Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

Aşağıdaki dizinler ile tıklayarak üye olmadan sayfalara girebilir ve inceleyebilirsiniz!

 

1

 
YAYINLANAN YAZILAR ÇORUM ANADOLU GAZETESİNDE YAYINLANMIŞ KÖŞE YAZILARIDIR. YAZILAR YAZARLARIN KENDİ FİKİRLERİDİR. KENDİLERİNİ BAĞLAR; SİTEMİZİ BAĞLAMAZ.
BU SAYFA Gürsel Yayınevi  İLE Çorum Anadolu Gazetesi arasında yapılan anlaşma gereği sizlerin görüşüne sunulmuştur.
KOPYALANIP ALMAK İÇİN SİTEMİZDEN,ÇORUM ANADOLU GAZETESİNDEN VE YAZARLARIN KENDİLERİNDEN İZİN ALINMASI GEREKMEKTEDİR. KÖŞE YAZILARI SAYFA SIRASINA GÖRE HAZIRLANMIŞTIR.

29/09/2004 24.Sayı
YAZILARIMIZ
DEĞİRMEN Halil GÜLEZ ÇÜK’LERİN SALTANATI !/PERDELER ARALANABİLSE...
SÜZGEÇ İhsan ASLAN GÖRÜŞME Mİ, SÜRTÜŞME Mİ?/ BİZİM

VURGU Fatma SEVİLMİŞ MİNİK ELLER

ÇORUMLU Mahmut Selim GÜRSEL GÖZ ZEVKİ

 

 
 
 
 
 

 01

ÇORUM ANADOLU GAZETESİ KÖŞE YAZILARI BÖLÜMÜNE GİTMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

KİTAP ismi  Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 
ÇÜK’LERİN SALTANATI !
Yazımın başlığını bakarak, sakın ola ki, müstehcen bir yazı yazdığımı sanmayın.
Yazımın başlığının erkeklik organıyla filan, ya da çocuk pipisiyle asla ilgisi ve ilişiği bulunmamaktadır. Bu nedenle, kesinlikle böyle algılayanların, mutlaka bir doktora baş vurmalarında, kendileri açısından yarar var.
ÇÜK, "ÇOK ÜNLÜ KİŞİ" Demektir.
Bu kısaltmanın mucidi de ben değilim. Kısaltmanın mucidi, Hürriyet Gazetesi yazarı, Bekir Coşkun'dur. İsteyenler bu kısaltmaya ilişkin bilgileri, Bekir Coşkun'un İnternet sitesinden bulabilirler.Son derece saygı duyduğum, Sayın Bekir Coşkun'dan, bu sözcüğü arakladığım için, çok çok özür diliyorum. Umarım, Bekir Coşkun beni bağışlar ve bu arada da, mahkemeye vererek, umarım tazminat talebinde bulunmaz.
Bu başlık altında yazı yazmamın nedeni, içimizde ki ÇÜK'leri sizlere bütün yönleriyle anlatmak.
Yani, çevremiz de o kadar çok ÇÜK var ki, hangi birini ele alsanız, hayranlığınız on kat artıyor.
Sözü daha fazla uzatmadan yazımızın konusuna geçelim.
ÇÜK'liğin en belirgin özelliğinin aynaya bakmamak olduğunu söyleyelim ve yazımıza devam edelim.
ÇÜK'lerin aynaya bakmasına gerek yoktur. Onlar zaten güzel şeylerdir.
 
ÇÜK'ler tanrının sevgili kullarıdır.
Genelde de, yöneten olarak doğduklarına inanırlar.
ÇÜK olduktan sonra, yapacakları ilk iş, bulundukları yerlerde otonom bölgeleri oluşturmak. İlk otonom bölgelerini oluşturmalarını 41 pare top atışıyla kutladıkları da söylenir.
Sıra gelir, otonom bölgelerini genişletmeye. Otonom bölgelerini genişletmek için, ya arkalarında yasa gücünün, ya da küçük ÇÜK'lerin bulunması gerekir.
ÇÜK'lerin yolda yürüyüşleri de değişmek zorundadır. Öyle duvar dibinden yürümek filan, bunlar ÇÜK'lere asla yakışmaz.  Yolda yürürken, mümkünse diğer insanları görmezden gelinmeli, onlara dirsekte vursa, asla geri dönmemelidir.
 
Bizim köyde eskiden çok ÇÜK vardı. Bana anlatıldığı kadarıyla bu ÇÜK'ler bizim köyün sahipleriymiş.
Örneğin: Salman Hoca, yani namı diğer Molla, Pat Ali, Tek diş, Keder ve Serçe Ka, bizim köyün ÇÜK'leriymiş. Köyün sahibi de onlarmış.
Yalnız bunların içinde birisi var mış ki, tam ÇÜK'ymiş,
Serçe Ka.
Bu adam, taaa, Aydın'dan kalkmış, önce Delice'ye bağlı Büyük Avşar'a iki kardeş olarak gelmişler. Kardeşi Büyük Avşar'da kalmış, bizim Serçe Ka, halen Yenihayat köyü olarak bilinen köye gelmiş.
Bizim Serçe Ka'nın, köyde tek bir karış bile toprağı yokmuş. Molla önce kapısına çoban tutmuş, sonra da birkaç çizim toprak vermiş.
Serçe Ka, bileğine güçlü, vurduğu yerden ses getiren, deli dolu bir adammış.
Kısa bir sürede köyde mekan tutmayı başarabilmiş.
Bu yönüyle de, köyün sahibi ÇÜK'lerin bile gözünü korkutmayı başarmış.
Zaten köyün topraklarının tümü Molla denen adama aitmiş. Ona o arazilerin tanrı tarafından verilip verilmediğini, ben bilmiyorum.
Ama, adam köyün tek sahibi.
O adamın, köye tanrı tarafından gönderildiğini söyleyenler bile oldu. Eh, ÇÜK olduğuna göre, benim tarafımdan yer yüzüne avdet edilecek değilde ya, mutlaka tanrı tarafından görevlendirilmiştir her halde.
Zaten bütün ÇÜK'lere tanrı, "Yürü ya kulum" dememiş mi?
Tanrının "Yürü" demediğinin de ÇÜK olma şansa zaten yok.
Hatta tanrı bana, hiçbir zaman, "Yürü" demediği içinde ÇÜK olmayı bir türlü başaramadım. ÇÜK olduğumu zaman zaman hissettim ama, hiçbir zaman,"Ben tam bir ÇÜK'yim" diyemedim. Tanrı bana o şansı bu zamana kadar vermedi, her halde bundan sonra da vermeyecek.
Zaten ÇÜK olsaydım, saltanatımda olurdu. 
Yine bizim köyün ÇÜK'lerine dönecek olursak.
Ben bu saydığım adamları görmedim ama, bunların oğulları ve torunlarını birer birer gördüm. Oğul ve torunlarından ÇÜK çıktı mı, onu da ben bilmiyorum.  Bu arada, hemen belirtmemde yarar var. Köyün sahibi olan ÇÜK'lerin karıları da tam bir ÇÜK'ymiş.
Çünkü, bu gün onların anlatılan kahramanlıklarını, günümüz kadınlarında bulmak hayli zor.
 
Gelelim Çorum'un ÇÜK'lerine, Yani , "ÇOK ÜNLÜ KİŞİ" lerine.
Çorum'da ilk anımsayabildiğim ÇÜK, Cipçi Deli Ömer ve Tıkı.
Belki benim tanımadığım  çok ÇÜK vardır ama, benim tanıdığım ilk ÇÜK'ler bunlar.
Onlardan, Cipçi Deli Ömer'i tanımam da, bizim köye dava veya keşif için gelen her hakimi getirdiği için. Onu Çorum'da ilk gördüğümde, ne kadar büyük ÇÜK olduğunu hemen anlamıştım.
O dönemler saat benim için çok büyük lükstü. Bu nedenle de sık sık Saat kulesine gider,o saatin nasıl çalıştığını kafa yorardım. Yedi Sekiz Hasan Paşanın ÇÜK olduğunu da yıllar sonra öğrenebildim. Ebussuud  Efendi ve Atıf hoca'nı ne menem ÇÜK olduklarını her halde sizlerde bileceksiniz. 
Tıkı'yı ise, ne zaman Saat Kulesine saate bakmaya gitsem, mutlaka o civarlarda görürdüm. Sanırdım kı, Tıkı denen bu adam, Çorum'un tek sahibi. Adam da öyle bir caka ve fiyaka vardı ki,sanırsınız ÇÜK. Öyle olmadığını anlamam yıllarımı aldı. Kimseye zarar vermemesi nedeniyle de bana göre, Çorum'un gelmiş geçmiş en önemli ÇÜK'ydi.
Sonra  oturduğum mahallede, Çavuş diye birini tanıdım, o da benim gözümde tam bir ÇÜK'ydi. Çünkü, oynadığı deşenekde ne kadar usta olduğuna hep gıptayla bakardım. Adam bir aşık atardı, metrelerce ötedeki aşığa cin tuttururdu.  Gerçi hile yaptığını söylerlerdi ama, ben onun nasıl hile yaptığını bir türlü öğrenemedim.
Benim kendimi ÇÜK hissettiğim zamanı da anlatayım.
Bir gün köyden, Thames marka kamyona Şeker Pancarı yükleyerek Çorum'a getiriyorduk. Şeker Pancarının en doruk noktasına kuruldum ve Çorum'a gelinceye kadar her tarafı gördüm. O güne kadar görmediğim ne kadar güzellik varmış onun farkına vardım ve kendi kendime, " Aman ben  ÇÜK oldum" diyerek, günlerce kendimden gurur duydum.
Yaşamımda, ilk ÇÜK'liğimin farkına o zaman varmıştım.
 
Dünyanın ÇÜK'lerini hiç tanımadım.
Tanımadım dedimse, televizyonlardan, gazetelerden kitaplardan okuyarak tanımayı kast etmiyorum. Yani onlarla hiç teşrik-i mesaim olmadı.
Ne bileyim, Hitler'i, Mussolini'yi, Salazar'ı, Pinochet'i, Miloşeviç'i, Clinton'u, Busch'u, Saddam'ı, Kaddafi'yi Suud'ları  yakından tanımayı çok isterdim.
O ÇÜK'lerin beyinleri nasıldır, niye canileşmişlerdir, tüm bunları beyinlerini açarak görmeyi çok isterdim. Ne hazindir ki, ben de bu gün yaşayan yabancı ÇÜK'lere yetişecek kadar da, ÇÜK değilim. Ama bunda benim suçum yok, beni bu kadar büyük ÇÜK yapmayan sizlerin suçu.
Belki caniliğe özenen ÇÜK'leri tanımak istemezdim ama, ne bileyim, Nazım Hikmet'i, Neruda'yı, Arşimet'i, Newton'u herhal de mutlaka tanımak isterdim. Çünkü, onlar Dünyanın yüz akı ÇÜK'ler. Onlar ki, dünyaya ve halklarına, insani değerleri, teknolojiyi sunmuşlar.
Bu kadar yararlı ÇÜK'leri tanımak varken, cani türünden ÇÜK'leri tanımayı isteyenler mutlak kafirdir.
Kafirin ÇÜK'nden de kimseye yarar gelmez.
Alın size Avrupa'nın ünlü ÇÜK'lerini, Romano Prodi, Clodia Roth, Werhu-egen, bu ÇÜK'lerin ülkemiz üzerinde ki, egemenliklerini her hal de görmezden gelemezsiniz. Bu ÇÜK'ler, ülkemiz de kimin uçkurunun nasıl korunacağına bile karar verebiliyorlar. Ne yazık ki, ülkesinin bağımsızlığını savunduğunu sanan  bizim ÇÜK'ler ise, onların önünde diz çökme gibi erdemli bir tavır sergilemekten de geri kalmıyorlar.
ÇÜK'lerin de dereceleri vardır. Örneğin, bir yerde ÇÜK, olan bir insan, bir başka yerde ikinci ÇÜK olabilmektedir. Özellikle bizim ÇÜK'ler, dışarıya gittikleri zaman yedekten yedinci aza konumuna düşebilirler.
 
Gazetecilik yaptığım süre içerisinde, Çorum'da  çok ÇÜK tanıdım Yani, ÇOK ÜNLÜ KİŞİ.
Bu ÇÜK'lerin öyle WİP derdi filan yok ama, kendilerine takındıkları cakalı tavırları  görseniz, sanırsınız ki, alçak dağları kendileri yarattılar, yüksek dağlar da dedelerinden miras kaldı.
Bir çoğu, ÇÜK olduktan sonra babasını bile tanımaz duruma gelir, ne zaman ki ÇÜK'lükten ayrıldı, işte o zaman, bir babası olduğu aklına gelir ve, ÇÜK'lik günlerinin havasıyla ömrünü tamamlar gider.
Özellikle siyasi partilerde, ÇÜK'lik mertebesine yükselenlerin, o siyasi partinin iktidara gelmesi filan gibi bir dertleri bulunmaz. Onlar için varsa, yoksa, kuruldukları koltuk önemlidir. Maazallah o koltuktan kalkmamak için, gerekirse babasının bile kellesini önünüze koymaktan çekinmezler. Ne yazık ki, her şeyin ömrü olduğu gibi, ÇÜK'liğin de, bir ömrü olduğunu düşünmek bile istemezler. ÇÜK'liklerini tamamlayıp ayrıldıklarında, yaptığı işin ne kadar yanlış olduğunun farkına vardıkların da çoğu zaman iş işten geçmiş oluyor.
Kurdukları otorite sayesinde, ÇÜK'liğin kendilerine getirdiği avantaları kullanırken, ilk başta kendilerine yağcılık ve yalakalık yapacak olan biraz daha küçük ÇÜK'leri tercih etmeleri içten bile değil. Böylesi ÇÜK'leri buldukları zaman sırtları yere gelmez. Yenecek insanlar bilgiliymiş, kültürlüymüş, proje üretiyormuş, özüne sözüne sadıkmış, tüm bu erdemler,
ÇÜK'ler için kıymeti harbiyesi olmayan şeylerden.
 
Yaşam boyu her insanın, ÇÜK olma gibi bir derdi mutlaka bulunur.
Yani, " ÇOK ÜNLÜ KİŞİ."
(Hala beni uzun uzun ,"ÇOK ÜNLÜ KİŞİ" yazmak zorunda bıraktığınız için de kendinizden utanmalısınız.)
Eğer bir insan yaşamı boyu ÇÜK olamadıysa, mutlaka onun aklından zoru vardır.
Bizim köyde  Üssük Cümük diye biri vardı.
Bu adam ömrü boyu çobanlık yaptı.
Bir gün köylünün toplu olduğu bir saatte; "Komşular, bu güne kadar davarınızı hep ben güttüm. Ama beni bir kez olsun ÇÜK yapmadınız. Ben, bu bahara, Ankara'ya amelelik yapmaya gideceğim, kendinize çoban bulun" dediğinde, o köylünün yüz ifadelerini görmenizi isterdim. Çünkü, köylü, onun ilk kez ne kadar ÇÜK olduğunu anlamıştı. 
Nitekim, Üssük Cümük, Ankara'ya gitti, sonra da Belediye'de çöpçü oldu. Şimdi kendisini gördüğümde, kendisinin ne kadar ÇÜK olduğunu anlata anlata bitiremiyor.
Demek ki, ÇÜK olmak için, kimi zaman, tebdili mekanda yarar var.
Kimi siyasi partinin ÇÜK'lerinin de artık, Tebdili mekan yapmalarının zamanı gelmedi mi, orasını da ben bilmiyorum. Ben bilmiyorum da, sanki sizler biliyorsunuz.
Halbuki, bizim köylü Üssük Cümük gibi tebdili mekan yapsalar, belki de daha daha  ÇÜK olmaları içten bile değil. Ama ne yaparsınız ki, kimi ÇÜK'ler "Küçük olsun benim olsun" ÇÜK'liğini göstermekte sakınca görmüyorlar.
Aradan yıllar geçtikten sonra, 1973 yılında ikinci ÇÜK olduğum aklıma geldi. O yıl ilk defa oy kullanıyordum. Gerçi, 1972 yılında evlendiğim anda da kendimi ÇÜK hissetmiştim ama, 1973 yılında ki ÇÜK'liğim daha önemliydi.
Gerçi, o günden bu güne, oy verdiğim partiyi değiştirme gibi bir dönmeliğim olmadı ama, bazı ÇÜK'ler, benim başka partili olduğum yalanını yayma da sakınca görmüyorlar. Sanıyorlar ki, böyle söyleyince, kendileri daha  daha ÇÜK olacaklar. Şimdi onların yanında değilim. Gönlümden silip atmaya da güçleri yetmeyeceğine göre,  bakalım, partilerini iktidara taşıyabilecekler mi? Demek ki, bu güne kadar partilerini iktidara taşımayı ben engellemişim.
Bu da, ÇÜK'liğin bir davranış biçimi olsa gerek.
 
 
PERDELER ARALANABİLSE...
Tiyatro oyunlarına gittiğimde, perde açılmadan önce, oyuncuların ne durumda olduklarını merak ederim.
Merakımın nedeni, o oyuncuların perde açıldıktan sonra ki halleri, zaten gözlerimizin önünde. Ama perde açılmadan önceki duyguları, düşünceleri, yaşadıkları şeyler nelerdir, bunları hep merak etmişimdir.
Yaşamı da bir tiyatroya benzetecek olursak, mutlaka sahne ve perde gerisi diye ikiye ayırmamız da yarar var.
Bu gün sizlere perde gerisini aralamaya çalışacağım.
Sakın ha, bu yazacaklarımı birilerine veya yakınınızda bulunan insanlara yamamaya çalışmayın.
Çünkü, yazacağım şeyler belki de sizlerin yaşamından bir kesiti yansıtacak.
 
Bilindiği gibi, evlerde genelde perde bulunur.
Nereye gitsem, gördüğüm bir perde, o evde nasıl mutsuzluk veya mutluluk yaşandığını çağrıştırır bende.
Öyle ya, evde perde olduğuna göre, mutlaka arkasında da bir yaşam var demektir.
Çoğunlukla, o yaşamların renkli yüzlerini görürüz. Oysa görünmeyen yüzlerine o perdeler tanıktır. Perdeler dile gelse de, tanık olduğu şeyleri anlata bilse, kim bilir ortaya ne çarpıklıklar, ne yanlışlıklar çıkar?
Perde arkaları, toplumun en az bildiği yerler. Ama toplum, en az bildiği yerlere kural koymada da o kadar cimri davranmıyor. Yani toplumu, bilmediği yerlere kural koyan cahillere benzetebiliriz.
Perde arkalarında ki yaşama genel de aile deniyor. Aile denen çekirdek, perde gerisinde başka bir yaşam, perde önünde başka bir yaşam sunuyor bizlere.
Perde gerisinde ki yaşamın, perde önüne yansıtılmasının önünde ki engel de yine, toplum dediğimiz kural koyucu oluyor. Kural koyucu olan toplum, perde gerisine pekte hoş gözle bakmıyor. Oysa, toplumu oluşturan her bireyine perde gerisinde, kimi zaman hüsran, kimi zaman göz yaşı, kimi zaman da mutluluk kıvılcımları var.
Adına toplum denen soyut kavram, insanlardan oluştuğuna göre ve her biri de bu duyguları başından sonuna kadar yaşadığına göre, niye kendisinin elini kolunu bağlayacak bir karar verir,kural koyar,  orasını da bu güne kadar anlayabilmiş değilim.
 
İnsan denen yaratık, toplu yaşamı benimsemiş, özümsemiş bir yaratık. Toplu yaşamda, insanların davranışlarını yakından gözlemlemek bir başka insan içinde olasılık dahilinde.
Yani demek istediğim, bir insanın yaşadığı mutluluk ve mutsuzluğu az çok gözlemleyebilirsiniz.
Mutsuzluğunun bir çok nedeninin, adına toplum denen soyut kavramın yazılı olmayan ancak, koyduğu kurallardan kaynaklandığını biliyor musunuz?
Bilmiyorsanız, kendinizi şöyle bir teste tabi tutun.
-Ben eşimi sevmiyorum, öyleyse boşanmalıyım.
-Ben işimi sevmiyorum, öyleyse, bunu birilerine mutlaka anlatmalıyım.
-Ben aslında iyilik sever bir adamım ancak, benim iyilik yaptığım insanlar bana kötülük yapıyorlar.
-Ben arkadaşlarımı seviyorum ama, onlar benim sevgisi istismar ediyorlar.
-Benim maddi durumum iyi değil, öyleyse ben bunu toplumun tümüyle paylaşmalıyım.
-Benim yakınlarım hep benden bir şeyler istiyorlar, oysa ben onlardan hiçbir şey istemiyorum.
-Aslında benim çocuklarım, hiçte topluma uygun çocuklar değil, ancak ben yine de çocuklarımın böyle olmasından memnunum.
-Aslında benim bulunduğum konum, bu olmamalı ama, toplum benim değerimi bilmiyor.
-Neden benim eşim de filanca gibi değil.
-Eşim beni neden eve para getiren insan olarak görüyor. Neden bana sevgi vermiyor?
-Kadın eşinden mutlu olamamıştır. Evliliklerinin üzerinden bilmem kaç yıl geçmiş, çoluk çocuk olmuş ama yine de mutlu olmamıştır.
-Kadın bir gün, yüzü gözü mos mor çöp dökmek zorundadır ama komşusuna da görünmemek zorundadır.
-Kadın, sürekli aşağılanmakta.
-Kadın üzerinde işkencenin alası denenmekte.
Bu örnekleri daha da çoğalta biliriz.
İşte tüm bunlar o perdelerin arkasında yaşanıyor.
Şimdi soruyorum, bu durumda kendi başınıza mı karar veriyorsunuz, yoksa karar verirken, toplum baskısını üzeriniz de hissettiğini oluyor mu?
Elbette toplum baskısını üzeriniz de hissediyorsunuz.
Şimdi gelelim asıl can alıcı noktaya.
Sizlerin yaşadığı, sıkıntı, sorun, mutsuzluk, dertler bu toplumun çok mu umurundaydı?
Yani sizler acı çekerken, bu toplum size niye acı çektiğinizi sordu mu?
Sormadığına göre, neden yaşantınızı, bir başkasına veya toplum baskısına göre dizayn etme uğraşı içindesiniz?
 
İşte ben perde gerilerini bu nedenlerle merak ederim.
Adam, akşam evine girer, elbiselerini çıkarır, pijamalarını giyer ve dram başlar. Ta ki, ertesi gün evini terk ettiği ana kadar.
Tam kapıdan çıkarken komşusunun "Günaydın" ına zoraki bir gülümsemeyle ve yarım ağızla "Günaydın" demek zorunda kalır.
Ama, adam, yaşadığı dramı çözmeye kalksa, ilk başta komşusu, adam hakkında söylemediği kötü sözün birini geri bırakmaz. Oysa, aynı sorunu komşusu da yaşıyor  ama, serde mutluluk riyakarlığı var ya...
Kadın, sabah evin çöpünü dışarı çıkarmak üzeredir. Komşusu hayretler içinde kalır. Kadının yüzü gözü yara ve bere içindedir.
Komşusu sorar; "Hayrola komşu, ne bu hal"
Kadın, bütün ezikliğiyle, "Kapı çarptı" demek zorunda kalır.
Tabi komşusu durumun farkındadır ve en kısa sürede bunu diğer komşulara yaymak zorundadır. Oysa, kendisinin daha birkaç ay önce, yediği dayaktan hastanelik olduğunu unutmuştur.
Ama yeni de, kendilerini toplum yerine koydukları için, başkaları için kural koyma hakkının ellerinden alınmasına tahammül edemezler.
Ne yazık ki, adına toplum denen soyut kavram, insanları rol yaptırmak zorunda bırakıyor.
Rol yapan insanların egemen olduğu bir toplumdan da, nasıl sağlıklı bir ulus çıkar, onu da ben bir türlü bulamadım.
Bula bilen varsa, lütfen bana da anlatsın.

 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 02

ÇORUM ANADOLU GAZETESİ KÖŞE YAZILARI BÖLÜMÜNE GİTMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

GÖRÜŞME Mİ, SÜRTÜŞME Mİ?

 
Bu günlerde görsel ve basılı yayınlarda Memur sendikaları ile Hükümet arasında görüşmeler hakkında haberlere çok rastlıyoruz. Başlıklar bakışlara göre değişiyor,bunun adına görüşmemi, sürtüşmemi demeli belli değil.Sendikaların haklı taleplerine hükümet sözcüleri dalga geçer gibi yanıt veriyor.
Sendikalar anlamını yitirmiş sosyal yardımların günün koşuluna uygun olsun istiyor. Örneğin 200 bin lira olan kira yardımını günün koşuluna uydurulmasını istiyor. Hükümet gülüyor,sendikalar yoksulluk sınırının biraz üstünde ücrete razı ama hükümet alay ediyor. Enflasyon üzerinde para verirsek ülke batar enflasyon%12 çıkamayız yakaladığımız istikrar bozulur. Halkın parasını yalnız memurlara verirsek yıllardır sistemli olarak uygulanan ekonomi politikasıyla yoksullaştırılan diğer kesimleri örnek veriyor.
Peki önce özelleştirip, sonra el konan bankaların depreminde  buharlaşan milyarlarca dolar neden batırmadı ülkeyi?
Bunlar halkın paraları değimliydi? İstikrar bozulmadı mı? Sendikaların istediği 28 trilyon ülkeyi çökertiyor, ne de istikrarı bozuyor.Her halde yetkililer bu zararı cebinden ödeyecek olmalı ki sorumluluk okumuyor. Gerçi sözde düzelen ekonomi kavuşulduğu iddia edilen istikrar halka yansımıyor.Ama hükümet aksini söylüyor. Allah aşkına ülkenin bir yerlerinde güllük, gülistanlık bir yerler varda biz mi görmüyoruz? Gören varsa insanlık namına adresini verinde bizde oraya gidelim.
Sendikalar ücretler arasındaki denge kurulsun istiyor. Hükümet; memur yüzde yüz atmış zam istiyor diye çarpıtıyor. Kira yardımını ,yakacak parasını günün koşuluna uygun hale getirdiğinizi düşünürseniz,bunu da yüzdeye vurursanız gerçekten yüzdesi çok yüksek çıkar. Örneğin 200 bin lira olan kira yardımını 100 milyon yapsanız yüzde beş yüz olur.Bu rakamlar üzerinde oynamalar yaparak toplam maaş artışı gibi gösterme kurnazlıği ile kamu oyu yaratılmaya çalışılıyor. 200 milyonla milyarlara varan kira bedelinin olduğu ülkemizde bu insanlar uygun gördüğünüz kira yardımıyla çadır kiralayabilir mi?
Sayın hükümet üyeleri; manavda, kasapta, markette, fırında ve diğer alış veriş merkezlerinde etiketler ücrete göre tespit edilmiyor. Sizden istenen temel gereksinimlere yetecek kadar bir ücrettir. Devletin gerçek kaybı hortumcularda, rantiyecilerdedir. Memurlarda ve memurların haklı taleplerinde değil. Ücretler arası dengesizlikler buharlaşan paralar önlensin yeter hem haksızlıkları önlemiş,hem de insanların gözü başkalarının işinde ve maaşında olmaz. Bunu en iyi şiirle anlatmak.
 
BİZİM
Yitime uğradı tüm değerlerimiz
Tavuğa dönüştü kazımız bizim
Bir ,bir elden gitti ederlerimiz
Gayrı ele kaydı gözümüz bizim
 
Saygı duyduklarımız,saygısız oldu
Sevgi kasalarımız kin,nefret doldu
Onursuzlar bakıp gıcıkla güldü
Gayri yere düştü yüzümüz bizim
 
Sohbete katılmaz oldu dilimiz
Güzel işler için kıpırdamaz elimiz
Takke düşüp,görününce kelimiz
Gayri dinleşilmez sözümüz bizim
 
Çıkara dönüştü sevgi,sadakat
Muhabbet bağlılık haktan inayet
Değer yargıları bitti nihayet
Gayri çürümekte özümüz bizim
 
Geçer akçe oldu iki yüzlülük
Görmeyen gözlere ne yapsın gözlük
Dönen dolaplara bulamam sözcük
Yol ehli gözükür yozumuz bizim
 
Yüze ayrı,arkadan ayrı konuşan diller
Renginin kokusunu vermiyor güller
Ayrı makamlar çalmakta teller
Gayri düzen tutmaz sazımız bizim.

 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 03

ÇORUM ANADOLU GAZETESİ KÖŞE YAZILARI BÖLÜMÜNE GİTMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

MİNİK ELLER
Geçen hafta Çorum'u sarsan bir olayla karşı karşıya kaldık ve çok üzüldük, ağladık, kaygılandık, çocuklarımıza yeniden, yeniden baktık ve belki de böyle bir olayı biz yaşamadık diye gizli bir sevinç duyduk. Gazeteler genel ve yerel yayın organları kocaman başlıklarla verdiler bu dramatik olayı. Olay elli yaşlarda  bir adamın on yaşlarında bir çocuğu  canice öldürmesine dayalı tüm toplumu yasa boğan bir olaydı. Ama bugün bize olmadığını düşündüğümüz  ve içimizden  şükrettiğimiz  bu olaylar ne ilk ne de son olacak. Ne yazık ki, toplumda bunlar zaman zaman şekil değiştirerek hep karşımıza çıkmaktadır. Neresinden bakarsanız bakın korkunç tüyler ürperten çok acı bir olay. Yaşanması yaşayan aile, çevresi ve toplum adına da hatta gelecek kuşaklara da acı olarak geçecek bir durum. Yorumu zor ortadaki gerçek söz söyleme yorum yapma olanağı bırakmıyor.  Uzun zaman düşünmekten kaçınıyorsunuz. İnsanın acı çekme duygusundan, acıdan kaçma dürtüsünden doğal ne olabilir ki.Ama çok yazılıp çizildi, kocaman başlıklar atıldı, şizofreni bir ruhsal hastalık adı, peki toplumda kaç kişi biliyor bunu ? En kısa tanımıyla şizofrenin kişilik parçalanması. "Issız ada, uzak ülke" anlamında tanımlanıyor. Tedavi şekli var mı? Son yıllarda tedavi konusunda oldukça umutlu adımlar atılmakta. Dernekleri var, kendi kendileri içlerinde sosyal gruplar oluşturabilmektedirler. İşin bir başka boyutu kendilerini dünyanın gerçekliğinden soyut bir şekilde olup biteni yaşamaktadırlar. Bu nedenle de bunlara "yalnız ada" denilmektedir.
Hastalığın genetik yanı var mıdır? Evet vardır. Aklı başında insanlar bu ve bunun gibi bir çok nedenden dolayı akraba evliliğine karşı çıkmaktadırlar, çıkılmaya da devam edilmelidir.
Bu olaylar toplumda ne ilk ne de son olacak demiştik. Buna benzer olaylar şekil değiştirerek hep karşımıza çıkmaktadır. Kimi zaman namus töre bahanesiyle kızını öldüren baba şeklinde, kimi zaman sevdiği kız aşkına karşılık vermedi diye bir fidanın toprağa giden, gitmesine yol açacak çılgın aşık tarzında. Kimi zaman kendisinden boşandı diye çılgın bir kocanın bıçak darbeleriyle yok olan yaşamlar. Kimi zaman da din adına Allah adına emir aldım öldürdüm diyen normal dışı zihniyetlerin ürünleri olarak yaşamlar bitmekte, umutlar bitmekte. Bu tür cinnet ve delilik durumları hep yaşanıyor ne yazık ki yaşanacakta.
Bu olayda henüz kitap, defter, kalem tutan eller, pergel-iletki tutması gereken minik eller, iki minik elin kesilmesi başlı başına bir dram. Ailesi, çevresi ve toplum adına. Bu olaya tanıklık eden aynı yaşlardaki çocuğun da tedaviye alındığına inanıyorum, inanmak istiyorum.
Bizler bir olay olduğunda olayın sıcak döneminde üzülüp ağlıyor ama, bundan sonra ne yapılabilir konusunda pek de kafa yormuyoruz herhalde. Böyle olunca da yeni dramların yaşanmaması için akılcı çözümler üretmekten hep yoksunuz. Bu konuda devletin sosyal devlet olmanın gereği olan kişinin ruh sağlığı ve güvenliğini koruyan, gözeten organize çalışmalarının olmadığı açık. Aynı zamanda bu çalışmaların yasalaşarak hayata geçirilmesi de bir acil ihtiyaç. Bizim toplumumuz dünyanın gelişmiş ülkelerinin aksine ruh sağlığı yönünde çalışmalarını ve ruh sağlığına verilmesi gereken önemi insanın bir beden sağlığı olduğu gibi bir de iç dünyasının olduğunun farkına varması ve bu iç dünyanın fırtınalarının ve hastalıklarının olabileceğinin farkına varılması çok zaman almış bir durumdur. Bu yaşanılan ve yaşatılan olum-suzlukların altında ciddi ruhsal bozukluluklar vardır. Bu bozuklukların bir büyük bölümünün genlerimizle yani kalıtımsal durumumuzla ilişkisi vardır. Bunu da bizim toplumumuzda hala körüklenenen geçersiz sebeplerle yapılan akraba evliliklerinin büyük rolü olduğu düşüncesindeyim. Sonradan ahlar-vahlar neyi değiştiriyor? Bu toplumda binlerce akıl sağlığı bozuk, beden sağlığı bozuk, zihinsel engelli insanlar yaşıyor. Bu konular ancak, bireylerin göz bebeklerine acı olarak girdiği zaman keşke diyebilmekte. Zaten keşke sözcüğü de bir geç kalmışlığın ve düş kırıklığının ifadesidir. Bu keşkeleri söylememek adına akılcı ve öngörülü olmalıyız. Bunun da yolu okumak, araştırmak, bilime inanmak, iyi bilenlerden rehberlik almaktan geçiyor. Hala bu toplumda akraba evliliklerine alkış tutanlar var. Hala bu toplumda namus adına kızının boğazını kesen cani babalara hak verenler var. Hala bu toplumda boşandığı karısının yolunu kesip ona "ya benimsin ya toprağımsın" tarzında hayatı dar edip hatta öldürenlerin sırtını sıvazlayanlar var. Hala bu toplumda aşkına karşılık vermeyen, genç kızı öldüren maço zihniyetli magandalara seviyordu yaptı, aşkı çok büyüktü diyebilenler var. Hala bu toplumda bırakın önemli hastalıkları grip, soğuk algınlığı gibi olabilen herkesin yaşayabileceği "depresyonda doktora bizi gitmekten alıkoyan, ben deli miyim dedirten, toplumun psikiyatrikte gitmekten engelleyen, boş ve suçlayıcı yaklaşım tarzı var. Hala bu toplumda kendisine kocası tarafından fiziksel ve duysal işkence yapıldığında bunu önlemenin yollarını arayan kadına, kocan değil mi döver de söver de zihniyetiyle yaklaşan erkekler olduğu gibi aynı zamanda kadınlar da var. Biz neler çektik zihniyetiyle."
Hala bu toplumda ruhsal yönden rahatsız olan kişilere tedavisi konusunda yardım etmek yerine onlara deli damgası vurmak var. Bu tür kişileri iyice yalnızlaştırma, duygusal çökermek, yok etme anlayışı var. Hem bu olayları akraba evlilikleri, gelenek, görenek, örf ve adet adına körüklüyoruz, hem de bireyi yalnız bırakıyoruz. Bu nasıl çelişki!
Araba devrildikten sonra, bir şeyler kırılıp döküldükten sonra herkes akıldane oluyor. Bütün mesele bunlar olmadan önlem alabilmekte. Olduktan sonra göz yaşı dökmenin olayın oluş şekline ve sonucuna hiçbir olumlu katkısı olmamaktadır. Biz bu manzaralarla üçüncü dünya ülkesi görüntüsü veriyoruz. AB'nin kapısındaki Türkiye'ye yaraşır yanlarımız var mutlaka. Buradaki rüzgarı arkamıza almamız da büyük bir şans.
Minik elleri kesen, kahrolası zihniyetin sahibi cani şizofren hastasıymış. Bu ruhsal sorunun genetik yanı var. Bu konuda akraba evliliğini ve bir insanın bir insanı katletmesini haklı nedeninin namus adına, kıskançlık adına, eş adına, çocuklar adına, sevgi adına, hele hele din adına hiçbir haklı gerekçesi olmadığını, olamayacağını vurgulamak istedim.
Yaşanılası güzel bir dünya dileğiyle.

 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 04

ÇORUM ANADOLU GAZETESİ KÖŞE YAZILARI BÖLÜMÜNE GİTMEK İÇİN TIKLAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 
GÖZ ZEVKİ
            Yaratan ;bizlere bazı duyular vererek bu duyular sayesinde zevkler almamızı sağlamış. Bu duyulardan bir tanesi de görme duyusudur. Görme duyusu eksik olanların da diğer duyularından başka birisini daha hassas olarak işlevini yaparak görme duyusunu takviye edilmesini sağlamıştır.
            Görerek yapılan işlerin;daha güzel ve daha işlevsel olduğunu biliyoruz. Atalarımız yaşadıkları evlerin göz zevkini okşayıcı bir şekilde olması için çalışmışlardır.
Geçenlerde depo olarak kullanılan;ata yadigarı bir konağın içerisine girdim. Maddi imkanımın olmaması beni bir defe daha üzdü. 250 milyara (bu yerin korumada olmasından dolayı şu anda yıkılıp da 5 katlı beton blok yapılamıyor bu beni sevindirdi) satılığa çıkartılan bu mekanın ikinci katında tavan işlemelerinin işçiliği bugün bu paraya yaptırılamaz. Geleceğimizin mirası olan böyle yapılar İstanbul’da olduğu gibi birkaç zaman sonra makus bir yangına kurban gidicik,yada kendi kaderine terk edilerek,kullanılmayan mekanların akıbeti olan zaman denilen sayaca yenik düşecekler.
Dedem 90 yaşında şimdi halen duran konağın işçiliğini bir hakla (gaz yağı tenekesi) altına yapmış. Bu çalışma ise bütün amcalarımla beraber yapımı yaklaşık dört yıl sürdüğünü babaannem anlatmıştı. Dedemle çalışan kireç ustaları,tuğla eleyen ustalar,örme ustaları da ayrıca ücret almışlar,dedemler sadece iskedos iskeleti,kapı ve pencereleri,tavan ve döşemeleri ile çatıyı bu ücrete yapmışlardı.

            Fazla uzak zamana gitmeden,dedelerimizin yaşadığı evlerin tavanlarında, kapılarında,dolap kapaklarında yaptırdıkları oymalara bakarak uykuya daldıkları,o oyma ve desenlerden sanatkarsa kendisine göre başka desenlerin hayallerini kurduğunu düşünebilirsiniz. Bizler ise kuru ve düz bir betona gözlerimizi dikerek uykusuz gecelerin geçmesini bekleyerek kuru ve yalın hayallere dalarak göz zevklerimizi böylece kaybettik.
Bizler ise bu günlerde yaşarken görme duyumuzu diğer duyularımız gibi kaybetmiş demeyelim de köreltmiş gözüküyoruz. Bakıyoruz;görmüyoruz. Söylüyoruz;kulağımız söylediğimizi duymuyor. Düşünüyoruz;uygulamasını yapamıyoruz.Yazıyoruz;kendimiz yazdığımızı savunamıyoruz.Vb.
 
            Bizlere,sizlere düşecek olan ise bunları korumak. İmkanı olanlarında bu gibi yatırımlara fazla ayıracak parası yok. Kültür ve sanata bilhassa edebiyata destek çıkalım diyenler ise yok denecek kadar az. Onlarda bütün bu faaliyetleri gösterenlere yetişmelerine imkan yok.
            İlimizde yapılan güzelliklere bakmak için yapılan çalışmalara katkıda bulunalım. Bu gibi girişimlere de katkıda bulunalım.

 

BU ÇALIŞMA TELİF ESERİDİR İZİN ALMADAN KULLANMAYINIZ!

BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız

 
 
 

 

SAYFA BAŞINA GİTMEK İÇİN TIKLAYINIZ

BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR!

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR
 
Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM
 Hukuka, Yasalara, Telif  ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir.