU
Türk Edebiyatında Bir Usta Çınar-İsa Kayacan / Emine SEVİNÇ
ÖKSÜZOĞLU
"Sevdan Yüreğimde Saklı" - Hüseyin Güler / Emine SEVİNÇ
ÖKSÜZOĞLU
"Daracık Düşler" Mehmet Turan Yarar / Emine SEVİNÇ ÖKSÜZOĞLU
“Yüreğim Sende Kalmış” ancak “Sensiz de Yaşanırmış” - İsmet
Bora Binatlı / Emine SEVİNÇ ÖKSÜZOĞLU /
“Edebiyat Dünyamızdan Hoş Sedalar” Abdullah Satoğlu / Emine
SEVİNÇ ÖKSÜZOĞLU
KİTAPLARIN DÜNYASINDAN MERHABA / Emine Sevinç
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
09 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
Emine Sevinç ÖKSÜZOĞLU |
Emine Sevinç ÖKSÜZOĞLU HAYAT HİKAYESİ |
- “EMİNE SEVİNÇ ÖKSÜZOĞLU 2009 YILI KÜLTÜR
SANAT VE BAŞARI ÖDÜLLERİ”
- SAHİPLERİNİ BULACAK”
- Türk Edebiyat dünyasında önemli
yer tutan, Türk Edebiyat’ına ve Türk Şiirine hizmet vermiş usta
kalemlerin onurlandırıldığı,
- “Emine Sevinç Öksüzoğlu Kültür
Sanat ve Başarı Ödülleri”
- 20 Ocak 2009 da Azerbaycan
Bakü'de düzenlenecek büyük bir törenle sahiplerini bulacak.
- Bu yıl yedincisi verilecek olan
bu ödüller, gerçek anlamda edebi kariyeri olan ve Türk Edebiyat
dünyasına ciddi anlamda hizmet vermiş olan kişilere takdim
edilmektedir.
- Türk Edebiyatına değerli
hizmetlerde bulunmuş ve bir çok önemli projede yer almış Sayın
Celal Karalı beyefendinin sponsorluğunda gerçekleşen ödül
törenimize destek olan herkese yürekten teşekkür ediyoruz.
- GASAT (Gaziantep Sanat
Topluluğu)
- “2009 yılı Emine Sevinç
Öksüzoğlu Kültür Sanat ve Başarı Ödülleri” nin sahipleri
- ve ödül alacağı dallar, ödül kurulu tarafından şöyle tespit
edilmiştir:
- “Gaziantep Altın Fıstık Türk
Edebiyatı Üstün Hizmet Madalyası”
- Ve Gaziantep Özel el işi Nakkaşe
- “Uluslararası VECTOR İlim ve
Edebiyat Eserleri Araştırma İnceleme Merkezi olarak değerli
katkı ve çalışmalarından,
- Azerbaycan Türk Dünyası
Edebiyatına yapmış olduğu üstün hizmetlerden dolayı;
- Prof. Dr. Sn. Elçin İsgenderzade
beyefendiye takdim edilecektir. (Azerbaycan)
- “Emine Sevinç Öksüzoğlu Türk
Edebiyatı Onur Ödülü”
- İstiklal Şairi Sn. Bahtiyar
Vahabzade beyefendiye takdim edilecektir. (Azerbaycan)
- “Emine Sevinç Öksüzoğlu Türk
Edebiyatı Şeref Beratı”
- Beynelhalk sanat dergisi olarak
Bakü’de yayımlanan BAYATI dergisindeki değerli hizmetlerinden ve
İlmi çalışmalarından dolayı;
- Prof. Dr. Sn. Elçin İsgenderzade
beyefendiye takdim edilecektir. (Azerbaycan)
- “Emine Sevinç Öksüzoğlu Türk
Dünyası Edebiyat Şeref Ödülü”
- Yaşamının büyük bölümünü
Azerbaycan Türk Dünyası Edebiyatına adayarak, sayısız
çalışmalara ve kitaplara imza atmıştır.
- Azerbaycan Türk Dünyası
Edebiyatındaki üstün hizmet ve değerli çalışmalarından dolayı;
- Azerbaycan Yazarlar Birliği
Başkanı Sn. Anar Rızayev beyefendiye takdim edilecektir.
(Azerbaycan)
- “Emine Sevinç Öksüzoğlu Türk
Dünyası Edebiyatı Üstün Hizmet Ödülü”
- Balkanlarda Türkçe’nin Rumeli
yakasında, Türk kültürünün onur kapısı olan Prizren’in sesini
duyurarak,
- Ciddi anlamda Edebiyat dünyasına
yapmış olduğu değerli hizmet ve çalışmalarından dolayı;
- Ressam Şair Yazar Sn. Zeynel
Beksaç beyefendiye Takdim edilecektir (Kosova)
- “Emine Sevinç Öksüzoğlu Usta
Kalem Başarı Ödülleri”
- Şair Yazar Sn. Qardaş Alişoğlu
Ismayılov beyefendiye takdim edilecektir. (Azerbaycan)
- Şair Yazar Doç. Dr. Dr. Tamilla
Abbashanlı Aliyeva hanımefendiye takdim edilecektir.
(Azerbaycan)
- Şair Yazar Sn. Feride Leman
hanımefendiye takdim edilecektir. (Azerbaycan)
- “Emine Sevinç Öksüzoğlu Türk
Edebiyatına Katkı Ödülü”
- Azerbaycan ile Türkiye
arasındaki dostluk köprüsünün oluşumuna değerli katkılarda
bulunan,
- Azerbaycan Kültür Bakanı Sn.
Abulfas Karayev Beyefendiye takdim edilecektir. (Azerbaycan)
- “Emine Sevinç Öksüzoğlu Kültür
Sanat Ve Başarı Ödülleri Ödül Kurulu”
- Ödül Kurulu Başkanı:
Emine Sevinç Öksüzoğlu (Edebiyat Araştırmacısı / Şair – Yazar)
- Ödül Kurulu Başkan Yrd: İsmet
Bora Binatlı (Şair - Yazar)
- Danışma Kurulu Bşk:
Ahmet Otman (Şair – Yazar / Bizim Ece Edebiyat Dergisi Sahibi)
- Danışma Kurulu Bşk. Yrd: Mehmet
Nuri Parmaksız (Edebiyat Öğretmeni / Şair)
- Ödül
Yazmanı: Nuray Doğan, Melahat Öksüzoğlu
(Şair)
- Ödül
Sekreterliği: Semiye Ozan, Adem Çoban
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
10 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
Galip BARAN |
Galip BARAN HAYAT HİKAYESİ |
Ç Ö Z Ü M ?..
29 Mart 2009 Yerel Seçimlerinde,
BELEDİYELERE :
KADIN BAŞKAN !
***
Neden mi ?... ÇÜNKÜ !...
ERKEK “ŞİDDET” İ,
KADIN
“YARADILAN” I
SEVER ...
***
ERKEK “ŞİDDET” TEN,
KADIN
“SEVGİ”DEN
ANLAR
Galip BARAN
BİLİNÇ ÜNİVERSİTESİ
TURGUTREİS-BODRUM
Gönderen "BİLİNÇ ÜNİVERSİTESİ" TÜRKİYE
web: http://www.bilinc-universitesi.blogspot.com
e.Mail:
galipbaran@ttmail.com
20 Aralık 2008 Cumartesi
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
11 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
 |
Hüseyin Hüsnü GÜREL
|
Hüseyin Hüsnü GÜREL HAYAT HİKAYESİ |
Türkiye Bilimsel ve Teknolojik
Araştırma Kurumu Başkanlığı’na ANKARA İlgi :
01 Aralık
2008 Pazartesi
*Yüksek Mühendis Hüseyin Hüsnü Gürel'den TÜBİTAK'a: "Erzincan da
Doğalgaz arama ve afetlere karşı önlem süreci başlatılmalıdır."
***Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu
Başkanlığı’naANKARA İlgi : 16 Ekim 2008 Tarih ve B.02.1.TBT.0.06.03.00.165
-754 Sayılı yazınız,Konu : 10 Ekim 2008 tarihli rapor sunumu ve
başvurumuz,İlgide kayıtlı başvurumla alakalı olarak tarafıma
gönderilen; Araştırma Destek Programları Başkanı Prof. Dr. M. Arif
Adlı imzalı cevabi yazıda: “Kurumumuza yazıyla iletilmiş
önerinizle ilgili olarak TÜBİTAK tarafından, bireysel araştırma
projelerine destek verilmemesi nedeniyle, herhangi bir girişimde
bulunulması söz konusu olamamaktadır. Çalışmanıza Kurumumuz
tarafından maddi veya teknik yardım sağlanması ancak önerilerinizi
bu konuda yetkin bir ekiple vermeniz ve TÜBİTAK proje
değerlendirme süreci sonunda desteklenmesine karar verilmesiyle
mümkün olabilir. … Bilgilerinizi saygılarımla rica eder,
çalışmalarınızda başarılar dilerim” denilmektedir.OYSA:1. Benim
taraf ve Kurumunuza sunduğum raporda; Marmara Bölgesi ile Erzincan
şehri ve ovasında (yeraltında doğalgaz patlamalarından ileri gelen
kıyametler koparcasına oluşan çok korkunç afetler konusu ve
Erzincan Ovasında) zengin “Doğalgaz yatağının varlığı”
açıklanmakta, Kurumunuza ihbar edilmekte ve konuyla ilgili
gerçekler yazılı belgelerle bilimsel olarak ortaya konularak
ispatlanmaktadır.2. İlgi yazınızın ikinci paragrafında yer alan:
“Çalışmanıza Kurumumuz tarafından maddi veya teknik yardım
sağlanması ancak önerilerinizi bu konuda yetkin bir ekiple
vermeniz ve TÜBİTAK proje değerlendirme süreci sonunda
desteklenmesine karar verilmesiyle mümkün olabilir” denilmekle,
benim maddi destek bağlamında her hangi bir talebim, ihtiyacım ve
beklentim yoktur. Teşekkür ederim.3. Mahallinde bir
inceleme-soruşturma ve görgü tanıklarıyla görüşme gereği duyulduğu
takdirde; Bu görev kurumunuzca görevlendirilecek uzman-teknik
personel tarafından yapılmalıdır. Zira benim yaptığım vatandaşlık
görev ve sorumluluğu buraya kadar olup; Bundan sonraki yasal
sorumluluk ve yükümlülük kurumunuza ait olacaktır.Ülkemizin
“doğalgaz” konusunda çok büyük sıkıntı içinde bulunduğu ve meydana
gelen korkunç afetler nedeniyle büyük kaygılar yaşadığı bilinen
bir gerçektir; Raporumda açılanan bilimsel ve teknik hususlar
üzerine gidilmesi resmi, yasal ve sosyal bir sorumluluktur diye
düşünmekteyim.NETİCE VE İSTEK:Kurumunuza sunulan 10.10.2008
tarihli raporun, teşkil edilecek bir “yetkin kurul” tarafından
bütün belge ve ekleriyle incelenmesini; Benim de bu heyete mutlak
surette davet olunarak görüşlerimin alınmasını; Kurul’un ikna
olması halinde derhal “doğalgaz patlamalarından ileri gelen
afetlerin önlenmesi ve Erzincan Ovasındaki çok zengin doğalgaz
yatağından istifade edilmesi için” ilgili kurum ve yetkili
makamlar nezdinde acil bir “doğalgaz arama” ve “afetlere karşı
önlem” faaliyet sürecinin TÜBİTAK öncülüğünde başlatılmasını arz,
teklif ve talep ederim.SAYGILARIMLA,Hüseyin Hüsnü GÜREL, İnş. Yük.
Müh., (İTÜ-1953)ADRES: Ahenk Sokak No: 10/11, Çankaya / ANKARAE.mail:
hhgurel@hotmail.com, WEB : http://www.milliservet.blogspot.com/TEL:
0312.418 12 37
Gönderen Yüksek İnşaat Mühendisi, HHGUREL, İTÜ-1953
Mümkün Olduğu Kadar Yayınlanması,
Sahip Çıkılması ve Değerlendirilmesi Ricası iledir.
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
12 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
 |
İsa KAYACAN |
İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ |
TÜRKÇE YAZ, TÜRKÇE OKU
Dilimiz üzerindeki
hassasiyetimiz, titizliğimiz giderek artması gerekirken, adeta
bu hassasiyet ve titizlikte azalma sözkonusu.
Halbuki; Türkçe yazmalı, Türkçe
okumalıyız. Türkçe konuşmalı, Türkçe dinlemeliyiz. Türkçe nefes
almalı, Türkçe nefes vermeliyiz.
Bulvar, cadde ve
sokaklarımızdaki işyerlerinin adı, özbe öz Türkçe olmalı.
Yabancı hayranlığımızla, çağdaşlığımız hayaline kapılmadan,
özümüzle-sözümüzle yaşamanın huzurunu, gururunu duymalı,
hissetmeliyiz.
Türk Dil Kurumu, Türkçe’miz
üzerindeki hassasiyetiyle dikkat çekiyor. Bu Kurumun Başkanı
Prof. Dr. Şükrü Haluk Akalın, her fırsatta dilimiz üzerindeki
yanlışlıkların sürdürülmesindeki rahatsızlığını ortaya koyuyor.
Kuruluş aşamasında tescil edilen
şirket isimlerinin Türkçe olmasına rağmen, açılan mağazaların
tabelalarına yabancı ad verilmesinin bir çelişki olduğu
hatırlatılarak; “Kağıt üstündeki ismi tabelaya da taşımakta
neden kararlı olunmuyor?” diye soruluyor. Sormalıyız,
sorgulamalıyız. Sahi neden böyle oluyor?..
Bazı arkadaşlarım tanıdıklarım
var. Bulundukları şehirlerde, yabancı isimle faaliyet gösteren
lokanta-restaurant sahipleriyle görüşerek, ismin
değiştirilmesini istiyorlar. İsim değişmezse, değiştirilmezse, o
lokantaya, restaurant’a gitmemekteki kararlılıklarını
gösteriyorlar. “Şehrimde Avrupa hayranlığı” başlığı altında
yazdıklarıyla dikkat çekiyorlar. Bunlar küçük örnekler gibi
görünebilir. Ama bilinçliliğin örnekleridir sözkonusu
edilenler.
Yine bazı Belediye Başkanlarımız, Başkanlıklarımız var,
“İşyerlerimize Türkçe ad koymak demek; kendimize, ülkemize ve
güzel Türkçemize özen göstermek demektir” diyerek, uyarıda
bulunuyorlar ve bu konudaki ısrarlarını sürdürüyorlar.
Ülke genelindeki tüm
Belediyelerimizin, Belediye Başkanlarımızın bu hassasiyeti mola
vermeden sürdürmelerini istiyor, bekliyoruz, rica ediyoruz
efendim.
Türk Dil Kurumu Başkanı Prof.
Dr. Şükrü Haluk Akalın’ın ısrarla üzerinde durduğu, Türkiye’deki
bazı şirketlerin resmi evrak üzerindeki isimlerinin Türkçe
olmasına rağmen, kurdukları şirketlerin yada mağazalarının
tabelalarına yabancı isim vermelerinin anlaşılamadığı yönündeki
üzüntülerin, Sanayi ve Ticaret Bakanlığınca dikkate alınarak
yasal boşluğun-boşlukların giderilmesi, Türkçe lehinde
doldurulması gerektiğinin hatırlanması ve harekete geçilmesinin
zorunluluğu vardır.
Bir şehrin tabelaları, o bölgede
yaşayan insanlarla, toplumla özdeşleşmiş olmalı. İşyeri
sahipleri bu konuda dikkatli, özenli ve seçici olmalılar.
Bu gün, ülke genelinde yüz
dolayında belediyenin Türkçe tabela kullanımını teşvik için
değişik yaptırımlar uyguladığını biliyoruz. TDK’ da bu
kurumların Türkçe isim verilmesine yönelik çabalarını
ödüllendiriyor.
Dili Türkçe olan bir ülkede,
Türkçe ad kullanılmasını teşvik ettiği için, belediyelerin
ödüllendirilmesi, üzerinde durulup, kara kara düşünülmesi
gereken bir tablo değil midir?
Medya kuruluşlarımızda görev yapanlar, muhabirinden
spikerine kadar, dilimiz üzerine dikkatle eğilerek, hata
oranlarını hızla düşürmelerini, hatta yok etmeleri gerekmiyor
mu?
İlkokul 4 ncü sınıfta okuyan torunum Nazlı ile Ankara-Emek
mahallesinde bir caddede gezerken “Alışveriş home” tabelasıyla
karşılaşınca; “Bu adamlar, alışveriş evi mi demek istiyorlar
Nazlı?” diye sordum. Cevap ilginçti; “Yarısı Türkçe, yarısı
İngilizce olmuş mu dede?”. Sahi, yarısı Türkçe, yarısı İngilizce
yazılarak, ne söylenmek istenmiş? Ankara’da “Tepe Mobilya”
olarak bilinen kuruluş varken gidiniz büyük alışveriş
merkezlerine, “Tepe home”yle karşılaşırsınız.. Ayıp değil mi?.
Bu işyeri isimlerinin /isimleri Türkçe olsa, alışveriş edenlerin
sayısında azalma mı olacak acaba?
YILIN SON HABERİ:
Gazeteci-Yazar İsa Kayacan’a
209.cu plaket, kısa adı SAKÜDER olan “Sanat ve Sanatkârlar
Topluluğu” Derneği’nden geldi. Söz konusu plakette yazılanlar:
Prof. Dr. Sayın İsa Kayacan;
Cumhuriyetimizin 85. ci yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın
katkılarıyla düzenlemiş olduğumuz “Atatürk ve Cumhuriyet” konulu
şiir yarışmamızda Jüri Üyesi olarak katkılarınız nedeniyle,
teşekkürlerimizi sunarız. (Sevgi Eser, SAKÜDER Yönetim Kurulu
Başkanı-24 Aralık 2008, Ankara)
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
13 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
 |
İsa KAYACAN |
İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ |
TÜRK OCAĞI” YAZISI YERİNİ ALDI
www.isakayacan.blogspot.com
Bazen öyle yanlışlıklar
yapılıyor ki, insanın “aklı duruyor”..
İnanmak, hatta duymak istemiyor.
25 Eylül 2008 tarihinde mensubu
bulunduğum Anayurt gazetesinin yazı işleri koordinatörü,
tecrübeli gazeteci Ramazan Durmuş, gazetenin ertesi günkü
manşeti hakkında ve üzüntü içinde bilgi verirken; “Günümüzde,
Resim Heykel Müzesi olarak kullanılan Ankara’daki tarihi Türk
Ocağı binasının giriş sütunlarındaki- Türk Ocağı-yazısı son
restorasyonda kaldırıldı” cümlesinin verdiği rahatsızlığı
gözlerinden okumuş, önce inanamamış, sonra doğruluğu kabul etmek
zorunda kalmıştım.
Bu konuda, “Türk Ocağı kelimelerini kaldırmak yanlıştır”
başlığıyla kaleme aldığım yazdığım yazı:
1- Belde Gazetesi (Ankara, 04.10.2008)
2- Anayurt Gazetesi (Ankara, 13.10.2008)
3- Çoruh’un Doğduğu Yer Gazetesi (Bayburt,07.10.2008)
4- Sorgun Postası Gazetesi (11.10.2008)
5- Babaeski Söz Gazetesi (14.10.2008)
6- Burdurlunun Sesi Gazetesi (14.10.2008)
7- Kent Gazetesi (Kilis, 14.10.2008)
8- Tefenni’nin Sesi Gazetesi (15.10.2008)
9- Van Postası Gazetesi (18–25 Ekim.2008)
10- Şafak Gazetesi (Aydın 20.10.2008)
11- Sonsöz Gazetesi (Ankara, 29.10.2008)
12- 24 saat Gazetesi (Ankara, 08.11.2008)
13- Gündem Gazetesi (Ankara, 03.12.2008)
adlı gazetelerde yayınlandı.
Bu makale için açıklamayı,
restorasyonu gerçekleştiren Altındağ Belediye Başkanlığından,
bundan öncede Kültür ve Turizm Bakanlığından gelmesini
bekliyordum ki, konuyla ilgili bir açıklama ve “Türk Ocağı
yazısı bina girişindeki yerini almıştır” cümlesiyle biten
teşekkür yazısı Türk Ocakları Derneği Genel Merkezinden geldi…
Nereden gelirse gelsin, yanlıştan dönülmüş ya, “Türk Ocağı”
yazısı yerini almış ya!... Türk Ocakları Derneği Genel
Merkezinin 13 Aralık 2008 tarih ve Genel Başkan Yardımcısı Yücel
Hacaloğlu imzalı 110-1054 sayılı yazısını aşağıda sunuyorum
efendim:
“Sayın Prof. Dr. İsa Kayacan,
Anayurt Gazetesi Kültür ve Sanat
Danışmanı;
1912 yılında devletimizin zor durumda olduğu bir dönemde
milli şuuru canlandırmak amacıyla zamanın Türk aydınları
tarafından kurulan ve kurulduğu günden beri amacından sapmadan
aziz milletimizin hizmetinde olan derneğimize gösterdiğiniz
ilgiye teşekkür ederiz.
Geçirdiği birçok badireden sonra bugün artık “Resim ve
Heykel Müzesi” adıyla Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın hizmetinde
olan ve Atatürk döneminde Türk Ocağı Binası olarak yapılan asıl
hizmet binamızın ana girişinde yer alan “Türk Ocağı” yazısı,
yenileme çalışmaları gerekçe gösterilerek kaldırılmıştı. Genel
Merkezimizin girişimlerinin yanı sıra Anayurt Gazetesi’nin 26
Eylül 2008 tarihli nüshasında konunun tarihi seyri de
anlatılarak dile getirilmesi, ayrıca zat-ı âlinizin aynı gazete
ve bilahare diğer başka gazetelerdeki köşenizde ele almanızdan
sonra Türk Ocağı yazısı bina girişindeki yerini almıştır.
İlginize tekrar teşekkür eder, çalışmalarınızda başarılar
dilerim.
(Yücel Hacaloğlu, Genel Baflkan Yardımcısı)
YILIN SÖZLERİ (1):
1- Kırgınlıklarımla, kızgınlıklarımla sana söylediklerimin,
yazdıklarımın hepsi tamamı yalan.
Sensiz yapamadığımdır, seni sevdiğim, özlediğimdir gerçek,
doğru olan (18.12.2008)
2- Artık eskisi gibi; kızmayacağım, kırmayacağım,
kırılmayacağım,
Yanlışlarımı tekrarlamayıp, düzeltme çabası ve yorgunluğu
içinde olamayacağım,
Tüm delil ve tanıklarımla, vicdanımda kurduğum mahkemede,
mutlaka berat edip aklanacağım. (19.12.2008)
3- İsimsiz yazılanlar; olaylar, konu veya konulardan
haberleri olanlarca, 50 veya 100 kişi tarafından bilinerek
okunur, yorumlanır,
İsimli yazılanlar, gönderilen 350 yayın organının sayfa ve
sütunlarında, 8-10 bin hatta daha fazla kişi tarafından,
bilinerek, hatırlanarak okunur. (20.12.2008
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
14 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
İsa KAYACAN |
İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ |
BİR ANLATIM ZENGİNLİĞİ
www.isakayacan.blogspot.com
Anlatımlar vardır zenginlik
içindedir. Anlatımlar vardır kısırlık içindedir… Bu anlatımlar
hem düz yazıyla, hem de şiirle olunca zenginlik kazanır, anlam
kazanır. 1958 yılında yazdığım, doğduğum köyün o gün ki genel
görünümünü” dile getiren, duyduklarımı, hissettiklerimi dile
getiren “Ece Köyünde Akşam” şiirimin yazılış öyküsünü kaleme
alırken epey zorlanmıştım. Yani hem yazıyla, hem şiirle yapılan
anlatımlar zordur, sıkıntılıdır. Ama yazıldıktan, anlatıldıktan
sonra her iki bölümdeki genel görüntüyle keyiflenirsiniz.
ŞÖYLE GİRİVERSEN KAPIMDAN
Yıllarca Burdur ilimizde
çalışan, sonra Isparta ilimize naklen geçen, tayinen geçen Fatma
Uçarlar, Eylül 2008’de yayınladığı “İçimde Söz Dinlemez Deli
Var” adlı, şiir kitabında yer yer şiirlerinin anlatımlarını da
sayfalara aktarmış. Bir başka kitabının adı olan “Şöyle
Giriversen Kapımdan” başlığıyla ortaya koyduğu genişçe, uzunca
bir anlatımı var. Sonra, şiirle ortaya koyduğu duyguları
geliyor. Bitimi, bitirilişi yine yazılı anlatımın..
“İçimde Söz Dinlemez Deli Var”
adlı kitabın 55,56 ve 57 nci sayfalarında yer alıyor bu anlatım
efendim:
“Biliyorum, şu an bana ulaşmak
için yollardasın. Aklın sıra yola çıkacağını hissetmemem için
az önce aradın ve her zaman ki rutin konuşmaların gibi havadan,
sudan bahsettin. Ama biliyorum, sürpriz yapıp ansızın karşımda
oluvereceksin. Yapmak istediğin sürprizi bozmamak için, ben de
gelecek misin? diye sormadım. Az önce seni aradım, telefonunda
aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor, sinyal sesinden sonra
mesajınızı bırakın iletisini dinledim. Anlıyorum ki, yollardasın
ve ararım düşüncesiyle yola çıktığını bilmem için telefonunu
kapattın” diye başlıyor Fatma Uçarlar anlatımı… Sonra, Gar
Müdürlüğü aranıyor, trenin kaçta hareket ettiği öğreniliyor,
sabah kaçta gelinebileceği-gelebileceği hesabı yapılıyor.
Bir ara istasyonda karşılayıp
sürprizi bozmak istiyor Fatma hanım. Ama süprizin tadını
kaçırmamak için vazgeçiyor. Beklediğinin, sabah eve mis gibi
börek kokuları içinde girmesini istiyor. Başka hazırlıklarını da
yapmak aklından geçiyor. Beklediğinin önceki zamanlarda telefon
konuşmalarından rahatsız olduğunu hissediyor, “hasta mısın?”
sorusuna “hayır” cevabını alıyor. “Sen de uykuya dalmışsındır ve
bir an önce sabah olsun istiyorsundur. Sabah kavuşmak üzere iyi
geceler yakışıklım” diye bu bölümün noktasını koyuyor.
Ayak seslerinin kapısı önünde
durmasını, zilinin basılmasını, kapısının iki kez tıklatılmasını
istiyor. Tren gelmiş olmasına rağmen, beklediğinin gelmeyişini
hayretle karşılıyor. “Neden gelmedin?, taksi mi bulamadın? Anca
mı geleceksin?. Yoksa çiçek almak için mi oyalanıyorsun?.
Bilmiyor musun en güzel hediye de çiçek de sensin” diye devam
ederken, “Hadi gel! Zile de basma, çıkar anahtarını kendin aç
evimizin kapısını” dedikten sonra duygularını mısralara döküyor
Fatma Uçarlar:
Şöyle giriversen kapImdan,
Şaşiriversem geldiğine,
Yüreğim çıkıverecek gibi olsa boğazımdan,
Elimden ayağımdan can çekilse,
Oturup kalsam,
Dilim tutulsa, konuşamasam,
Şöyle giriversen kapımdan..
Yazının, anlatımın bitişi,
bitirilişi: Ben mi yanlış duyuyorum? Bu ayak sesleri senin, evet
senin ayak seslerin, tamam anahtar da kilitte dönüyor,
dayanamayacağım artık kapıyı açacağım. Hoş geldin, oğulcuğum,
hoş geldin…
YILIN SON HABERİ:
Gazeteci-Yazar İsa Kayacan’a
209.cu plaket, kısa adı SAKÜDER olan “Sanat ve Sanatkârlar
Topluluğu” Derneği’nden geldi. Söz konusu plakette yazılanlar:
Prof. Dr. Sayın İsa Kayacan;
Cumhuriyetimizin 85. ci yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın
katkılarıyla düzenlemiş olduğumuz “Atatürk ve Cumhuriyet” konulu
şiir yarışmamızda Jüri Üyesi olarak katkılarınız nedeniyle,
teşekkürlerimizi sunarız. (Sevgi Eser, SAKÜDER Yönetim Kurulu
Başkanı-24 Aralık 2008, Ankara)
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
15 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
İsa KAYACAN |
İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ |
- SEVİNÇ DOĞANCAN GÜVEN’DEN İSMET İNÖNÜ’YE
- www.isakayacan.blogspot.com
- Sevinç Doğancan Güven şair, yazar, ressam. Yazdıkları,
yayınladıkları dikkat çekiyor, göz dolduruyor.
- Bir zarf dolusu şiiri geldi geçenlerde Sevinç hanımın.
Bunlar içinde, rahmetli İsmet İnönü’ye gönderi, gönlüyle
söyleşileri, Çanakkale anlatımları, arayışları, askerlere
yazılan mektupları, artılar-eksiler var mısra mısra şekillenmiş.
-
- İSMET İNÖNÜ’YE GÖNDERİ
- Sevinç Doğancan Güven, rahmetli
İsmet İnönü’ye duygularını gönderiyor, sonunda da acele cevap
bekliyor. Önce selam gönderiyor, mübarek ellerinden öpüyor İsmet
İnönü’nün. Doğu şivesiyle “Nasılsın iyi misen? diye soruyor.
-
- Şehrin tüm ışıkları,
- Yandı paşam,
- Bizleri soriysan,
- Karanlıklar, sisler içindeyiz.,
-
- Diyerek, Ankara’nın
suskunluğundan rahatsız olduğunu dile getiriyor. Ankara’nın
mahsunluğu, Kalenin küskünlüğü, Türk bayrağının üzgünlüğü
karşısındaki sıkıntılarını birbir sayıyor Sevinç Doğancan Güven.
-
- Ötede Tunalı..
- Tunalı, renk cümbüşü,
- Kırmızı, turuncu, mor, sarı,
- Paşam, Tunalı bir düş..
- Genç kuşağın otağı,
- Ve de varsılların moda sarayı..
-
- Mısralarıyla yakınmalarını
sıralamaya devam ediyor Sevinç hanım. Bugün, Altındağ’ın,
Çankaya’nın ve Ankara’nın tüm semtlerinin, mahallelerinin,
şehrin bütününün tanınacak halde olmadığını sıralıyor,
sıralıyor. Sonra mısralara dökülen duygularıyla karşılaşmamız
sürüyor:
-
- Keçiören ocak olmuş, yanıyır,
- Etlik onulmaz yara, kanıyır,
- Atam, Bahçeli’de,
- Rasattepede,
- Kırgın-üzgün,
- Boylu boyunca yatıyır.
-
- Ankara’nın derdi her geçen gün
arttığı için, bu sıkıntıların sıralanışında zorlanıldığını dile
getirerek; “Başkent’ten /binlerce saygı, selam Paşam/ Nurlarda
yatsın Atam/Oğullarım, askerlerim, Makbule anam/Nurda yatsın
Mevhibe anam” dedikten sonra, gönderinin sonuna geliniyor ve
şöyle bitiriliyor efendim:
-
- Nemleketim cennet ama,
- Milletimdir cayır cayır yanan,
- Paşam
- Mektubu hürmetle sonliyrem,
- Hemi de,
- Acele cevap bekliyrem…
-
- Sevinç Doğancan Güven’e İsmet
İnönü’den cevap gelirse ve bu cevap bize ulaştırılırsa, o
cevaptan da sözederiz inşallah!
- YILIN SON HABERİ:
- Gazeteci-Yazar İsa Kayacan’a
209.cu plaket, kısa adı SAKÜDER olan “Sanat ve Sanatkârlar
Topluluğu” Derneği’nden geldi. Söz konusu plakette yazılanlar:
- Prof. Dr. Sayın İsa Kayacan; Cumhuriyetimizin 85. ci yılında
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın katkılarıyla düzenlemiş olduğumuz
“Atatürk ve Cumhuriyet” konulu şiir yarışmamızda Jüri Üyesi
olarak katkılarınız nedeniyle, teşekkürlerimizi sunarız. (Sevgi
Eser, SAKÜDER Yönetim Kurulu Başkanı-24 Aralık 2008, Ankara)
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
16 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
İsa KAYACAN |
İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ |
- KÜTÜPHANE; HEM TEFENNİ’DE, HEM ECE’DE
OLMALI
- www.isakayacan.blogspot.com
- Doğup büyüdüğüm, manevi borcumun
bulunduğu Burdur ili, Tefenni ilçesi Ece Köyün deki “İsa Kayacan
Kütüphanesi”nin açılışını 01 Kasım 2008 tarihinde
gerçekleştirdik. Burdur’un değerli Valisi Sayın İbrahim Özçimen
başta olmak üzere, Burdur merkez ve Tefenni Protokolünün
katılımıyla açılan kütüphane, karar verdiğim 2007 yılının Ekim
ayından başlamak üzere bir yıl için de oluştu ve 7 bin 635
kitap, dergi antoloji, ansiklopediyle açıldı.
- TEFENNİ’YE DAHA ÇOK YAKIŞIRMIŞ!..
- Tefenni ilçemiz merkezinde, rahmetli dostum
Yunus Serttaş’ın 31 Ekim 1975 tarihinde kurduğu ve halen
yayınlanan “Tefenni’nin Sesi” Gazetesinin 03 Aralık 2008 tarih
ve 1765 nci sayısında, Halk Eğitim Müdür Yardımcılığı görevini
yürüttüğünü öğrendiğim ve gazetede “Alice’den Söyleşiler”
gerçekleştiren Ali Gül’ün “Oradan, buradan, şuradan” başlığı
altında “çeşitleme” diyebileceğim bir yazısı, yorumlar bütünü
yayınlandı. Kendisiyle de telefonla görüştüm, yorumu üzerinde
fikir alışverişimiz oldu. Ali Gül hemşehrim, Ece Köyü’nde bu
kütüphanenin işleyemeyeceğini, yararlı olamayacağını savunuyor.
Önce söz konusu yazının kütüphane bölümünde yer alanları aşağıya
aynen nakletmek istiyorum (Ece Köyü’nün nüfusunun 100 değil 159
olduğu değişikliğini yaparak)
- Ali Gül’ün görüşleri:
- “Bu arada geçen ay Tefenni’nin
yetiştirdiği değerli insan, gazeteci ve yazar İsa Kayacan
Ağabeyimiz köyüne kütüphane açtı. İşte ilk duyduğumda kendi
kendime yine yanlış yapılıyor diye düşündüm. Yine Tefenni’de
olması gereken bir kütüphanenin 100 nüfuslu bir köyde ne işi var
diye düşündüm. İsa ağabeyimiz öyle uygun görmüş artık yapılacak
bir şey yok. Tefenni’de bu konuyu birkaç kişi ile konuştum.
Hemen hemen herkeste benim gibi düşünüyordu.
- Açılışa gidemediğim için aslında
çok da söz söyleme şansım yok. Ama gidenlerden ve basından
açılış ile ilgili bilgiler aldım. Çok güzel bir program olmuş.
Üst düzey bürokratlar katılmış. Açılış Ece köylüler ve İsa
Ağabey için güzel bir hatıra olarak hatırlanacaktır. Tamam,
köyüme böyle bir kütüphane açmak istedim diyorsan diyeceğim yok.
Ama bence Tefenni’ye bu kütüphane çok daha güzel yakışırdı İsa
Ağabey. Neden mi?
- Bir kere Ece Köyü’nde okul yok ve öğrencileri merkeze taşıma
sistemi ile geliyorlar.
- Ece Köyü’nde İlköğretimde ve lise de okuyan öğrenci sayısı
15 ile 20 arasında olsa gerek.
- Bu kütüphanenin her gün açık olacağını düşünemiyorum.
Sanırım belli saatlerde açılacak ki oda öğrencinin ve halkın
müsait olduğu zaman olur mu? Zor diyesim geliyor.
- Bu kütüphane merkezdeki okulların bünyesinde olmasının çok
daha faydalı olacağı da aşikardır.
- Hatta ilçemizde açılacak olan
Meslek Yüksek Okulu’nun bünyesinde olsaydı çok daha güzel
olurdu. Oraya da şöyle güzelce sizin isminizi yazardık ve
kütüphanenin işlerliğini de sağlamış olurduk.
- Bence Ece Köyü’nde öncelikle
öğrencilerin faydalanabileceği bir internet bağlantısı olan 3
bilgisayar ve çıktı alabilecekleri bir yazıcı olması çok daha
iyi olurdu. Bu bilgisayar odası çocukların okuldan geldiği
zamandan saat 21.00 e kadar açık kalacaktı. Bu konuda köyün
imamı da buradan sorumlu olursa çok daha güzel olurdu. Okumak
için hafta içi servisle, hafta sonu kurslarına ise kimi zaman
yaya, kimi zaman traktörle, kimi zaman diğer araçlarla her gün
ilçemize gelen Meltem ASLAN gibi kızlarımız içinde çok güzel bir
eğitim kaynağı olurdu. Kızma İsa Abi sadece benim düşüncelerim
bunlar naçizane.”
-
- TEFENNİ İLÇE HALK KÜTÜPHANESİNE GÖNDERİLENLER
- Kasım 2008 itibariyle, Burdur ağırlıklı olmak
üzere ülkemiz geneline ve yurtdışındaki bazı kuruluşlara
bağışladığım kitap ve dergi sayısı 28 bin 895’e ulaştı. Bunların
6 bin 127’si Burdur merkez ve ilçelerindeki kitaplık ve
kütüphanelere Burdur İl Halk Kütüphanesine 5 bin 978 kitap ve
dergi, Tefenni İlçe Halk Kütüphanesine 2 bin 850 kitap ve dergi
bağışında bulundum.
- Bu bağışlar, Ankara’da Kültür
Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğüne listeler
halinde, detaylı doküman yapılarak, tutanakla ilgili Genel
Müdürlük personeline, Burdur merkez ve Tefenni’deki
kütüphanelere ulaştırılmak üzere evimden alındı, gönderildiler.
- 69 paket kitap ve derginin
alındığına ilişkin, zamanın Genel Müdürü Hasan Duman imzasıyla
tarafıma yazılan yazıyla teşekkür edildi. Tarih 09.01.1997
- Günlerden bir gün Tefenni’deki
ilçe Halk Kütüphanesine yolum düştü. Bağışladığım kitapların
kolilerinin açılmadığını görüp, akıbetiyle ilgili bilgi
alamadım. “Tefenni’de masallaşan kitaplar” başlığıyla bir yazı
yayınladım. 13.06.2002 tarihinde yayınlanan yazımı, Kültür
Bakanlığı Kütüphaneler Genel Müdürlüğüne bir üst yazıyla
gönderdim.
- Bu arada anılan yazı Burdur gazetelerinde de yayınlandı.
Hatta Burdur gazetesinin 05.10.2002 tarihli sayısında,
“Gazeteci-Yazar İsa Kayacan isyan ediyor” başlıklı bir başka
haber yer aldı.
- O günün Burdur Valisi Kadir Koçdemir imzasıyla bana gelen
yazıda, konunun Tefenni Kaymakamlığına intikal ettirilerek,
kitapların akıbeti hakkında bilgi istendiği bildirildi.
- Sonuçta, kütüphane çalışanları “işimizi artırıyorsunuz”
şeklinde düşünmüş olacaklar ki, oturup 2 bin 850 kitap ve
dergiyi, kendi ölçülerine göre değerlendirmişler “seri noksan,
bu konuda yayın var” gibi gerekçelerle 2 bin 850 rakamını 514’e
indirmişler ve bana cevap verilmesini sağlamışlardır.
-
- TEFENNİ’YE DE KÜTÜPHANE AÇARIZ
- Tefenni İlçe Halk
Kütüphanesinin, bağışlara bakışıyla ilgili genel görüntü
yukarıda verildi. Şimdi Tefenni’de açılacak Yüksek Okul için
böyle bir kütüphane gerekli olabilir. Tefenni merkezindeki
okulların yararlanması sağlanabilir.. Ama benim manevi borcumun
olduğu Ece Köyü’ne açılan kütüphaneyle ilgili “yanlış olmuştur,
orada işlemez” gibi ifadeleri doğru bulmuyorum.. Gelin oturup
konuşalım ve Tefenni’de açılacak kütüphaneyle ilgili
hazırlıklara başlayalım… Bu Kütüphane Belediye bünyesinde mi
olacak? Yoksa İlçe Halk Kütüphanesi içerisinde mi olacak? . Ama
İlçe Halk Kütüphanesinin bağışlara bakışı yukarıda anlatıldı…
Yazmak, konuşmak, eleştirmek kolaydır..Ya sonrası!..
-
- YILIN SÖZLERİ (2):
- 1- Dünyanın neresinde Türk varsa, ellerimizi uzatmalı ve
kucaklaşmalıyız,
- 2- Milli davalar, sözle, tek gözle değil; çift gözle,
fiiliyat olarak izlenmeli ve değerlendirilmelidir (İsa Kayacanı
- 3- Yazılar, kitaplar, yazarın çocukları gibidir. Yaramaz,
uslu, akıllı, esmer, sarışan, güzel, çirkin, tembel, çalışkan,
nitelikleri ne olursa olsun, çocuklarını sever, analar, babalar.
Gönüllerinde her çocuğun ayrı, özel bir yeri vardır. Şiirlerim,
yazılarım, benim sevgili çocuklarım ve torunlarım gibidir
(Mustafa Kemal Yılmaz-Ankara)
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
17 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
İsa KAYACAN |
İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ |
- ÇAĞDAŞ AZERBAYCAN ŞİİRİ
- www.isakayacan.blogspot.com
- Azerbaycan çıkışlı yayınlar,
yazılar yanında, Azerbaycan çıkışlı olup, Türkiye’de günyüzü
gören, yayınlanan kitaplar da var. Bunlardan biri, merkezi
Ankara’da bulunan Bengü Yayınları arasında günyüzü gören “Çağdaş
Azerbaycan Şiiri” adlı antoloji. Azerbaycanlı şairlerden pek
çoğunun kısa biyografileri yanında, şiirlerinden örnekler
verilmiş.
- Proje yönetmeni; Ekber Goşalı.
Editörler: Ekber Goşalı, İmdat Avşar, Aktarmalar: Resmiye Sabir,
Oktay Hacımusalı, Namık Hacıhaydarlı.
- Kısa adı DGTYB olan, Dünya Genç
Türk Yazarlar Birliği’nin Başkatibi Nergiz Cabbarlı’nın takdimi,
sunuş yazası var uzunca. Cabbarlı sunuşunun bir yerinde: “Bu
kitaptaki şiirler, belli bir yaşta ve belli bir edebi akıma
mensup şairlerin şiirleri değildir. Bu antolojide, bugün
Azerbaycan’da yaşayan ve eserler veren, çok farklı edebi
akımlara mensup şairlerini okuyabilirsiniz” diyor, antolojiyle
ilgili açıklık getiriyor.
- İçindekiler bölümünde, şairin
adı soyadı yanında, şairlerin isimlerinden de söz edilmiş.
Şairlerin-şairelerin isimleri üzerine bir göz atalım, buyurun:
- Elçin İskenderzade, Mübariz
Mesimoğlu, Elbariz Memmedli, Ekber Goşalı, Resmiye Sabir, İlgar
İlkin, Hamlet Kazımoğlu, Fuzuli Sabiroğlu, Oktay Hacımusalı,
Seher, Zahir Ezemet, Elçin Mirzebeyli, Qulu Akses, Melahat
Yusufkızı, Ali Rıza Hasret, Aydın Efendi, Ay Nur, Celil Cavanşir,
Faik , Gülhare Cemalettin, Nafız Hacıhalil, Hatıra, Hayat Şemi,
İbrahim İlyaslı, Elhan Zal, İtimat Baskeçit, Mina Reşit, Mahir
Mehdi, Namık Delidağlı, Namık Hacıhaydarlı, Naringül, Ali Şirin
Şükürlü, Sevinç Pervane, Şafak Sahipli, Alemdar Cabbarlı, Vasif
Süleyman, Ulvi Bunyatzade, Faik Balabeyli, Nizami Aydın, Kemale
Nesrin, Kısmet.
- Bu şairler ve şaireler içinde tanıdıklarım var, görüşüp
merhabalaştıklarım, kitaplarından önceki yazılarımda
bahsettiğim, sözettiklerim var. 150 sayfalık “Çağdaş Azerbaycan
Şiiri” adlı antoloji içinde yeralanların şiirlerinden kısa kısa
bölümler almak, nakletmek istiyorum:
-
- ŞEHİT DÜĞÜNÜ (Elçin İskenderzade)
-
- Bu evin yüzü gülmez,
- Bu eve gelin gelmez,
- Ne yapsın şehit anası,
- Bir güzel ağlar komşuda,
- Ah, bu kız bir su sunası…
-
- BİZ TANRISIZ DOĞMADIK (Ekber Goşalı)
-
- Eller duaya açıldı,
- Mübarek gökyüzüne,
- Yaşamı boyunca,
- Hep yaratmış kişinin,
- Ruhu dolaşır,
- Gökyüzünde.
-
- İLAHİ SEVGİ (Resmiye Sabir)
-
- Ben eriyen mumların,
- Kimsesiz akşamların,
- Ölümüne ağladım.
- Anne, sense benim gözyaşlarıma..
-
- Yer sınırlılığı nedeniyle, Azerbaycan’lı öteki şairlerin ve
şairelerin şiirlerinden örnekler veremedim. Özür dilerim
efendim.
-
- YILIN SÖZLERİ (2):
- 1- Dünyanın neresinde Türk varsa, ellerimizi uzatmalı ve
kucaklaşmalıyız,
- 2- Milli davalar, sözle, tek gözle değil; çift gözle,
fiiliyat olarak izlenmeli ve değerlendirilmelidir (İsa Kayacanı
- 3- Yazılar, kitaplar, yazarın çocukları gibidir. Yaramaz,
uslu, akıllı, esmer, sarışan, güzel, çirkin, tembel, çalışkan,
nitelikleri ne olursa olsun, çocuklarını sever, analar, babalar.
Gönüllerinde her çocuğun ayrı, özel bir yeri vardır. Şiirlerim,
yazılarım, benim sevgili çocuklarım ve torunlarım gibidir
(Mustafa Kemal Yılmaz-Ankara)
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
18 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
İsa KAYACAN |
İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ |
- YILIN SÖZLERİNDEN SONRA
- www.isakayacan.blogspot.com
- Genel bir değerlendirmeyle
ortaya konulanlar. Bunların artı ve eksileriyle karşılaşılan
sonuçlar. “Vicdan Mahkemesi”nde hakim önüne çıkıp,
yanlışları-hataları karşısında “özür dileyenler”in mahkeme
kararı ve sesleri karşısında suskunluk ve ısrarlılık içine
girmenin ne derece doğru olduğu tartışılabilir…
- Yılın sonunda, ortaya konulan sözler, nelerdir, ne anlam
ifade etmektedirler?. Birlikte okuyalım, birlikte yorumlayalım
buyurun:
-
- YILIN SÖZLERİ:
- 1- Kırgınlıklarımla, kızgınlıklarımla sana söylediklerimin,
yazdıklarımın hepsi tamamı yalan.
- Sensiz yapamadığımdır, seni sevdiğim, özlediğimdir gerçek,
doğru olan (18.12.2008ı
- 2- Artık eskisi gibi; kızmayacağım, kırmayacağım,
kırılmayacağım,
- Yanlışlarımı tekrarlamayıp, düzeltme çabası ve yorgunluğu
içinde olamayacağım,
- Tüm delil ve tanıklarımla, vicdanımda kurduğum mahkemede,
mutlaka berat edip aklanacağım. (19.12.2008ı
- 3- İsimsiz yazılanlar; olaylar, konu veya konulardan
haberleri olanlarca, 50 veya 100 kişi tarafından bilinerek
okunur, yorumlanır,
- İsimli yazılanlar, gönderilen 350 yayın organının sayfa ve
sütunlarında, 8-10 bin hatta daha fazla kişi tarafından,
bilinerek, hatırlanarak okunur. (20.12.2008ı
- 4- Dünyanın neresinde Türk varsa, ellerimizi uzatmalı ve
kucaklaşmalıyız,
- 5- Milli davalar, sözle, tek gözle değil; çift gözle,
fiiliyat olarak izlenmeli ve değerlendirilmelidir (İsa Kayacanı
- 6- Yazılar, kitaplar, yazarın çocukları gibidir. Yaramaz,
uslu, akıllı, esmer, sarışan, güzel, çirkin, tembel, çalışkan,
nitelikleri ne olursa olsun, çocuklarını sever, analar, babalar.
Gönüllerinde her çocuğun ayrı, özel bir yeri vardır. Şiirlerim,
yazılarım, benim sevgili çocuklarım ve torunlarım gibidir
(Mustafa Kemal Yılmaz-Ankara)
-
- GÜL KARDEŞİM, ÜZGÜN GÖRMEK İSTEMEM (Mustafa Ertaş)
-
- Avuçların açık elin havada,
- Yüzün mahsun, mahsun gönlün duada,
- Gel gezelim Taşeli’nde ovada,
- Gül kardeşim, üzgün görmek istemem.
-
- Yüz yirmi dört kitap imzanı attın,
- Balsın, süzülmüşsün kültüre kattın,
- Görmeyeli hep dost neyledin nettin?
- Gül kardeşim, üzgün görmek istemem.
-
- Kitap göndermişsin elime aldım,
- Birem, birem okudum derine daldım,
- Söyle bu dünyaya ben niye geldim.
- Gül kardeşim, üzgün görmek istemem.
-
- Mal verdi, mülk verdi hepisi yalan,
- Bir mezardan başka, yok elde kalan
- Varmı şu dünyanın ötesini bilen?
- Gül kardeşim, üzgün görmek istemem.
-
- Gülmek en güzeli, bilmek ötesi,
- Peygamberimizin evrende sesi,
- Bırakalım can dost ağıtı yazı,
- Gül kardeşim, üzgün görmek istemem.
-
- Doğum Ece köyü, yaşam Ankara,
- Gece gündüz hep yalvara yalvara,
- Çok dualar ettim, düşmezsin dara,
- Gül kardeşim, üzgün görmek istemem.
-
- Eserini aldım, sağlıklı sağ ol,
- Vatan’a hizmetten başka var mı yol?
- Saygı, sevgi, selam, gönderdim bol bol,
- Gül kardeşim, üzgün görmek istemem,
-
- Ertaş der ey dostum, İSA KAYACAN,
- Beni benden aldı gel gör heyecan,
- Lale, sümbül gibi gönlünü açan,
- Gül kardeşim, üzgün görmek istemem
- Mustafa ERTAŞ (Araştırmacı-Yazar, 19.10.2008 – Konya)
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
19 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
İsa KAYACAN |
İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ |
ŞEHİRLER, ŞEHİRLERİMİZ
www.isakayacan.blogspot.com
Şehirler, şehirlerimiz… Kentler,
kentlerimiz. Her iki başlıkta geçerli.
Şu veya bu nedenle
gerçekleştirilen seyahatler sonunda görülen, gezilen
şehirlerimizin, yerleşim birimlerimizin satırlara, mısralara
dökülerek anlatımları geniş kareli fotoğraf çekimi,
sergilenmesi, albümlere yerleştirilmesi gibidir. Fatma Uçarlar,
şair ve yazar. Her gittiği yerle ilgili, yerleşim birimiyle
ilgili gördüklerini, duygularını sayfalara, mısralara aktarıyor.
-“Çocukluğumdan beri Türkiye
hatırasını incelerken, Ege Denizi ile Akdeniz’in birleştiği yer
olan Datça ve Bodrum yarımadaları ile Karadeniz’e burnunu biraz
fazlaca sokmuş olan Sinop’un bulunduğu bölge, daha doğrusu Doğu
Karadeniz Bölgesi en çok ilgimi çekerdi” (Bir Sevda oldun
yüreğimde’nin girişiı
-“Fazla yağmur almayan
Şebinkarahisar’ın havası bize oyun oynamıştı/Giresun’a kadar
gittikten sonra Trabzon’u Sümela’yı görmesek olur mu?” İki
cümleyi, iki paragrafın anlatım hazırlıkları Fatma Uçarlar’dan.
ISPARTA GÜLÜ
Fatma Uçarlar’ın altı dörtlükten
meydana gelen “Isparta Gülü” başlıklı şiirinde Isparta
anlatılıyor. Isparta ile ‘gül’ün bütünleştiği noktasından
hareket edilerek bir dörtlüğünde şöyle anlatılıyor:
-Bülbül figân eder, dalda yaprakta,
Büyür Isparta gülü, dağda, toprakta,
Gülyağı damla damla, akar imbikte,
Yârin yollarına ser, Isparta gülü…
Fatma Uçarlar, yıllarca görev
yaptığı Burdur’dan da sıkça sözeder şiirlerinde. Duygularını
ortaya koyar içten, samimi; anlamlı;
BURDUR
Ben sende Burdur’u gördüm,
O yüzden sevdam sana değildi,
Kollarını açtığın an,
Bir kolunda Tefenni’yi,
Bir kolunda Ağlasun’u gördüm,
Bu yüzden sevdim bu kolları,
Ben bu kollarda tüm Burdur’u sevdim..
Benim sevdam Burdur’aydı,
Ben sende Burdur’u sevdim, Burdur’u..
Arkasından Yozgat ilimiz gelir. “Kayboldum Yozgat ilinde”
başlığıyla Fatma Uçarlar, avuç içi kadar Yozgat’ta kaybolur.
Demek ki görünüm genişliği var. Yozgat’ın.
YOZGAT
Annemin sevdiği türkü dilimde,
Bozok Yaylası’nda yürür dururum.
Vatanımın güzel Yozgat ilinde,
Tarihime içten selam dururum.
Bir başka kentimiz, Bodrum’da görürüz Fatma Uçarlar’ı.
Bodrumla ilgili duygularını da dile getirir uzunca şiiriyle. Bir
dörtlüğü bu şiirin:
BODRUM
Beyaz iki katlı, evlerin hepsi,
Kalenin üstünde mehtabın tepsi,
Denizin dalgasız, suyun ipeksi,
Yüreğim sevdaya daldı, sevindim. .
YILIN SÖZLERİ (1):
1- Kırgınlıklarımla, kızgınlıklarımla sana söylediklerimin,
yazdıklarımın hepsi tamamı yalan.
Sensiz yapamadığımdır, seni sevdiğim, özlediğimdir gerçek,
doğru olan (18.12.2008)
2- Artık eskisi gibi; kızmayacağım, kırmayacağım,
kırılmayacağım,
Yanlışlarımı tekrarlamayıp, düzeltme çabası ve yorgunluğu
içinde olamayacağım,
Tüm delil ve tanıklarımla, vicdanımda kurduğum mahkemede,
mutlaka berat edip aklanacağım. (19.12.2008)
3- İsimsiz yazılanlar; olaylar, konu veya konulardan
haberleri olanlarca, 50 veya 100 kişi tarafından bilinerek
okunur, yorumlanır,
İsimli yazılanlar, gönderilen 350 yayın organının sayfa ve
sütunlarında, 8-10 bin hatta daha fazla kişi tarafından,
bilinerek, hatırlanarak okunur. (20.12.2008)
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
20 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
İsa KAYACAN |
İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ |
- ABDURRAHİM KARAKOÇ
- www.isakayacan.blogspot.com
- Zaman zaman, şairlerimizden,
yazarlarımızdan sözettiğim oluyor. Bu seri de onlardan biridir.
Ankara’da, 29 Kasım 2008 tarihinde gerçekleştirilen “Altındağ’da
Şiir Akşamları” programında yer alanlardan:
-
- ABDURRAHİM KARAKOÇ
- 1932 yılında Elbistan’da doğdu.
Edebiyatla, özellikle şiirle iç içe bir aileden gelmektedir.
Şair olan dedesi ve babasının etkisiyle küçük yaşlardan beri
şiire ilgi duymaya ve yazmaya başladı. Ayrıca kardeşleri de
kendisi gibi küçük yaşlardan beri şiir yazmaktadır.
- Gençliğinde uzun yıllar çiftçilik yaptıktan sonra Elbistan
Belediyesinde (1958–1985ı muhasebeci olarak çalıştı. Emekli
olduktan sonra Ankara’ya yerleşerek gazeteciliğe başladı.
- 1958 yılına dek yazdığı yüzlerce şiiri yakıp yok eden
Karakoç aynı yıllarda yazmaya başladığı değişik düşünce ve
yorumları içeren “Hasan’a Mektuplar” (1964ı adlı ilk kitabını
yayımladı.
- Sonraki yıllarda ise şiirlerinin bir bölümünü topladığı,
“Akıl Karaya Vurdu”, “Vur Emri”, Beşinci Mevsim”, “Suları
Islatamadım”, “Kan Yazısı”, Gök Çekimi”,”Dosta Doğru” ile
sohbet, mektup ve röportajlardan oluşan “Çobandan Mektuplar”
adlı kitapları yayımlandı. Bu kitaplardan bazıları yaklaşık 20
baskı yaptı.
- Çeşitli radyo ve televizyon programlarına katılan Karakoç’un
şiirleri bugüne dek birçok araştırmada aktarıldı.
-
- MİHRİBAN (Aşk)
-
- Sarı saçlarına deli gönlümü
- Bağlamışlar, çözülmüyor Mihriban,
- Ayrılıktan zor belleme ölümü
- Görmeyince sezilmiyor Mihriban,
-
- ‘Yar’ deyince, kalem elden düşüyor
- Gözlerim görmüyor, aklım şaşıyor
- Lambamda titreyen alev üşüyor
- Aşk, kâğıda yazılmıyor Mihriban.
-
-
- Önce naz, sonra söz ve sonra hile…
- Sevilen, seveni düşürür dile
- Seneler, asırlar değişse bile
- Eski töre bozulmuyor Mihriban.
-
- Tabiplerde ilaç yoktur yarama
- Aşk deyince ötesini arama
- Her nesnenin bir bitimi var ama
- Aşka hudut çizilmiyor Mihriban.
-
- Boşa bağlanmamış bülbül, gülüne
- Kar koysan köz olur aşkın külüne…
- Şaştım kara bahtın tahammülüne
- Taşa çalsam ezilmiyor Mihriban.
-
- Tarife sığmıyor aşkın anlamı
- Ancak çeken bilir bu derdi, gamı
- Bir kördüğüm baştan sonra
- Tamamını çözemedim…
- Çözülmüyor Mihriban.
-
-
- DUA
- Kur’an’ın ismi Azam’ın hürmetine
- Bizlere rahmet ver, rahmet ver Allah’ım
- Türk Milletine ve İslam Ümmetine
- Huzur ver, sükun ver, rahat ver Allah’ım
-
- İlk Şehit, ilk emir, son haber hakkına
- Gazilerin akıttığı, ter hakkına
- Ve Habibin olan Peygamber hakkına,
- Tövbe ver, fellah ver, necat ver Allah’ım
-
- Beşeriz şaşarız. Sen şaşırtma bizi
- Gurur, kibir verip te, şişirme bizi
- Nefsimizin peşine, düşürme bizi
- İlim ver, İrfan ver, sanat ver Allah’ım
-
- Yarab! Rahmetin gazabından büyüktür
- Talebim ne şöhret, ne mal, ne de mülktür
- Zayıflık, acizlik sırtımızda yüktür
- İman ver akıl ver, sıhhat ver Allah’ım
-
- Bilsek te, bilsek te gene bilmek için
- Hatadan, günahtan dönebilmek için
- Küfür ile zulmü gene bilmek için
- Nusret ver, derman ver, takat ver Allah’ım.
-
- Hem dünya, hem ahirette yakma bizi
- Kerem kıl, rahmetinle kucakla bizi,
- Kin alış-verişinden Sen sakla bizi
- Sevgi ver, saygı ver, şevkat ver Allah’ım
-
- Yalnızca Sana inanan Sana bağlı
- Senin Resul’ün olan Sultana bağlı
- Gönlüyle, bedeniyle Kuran’a bağlı
- Komşu ver, gardaş ver, evlat ver Allah’ım
-
- Kirden, küfürden aranıp, yunmamıza
- Benlik atına binersek, inmemize
- Yanlış yola saparsak, dönmemize
- Zaman ver, imkân ver, fırsat ver Allah’ım
-
- Gadirsin, Ganisin mülkün de yok değil
- Ver bize helal ne istersek, çok değil
- Beşikten mezara kadar uzak değil,
- Azim ver, sabır ver, sebat ver Allah’ım.
- Abdurrahim KARAKOÇ(Ankara)
-
- YILIN SÖZLERİ (1):
- 1- Kırgınlıklarımla, kızgınlıklarımla sana söylediklerimin,
yazdıklarımın hepsi tamamı yalan.
- Sensiz yapamadığımdır, seni sevdiğim, özlediğimdir gerçek,
doğru olan (18.12.2008)
- 2- Artık eskisi gibi; kızmayacağım, kırmayacağım,
kırılmayacağım,
- Yanlışlarımı tekrarlamayıp, düzeltme çabası ve yorgunluğu
içinde olamayacağım,
- Tüm delil ve tanıklarımla, vicdanımda kurduğum mahkemede,
mutlaka berat edip aklanacağım. (19.12.2008)
- 3- İsimsiz yazılanlar; olaylar, konu veya konulardan
haberleri olanlarca, 50 veya 100 kişi tarafından bilinerek
okunur, yorumlanır,
- İsimli yazılanlar, gönderilen 350 yayın organının sayfa ve
sütunlarında, 8-10 bin hatta daha fazla kişi tarafından,
bilinerek, hatırlanarak okunur. (20.12.2008)
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
21 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
İsa KAYACAN |
İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ |
|

NAZLI’NIN BUZ PATENİ ŞAMPİYONLUĞU
Her
canlı, hareket ediyor, düşünüyor, hedef veya hedefler tespit
ediyor. Bu hedeflerin ulaşılması için gayret gösteriyor.
Nazlı
Aykut torunum. Gelecek için hayalleri var, hedefleri var.
Düşünce bazından eyleme dönüştürmek istiyor. Başlangıç
çalışmaları var düşündükleriyle ilgili. Başarılı görünüyor
maşallah. Bir masal anlatımıyla dile getirdiklerinden Nazlı’nın:
BUZ
PATENİ SEVGİSİ
Nazlı
buz pateni sevgisiyle ilgili şöyle bir düşünce oluşturmuş
zihninde. Şampiyonluğa kadar gitmek istiyor. Buyurun Nazlı’nın
anlatımından dinleyelim:
Sevgili arkadaşlar; Merhaba. Benim adım Nazlı. Ankara, Özel Arı
Okullarının 4-A sınıfında okuyorum. Şimdi sizlere buz pateniyle
ilgili bir düşünce yumağı sunmak, anlatmak istiyorum:
-
19
Şubat 1999 tarihinde çok karlı bir kış gününde Nazlı diye küçük
bir kız çocuğu, daha henüz doğmamış, annesinin karnında doğmayı
bekliyormuş. O gün annenin karnı sancılanmaya başlamış ve acilen
hastaneye, doktora gitmişler. Anne ameliyat olmuş ve dünyaya
“Nazlı” adında bir bebek gelmiş.
-
Orada
Nazlı’nın, babası, anneannesi, dedesi iki de teyzesi varmış.
Nazlı’yı görünce hemen kucaklarına almışlar.
-
Yıllar geçmiş ve bu kız büyümüş. 3 yaşında buz patenine merak
salmış. Annesi O’nu 5 yaşında bir kulübe yazdırmış ve böylece
devam etmiş. O gün bu kız, buz pateninde Dünya Şampiyonu olmak
istemiş. Bu azmi ve kararlılığı O’nu şampiyonluğa yükseltmiş.
İlk önce Türkiye şampiyonasında birinci olmuş ve daha sonraki
yıllarda, Dünya Şampiyonluğuna katılmış. Dünya Şampiyonluğunda
da birinci olarak, ülkesine madalya kazandırmış.
-
NAZLI’NIN HEDEFLERİ
-
Nazlı’nın yukarıdaki anlatımı kendisinin hayali ve hedefini
gösteriyor. Çocukların, bütünüyle insanların hayali ve
hedefinin, hedeflerinin olması ne güzel ve anlamlı değil mi?
- Gelecek düşüncesi, planları ve
hedefleri olmayan insanların geleceği olabilir mi?
-
NAZLI
SORUYOR
-
Nazlı
bazı bilgiler derlemiş. “Bunları biliyor musunuz?” diye soruyor.
Bunlarla ilgili bilgiler efendim. Buyrun:
-
1-
Elektrikli sandalye bir dişçi tarafından icat edilmiştir.
-
2-
Hindistan’da oyun kağıtları yuvarlaktır.
-
3-
Zürafaların ses telleri yoktur.
-
4- 18
Şubat 1979 tarihinde Sahra Çölü’ne kar yağmıştır.
-
5-
Kangurular geri geri yürüyemezler,
-
6-
Yunuslar bir gözü açık uyurlar,
-
7-
Bir karınca kendi ağırlığının 50 katını taşıyabilirmiş.
-
SONUÇ
-
Torunum Nazlı Aykut’un dünyasında yer alanlar bunlar. O
düşünüyor, gelecek için kendi çerçevesinde planlar yapıyor.
Araştırıyor, derlemelerinin sonuçlarını arkadaşlarıyla
paylaşıyor. Nazlı’nın gelecekte düşünceleriyle birlikte
gelişmesi ve planladığı başarıların sahibi olması dileklerim ve
tebriklerimle Nazlı’yı ve O’nun gibi düşünen çocuklarımızı
kucaklıyorum efendim.
- Gönderen PROF. DR. İSA KAYACAN
- BAK: http://www.isakayacan.blogspot.com
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
22 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
İsa KAYACAN |
İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ |
BULGARİSTAN’DAN TUNA BOYU DERGİSİ
www.isakayacan.blogspot.com
Merkezi Bulgaristan’da bulunan “Goren
Dunav Vakfı”nın yayınorganı olan “Tuna Boyu” dergisi dikkat çekmeye
devam ediyor. Sözkonusu Vakfın, Türk ve Bulgar kültürünü
araştırmalarıyla bilindiğini de kaydedelim.
Tunaboyu Dergisi, iki ayda bir
yayınlanarak 52 nci sayısına ulaştı. Eylül-Ekim 2008 aylarında ait
51, Kasım-Aralık 2008 aylarına ait 52 sayısı masamızda efendim.
DERGİ SAYFALARINDA
Tuna Boyu Dergisinin, “Goren Dunav”
Bulgaristan’da Türk ve Bulgar Kültürünü Araştırma Vakfı adına sahibi
ve yazı işleri müdürü: İsmail I. Kelov, yayın koordinatörü: Sarper
Selhep, yayın danışmanı: Servet I. Osmanova.
Derginin Halkla İlişkiler Müdürü:
Zümrüt İsmailova, yayın kurulu var. Yurtiçi ve Türkiye temsilcileri
var. Yazışma adresi: Paisiy Hilendarski sk. no: 11, 7163 Karan
Vırbovka-Ruse-Bulgaristan.
Tuna Boyu Dergisinin 51 nci
sayısında, imzası görülenlerden: İsa Cebeci, Prof. Dr. Hamza Eroğlu,
Dr. Sabri Ata, Prof. Dr. Hüseyin Memişoğlu, Latif Karagöz, Bayram
Kuşku, Nazlı Raha Gürel, İsa Kayacan, İsmail Çavuş...
52 nci sayıda imzası görülenlerden:
M. Fuad Köprülü, M. Arslan Cumalı, Prof. Dr. Stoyan Andreev, İsmail
Tunalı, M. Alev Kocamustafa, İsmail Çavuş, N. İbrahim Akbıyık,
Hüseyin Özgür, Dr. Orlin Sıbev, Yılmaz Öztuna, Latif Karagöz, Sabri
Alagöz.
Tuna Boyu dergisinin sayfalarında
geçmişten örnekler, kesitlerin verildiği araştırmalar çoğunlukta.
Bunlardan biri:
18 Ekim 1925 tarihinde imzalanan,
Türkiye Cumhuriyeti ile Bulgaristan Krallığı arasındaki dostluk
antlaşması efendim.
Dr. Sabri Ata’nın, Batı Trakya
şiirinde göç başlıklı araştırması, Prof. Dr. Hüseyin Memişoğlu’nun,
Bulgaristan’da Türk-İslam Kültürü ve sanatı başlıklı yazısı,
araştırması vermek istediğimiz örneklerin başında geliyor efendim.
51 nci sayının 28 nci sayfasında,
bendenizden sözediliyor. Başlık: Gazeteci yazar, şair, araştırmacı,
editör Prof. Dr. İsa Kayacan için yazılanlar... Bu üç ayrı imza
sahibinin görüşlerinin hemen altında bir “Teşekkür” eklemişler, Tuna
Boyu Dergisi yayın kurumu imzasıyla. Bu teşekkür şöyle:
Teşekkür: Bulgaristan’da “Goren Dunav”
(yukarı Tuna), Türk ve Bulgar Kültürünü Araştırma Vakfı tarafından
Türkçe olarak yayınlanan “Tuna Boyu” Dergisinin, Türk basınında
hakkında en çok yazı yayınlanan gazeteci-yazar, şair, araştırmacı
Prof. Dr. İsa Kayacan’a, kendisiyle gurur duyduğumuz ve
çalışmalarının devamını dilediğimizi “Tuna Boyu” Dergisi yayın
kurulu (Tuna Boyu Dergisi, Eylül-Ekim 2008, Sayı: 51, Ruse-Bulgaristan)
Efendim, ben de teşekkürlerimi sunmak
istiyorum. Milli davalar, sözle değil, fiiliyat olarak izlenmeli ve
değerlendirilmelidir.
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
23 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
İsa KAYACAN |
İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ |
AMATÖRDEN PROFESYONELE
www.isakayacan.blogspot.com
İsmiyle yeni yeni karşılaştığımız şair, şaire adaylarımız.
İsimleri bilinen, yazdıkları yayınladıkları alkışlananlar...
Ayrı ayrı değerlendiriliyor, değerlendirilmelidir.
BURDUR’DAN KEZİBAN SEZER
Dört-beş ay önce bana bir hemşehrimiz aracılığıyla ulaşan
hemşehrimiz Keziban Sezer. Şiir denemeleri var. “Noktalama
işaretlerinden sıkıldım. Biraz da okuyucuya bırakmak düşüncesiyle,
noktalamayı bırakalım” diye yola çıkan hemşehrimin bu görüşünün
doğru olmadığını sözlemek istiyorum öncelikle. Noktalama işaretleri,
şiirin-yazının dış sıvası gibidir. Sıvası olmayan bir yerde oturmak,
soğuk almamız anlamına gelmez mi?
Keziban Sezer’in kısa kısa şiir denemeleri var. Bazıları özlü
söz şekline daha yakın. Bunlardan; “Seni nasıl suçlamam ki/ Pembe
rüyalarımda/ Mahsun-mahsun uyurken/ Hayalin acı çığlıklarıyla
uyandırdın”.
- Kötülerin bile/ Mutlak iyi bir kapısı vardır/Arayıp
görebilirsen/Senden bahtiyarı yoktur/Bütün iyi kapıların/ Şifresini
çözebilirsen...
- Mevsimlerden kışı sevdim/ Beyazı sevmedim ama/ Karı sevdim.
- Toprağı sevmedim ama/ Yaşamak geçiciydi/ Ölümü sevdim...
Keziban Sezer hemşehrim, öncelikle çokca şiir kitabı okumalı,
mısraların nasıl yan yana getirildiğini, mısraların bütünlüğüyle
şiirin nasıl tamamlandığını, şekillendiğini görmelidir.
FATMA UÇARLAR’DAN
Fatma Uçarlar, yıllarca Burdur’da görev yaptı. Sonra Isparta’ya
naklen-tayinen geçti. Burdur’da çalıştığı yollarda, 06 Haziran 2004
tarihinde bendenizle ilgili bir şiir yazmış, beni Akrostiş olarak
anlatmış. Teşekkürlerimi yineleyerek bu şiiri aşağıya alıyorum
efendim.
Akrostiş -İSA KAYACAN
İlim edinme sevdası,
Sarınca her yanını,
Ankara olmuş mekanı.
Kaya gibi direnmiş,
Arsızların, riyakârların karşısında,
Yazarak almış gıdasın kana kana,
Anayurdun dışına taşmış adı,
Can olmuş Burdur’a Azerbaycan’a
Adını duyurmuş ilinin, dört bir yana,
Nebisi matbaanın denmiş, O’nun adına.
Yazımızın üçüncü bölümündeki isim ve imza, yine Isparta
ilimizden efendim:
ÖLÜM YAKIN
Isparta ilimiz merkezinde yaşayan Zeki Çelik “Ölüm Yakın”
şiirinde, ölümün insana yakınlığı üzerinde duruyor ve beş dörtlükten
meydana gelen şiirinin bir dörtlüğünde şöyle sesleniyor:
- Makam mertebe dinlemez,
Parayla kimse önlemez,
Müslüman yalan söylemez,
Ölüm her insana yakındır...
Sağlıklı ve başarılı bir yaşam diliyorum efendim.
GÜNÜN HABERLERİ:
1. Ankara-Türkocağı binasından kaldırılan
“Türkocağı” yazısı tepkiler üzerine bina girişindeki yerini
(yeniden) aldı.
2. Burdurlu iş adamı Mehmet Cadıl, ”krizle başa
çıkabilmek için, ticaret erbabı ve şirketler ileriyi görerek
ticaretine yön vermelidirler” dedi.
3. Bakılan değil, okunan gazete “Yenisöke Gazetesi”
4 bin 478. sayısıyla 16. yayın yılına merhaba dedi.
4. İyinin, güzelin, doğrunun yanında olan,
yazarlarının sayısı değişik zamanlarda 52’ye ulaşan “Sorgun Postası
Gazetesi” bin 877. ci sayısıyla 29. yayın yılına girdi.
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
24 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
İsa KAYACAN |
İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ |
DR. FARUK FAİK KÖPRÜLÜ’NÜN “CANIM KERKÜK”Ü
www.isakayacan.blogspot.com
İnsanlar doğup büyüdükleri yerle,
yerlerle ilgili duygularını dile getirirken sayfa ve sütunlara
aktarırken, değişik duygular içine girerler. Doğruluk, netlik
içindeki görüntüleriyle dile getirirler, görüşlerini ortaya
koyarlar.
Dr. Faruk Faik Köprülü, Kerkük’ten
sesleniyor. Burada yaşıyor. Eğitimci, şair ve yazar. “Canım Kerkük”
adlı bir şiiri var elimizde.
Dokuz bölümden meydana gelen bu
şiirin ilk üç dörtlüğünü, bir başka yazımın sonunda yer vermiştim.
Şimdi bu üç bölümün dışında yer alan “Canım Kerkük” şiirinin
mısraları arasında gezmek istiyorum efendim:
CANIM KERKÜK (devamı)
Dr. Faruk Faik Köprülü, Kerkük’ün
şehirlerin ziyneti, dedelerin kalası, olduğundan sözettikten, “Canım
Kerkük iman ettim kur’an a” dedikten sonra, devam ediyor. Anılan
şiirin iki bölümü:
- Canım Kerkük karaaltun bulağı,
Nurun saçır yakın eyler ırağı,
Kervancılar misafirler durağı,
Yeryüzünde cennet varsa tek sensin,
Sen sultansın, sen ağasın sen beksin.
Canım Kerkük gürgürbaba nurusun,
Madenlerin yakutusun durusun,
Can evimizin perisisin hurusun,
Sevinç sende, kerem sende, sen sende,
Türk dünyasın toplayan destan sende.
Kerkük’ü yıldırımların çakışı, karlı,
yağmurların yağışı, kızıl güllerin kış karnında çıkışı, hep Dr.
Faruk Köprülü’yü yüreğinden yaralar. Her şey Kerkük içindir. Kerkük
sevgisinin dalga dalga dağılışı, Kazakistan, Taşkent ve
Türkistan’da, Türk dünyasında yaşanışıdır arzu arzu düğümlenen.
Sonra;
- Sen ey tutsak güvercinler kabını
Kilitleme güneş kokan kapını,
Sende renk, süs, bilim, sanat,
tapını,
Yurtseverlik, efendilik, sendedir,
Dost severlik, beraberlik sendedir.
Senin için yeşillenir emeğim,
Gün doğmadan doğar gönül çiçeğim,
Sen ey köyüm, suyum, şehrim, meleğim,
Türklüğüm olmuş başım belası,
Ey Irak’ın ikincisi Kerbelası...
Türklüğün insanın başının belası
olması, Şemsettin Küzeci’nin dediği gibi “Suçum Türk Olmak”tır
sözündeki, gerçeğinde olduğu gibi, Türk olmanın, Türklüğün insanlar
için sıkıntılar vermesi ne kadar üzücü, düşündürücü değil mi?
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
25 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
İsa KAYACAN |
İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ |
-
OSMAN APAYDIN’I
UNUTMAMAK
- www.isakayacan.blogspot.com
- Bizim Türk milleti olarak
vefasızlığımız belli, ortada. İnsanların sağlığında pek
kıymetlerini, değerlerini bilmeyiz. Osman Apaydın, Burdur’un
Kozluca beldesinde yaşayan, şair ve yazar arkadaşlarımızdan,
hemşehrilerimizden biriydi. Kozluca’da pek çok sosyal ve kültürel
etkinliklere imza atan Osman Apaydın Ramazan Bayramının birinci
günü 23.10.2006 tarihinde sabah 08.00 sularında vefat etti. Aynı
gün Kozluca (Belde) mezarlığında toprağa verildi.
- Mayıs 2007’de yayınladığım
“Aramızdan Ayrılanlar” adlı kitabımın 106 ncı sayfasında fotoğrafı
ve biyografisiyle birlikte verilen “Tanrım” adlı şiirinden iki
dörtlükle hatırlanan Osman Apaydın için, bu satırların yazarı İsa
Kayacan, Melahat Ecevit, H. Hüseyih Yıldız, Şevket Aksöz, Sabahat
Gümüş, A.Ali Bilgen ve Durmuş Öcal’ın Osman Apaydın hakkındaki
kısa görüşleri yeralıyor.
-
- OLMADI OSMAN OLMADI
- Fatma Uçarlar, Burdur’da uzun süre
görev yaptı. Sonra Isparta’ya naklen aynı görevini yürütmek üzere
geçti. Osman Apaydın’ı da yakından tanıyor. Eylül 2008’de
yayınlanan “İçimde Söz Dinlemez Deli Var” adlı şiir kitabının 96
ve 97 nci sayfalarında “Olmadı Osman Olmadı” adlı, başlıklı bir
şiiri var Fatma Uçarlar’ın. Şöyle söze başlıyor Fatma Hanım:
-
- Aklıma gelmezdi veda edeceğin,
- Böyle tutunmuşken hayata,
- Böyle severken dostlarını,
- Ve böyle severken dostların seni,
- Aklıma gelmezdi veda edeceğin,
- Böyle apansız,
- Hoşça kal! diyeceğin...
-
- Arkasından Fatma Uçarlar’ın
soruları geliyor: “Hani bayramlar, bayrama yakışır kutlanmalıydı?/
Hani bayramlarda ayrılık olmamalıydı?/ Olmadı Osman, olmadı/ Bu
gidişin hiç ama hiç olmadı”...
- Devam ediliyor Fatma Uçarlar
anlatımıyla, Osman Apaydın’a seslenişler: “Bu bir şaka olmalı
dedim kendimce/Hem kötü bir şaka/Aramanı bekledim/ Korkma şakaydı,
daha vadem dolmadı, demeni/ Keşke şaka olsaydı/Hatta eşek şakası
olsaydı/ Razıydım ama olmadı”...
-
- - “Sen başının üstünde taşıdın
gönül dostlarını/Biz, ellerimiz üstünde taşıyamadık seni/ Affet
bizleri/ Affet Osman/ Ama o an/ Duyacağını hissettim tüm yüreğim
de/ Ve senin için okudum o çok sevdiğin/ Umurumda değil
şiirimi”... Devam ediyor Fatma Uçarlar:
-
-
- - Mutat toplantılarımızda,
- Seni arayacak gözlerimiz.
- Kim senin kadar güzel okuyacak,
- “Sol yanım acıyor anne”yi?
- Bu gidişin,
- Annenin de sol yanını acıttı
Osman!,
- Olmadı Osman olmadı!
- Bu gidişin hiç ama hiç olmadı!
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
26 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
İsa KAYACAN |
İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ |
-
SORUMLULUK
- www.isakayacan.blogspot.com
- Hepimizin, her konuda sorumluluğumuz
vardır. 09 Mayıs 2005 tarihinde kaybettiğimiz, şiirimizin beş
yıldızlı çınarı Ahmet Tufan Şentürk ağabeyimin “sorumluluk” adlı
şiiri, birlikte hazırlayıp, yayınladığımız “Armağan–4” adlı kitabın
124 ncü sayfasında yer aldı. Bu şiir, bizzat bana yazdırdığı
“Değerli dostum Ali Topçu’ya” ithafıyla sayfalarda, sütunlarda yer
aldı.
- Şiir üç bölümden oluşuyor. “Bu
yirminci yüzyıl, bu uzay çağı/Avuç içi kadar küçüldü evren/Ay uzakta
değil, komşu kapısı/Gelişen bilim ve teknik/Söylesin elektronik
beyinler/Açları doyurmak, hastaları yaşatmak için/İnsan sorununa bir
çözüm var mı?/ Ölüm araçlarını icat edenler” bölümüyle, sözleriyle
başlıyor.
- Sonra Ahmet Tufan Şentürk hoca,
insanların vatan için, özgürlük için, ekmek için yaşadığı
gerçeğinden hareket ediyor, “her doğan sevmek ister,. Yaşamak ister”
noktasının karşısında, öldürmek çabası içinde olanların ne yapmak
istediklerini soruyor bir yargıç edasıyla. Ve bu şiirin bitiminde;
-
- Irkın, dinin, milliyetin,
- Ne olursa olsun, önemli değil,
- İnsan isen dünyanın bir parçasında,
- Seven bir yüreğin varsa, sızlayan,
- Gözlerin görüyorsa, duyuyorsa
kulakların,
- Dövüşenleri, ölenleri, öldürenleri,
- Korkuyorsanız eğer gördüğünüz düşten,
- Ölüm araçlarını icad edenler,
-
- Burada Ahmet Tufan Şentürk hocanın
“Sorumluluk” adlı şiirinin noktasını koyuyoruz. Bir başka şairimiz
Murat Duman’ın Ahmet Tufan Şentürk’le ilgili duygularına dönüyoruz
efendim.
-
- MURAT DUMAN’DAN
- Murat Duman Ankara’da yaşayan
şairlerimizden…
- 09 Mayıs 2005 tarihinde kaleme
aldığı, “Hakka Yürüdü” başlıklı, Ahmet Tufan Şentürk Baba’ya ithaflı
bir şiiri var beş ayrı dörtlükten meydana gelen. Şöyle başlıyor söze
Murat Duman:
-
- Serilmiş yatağa bir ulu çınar,
- Her gün biraz daha soluyor hocam,
- Dokunmayın, dostlar yüreğim yanar,
- Dostların kalbini deliyor hocam..
-
- Sonra Murat Duman, yatakdaki hocanın
dermanı kalmadığını, canıyla yaşama savaşı vermesine rağmen başarılı
olmakta zorlandığını, dile getirdikten sonra; “Altın harfle yazdım,
silinmez yeri/ Bağlandım ezelden, dönemem geri/Nerde babam, diye
gönül erleri/Yalancı yüzlere gülüyor hocam” dörtlüğünden sonra,
“Alevler içinde dindir özünü/İncitmesin toprak, geliyor hocam” diye
noktasını koyuyor ama üzüntülerinin ardı arkası gelmiyor, sürüp
gidiyor, sürüp geliyor. Murat Duman’ın ayrıca, Ahmet Tufan
Şentürk’ün ölümünün 40 ncı günü olan 18.06.2005 tarihinde yazdığı
Ahmet Tufan Şentürk’e ithaf edilen bir başka şiiri var.
-
- FATMA UÇARLAR’DAN
- Isparta ilimiz merkezinde yaşayan
Fatma Uçarlar’ın 11.09.2004 tarihinde Denizli’de yazdığı “Kerim
Aydın Erdem’e adlı altı dörtlükten meydana gelen bir şiiri var
elimizde. Bu şiirde Fatma Uçarlar, kaybedilen bir dosttan yılların
gerisinden gözlerimiz önüne gelen duygulardan söz ediyor, buradan
yola çıkıyor, mezarına yapılan ziyaretten bahsediyor ve bir
dörtlüğünde duygularını şöyle dile getiriyor efendim:
-
- Bir yıl kadar önceydi, tanışmıştım
O’nunla,
- Kitabını vermişti, aldım büyük
gururla,
- Ne de zarif bir insan, ne de hassas
duygular,
- Okuyanın, insanın büsbütün içi
sızlar.
-
-
- Azerbaycan’dan Gülaye Rizayeva
- Prof. Dr. İSA KAYACAN
- www.isakayacan.blogspot.com
- Zaman zaman, şairlerimizden,
yazarlarımızdan sözettiğim oluyor. Bu seri de onlardan biridir.
Ankara’da, 29 Kasım 2008 tarihinde gerçekleştirilen “Altındağ’da
Şiir Akşamları” programında yeralanlardan:
-
- GÜLAYE RİZAYEVA
- İsmail kızı Gülaye Rızayeva,
29.07.1964 tarihinde Azerbaycan’ın Gedebey kasabasının Düzresullu
köyünde dünyaya geldi. İlköğrenimine 1971 yılında yine bu şehirde
başladı. İlk ve orta öğrenimini 1981’de tamamladı, Rizayeva, 1982
yılında evlendi ve bugün üç çocuk sahibidir. Bakü’ye 1983 yılında
gelen Rizayeva, 1987–1991 yılları arasında Maliye ve Ekonomi Yüksek
Okulu’nda okumuştur.
- Şaire ve edebiyata küçük yaşlardan
itibaren ilgi duyan Rizayeva, orta öğrenimi yıllarında yazdığı
şiirleri Azerbaycan’da çıkan bazı dergi ve gazetelerde yayımlandı. O
yıllardan bu yana Rizayeva, edebiyata olan ilgisini sürdürmeye devam
ediyor.
- Azerbaycan Radyo Televizyonu’nda
şairin şiirleri 1992’den itibaren yayımlanmaya başlar. Şairin
şiirlerinin dinleyici ve seyirci ile televizyonda ilk buluşması Aşık
Peri Meclisi adlı program ile başlar. Bu programda sanatçının şiir
yaratıcılığında yer alan eserleri, Azerbaycan Televizyonu Devlet
Kanalı’nda uzun yıllar dinleyici ve seyirci ile buluşturulmuştur.
Özellikle Gülaye Rızayeva’nın sanatkarlığı yönünde çeşitli yerlerde
birçok etkinlik düzenlenmiştir. Bu etkinliklerden sonuncusu Atatürk
Kültür Merkezi’nde düzenlenmiş ve bu programda Gülaye Rizayeva’nın
sanatçı kişiliği üzerinde durulmuştur.
- Çeşitli kitle iletişim araçlarında
şiirleri okunan Rizayeva, Azerbaycan Devlet Televizyonunda
“Sazın-Sözün Şehrinde” adlı programın yürütücüsüdür. Ayrıca Rızayeva,
Orta Asya Cumhuriyetlerinde ve Türkiye’de çeşitli programlara
davetli olarak katılmıştır, Şair, şiir yaratıcılığında gösterdiği
başarı nedeniyle birçok ödüle layık görülmüştür. Bunlardan bir
tanesi Bursa’da düzenlenen Türk Dünyası aşıklarının ve şairlerinin
yarışması sırasında kendisine verilen birincilik ödülüdür. Güleye
Rizayeva edebi hayatı boyunca Ay Menim Gözleri Kör Mehebbetim. Bir
Şair Yaşayır Gamın İçinde, Gelmişem ki Diyem Gemliyecem, Zaman
Ağlattı Meni adlı dört kitabı yayınlanmıştır ve şiirleri çeşitli
antolojilerde yer almıştır. Ayrıca İlgarımda İlgarsıza Uduzdum,
Gizletmişem Güle Güle Derdimi, Meni Sensizliğe Sen Öğretmişen,
Ömrümün Laylaları adlı şiir albümleri çıkmıştır. Bu albümlerde
şairin şiirleri Azerbaycan’ın tanınmış sanatçıları tarafından
seslendirilmiştir.
- Gülaye Rızayeva’nın manzum aşk ve
duygu temalı hikâyeleri ile ilgili birçok sinema ve televizyon klibi
hazırlanmış ve hazırlanmaktadır.
- Gülaye Rızayeva, Aşık Peri
Meclisi’nin, Aşıklar Birliği’nin ve Azerbaycan Yazarlar Birliği’nin
üyesidir. Gülaye Hanım bu gün de edebi faaliyetlerini
sürdürmektedir.
-
- SALAMELEKÜM
-
- Salamla başlanıb ezeli ülfet
- Salamla balanıb xilgete hörmet
- Salamla başlanıb mehr-mehebbet;
- Secde eyleyirse salama her kim
- Salameleküm
- İnsanı insana
yovuşdurubdur
- Xatadan, beladan
sovuşdurubdur,
- Seveni sevene
govuşturubdur
- Adalet eşgine verilen
höküm
- Salameleküm
- Derin deryalarım, gur axan çayım
- Gündüzler güneşim, geceler ayım
- Salamdır chana sovgatım payım
- İncidir, gövherdir hem de lel yüküm
- Salameleküm
- Ne ucuz tut onu ne yarıda
gir
- Salamdan bahalı bexşiş
var mıdır?
- Salam yeradana
etiramımdır
- Ezeli-ebedi güdretli
hakim
- Salameleküm
- Çaılan seherler düşen axşamlar
- Ümidler goynunda alışan Şamlar
- Migeddes ayalar, şahi imamlar
- Cismime can veren möcüzü hakim
- Salameleküm
- Gülayayam, özüm gördüm
bihalam
- Adını çeken tek geyb oldu
belam
- Sacdağahım Kaba evim,
Kerbalam
- Her an seninledir eşgim
meslekim
- Selamelekum
-
- Gülaye ŞINIXLI
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
27 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
İsa KAYACAN |
İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ |
RAMİZ MEHDİYEV’DEN
DEMOKRASİYE GİDEN YOL
www.isakayacan.blogspot.com
Bana ulaşan yayınlar,
değişik kanallarla masam üzerinde, gündemin içinde yer almaya devam
ediyorlar.
Hayrettin İvgin dostumun
bana ulaştırdığı kitap ve yayınlardan biri, Ramiz Mehdiyev imzasıyla
674 sayfayla gün yüzü görmüş, İstanbul’da basılmış “Geçmişin
Işığında Demokrasiye Giden Yol” adının taşıyıcısı efendim.
Prof. Dr. Ramiz Mehdiyev,
17 Nisan 1938 tarihinde Bakü’de doğmuş. 1993 yılında felsefe dalında
“ilimler doktoru” unvanıyla çalışmalarını sürdürmüş. Bakü’de Devlet
Müsteşarı olarak çalışmalarına devam eden Ramiz Mehdiyev, Azerbaycan
Devleti ve toplumunun gelişim problemleri hakkında 100’ün üzerinde
bilimsel makale ve çok sayıda eserin müellifidir.
SAYFALARA
Geçmişin ışığıyla
Demokrosiye giden yol, adlı kitabın sayfalarına doğru bir adım
atalım. Gördüklerimizden:
Kitabın Türkiye
Türkçesi’ne çevrilişinde görev alanlar, ayrıca ihtisas editörleri
var. Kitap için; “Felsefe profesörü Ramiz Mehdiyev bu kitabında
demokrasi ve insanlığın sürekli olarak kendi egemenliğini oluşturma
çabasını incelemiştir” deniyor.
Bu arada, anılan yayında,
dünya düzeni, katı merkeziyetçilik, olumsuz sonuçları aynı zamanda
Azerbaycan’ın Yeni Dünya düzenindeki rolü ve yerinin incelendiğini
görmekteyiz.
Konu detaylandırılması
yapılırken de kitap içindekiler şöyle sıralanıyor:
-İnsanlığın tarihi gelişiminde
demokrasinin yeri ve rolü,
-Medeni dünyanın “halk egemenliğine”
doğru sürekli ilerleme çabalarının ortaya konulması,
-Milli demokratik geçişin bilimsel
şekilde araştırılması,
-Azerbaycan’ın sosyo-politik
geleceğine kısa bir bakış…
İçindekiler sayfasındaki ara
başlıklardan da birkaç örnek verilim dilerseniz:
-Istıraplı yollardan yıldızlara, E.
Pluribus Unum-Birliği formülü, Devrimden evrime: Siyasi realiteye
dönüş. Azerbaycan 2005, Demokratik konsolidasyon dediğimiz
demokrasinin toplumsal ilişkilerde yerleşik hale gelmesi, Ulusal
gelişimin felsefesi, milli model.
Prof. Dr. Ramiz Mehdiyev, önsözünün
bir yerinde: “Bizler benzersiz özgürlüklere sahip bir dönemde
yaşıyoruz. Demokratikleşme ile birlikte bu konular arasında ben,
başında enerjik ve iradeli bir liderin önderliğinde kurulan güçlü
bir Azerbaycan Devleti konusu ile karşılıyorum. Böyle bir devletin
kurulması dünyanın karşısında duran en önemli konulardan birisidir”
diyor.
Sayfa 638’den: “Sağlam
bir demokrasinin gelişmesinin temeli, cemiyetin kazandıkları ve
kaybettikleri, başarıları ve mağlubiyetleri hakkında bilgilendirecek
bağımsız kitle iletişim araçlarının oluşturulmasıdır. Bunun
neticesinde her bir bilgi birey seçimlerde düşüncesinin doğruluğunu
ölçebilir”.
Sayfa 639’dan: Azerbaycan
devamlı olarak gelişmiş sivil toplumu ve sağlam demokrasisi olan bir
devlete doğru ilerlemektedir. Böyle bir devlette tam olarak her bir
vatandaşın hakları, siyasi özgürlükleri yaşanacaktır.
Türkiye’de “da
yayıncılık” tarafından gün yüzüne çıkarılan, yayınlanan bu kitap
okunmalıdır.
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
28 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
İsa KAYACAN |
İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ |
İSTİKLAL MARŞIMIZIN YAZILDIĞI EV VE ÇEVRESİ GÜZELLEŞTİRİLDİ
www.isakayacan.blogspot.com
Hani bir fotoğraf çekersiniz…
Yıllar önceye dayanır, eskilere
aittir. Bakar bakar değerlendirirsiniz.
İllerimiz, ilçelerimiz,
beldelerimiz, köylerimiz, mahallelerimiz de öyledir. Birkaç yıl
uğramadığınız yerlerin tanınmayacak ölçüde güzelleştiği veya terk
edildiği görüntüleriyle karşılaştığınızda, sevinir veya
üzülürsünüz.
Ankara, Hamamönünde 1965–1980
yılları arasında Göztepe Sokakta oturduk. Ece Sanat Dergisinin
yayın yıllarındaki adresimiz Göztepe Sk. 5/A idi. Ankara’nın eski
semtlerinden, binalarının yer yer yok olmak üzere oluşuyla
karşılaşılan bir semtti Hamamönü.
Ama şimdi bakıyorum, Hamamönü’nün
Samanpazarının, Koyunpazarının, Çıkrıkcıların çehresi-çehreleri
değişmiş. Restore edilen binalar, sokakların düzenlenişi ferahlık
getiriyor.
Hele İstiklal Marşımızın şairi
Mehmet Akif Ersoy’un yaşadığı evin restore edilip, etrafının park
haline getirilmesi “Mehmet Akif Ersoy Kültür Parkı”nın açılışı,
yemyeşil bir alan haline getirilişi beni duygulandırıyor..
Altındağ Belediyesinin hizmetleri
gözle görülen, elle tutulan bir görünüm arzediyor.
Mehmet Akif Ersoy Kültür Parkının,
genç kuşaklara tarih bilinci aşılaması, doğru konulan teşhislerden
biri.
Son yıllarda, yatırımlarını hızla
artıran Altındağ Belediyesi parkları ve prestij yapılarıyla
Altındağ’a hak ettiği değeri kazandırıyor.
Altındağ Belediyesi yetkilileri,
projenin uygulama amacını şöyle açıklıyorlar:
Mehmet Akif Ersoy’un şahsı ve
anısına saygının yanı sıra, genç kuşaklara, tarih bilincinin
aşılanması. Merhum şair Mehmet Akif Ersoy’un İstiklal Marşını
yazdığı ev olan Taceddin Dergâhı’nın müze olarak bulunduğu park,
tarihi anlatan yapılarıyla tam bir kültür ve tarih merkezine
dönüşecek.
Mehmet Akif Ersoy Kültür Parkına
ayrı bir önem veren Altındağ Belediye Başkanı Veysel Tiryaki;
“İstiklal Marşının yazarının, bu eseri yazdığı evin bulunduğu
bölgenin mezbelelik görüntüsü, göreve geldiğim ilk günden beri
içimi acıtıyordu. Bu nedenle arazinin sahibi olan Hacettepe
Üniversitesi ve Kültür ve Turizm Bakanlığı ile pek çok defa
görüşerek projenin startını verdik. Uygulaması Altındağ Belediyesi
tarafından yapılan parkın, Mehmet Akif Ersoy anısına yakışır
olmasını umuyorum” cümleleriyle yaptığı değerlendirmenin doğru ve
anlaşılır olduğunu ortaya koyuyor.
Ortaya konulan hizmetler, gözle
görülmeye, hissedilmeye ve eskisiyle yeninin mukayesesinin
yapılmaya başlanmasıyla, daha bir netlik kazanıyor, hizmet
sahiplerinin de alkışlanması gerekiyor. Altındağ Belediyesi’nin bu
olumlu hizmetlerini kutluyor, diğer Belediyelere örnek olmasını
diliyorum efendim.
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
29 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
İsa KAYACAN |
İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ |
-
BELEDİYE BAŞKANLARIMIZDAN
- www.isakayacan.blogspot.com
- Ülkemiz genelinde faaliyet gösteren
Belediyelerimiz, bu belediyelerimizin hizmetlerinin genel
değerlendirilişleriyle ilgili tablolar bölgeden bölgeye, ilden il’e,
ilçeden ilçeye, beldeden beldeye değişiklik gösterebilir.
- Gördüklerimiz duyduklarımız vardır bu
belediye başkanlarının içinde. Tarsus Belediye Başkanı Burhanettin
Kocamaz, Fethiye Belediye Başkanı Behçet Saatcı, kültürel
faaliyetleriyle bilinen, alkışlananlardan sadece ikisidir.
Tarsus’ta, Karacaoğlan Şelale Şiir Akşamları uluslar arası seviyede
her yıl gerçekleştirilirken, Fethiye Belediye Başkanı Behçet
Saatcı’nın, Ünal Şöhret Dirlik, Recai Şahin, Birdal Can Tüfekçi,
Cahit Begenç gibi pek çok şair ve yazarın kitaplarının
yayınlanışında katkıda bulunduğunu biliyorum.
- Burdur Belediye Başkanı Sebahattin
Akaya, bendenizin, Burdurla ilgili bir kitabımın yayınlanmasını
sağladı. Burdur-Bucak Belediye Başkanı Arsal Sarı’da kültüre önem
veriyor. Burdur Ticaret Borsası Başkanı Baki Varol, Fatma Üçarlar’ın
bir kitabının yayınlanmasına destek verdi. Eğirdir Belediye Başkanı
Ömer Şengöl yine Fatma Uçarlar’ın bir kitabının yayınının
gerçekleşmesine katkıda bulundu. Adana ilimize bağlı Ceyhan Belediye
Başkanımızın da kültüre önem verdiğini duyuyoruz. Gümüşhane Belediye
Başkanımızda kültürel destekleriyle bilinenler arasında sayılıyor.
Ankara-Altındağ Belediye Başkanı Veysel Tiryaki’de bunlardan biri.
-
- TARSUS BELEDİYE BAŞKANI
- Tarsus Belediye Başkanı Burhanettin
Kocamaz aynı zamanda şair. Şiirleri var yayınlanmış, kitapları var
günyüzü gören. 2008 Kurban Bayramı vesilesiyle gönderdiği
kutlamasının iç yüzünde “Bayramlar essahlı bayram olmalı” başlıklı
bir şiiri var Burhanettin Kocamaz’ın Buyurun birlikte okuyalım:
- BAYRAMLAR ESSAHLI BAYRAM
OLMALI
- (Burhanetti Kocamaz)
-
- Gönül bu öyle bir bayram istiyor,
- Şu dünyada ezilen yok, ezen yok,
- Tüm kainat mutlu olsun istiyor,
- Eziyet ve çile çeken canlı yok.
-
- Zenginler fakire otağ kurmalı,
- Aç olan doymalı, çıplak giymeli,
- Yardımlaşma hep dorukta olmalı,
- Bayramsa gerçekten bayram olmalı.
-
- Huzursuzken bayram, bayram olmuyor,
- Çileliyken millet huzur bilmiyor,
- Ağlayana gülen derman bulmuyor,
- Bayramlar gerçekten bayram olmalı.
-
- Çocuklar bayramı bayram bilmeli,
- Bayramlık giymeli yüzü gülmeli,
- Lunaparklar onlar ile dolmalı,
- Bayramlar gerçek bir bayram olmalı.
-
- Bayramlar coşku ve şenlik olmalı,
- Açlıklar yok, işsizlik yok olmalı,
- Vatanında milli birlik olmalı,
- Onurlar korunmalı, dirlik olmalı.
-
- Şehitler sırasıyla gelmesin artık,
- Analar gözyaşın dökmesin artık,
- Yöneten gaflete düşmesin artık,
- Bu bayram essahlı bayram olmalı.
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
30 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
İsa KAYACAN |
İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ |
-
YENİGÜN VE SES-15’E YENİDEN MERHABA
- www.isakayacan.blogspot.com
- Zaman içinde oluşanlar, sonuçları
itibariyle karşımıza çıkanlar. Süreklilik içinden ayrılıp “mola”
verişler. Ayrılışların ardından yine aynı yayın organının
sütunlarında görülmeye başlayan imzalar.
- Burdur ilimiz merkezinde günlük
yayınlanan “Yenigün” Gazetesi… Burdur ilimize bağlı Bucak
ilçemizde günlük yayınlanan “Ses 15” gazetesi. Bu gazetelerin
sütunlarında yazılanlarımızın sizlerle yeniden merhabalaşmaya
başlayışları.
-
- YENİGÜN GAZETESİ
- Burdur ilimiz merkezinde günlük
yayınlanıyor. Kuruluş tarihi: 01.09.1954. Kurucuları: Osman Şan,
Muharrem Tuncel, Sahibi: Muharrem Tuncel. Yazı İşleri Müdürü ve
Genel Yayın Yönetmeni: Kürşat Tuncel. Sayfa Editörü: Şadiye Ünal.
Muhabirler: E. Selcan Tuncel, Harun Sivrikaya, Ali Kapan.
- Sekiz sayfalık Yenigün Gazetesinin
14 Kasım 2008 tarih ve 16 bin 570 sayılı nüshasının ilk
sayfasında, “Prof. Dr. İsa Kayacan tekrar aramızda… Uzun yıllar
gazetemizde köşe yazarlığı yapan. Hemşehrimiz, Anadolu Basınının
hamisi, yazar-şair Prof.Dr. İsa Kayacan ara verdiği yazılarına
tekrar başladı. Üstad Kayacan’a aramıza tekrar katıldığı için
teşekkür eder, başarılar dileriz”. şeklinde bir anons.
- Yenigün’ün köşe yazarlarından
gazeteci hemşehrim Mesut Madan, 19 Kasım 2008 tarihli Yenigün’deki
makalesinde “hoş geldin usta” başlığıyla, bana iltifatlarda
bulunarak,”kısa bir aradan sonra yazılarıyla aramızda. Hoş geldin
büyük usta İsa Kayacan” cümleleriyle beni şımarttı. Teşekkürler
sevgili Madan.. Sende mütevaziliğini hiç bozmadın biliyor musun?.
- Yenigün’ün masamda bulunan
sayılarından bazı başlıklar aktarmak istiyorum:
- -Kilise “Fosil Müze”ye dönüşecek
(16577), Piribaşlar Evi’nin restorasyon ihalesi yapıldı (16576)
Akif’e yakışan etkinlik (16575), Baki Varol, Demokrat Parti Merkez
Karar Kurulu’na seçildi (16575), Burdur’da Akif rüzgarı (16574),
MAKÜ, ek ödenekte de birinci sırada yeralıyor (16574), Başkan
Akaya, AK Parti’den Aday adaylığı için dün müracaat etti (16573).
- Not: S. Selcan Tuncel, Şadiye Ünal,
Harun Sivrikaya, Ali Kaplan’ın biyografileriyle birer fotoğrafını
(Burdur’un Saz ve Söz Ustaları–2) adlı kitabım için bekliyorum (İK).
-
- SES–15 GAZETESİ
- Burdur iline bağlı, Bucak ilçesinde
pazartesi hariç günlük yayınlanan 8 sayfalık gazete. Kuruluş
tarihi: 23 Kasım 1999. Sahibi: Bucak Radyo TV A.Ş, Mesul Müdürü:
Melike Korkmaz Elibol, Sayfa editörü: Fatma Aktaş, Burdur
Temsilcisi: Nuri Yıldırım, Muhabirleri: Duray Çitekçi, Hüseyin
Dilek, Ramazan Arısoy.
- Hayırsever işadamı Mehmet Cadıl’ın
medya kuruluşlarından biri olan Ses–15 Gazetesinin değişik
sayıları masamda. Bu sayılardan aldığım haber başlıklarından
bazıları efendim:
- -Cadıl’dan öğrencilere moral
(1362), Sorun teknoloji değil, çırak olmayışı (1363), Bucak’ta
konut fiyatları düştü (1364), kışlık ayakkabı alırken dikkat
(1365), Sanatçı Sümer Ezgü bir röportajında, “Öldüğümde mezarımı
doğduğum yer olan Bucak’ta olmasını istiyorum” dedi. Anadolu
Lisesi birinci oldu (1366), Polonya ile işbirliği ve dostluklar
pekiştirildi (1367), Vefat etmiş öğretmenler unutulmadı (1368).
- Not: Hüseyin Dilek, Melike Korkmaz
Elibol, Fatma Aktaş, Duray Çitekçi, Ramazan Arısoy’un biyografi ve
fotoğraflarını (Burdur’un Saz ve Söz Ustaları-2) adlı kitabım için
bekliyorum (İK).
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
31 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
İsa KAYACAN |
İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ |
BURDUR’DA 1. ULUSLARARASI MEHMET AKİF SEMPOZYUMU
www.isakayacan.blogspot.com
Burdur ilimizde bir üniversitenin
kurulması ve adının “Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi” olması için,
yıllarca, aylarca mücadele verildi. Hepimiz, herkes üzerine düşen
görevin fazlasını yerine getirdi-getirdik. Mehmet Akif Ersoy
Üniversitesi 2006 yılında kuruldu ve faaliyete geçti. Oluşumu
sağlandı.
2006 yılında yeni kurulan 15
üniversite içerisinde yeralan MKÜ, 2008 yılında 5 bin 478 öğrenci
aldı. Üniversite mevcudu 13 bin 713’e ulaştı. Bu mevcudun 4 yıl
sonra yaklaşık 22 bine ulaşacağı kesinliği var.
MAKÜ Rektörü Prof. Gökay Yıldız,
“Hedefimiz 15 üniversite arasında ilk 3 sırada yeralmak” diyor.
MEHMET AKİF ERSOY
SEMPOZYUMU
Burdur Mehmet Akif Ersoy
Üniversitesi Rektörlüğü, üniversitenin adını aldığı Milli Şairimiz
Mehmet Akif Ersoy için “I. Uluslararası Mehmet Akif Ersoy
Sempozyumu”nu 19, 20, 21 Kasım 2008 tarihlerinde üniversitenin sergi
ve konferans salonunda gerçekleştirdi.
Sempozyuma konuşmacı olarak katılan;
Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri, edebiyatçı Prof. Dr. Mustafa İsen,
kültür dünyasının bilinen isimlerinden, Prof. Dr. Talat Halman,
Gazeteci-Yazar Doğan Hızlan ve Prof. Dr. İrfan Morina, Mehmet Akif’i
anlattılar.
Açılış gününde Yrd. Doç. Dr. Hatice
Keten ve Yrd. Doç. Dr. Melek Şahan’ın çalışmalarından oluşan
serginin açılışı yapıldı. Mehmet Akif’in bütün yönlerinin ele
alındığı, poster bildirileri ve panel oturumlarıyla Sempozyum
amacına ulaştı.
I. Uluslararası Mehmet Akif Ersoy
Sempozyumu’nun açılışına Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’da
katıldı. Üç günde 3 ayrı salonda 103 sözlü bildiri 4 poster
bildirinin sunulduğu, tartışıldığı sempozyumun açılış konuşması MAKÜ
Rektörü Prof. Gökay Yıldız tarafından yapıldı. Konuşmalardan:
1- Bağımsızlığın simgesi olan
İstiklal Marşı’nın şairi, Cumhuriyet dönemi fikir ve sanat
öğrencilerinden Mehmet Akif Ersoy’un adını almakla büyük bir onur ve
ayrıcalık taşıyan üniversitenin vatan şairinin adını yaşattığı için
büyük bir mutluluk duyuyoruz. (Prof. Gökay Yıldız, Rektör)
2- Milli şair Mehmet Akif Ersoy çok
yönlü bir insandır. O’nun asıl yaşamının örnek alınması gerekir.
Dürüslüğüyle, ahlakıyla, erdemli duruşuyla Mehmet Akif Ersoy örnek
şahsiyettir. (Ertuğrul Günay, Kültür ve Turizm Bakanı)
3- Bu sempozyum çok önemli bir
organizasyon. Milli şairin, adının aldığı üniversitede ele alınması
gurur verici, çok büyük bir mutluluk. (İbrahim Özçimen, Vali)
Burdur Milletvekilliği de yapan
Mehmet Akif Ersoy için düzenlenen sempozyumun sonunda üç ayrı oturum
salonunda gerçekleştirilen anketlerin değerlendirilmesinde ortaya
çıkan sonuçlar, Rektör Yardımcısı Prof. Dr. M.Zeki Yıldırım
tarafından açıklandı. Buna göre:
- Üniversitede Mehmet Akif Ersoy
Araştırma Merkezi kurulmalıdır. (Üniversitede bu araştırma merkezi
kurulmuştur.)
- Sempozyuma sunulan bildirilerin
kitaplaştırılmasında geç kalınmamalıdır.
- Bu sempozyumların belirli
aralıklarla yapılması sağlanmalıdır.
- Bildirilerde bilimsel disiplin
içerisinde bilimsel söylemle bildiriler sunulmalıdır. Bu
üniversitede okuyan her öğrencinin, Mehmet Akif’in kim olduğunu
mutlaka bilmesi gerektiği için, bu konuda bilgilendirme
sağlanmalıdır.
GÜNÜN SÖZÜ: Mehmet Akif hiçbir şey
yapmasa bile, İstiklal Marşını yazmasıyla büyüktür. ( Ertuğrul Günay,
Kültür ve Turizm Bakanı, Burdur. 19.11.2008)
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
32 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
İsa KAYACAN |
İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ |
AZERBAYCAN'IN MİLLİ ŞAİRİ AHMET CEVAT
Türk dünyasının büyük şairlerinden,
Azerbaycan'ın milli şairi Ahmet Cavat Ahundzade hakkında
bilgilerimizin fazla olduğunu söyleyemiyoruz. Ahmet Cavat Ahundzade
1918 -1920 yıllarında kurulan Azerbaycan Halk Cumhuriyetinin
kurucularındandır.
Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği Kümbet Dergisinin Nisan-Eylül
2008 aylarına ait 12 nci sayısında yer alan Rahman Salmanlı'nın
“Azerbaycan'ın İstiklal Şairi Ahmet Cevat” başlıklı araştırmasından
yararlanmak istiyorum. Zaten sayın Salmanlı'da 4 ayrı kaynaktan
yararlanarak yazısını, araştırmasını hazırlamış efendim:
Ahmet Cevat ilk Azerbaycan
Parlamentosunun üyesi ve sekreteridir. Şair, Azerbaycan'ın dünyaca
ünlü bestecisi Üzeyir Hacıbeyov'la yakın dostluk kurmuştur.
Azerbaycan'ın devlet marşının sözleri A. Cevat'ın, musikisi Üzeyir
Hacıbeyov'undur.
Azerbaycan'ın üç renkli bayrağı da onun faaliyetlerinin sonucu
ortaya çıkmıştır, çıkarılmıştır.
Ahmet Cevat, şiir-sanat âlemine atıldığı ilk günden itibaren
Türk dünyasının en ünlü şairleri arasına girmeyi başarmıştır. O'nun
“Çırpınırdın Karadeniz” şiirine Ü. Hacıbeyov musikisiyle bestelemiş
ve bu şarkı 75 yıldan beri, Azerbaycan ve Türkiye'nin radyo ve
televizyonlarında sürekli seslendirilmektedir.
Atatürk, “Çırpınırdın Karadeniz”
şarkısını ilk defa dinlerken, çok duygulanmış, gözleri yaşarmıştır.
Ahmet Cevat 1918 yılında iftihar ve
onur duygularıyla Gence'den seslenir:
“Bayrağına hain bakan,
Hain göze ben dikenim.
Vurulursam gölgesinde,
Helal olsun ona kanım.”
07 Aralık 1918 tarihinde Azerbaycan
Halk Cumhuriyeti Parlamentosunun açılışı sırasında, binanın çatısına
çıkanların kalpleri vatan aşkıyla çarpıyordu. Gördüklerini mısralara
döken A. Cevat yüzünü bayrağa tutarak şöyle diyordu:
“Türkistan yelleri öpüp alnını,
Söylüyor derdini sana, bayrağım,
Üç rengin resmini Kuzgun Denizden,
Armağan yollasın yara, bayrağım.”
Ahmet Cevat'ın bayrağa sarılışıyla,
bayrak sıradan bir kumaş olmaktan çıkıyor. Yüceliyor, kutsallaşıyor,
canlı bir varlık gibi insanlarla ve şairin kendisiyle konuşuyor:
“Gül renginde bir bayrağın,
Ortasında bir hilal,
Ey, al bayrak, senin rengin,
Söyle neyçin böyle al?.”
Ahmet Cevat, ömrünün sonuna kadar
Azerbaycan'ın özgürlük mücadelesinin içinde, başında yer alır.
Azerbaycan, 28 Nisan 1920 tarihinde Sovyetler tarafından işgal
edildiğinde, milli bayrağa hitaben şöyle seslenir:
“Çok ayrı düştüm,
Üç renkli bayraktan,
Ay dostlar, ben yoruldum,
Bu gizli ağlamaktan..”
Savaştaki acılar şairin kalbini
incitir:
“Karları boşamış mazlumların kanı
Ölenler çok fakat mezarı hanı?
Ayaklar altında şövketi-şanı
Kalanları görüp feryada geldim”.
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
33 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
İsa KAYACAN |
İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ |
- REŞAT NURİ GÜNTEKİN’İN EŞİNE İMZALADIĞI
“MİSKİNLER
- TEKKESİ” MİRASCISINA VERİLECEK
- Aralık 2008 Perşembe
Yılların hızla ilerleyişi...
Edebiyatımızın ustalarından Reşat Nuri Güntekin’in meşhur “
Miskinler Tekkesi” adlı İnkılâp Kitabevi yayınları arasında 1946
yılında günyüzü gören kitabı. Burdur’da bir hemşerimin elinde
bulunan ve eşine imzaladığı bu kitabın, Reşat Nuri Güntekin ustanın
mirasçılarına verilme düşüncesi. Aranılan Reşat Nuri Güntekin
mirascısı veya mirasçıları, yakınları... “MİSKİNLER TEKKESİ -1946”
Bir gün Burdur’dan, amatör
sporumuzun usta yöneticilerinden, duayenlerinden, haberci-yayıncı
dostum Nuri Yıldırım telefonla arayarak, Burdur’da Gençlik ve Spor
İl Müdürlüğünde çalışan Metin Şenoğlu’nun elinde, Reşat Nuri
Güntekin’in bir kitabının, eşine imzaladığı nüshasının bulunduğunu,
mirasçılarına armağan etmek istediğini, söyleyerek benden araştırma
yardımı rica etti.
Sonra, e-mail adresime konuyla
ilgili bilgi ve görüntüler geldi. Metin Şenoğlu hemşerimi telefonla
arayıp, detaylı bilgi aldım. Eline tesadüfen geçen, yıllardır
muhafaza ettiği Reşat Nuri Güntekin’in “Miskinler Tekkesi” adlı
kitabının (iç) kapağında rahmetli ustanın eşine imzaladığı cümle
bulunduğunu, kendi el yazısıyla imzasının bulunduğu bu kitabı
yaşayan miraslılarına armağan etmek istediğini, telif hakkı
sahibinin “Ela Güntekin” olduğunu öğrendiğini söyledi. Detaylı bilgi
istedim ve postayla ilgili imzalı kitap sayfasının fotokopisi ve bir
de mektup aldım Metin Şenoğlu hemşerimden, Burdur’dan. Mektup şöyle:
- Hocam, sayın İsa Kayacan:
Öncelikle göstermiş olduğunuz yakın ilgi ve alakanız için bir kez
daha teşekkür ederim. Araştırmacı-Yazar ve Gazeteci kimliğinizle
böyle bir konuya duyarsız kalmayacağınızdan, yardımlarınızı
esirgemeyeceğinizden adım gibi eminim.
Sayın hocam, 1984 yılında dolaylı olarak elime geçen söz konusu
kitap; ünlü bir yazarımızın eseri olarak, kitaplığımda misafir
olurken, bir süre önce yazarımızın 1946 yılında, “En sevdiğim kitap
en sevdiğim insana, yani Hadiye’ye. 30.10.1946” (Reşat Nuri
Güntekin-imza) diye atfen imzaladığı kişinin, kitabın kanuni sahibi
ve aynı zamanda eşi olduğunu tesadüfen öğrendim. O günden beri de
kitabı ayrı bir özenle muhafaza etmekle birlikte, gerçek sahiplerine
ulaştırmak için yaptığım tüm girişimler sonuçsuz kaldı.
Manevi değerine denli büyük olduğu
konusunda benimle hemfikir olduğunuzu düşündüğüm ve emanetin, eski
siyah-beyaz bir aile fotoğrafı gibi muhatap kişilerin özel
arşivlerinde yerini alması, en büyük arzularımdan birisidir. İlgili
kişilerin eline geçmesi, benim için büyük bir mutluluk kaynağı
olacaktır.
Yazarın kendi ifadesinden de
anlaşılacağı gibi, en sevdiğim eser diye bahsettiği “Miskinler
Tekkesi” adlı kitap, 30.10.1946 tarihinde eşine hitaben imzalanmış
olup, tamamı 211 sayfadan ibaret. Kahverengi, deri ciltli, sarı
yapraklı ve iple ciltlenmiş bir kitaptır. Eğer mümkün olursa, kanuni
varislerine, kitabı bizzat teslim etmekten onur duyacağım.
(26.11.2008-Burdur) (Metin Şenoğlu, Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü,
Burdur, 0248 -2331356 Cep: 0532-6738593) Rahmetli Reşat Nuri
Güntekin’in varisleri, lütfen arayınız. Manevi bir emanet sahipleri
olarak size, sizlere teslim edilecektir.
Metin Şenoğlu bu davranışı,
hassasiyeti nedeniyle kutlanmalıdır. Kutluyorum. Zerafet ve incelik
dolu bir davranış karşısında bu satırların yazarı olarak ben de
duygulandım.
Ela Güntekin hanımefendinin yazları İstanbul Büyükada’ya
geldiğini, Yavuz Bülent Bakiler ağabeyimden öğrendim. İzmir,
İstanbul veya başka yerlerdeki şair ve yazar arkadaşlarımdan rica
ediyorum, öncelikle de Ela Güntekin hanımefendiden rica ediyorum,
lütfen Metin Şenoğlu hemşerimle görüşünüz, yardımcı olunuz.
Kitap hakkında detay: Reşat Nuri Güntekin külliyatından: 8,
Roman, Yazan: Reşat Nuri Güntekin, Kanuni sahibi: Hadiye Güntekin,
ikinci basılış, İnkılâp Kitabevi İstanbul-Ankara Caddesi.
DİL YANLIŞLIKLARIMIZDAN İKİ ÖRNEK:
1- 28 Kasım 2008, Kanal-A televizyonu. Çifte Yürek Programı (THM)
programı. Nuray Hafiftaş konuşuyor: “Gülşen Kutlu hanımla, telefonla
görüştüm. TRT’de jüri olduğu için, şimdilik gelemeyeceğini söyledi”
TDK sözlük: Jüri; Seçiciler
kurulu... bilgi ve açıklamasını yapıyor. Gülşen Kutlu “Jüri”
denerek, seçiciler kurulu olarak mı ifade ediliyor.. “Jüri üyesi
olduğu için” denilse, doğru olmaz mı?
2- 29 Kasım 2008, Ankara-Altındağ’da
Şiir Akşamları programının sunucusu. (TRT kökenli olduğu söylendi);
“Burada şiir adamları” var diyor. “Şiir kadınları” da diyecek miyiz?
“Şairler, şaireler var” denilse daha doğru olmaz mı?
GÜNÜN HABERLERİ:
1. 31 yılı aşkın bir süredir başkent
Ankara’da “Ankara’nın Gazetesi” olarak yayınlanan Tasvir gazetesi 01
Aralık 2008 tarihinden itibaren “YARIN” adıyla yayınlanmaya başladı.
2. “Malkara Emek” gazetesi 43. yayın
yılına merhaba dedi.
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
34 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
Mahmut Selim GÜRSEL
|
Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ |
- KİMİMİZ!
- Kimimiz onu yanımızda sanırız;
- Kimimiz onu görürken görmeyiz;
- Kimimiz sevdiğimizi sanarak ağlar
- Kimimiz sevgilim var diye bağlanırız.
- Kimimiz ne olduğunu bilmeden yaşar;
- Kimimiz onu ararken kaybederiz.
- Kimimiz bilmeden kırar, yok ederiz
- Kimimiz ise gördüğümüzü zannederiz.
- Kimimiz sevgi denen illete düşmekten
- Kimimiz sevgisizlik ilacını içmekten
- Kimimiz ise zor olduğunu bilip de
- Kimimiz onun hep peşinden gideriz.
- Mahmut Selim GÜRSEL.
- 21 Aralık 2008 saat 12,58
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
35 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
Mahmut Selim GÜRSEL
|
Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ |
KURBAN VE BİZ
İnsanoğlu’nun semavi kitaplarla başlangıcı
olduğunu inananlar bilirler. İnanmayanlar da kendi bildiklerini
okurlar. O da onların problemleridir.
Hazreti İbrahim; Allah-u Teâlâ bir oğul verirse,
onu Allah C.C. için kurban edeceğini dilemesi üzerine Hazreti
İsmail dünyaya geldi. Allah-u Teâlâ verilen sözü yerine
getirmesini Hazreti İbrahim’e rüyada bildirildi.
Semavi kitaplara inananlar Hazreti İbrahim’in
Allah C.C. tarafından imtihan edilmesinin ve biz insanlarında bu
imtihandan geçmemizin emaresi olarak Peygamber efendimiz, Eshab-ı
kirama, (Kurban kesmek, babanız İbrahim’in sünnetidir) buyurdu.
Hakim)
Dinen zengin sayılmayan kimsenin, borcu yoksa, gücü de yeterse,
kurban kesmesi çok iyi olur. Hadis-i şerifte, (Bayramda kurban
kesmekten daha faziletli bir amel yoktur. Ancak sıla-i rahm
bundan müstesnadır) buyuruldu. (Taberani)
Bu bizim dünyada malımızla imtihan edilmemizin
delaleti olarak her yıl karşımıza çıkar.
Bilerek veya bilmeyerek bu imtihandan dikkat
ederek çıkmamız gereklidir. Müslümanların bu dini vecibelerine
de başka inanıştakilerin de dikkatli olarak incelemelerini ve bu
sosyal bir yardımlaşma olarak incelenmesinin gerektiğini de göz
ardı etmemeleri gereklidir. Çünkü herkesin inanışı kendisini
bağladığı için başkalarının inancına da karışmak insanlık dışı
bir anlayışın eseri olur.
Kurban bayramınızı bütün yazarlarım adına
buradan tebrik ederek nicelerine ermemizi dilerim.
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
36 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
Mahmut Selim GÜRSEL
|
Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ |
- SEN
- Sen
- Ben
- O
- Biz
- Siz
- Onlar
- Ya sonra?
- Sonsuzluk mu?
- Geçersiz mi hayat?
- Saklanmaz mı kabahat?
- İşte sen;
- Burada ben;
- Şurada o;
- Yoktur biz;
- İşteyiz siz;
- Orada onlar;
- Bizde sonunda oradayız;
- Sıranı kendin belirleme,
- O zaten yazılı anlında.
- 23/12/2008 22,45
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
37 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
Mahmut Selim GÜRSEL
|
Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ |
-
SEN Kİ!
- Sen ki bir gecede olmadın bu
gezegende
- Sen ki bilinmeden
getirilmedin dünyaya
- Sen ki bilmezin sende saklı
kendi kimliğini
- Sen ki sensiz olmazdı bu
dünyanın düzeni
- Sen ki kendini tanımak için
çalışmazsan
- Sen ki bilemezsin o nerede bu
ne zaman
- Sen ki sevmezsen kendi
kendini bir an
- Sen ki olamazsın o zaman
olsan da bir insan
- Sen ki bak, gör, duy, öğren
ve bildiğinle
- Sen ki yaz, çiz, dağıt, anlat
öğrendiğini
- Sen ki bil işte o zaman insan
olduğunu
- 20 Aralık saat 17,25
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
38 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
Mahmut Selim GÜRSEL
|
Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ |
-
NE VAR NE YOK?
- Bu soruyu bilerek veya bilmeyerek sorarız. Ne
haber?
- Haberler postada. Bir şeyler yaptık, iyiyiz,
sağlığımız yerinde, koşuşturuyoruz gibi pek çok cevap vererek
karşımızdakinin sorduğu cevaplamaya çalışırız.
- 1945 yılında Pennsylvania Üniversitesi’nden J.P. Erkert ilk
işlevsel bilgisayar olan 30 ton ağırlığındaki ve saniyede 5 bin
işlem yapabilen ENIAC ‘Elektronik Sayısal Doğrulayıcı ve
Bilgisayar” geliştirdi. ENIAC, 30 ton ağırlığında, 167 m2
büyüklüğünde bir bilgisayardı. 1959-1964 yılları arasında
üretilen bilgisayarlarda transistorlar kullanılmaya başlandı.”
- Bu bilgiler meraklılarının ve bilim çevrelerinin dergi ve
radyolardan öğrendiği yüzeysel verilerle bizlerin merakını
tatmin ediyordu.
- Bu verileri neden yazdığımı
yazımızın başlığı olan “Ne var, ne yok”
- 1960’larda Türkiye’de pek
popüler olan bir fıkrayı hatırladığım kadar anlatmaya çalışayım
diye yazdım.
- Amerika bilgisayarı çalıştırınca
Birleşmiş Milletler temsilcilerine tanıtmak için bulunduğu
binaya götürmüşler. Mihmandan (dolaştıran) kişi üyelere dönerek
istediğiniz soruyu kendi dilinizle yazın cevabını yazılı olarak
karlarla verecektir diye bilgi vermişler.
- Bilirsiniz ülke alfabetik sıra
üzerine delegeler akıllarına gelen soruları sormuşlar. Kimi
ülkesinin kaç metre kare olduğunu, kimi hangi kıtada olduğunu,
kimi nüfusunu, kimi başbakanının ismi sormuş ve hepsine de
birkaç saniye içinde doğru cevaplar almış ve takdirle
bilgisayarın önemini birbirlerine anlatmaya başlamışlar.
- Sıra bizi Türk Delegesine
gelmiş:
- - Ne var, ne yok? Demiş. Birkaç
saniye sonra cevap gelecek diye beklerken bilgisayarıdan ses
seda çıkmamış. Manika çalışıyor fakat sorunun cevabını bir türlü
bulamıyormuş. Aradan dakikalar geçmiş sonunda bir kart gelmiş.
- CEVAP YOK hemen mühendisler
koşmuşlar Türk Delegesine sormuşlar?
- Ne sordunuz da cevaplayamadı?
Delege gülmüş.
- Hani bu makine her şeyi
biliyordu?
- Hepimiz her şeyi bilmeyiz.
Bilemeyiz de. Ben her şeyi biliyorum diyenlere cevabını sizin
vereceğini biliyorum.
- Hoşça Kalınız!
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
39 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
Mahmut Selim GÜRSEL
|
Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ |
-
BENİMDE GÖNLÜM DE VAR MIYDI?
- Bir gencin, bir
kimseye vereceği neler olduğunu o delikanlılık çağında
anlamasının imkânı ve ihtimali yoktur.
- O; yaşadığı dönemin
etkisi ile kanının kaynadığı ve başındaki kavak yelleri ideali
olmadan arkadaşları ve sevdiklerinin katkısı ile hayatın daima
böyle olacağını zen etmesi çok tabidir.
- O; yaşadığının
farkına varana kadar pek çok ileride ona lazım olacak
yatırımları yapamamış, birçok fırsattan faydalanamamış olarak
okumaya çalıştığı üniversitesindeki kol için uğraşırken
hayatının ileriki döneminde kaybettiklerinin ve kazandığı
bilgilerin etkisinde ve bilincinde yaşamına devam eder.
-
Bu
yaşamının sonu olmadığı ve arkasına dönüp baktığında kimlere,
nelere, nerelere ve o andaki hayatının düzenin bakmadan gününü
gün etmeye çalışır.
-
Çevre
ve arkadaşlarında görerek özentilerle kötü alışkanlıklar,
sonradan edinilmiş huylar ve ileride kendisine pek çok
sıkıntılar verecek bir çevre ile büyür ve gelişir.
-
Gün
gelir o artık bir sorumluk sahibi olduğunu anlamış, iş başa
düştüğünü görmüş ve yaşamının artık hayalle, arkadaşlarının hay
huyları ile ve gezip tozduğu yerlerin, çevresinin ona verdiği
zararları görür. Pişmanlığı artık fayda vermez, geriye dönülemez
bir zaman diliminde yaşadığını farkına varır.
-
Bir
meslek edindiğini zannettiği anda o eski birikimlerinin, zarar
veren alışkanlıkların karşısına dikildiğini görünce şaşırır.
Heyhat artık onları bir sünger çekerek silse sile, beyaz bir
sayfa ile hayatına başlasa bile o eski çevre ve alışkanlıkları
bir yerlerde çıkar karşısında dururu.
-
Basen
bu geçmişini saklayarak mesleğinde ilerlese bile, belirli bir
makama geldiğinde o eski birikimlerinin kaybolmadığını birileri
ona anlatır. Birileri o eski arkadaşlar, eski alışkanlıklar ona
en önemli yükselme zamanında bir Çin Setti gibi karşı durur ve
onu mat eder.
-
Benim
de gönlüm var mıydı? Sorusu ileriki yaşlarda düşünüldükçe ortaya
çıkan bir soru olarak beynimizi kurcalar. Her insan gibi bu
soruyu soranlar da hatalar yapmak için belirli olgu ve sahalarda
bulunmuş ve bu hatalardan kaçınmasını bilerek yaşamışlar,
arkadaşları tarafında hor görülmelerine rağmen belirli bir yaşa
geldiklerinde bunun mükâfatını görerek hayatlarına devam
ederler.
-
Gençlerin dikkat edecekleri bu davranış, arkadaş seçme, kötü
alışkanlıktan kaçma en önemlisi ise kendi gözünün önüne bakması
onun menfaatidir.
-
“Nasihat veren çok olur. Para veren olmaz” derler.
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
40 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
Murat HACIOĞLU |
Murat HACIOĞLU HAYAT HİKAYESİ |
AŞK VARSA BEN DE VARIM
İnsanoğlu var olduğundan beri
aşk ile iç içedir. Konuşmanın olmadığı ilkçağ dönemlerinde dahi
gözlerdeki ışıltılarla iletişim kurmuş insanoğlu. Tabi o
zamanlarda belki sevgi sözcükleri yoktu. “Seni seviyorum aşkım”
diyemiyordu insanoğlu. Evet belki diliyle bunu belirtemiyordu
ancak bakışlarıyla, homurtularıyla bunu belli etmiyor muydu?
Elbette ki bu evrimci bakış açısından baktığımızda böyle. Diğer
yanda nasıl? En büyük aşk Adem ile Havva arasında değil midir?
Kutsal kitaplarda anlatılana bakacak olursak öyle değil miymiş?
Adem Havva’ya olan aşkından yasak elmayı bile yemiş. Meseleye
hangi taraftan bakarsak bakalım, gerek evrimci bakış açısıyla,
gerek ilahi bakış açısıyla bakalım; sonuçta aşk gerçeği ile
karşılaşıyoruz…
Peki hiç belgesel izliyor
musunuz? Penguenlerle ilgili belgeselleri dikkatle izlemenizi
öneririm. Dişi ve erkek penguenin aşk için yaptığı fedakârlığı
gördüğünüzde ağlamamak için kendinizi zor tutacağınızdan eminim.
Elbette ki ebeveynlik içgüdüsünün de etkisi vardır, ancak
penguenlerin çok sadık hayvanlar oluşu dikkate değer doğrusu.
Dişi penguen yumurtladıktan sonra yumurtayı erkek penguen alır
ve dişisi denizlere açılır. Aylarca denizlerde kalır. Bu sürede
o karda kıyamette erkek penguen yumurtayı ayaklarının üzerinde
vücuduna yakın tutarak korur. Yerinden bile kımıldamaz. Çünkü
kımıldayacak olsa yumurtanın yere düşme ve donma tehlikesi
vardır. Sonra anne geri döner ve nöbeti devralır, baba denizlere
açılır…
Kim bilir daha bilmediğimiz ne
aşk mucizeleri vardır doğada… Zaman zaman televizyonlarımızda
çeşitli belgesellerde bunları izlemekteyiz.
Ya insanoğlu. Aşkı için göze
alanından tutunuz da dağları delenine kadar bir sürü hikaye
dolaşır dillerde. Çöllerde aşkını arayan Mecnun, dağları delen
Ferhat belki abartılı aşk hikayeleridir, ancak bu bile aşka
verilen değeri anlatmaya yeter zaten…
Aşk nedir? diye sorsak, bir sürü
cevap alırız eminim. Ancak temelinde tek bir olgu yatar… O da;
bir insanı kendinden daha çok sevmek, daha çok düşünmek, uğruna
her fedakarlığı yapabilmek, kavuşmak için her şeyi göze almak,
ulaşmak için engelleri aşabilmektir. Düşünmek için saatler,
günler yetersiz kalıyorsa, aklınıza geldiği her anda içinizde
kıpırtılar başlıyorsa, uykusuz gecelerinizde sabahı hayaliyle
getirdiyseniz siz aşıksınız. Yapmakta olduğunuz iş her neyse bir
an önce işi bitirip sevdiğinize kavuşma arzusuyla yanıp
tutuşuyorsanız, boğazınızdan lokmalar geçerken onun elinden
yermişçesine huzurluysanız, ölümden döndüğünüz bir anda
gözünüzün önünden hayali geçtiyse aşk sizin de bacanızı sarmış
demektir. Aldığınız her nefeste, attığınız her adımda onun
ismini sayıklar buluyorsanız kendinizi, onunkilerle
değiştirdiyseniz masalarınızdaki resminizi, onun için her şeyden
mahrum bıraktıysanız nefsinizi işte siz de o büyülü dünyaya ayak
basmışsınızdır…
Aşk varsa ben de varım
diyebiliyorsanız, haydi durmayın, kalkın yerinizden… Aşka dair
yapabileceğiniz her ne varsa erinmeden ve üşenmeden başlayın
yapmaya… Yıllar öncesindeki aşksız hayatınızı düşünün. Ne kadar
mutluydunuz? Ne kadar huzurluydunuz? Şimdi ne kadar mutlu ve
huzurlusunuz? Tartın. Ölçün. Biçin. Ve aşk elinizdeyken
kıymetini bilin. İncitmeyin, kırmayın, üzmeyin, küstürmeyin…
Hayalleri suya düşürmeyin. Bir anlık öfkenize yenik düşürmeyin
onu. Bir anlık dalgınlığınıza kurban vermeyin. Geçici
heveslerinizle idam sehpasına itmeyin. Çünkü hayatta sahip
olabileceğiniz en büyük hazinenizdir. Onu saklayın,koruyun.
Kendinizi koruduğunuz kadar…
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
41 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
Murat HACIOĞLU |
Murat HACIOĞLU HAYAT HİKAYESİ |
GECE TERÖRÜ
Yorgun geçen bir günün
ardından ılık bir duş alıp uzandığınız yatakta gözleriniz
ağırlaştıkça... Parmak uçlarınızdan başlayarak bütün
vücudunuzu adım adım kaplayan yorgunluğun taa kemik iliğinize
kadar işlediğini hissettikçe... Her biri birer ton ağırlığında
gelen gözkapaklarınızı yummadan tavandaki çizgileri saymaya
çalıştığınızda... Üzerinize aldığınız yorganın kenar
işlemelerinde gezen parmaklarınızı hissetmemeye
başladığınızda... Ve uyuşan beyninize hükmedememeye
başladığınızda, zihninizi dolduran aşk damlacıklarının
beyninizin bir bölümünden bir bölümüne uçuşuna tanık oldunuz
mu?
Hayatınızda hiç tanımadığınız
yüzlerle haşır neşir olurken, bedeninizi hissetmeden
istediğiniz her anda ayaklarınızı yerden keserek uçabilirken,
susuzluktan diliniz damağınız kuruduğunda birdenbire önünüzde
nehirler akmaya başlarken, sonra hiç bilmediğiniz bir yerde
kendinizi buluverdiğiniz rüyanızdan kalbinizin çarpıntısıyla
uyandığınızda; alnınızdan akan terleri silmek için peçeteye
uzandığınızda yatağınızın bir yanının boş olduğunu görerek
gerçeğe aydınız mı?
Sırılsıklam terle uyandığınız
da sizi sakinleştirecek bir sevgilinin o anda yanınızda
olmadığını bilmenin dayanılmaz acısını yaşadınız mı?...
Belki sizden çok uzaklarda bir
başına uyuyan sevgilinizi düşlediniz, belki de hiç olmayan
sevgilinin hayalini düşündünüz... Oysaki bir zamanlar elinizi
uzatıverdiğinizde sıcacık bir ele rastlıyor, içinizi dolduran
huzuru ve dinginliği doyasıya yaşayarak yeniden tatlı uykunuza
dalıyordunuz.
Gece terörünün hangi gece
başlayacağınızı bilememek sizin suçunuz değil elbette. Hangi
gün, hangi soğuk gecede sizi bombalayacağını da bilemezsiniz.
Kaç gecenizi parçalayacak, kaç hayalinizi çalacak, kaç
mutluluğunuzu örseleyecek hesap edemezsiniz.
En umulmadık zamanlarda
kapınızı çalacağı aşikardır.
Tan yeri ağarana dek sürecek
bahtsızlığınız, ama bitmeyecek. Belki sizi meşgul eden günlük
yaşantınızın ayrıntılarında unutacaksınız. Ama bir başınıza
kaldığınızda yeniden hortlayacak. Ve en dingin zamanınızda,
gecenizde misafiriniz olacak. Gecenize damgasını vurmakla
kalmayacak, gözlerinizdeki ışıltıyı söndürecek. Sabaha dair
beslediğiniz ümitlerinizin heyecanını azaltacak, hevesinize
limon sıkacak...
O zaman ne yapmalısınız? Ne
yapmalıyız?...
Gece teröründen uzak
yaşantınızda onu size getirecek herşeyden olabildiğince
uzaklaşmak gerekecek. Ya yaşadığınız aşk vurgunlarından uzanıp
küstürdüğünüz sevgi meleklerinizle yeniden barış imzalayacak,
ya da elinizde var olanların kıymetini bileceksiniz.
Yokluk yaşanmadan varlığın
kıymetini anlayamamak galiba en zayıf yanımız. O zaman
kaybetmeden kıymet bilmeyi öğrenmemiz gerekmiyor mu?
Gece terörü
rüyalarımıza,hayallerimize sirayet etmeden güvenlik
önlemlerini arttırmamız gerekmiyor mu?
Gecenin bir vakti o "bomba"
patladığında vakit geçmiş olabilir... Aman dikkat!
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
42 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
Murat HACIOĞLU |
Murat HACIOĞLU HAYAT HİKAYESİ |
HAYAT BAZEN
Hayat bazen bitmeyecekmiş gibi
geliyor. Sanki yıllar ucu ucuna eklenmiş ve her bir geçen tekrar
sıraya girerek zincirin kopmasına izin vermiyormuş gibi. Kimi
zaman da bir anda bitiverecekmiş gibi.. Bir nehrin kıvrıla
kıvrıla gidip denize dökülüvermesi gibi... Bir kuşun
kilometrelerce kanat çırpışından sonra inivermesi gibi...
Ve bazen acımasız geliyor hayat.
Gaddar bir babanın evladını doğraması gibi lime lime ediyor
sanki yaşayanları. Bir karabulut gibi semalarda dolanırken
birden öfkesini kusuyor bardaktan boşanırcasına... Fitili
ateşlenmiş bir dinamit gibi patlayıveriyor avuçlarında...
Taşıdığı ağırlıktan yorulmuş bir urgan gibi kopuveriyor...
Kimi zaman bitmez tükenmez sevinç oluveriyor. Rüzgarın ahengine
kendini bırakmış bir uçurtma gibi süzülerek semalarda...
Annesini emmiş bir bebeğin yüzündeki mutluluk gibi coşkun...
Yağmurdan sonra çıkmış bir gökkuşağı gibi rengarenk...
Hayat eşit davranmıyor herkese. Kimine az verirken kimine
vermedeki ölçüsü bozulmuş. Kimine can veriyor, kimine canan,
kimine kan veriyor, kimine gözyaşı, kimine vermede cimri bir
kase aşı... Öyle bir düzen ki kurulan; kimi vuran, kimi
vurulan...
Her şeye rağmen, acısına,
düzensizliğine, sefaletine rağmen, yine de yaşanır işte. Yaşamak
için türlü türlü sebepler var ki, yaşanır olmuş. Dalga dalga
eserken dışarda fırtınalar, sükunet içindeki yüreğin dinginliği
yoksa nereden gelecek. Yoksa nereden tutacak, tutunacak; bütün
dallar yağlanmış, urganlar kertilmiş, tutamaçlar
koparılmışken...
Bir fidan gibidir sevgi, aşk,
sevda.. Bir fidandır evet, ama önce bir tohumdur. İlk bakışma
ile tutuşur meşalesi tohumun. Gönülden gönüle giden bakışlardır
gözlerden geçerek meşalenin ateşini yakan. Su alır topraktan,
hava gelir incecik gözeneklerden. Bir tohumdur henüz ama meşale
tutuşmuştur artık, yavaş yavaş büyüyecektir artık. Gözlerin
gücüyle sulanır, yüreğin sesinden oksijen alır. Toprağı gönüldür
işte. Bereketlisi de olur bereketsizi de. Her tohum her toprakta
yeşermez ya, ondan. Yavaş yavaş gelişmektedir tohumcuk. Filiz
vermiştir. Başını uzatmıştır etrafa. Neredeyim dercesine
bakınır. Sonra gözlerini açar sıcak ve güneşli bir dünyaya...
Şaşkındır önce. Bildiği ama kısa bir süreliğine de olsa unuttuğu
yere gözlerini açmıştır çünkü. Coşkuludur. Belki çok kısa belki
çok uzun kalacağı bir dünyadadır artık. Kısa da olsa uzun da
olsa orada bulunmak güzeldir düşüncesine göre. Hala suyunu
topraktan alacak olsa da artık hava almak için toprak
gözeneklerine muhtaç değildir. Daha hızlı büyüyebilecek, daha
çok oksijen alabilecektir artık. Çünkü oksijen yürektir, yüreğin
sesidir. Ama bir o kadar da korumasızdır şimdi. Topraktaki
güvenlik yoktur şimdi. Etrafını saran, onu koruyan toprağı
aşağıda kalmıştır. Şimdi o yağmurlara, fırtınalara açıktır. Bir
ayak gelip ezebilir, bir koyun gelip koparabilir belki de.
Hâlbuki yeryüzündeki en zararsız hayvandır koyun. Ama onun için
değil. Onun için en zararsızlar en zararlı olabilir. Fakat o
hiçbir şey bilmez, hiçbirini tanımaz. Yaşadıkça öğrenecektir.
Öğrendikçe yaşayacak......ya da......ölecek. Hayat belki çok
kısa olacak ona; bir saniye, hatta daha da kısa, belki de çok
uzun olacaktır bir ömür hatta bir asır. Kim bilir? Kim
bilebilir? Hayat yaşadıkça farkında olunan bir şey değil midir
zaten. O da yaşadıkça fark edecektir sadece. Fark etmediği zaman
zaten hayatta olmayacaktır ... Bir süre dayanabilirse güçlüklere
belki de güçlenecek ve daha da dayanıklı olacaktır. En hassas
zamanıdır şimdi onun. Bir filiz iken önce fidan olacak sonra da
ağaç olacaktır. Ama o zaman kadar kim bilir ne badireler
atlatacaktır... ya da atlatamayacak. Ah bir büyüse. Ah bir
güçlense. İşte o vakit en sert fırtınalara karşı koyabilecek, en
güçlü hayvanlarla baş edebilecek, en acımasız katillere göğüs
gerebilecektir. Hayatını sürdürme şansı daha fazla olacaktır
artık.... Ama işte bütün mesele büyümekte değil mi zaten.
Büyümek ve güçlenmek. Hiç kolay değil ki. O kadar badireleri
atlatıp güçlü bir ağaç olabilmek ve en nihayet bir ömür boyu
varlığını sürdürebilmek. Ve "çınar gibi ayakta öldü" sözüne
uygun veda edebilmek.... Ama belki de çok kolaydır kim bilir?
Kim bilir ki kolayın ya da zorun ne olduğunu? Kime göre kolay
kime göre zor? Neye göre kolay neye göre zor? Kim bilir? Kim
bilebilir? Kimin bildiği doğrudur?
Hayat bazen kolaydır, bazen de
zor. Kime göre kolay, kime göre zor? Neye göre kolay? Neye göre
zor?....
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
43 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
Muhsin AKTAŞ |
Muhsin AKTAŞ HAYAT HİKAYESİ |
HAYALLERİN
Tam uykuya dalıyorum derken,
Yokluğun düşer ellerime,
Susar kalır düşlerim,
Avuçlarımda bir tutam hayalin kalır,
Kendimi sokaklar kışkışlarım.
Kâinat derin bir uykuya dalmışken,
Ben sokaklarda dolaşırım.
Kayan yıldızlarda seninle olmanın verdiği
Tarifsiz hazzı yaşarım,
Köprü altlarında duraklarım bir an,
Kimsesiz çocukların başlarını okşarım,
Yıldızlar yağar kirli fakat günahsız saçlarına,
Avuçlarımda tuttuğum hayalinle dertleşir ağlarım,
Düşmesin diye hayallerini yüreğime bağlarım.
Beden işçisi kadınlar görürüm,
Köhne köşelerde,
Oyuncaktır matiz erkelerin ellerinde,
Yoksul evlerden aç karın gurultuları gelir kulağıma,
Filistin'e, Irak'a, Afganistan'a uğrar yolum,
Umutları yıkılan çocuk gözyaşları takılır dimağıma,
Gözlerimden çiğ taneleri düşer yanaklarıma,
Buz tutar gök yüzü, ay dede ile birlikte ağlarım.
Yorulur ayaklarım dolaşmaktan,
Bir sabahçı kahvesinde alır soluğu,
Sandalyeye ilişmiş uyumaya çalışan
Sıcak yatak özlemi çeken insanlar görürüm,
Hayalini yüreğimdeki yerinden çıkartıp elime alırım,
Sabahçı kahvesini seyre dalar birlikte ağlarım.
Bayat çaydan bir yudum çeker,
Acıyla sokağa fırlarım,
Hayalin sımsıkı ellerimde,
Hayalin üşümesin diye, ellerim ceplerimde,
Düş kırıklığı uykusuzluk demir atmış bağrımda.
Şafak doğudan selam çekmeye başlar,
Evren uyanmaya yüz tutmuştur,
Etrafı seyre dalmıştır mahmur bakışlar,
Uykulu gözlerle hayalinle konuşmaya başlarım,
Herkes güne uyanırken,
Ben ise avuçlarımda tuttuğum hayallerinle uykuya dalarım.
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
44 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
Muhsin AKTAŞ |
Muhsin AKTAŞ HAYAT HİKAYESİ |
BİR BAKIŞTAN SIZANLAR 2
Daha ilk akşamda ateş bacayı
sarmış, ev tutuşmuş, yanmaya başlamıştı. İçinde eşyaları da
bırakarak ben çoktan senin kalp köşküne davetsiz misafir gibi
taşınmıştım. Hem de gizlice sana sormadan haber dahi vermeden.
Baş köşeye oturmuş birde kendi kendime ahkam kesmeye
başlamıştım.
Birkaç gün sonrası davet için
sözleşmiştik birlikte olacaktık. Yaşadığım şehirden biraz uzakta
idi. Biliyordum ki o davette sen vardın.O günü iple
çekmiştim.Bir kere ateş düşmüştü yüreğime, yakıp yıkıp kül
ediyordu beni.Yüzünü görmeyi sesini duymayı hayal ediyordum
saatler boyu.Artık geceleri yalnız değildim.Rüyalarım silik ve
fulu değildi senden sonra. Sen rüyalarımı bin bir renk çiçekle
süslemeye başlamıştın. Kabus görmez olmuştum geceleri. Hep seni
hayal ederek çekiliyordum odama. Hiç bir şey umurumda değildi
senden gayri.
Yüreğimdeki yaralar kıpırdamaya başlamış, kanlar akıp
akmamakta kararsıca seni yaşamaya başlamıştı. Kendine senli bir
dünya kurmaya çalışan deli gönlüm çiçek bahçelerinde sana
dereceği çiçekleri seçmeye başlamıştı bile.
Ben bunları düşünüp hayal
ederken aracımın tekerlekleri canhıraş gayretle beni sana
ulaştırmaya çalışıyordu. Yollar artık eskisi gibi sıkıcı
gelmiyor, seni düşleyince seyahati seviyordum. Nihayet derdimi
anlatacağım saçlarına dokunup, göğsünde uyuyacağım birini buldum
diye hayaller kuruyordum. Geçekten de bu bir hayal olabilirdi.
Çünkü daha bunları sana söyleyememiş, kendi kendime hayal
etmiştim. İşte o zaman deli yüreğime nasıl söz geçirir
sakinleştirirdim onu da bilmiyordum.
Bu duygu ve
düşüncelerle randevu yerine nasıl geldiğimi hatırlamıyorum bile.
Hatta öylesine senli dünyalara dalmışım ki duracağım yeri
kilometrelerce geçince kendime gelebildim.
Nihayet mekâna gelmiştim, sizlerin de yeni geldiğini
gördüğümde kalbim mancınıktan fırlayan ok gibi yerinden
fırlayacak oldu. Zorda olsa ellerimle kalbimi bastırmaya
çalışıyordum. Göz göze geldiğimde derinlerden nazlı bir eda ila
gözlerin acılarını bana doğru fırlatıyordu. Belli ki çok
üzgündün. Kısacık bir selamlaşma ardından sohbet başlamıştı. Ben
hem konuşuyor hem içindeki sancıların arasında kolaçan
ediyordum. Gelen telefonlarla daha
da üzülüyordun. Yüzün renkten renge giriyor, bazen benzin küle
dönüyordu. Ben ise bir çare bulamamanın acısıyla kıvranıyordum.
Çektiğin sıkıntıyı iki katıyla bende çekiyordum. Ben senin hep
gülüşünü gecelerime ekmiştim. Hep öyle gülmeni bekliyordum.
Bizimle konuşuyordun fakat kafan başka yerlerde sorunlarla
savaşıyordu.
Bedenin yanımda bir nefes ötemde fakat ruhun acılar
cehenneminde yanıyordu. Ben bunu görüyor bir şey yapamıyordum.
İçin için ağlıyor kalp sızılarına ortak olamaya çalışıyordum.
Gülen yüzünün altındaki acılarını en iyi ben anlayabilirdim.
Yıllar yılı ağlarken gülme rolü bana reva görülmüştü. Ben bu
çileyi çeke çeke pişmiştim. Onun için seni çok iyi anlıyordum
fakat ellin içinde elinden tutup teselli veremiyordum.
Kısacık gece nede çabuk bitmişti. Gidiş saatin
gelmiş ayaklanmıştın. Benim ise kalbim senden önce ayağa kalkmış
önden yol almaya başlamıştı bile. Nereye gidiyorsun diyemedim.
Çünkü o seninle olmaya çoktan karar vermiş bir daha benim yanıma
dönmemeye ant içmişti sanki. Ruhum ve kalbim önden sen arkadan
ceset torbamı arkada bırakarak çekip gitmiştiniz. Gözden
kayboluncaya kadar mecalsiz bakışlarımı arkanızdan gönderdim.
Artık bana kalan leşi alıp geriye dönmekti. Fakat
ayaklarımda derman kalmamış oturduğum yerden kalkmak
istemiyordum. Belki döner umuduyla uzatmaları oynamayı
sürdürüyordum.
Zorda olsa arkadaşların gidiyoruz demesiyle,
hayallerini ve hüzün kokan gözlerini yanıma alarak yola
koyuldum. Bir kuvvet beni arkadan çekiyordu sanki. Gözyaşlarım
hiç durmadan benden özgürlük istiyordu. Verdim istediklerini
boncuk boncuk yanaklarımı okşayarak salınıverdiler aşağı doğru.
Karanlık gecem daha da kararmıştı artık.Her gecenin bir
sabahı,her günün bir akşamı olduğu gibi, çok sıkıcı, fakat senin
olmanla aydınlanan bir
gece daha nihayet bulmuş,yatağımda tavandaki resimlerini
seyrederek uyumuştum.Kısaca içmeden senin aşk şarabınla sarhoş
olup sızmıştım. 06.06.2007
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
45 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
Mustafa Nevruz SINACI
|
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ |
-
KUNDAKLANAN CAMİLER
-
Aralık ayının ikinci haftasından itibaren ülkemiz ve halkımız;
milli birlik, huzur, barış, güvenlik ve bütünlüğümüze yönelik
yeni saldırılar ile bazı menfur prokasyonlara maruz kaldı.
- Bunların başında İstanbul’da
art arda sabote edilen, yangın çıkartılan ve alçakça saldırıya
uğrayan camiiler geliyor. Şu ana kadar vaki sabotaj,
kundaklama sayısı yedi. Türk milleti’nin maşeri vicdanı, milli
kutsallara, manevi mekânlara, Allah’ın mübarek evleri ve
mukaddes ibadethanelere karşı çok hassastır. Buraya uzanan
kirli eller tez bulunur ve hemen kırılır. Yoksa Ebu Leheb gibi
Camilerin sahibi çarçabuk belalarını verir ve defterlerini
dürer.
-
Buna paralel olduğu şüphe götürmez bir başka furya da
“Ermenilerden özür dileme” kampanyası. Bir takım dönme,
devşirme, dâhili bedhaht (gizli iç düşman) koza ve kriptolar
tarafından yürütülüyor. Dink’in cenazesinde “hepimiz
Ermeni’yiz” diye bağıranların ihanet şebekeleri adına feryadı.
Aslında sinsi tehdit, beyanda imzası bulunan ilk 100
kalkışmacının kahir ekseriyeti oradaydı. Cenaze fırsatını
ganimet bilerek sergiledikleri tehdit-tedhiş ve nümayişte
talepleri, katilin yakalanması, adaletin tecelli-i falan
değil; 301’in ivedilikle kaldırılması idi. Akabinde AB
marifetiyle aba altından sopa gösterttiler. Menfur cinayet
bahane edilerek dayatılan bir talimatname ile iş bitti.
-
Aslında orada ismi yazılı olanların ‘vatana ihanetten yana’
sicilleri hayli bozuk İçlerinde, 27 Mayıs kalkışmasına çanak
tutan, 68 jenerasyonuna anarşi, terör ve tedhiş kuşağı
bağlatan, alevi-Sünni ayrımcılığını körükleyen, papanın dinler
arası diyalog projesine aktör, din-iman, ümran ve irfana
hain-nankör olan, Kürt sorunu gibi çok sanal bir ütopyayı
‘Ermeni diasporası” adına taşeron sıfatıyla üstlenen,
Candaşları-kandaşları pamuk’u Nobel’e taşıyan, iğrenç yalan ve
iftiralarını sahiplenen gaflet, dalalet ve hıyanet erbabı
gani. Dahası, KKTC’ni ‘Kıbrıs sorunu’ yaftasıyla ilgaya,
mübadeleyi Yunanistan lehine işleyerek Elen iddialarına destek
olmak gibi her melanet ve ihanet bu kalkışmacılar, ajan
provokatör ve kurnaz dessaslar arasından çıkıyor. Üstüne
üstlük, karanlıktan ilham alan bu nankörlere ‘aydın’
deniliyor!..
- Bu ve benzeri, ihanetten
beslenen dâhili ve harici bedhahlara dünyanın hiçbir yeri ve
devletinde rastlamak mümkün değildir. Zira hiçbir ‘hukuk
devleti’ vatan hainine hayat hakkı tanımaz. De’Facto AB
iktidarının hüküm sürdüğü ülkemiz hariç! Ama onlar, aslında
tarihi ve tabii hoşgörü sayesinde böylesine şımarık ve semirik
olabildiklerinin farkında bile değiller. Zaten varlıkların
nedeni bu. İstismar ve suiistimal, yalan-talan, soygun-vurgun,
anarşi-terör, nümayiş, tedhiş… Bir elleri halkın cebinde,
diğeri terör örgütü; Ermenistan-Yunanistan, ABD ve
diaspora’nın belinde. İspat mı istiyorsunuz? İşte belgesi:
-
Brüksel Zirvesi Sonuç Bildirisi "Türkiye" başlıklı bölüm; (Presidency
Conclusions) Madde: 23.."..müzakerelerin yalnız Türkiye'yle
değil, diğer devletlerle de yapılabileceğini... Müzakereler
sırasında Türkiye birkaç devlete bölünürse veya güneydoğu
bölgesinde bir Kürt devleti kurulursa, yeni bir karara gerek
olmaksızın onlarla da müzakere yapılacağına” yazıyor.
- Şu hale nazaran: Batıkent Camii
Derneği Başkanı sevgili Kadir Parlak’ın gazetelerde yer alan
ve beni de hususi olarak bilgilendirdiği güncel Camii
yangınlarının ucu muhtemelen bu menfur ve müseccel
kombinasyona dayanıyor. Eylem apaçık kundaklama, ağır tahrik,
insanlık dışı saldırı ve provakasyondur. Önce kalabalık mahal
ve mağazalara, korumasız masum ve müsemma insanlara, köşe
bucakta park edilmiş araçlara, hâsılı bilumum milli, ilmi ve
kültürel servetlere; Şimdi de manevi eser, ibadethane ve
mabetlere yönelmiş durumda.
-
Bunlara alet olanları, art-yan ve yörelerinde yer alanları,
yardım ve yataklık yapanları insanlar ve Müslümanlar olarak
kınıyor; Yüce Allah (CC)’dan bu cahil ve gafillere akıl-fikir
ihsanı ve ıslahlarını diliyoruz. Zira bu efendiler aynı
zamanda siyaset ve yönetime taliptirler.
- İşte onlara hüküm ve hükümete
görev: “Ben ülkemde iş başına gelecek insanın soyuna-sopuna
bakmam, ancak ihanetlerini gördüğüm vakit damarlarındaki
kanına bakar (ve icabını yapar) ım" (Mustafa Kemal Atatürk)
Haydi bakalım: Ülkemizdeki demokratik kalite, “özgürlük ve
güvenlik” diyenler iş başına. Ey hüküm sahipleri!.. Şimdi
değil de ne zaman?...
- Gönderen Mustafa Nevruz SINACI
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
46 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
Mustafa Nevruz SINACI
|
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ |
ŞEHREMİNİ VE ‘3Ç’ TEORİSİ HAKKINDADIR
Cumhuriyet döneminin ilk zamanları ve öncesinde belediyelerin
adı “şehremaneti” (şehir emaneti), belediye başkanlarının adı da
“şehremini” (şehir emini) idi.
Güncel anlamda dünün
belediyeleri, şehrin esas sahibi ve yerleşik sakinleri adına
kurulu, ahalinin iş hayatı, medeni ilişkileri ve müşterek
yaşamının iktisadi, sosyal ve yasal gereklerini ‘hak, adalet,
hukuk ve vukufla’ düzenleme görevi yüklenmiş, kişiler için
geçici- emanet, doğrusu (yerel halk adına) emanetçi kurumlar
idi.
Bunlar, kul hakkı dayanaklı iş, icraat, işlem ve faaliyetler
olduğu içindir ki, şehir emaneti, yani belediye’nin başına
(belediye başkanlığına) halk içinde muteber, çok emin, namuslu,
dürüst, erdemli bir adam getirilir ve bunun adına da şehir emini
denilirdi.
Her ne kadar zaman içinde anılış
biçimi, isim ve hukuki muhtevası değişmiş olsa bile;
Cumhuriyetle birlikte bu usul, esas, anlam ve yüklem asla
değişmemiştir. Halk daima her belediye başkanını şehir emini
olarak görmek, bilmek, ona inanmak, güvenmek ister.
Zaten temeli dürüstlük, çimentosu
eşitlik, adalet ve hakkaniyet olan bu temiz yönetim anlayışın
değişmesi beklenemez ve istenemez!.. Belediyelerde şeffaflık,
doğruluk ve dürüstlük kavramı, anayasanın
‘değişmez-değiştirilemez ve değiştirilmesi dahi teklif edilemez’
hükümleri gibidir. Nasıl ki, bir devlette baş, hayati önemi haiz
ise; Tabanın temayüz mebdei olan belediye başkanı da en az onun
kadar ‘yaşamsal’ önemi haizdir. Bu anlamda atalarımızın ‘balık
baştan kokar’ darbı meseli, öncelikle mahalli lider, yani halk
önderi, milletin öncüsü ve sözcüsü pâyesini paylaşan belediye
başkanları için geçerlidir.
Başkanlar meclisleri ile bir bütündür. Başı şaibeli, başarısız
ve kötü bir belediyenin meclisi de, adeta kanalizasyon çukuru
gibi düşünülür. Böyle belediyelerin birinci derecede temin ve
tevziye memur ve mükellef oldukları içme suları dahi temiz,
berrak ve içilebilir değildir. Kirlilik, yozlaşma, çürümüşlük ve
kokuşmuşluk sokaktan sulara her yere ve her şeye adeta nüfuz
etmiştir. Esnafı kurnaz, sahteci, hileci, mürai, üçkâğıtçı ve
pahacıdır. Lâ ilâç sadakaya muhtaç, fakr-u zaruret içinde
belediyeye seçilenlerin, birkaç yıl sonra besili domuzlar gibi
semirdiğini ve şehrin en mutena yerlerini tutarak zenginleştiği
görülür. Üstelik halkın deyimiyle bu güruh saman altından su
yürüten, sinekten yağ çıkartıp belini incitmeyen, her işini
kitabına uyduran ustalık ve kurnazlıktadır. Denetim unsuru
bunlar için işlemez, işlese de zerre miskal kusur ve kabahatleri
bulunamaz. Bunlar, kirlilik-kibirlilik, bencillik ve insanlık
dışılığı yönünde kitlece namussuz, onursuz, sorumsuz bir çeteden
neş’et (türeme) bireyler bazında seçilmiş keneler, lâğım
fareleri, sülükler, vampirler ve domuzlar gibidirler.
Halka
hırsızlık, yolsuzluk, soygun-vurgun ve şehir rantıyla zulmeden
‘şehir eşkıyası’ bir belediyenin başkanı da birdir, onun partisi
de, aday gösteren genel başkanı da. Bu nedenle, devlet
idaresinde “emin ve ehil insanların” halkın takdir ve tasvibi
ile seçilmesini esas alan “demokrasi ve fazilet” geleneğinin
yerleşebilmesi için yıllarca umur görmüş valiler belediye
başkanlığını da üstlenmiştir. Çünkü!.. Şehir eminleri asla
emanete hıyanet etmez, halkı adaletle idare ve hizmetleri
faziletle sevk ve ikame ederlerdi. Cumhuriyet’in ilk zamanları
ve öncesini (Osmanlı) bilerek, kötüleyip tahrif eden bazı art
niyet ve menfur emel sahiplerinin paçavraları dikkate alınmazsa,
belediyelerinin gerçekten önem ve anlamına uygun biçimde
faaliyet gösterdikleri, insanların huzur, emniyet, adalet,
saadet ve itimadına vesile oldukları açıkça görülür. Sonradan
‘belediye’ adını alan bu kurumların temeli adalet, fazilet ve
hikmet; Halk’a ve hak’a, tam bir ehliyet, liyakat, sorumluluk ve
namuskârlıkla hizmettir.
29
Mart’ın yaklaşmakta olduğu şu günlerde kahir ekseriyetine ‘şehir
eşkıyası, Ali baba ve kırk haramiler’ denilen; hırs ve ihtiras
zebunu, şirretlik ve şaibe ile maruf, akıl ve ilim fukarası,
rüşvet-iltimas, yalan-talan erbabına çok dikkat etmek zamanıdır.
Zira temelde bu mazarrat olabildiği sürece, asla temiz, berrak
ve dürüst bir yönetim tavanı inşa edilemez.
Aslında doğrusu, belediyelerin
siyasi partilerden bağımsız olması değil midir?
BAŞBAKAN RTE’NİN “3Ç” TEORİSİ
Başbakan 12 Aralık 2008 tarihinde yaptığı bir açıklamada AKP
belediyeciliğinin 3Ç üzerine kurulu olduğunu belirterek,
"Belediyenin asli görevi, çöp, çukur, çamur… Diğerleri bunun
üzerine inşa edilecek fantezilerdir, bu işin ambalajıdır,
güzellikleridir" dedi.
Antalya, Serik konuşmasında 29
Mart seçimlerini hatırlatan ve “seçimlerine yönelik çalışmaların
devam ettiğini söyleyen Erdoğan, "Şu anda yoğun bir şekilde
teşkilatımız bu çalışmaları sürdürüyor" dedikten sonra tarihi
açıklamasını yaptı. Buna göre AK Pati'nin Türk siyasetinde
farklı bir konumu olduğunu kaydeden Erdoğan, “AK Parti
belediyeciliğinin üzerine kurulu olduğu” 3Ç teorisini şöyle
tanımladı:
ÇÖP, ÇUKUR, ÇAMUR !...
"Çöp,
çukur, çamur... Bunlar belediyenin asli görevidir. Bir belediye
eğer çöpü kaldırmıyor, çukuru, çamuru yok etmiyorsa görevini
yapmıyor demektir. Bunun dışındakiler, üzerine bina edeceği
fantezidir, bu işin ambalajıdır, güzellikleridir. Bu kardeşiniz,
İstanbul Büyükşehir belediye başkanlığından gelmiş bir başbakan.
Çöpü, çukuru, çamuru, hava kirliliğini iyi bilir. İstanbul
Büyükşehir’i kimden devraldı bunu da İstanbullu bilir. Biz
İstanbul'u devraldığımız zaman çöp dağları vardı, susuzluk
vardı, hava kirliliği vardı, affedersiniz sokak aralarında
çukurlar ve çamurdan geçemezdiniz. 90'lı yılların İstanbullusu
iyi bilir. Şimdi İstanbul'da böyle bir şey var mı? Yüzde 90
itibariyle yok oldu. İstanbul farklı bir gelişimin içinde…
Yapılmayanlar yapılıyor. Bu belediyeciliği biz hamdolsun
Antalya'ya da taşıdık. Serik ilçesi de bu güzelliklere kavuşsun.
Antalya nasıl kavuştuysa, Serik'te kavuşsun. Çöpten, çukurdan,
çamurdan kendinizi kurtarın. Aşılmayacak hiçbir iş yok. Yeter ki
azmedin, çalışın, yolsuzluğa prim vermeyin, bu iş lafla olmuyor.
Lafla peynir gemisi yürümüyor. Yaptıkları bir şey varsa, şunu
yaptık desinler. Biz de şunu, şunu yaptık diyelim. Hangisi ağır
basıyorsa... Terazinin sahibi burada... Demokrasi terazisinin
sahibi millet" dedi.
Türk siyaset tarihi ve 12
Aralık’ta yerel seçimlere dair başbakan tarafından yapılan bu
“belediyecilik” açılımı çok önemlidir. Neticeyi bağladığı
“yolsuzluğa prim vermeyin” emri ile yukarda açıklanan
“şehremini” tanımı örtüşmektedir. Bu nedenle Erdoğan’ı iyi
anlamak, Kasımpaşalı sıfatıyla ‘sözünün eri’ olmasını istemek ve
içtenlikle kutlamak gerek. Zira bu teoride çöp, çukur ve çamur
söylemlerinin yalın (açık-net) ifadelerinden ziyade mecâzi
anlamlarına bakmak gerek. Özellikle söylem içinde ‘bütüne
münhasır biçimde’ yer alan: “Terazinin sahibi burada” ve
“demokrasi terazisinin sahibi millet” ifadeleri; Yerel
yönetimlerin mutlak millet iradesi, insan hakları, adalet
ahlâkı, fazilet anlamında Cumhuriyet, özgün (kadim) hukuk ve
demokrasinin kaleleri olduğunu betimlemesidir.
Mezkür konuşmada altı çizilen ve teoremin esasını teşkil eden
çöp, çukur ve çamur şifreleri (betimlemeleriyle); Kişisel veya
organize-kitlesel, çıkar örgütlerine dayalı insanlık dışı eylem,
gasp-irtikap gibi edinimler ve pis işler kastedilmekte; Hitabın
gerçek muhatabı: Yasa, hukuk ve ahlâk dışı kirli işlerle iştigal
eden menfur kişi, grup ve kesimler olmaktadır.
Yani bu açıklamadan: 29 Mart
seçimlerinde RTE ve AKP tarafından mevcutlardan adı kötüye
çıkmış, şaibeli, sicili bozuk, ahlâken düşük-çürük başkanların
tasfiye edileceği; Halka içilebilir sağlıklı su, yaşanabilir
çevre, temiz toplum ve temiz-ucuz belediye hizmeti sunamayan
güruh yerine “gerçekten” namuslu, ilkeli, onurlu, sorumlu mert,
samimi ve dürüst kişilerin aday gösterileceğini umuyor, anlıyor
ve uygulamayı bu istikamette görmek istiyoruz.
Gönderen: Mustafa Nevruz SINACI
//
BAK:
http://www.mustafanevruzsinaci.blogspot.com
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
47 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
Mustafa Nevruz SINACI
|
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ |
-
KAMU HİZMETİNİN KILCAL DAMARLARI BELEDİYELER
-
İktisadi hayatın can damarı perakendecilik, halka hizmetin
ulaşma-başlangıç noktası ise belediyeciliktir. Vücuda hayat
veren kılcal damarlar misali bu iki unsur, hayatı yaşanabilir
kılan sacayağının ana öğeleridir. Bu üçgeni tamamlayan üçüncü
ayak üretimdir.
- Tabiat ana da (eko-sistem) üç
unsur üzerine kuruludur. Varlığını, eskilerin ‘anasır-ı erbaa’
dedikleri toprak, hava ve su üçleminde sürdürür.
-
Üretim ve tüketimi destekleyen, örgütleyen ve hayatiyet
kazandıran, motive eden en önemli faktör ise belediye
teşkilâtlarıdır. Devlet, genellikle yurttaşla belediyeler
vasıtasıyla buluşur. Bu nedenle belediyeler, devlet teşkilâtının
can damarını teşkil eden hayati önemi haiz kurum ve
kuruluşlardır.
-
Halk
genellikle bunun farkında bile değildir.
-
Ama
‘farkında-bilincinde’ olmak zorundadır.
-
Zira
kundaktan kabire kadar, insan dahi, bütün yaşam formları
üzerinde belediyeler etkin bir unsur olarak fonksiyonunu
sürdürür. Kısaca realize edecek olursak: Toplumsal yapının her
katmanında, her derece ve düzeyinde belediye vardır. Sağlık,
mutluluk, ucuzluk-pahalılık, temizlik-güzellik, güvenlik ve
güncel hayatın huzurla devamı bile belediyelerle ilgilidir. Bu
nedenle belediye çok önemlidir.
-
Önce
belediye başkanı olmak üzere, bu teşkilatta görev alacak bütün
kişilerde hakeza.
- Nitekim 29 Mart 2009 günü tekrar
sandık başına gidilecek ve bu hayati organların ana unsuru yeni
yöneticiler seçilecektir. Gerçekte bu milletvekili seçmekten çok
daha önemli, onurlu ve sorumlu bir iştir.
-
Hani
eskilerin ‘şehir emini’ diyerek;
-
Yerleşim yerinin en temiz ve mütemayiz insanını seçtikleri alan
budur. Zira oraya sadece ve yalnızca namuslu-dürüst,
onurlu-sorumlu, adaletli ve hakikatli insanoğulları lâyıktır.
-
Hayatlarında zerre kadar şaibe, insanlık, hukuk, hakkaniyet ve
ahlak dışı temlik ve tasarruf bulunan kimseler, belediye
kapılarına (hâşa) köpek kavliyle dahi bağlanamaz. Köy ve mahalle
muhtarından, belediye başkanı ve meclis üyelerine kadar o
makamlar bütünüyle; Namuslu-dürüst, onurlu-sorumlu, “Vatanı ve
milletini öz’ünden çok seven” bencillikle malul olmayan ve
kişisel ikbal peşinde koşmayan “adaletli ve faziletli” bilge
kişilerin yeridir.
- ASLA BİR YANLIŞLIK YAPMAMAK
GEREK!...
-
Aşağıda görüleceği üzere belediye hizmetleri zaten olabildiğince
kurumlaşmış, özleşmiş, yerleşmiş ve sadece namuslu-dürüst bir
yöneticiyi gerektirir aşamaya varmıştır. Asli görevi ve varlık
nedeni itibarıyla halka dürüst, kaliteli ve ucuz hizmet sunmakla
yetkili ve görevli bu kuruluşlar; Yerine ve durumuna göre
hırsızlık, yolsuzluk, suiistimal ve sahteciliğin de uç noktaları
olabilmekte ve çok kötü niyetlerle “halkı soymak-sömürmek için”
pekalâ kullanılabilmektedir. Günümüzde yaygın örnekte budur.
İşte bu nedenle “seçici” sıfatıyla, hem aday olana ve hem de
aday gösterene çok dikkat etmek zorundayız. Belediyelerin
teşkilat ve görevlerine dair 03.07.2005 tarih ve 5393 sayılı
yasa, belediyeleri idari ve mali özerkliğe sahip kamu tüzel
kişiliğe dönüştürmüş ve çok açık bir ifade ile resmen olmasa da
fiilen halka mâletmiş bulunmaktadır.
-
Eğer
5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanununu bir yana bırakıp
münhasıran, 5393 sayılı Belediye Kanununu esas alırsak,
belediyelerin temel görevlerinin; B.şehir Belediye Kanununda
özellikle düzenlenmeyen alanlarda 5393 sayılı Kanununda yer alan
hükümlerin ilçe ve ilk kademe belediyeleri için de geçerli
olduğunu görürüz.
- MEVZUAT HAKKINDA:
-
Bilindiği gibi, 5393 sayılı Kanun, belediyelerin görev, yetki ve
sorumlulukları ile belediye idarelerine tanınan imtiyazlar
konusunda kapsamlı bir düzenleme getirmiş; Kanunun 14. maddesi
"Belediyenin görev ve sorumlulukları" başlığı altında şu hükme
yer vermiştir:
- "Belediye, mahallî müşterek
nitelikte olmak şartıyla;
-
İmar,
su, kanalizasyon, ulaşım gibi kentsel alt yapı, coğrafî ve kent
bilgi sistemleri, çevre, çevre sağlığı, temizlik ve katı atık;
zabıta, itfaiye, acil yardım, kurtarma ve ambulans, şehir içi
trafik; defin ve mezarlıklar; ağaçlandırma, park ve yeşil
alanlar; konut, kültür ve sanat, turizm ve tanıtım, gençlik,
spor; sosyal hizmet ve yardım, nikâh, meslek ve beceri
kazandırma, ekonomi ve ticaretin geliştirilmesi hizmetlerini
yapar veya yaptırır.
-
Nüfusu elli bini geçen belediyeler, kadınlar ve çocuklar için
koruma evleri ile okul öncesi eğitim kurumları açabilir. Devlete
ait her derecedeki okul binalarının inşaatı ile bakım ve
onarımını yapabilir veya yaptırabilir. Her türlü araç-gereç ve
malzeme ihtiyaçlarını karşılayabilir. Sağlıkla ilgili her türlü
tesisi açabilir ve işletebilir. Kültür ve tabiat varlıkları ile
tarihî dokunun ve kent tarihi bakımından önem taşıyan mekân ve
işlevlerinin korunmasını sağlayabilir. Bu amaçla bakım ve onarım
yapabilir. Korunması mümkün olmayanları aslına uygun olarak
yeniden inşa edebilir. Öğrencilere, amatör spor kulüplerine
malzeme verir, destek sağlar. Amatör spor karşılaşmaları
düzenler. Yurt içi ve yurt dışı müsabakalarda üstün başarı
gösteren veya derece alan sporculara meclis kararıyla ödül
verebilir. Gıda bankacılığı yapabilir. Belediye, kanunlarla
başka bir kamu kurum veya kuruluşa verilmeyen mahallî müşterek
nitelikli diğer görev ve hizmetleri de yapar veya yaptırır.
-
Hizmetlerin yerine getirilmesinde öncelik sırası, belediyenin
malî durumu ve hizmetin ivediliği dikkate alınarak belirlenir.
-
Belediye hizmetleri, vatandaşlara en yakın yerlerde ve en uygun
yöntemlerle sunulur.
-
Hizmet sunumunda özürlü, yaşlı, düşkün ve dar gelirlilerin
durumuna uygun usul, esas ve yöntemler uygulanır.
-
Belediyenin görev, sorumluluk ve yetki alanı belediye
sınırlarını kapsar.
-
Belediye meclisinin kararı ile mücavir alanlara da belediye
hizmetleri götürülebilir.”
-
Düzenlemede görüleceği üzere ‘mahalli ve müşterek nitelik’
Belediye Kanunu ve belediye idaresinin en önemli ayırt edici
özelliğidir.
-
Gerek
sahip olunan yetkiler gerekse bu yetkilere istinaden görevlerin
ifası bağlamında Türk belediye sistemi, beldeden B.şehir’e kadar
nüfus ve imkânlar bakımından önemli farklılıklar gösterir.
B.şehir dâhilinde olmayan belediyeler temelde 5393 sayılı Kanuna
tabi olup; B. şehir belediyeleri ile ilçe ve ilk kademe
belediyeleri hem 5216 sayılı Kanun hem de 5393 sayılı Kanunla
ilgili diğer kanunlar gereği görev yapar ve sorumluluk taşırlar.
- HALK’A HİZMET, HAK’A HİZMET:
-
Buradaki ortak özellik: Hakkıyla ve lâyıkıyla doğrudan halka
hizmettir.
-
Halka
hizmetin adil, eşit ve dürüst olması şarttır.
-
Aksi
takdirde sosyal adalet zedelenir, kamu vicdanı rahatsız olur.
-
Toplumsal barış temelinden sarsılır ve bozulur. Belediyelerde
bozukluk hükümetlerdekine benzemez. Etkisi ani, sonuçları ağır
ve pahalıdır. Bu nedenle kamu hizmetinin kılcal damarı olan
belediyeler asla dumura uğramayacak sağlamlıkla tahkim edilmek
ve yarınki makalemizde açıklık getireceğimiz “Şehir Eminleri”
anlayışı-yaklaşımı içinde ikame olunmak zorundadır.
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
48 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
Mustafa Nevruz SINACI
|
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ |
- BİLİNÇLİ MİLLİ SİYASETE DÖNÜŞ
- Kelime ve kavram olarak "milli
siyaset" ve "milli devlet" 1924 Anayasası'nın temel umdesi
(vazgeçilmez ilkesi) olmasına rağmen, 1960 kalkışması büyük
ürküntü duyduğu ve menfur emelleri için sakıncalı gördüğü bu
esası lağvetmiş ve Atatürk'ün 36 yıllık kanuni esasisini çöpe
atmakta asla tereddüt etmemiştir.
- ÜNİTER DEVLET VE MİLLİ DEVLET
MUKAYESESİ: Bunun yerine ikame edilen "üniter devlet" kavramı
temelde "unsurlar birliği"ni esas alır. Yani: "Üniter devlet (Etat
unitaire, unitary state)"e, "tek devlet" veya "basit devlet (Etat
simple)" de denir. Buna mukabil "Milli Devlet" daha mukavim
(sağlam-güçlü) ilkeler ve daimi bir konsensüs'ü içerir. Üniter
devlet'in zaafı kurucu unsurların (parçaların varlığını)
de'facto olarak kabul etmesidir. Danimarka, Fransa, İngiltere,
İrlanda, İspanya, İsrail, İtalya, İzlanda, Hollanda, Japonya,
Lüksemburg, Norveç, Portekiz, Yunanistan, Türkiye gibi devletler
birer üniter devlettir.
- ÜNİTER DEVLET'İN ESİN KAYNAĞI VE
GİZLİ GERÇEKLER: Şu kadar ki, 1961 Anayasası için cuntanın
esinlendiği örnek lâik köktencilik ve fanatik evrimciliğin
fundamentalist kalesi Fransa'dır. İnsani ve ilmi değerlere karşı
ağır bir başkaldırı ve kâfir derecesinde sapkın
fundamentalistler, insan formunun ne kadar sadist, bencil
(egoist) ve hayvanlaşabileceğinin baz örneklerini teşkil ederler
ve onlar emperyalizmin (kan emici vampirlik ve keneliğin) en
açık göstergesidirler. Fundamentalizm sadece ve yalnızca İsevi
inancına karşı bir direniş ve tepki değildir. Masonik ve
kabalist kökten gelişleri nedeniyle yer yüzünde tek dinin İslâm
ve Hazreti Adem'den, İslâm'ın son peygamberi Hazreti Muhammed' e
kadar bütün Peygamberlerin Müslüman olduğunu çok iyi bilirler.
Onların ana davası insani bilinç, namuslu-dürüst, adaletli ve
doğru yaşam ilkelerini yok etmektir. Başkaca herhangi bir
ideolojinin de kendi fundamentalistleri (köktencileri) vardır.
Bu prototipler vahiy kaynaklı hâkim (orijinal) ahlâk
sistemlerini yerle bir etmek için oraya konmuş truva atları
gibidirler.
- Adalet ahlâkı ve kadim hukuk penceresinden bakıldığında
bunlar, şeytanın askerleri, öncü ve sözcüleri gibidirler. Ama
onlar da -gerçektir ki- karanlıklar ve kâbusların ürünü olan şer
ve şeytani ideolojilerine çok sıkı bir biçimde bağlıdırlar.
Hatta, "insan insanın kurdudur" felsefeleri gereği en bağlı olan
da onlardır!.. Çünkü sistemlerinin insani ve ahlaki boyutu
yoktur. Mutlak edinim, yalan-talan, soygun-vurgun, güçlülerin
haklılığı ve çıkar ağırlıklıdır.
- GÜÇLÜLERİN HAKLILIĞI: Oysa bon-sens
(erdemlilik, haklıların güçlülüğü) zordur. Cahil nefse ağır
gelir.
- Onlar, laik fundamentalizmi
yeryüzünde hakin kılmak için durmadan "izm" üretirler. Bu
nedenle "dünyadaki bütün izmler iğrençtir" Bu laf büyük bilim
adamı Cemil Meriç tarafından söylenmeden önce de bu böyleydi,
hala da öyle. Hakikat Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet'in
kurucu unsurları tarafından çok iyi bilindiği ve kavrandığı
içindir ki, Türkiye Cumhuriyeti, bu lanetli izmler temelinde
inşa edilmemiş; Emperyalizmin korkulu rüyası olan "insan odaklı"
fazilet anlamında ve Cumhuriyet bağlamında kurulmuştur. Zira
milyonlarca insanın katili olan kapitalizm ve emperyalizm insani
boyut ve bilinç toplumuna, adalet, hukuk ve evrensel barış
ilkelerine aykırıdır.
- Ama buna rağmen, başta ABD-AB
(vahşi batı) olmak üzere; Zulmün zalim havarileri (paraya,
şehvete ve şöhrete tapan) fundamentalistler, aklınıza
gelebilecek her yerde ve her konuda, her fikirde, hatta müzik
gruplarının hayranları olarak, önce dernekleşerek (stk) sonra da
cinsi sapık bir zihniyetle kendileri gibi düşünmeyenlere
saldırarak iyiliği inkâr, hak, adalet, hakikat ve hukuku ret,
fanatizm ve körlükte sınır tanımayan, saç telinden ayak
tırnağına kadar uzanan bir körlük, kötülük ve koyu taassupla
yaşamaya ve nefret yaratmaya devam ederler.
- Üstelik bu primitif varlılar ve mutasyon mağduru tipolojiler
kendilerini aydın sanırlar.
- Oysa bunların ilham kaynağı ve dayanağı, sadece muzlim
karanlıklar ve zalimlerdir.
- Bilgi çağının çökmesi, eko-sistemin bozulumu ve dünyanın
iğrenç bir yer olmasında sorumlular listesi yapılsa, bu
varlıklar baştan ilk üçe rahatça girerler. Lâkin sahip oldukları
izm etiketi nedeniyle ideolojileri o listelerde gözükür.
Soykırımın kara kitabı, bilmem neyin katliam politikası diye
anlatılır dururlar. İnsanlık âlemi onları (keneleri) çok iyi
bilir ve tanır.
- ANALİTİK TANIM, ARADAKİ FARK VE
İNCE AYAR: Üniter devlet, anayasa hukuku metinlerinde, devletin,
ülke, millet ve egemenlik unsurları ve keza yasama, yürütme ve
yargı organları bakımından teklik özelliği gösteren devlet
şeklidir. O halde, üniter devleti, devletin unsurlarında ve
organlarında teklik özelliğiyle tanımlanmakta, ancak, milli
devlet'in aksine azınlıklar dışında da "unsurların varlığını"
kabul etmektedir. Nitekim ülkemizde 1961 öncesi her hangi bir
unsur, başkaca bir halk veya etnik kök dillendirilmez iken,
üniter devlet lâfzı ile bu dillendirme önceleri de'facto
sonraları ise alenen yapılmaya başlamıştır.
- 1. Devletin Unsurlarında Teklik
- Devlet, ülke, millet ve egemenlik unsurlarından oluştuğuna
göre, üniter devlette, tek ülke, tek millet ve tek egemenlik
vardır. Diğer bir ifadeyle üniter devlet, tek bir ülke üzerinde,
tek bir milletin, tek bir egemenliğe tâbi olduğu devlet
şeklidir. Bu nedenle, üniter devlette, devleti oluşturan
unsurlar tek ve bölünmez bir bütündür. (DENİLİR!..) Şöyle ki:
- a) Üniter devlette, devletin
ülkesi tek ve bölünmez bir bütündür. Şüphesiz ki, üniter
devletin ülkesi de "il" ve "ilçe" gibi birtakım bölümlere
ayrıllır. Ancak bunlar, basit idarî bölümlemelerdir. Bu
birimlerin sadece idarî yetkileri vardır. Yasama ve yargı
yetkileri yoktur. Bunların hepsi aynı egemenliğe tâbidir.
Hepsinde aynı anayasa ve aynı kanunlar, kısacası aynı hukuk
düzeni uygulanır.
- b) Diğer yandan üniter devlette,
millet unsuru da tek ve bölünmez bir bütündür.
- Milleti teşkil eden insanların millet unsurunu
oluşturmalarında din, dil, etnik grup vb. bakımlardan ayrım
yapılamaz. Üniter devlette "toplum"lar veya "cemaatler"
temelinde egemenlik yetkilerinin kullanılmasında farklılık
yaratılamaz. (!) Üniter devlet sadece yer bakımından federalizme
değil, aşağıda göreceğimiz cemaatler bakımından federalizme yani
"korporatif federalizm"e de kapalı ve karşıdır.
- c) Nihayet üniter devlette
egemenlik de tek ve bölünmez bir bütündür. Tek olan egemenliğin
sahası bütün ülkedir. Bu egemenliğe tâbi olan da bütün
millettir. Egemenliğin kaynağı bakımından da ayrım yapılamaz.
- Dikkat edilirse eğer, a, b, c
tanımlamalarında yer alan çok ince bir ayardır. Ki bu 24
anayasasında söz konusu bile değildir. Dolayısıyla, başta AB
dayatmaları olmak üzere bölge bazında oluşturulmaya çalışılan
"Kalkınma Ajansları"nın bile yasal dayanağı bu tanımlardan
kolaylıkla çıkabilmektedir. Aynı bağlamda; "Türkiye'de Kürt v.b.
sorunu var" demek de suç olmaktan çıkmıştır. Oysa Türkiye'nin
gerçekte her hangi bir etnik sorunu yoktur.
- 2. Devletin Organlarında Teklik
Üniter devlette, devletin ülke, millet ve egemenlik unsurlarında
teklik olduğu gibi, devletin yasama, yürütme ve yargı organları
bakımından da teklik söz konusudur.
- a) Üniter devlette tek yasama
organı vardır. Ülkenin bütünü için geçerli kanunlar, merkezde
bulunan tek bir yasama organı tarafından yapılır. Örneğin
Türkiye'de tek yasama organı Ankara'da bulunan TBMM'dir.
- b) Üniter devlettin yargı organı
da üniter niteliktedir. Şüphesiz yargı organı üniter devletlerde
de mahiyeti gereği birçok mahkemeden oluşur. Ancak, ülkenin her
yerinde aynı tür mahkemeler vardır ve bunların üst mahkemeleri
aynıdır. Bir üniter devlette, birden fazla ceza mahkemesi,
birden fazla idare mahkemesi olabilir; ama iki tane Yargıtay,
iki tane Danıştay olmaz.
- c) Üniter devlette, yürütme
organı bakımından esas itibarıyla bir "bütünlük" vardır. Yürütme
organının tepesinde, parlâmenter hükûmet sistemlerinde "bakanlar
kurulu", başkanlık sistemlerinde "başkan" vardır. Bakanlar
kurulu veya başkana şimdilik "merkezî idare" diyelim. Üniter
devletlerde yürütme yetkisi esas itibarıyla, bu "merkezî
idare"de toplanır. Ancak, ülke genelinde bütün yürütme ve idare
fonksiyonunun, başkentteki bu "merkezî idare" tarafından yerine
getirilmesi mümkün değildir. Yani, üniter devletin yürütme ve
idare organlarının mutlak bir şekilde üniter nitelikte olması
imkansızdır. İşte bu nedenle, üniter devletlerde de, idare
organının tekliği mutlak nitelikte değildir. Bu bakımından
üniter devletler, kendi içinde "merkezî üniter devlet" ve
"adem-i merkezî üniter devlet" olmak üzere ikiye ayrılabilir.
- İkinci bölüm açıklama ve
tanımlamalarında görüleceği üzere, sistemde derin çatlaklar ve
çelişkiler vardır. Örneğin: (a) şıkkına göre yasama organı
tektir. Ama oluşum biçimi milli devlette "Hakimiyet kayıtsız
şartsız milletin" iken, 1961 yapılanması, siyasi partiler ve
seçim mevzuatında giderek halktan ayrışma ve laik Fransız
fundamentalizmi yönünde örgütlenen seçkinci elitlere idareyi
terk ve teslim anlayışı yatmaktadır. İlerleyen süreç içinde bu
kaygı gerçekleşmiş ve sonuçta politika oligarşik bir
yapılanmanın eline geçerek, millet ve milli irade mefhumları
adeta tarihe karışmıştır.
- (b) bölümünde tanımlanan mahkeme
ve yüksek mahkeme tanımı da aldatmacadır. Zira bugün sivil
alt-yerel ve yüksek mahkemelerin tamamı askeri örgütlenme içinde
de vardır. Üstelik durum demokrasinin kurumsal yapısı, eşitlik,
insan hakları, adalet ve hukuk ilkesine açıkça aykırılık teşkil
etmesine rağmen…
- Buna mukabil "Milli Devlet"
modelinde "kuvvetler birliği" esası geçerli olup; Tek kuvvet ve
tek irade millettir. Millet adına bu yetki, bütün kurumları
kapsamak üzere TBMM tarafından kullanılır. Üstelik 1924/28
anayasasında geçerli siyasi partiler mevzuatı 1946 -50
şekillenmesi ile "Millet iradesinin devlet idaresinde" çok
şeffaf ve dürüst bir şekilde temsiline imkan vermektedir. Mevcut
düzende buna imkan ve ihtimal dahi yoktur.
- MUKAYESELİ BİLİM VE AÇILIM:
Bilindiği üzere ülkemiz, kavga, kargaşa, anarşi, terör-tedhiş,
kriz, bunalım ve buhran gibi kavramlarla 1960'dan sonra
tanışmıştır. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 müdahalelerinin
sebebi hikmeti de 1961 anayasasıdır. 1982 Anayasası ise 61'e
göre geriye gidiş, ancak ülke şartlarına göre 1924 anayasasına
yöneliştir. Çünkü 1924 (1928) anayasası, Atatürk, Türk ve
Türkiye düşmanları tarafından ilga edilmeseydi, şu an için
Türkiye istiklal ve istikrarın en tepesinde / zirvesinde olacağı
gibi, dünyanın da en zengin ve güçlü devletleri arasında
olabilir, çağdaş medeniyet seviyesini aşabilir ve konjonktürel
bağlamda bir-kaç belirleyici aktör arasına pek alâ girebilirdi.
- 11 Kasım 1938 – 13 Mayıs 1950
dönemi hezimetinden sonra, 14 Mayıs 1950'den itibaren kazanılan
ivme ve tekrar hayata geçirilen Atatürk ilkeleri ve Türk
İnkılâbı bunu başarmaya muktedir olduğunu göstermiş ve
ispatlamıştı. Mukayeseli bilim, siyasi tarih, ülke ve dünyanın
genel gidişatı bunu açıkça göstermektedir. 1970, 80 ve 90'lı
yıllarda üst üste yaşanan ekonomik, sosyal ve siyasal krizler,
tarihe karışan hakkı müktesepler ve devlet beş sente muhtaç
düşürülürken; Kendileri dünyanın sayılı zenginleri arasına giren
politik-ACI, kapitalist ve yerli emperyalistler, adeta savaş
zengini gibidirler. Günümüzde yaşanan kriz,
- Bunalım, buhran, gerilim, anarşi-terör ve tedhiş bu
Cumhuriyet, hürriyet, adalet, hukuk, ahlak ve demokrasi
düşmanlarının eseridir. Sistemi tıkayan, ülkeni önünü tutan,
yolunu kesen zihniyetin sahibi de onlardır.
- Şimdi "onlar kim" diyeceksiniz!.. Buyurun inceleyelim:
- ŞİMDİ BU DÖNEMİ YENİ BAŞTAN
İNCELEYELİM:Birinci Cumhuriyetin fiilen sona erdiği gün olan 10
Kasım 1938, Türk milleti için 12 yıl aralıksız sürecek olan ve
ancak 14 Mayıs 1950'de, demokratik bir halk hareketi ile "dur"
denilebilen mâkus talihin (diktatörlük, despotizm ve
dönme-devşirme, ateist-pagan-sabetaist, şaibeli ve şer
kadroların bürokrasiye taşındıkları faşizmin) başlangıç
tarihidir. Ertesi gün, asrın devlet adamını kaybetmekten dolayı
bir yanda derin bir hüzün, diğer tarafta devletin geleceği ve
bekası yönünden ağır basan endişe ve kaygı yaşanmaktadır.
Sonuçta, kaygı galip gelmiş ve literatürel anlamda "İkinci
(sanal) Cumhuriyet" olarak adlandırabileceğimiz yeni dönemin
başlangıcında sağduyu sahipleri (Kemalistler) haklı
çıkmışlardır. Zira, artık, Atatürk döneminde temelleri atılan ve
sistematik bir düzenle yaşam boyutuna ve devlet hayatına
geçirilmeye başlanan "demokrasi", "insan hakları" (halkçılık),
"adalet" ve "hukukun üstünlüğü" ve bu norm (objektif) ilkelere
dayalı "lâiklik-lâyiklik" gibi kavramlar artık yoktur. Çok kısa
bir sürede, bütün esas ve unsurları ile fiilen ve resmen bir
karşı devrim başlatılmış, halkı kucaklayan 'inkılap' süreci
kapatılmış, adına 'devrim' denilen zorbalık dönemi başlamıştır.
Akabinde Atatürk usulen ve tefhimen "ebedi şef" ilân edilmiş ve
kadrocuların öteden beri özlem duydukları ve ilhamını İtalyan
faşizmi ile gayri ahlaki, aykırı lâik Fransız
fundamentalizminden aldıkları "milli şef" ile tam bir
diktatörlük tesis ve ilân edilmiştir. (Önemli not: Orijinal
anlamda lâiklik yani Atatürk'ün deyimi ile lâyıklık esasta bir
İslâmi terimdir. Herkesin özgürce din seçebileceği ve inandığı
dini, icaplarına uygun olarak yaşayabileceği anlamına gelir.
İnanma ve inandığı gibi yaşama hürriyeti.)
- GİZLENEN REJİM: KEMALİZM (Türk
İnkılâbı) Bu süreçte, Türk inkılâbının izleri, Atatürk ilke ve
inkılâpları ve Cumhuriyetin 16 yıllık eserleri şuursuzca yok
edilmiş; Stalin'in, Lenin'i silme harekâtında bile göze
alamadığı madeni para ve banknotlardan kurucu liderin (Atatürk)
resmi ve ismi dahi silinip atılmıştı. "Halka rağmen-halka
hizmet" ve "halk için devlet" değil "devlet için halk" anlayışı
ile yönetimi ele geçirenler "sözde batılılaşma", büyük
Atatürk'ün vefatını fırsat bilen vahşi batılı emperyalistler ise
"Sevr'in intikamını almak ve Lozan'ı yok saymak" adına, (dahili
bedhahlar ile işbirliği içinde olarak) istiklâl savaşıyla kutsal
topraklardan kapı dışarı edilen bütün "kapitalist ve emperyal"
emel ve menfur amaç sahiplerine ülkenin kapılarını ardına kadar
açmış ve Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesinden
saptırılması-arındırılması ve uzaklaştırılması için, milli
devletin temellerine dinamit koymak, yükselen değerleri
(milliyetçilik, din, dil, Türk kültürü vd) her ne gerekiyorsa
(maalesef) hepsi fazlasıyla yapılmış ve yaptırılmıştır.
- Atatürk ilkeleri ile bütün esas
ve unsurları dahil Türk inkılâbının yok sayıldığı, Kemalizm'in
gizlenmek, hafızalardan silinmek ve tarihin karanlıklarına
gömülmek istendiği bu dönem; Seksen yılı mücavir Cumhuriyetin
kayıp ve karanlık, despotluk ve koyu-kara diktatörlük
yıllarıdır. İnönü hem cumhur başkanı ve hem de Halk Partisi
genel başkanı, devletin vali, kaymakam ve belediye başkanları
ise dikta partisinin il ve ilçe başkanlarıdır. Halktan kopuk,
seçkinci, zengin-güçlü, varlıklı ve esas itibarıyla kapitalist
ve emperyalist eğilimli; Milli ve manevi değer yoksunu,
dini-imanı para, kâbesi vahşi batı olan, halk düşmanı bir kadro
devleti ele geçirmiş olmakla;
- Büyük Atatürk ve Türk
inkılâbının "Avrupa'nın endüstriyel veri, bilim ve salt
teknolojisinden yararlanma" esaslı batı politikası bu defa;
Tefessüh etmiş bir medeniyetten kültür ithal etme gaflet ve
dalâletine dönüştürülmüş ve adına "batılılaşma" denilerek, önce
Cumhuriyetin lâiklik anlayışı ret ve inkâr edilip "dahili
bedhah, ateist-pagan, din düşmanı ve sabetaist zümrece pek
beğenilen Lâtin-Grek ve Anglosakson bozması bir tür din, vicdan
ve insanlık düşmanı anlayış 'lâiklik' adı altında ithal ve
ikameye kalkışılmıştır. Böylece yakın tarihin en büyük Atatürk,
Türk ve insanlık düşmanlığı icra ve ifa edilmiş ve batının 1000
yıllık arzu, hedef ve ihtirası hayata geçirilmiştir.
- Zira, Atatürk ve Türkiye
Cumhuriyetine karşı, Gümrük Birliğine katılma, zorunlu eğitimi
bilim, din-ahlak ve sanat öğrenimini yok etme pahasına sekiz
yıla çıkartma gaflet, ihanet ve dalâletinden önceki en büyük
hıyanet budur. Bu vakıayı her kesin bilmesi ve her kesimin
kabullenmesi, yargılaması ve sorgulaması şarttır.
- Ki, bundan böyle; Gerçek anlamda
aydınlık, arı-duru, ilkeli-onurlu, sorumlu, namuslu-dürüst,
temiz ve berrak, vatan topraklarında hâkim ve "milli devlet"
olarak hükümran bir vasıfla bu yolda ve bu uğurda emin adımlarla
yürünebilsin...
- Mâkus (kötü) talih ve tarihin tekerrür etmemesi
(tekrarlanmaması), ibret ve ders alınması bakımından; "TBMM'nin
üstünde ve üyeleri seçimle değil atamayla gelecek" faşist bir
konseyin dahi kurulmasına kalkışılmış kapkara bir döneme, biraz
daha (oralara) gerilere dönüp bakalım.
- ÜÇÜNCÜ CUMHURİYET: İkinci
(sembolik) Cumhuriyet, Ocak 1946'da, büyük Atatürk'ün en büyük
ideal ve özlemi olan "çok partili siyasi hayata geçilmesi ile"
derinden sarsılmış, bütün karşı devrim, (inkârcı duruş) ve
ısrarlı direnmelere rağmen 4.5 yılda tükenmiş, 14 Mayıs 1950'de
ise, Türk milleti tarafından "bir BEYAZ İHTİLÂL ile" ülke fiilen
kurtarılarak, karanlık ve kâbus dönemi resmen sona
erdirilmiştir. (Gerici, yobaz ve irticai kesimler bu harekete
karşıdevrim demek utanmazlığını gösterirler) Olaya tarafsız
gözle bakar ve objektif bir değerlendirme yaparsak, başlayan
süreci bu defa "Üçüncü (GERÇEK) Cumhuriyet dönemi" olarak
adlandırabiliriz. Zaten bunun böyle olması gerekir. Zira, bu
dönemler arasında çok derin uçurumlar ve farklılıklar vardır.
Başka bir şekilde tanımlamak ve açıklamak da mümkün değildir.
Zira, Atatürk'ün ve Türk İnkılâbı'nın "halkçılık" felsefesine
uygun biçimde "halkın iktidar olduğu" iki dönem vardır.
1923-1938 ve 1950-1960 arası. Yani, birinci ve üçüncü
Cumhuriyet... Zira, Cumhuriyet, demokrasi ile kaim ve daim bir
rejimdir. Bütün usul, esas, kurum ve kuruluşları ile demokrasi
olmaz ve "CUMHURİYET FAZİLETTİR" ilkesi bütün onur ve erdemi ile
fiilen yaşanmazsa cumhuriyetten bahsetmek mümkün değildir.
- Tasnife göre, ancak 10 yıl devam
edebilen bu "Üçüncü Cumhuriyet dönemi" "Türk İnkılâbına ait"
kaybolan (kaybettirilen) bütün değerlerin büyük bir özenle
tekrar hayat bulduğu, ülkemiz ve insanımızın baskı, zulüm,
işkence, eziyet ve esaretten, despotluk, diktatörlük ve
faşizmden kurtularak, özlenen "milli rejim" Kemalizm' e
kavuştuğu, "milli devlette" huzur, güven, insicamın ve
istikrarın sağlandığı, halkın devletle, devletin halkla
barıştığı, Cumhuriyet ve demokrasinin "millet iradesinin
devlette" tecelli-i ile örtüşüp, bütünleştiği ve devletin halk
tarafından idare edildiği, demokrasinin "bütün usul, esas, kurum
ve kuruluşları ile" temayüz ettiği adeta bir "asrı saadet"
dönemidir. Atatürk döneminde ortalama % 23.5 olan kalkınma
hızına, Celâl Bayar ve Menderes hükümetlerinde çok yaklaşılmış
ve % 20.5'lara kadar varılmıştır. Daha da önemlisi, refah tabana
yayılmış, işsizlik, yokluk, yoksulluk, hastalık ve cehalet
önlenmiş, muasır medeniyetin imkân ve araçları kullanılmaya
başlanmış, 1938-1950 arasında vaki "kapalılık" fobisi aşılmış,
Atatürk'ün "devletçilik" ilkesi ve anlayışına uygun "karma
ekonomi" sistemine geçilmiş ve medeni dünya ile "karşılıklılık
ve eşitlik" kuralına dayalı onurlu bir entegrasyon
gerçekleştirilmiştir.
- 4. CUMHURİYET'İN AYAK SESLERİ:
Ancak, 3. Cumhuriyet fazla uzun sürmedi. Daha doğrusu
sürdürülmedi. Zira, insanlık aleminin ezel-ebed düşmanları vahşi
kapitalist, ateist, Darwinist-pagan, kökten din ve ahlak düşmanı
Fransız fundamentalist ve emperyalistlerin önündeki tek ve
yegâne engel, yani Atatürk Türkiye'si günden güne gelişmekte,
büyümekte ve 12 yıllık mâkus sürede ABD ve AT/AET ülkeleri
tarafından başına musallat edilen belâ, musibet, felâket ve
dahili bedhahlar yoluyla kasıtla ayaklarına dolanan (ABD ve batı
ile bilinçsizce imzalanan) "antlaşma" nam aykırı prangalardan
sıyrılma-kurtulma yoluna girmekte idi.
- Bu zaman zarfında çok büyük eser
ve hizmetlere imza atıldı. Geri kalmışlık, cehalet, içine
düşülen maddi-manevi, ilmi-dini-milli ve kültürel sefalet
aşıldı. Kalkınma, sanayileşme ve gelişme 1938'de düşürüldüğü
yerden maharetle kaldırıldı. Muasır medeniyetler seviyesine
gerçekten ve kesinlikle ulaşıldı. Öyle ki, Türkiye tıpkı Mustafa
Kemal'in hayal ettiği gibi; İleri, çağdaş ve modern bir dünya
devleti oldu. Halk zengin ve mutlu, devlet "BOP ve BİP" gibi
emperyalist uşak ve küresel-evrensel çetelerin icadı sömürü
projelerine "dur" diyecek kadar güçlü-kuvvetli-muktedir bir hâl
aldı. Demokrasi yerleşti. Cumhuriyet gelişti. "Milli Devlet"
ilkesi yeniden hayata geçti. Halk kişilik ve kimliğine kavuştu.
- KISKANÇLIK, PANİK VE KORKU
PSİKOZU: Ama, kıskançlık, panik, korku ve endişeye düşen dahili
ve harici bedhahlar (gizli düşmanlar) bunu çekemediler,
hazmedemediler. Saat 9'u 5 geçe başlattıkları menfur emellerine
artık kavuşamayacakları zehabına kapıldılar. Zira, gelişen
Kemalizm, yok olması mukadder kapitalizm ve kan emici
emperyalizmin eceli demekti. Gerçek demokrasi Türkiye' de hayat
bulmuş ve kalıcı olma yoluna girmişti.
- VAHŞİ BATI'NIN KABUSU:
GÜÇLÜ-KUVVETLİ VE KUDRETLİ TÜRKİYE
- Hariçte panik büyüdü. Ya diğer milletler de, "Türkiye gibi
uyanırsa" !.. Veya, "uyanan ve Kemalizm'i örnek alıp uygulayan
devletlerin sayısı çoğalırsa !.." İşte bu, korku, kâbus ve kaygı
yüzünden; İç ve dış düşmanların iştirak, vatana ihanet ve
işbirliği ile 3. Cumhuriyeti kesintiye uğratan ve cumhuriyet
tarihinin en büyük 'kırılma' hareketi olan 1960 darbesi
hazırlanarak alçakça uygulandı. İnsan hakları, adalet ve hukukun
utancı, siyasi tarih ve ahlâkın yüz karası ve yeniden karanlık
günlere, yıllar sürecek kâbusa dönüş böylece başladı. Demokrasi
ilga edildi. Muasır ve medeni anlamda gerçek Cumhuriyet son
buldu. Kâbus çöktü ve karanlıklar geri geldi
- ÇOK YAMAN BİR ÇELİŞKİ! Cuntanın
handikabı Atatürk adına "Atatürk düşmanlığı" yapmış olmaktır.
- Bu çok kötü bir tohum olmuş,
sonraları şekillenen 'türedi zihniyet' (tanrı uludur, halk
İsmet'in kuludur zihniyeti) devrimbazlık, koyu fanatizm, irtica,
gericilik, yobazlık, ayrışma, bölünme-çözülme, parçalanma gibi
güncel tehdit unsurlarını yeşertmiş ve 1938 karşıdevrimi ile
ekilen nifak tohumlarını amansızca diriltmiştir.
- BÜYÜK UTANÇ!.. Sonuç:
Kemalizm'in ezeli düşmanları sözde "Atatürkçülük" adına ve kan
dökerek, hırs ve intikam hislerini tatmin pahasına ülkenin ve
milletin kaderine cebren ve hile ile el koydular. Milli devletin
esası ve sarsılmaz mayası olan ve tam 37 yıl kesintisiz
uygulanan "Atatürk'ün Anayasası"nı Atatürkçülük adına
kaldırdılar, ilga ettiler. Bu ne büyük bir utanç ve yüzkarasıdır
bilir misiniz? Ama onlar asla utanmazlar.
- Demokratik seçimle gelmiş siyasiler ile samimi Kemalist,
namuslu ve dürüst vatanseverlerin tasfiyesi için gerekli
finansman dışardan sağlandı. Cumhuriyet ve demokrasiye ara
verildi. 14 Mayıs "Demokrasi Bayramı" derhal kaldırarak,
utanmadan ve bu günün adına "kinâyeten" (kin ve nefretlerinden
dolayı) "hürriyet ve demokrasi bayramı" denildi !.. Oysa,
demokrasi bitmiş ve 3. Cumhuriyet de sona ermiş ve tekrar
Atatürk, Türk İnkılâbı ve ilkelerini hedef alan "karşı devrim"
başlatılmıştır !..
- Fazla değil, sadece 9 yıl içinde
(1971) hükmünü fiilen yitiren ve 20 yılda ülkeyi tam bir kaos,
kriz, kargaşa, anarşi, terör, kardeş kavgası, kargaşa ve
felâketin eşiğine getiren 1961 Anayasasına "Milli Devlet"
yerine, tam da plân, hedef ve çıkarlarına uygun (ırkçılık ve
ayrılıkçılığı çağrıştıran) "milliyetçi" deyimi ile zaten
bölünmüşlüğü ifade eden "üniter" (kümenin birleşik biçimi,
çokluğu oluşturan varlıkların birliği) kelimesini koyarak,
günümüzde yaşanan nifak, fesat ve tefrikanın temellerini
attılar.
- BÖYLECE: Çok kısa bir sürede,
sadece 45 yıl içinde; Millet iradesi, devlet idaresinden
kayıtsız, şartsız soyutlandı, dışlandı. Devam eden süreçte
gerçek anlamda millet iradesinin, devlet idaresine yansıması
olan Demokrat Parti tarafından 31 Temmuz 1959 tarihinde tam bir
eşitlilik, dengeli ve ilkeli ortaklık ve her hususta mutlak
mütekabiliyet esaslarına dayalı olarak başlatılan AET ortaklık
süreci önce bir süre inkıtaa uğradı.
- AET, AB DEĞİLDİR!.. Halihazır dayatma, emir-talimat ve
direktifler çerçevesinde sürdürülen AB uyum ve müktesebata
entegrasyon sürecinin 31 Temmuz 1959 tarihli başvuru ile
uzak-yakın hiçbir ilgisi ve alakası yoktur. O, ekonomik bir
entegrasyon ve piyasa olayı idi. Bu tam tersi.
- Daha sonra tamamen karşı tarafın
istekleri baz alınarak, AET'e boyun eğilerek ve hattâ teslimiyet
yolu açılarak (minnet borcu ödenircesine) 12 Eylül 1963'de
Ankara antlaşması imzalandı. İmzalanan antlaşma 1 Aralık 1964'de
yürürlüğe sokuldu ve ülkemizin, önce Kıbrıs bunalımından
başlamak suretiyle özgürlük, hakimiyet ve hükümranlık
haklarından peyderpey taviz verilmeye başlandı.
- Milli mevcudiyetin maddi,
manevi, ahlâki, siyasi, ilmi, sosyal ve kültürel temelleri
sarsıldı; 1 Ocak 1996 tarihinde resmen yürürlüğe giren "Gümrük
Birliği" ile hızlanan süreçte milletin en değerli hazinesi olan
kutsal vatan topraklarının yer altı-yer üstü değer, eser,
işletme ve servetleri (özelleştirme yoluyla peşkeş çekilip)
adım-adım kapitalist ve emperyalist düşmana satılmaya başlandı;
(Oysa AB ülkeleri özelleştirme konusunda çok temkinli idi. Bu
uygulamayı çok asgari ve sınırlı tuttular. Ancak, Cumhuriyetin
birikimleri ve milletin öz malını kapış-kapış kapmak için
ülkemize koştular. Şimdi iş tersine döndü. Kriz kapıya dayanınca
özelleştirme yapanlar zararlı, yapmayanlar kârlı çıktı. Bizdeki
gözü dönmüş AB sevdalıları bunu göremediler. Basiret ve beka
gösteremediler. Açıkça oyuna geldiler.) Ülkenin Atatürk ve Türk
İnkılâbı ile aydınlanan istiklâli ve istikbali karartıldı;
Milleti bu hazineden mahrum ederek "Lozanı" yok sayıp "sevri"
getirmek isteyen dahili ve harici bedhahlar her yanı sardı;
Atatürk döneminde ret ve ilga edilen Masonluk ve misyonerlik
(1974 CHP-MSP iktidarı döneminden itibaren) bütün yurdu kapladı;
İstiklâl ve Cumhuriyet tehlikeye düştü; Ekonomik bağımsızlık
fiilen sona erdi.
- Ülkemizin iktisadi sınırları
kaldırılarak; Kapitalist ve emperyalistlerin ezeli-ebet oyunu
olan "küreselleşme ve globalleşme" aldatmacası ile memleket bir
sömürge ve açık Pazar haline getirildi. Milli İktisat, Milli
Savunma ve Milli Eğitim politikalarına çok ağır darbeler
vuruldu. Misak-ı Milli sınırları dahilindeki arka bahçemiz
Kıbrıs, Musul-Kerkük, 12 adalar, Selânik davası dumura uğradı,
kırmızı çizgiler yok sayıldı, "Milli Dava Kıbrıs" Rum'un
insafına terk edildi;
- BİR AVUÇ ANARŞİST:Bir avuç
anarşist, militan ve menfur terörist devletimizi tehdit eder
hale geldi; Huzur, emniyet, istikrar ve güvenlik kalmadı;
Hükümet, adeta teröre boyun eğdi, Ordumuzun, Jandarmanın ve
Polisimizin eli-kolu bağladı; Komutanlarımız katil ve kansız,
insanlık düşmanı vicdansız teröristlerle el sıkışmak
mecburiyetinde bırakıldı; Ülke-Vatan "demokratikleşme gereğidir"
bahanesi ile paylaştırılmaya kalkışıldı; AB emretti diye Türk
milleti ve devleti aleyhine yasalar dayatıldı; AB korkusu
yüzünden ihanet şebekeleri himaye edilir ve bebek katili
beslenir oldu;
- SÖZDE DİNDARLARIN DURUMU:
Dindarız diyen ve fakat dini-imanı para olan "aç köpek misali"
takiyyeci "din tüccarları" ve siyasi şirket sahipleri halkı
kandırma, aldatma, yalan-talan, soygun ve vurgunlarını
hızlandırdı; Kirli el ve emel sahibi 'vicdanı ve irfanı satılık'
menşei karanlık politika simsarları kapitalist ve emperyalist
ABD ve AB'nin emrine girdi; Ülkenin başbakanı hakkında ABD'ye
"atmayın, kullanın" denildi;
- Milli Ekonomi IMF'e, milletin kaderi dünkü hasım ve ezeli
düşmanın eline teslim edildi; Bankalara, fonlara, kurumlara ve
soyguncu-vurguncu mafya ve ülkelere hortum bağlandı; Türk hekim,
Mimar ve Mühendisleri, İlim, İrfan ve Fen adamları bir kenara
atıldı; Ülkenin Banka Liman, Hava Alanı ve Sanayi işletmeleri
yabancılara peşkeş çekildi; Bütün imkân, kuvvet ve kaynakları
namüsait hale, acz ve zevale düşürüldü; İç ve dış borç büyüdü,
milli ekonomi "bilerek ve istenerek" örtülü bir kapitülâsyon
sürecine sokuldu.
- Her gün "Al Bayrağa sarılı "ŞEHİT" tabutları gelirken;
Milletin bağrından çıkan 58 belediye başkanı, bir kısım
etkilisi, yetkilisi, bürokratı terörist olmuşken; Emniyet
güçleri, ihanet ve şeamet erbabı anarşist, terörist, hırsız,
yolsuz, hortumcu, sahtekâr, kap-kaççı, gaspçı, kaçakçı, ırz
düşmanı ve vatan haini karşısında eli kolu bağlı aciz ve çaresiz
bırakıldı; Dahili hain ve harici düşmanlar tarafından suni
olarak yaratılan terörü yabancı işbirlikçilerin emri ile
siyasallaştırma, affetme ve hainleri legallleştirme çabaları
sürer, sınırlarımızdan 5000 terörist rahatça içeri girer ve Türk
vatanında sanal azınlıklar yaratma niyet ve gayretleri; Mason,
misyoner, din ve ahlâk düşmanı ateist ve pagan faaliyetleri
olanca azgınlığı, hainliği ve bölücülüğü ile hız kazanırken;
- Kurucu ve kurtarıcı Atatürk'ün:
"Paramızı, hayatımızı harici düşmanların etki ve saldırısından
kurtarmak, bu millet ve memleketin harici düşmanlara esir
olmasına müsaade etmemek ne kadar lâzımsa; Aynı zamanda ve
onlardan daha fazla bir uyanıklıkla dahili (iç) düşmanlara
(milletin kötülüğünü isteyen ve kötülük için çalışan hainlere),
dahildeki zararlı adamlara da dikkatle bekçilik yapmak ve
onların her hareket ve faaliyetlerini gözden kaçırmamak
mecburiyetindeyiz. Biz, ancak bu gayretle, bu intibahla
çalışarak muvaffak olacağız. Böylece: Bütün dünya Türkiye'nin
saygın varlığına özenecek ve milletimize lâyık ve müstehak
olduğu yüksek mevkii ayıracaktır" (*) biçiminde 'mutlak riayet
ve mükellefiyeti mucip' bir hedef ve vasiyetle ülkeyi emanet
etmesine rağmen, menfur AB'nin art niyetli "hain" isteklerine ne
yazık ki boyun eğildi.
- BEBEK KATİLİ : Otuz bin küsur
insanın katili bu süreçte idam sehpasından indirilip, adeta
misafir haneye koyuldu. Reva mı? Aziz ve büyük Dinimizin "kasten
ve taammüden öldüreni siz de yaşatmayın öldürün" emrine rağmen
tefessüh etmiş AB'nin dediğini yapmak!.. Ve bu emri yerine
getirecek kadar küçülen, alçalan dönemin muktedir zihniyeti.. Şu
geldiğimiz noktada bin türlü ıstırap, meşakkat, mezalim, endişe
içinde "her türlü özgürlük ve bağımsızlığın tükendiği,
namuslu-dürüst, ilkeli, onurlu ve sorumlu vatandaşlar için
'açlık, yokluk, yoksulluk, esaret ve sefaletin' fiilen
başladığı, insan hakları, adalet ve hukukun siyasallaştığı,
ülkemizin "Gümrük Birliği anlaşması" ile sömürgeleştiği, halkın
köleleştiği, siyaset ve çoğu sivil toplum kuruluşlarının AB ve
ABD'ye koşulsuz entegre (teslim) olduğu; Ülkemiz, milletimiz ve
devletimizi geleceğe taşıyacak 'genç nesillere' çok kötü bir
mirasın hazırlandığı bu durum ve dönemde:
- MİLLİ EGEMENLİK VE MÜŞTERİ
MİLLET : Milli Egemenlik, milli devlet, milli iktisat, milli
eğitim, milli savunma, özgür millet, cumhuriyet, demokrasi ve
bağımsızlık" (?!.) ülkeyi yönetenlerin "meşruiyeti", dahil olmak
üzere; Adalet ve siyaset kurumları, partiler ve seçim kanunları
tartışılır hale gelmiş bulunmaktadır. Dahası, bu vahim süreçte
sosyal "halk için" devlet ilkesi unutulmuş, zengini daha zengin;
Fakiri daha ziyade fakirlik, açlık, yokluk, yoksulluk, zillet ve
zulmün pençesine iten-terk eden "işveren devlet-MÜŞTERİ MİLLET"
misal 'insanlık dışı" sömürü zihniyeti hâkim olmuştur. Daha da
önemlisi 3. Cumhuriyetten itibaren 45 yıl süren aymazlık ve
gaflet ile haricen uygulanan psikolojik savaş, ajitasyon ve
dezinfornasyon sonucu Türk insanı pasif ve paralize, (tepkisiz)
bir topluma dönüştürülmüş, ekseri medya mütareke sermayesinin
emrine girerek, dahili ve harici bedhahların eline düşmüş,
gerçek Türk vatandaşlarının Demokratik tepki, hak, hukuk ve
adalet arama yolları neredeyse kapanmış ve tıkanmış; Başta
Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, Cumhuriyetin kurucu unsurları
tarafından öngörülen "insan, yurttaş, ayırımsız bütün
halk-vatandaş, yani millet merkezli" eklektizm yerine,
epistomolojik ve ontolojik sistemlerin "para ve sermaye odaklı"
kapitalist, çıkarcı ve emperyalist, insanlık dışı teorileri baz
alınmıştır.
- Ayrıca, yargı hakim unsur
yönünde siyasallaşmış, Cumhuriyetin denetçi ve Savcıları pasive
edilmiş, Siyaset tekelleşmiş-yozlaşmış-çürümüş, topluma cebren
ve hile ile dayatılan küreselleşme, modernite, globalleşme
yoluyla ideolojik-kültürel saldırılar (psikolojik savaş)
yoğunlaşmıştır. Saldırılarda tek hedef "Türk Milleti ve
İnsanını" bir tarih öznesi olmaktan çıkarmaktır.
- Bu sistematik süreç ve bağlamda
insanlarımızın "milli-manevi, ahlâki, siyasal-sosyal ve
kültürel" iradi mücadelesinin gereksiz, anlamsız ve boşuna bir
çaba olduğu "bilinci" genel, sosyal ve toplumsal davranış
kategorisi haline getirmesi amaçlandı. Buna paralel olarak
yozlaşma ivme kazandı. Çürüme, deformasyon, mutasyon ve erozyonu
hızlandırmak amacıyla: Küresel kapitalizm ve emperyalizmden
zarar gören halkın ilmi bilgi ve "milli şuur" yolları kapatıldı.
Milli iktisat politikası terk edilerek maliye IMF ye, Milli
Eğitim ne olduğu meçhul (ajan provokatör kılıklı) yabancı
uzmanlara teslim edildi.
- Milli Savunma ise NATO, BM ve AB
güdümüne entegre ve emir kulu olmaya zorlanmakta. Dahası 45
yıldır Türk toplumunun dejenerasyonu için özel Sosyoloji,
siyaset ve felsefe kitapları yayınlandı. Atatürk'ün, "Türk
milletinin milli dini İslâm'dır" demesine rağmen, Türk İnkılâbı
ve İslâm'ın temeli olan lâiklik manâ ve muhtevasından
saptırılarak menfur amaçlar ve milleti dinsizleştirmek için
kullanıldı. Bir yandan "Milli Tarih şuur ve hafızası" yok
edilmeye çalışılırken, diğer taraftan kelime ve kavramlar
üzerinde oyunlar oynanarak nesiller arasındaki denge bozuldu,
aşılması kabil olamayacak uçurumlar yaratıldı. Dildeki bozulum,
erozyon ve kavram kargaşası sonucu demokrasi ve uzlaşma kültürü,
toplumsal iletişim, dayanışma, yardımlaşma, anlaşma ve 'tek
vücut-yek vücut olma' kültürü baltalandı. Tevekkeli, temsilde
adalet denilerek demokrasi, yönetimde istikrar iddiası ile
"yönetim kalitesi" huzur, düzen ve insicam bozuldu.
- Aslında bu kapitalist ve
emperyalistlerin yolu, menfur strateji ve metodudur. Dünyanın
her neresine adalet adına gittilerse, adaleti; Demokrasi adına
gittilerse demokrasiyi; İnsan hakları adına gittilerse
"hak-hukuk ve adaleti" yok ettiler. Bu bakımdan gerçeğe ve
bilime asıl ihtiyacı olanlarda onlardı. İnsan, millet ve fert
olarak "gerçekte" onların da Mustafa Kemal Atatürk'ün "Türk
İnkılâbının" esas ve ilkelerine ihtiyacı vardı. Bu olmadığı
içindir ki, beyinsel faaliyetleri metalaştı. "İnsani boyut ve
bilgi toplumu" bağlamında en az bizim insanımız kadar, onlarında
akıl ve iradelerinin kurtarılması zorunlu, insani yönden zayıf
ve zavallı hale geldi. insanlık ve uygarlık böyle vahim bir
döneme girmişken, eleştirel-doğrusal bilgi ve objektif düşünce
her zamankinden daha büyük bir gereksinim halini aldı. Bu da,
Atatürk ilke ve "Türk inkılâbının" kısaca "Kemalizm" in evrensel
boyutta "emsalsiz ve tartışmasız, mutlak bir REJİM ve lider bir
DOKTRİN" olduğunu (1950-1960 uygulaması dahil) bütün uluslar
(devletler) için gerekliliğini "tarihi süreç içinde" bir kez
daha kanıtladı.
- İşte bu nedenle: Bütün kurum ve kuruluşları ile Türkiye
Cumhuriyeti devleti ve milleti "1.Cumhuriyet" döneminin deneyim
ve kazanımları, ATATÜRK ilkeleri ve Türk İnkılâbı, yani
"Kemalizm'in" ışığı ve yolunda, yorulmadan, milli değer, ilmi
bilinç-şuur ve heyecana sahip "Vatansever duayenler"
önderliğinde Türkiye halkının milli birlik ve beraberlikteki
samimiyetine inanarak ve güvenerek; Şimdi tekrar "ama hukuki ve
demokratik" bir mücadeleye "halk hareketine" başlamak zorunda ve
durumundadır. Bu mücadele, kimseyi yüceltme ve karalama derdiyle
değil, sadece "milli dava Kemalizm" misyonu ve "Türk İnkılâbı"
vizyonu dahilinde olmak ve bu kapsamda kalmak zorundadır. Yani,
yeni, bilinçli ve, "1960'dan günümüze doğrudan iktidar olmuş
veya dolaylıda olsa bu iktidarlar içinde yer almış, deformasyon,
dumur ve dejenerasyona uğramış, yozlaşmış, kapitalist ve
emperyalist unsurlarla iç içe girmiş, her zerresine haram, yalan
ve talan bulaşmış parti ve parlâmenterler dışında" büyük bir
halk hareketi biçiminde oluşmak ve netice almak zorundadır.
- Günümüz Türk yurttaşı, ülke'nin
kasıtla-bilerek, inatla sürüklendiği bu kritik noktada;
Vatansever-Kemalist, "Cumhuriyetçi-Demokrat" onurlu-sorumlu ve
özgür insanlar olarak, ülkeyi uçurumdan çekmek, çıkarmak,
kurtarmak ve günümüzün Ali Kemalleri ile diğer dâhili ve harici
bedhahlara dur demek zorundadır.
- Çıkış noktası: Gerçek
vatansever, Kemalist ve milliyetperverler olarak; İnsanlığın,
bilimin ve bilincin evrensel değerlerinin Türkiye ve Türk halkı
ile tekrar bütünleşmesine engel olan her türlü çıkarcı,
işbirlikçi, siyasal, sosyal, kültürel hortumcu ve Küresel
kapitalizme Ülkeyi peşkeş çekenlere karşı: "Namuslu, dürüst,
ilkeli, onurlu ve sorumlu, basiretli ve bilge, çalışkan ve
üretken birey, gerçek insan sıfatıyla" cevap ve alternatif
olmayı ve ülkemize çöreklenerek halkın kanını-canını iliklerine
kadar sömüren 'vahşi kapitalist ve emperyalistleri' kovmayı
vazgeçilmez bir şart olarak kabul etmektir.
- Sevgili Vatansever insanlarım,
bu yolda ve bu uğurda; Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ü asla
unutmayınız. Çanakkale ruhu ile ruhlanan ve istiklâl savaşı gibi
bir büyük efsaneyi bu onur ve ruhla yaratan Kuvva-i Milliye,
Müdâfaa-i Hukuk Hareketini hatırlayınız. Bu ülkenin
Vatanseverleri; Mustafa Kemal Atatürk'ün yoluna baş koyan:
- Namuslu, onurlu, ilkeli ve dürüst gerçek anlamda "milli
devlet" ve Kemalizm'den yana olan "namus borcu, kumar borcu
bulunmayan" alnı ak, yüreği pek, vicdanı hür, irfanı hür,
boğazından haram lokma geçmemiş "GERÇEK İNSANLARIN" kendini
millete adayan ve vatan-millet, hürriyet, adalet ve
hakimiyet-istiklâl yoluna baş koyanların etrafında örgütlenin.
Ve gelin hep beraber yeni, demokratik hak, adalet ve hukuka
dayalı beyaz ihtilâli oluşturalım, günümüz Ali Kemallerine karşı
duralım ve yeniden ATA' nın emanet ve vasiyeti olan CUMHURİYET'
i kuralım.
- Fakat, eğer, her şeye rağmen bu
utanç verici hale rıza göstermek niyet, gaflet ve dalâletine
düşmüş olanlar varsa ve/veya bir okuyucu olarak siz eğer böyle
iseniz biliniz ki, her hangi bir "geleceğiniz" (?) olmayacaktır.
Amma, yeniden hür, hakim, özgür, onurlu ve hükümran olmak
istiyorsanız: YENİDEN:
- "YA İSTİKLÂL, YA ÖLÜM"
demelisiniz.
- Milli Devlet; Hürriyet ve
istiklâlimize, dolayısıyla "Türk'ün insanca yaşamasına" hayır
diyen, kendince azimli, kararlı ve sabırlı, onursuz, insanlık
dışı, hain ve alçak dahili ve harici düşmanlarca "delikten
süpürülmek ve "İkinci Ergenekon" Anadolu'dan kovulmak veya
mahvolmak yerine; Bu şuursuz ve çılgınca gidişe gem vurmak, tam
bir azim, irade ve kararlılıkla "DUR" demek bir insanlık, onur
ve namus borcudur.
- Unutmayınız ki, namuslu ve dürüst insanlar da, en az hırsız,
arsız, yolsuz, soysuz ve namussuzlar kadar cesur, atılgan,
çalışkan ve cesur olmadıkça bu vatan kurtulamaz. Devlet, harici
(bedhahlar) ihanet şebekeleri ile dahili (bedhahlar) yerli
işbirlikçiler konum ve durumundaki çetelerden kurtulamaz.
- Yozlaşmış, çürümüş ve kokuşmuş
rejimin "rüşvet, iltimas, yolsuzluk, soysuzluk, gasp, irtikap,
suistimal, kap-kaç, kaçakçılık, sahtecilik, hortumculuk, kayıt
ve kapsam dışılık, ayrıcalık, imtiyaz ve dokunulmazlık gibi
insanlık, ahlâk, cumhuriyet ve demokrasi dışı" alışkanlık, adet
ve haram-haksız kazanç yolları tıkanamaz. Nihayet, doğrusal
yönde iş gören açık, saf, temiz, dürüst ve şeffaf hükümetler
kurulmadıkça; Devlet idaresinde millet iradesi hakim kılınamaz;
Süratle yayılan ahlâksızlık, edepsizlik ve şerefsizlik
önlenemez.
- Şu anda siyasette, medyada, kamu kurum ve kuruluşları ile
bazı sektörlerde ve bürokratik oligarşide 'hakim unsur' olarak
yuvalanan, hayasızca ve sorumsuzca davranarak kendilerini ve
ülkemizi kullandırmayı yeğleyenlerin iktidarında, bölücü
anarşist ve terörist yandaşı, yatakçı ve destekçilerinin
ülkemizi bir baştan bir başa, pervasızca dolaşmasına göz
yumulduğu ve fakat teröre karşı şanlı bayrağımızın altında öfke
ve tepkimizi dile getirmemizin dahi mümkün olmadığı, millete ait
kal-â'ların hile, haksız işgal ve desise ile tek-tek düşürüldüğü
böyle vahim bir dönemde "ulusal egemenlik, hürriyet, hak, adalet
ve özgürlük" için çok daha görkemli ve bilinçli bir mücadele
vermek gerekmektedir.
- Aksi taktirde, 27 Mayıs darbesi ile açılan "Lozan'ı ilga ve
Sevr'i ihya" yolunda, bütün 'milli güç, irade ve engelleri"
çiğneyerek ilerleyen; Gümrük Birliği anlaşması ile iktisadi
sınırlarımızı kaldıran, ülkemizi bir 'Açık Pazar' serbest sömürü
alanı, manda ve müstemleke haline getirmeyi amaçlayan; Milli
dava Kıbrıs'tan vazgeçen, Kerkük' de kırmızı çizgileri
sorumsuzca silen, Ege, Kırım ve Musul üzerindeki haklarımızdan
geri adım atan, Türk dünyası ve Balkan politikalarında
pasifleşen ve bütün uluslar arası çıkarlarından ABD ve AB lehine
feragat eden, gayri Milli ve gayri Müslim "mütegallibe" er veya
geç bu menfur yolda muvaffak olacaktır.
- Dip dalga ve "gerçek derin
devlet" sıfatıyla Milli hâkimiyet ve milli menfaatleri koruma
yükümlülüğünü doğal olarak üstlenen ve % 5'e karşı % 95'le kahir
ekseriyeti teşkil eden "MİLLET", milli rejim Kemalizm, (medeni
siyaset) Atatürk ilke ve Türk İnkılâbının müktesep hak, hukuk ve
esaslarına sahip çıkmak ve yeniden hayata geçirmek zorundadır.
"Asıl önemli olan ve memleketi temelinden yıkan, halkını esir
eden, içerideki cephenin suskunluğudur" diyor, Mustafa Kemal
Atatürk. Bunu unutmayalım. Türk Milleti için asla esaret ve
sömürü bir kader olamaz.
- Şimdi ses vermek ve "olanca gücümüzle" haykırmak zamanıdır:
- ÖZELLİKLE!.. 2008 yılı
itibarıyla duçar olduğumuz ekonomik kriz, eğer Milli Siyaset
yolunda yürünseydi ülkemizi asla etkilemezdi. Teoride Türk
İnkılâbı anlaşılıp, samimiyet ve sadakatle uygulansaydı milletin
sayısı 40 milyona varan kahir ekseriyeti fakirlikten ve
yoksulluktan kırılmazdı. Ve büyük Önder Atatürk'ün: "Bütün
dünyanın Müslümanları, Allah'ın son Peygamberi Hazreti
Muhammed'in gösterdiği yolu takip etmeli ve O'nun verdiği
talimatlar, tam olarak tatbik edilmeli. Tük İslâmiyet'in
hükümleri, olduğu gibi yerine getirilmeli. Zira ancak, bu
şekilde insanlık kurtulabilir ve kalkınabilir" (Ankara Gönül
Erleri, Sıddık Demir, Ankara-2000) Biçimindeki son emanet ve
vasiyetine uyulsaydı, şimdi Türkiye Cumhuriyeti dünyanın en
güçlü, zengin ve müreffeh devletleri arasında olurdu.
- Şimdi gelin; Yeter artık,
"YETER, SÖZ MİLLETİNDİR"diyelim!..
- Aziz Milletimizin bu
haysiyetsizlikleri daha fazla taşıması mümkün değildir!
- Bu kadar zûl, zulüm, hor-hakir
görme ve işkence eşyanın tabiatına aykırıdır.
- Amma!.. Hiç kuşkunuz, endişeniz,
korkunuz olmasın; Elbette bir gün zalimler;
- GELDİKLERİ GİBİ GİDECEKLER..
-
- YARARLANILAN KAYNAKLAR:1.
Atatürk'ün Söy. ve Demeçleri, Cilt: 1, 1952-Türk İnkılâp Tarihi
Enstitüsü Yay.132-1332. Gizlenen Rejim Kemalizm, Tanı
Yayınları-2005, Tayyip Yelen3. Globalleşen Dünyada AB Kapısında
Türkiye İçin Çağdaş Çözüm, Tanı Yay.-2005, H.Aksu4. Atatürk'ü
Tanımak ve Anlamak, Anayurt Yayınları- 2004, Behzat Şaşal5. Tek
Çare Kemalizm, Tanı Yayınları-2006, Süleyman Akdemir6. Seni
Anlasaydık Bu Hale Gelmezdik, Akasya-2005, İbrahim Candan7.
Küresel Almanak, Tanı Yayınları-2006, Mustafa Nevruz Sınacı8.
Hedefteki Müslüman Halklar ve İslâm, Kül Sanat
Yayıncılık-Ankara, 2005 Yusuf Küpeli
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
49 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
Mustafa Nevruz SINACI
|
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ |
DEVLET; HÜKÜMET VE HALK
Bilgi çağının çöküşü ve “bilinç
çağı”na geçişin en önemli nedenlerinden biri de; dünya çapında
kelimeler ve kavramlar üzerinde oynanan oyun ve bu bağlamında
insan hakları, adalet, hukuk ve demokrasi sözcüklerinin anlamsız
kılınması ve içlerinin boşaltılmasıdır.
Örneğin: Türkiye Cumhuriyeti ‘Ermeni soykırım yalanı’
konusunda bu kastın kurbanı;
Afganistan, Pakistan, Irak ve pek çok Müslüman ülke de;
İnsan hakları ve demokrasi söyleminin mağdurudur. Bunun başlıca
üç ana nedeni vardır:
Birincisi: Yenidünya ‘düzen’i
peşinde koşan kene, vampir, sülük ve pire türü kan emici (insani
değer ve erdemler yönünden mutasyona uğramış ve vahiy ahlakından
arınmış) varlıkların içine düştüğü vahşet, şehvet, şöhret, hırs
ve ihtiras; Çok öz ve anlamlı bir tanımla, ilâh, silâh ve ilâç
tüccarları;
İkincisi: Bunlara, aynı zaaflar
ile malul olmaları nedeniyle yardım ve yataklık eden; Milliyet,
mensubiyet, insani değer, medeni mefküre (ilmi dava), hamd,
kanaat, şükür, samimi inanç, sevgi-saygı, tolerans, ibadet ve
ihlâstan arınmış primitif ve prototip yöneticiler;
Üçüncüsü: Tıpkı kurbağa örneğinde görüldüğü gibi beyni
uyuşmuş, içine kapanmış, onursuz ve sorumsuzlaştırılmış, miskin,
medeni cesaretten yoksun, bütün insani, milli ve manevi
duyguları, asil-aziz ve harsi (kültürel) erdemleri korku, baskı,
zulüm, maddi-manevi işkenceler ile bastırılmış pasif-palyatif
‘sürü psikolojisi’ içine sürüklenmiş toplumsal yapı. Bu örnekte
halkı idare eden, hâkim ve hükümran, başına buyruk bir çoban,
millet ise icabında azgın köpeklerce korkutulan, hizaya sokulan
sürü mesabesindedir.
İşte bütün dünyada siyaset
sisteminin tıkanması, kaynakların tükenmesi ve ekolojik sistemin
temelden sarsılmasının nedeni budur. Sahipsizlik ve sorumsuzluk…
Ortak değerler, toplumsal müşterekler ve evrensel dengeler
konusunda kafa yormamak, bilinç ve bilhassa inisiyatif
geliştirmemek. Kurumsal ve bireysel sorumluluk almamak...
Tıpkı fanatik ve cahil
softaların ileri sürdüğü bir sapkınlık olan ‘kaderciliğe’
geleceğini, özgürlüğünü, yaşam hakkı ve güvenliğini şuursuzca
teslim etmek; Kötülerin bilinçle yürüttükleri “gasp-irtikap ve
haksız edinim” mücadelesine iyi insan ve iyi vatandaş olarak
kayıtsız kalmak. Bütünüyle gayrimeşru, şiddet, tehdit, baskı,
yalan-talan, hırsızlık-yolsuzluk ve özellikle: İnsan hakları,
adalet ahlâkı, eşitlik ve hukuk istismarı ile yönetilmeye karşı
“meşru direnme” hakkını kullanmamak!..
BİLİNÇ ÇAĞINA DOĞRU
Oysa, başta insanlık tarihinin
tek ve yegâne semavi (vahiy kaynaklı) dini olan İslâm; İslâm’ın
son peygamberi Hazreti Muhammed’in, bütün zamanları şamil
mukaddes Kitabı Kur’an; İlim yolunun kanaat önderleri, dünyanın
‘kendilerini insanlık ve medeniyet davasına” adamış örnek ve
önder şahsiyetleri, namuslu bilim ve siyaset adamları ve nihayet
Türk siyaset ve devlet hayatının aynası; Özgür insanlık âlemi ve
davasının ışığı-nihai lideri Mustafa Kemal Atatürk; “Hayatta en
hakiki mürşit ilimdir” diyerek yol göstermiştir.
Dünyayı yeniden keşfetmeye gerek
yoktur. Bilinçli, kendinde ve farkında olmak yeter.
Tekâmül nazariyesinin esası, her defasında sıfırdan başlamak
değil, gelinen noktadan itibaren alarak ilmin yolunu ve
önderlerin ışığını takip etmektir.
Konuyu bu bağlamda ele alacak ve
bir yol haritası çizecek olursak!..
MANA VE MUHTEVA OLARAK DEVLET:
Kelime, kavram ve anlam (manâ ve
muhteva) olarak devlet, “Siyasi, idari ve merkezi bir teşkilâta
sahip, belirli ve müseccel sınırlarla muhkem ve mukayyet,
toprakları üzerinde hâkim, halkıyla hür, müstakil, özgür ve
hükümran, (tam bağımsız) ülke;
Üzerindeki insan topluluğunu,
mutlak bir adâlet, hukuk, eşitlik ve hakkaniyetle yöneten,
refahı tabana yayan, dengeli kalkınan, doğrusal yönde hareket
eden, milletin işlerini tam bir dürüstlükle, vukuf, ehliyet ve
liyakatle yürüten, insan haklarına sahip ve hukuka saygılı meşru
bir hükümetle ‘milli hakimiyet’ tesis etmiş bulunan evrensel bir
kurumdur.
Esas olarak devlette kanunlar Anayasa’ ya, Anayasalar ise
insana ve insan tabiatına (doğuştan var olan insan haklarına)
aykırı olamaz. Devlet insan için vardır. İnsanlar, halk, millet,
yani yurttaşlar tarafından “Namuslu, dürüst, katılımcı,
saydam-şeffaf, ilkeli, onurlu, sorumlu, hak-hukuk ve bilumum
medeni tasarruflarda mutlak eşitlik esasına dayalı”, özellikle
demokrasi ve demokrasinin mutlak mütemmimi (ayrılmaz parçası
olan) Cumhuriyetle yönetilmek zorunda ve durumundadır.
Bu insana ve İslâm’a uygun bir
toplumsal sözleşmedir.
Toplumsal sözleşmeler kuruluşla
birlikte ikame olunur.
Zaman içinde değiştirilmez.
Geliştirilir ve mükemmelleştirilir.
İNSAN ODAKLI “ORİJİNAL” DEVLET
Bilinen ve belli olan tarihte
ilk kez bu ideolojik tanım ve siyaset felsefesi günümüzden 2500
yıl önce Plâton (Eflâtun) tarafından vâzedilmiş; Bu rejim ve
siyaset felsefesinin en ileri ve çağdaş-modern versiyonu ise,
Atatürk ilke ve inkılâpları bağlamında “İnsan odaklı” doğru,
demokratik ‘İnsani Boyut ve Bilgi Toplumunun ideal rejimi’ “Türk
İnkılâbı” (Atatürk’ün kendi deyişi ile) “KEMALİZM” olarak
biçimlenmiş devlet-rejim budur.
Günümüzde, orijinal ve objektif
bir rejim olan bu yönetim biçimini örnek alan veya uygulayan,
(dünyada) gerçek devlet sayısı iki elin parmakları kadar azdır.
Yakın ve uzak tarihte ise, ağırlıklı olarak Türk ve İslâm
devletleri ile 20.500.000 km2’de yaklaşık 600 yılı mücavir süre
ile “huzur iklimi” olarak adâletle hüküm süren Osmanlı örneği
ile 1923-1938 dönemi Türkiye Cumhuriyeti gösterilir.
Dünya devleri ve devletlerinin
pek çoğu bilime kıyasen çete devletidir.
Bunlar tasallutla tasarruf eder,
evrensel hukuk ve adalet ilkelerini tanımazlar.
GİZLENEN REJİM KEMALİZM
Şu anda ülkemizde de Kemalizm
maalesef ‘gizlenen rejim’ durumunda olup, 1961’ den itibaren
terk edilmiştir. Ancak, AB Komisyonunca onaylanan Ortlander
raporunda yer aldığı veçhile batı, Türkiye’nin kesinlikle
Atatürk’ü unutmasını istemektedir. Zira, kapitalist ve
emperyalist küresel sermaye, önünde en büyük tehlike olarak
“Kemalizm” i görmektedir.
Bu talep ve yaşanan gerçek yönünde biz yine de konuyu
irdelemeyi sürdürelim:
Devletler, halk tarafından tesis ve idame ettirilen
hükümetler eliyle yönetilir.
Hükümetlerin mutlak şartı
meşruiyettir. Hüküm ve hikmet meşruiyetle mümkündür.
HÜKÜMET VE MEŞRUİYET:
Gücünü sadece ve yalnızca
halktan alan ve halka dayanan, kuvvet, kudret ve
hakimiyet-hükümranlık hakkını “halkla birlikte-halk için
kullanan”, halkın emrinde ve hizmetinde olan ve bu (hüküm ve
hikmet) hakkını; Ulusal ve evrensel hukukun kabul görmüş ilke,
norm, standart ve kriterleri muvacehesinde; İlmi değer, manevi
mukaddes, milli mefküre, temel inanç, adet, örf, yerleşik töre,
birikim ve gelenekleri doğrultusunda kullanan;
Halkın gücü, kudreti, irade ve adâlet ahlâkı “doğrudan
milletçe onaylanmış” müşterek hak, hukuk ve menfaatleri
tavizsiz-ivazsız bir “kamu ahlâkı dairesinde” yönetme erkidir.
Bu, Türk milleti ve TC devleti
bağlamında bir “Kuvâ-i Milliye” veya “Çanakkale” rûhu, nizamı;
Yani, halk iktidarı anlamına gelir. Halk iktidarı ‘hak iktidarı’
demektir. Diğer bir anlamda, kamu yönetiminde ‘kamu onayı ve
kamu vicdanı’ esastır. Türk milletinin kamu vicdanı: Mustafa
Kemal ATATÜRK, O’ nun ilkeleri ve Türk İnkılâbıdır.
CUMHURİYET FAZİLETTİR, ERDEMDİR:
Türk İnkılâbı ‘Cumhuriyet
Fazilettir” ilkesine dayalıdır. Mutlak dürüstlüğü esas alır.
Yani; Türk devleti (orijinal Fransızca da ‘bon-sens’ denilen)
haklıların güçlülüğü, hak, adalet ve hukukun mutlak hakimiyeti;
her türlü ayırma, kayırma, farklılık, üstünlük, imtiyaz ve
kanunsuz koruma dışında ‘tam eşitliği’ öngörür. Bilimin, milli
birikimin ve insani bilincin gereği olan ‘doğrusal yönde temlik
ve tasarrufu”, “En hakiki mürşit ilimdir” ilkesini esas alır.
Türk milleti ve TC devleti, vahşi kapitalizm ve küresel
emperyalizme karşıdır.
Türkiye, hür, müstakil, hakim ve
kendi hukuku ile kaim medeni bir dünya devletidir.
Türkiye Cumhuriyeti; Binlerce
yıllık devlet geleneğinin gereği; Namuslu bir devlettir.
DEVLETİN NAMUSU:
Yukarda açıklanan usul, esas ve
münhasıran “Türk İnkılâbı” çerçevesinde ‘Türk Devleti’
“CUMHURİYET FAZİLETTİR” ilkesi bağlamında kuruludur.
Cumhuriyet’in ana ilkelerinden biri de: Haklıların güçlülüğü
ilkesidir. Güçlülerin haklılığı değil…
“Fazilet” Türk ve dünya
lügatlarında;
“Doğruluk, dürüstlük, değer,
meziyet, iyilik, ilim, irfan ve iman itibarı ile yüksek, adalet
ve ahlâk-edep sahibi, hürmet ve muhabbete lâyık, saygınlık”
anlamına gelir. Tek kelime ile fazilet: Kişisel ve kurumsal
bazda namuslu, dürüst ve demokrat olmaktır. Gerçek anlamda
namuslu, dürüst ve demokrat olmayanın devlette işi yoktur.
Bu tanımları, günümüzde yaşanan
‘derin’ kavram kargaşasını açıklamak için yaptım.
ASIL MESELE NEDİR:
83 yıllık cumhuriyet tarihini
“Hakiki devlet ve namuslu hükümetler” bağlamında büyüteç altına
koyduğumuzda ortaya çıkan profil şudur: 1923-1938 dönemi: Tam
bir yokluk, yoksulluk ve kıtlıktan; Taban ve tavan arasında
makul bir denge korunarak, el ve gönül birliği ve “millet olma”
bilinci içinde kalkınma ve gelişme yolunda büyük mesafe alınmış;
Kurucu önderi, bütün ayni ve nakdi mal varlığını milletine ve
milletin kurumlarına bağışlamış, bütün dünyanın saygı duyduğu
“kederde ve kıvançta bir” yüksek bir medeniyet bu dönemde
yaşanmıştır. Atatürk dönemi, tertemiz ve pırıl pırıl bir
dönemdir.
1938-1950: Karşı devrim adına,
her şeyin yerle bir, Türk inkılâbınınsa ter-yüz edildiği, ilk
yolsuzluk ve suistimallerin uç verdiği, demokrasinin yerini
despotluğun aldığı kıtlık ve kâbusların hortladığı karanlık ve
kara bir dönem. Kayıp yıllar...
1950-1960 : Türk inkılâbının
düştüğü yerden ayağa kalktığı, Atatürk programlarının tekrar,
özenle yürürlüğe konduğu, milletçe kalkınma-gelişme, devletçe
yükselme ve ‘muasır medeniyet seviyesine ulaşma” seferberliğinin
başladığı ve ülkenin karanlıktan aydınlığa çıkarılarak birinci
sınıf bir dünya devleti noktasına yükseldiği, taşındığı harika
yıllar.
DİKKAT:
14 Mayıs 1950 seçimlerinde
‘beyaz ihtilâl’ olarak tarihe geçen ve büyük bir halk hareketi
ve kuvâ-i milliye ruhuyla “demokrasi zaferi” kazanan parti, halk
partisi tarafından “devr-i sabık” yaratmama konusunda uyarılmış,
aksi taktirde askeri darbe ile tehdit edilmiş olmakla; DP,
demokrasiye geçiş evresi nedeniyle bu şartı kabule mecbur
kalmıştır.
DARBE:
27 Mayıs 1960’da, başta halk
partililer ile Cumhuriyet, Demokrasi, Atatürk, Adalet, ahlâk ve
milli değerler düşmanı, hukuk özürlü dahili ve harici
bedhahların iştirak ve işbirliği sonucu yapılan darbe, 10 yıldır
yaşanan “asr-ı saadet” dönemini sonlandırdı. Bir değil binlerce
“DEVR-İ SABIK” yaratma ihtirası uğruna kurulan ‘adalet ve
hukukun yüz karası, utancı’ güdümlü mahkemelerde binlerce masum
insan, memur, müsdahdem, genel müdür, genel kurmay başkanı,
bakan, başbakan ve cumhurbaşkanı alçakça sorgulandı ve
yargılandı. Nâhak yere üç masum ve müsemma lider hunharca
asıldı. Ancak, örtülü ödenek dahil devletin ve hükümetin bütün
hesapları tertemiz çıktı... Devr-i Sabık yaratamadılar. Çünkü
devlet bu dönemde Atatürk’ün yolunda ve izinde yürümüştü.
Atatürkçülük, yani ‘Kemalizm’
ile yalan-talan ve yolsuzluk birleşmezdi.
Oysa, müsebbipler 1950’de devri
sabık yaratılmamasını şart koşmuşlardı.
Çünkü 1938-1950 döneminde
devleti yönetenler, reddi miras etmişlerdi. Ortam pisti.
NEREDEN NEREYE:
Emekli Jandarma Kurmay Albay ve
dönemin Jandarma Genel Komutanlığı Kaçakçılık ve Organize
Suçlarla Mücadele Daire Başkanı; Namus ve fazilet timsali büyük
insan, gerçek bir Türk Askeri, Kuvva-i Milliyeci Aziz ERGEN’ in
“Kirli Ellerin İttifakı” isimli kitabı yayınlandığı gün bana
geldi. Türünün nadir örneklerinden olan bu kitabı; Yukarda
irdelediğim siyaset bilimini (Türk inkılâbını) baz alıp,
“1960-2006” döneminde olup bitenleri düşünerek büyük bir dikkat
ve itina ile satır satır okudum. Başlangıçta vaki açıklama ve
tanımlar doğrultusunda mukayeseli bir şekilde inceledim,
değerlendirdim.
Daha sonra Kuvvai Milliye
Derneği Genel Başkanı Bekir Öztürk, Talât ŞALK (DGM eski, emekli
Cumhuriyet Başsavcısı) ile Aziz ERGEN tarafından; Ankara Sürmeli
Otel’ de yapılan ‘tanıtım amaçlı basın toplantısını izledim.
Evet, demek artık, ‘yeni bir beyaz sayfa daha’ açmanın değil;
‘iyice kirlenen’ son 40 yılın hesabını sormak zamanı gelmişti
“KİRLİ ELLERİN İTTİFAKI” ADLI
KİTAP
Bahusus toplantıda, Aziz Albayın
son derece ağır başlı, temkinli ve (emekli de olsa) temsil
ettiği camia ve emekli olduğu kurumun onur ve erdemini düşünerek
verdiği cevaplar ile Talât ŞALK’ ın açıklamalarını ‘bu amaçla’
not aldım. Akabinde aldığım önemli notlar ve kitabı bir kenara
koyarak, ertesi günden itibaren İnternet, radyolar,
yazılı-görsel medya ve televizyonlarda yer alan haber ve
programları dikkatle izlemeye başladım.
Acaba, Türkiye’yi sarsacak nitelikteki bu açıklamaların
yansıması ne olacaktı?
Halkın tutumu, hükümetin tavrı,
başta insan hakları örgütleri olmak üzere, sivil toplum
kuruluşlarının ve genelde kamuoyunun tepkileri konusunda ciddi
beklentilerim vardı.
Sanki bütün medya harekete geçecek, aziz ve necip Türk halkı
ayağa kalkacak, STK’ lar (Hrant Dink’in cenazesi ve 301.madde
konusunda olduğu gibi) hepten teyakkuz durumuna geçecek, başta
Sayın Cumhurbaşkanı, Devlet Denetleme Kurulu, Başbakan,
Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu, Bakanlar ve Bakanlık Teftiş
Kurulları derhal işe el koyacak; Dönem itibarıyla kayıp, kaçak,
gasp, hırsızlık ve yolsuzlukla hortumlanmış, kitapta açıklanan
‘millete ait’ 500 milyar doların peşine düşerek;
‘DEVLETİN NAMUSUNU”
kurtaracaklardı…
Zira, dönemin hayali ihracat
komisyonu başkanı ve eski Aksaray milletvekili Mahmut ÖZTÜRK,
Manisa eski milletvekili Tevfik DİKER (Anayurt), o gün için
vizyondaki “Kurtlar Vadisi” dizisinin yapımcıları, konuyla
ilgili başkaca kitaplar yazan yazarlar, dönem içinde konuyla
ilgili dizileri yayınlayan gazeteler ve gazeteciler sayesinde
(Aziz Albay kadar olmasa bile) yine de ‘harekete geçmeye yetecek
kadar’ pislik, kirlilik, hırsızlık, yolsuzluk, yozlaşma, erime
ve çürüme ortaya çıkmıştı.
Üstüne üstlük bir de,
‘dokunulmazlara’ ait dosyalar vardı.
TÜYÜ BİTMEMİŞ YETİMİN HAKKI
Böylece tüyü bitmemiş yetimin
hakkı söke söke geri alınacak, Aziz Türk milletinin alçakça
çalınan geleceği kurtarılacak, suçlular yakalanacak, adil
mahkemelerde yargılanacak ve kamu vicdanı rahatlatılacaktı. Bu
son derece olağan, doğal, masum ve yasal bir beklenti idi. Zira,
devlet ve hükümetler bunun için vardı. Hiç olmazsa beyaz enerji
dahil, aysbergin dışarıda kalan, görünen bölümü aydınlandı.
Kirli eller, kara vicdanlar ve irin dolu yüreklerin sırrı ayândı
artık. Devlet varsa (ki, vardır) şimdi harekete geçmeliydi.
Zira;
Aziz Ergen’in kitabı, izah ve
itirafları bir bakıma rüşvetin, hırsızlığın, hortumculuğun ve
devleti kullanarak milleti soymanın aleni belgesi idi. Üstüne
üstlük bu güne kadar benzer konularda yayınlanan hatırat, belge,
bilgi, kitap ve itirafları da tamamlıyordu. Hazır, Anayasa
mahkemesi, yerel mahkemeler ve Cumhuriyet Savcıları da konu
üstünde idi.
NELER GÖRDÜK, NELERE ŞAHİT OLDUK
Bir tarafta aleni
dolandırıcılıktan yakalanan bakan, diğer tarafta sahtecilik,
görevi kötüye kullanma, rüşvet, iltimas, suistimal, nüfuz
ticareti gibi yüz kızartıcı suçlarla yargılanan eski bakan ve
vekiller; Diğer tarafta, aynı suçlara ilâveten bölücülük, teröre
destek, yardım-yataklık ve dahi vatana ihanete kadar varan
iddialarla suçlanan, ancak insan onuru, adalet ahlâkı,
demokrasi, anayasa’ nın eşitlik ilkesine aykırı bir biçimde
dokunulmazlık zırhı ile korunan ‘milletvekilleri’ vardı.
Hattâ, buna rağmen yalan-talan,
soygun ve vurgun bütün şiddeti ile devam etmekte idi.
Üstüne üstlük, şimdilerde Türkiye’yi soyanlar ve
hortumlayanlar kervanına İMF, AB kurumları, Dünya Bankası ve
ülkemizin “Milli İktisat”sınırlarını yok eden “Gümrük Birliği”
çeteleri bile vardı. Ülkemizde mafyalar cirit atıyor, organize
çıkar örgütleri “Medya-Mafya-Politika” şeytan üçgeninde, rahatça
hareket ediyor ve diledikleri gibi faaliyet gösteriyordu.
Evet, devlet, hükümet ve halk bütün kurum ve kuruluşları ile
harekete geçmeliydi.
Şimdi tam zamanı idi. Artık, ‘hiçbir şey eskisi gibi
olmamak’ zorundaydı.
AMA HAYRET!..
Alenen suçlanan ve marifetleri
deşifre edilen kesimlerden çıt yok. En küçük bir ret, tekzip
veya itiraz bahis konusu değil. Mütareke medyası popülizm
peşinde. Tutturmuş bir ‘Amerikalı albay nasıl soyuldu’ konusu
speküle edip duruyor. Milliyetçi, sağcı ve muhafazakâr yayın
organları da, sanki söz birliği etmişçesine “Çuvalın intikamını
alan albay” teranesine sarılmakta. Ortada tam bir sağırlar ve
körler diyalogu ‘pandomima’ var.
Tedbir olarak sadece, devletten ve halktan alenen çalınan
300 milyar dolarlık miktarı mücavir olaylar ve saiklerine
ilişkin bölüm nedeniyle, “KURTLAR VADİSİ” dizisi kapatıldı.
SUÇ VE CEZA: (ADALET, ÖZGÜRLÜK
VE GÜVENLİK)
Öteden beri ve günümüzde
yurttaşlarımız mahalle marketlerinden, ülke bakanlarına kadar
ulaşan yolsuzluklardan bıkmış, yılmış ve usanmıştır. Sokaklarda
gasp, devlette irtikap ve yolsuzluk vardır. Suç patlamıştır.
Suçlu rahattır. Yargı, Hukuk, Adalet ve ceza kurumu dumura
uğramıştır. Mâşeri vicdanı ATATÜRK olan millet rahatsızdır.
Durum kriz boyutunu aşmış, ümitsizlik, güven bunalımı ve buhrana
dönüşmeye başlamıştır.
GELECEK VE GERÇEK!..
Oysa, gelecekle ilgili umut ve
inanç yaratmak, her türlü yolsuzluğa karşı toplumsal refleks
oluşturmak ve doğal stabilizatörleri tekrar hayata geçirmek
gerekir. Bu meyanda, Aziz Albay tarafından açıklanan dehşet
verici olaylar; Zati şehadetle taraf olunan, vakıaların kamu
tarafından sorgulanması, müsebbiplerin yargılanması ve
cezalandırılması şarttır. Bunun yanı sıra, 1960’dan günümüze
‘devlet erki kullanılmak ve kuruluşlar istismar edilmek”
suretiyle, siyaset kurumları ve siyasi partiler de alet edilerek
yapılan ve boyutları dönem itibarıyla 500 milyar dolarlara varan
dehşet verici devasa soygun, vurgun, yalan ve talan anatomisi
‘keyifle ve korkusuzca’ menfur icraatını sürdürememelidir. Bu
soyguna “DUR” demek zamanıdır.
Suç ve suçlu ‘cürüm’ cenneti haline getirilen ülkede namuslu
insanlar güvende değil. Suçlular küstah ve acımasız. Masumlar ve
mazlumlar korumasız. Yeni TCK ve AB sayesinde suçlulara avukat
verilmekte, mağdurlar ise daha da mağdur ve perişan. 1923-1938
ilâ 1950-60 dönemi devlet anlayışı unutulmuş, herkes Atatürkçü,
fakat, Atatürkçülük, Kemalizm ve Türk inkılâbından eser yok. Bu
ne iki yüzlülük, mürailik ve münâfıklıktır ki; Milliyetçiler,
sağcılar, solcular, dinciler dahil bütün kesimlerden hırsız,
yolsuz ve hortumcu çıkabilmekte.
Adama (vatandaşa) sorarlar !
Hani ilkelere ne oldu. Hani
binlerce yıllık tertemiz Türk medeniyeti !
Bize pırıl pırıl, tertemiz ve berrak bir Cumhuriyet emanet
eden Atatürk’e ihanet niye ?
Cemiyetin temeli adâlet ahlâkıdır. Ancak, adaleti kaim olan
kanun hukukidir.
Türk inkılâbının amacı kanun devleti değil; Hukuk
devletidir. Hukuk devletinde suç cezasız kalmaz. Ceza, suça
mümasil (denk) olmak zorundadır. Ne eksik, ne fazla.
Evet, İnsan elbette özgür bir varlıktır. Lâkin bu, suç
işleme özgürlüğünü kapsamaz.
Kanun ve kuralları belirleme hakkı, ‘güçlülerin’ değil,
haklı-doğru ve dürüstlerindir.
Demokrasilerde hırsız, yolsuz, hortumcu, yıkıcı ve bölücü
unsurlara; Cezalarını çekip ıslah olmadan “halk içinde”
serbestçe dolaşma hakkı tanınamaz.
Hukuk devletinde ‘suç işlemek’ herkes için yasaktır. Mutlak
kaide budur.
DEVRİ SABIK YARATMAK GEREK:
Şimdi tam zamanıdır.
Zira kapımıza tekrar bir ekonomik kriz
dayanmıştır.
Bizim yeteri kadar kriz, kaos, bunalım ve
buhranımız varken buna dayanamayız.
Millet, meri hükümet, ‘durumdan vazife çıkartarak’ Anayasa
Mahkemesi veya yüksek yargı önce cürmün milâdı olan 27 Mayıs’ın
hesabını sormalıdır. Bununla birlikte o mâkus günden itibaren bu
güne değin yapılan bütün haksızlık, hırsızlık, gasp, irtikap ve
yolsuzluğun hesabı muhakeme edilmeli; Ülkemiz, istiklâl ve
istikbalimiz aleyhine işleyen AB süreci behemahal durdurulmalı,
Gümrük Birliğinden derhal çıkılmalı, devlet “namuslu-dürüst ve
demokrat” Atatürk’çü-Kemalist Cumhuriyet konumuna tekrar
çekilerek; 46 yıllık kâbusun kara vicdanlı, kirli el’li ve
kansızlar (damarlarında asil kan akmayan) hain, dönme, devşirme,
ateist, pagan ve Türklüğünü kaybetmiş insanlık düşmanları
sorgulanıp, yargılanarak ‘devr-i sabıkları” yaratılmalıdır.
Temiz devlet ve temiz toplum
için bu şarttır. Türkiye’nin kendi kendisi ile yüzleşme ve
yönetenlerin halkla hesaplaşması zamanı gelmiştir. Yarın çok geç
olabilir.
DEVLETİN MALI DENİZ:
Bu söylemin doğrusu,
haksızlıktan, rüşvet, hırsızlık ve yolsuzluktan bıkmış-bunalmış,
bu alt varlıklara karşı illet ve nefretle muzdarip halkımın,
kinayeten söylediği bir söz olup; DOĞRUSU şöyle: “Devletin malı
deniz, hırsızlık, haksızlık ve yolsuzluk yapan domuzdur.”
Bu manâ ve muhtevada “Domuzlar” devr-i sabıklar olsa
gerektir.
Devlet gibi devlet, adam gibi adam olmanın yolu da; Ülkemiz
ve devletimizi her tür haksızlık, yolsuzluk, adaletsizlik ve
hukuksuzluktan arındırmaktan geçer. Bu konuda fert ve millet
olarak günün hükümetine güvenmek isteriz.
|
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
50 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
Mustafa Nevruz SINACI
|
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ |
DÖRDÜNCÜ GÜÇ SORUNU VE MEDYA TERÖRÜ
Ülkemizde yaklaşık elli yıl önce başlayan ve
giderek güç kazanan sübjektif gazetecilik dönem itibarıyla
ticari haberciliğe dönüşmüş, objektivitesini yitirmiş, çürüme ve
yozlaşmanın zirvesine dayanmış bulunmaktadır. Daha açık, net,
reel ve güncel tabiriyle bu, “gazetecilik = habercilik/medya”
alanı varlık nedeninden uzaklaşmış, amaçlarından sapmış ve
yozlaşmadan yana taban yapmış bulunmaktadır.
Şu haliyle gazetecilik, yayıncılık ve genelde
‘medya’ sektörü, kahir ekseriyeti insanlık aleyhine hüküm süren,
edinim hırsıyla gözü dönmüş, kanun-kural tanımayan,
hırsla-ihtirasla tek belirleyici olmaya ve dünyayı yönetmeye
kalkışan ‘çok sorunlu bir küresel sektör’ olarak karşımıza
çıkmıştır. Üstelik sektörün içyapısı da sorunludur. Medya
patronları ilkeli-onurlu ve sorumlu gazeteciliğe tahammülsüz;
Medeni, ahlaki ve hukuki standartlar dâhilinde bile olsa, her
tür ulusalcılık, milliyetçilik, insani boyut ve bilinç toplumuna
karşıdırlar.
Özellikle AB (Karen Foog ve diğerleri) ile ABD (Soros)
Açık Toplum Örgütleri ve bunlara paralel oluşturulan siyasi ve
ticari medya yoluyla küresel emperyalizm, yeni (modern) kölelik
adı verilen bir küresel sermaye ve yoğun sömürü hareketine
öncülük etmektedir.
Aysberg’in su üstünde kalan ve görünen yüzüyle
bu hareket; Yer yüzünde dördüncü kuvvet olarak kalmak ve dünya
barışına hizmet etmek yerine, bütün erklerinde önüne geçerek
‘tek hâkim güç-tek kuvvet’ olma yoluna girmiş görünmektedir.
BU BİR SORUN VE MEDYA TERÖRÜDÜR
Araştırma bağlamında bütün ayrıntıları ile
inceleyeceğimiz ve değerlendireceğimiz bu sorunsal, olağan ve
doğal hayatın bütün usul, unsur, uzantı ve kapsamı üzerinde
etkilidir. Etki, bilhassa özgürlük ve güvenlik,
hürriyet-hâkimiyet ve bağımsızlık ile demokrasi, insan hakları,
adalet ve hukuk kavramları üzerinde çok büyük bir erozyon,
çürüme-yozlaşma biçiminde kendini göstermektedir. Dolayısıyla bu
eski Yugoslavya’nın bölünmesinden, Sovyetlerin parçalanmasına,
son Gürcistan olayları ve Türkiye’de yıllardır faaliyetini
sürdüren anarşi, terör ve tedhiş örgütüne kadar; Dünya barışını
(öz’de değil!) sözde ‘adalet-hukuk, barış ve demokrasi’ adına
tehdit eden bir oluşumdur.
Bu nedenle, gazetecilik-basın, yayın ve medya
konusunun artık masaya konulması ve bütün ayrıntılarıyla
incelenmesi, irdelenmesi ve doğal-yasal sınırlarına çekilmesi
gerekir.
Şimdi bunun tam zamanıdır.
Gelinen nokta itibarıyla ‘medyacılık’ da
diyebileceğimiz ‘gazetecilik’ öyle garip, gerçek dışı, sanal ve
sahteleşmiştir ki; Varlık nedeni, mana ve muhteva
(içerik-kapsam) bağlamında halkı aydınlatmak, eğitmek, “objektif
habercilik ve tarafsız yorumculuk” ilkesi çerçevesinde
“yönetimin denetlemesine, siyasetin kontrol ve koordine
edilmesine” katkıda bulunmak olan medya, bahse konu süreçte çok
farklı bir misyon üstlenerek adeta halkın yani, yönetilenlerin
karşısına dikilmiş ve yönetenlerin safında yer almıştır.
Oysa medyanın yeri, hükümet yanlışı veya karşıtı
olmak değil; Tıpkı sivil toplum kuruluşu (enciyo)
tanımında-kavramında yer alan “hükümet dışı” olmak, kamu-millet
iradesi adına her derece ve düzeyde özgürce halkı temsil ve
iletişim-bilişim görevini hakkıyla ve lâyıkıyla yerine
getirmektir. Genel olarak matbuatın ve gazeteciliğin tarihi ve
tabii görevi de zaten budur. Bu nedenledir ki, basına; Yasama,
Yürütme ve Yargı’dan sonra gelen “dördüncü kuvvet” denilmiştir.
Dördüncü kuvvetin başta gelen görevi bilgilendirme, yol
gösterme, yönetimi takip, kontrol ve denetlemedir.
ÖZGÜRLÜK VE GÜVENLİK
Özellikle günümüz Türkiye’sinde çok tartışılan
“Özgürlük ve Güvenlik” sorunu ve bu kronikleşmiş sorunsala çözüm
üretme sorumluluğu bakımından bütün alan, kapsam, uzantı ve
unsurlarıyla medya hayati bir önemi haizdir. Bu önem, değer,
doğrudan sosyal sorumluluk, insani ve ahlaki yükümlülük, medyayı
bir ticaret alanı olmaktan çıkartır ve doğal olarak demokratik
hayatın vazgeçilmez unsuru haline getirir.
Dolayısıyla medya çok büyük bir sorumluluk ve
yükümlülük altındadır.
Çok açık bir ifadeyle; İnsan Hakları, Adalet
Ahlakı, Hukuk, özgürlük ve güvenliğin teminatı “bağımsız ve
tarafsız/objektif” gazeteciliktir. Bu anlamda gazetecilik
ve/veya güncel deyimi ile medya, Siyasi partiler için Anayasa da
yapılan tanıma paralel bir fonksiyon icra etmekle memur ve
mükellef bulunur. Yani: Demokrasinin vazgeçilmez unsurları,
millet iradesinin olağan ve doğal uzantısı-yansıması basım ve
yayın organlarıdır.
TÜRKİYE MEDYASININ MİSYONU: İLİM VE AKIL’DIR
Konuyla ilgili ayrıntılara geçmeden önce,
Cumhuriyetin kuruluş temelleri ve temayüz (gelişme, büyüme,
çağdaş medeniyet seviyesine yükselme) ilkeleri konusunda ‘kurucu
irade’ adına Mustafa Kemal Atatürk’ün bütün Türk halkı, Milletin
şair’i, yazarı-çizeri ve medyasına hitabı, emanet ve vasiyetini
arz edeyim.
İLİM ve AKIL “HAYATTA, EN HAKİKİ MÜRŞİD İLİMDİR”
“Ben, manevi miras olarak hiçbir âyet, hiçbir
doğma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim
manevi mirasım ilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak
zorunda olduğumuz çetin ve köklü zorluklar karşısında, belki
gayelere tamamen eremediğimizi, fakat asla taviz (ödün)
vermediğimizi, akıl ve ilmi rehber edindiğimizi tasdik
edeceklerdir. Zaman süratle ilerliyor, milletlerin, toplumların,
kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor.
Böyle bir dünyada, aslâ değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia
etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur.
Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya
çalıştıklarım ortadadır.
Benden sonra, beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver
(eksen) üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse,
mânevi mirasçılarım olurlar.” (Kemalist Devrim ve İdeolojisi,
İsmet Giritli – 1980)
İNSANLIK ALEMİ VE TÜRK
YURTTAŞLARI İÇİN HEDEF:
“İnsanlar daima yüksek, soylu ve kutsal amaçlara
yürümelidirler.
Bu davranış biçimidir ki, insan olanın vicdanını, aklını ve
tüm insanlık kavramlarını doyurur. Bu şekilde yürüyenler ne
kadar büyük esirgemezlikler gösterirlerse o kadar yükselirler ve
bu hareket biçimi mutlaka alnı açık olur. Çünkü, alnı açık, aklı
açık, kalp ve vicdanı açık (vicdanı hür, irfanı hür) insanlar
tarafından yönetilebilen toplumlar, ancak bu anlamda
hareketlerin takipçisi olabilirler., Güneşsiz kalmış bir dünya;
İçinde “düşünce özgürlüğü olmayan” bir ülkeden daha iyidir.”
(S.D. Cilt: 3, TDTE Yayını-1989, Sayfa: 119)
“Biz, cahil dediğimiz zaman
mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz.
Kastettiğimiz ilim, hakikati
bilmektir. Yoksa, okumuş olanlardan “en büyük cahiller” çıktığı
gibi, klâsik tahsil görmemiş olanlardan da ‘hakikati gören
alimler’ çıkabilir.” (24 Ekim 1919 – Atatürk’ün Söylev ve
Demeçleri Cilt: 3, Sayfa: 14, TDTE yayını, 1989)
Bu ruh, hedef, anlam ve bağlamda ve Cumhuriyetin
temel ilkeleri korunarak; 15 Temmuz 1950 tarih ve 5680 Sayıyla
çıkartılan Basın Kanunu, 24 Temmuz 1960’dan günümüze
irdelene-parçalana paçavraya dönen basın mevzuatı ile 05 Aralık
1951 tarih ve 5846 Sayılı Kanunla kaim Telif Hakları Yasası veya
namı diğer Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu, hak kavramına ilişkin
hukuki ve cezai prosedür dahil günümüz medyasının serencamını da
gözden geçirmek gerekir diye düşünüyorum. Dolayısıyla değişen ve
gelişen şartlar muvacehesinde negatif sürece giren gazetecilik
mesleğinin 09 Haziran 2004 tarih ve 5187 Sayılı Kanun bağlamında
da incelenmesi gerekir.
ÖZELEŞTİRİ, YÜZLEŞME VE HESAPLAŞMA ZORUNLULUĞU
Daha açık bir deyimle: Öncesi 1990’lı yıllara
dayanan ve fakat ancak 2007 yılında gün yüzüne çıkartılabilen
‘Ümraniye’ soruşturması (ergenekon davası) ile gündeme gelen 27
Mayıs kalkışması ve sonraki dönemin ‘TEMİZ ELLER’ operasyonu
çerçevesinde sorgulanıp ‘kamu vicdanı’ ve mahkemelerde
yargılanması Türk basını için de zorunlu hale gelmiştir. Bunu
mevcut iktidar yapmak zorundadır. Zira açıkça görülmüş ve
anlaşılmıştır ki, son 50 yıl içinde vaki bütün olumsuzluk,
devlet-millet aleyhine suç, anarşi-terör, tedhiş ve Türk
İnkılâbına aykırı teşebbüslerde medyanın dahli (payı) vardır.
Bir başka açıdan bakıldığında bu
dönemde, medyanın esas görevini yapmadığı, halk, yani
Cumhuriyetin (devletin) gerçek sahibi millet yerine, başkaca
güçlere (dahili ve harici bedhahlara) hizmete yöneldiği ve
yeltendiği gözlenmektedir. Elbette başta Anadolu Basını olmak
üzere bütün veçheleriyle bu tahrik ve dezinformasyonun bütünüyle
dışında kalan, hak ve halk düşmanlarının karşısında yer alan,
hatta gerçeği görerek yıllardır tam bir azim, irade ve
kararlılıkla haykırarak halkı uyaran gazeteler ve gazeteciler de
vardır.
Burada insani ve vicdani bir
borç olarak minnet ve şükranlarımı iletirim ve
belirtirim.
Ancak önce “Türk basınının ‘olması, korunması ve
yaşatılması gereken’ temel ilke, objektif norm, kriter ve
standartlara bir bakalım: Ki, miyarımız (ölçümüz) belli olsun.
TÜRKİYE CUMHURİYET BASINI NEDİR VE NASIL
OLMALIDIR?
“Memlekette basın hürriyetinin de; (namuslu)
demokrat (ve dürüst) bir idareye lâyık olgunlukla
kullanılmasında daha dikkatli bulunulacağını ümit ederim.
Hürriyeti kötüye kullanmanın doğurduğu birçok felâketleri çekmiş
olan bu memlekette, bu dikkate özellikle gerek olduğu
kanaatindeyim. (1930-Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: 1–TİTE,
1945)
“Basın Hürriyetinin sakıncalarının
giderilmesinin, yine basın hürriyeti ile mümkün olduğuna dair,
bu büyük meclisin yol gösterme ve düzenleme sahasında tespit
ettiği saygı duyulan esaslar, eğer Cumhuriyetin ruhu olan
“faziletten” yoksun kendini bilmezlere, basında eşkiyalık
fırsatı verirse, eğer halkı aldatan ve doğru yoldan çıkanların
fikir sahasındaki kötü ve uğursuz etkileri, tarlasında çalışan
masum vatandaşların kanlarını akıtmasına, yuvalarının
dağılmasına sebep olursa ve en sonunda bozgunculuğun en
zararlısını göze alan bu gibi doğru yoldan sapanlar, kanunlarda
mevcut aksaklık ve açıklıklardan yararlanma imkânını bulurlarsa,
Büyük Millet Meclisi’nin yola getirici ve ezici kudretinin
müdahale ve uyarması elbette görevi olur. (1924-Atatürk, S.D.,
Cilt: 1-1945 /TİTEY-296)
“...Bununla birlikte, basın
serbestisinden meydana gelecek kötülükleri ortadan kaldıracak
etkili vasıta, asla geçmişte zannedildiği gibi, basın
hürriyetini kısıtlayan hususlar değildir. Aksine, basın
hürriyeti’ nden doğacak sakıncaların giderilme vasıtası, yine
basın hürriyetinin kendisidir.” (1930-Medeni Bilgiler ve Mustafa
Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Prof. Afet İnan, 1969-Türk Tarih
Kurumu Yayını)
“Gazeteler, kanunun ve toplum
çıkarlarının aksine bir olaya şahit ve bir bilgiye sahip
oldukları taktirde gerekli yayında bulunmalıdırlar., Memlekette
kalem hürriyetinin de, demokrat bir idareye lâyık olgunlukla
kullanılmasında ‘daha dikkatli olunacağını’ ümit ederim.,
Şuradan ve/veya buradan gelecek günlük fikirlere, sahte ve
yanıltıcı sözlere asla önem vermeyecek bir olgunluk esastır.
(1923-30 Atatürk, S.D., Cilt: 1-2, 1945 - 1952 / 296)
“Vatandaşı; Millete karşı
milletin büyüyüp yaşaması için alınan tedbirlere karşı harekete
geçirmek en büyük ihanettir. (1931-Atatürk’ün Adana Seyahati,
Taha Toros-1981)
“Demokrasi müesseselerinin
başında basın hürriyeti olduğuna inananlar asil bir davanın
takipçisidir. Basının üç işlevi vardır.
Birincisi; Basın, halkı ülke
sorunlarından ve siyasi partilerin bu sorunlarla ilgili
önerilerinden halkı haberdar etme ve eğitme yükümlülüğü.
İkincisi; Basın, vatandaş
şikâyetinin serbest bir kürsüsü’dür.
Üçüncüsü: Basın hükümetlere yön
vermelidir.
Çünkü, “Bugün memlekette
vazifesini bilen, güçlüklerle uğraşabilen siyasilere rağmen,
siyaset adamlarına akıl verebilecek dirayette ve basirette
gazetecilerimiz vardır. (Muhalefette İ. İnönü, 1956-1959, s.
95-113 / F. Otyam, Şu Bizim İ. Paşa, 1984 s. 107)
İşte, Türkiye Cumhuriyeti’nin
Gazetecilik ve Basın (medya) ilkeleri budur.
Birinci bölümde yer alan kurucu unsurun basın-yayın/medya
konusunda irad edip ortaya koyduğu temel ilke, düstur ve yol,
mutlak surette yönetim erki, gazeteciler-yazarlar ve yayıncılar
tarafından sahiplenilmeli, onurlu ve sorumlu yurttaşlarca takip
edilmeli, tam bir dikkat, özen ve hassasiyetle, tavizsiz-ivazsız
bir biçimde uygulanması sağlanmalıdır.
Devletin sağlıklı gelişimi, halkın, huzur-güven, zenginlik
ve mutluluğu ile bu ortamı sağlamakla memur ve mükellef
hükümetlerin namuslu, dürüst ve demokrat bir yönetim politikası
uygulamalarının emel şartı, vazgeçilmezi budur. İdarede meydana
gelecek bir olumsuzluk, sorumsuzluk, görevi kötüye kullanma,
zaaf veya ihmalin sorumlusu basındır.
SORUMLULUKTA ŞÜMUL (KAPSAM)
Bu sorumluluk en başta
Cumhurbaşkanına, TBMM Başkanlığı ve milletvekilleri ile
istisnasız bütün vatandaşlarımıza aittir. Şurası mutlaka
bilinmelidir ki: İlgisizlik, lâkaytlık ve sorumsuzluk (bencillik
ve bana-necilik) ulusun ve sürdürmeye çalıştığımız medeniyetin
sonu, insanlığın felaketi, ilmin iflâsı, cumhuriyet ve
demokrasinin sükut nedeni olabilir.
Nitekim olmaya doğru hızla gitmektedir de…
Zira cumhuriyet ve demokrasi:
İlmen, fennen, bedenen ve ruhen kuvvetli ve yüksek seciyeli; Bir
başka deyişle “yurdu ve milleti özünden çok seven”
namuslu-dürüst nesillerin koruması, sahiplik ve sorumluluğu
altındadır.
Sorumsuz varlıklar aynı zamanda
onursuz, onursuzlar ise yurdun, milletin, cumhuriyet, adalet,
hukuk ve demokrasinin dumura uğramasına neden olacak kadar
insani değerlerini yitirmiş varlıklardır.
Bu varlıklar genellikle
haymatlos karakterine sahiptir.
Hiç kaygı duymadan “KIRMIZIDA
GEÇEBİLİR”, rüşvet alabilir, hırsızlık-yolsuzluk yapabilir,
toplumun vermiş olduğu hak, görev, yetki, makam-memuriyet ve
sorumluluğu istismar ve suiistimal edebilirler.
Yani, her onursuz ve sorumsuz
potansiyel bir suçlu olup; Potansiyel suçluların üretim ve
yaratım unsuru (Milli Eğitimin zaafı, isabetsiz müfredatı ve)
medyadır. Bu nedenle basın-yayın/medya, daima gözaltında
tutulacak, özenle takip olunacak ve ilkeleri hassasiyetle
uygulanıp-korunacak önem ve değerdedir.
Ve yine bu nedenledir ki!
Medyanın makul alanlar ve sınırlar dışında, insanlığın mahvına
neden olacak kadar muhteris (hırs ve ihtiras sahibi) ilimi ve
ahlaki değerlerden uzak, din tüccarı, siyaset simsarı ve paraya
tapan mahlukun eline geçmemesi zorunludur.
Şunu asla unutmayalım ki! İnsan hakları, adalet-hukuk ve
demokrasinin olmazsa olmaz, kesinlikle vazgeçilmez ve ödün
verilmez ilkesi namuskârlık, milli birlik-bütünlük, yönetimi
denetleme ve devlete-millete karşı “BİLİNÇLİ” bireysel
sorumluluktur.
Keza demokrasi, ‘sadece ve
yalnızca’ kamu-halk ve hak esaslı doğrusal bir rejimdir.
Demokraside hiçbir özgürlük bireysel ve genel güvenliğin,
kamu yararının, ülkenin birlik, huzur, tesanüt (uyumluluk,
anlayış, barış ve tolerans) şartının önüne geçemez. Bir kişi
veya kurumun özgürlüğü asla ve kesinlikle başka bir birey veya
kurum özgürlüğüne kısıt, tahdit (sınırlama) ve baskı getiremez.
İşte bu anlam ve bağlamda aşağıda gösterilen hedef, (konuyla
ilgili olarak) Türkiye Cumhuriyeti yöneticileri için mutlak bir
emirdir.
BASIN HÜRRİYETİNİ İSTİSMAR,
SUİİSTİMAL VE ÇÖZÜM
“Basın Hürriyetinin
sakıncalarının giderilmesinin, yine basın hürriyeti ile mümkün
olduğuna dair, bu büyük meclisin yol gösterme ve düzenleme
sahasında tespit ettiği saygı duyulan esaslar, eğer Cumhuriyetin
ruhu olan “faziletten” yoksun kendini bilmezlere, basında
eşkiyalık fırsatı verirse, eğer halkı aldatan ve doğru yoldan
çıkanların fikir sahasındaki kötü ve uğursuz etkileri,
tarlasında çalışan masum vatandaşların kanlarını akıtmasına,
yuvalarının dağılmasına sebep olursa ve en sonunda bozgunculuğun
en zararlısını göze alan bu gibi doğru yoldan sapanlar,
kanunlarda mevcut aksaklık ve açıklıklardan yararlanma imkânını
bulurlarsa, Büyük Millet Meclisi’nin yola getirici ve ezici
kudretinin müdahale ve uyarması elbette görevi olur.”
(1924-Atatürk, S.D., Cilt: 1-1945 /TİTEY-296)
Bu, kurucu unsurun TBMM ve
Milletvekillerine açık bir emridir.
Ancak çözüm: Faziletten soyutlanan, eşkıyalık yapan, tüyü
bitmemiş yetimin hakkına sahip çıkmayan, rüşvet, yolsuzluk ve
suiistimallerin üstüne gitmeyen, anarşiye öncülük, terör ve
tedhişe, dahili ve harici bedhahlara yardım-yataklık, öncülük ve
sözcülük yapan medya organlarının kapatılması ve susturulması da
değildir; Medya kendi mecraında (yolunda-yatağında) tedip ve
terbiye edilmeli; Aleni tahrik, şiddet ve haksız hakaret
içermediği sürece, Söz söyleme ‘ifade’ hürriyetinin kutsal
olduğu çok iyi bilinmelidir.
Yukarda açıklanan usul, esas,
ilke ve kriterleri gözetmeyen yönetimlerse, şahsi ikbal ve
ihtiras ile malul, işbirlikçi veya mütegallibe (zorba, hüküm ve
hâkimiyetini millet idesini hiçe sayarak haksız, adaletsiz, zor,
baskı, şiddet, devlet terörü ve zulümle yürüten) addolunur.
SORUN GİDERME METODU VE ÇÖZÜM
YOLU
“...Bununla birlikte, basın
serbestisinden meydana gelecek kötülükleri ortadan kaldıracak
etkili vasıta, asla geçmişte zannedildiği gibi, basın
hürriyetini kısıtlayan hususlar değildir. Aksine, basın
hürriyeti’ nden doğacak sakıncaların giderilme vasıtası, yine
basın hürriyetinin kendisidir.” (1930-Medeni Bilgiler ve Mustafa
Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Prof. Afet İnan, 1969-Türk Tarih
Kurumu Yayını)
Bu usul kadim “medeni siyaset”
kavramında ifadesini bulan, geleneksel Türk, İslâm ve Osmanlı
için de aynıdır. Itlaf (infaz) değil! Islah etmek. Şu kadar ki,
Ziya Paşanın dediği gibi: “Nush (nasihat, uyarma, ikaz) ile
uslanmayanın hakkı tektir. Tektir (ihtar) ile (aklını başına
devşirmeyen) uslanmayanın hakkıysa kötek (fiili ceza-darp,
dayak) tır.
BASIN VE YAYIN (MEDYA) AHLAKI
Bu konuda Esra Ekşi isimli
değerli bir Gazeteci-Yazar kardeşimizin Basın Konseyi Başkanı ve
Hürriyet gazetesi Başyazarı Oktay Ekşi ile Basın-Yayın (medya)
ahlakı üzerine yaptığı bir röportajdan alıntılar yapmak ve bazı
örnekler vermek istiyorum.
Önce Esra Ekşi’nin ‘gazetecilikle ilgili’ düşünceleri:
“Gazetecilik kahramanlığı gerektiren bir şey değil. Zaten özünde
gazeteci esas itibariyle gözlemcidir. Gazeteci kendini olayın
dışında tutar. Olayın içine karıştığı, girdiği zaman o, gazeteci
kimliğini kaybetmiş eylemci kimliğine bürünmüş olur." Ve
söyleşi:
EE, - Sizce Basın Ahlakı Nedir?
OE, - Basın ahlakı, özünde
herhangi bir insanın ahlak kuralları anlayışı değil. Ama bunu
basın platformuna taşırsak, bence hem kendine hem de okuyucusuna
hem de mesleğine saygı diye toparlayabileceğimiz üç nokta
arasındaki bağı kurduğunuz ve üçünü de birlikte götürdüğünüz
zaman basın ahlakına tam olarak uyarsınız. Tekrar ediyorum,
kendine, mesleğine ve okuyucusuna... Bu nasıl olabilir? Gerçeğe
saygılı olabilirsiniz, onu bozmadan, abartmadan, okuyucuya
verebilirsiniz, insanların özel hayatına gereksiz yere burnunu
sokan bir meslek anlayışından kaçarsınız, kamu yararını ön
planda tutan bir meslek uygulamasını sürdürürsünüz...
Uzatmayayım, aşağı yukarı bu çerçeve içinde olaya baktığınız
zaman basın mesleğinde ahlak kurallarına uyarsınız. Birde bunun
Basın Konseyi tarafından somuta indirgenişi var. Hem 1961
yılında kaleme alınmış 10 maddelik Basın Ahlak Yasası, hem de
diğer ülkelerde aynı amaçla kaleme alınmış metinleri
inceledikten sonra çalışma grubunun ortaya çıkardığı 16 maddelik
bir metin var. Basın Meslek İlkeleri dediğimiz bu maddeler olayı
somut olarak ifade eder ve o çerçeve içinde incelenir. Gerçi
bunu zaman gösteriyor ki bazı eksiklikler var ama bu 16 madde en
azından bu günkü aşamada basın ahlakı dediğimiz esas ve uyulması
gereken ana ilkelerdir.
EE, - Türkiye'de basın,
özellikle özel televizyonlar yayın politikalarında basın ahlak
ilkelerine ne kadar uyuyor?
OE, - Dünyada genelde böyle bir
şikâyet var. Basından şikâyet etmeyen bir ortam yok diyebilirim.
Son bir belge okudum. Onda bir tek Litvanya'da basına güven var.
Yapılan ankete göre ilk etapta % 60 küsurlara inen bir güven
duygusu var. Ama yinede İngiltere'de, ABD'de, Türkiye'de yapılan
yoklamalarda görülebilen sonuç, genel olarak basına güvenirlik
dediğimiz kavramın olumsuz algılanmakta olduğudur. Türkiye'de
bunun böyle olduğunu düşünüyorum.
Ama dönüp dolaşılan bir nokta var. Bu genel bir noktadır.
Kamuoyu en sonunda basına daha çok itibar ediyor. Basının
verdiği mesajlara daha fazla kulak veriyor. Bu basının her şeye
rağmen güvenirlilik düzeyinin toplumdaki diğer kurumlara oranla
özellikle resmi kurumlara kıyasla daha çok olduğunu gösteriyor.
Ama basın meslek ilkelerine uymayan, sansasyona kaçan daha çok
var. Yalan, yanlış haber de bir hayli var. Ama bütün bunları
topladığımız ve bir yere vardığımızda diyorsunuz ki çoğulcu
demokraside birbirimizin yanlışlarını ortaya koymaya bizi
zorlayan bir mekanizma var.
İşte onlar en sonunda ortak aklın çizgisini bulmamıza yardım
ediyor ve diyoruz ki biri yalan söylüyorsa öbürü onu düzeltir ve
sonunda medya dünyasında sen hangisinin doğru söylediğini
ayırabilecek kadar süzgece sahipsen oradan yararlanmak
mümkündür.
EE, - Kahraman gazeteci kimdir?
Böyle bir şey olabilir mi? Gazetecinin işi zaten iyi haber
yapmak değil midir?
OE, - Gazetecilik kahramanlığı
gerektiren bir şey değil. Zaten özünde gazeteci esas itibariyle
gözlemcidir. Gazeteci kendini olayın dışında tutar. Oyanın içine
karıştığı, girdiği zaman o, gazeteci kimliğini kaybetmiş,
eylemci kimliğine bürünmüş olur. Hasan Tahsin bunun çok ilginç
bir örneğidir. Hasan Tahsin gazetecilik kimliğini taşıyan bir
eylemcidir. Yunan ordusunun karşısına çıkıp kahramanca yürüdüğü
zaman Türkiye'nin vatanını seven evladı olarak o olayın
içindeydi, gazeteci olarak değil. O’nu saygıyla anlamak lazım,
ama vatanı böylesine savunduğu için. Ben yaptığını iyi bir
gazetecilik olarak kabul etmiyorum. Gazetecilik ayrı bir şeydir.
Gazetecilik insanları, o olayları götürecek, eyleme dönüştürecek
kamuoyunu yaratmak olayıdır.
EE, - İletim geleceğin
gazetecilerine neler söylemek istersiniz?
OE, - Sanıyorum bütün bu
söylediklerimde geleceğin gazetecileri için söylenebilecek her
şey var. Yani kendisini başkalarından akıllı saymayarak
mesleğine, okuyucusuna ve kendisine saygısını hiçbir zaman
elinden kaçırmayarak, iyi bir gazeteci olunabilir.
Gerisi ayrı (!) bir konudur.
YORUM:
Dikkat ederseniz verilen
cevaplar aslında sorulan sorulara cevap değil. Çok güncel.
Politik ve yuvarlak. Açıklamalarda sarahat (açıklık-netlik),
nicelik-nitelik, milli değerlere itibar, manevi ağırlık ve
ulusal kimlik yok. Çok genel ve kapitalist-emperyalist, ticari
yayıncılık bağlamında evrensel. En önemlisi de: Yukarda
Atatürk’ün vecizelerinde, daha doğrusu emir, vasiyet ve
emanetinde öngördüğü ilkelerden eser yok.
Bahse konu 10 maddelik 1961 ilkeleri ise, gasp, demokrasiyi
lağv ve Atatürk Anayasasını ilgadan suçlu bir kalkışma, dikta
despotluk dönemi özenti ve saptamaları. Bunların tamamının Lozan
Antlaşması, 1923-1938 Atatürk uygulamaları ve Türk İnkılâbı ile
Atatürk ilkeleri perspektifinde revize edilmesi gerek. Yani,
yapılan söyleşide, (her ne kadar iyi niyetli olarak) bahse konu
edilse de tam bir açıklık, özgün bir tanım-tavsiye, öngörü yok.
Yeri gelmişken hemen dikkatinize arz edeyim: Basın Ahlak
Yasası, basın çalışanı gazetecilerin uymayı kabul ve taahhüt
ettikleri, yasal dayanağı olmayan bir anlaşma metnidir.
Bu yasa, hemen akla gelecek türden TBMM
tarafından onaylı, yazılı ve resmi bir ‘kanun’ değildir. 14
Şubat 1952’de Uluslararası Basın Enstitüsü'nün ilkeleri Türkiye
için de geçerli sayılmıştır. Ayrıca, 1960 darbe sürecinde
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC), “Türkiye Gazetecileri Hak ve
Sorumluluk Bildirgesi” adı altında bir metin hazırlamış ve bu
metin, 24 Temmuz 1960 tarihinde Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ile
Türkiye Gazeteciler Sendikası'nın ortak girişim sonucu
düzenlenen törenle, gazeteciler ve yayın kuruluşları
temsilcileri tarafından imzalanmıştır.
Hatırlatma ve yukarıdaki röportajla
ilişkilendirme bakımından ele alıyorum. İşte o metnin özgün
hükümleri:
1. Gazetecilik mesleği, kişisel yarar için ve
kamu zararına kullanılamaz.
2. Ahlaka aykırı ve müstehcen
yayın yapılamaz.,
3. Şeref ve haysiyetlere karşı
haksız yayın yapılamaz, kişi ve kurumlar aleyhinde iftirada
bulunulamaz..,
4. Din istismarı yapılamaz.,
5. Haberler doğruluğuna emin
olunmadan yazılamaz.,
6. Taraf tutan fikirler haber
metninde verilemez.,
7. Yayınlanmamak kaydıyla
verilen bilgiler yayınlanamaz.,
8. Yanlış yayınlar dolayısıyle
gönderilen tekzipler en kısa zamanda yayınlanır.
Bu sekiz madde ışığında mevcut
basını mütalaa edin ve gözden geçirin lütfen. Mevut ve münteşir
(yayını devam eden) basın-yayın (medyanın) kaç tanesi bu
şartlara uymakta; Kişisel yarar gözetmeden kamu yararına yayın
yapmakta? Ahlaka aykırı müstehcen yayın yapmamakta! Şeref ve
haysiyete itibar etmekte, din istismarı yapmamakta, haberleri
dosdoğru vermekte, taraf tutmamakta, taahhüt ve kayıtlara
uymakta ve gönderilen tekzipleri mutlaka yayınlamakta!... Bilen
varsa beri gelsin.
Bunun dışında bir de, Basın Konseyince 15 Aralık 2001
tarihinde kabul edilerek yürürlüğe konulan; “Basın Konseyi
İletişim Meslek İlkeleri” konu başlıklı bir metin daha
bulunmaktadır. Sağlıklı ve mukayeseli bir değerlendirme
yapılabilmesi bakımında bu ilkeleri de dikkatinize arz ediyorum.
Buyurun:
BASIN KONSEYİ İLETİŞİM MESLEK
İLKELERİ
1-Yayınlarda hiç kimse; ırkı, cinsiyeti, sosyal
düzeyi ve inançları nedeniyle kınanamaz, aşağılanamaz.
2-Düşünce, vicdan ve ifade
özgürlüğünü sınırlayıcı; genel ahlak anlayışını, din
duygularını, aile kurumunun temel dayanaklarını sarsıcı ya da
incitici yayın yapılamaz.
3-Kamusal bir görev olan
gazetecilik, ahlaka aykırı özel amaç ve çıkarlara alet edilemez.
4-Kişileri ve kuruluşları,
eleştiri sınırlarının ötesinde küçük düşüren, aşağılayan ve
iftira niteliği taşıyan ifadelere yer verilemez.
5-Kişilerin özel yaşamı, kamu
çıkarlarının gerektirdiği durumlar dışında, yayın konusu olamaz.
6-Soruşturulması gazetecilik
olanakları içinde bulunan haberler, soruşturulmaksızın veya
doğruluğuna emin olunmaksızın yayınlanamaz.
7-Saklı kalması kaydıyla verilen
bilgiler, kamu yararı ciddi bir biçimde gerektirmedikçe
yayınlanamaz.
8-Bir basın organının dağıtım
süreci tamamlanmadan o basın organının özel çabalarla
gerçekleştirdiği ürün, bir başka basın organı tarafından kendi
ürünüymüş gibi kamuoyuna sunulamaz. Ajanslardan alınan özel
ürünlerin kaynağının belirtilmesine özen gösterilir.
9- Suçlu olduğu yargı kararıyla
belirlenmedikçe hiç kimse "suçlu" ilan edilemez.
10-Yasaların suç saydığı
eylemler, gerçek olduğuna inandırıcı makul nedenler bulunmadıkça
kimseye atfedilemez.
11-Gazeteci, kaynaklarının
gizliliğini korur. Kaynağın kamuoyunu kişisel, siyasal, ekonomik
ve benzeri nedenlerle yanıltmayı amaçladığı haller bunun
dışındadır.
12-Gazeteci görevini, taşıdığı
sıfatın saygınlığına gölge düşürebilecek yöntem ve tutumlarla
yapmaktan sakınır.
13-Şiddet ve zorbalığı
özendirici yayın yapmaktan kaçınılır.
14-İlan ve reklam niteliğindeki
yayınların bu nitelikleri, tereddüte yer bırakmayacak şekilde
belirtilir.
15-Yayın tarihi için konan zaman
kaydına saygı gösterilir.
16-Basın organları, yanlış
yayınlardan kaynaklanan cevap ve tekzip hakkına saygı duyarlar.
BİR BAŞKA AÇIDAN:
Şimdi bir de; konuya daha farklı
bir açılım kazandırmak amacıyla “Yardımcı Doçent Doktor Emel
Baştürk Akça’nın TASAM’da yayınlanan 04 Ekim 2008 tarihli
‘Habercilikte Yeni Arayışlar Ve Hak Haberciliği’ başlıklı
makalesini inceleyelim:
Emel Baştürk Akça; “Bağımsız İletişim Ağı’nın
hak haberciliği” konulu, “Batman’da yaşananlarla ilgili olarak
Sabah gazetesi’nin haberi”, Curran, James’in “Medya ve
Demokrasi: Yeniden Değer Biçme” ve “Uzun, Ruhdan (2006)”,
“Gazetecilikte Yeni Bir Yönelim: Yurttaş Gazeteciliği” eser,
inceleme ve araştırmalarını baz alıp referans gösterdiği özgün
bir çalışma.
Önce inceleme, değerlendirme ve önermeyi
dikkatle okuyalım:
BAĞIMSIZ İLETİŞİM AĞI’NIN HAK HABERCİLİĞİ
“Medya ve özelde de gazeteciliğe/haberciliğe
liberal demokrasilerin işleyişi içinde atfedilen hayati rol bir
süredir tartışılmaktadır. Medyada yaşanan tekelleşme, doğru
düşünceye, düşüncelerin serbest pazarında ulaşılabileceğini
savunan liberal görüşü sorunlu hale getirmiştir. Çünkü
düşünceler serbest bir pazarda dolaşma imkânını çoktan yitirmiş,
haber ve bilgi tekelleri oluşmuştur. Bu yazıda medyanın geldiği
bu noktada haberciliğin yeniden demokrasiyi besleyen temel
alanlardan birisi haline gelebilmesi için ortaya konan farklı
yaklaşımlar ele alınmıştır. Liberal yaklaşımın tam karşısında
konumlanan eleştirel perspektif içinde dile getirilen barış
gazeteciliği ve hak haberciliği kavramları açıklanmaya
çalışılmıştır.
LİBERAL DEMOKRASİ VE
HABERCİLİĞİN SORGULANMASI
Sovyetler Birliği’nin
dağılmasının ardından 1990’lı yıllar, kimi çevrelerce
kapitalizmin mutlak zaferinin ilan edildiği yıllar olduğu kadar,
liberal demokrasinin mevcut süreçlerinin de sorgulandığı yıllar
olmuştur. Bir yandan liberal ekonomiye geçiş yapmaya çalışan
Bağımsız Devletler ve Doğu Avrupa ülkeleri batıyı kendilerine
model alırken, bir yandan da aslında bu modelin demokrasiyi ne
kadar sağladığı da tartışılıyordu.
Bu sorgulama süreci, liberal demokrasinin vazgeçilmez bir
parçası olarak değerlendirilen gazetecilik ve daha genel anlamda
medyanın rol ve işlevlerinin de sorgulanması sonucunu doğurdu.
Habercilik, hem medyanın ekonomik yapısı, hem de habercilik
pratikleri açısından yeniden masaya yatırıldı.
DOĞRU DÜŞÜNCE VE DÜŞÜNCE PAZARI
Liberal görüşün savunduğu gibi,
doğru düşünceye düşüncelerin serbest pazarı içinde ulaşabilmek
mümkün müydü? Yoksa gittikçe yoğunlaşan tekelci sistem içinde
düşüncelerin serbestçe dolaşımı zaten mümkün değil miydi?
Ekonomi-politik yaklaşımlar bu sorular ışığında medyanın
ekonomik yapısının, haberciliğe yansımalarını tartışmaktaydı.
Liberal yaklaşıma göre kitle iletişim araçlarının özel mülkiyet
elinde bulunması ve siyasal iktidar tarafından bu araçların
doğrudan baskı altında tutulmaması, iletişim özgürlüğünün temel
ve yeter şartlarıdır. Ancak zamanla medyada yaşanan tekelleşme,
düşüncelerin pazarda serbestçe dolaşımı ilkesini geçersiz kılar,
haber ve bilgi tekelleri oluşmasına neden olur. Böylece liberal
yaklaşımın gazeteciliğe yüklediği işlevler de tartışmalı hale
gelir.
HABERCİLİK VE TÜCCARLIK !...
Haberciliğin içine düştüğü bu
durum, liberal yaklaşıma hem içeriden, hem de dışarıdan
eleştirileri beraberinde getirir. Yine liberal yaklaşım içinde
kalınarak üretilen düzeltme çabaları, Avrupa’da “kamu hizmeti”,
ABD’de ise “toplumsal sorumluluk kuramı” adı altında karşımıza
çıkmaktadır. Bu düşünceye göre haberciler her şeyden önce bir
kamu hizmeti yapmaktadırlar ve kamunun çıkarlarını ön planda
tutarlar.
Bu hizmetin iyi bir biçimde yerine getirilebilmesi için de
habercilerin, bazı profesyonellik ilkelerine bağlı kalmaları
gerekir. Başka bir ifadeyle, pazarın koşulları, düşüncelerin
serbestçe dolaşımını kısıtlayıcı bir işlev görse de
gazetecinin/habercinin profesyonel bir sorumluluk içinde olması
bu kısıtlamayı ortadan kaldırmanın bir aracı olabilir.
‘Profesyonel sorumluluk’ ideolojisi, aslında liberal yaklaşıma
bir eleştiri getirmekten çok, piyasanın işleyişini
eleştirmektedir. Önerdiği çözüm ise Curran’ın da işaret ettiği
gibi yapısal bir reform yapmadan, medyanın demokratik rolünün
onarılmasına yöneliktir. “Haberin aktarılmasında sansasyona ve
önemsizleştirmeye dönük pazar baskılarının, bilgilendirmeye
bağlılıkla ortadan kaldırılabileceği düşünülür”.
PROFESYONEL SORUMLULUK MODELİ
Haberciliğin temel vurgusu
özgürlüklerden, habercilerin sorumluluğuna kaymıştır.
Habercilikte standart değerler belirlenmesi, haber değeri
kriterlerinden haber yazımına, haberin sunumuna kadar her alanda
belirli kriterler saptanmış olması, haberciliği kamuya ya da
topluma karşı sorumlu kılmanın yoludur. Profesyonel sorumluluk
modeli, elde edilen bilgileri doğrulamada, farklı kaynaklara yer
vermede ve muhalif yorumlamaları aktarmada belli kuralların
benimsenmesini önerir. Medyada etik üzerine yapılan çalışmaların
büyük bölümü de haberciliği belli standartlara bağla çabasının
ürünleridir.
Ancak bu çabalar, medyanın ekonomi-politik yapısını,
medya-iktidar/ideoloji ilişkisini tartışma dışı bıraktıkları
için buz dağının görünen kısmını düzeltmeye çalışmaktan öte
sonuçlar doğurmamaktadır.
Liberal yaklaşıma dışarıdan gelen eleştiriler ise,
yaklaşımın basın özgürlüğünün temel kriteri olarak gördüğü kitle
iletişim araçlarının özel mülkiyet elinde bulunması
düşüncesinden başlayarak, profesyonellik ideolojisini de
sorgularlar. Kitle iletişim araçlarının kar amacı güden özel
şirketlerin elinde olması, medyanın özgürlüğünü sağlamaktan çok,
onu piyasanın baskısı altına sokmuştur. Tiraj/rating kaygısı,
reklam verenlerin baskısı, siyasal iktidarla olan ilişkiler
basın özgürlüğünün önündeki temel engeller olarak durmaktadır.
‘Profesyonel sorumluluk’ ideolojisi ise bütün bu yapının
sorumluluğunu habercilerin üzerine yüklemekte, haberde
yanlılık/taraflılığı habercinin kasıtlı manipülasyon çabasına
indirgemektedir. Oysa ki, haberciler ‘doğru’ ve ‘dürüst’
habercilik yapmayı ilke edinse bile medyanın yapısı ve hatta
profesyonellik ilkelerinin kendisi bir yanlılığa neden
olmaktadır. Liberal görüşe dayanan etik çalışmalarının büyük
bölümünde olduğu gibi, ‘iyi’, ‘doğru’ haberin kriterlerini,
kurallarını belirlemeye çalışmak, öncelikle şu düşünceleri ön
kabul olarak almak demektir;
1- “iyi”, “doğru”, “gerçek” haber diye mutlak kavramların
olabileceği,
2- Yine bu kavramlara karşılık gelecek haber üretiminin de
mümkün olabileceği,
3- Basın Ahlak İlkeleri’nin, “doğru”, “dürüst” bir
gazeteciliğin yegâne sağlayıcısı oldukları…
ELEŞTİREL YAKLAŞIM
Eleştirel yaklaşım, haberin
‘gerçek’in kendisi olduğu düşüncesini reddeder. Haber, gerçeğin
yeniden inşasıdır. Dolayısıyla ‘gerçeği’ olduğu gibi yansıtan
bir haber biçiminden söz edilemez. Ayrıca habercinin tarafsız
olabileceği düşüncesini de reddeder. Habercinin de bir
ideolojisi vardır ve haber, her şey önce dili kullandığı için
önce toplumdaki baskın ideolojiden, sonra da habercinin
ideolojisinden bağımsız olamaz. Habercilikte standart kurallar,
haberi ‘doğru’ ve ‘tarafsız’ kılmaz. Aksine bu kurallar,
değerler ya da kriterler, haberdeki yanlılığı gizlemenin
araçlarına dönüşmüştür.
Her gün meydana gelen yüzlerce olaydan hangilerinin haber
olarak seçileceğini belirleyen haber değeri kriterleri, hangi
konuda kimin görüşüne başvurulacağını belirleyen ‘akredite haber
kaynağı’ tanımı, haberlerin manşette ya da iç sayfalarda
değerlendirilmesini sağlayan ‘öncelik sıralaması’ ya da
hiyerarşisi, tekelci piyasa koşulları içinde işleyen bir medya
ortamında biçimlenmiştir. Bu kriterlerin bir sonucu olarak haber
metinleri, ekonomik ve siyasal iktidarı ve egemen söylemi
yeniden üreten metinlerdir. Haberler, söylem seçkinlerinin
görüşlerine başvurularak oluşturulur ve onların iktidarı yeniden
kurulur.
EKONOMİK VE SİYASAL GÜCÜN ROLÜ
Ekonomik ve siyasal güce sahip olmayan (kadınlar, çocuklar,
yoksullar, işçiler, engelliler ya da muhalifler) medyada ancak
olumsuz biçimde haber olurlar. Yoksullukları nedeniyle muhtaç
duruma düştüklerinde, cinayete kurban gittikleri ya da istismar
edildiklerinde haber bültenleri ya da gazete sayfalarında
görünürler.
Bu durumlar dışında görüşlerine
çok az başvurulur.
Hatta kurban olduklarında bile
yaşadıkları mağduriyeti kendi dillerinden anlatmak imkânına
sahip olamazlar. İşte bu nedenle haberin kendisinin –kasıtlı bir
manipülasyon çabası olmasa da – yalnızca belli kesimlerin sesine
kulak veren, yanlı ve dolayısıyla hak ihlalleri içeren metinler
oldukları kabul edilmektedir. Eleştirel yaklaşımın medyanın
iktidar/ideolojiyle olan ilişkisi ve haber metinlerinin yapısal
olarak yanlılık taşıyan metinler olduğuna ilişkin görüşleri,
ideolojiyle ilgili çalışmaların da yoğunlaşmasıyla büyük ölçüde
kabul görmüştür. Şimdi üzerinde durulan şey, haberde yapısal
yanlılığa neden olan profesyonel haber pratiklerinin
dönüştürülmesi çabasıdır. ‘Alternatif habercilik’, ‘hak
haberciliği’, ‘barış gazeteciliği’ gibi isimler altında
habercilikte yeni arayışlara tanık olunmaktadır.
HAK HABERCİLİĞİ
‘Hak haberciliği’ kavramına
Bağımsız İletişim Ağı (BİA2)’nın isim babalığı/anneliği yaptığı
söylenebilir. Farklı bir habercilik anlayışını tartışan BİA,
geçtiğimiz yıl İletişim Fakültesi öğrencilerine “Hak
Haberciliği” ödülleri vererek, haberci adaylarının bu konuda
bilinçlenmesine öncülük etmeye çalıştı.
Hak haberciliği kavramı
öncelikle, medya metinlerinin ve özelde de haber metinlerinin
hak ihlalleriyle dolu olduğu düşüncesinden yola çıkmaktadır.
Haberciler, kendilerine öğretilen egemen haber üretme
‘stratejileri’ne bağlı kalarak haber yaptıklarında, -bu yapının
kendisinden kaynaklı olarak- hak ihlallerine neden olurlar.
Haber etiğine ilişkin kurallar da bu hak ihlallerini engellemek
için yeterli değildir. Çünkü bu durum haberin, etik olup
olmamasından daha farklı bir şeydir. Haber metinleri etik
kuralları ihlal etmediği durumlarda da hak ihlallerine neden
olabilmektedirler.
Örneğin son birkaç yıldır
Batman’da yaşanan kadın ölümlerini, dokuz genç kızın intihar
karşıtı eylemine kadar gündeme taşımamak bir hak ihlalidir.
Haber değeri kriterleri açısından Batman’da yaşananlar, ölü
sayısı ciddi rakamlara ulaşana kadar haber değeri taşımamıştır.
Haberde kullanılan dil, farklılıkları ötekileştiren, ayrımcı bir
dildir. Kadınlarla ilgili haberlerde bu ayrımcılığı açık biçimde
görmek mümkündür.
Haberlerde, kadınlar eğer fail konumundaysalar, metin içinde
cinsiyetlerine yönelik bir vurgu neredeyse her zaman mevcuttur.
“Kadın bakanın şaşırtan açıklaması”, “kadın bakan bir kadını
kurtardı”, “kadın şoför alkollü çıktı”, “kızlar sokak ortasında
kavga etti”… gibi örnekler medyada karşımıza çıkan haber
başlıklarından bir kaçı.
HABER DİLİ
Habercilikte standartlaşmış
kurallar, haber dilini de belirler. Örneğin, siyasal iktidarın
açıklamaları “belirtti”, “bildirdi”, “açıkladı” gibi kesinlik
bildiren ifadelerle verilirken, sendikalar, işçi temsilcileri
gibi sivil toplum örgütleri ve muhalif grupların açıklamaları
iddia düzeyinde kalır. Bu sunuş biçimi, mevcut iktidarı
meşrulaştırır, ona olan güveni tazeler. İktidar/güce sahip
olmayanların düşünceleri, yapıp ettikleri ise en başından
ikincil konuma itilir. Peki, hak haberciliği dediğimiz şey
nedir?
Hak haberciliği, haberdeki hak
ihlallerini, ötekileştirmeyi, yok saymayı ortadan kaldırmak için
belirli ilkeler, kurallar belirlemekten öte, habercilerin habere
ve hak ihlaline bakışını değiştirecek girişimlere ihtiyaç
duyulduğunun altını çizmektedir. Habercilik, yalnızca olay
yerinde/anında olup biteni ‘doğru’ biçimde yansıtmanın ötesinde
bir sorumluluk gerektirmekte, insan hak ve özgürlüklerine
duyarlı bir bakış ve dilin yerleştirilmesi gerekmektedir.
POZİTİF AYRIMCILIK VE MEDYA
Hak haberciliği, medyanın
tarafsız olamayacağı düşüncesini daha da ileriye taşıyarak,
idealize edilen biçimiyle bir tarafsızlık söz konusu olsa bile,
böyle bir tarafsızlığı hedeflememektedir. Medya, tarafsızlık bir
yana, medyada sesini duyuramayanların, görünür olamayanların
sesini duyurmak yönünde taraflı olmalıdır.
Başka bir ifadeyle medyada
pozitif ayrımcılık yapılmalıdır.
Benzer biçimde barış
gazeteciliği de yalnızca habercilerin değil, tüm medya
çalışanlarının, savaşta tarafsız olmasını değil, barıştan yana
tavır alması gereğini savunur.
Hak haberciliği kavramı iki şeye
işaret etmektedir.
Birincisi, insan hakları
ihlallerinin medya tarafından izlenmesi, haber yapılması,
böylelikle korunup iyileştirilmelerine, demokratikleşmeye
katkıda bulunulmasıdır. Başka bir ifadeyle medyanın insan
hakları ihlalleri konusunda, bu alanda çalışan örgütlerle
birlikte hareket ederek, ihlallerin önlenmesi için çalışması
arzulanır.
Yukarıda verilen Batman’da
yaşanan kadın ölümleri örneğinde oldu gibi medyanın Batman’da
yaşananları, ölü sayısının büyüklüğüne bakmaksızın takip etmesi,
arkasında yatan nedenleri araştırması gerektiğini savunur.
İkincisi ise ilkini bir adım
daha ileriye götürerek, medyanın hem hak ihlallerinin takipçisi
olması, hem de bizzat medya tarafından yapılan hak ihlallerinin
de ortadan kalkması gibi bir düşünceyi ifade eder. İşte bizzat
medya tarafından yapılan hak ihlallerini önlemin yolu da egemen
haber pratiklerini, standart kuralları sorgulamak ve
dönüştürmekten geçmektedir.
BİA2 ve kadın örgütleri işe
medyada kadınlara yönelik olarak kullanılan ayrımcı ifadeleri
ortadan kaldırmaya çalışmakla başladılar. Kadının medyada
görünür olması, kendini bir iktidarın dolayımına ihtiyaç
olmaksızın ifade edebilmesinin yollarını aradılar. Bunun için
kadınların kendi yayın organlarına sahip olmaları, kendi
haberlerini kendilerinin yapması gibi yollar denendi. Ancak bu
girişimler şunu gösterdi ki ana akım medyada bir değişiklik
yaratılmadığı sürece, bu tür girişimlerin istenen hedefe
ulaşabilmesi çok zor.
Şimdi farklı bir habercilik
anlayışının daha geniş kitlelere anlatılması ve bu habercilik
örneklerinin çoğaltılması gerekmekte…
İNSAN HAKLARINA DUYARLI
HABERCİLİK
Bunun için iletişim
fakültelerinden başlayarak, medya çalışanlarına insan haklarına
duyarlı bir habercilik anlayışı için eğitimler verilmesi
başvurulabilecek yollardan biri.
Nitekim BİA2 hem çeşitli seminerlerle, hem yayımladığı
kitaplarla hak haberciliğini anlatmaya çalışmakta. Ancak, insan
haklarına duyarlı bir haberciliğin yalnızca habercilerin
eğitilmesi yoluyla sağlanabileceğini düşünmek, bizi liberal
yaklaşım içinde anlattığımız ‘profesyonel sorumluluk modeli’ ile
aynı noktaya getirmektedir.
Daha açık bir ifadeyle, habercilerin insan haklarına duyarlı
bir bakış geliştirmesi gereğine vurgu yaparak, sorumluluğu
habercilerin omuzlarına yüklemektedir.
BARIŞ GAZETECİLİĞİ
Barış gazeteciliği, hak
haberciliği gibi arayışlar, medyanın yarattığı hegemonyaya
direnme, bir karşı hegemonya yaratabilme umudu olarak oldukça
önemli çabalardır.
Ancak medyanın ekonomik yapısını göz ardı ederek,
habercilikte bir değişim yaratabilmek oldukça zordur.
Habercilikte yeni arayışların, liberal yaklaşım içinde
geliştirilen reform çabalarına yöneltilen eleştirilerden uzak
kalabilmesi için ekonomi-politik yaklaşımla desteklenmeye
ihtiyacı vardır.”
YORUM:
Akademik bir yaklaşımla yapılan bu araştırma da,
tıpkı güncel versiyonları ve yakın dönem örnekleri gibi,
gazeteciliği salt habercilik düzeyinde ele almakta, esas amaç,
mana ve muhteva daraltmakta, güncel sorunlar irdelenmemekte ve
adeta mukayesesiz bir mesleki kavram kargaşası ortaya
çıkmaktadır.
Bu durum, şimdilerde yıkılma ve yok olma
aşamasına gelen vahşi kapitalizm, insani değerler düşmanı
sosyalizm, henüz net bir tanıma kavuşamamış liberalizm ve aleni
insanlık düşmanlığı 70 yıllık uygulama sonucu sabit emperyalizm
ile komünizmin (sömürgeciliğin) doğal ve beklenir sonucudur.
Zira bunların tamamı hırs ve ihtirası öne çıkaran sistemlerdir.
Oysa Türk İnkılâbı ‘insanı öne çıkaran’ ve ‘insan için devlet’
kavramını esas alan bir rejimdir. Ki, bu rejimin temeli ‘insanı
yaşat ki devlet yaşasın’ inancını racidir.
Bu bağlamda mevcut medya insan hakları adalet ve
hukuka da saygılı değildir.
Temeli Birinci Dünya Savaşı öncesine dayanan ve İkinci Dünya
Savaşı ile ivme kazanan ‘yenidünya düzeni’ ütopyasınca üretilen
hegemonik anlamda profesyonel gazetecilik, ilk bölümlerde
tanımladığımız profesyonel sorumluluk ilkesini dejenere etmiş;
İlerleyen süreçte gazetecilik haberciliğe, ‘objektif habercilik
ve tarafsız yorumculuk’ da maalesef hâkim güç (iktidar)
yalakalığı ile bir çeşit halk dalkavukluğuna dönüşmüştür.
Bu durum “liberal demokrasinin
vazgeçilmez bir parçası olarak değerlendirilen gazetecilik ve
daha genel anlamda medyanın (medyacılığın) güncel etki, rol ve
işlevlerinin de sorgulanması sonucunu doğurmuş; Habercilik, hem
medyanın ekonomik yapısı, hem de habercilik pratikleri
açısından” yeniden masaya yatırılmasını zorunlu kılmıştır.
Türk basın mevzuatı da 5680
Sayılı Kanunla başlayıp (1950) 5187 Sayılı yasaya (2004) kadar
yaşanan süreç de, bu değişim ve dönüşümün olumsuz etkilerinden
oldukça nasiplendi. Dünya örneklerinde olduğu gibi bizde de
zaman içinde sektörde/medyada oluşan tekelleşme, düşüncelerin
pazarda serbestçe dolaşımı ilkesini geçersiz kıldı. Buna paralel
haber ve bilgi tekelleri oluştu. Tarihi ilkeler bir kenara
itildi ve unutuldu. Böylece, gerçekten liberal yaklaşımın
gazeteciliğe yüklediği işlevler tartışmalı hale gelerek
sorunlaştı.
Avrupa’nın yıllar sonra
kavradığı, basın-yayın ve gazeteciliğin “kamu hizmeti”, ABD’ nin
ise “toplumsal sorumluluk kuramı” adı altında karşımıza
çıkardığı sözde yeni düşünceler aslında Türk İnkılâbının temel
fikirleridir. Bu sözde yeni düşünceye göre (gazeteciler değil)
haberciler her şeyden önce bir kamu hizmeti yapmaktadırlar ve
kamunun çıkarlarını ön planda tutmak zorundadırlar. Yani çağdaş
(!) denilen dünyanın bu gün geldiği nokta, Türkiye’nin ta
1930’larda bulunduğu ve yaşadığı noktadır.
SONUÇ: Bu gün kısaca ‘medya’
dediğimiz ancak, zaman içinde bütünüyle habercilik alanında kene
gibi yoğunlaşan devasa bir sektöre dönüşen iş kolu; Ekonomik ve
politik yapısını (sırtını) medya-iktidar/ideoloji ilişkisine
dayamış bulunmaktadır. Bu meyanda halk arasında sıkça dile
getirilen “medya-mafya-siyaset” söylemi boşuna değildir.
Sektörün çıkar ilişkilerine dayalı bu yönü tabulaştırıldığı,
tartışma dışı bırakıldığı ve bir nevi dokunulmazlık zırhına
büründürüldüğü için görünen kısım sadece buz dağının su üstünü
temsil eder. Görünmeyen yüzü çok, karmaşık, girift, karanlık,
çözümsüz ve derindir.
Mesele demokrasi, hukuk ve
ahlaktan uzaklaşma, hegemonlaşma, tekelleşme ve tröstleşme
sürecinde vuku bulan Liberalleşme sorunudur. Konuyla ilgili
dışarıdan gelen eleştiriler ise, yaklaşımın basın özgürlüğünün
temel kriter olarak gördüğü kitle iletişim araçlarının özel
mülkiyet elinde bulunması düşüncesinden başlayarak,
profesyonellik ideolojisini de sorgulamaktadır. Kitle iletişim
araçlarının kâr amacı güden özel şirketlerin elinde olması,
medyanın özgürlüğünü sağlamaktan çok, onu piyasa baskısı altına
sokmuştur.
MEDYANIN İŞTİGAL (FAALİYET)
ALANI
Oysa medyanın (gazeteciliğin)
tarafsızlık ve bağımsızlığını koruyabilmesi ve bu özelliğin
sürdürülebilir olabilmesi için medya şirketi, patronları, ortak
ve iştirakçilerinin; Basımevi (matbaa), yayınevi, ajans, gazete,
dergi, radyo, televizyon ve web dışında hiçbir imkan, kaynak, iş
ve iştigale sahip olamamaları zorunludur. Aksi takdirde, yani
medya patronlarının bakkal dükkanı dahil başkaca iktisadi, sınai
ve taahhüt işleri yapmaları halinde bunlardan şantaj, baskı,
rüşvet, istimal, yolsuzluk ve ülkemiz düşmanları ile iştirak ve
işbirliği dahil her şey beklenebilir.
Tiraj/rating kaygısı, reklâm
verenlerin baskısı, siyasal iktidarla olan ilişkiler basın
özgürlüğünün önündeki temel engeller olarak durmaktadır.
‘Profesyonel sorumluluk’ ideolojisi ise bütün bu yapının
sorumluluğunu habercilerin üzerine yüklemekte, haberde
yanlılık/taraflılığı habercinin kasıtlı manipülasyon çabasına
indirgemektedir.
Oysaki haberciler ‘doğru’ ve
‘dürüst’ habercilik yapmayı ilke edinse bile medyanın yapısı ve
hatta profesyonellik ilkelerinin kendisi bir yanlılığa nedendir.
Liberal görüşe dayanan etik çalışmalarının büyük bölümünde
olduğu gibi, ‘iyi’, ‘doğru’ haberin kriterlerini, kurallarını
belirlemeye çalışmak, öncelikle şu düşünceleri ön kabul olarak
almak demektir;
Sorunsalın irdelenmesinde baz alınan ‘eleştirel yaklaşım’
haberin ‘gerçek’in ta kendisi olduğu düşüncesini reddetmektedir.
Oysa burada söz konusu haberin
kendisidir ve cereyan ediş biçimiyle verilmek, olduğu gibi
kullanılmak zorundadır. Zira bu kamu vicdanının gereğidir.
Ancak, haberle ilgili yorum ve köşe yazılarında farklı yönlerden
incelenebilir, irdelenebilir, sebepleri üzerinde durulabilir ve
farklı anlamlar yüklenerek; Kaynaklandığı sorun konusunda çözüm
önerileri sunulabilir.
Ancak haber bu yola tevessül edilmemesi gerekir.
Zira objektif haberciliğin,
doğrusal yönde gelişimini sürdürmesi lâzım gelen gerçek
gazeteciliğin icabı budur. Farklı yaklaşımlar ve haberi
konjonktüre göre sil baştan yeniden oluşturarak vermenin etikle
bağdaşır yönü yoktur.
Bu teşebbüs toplumu rencide ve
kamu vicdanını rahatsız eder.
BİLİM DIŞI YAKLAŞIMLAR
Sektör iddiaları arasında
‘haber, gerçeğin yeniden inşasıdır’ tezi vardır. Dolayısıyla
‘gerçeği’ olduğu gibi yansıtan bir haber biçiminden söz
edilemez, denilmektedir. Ayrıca güncel görüş, habercinin
tarafsız olabileceği düşüncesini de reddederler. Mevcut sektör
ve (zihniyete paralel öğrenci yetiştiren) bilişim-eğitim
kurumlarına göre: Habercinin de bir ideolojisi vardır ve
habercinin (gazetecinin değil) işini yaparken bunu dikkate
alması son derece olağan ve doğaldır. Kaldı ki haber, haberci
tarafından her şeyden önce kendi ideolojik dilini, kalıplarını
kullandığı ve ideoloji doğrultusunda şekillendirdiği için önce
toplumdaki baskın ideolojiden, sonra da habercinin
ideolojisinden bağımsız olamaz. Habercilikte standart kurallar,
haberi ‘doğru’ ve ‘tarafsız’ kılmaz. Aksine bu kurallar,
değerler ya da kriterler, haberdeki yanlılığı gizlemenin
araçlarına dönüşmüştür.”
Yani bir anlamda günümüz
gazeteciliği ve/veya haberciliğinin sadece demagogluk ve
popülizm olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır. Ki, bu tür bir
gazetecilik veya yayıncılığın hem dünya geneli ve hem de Türkiye
düzleminde gerçekliği yoktur. İnandırıcılığı da olamaz.
Yine bu sakat zihniyete göre:
(maalesef yaşanan gerçek budur) “Haber metinleri, ekonomik ve
siyasal iktidarı ve egemen söylemi yeniden üreten metinlerdir.
Haberler, söylem seçkinlerinin görüşlerine başvurularak
oluşturulur ve onların iktidarı yeniden kurulur.” Bu da,
dördüncü güç bağlamında bilimsel bir gerçek ve doğal bir gerek
olarak topluma sunulmakta, böylece medya patronları tarafından
kurulu ‘saadet zinciri’ her şeye rağmen korunmaya ve
sürdürülmeye çalışılmaktadır.
BU BİR KAOSTUR
İşte bu nedenle haberin
kendisinin –kasıtlı bir manipülasyon çabası olmasa da – yalnızca
belli kesimlerin sesine kulak veren, yanlı ve dolayısıyla hak
ihlalleri içeren metinler oldukları kabul edilmekte ve haklı
gösterilmeye çalışılmaktadır.
Bu çabasını inat ve ısrarla
sürdüren günümüz medya patronlarının büyük bölümü, yani kartel
medyası (akredite basın) siyaset ve ticaretin her alanına
yayılmış, topumu ulusal ve uluslar arası şirket ve iştirakleri
ile adeta ahtapotun kolları gibi sarmış bulunmaktadır.
Hatta o derece ileri giden medya patronları vardır ki, bu
gücünü hükümetler üzerinde baskı kurmak, devlet ihaleleri almak,
kamudan çıkar sağlamak, küresel emperyalist güçlerin
manipülasyonu doğrultusunda yönlendirmeler yapmak, psikolojik
savaşa alet olmak, daha da tatmin olmazlarsa şantaj ve darbe
yaptırmaya kadar kullanabilmektedirler.
ÜLKE VE DÜNYA BARIŞI İÇİN BÜYÜK
TEHLİKE
Bu durum, her şeyden önce yerel
devletler ve dünya barışı için büyük bir tehdit ve tehlikedir.
Ama maalesef ülkemiz ve dünyada medya, içerik, kapsam,
anlam-kavramı, güç ve bağlam olarak bu tehlikeli noktaya kadar
taşınmıştır. Bunun başta gelen nedeni: İlmi kalite, siyasi
yeterlik, şahsiyet ve haysiyet yönünden yetersiz, buna mukabil
ihtiraslı politikacılar yüzündendir. Çünkü onlar, iktidarı
millete hizmet için değil çıkarları için istemektedirler.
Eleştirel yaklaşımın medyanın iktidar/ideolojiyle olan
ilişkisi ve haber metinlerinin yapısal olarak yanlılık taşıyan
metinler olduğuna ilişkin görüşleri, ideolojiyle ilgili açık
eğilim çalışmaların da yoğunlaşmasıyla büyük ölçüde kabul
görmüştür. Şimdi üzerinde durulan şey, haberde yapısal yanlılığa
neden olan profesyonel haber pratiklerinin dönüştürülmesi
çabasıdır. ‘Alternatif habercilik’, ‘hak haberciliği’, ‘barış
gazeteciliği’ gibi isimler altında habercilikte yeni arayışlara
tanık olunmaktadır.
Şimdi nasıl, iflas eden 48
yıllık siyasetin yeniden yapılanması zorunlu hale geldi ise,
gazetecilik, basın ve genel olarak medyanın da kendini
toparlaması, yukarda ve aşağıda açıklanan temel ilkeler
dâhilinde bir özeleştiri yapması ve kendi içinde bir sorgulama
ve yargılama cihetine gitmesi lazımdır.
Bu özeleştiri objektif norm ve
kriterler çerçevesinde gerçekleşir, politize oluş, Türkiye
aleyhine angajmanlara girmiş, iş takipçisi, soygun-vurgun
şebekesi ve şantaj organizasyonuna dönmüş paçavralar temizlenip,
ayıklanabilirse eğer, basın camiası kendini kurtarabilir.
Kaldı ki medyanın bu özeleştiri, kendini bulma, kişilik ve
kimlik kazanma çabası; Hem hak ihlallerinin takipçisi olması,
hem de bizzat medya (kendi camiası) tarafından yapılan hak
ihlallerinin de ortadan kalkması gibi bir iyi niyet, yaklaşım ve
düşünceyi ifade eder. İşte bizzat medya tarafından yapılan hak
ihlallerini önlemenin yolu da egemen haber pratiklerini, yukarda
vazedilen ilkeler doğrultusunda mevcut aykırı standart ve
olumsuz kuralları sorgulamak, yargılamak ve dönüştürmekten
geçmektedir.
ANADOLU BASINI MESELESİ!..
Çalışmanın sonuna yaklaşırken
burada iki önemli meseleyi vurgulamak isterim.
Bunlardan birincisi aidiyet –bir başka anlatımla- anlayış
(format) ve tiraj konusu, diğeri de giderek üzerindeki baskılar
yoğunlaşan ve hayat damarları kopartılmaya çalışılan Anadolu
Basını meselesidir.
Buna göre: Genel söylem
itibarıyla ‘Ali Kemal Medyası’, ‘akredite basın’ veya çok daha
yaygın bir ifadeyle: “Türkiye de Türkçe yayın yapan kökü
dışarıda yabancı medya” nın günlük tirajı 3 milyon civarında;
Ülkemiz ve halkımız adına tarihi trendini ısrarla sürdüren ve
ilkelerini kamu yararı yönünde koruyan ‘milliyetçi, sağcı veya
ulusal’ diye muhtelif tarz, format ve biçimlerde
tanımlayabileceğimiz milli basının tirajı ise, 60-70 bin
dolayındadır.
Keza, benzer formatta yayın yapan Radyo ve Televizyonların
da izlenme ve dinlenme oranları buna paralel olup; Akil insanlar
arasında bu durum büyük kaygı yaratmaktadır.
Şu kadar ki, söz konusu okuma, dinleme ve izleme oranları
genel nüfus ile birey bazında kıyaslandığında, 3 milyon
dolayında satış yapan, çokça dinlenen ve yoğunlukla izlenen
medyanın inandırıcı ve belirleyici olmadığı gözlendiğinden, bu
bir teselli unsuru olarak görülmektedir.
Anadolu Basını’na gelince:
Özellikle son 7-8 yıldır ulusal
basın dediğimiz kartel medyası yerel ve bölgesel basını ele
geçirebilmek için büyük bir çaba içine girmiş bulunmaktadır. Bir
şekilde satın aldığı mahalli ve bölge gazetelerini ya derhal
kendine benzetmekte veya kapatmaktadır. Onun için önemli olan,
her şeyden önce “namuslu-dürüst, demokrat ve milli” basını
susturmaktır. Buna muvaffak olamadığı taktirde bazı kampanya ve
furyalarla Anadolu Basınını sesini kısmaya teşebbüs etmektedir.
Son yılların en hain kalkışması
da mahalli basının gelir kaynaklarını kurutmaktır.
Hedef: Yerel Basın’ın mahalli ilan kaynaklarını kendine
yönlendirmek, bu da mümkün olamıyorsa askı metodunu yaymaktır.
Bu hususta enteresan örnekler yaşanmakta, örneğin bazı ilanların
‘tirajı en az 10 bin olan ulusal bir gazetede yayınlanması’ gibi
şartlar ihtiva ettiği sıkça görülmektedir. Bunun gibi
kısıtlayıcı ve sınırlayıcı tasarruflardan amaç, sadece ve
yalnızca Anadolu Basını köreltmek, dumura uğratmak ve
etkisizleştirmektir.
Görülen o ki, mesele bununla da
kalmamakta akredite medya mahalli basın kuruluşları ve yerel
medya derneklerine sızmakta, fitne-fesat yaratmakta ve tesanüdü
bozmak için elinden gelen her şeyi yapmaktadır.
Bu teşebbüslerin pek çok amacı
ve anlamı vardır. En önde geleni ise mevcut ve mer’i mevzuat
uyarı oldukça büyüyen pastayı yandaşlarla paylaşmak, etki
alanını mümkün olduğu kadar genişletmek, gücünü ülkeyi idare
etme ve siyaseti belirleme yönünde kullanmak.
İZLENMESİ GEREKEN İLKELER:
Bu çalışmada üç ayrı ilkeler
grubu yerine göre açıklandı, değerli, dikkatli ve bilinçli
okuyucuların mukayesesine sunuldu. Son olarak “Basın Konseyi
Sözleşemesi” ni imzalayanların uymak zorunda (!) oldukları
ilkeleri dikkatinize arz edeceğim. Böylece, umarım Türk ve/veya
Türkiye medyasının içinde bulunduğu durumu, uyguladığı ilkeleri
veya ilkesizliği daha iyi görür, anlar ve bundan böyle hangi
gazeteyi okuyup, hangi radyoyu dinleyeceğinize ve hangi kanalı
izleyeceğinize daha sağlıklı ve bilinçli olarak karar
verirsiniz.
BU KARARINIZ ÇOK ÖNEMLİDİR!...
Evet, alacağınız gazete (ister
okumak, ister resimlerine bakmak veya temizlik işlerinde
kullanmak için alın), dinleyeceğiniz radyo ve izleyeceğini kanal
çok önemlidir. Şunu asla unutmayınız ve göz ardı etmeyiniz ki:
Asırlardır düşman bizim zaaflarımızdan yararlanmakta ve
bilinçsizliğimizden beslenmektedir. Bu onursuzluk ve şuursuzluğa
tamamı müthiş derece milliyetçi ve ulusalcı olan ABD ve AB
ülkelerinde asla rastlayamazsınız. Peki, bizde niye?
Türk’ler mutlaka ‘Türk, Türkiye, Din, değer ve ahlak
düşmanlarından” daha onurlu, sorumlu ve duyarlıdır. Bu
muhakkak!.. Haydi, şimdi bu hassasiyetimizi hayata geçirelim.
Basın konseyi sözleşmesini imzalayanların uymak zorunda
oldukları ilkeler;
01. Yayınlarda hiç kimse; ırkı,
cinsiyeti, yaşı, sağlığı, bedensel özrü, sosyal düzeyi ve dini
inançları nedeniyle kınanamaz, aşağılanamaz.
02. Düşünce, vicdan ve ifade
özgürlüğünü sınırlayıcı; genel ahlak anlayışını, din
duygularını, aile kurumunun temel dayanaklarını sarsıcı ya da
incitici yayın yapılamaz.
03. Kamusal bir görev olan
gazetecilik, ahlaka aykırı özel amaç ve çıkarlara alet edilemez.
04. Kişileri ve kuruluşları,
eleştiri sınırlarının ötesinde küçük düşüren, aşağılayan veya
iftira niteliği taşıyan ifadelere yer verilemez.
05. Kişilerin özel yaşamı, kamu
çıkarlarının gerektirdiği durumlar dışında, yayın konusu olamaz.
06. Soruşturulması gazetecilik
olanakları içinde bulunan haberler, soruşturulmaksızın veya
doğruluğuna emin olmaksızın yayınlanamaz.
07. Saklı kalması kaydıyla
verilen bilgiler, kamu yararı ciddi bir biçimde gerektirmedikçe
yayınlanamaz.
08. Bir basın organının dağıtım
süreci tamamlanmadan o basın organının özel çabalarla
gerçekleştirdiği ürün, bir başka basın organı tarafından kendi
ürünüymüş gibi kamuoyuna sunulamaz. ajanslardan alınan özel
ürünlerin kaynağının belirtilmesine özen gösterilir.
09. Suçlu olduğu yargı kararıyla
belirlenmedikçe hiç kimse suçlu ilan edilemez.
10. Yasaların suç saydığı
eylemler, gerçek olduğuna inandırıcı makul nedenler bulunmadıkça
kimseye atfedilemez.
11. Gazeteci, kaynaklarının
gizliliğini korur. kaynağın kamuoyunu kişisel, siyasal ekonomik
vb. nedenlerle yanıltmayı amaçladığı haller bunun dışındadır.
12. Gazeteci görevini, taşıdığı
sıfatın saygınlığına gölge düşürebilecek yöntem ve tutumlarla
yapmaktan sakınır.
13. Şiddet ve zorbalığı
özendirici, insani değerleri incitici yayın yapmaktan kaçınılır.
14. İlan ve reklam niteliğindeki
yayınların bu nitelikleri, tereddüde yer bırakmayacak şekilde
belirtilir.
15. Yayın tarihi için konan
zaman kaydına saygı gösterilir.
16. Basın organları, yanlış
yayınlardan kaynaklanan cevap ve tekzip hakkına saygı duyarlar.
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
51 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
Mustafa Nevruz SINACI
|
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ |
KÜRESEL UYGARLIK KRİZİ…
Günümüzde yaşanan ve bütün
dünyayı derinden etkileyen kriz, gerçek anlamda bir uygarlık
krizidir. Görünen yüzüyle madde temelinde etkindir. İlerleyen
zamanda bilgi (!) çağının çöküşüne paralel, manevi etkileri de
ortaya çıkacaktır. Esas büyük sarsıntı odur. Yani bu gidişle
insanlık, madde ve manâ dengesini (ruh ve madde barışını) bozan
uygarlığın, medeniyetten uzaklaşma, değersizleşme ve
yozlaşmanın bedelini çok pahalıya ödeyecektir.
Bu nedenle, dönemin çok iyi analiz edilmesi ve yaşanan
sorunların kökten incelenmesi şarttır. Süreçte mutlak ve
mukadder olan bir çöküşün etki ve tepki (tesir ve nüfuz)
alanının en aza indirilebilmesi hedeflenmelidir. Zira bütün
insanlığı tehdit eden çok boyutlu bir felâketin basiretle
önlenebilmesi, zamanı (dönemi-süreci) iyi anlamaya-bilmeye ve
şimdiki zamana, yakın ve uzak geçmişten ders ve ibret alarak
yoğunlaşmaya; En önemlisi de alternatif çözüm penceresinden
olaylara ve olanlara “inançlı ve bilinçli” bir gözle bakmaya
bağlıdır.
Çünkü maddeci, materyalist,
evrimci emperyalist, hegemonik, egoist ve goşist, Hegel, Marx ve
Darwin kafasıyla süreci durdurmak, felaketi önlemek, sorunlara
çözüm bulmak ve eko-sistem dahil gidişatı ‘barışla’
sonlandırmak mümkün değildir. Böylesi fos-boş düşünce
dayatmaları ve özgür insan yerine prototip yaratık (sürü) özlemi
çeken, entelektüel cahil, primitif tür, insani-ilmi değerler ve
erdemler (Cumhuriyet, demokrasi, adalet ahlâkı, hukuk ve
lâiklik) yönünden mutasyona uğramış fikri sefalet sahibi varlık
ve yaratıkların ürünüdür.
Evet, küresel uygarlık adına on yıllardır sergilenen
vahşet, dehşet, egoizm ve bütün nimetlerine karşın yeryüzüne
uygulanan yıkıcı faşizm, tepkisini nispi bir krizle göstermiş ve
dünyayı yanlış “hor ve hakir” yönetenlere ihtarını vermiştir.
Her satırında bir hinoğlu hinlik saklı İnsan Hakları Evrensel
Beyannamesi, AB şartları, Kyoto protokolü falan da artık çare
değildir. Çözüm tekrar “medeniyete, ümrana ve insanlığa” avdet
etmektir.
İnsanlığa dönüşün öğesi bilinç
ve samimi inançtır. Bilinç Çağı’na geçiş; Namuslu, dürüst,
ilkeli, onurlu ve sorumlu olmaya, orijinali üretmeye, israftan
uzak, kanaat ve şükürle tüketmeye; İnsana, hayvana, havaya-suya,
hâsılı bütün yaratılmışlara “yaratandan ötürü” sahip ve saygılı
olmaya bağlıdır. (Hz. Yunus) Eğer insanlık aklını başına toplar,
hatalarını i’mar, tamir ve telâfi ederse, gidişat bilgi
çağından, ‘bilgelik ve insanlığa’ yani, Bilinç Çağı’na doğrudur.
Yoksa, Hazreti Muhammed’den önceki İslâm Peygamberi Hazreti
İsa’nın öğretisini tahrif eden ruhbanların insanları korkuttuğu
kıyamet anlamına milenyum kapıdadır!.
ŞİMDİKİ ZAMANA YOĞUNLAŞMAK
‘Şimdiki zamana yoğunlaşmak’, başta ekonomik, siyasal ve
sosyal sorunlar, krizler, kaoslar, bunalım ve buhranlar dâhil
“insanı ve insani fonksiyonları merkeze alarak” fiilen yaşanan
güncele odaklanmak.. İnsanların huzur, güvenlik, tabana yayılı
refah ve mutluluğu için kısa vadede çözüm aramak, kamu vicdanı
adına doğru tespitlerde bulunmak, orijinal ve objektif çözümleri
(adalet ve hukuku) dürüstçe uygulamak; Bu bağlamda aile,
yerleşkeler halkı ve bütün yaşam formları adına huzur-güven,
refah-saadet vesilesi olmak. Şirket, devlet, dernek-vakıf
yönetirken, meslek veya aile yaşamında bu zihinsel ve eylemsel,
ahlâki ve insani yoğunlaşma, odaklanmanın önemini idrak. Diğer
yandan, şimdiki zaman dilimi (an), geçmiş ve gelecek zamanların
sonsuzluğa uzanan seyri içinde evrensel düşünmekte, küresel
stratejik çerçevenin bilincinde olmakta birçok artı değer, fayda
ve zaruret vardır.
Bugünü anlamak, geleceği
oluşturmak ve güncel sorunları doğruca aşmak için bütün
zamanları kucaklayan bir boyutta düşünebilmelidir; Zira Müslüman
‘çağdaş olan’ değil, çağlar üstü yaşayan, çağ açan ve bütün
çağlara ışık tutan, çağları aydınlatan üstün varlık, yani
“eşrefi (en şerefli) yüksek mahluk”tur. Bu sıfatla zalime ve
zulme karşı durmak, sadece maddi kalkınma, bencillik, israf ve
bilinçsiz tüketime dayalı uygarlıktan yana değil; İnsanlık âlemi
ve bütün dünyanın anlayış, uyum ve barış içinde “madden ve
manen” gelişmesini esas alan “medeniyetten” yana olmak zorunda
ve durumundadır. İnsan için dava, çözüm ve izlenmesi gereken yol
budur. Yani, önce kendinde-kendinle barış. Sonra: “Yurtta ve
cihanda barış”
Şimdi, değerli düşünür, akademisyen ve bilim adamı Dr.
Bahadır Kaleağası’nın TASAM’da yayınlanan benzer bir çalışma ve
araştırmasını alıntı (*) yaparak, konuyu yer-yer örtüşen ve
bütünleşen yaklaşımlarıyla “genel düşünce” mecraına taşımak ve
okuyanlara bir mukayese imkânı sunarak tamamlamak istiyorum.
Açılım, tanım ve yaklaşımları
lütfen dikkatle inceleyiniz.
“Dünyanın zamanı:
Yaşam yolumuzun ortasında,
Karanlık bir ormanda buldum kendimi.Doğru yol kayıptı.
Dante 1300’lerin başında
tamamladığı (İlahi) Komedya başlıklı eserinde Cennet’ten
Cehennem’e inişi bu mısralarla tanımlıyor. Cahit Sıtkı
Tarancı’nın ‘Otuzbeş Yaş’ şiirinde olduğu gibi, Dünya gezegeni
de yolun yarısında, 4,6 milyar yaşında. Bir o kadar daha
yaşayacak, sonra Güneş soğuyacak, patlayacak. Bir metre küp
hacminde bir kutu düşünün. İçindeki kum tanelerinin toplamı
evrende hesaplanabilen yıldız sayısına eşit:
10.000.000.000.000.000.000.000. Daha okunaklı bir şekilde şöyle
ifade edilebilinir: evrende 100 milyar galaksi var. Her birinde
de 100 milyar yıldız. Güneşimiz bunlardan biri. Bir kum tanesi.
Gezegenimiz ise, bir kum tanesi bile değil. Evrenin
sonsuzluğunda bu kadar küçük kalan Dünya’nın üzerinde bu kadar
zengin bir doğa ve karmaşık bir insanlık uygarlığı olması çok
etkileyici. Nice olaylar, icatlar, savaşlar, ihtişamlar,
yıkımlar, yaratıcılıklar ve de milyarlarca yaşamlar geldi,
geçmekte.
Birçok canlı türü var oldu ve
kayboldu 4,6 milyar boyunca. Küresel ısınma, buzullaşma,
volkanik patlama gibi nedenlerle doğanın dengesi birçok kere
değişti. Yaşam yenilendi, devam etti. Milyonlarca yıl yalnızca
denizlerin içindeki yaşam türleri ikamet etti yeryüzünde. Daha
sonra milyonlarca yıl dinozorlar hüküm sürdü; ta ki uzaydan
büyük asteroitin yeryüzüne çarpması sonucunda soyları tükenene
kadar. Memeliler bu sayede gelişebildi daha sonraki milyon
yıllarda. İnsan cinslerinin ortaya çıkması 4,6 milyar yıllık
gezegen tarihinin yalnızca yüzde 0.15’lik bir bölümünü kapsıyor.
Homo Sapiens ise 230 bin yıllık bir geçmişe sahip. Son buzul
çağının bitmesi 10 bin yıl önce, yazının gelişmesiyle başlayan
tarih 6 bin yıllık. Elektrik 150, otomobil 110, televizyon 60,
internet yirmi yıllık zaman dilimlerinde gelişti. Belki de
insanlar daha önce de uygarlık kurdular ve yok oldular. Belki
batan uygarlıklar Atlantis ve Mû efsanelerinin dayandığı gerçek
bir geçmiş zaman var.
‘Enerjiobur’ uygarlık: (**)
İnsanlar binlerce yıl teknik bir ilerleme içinde olmadılar. İlk
yontma taş aletlerle mikroçip arasında birkaç yüzbin yıl var.
Uzun çağlar boyunca teknolojik ilerlemenin doğa üzerindeki
etkileri yerel ve sınırlı kaldı. Sonra 19. yüzyılda Batı Avrupa
ve K. Amerika’da sanayi devrimi ile değişim olağanüsütü
hızlandı. Dünyanın ekonomik ve ekolojik dengeleri kökten
değişti.
Tarihin derinliklerinden
1850’lere kadar olan dönemde insanlığın enerji kaynakları
tüketimindeki artış eğrisi çok düşük seviyelerde. İkinci Dünya
Savaşı’na kadar uzanan yıllarda ise önce kömür, sonra petrol
yükseliyor.
Asıl dönüm noktası 1950. Savaş
sonrası Batı’da tüketim toplumuna geçiş, bağımsızlaşan eski
sömürgelerde patlayan kente göç ve kısmi ekonomik kalkınma ve de
teknolojinin küreselleşmesi. Altmış yıl içinde kömür, petrol,
doğal gaz, hidrolik ve nükleer enerji tüketiminde muazzam bir
patlama kaydedildi. Yıllık miktarlar üçe, beşe, onbeşe katlandı.
Son yüz yıl içinde dünya nüfusu beş kat, enerji tüketimi onsekiz
kat arttı. İlerleyen uygarlık etobur olduğu kadar aynı zamanda
enerjiobur. ./…
İnsanlık tarihinde ilk defa
1950’li yıllarda doğanlar, yaşamları sona ermeden dünya
nüfusunun ikiye katladığını gördüler. Yirminci yüzyılın başında
dünyalıların yüzde 10’u kentlerde yaşamaktaydı. Nüfusu 1 milyonu
geçen kent sayısı 1950’de 83, 2007’de 435 oldu. Dünya tarihinde
ilk defa nüfusun yarıdan fazlası kırsal alanda değil. Aslında
kent yaşamı enerji tasarrufu açısından verimli olabilir. Fakat
düzensiz kentleşme her yerde farklı derecelerde bir sorun.
Mumbai, Kahire, Sao Paulo, Pekin, İstanbul veya Paris gibi
farklı kentlerin karmaşık sorun yumakları var. Kaldı ki, 1
milyardan fazla insan gecekondu ile çöplük arasında
tanımlanabilecek alanlarda yaşıyor.
Ayrıca iki milyar insan
elektriksiz. Evlerinde priz yok. Elektrik faturası ödemiyorlar.
H2O : Eski zamanlarda olduğu gibi, hala elektriğin sağladığı
kolaylıklardan ve refahtan yoksun yaşanabiliyor. Fakat 4,6
milyar yıllık Dünya tarihinde susuz yaşam mümkün olmamış. Bugün
ne yazık ki 1,3 milyar insan günlük temiz su tedariki
güvencesine sahip değil. Her yıl çoğu çocuk beş milyon insan
suya dayalı hastalıklardan ölüyor.
Büyük olasılıkla 4,4 milyar yıl
önce uzaydan düşen meteoritlerle gelen yaşam iksiri su aslında
yeryüzünde çok az bulunan bir madde. Uzaydan bakınca yeryüzüne
hâkim olan mavilik yalnızca yüzeyde. Gezegenin toplam kütlesinin
yüzde 0,2’si su. Bunun da ancak yüzde 0,3’ü insan tarafından
kullanılabilinir bir kaynak. Tüketimin çoğu içme suyu değil.
Yüzde 70’i tarıma, yüzde 20’si sanayiye gidiyor. Bir kilo buğday
için bin litre, bir bilgisayar çipi için otuz litre tatlı su
gerekmekte. Kişi başına tüketim her ülkede farklı: ABD’de 2 bin
500 m3, Fransa’da 1.900, Çin’de 700. Bu artık günümüzde dünyayı
anlamak ve yeni siyasetler üretmek için gerekli bir gösterge:
‘su izi’.
Mars’ta suyun belirtilerini
ararken, Dünya’daki kaynakları temiz korumak kaygısı giderek
artmakta. Birleşmiş Milletler araştırmalarına göre 2050 yılında
dünya nüfusunun yarısının su sorunu olacak. Ortada toplumsal,
ekonomik, teknolojik ve siyasal bir kriz var. Su yüzünden
1950’den beri 507 silahlı çatışma çıktı. En önemlisi, su ile
birlikte dünyanın canlı türleri de yok oluyor, ormanlar
seyrekleşiyor, arılar azalıyor, doğa kuruyor.
Doğal kaynaklarına ve yağış
miktarına bakıldığında Türkiye su yoksulu bir ülke ve durum daha
da kötüleşmekte. Temiz içme suyu, sanayinin suyu arıtması,
yenilenebilir su teknolojilerine yatırım gibi konularda Türkiye
de önemli atılımlar yapmak zorunda. Avrupa Birliği süreci bu
yönde olumlu etkide bulunur. Yeter ki siyasetçiler geniş zamanda
düşünebilen, şimdiki zamanda çözüm getirebilen bilgelikte
olsunlar.
Karbon izi : Dünya bir alışveriş
merkezi. İnsanlar daha çeşitli yiyor, içiyor, tüketiyor,
geziyor. Son yıllarda UNDP gibi uluslararası kuruluşların da
katkısıyla açlık ve kıtlık sorunlarının çözümünde ilerleme var.
Fakat yiyecek üretimi, tarlaları ve hayvancılığı ile doğayı
yıpratmakta. Çünkü dünya tüketirken karbondioksit harcıyor,
iklim ısınıyor, doğanın dengesi bozuluyor. Son yirmi yılda
dünyanın gelir seviyesi yüzde 50, uluslararası ulaştırma trafiği
ise yüzde 170 arttı. Taşıtların enerji kaynağı yüzde 98 petrol.
Günlük ürünlerin maliyetinde
ulaştırmanın payı en fazla yüzde iki. Dolayısıyla, ekonomik
değil ekolojik bir maliyet ön planda. Bir kap yoğurttan, cep
telefonuna her ürünün yapısında birçok ülkeden katkı bulunuyor.
Binlerce kilometre ve tonlarca
karbondioksit söz konusu. Bir hevenk muzdan, kot pantolona her
ürünün atmosferde bıraktığı bir “karbon izi” var. İnsanlar ise
zaten evlerinde, kentlerinde, seyahatlerinde ve tüketimlerinde
gelecek kuşaklara kirli hava borcu devretmekteler.
Sorunlar iç içe. Bir taraftan
zengin ülkeler kendi tarım ve hayvancılık sektörlerine
verdikleri maddi destekle daha pahalı ürünler tüketiyor. Bu
yüzden, kalkınmakta olan ülkeler çok daha ucuz olan ürünlerini
ihraçta zorlanıyor.
Diğer taraftan, dünya ticareti
artınca, atmosferin ısısı yükseliyor. Zaten uçak kargosunda son
elli yılda 75 kat artış var. Havayolu taşımacılığı denizyoluna
göre 60 kere daha fazla karbondioksit yaymakta.
Sera etkisi yaratan gaz
yayımında uluslararası trafiğin payı yüzde 25. Kentlerdeki
otomobillilerin de katkısı aynı oranda. Ciğerler zehirleniyor
her gün. 2020 yılına kadar dünyadaki otomobil sayısı 10 milyarı
aşacak. Petrol ise hızla tükenmekte..
İnsanlığın beslenme biçiminde önemli bir yeri olan
hayvancılık sera etkisini tetikleyen metan gazı, pirinç ise
önemli bir karbondioksit kaynağı. Dünya ekonomisinin 2009
sonbaharında içine düştüğü kriz girdabında, başta ABD, AB ve
Japonya ve hızla kalkınan ve kirleten Çin, Hindistan Rusya,
Brezilya ve Meksika gibi ülkelerin gündeminde şimdiki zamandan
geniş zamana yayılan asıl önemli konu da bu: küresel iklim
değişikliği.
Çözüm zamanı: Bilinen insanlık
uygarlığı çok yeni. Çok çabuk da yok olabilir. Bugün hep kalıcı
varsayılan insanlığın izleri de kısa sürede silinir gider.
Örneğin insanlık yaşamı aniden son bulsa, New York metrosu iki
günde sular altında kalır, Panama Kanalı yirmi yılda toprakla
dolar, birkaç yüzyılda kentler yeni bir doğa örtüsünün altında
kalır.
Birkaç on bin yıl gibi kısa bir sürede ise ancak ileri
teknolojiye sahip arkeologların alanına dönüşüverir şimdiki
insanlığın kentleri, fabrikaları, fiber optik ağları. Belki yeni
bir uygarlığın, belki de başka bir gezegenden arkeologların ve
antroplogların. Tabii insanlığın gelecek yüzbin yıllara
bırakacağı kalıcı bir miras var: plastik, kimyasal ve zehirli
atıklar, çöpler. Bir de halen evrende sonsuz bir yolculuk içinde
olan şimdiye kadar ki tüm radyo ve televizyon yayınlarının
dalgaları; uygarlığımızın uzayda seyir halindeki sesleri ve
görüntüleri... Yüz milyarlarca yıldız sisteminden neden şimdiye
kadar başka bir uygarlıkla temas gerçekleşmedi? Belki de başka
gezegenliler Dünya’yı gözetliyor, farkında değiliz. Bir teoriye
göre ise, uygarlıkların galaktik seyahat teknolojisi üretmeye
ömürleri yetmiyor. Yükseliyorlar ve bir süre içinde kendilerini
yok etme eğilimleri baskın çıkıyor.
Dünya gezegeninde de insanlık için durum kötü fakat çözüm
yolları var. Cehenneme inmeye gerek yok. Her şeyden önce
sorunların teşhisi, toplumsal bilinç, sivil toplumsal
hareketlilik ve siyasal sorumluluk boyutlarında son yıllarda
büyük atılımlar gerçekleşti. Küresel sorunlar karşısında
uluslararası ortak çözüm yolları gelişmekte. Daha temiz ve etkin
enerji teknolojileri insanlık uygarlığını bekleyen yeni devrim
evresi olacak. Bireylerin tüketim davranışlarının değişmesi ise
belirleyici bir etken..Suyu, havayı, ormanları ve tüm canlıları
koruyan insanlar, seçmenler ve vergi mükellefleri. Yeşil üretim,
yeşil tüketim, yeşil devlet.
Mavi gezegen, beyaz kutuplar, yıldızlı geceler.
Yararlanılan Kaynak ve alıntılar:
(*)TASAM, 27.11.2008-Dr. Bahadır Kaleağası
(**) Dünya’nın ekolojik geleceğini bilim ve sanatla
etkileşim içinde anlatan etkileyici bir sergi Nisan 2009 sonuna
kadar Brüksel’de: www.expo-terra.be
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
52 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
Mustafa Nevruz SINACI
|
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ |
MİLLİ SİYASETE DÖNÜŞ
Kelime ve kavram olarak “milli
siyaset” ve “milli devlet” 1924 Anayasası’nın temel umdesi
(vazgeçilmez ilkesi) olmasına rağmen, 1960 kalkışması büyük
ürküntü duyduğu ve menfur emelleri için sakıncalı gördüğü bu
esası lağvetmiş ve Atatürk’ün 36 yıllık kanuni esasisini çöpe
atmakta asla tereddüt etmemiştir.
ÜNİTER DEVLET VE MİLLİ DEVLET
MUKAYESESİ:
Bunun yerine ikame edilen
“üniter devlet” kavramı temelde “unsurlar birliği”ni esas alır.
Yani: “Üniter devlet (Etat unitaire, unitary state)”e, “tek
devlet” veya “basit devlet (Etat simple)” de denir. Buna mukabil
“Milli Devlet” daha mukavim (sağlam-güçlü) ilkeler ve daimi bir
konsensüs’ü içerir. Üniter devlet’in zaafı kurucu unsurların
(parçaların varlığını) de’facto olarak kabul etmesidir.
Danimarka, Fransa, İngiltere, İrlanda, İspanya, İsrail, İtalya,
İzlanda, Hollanda, Japonya, Lüksemburg, Norveç, Portekiz,
Yunanistan, Türkiye gibi devletler birer üniter devlettir.
ÜNİTER DEVLET’İN ESİN KAYNAĞI VE
GİZLİ GERÇEKLER:
Şu kadar ki, 1961 Anayasası için
cuntanın esinlendiği örnek lâik köktencilik ve fanatik
evrimciliğin fundamentalist kalesi Fransa’dır. İnsani ve ilmi
değerlere karşı ağır bir başkaldırı ve kâfir derecesinde sapkın
fundamentalistler, insan formunun ne kadar sadist, bencil
(egoist) ve hayvanlaşabileceğinin baz örneklerini teşkil ederler
ve onlar emperyalizmin (kan emici vampirlik ve keneliğin) en
açık göstergesidirler. Fundamentalizm sadece ve yalnızca İsevi
inancına karşı bir direniş ve tepki değildir. Masonik ve
kabalist kökten gelişleri nedeniyle yer yüzünde tek dinin İslâm
ve Hazreti Adem’den, İslâm’ın son peygamberi Hazreti Muhammed’ e
kadar bütün Peygamberlerin Müslüman olduğunu çok iyi bilirler.
Onların ana davası insani bilinç, namuslu-dürüst, adaletli ve
doğru yaşam ilkelerini yok etmektir. Başkaca herhangi bir
ideolojinin de kendi fundamentalistleri (köktencileri) vardır.
Bu prototipler vahiy kaynaklı hâkim (orijinal) ahlâk
sistemlerini yerle bir etmek için oraya konmuş truva atları
gibidirler.
Adalet ahlâkı ve kadim hukuk penceresinden bakıldığında
bunlar, şeytanın askerleri, öncü ve sözcüleri gibidirler. Ama
onlar da -gerçektir ki- karanlıklar ve kâbusların ürünü olan şer
ve şeytani ideolojilerine çok sıkı bir biçimde bağlıdırlar.
Hatta, “insan insanın kurdudur” felsefeleri gereği en bağlı olan
da onlardır!.. Çünkü sistemlerinin insani ve ahlaki boyutu
yoktur. Mutlak edinim, yalan-talan, soygun-vurgun, güçlülerin
haklılığı ve çıkar ağırlıklıdır.
GÜÇLÜLERİN HAKLILIĞI
Oysa bon-sens (erdemlilik,
haklıların güçlülüğü) zordur. Cahil nefse ağır gelir.
Onlar, laik fundamentalizmi yeryüzünde hakin kılmak için
durmadan “izm” üretirler.
Bu nedenle “dünyadaki bütün izmler iğrençtir” Bu laf büyük
bilim adamı Cemil Meriç tarafından söylenmeden önce de bu
böyleydi, hala da öyle. Hakikat Mustafa Kemal Atatürk ve
Cumhuriyet’in kurucu unsurları tarafından çok iyi bilindiği ve
kavrandığı içindir ki, Türkiye Cumhuriyeti, bu lanetli izmler
temelinde inşa edilmemiş; Emperyalizmin korkulu rüyası olan
“insan odaklı” fazilet anlamında ve Cumhuriyet bağlamında
kurulmuştur. Zira milyonlarca insanın katili olan kapitalizm ve
emperyalizm insani boyut ve bilinç toplumuna, adalet, hukuk ve
evrensel barış ilkelerine aykırıdır.
Ama buna rağmen, başta ABD-AB
(vahşi batı) olmak üzere; Zulmün zalim havarileri (paraya,
şehvete ve şöhrete tapan) fundamentalistler, aklınıza
gelebilecek her yerde ve her konuda, her fikirde, hatta müzik
gruplarının hayranları olarak, önce dernekleşerek (stk) sonra da
cinsi sapık bir zihniyetle kendileri gibi düşünmeyenlere
saldırarak iyiliği inkâr, hak, adalet, hakikat ve hukuku ret,
fanatizm ve körlükte sınır tanımayan, saç telinden ayak
tırnağına kadar uzanan bir körlük, kötülük ve koyu taassupla
yaşamaya ve nefret yaratmaya devam ederler.
Üstelik bu primitif varlılar ve mutasyon mağduru tipolojiler
kendilerini aydın sanırlar.
Oysa bunların ilham kaynağı ve dayanağı, sadece muzlim
karanlıklar ve zalimlerdir.
Bilgi çağının çökmesi, eko-sistemin bozulumu ve dünyanın
iğrenç bir yer olmasında sorumlular listesi yapılsa, bu
varlıklar baştan ilk üçe rahatça girerler. Lâkin sahip oldukları
izm etiketi nedeniyle ideolojileri o listelerde gözükür.
Soykırımın kara kitabı, bilmem neyin katliam politikası diye
anlatılır dururlar. İnsanlık âlemi onları (keneleri) çok iyi
bilir ve tanır.
ANALİTİK TANIM, ARADAKİ FARK VE
İNCE AYAR
Üniter devlet, anayasa hukuku
metinlerinde, devletin, ülke, millet ve egemenlik unsurları ve
keza yasama, yürütme ve yargı organları bakımından teklik
özelliği gösteren devlet şeklidir. O halde, üniter devleti,
devletin unsurlarında ve organlarında teklik özelliğiyle
tanımlanmakta, ancak, milli devlet’in aksine azınlıklar dışında
da “unsurların varlığını” kabul etmektedir. Nitekim ülkemizde
1961 öncesi her hangi bir unsur, başkaca bir halk veya etnik kök
dillendirilmez iken, üniter devlet lâfzı ile bu dillendirme
önceleri de’facto sonraları ise alenen yapılmaya başlamıştır.
1.Devletin Unsurlarında Teklik
Devlet, ülke, millet ve
egemenlik unsurlarından oluştuğuna göre, üniter devlette, tek
ülke, tek millet ve tek egemenlik vardır. Diğer bir ifadeyle
üniter devlet, tek bir ülke üzerinde, tek bir milletin, tek bir
egemenliğe tâbi olduğu devlet şeklidir. Bu nedenle, üniter
devlette, devleti oluşturan unsurlar tek ve bölünmez bir
bütündür. (DENİLİR!..) Şöyle ki:
a) Üniter devlette, devletin
ülkesi tek ve bölünmez bir bütündür. Şüphesiz ki, üniter
devletin ülkesi de “il” ve “ilçe” gibi birtakım bölümlere
ayrıllır. Ancak bunlar, basit idarî bölümlemelerdir. Bu
birimlerin sadece idarî yetkileri vardır. Yasama ve yargı
yetkileri yoktur. Bunların hepsi aynı egemenliğe tâbidir.
Hepsinde aynı anayasa ve aynı kanunlar, kısacası aynı hukuk
düzeni uygulanır.
b) Diğer yandan üniter devlette,
millet unsuru da tek ve bölünmez bir bütündür.
Milleti teşkil eden insanların millet unsurunu
oluşturmalarında din, dil, etnik grup vb. bakımlardan ayrım
yapılamaz. Üniter devlette “toplum”lar veya “cemaatler”
temelinde egemenlik yetkilerinin kullanılmasında farklılık
yaratılamaz. (!) Üniter devlet sadece yer bakımından federalizme
değil, aşağıda göreceğimiz cemaatler bakımından federalizme yani
“korporatif federalizm”e de kapalı ve karşıdır.
c) Nihayet üniter devlette
egemenlik de tek ve bölünmez bir bütündür. Tek olan egemenliğin
sahası bütün ülkedir. Bu egemenliğe tâbi olan da bütün
millettir. Egemenliğin kaynağı bakımından da ayrım yapılamaz.
Dikkat edilirse eğer, a, b, c
tanımlamalarında yer alan çok ince bir ayardır. Ki bu 24
anayasasında söz konusu bile değildir. Dolayısıyla, başta AB
dayatmaları olmak üzere bölge bazında oluşturulmaya çalışılan
“Kalkınma Ajansları”nın bile yasal dayanağı bu tanımlardan
kolaylıkla çıkabilmektedir. Aynı bağlamda; “Türkiye’de Kürt v.b.
sorunu var” demek de suç olmaktan çıkmıştır. Oysa Türkiye’nin
gerçekte her hangi bir etnik sorunu yoktur.
2.Devletin Organlarında Teklik
Üniter devlette, devletin ülke, millet ve egemenlik
unsurlarında teklik olduğu gibi, devletin yasama, yürütme ve
yargı organları bakımından da teklik söz konusudur.
a) Üniter devlette tek yasama
organı vardır. Ülkenin bütünü için geçerli kanunlar, merkezde
bulunan tek bir yasama organı tarafından yapılır. Örneğin
Türkiye’de tek yasama organı Ankara’da bulunan TBMM’dir.
b) Üniter devlettin yargı organı
da üniter niteliktedir. Şüphesiz yargı organı üniter devletlerde
de mahiyeti gereği birçok mahkemeden oluşur. Ancak, ülkenin her
yerinde aynı tür mahkemeler vardır ve bunların üst mahkemeleri
aynıdır. Bir üniter devlette, birden fazla ceza mahkemesi,
birden fazla idare mahkemesi olabilir; ama iki tane Yargıtay,
iki tane Danıştay olmaz.
c) Üniter devlette, yürütme
organı bakımından esas itibarıyla bir “bütünlük” vardır. Yürütme
organının tepesinde, parlâmenter hükûmet sistemlerinde “bakanlar
kurulu”, başkanlık sistemlerinde “başkan” vardır. Bakanlar
kurulu veya başkana şimdilik “merkezî idare” diyelim. Üniter
devletlerde yürütme yetkisi esas itibarıyla, bu “merkezî
idare”de toplanır. Ancak, ülke genelinde bütün yürütme ve idare
fonksiyonunun, başkentteki bu “merkezî idare” tarafından yerine
getirilmesi mümkün değildir. Yani, üniter devletin yürütme ve
idare organlarının mutlak bir şekilde üniter nitelikte olması
imkansızdır. İşte bu nedenle, üniter devletlerde de, idare
organının tekliği mutlak nitelikte değildir. Bu bakımından
üniter devletler, kendi içinde “merkezî üniter devlet” ve
“adem-i merkezî üniter devlet” olmak üzere ikiye ayrılabilir.
İkinci bölüm açıklama ve tanımlamalarında görüleceği üzere,
sistemde derin çatlaklar ve çelişkiler vardır. Örneğin: (a)
şıkkına göre yasama organı tektir. Ama oluşum biçimi milli
devlette “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletin” iken, 1961
yapılanması, siyasi partiler ve seçim mevzuatında giderek
halktan ayrışma ve laik Fransız fundamentalizmi yönünde
örgütlenen seçkinci elitlere idareyi terk ve teslim anlayışı
yatmaktadır. İlerleyen süreç içinde bu kaygı gerçekleşmiş ve
sonuçta politika oligarşik bir yapılanmanın eline geçerek,
millet ve milli irade mefhumları adeta tarihe karışmıştır.
(b) bölümünde tanımlanan mahkeme
ve yüksek mahkeme tanımı da aldatmacadır. Zira bugün sivil
alt-yerel ve yüksek mahkemelerin tamamı askeri örgütlenme içinde
de vardır. Üstelik durum demokrasinin kurumsal yapısı, eşitlik,
insan hakları, adalet ve hukuk ilkesine açıkça aykırılık teşkil
etmesine rağmen…
Buna mukabil “Milli Devlet” modelinde “kuvvetler birliği”
esası geçerli olup; Tek kuvvet ve tek irade millettir. Millet
adına bu yetki, bütün kurumları kapsamak üzere TBMM tarafından
kullanılır. Üstelik 1924/28 anayasasında geçerli siyasi partiler
mevzuatı 1946 -50 şekillenmesi ile “Millet iradesinin devlet
idaresinde” çok şeffaf ve dürüst bir şekilde temsiline imkan
vermektedir. Mevcut düzende buna imkan ve ihtimal dahi yoktur.
MUKAYESELİ BİLİM VE AÇILIM
Bilindiği üzere ülkemiz, kavga, kargaşa, anarşi,
terör-tedhiş, kriz, bunalım ve buhran gibi kavramlarla 1960’dan
sonra tanışmıştır. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 müdahalelerinin
sebebi hikmeti de 1961 anayasasıdır. 1982 Anayasası ise 61’e
göre geriye gidiş, ancak ülke şartlarına göre 1924 anayasasına
yöneliştir. Çünkü 1924 (1928) anayasası, Atatürk, Türk ve
Türkiye düşmanları tarafından ilga edilmeseydi, şu an için
Türkiye istiklal ve istikrarın en tepesinde / zirvesinde olacağı
gibi, dünyanın da en zengin ve güçlü devletleri arasında
olabilir, çağdaş medeniyet seviyesini aşabilir ve konjonktürel
bağlamda bir-kaç belirleyici aktör arasına pek alâ girebilirdi.
11 Kasım 1938 – 13 Mayıs 1950
dönemi hezimetinden sonra, 14 Mayıs 1950’den itibaren kazanılan
ivme ve tekrar hayata geçirilen Atatürk ilkeleri ve Türk
İnkılâbı bunu başarmaya muktedir olduğunu göstermiş ve
ispatlamıştı. Mukayeseli bilim, siyasi tarih, ülke ve dünyanın
genel gidişatı bunu açıkça göstermektedir. 1970, 80 ve 90’lı
yıllarda üst üste yaşanan ekonomik, sosyal ve siyasal krizler,
tarihe karışan hakkı müktesepler ve devlet beş sente muhtaç
düşürülürken; Kendileri dünyanın sayılı zenginleri arasına giren
politik-ACI, kapitalist ve yerli emperyalistler, adeta savaş
zengini gibidirler. Günümüzde yaşanan kriz,
Bunalım, buhran, gerilim, anarşi-terör ve tedhiş bu
Cumhuriyet, hürriyet, adalet, hukuk, ahlak ve demokrasi
düşmanlarının eseridir.
Sistemi tıkayan, ülkeni önünü tutan, yolunu
kesen zihniyetin sahibi de onlardır.
Şimdi “onlar kim” diyeceksiniz!..
Buyurun inceleyelim:
ŞİMDİ BU DÖNEMİ YENİ BAŞTAN
İNCELEYELİM
Birinci Cumhuriyetin fiilen sona
erdiği gün olan 10 Kasım 1938, Türk milleti için 12 yıl
aralıksız sürecek olan ve ancak 14 Mayıs 1950’de, demokratik bir
halk hareketi ile “dur” denilebilen mâkus talihin (diktatörlük,
despotizm ve dönme-devşirme, ateist-pagan-sabetaist, şaibeli ve
şer kadroların bürokrasiye taşındıkları faşizmin) başlangıç
tarihidir.
Ertesi gün, asrın devlet adamını kaybetmekten dolayı bir
yanda derin bir hüzün, diğer tarafta devletin geleceği ve bekası
yönünden ağır basan endişe ve kaygı yaşanmaktadır. Sonuçta,
kaygı galip gelmiş ve literatürel anlamda “İkinci (sanal)
Cumhuriyet” olarak adlandırabileceğimiz yeni dönemin
başlangıcında sağduyu sahipleri (Kemalistler) haklı
çıkmışlardır. Zira, artık, Atatürk döneminde temelleri atılan ve
sistematik bir düzenle yaşam boyutuna ve devlet hayatına
geçirilmeye başlanan “demokrasi”, “insan hakları” (halkçılık),
“adalet” ve “hukukun üstünlüğü” ve bu norm (objektif) ilkelere
dayalı “lâiklik-lâyiklik” gibi kavramlar artık yoktur. Çok kısa
bir sürede, bütün esas ve unsurları ile fiilen ve resmen bir
karşı devrim başlatılmış, halkı kucaklayan ‘inkılap’ süreci
kapatılmış, adına ‘devrim’ denilen zorbalık dönemi başlamıştır.
Akabinde Atatürk usulen ve tefhimen “ebedi şef” ilân edilmiş ve
kadrocuların öteden beri özlem duydukları ve ilhamını İtalyan
faşizmi ile gayri ahlaki, aykırı lâik Fransız
fundamentalizminden aldıkları “milli şef” ile tam bir
diktatörlük tesis ve ilân edilmiştir. (Önemli not: Orijinal
anlamda lâiklik yani Atatürk’ün deyimi ile lâyıklık esasta bir
İslâmi terimdir. Herkesin özgürce din seçebileceği ve inandığı
dini, icaplarına uygun olarak yaşayabileceği anlamına gelir.
İnanma ve inandığı gibi yaşama hürriyeti.)
GİZLENEN REJİM: KEMALİZM (Türk
İnkılâbı)
Bu süreçte, Türk inkılâbının izleri, Atatürk ilke ve
inkılâpları ve Cumhuriyetin 16 yıllık eserleri şuursuzca yok
edilmiş; Stalin’in, Lenin’i silme harekâtında bile göze
alamadığı madeni para ve banknotlardan kurucu liderin (Atatürk)
resmi ve ismi dahi silinip atılmıştı. “Halka rağmen-halka
hizmet” ve “halk için devlet” değil “devlet için halk” anlayışı
ile yönetimi ele geçirenler “sözde batılılaşma”, büyük
Atatürk’ün vefatını fırsat bilen vahşi batılı emperyalistler ise
“Sevr’in intikamını almak ve Lozan’ı yok saymak” adına, (dahili
bedhahlar ile işbirliği içinde olarak) istiklâl savaşıyla kutsal
topraklardan kapı dışarı edilen bütün “kapitalist ve emperyal”
emel ve menfur amaç sahiplerine ülkenin kapılarını ardına kadar
açmış ve Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesinden
saptırılması-arındırılması ve uzaklaştırılması için, milli
devletin temellerine dinamit koymak, yükselen değerleri
(milliyetçilik, din, dil, Türk kültürü vd) her ne gerekiyorsa
(maalesef) hepsi fazlasıyla yapılmış ve yaptırılmıştır.
Atatürk ilkeleri ile bütün esas
ve unsurları dahil Türk inkılâbının yok sayıldığı, Kemalizm’in
gizlenmek, hafızalardan silinmek ve tarihin karanlıklarına
gömülmek istendiği bu dönem; Seksen yılı mücavir Cumhuriyetin
kayıp ve karanlık, despotluk ve koyu-kara diktatörlük
yıllarıdır. İnönü hem cumhur başkanı ve hem de Halk Partisi
genel başkanı, devletin vali, kaymakam ve belediye başkanları
ise dikta partisinin il ve ilçe başkanlarıdır. Halktan kopuk,
seçkinci, zengin-güçlü, varlıklı ve esas itibarıyla kapitalist
ve emperyalist eğilimli; Milli ve manevi değer yoksunu,
dini-imanı para, kâbesi vahşi batı olan, halk düşmanı bir kadro
devleti ele geçirmiş olmakla;
Büyük Atatürk ve Türk
inkılâbının “Avrupa’nın endüstriyel veri, bilim ve salt
teknolojisinden yararlanma” esaslı batı politikası bu defa;
Tefessüh etmiş bir medeniyetten kültür ithal etme gaflet ve
dalâletine dönüştürülmüş ve adına “batılılaşma” denilerek, önce
Cumhuriyetin lâiklik anlayışı ret ve inkâr edilip “dahili
bedhah, ateist-pagan, din düşmanı ve sabetaist zümrece pek
beğenilen Lâtin-Grek ve Anglosakson bozması bir tür din, vicdan
ve insanlık düşmanı anlayış ‘lâiklik’ adı altında ithal ve
ikameye kalkışılmıştır. Böylece yakın tarihin en büyük Atatürk,
Türk ve insanlık düşmanlığı icra ve ifa edilmiş ve batının 1000
yıllık arzu, hedef ve ihtirası hayata geçirilmiştir.
Zira, Atatürk ve Türkiye
Cumhuriyetine karşı, Gümrük Birliğine katılma, zorunlu eğitimi
bilim, din-ahlak ve sanat öğrenimini yok etme pahasına sekiz
yıla çıkartma gaflet, ihanet ve dalâletinden önceki en büyük
hıyanet budur. Bu vakıayı her kesin bilmesi ve her kesimin
kabullenmesi, yargılaması ve sorgulaması şarttır.
Ki, bundan böyle; Gerçek anlamda
aydınlık, arı-duru, ilkeli-onurlu, sorumlu, namuslu-dürüst,
temiz ve berrak, vatan topraklarında hâkim ve “milli devlet”
olarak hükümran bir vasıfla bu yolda ve bu uğurda emin adımlarla
yürünebilsin...
Mâkus (kötü) talih ve tarihin
tekerrür etmemesi (tekrarlanmaması), ibret ve ders alınması
bakımından; “TBMM’nin üstünde ve üyeleri seçimle değil atamayla
gelecek” faşist bir konseyin dahi kurulmasına kalkışılmış
kapkara bir döneme, biraz daha (oralara) gerilere dönüp bakalım.
ÜÇÜNCÜ CUMHURİYET
İkinci (sembolik) Cumhuriyet,
Ocak 1946’da, büyük Atatürk’ün en büyük ideal ve özlemi olan
“çok partili siyasi hayata geçilmesi ile” derinden sarsılmış,
bütün karşı devrim, (inkârcı duruş) ve ısrarlı direnmelere
rağmen 4.5 yılda tükenmiş, 14 Mayıs 1950’de ise, Türk milleti
tarafından “bir BEYAZ İHTİLÂL ile” ülke fiilen kurtarılarak,
karanlık ve kâbus dönemi resmen sona erdirilmiştir. (Gerici,
yobaz ve irticai kesimler bu harekete karşıdevrim demek
utanmazlığını gösterirler) Olaya tarafsız gözle bakar ve
objektif bir değerlendirme yaparsak, başlayan süreci bu defa
“Üçüncü (GERÇEK) Cumhuriyet dönemi” olarak adlandırabiliriz.
Zaten bunun böyle olması gerekir. Zira, bu dönemler arasında çok
derin uçurumlar ve farklılıklar vardır. Başka bir şekilde
tanımlamak ve açıklamak da mümkün değildir. Zira, Atatürk’ün ve
Türk İnkılâbı’nın “halkçılık” felsefesine uygun biçimde “halkın
iktidar olduğu” iki dönem vardır. 1923-1938 ve 1950-1960 arası.
Yani, birinci ve üçüncü Cumhuriyet... Zira, Cumhuriyet,
demokrasi ile kaim ve daim bir rejimdir. Bütün usul, esas, kurum
ve kuruluşları ile demokrasi olmaz ve “CUMHURİYET FAZİLETTİR”
ilkesi bütün onur ve erdemi ile fiilen yaşanmazsa cumhuriyetten
bahsetmek mümkün değildir.
Tasnife göre, ancak 10 yıl devam edebilen bu “Üçüncü
Cumhuriyet dönemi” “Türk İnkılâbına ait” kaybolan
(kaybettirilen) bütün değerlerin büyük bir özenle tekrar hayat
bulduğu, ülkemiz ve insanımızın baskı, zulüm, işkence, eziyet ve
esaretten, despotluk, diktatörlük ve faşizmden kurtularak,
özlenen “milli rejim” Kemalizm’ e kavuştuğu, “milli devlette”
huzur, güven, insicamın ve istikrarın sağlandığı, halkın
devletle, devletin halkla barıştığı, Cumhuriyet ve demokrasinin
“millet iradesinin devlette” tecelli-i ile örtüşüp, bütünleştiği
ve devletin halk tarafından idare edildiği, demokrasinin “bütün
usul, esas, kurum ve kuruluşları ile” temayüz ettiği adeta bir
“asrı saadet” dönemidir. Atatürk döneminde ortalama % 23.5 olan
kalkınma hızına, Celâl Bayar ve Menderes hükümetlerinde çok
yaklaşılmış ve % 20.5’lara kadar varılmıştır. Daha da önemlisi,
refah tabana yayılmış, işsizlik, yokluk, yoksulluk, hastalık ve
cehalet önlenmiş, muasır medeniyetin imkân ve araçları
kullanılmaya başlanmış, 1938-1950 arasında vaki “kapalılık”
fobisi aşılmış, Atatürk’ün “devletçilik” ilkesi ve anlayışına
uygun “karma ekonomi” sistemine geçilmiş ve medeni dünya ile
“karşılıklılık ve eşitlik” kuralına dayalı onurlu bir
entegrasyon gerçekleştirilmiştir.
4. CUMHURİYET’İN AYAK SESLERİ
Ancak, 3. Cumhuriyet fazla uzun
sürmedi. Daha doğrusu sürdürülmedi. Zira, insanlık aleminin
ezel-ebed düşmanları vahşi kapitalist, ateist, Darwinist-pagan,
kökten din ve ahlak düşmanı Fransız fundamentalist ve
emperyalistlerin önündeki tek ve yegâne engel, yani Atatürk
Türkiye’si günden güne gelişmekte, büyümekte ve 12 yıllık mâkus
sürede ABD ve AT/AET ülkeleri tarafından başına musallat edilen
belâ, musibet, felâket ve dahili bedhahlar yoluyla kasıtla
ayaklarına dolanan (ABD ve batı ile bilinçsizce imzalanan)
“antlaşma” nam aykırı prangalardan sıyrılma-kurtulma yoluna
girmekte idi.
Bu zaman zarfında çok büyük eser
ve hizmetlere imza atıldı. Geri kalmışlık, cehalet, içine
düşülen maddi-manevi, ilmi-dini-milli ve kültürel sefalet
aşıldı. Kalkınma, sanayileşme ve gelişme 1938’de düşürüldüğü
yerden maharetle kaldırıldı. Muasır medeniyetler seviyesine
gerçekten ve kesinlikle ulaşıldı. Öyle ki, Türkiye tıpkı Mustafa
Kemal’in hayal ettiği gibi; İleri, çağdaş ve modern bir dünya
devleti oldu. Halk zengin ve mutlu, devlet “BOP ve BİP” gibi
emperyalist uşak ve küresel-evrensel çetelerin icadı sömürü
projelerine “dur” diyecek kadar güçlü-kuvvetli-muktedir bir hâl
aldı. Demokrasi yerleşti. Cumhuriyet gelişti. “Milli Devlet”
ilkesi yeniden hayata geçti. Halk kişilik ve kimliğine kavuştu.
KISKANÇLIK, PANİK VE KORKU
PSİKOZU
Ama, kıskançlık, panik, korku ve
endişeye düşen dahili ve harici bedhahlar (gizli düşmanlar) bunu
çekemediler, hazmedemediler. Saat 9’u 5 geçe başlattıkları
menfur emellerine artık kavuşamayacakları zehabına kapıldılar.
Zira, gelişen Kemalizm, yok olması mukadder kapitalizm ve kan
emici emperyalizmin eceli demekti. Gerçek demokrasi Türkiye’ de
hayat bulmuş ve kalıcı olma yoluna girmişti.
VAHŞİ BATI’NIN KABUSU:
GÜÇLÜ-KUVVETLİ VE KUDRETLİ
TÜRKİYE
Hariçte panik büyüdü. Ya diğer milletler de, “Türkiye gibi
uyanırsa” !.. Veya, “uyanan ve Kemalizm’i örnek alıp uygulayan
devletlerin sayısı çoğalırsa !..” İşte bu, korku, kâbus ve kaygı
yüzünden; İç ve dış düşmanların iştirak, vatana ihanet ve
işbirliği ile 3. Cumhuriyeti kesintiye uğratan ve cumhuriyet
tarihinin en büyük ‘kırılma’ hareketi olan 1960 darbesi
hazırlanarak alçakça uygulandı. İnsan hakları, adalet ve hukukun
utancı, siyasi tarih ve ahlâkın yüz karası ve yeniden karanlık
günlere, yıllar sürecek kâbusa dönüş böylece başladı. Demokrasi
ilga edildi. Muasır ve medeni anlamda gerçek Cumhuriyet son
buldu. Kâbus çöktü ve karanlıklar geri geldi.
ÇOK YAMAN BİR ÇELİŞKİ!
Cuntanın handikabı Atatürk adına
“Atatürk düşmanlığı” yapmış olmaktır.
Bu çok kötü bir tohum olmuş,
sonraları şekillenen ‘türedi zihniyet’ (tanrı uludur, halk
İsmet’in kuludur zihniyeti) devrimbazlık, koyu fanatizm, irtica,
gericilik, yobazlık, ayrışma, bölünme-çözülme, parçalanma gibi
güncel tehdit unsurlarını yeşertmiş ve 1938 karşıdevrimi ile
ekilen nifak tohumlarını amansızca diriltmiştir.
BÜYÜK UTANÇ!..
Sonuç: Kemalizm’in ezeli
düşmanları sözde “Atatürkçülük” adına ve kan dökerek, hırs ve
intikam hislerini tatmin pahasına ülkenin ve milletin kaderine
cebren ve hile ile el koydular. Milli devletin esası ve
sarsılmaz mayası olan ve tam 37 yıl kesintisiz uygulanan
“Atatürk’ün Anayasası”nı Atatürkçülük adına kaldırdılar, ilga
ettiler. Bu ne büyük bir utanç ve yüzkarasıdır bilir misiniz?
Ama onlar asla utanmazlar.
Demokratik seçimle gelmiş
siyasiler ile samimi Kemalist, namuslu ve dürüst vatanseverlerin
tasfiyesi için gerekli finansman dışardan sağlandı. Cumhuriyet
ve demokrasiye ara verildi. 14 Mayıs “Demokrasi Bayramı” derhal
kaldırarak, utanmadan ve bu günün adına “kinâyeten” (kin ve
nefretlerinden dolayı) “hürriyet ve demokrasi bayramı” denildi
!.. Oysa, demokrasi bitmiş ve 3. Cumhuriyet de sona ermiş ve
tekrar Atatürk, Türk İnkılâbı ve ilkelerini hedef alan “karşı
devrim” başlatılmıştır !..
Fazla değil, sadece 9 yıl içinde
(1971) hükmünü fiilen yitiren ve 20 yılda ülkeyi tam bir kaos,
kriz, kargaşa, anarşi, terör, kardeş kavgası, kargaşa ve
felâketin eşiğine getiren 1961 Anayasasına “Milli Devlet”
yerine, tam da plân, hedef ve çıkarlarına uygun (ırkçılık ve
ayrılıkçılığı çağrıştıran) “milliyetçi” deyimi ile zaten
bölünmüşlüğü ifade eden “üniter” (kümenin birleşik biçimi,
çokluğu oluşturan varlıkların birliği) kelimesini koyarak,
günümüzde yaşanan nifak, fesat ve tefrikanın temellerini
attılar.
BÖYLECE:
Çok kısa bir sürede, sadece 45
yıl içinde; Millet iradesi, devlet idaresinden kayıtsız, şartsız
soyutlandı, dışlandı. Devam eden süreçte gerçek anlamda millet
iradesinin, devlet idaresine yansıması olan Demokrat Parti
tarafından 31 Temmuz 1959 tarihinde tam bir eşitlilik, dengeli
ve ilkeli ortaklık ve her hususta mutlak mütekabiliyet
esaslarına dayalı olarak başlatılan AET ortaklık süreci önce bir
süre inkıtaa uğradı.
AET, AB DEĞİLDİR!..
Halihazır dayatma, emir-talimat
ve direktifler çerçevesinde sürdürülen AB uyum ve müktesebata
entegrasyon sürecinin 31 Temmuz 1959 tarihli başvuru ile
uzak-yakın hiçbir ilgisi ve alakası yoktur. O, ekonomik bir
entegrasyon ve piyasa olayı idi. Bu tam tersi.
Daha sonra tamamen karşı tarafın
istekleri baz alınarak, AET’e boyun eğilerek ve hattâ teslimiyet
yolu açılarak (minnet borcu ödenircesine) 12 Eylül 1963’de
Ankara antlaşması imzalandı. İmzalanan antlaşma 1 Aralık 1964’de
yürürlüğe sokuldu ve ülkemizin, önce Kıbrıs bunalımından
başlamak suretiyle özgürlük, hakimiyet ve hükümranlık
haklarından peyderpey taviz verilmeye başlandı.
Milli mevcudiyetin maddi,
manevi, ahlâki, siyasi, ilmi, sosyal ve kültürel temelleri
sarsıldı; 1 Ocak 1996 tarihinde resmen yürürlüğe giren “Gümrük
Birliği” ile hızlanan süreçte milletin en değerli hazinesi olan
kutsal vatan topraklarının yer altı-yer üstü değer, eser,
işletme ve servetleri (özelleştirme yoluyla peşkeş çekilip)
adım-adım kapitalist ve emperyalist düşmana satılmaya başlandı;
(Oysa AB ülkeleri özelleştirme konusunda çok temkinli idi. Bu
uygulamayı çok asgari ve sınırlı tuttular. Ancak, Cumhuriyetin
birikimleri ve milletin öz malını kapış-kapış kapmak için
ülkemize koştular. Şimdi iş tersine döndü. Kriz kapıya dayanınca
özelleştirme yapanlar zararlı, yapmayanlar kârlı çıktı. Bizdeki
gözü dönmüş AB sevdalıları bunu göremediler. Basiret ve beka
gösteremediler. Açıkça oyuna geldiler.)
Ülkenin Atatürk ve Türk İnkılâbı ile aydınlanan istiklâli ve
istikbali karartıldı; Milleti bu hazineden mahrum ederek
“Lozanı” yok sayıp “sevri” getirmek isteyen dahili ve harici
bedhahlar her yanı sardı; Atatürk döneminde ret ve ilga edilen
Masonluk ve misyonerlik (1974 CHP-MSP iktidarı döneminden
itibaren) bütün yurdu kapladı; İstiklâl ve Cumhuriyet tehlikeye
düştü; Ekonomik bağımsızlık fiilen sona erdi.
Ülkemizin iktisadi sınırları
kaldırılarak; Kapitalist ve emperyalistlerin ezeli-ebet oyunu
olan “küreselleşme ve globalleşme” aldatmacası ile memleket bir
sömürge ve açık Pazar haline getirildi. Milli İktisat, Milli
Savunma ve Milli Eğitim politikalarına çok ağır darbeler
vuruldu. Misak-ı Milli sınırları dahilindeki arka bahçemiz
Kıbrıs, Musul-Kerkük, 12 adalar, Selânik davası dumura uğradı,
kırmızı çizgiler yok sayıldı, “Milli Dava Kıbrıs” Rum’un
insafına terk edildi;
BİR AVUÇ ANARŞİST
Bir avuç anarşist, militan ve
menfur terörist devletimizi tehdit eder hale geldi; Huzur,
emniyet, istikrar ve güvenlik kalmadı; Hükümet, adeta teröre
boyun eğdi, Ordumuzun, Jandarmanın ve Polisimizin eli-kolu
bağladı; Komutanlarımız katil ve kansız, insanlık düşmanı
vicdansız teröristlerle el sıkışmak mecburiyetinde bırakıldı;
Ülke-Vatan “demokratikleşme gereğidir” bahanesi ile
paylaştırılmaya kalkışıldı; AB emretti diye Türk milleti ve
devleti aleyhine yasalar dayatıldı; Avrupa korkusu yüzünden
ihanet şebekeleri himaye edilir ve bebek katili beslenir oldu;
SÖZDE DİNDARLARIN DURUMU
Dindarız diyen ve fakat
dini-imanı para olan “aç köpek misali” takiyyeci “din
tüccarları” ve siyasi şirket sahipleri halkı kandırma, aldatma,
yalan-talan, soygun ve vurgunlarını hızlandırdı; Kirli el ve
emel sahibi ‘vicdanı ve irfanı satılık’ menşei karanlık politika
simsarları kapitalist ve emperyalist ABD ve AB’nin emrine girdi;
Ülkenin başbakanı hakkında ABD’ye “atmayın, kullanın” denildi;
Milli Ekonomi IMF’e, milletin kaderi dünkü hasım ve ezeli
düşmanın eline teslim edildi; Bankalara, fonlara, kurumlara ve
soyguncu-vurguncu mafya ve ülkelere hortum bağlandı; Türk hekim,
Mimar ve Mühendisleri, İlim, İrfan ve Fen adamları bir kenara
atıldı; Ülkenin Banka Liman, Hava Alanı ve Sanayi işletmeleri
yabancılara peşkeş çekildi; Bütün imkân, kuvvet ve kaynakları
namüsait hale, acz ve zevale düşürüldü; İç ve dış borç büyüdü,
milli ekonomi “bilerek ve istenerek” örtülü bir kapitülâsyon
sürecine sokuldu.
Her gün “Al Bayrağa sarılı “ŞEHİT” tabutları gelirken;
Milletin bağrından çıkan 58 belediye başkanı, bir kısım
etkilisi, yetkilisi, bürokratı terörist olmuşken; Emniyet
güçleri, ihanet ve şeamet erbabı anarşist, terörist, hırsız,
yolsuz, hortumcu, sahtekâr, kap-kaççı, gaspçı, kaçakçı, ırz
düşmanı ve vatan haini karşısında eli kolu bağlı aciz ve çaresiz
bırakıldı; Dahili hain ve harici düşmanlar tarafından suni
olarak yaratılan terörü yabancı işbirlikçilerin emri ile
siyasallaştırma, affetme ve hainleri legallleştirme çabaları
sürer, sınırlarımızdan 5000 terörist rahatça içeri girer ve Türk
vatanında sanal azınlıklar yaratma niyet ve gayretleri; Mason,
misyoner, din ve ahlâk düşmanı ateist ve pagan faaliyetleri
olanca azgınlığı, hainliği ve bölücülüğü ile hız kazanırken;
Kurucu ve kurtarıcı Atatürk’ün:
“Paramızı, hayatımızı harici düşmanların etki ve saldırısından
kurtarmak, bu millet ve memleketin harici düşmanlara esir
olmasına müsaade etmemek ne kadar lâzımsa; Aynı zamanda ve
onlardan daha fazla bir uyanıklıkla dahili (iç) düşmanlara
(milletin kötülüğünü isteyen ve kötülük için çalışan hainlere),
dahildeki zararlı adamlara da dikkatle bekçilik yapmak ve
onların her hareket ve faaliyetlerini gözden kaçırmamak
mecburiyetindeyiz. Biz, ancak bu gayretle, bu intibahla
çalışarak muvaffak olacağız. Böylece: Bütün dünya Türkiye’nin
saygın varlığına özenecek ve milletimize lâyık ve müstehak
olduğu yüksek mevkii ayıracaktır” (*) biçiminde ‘mutlak riayet
ve mükellefiyeti mucip’ bir hedef ve vasiyetle ülkeyi emanet
etmesine rağmen, menfur AB’nin art niyetli “hain” isteklerine ne
yazık ki boyun eğildi.
BEBEK KATİLİ
Otuz bin küsur insanın katili bu
süreçte idam sehpasından indirilip, adeta misafir haneye
koyuldu. Reva mı? Aziz ve büyük Dinimizin “kasten ve taammüden
öldüreni siz de yaşatmayın öldürün” emrine rağmen tefessüh etmiş
AB’nin dediğini yapmak!.. Ve bu emri yerine getirecek kadar
küçülen, alçalan dönemin muktedir zihniyeti..
Şu geldiğimiz noktada bin türlü ıstırap, meşakkat, mezalim,
endişe içinde “her türlü özgürlük ve bağımsızlığın tükendiği,
namuslu-dürüst, ilkeli, onurlu ve sorumlu vatandaşlar için
‘açlık, yokluk, yoksulluk, esaret ve sefaletin’ fiilen
başladığı, insan hakları, adalet ve hukukun siyasallaştığı,
ülkemizin “Gümrük Birliği anlaşması” ile sömürgeleştiği, halkın
köleleştiği, siyaset ve çoğu sivil toplum kuruluşlarının AB ve
ABD’ye koşulsuz entegre (teslim) olduğu; Ülkemiz, milletimiz ve
devletimizi geleceğe taşıyacak ‘genç nesillere’ çok kötü bir
mirasın hazırlandığı bu durum ve dönemde:
MİLLİ EGEMENLİK VE MÜŞTERİ
MİLLET
“Milli Egemenlik, milli devlet,
milli iktisat, milli eğitim, milli savunma, özgür millet,
cumhuriyet, demokrasi ve bağımsızlık” (?!.) ülkeyi yönetenlerin
“meşruiyeti”, dahil olmak üzere; Adalet ve siyaset kurumları,
partiler ve seçim kanunları tartışılır hale gelmiş
bulunmaktadır. Dahası, bu vahim süreçte sosyal “halk için”
devlet ilkesi unutulmuş, zengini daha zengin; Fakiri daha ziyade
fakirlik, açlık, yokluk, yoksulluk, zillet ve zulmün pençesine
iten-terk eden “işveren devlet-MÜŞTERİ MİLLET” misal ‘insanlık
dışı” sömürü zihniyeti hâkim olmuştur.
Daha da önemlisi 3.
Cumhuriyetten itibaren 45 yıl süren aymazlık ve gaflet ile
haricen uygulanan psikolojik savaş, ajitasyon ve dezinfornasyon
sonucu Türk insanı pasif ve paralize, (tepkisiz) bir topluma
dönüştürülmüş, ekseri medya mütareke sermayesinin emrine
girerek, dahili ve harici bedhahların eline düşmüş, gerçek Türk
vatandaşlarının Demokratik tepki, hak, hukuk ve adalet arama
yolları neredeyse kapanmış ve tıkanmış; Başta Mustafa Kemal
Atatürk olmak üzere, Cumhuriyetin kurucu unsurları tarafından
öngörülen “insan, yurttaş, ayırımsız bütün halk-vatandaş, yani
millet merkezli” eklektizm yerine, epistomolojik ve ontolojik
sistemlerin “para ve sermaye odaklı” kapitalist, çıkarcı ve
emperyalist, insanlık dışı teorileri baz alınmıştır.
Ayrıca, yargı hakim unsur
yönünde siyasallaşmış, Cumhuriyetin denetçi ve Savcıları pasive
edilmiş, Siyaset tekelleşmiş-yozlaşmış-çürümüş, topluma cebren
ve hile ile dayatılan küreselleşme, modernite, globalleşme
yoluyla ideolojik-kültürel saldırılar (psikolojik savaş)
yoğunlaşmıştır. Saldırılarda tek hedef “Türk Milleti ve
İnsanını” bir tarih öznesi olmaktan çıkarmaktır.
Bu sistematik süreç ve bağlamda
insanlarımızın “milli-manevi, ahlâki, siyasal-sosyal ve
kültürel” iradi mücadelesinin gereksiz, anlamsız ve boşuna bir
çaba olduğu “bilinci” genel, sosyal ve toplumsal davranış
kategorisi haline getirmesi amaçlandı. Buna paralel olarak
yozlaşma ivme kazandı. Çürüme, deformasyon, mutasyon ve erozyonu
hızlandırmak amacıyla: Küresel kapitalizm ve emperyalizmden
zarar gören halkın ilmi bilgi ve “milli şuur” yolları kapatıldı.
Milli iktisat politikası terk edilerek maliye IMF ye, Milli
Eğitim ne olduğu meçhul (ajan provokatör kılıklı) yabancı
uzmanlara teslim edildi.
Milli Savunma ise NATO, BM ve AB
güdümüne entegre ve emir kulu olmaya zorlanmakta. Dahası 45
yıldır Türk toplumunun dejenerasyonu için özel Sosyoloji,
siyaset ve felsefe kitapları yayınlandı. Atatürk’ün, “Türk
milletinin milli dini İslâm’dır” demesine rağmen, Türk İnkılâbı
ve İslâm’ın temeli olan lâiklik manâ ve muhtevasından
saptırılarak menfur amaçlar ve milleti dinsizleştirmek için
kullanıldı. Bir yandan “Milli Tarih şuur ve hafızası” yok
edilmeye çalışılırken, diğer taraftan kelime ve kavramlar
üzerinde oyunlar oynanarak nesiller arasındaki denge bozuldu,
aşılması kabil olamayacak uçurumlar yaratıldı. Dildeki bozulum,
erozyon ve kavram kargaşası sonucu demokrasi ve uzlaşma kültürü,
toplumsal iletişim, dayanışma, yardımlaşma, anlaşma ve ‘tek
vücut-yek vücut olma’ kültürü baltalandı. Tevekkeli, temsilde
adalet denilerek demokrasi, yönetimde istikrar iddiası ile
“yönetim kalitesi” huzur, düzen ve insicam bozuldu.
Aslında bu kapitalist ve
emperyalistlerin yolu, menfur strateji ve metodudur. Dünyanın
her neresine adalet adına gittilerse, adaleti; Demokrasi adına
gittilerse demokrasiyi; İnsan hakları adına gittilerse
“hak-hukuk ve adaleti” yok ettiler. Bu bakımdan gerçeğe ve
bilime asıl ihtiyacı olanlarda onlardı. İnsan, millet ve fert
olarak “gerçekte” onların da Mustafa Kemal Atatürk’ün “Türk
İnkılâbının” esas ve ilkelerine ihtiyacı vardı. Bu olmadığı
içindir ki, beyinsel faaliyetleri metalaştı. “İnsani boyut ve
bilgi toplumu” bağlamında en az bizim insanımız kadar, onlarında
akıl ve iradelerinin kurtarılması zorunlu, insani yönden zayıf
ve zavallı hale geldi. insanlık ve uygarlık böyle vahim bir
döneme girmişken, eleştirel-doğrusal bilgi ve objektif düşünce
her zamankinden daha büyük bir gereksinim halini aldı. Bu da,
Atatürk ilke ve “Türk inkılâbının” kısaca “Kemalizm” in evrensel
boyutta “emsalsiz ve tartışmasız, mutlak bir REJİM ve lider bir
DOKTRİN” olduğunu (1950-1960 uygulaması dahil) bütün uluslar
(devletler) için gerekliliğini “tarihi süreç içinde” bir kez
daha kanıtladı.
İşte bu nedenle: Bütün kurum ve kuruluşları ile Türkiye
Cumhuriyeti devleti ve milleti “1.Cumhuriyet” döneminin deneyim
ve kazanımları, ATATÜRK ilkeleri ve Türk İnkılâbı, yani
“Kemalizm’in” ışığı ve yolunda, yorulmadan, milli değer, ilmi
bilinç-şuur ve heyecana sahip “Vatansever duayenler”
önderliğinde Türkiye halkının milli birlik ve beraberlikteki
samimiyetine inanarak ve güvenerek; Şimdi tekrar “ama hukuki ve
demokratik” bir mücadeleye “halk hareketine” başlamak zorunda ve
durumundadır. Bu mücadele, kimseyi yüceltme ve karalama derdiyle
değil, sadece “milli dava Kemalizm” misyonu ve “Türk İnkılâbı”
vizyonu dahilinde olmak ve bu kapsamda kalmak zorundadır. Yani,
yeni, bilinçli ve, “1960’dan günümüze doğrudan iktidar olmuş
veya dolaylıda olsa bu iktidarlar içinde yer almış, deformasyon,
dumur ve dejenerasyona uğramış, yozlaşmış, kapitalist ve
emperyalist unsurlarla iç içe girmiş, her zerresine haram, yalan
ve talan bulaşmış parti ve parlâmenterler dışında” büyük bir
halk hareketi biçiminde oluşmak ve netice almak zorundadır.
Günümüz Türk yurttaşı, ülke'nin
kasıtla-bilerek, inatla sürüklendiği bu kritik noktada;
Vatansever-Kemalist, “Cumhuriyetçi-Demokrat” onurlu-sorumlu ve
özgür insanlar olarak, ülkeyi uçurumdan çekmek, çıkarmak,
kurtarmak ve günümüzün Ali Kemalleri ile diğer dâhili ve harici
bedhahlara dur demek zorundadır.
Çıkış noktası: Gerçek
vatansever, Kemalist ve milliyetperverler olarak; İnsanlığın,
bilimin ve bilincin evrensel değerlerinin Türkiye ve Türk halkı
ile tekrar bütünleşmesine engel olan her türlü çıkarcı,
işbirlikçi, siyasal, sosyal, kültürel hortumcu ve Küresel
kapitalizme Ülkeyi peşkeş çekenlere karşı: “Namuslu, dürüst,
ilkeli, onurlu ve sorumlu, basiretli ve bilge, çalışkan ve
üretken birey, gerçek insan sıfatıyla” cevap ve alternatif
olmayı ve ülkemize çöreklenerek halkın kanını-canını iliklerine
kadar sömüren ‘vahşi kapitalist ve emperyalistleri’ kovmayı
vazgeçilmez bir şart olarak kabul etmektir.
Sevgili Vatansever insanlarım,
bu yolda ve bu uğurda; Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü asla
unutmayınız. Çanakkale ruhu ile ruhlanan ve istiklâl savaşı gibi
bir büyük efsaneyi bu onur ve ruhla yaratan Kuvva-i Milliye,
Müdâfaa-i Hukuk Hareketini hatırlayınız. Bu ülkenin
Vatanseverleri; Mustafa Kemal Atatürk'ün yoluna baş koyan:
Namuslu, onurlu, ilkeli ve
dürüst gerçek anlamda “milli devlet” ve Kemalizm’den yana olan
“namus borcu, kumar borcu bulunmayan” alnı ak, yüreği pek,
vicdanı hür, irfanı hür, boğazından haram lokma geçmemiş “GERÇEK
İNSANLARIN” kendini millete adayan ve vatan-millet, hürriyet,
adalet ve hakimiyet-istiklâl yoluna baş koyanların etrafında
örgütlenin. Ve gelin hep beraber yeni, demokratik hak, adalet ve
hukuka dayalı beyaz ihtilâli oluşturalım, günümüz Ali
Kemallerine karşı duralım ve yeniden ATA’ nın emanet ve vasiyeti
olan CUMHURİYET’ i kuralım.
Fakat, eğer, her şeye rağmen bu
utanç verici hale rıza göstermek niyet, gaflet ve dalâletine
düşmüş olanlar varsa ve/veya bir okuyucu olarak siz eğer böyle
iseniz biliniz ki, her hangi bir “geleceğiniz” (?) olmayacaktır.
Amma, yeniden hür, hakim, özgür, onurlu ve hükümran olmak
istiyorsanız: YENİDEN:
“YA İSTİKLÂL, YA ÖLÜM”
demelisiniz.
Milli Devlet; Hürriyet ve istiklâlimize, dolayısıyla
“Türk’ün insanca yaşamasına” hayır diyen, kendince azimli,
kararlı ve sabırlı, onursuz, insanlık dışı, hain ve alçak dahili
ve harici düşmanlarca “delikten süpürülmek ve “İkinci Ergenekon”
Anadolu’dan kovulmak veya mahvolmak yerine; Bu şuursuz ve
çılgınca gidişe gem vurmak, tam bir azim, irade ve kararlılıkla
“DUR” demek bir insanlık, onur ve namus borcudur.
Unutmayınız ki, namuslu ve
dürüst insanlar da, en az hırsız, arsız, yolsuz, soysuz ve
namussuzlar kadar cesur, atılgan, çalışkan ve cesur olmadıkça bu
vatan kurtulamaz. Devlet, harici (bedhahlar) ihanet şebekeleri
ile dahili (bedhahlar) yerli işbirlikçiler konum ve durumundaki
çetelerden kurtulamaz.
Yozlaşmış, çürümüş ve kokuşmuş
rejimin “rüşvet, iltimas, yolsuzluk, soysuzluk, gasp, irtikap,
suistimal, kap-kaç, kaçakçılık, sahtecilik, hortumculuk, kayıt
ve kapsam dışılık, ayrıcalık, imtiyaz ve dokunulmazlık gibi
insanlık, ahlâk, cumhuriyet ve demokrasi dışı” alışkanlık, adet
ve haram-haksız kazanç yolları tıkanamaz. Nihayet, doğrusal
yönde iş gören açık, saf, temiz, dürüst ve şeffaf hükümetler
kurulmadıkça; Devlet idaresinde millet iradesi hakim kılınamaz;
Süratle yayılan ahlâksızlık, edepsizlik ve şerefsizlik
önlenemez.
Şu anda siyasette, medyada, kamu kurum ve kuruluşları ile
bazı sektörlerde ve bürokratik oligarşide ‘hakim unsur’ olarak
yuvalanan, hayasızca ve sorumsuzca davranarak kendilerini ve
ülkemizi kullandırmayı yeğleyenlerin iktidarında, bölücü
anarşist ve terörist yandaşı, yatakçı ve destekçilerinin
ülkemizi bir baştan bir başa, pervasızca dolaşmasına göz
yumulduğu ve fakat teröre karşı şanlı bayrağımızın altında öfke
ve tepkimizi dile getirmemizin dahi mümkün olmadığı, millete ait
kal-â’ların hile, haksız işgal ve desise ile tek-tek düşürüldüğü
böyle vahim bir dönemde “ulusal egemenlik, hürriyet, hak, adalet
ve özgürlük” için çok daha görkemli ve bilinçli bir mücadele
vermek gerekmektedir.
Aksi taktirde, 27 Mayıs darbesi
ile açılan “Lozan’ı ilga ve Sevr’i ihya” yolunda, bütün ‘milli
güç, irade ve engelleri” çiğneyerek ilerleyen; Gümrük Birliği
anlaşması ile iktisadi sınırlarımızı kaldıran, ülkemizi bir
‘Açık Pazar’ serbest sömürü alanı, manda ve müstemleke haline
getirmeyi amaçlayan; Milli dava Kıbrıs’tan vazgeçen, Kerkük’ de
kırmızı çizgileri sorumsuzca silen, Ege, Kırım ve Musul
üzerindeki haklarımızdan geri adım atan, Türk dünyası ve Balkan
politikalarında pasifleşen ve bütün uluslar arası çıkarlarından
ABD ve AB lehine feragat eden, gayri Milli ve gayri Müslim
“mütegallibe” er veya geç bu menfur yolda muvaffak olacaktır.
Dip dalga ve “gerçek derin
devlet” sıfatıyla Milli hâkimiyet ve milli menfaatleri koruma
yükümlülüğünü doğal olarak üstlenen ve % 5’e karşı % 95’le kahir
ekseriyeti teşkil eden “MİLLET”, milli rejim Kemalizm, (medeni
siyaset) Atatürk ilke ve Türk İnkılâbının müktesep hak, hukuk ve
esaslarına sahip çıkmak ve yeniden hayata geçirmek zorundadır.
“Asıl önemli olan ve memleketi temelinden yıkan, halkını esir
eden, içerideki cephenin suskunluğudur” diyor, Mustafa Kemal
Atatürk.
Bunu unutmayalım. Türk Milleti
için asla esaret ve sömürü bir kader olamaz.
Şimdi ses vermek ve “olanca gücümüzle” haykırmak zamanıdır:
ÖZELLİKLE!.. 2008 yılı itibarıyla duçar olduğumuz ekonomik
kriz, eğer Milli Siyaset yolunda yürünseydi ülkemizi asla
etkilemezdi. Teoride Türk İnkılâbı anlaşılıp, samimiyet ve
sadakatle uygulansaydı milletin sayısı 40 milyona varan kahir
ekseriyeti fakirlikten ve yoksulluktan kırılmazdı. Ve büyük
Önder Atatürk’ün: “Bütün dünyanın Müslümanları, Allah’ın son
Peygamberi Hazreti Muhammed’in gösterdiği yolu takip etmeli ve
O’nun verdiği talimatlar, tam olarak tatbik edilmeli. Tük
İslâmiyet’in hükümleri, olduğu gibi yerine getirilmeli. Zira
ancak, bu şekilde insanlık kurtulabilir ve kalkınabilir” (Ankara
Gönül Erleri, Sıddık Demir, Ankara-2000) Biçimindeki son emanet
ve vasiyetine uyulsaydı, şimdi Türkiye Cumhuriyeti dünyanın en
güçlü, zengin ve müreffeh devletleri arasında olurdu.
Şimdi gelin; Yeter artık,
“YETER, SÖZ MİLLETİNDİR”diyelim!..
Aziz Milletimizin bu
haysiyetsizlikleri daha fazla taşıması mümkün değildir!
Bu kadar zûl, zulüm, hor-hakir
görme ve işkence eşyanın tabiatına aykırıdır.
Amma!.. Hiç kuşkunuz, endişeniz,
korkunuz olmasın; Elbette bir gün zalimler;
GELDİKLERİ GİBİ GİDECEKLER..
YARARLANILAN KAYNAKLAR:
1. Atatürk’ün Söy. ve Demeçleri, Cilt: 1, 1952-Türk İnkılâp
Tarihi Enstitüsü Yay.132-133
2. Gizlenen Rejim Kemalizm, Tanı Yayınları-2005, Tayyip
Yelen
3. Globalleşen Dünyada AB Kapısında Türkiye İçin Çağdaş
Çözüm, Tanı Yay.-2005, H.Aksu
4. Atatürk’ü Tanımak ve Anlamak, Anayurt Yayınları- 2004,
Behzat Şaşal
5. Tek Çare Kemalizm, Tanı Yayınları-2006, Süleyman Akdemir
6. Seni Anlasaydık Bu Hale Gelmezdik, Akasya-2005, İbrahim
Candan
7. Küresel Almanak, Tanı Yayınları-2006, Mustafa Nevruz
Sınacı
8. Hedefteki Müslüman Halklar ve İslâm, Kül Sanat
Yayıncılık-Ankara, 2005 Yusuf Küpeli
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
53 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
Mustafa Nevruz SINACI
|
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ |
- SABİT ÜCRET REZALETİ
- Gazeteci-yazar Cengiz Önal (Tarakçıoğlu)
Türk (!) Telekom’dan yüksek derece bir memuriyetten emekli... 27
Kasım’da “Sabit Ücret İadesi”ni konu alan bir makale yayınlamış.
İki sayfadan ibaret yazıyı üzüntü, ibret ve dehşetle okudum.
Cengiz Önal özetle;
- “Son günlerde Telekom’un sabit
ücret iadesi haberleri ayyuka çıktı.
- Özellikle sanal ortamda yayılan
ve aslı astarı olmayan bilgiler oldukça rağbet görmeye başladı.
Telekom, güya abonelerinden aldığı sabit ücreti iade ediyormuş.
İnternet haberlerine göre; başvurduğunuzda sabit ücret karşılığı
olarak 820.-YTL alıyorsunuz. Bir tüketici derneği şubesine
gittim. Görevli konuyu açıkladı. Buna göre: Son aya ait sabit
telefon faturanızı veriyorsunuz, dernekte size bir form
dolduruyorlar. Karşılığında eğer yanınızda varsa (bunu özellikle
belirtiyorlar) 10.-YTL hizmet parası alıyorlar. Peki, sonra ne
yapıyorsunuz?
- Doldurulan belge ile ilçeniz
Tüketici Hakları Hakem Heyeti’ne başvuruyorsunuz. Büyük bir
ihtimalle lehte çıkacak karar Telekom’a bildiriliyor. Siz de
gidip söz konusu parayı alıyorsunuz. Böyle söylüyor ve
Telekom’un bir üst Tüketici Mahkemesine gidebileceğini ve
buradan aleyhinize karar çıkması halinde Telekom’a 140.-YTL
civarında bir avukatlık ücreti ödeme riskiniz olduğunu da
hatırlatıyorlar” diyor ve soruyor: “-Kazanılan davaya karşılık,
sabit ücret iadesi alan var mı?, -Geriye doğru neden on yıllık
ödeme? 20-25 yıllık abonelik ne olacak?, -Ferdi başvuru mümkün
değil mi? Neden bir derneğe başvuruluyor?’
- İki yıl kadar önce konu yine
gündemdeydi. İlgilendim ve elimdeki bilgileri gazetemin
yetkililerine verip gerekli başvuruyu yapmalarını önerdim.
Yaptılar. Kısa bir süre sonra Telekom cevabı yapıştırıverdi.
Beykoz’daki işçinin kazandığı dava işe yaramadı. Telekom bir üst
mahkemede açtığı davadan bahisle, alınan ücretlerin, sabit
hatların sürekli açık tutmak için yapılan masraf karşılığıdır
gibi bir yığın gerekçe göstermiş ve herhangi bir aboneye böyle
bir ödeme yapılmayacağı hususunda karar almıştı. Sonuçta
avukatlar takipten vazgeçtiler.
- Olaydan belki beş yıl kadar önce
aynı haberler cep telefonları için yayılmıştı.
- Aynı firmaya ait üç adet
aboneliğim vardı. Önce Tüketici Hakları Hakem Heyeti’ne
başvurdum. Lehime çıkan kararı aldım. Araştırdım. Sonuçta yerel
Tüketici Mahkemesi’ne gittim. Epey gayret gösterdikten sonra
olayın takibinden vazgeçtim. Neden mi? Anlatayım:
- Elinizdeki Hakem Heyeti
kararıyla Tüketici Mahkemesi’ne gidiyorsunuz. Diyelim ki davayı
kazandınız. Mahkeme kararını alıyor ve Telekom gayrimenkulünün
bulunduğu bir yer tespit ederek, ilgili İcra Müdürlüğü’ne
başvuruyorsunuz. Muhatap itiraz ediyor. İnatla ve haklı olarak
ısrar ediyorsunuz. Hesap düzeltmesi isteniyor. Sabırla bekliyor
ve hesabın yanlışlığı konusunda üst mahkemelere gidiyorsunuz.
Tekrar bilirkişi tayini, ardından başka duruşmalar. Adaletin
gerçekleşmesine sabır ve gücümün yetmeyeceği kanaatiyle
vazgeçtim. Muhatabın imkânları, benimkine göre sınırsız. Ben,
olayı avukatsız götürmeye çalışırken, Telekom bir Avukatlar
ordusunu seferber ediyor. Zira davayı kaybetmesi halinde
kasasından çıkacak para büyük. Bunun için elbette elinden geleni
yapacak!..”
- Sayın Önal’ın makalesine www.cengizonal.blogspot.com
adresinden ulaşabilirsiniz.
- Netice ve çare: Öncelikle mesele, milyonlarca insanı
ilgilendiren vahim bir adalet, hak ve hukuk sorunu
olup;.Uygulama biçimiyle sabit ve cep’te mezkür ücret, herhangi
bir hizmet, avans yahut mahsuba taalluk etmediğinden haksız,
gayriahlâki ve hukuksuz; Emsal karar ise yerinde ve doğrudur. Şu
hale nazaran: Milyonlarca insanı mahkeme kapılarına yığarak
zulüm, israf ve yargıda yığılıma neden olmaktansa; Türk Medeni
Kanunu hükümleri gereği Bakanlar Kurulu, dava ehliyetini haiz
bir kurum (Sendika, Siyasi Parti, Vakıf veya Dernek) Cumhuriyet
Savcı’sı; Yahut re’sen bir üst mahkemenin “teşmil” kararı ile
sorun kökünden halledilebilir.
- Şimdi soruyorum: Neden? Dava ehliyetini haiz bunca kurum
veya Bakanlar Kurulu bir teşmil kararı almıyor, aldırmıyor da,
millete haksız yere zulmedip insanları süründürüyor?
- Hani? Adaletli, faziletli, sosyal hukuk temelli, umur-u
devlet nerede?
- Bizim Başbakan R. T. Erdoğan ‘Nuşirevan” kadar
dahi, adaletli değil mi?..
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
54 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
Mustafa Nevruz SINACI
|
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ |
- TERÖR ÖRGÜTÜNE 10 MİLYON EURO
- Bakan Mehmet Ali Şahin "PKK'ya tavır almazsanız
küçük düşersiniz" diyor.
- Edilen sözün sebebi hikmeti şu: “Belçika'nın,
1996 yılında 'Sputnik Operasyonu' ile el koyduğu 10 milyon
Euro'yu şimdi bölücü terör örgütü PKK'ya iade etme ihtimali..”
- İhtimalin ötesinde; İadeye makul bir kılıf
bulunması veya bizim deyimimizle ‘kitabına uydurulması’ halinde
bu para terör-tedhiş örgütüne bal gibi gidecek ve Mehmetçiğe
karşı mermi olup gelecek. Olay 06 Ekim 2008 günü basına sızdı.
Ertesi gün AB, üç gün sonra, 11’inde de Türk ve dünya kamuoyu
(medyasında) yer aldı. İlk tepki doğal olarak konuyla doğrudan
ilgili ve hukuki muhatap, Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’den
geldi. Şahin, Belçika'da Operasyon ile El Konulan PKK Terör
Örgütüne Ait 10 Milyon Euro'nun Örgüte İade Edilme İhtimalinin
Belirmesine Sert Cevap Verdi. İşte o “SERT CEVAP!..”
- Karabük'ün Safranbolu ilçesinde 10-12 Ekim
tarihleri arasında yapılan Uluslararası 9. Altın Safran belgesel
Film festivali etkinliklerine katılmak üzere gelen Adalet Bakanı
Mehmet Ali Şahin, Belçika'da operasyon ile el konulan PKK terör
örgütüne ait 10 Milyon Euro'nun örgüte iade edilme ihtimaline
dair bir gazeteci tarafından sorulan soruya sert cevap verdi:
- "Avrupa Birliği ve üye
ülkelerini bu bağlamda küçük düşürücü tavır olur"
- Şahin devamla: “Biraz önce yolda
öğrendim. Büyükelçimizden aldığımız bilgi kadarıyla, Belçika bu
parayı, bu konuyu Lüksemburg'a devretmiş. Henüz bana anlatıldığı
kadarıyla kesinleşmiş bir karar yok. Türk Dışişleri, bu konuyu
diplomatik yoldan çözmek ve engellemek için yoğun bir çaba
içinde. Adalet Bakanlığı olarak bize bir görev düşerse yerine
getiririz. Bu tamamen Dışişlerimizin ve büyük elçiliğimizin
takip edeceği bir konu…
- Özellikle AB ülkelerinin ve
AB'nin PKK'nın terör örgütü olduğuna dair kararın arkasında
durmalarını ve teröre destekleyen yayın organlarına para
aktarımı ile ilgili bir takım tasarruflara mani olmalarını,
Türkiye olarak bekliyoruz. Aksi halde AB ve üye ülkeler tutarsız
bir tavır sergilemiş olurlar ki bu, AB ve üye ülkeleri, bu
bağlamda küçük düşürücü bir tavır olur. Bir saat önce
büyükelçimiz Fuat Bey'den aldığım bu bilgiler, bu
istikamettedir. Bu konuyu yakından takip ediyorlar" demiş…
- BAKAN ŞAHİN " SİNEMA
YÖNETMENLERİNE GIPTA İLE BAKIYORUM"
- Bakan Şahin, daha sonra Bağlar
semti Arslanlar Kültür Merkezi'nde yaptığı konuşmada da,
"Siyaseti seçmemiş olsaydım, belgesel film festivaline katılan
yapımcı arkadaşlardan biri olabilirdim" dedi ve devamla:
"Safranbolulu olmak bir ayrıcalıktır. Ama her ayrıcalığın bir
sorumluluğu var. Safranbolulular bu sorumluluklarının gereği
olarak bugüne kadar tarihi varlıklarını korudular. Onların yok
olmaması için önlem aldılar. Ben sinema sanatını evrensel bir
sanat olarak görüyorum. İnsanoğlunun birbiriyle şu anda çok iyi
anlaşabileceği iki lisan var. Birisi kültür, sanat diğeri
spordur, eğer siyaseti seçmemiş olsaydım, ben de bu festivale
katılan yapımcılardan biri olabilirdim” dedi ve daha sonra
festival meşalesini yakan "Asya Rüzgârı 21" Japon grubu kimono
defilesini izledi.
- ŞİMDİ BAKAN’A SORULUR:
- On milyon euro kaç mermi, ne
kadar mühimmat ve teçhizat eder? Anarşi, terör ve tedhiş örgütü
için kaç lejyonerin maaş ve masrafını karşılar? Bu hain
tahkimatın Türk Ordusu, masum ve mazlum halkı ile güvenlik
kuvvetlerine tevcihinin maliyet ve tahribatı ne olur?
- Bakan ‘paranın iadesi halinde’ Belçika ve AB’nin ‘küçük
düşeceğini” söylüyor.Ya önlem alınmaz ve ‘ne pahasına olursa
olsun, bu devasa miktar nakdin örgüt eline geçmesi’ halinde
Türkiye’nin düşeceği durum!
- AB zaten pişkin, çok standartlı,
ikiyüzlü, kalleş ve kancıktır. ABD’de öyle değil mi?
- Şu hale nazaran Türk hükümeti ilke, umur-u devlet onuru,
görev ve sorumluluk idraki ile hareket ederek “her ne pahasına
olursa olsun” bu iade ve intikali önlemek mecburiyetinde midir,
yoksa değil midir? Mesela bir Japon için bu, “Sorumluluğun
mutlak gereğidir” .
- Türk’e ise: “Daha sert cevap vermek ve icabında Osmanlı
Tokadı” atmak yaraşır.
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
55 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
Mustafa Nevruz SINACI
|
Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ |
TÜRKİYE İÇİN BAŞKANLIK SİSTEMİ
İçinde bulunduğumuz konjonktür, her kesin ve her
kesimin ‘eğri otursa bile’ doğru konuşmasını zorunlu
kılmaktadır. Zira Türkiye 48 yıldır sistematik olarak sürdürülen
çürüme, çürütme ve yozlaştırma politikaları sonucu siyaseten
çökmüş, ekonomik ve sosyal bağlamda ise fevkalade büyük bir
tahribata uğratılmıştır.
Bu erozyon sürecinde en çok tartışılan konuysa
siyasettir.
Zira siyaset geleneksel ve doğal sınırlarından
sapmış, reddimiras etmiş, tarihi temelleri sarsılmış, dengeleri
bozulmuştur. Şimdi yeniden yapılanma, medeni siyasete dönme ve
tarihi, kadim temeller üzerine tekrar oturma zamanıdır.
Gerçek şu ki; Aslında Türkiye Cumhuriyetinin
kuruluşundan bu güne değin uygulanan sistem de-facto (örtülü)
başkanlık sistemidir. Merhum ve müstesna Mustafa Kemal Atatürk
de zaman zaman “ben Türkiye Cumhuriyetinin Başkanıyım” gibi
sözlerle bu hususu teyid eden ifadeler kullanmıştır. (AOÇ,
Amerika Büyükelçisiyle görüşme) İnönü, Cumhurbaşkanlığı
süresince despotluk ve diktatörlük derecesinde hükümran olmuş;
Celal Bayar Menderes’in etki alanında kalmış; 1960’dan sonra ise
giderek Başbakanlığın ağırlığı artmıştır.
Değişen ve dönüşen dünya düzeni de bunu gerekli
kılmaktadır.
Örneğin: Bu gün için AB kralları veya
Cumhurbaşkanları sadece semboliktir. İstisnai durumlar hariç bu
kral ve cumhurbaşkanlarının her hangibir ağırlığı, etkinliği ve
belirleyiciliği kalmamıştır. Şu kadar ki; Sağlam ve sağlıklı bir
başkanlık sisteminin bizdeki temelini teşkil eden ‘bağımsız
yargı’ ve ‘bağımsız yasama” ayaklarının güçlü, onurlu ve
sağlıklı bir biçimde oluşması zorunludur. Bu güne kadar
kamuoyunda vaki sistemle ilgili tartışmalar ise, ABD başkanlık
usulünü baz aldığı cihetle ilmi olmaktan uzak, duygusal ve
spekülâtiftir.
BİZE UYAN SİSTEM:
Devlet Başkanının iki dereceli
olarak (birinci turda %50'den yukarı en fazla oy alan; ikinci
turda asgari % 50 + 1 oy almak şartıyla) halk tarafından
doğrudan seçileceği, kuvvetler ayrılığı ilkesinde "yürütmeyi"
temsil ve ilzam edecek ve güçlü, kararlı ve istikrarlı bir
sisteme kısa sürede geçilmesi; İnsan hakları, adalet, hukuk,
çevre şart ve emsalleri ile kamu yararı ve halk menfaatleri
yönünden gerekli ve zorunludur. Zaten Cumhurbaşkanlığı seçimi
ile ilgili olarak yapılan Anayasa değişikliğide bunu muciptir.
Sistem üzerinde kesinlikle yozlaşma ve dejenerasyona kapalı
“soylu” bir model oluşturulmalıdır. Seçilen model yine de halkın
bilgi ve tasvibine sunulmalı ve en geniş anlamda tartışıldıktan
sonra bir Anayasa değişikliği ile yürürlüğe konulmalıdır.
Burada tek, vazgeçilmez ve ödün
verilmez amaç: Adalet ahlakı ilkesi ve demokrasi esaslarının
mükemmel bir biçimde uygulanması ve millet iradesinin devlet
idaresinde en etkin biçimde yansımak suretiyle temsil
edilmesidir. Bu amaçla tek çare olan ve farklı bir modeli ABD’de
de uygulanan "milli delege sistemi" ihdas olunarak; Siyasi
Parti, diğer siyaset kurumları ve Sivil takip, kontrol ve
denetim unsurlarının (STK-Enciyo) yozlaşması-dejenere olması ve
katılımcı demokrasi" nin önünün kapanması yasal düzenlemelerle
önlenmeli ve yargı erk’ i buna göre hukuken tahkim edilmelidir.
Zira, halkın rıza, muvafakat ve
iradesine dayanmayan, kahir ekseriyetin özgür iradesi ile samimi
katkı ve katılımını yansıtmayan, demokratik olmayan, adalet,
ahlâk ve hukuk normlarına uymayan hiçbir uygulama meşru
değildir. Halka rağmen, geniş halk kitlelerini ve ülkenin
geleceğini ilgilendiren konu, konum ve alanlarda tasarrufta
bulunan kurum, kuruluş ve hükümetler de asla meşru olamazlar. Bu
sınırların çok net ve belirgin olarak çizilebilmesi ve
uygulanabilmesi için; Mustafa Kemal ATATÜRK’ ün “kuvvetler
birliği anlamında” tanımladığı ve fakat mutlak surette
“kuvvetler ayrılığını ifade eden” esas ve ilkesi hayata
geçirilmeli, bu usul, esas ve ilkeler muvacehesinde: Öncelikle,
mutlaka ve acilen “Adalet ve Hukukun” bağımsızlık ve
tarafsızlığını teminen gerekli düzenlemeler birinci aşama olarak
derhal yapılmalıdır. Aksi takdirde, üç kâğıtçılar denen
(Borsa-Döviz-Faiz) ile şer ve şeytan üçgeni olarak adlandırılan
(Medya-Mafya-Siyaset) sultası kırılamaz.
Bünyesinde rüşvet, iltimas,
hırsız, yolsuz, su istimal erbabı, sahtekâr, anarşist, terörist,
alçak, namussuz ve nesebi gayri sahih dönme ve ihanet şebekeleri
barındıran; Özgürlük ve güvenlik sorunu yaşayan bir toplum asla
“devlet” olamaz. Demokrasiyi kuramaz. Yaşatamaz. Hak, adalet ve
objektif hukuku hakim kılamaz. Çürüme ve yozlaşma önlenmedikçe
başkanlık sistemine geçemez, devlet denetimi, adalet-hukuk,
liberal (serbest piyasa) ekonomisi, dürüst rekabete dayalı
“demokrasiyle özdeş” ekonomik, sosyal ve siyasal kurumları
hayata geçirip, gerçekleştiremez. Bu aşamada ilk yapılması
gereken icraat: Temizeller operasyonudur.
Başkanlık sistemine ilişkin altyapının
oluşturulup, geliştirilmesine paralel olarak; Devlet asli
görevlerine çekilmeli, Maliye, Adalet, İç ve Dış
Güvenlik-Savunma-Denetleme ve Düzenleme dışında yer alan diğer
alan ve sektörlerden sür’ atle çekilmelidir. Esas itibarıyla
bunun alt yapısı yıllar önce bizzat Mustafa Kemal ATATÜRK
tarafından “geleneksel çizgide” hazırlanmıştır. Buna göre:
Orijinali 1. Celâl BAYAR Hükümeti (1936) ve Aziz ATATÜRK' e ait
Parti Programında, (1946-1960) Devletin içinde bulunduğu durum
ve halkın çektiği sıkıntı ve mahrumiyetler dikkate alınarak;
Özel sektörün muktedir olamadığı ve giremediği alanlarda, "Vakti
zamanı gelince özelleştirilmek ve kamu yararına hizmet üretmek"
amacıyla kamu kurum ve kuruluşu niteliğinde iktisadi
teşebbüsler ve işletmeler teşkil edilmiş; bunların pek çoğu
bizzat Atatürk (Sümerbank, Etibank v.d.) bir bölümü de DP
tarafından kurulmuştur. Bu meyanda ve program gereği ilk
özelleştirme de yine DP tarafından yapılmıştır. 1960 darbesi
olmasa idi, DP' nin niyeti en geç 1963-1970 arası özelleştirmeyi
tamamlamaktı. Dolayısıyla, Atatürk ve Milli Mücadele (gelenek)
çizgisinin “çağ ötesi bir basiret ve beka eseri olarak terekküp
ve teşekkül eden politikalar bağlamında” tek siyaset kurumu olan
DP, devletin "çok zorunlu alanlar dışında" ticaret, sanayi ve
üretim sektöründe rol almasına tarihen karşıdır. Bu nedenle:
DEVLET; Asli fonksiyon ve unsurları olan Adalet, İçişleri,
Dışişleri, Güvenlik, Denetim ve Kamu Maliyesi ile "Sosyal Devlet
İlkesinin zorunlu kıldığı" alanlar dışında hareket etmeyecek ve
kesinlikle faaliyet gösteremeyecektir. Yani, tüccarlık
yapamayacak; iyi bir düzenleme, destekleme ve denetleme (3D)
mekanizması teşkil ederek namussuz, ahlâksız, dessas ve halk
düşmanı, çok standartlı, spekülâtör, sansasyonel, stokçu ve
sömürücü, kan emici, (bazı) tüccar nam insanlık düşmanlarına da
asla fırsat vermeyecektir. Yurt içi Tekelleşme ve tröstleşmenin
kesin olarak önüne geçecek ve “serbest rekabeti” üretici-
tüketici lehine; Aracı, tefeci, stokçu, fırsatçı, sömürgen ve
komisyoncu aleyhine, sektörleri “namuslu-dürüst, temiz ve
şeffaf” olmaya mecbur eden bir sistem kurarark yürütmek zorunda
olacaktır. Ancak, dengeleyici, düzenleyici, denetleyici ve
haksız rekabet karşısında "en aziz varlığımız olan insan
unsurunu koruyucu" müdahale hakkı saklı tutulacaktır. Örnek:
Eğitim, Sağlık ve Sosyal Güvenlik. Çok sıkı takip, kontrol ve
denetim her alanda esastır.
“Kimsesizlerin kimsesi ve sahipsizlerin sahibi devlettir”
ilkesiyle devlet Türk halkının onur, erdem ve insanlık davasına
yakışan, vahşi kapitalizme karşı çıkan bir usul ve esasa
oturtulmak zorundadır. Başkanlık sisteminden amaç, her adım ve
evrede “insani boyut ve bilinç toplumunun” asla göz ardı
edilmemesidir. Dünyadaki aykırı örneklerin aksine Türkiye
devleti insan odaklıdır. Her insan bir devlettir felsefesi
temelinde yükselir. Devlet, insana hizmet, güvenlik, zenginlik,
mutluluk, sosyal şart, eşitlik adalet ve hukuk” için vardır.
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
56 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
Rıza HARDAL |
Rıza HARDAL HAYAT HİKAYESİ |
- BİR GÜN
-
- Can iğini ten yününden
- Sarar kirmen,ular bir gün.
- Sulu yalçınlar önünden
- Açılar gül solar bir gün.
-
- Gül dalna bülbül konar
- Diken güle vermez zarar
- Suna saçın baştan tarar
- Saçlarını yolar bir gün.
-
- Dünya oyur bir gün harap
- Ne gül kalır,ne de turap
- RIZA sebep olan harap
- Gözlerine iner bir gün.
-
- Kutret kazanı kaynama
- Katılmış seyreder ona
- Ecel kolunu boynuma
- Habersizce dolar bir gün.
-
- Acı tatlı yenmez olur
- Yalan gerçek denmez olur
- Hep kesilir sular bir gün
-
- RIZA sözlerini bitirir
- Bülbül gülünü yitirir
- Dört mişi alıp götürür
- Gelmediğe döner bir gün
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
57 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
Rıza HARDAL |
Rıza HARDAL HAYAT HİKAYESİ |
- YİNE YERİMDE SAYARIM
-
- Dokuz aylık yoldan geldim,
- Hem ağladım hem güldüm.
- İnsan olduğumu bildim,
- Yine yerimde sayarım.
-
- Doğuş yaştan altmışa denk
- Güller açar benek benek
- Taa uzaklar yakına denk
- Yine yerimde sayarım.
-
- İnsanlara baktım gitmiş,
- Meyvelerim dalda yetmiş,
- Yaşım elli altmışı bulmuş,
- Yine yerimde sayarım.
-
- Aşka sevdaya doymadım
- Azları çoğa koyamadım
- Hızlı gittiğimi sandım
- Yine yerimde sayarım.
-
- Ömrüm geçti Ah çekmekle,
- Gözlerimden yaş dökmekle,
- Felek belimi bükmekle,
- Yine yerimde sayarım.
-
- Ben bu hallerime şaştım
- Hayalden hayale düştüm
- Eşe dosta kavuşmadım
- Yine yerimde sayarım.
-
- Çok çalışıp fazla koştum
- Boranlı dağları aştım.
- Taa üst kattan yere düştüm,
- Yine yerimde sayarım.
-
- HARDAL'ım der acep nettim
- Nice kervanları güttüm
- Şu dünyada nöbet tuttum
- Yine yerimde sayarım.
25.05.1989
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
58 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
Özkan KARACA |
Özkan KARACA HAYAT HİKAYESİ |
HÜZÜN YAĞMURU
Genç adam gecenin karanlık örtüsünde
ruhunun hazin yankısı çığlık kopartarak sahilde yürüyordu. Dilinde
dökülen özlem ve söylemler uzaklığın kanlı deresine itilmişti.
Dişinde sıkışan kırgınlıkla hayallerinin fotoğrafı karanlığı
ısırmıştı.
Seni diyordu genç adam ‘ - Seni
geleceğimin atlasına gül olarak ekmiştim, günlerin başaklarında seni
görmüştüm, canım seninle cananlığa kavuşmuştu. Şimdi ise yüreğimin
dileğine çıkılan hayal merdivenlerinden düştüm. Gözlerimde ve
gönlümde hüzün yağmuru döktüm...’
Ruhunun hazin kamcısı acıyla döverek
başı düşmüş, dizleri eğilmiş olarak ağır ağır yürümeye devam
etmişti. Kulaklarını şaklatan dalgaların sahile vuran sert tokadı,
kalbini yaralayan dert sakatı her yanını sarmıştı, her anı ruhunu
tırmalayarak artmıştı. Boğazı ışıklarıyla öpen karşı kıyının
betonuna gözleri takıldı.
Genç adam ‘ - İşte sevdiğim şu
evlerin kör penceresinde ikamet ediyor. Acı aşkların fısıltısı
duvarlarını ıslatmış Kız kulesinin üstünde bulunuyor. Tarih kokan,
heybeti ile Haydar paşayı tutan, boğazın maviliğine gülümseyen
kışlanın yakınında, Selimiye mahallesinde sevdamın ayaklarını
vurduğu yerdir ‘... Başında hüzün yağmuru akar, soğuk ürpertiyle
denizin ağlaması bakar. İntizarın hicranında ufuklar karanlık
balçıkla kararak gönlü sararmış, umutları sönmüş, hayalleri yıkılmış
olarak geleceğin perdesini kav la tutuşturarak yakar. Hüzün yağmuru
şiddetlenmişti... Kederin kader alnında terlemeye başlamıştı. Ruhunu
ıslatan hüzün yağmuruyla sarsılmış ve kederle terleyen kalb titremiş
olarak sahilin çapağı olan taşın beline yığıldı. Başını ayaklarının
arasına sıkıştırarak söylenmeye başlar
‘ Ey aşk acısı, ey gönül yarası, ey
derdin karası... Sana sığınırım, Sevgimin adını düşlerim... Onun
yokluğunda sürgün kaldım, günlerim onsuzlukla zindan oldu. Bir çıkış
ver, bir ferahlık ser. Hani gözleri gözlerime kilitleniyordu, hani
sözleri sözlerimi sarıyordu bir zamanlar’... Zihnine film şeritleri
yayılır, anıların sahnesi açılır. Ela gözleri karanlığı yırtan ayla
kendisine bakmış, siyah saçları denizin dalgasında ellerine düşmüş,
oval çenesi ufukların köşesinden bakarak gözlerine çökmüş, güzel
yüzü sahilin ıssız belinde kafa odasını kırmıştı. Derbeder durumda
sürüklenip duruyordu, sevda ölümünün soluğunu yutarak hüzün
yağmuruyla: Duyguları kanlanış, sözleri kurumuştu.
Dudaklarına yapışan hüzün melodisi
tütsülenir, karanlık siyah saçın dalgasına. Öylece durup izler
sevdiğinin hayalini...İkametgahı gözlerine batarak gölgesi yanı
başında buluşmuştu. Gölgeye sorar ‘ Ey hayal sulületi karanlığın
aynasından çıkarak ellerimi tutsan, geleceğimizin inşasını beraber
kursak‘... Hayal sulület donuk kalır, ağzından tek kelime,
gözlerinde bir gram bakış görülmez gözleri kapalı, hayattan kopuk,
cansız et yığını gibi durur. Genç adam yaklaşır, hayal geriye
çekilir. Genç adam adımlarını hızlandırır, hayal de gerisin geri
hızlanır. Daha çabuk kavuşma özlemiyle kollarını açar, feryat
koparır. ‘- Ey canım benim niye kaçarsın benden, niye uzak kalırsın
yardan. Gel ellerimi tut, gel gönlümü nefesinle yıkat’... Hayal
cesedi Boğazın dalgasını yararak Selimiye’nin duvarlarına sokularak
kaybolur. Karabasanlar bedenini tutarak kahkahalarını kafasında
yankılandırırlar. Hafakanlar ayaklarına serilerek denizin çağıran
sesine itekler. Hüzün yağmuru ıslattığı gibi denizin çağıran kolları
gözlerine çarparak: Gel diyordu. - Senin yangınını söndüreyim, hüzün
yağmurundan kaç, esaret ayaklarını bana dokundur, senin bedenini
karanlık derinliğimde kapatayım. Aşkın keder kalemi yüreğine bir
kere yazıldı mı iz kalır, kalbinde hep sızısını hissedersin. Genç
adam öylece durur düşüncelerin dehlizinde dolaşır. Karanlığın
alnında çağıran ses, kalbinin acı nefesi buhramlara atarak
çıkmazlarda bocalıyordu. Hüzün yağmuru artmış artık meçhulün
adresine sürüklüyordu ‘ Ya ölümün vuslatında hayata son vermek, yada
yeni bir hayatın menzillerine uzanmak. Başı kah denizde batıyordu,
kah sahil yolunun uzaklığına çevriliyordu. Bir kedi gelir ayaklarına
dolanır, kedinin mırıltısı silkeler kendisini. Yorgun ayaklarını
isteksiz sürükleyerek sahilin karanlık ağzına girerek kaybolur.
Sahilin tokadı artar, kedinin mırıltısı denizin tokadına yanıt verir
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
59
|
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
Selma GÜRSEL |
Selma GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ |
KURU MANTI
MALZEMESİ : 2-3 porsiyon-200 Gram kıyma 1 baş büyük soğan,4 bardak un,1 bardak un
hamur açılırken kullanmak üzere,1 yemek kaşığı tuz,1,5 su bardağı ılık su,1
kaşık margarin veya yarım çay bardağı sıvı yağ
Her zaman
yapılmayan,yada misafir geldiği zaman hazırlanan bir mantı çeşididir.
Özelliği,hamurunun diğer mantı hamuruna göre biraz daha sert ve kalın
olmasıdır.
Önce
mantının içerisine konacak harç hazırlanır.
Hazırlanışı: 4 bardak una 1 kaşık tuz konularak un,su ile katıca yoğrulur.
Yoğrulan
hamur üç yumak haline getirilir
Her yumak
oklava ile 2 milim kalınlığında açılır.
Hamur çay
bardağı ile yuvarlak olarak kesilir .
İçerisine
kavrulmuş kıyma ve ince doğranmış maydanoz,istenirse kıymanın içine soğan
doğranarak haşlanarak konulur.
Çay bardağı
ile kesilen hamurların içlerine aldığı kadar bu malzeme konulur
6-7 kanat
olarak uçları birleştirilerek bükülür.
Bükülen
kısımlar altı yağlanan tepsiye bükülen taraflar tepsinin altına gelecek şekilde
tek tek dizilir.
Tepsi
dolunca tepsi
ateşte döndürülerek kızartılır,
alt tarafı
kızaran kuru mantı ters yüz edilerek üst kısmı da aynı şekilde kızartılır.
Kızarma
işlemi bitince,tepsiye salçalı ve yağlı su ilave edilerek ateşin üzerinde tepsi
çevrilerek mantı pişirilir.
İsteğe göre
bu işlem su kalmayana kadar pişirilebildiği gibi hafif sulu olarak ta
pişirilebilir.
Pişen mantı
soğumaya bırakılır. Ilık olarak tabakla yada tepsi ile servis yapılır. Üzerine
bol sarımsaklı yoğurt dökülür.
|







|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
60 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
Serkan ÖKÇE |
Serkan ÖKÇE HAYAT HİKAYESİ |
- DÖNÜŞ YOK
-
- Bir çizgi uzar
- Uzar sınır çizer
- Yol yok, gidiş yok
- Demir parmaklıklar örülür
- Görüş yok,
- Varsam diyorum tutsam
- Eli deyse elime
- Deyse de dönüş yok
- Mavi bir buluttan düşüyorum
- Düşüyorum saçlarına
- Dikenli tel gibi bedenin
- Kanar, kanar…
- Bir kere
- Deymiş temine tenin …
-
- O son anı var
- Ağır ağır bakışı
- Gidişi
- Yabancı bir diyar
- Söylediğim gurbet türküsü
- İçinde sen var,
- Feryat var,figan var
- Harman gibi dağılmış saçlarının örgüsü
- Ayrılık dediğin aramıza örülmüş bir duvar
- Döşenmiş tel örgüler
- Kapalı kapılar
- Bir çizgi gibi
- Uzar sana giden yollar
- Uzar bir daha mı sevmek
- Bir daha mı
- Gözlerin gözlerime düşer
- Üstümüze
- Çekilmiş kurma kolları
- Sürülmüş sürgüler…
-
- Tutuşmak
- Sevişmek bir daha mı
- Umut, umut bir daha mı
- Çok bekleyeceksin
- Daha çok
- Gidişi vardı
- Dönüşü yok…
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
61 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
 |
Yaşar KILIÇ
|
Yaşar KILIÇ HAYAT HİKAYESİ |
- MEMLEKETİM
- Memleketim;köyümde uzaklarda bir yer var.
- Kırk yıldır ki;bir hayal,arzu beni kamçılar.
- Dağın derinliğinde,nurdan ayna bir pınar,
- Dalar dalar giderim,o ücra güzel yere.
-
- Tepede beyaz mabet,sarmaşıklar içinde.
- Mihrab,mimber.kürsü,Kabe,Kıbla ucunda.
- Vecd içinde kıyamı,rüku hamd secdesinde,
- Dolar dolar,feyziyle çıkarım seherlere.
-
- Canlı cansız kainat her şey O’nu ararlar
- Yıldızlar,ay ve güneş sıra ile yanarlar,
- Susuz ceylanlar,kuşlar,çiçekler hep kanarlar
- Sular sular doyulur,rezzaktır rızık vere.
-
- Akşam;siyah saçını salıverir ormana.
- Tüm mahlukat,figanla haykırır Rahman’a,
- Ahenkle,ağaç,çiçek katılırlar kervana,
- Salar salar nameyi derler,Allah tek çare.
-
- Topluluklar içinde nice yalnız bulunur.
- İnsan isterse ıssızda dostla olunur,
- Ömür kısa,ey YAŞAR dünyada ne kalınır.
- Solar solar gül beniz,yolculuk var son kere.
- 05.05.2002
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için
tıklayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
62 |
KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
|
 |
Yaşar KILIÇ
|
Yaşar KILIÇ HAYAT HİKAYESİ |
- AHRET KAPISI
-
- Şu lahuti kabristan;sırlarla dolu şehir.
- Cennat bahçesi,ya da cehennemden bir çukur.
- Alim-i evrahtan gelip,ukbaya akan nehir,
- Tefekküre daldıran,gizemli,sakin belde,
- İşte ahret kapısı;heveslenme,sen gel de.
-
- Maddi gözler,kulaklar,görmez,duymaz orayı,
- Günahkara cendere,iyiye nur sarayı,
- Gitmişler hep gitmişler,bırakmışlar burayı,
- Ötelerin muştusu gizemli,sakin belde,
- İşte ahret kapısı;heveslenme,gel gel de.
-
- Hep güzellikler burada,nice erler meskundur,
- Zalimlere kabustur,iyilere efsundur,
- Gidenler dönmemişler,demek ki çok memnudur
- Tefekküre daldıran,gizemli,sakin belde
- Bura ahret kapısı;heveslenme,sen gel de.
-
- Yaşlı,çocuk,bebekler gül gibice kokuyor.
- Mezarların taşında,gören bahtını okuyor.
- Gönül buruk,göz yaşlı,ibret ibret bakıyor,
- Ötelerin muştusu;gizemli sakin belde,
- İşte ahret kapısı;heveslenme,gel gel de.
-
- Resul,Nebi,Sahabi,Tabiinler geçtiler,
- Şehit erler,erenler ecel meyli içtiler.
- Dünya fani,Hak beği ne YAŞARLAR göçtüler,
- Tefekküre götüren gizemli,sakin belde,
- Ey ahret kapısı heveslenme,sen gel gel de.
- 15.06.2001
|
BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN
ALMADAN KULLANMAYINIZ! |
BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız |
|
|
FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ! |
Hazırlayan
Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi corumlu2000@gmail.com |
DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ
OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR |
|
Hukuka, Yasalara,
Telif ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir. |
Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL
adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM |
04. SAYI FİKİR
NE GİTMEK İÇİN TIKLAYINIZ DERGİSİ
01/01/2009 |