ÇÜK’LERİN SALTANATI !
Yazımın başlığını
bakarak, sakın ola ki, müstehcen bir yazı yazdığımı sanmayın.
Yazımın başlığının
erkeklik organıyla filan, ya da çocuk pipisiyle asla ilgisi ve ilişiği
bulunmamaktadır. Bu nedenle, kesinlikle böyle algılayanların, mutlaka
bir doktora baş vurmalarında, kendileri açısından yarar var.
ÇÜK, "ÇOK ÜNLÜ
KİŞİ" Demektir.
Bu kısaltmanın
mucidi de ben değilim. Kısaltmanın mucidi, Hürriyet Gazetesi yazarı,
Bekir Coşkun'dur. İsteyenler bu kısaltmaya ilişkin bilgileri, Bekir
Coşkun'un İnternet sitesinden bulabilirler.Son derece saygı duyduğum,
Sayın Bekir Coşkun'dan, bu sözcüğü arakladığım için, çok çok özür
diliyorum. Umarım, Bekir Coşkun beni bağışlar ve bu arada da, mahkemeye
vererek, umarım tazminat talebinde bulunmaz.
Bu başlık altında
yazı yazmamın nedeni, içimizde ki ÇÜK'leri sizlere bütün yönleriyle
anlatmak.
Yani, çevremiz de o
kadar çok ÇÜK var ki, hangi birini ele alsanız, hayranlığınız on kat
artıyor.
Sözü daha fazla
uzatmadan yazımızın konusuna geçelim.
ÇÜK'liğin en
belirgin özelliğinin aynaya bakmamak olduğunu söyleyelim ve yazımıza
devam edelim.
ÇÜK'lerin aynaya
bakmasına gerek yoktur. Onlar zaten güzel şeylerdir.
ÇÜK'ler tanrının
sevgili kullarıdır.
Genelde de, yöneten
olarak doğduklarına inanırlar.
ÇÜK olduktan sonra,
yapacakları ilk iş, bulundukları yerlerde otonom bölgeleri oluşturmak.
İlk otonom bölgelerini oluşturmalarını 41 pare top atışıyla kutladıkları
da söylenir.
Sıra gelir, otonom
bölgelerini genişletmeye. Otonom bölgelerini genişletmek için, ya
arkalarında yasa gücünün, ya da küçük ÇÜK'lerin bulunması gerekir.
ÇÜK'lerin yolda
yürüyüşleri de değişmek zorundadır. Öyle duvar dibinden yürümek filan,
bunlar ÇÜK'lere asla yakışmaz. Yolda yürürken, mümkünse diğer insanları
görmezden gelinmeli, onlara dirsekte vursa, asla geri dönmemelidir.
Bizim köyde eskiden
çok ÇÜK vardı. Bana anlatıldığı kadarıyla bu ÇÜK'ler bizim köyün
sahipleriymiş.
Örneğin: Salman
Hoca, yani namı diğer Molla, Pat Ali, Tek diş, Keder ve Serçe Ka, bizim
köyün ÇÜK'leriymiş. Köyün sahibi de onlarmış.
Yalnız bunların
içinde birisi var mış ki, tam ÇÜK'ymiş,
Serçe Ka.
Bu adam, taaa,
Aydın'dan kalkmış, önce Delice'ye bağlı Büyük Avşar'a iki kardeş olarak
gelmişler. Kardeşi Büyük Avşar'da kalmış, bizim Serçe Ka, halen
Yenihayat köyü olarak bilinen köye gelmiş.
Bizim Serçe Ka'nın,
köyde tek bir karış bile toprağı yokmuş. Molla önce kapısına çoban
tutmuş, sonra da birkaç çizim toprak vermiş.
Serçe Ka, bileğine
güçlü, vurduğu yerden ses getiren, deli dolu bir adammış.
Kısa bir sürede
köyde mekan tutmayı başarabilmiş.
Bu yönüyle de,
köyün sahibi ÇÜK'lerin bile gözünü korkutmayı başarmış.
Zaten köyün
topraklarının tümü Molla denen adama aitmiş. Ona o arazilerin tanrı
tarafından verilip verilmediğini, ben bilmiyorum.
Ama, adam köyün tek
sahibi.
O adamın, köye
tanrı tarafından gönderildiğini söyleyenler bile oldu. Eh, ÇÜK olduğuna
göre, benim tarafımdan yer yüzüne avdet edilecek değilde ya, mutlaka
tanrı tarafından görevlendirilmiştir her halde.
Zaten bütün
ÇÜK'lere tanrı, "Yürü ya kulum" dememiş mi?
Tanrının "Yürü"
demediğinin de ÇÜK olma şansa zaten yok.
Hatta tanrı bana,
hiçbir zaman, "Yürü" demediği içinde ÇÜK olmayı bir türlü başaramadım.
ÇÜK olduğumu zaman zaman hissettim ama, hiçbir zaman,"Ben tam bir
ÇÜK'yim" diyemedim. Tanrı bana o şansı bu zamana kadar vermedi, her
halde bundan sonra da vermeyecek.
Zaten ÇÜK olsaydım,
saltanatımda olurdu.
Yine bizim köyün
ÇÜK'lerine dönecek olursak.
Ben bu saydığım
adamları görmedim ama, bunların oğulları ve torunlarını birer birer
gördüm. Oğul ve torunlarından ÇÜK çıktı mı, onu da ben bilmiyorum. Bu
arada, hemen belirtmemde yarar var. Köyün sahibi olan ÇÜK'lerin karıları
da tam bir ÇÜK'ymiş.
Çünkü, bu gün
onların anlatılan kahramanlıklarını, günümüz kadınlarında bulmak hayli
zor.
Gelelim Çorum'un
ÇÜK'lerine, Yani , "ÇOK ÜNLÜ KİŞİ" lerine.
Çorum'da ilk
anımsayabildiğim ÇÜK, Cipçi Deli Ömer ve Tıkı.
Belki benim
tanımadığım çok ÇÜK vardır ama, benim tanıdığım ilk ÇÜK'ler bunlar.
Onlardan, Cipçi
Deli Ömer'i tanımam da, bizim köye dava veya keşif için gelen her hakimi
getirdiği için. Onu Çorum'da ilk gördüğümde, ne kadar büyük ÇÜK olduğunu
hemen anlamıştım.
O dönemler saat
benim için çok büyük lükstü. Bu nedenle de sık sık Saat kulesine gider,o
saatin nasıl çalıştığını kafa yorardım. Yedi Sekiz Hasan Paşanın ÇÜK
olduğunu da yıllar sonra öğrenebildim. Ebussuud Efendi ve Atıf hoca'nı
ne menem ÇÜK olduklarını her halde sizlerde bileceksiniz.
Tıkı'yı ise, ne
zaman Saat Kulesine saate bakmaya gitsem, mutlaka o civarlarda görürdüm.
Sanırdım kı, Tıkı denen bu adam, Çorum'un tek sahibi. Adam da öyle bir
caka ve fiyaka vardı ki,sanırsınız ÇÜK. Öyle olmadığını anlamam
yıllarımı aldı. Kimseye zarar vermemesi nedeniyle de bana göre, Çorum'un
gelmiş geçmiş en önemli ÇÜK'ydi.
Sonra oturduğum
mahallede, Çavuş diye birini tanıdım, o da benim gözümde tam bir ÇÜK'ydi.
Çünkü, oynadığı deşenekde ne kadar usta olduğuna hep gıptayla bakardım.
Adam bir aşık atardı, metrelerce ötedeki aşığa cin tuttururdu. Gerçi
hile yaptığını söylerlerdi ama, ben onun nasıl hile yaptığını bir türlü
öğrenemedim.
Benim kendimi ÇÜK
hissettiğim zamanı da anlatayım.
Bir gün köyden,
Thames marka kamyona Şeker Pancarı yükleyerek Çorum'a getiriyorduk.
Şeker Pancarının en doruk noktasına kuruldum ve Çorum'a gelinceye kadar
her tarafı gördüm. O güne kadar görmediğim ne kadar güzellik varmış onun
farkına vardım ve kendi kendime, " Aman ben ÇÜK oldum" diyerek,
günlerce kendimden gurur duydum.
Yaşamımda, ilk
ÇÜK'liğimin farkına o zaman varmıştım.
Dünyanın ÇÜK'lerini
hiç tanımadım.
Tanımadım dedimse,
televizyonlardan, gazetelerden kitaplardan okuyarak tanımayı kast
etmiyorum. Yani onlarla hiç teşrik-i mesaim olmadı.
Ne bileyim,
Hitler'i, Mussolini'yi, Salazar'ı, Pinochet'i, Miloşeviç'i, Clinton'u,
Busch'u, Saddam'ı, Kaddafi'yi Suud'ları yakından tanımayı çok isterdim.
O ÇÜK'lerin
beyinleri nasıldır, niye canileşmişlerdir, tüm bunları beyinlerini
açarak görmeyi çok isterdim. Ne hazindir ki, ben de bu gün yaşayan
yabancı ÇÜK'lere yetişecek kadar da, ÇÜK değilim. Ama bunda benim suçum
yok, beni bu kadar büyük ÇÜK yapmayan sizlerin suçu.
Belki caniliğe
özenen ÇÜK'leri tanımak istemezdim ama, ne bileyim, Nazım Hikmet'i,
Neruda'yı, Arşimet'i, Newton'u herhal de mutlaka tanımak isterdim.
Çünkü, onlar Dünyanın yüz akı ÇÜK'ler. Onlar ki, dünyaya ve halklarına,
insani değerleri, teknolojiyi sunmuşlar.
Bu kadar yararlı
ÇÜK'leri tanımak varken, cani türünden ÇÜK'leri tanımayı isteyenler
mutlak kafirdir.
Kafirin ÇÜK'nden de
kimseye yarar gelmez.
Alın size
Avrupa'nın ünlü ÇÜK'lerini, Romano Prodi, Clodia Roth, Werhu-egen, bu
ÇÜK'lerin ülkemiz üzerinde ki, egemenliklerini her hal de görmezden
gelemezsiniz. Bu ÇÜK'ler, ülkemiz de kimin uçkurunun nasıl korunacağına
bile karar verebiliyorlar. Ne yazık ki, ülkesinin bağımsızlığını
savunduğunu sanan bizim ÇÜK'ler ise, onların önünde diz çökme gibi
erdemli bir tavır sergilemekten de geri kalmıyorlar.
ÇÜK'lerin de
dereceleri vardır. Örneğin, bir yerde ÇÜK, olan bir insan, bir başka
yerde ikinci ÇÜK olabilmektedir. Özellikle bizim ÇÜK'ler, dışarıya
gittikleri zaman yedekten yedinci aza konumuna düşebilirler.
Gazetecilik
yaptığım süre içerisinde, Çorum'da çok ÇÜK tanıdım Yani, ÇOK ÜNLÜ KİŞİ.
Bu ÇÜK'lerin öyle
WİP derdi filan yok ama, kendilerine takındıkları cakalı tavırları
görseniz, sanırsınız ki, alçak dağları kendileri yarattılar, yüksek
dağlar da dedelerinden miras kaldı.
Bir çoğu, ÇÜK
olduktan sonra babasını bile tanımaz duruma gelir, ne zaman ki
ÇÜK'lükten ayrıldı, işte o zaman, bir babası olduğu aklına gelir ve,
ÇÜK'lik günlerinin havasıyla ömrünü tamamlar gider.
Özellikle siyasi
partilerde, ÇÜK'lik mertebesine yükselenlerin, o siyasi partinin
iktidara gelmesi filan gibi bir dertleri bulunmaz. Onlar için varsa,
yoksa, kuruldukları koltuk önemlidir. Maazallah o koltuktan kalkmamak
için, gerekirse babasının bile kellesini önünüze koymaktan çekinmezler.
Ne yazık ki, her şeyin ömrü olduğu gibi, ÇÜK'liğin de, bir ömrü olduğunu
düşünmek bile istemezler. ÇÜK'liklerini tamamlayıp ayrıldıklarında,
yaptığı işin ne kadar yanlış olduğunun farkına vardıkların da çoğu zaman
iş işten geçmiş oluyor.
Kurdukları otorite
sayesinde, ÇÜK'liğin kendilerine getirdiği avantaları kullanırken, ilk
başta kendilerine yağcılık ve yalakalık yapacak olan biraz daha küçük
ÇÜK'leri tercih etmeleri içten bile değil. Böylesi ÇÜK'leri buldukları
zaman sırtları yere gelmez. Yenecek insanlar bilgiliymiş, kültürlüymüş,
proje üretiyormuş, özüne sözüne sadıkmış, tüm bu erdemler,
ÇÜK'ler için
kıymeti harbiyesi olmayan şeylerden.
Yaşam boyu her
insanın, ÇÜK olma gibi bir derdi mutlaka bulunur.
Yani, " ÇOK ÜNLÜ
KİŞİ."
(Hala beni uzun
uzun ,"ÇOK ÜNLÜ KİŞİ" yazmak zorunda bıraktığınız için de kendinizden
utanmalısınız.)
Eğer bir insan
yaşamı boyu ÇÜK olamadıysa, mutlaka onun aklından zoru vardır.
Bizim köyde Üssük
Cümük diye biri vardı.
Bu adam ömrü boyu
çobanlık yaptı.
Bir gün köylünün
toplu olduğu bir saatte; "Komşular, bu güne kadar davarınızı hep ben
güttüm. Ama beni bir kez olsun ÇÜK yapmadınız. Ben, bu bahara, Ankara'ya
amelelik yapmaya gideceğim, kendinize çoban bulun" dediğinde, o köylünün
yüz ifadelerini görmenizi isterdim. Çünkü, köylü, onun ilk kez ne kadar
ÇÜK olduğunu anlamıştı.
Nitekim, Üssük
Cümük, Ankara'ya gitti, sonra da Belediye'de çöpçü oldu. Şimdi kendisini
gördüğümde, kendisinin ne kadar ÇÜK olduğunu anlata anlata bitiremiyor.
Demek ki, ÇÜK olmak
için, kimi zaman, tebdili mekanda yarar var.
Kimi siyasi
partinin ÇÜK'lerinin de artık, Tebdili mekan yapmalarının zamanı gelmedi
mi, orasını da ben bilmiyorum. Ben bilmiyorum da, sanki sizler
biliyorsunuz.
Halbuki, bizim
köylü Üssük Cümük gibi tebdili mekan yapsalar, belki de daha daha ÇÜK
olmaları içten bile değil. Ama ne yaparsınız ki, kimi ÇÜK'ler "Küçük
olsun benim olsun" ÇÜK'liğini göstermekte sakınca görmüyorlar.
Aradan yıllar
geçtikten sonra, 1973 yılında ikinci ÇÜK olduğum aklıma geldi. O yıl ilk
defa oy kullanıyordum. Gerçi, 1972 yılında evlendiğim anda da kendimi
ÇÜK hissetmiştim ama, 1973 yılında ki ÇÜK'liğim daha önemliydi.
Gerçi, o günden bu
güne, oy verdiğim partiyi değiştirme gibi bir dönmeliğim olmadı ama,
bazı ÇÜK'ler, benim başka partili olduğum yalanını yayma da sakınca
görmüyorlar. Sanıyorlar ki, böyle söyleyince, kendileri daha daha ÇÜK
olacaklar. Şimdi onların yanında değilim. Gönlümden silip atmaya da
güçleri yetmeyeceğine göre, bakalım, partilerini iktidara
taşıyabilecekler mi? Demek ki, bu güne kadar partilerini iktidara
taşımayı ben engellemişim.
Bu da, ÇÜK'liğin
bir davranış biçimi olsa gerek.
PERDELER ARALANABİLSE...
Tiyatro oyunlarına
gittiğimde, perde açılmadan önce, oyuncuların ne durumda olduklarını
merak ederim.
Merakımın nedeni, o
oyuncuların perde açıldıktan sonra ki halleri, zaten gözlerimizin
önünde. Ama perde açılmadan önceki duyguları, düşünceleri, yaşadıkları
şeyler nelerdir, bunları hep merak etmişimdir.
Yaşamı da bir
tiyatroya benzetecek olursak, mutlaka sahne ve perde gerisi diye ikiye
ayırmamız da yarar var.
Bu gün sizlere
perde gerisini aralamaya çalışacağım.
Sakın ha, bu
yazacaklarımı birilerine veya yakınınızda bulunan insanlara yamamaya
çalışmayın.
Çünkü, yazacağım
şeyler belki de sizlerin yaşamından bir kesiti yansıtacak.
Bilindiği gibi,
evlerde genelde perde bulunur.
Nereye gitsem,
gördüğüm bir perde, o evde nasıl mutsuzluk veya mutluluk yaşandığını
çağrıştırır bende.
Öyle ya, evde perde
olduğuna göre, mutlaka arkasında da bir yaşam var demektir.
Çoğunlukla, o
yaşamların renkli yüzlerini görürüz. Oysa görünmeyen yüzlerine o
perdeler tanıktır. Perdeler dile gelse de, tanık olduğu şeyleri anlata
bilse, kim bilir ortaya ne çarpıklıklar, ne yanlışlıklar çıkar?
Perde arkaları,
toplumun en az bildiği yerler. Ama toplum, en az bildiği yerlere kural
koymada da o kadar cimri davranmıyor. Yani toplumu, bilmediği yerlere
kural koyan cahillere benzetebiliriz.
Perde arkalarında
ki yaşama genel de aile deniyor. Aile denen çekirdek, perde gerisinde
başka bir yaşam, perde önünde başka bir yaşam sunuyor bizlere.
Perde gerisinde ki
yaşamın, perde önüne yansıtılmasının önünde ki engel de yine, toplum
dediğimiz kural koyucu oluyor. Kural koyucu olan toplum, perde gerisine
pekte hoş gözle bakmıyor. Oysa, toplumu oluşturan her bireyine perde
gerisinde, kimi zaman hüsran, kimi zaman göz yaşı, kimi zaman da
mutluluk kıvılcımları var.
Adına toplum denen
soyut kavram, insanlardan oluştuğuna göre ve her biri de bu duyguları
başından sonuna kadar yaşadığına göre, niye kendisinin elini kolunu
bağlayacak bir karar verir,kural koyar, orasını da bu güne kadar
anlayabilmiş değilim.
İnsan denen
yaratık, toplu yaşamı benimsemiş, özümsemiş bir yaratık. Toplu yaşamda,
insanların davranışlarını yakından gözlemlemek bir başka insan içinde
olasılık dahilinde.
Yani demek
istediğim, bir insanın yaşadığı mutluluk ve mutsuzluğu az çok
gözlemleyebilirsiniz.
Mutsuzluğunun bir
çok nedeninin, adına toplum denen soyut kavramın yazılı olmayan ancak,
koyduğu kurallardan kaynaklandığını biliyor musunuz?
Bilmiyorsanız,
kendinizi şöyle bir teste tabi tutun.
-Ben eşimi
sevmiyorum, öyleyse boşanmalıyım.
-Ben işimi
sevmiyorum, öyleyse, bunu birilerine mutlaka anlatmalıyım.
-Ben aslında iyilik
sever bir adamım ancak, benim iyilik yaptığım insanlar bana kötülük
yapıyorlar.
-Ben arkadaşlarımı
seviyorum ama, onlar benim sevgisi istismar ediyorlar.
-Benim maddi
durumum iyi değil, öyleyse ben bunu toplumun tümüyle paylaşmalıyım.
-Benim yakınlarım
hep benden bir şeyler istiyorlar, oysa ben onlardan hiçbir şey
istemiyorum.
-Aslında benim
çocuklarım, hiçte topluma uygun çocuklar değil, ancak ben yine de
çocuklarımın böyle olmasından memnunum.
-Aslında benim
bulunduğum konum, bu olmamalı ama, toplum benim değerimi bilmiyor.
-Neden benim eşim
de filanca gibi değil.
-Eşim beni neden
eve para getiren insan olarak görüyor. Neden bana sevgi vermiyor?
-Kadın eşinden
mutlu olamamıştır. Evliliklerinin üzerinden bilmem kaç yıl geçmiş, çoluk
çocuk olmuş ama yine de mutlu olmamıştır.
-Kadın bir gün,
yüzü gözü mos mor çöp dökmek zorundadır ama komşusuna da görünmemek
zorundadır.
-Kadın, sürekli
aşağılanmakta.
-Kadın üzerinde
işkencenin alası denenmekte.
Bu örnekleri daha
da çoğalta biliriz.
İşte tüm bunlar o
perdelerin arkasında yaşanıyor.
Şimdi soruyorum, bu
durumda kendi başınıza mı karar veriyorsunuz, yoksa karar verirken,
toplum baskısını üzeriniz de hissettiğini oluyor mu?
Elbette toplum
baskısını üzeriniz de hissediyorsunuz.
Şimdi gelelim asıl
can alıcı noktaya.
Sizlerin yaşadığı,
sıkıntı, sorun, mutsuzluk, dertler bu toplumun çok mu umurundaydı?
Yani sizler acı
çekerken, bu toplum size niye acı çektiğinizi sordu mu?
Sormadığına göre,
neden yaşantınızı, bir başkasına veya toplum baskısına göre dizayn etme
uğraşı içindesiniz?
İşte ben perde
gerilerini bu nedenlerle merak ederim.
Adam, akşam evine
girer, elbiselerini çıkarır, pijamalarını giyer ve dram başlar. Ta ki,
ertesi gün evini terk ettiği ana kadar.
Tam kapıdan
çıkarken komşusunun "Günaydın" ına zoraki bir gülümsemeyle ve yarım
ağızla "Günaydın" demek zorunda kalır.
Ama, adam, yaşadığı
dramı çözmeye kalksa, ilk başta komşusu, adam hakkında söylemediği kötü
sözün birini geri bırakmaz. Oysa, aynı sorunu komşusu da yaşıyor ama,
serde mutluluk riyakarlığı var ya...
Kadın, sabah evin
çöpünü dışarı çıkarmak üzeredir. Komşusu hayretler içinde kalır. Kadının
yüzü gözü yara ve bere içindedir.
Komşusu sorar;
"Hayrola komşu, ne bu hal"
Kadın, bütün
ezikliğiyle, "Kapı çarptı" demek zorunda kalır.
Tabi komşusu
durumun farkındadır ve en kısa sürede bunu diğer komşulara yaymak
zorundadır. Oysa, kendisinin daha birkaç ay önce, yediği dayaktan
hastanelik olduğunu unutmuştur.
Ama yeni de,
kendilerini toplum yerine koydukları için, başkaları için kural koyma
hakkının ellerinden alınmasına tahammül edemezler.
Ne yazık ki, adına
toplum denen soyut kavram, insanları rol yaptırmak zorunda bırakıyor.
Rol yapan
insanların egemen olduğu bir toplumdan da, nasıl sağlıklı bir ulus
çıkar, onu da ben bir türlü bulamadım.
Bula bilen varsa,
lütfen bana da anlatsın.
|