DİLLALACI BAŞI ARANIYOR
Köy düğünlerini bilenler Dillala'nın
nasıl bir oyun olduğunu bilirler.
Gerçi Çorum Folklor Kültürü arasında
da önemli bir yeri var ama, köylerde notasız, içinden geldiği gibi
oynandığı için bir başka anlam kazanıyor.
Dillala oyunu, davul zurna eşliğinde
bir yerden başka bir yere gidilirken, köyün yaşlısı genci tarafından
kimi zaman ellerinde kılıç ve kamalarla,kimi zamanda sopalarla
figürler yapılarak oynanır.
Bizim köyün Dillalacıbaşı da bir
zamanlar Dalaymanı'ın Kazim denen bir adamdı. Yani benim babamın
dayısı.
Erkeklerin çektiği baş oyununu da en
güzel benim dayım, Kertik Hasan becerirdi.
Eline koskoca çarşafı mendil yapar
öyle halay çekerdi.
Bu gün bizim köyde herkes, Dillala ve
Baş çekme deyince bu iki ölmüş faniyi anar.
Buraya kadar yazdıklarımdan sanmayın
ki, yine köylülerini övecek.Yine köylerinden birkaç kişiyi daha ÇÜK(
Çok Önemli Kişi" yapacak.
Amacım kimseyi ÇÜK yapmak filan değil.
Bu gün canım katil olmakta istemiyor.
Hatta hiç kimsenin uçkuruyla da
uğraşmayacağım.
Dünya ateşe yansa içinde bir tutam otu
bulunmayanlarla bu gün ciddi ciddi sorunum var. Yani gizliden gizliye
şimdilik davul yanında görünüp de, iş başa düşünce de Dillalacıbaşı
olacaklarla uğraşacağım.
Kökünü Tarihin derinliklerinden alan
bir siyasi parti, bu günlerde için için kaynıyor. Hem de öyle bir
kaynıyor ki, fokur fokur.
Kökünü tarihin derinliklerinden almış
ama, kurduğu Cumhuriyetin ruhuna Mevlüt okutmak içinde hiçbir çabayı
esirgemiyor. Yani kendi kurduğu Cumhuriyetin erdem ve gereklerini
ancak böyle bir partiyi yönetenler ayaklar altına alabilir.
Hasbelkader bir zamanlar gönül ve omuz
verdiğim o parti, bu günlerde kimlerin elinde nasıl oyuncağa
dönüştürüldüğünü ibret ve hayretle izliyoruz. Ve de oldukça
üzülüyorum.
Dalgalanma o kadar büyük ki, dalgalar
neredeyse, o partinin Genel Merkezini içine alıp yutacak kadar da
büyük. Ancak, o partinin Genel Merkezi, kurtuluşu için, bu günlerde
Ağrı Dağında Nuh'un Gemisini aramaya başladılar.
Öyle ya, onları Nuh'un Gemisinden
başka kurtaracak başka bir şey olmadığı gibi, tutunacak bir dalları
bile kalmadı.
Uzunca bir süredir, o siyasi partinin
gerek muhalifleri gerekse, halen yönetim kademelerinde bulunan
insanlarla görüşüyorum, konuşuyorum.
İnanın hiç birisinin ağzını bıçak bile
açmıyor. Sanki bir yerlerden tepelerine Demokles’in Kılıcı
sallandırılmış gibi, korku içindeler. Nedenini sorduğum dada, herkesin
ortak korkusu ihraç edilmek.
Anlamadıkları şeyse, hali hazırda ki
parti Genel Merkezi tarafından, o siyasi partiden ihraç edilmek bir
onur vesilesidir. Yani, hak etmeyenlerin, hak eden insanları yalakalık
yapmadıkları için ihraç etmelerinin neresi onur kırıcı?
O siyasi parti, tarihte çok
komplolarla baş başa kaldı. Kaldığı komploların hepsinden de yüzünün
akıyla çıkarak, yine Türkiye için önemini korudu ve her dönemde
gündemde kalmayı başardı. Ancak, son on yıldır o siyasi partinin
başında bulunan insanlar, bu günlerde kendi deyimleriyle kurulan
komplonun! Altından kalkacak yetenek ve çapta değiller. Çünkü, son
günlerde onların deyimiyle komplo olarak adlandırılan gelişme bir "
Halk Hareketi"dir. Bu hareketin önünde durmak her babayiğidin harcı
değil. Hele hele de bu günkü yönetimin hiç harcı değil.
Bir siyasi partinin yetkilisini
düşünün ki, kendi partisinden seçilmiş bir Belediye Başkanına parti
bayrağını kullandırma izni vermiyor ve de, o Belediye Başkanının
düzenleyeceği mitinge katılanları ihraçla tehdit ediyor.
Hatta daha da ileri giderek, o
Belediye Başkanının daha seçimlerin üstünden 8 ay bile geçmeden
yolsuzluk yapmakla suçlayabiliyor. Kim inanacaksa ?
Bu kadar utanç verici bir gelişme daha
var mıdır?
Bunu yapacak yüzün, o makamlarda
oturma hakkı var mıdır?
O partinin suskunlarına bakarsanız, o
yeteneksizlerin tehditleri bayağı da tutmuş.
Çünkü, aksi yönde hiçbir gelişme ve
atılmış bir adımda bulunmuyor.
Yani herkes, şimdilik davulun yanında
yürümeyi tercih ediyor. Hiç kimse Dillala oynamak için davulun önüne
geçme cesaretini gösteremiyor.
Efendiler !
Cumhuriyet korkaklığı kaldırmaz.
Hele hele de Sosyal Demokratlık
korkaklığı hiç affetmez.
Ortada kabak gibi duran başarısızlık
karşısında suskun kalan insanın " Ben demokratım", "Ben sosyal
demokratım" deme hakkı yoktur. Böyle bir hakları bulunmadığına göre,
kabarıp gelmekte olan dalgaların sizleri de yutmaması için, birazcık
silkinmeniz ve sizi yönetmeyi hak etmeyenlere Hastir deme zamanının
geçmemiş olsun.
Size korkaklık ve ürkeklik yakışmıyor.
İsterseniz sizlere biraz da Dillalanın
yararlarından söz edeyim.
Dillala oynayan bir adama, düğüne
katılan herkes bakar ve ne kadar iyi Dillala oynarsa, o adam o kadar
saygınlık görür. Bazen, birkaç kişi daha Dillala oynamaya kalkar ama,
içlerinden en güzel Dillala oynayanlara Keşkek Aşının en güzel yeri
ikram edilir.
Dönem kıyıda bulunup da, ortada keşkek
yeme dönemi değil.
Aklınızı başınıza toplayın ve de
insanlığınızın gereğini yapın.
Bırakın o yapıştığınız makamları,
makamlar gelip geçicidir ama, kalıcı olan insanlıktır. İnsanlığı olan
vicdan borcunuz sizden silkinmenizi bekliyor.
Keşkek Aşını bilmeyenlere de
söyleyecek bir sözüm yok. Onlar da cahillikleriyle övünebilirler.
Kısacası Dillala bir kahramanlık
oyunudur. Bu günlerde de bir siyasi partinin her kademesinde olan
insanın bu oyunu mutlaka oynaması gerekiyor. Çünkü, ülkenin Dillala
oynayacak, yani davul zurnanın önüne geçecek insanlara gereksinimi
var.
Ne dersiniz, on binlerce sosyal
demokrat, sizlerin davul zurna önüne geçerek Dillala oynama zamanınız
gelmedi mi?
Daha neyi bekliyorsunuz?
Yoksa onların kuru gürültüleri ve
tamtamları sizleride mi korkutuyor?
Bu ülkede işlerin kötüye gittiğinden
haberiniz yok mu?
Çünkü, biliniyor ki uyuyan devler
ancak uyanınca ülkesini kurtarabilir. Uyumayan, ayakta gezmeye
çalışan, bulanık hava koklayan, çakallıklarına da bakmadan, ortalıkta
terör estiren çakalların o siyasi partiyi ne hale getirdiğini
görmüyor musunuz?
Bizim köylü Dalayman'ın Kazim ve
Kertik Hasan'dan daha mı az cesaretlisiniz?
Çıkın davulun önüne, Dillala
oynamaya….
Başı
çekin ki baş olasınız.
OĞLUNUZ İNTİHAR ETTİ
Bu gün sizlere değişik bir konudan söz
etmek istiyorum.
Söz edeceğim konu belki birilerinin
canını sıkacak ama, ne yaparsınız ki, yaşanılan hayatta bizlerin.
Bilindiği gibi askerlik; her Türk
vatandaşının gururla yaptığı görevlerden. Bu görevi yerine getirmek
herkese de gurur verir. Hiç kimse de bu görevden kaçmaz. Kaçanların da
mutlaka kanından şüpheye düşmek gerekir.
Nasıl gurur vermesin ki, hiçbir
karşılık beklemeden, ülkenin ve ülke insanlarının güvenliği için belli
bir süre hizmet veriyorsun. Bundan daha büyük bir gurur olur mu?
Ancak bu gururu yaşamanın da belli bir
disiplin ve anlayış içinde yürümesi gerekir.
Bunun aksini de iddia etmiyoruz ama,
son yıllarda özellikle Asker İntiharları, insana ister istemez bazı
şeyleri de düşündürüyor.
Yüreği yaralı bir babayım.
Ancak dile getireceğim konu kesinlikle
şahsımla ilgili de değil.
Levent Kırca'nın "Üç Baba Hasan" adlı
oyunun izleyenler bilir. Oyunda, bir gün yolda kalan İstanbul zengini
bir aile yakında ki köyde, Hasan'ın evine konuk olurlar. Evdeki durumu
beğenmeseler de konaklamak zorunda kalırlar. Bu sırada, evin oğlu ile
İstanbul Zengini kızın arasında duygusal ilişki başlar. Aradan zaman
geçer, Hasan'ın oğlu askerde bir bacağını kaybetmiştir.
Babasına İstanbul'a giderek, İstanbul
Zengininin kızını istemesini söyler. Aile İstanbul'a gider ve İstanbul
zengini aileyi bulur. Hasan, oğlunun kızını istediğini, "Allah’ın
emri, Peygamberin Kavli"ni yerine getirerek söyler. Bundan sonra
İstanbul zengininin Hasan'ın ailesine alaycı yaklaşımı trajikomik bir
üslupla anlatılır.
İstanbul zengini, Hasan ve ailesini
alaylı bir üslupla nasıl da aşağılar. Hasan'ın askerde bacağını
kaybeden oğlu, durum karşısında bir kez daha yıkılır. Bir kaybettiği
bacağına bakar, bir İstanbul Zengini aileye…
Aslında Hasan'ın oğlunun başına
gelenler, bu gün Türkiye'de bir çok ailede dramlar şeklinde yaşanıyor.
Bildiğiniz gibi, 17 Mart 1999
tarihinde askerdeki oğlumu kaybettim. Kaybetmemize gerekçe olarak
"İntihar" gösterildi. Oysa ben oğlumun, bu gün bile intihar
edebileceğine inanmıyorum. Zaten tüm ısrarlarımıza karşın, askeri
görevliler tabutu açtırmadılar. Yani oğlumun soğuk yüzünü bile görmeyi
bizden esirgediler.
Bu durumun acısını, evladını kaybeden
baba ve analar daha iyi anlar.
Tarafıma yapılan tebliğlerin hiç
birisinde de, oğlumun intiharına ilişkin gösterilen bulgular bu gün
bile beni tatminden uzak.
Kaybettiğim oğlumu geri
getiremeyeceğime göre, olanların fazlada üstünde durmayı istemedim.
Bana verilen bilgilere göre, oğlumun
kulağında bulunan bir özrü nedeniyle Uşak Devlet Hastanesine sevk
edildiği, Kulak Burun Boğaz Doktora tarafından oğlumun İzmir'e
sevkinin uygun görüldüğü, sonrasında da, Uşak Devlet Hastanesi
Başhekimi tarafından doktorun sevk işleminin kabul edilmediği,bu
nedenle bunalıma giren oğlumun intihar ettiği…
Verilen bilgilerin tümü bundan ibaret.
İntihar! Olayının gerçekleşmesinden
bir gün önce oğlumla telefonda görüştüm. Son derece neşeli ve bizleri
merak ettiğini söylüyordu. Telefonda, deyim yerindeyse gülmekten ağzı
kavuşmuyordu. Bu durumda olan bir insan bir gün sonra nasıl intihar
eder?
Bu sorularımıza ne yazık ki, bu güne
kadar tatmin edici yanıtlar alamadık.
Tabi olan bize oldu.
Yıllardır yüreğimizin acısını bir
türlü dindirmeyi başaramadık.
Nasıl olduğunu bilir misiniz?
Bayramda göz bebeğinizin bir daha asla
sizinle birlikte olamayacağını…
Nasıl olduğunu bilir misiniz?
Ölümü asla yakıştıramadığınız biricik
yavrunuzun size "Babacığım, anacağım" diyemeyeceğini…
Beyler herkes, Vizontele filminden
gülmekten kırılırcasına çıkarken, ben gözyaşlarına boğulmuştum.
Bildiğiniz gibi, Belediye Başkanı ve o yörenin sakinleri, Televizyonu
ilk izlemelerinde, Belediye Başkanının oğlu Rıfat’ın ölüm haberini
duymuşlardı.
Son günlerde, Çorum'da ve de Türkiye
genelinde bu türden olaylara sık, sık rastlıyoruz.
Bu türden olaylar yaşandığına göre,
mutlaka bir yerlerden, sorunun çözümü için başlanması da kaçınılmaz
hale geldi.
Sorundan kaçılarak, sorunu çözme
olanağı yoktur. Ancak, sorunun üzerine gidilerek ve de çözüm yolları
aranarak sorun çözülür.
Buradan başta Genel Kurmay olmak üzere
tüm yetkililere sesleniyorum.
Durum, "Aman sende" denilecek
ölçülerden çoktan çıktı.
Bazı siyasi düşünceler, askeri kendi
emellerini gerçekleştirmede engel olarak görse de, Türk halkının ezici
çoğunluğunun, hala askere saygısı ve güveni tamdır. Hala bu güveni
koruyanlardan birisi de benim.
Bu düşünceyi değiştirmeye hiç kimsenin
gücü yetmeyecektir.
Askerde insan olduğuna göre, her
insanın hata yapabileceği gerçeğinden hareketle, askere emanet
ettiğimiz çocuklara bakma ve kollamakla görevli olanlarında bu gerçeği
göz ardı etme hakları yok.
İnsanların gencecik, fidan gibi,
yarına umut olarak gördükleri çocuklarının askerden tabutla gelmesinin
acısını yaşayanlar bilir.
Askerlik yapanlar bilir.
Askerde yapılan hiçbir şeyi hiç kimse
onur ve gurur meselesi yapmaz. Ancak, askerde eğer bir insan canına
kıyıyorsa, bunun üzerinde derinden durulması gerekir.
Acıyı yaşayan bir baba olarak, bu güne
kadar tatmin edici yanıt alamamam beni daha derinden yaraladı. Ve de
her asker cenazesi geldiğinde bir kez daha yıkılmanın acısıyla
kavruluyorum.
Kim bilir, bu güne kadar benim gibi
kaç baba daha bu bayrama yüreği yaralı girdi?
Kim bilir, onların sofralarında bu gün
et mi kaynıyor, dert mi?
Acılarımızın dinmesi ancak, bundan
sonra böyle olayların olmasının önüne geçilmeziyle olanaklı olur.
Tüm askeri yetkililere bir kez daha
saygıyla duyurulur.
|